Uluslararası İlişkiler Bölümü Bülteni - İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

Transkript

Uluslararası İlişkiler Bölümü Bülteni - İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
ÇANKIRI KARATEKİN ÜNİVERSİTESİ
Uluslararası İlişkiler
Bölümü Bülteni
Sayı: 2
01/2011
Güler Yüzlü Bir Şehir
Amacımız;
Yeni dünya düzeninde
yaşanmakta olan gelişmeleri yakından
takip eden;
Analitik düşünce yeteneği gelişmiş;
Sağlıklı analizler üretebilen;
Teori ve pratiği kaynaştırabilen;
Çözüme odaklı yaklaşımlar ortaya koyabilen öğrenciler yetiştirmektir.
İçindekiler
Bölümden
Haberler
2-3
Yrd. Doç Dr.
Muhittin
DEMİRAY
6-7
Yrd. Doç. Dr.
Sezai
ÖZÇELİK
8-9
Yrd. Doç. Dr.
Reha
YILMAZ
10-11
Yrd. Doç. Dr.
Hatice
YAZGAN
12-13
Arş. Gör.
Ömer
AK
14-15
Arş. Gör.
Altan
AKTAŞ
16-17
Arş. Gör.
F. Şeyda
TÜRKAY
18-19
Öğr. Gör.
İsmet
SARIBAL
20-21
Güler Yüzlü Bir Üniversite
Bölüm BaĢkanı’ndan
Dünya Savaşından sonİ kinci
ra uluslararası düzen, kapita-
lizm ile sosyalizm arasındaki
ideolojik gerilim nedeniyle Soğuk Savaş olarak tanımlandı.
Uluslararası düzen, atom silahlarının oluşturduğu dehşet
dengesi ile sıcak bir çatışmaya
dönüşmedi. Sovyetler Birliğinin
yıkılmasından sonra Soğuk
Savaşın yerini alması gereken
uluslararası düzen ise hala
ufuk ta görünmemek tedir.
Olaylar öyle bir hızla gelişiyor
ki, bir ülkenin siyasi veya toplumsal konumu ile ilgili yapılan
bir analiz kısa sürede geçerliliğini yitirebilmektedir. Altı ay
önce kim inanırdı Tunus’ta
halkın ayaklanma ile katı laikçi
bir yönetimin liderini ülkeden
kaçmaya mecbur edeceğine?
Mısır ise domino etkisinin kendisini göstereceği son ülke
olarak gösterilmekteydi.
B
u gelişmeler, siyasi ve
toplumsal değişimlerin de
artık teknolojik gelişmeler kadar
olmasa da hızlanmaya başladığını gösteriyor. Birileri tarihin
sonunun geldiğini ve kapitalist
toplum yapısının insanlığın son
durağı olduğunu söylemişti.
Yaşadığımız ve şahit olduğumuz olaylar ve olgular, tarihin
çok hızlı bir şekilde aktığını ve
değişime ve dönüşüme ayak
diretenlerin kurdukları bentlerin
ise bu değişim dalgasının
önünde yıkılmaya mahkûm
olduğunu göstermektedir.
T
üm bu gelişmelerden kendimiz için ülkemiz için geleceğimiz için çıkarmamız gereken derslerin başında artık
dayatma ve baskı yoluyla,
toplumsal grubun, siyasal görüşlerin ve kültürel değerlerin
asimile edilemeyeceğin farkına
varılmasıdır.
Kendimiz için,
çocuklarımız için, ülkemiz ve
geleceğimiz için istediğimiz
barış, istikrar, refah ve güven,
halkın rızasına dayanan bir
yönetim anlayışı ile kamu vicdanında oluşan adalet duygusun yer etmesi ile mümkündür.
B
cımız öğrencilerimize sürekli
değişime uğrayan bir çevre
algısı içinde geleceğimizi mümkün olduğu kadar doğru temeller üzerinde inşa edecek bilgi
ve bilinci vermeye çalışmaktır.
Bu bilinç ise kadim medeniyet
algısının toplumsal kodlarımızda oluşturduğu bilinç, tecrübe
ve bilgi birikiminden faydalanarak bugünümüzü doğru tanımlamaya ve geleceğimizin temel
ilkelerini doğru varsayımlar
üzerinde şekillendirmeye çalışmak ile mümkün olur.
Uluslararası İlişkiler
Bölüm Başkanı
Yrd. Doç. Dr.
