Merhaba! Fanzin`de bir büyülü hal vardır. Daha

Transkript

Merhaba! Fanzin`de bir büyülü hal vardır. Daha
sol bek
Merhaba!
Fanzin’de bir büyülü hal vardır. Daha
bloglar, microbloglar hayatımıza girmeden,
kimsenin üstünde durmadığı bir teknolojik
devrim yaşadık aslında: Fotokopi makinaları!
Söyleyecek sözü olan, akacak mecra
bulamayan underground kalemşorların
koşa koşa kapısında sabahladığı fotokopi
dükkanları, ileride koleksiyoncuların gözde
evrakları arasına girecek bu büyülü kağıtların ışık hızındaki matbaaları oluverdiler.
Fanzinciler bilir; fanzinler üretildikleri
an hızla tüketilen, akıllı telefonlar öncesi
medium-size microbloglardır. Büyüleri de
underground olmalarından kaynaklanır.
Piyasaya küçük ama sert bir eleştiridir. Cürmü kadar yer yakar ama yaktığı yeri kavurur. Edebiyattan sanata, politikadan spora
1
kadar popüler her konu ilgi alanı dâhilindedir. Gönüllük esasıyla, serbest duruşta,
yaklaşık 1000 vuruşluk fragmanlar halinde
itaatsiz pankartlardır fanzinler. Bir stadyum dolusu insanın NASA’ya karşı Plüton’u
sahiplenmesi gibi cüretkâr ve mağrurdur.
Elinizdeki Sol Bek Fanzin de selefleri gibi
cüretkâr ve mağrur itirazını tribünlerinden
geldiğimiz Beşiktaş ekseninde yükseltmeyi
amaçlayan bir ‘Halkın Fanzini’dir. İskandinavya’da balina katliamını, Akkuyu’da nükleer belasını, Londra metrosunda ırkçılığı,
Gezi’de çadır yakıcıları, Beşiktaş JK’da vücut
bulduğuna inandığımız vicdan, etik ve evrene sorumluluk ekseninde telin, tahkir ve
tezyif eden ürünler verme iddiasındayız.
Biz defansa, Beşiktaş’ın sol bekine gidiyoruz; çünkü biliyoruz ki: “Maçlar forvetlerle,
şampiyonluklar beklerle kazanılır!”.
Ah o 101 yok mu!
~chatlak
Ama ondan önce Fulya’ya bir Tempra
mı, yoksa ona benzer bir araba mı ne
yanaştı. Bagajını bir açtılar, yepisyeni
formalar. Ama böyle gri gibi, alacalı, ilk
kez gördüğümüz cinsten. Sanırım PSV
ile maçımız vardı ve ilk kez o maçta giyildi o formalar. Elendik sonra. Formaları sevmemiştim zaten.
1991 yılında, Burhan Felek Stadyumu’ndaki ‘seçmeler’e babamla gitmiştik.
Çengelköy’de Halk Otobüsü’ne durak
harici binmiş, şoför biraz hızlı hareket
edince de kavganın eşiğine gelmiştik.
10-11 yaşındayım daha. İtiş kakış olunca biraz ürktüm ve bir sonraki durakta
huzursuzluk içinde indik otobüsten.
Sonra başka bir otobüs ile Burhan Felek’e vardık.
Koş Mustafa koş!
Kar, yağmur, boran derken ulan nasıl
kış o mevsim. Ev zaten Çengelköy’ün
ara sokaklarında. Ufacık adamım.
Adımlarım ufacık. Merkeze yürü 20
dakika, oradan 101’e (Beykoz – Beşiktaş) bin (çift bilet bi’ de) korka korka.
Zaten köprüden geçerken gözlerimi
kapatıyorum. Tamam, hafta sonları
babamla gidiyorum da ya hafta içleri! İn
Beşiktaş’ta, koştur Allah Fulya’ya. Ne?
Yine geç kalmışım. Ceza için turla toprak, yok toprak da değil bildiğin kum(!)
Bagajdan çıkan formalar
Serpil Hoca oynadığım takımda ilk beni
seçti. Seçmelere katılmış, en başlarda da
seçilmiştim. Mahalledeki arkadaşlar pek
inanmasa da, umurumda değildi. Çok
da anlamlandıramamıştım zaten. Sonra
birkaç ön seçim daha yapıldıktan sonra
binlerce ‘minik’ arasından ilk 50’ye kalmıştım. Artık antrenmanlar Fulya’nın
toprak sahasında ve kışın soğuğunda
olacaktı!
2
sahada. Neşet Hoca arkandan bağırsın
dursun! Kramponların altı dolsun kumla, gittikçe ağırlaşsın. Ulan bir saat önce
otobüs sıcacıktı be! Şimdi su, çamur,
soğuk bir de koş Mustafa koş!
aman Allahım nasıl bir güneş, nasıl bir
hava! Ocak ayında adeta bahara doğru
koşuyoruz. Kaleci Bako ve Metin penaltı atışıyorlar, geçtik tribüne (tribün dediğin Şan Ökten’in üç sıra merdivenleri
işte) izliyoruz. Kazanan Bako, yalandan
bize koşuyor! Heyecana bak lan! Alkışlar falan…
Sırılsıklam halde yürü Beşiktaş’a o
yorgunlukla. Külçe gibi çanta, peh! 101’e
bin ama kesin ayakta. Çift bilet (akbil
değil, bilet) yolla alevli kutuya, Çengelköy’de in, eve koş, cep telefonu falan
ne gezer… Yıkan, giy formanı, sırtında
koca çantayla bu sefer de doğruca ortaokul için Beylerbeyi Lisesi’ne. Hafta içi
en az iki gün böyle.
Hatırladığım son antrenmanımın
sonunda da Ali (Büyük olan) geldi
yanımıza (tam yanımıza değil, tel örgü
var aramızda). “Siz” dedi, “Siz geleceği
olacaksınız bu takımın, çok ama çok
çalışın”. Ben bi’ bok olamadım, muhasebeci oldum ola ola!
