nedir bu küreselleşme

Transkript

nedir bu küreselleşme
Siyasa, Yıl:1, Sayı:1, Bahar 2005
Nedir Bu Küreselleşme?
Kaçabilir miyiz? Kullanabilir miyiz?
OĞUL ZENGİNGÖNÜL
Doç.Dr., Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü
Dokuz Eylül Üniversitesi
Özet
Küreselleşme kavramı, halen, ticaretin, sermayenin ve insanların küre etrafında akışkanlığı ile
açıklanabilen son dönemlerin en tartışmalı kavramıdır. Küreselleşme kavramının içini dolduran bu
faktörler – ulaşım gibi fiziksel, ticari kurallar gibi normatif ve ingilizcenin artık kürenin dili
olduğu gibi sembolik yapılandırmalarla açıklanmaktadır. Böylece bu faktörler, küresel karşılıklıbağımlılığın birer ön koşulu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak küreselleşme kavramı, bölgeler
ve sınırlararası ilişki ve faaliyetlerden çok daha fazlasıyla açıklanabilir. Bu çalışmada
küreselleşme, küreselleşme karşıtları ve taraftarlarının görüşleri dikkate alınarak yeniden
kavramsallaştırılmaya çalışılacaktır. Nihayet küreselleşmenin bir dayatma mı yoksa bir tercih mi
olduğu sorusuna da cevap aranacak ve bir sonuca ulaşılacaktır
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Farkındalık, Ulusal Politikalar, Hegemonik Baskı, Fırsatlar
Abstract
Globalization has an undeniably material aspect in so far as it possible to identify, for instance,
flows of trade, capital and people across the globe. These are facilitated by different kinds of
infrastructure – physical (such as transport), normative (such as trade rules) and symbolic (such as
English) – which establish the preconditions for regularized enduring forms of global
interconnectedness. But the concept of globalization denotes much more than relations and
activities across regions and frontiers. In this study the concept of globalization tried to be
reshaped by taking into consideration both sceptic and pro-globalization point of views. Finally,
analyzing whether it is a hegemonic pressure or a preference, the study will reach a conclusion
over the topic.
Keywords:Globalization, Awareness, National Policies, Hegemonic Pressure, Opportunities
O.Zengingönül
Giriş
Küreselleşme kavramı, son dönemlerin en çok tartışılan ve hakkında yargıya varılan
kavramlarından biri. Gerek akademik gerekse popüler literatür içinde kendine önemli bir
yer bulan küreselleşme konusunun ele alınış biçimi, genellikle ideolojik kaygılardan
uzak tutulamıyor. Küreselleşmenin yol açtığı gelişmeler, kendisi ile ilgili yargıları da
genellikle iki kamp etrafında topluyor: Küreselleşme karşıtları veya ona şüpheyle
yaklaşanlar ve küreselleşmeyi gelişme ve yeni fırsatlar ile açıklamaya çalışanlar.
Küreselleşmeyi açıklayan kaynakların, konuya tek bir bakış açısı ile yaklaştıklarında, bu
bakış açısını destekleme yolunda bazı verilere ve karşıt görüşlere yer vermedikleri
gözleniyor.
Bu
durum,
küreselleşme
sürecinin
etkilerinin
objektif
olarak
değerlendirilmesinde önemli bir eksiklik olarak kabul edilmeli.
Küreselleşmenin kavramsal içeriği ve unsurları ile ilgili tartışmalar da hala devam
ediyor. Hatta küreselleşmenin başlangıç dönemi olarak birbirinden çok uzak zaman
dilimleri ifade ediliyor. Küreselleşmenin unsurları üzerinde ( uluslararası ticaret ve
uluslararası ticarete açık olmak, sermaye hareketliliği, işgücü hareketliliği, çokulusu
işletmeler [ÇUİ], üretimin değişen yapısı, teknoloji üretme kullanabilme ve endüstri
ilişkilerinde dönüşüm-yeni istihdam biçimleri) genel olarak bir anlaşmaya varıldığını
söylemek mümkünken, bu unsurların hizmet ettikleri amaçların, yine iki karşıt görüş
açısından
farklılık
gösterdiğini
söyleyebiliriz.
Bu
görüşler
de;
kapitalizmin
küreselleşmeyi kullanarak ulusu (ve onun temsil ettiği değerleri), sosyal boyutu ve
emeği ezip geçtiği görüşü ile, küreselleşen liberalizmin yeni fırsatları ve gelişmeyi
beraberinde getirdiği görüşü.
Fizik, biyoloji ve kimya gibi bilimlerde gözle görülebilen, ölçülebilir sonuçlara daha
kolay ulaşılırken, sosyal bilimlerin yapısı buna daha az elverişli. Bunun belki de en
önemli nedeni, sosyal bilimlerin, değişkenlerin beklenen sonuçlara göre kurgulanıp steril
bir ortamda denetimli deney yapılmasına çok nadir izin vermesinden. Sosyal bilimler
daha çok
geçmişteki
tecrübelere ve verilere
dayalı
kanıtlarla
çalıştığından,
araştırmacıların genellikle çok farklı dersler çıkardığı tarihe atıf yapması da kaçınılmaz
oluyor.
Küreselleşme konusunda oluşmaya başlayan bilgi birikimini yeterli olarak gören kimi
araştırmalar, özellikle iktisadi ve sosyal açıdan sıkıntılı dönemlerde fikir oluşturma
86
Nedir Bu Küreselleşme?
yolunda kolayca yargıya varabiliyor. Hatta kimi zaman bu yargılar, doktrin oluşturma
gibi iddialı sonuçlara da yönelebiliyor.
Ekonomik ve sosyal açıdan küreselleşmenin en çok eleştirilen yönleri, ülkeler arasında
derin eşitsizliklere yol açması, işsizliği artırması, ülkelerdeki gelir dağılımını olumsuz
etkilemesi, ÇUİ aracılığıyla egemen olduğu işgücü piyasalarını düzensizleştirmesi ve
nihayet yoksulluğu yaygın bir hale getirmesi. Bu tezlerin karşısında, küreselleşmenin
gelişmenin öncüsü olduğu ve her geçen gün insanlığın önüne yeni fırsatlar çıkardığı
antitezlerinin de azımsanmayacak miktarda destekçisi bulunuyor. Bu noktada,
küreselleşmenin bir dayatma mı yoksa bir tercih mi olduğu sorusu da tartışılıyor.
Küreselleşme Nedir?
Küreselleşme kavramını açıklamaya yönelik bir çok tanım bulunuyor. Tanımların ortak
özelliği de; “ortak bir tanım üzerinde anlaşmaya varamamaları”... Bu da çok doğal,
nitekim, küreselleşmeyi açıklamada yararlanılan dünya görüşleri, bakış açıları ve
ideolojiler değiştikçe, tanımın içeriği de değişiyor. Literatürde yer verilen bu
tanımlamaların bazılarına değindikten sonra, tanımların elverdiği ortak paydalar ışığında
biz de yeni bir tanıma ulaşmaya çalışacağız.
Sosyal bilimci Giddens, küreselleşmenin, nasıl anlaşılacağı, yeni bir kavram olup
olmadığı ve yol açacağı sonuçların neler olabileceği gibi pek çok yönüyle sorgulanan bir
kavram olduğunu belirtiyor. Bir ölçüye kadar farklı politik yönelimlerle ilişki içerisinde
birbirine zıt iki fikir ortaya çıkmıştır. Bazıları küreselleşmenin tamamen bir mit
olduğunu ya da çoğunlukla uzun süreli yönelimlerin bir devamı olduğunu ileri sürüyor.
Bu bakış açısı, sosyal demokrasiyi koruma ve geliştirme arzusundaki görüşlere cazip
geliyor. Söz konusu bu görüşler için, küreselleşme yeni liberallerin bir icadı. Bunun bir
taklit olduğunu görüp gerçeği fark ettiğimizde daha önceki yaklaşımımıza (sosyal
demokratik) devam edebiliriz. Diğer kutupta ise, küreselleşmenin sadece gerçek değil,
aynı zamanda son derece yaygınlık kazandığını söyleyen görüşler bulunuyor.
Küreselleşme, sadece ya da öncelikle ülkelerin ekonomik açıdan karşılıklı
bağımlılıkları anlamına gelmiyor, fakat içinde yaşadığımız dönemde zamanın ve
mekanın dönüşümünü de dikkate almamız gereken bir kavram. Ekonomik olsun ya da
olmasın, uzakta meydana gelen olaylar bizleri önceki dönemlere göre daha doğrudan ve
anında etkiliyor. Öte yandan, bireyler olarak aldığımız kararlar etkileri bakımından da
küresel etkiye sahip. Örneğin sağlık amacıyla bireylerin uyguladıkları diyetler, belki de
87
O.Zengingönül
dünyanın öteki ucunda geçimini gıda üreticisi olarak temin eden insanları etkiliyor.
Küreselleşmeden sanki bir doğa gücüymüş gibi bahsedilmekle beraber asla böyle bir şey
sözkonusu değil. Devletler, iş çevreleri ve sosyal gruplar küreselleşmenin gelişmesine
katkıda bulunuyorlar. Özetle küreselleşme, politik ve ekonomik etkilerin birleşiminden
doğan bir dizi karmaşık süreçlerden oluşuyor (Giddens, 2000).