Muhittin DEMİRAY
u bağlamda Uluslararası
ilişkiler bölümü olarak ama-
Editör’den
Karatekin ÜniversiteÇ ankırı
si Uluslararası
İlişkiler
Bölümü Bülteni’nin ikinci sayısı
ile yeniden karşınızdayız. İlk
sayımızla karşılaştırıldığında
bültenimizin bu sayısında bir
takım değişiklikler göreceksiniz.
Bunlardan birincisi, bu sayıda
Uluslararası İlişkiler bölümü
öğretim üyeleri, araştırma görevlileri ve öğretim görevlileri
tarafından kaleme alınmış çeşitli yazılara yer verilmiş olması.
B
ültende okuyacağınız yazılar belirlenirken herhangi
bir kritere bağlı kalınmadığını
belirtmek istiyorum. Yazarlar,
siz değerli okuyucuların ilgisini
çekeceğine inandıkları yazılarını sizlerle paylaştı. Bu doğrultu-
da elinizdeki bültende Ermeni
Protokolleri’nden Kafkasya’ya,
Ortadoğu’daki gelişmelerden
Avrupa Birliği’ne kadar uzanan
geniş bir yelpazede ve farklı
konularda yazılar bulacaksınız.
zın göstereceği ilgiye bağlı.
Hepinizin ilgi ve desteğini, eleştirilerini bekliyoruz.
S
aygılarımla,
farklılık ise bu sayıda
İ kinci
bültenimizin baskı maliyetini
karşılamak amacıyla kabul
ettiğimiz reklamlar. Bu reklamlar sayesinde bültenimizin ulaştığı baskı kalitesini ve yayın
standardını koruyup geliştirmeye ve okuyucumuzun karşısına
aynı gönül rahatlığı ile çıkmaya
devam etmeyi arzu ediyoruz.
B
ültenimizin uzun ömürlü
olması, onun kalitesinin
korunmasına ve okuyucularımı-
Uluslararası İlişkiler
Bülteni Editörü
Arş. Gör.
Ömer AK
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kırmızı TebeĢir’de Ġmzalar Atıldı
T
“Özellikle Kız
Çocuklarının
Okullaşmasının
Arttırılması
Hibe Programı”
Kapsamında
bölümümüz tarafından
hazırlanan proje 89
proje arasında 17.
olarak hibe almaya
hak kazandı
. C. Başbakanlık Hazine
Müsteşarlığı Merkezi
Finans ve İhale Birimi tarafından yürütülen “Özellikle
Kız Çocuklarının Okullaşmasının Arttırılması Hibe
Programı” kapsamında
Çankırı Karatekin Üniversitesi tarafından hazırlanan
“Kırmızı Tebeşir” Projesi
başarılı olarak hibe almaya
hak kazanmıştır.
köylerinde bulunan ve ilköğretimi tamamladıktan sonra
eğitime devam etmeyen kız
çocukların yeniden okula
yönlendirilmesini amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, emekli öğretmenlerden oluşan 25 kişilik bir
uzman ekibi tarafından hedef bölgede bulunan kız
çocuklarına Eğitim Danışmanlığı, Kariyer Danışmanlığı ve Psikolojik Danışmanlık hizmetleri verilecektir.
A
rş. Gör. Ömer Ak tarafından hazırlanan ve
yürütülecek olan Kırmızı
Tebeşir Projesi, Çankırı
Merkez, Yapraklı, Kurşunlu,
Korgun, Eldivan ve Şabanözü ilçelerinin merkez ve
2
011 yılında başlayacak
olan proje 12 ay sürecektir. Proje kapsamında,
hedef bölgede bulunan yaklaşık 900 kız öğrenciye da-
nışmanlık hizmetleri sunulması hedeflenmektedir.
K
aratekin Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde
gerçekleştirilecek olan projenin ortakları Bulgaristan’da bulunan Hristo Botev
Ortaokulu, Çankırı Ziraat
Odası, Çankırı Sivil Toplum
Derneği, Şabanözü Belediyesi ve Kurşunlu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’dur.
A
yrıca Çankırı İl Milli
Eğitim Müdürlüğü, Kurşunlu İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Çankırı Belediyesi projenin iştirakçileri
arasındadır.
Proje Tanıtım Toplantısı GerçekleĢtirildi
K
ırmızı Tebeşir Projesi
tanıtım toplantısı 24
Ocak 2011 tarihinde Atatürk
Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Kırmızı Tebeşir
(The Red Chalk)
Projesi
Proje
kapsamında,
hedef bölgede
bulunan
yaklaşık 900
kız öğrenciye
danışmanlık
hizmetleri
sunulması
hedefleniyor.