Sonra 101’den nefret ettim ben, Allah belasını versin o 101’in. Nasıl bela
okuduysam hattı kaldırdı İETT. Ama
bu arada ben de Beşiktaş’ta bir pastane
keşfettim. Antrenmanlar tüyüyordum
ve o süre boyunca süt, poğaça, uyuklama takılıyordum. Kapı önündeki su
birikintisinde de formayı ıslatıp, çantaya
tıkıyordum (“annem anlamasın” stayla).
İşte sevgili fanzin o Aralık ve Ocak günleri geçmek bilmedi bana. Hafta sonları
babama “sizin oğlan niye gelmedi”
serzenişleriyle ebeleniyor ve Karakartal hikâyemin de yavaş yavaş sonlarına
doğru geliyordum.
Sonra bitti maceram, tam bir hafta
sonra, mahallede arkadaşlarla koşturuyorum, dilimde de spikerden efektler
“Metin girdi, Metin ilerliyor, vuracak…”
falan. Eve geldim, kan ter içinde. Baktım babam gazete okuyor, baksana dedi
uzattı gazeteyi. “Beşiktaş Teknik Direktörü Gordon Milne, futbolcuları toprak
sahada çalıştırdı. O esnada toprak sahada çalışan minik takımsa çim sahada
antrenman yaptı. Beşiktaş miniklerinin
bu jest karşılığında mutluluğu görülmeye değerdi!”
Ah 101! Ah ulan hayat, Fener’e bir gol
atma fırsatı vermedi bana (hayat verdi
de, sen soğuktu da gitmedin lan!).
Bako ve Metin penaltı yarışması!
Hatırladığım çok güzel iki anım var
ama... Son antrenmanların birinde,
Sol Bek Fanzin
Mart 2015 • Sayı: 1 • Düzensiz • Beleş
Çoğaltılabilir. Yazmak isteyen arkadaşlar e-posta atabilirler.
facebook/solbekfanzin • twitter.com/solbekfanzin • [email protected]
solbek.org
3
Beşiktaşlı doğulmaz Beşiktaşlı olunur!
Sene 1974, aylardan Temmuz, ilkokul
3. sınıftayım. Kıbrıs Harekâtı nedeniyle
İstanbul’da geceleri karartma uygulanıyor.
Henüz hiçbir takımı tutmuyorum. Ailemin
tamamı Fenerli olmasına rağmen okuldaki
yakın arkadaşlarım da bir o kadar Beşiktaşlı. Evde bazen Beşiktaş kelimesi kullansam ‘Sarıkanaryaların’, ‘Arabacılardan’
üstün olduğunu belirten sözler kullanılıyor.
Siyah-Beyaz, Sarı-Lacivert renkler arasında
uçuşan kalbim bir seçim yapamıyor. Bir
gün Karakartal, bir başka gün ise Kanarya…
~vw15oo
Orhan sen Tuğrul, Levent sen Lütfü, Tevfik
sen Sabri, Haluk sen Osman”. Sonra bana
dönüyor ve “Sencer sen de Niko’sun!”
O küçük yaşta çok iyi biliyoruz ki, bütün
yaşamımız boyunca okul, ev, iş, eş, hatta
siyasi fikirlerimizi değiştirebiliriz, ama tuttuğumuz renkleri, katıldığımız ocağı asla.
Bundan sonra bizi Beşiktaş’tan ve Beşiktaş’ı
bizden ölüm bile ayıramaz.
Hepimizi adlandırdıktan sonra önüne bakıyor Ozan, susuyor. Sanki bir şey bekliyor,
bir şey istiyor bizden. Evet, Ozan kendisine
ad vermiyor, onu bizim adlandırmamızı istiyor. Birden kendisine sarılıp hep bir ağızdan haykırıyoruz: “Sen kaptansın, kaptan:
Sanlı Kaptan.” Ağırbaşlı, her zaman ciddi
Ozan, bize çaktırmadan gözlerini siliyor.
Sonra ikinci yarı için sahaya çıkıyoruz. İşte
Beşiktaşlı oluşumun öyküsü!
İşte tam bu kritik zamanda mahalle ve okul
arkadaşım Ozan yetişiyor imdadıma. Ozan
yalnız futbolu aramızda en iyi oynadığı
için değil, aynı zamanda cesareti ve liderlik
yeteneği ile yaşıtlarımızdan oluşan mahalle
takımının da kaptanı üstelik. Bir öğlen vakti Temmuz sıcağında abilerimizin İstanbul,
Göztepe ile Merdivenköy arasında ‘Dutluk
Sahası’ dedikleri yerde aşağı mahalleden
gelen yaşıtlarımızla ‘şampiyonluk’ maçı
oynuyoruz. İlk devre bizim takımın 2-0
mağlubiyeti ile kapanıyor. Kimsenin ağzını
bıçak açmıyor, hepimizde moraller sıfır. İşte
tam bu sırada Ozan ellerini beline koyuyor,
kaşlarını çatıyor ve çok otoriter bir tavırla:
“Bu maçı alacağız ve şampiyon olacağız.
Çünkü biz Karakartalız” diyor.
Meraklısına Notlar:
- Maçı ne yazık ki 3-2 kazanamıyor, tersine
3-2 mağlup oluyoruz.
- Ozan bizi adlandırırken yanlış yapmadı.
Evet, o dönemde Beşiktaş’ta Osman adında
bir futbolcu yoktu. Osman o dönemin Fenerbahçe’sinin en parlak yıldızlarından biriydi. Ve Ozan bilerek bu adı verdi Haluk’a.
Çünkü Haluk takımımızda oynayan bir
“Sarıkanarya” tutkunuydu, Fenerliydi. Ona
ancak bir fenerlinin adı verilebilirdi. Ve işte
bunu yaptı Sanlı kaptan (Ozan). Beşiktaşlı
duruşu ve büyüklüğünü o küçücük yaşında
göstererek…
Konuşmasını şöyle sürdürüyor Ozan:
“Başbakanlık Kupası’nda 2-0 mağlupken
Karakartallar bu maçı 3-2 kazanmadı mı?
Üç gün sonra oynanan Cumhurbaşkanlığı
kupasını da Fener’i 3-0 yenerek kazanmadı
mı? Peki, biz neden kazanmayalım?”