Giddens’ın; küreselleşme ile ilgili yorumlarında yer verilmesi gereken bir başka alıntı
da şu şekilde: “İletişim devrimi ve bilgi teknolojisinin yaygınlaşması küreselleşme
süreçleriyle yakından bağlantılı. Bu durum ekonomik alanda dahi böyle. En yoksul
bölgeleri de kapsamı içine alan ve anında gerçekleşen elektronik iletişim, yerel
kurumları ve gündelik yaşamı sarsıyor. Peki artık ulus-devlet “hayali” bir olgu
konumuna gelmekte, yönetimler de varlıklarını yitirmekte mi? Elbette hayır, fakat ulusdevlet yapısının değişim içerisinde olduğu bir gerçek. Keynesci ekonomi yönetiminin
temelini oluşturan ve ulus-devletlerin eskiden sahip oldukları bazı güçler etkinliklerini
yitirdiler. Küreselleşme bu bağlamda ulus-devletlerden ayrılıyor. Bununla birlikte,
küreselleşme yeni talepler ve aynı zamanda yerel kimliklerin üretilmesi için yeni fırsatlar
yaratmak suretiyle etkisini gösteriyor. Birleşik Krallık’taki İskoç ulusalcılığının yakın
zamanlarda ortaya çıkan ani yükselişi istisnai bir örnek olarak düşünülmemeli (Giddens,
2000).”
Bir diğer sosyolog, Burnham, küreselleşmeyi kavramlaştırırken şu konulara dikkat
çekiyor: “İlk olarak, küreselleşmeyle ilgilenen bir çok kuram, devlet ve piyasayı, sosyal
gerçekliğin birbirinden ayrıştırılmış ve izole edilmiş, birbirine dışsal ve oluşsal bir
biçimde var olan iki yönü olarak gördükleri için, devlet piyasa ilişkisini tatmin edici bir
şekilde kavramsallaştıramıyorlar. Bunun sonucu olarak da, popülist (ve yanlış
yönlendirici) bir “devlet iktidarını piyasaya kaptırdı” iddiası çıkıyor ortaya. İkincisi,
uluslararası yeniden yapılanma sürecinin ulus devlet tarafından emeği daha sıkı disipline
etmek ve emek-sermaye ilişkisini yeniden organize etmek amacıyla üstlenildiğini
tartışacağım. Bu noktada belirtmeliyiz ki, küresel kapitalizm hala antagonistik (muhalifkarşı) bir devlet sistemi olarak kuruluyor ve küresel ekonomi politiği karakterize eden
değişimler, kökleri emek-sermaye çelişkisinde yatan sorunları çözmek amacıyla
devletler tarafından ortaya konuluyorlar.
Son olarak, var olan yönetim stratejilerinin ekonomi politikaları söz konusu
olduğunda, keyfiyetten kurala doğru bir kayma olduğunu, meşru siyasi, ekonomik ve
88
Nedir Bu Küreselleşme?
endüstriyel eylemleri birbirinden ayıran sınırların yeniden çizildiğini ve çeşitli alanlarda
karar verme mekanizmalarının parçalandığını ve yetki devrini içeren apolitikleştirme
kavramı tarafından karakterize edildiğini savunacağım. Para ve emeğin düzenlenmesi
gibi devletin temel eylemleri anlamında, 1980’lerin ortalarından beri apolitikleştirilmiş
yönetim formları yönünde ciddi bir tercih görülüyor. Apolitikleştirme olarak anlamını
bulan “küreselleşme dili”, karar vermenin politik yönünü ortadan kaldırarak ve böylece
politika uygulamalarının etkinliğini artırarak, devlet yöneticilerinin küresel sistemdeki
değişimlerden
faydalanabilmelerini
sağladı.
Kısaca,
post-modernist
ideolojinin,
küreselleşme ve apolitikleştirmenin beraberinde getirdiği stratejiler ne bizim için yeniler,
ne de kurulu iktidar odaklarının sonunu simgeliyorlar” (Burnham, 2003).
Acaba Burnham yaklaşımından şu sonucu çıkartabilir miyiz? Küreselleşme,
apolitikleştirmeyi beraberinde getirirken, bundan yararlananlar yine “yönetici elit”
oluyor. Nitekim karar almanın politik yönünün ortadan kalkmasının onlar için “elem
verici” bir yönü bulunmuyor. Hatta bireylerin yönetilmesinde bu durum onların elini
daha da güçlendiriyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, küreselleşmenin getirdiği
apolitikleştirmenin (ve hatta kitlelerin siyasi, sosyal ve kültürel yapı içinde
tekdüzeleşmelerinin ) Devlet bürokrasisinin bireylerce hala “baba” olarak görüldüğü
toplumlarda çok daha “makbul” olduğu üzerinde duracağız.
Konuya iktisadi ağırlıklı bakış açısıyla yaklaşan ve özellikle yabancı sermayeye açık
olmayı kavramın kilit unsuru haline getiren yaklaşımlar da var. Bardhan bunlardan bir
tanesi. Bardhan’a göre küreselleşme; temel olarak uluslararası ekonominin entegre
olması ve özellikle de dış ticarete ve yatırıma açık olmak anlamındadır (Bardhan, 2000).
O’Rourke da benzer unsurları ön plana çıkardığı tanımlamasında küreselleşmeyi, ticari
engellerin giderek azaldığı, göçlerin önündeki engellerin ortadan kalktığı, sermaye
akışının hızlandığı, Doğrudan Yabancı Sermaye’nin (DYY) serbest kaldığı ve teknoloji
transferlerinin hızlandığı bir ortam olarak açıklıyor (O’Rourke, 2001).
Küreselleşmeye karşı olumlu yaklaşımları ile bilinen Legrain, küreselleşme kavramı
ile ilgili gerek popüler kültür eserlerine gerekse Giddens gibi sosyologlara eleştirel bir
gözle yaklaşıyor. Legrain’in görüşleri özetle şu şekilde: “Lexus ve Zeytin Ağacı
kitabında Thomas Friedman küreselleşmeyi “soğuk savaş sistemi”nin yerine geçmiş bir
sistem olarak adlandırıyor. Bunun 1989 civarında başladığını düşünüyor. Soğuk savaşın
sona ermesinin ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının 1990’larda küreselleşmeye ivme
kazandırdığı doğrudur. Ancak küreselleşmeyi 1989’da başlayan bir sistem olarak
89
O.Zengingönül
değerlendirmesi doğru değil. Dünya ekonomisinin büyük bölümü 1989’dan önce ticaret
ve finans aracılığıyla zaten entegre olmuştu. Dahası, küreselleşme bir “sistem” değil,
soğuk savaş sırasında başlayan ve bugünde devam eden bir entegrasyon ve
uluslararasılaşma süreci. Eğer 1945’den 1989’a kadar olan sürece Soğuk Savaş
egemense, bundan sonra gelen küreselleşme değil Amerikan hegemonyası. Diğer
yazarların da düşünceleri karışmış gözükuyor. Alman sosyolog Ulrich Beck,
küreselleşmeyi,
bağımsız
ulus
devletlerin,
sınırötesi
bazı
aktörlerin
güçleri,
oryantasyonları, kimlikleri ve ağlarıyla erozyona uğratıldığı ve önemini yitirdiği bir
süreç olarak tanımlıyor. İngiliz sosyolog Anthonny Giddens ise küreselleşme için,
“iletişim devrimi”, “hafif ekonomi”, “1989 sonrası dünya” ve hatta “kadın ve erkek
arasındaki büyüyen eşitlik” kavramlarını kullanıyor (Legrain, 2002) ”.
Küreselleşmeyi açıklama yolunda, içeriğine daha geniş bir perspektiften bakmayı
tercih eden
görüşler de bulunuyor. Çok ayrıntılı tanımlamalar olmasa da, bu
tanımlamaların,
küreselleşmenin
anlaşılması
sürecine
getirdikleri
boyutlar
ve
düşündürdükleri ile önemli bir katkı sağladığına inanıyorum.
Bu tanımlardan bir tanesi, küreselleşme kavramını, dünyanın bir bölgesinde meydana
gelen sosyal, politik ve ekonomik faaliyetlerin bir parçası olan olayların, alınan
kararların, kürenin bir diğer tarafındaki bireyleri ve toplulukları etkilemesiyle
ilişkilendiren ve kavramın
öncelikle bunu ifade ettiğini öne süren Held-Mcgrew-
Goldblatt-Perraton tanımı. Tanıma göre, bunun ötesinde küreselleşme, sınırlar arasındaki
ilişkinin rastlantısal veya düzensiz olmadığını daha ziyade düzenlendiğini (örneğin;
karşılıklı bağımlılığın farkedilir bir şekilde yoğunlaşması, dünya düzeni içindeki
toplumların ve devletlerin öğelerini aşacak bir duruma erişmiştir) öne sürüyor.
Küreselleşme ile ilgili tatmin edici bir tanımlama şu öğelerin her birini içermelidir:
Esneklik, Yoğunluk, Hız ve Etki (Held ve diğerleri, 2003).
Aynı araştırmacılar diğer bir çalışmalarında küreselleşmeyi şu şekilde tanımlıyorlar:
“Küreselleşme; suçtan kültüre, materyalizmden ruhbanlığa kadar çağdaş sosyal yaşamın
tüm parçalarının dünya çapında birbirlerine olan bağımlılıklarının genişlemesi,
derinleşmesi ve hızlanmasıdır” (Held ve diğerleri, 1999).