T
anıtım
toplantısının
açılış
konuşmasını
Çankırı Karatekin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali
İbrahim Savaş yaptı. Konuşmasında Savaş, “Bu
çalışma şehre çok önemli
bir katkı sağlayacaktır. Bunun için başta projenin koordinatörü Ömer Ak olmak
üzere diğer proje paydaşlarımıza teşekkür ederim”
şeklinde konuştu.
okuldan ayrılma oranlarını
azaltmak olarak belirlediklerini ifade eden Ak, 20082009 öğretim yılı itibari ile
Çankırı’da erkek öğrencilerin okullaşma oranlarının %
75, kız öğrencilerin okullaşma oranının ise %60 civarında olduğunu ve Türkiye
geneli ile kıyaslandığında
erkek ve kız öğrencilerin
okullaşma oranları arasında
büyük bir uçurumun gözlendiğini söyledi.
P
rojenin
koordinatörü
olan Çankırı Karatekin
Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Araştırma
Görevlisi Ömer Ak ise son
bir yıl içerisinde Çankırı’da
yedi AB projesinin hayata
geçirildiğini belirterek Kırmızı Tebeşir Projesi’nin de bu
projelerden birisi olduğunu
söyledi.
P
rojenin temel amacının
kız çocuklarının lise ve
mesleki eğitim kurumlarına
kayıt oranlarını arttırmak ve
A
k, proje kapsamında
öncelikli olarak alan
çalışması yapılacağını ve
2
okula gitmeyen kız öğrencilerin tespit edileceğini belirterek, kurulacak olan 25
kişilik eğitici ekibin belirlenen köylerde aileler ve kız
çocuklarıyla görüşmeler
yapacağını ve öğrencilere
Danışmanlık hizmetleri verileceğini söyledi.
A
rş. Gör. Ömer Ak ayrıca projenin sonunda
hazırlanacak olan raporun
çeşitli kademelerdeki karar
alıcılara sunulacağını ve
eğitim politikalarının oluşturulmasına katkı sağlanacağını da sözlerine ekledi.
Güler Yüzlü Bir Üniversite
Beypazarı Modeli Projesi Devam Ediyor
şgücü piyasasında bilgi ve
ralık 2011 tarihine kaİkırsal
becerisi yetersiz olan ve A dar devam edecek olan
bölgelerde yaşayan proje kapsamında, Türkiye’kadınların ve genç kızların
aktif olarak işgücü piyasasına dönmesini sağlayacak
kalıcı bir eğitim modeli ortaya çıkarmayı amaçlayan
proje, Kasım 2009 tarihinden bu yana uygulanmaktadır.
lunmaktadır.
K
oordinatörlüğünü bölümümüz öğretim üyesi
Yrd. Doç. Dr. Sezai
Özçelik’in yaptığı projenin
ortakları, Gazi Üniversitesi
ve
AVRASYA-DER
(Avrasya Ekonomik, Sosyal
ve Kültürel Sorunları Araştırma Derneği), İspanya’dan
Eğitim ve Sosyal Araştırma
Enstitüsü, Polonya’dan İşletme ve Kalkınma Merkezi,
Yunanistan’dan Tarımsal
Teknolojik Araştırma, Mesleki Eğitim ve Öğretim Merkezi’dir.
de başarılı bir model olarak
uygulanan Beypazarı Örnek
Olayı incelenmekte ve bu
modelin Türkiye ve Avrupa
Birliği üye ülkelerinde de
uygulanmasına yönelik çalışmalar yapılmaktadır.
P
rojede 4 farklı Avrupa
Birliği üyesi ülkeden
ortakların katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Proje
ortağı ülkeler, İspanya, Polonya ve Yunanistan’dır.
Projede toplam 6 ortak bu-
NATUR (Doğa Turizmi) Projesi BaĢladı
Karatekin ÜniverÇ ankırı
sitesi’nin ortağı olduğu
NATUR (Doğa Turizmi)
projesinin açılış toplantısı
açılış toplantısı 26-29 Ocak
2011 tarihleri arasında Lizbon'da gerçekleştirilmiştir.