Ama bu kadarının yeterli olmadığını çok iyi
biliyor ve Ozan hepimizi tek tek adlandırıyor: “Mete sen Zekeriya, Ömer sen Miliç,
Hüseyin sen Tezcan, Ufuk sen Vedat,
- 1974 yılında kötü bir sezona rağmen
derbilerde yenilmeyen Beşiktaş, Galatasaray
ile ilk maç 0-0 berabere kalıp, ikinci maç
rakibini 2-1 yenerken, Fenerbahçe’yi ilk maç
2-1 yenip, ikinci maç 0-0 berabere kaldı.
4
- 1974 Başbakanlık Kupası, Türkiye 1.
Futbol Ligi’nin 1973-74 sezonunu ikinci
tamamlayan Beşiktaş ile 1973-74 sezonu
Türkiye Kupası ikincisi Bursaspor arasında
oynanan 14. Başbakanlık Kupası maçıdır.
5 Haziran 1974’te, Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan ve normal süresi 2-2
sonlanan maçı uzatmalar sonrasında 3-2
kazanan Beşiktaş, kupa tarihindeki üçüncü
şampiyonluğunu elde etti.
- 1974 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 1. Lig
ve Türkiye Kupası’nın 1973-74 sezonunu
şampiyonlukla tamamlayan Fenerbahçe ile
1974 Başbakanlık Kupası sahibi Beşiktaş
arasında oynanan 8. Cumhurbaşkanlığı
Kupası maçıdır. 8 Haziran 1974’te, Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan maçı
Beşiktaş 3-0 kazanarak kupadaki ikinci
şampiyonluğunu elde etti.
Münferit Beşiktaşlıların fanzini: Sol Bek!
Sol Bek Fanzin, ilk sayfada da açıkça belirttiğimiz gibi solda duran münferit Beşiktaşlıların mecmuası olmak için ‘vira’ dedi. Fanzinimizin çorbaya tuz atanların
destekleriyle çıkması kararlaştırıldı.
Sol Bek ismi, hem Biliç’in ilk öğrendiği kelime olmasından, hem de yıllardır süregelen bir ‘sol bek’ sıkıntımızdan ötürü ortaya çıktı. Ha, bir de savunmaya olan
sonsuz saygımızdan, inancımızdan... Zira şampiyonluklara ‘bek’lerin üstün başarısı sonucu ulaşıldığına eminiz.
Sol Bek’e her türlü katkıyı siz de sunabilirsiniz. Bulunduğunuz kentteki Beşiktaşlılara ulaşmasını sağlamak için ses edin! Fanzinde yer aldığında ‘cillop’ gibi yakışacağını düşündüğünüz yazılarınızı kendinize saklamayın, bize gönderin! Sosyal
medya adreslerimizi takip edin, yaygınlaştırın, duyurun! Kısacası oyunu savunmadan kurmamıza yardımcı olun!
#solbekfanzin
5
Önder Özen’in yarım kalan Beşiktaş’ı
Bir futbol direktörü kısa, orta ve uzun
vadede takımın planlamasını yapar. Kulübün elindeki ekonomik, idari ve altyapısal
imkânlara göre, oyuncu geliştirip yüksek fiyata satmak mı, altyapıdan as ve milli takım
oyuncusu çıkarmak mı mantıklı olur, takımın tecrübeye mi, gelişiminin gerektirdiği
şansı yeteri kadar bulamayan futbolcuların
başka takımlarda kazanacağı sürekli maç
tecrübesine mi ihtiyaçları var; bunun için
gerekli olan kardeş ve pilot takım ayarlamalarında dikkat edilmesi gereken unsurlar,
kulüp içi maaş dengesi, scout (oyuncu izleme) ekibinin takımın oyun felsefesi gereği
oyuncuların hangi özelliklerine odaklanmaları gerektiği gibi binlerce parametreyi
dikkate alır. Sahadaki takımın değil, futbol
kulübünün arkasındaki beyindir. Teknik
kadro ile idari kadro arasındaki olmazsa
olmaz köprüdür.
~berko
Kinayelerle bezense dahi direkt olmayı
başarabilen analitik üslubu ile gönüllerde
taht kuran Önder Özen’in sezon başındaki
istifasıyla belki de, birkaç sene içinde Türk
futbolunun gelmiş geçmiş en iyi planlanan
ve kendisinin de başyapıtı haline gelebilecek bir takımın ilerleme süreci yarıda kaldı.
Bilic ve Özen ikilisinin örneğine ender
rastlanan vizyonu ve kalitesine hayran olanlar olarak üzüldük. İdari ve teknik kadro
arasındaki köprü olmak, her ikisinin de
kalitesinden bağımsız bir durum ne de olsa.
Bir taraftar olarak, camia içerisinde her
hangi bir konuma ve bilgiye sahip olmadığım için bu ayrılık konusunda spekülasyonlar üretecek de değilim.
Yurdum yöneticiliği!
Fakat ayrılma süreci öncesi, esnası ve sonrası gazete haberlerine bakıldığında yönetimdeki bazı spesifik isimlerin medyada
kendilerine ciddi bir yer edindiğini görmek
hiç de zor değil. Nitekim boşalan koltuğa
birisini bulmak değil de yama yapmak şeklinde yorumladığım gelişmeler sonucunda,
tekrardan hayatını bu işe adamış, eğitimli
futbol adamlarının yerine medyatik iş
adamlarını görmekten şahsen rahatsızım.
Olaylı Tolgay transferi sonrası bir gazetede,
Tolgay’la karşılıklı oturup bir şeyler konuşuyormuş gibi pozları çıkan Ahmet Nur
Çebi’den bahsediyorum hani. Kendisi, şu
kendi imkânlarımızla bastırdığımız fanzinde hakkında yazdıklarım için beni mazur
görsün. İşin aslı, onun yerinde kim olsaydı
burada onun adı anılacaktı. Çünkü kendisini bu şekilde ön plana çıkarmayı tercih
ederek, geçen sezonun başında uygulamaya
konulan ve bizleri ümitlendiren yapılanmanın aksi yönünde seyreden bir taşıt gibi.