Küreselleşme kavramına uluslararası sosyal siyaset açısından önemli bir referans olan
Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ) bakış açısından da yer vermek gerekir. UÇÖ;
küreselleşmeyi, ana teması altındaki düşüncenin, ekonomilerin ve toplumların süregiden
90
Nedir Bu Küreselleşme?
bir şekilde entegre olduğu bir süreç olarak değerlendiriyor. Küreselleşme; yeni
teknolojiler, yeni ekonomik ilişkiler, aralarında hükümetler, uluslararası örgütler,
işletmeler, işgücü ve sivil toplum kuruluşlarının da (STK) bulunduğu ulusal ve
uluslararası çok geniş bir politika yelpazesi tarafından yönlendiriliyor (www.ilo.org,
2004) .
UÇÖ tarafından hazırlatılan bir diğer araştırmada da küreselleşme ile ilgili şu
yorumlar dikkat çekici (Torres, 2001): “Küreselleşme kavramı çok geniş bir kullanma
alanı bulmakla beraber, anlamı her zaman tam olarak “açık” değil. Küreselleşme; ticari
serbestleşmenin, yatırım ve sermaye akışının ve teknolojik değişimin ivmesiyle
yönetilen ülkelerde hızlı ekonomik entegrasyon olarak tanımlanabilir”.
Ekonomi tarihinin önceki dönemlerine kıyasla küreselleşme, hemen tüm ülkelerin mal
ve hizmet sektörlerindeki işçileri ve işverenleri kapsıyor. Sonuç olarak, geçmişte
sadece endüstriyel işçiler küreselleşmenin getirdiği uluslararası rekabetin sonuçlarına
katlanırken, bugün, dünya işgücünün çok büyük bir kısmı küreselleşmenin etkilerini
hissediyor. Uluslararası ticaretin ve DYY’ın hacmi büyüyor ve bilgi ve iletişim
teknolojilerinde yaşanan devrim ekonomik geçişkenliği kolaylaştırıyor. Ancak
küreselleşme bazı tartışmalı konuları da gündeme getiriyor: bir çok gelişmiş ülke
(GÜ) düşük-ücretli ekonomilerin rekabetinden korkar hale geliyor ve GOÜ’in
firmaları GÜ’in güçlü ÇUİ’nden kaynaklanan rekabete dayanmakta güçlük çekiyor.
Bu denli değişik ve çok yaklaşım içinden, küreselleşme tanımlamasında en çok
kullanılan kelimeleri yan yana getirecek olursak, şöyle bir grup ile karşılaşıyoruz:
İşletmelerin sınırlar ötesi faaliyetleri, uluslararası yatırımlar, ticaret, ürün geliştirme,
üretim,
kaynak
yaratma,
pazarlama,
örgüt
yapılarında
değişim,
kapitalizmin
fonksiyonlarında değişim, entegre olmuş uluslararası piyasalar, yeni gelişen bir
ekonomik yapılanma, uluslararası işletmelerin belirleyiciliği, uyum sağlama kapasitesi,
sert rekabet, esneklik, dünya çapında sosyal ilişkilerin güçlenmesi, birbirinden uzak
yerel birimlerin birbirlerinden etkilenir hale gelmesi, yerel ve hatta kişisel sosyal
tecrübelerin geçişkenliği, kültürlerin geçişkenliği, enformasyon teknolojilerinin hızlı
devinimi (Leisink, 1999).
Küreselleşme kavramını açıklama yolunda bazı akademik literatürde ekonometrik
modeller üzerine çözümlemelere yer verilerek belirli tezlere ulaşıldığına da rastlıyoruz.
Ancak bu tür tezlerin, kavramsallaştırma yolunda objektif sonuçlara ulaşabilmesini
kuşkuyla karşılıyorum. Nitekim, bazı bilimsel araştırmaların sosyal ve psikolojik karar
91
O.Zengingönül
süreçlerine
formüllerinde hiç yer vermemesi, bu formüllerin üzerinden ulaşılan
sonuçların bilimselliğini de tartışmaya açık hale getiriyor. Hatta bazı formüllerde küresel
göç hareketlerinden sözedilirken, kişilerin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyal
çevrenin “kukla değişkenle” doldurulmasının, sosyal bilimler açısından “ciddiyetten
uzak” bir durum yarattığını ileri süreceğim.
Bütün bu tanımlardan yola çıkarak küreselleşme ile ilgili bütüncül bir tanıma ulaşma
denemesinde bulunursak geniş anlamda küreselleşme; dünyada mevcut uluslararası,
ulusal, bölgesel ve yerel katmanlara ait siyasi, ekonomik, sosyal, ekolojik , kültürel ve
hatta coğrafik sistemlerin, birbirlerinden farkındalıklarının gün geçtikçe artmasıyla,
geçişkenliklerinin ve birbirlerini etkileme güçlerinin de arttığı ve dünya çapında bir
“farkındalık ve küreye ait olumlu veya olumsuz gelişmelere bilinçli veya tepkisel cevap
verme kültürünün oluştuğu”, gelişen bir süreçtir.
Küreselleşme ile Ulusal Politika Uygulamaları Arasındaki Etkileşim
Küreselleşme ile ilgili önemli sorulardan bir tanesi de, özellikle ülkelerin gelişmişlik,
azgelişmişlik ve yoksulluk çizgisinde ilerlerken, bu konuların doğrudan küreselleşmeyle
nasıl ilişkilendirileceği. Bu bölümde, genellikle küreselleşme literatüründe rastlanmayan
bir konu irdelenip, küreselleşmenin etkilerini yönlendirmede ulusal hükümetlerin ne
derece rol oynadığı sorusuna yanıt aranacak. Bu soruya yanıt aranırken, ülkelerin yakın
tarihlerindeki tercihleri ve kararları kimi örneklerle incelenecek. Konuyla ilgili iki temel
tez üzerinden hareket edeceğim: Birincisi; küreselleşmenin etkisinin ulusal politika
yapıcıların tasarrufunun ötesinde bir güce sahip olduğu, dolayısıyla ulusal hükümetlerin
bir tercihten çok bir yaptırımla karşı karşıya kaldıkları tezi.
İkinci tez ise; ulusal politikaların, küreselleşmenin etkilerini yönlendirebileceği,
faydalarını yayabileceği, zararlarını azaltabileceği tezi. Bu iki tezin temel görüşlerine yer
vererek nihai bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
Küreselleşme, Ulusal Politika Uygulamalarını Doğrudan Etkiler Yaklaşımı (Kaçış Yok
Yaklaşımı)
Gelişmiş Ülkeler’in aksine, GOÜ’in çoğunda, yapısal uyum önlemlerinin uygulanmaya
başlanması, daha önce devlet kontrolünde yönetilen modernizasyon ve endüstrileşme
politikalarından kesin kopuş anlamına geliyor. Devlet müdahalesinin genişliği ve
92
Nedir Bu Küreselleşme?
derinliği farklılıklar gösterse de, bir çok ülkede kopuş, geniş bir alana yayılmış,
endüstrinin korunması ve ekonomideki konumu, tarımsal ürünlerin pazarlanması, döviz
ve kredi dağılımı, ithalat ve ihracatın düzenlenmesi, yabancı sermaye yatırımları,
teknoloji, işgücü piyasaları ve toplu pazarlık gibi konuları etkiliyor (Ghai, 1995).
Ekonomik krizden etkilenen ve sonuçta uluslararası finans kurumları, kredi veren
ülkeler ve ticari bankalardan destek aramak zorunda kalan ülkelerde, devletin gücünün
daha çok azaldığı görülüyor. Sosyal ve ekonomik alanlarda karar verme gücünün önemli
bir bölümü borç veren yabancılara devrediliyor. Devlet finansmanının daralması,
hükümetleri kamu hizmetlerini ve altyapı yatırımlarını azaltmaya, kamu sektöründe
istihdam ve ücret düzeylerini düşürmeye zorluyor. Ekonomide özelleştirmenin, pazar
oluşumunun, gayri resmileşmenin artışı ve ekonominin daha çok uluslararası bir nitelik
kazanması, ekonomik faaliyetlerin artan oranda devletin doğrudan kontrolü dışına çıktığı
anlamına geliyor. Devletin gücü, vasıflı memurların kaybı, sivil hizmet ahlakının
bozulması, suç, şiddet ve hukuk dışılığın artışı ile daha da azalıyor. Ulusal düzeyde
yukarıda sayılan değişimlere, değişik sosyal gruplar arasındaki güç dengesinde önemli
kaymalar eşlik ediyor. Yerli sermayenin bazı kesimleriyle ortak olarak çalışan yabancı
yatırımcılar ve kredi veren kesimler, ulusal politikanın belirlenmesinde güçlerini ve
etkilerini artırıyorlar. Benzer biçimde, ulusal iş gruplarının, özellikle yabancı sermayeye,
teknolojiye ve pazarlara ulaşma olanağı olanların etkisi büyük ölçüde artıyor. İşçi sınıfı
ve orta sınıfın bazı kesimleri ulusal politikayı şekillendirme güçlerinin azaldığına tanık
oluyorlar (Ghai, 1995).
Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta daha var. Değişik sosyal grupların
toplum içinde gittikçe artan bir şekilde örgütlü güç haline geldikleri ve çoğu kez
yaptırım gücüne de ulaşan bu grupların hemen tamamının kendilerini Sivil Toplum
Kuruluşu (STK) olarak tanıttıklarına şahit oluyoruz .