Y
rd. Doç. Dr. Sezai
Özçelik tarafından yürütülmekte olan proje kapsamında kırsal alanda yaşayanların iş gücü piyasasına girme şansını arttırmak
P
hedeflenmektedir. Ayrıca
yerel düzeyde doğa koruması ve yerel kültürün korunmasına yönelik sonuçlar
elde edilecektir.
rojenin hedef kitlesini
(1) Gelecekte iş kurmak isteyen girişimciler, (2)
yerel gelişme alanında faaliyet gösteren aktörler ve
belediye çalışanları, turizm
sektöründe çalışan ve bu
sektörün strateji ve politikalarını yönlendiren profesyoneller ve (3) turizm sektöründe bilgi, beceri ve yeterliliklerini geliştirmek isteyen
profesyoneller ve teknikerler oluşturmaktadır.
S
ürdürülebilir bir yaklaşım çerçevesinde doğa
turizminin gelişmesine yönelik strateji ve politikaların
tanımlanması ve kırsal bölgelerde
bu
konuda
farkındalık yaratılması
amaçlanmaktadır.
Genç Akademisyenler Topluluğu Kuruldu
opluluğun yetiştirme
niversitemiz İİBF öğrenÜ
cileri tarafından 2010- T programı kapsamında
2011 akademik yılında topluluk üyesi öğrencilere
bilimsel ve yabancı dil ağırlıklı bir eğitim programı sunulması planlanmaktadır.
Genç Akademisyenler Topluluğu kurulmuştur.
D
anışmanlığını
Yrd.
Doç. Dr. Reha Yılmaz’ın yürüttüğü ve 2010 yılının
Aralık ayında faaliyet izni
alan Topluluk, akademisyen
olmayı amaçlayan öğrencilere hitap ediyor. Uluslararası İlişkiler II. Sınıf öğrencisi Serhat Koç’um başkanlığını yürüttüğü Topluluk akademik etkinlikler yanı sıra
kültürel ve sportif faaliyetlerde de bulunmayı planlıyor.
3
Kırsal Kadınların
İşgücü Piyasasına
Dönmesi için Sürekli
Eğitim Yaklaşımının
Adaptasyonu:
Beypazarı Modeli
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Tel: 0376 212 83 63
Cumhuriyet Mah. Abalı İşhanı ÇANKIRI
NOT : Üniversite Öğrencilerine Yönelik İndirimlerimiz Devam Etmektedir.
4
Güler Yüzlü Bir Üniversite
ABC KIRTASİYE
Ali Yıldırım
0537 499 92 91
Kitap
Kırtasiye
Büro Malzemeleri
Fotokopi
PVC Malzemeleri
Spiral Cilt
Helezon Cilt
Karton Cilt
Gökalp Çankırı
Bayii
Cumhuriyet Mah. T.Fikret Cad. Hakan
Apt. No:6 / B-C Çankırı
Tel-Faks: (0376) 212 12 62 E-mail:
[email protected]
SÜRAT KARGO
Tel : 0 376 213 61 83
İsmail Hakkı Karadayı Mah. Cumhuriyet Cd. No: 16 ÇANKIRI
5
Uluslararası İlişkiler Bölümü
TÜRK DIġ POLĠTĠKASI’NDA NELER OLUYOR?
Yrd. Doç. Dr.
Muhittin DEMİRAY
Konuya böyle bir soru ile başlamak biraz garip gelse de aslında soru, “Türkiye‟de neler oluyor” sorusunun dış politika ile ilgili kısmını ihtiva etmektedir. Türkiye‟de neler oluyor ile Türkiye‟nin dış politikasında neler oluyor sorularının bağlantısının kurulması da gerekmektedir. Dış politika, bir ülkenin
sınırlarının ötesine yönelik gerçekleştirdiği tüm eylemeleri içine almaktadır. Burada eylemlerden
anlaşılması gereken, siyasi, ticari, kültürel vb. gibi tüm aktivitelerdir. Bu eylemleri kim yapmaktadır
sorusunu “devlet” diye cevap veririz. Daha doğrusu devleti temsil edenlerdir. Devleti temsil edenler
“kimin adına bu aktiviteleri gerçekleştirmektedirler” diye bir soru daha sorduğumuzda karşımız,
“millet” adına diye bir cevap çıkacaktır. Demek ki dış politika demokrasilerde devlet içinde örgütlenmiş bir milletin iradesi doğrultusunda onu temsil edenler tarafından icra edilmektedirler. Bu itibarla
demokratik siyasi yönetimlerde bir devletin dış politikası, milletin üzerinde mutabık olduğu genel
çerçeve içinde ve yine milletin iradesiyle oluşan sivil bir iktidar tarafından yürütülmektedir. İşte burada da yukarıda sorduğumuz “Türkiye‟de neler oluyor” ile “dış politikada neler oluyor” arasındaki
bağlantı ortaya çıkmaktadır. Çünkü hem iç politikadaki gelişmelere yönelik hem de dış politikaya
yönelik kararlar, milleti temsil eden iktidar tarafından alınmakta ve yürütülmektedir. Dolayısıyla günümüzde özellikle küreselleşme kavramı ile beraber düşünüldüğünde iç politika ile dış politikanın
birbirini etkileyen eylemler bütünü olduğunu, birbirlerinin neden ve sonuçlarını oluşturduklarını söylememiz mümkündür. Bu bakımdan birini diğerinden bağımsız ve ayrı düşünmek mümkün değildir.