Böylesi bir uygulamayı hayata geçirmeyi
başaran bir yönetimin, bu ileri görüşlülüğe
Örnek olarak: Real Madrid’in Beckham,
Zidane ve Figo’lu Los Galacticos’undan beri
defalarca teknik direktör değiştirmesine
rağmen transfer politikasının hiç değişmemesinin sebebi budur. Teknik direktörler
değişebilir, ama takımın planlamasını
yapanlar sabittir. Slaven Bilic de bu plana
en uygun isim olarak, Özen tarafından takımın başına getirildi. Ve onun gelmesiyle
birlikte takımın yakaladığı ivmeyi görmemek mümkün değil.
Biliç - Özen ikilisi
Özen geldiğinde durum çok açıktı. Stat
yok, para yok, (Passolig ile birlikte) taraftar
yok ve takımın kalitesi ezeli rakiplerle boy
ölçüşebilecek seviyeden çok uzak. Belki
de krizden fırsat çıkarmanın kitaplık dersi
olarak federasyonun yabancı kısıtlaması iyi
süzülerek bir transfer politikası uygulandı.
Ve Biliç ile birlikte fark kapanmaya başladı.
6
gösterdiği alerjik bir reaksiyon adeta. Back
to the yurdum yöneticiliği.
İkinci bir alerjik reaksiyon da ölçekçe daha
büyük bir yerde, Futbol Federasyonu’nda
baş gösterdi. Teknik direktörlük görevine
ek olarak getirilen geniş kapsama alanı ile
birlikte, Milli Takımlar Sorumlusu Fatih
Terim önderliğinde, bir sene önce getirilen
ve talimatlarda dört sene geçerli olacağı
söylenen yabancı sınırlaması 180 derece
tersi bir kararla beşten on dörde -sayıyla:
5’ten 14’e- çıkarıldı.
Özen’in kazandırdıkları
Futbol endüstrisi uzun vadeli planlar yapabilmesi gereken şirketlerden oluşmalıdır ve
bu şekilde yönetilmeleri gerekir. Federasyonun koyduğu kurallar neticesinde sürdürülen bir transfer politikası, nihayetinde
imzalanan üç-beş senelik kontratlar demektir. Eski düzenlemeyle yabancı sayılmayan
gurbetçi futbolculara da yeni düzenlemede
altı kişiyle sınırlama getiriliyor. Önceden hepsini toplayın diyen sistem, şimdi
takımlara tam tersini dikte ediyor. Üstelik
bu işin en acıklı tarafı ise yeni düzenlemeye
getirdiği açıklamanın eskisiyle aynı olması.
Kulüpler Birliği üyelerinin imzalarıyla
desteklediği bu yabancı kararından zarar
gören şüphesiz federasyonun önceki düzenlemesine göre planını-programını yapan
Beşiktaş’tır. ‘Eğer hala Beşiktaş kulübünde
çalışıyor olsaydım Federasyona dava açardım’ diyen Önder Özen, bu düzenlemenin
altına imza atarken en azından kademeli
geçişi bile şart gösteremeyen yönetimin bu
konuda attığı adımlara inanamıyor olmalı.
Şayet Terim’in açıklamasının hemen ardından yorumcu olarak katıldığı bir programda, futbol takımının planlama sürecine dair
yaptığı yarım saatlik bir açıklamanın ardından “Fakat Beşiktaş yönetimi bu düzenlemenin altına imzasını attıysa ben boşuna
konuşuyorum zaten” diyerek derdimize
tercüman olmuştur.
Projelendirilen altyapı araçları ve eğitim
kurumları, scouting’e (oyuncu izleme) getirilen yeni kriterler, yurt içi ve yurt dışından
takımlarla yapılan partnerlik anlaşmaları,
antrenman tesislerinin elden geçirilmesi,
teknik kadroya yapılması gereken takviyeler gibi bir sürü girişim de Özen sürecinin
diğer kazanımları. Onunla girilen büyük
sıçramadan sonra planlananların hayata
geçirilmesini izliyor ve bekliyoruz.
Sahaya ineriz...
~Cemba
23 Kasım 1947’de İnönü Stadı’nda Beşiktaş ile AIK arasında oynanan ilk futbol
maçında seyirciler daha maç başlamadan
önce sahaya atlamışlardı.
çıkmaya niyetleniyor, Akdeniz’den
geçerek Ortadoğu’ya doğru muhtelif
müsabakalar yaparak... Kimileri “AIK
Solna” kimileri “AIK Stockholm” diyor.
Solna, başkent Stockholm’ün bir semti.
Kulüp de bu semtte kurulduğu için öyle
diyorlar. Tıpkı bizim semt gibi yani. 15
Şubat 1891 günü kurulan AIK’nin İsveççe açılımı da şöyle oluyor: “Allmänna Idrottsklubben” ki bu da Türkçe’de
aşağı yukarı “Bilumum Sporlar Kulübü”
anlamına gelmekte.
“Sahaya ineriz a.....z”i en son önceki
hafta Olimpiyat’taki Bursa maçı (15
Şubat) bittikten sonra işittim... Bursalı
topçular 90+3’teki galibiyet golümüzü
hazmedemeyince arıza çıkardılar, taraftar da böyle bağırdı...
Geçmiş zamanda İnönü’de defalarca
işittiğimiz bu “a.....z”i saymazsak, böyle
harbiden güle oynaya sahaya indiğimiz
son maç 13 Mayıs 2013’teydi, yani İnönü tarihinin son maçı olan Gençlerbirliği’yle oynadığımız maçtan sonra...
Bu, müspet gerekçelerle sahaya inmelerin daha da geçmişine gideyim dedim,
en başına... Yani Beşiktaş ile İsveç’in
AIK Solna takımları arasında 23 Kasım
1947’de oynanan ilk maç...
İlk futbol takımını ise 1896’da kuruyorlar. Biliyorsunuz bizim kuruluş 1903, ilk
futbol takımımızın kuruluşu ise 1911.
Bu arada bizim Federasyon da 1948
Londra Olimpiyatları’na bir hazırlık
vesilesi olaraktan, “Hazır bu taraflara
geliyorlar, buyursunlar İnönü’de çift kale
maç yapalım” diyorlar.
21 bin kişilik statta 30 bin kişi!