Böylece küreselleşmenin yaygınlaşması ile birlikte gündemdeki yerini artıran STK’lar
aracılığıyla da kamuoyu oluşturma ve kamuoyunu bu şekilde etkileyerek politik nüfuz
alanını artırma söz konusu olabiliyor. Halbuki günümüzde kendilerini STK olarak
tanıtan bir çok kuruluşun, organik olarak kamu ile bir şekilde bağı olduğu ve kimi
durumlarda finansman gereksinimlerini doğrudan kamu desteği ile sağladıklarını
görüyoruz. Buna başka bir örnek olarak, siyasi partilerin finansman desteğini arkasına
alan bazı kuruluşların da kendilerini STK olarak tanıtması gösterilebilir. Her ne kadar
STK kavramı çok geniş ve farklı değerlendiriliyorsa da, STK’ların kabul görmüş en az
93
O.Zengingönül
beş temel özelliği olmak durumunda. Bunlar sırasıyla, STK’ların hükümet kontrolü
dışında olması, siyasi bir parti olarak kurulmuş olmaması, kar amaçlı olmaması, şiddet
ve suç amaçlı kurulmuş olmaması ve finansal bağımsızlığa sahip olması (Willetts, 2004).
STK’ların varlık nedenleri, faaliyetleri ve arkalarına aldıkları finansman desteğinin
kaynağı kamuoyu nezdinde genellikle dikkate alınmayan konular olarak ortaya çıkarken,
gerek ulusal bazda, gerek uluslararası ilişkilerde STK’lara yüklenen pozitif değerle
birlikte, gerçekte STK olup olmadıkları belli olmayan grupların toplum yararı
gözetmeksizin, kendi amaçları doğrultusunda yönlendirme yapma güçleri de artıyorr. Bu
konu, özellikle dış yardıma bağımlı hale gelmiş AGÜ’in veya GOÜ’in politika
yapıcılarının üzerinde önemle durması gereken bir konu. Nitekim günümüzde bu
yardımların veriliş tarzı gittikçe merkez hükümetlerin insiyatifinden, bölgesel ve yerel
kuruluşlara ve STK’lara kaydırılıyor. Hiç şüphesiz bunun sebepleri arasında dış
yardımların kullanılması konusundaki başarısız, politik ve verimsiz uygulamalar ön
sıralarda. Ancak, STK kimliğinden uzak ve uzaktan güdümlü bazı kuruluşlar aracılığıyla
denetimi sağlanan veya sağlanmak isteyen kimi yardımların nihai hedefi konusunda
stratejik düşünmek gerekiyor. Gerçek anlamda STK’ların toplum içinde örgütlenmeleri
ve özellikle yerel ve bölgesel güçlerini toplum yararı gözeterek kullanmaları ne kadar
istenen bir durumsa, bunun tersi durumların da var olduğunu unutmamak gerekiyor
(Konuyla ilgili değişik yorumlar için bakınız: Alan RUGMAN: Globalleşmenin Sonu,
MediaCat Kitapları, İstanbul, 2004, s.63-76).
Bugün Devletin etrafında yapılanan kurumsallaşmış bir dünya gerçeği içinde, Devlet
ve piyasa, kanun ve akit, kamu ve özel birbirine zıt kavramlar haline geliyor. Yukarıdaki
çift kavramların her biri, “yeni düzenlemeler”i açıklamaya yardımcı olacak şekilde
önemli değişiklikler içinde. Öteden beri ayırıma tabi tutulan kamu ve özel kavramlarıyla
birlikte artık sosyal ve ekonomik kavramları da ayırıma tabi tutuluyor. Devlet’in küresel
ticaret düzeni ile yer değiştirmeye başlamasından bu yana, artık kamu özel’i değil, özel
kamuyu kapsamaya başlıyor (Supiot, 2001).
Peki acaba ülkelerin ve özellikle GOÜ’in gerçekten küreselleşmenin etkileri karşısında
bir şansı var mı? Küçük ülkelerin kendilerine özgü gündemlerini izlemeleri ve
ekonomilerini hakim talimatlardan farklı şekilde yönetmeleri mümkün mü? Pek çok
politika yapıcıya göre cevap “hayır”. Rodrik’e göre, “özelleşmekten, açılmaktan ve
DYY çekmekten başka pek az seçenek olduğuna dair yaygın bir nakarat var. Halbuki
94
Nedir Bu Küreselleşme?
ihracat ve DYY amaç değil araçtır. Ekonomi politikasını diğer hedefler pahasına
ekonominin dış sektörlerinde yoğunlaşmaya yönlendirmek, ekonomi politikasının
araçlarıyla amaçlarını birbirine karıştırmaktan başka bir şey değil. Dahası ticaret ve
DYY için güçlü ekonomik büyümenin kendisinden daha elverişli bir şey yok. Yabancı
yatırımcılar Botswana’nın kamu sektörünün çok büyük olmasına pek aldırmazlar. Çin
tarzı sosyalizm de onları pek engellemez. Büyümeyi teşvik etmede başarılı olan
politikalar büyük olasılıkla, “uluslararası rekabet gücü” konusunda da kazançlar
sağlayacak. Büyük mali açıklara eğimli bir ekonomide uluslararası mali piyasaların
dayatacağı disiplin, makroekonomik istikrar olanaklarını geliştirebilir. Yasal düzenleme
standartlarının gelişmiş endüstri ülkeleri standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi hukuk
ilkelerini geliştirebilir ve gelişmekte olan ülkelerde şeffaflığın artmasını sağlayabilir.
Yine de söz konusu ekonomiye uygun olmamaları ya da başka sosyal gruplar pahasına
belli bir sosyal grubun gereksinimlerine hizmet ettiklerinin düşünülmesi durumunda bu
tür dışarıdan dayatılan disiplinler geri tepebilir” (Rodrik, 1999).
Burada dikkat çeken bir başka konu, küreselleşmenin işgücü piyasasını düzenleyen
ulusal politikalar üzerindeki yaptırım gücü. İlkesel bazda, uluslararası topluluğun,
gelişmekte olan ülke hükümetlerinin temel çalışan haklarını korumalarını istemesinde
yanlış bir şey yok. Kimi zaman bu yalnızca, hükümetlerin, onayladıkları UÇÖ
anlaşmalarıyla kabul ettikleri örgütlenme özgürlüğü ve asgari çalışma yaşı gibi
konulardaki taahhütlerini hayata geçirmeleri anlamına geliyor.
Bir birliğe üye olma ve örgütlenme özgürlükleri temel sivil haklar ve bu tür
özgürlüklerle iyi ekonomik performans arasında güçlü bir bağlantı olduğuna dair kanıtlar
var. Ama kimi zaman GÜ’de işgücü gruplarının talepleri temel sivil hakların ve politik
özgürlüklerin ötesine geçiyor ve daha düşük bir ekonomik performansa yol açabilecek
sonuçlar yaratabiliyor. Rodrik’in görüşleri, küreselleşmenin ulusal politikalar üzerindeki
etkisine güçlü bir destek verirken, diğer yandan aynı çalışmasında ulusal politikaların
küreselleşmeyi yönlendirebildiği tezine de göndermeler yapıyor. Bu görüşler takip eden
bölümde değerlendirilecek.
Bu noktada şu saptamayı yapmamız gerekiyor: 1980’lerden bugüne küreselleşmenin
işgücü piyasaları üzerine hakim etkisi, esnek çalışmaya dayalı bir sosyal ve hukuksal
örgütlenme çerçevesini işaret ediyor. Hiç kuşkusuz endüstri ilişkileri kurumlaşmasının
düzensizleştirilmesi temel başlığı altında…
95
O.Zengingönül
Küreselleşmenin, ulusal hükümetlerin yasal düzenleme gücünü, buna bağlı olarak
işgücü piyasası üzerindeki tasarruflarını ve sosyal koruma önlemlerini de muhtemelen
etkileyeceği konusundaki bir başka tez Tanzi araştırmasından geliyor. Tanzi’de
esnekliğe atıfta bulunarak, işgücü piyasası ile ilgili bugünkü düzenlemeler, uluslararası
piyasalarda hüküm süren esneklikten etkilenerek, daha esnek bir yapıya kavuşacak
görüşünde. Sermaye hareketleri üzerindeki düzenlemeler bir başka konu, yine benzer
olarak dış ticaret, finans ve sigorta piyasaları da bu akımdan etkilenecek alanlar. Bu
durum, ulusal hükümetlerin sosyal korumayı yasal düzenleme/kararnameler yoluyla
düzenlemesine yeni bir boyut kazandıracak. Eğer küreselleşme, finansal istikrarı bozan
unsurlar taşıyorsa, bu durumda ulusal hükümetlere geçmişe oranla istikrarı sağlama
yolunda daha da büyük görevler düşecek. Ancak artan ihtiyaç, her zaman artan kabiliyeti
de beraberinde getiremeyebilir (Tanzi, 2002)...