Tek Parti Dönemi Dış Politikanın Restorasyonu:
Türk dış politikasında bugün neler oluyor sorusunun cevabının anlaşılması için Türkiye ve uluslararası düzenin geçirdiği dönüşümleri kısaca hatırlatmakta fayda vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı
İmparatorluğu‟nun tarihi ve kültürel mirası üzerinde kuruldu. Mustafa Kemal, 1923 Lozan Barış Antlaşması ile uluslararası alanda tanınan modern bir Türkiye oluşturmaya yönelik olarak ülkenin geleneksel ve toplumsal yapısını bir dizi devrimle değiştirdi. İçerde bu gelişmeler yapılırken dış politikada “yurtta sulh cihanda sulh” kavramı temel ilke haline geldi. Genç Türkiye Cumhuriyeti Lozan Anlaşması sonrası dış politikada statükocu bir yaklaşım sergileyerek mevcut olan uluslararası düzenin
korunması yolunda tavır aldı.
Çok partili dönem
Türkiye, Batı ile kurumsal işbirliği imkânını 2. Dünya Savaşı sonrası elde etti. Soğuk Savaş döneminde Doğu‟da hissedilen SSCB tehlikesi karşısında, Türkiye önce Kore‟de BM adına savaştı, ardından
1952 yılında batı savunma ittifakı NATO‟ya girerek, Batı ile kurumsal işbirliği bakımından önemli bir
adım attı. Menderes‟in çok yönlü dış politika çabaları Merkezi Antlaşma Teşkilatı‟nın (Bağdat Paktı‟nın 1955-1958) kurulması ile sonuçlandı. Avrupa ile işbirliğini geliştirmek amacıyla 1963 yılında
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ortaklık anlaşması yapıldı. 1960‟larda Kıbrıs‟ta Türklerin
hükümetten dışlanması ile sonuçlanan çatışmalar, Türkiye‟nin garantör devlet olarak 1974 yılında
adaya müdahalesini beraberinde getirdi. Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamalarda
ve Türkiye‟nin adaya çıkarma yapması karşısında Batılı müttefikler, Türkiye‟nin aleyhinde tavır aldılar. Bu durum Türkiye‟nin dış politikada kendi ulusal çıkarları ile NATO çıkarlarının örtüşmediğini
açıkça ortaya koydu.
Türkiye‟nin Dönüşümü: Aktif Dış Politika
“Türkiye’nin dıĢ politi-
kadaki yeni vizyonu,
Davutoğlu’nun ifadesiyle “Akil Ülke” imajının
yerleĢmesini sağlamaktır. Bu vizyonu tamamlayacak ve Türkiye’yi
21. Yüzyılda küresel
düzeyde sayılı ülkelerin
arasında yer almasını
sağlayacak olan ise Türkiye’nin kadim medeniyetler ile modernite
arasında bir köprü vazifesini yerine getirebilecek yeteneği, bilgi
birikimini ve tecrübeyi
kısa zamanda elde etmesi ile mümkün olacaktır. ”
80‟ler uluslararası düzende hızlı dönüşümlerin yaşadığı yıllardır. Bu dönemde Afganistan‟ın SSCB
tarafından işgali ile Soğuk Savaş‟ın gerilimli dönemlerinden biri yaşandı. 80‟lerin sonuna gelindiğinde ise Soğuk Savaş sonra erdi. Uluslararası sistem için yeni bir dönem başladı. Bu aynı zamanda 20.