23 Kasım günü İstanbul’da şahane
bir hava var, güneşli ve parlak. Maçın
14.30’da başlayacağı duyurulmuş. Zaten
basın günler öncesinden bu mühim
Bilumum Sporlar Kulübü
İsveç’in, dönemin en baba takımı olan
AIK Solna bir güneydoğu turnesine
8
olayı böyle ütülü çarşaflar şeklinde
veriyor. Kapılar sabah saat 10’da açılıyor.
Saat 13.30 civarına geldiğinde tribünler
lebalep dolmuş durumda ve bu esnada gişelerde mütemadiyen bilet satışı
devam ediyor. (Bilet fiyatları da şöyle:
Açık 2 lira Kapalı 3 lira. Kıyaslayalım. O
günlerde 900 gramlık bir somun ekmek
25 kuruşa satılıyormuş!) Kimilerine
göre, o saat itibarıyla 21 bin kişilik stattaki seyirci sayısı 30 bini aşmış durumda ve habire yenileri geliyor.
Gazhane ve İTÜ tarafında, maça giremeyeceğini anlayıp da toplananların
sayısının ise 20 ile 25 bin civarında
olduğu söyleniyor. İçeride ve dışarıda
izdiham had safhada! Nitekim tribüne
yeni giren arkadakilerin ittirmesiyle ön
sıralardaki vatandaşlar canlarını kurtarmak için “e, o zaman biz de mecburen sahaya ineriz...” diyorlar. İşte böyle
oluyor ilk “sahaya ineriz...” olayı.
Beyaz pantolon laci gömlek
Saat tam 14.29’da AIK takımı sahaya
çıkıyor, hemen akabinde de bizimkiler.
Kaptanlar birbirlerine çiçek ve futbol topu armağan ediyor (demek ki o
zamanlar flama yokmuş!) sonra sarmaş
dolaş harika bir foto çektiriyorlar.
Fotomuz ve fanzinimiz siyah-beyaz
olduğu için bizimkiler hariç şöyle renklendireyim: Misafirlerimiz, koyu lacivert-sarı çizgili çorap, beyaz “pantolon”
(o devirde öyle denirdi), koyu lacivert
“gömlek” (bu da öyle) giyinmiş vaziyetteler...
Artık maçtan dakika ve skor durumlarını
da bir daha sefere anlatırım...
Yaşasın Beşiktaş Kadın Futbol!
~Beşiktaş’ın Çocukları
Erkek egemen bir toplumda hiç şüphesizdir ki, sporun belki de en popüler branşı
olan futbolun sadece ve sadece ‘bir erkek
işi’ olduğu düşüncesinin hakim olması.
Ülkemizdeki kadın futbolunun tarihçesine
baktığımızda ise adeta bu düşünceye kafa
tutarcasına 1993 yılına kadar uzanıyor.
merakı olan zaten biliyor merakını giderecek bilgilerin nerede olduğunu. Bizi asıl
ilgilendiren kısım bundan sonra başlıyor.
Bu kadınlar, armamızı yağmur-çamur, karkış demeden gururla taşıyorlar ve terlerinin
son damlasına kadar armamız için savaşıyorlar!
1994 yılından 2003 yılına kadar süren lig,
aynı yıl içinde çeşitli nedenlerden dolayı
feshedilmiş ve üç yıl askıya alınmış. 20062007 yılında ‘Bayanlar Ligi’ adı ile sürdürülen lig, 2008-2009 yılında ‘Bayanlar 1.
Ligi’ adını almıştır. 2011 yılından itibaren
ise TFF, aldığı kararla kadınlara yönelik
cinsiyet ve ötekileştirme ifade eden ‘bayan’ sözcüğünün kullanımı yerine ‘kadın’
ifadesini kullanarak ligin adını ‘Kadınlar
1. Ligi’ olarak değiştirmiş ve kadınları
ötekileştiren ve onlara karşı hakaret içeren
söylemden vazgeçmiştir. Şu anda ise kadın
futbol liglerinde, Kadınlar 1. Lig, Kadınlar
2. Lig ve Kadınlar 3. Lig olmak üzere üç lig
bulunmaktadır.
Çoğumuzun dışarıya çıkmaya üşendiği
hunharca soğuk ve bir o kadar da yağışlı
havalarda gözlerini hiç kırpmadan mücadele ediyorlar. Ve maalesef ki yeteri kadar
ilgi görmüyorlar. Belki de erkek olmadıkları
için! Belki de futbolun hala ‘sadece erkek
oyunu’ olduğunu düşünenler olduğu için!
Belki de onların takımında Demba Ba’lar,
Gökhan Töre’ler, Veli Kavlak’lar gibi milyon
dolarlık oyuncular olmadıkları için!
Oysaki biz Beşiktaşlıyız! Bizim aşkımız ne
futbola, ne basketbola. Bizim aşkımız gurur
duyduğumuz armaya. O zaman yapmamız
gereken tek şey armanın olduğu her yerde
olduğumuz gibi kadın futbolcularımızın da
yanında olmak. Çünkü bunu fazlasıyla hak
ediyorlar!
Arma neredeyse, biz oradayız!
Beşiktaşımız ise 2014-2015 sezonunda
kadın futbol takımını kurarak, kadınlar
futbol liglerindeki mücadelesine en alt lig
olan Kadınlar 3. Lig’den başlamıştır. Ayrıca
kulübümüzün en yeni branşlarından birisidir ve üç büyükler içerisinde bu branşı açan
ilk takımdır. Kulübümüzün kadın futbol
takımı 25 kişiden oluşmaktadır. Şu anda
bulunduğu Kadınlar 3. Lig’de oynadığı 12
maçın 9’unu kazanıp, 2’sinde berabere kalıp
ve sadece 1’inde mağlup olan kadın futbol
takımımız şu anda (yani 26 Şubat itibariyle)
29 puanla 2. sırada yer alıyor.
Buraya kadar her şey teknik bilgilendirmeydi sevgili Beşiktaş taraftarı! Daha fazla
10
Erkek basketbolda ‘sabır’ dönemi
Bu satırlar Beşiktaş İntegral Foreks, Tofaş’a
evinde yenildikten hemen sonra yazıldı.