Ulusal politikaların küreselleşme karşısında bağımsız belirlenme şansının olmadığını
savunan bir başka görüş Chossudovsky görüşü. Buna göre, küreselleşmeye dış yardım
tuzağıyla bağlanan bir ülkenin bağımsız politika geliştirmesi çok zor. Kredi anlaşması
bir kez imzalandıktan sonra, hükümetin anlaşmaya uymaması durumunda ödemeler,
ülkenin iki taraflı ve çok taraflı kreditörlerinin “yardım koordinasyon grubu” tarafından
kara listeye alınması tehlikesini doğuracak şekilde durdurulabilir. Alınan paranın hiçbir
bölümü yatırımlara yönlendirilmediği için söz konusu kredi anlaşmalarının doğası reel
ekonominin yararına da değil. Ancak bir başka önemli amaca hizmet ediliyor: Uyum
kredileri; kaynakları ulusal ekonomiden uzaklaştırıyor ve ülkeleri, zengin ülkelerden
gıda maddeleri de dahil olmak üzere büyük miktarlarda tüketim malları ithal etmeye
teşvik ediyor. Diğer bir deyişle, örneğin tarımın “uyum”unu desteklemek için verilen
para, tarımsal projelere yatırılmak üzere verilmiyor. Söz konusu kredilerin dayanıklı
tüketim malları ve lüks mallar da dahil olmak üzere mal ithali için serbestçe kullanılması
mümkün. Bu sürecin sonucu, yerel ekonominin durgunluğa girmesi, ödemeler dengesi
krizinin büyümesi ve borç yükünün artması oluyor (Chossudovsky, 1999).
Chossudovsky’nin
iddia
ettiği
gibi
uyum
kredilerinin
kaynakları
ulusal
ekonomilerden uzaklaştırmak için verildiği ve yatırım için kullanılmadığı görüşünün
ampirik olarak doğrulanmaya ihtiyacı olmakla beraber, bazı gelişmekte olan ülke
örneklerinden, bunun çok da yanlış bir görüş olmadığını belirtmekte fayda var.
96
Nedir Bu Küreselleşme?
Ulusal Politika Uygulamaları Küreselleşmenin Etkilerini Yönlendirebilir Yaklaşımı
(Yararlanabiliriz Yaklaşımı )
Ulusal politika uygulamalarının küreselleşmenin etkilerini yönlendirebileceği tezi kendi
içinde farklılıklar gösteriyor. Bunlardan bir tanesi, ülkelerin yakın tarihlerinde almış
oldukları sosyo-ekonomik içerikli kararlar ve bunların uygulama sonuçlarının
küreselleşmesinin olumsuz etkilerini artırdığı veya en azından ona temel oluşturduğunu
iddia ediyor. Bir başka yaklaşım da, küreselleşmenin unsurlarının, ulusal politika
uygulayıcıları tarafından yönlendirildiğinde, bunların faydalı olabileceği veya tartışılan
olumsuz etkilerini azaltabileceği yaklaşımı.
Özellikle yakın tarihli ve karşılaştırmalı olarak yapılan Waterbury araştırması,
Hindistan, Mısır, Meksika ve Türkiye (HMMT) örneklerinin incelenmesi açısından
bizim için dikkat çekicidir. Araştırmada bu dört ülkedeki kamu gücünün beraberinde
getirdiği bürokratik yapılanmayla beraber önemli bazı sorunlara da yol açtığı tezi
işleniyor. Waterbury, devletin “baba” olarak algılandığı bu ülkelerdeki uygulamaların
benzer karakterleri üzerinde dururken, yapılan bazı temel yanlışların sonuçlarına
değiniyor. Bu araştırma, gerçekte ülkelerin içinde bulundukları durumu incelerken,
sorumluluğun büyüğünü küreselleşmenin üzerine atmanın biraz kolaycılık olduğunu
gösteriyor. Waterbury’nin dört ülke için yaptığı araştırmanın bulguları arasında
genellikle atıf yapılan konu, kamunun tercihlerinin gelinen noktayla yakın ilgisi olduğu
yönünde. Bu yargıya ulaşmada Waterbury özellikle KİT konusu üzerinde duruyor.
Örneğin bu ülkelerde, kronik olarak zarara uğrayan KİT’ler, giderek şişen yurtiçi
açıklara önemli miktarda katkıda bulunuyor, ihracatlarını artıramazken yoğun biçimde
ithalata bağlı kalmaları ödemeler dengesi problemlerinin azmasına neden oluyor.
Örgütlü işgücü ve koruma altındaki özel sektörler kamu kaynakları üzerinde hak (ücret
paketleri, yumuşak krediler) iddia ediyor ve bu bazı durumlarda enflasyonu
körükleyerek para birimlerinin aşırı değerlenmesine yol açıyor.
Dağıtımcı düzenlemelerden ödün verilmeyince, açık finansmanı ve dış borçlanma
giderek standart haline geliyor. Hindistan ve Mısır, devlet müdahalesinin uzun süreli
devam etmesi yönünde Türkiye ve Meksika’ya kıyasla daha açık bir taahhüt veriyor.
Türkiye ve Meksika’da, eninde sonunda devletin, yerini, güçlendirilmiş bir ulusal
özel sektöre bırakacağı taahhüdü belli belirsiz de olsa daima yer almış. Ancak, önemli
miktarda varlık devlet sektöründe toplanınca, menfaatleri etkilenen yöneticiler ve
politikacılar
devlet
kullanımındaki
kaynakların
korunması
ve
genişletilmesi
97
O.Zengingönül
doğrultusunda bir hareket başlatmış. Kamu mülkiyetine ideolojik bağlılığın daha güçlü
olduğu Hindistan ve Mısır’da da dinamik aynı şekilde oluşmuş (Waterbury, 1997).
Hemen burada Türkiye açısından bir KİT değerlendirmesi yapacak olursak,
Türkiye’nin sanayileşme çabalarında önemli bir yer tutan, ancak bugün yüklediği
yüklerden kurtulmak için bir an önce özelliştirmeye çalışılan Kamu İktisadi
Teşekküllerinin kurulmaları naif bir amaç için olduğunu söyleyebiliriz. KİT’lerin imalat
sanayi üretimindeki ve katma değerindeki payı 1970’li yılların sonuna kadar sürdü.
“Türkiye’deki sanayileşmenin belkemiğini oluşturdu. Daha 1950’li yılların başında
imalat sanayi katma değerindeki payları %58-59 civarına varmıştı, imalat yatırımlarında
paylarıysa %54-55’i buluyordu.
Buna karşılık aynı yıllarda işyeri sayısında payları sadece %4 kadardı. Başka bir
deyişle KİT’lerin ortalama büyüklüğü ortalama özel kesim firmalarının çok üstünde
bulunuyordu” (Kazgan, 1999). Görüldüğü gibi henüz o dönemde KİT’lerin kuruluş
amaçları ve faaliyetleri arasında bir uyumsuzluk ve verimsizliğe yol açacak bir
eşgüdümsüzlük gözleniyor. “Devletçilik imalat sanayindeki gelişmeyi hazırladı, öyle ki
Türkiye’nin gelişmesi kadar özel kesimdeki gelişmeyi de hazırladı. Bir kere demir-çelik
fabrikaları gibi başlangıçta büyük yatırım gerektiren imalat dalları, özel kesimde
sermaye birikiminin çok sınırlı olduğu, sermaye piyasasının olmadığı bu yıllarda kamu
kaynaklarından karşılanarak kurulabildi. Bundan başka KİT’ler
özel karlılık değil,
sosyal fayda ilkesine göre kurulduğu için Anadolu’nun az gelişmiş yörelerine
götürülebildi, ilkel tarım dışında
ekonomik faaliyetin bulunmadığı yörelere imalat
sanayini getirerek buralarda istihdam yarattı, ekonomik faaliyeti harekete geçirdi ve
çeşitlendirdi, refah artışı yarattı, kitlesel göçleri sınırladı. Bir çok kentin ekonomik
olarak varlığı yöreye yerleşen tek bir KİT’le mümkün oldu. Özel kesimin gelişmesine de
büyük katkı yaptı. Düz işçileri eğiterek becerili işçileri dönüştürdü, teknik kadroları ve
yönetim kadrolarını üretim sürecinde eğitip becerili kadrolar yarattı. Teknolojik bilgiyi
yaydı” (Kazgan, 1999). Türkiye’de bir çok kişi ilk defa sinema salonunu, tiyatro
salonunu ve yüzme havuzun KİT’lerin tesislerinde tanımıştır. Ne yazık ki belirli bir
dönem sonra KİT’lerin çok daha önemli bir özelliği keşfedildi: KİT’ler devasa bir siyasi
arpalık olabilirdi…oldu da. Siyasi yelpazenin bütün noktaları bunu tattı ve bundan
faydalandı.
98
Nedir Bu Küreselleşme?
İşte tam bu noktada Solis’in işaret ettiği gibi, bürokratlar ve yöneticiler için bilgi,
stratejik bir kaynak ve paylaşımı, gücün dağılması olarak görülüyor (Solis, 1976).
Yalnızca stratejik yarar sağlayacağı düşünüldüğünde, bilgi paylaşımına gidiliyor. Ayrıca,
kamu varlıkları yöneticilerinin kayıtları tahrif ettiği, mal istiflediği, vergi kaçırdığı, kar
sakladığı ve hükümeti dolandırmak amacıyla başka kuruluşlarla işbirliği yaptığını
ampirik kayıtlar gösteriyor.(Waterbury, 1997).
GOÜ’de, kamu işletmeleri 1970’li yılların başlarından sonra “Asya’nın küçük
kaplanları” hariç, bütün GOÜ’i karakterize eden zayıf ekonomik performansın yaratıcısı
olmuşlardır. KİT’ler
devlet hazinesine “fazla” sağlamak yerine, bir ölçüde kamu
kaynaklarını emen kara delikler oluyorlar (petrol sektörü hariç bu hemen hemen hepsi
için geçerli). Waterbury araştırması burada nihai bir saptama yapıyor: GOÜ’de kamu
sektörü açıklarının şişkinliğinden kamu ekonomik kuruluşları sorumludur (Waterbury,
1997).
Waterbury’nin genelde kamu, özelde KİT’lere dayandırdığı bazı sonuçların
irdelenmesi, süregiden küreselleşme dönemlerinde yapılan tercihlerin ve yanlış yönetim
uygulamalarının, GOÜ’in, küreselleşmenin risklerine karşı çok kırılgan bir hale
geldiklerini göstermesi açısından dikkat çekici. Bu durumu destekleyen görüşler için
aşağıda uzun bir alıntıya yer veriyorum (Waterbury, 1997):
“Petrol rantlarının ve dış borçların önce devletin eline geçiyor olması hakim politika ne
olursa olsun, KİT taleplerinin karşılanacağı anlamına geliyordu. Bu olgu Margaret
Levi’nin devletlerin öncelikle ve özellikle, hatta kendi ideolojik tercihleri pahasına da
olsa, gelir maksimizasyonunu hedefledikleri yolundaki önerisini doğrular niteliktedir .
HMMT’deki mali israf gerçekten de son yıllara kadar, KİT yönetimi için bir risk
içermiyordu, çünkü hazine garantili kredilerin vadeleri yeniden yeniden uzatılıyordu (ya
da gerek oldukça kamu borcuna dönüştürülüyordu) ve bu kuruluşlar yasal olarak veya
uygulamada tasfiye edilemiyor ya da satılamıyorlardı. Ekonominin tarım, maden ihracatı
ve işçi gelirleri vergilendirildiği ve yurtdışından borç bulunabildiği sürece, büyüyen
KİT’ler ve kamu açıkları finanse edilebilirdi. 1970’li yılların ortalarında Türkiye’nin
kamu harcamaları kısmen seçim atmosferinin itişiyle kısmen de ithal petrol
fiyatlarındaki ani tırmanış ile denetim dışına çıktı. Kamu sektörü borçlanma gereğinin
GSYİH içindeki payı, 1973-77 yılları arasında iki kattan fazla arttı. Bu dönemde fiili
olarak bütçe açığı azaldı, ancak KİT’lerin mali açığı (ki fiyatlar idari olarak düşük
tutuluyordu) keskin bir artışla 1979’da kamu sektörü borçlanma gereğinin %65’ine
yükseldi.
1970’li yıllarda Türkiye’de oluşmaya başlayan kriz, KİT’lerin büyüyen açıklarının
finansmanı ihtiyacıyla hızlanmıştır. KİT’ler ihtiyaçları olmadığı halde işçi almak
zorunda kalmış ve ithal enerji maliyetlerinin çok hızlı yükseldiği dönem boyunca,
seçimlerin de etkisiyle çalışanlara yüksek ücret artışları verilmiştir. Ve bu yıllarda
KİT’lerin önemli fiyat artışları yapmasına da izin verilmemiştir. Bu yıllarda sadece Türk
Elektrik Kurumu (TEK), Sümerbank ve Şeker Kurumu kar etmiştir (Hale, 1981:198199). 1975’den 1978’e kadar tüm KİT’ler çok büyük zarar etmişlerdir
99
O.Zengingönül
(Kepenek:1990:91). 1990’da zarar eden sekiz büyük kuruluşun toplam zararları 1 milyar
dolardan fazlaydı (İstanbul Ticaret Odası – İTO-1990:65).
KİT’lere yönelik eleştirilerde, aşırı istihdam genellikle ilk sırayı alır, ancak Hindistan
istatistikleri bunun böyle olmadığını, emekten ziyade, tasarruf edebilecek hammaddenin
aşırı kullanımına işaret eder. Belirli KİT’leri aşağı çeken şey emeğin maliyetinden
ziyade düşük verimliliğidir. Örneğin, 1970’lerin ortalarında Hindistan Çelik Şirketi
(HSL), yıllık işçi başına 57 ton çelik üretirken, bu oran SSCB’de 170 ton, ABD7de 220
ton ve Japonya’da 280 ton idi (Gupta, 1977:131)Mısır’ın Mehallah al Kubra’daki önemli
iplik ve dokuma tesisinin, 1970’lerin ortalarında 35.000 işçisi ile gerçekleştirdiği adamsaat üretimi Tunus’un üretim düzeyinin %40’ı ve Ortak Pazar’ın üretim düzeyinin %15’i
idi (USAID, 6/76).
Etkin olmayan KİT’lerin yatırım ihtiyaçları yenilenen kredilerle karşılandı ve yeni
kamu kredi imkanları yaratıldı. 1980’li yılların başındaki genişlemeci sürecin sonunda
borçlanma hadlerinde keskin bir artış ve ciddi bir sermaye açığı görüldü. Bu durumda;
Türkiye, diğer üç ülke için örnek olabilir. 1984 ile 1988 arasında iç ve dış borç servisi,
Türkiye’de toplam bütçe harcamalarının %12’sinden %23’üne yada GSYİH’nın
%3,4’ünden %8’ine yükseldi (Öniş, 1989:75). KİT’lere gelince, katma değer içinde faiz
ödemelerinin payı 1982’deki %23’lük düzeyinden 1988’de %50’ye çıktı. Karların payı
%44’ten (1984’teki fiyat artışları nedeniyle) 1988’te %14’e gerilerken, ücretlerin payı da
%66’dan %35’e düştü (Yüksek Denetleme Kurulu, 1988:33).
1980’li yıllarda Meksika ve Türkiye’de yaşanan ekonomik krizler kamu yatırım
harcamalarında önemli bir azalmaya yol açtı. Türkiye’de sanayide kamu yatırımları
önemli ölçüde kısıldı ve Devlet Yatırım Bankası, ki sanayi kredilerinin ana kaynağı idi,
bir ihracat-ithalat bankasına (EXIM) dönüştürüldü. KİT’ler oldukça azaltılmış olmasına
rağmen kamu yatırım programının hemen hemen %45’ini almaya devam ettiler. Bu,
onların fon açığı içinde oldukları anlamına gelmez. Çünkü proje kredileri temini için
uluslararası sermaye piyasalarına girdiler. 1980’li yılların sonuna kadar, KİT’lerin mali
ihtiyaçlarının yarısından fazlası dış kaynaklardan elde edilirken, aşağı yukarı üçte biri
doğrudan bütçe transferleri yoluyla sağlanmıştır. KİT’lerin, 1989’da orta ve uzun vadeli
dış borçları yaklaşık 4 milyar dolardı (Kepenek, 1990:86). Benzer şekilde aynı yılda,
Meksika KİT’lerinin dış borcu 25 milyar dolardı”.
Kamu yatırımlarının verimsiz kullanılmasının ülkeleri yıprattığı görüşünü destekleyen
bir başka araştırma Crafts araştırması. Crafts; yirminci yüzyılın sonlarının en şaşırtıcı
gerçeklerinden birinin, zengin ülkelerin ulusal gelirlerinden özellikle transfer
harcamaları yaptıkları büyük kamu harcamaları olduğunu belirtiyor. Bu noktada Crafts
cevap verilmesi gereken iki soru üzerine odaklanıyor:
•
Kamu sektörünün yükselişi son buldu mu?
•
Kamu
harcamalarındaki
artış,
OECD
ülkelerindeki
büyümenin
yavaşlamasında önemli bir etken miydi?
Kamu harcamalarındaki artış, bir dereceye kadar piyasa mekanizmasındaki hataları
gidermedeki rolü ile açıklanabilir. Bir yüzyıl önce bu rollerin içinde klasik kamu
mallarını idame ettirmek için yapıldığı görüşü hakimdi (savunma, hukuki altyapı ve
kanunları hayata geçirme gibi). Daha sonraki dönemlerde kamu harcamalarındaki
100
Nedir Bu Küreselleşme?
genişlemenin kaynakları olarak karşımıza KİT’ler, altyapı geliştirme, kanuni
düzenlemeler ve orta/lise eğitimi gibi piyasa mekanizmasının karşılamakta aciz kaldığı
ve gücünün yetmediği kalemler çıkmaktadır. Yönetimlerin kendi elleriyle kurdukları
kurumlar aracılığıyla giriştikleri rant arama, yönetim bozuklukları gibi sorunlar 19.
Yüzyıl ekonomistleri tarafından gayet iyi anlaşılmışsa da 1970’lere kadar kamuoylarının
gündemine büyük problemler olarak gelmemişti (Crafts, 2000).
Stiglitz de konunun bu boyutuna dikkat çekiyor. Stiglitz’e göre, devletler, özel
sektörde daha iyi işleyebileceği tartışılmaz olan teşebbüsler işleteceklerine, gerekli kamu
hizmetlerini sağlamaya eğilseydi bir çok ülkenin durumu iyileşirdi; bu yüzden
özelleştirme çoğu zaman anlamlıydı. Ticareti serbestleştirme (gümrük vergilerinin
azaltılması ve diğer korumacı önlemlerin kaldırılması) doğru bir şekilde ve doğru bir
hızda yapıldığında verimsiz işler ortadan kalkarken yeni işler yaratılıyordu ve belirgin
bir verimlilik kazancı sağlanabiliyordu.