Ligde 10 galibiyet ve 10 mağlubiyet alan
Beşiktaş erkek basketbol takımını artık zor
günler bekliyor. Lige ve Avrupa macerasına iyi başlayan Beşiktaş ne yazık ki ciddi
bir iniş döneminde. Ahmet Kandemir’in
istifası sorunları çözmeye yetecek mi belli
değil. Yeni Baş Antrenör umut verici bir
isim, Henrik Dettman. Dettman’ın Finlandiya’yı 2011 ve 2013’te Avrupa dokuzuncusu
yapması, daha da önemlisi az sayıda yıldız
oyuncunun olduğu kadroyu bir takım yapması bizleri umutlandırıyor. 2002 yılında
çalıştırdığı Almanya Milli Takımı’nı dünya
üçüncüsü yaptığını da unutmamalı.
~Ozz G.
Bu Beşiktaş’ın sezonu kapatmadan elde
edeceği en büyük başarı olur. Önümüzdeki
sezonun rotasını da çizmeye yardım eder.
Eldeki oyun kurucular ve atıcılar (şutör)
Beşiktaş’ın play-off ’a kalmasına ve orada iyi
maçlar çıkarmasına yetecek kaliteye sahip.
Kadro eksik ama asıl sorun o değil. Kandemir döneminde Beşiktaş’ın en büyük eksiği
bir takım izlenimi vermemesiydi. Bireysel
yeteneklerin takımı sırtladığı günlerden,
takımın birlikte maç kazanacağı günlere
gitmemiz gerekecek. Dettman’ın böyle bir
rota çizeceğini düşünüyorum. Johnson ve
Holland gibi oyuncuların bu sisteme ayak
uydurup uyduramayacağı konusunda da
soru işaretlerim var. Muratcan Güler ve
Enes’in ise Finlandiyalı hocadan daha fazla
zaman alacaklarını düşünüyorum.
Dettman ilk sınavını Karşıyaka deplasmanında, muhtemelen eksik bir kadroyla verecek. Yeni antrenörün, “Sabır çok önemli”
diye söze başlaması da bizi nelerin beklediği konusunda ipuçları veriyor. Beşiktaş
taraftarı sabreder. Yönetim de zaten basketbolla sadece ciddi bir sorun olduğunda
ilgileniyor. En azından bende uyandırdıkları izlenim öyle. Satışta bir basketbol forması
bile yok. Sponsor desteğiyle basketbol
takımının bütçesinin 6 milyon TL civarına
ulaştığı söyleniyor. Sadece Mustafa Pektemek’e verilen yıllık ücret ise 4 milyon TL.
Burada tek bilinmeyen faktör zaman. Taraftarın Henrik Dettman kadar sabrı var mı
göreceğiz. Olsa iyi olur çünkü yapboz misali her yıl değişen kadroların uzun dönemde
kimseye başarı getirmediğini görüyoruz. O
halde hep birlikte söyleyelim. Sabır, sabır,
ya sabır…
Beşiktaş erkek basketbol takımının mevcut
kadrosunun ligde şampiyonluk yaşamak
için yeterli olduğunu söylemek zor. Lige
göz göre göre pota altında ciddi bir zafiyetle başlandı. Armstrong’un iyi bir oyuncu
olduğu doğru ama o pozisyonda elimizde ikinci bir oyuncu yok. Bayromoviç ve
Doğan Şenli’nin yeterli olmadığı ortada.
Dettman’ın iyi bir takım oyunu oturtarak
Beşiktaş savunmasını güçlendirmesi halinde boyalı alandaki açığımızı kapatılabiliriz.
11
O hep Kara Kartal: İlhan Mansız
Beşiktaş tribünü birleşip sahaya bir isim
olarak inseydi eğer, o isim kesinlikle İlhan
Mansız olurdu. Hiç bir şartta, hiç bir
ortamda yalnız bırakmaz Beşiktaş’ı, bulunduğu bütün haksızlıklara da karşı gelir
Beşiktaş taraftarı. İşte bu yüzden İlhan
Mansız Beşiktaş taraftarının yeşil çimde
vücut bulmuş, bedene inmiş halidir.
İlhan, Lig TV’de yayınlanan Quiz programına katıldı. 2001-2004 yıllarıyla ilgili aynı
sorular sorulsa bir Beşiktaş taraftarına,
İlhan’ın verdiği cevapların aynısını verirdi.
Gençlerbirliği maçında tek başına savaştı neredeyse, yalnız bırakmadı Beşiktaş’ı
ama yine de kurtaramadı maçı. O maçta
Beşiktaşlı, İlhan’ın emeklerine üzülmüştür
en çok. Chelsea maçında da bir o kadar
kızmıştır gereksiz gördüğü kırmızı karta.
En sevmediği hakem de tabi ki Beşiktaş tarihini değiştiren Cem Papila. Asla batmayacak geminin önüne büyük güçler tarafından
koyulmuş buz dağıydı Cem Papila. Karlı bir
günde değiştirmişti Beşiktaş’ın tarihini.
Son oynanan Fenerbahçe - Galatasaray
maçı sonrası hep aklımı kurcaladı; Melo,
~Del Solar
Emre, Lugano, Volkan, Burak, Tuncay bunlardan ve bunları sevenlerden hep nefret
ettim, nefret ettik. Sert, hırslı, takımına âşık
diye seviliyor bu oyuncular taraftarları tarafından. E biz de İlhan’ı, Pascal’ı, Zago’yu sırf
bu yüzden sevmedik mi? Sevdik. Ee, farkı
neydi bizimkilerin onlardan?
Bizimkiler hiç şovmen olmadı, taraftara
oynamadı, sahada doğru bildiği neyse onu
yaptı. İlhan’ın her maç hakeme itirazı vardı,
ama bir kere bile O’nun olmadığı bölümdeki pozisyon için itiraz ettiğini görmedim.
Hep kendisine yapılan, gözüyle gördüğü
haksızlıklara itiraz etti. Diğer saydığım bütün isimler nerede olursa olsun her pozisyonda koşar gelir, hakeme itiraz eder. Her
şeyden öte duygusaldır bizim çocuklar.