Sorun şu ki, bu politikaların bir çoğu daha adil ve sürdürülebilir bir büyüme
sağlamada araç olacağına, kendileri birer sonuç haline geldi. Böyle olunca da bu
politikalar aşırı noktalara kadar getirilip çok hızlı bir şekilde uygulandı ve gerekli başka
politikalar da bu arada dışlanmış oldu. Sonuçlar niyet edilenden çok farklı bir noktaya
geldi. Yanlış şartlar altında aşırı noktalara kadar getirilen mali kemer sıkma politikaları
durgunluk yaratabiliyordu ve yüksek faiz oranları yeni kurulmuş firmalara sekte
vurabiliyordu. IMF, özelleştirme ve liberalleştirmeyi öyle bir şekilde ve öyle bir hızda
sürdürdü ki bu, çoğunlukla, bunlara maruz kalmak için yeterli donanıma sahip olmayan
ülkelerin sırtına çok büyük maliyetler yükledi (Stiglitz, 2002)...
Waterbury, Crafts ve Stiglitz araştırmalarını tamamlayıcı bir yorum da Rodrik
araştırmasından geliyor. “Türkiye’de 1970’lerin ortalarında popülist bir hükümet giderek
büyüyen cari hesap açığına, sürdürülemez bir dış borçlanma savurganlığına girerek tepki
verdi. Hükümet döviz riskine karşı geniş kapsamlı koruma sağlayarak özel sektörün dış
borçlanmasını sübvanse etti. 1977-78’de, geri ödeme kapasitesiyle ilgili kaygılar
nedeniyle yabancı banka kredileri kuruduğunda mali uyarlamalar ve döviz kuru
uyarlamaları ertelendi. Sonuçta enflasyon yükseldi ve 1978 ile 1980 arasında ekonomi
bunalıma girdi. 1980’de Turgut Özal’ın IMF’nin desteklediği bir istikrar programını
yürürlüğe sokmasıyla birlikte bir tür makroekonomik denge kuruldu. Program (reel
döviz kuru, reel ücretler ve kentsel-kırsal ticaret şartları gibi) temel göreceli fiyatlarda
çok büyük dağılımsal sonuçlar yaratacak büyük değişiklikler getirdi. Bu göreceli fiyat
101
O.Zengingönül
değişiklikleri gelirin çiftçi ve işçilerden kamu sektörüne transfer edilmesine yol açtı. Bu
dağılım kaymaları Türkiye’de reel ücretlerin zaman zaman düzeldiği ve zaman zaman
gerilediği bir makroekonomik çevrimler mirası yarattı. Büyük oranda bu istikrarsızlık
mirası yüzünden, 1980’lerin başlarından itibaren enflasyon hep yüksek düzeylerde kaldı
ve Türk ekonomisi potansiyelinin altında bir performans gösterdi” (Rodrik, 1999). Tabii
bu mirasın içine sosyal ve kültürel hayatın yozlaşmasını ve televizyonlardan evlerimize
akan ve bugün daha da artarak devam eden bir yoz kültür saldırısını da eklemeliyiz.
Küreselleşmenin yönetilebileceği ile ilgili görüş Easterly araştırmasından geliyor.
Araştırmaya göre, bazı tezler, 1973 krizi sonrası bir çok gelişmekte olan ülkede görülen
düşük büyüme oranlarıyla, (özellikle bazı Doğu Asya ülkeleri haricinde) 1990’larda
görülen düşük büyüme oranlarını, GÜ’de yaşanan düşük büyümeye bağlıyor (Easterly,
1999). Bu, önemli bir faktör olmakla beraber, yukarıda belirtilen zaman aralıklarında
gittikçe zenginleşen GOÜ’de – özellikle Doğu Asyadakilerde – çıktı miktarını
belirlemede iç ekonomik politikaların, yönetim erkinin ve ülke içi kurumların önemli
etkileri oldu. Dışsal faktörlerin (şoklar ve kargaşalar) etkisinin şiddeti, ülkelerdeki
kurumların kurumsallaşma kalitesi ve verimliliği, sosyal programların varlığı, sivil
hakların varlığı ve güvenlik ağlarının oluşması ile yakından ilgili. İç politikalar hayati
değişiklikler yapmakta ve bu noktada dört konu önemli etkiye sahip: Eğitim ve sağlık
hizmetlerinin kalitesi ve dağılımı, çevre yönetimi, küreselleşmenin fırsatlarını ve
risklerini yönetebilme erki ve yönetimin etkinliği (Thomas ve diğerleri, 2000).
Küreselleşmeye atfedilen olumsuzlukların bir çoğunun aslında ulusal politikaların bir
sonucu olduğu görüşünü radikal bir yorumla destekleyen Gilpin’e göre, ekonomik
küreselleşmeye atfedilen bir çok problem gerçekte ulusal hükümetlerin uyguladıkları
kötü politikaların sonucu. Çevreciler, küreselleşmenin ve onun getirdiği kötülüklere
karşı bir başkaldırı halinde: Ancak bugüne kadar çevreye verilen zararların büyük
çoğunluğu ulusal hükümetlerin politikaları ve faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Hava, su
ve toprak kirliliğinin temel nedenleri, temel olarak ulus devletlerin ihmalkar politikaları
ve bu yönde alınacak tedbirlerin zayıf bırakılması sonucu. Amazon ormanlarının yok
olmasının en büyük sorumlusu, takip ettiği ulusal kalkınma politikası nedeniyle Brezilya
Hükümeti. ABD’de yığın olarak ormanların kesilmesi, hükümetlerin kereste işiyle
uğraşan işletmelere sağladığı olağanüstü desteklemelerle bağlantılı. Güneydoğu
Asya’nın araziye aç çiftçilerine, tarımsal faaliyette bulunmaları için ormanları yok
102
Nedir Bu Küreselleşme?
etmeleri izni veriliyor. Küreselleşmeye atfedilen ve aslında teknolojide yaşanan
değişimlere, ulusal hükümetlerin seçimlerine ve diğer bazı başka içsel nedenlere bağlı
olan problemlerin listesini genişletmek daha da mümkün (Gilpin, 2003).
Küreselleşmenin, (ve unsurlarından ticari serbestleşmenin) ulusal politika başarılarıyla
avantaj haline dönüşebileceği yolunda bir yorum da Akyüz-Flassbeck- Kozul-Wright
araştırmasından geliyor. Buna göre, “ticaretin serbestleşmesinin ücretler ve gelir
dağılımı üzerine etkileri, uygulandığı ülke içi ve uluslararası koşullara bağlı olarak,
ülkeler arasında farklılıklar göstermekte. Ülke kaynaklarının düzeyi, doğal olarak
karşılaştırmalı üstünlüklerin belirlenmesinde önemli roller oynarken, çeşitli endüstrilerin
rekabet edebilirlik derecelerini belirleyen diğer başka faktörler de bulunuyor. Bu açıdan
ücretlerin düşük olduğu ülkelerin, ücretlerin yüksek olduğu ülkelere karşı dünya
ticaretinde haksız rekabet avantajı olduğu tezine karşı çıkan ders kitabı savlarını
hatırlamak önem kazanıyor. Sadece ücret maliyeti değil, birim işgücü maliyeti de
uluslararası rekabet edebilirliği belirliyor. Vasıflı ve vasıfsız işgücü olarak benzer
kaynaklara sahip iki ülke, öğrenme ve geliştirmedeki başarılarına bağlı olarak, herhangi
bir endüstri alanında farklı verimlilik düzeylerine sahip olabilir. Öncül Doğu Asya Yeni
Gelişen Ekonomileri ile çoğu diğer orta düzey gelirli GOÜ arasındaki temel fark işte
burada. İlk grupta, serbestleşme, başarılı endüstriyel ve ticari politika uygulamalarını
takip etti; korumacılık ve destekler büyük ölçüde kalktı, çünkü artık bunlara gereksinim
duymamaktaydı. Buna karşılık ikinci grupta serbestleşme, büyük ölçüde emek ve/veya
vasıf yoğun sektörlerde verimli, rekabetçi sanayinin kurulmasındaki başarısızlık sonucu
başlamıştır.
Bu nedenle ticaretin serbestleşmesin nedeniyle artan rekabetin gelir
dağılımı üzerine etkileri son derece farklı” (Akyüz ve diğerleri, 2003).
Değerlendirme:
Küreselleşmenin ülkeler üzerinde mutlak bir etkisi var. Ancak bu etkinin içeriği ve
şiddeti ülkeler bazında farklılaşıyor. Nasıl ki, küreselleşmenin ulusal politikaları
doğrudan etkilediği yaklaşımı doğrulanabilirse, ulusal politikaların, küreselleşmenin
özellikle olumsuz etkilerini yönlendirebileceği ve hatta geri yansıtabileceği de
doğrulanabilir. Küreselleşmenin özellikle GOÜ üzerindeki hegemonik etkisinin
genişlemesinde, küreselleşmenin unsurları kadar ulusal politika uygulamalarının da rolü
büyük. Ulusal hükümetlerin uyguladıkları yanlış politikalar ve yaptıkları yanlış
tercihlerin sonuçlarını bütünüyle küreselleşmenin bir sonucu gibi göstermek, ulusal
103
O.Zengingönül
politika yapıcıların ve karar alıcıların yanlışlarını ve çoğu zaman politize edilmiş
ekonomik kararlarını görmezden gelmek ile aynı anlama gelebilir. Bu durum; tercihlerin
ve uygulamaların değişim gerekliliğine de darbe vurabilir.
Küreselleşmenin kendi unsurlarını egemen kılmak için belirli bir sistematik içinde
hareket ettiğini ve bu unsurların çoğu kez GÜ lehine sonuç verdiğini söylemek yanlış
olmayacak. Bu noktada küreselleşmenin yumuşak karnı, beraberinde getirdiği bilginin
paylaşılması ve yayılması. Eğer bu bilgi, ülkelerin kendi ulusal politikaları çerçevesinde,
hüküm süren rekabet ortamında katma değer yaratacak sonuçlara ulaşıyorsa (örneğin
yaratıcılığı geliştiriyorsa) küreselleşmenin baskın gücü, itici güç haline dönüştürülebilir.
Aksi taktirde, bilginin paylaşımı (en açık örnek olarak internet kullanımı) sosyal
yaşamın bir çok unsurunun ticarileştiği bir ortamda, bu ticarileşmenin lokomotifi
olanların lehine işlemeye devam edecek. Üstelik yeni bir tüketici tipini de gündeme
sokarak:
“Küreselleşme ile birlikte öne çıkan “yeni bireycilik”, yoğun olarak kalabalık
metropolitenler içinde yalnızlaşan bireyin, televizyon, cep telefonları vb ekranlardan
akan küresel jellerle sıvanıp, hayatının her evresine “kişiliğini” yansıtma isteğiyle
birlikte, karşımıza yeni bir tüketici tipi çıkarıyor. Bu tüketici, ihtiyacı olan şeyleri
almaktan bıkmış, artık istediği şeyleri almaya konsantre olmuş bir tüketici. Bu bağlamda
alış veriş yapmak, sadece bir şeylerin edinilmesinin ötesinde, kimliğin alınması anlamına
geliyor. Bazı kişilere göre en genel anlamıyla alışveriş olgusu, huzurun ve dinginliğin
kaynağı olmada dinin bile ötesine geçiyor. Yeni tüketici gerçekten kendini keşfetmenin
arayışı içinde. Eski tüketici nakit para, tercih zorunluluğu ve aradığı malları bulamama
gibi kısıtlarla çevriliyken, yeni tüketici, zaman azlığı, dikkati toparlayabilme ve güven
duyma gibi kısıtlarla çevrili…” (Thornill, 2003).
Her ne kadar bu betimleme özellikle GÜ ve GOÜ’in metropoliten coğrafyasıyla
örtüşüyorsa da, çizilen profil düşündürücü (ve üzücü…) ve gittikçe gerçekliğe daha da
yaklaşıyor.
Eğer dünyaya hakim olacak tüketici orta ve uzun vadede bu profili
çizecekse, yenilik ve yaratıcılık kavramları da görünür bir gelecek için anahtar
kavramlar olmaya devam edecek. Bu noktada yenilik ve yaratıcılık kavramlarını, yenilik
ve yaratıcılık uğruna toplumsal dinamikleri yozlaştıran ve toplumu “benim için
farketmez”leştiren bir noktaya getiren gelişmeleri dışarıda tutuyorum.
Nihayet; küreselleşme ile ulusal politika uygulamaları arasındaki etkileşimin iki yönlü
bir akışı olduğunu öne sürebiliriz. Bu etkileşimi, neden – sonuç ilişkisi içinde de
değerlendirebiliriz. Küreselleşmeye sadece olumsuz değer yükleyen ve bir çok sorunun
104
Nedir Bu Küreselleşme?
nedeni olarak gören tezlerin, sorunların oluşumu noktasında mutlaka kendi iç
siyasalarına da bakmaları gerekecek. Küreselleşmeyi bir süreç değil, bir sonuç olarak
algılarsak, bunun nedenlerini sadece dışarıda aramanın maliyeti, içerideki yanlışları
sürekli gözardı etmek olabilir...
KAYNAKÇA
Yılmaz AKYÜZ – Heiner FLASSBECK – Richard Kozul-WRIGHT: “Küreselleşme,
Eşitsizlik ve İşgücü Piyasası”, İktisat Üzerine Yazılar I: Küresel Düzen: Birikim, Devlet
ve Sınıflar içinde (Ed.A.H. Köse – F. Şenses – E. YELDAN), İletişim Yayınları,
İstanbul, 2003, s.501-502
Peter BURNHAM: Küreselleşme, Apolitikleştirme ve “Modern” Ekonomi Yönetimi,
Praksis, Sayı:9, Ankara, 2003, s.164-165
Pranab BARDHAN: “Social Justice in the Global Economy”, International Institute for
Labour Studeis, ILO Social Policy Lecture, University of the Western Cape, South
Africa, 1-6 September 2000, s.1
Michel CHOSSUDOVSKY: Yoksulluğun
Çiviyazıları: 41, İstanbul, 1999, s.61
Küreselleşmesi,
Sezai
Ekinci
Mat,
Nicholas CRAFTS: “Globalization And Growth In The Twentieth Century”, IMF
Working Paper, No.44, March 2000.
William EASTERLY: “The Lost Decades: Explaining Developing Countries’
Stagnation 1980-1998”, Development Economics Research Group, World Bank,
Washingtoh, 1999
Dharam GHAI: “Yapısal Uyum, Küresel Bütünleşme ve Sosyal Demokrasi”, Piyasa
Güçleri ve Yapısal Kalkınma içinde (Der: R. Prendergast – F. Stewart), Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 1995.
Anthony GIDDENS: Üçüncü Yol, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, s.40-45
Robert GILPIN: “The Nation-State in the Global Economy”, The Global
Transformations Reader içinde (Ed. D. Held – A. McGrew), Polity Pers, Cambridge,
2003, s.352-353
David HELD-Anthony McGREW-David GOLDBLATT-Jonathan PERRATON:
“Rethinking Globalization”, The Global Transformations Reader içinde (Ed. D.Held-A.
McGrew), Polity Pres, Cambridge, 2003, s.67-68
David HELD-Anthony McGREW-David GOLDBLATT-Jonathan PERRATON:
Global Transformations: Politics, Economics and Culture, Polity Pres, Cambridge, 1999,
s.2
105
O.Zengingönül
Gülten KAZGAN, Gülten; Tanzimattan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar
Yayınevi, İstanbul, 1999, s.86
Philippe LEGRAIN: Open World: The Truth About Globalisation, Abacus, Time
Warner Boks, UK, 2002, s.11-12
Peter LEISINK: Globalization and Labour Relations, Edward Elgar Publishing Limited,
UK, 1999, s.2
Kevin O’ROURKE: “ Globalization and Inequality: Historical Trends, National Bureau
of Economic Research Working Paper 8339, Cambridge MA, 2001, s.56-57
Dani RODRİK: Yeni Küresel Ekonomi ve Gelişmekte Olan Ülkeler, Sabah Kitapları,
İstanbul, 1999
Leopoldo SOLIS: “A Monetary Will-o-the Wisp: Pursuit of Equity Through Deficit
Spending”, Research Program in Development Studies, Discussion Paper No:77,
Princeton University, 1976, s.139
Joseph E. STIGLITZ: Küreselleşme, Büyük Hayal Kırıklığı, Plan B Yayıncılık,
İstanbul, 2002.
Alain SUPIOT: “Towards An International Social Order? Preliminary Observations on
the “New Regulations” in Work, Employment and Social Protection”, Conference on the
Future of Work, Employment and Social rotection, Annecy, January 18-19 2001, s. 7
Vito TANZI: “Globalization and the Future of Social Protection”, IMF Working Paper,
2002, No.12, s.5
Vinod THOMAS – Mansoor DAILAMI – Ashok DHARESHWAR – Daniel
KAUFMAN – Nalin KISHOR – Ramon LOPEZ – Yan WANG: The Quality of
Growth, World Bank Publication , Oxford University Pres, 2000.
John THORNILL: The Soul of the New Consumer, David Lewis and Nicholas Brealey
Publishing, UK, 2000, s.1-11
Raymond TORRES: Towards A Socially Sustainable World Economy: An Analysis of
the Social Pillars of Globalization, ILO Publication, Geneva, 2001, s.7-9
John WATERBURY: Sonsuz Yanılgılar Karşısında: Hindistan, Meksika, Mısır ve
Türkiye’de Kamu Girişimi ve Devlet Gücü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s.3334
Peter WILLETTS: www. C:\Documents and Settings\Administrator\Local
Settings\Temporary Internet Files\Content.IE5\26SIUVJQ\Article on NGOs for
UNESCO Encyclopaedia.htm, (08.04.2004)
http://www.ilo.org/public/english/wcsdg/globali/index.htm (21.01.2004)
106

Benzer belgeler

KÜRESELLEŞMENİN TARİHÇESİ

KÜRESELLEŞMENİN TARİHÇESİ değerlendirmektedir. ILO’ya göre küreselleşme yeni teknolojiler, yeni ekonomik ilişkiler, aralarında hükümetler, uluslararası örgütler, işletmeler, işgücü ve sivil toplum kuruluşlarının da bulunduğ...

Detaylı