Çocukken hep hayalimdi bir de, “Büyüyünce kas yapıcam, sonra İlhan’ın dövmesinden
yaptırıcam”. Olmadı.
Son olarak İlhan Mansız’a her şey yakışırdı
da, sarı lacivert formayla, Doktorlar dizisi
bir türlü yakışmadı. Ama O hep Kara Kartal kalacak!
İlk deplasmanım
~eto
Tribündeki arkadaşlarla günler öncesinden
planladığımız Ankaragücü deplasmanına
gideceğimiz gün bugündü. Otobüsler maç
günü sabah saat sekizde İnönü’nün eski
açık tarafından kalkacaktı. Hayatımda
en mutlu olduğum gündü bugün. 14-15
yaşlarında, yaşıtlarımız sıcacık yataklarında
uyurken Beşiktaş’ın peşinden kilometrelerce yol gitmenin yaşattığı haklı gurur ve
mutluluğunu hiçbir şey yaşatamazdı bize.
Bir de gideceğimiz deplasman Ankaragücü
deplasmanı olunca, ister istemez kendimizi
farklı görüyorduk yaşıtlarımızdan.
la, deplasman tribünündeki kapıların açılması için bekleyişimiz başladı. “İstenmeyen
olayların” çıkmaması için bekletiyorlardı
bizi. En sonunda kapılar açıldı ve İstanbul’a
dönüş için tekrar otobüslere doluştuk. Tam
Ankara’nın çıkışında otobüsün sağ tarafındaki bir camdan “tık” diye bir ses geldi.
Hepimizin tahmin ettiği gibi Ankaragücü
taraftarları taşlamaya başlamıştı otobüsleri.
O anda kapılar açıldı ve hepimiz aşağıya
indik. Kapılar açılıp biz aşağıya inene kadar
ortalıkta kimse kalmamıştı. Biz de daha
fazla beklemenin bir anlamı olmadığı kanaatine vararak tekrar otobüslere bindik ve
İstanbul’a doğru yola koyulduk.
Otobüs hareket ederken camdan İnönü’ye
doğru baktığımda yaşadığım duyguyu
hiçbir şeye değişemem. Ne deplasmana
gidebilmek için söylediğim yalan, ne de
Pazartesi günü devamsızlık sınırlarında dolaşmama rağmen okula gitmeyecek olmam.
Dönüş yolu, gidiş yoluna nispeten daha
sakin geçti. Tabii yine verdiğimiz sayısız
ihtiyaç molası dışında. Otobüsteki hemen
hemen herkes uyuyordu. Neredeyse bir ben
uyumuyordum. O gün de ne yaptıysam
da uyumayı beceremedim. Derken yolu
neredeyse yarıladığımız bir noktada mola
verdik, çorba içecektik. Çünkü deplasmanın
tadı gecenin yarısı uykulu gözlerle içilen
sıcacık mercimek çorbasındaydı. Çorbadan
pek haz etmeyen ben bile o çorbanın tadını
hayatım boyunca muhtemelen unutamayacağım. Çorba kasesine çarpan kaşığın
sesleri eşliğinde maçın tartışmalı pozisyonlarını da tartıştık elbette defalarca. Ama
vardığımız sonuç hep ortaktı: “Nasıl yendik
ama?”.
Yol boyunca sayısız ihtiyaç molası vermiştik. Bu molaların bazılarında aldığımız yiyecek-içecekler sayesinde yaklaşık iki-üç yıl aç
kalmazdık neredeyse. Yol boyunca söylediğimiz besteler ise keyfimize keyif katıyordu.
En sonunda Kocaeli, Sakarya ve Bolu’dan
geçerek yaklaşık 8-9 saat sonunda Ankara
19 Mayıs Stadı’nın deplasman tribününe
ulaştık. Beşiktaş için adeta boğazlarımız
parçalanırcasına bağırıyorduk. İlk yarının
sonlarına doğru Delgado’nun penaltıdan ve
ikinci yarının ortalarında Tello’nun attığı
gollerle gelen 2-0’lık galibiyet ise İstanbul’a
dönüş yolculuğunun ne kadar keyifli geçeceğinin habercisiydi. Maç boyunca elbette
ki onlarla bizim aramızda tezahüratlarla
çeşitli atışmalar oldu. Ama maç öncesi ve
maç esnasında beklenen olayların hiçbiri
gerçekleşmedi.
“Ankara’dan İstanbul’a hareket eden büyük
Beşiktaş taraftarı, otobüsünüzün hareket saati gelmiştir.” anonsuyla otobüslere yeniden
bindik ve İstanbul’a doğru yola devam ettik.
İstanbul’a vardığımızda güneş doğmak
üzereydi neredeyse. İlk deplasmanımdı bu
benim. Unutmam mümkün değildi. Adımı
unuturum bunu asla unutmam!
Derken hakemin bitiş düdüğünü çalmasıy-
13
Beşiktaş’ım benim...
21 yıl önce doğduğumda, adımın kulağıma
okunmasıyla her şey belli olmuştu aslında.
Recep! Beşiktaş’ın 2 numaralı, ‘top geçer
adam geçmez’i, Takoz Recep... Yıllarca
“Takoz gel, Takoz git, Takoz Recep!” diye
çağırılmamın, çocukça üzülmemin ancak
aslında nasıl güzel bir hatıra olduğunu
yıllar sonra anladım ben...
Atkının boyumdan büyük olduğu yıllar
başladı Beşiktaş serüvenim. Abbasağa sokaklarından Köyiçi’ne inip, oradan Akaretler ve Dolmabahçe yolundan yürüyüşler,
yorulduğumda babamın omuzlarında
yolculuğa devam etmem, bunlar hep güzel
şeylerdi Beşiktaş’ım.
Kalbim küt küt atarken....
Sana geldiğim ilk gün, bir kış günüydü.
Kalınca kabanımı giyip, boyumdan büyük
atkımı ve siyah-beyaz beremi takmıştı
annem bana. O atkının ağırlığında gelmiştim, Abbasağa’dan, Dolmabahçe’den...
Şeref Bey’e. Babamın doğduğumdan beri,
bana öğrettiği tezahüratların söylendiği yerdeydim artık. “Beşiktaş’ım benim,
biricik sevgilim…” tezahüratı ne de güzeldi ama, ufak bir çocuk heyecanı için.
Her atakta kalbimin küt küt atmasına,
yanımızdaki hiç tanımadığımız ağabeyler
bile gülümsüyordu, soğuktan kıpkırmızı
olmuş yanaklarımdan makas alıyorlardı.
Ve ilk maçımdan hüznü tatmıştım. Maç
0-0 bitmişti fakat takım alkışlanıyordu,
Nihat çağırılıyordu, Sergen ve diğerleri tek
tek çağırılıyordu maç bitiminde tribüne,
çağırılıp alkışlanıyordu... Anlamamıştım.
Maçı galip bitirdiğimizi bile düşünmüştüm.
Babama baktım, “Baba yendik mi?” diye
masumca sordum ardından “-Hayır, ama
çok iyi oynadık. Formanın hakkını vererek oynadık.” demişti babam. Ufak bir
~Takoz Recep
çocuğa bu tür şeyler garip gelebiliyordu.
Futbolun bir şeylerden çıkarsız olduğunu,
başarı değil de hırslı oynayıp kaybetmek
belki de berabere kalmanın bile mutluluk
olabileceğini bir çocuğa anca ufak yaşta
yansıtabilirdiniz zaten. Babam doğru olanı
yapıyordu galiba, bilmiyorum. Şöyle de bir
şey vardı ki, çok ağladığım zamanlar da
oldu senin için. Haksız yenilgilerden sonra
yastığımla çok baş başa kaldım ben...
Beşiktaş bir yaşam biçimiydi
Gittikçe büyüyor ve atkı boyunu geçiyordum. Seninle geçirdiğim güzel günlerim
az olsa da, ben mutlu olmayı biliyordum.
Babamla geçirdiğim keyifli zamanlardan
biriydin sen çünkü. Babamın işten kaldığı
günlerden birini seninle değerlendiriyorduk çünkü. Babamın çalışmaktan nasır
tutmuş elinden tutup, bazen ben onu
götürüyordum Dolmabahçe’den, mabede...
Öyle keyifliydi ki. Beşiktaş, ben ve babam.
Bir çocuğun keyif aldığı en büyük şeylerden biriydin sen kesinlikle. Gol olduğunda
havaya uçmalarım yok muydu hele...
Beşiktaş’ı sadece bir takım olarak görmedim hiç. Bu babamdan gelen bir şeydi. Ona
da babasından gelen. Beşiktaş, Siyah ve
Beyaz’ın dışında, bir yaşam biçimiydi. Maç
günü gelmeden, semtteki insanların kalp
atışlarıydı Beşiktaş. Esnafın hayat felsefesiydi Beşiktaş, ayakkabı boyacısının kârını
maç biletine yatırmasıydı Beşiktaş. Beşiktaş
en başta Halk’tı.
Başarısızlıkların toplum içinde egemen
olduğu, başarının ödüllendirilmediği bir
ülkede, başarı daha çok başka takımı tutan
biri gibiydi. Yağmurlu havada, sevinmek
de güzeldi evet, ama yağmurlu havada
Beşiktaş’ı izleyip, üzülmek daha heyecan-
14
Baba Hakkı’nın dürüstlüğüydün sen
Büyüyüp gitmek demiştik senin için, haksızlıkları dışarıdan izlemektin. Bu sayede
dünya görüşünün tamamen erken yaşta
oturmasıydın sen. İnsanlara bakış açının
değişmesiydin. Ufak yaşta haksızlıkları tatmaktın çünkü, haksızlıkları yaşayıp yumruğunu vurmaktın.
lıydı sanki. Üzülmek insanlara dik durmayı
öğretirdi çünkü. Takımın yenildiğinde
atkıyı takıp okula gitmek, galibiyetten
sonraki sevinçten daha bir ‘ağır’dı. Küçük
yüreklerin büyüklüğüydün sen çünkü. Ve
bunu yıllarca yaşadım ben.
Sen fedakârlıktın
Bir çocuk için ‘toplum’ okuldu mesela.
Okullarda azınlık olmaktın sen. Öğretmenin, hangi takımlısınız tadında yaptığı
sözel anketlerde Beşiktaş denilince; parmağını, bir yumruk gibi kaldırıp, tek
başına kendini belli etmek ve ezilmemektin
sen. Mağlubiyetlerden sonra önlük altına
forma giyip, üstüne atkı takmaktın çünkü
sen. O ufak neslin büyüme yıllarıydın
çünkü... Bazen sevinç, bazen kederdin.
Pembe hayaller kuramamaktın çünkü sen.
Her hayalin siyah ve beyaz olmasıydın,
‘renklerin’ işe yaramadığını göstermektin
sen. Resim dersinde ‘mutluluk’ adı altında
çizilen resimlerde, beyaz kâğıdın üzerine
sadece siyah kalem kullanıp, öğretmenden
azar işitmektin. Ama fedakârlıktın sen.
Kimi zaman hayattan... Okulda durumu
olmayan arkadaşlarınla, beslenme çantanın
içindekileri paylaşıp, bir elmayı ortadan ikiye bölmektin. Paylaşmak demiştik ya hani,
işte oydun sen.
Mahalle maçında pamuklu beyaz tişörtün
üstünde yazan 10 numara’ydın çünkü sen,
haksızlıklara karşı gelmeliydim. Vurduğun
topun direk üstünden gitmesi üzerine
rakibin vuruşunu ‘gol’ saymasına rağmen,
gerçeği söyleyip ‘direk üstünden gitti, gol
değil.’ diyebilmektin sen. Baba Hakkı’nın
dürüstlüğüydün. Hiç görmediğim ve
göremediğim, ama babamın bana yıllarca
anlattığı Şeref Bey’din sen.
Sporu takip etmektin ama en çok da taraf
olmayı öğretendin. İnanılan şeylerin
peşinden gitmesine en büyük örnektin sen
Beşiktaş’ım.
Ne olursa olsun; Asla pes etmemektin...
Ve gerçekten hâlâ böyleyken, nasıl vazgeçebiliriz ki senden?
15
#ilkkelimesisolbekoldu