yüzyılın sonu ve 21. yüzyıla geçiş dönemi anlamına gelmekteydi. Türkiye, 80‟li yıllarda Özal iktidarı
döneminde ile iç politikada 21. yüzyılı karşılamaya yönelik politikalar üretmeye çalışırken, dış politikada da geleneksel dış politikadan farklı olarak çok taraflı ve aktif politikalar yürütüldü. Özal, iktidarı
döneminde yeni yüzyıla evrilirken Türkiye‟nin toplumsal, siyasal ve kültürel alanlarda derinden dönüşüm sürecinin temellerini attı. AET‟ye 1987 yılında tam üyelik başvurusu yapılırken, aynı zamanda
Ortadoğu ülkeleri ile ekonomik ve siyasi ilişkilerin gelişmesi yolunda yeni bir anlayış ortaya kondu.
Türkiye, Özal döneminde Orient ile Okzident arasında bir geçiş güzergâhı ve denge unsuru olmak
istemekteydi. SSCB‟nin dağılması ile Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Özal‟ın ifadesiyle Türkiye için 300 yılda bir daha gelmeyecek bir fırsatı doğurdu. Bu dönemde
Türkiye üç boyutlu bir politika izlemeye başladı. Dış politikada Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi birinci
boyutu, İslam dünyası ve Avrasya ile ilişkilerin geliştirilmesi ikinci boyutu oluşturmaktaydı. Üçüncü
boyut ise birbirinden farklı ve zıt gibi görünen dış politikadaki yeni açılımların iç politikada siyasi,
ekonomik ve toplumsal dönüşüm süreci ve tarihsel miras anlayışı ile uyumlu hale getirilmesi çabalarını oluşturmaktaydı.
90‟lı yılların belirsizlikleri ve iç politikada yoğunlaşan PKK terörü nedeniyle dış politikaya hâkim
olmaya başlayan güvenlik merkezli anlayış, Avrupa Birliği‟nin 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye‟nin
AB adaylık statüsünün kabul edilmesi ile farklı bir düzlemde seyretmeye başladı. Zira AB, Türkiye‟ye
tam üyelik için aday olması yolunda verdiği yol haritası ile başka bir ifadeyle ulusal program çerçeve-
6
Güler Yüzlü Bir Üniversite
sinde iç politikada bir dizi anayasal değişikliklerin yapılmasını öngörmekteydi. DSP, MHP ve ANAP Koalisyonu döneminde
AB yol haritası çerçevesinde anayasal değişiklikler başladı. Türkiye‟nin 2001 yılında yaşadığı ekonomik bunalım 2002 yılında
iktidar değişimini beraberinde getirdi.
Kanat Ülkeden Merkez Ülkeye: Türkiye‟nin Yeni Dış Politikası
Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin (AK Parti) iktidara gelmesinden sonra Türkiye‟nin dış politikasında en önemli kırılma
noktalarından biri 1 Mart 2003 yılında TBMM‟de dış politikada yapılan oylamadır. İkinci kırılma noktasını ise Türkiye‟nin AB‟ne tam üyelik müzakere sürecinin 2004 Aralık ayında başlamasıdır. Ak Parti, AB üyeliği yolunda gerekli
anayasal düzenlemeleri gerçekleştirmeye çalışırken, TBMM‟de 1 Mart 2003‟te yapılan oylamada ABD askerlerinin Irak
işgali esnasında Türkiye topraklarını kullanma isteği reddedildi. TBMM bu oylama ile iktidar ötesinde bir irade göstererek, ABD isteğine hayır demesini bildi. Türkiye‟nin 2002 yılından bu tarafa iç ve dış politikasına damgasını vuran AK
Parti‟nin, ikinci Dışişleri Bakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 26 Mart 2003 tarihinde TBMM‟de yaptığı
konuşmada AK Parti‟nin dış politikada izleyeceği ilkelerin ipuçlarını vermekteydi. “Türkiye tarihine ve coğrafi konumuna yaraşır, önyargılardan ve saplantılardan arınmış, karşılıklı çıkar dengelerine dayalı bir politika izlemektedir. Bu
politika, ilkeli, dengeli ve gerçekçi olmak durumundadır.” Gül, konuşmasında a) Türkiye‟nin tarihsel sorumluluğuna
ve jeopolitik konumuna atıfta bulunarak izlenecek dış politikada bu faktörlerin önemine vurgu yapmakta; b) dış politikadaki ilişkilerde önyargılardan ve saplantı sayılabilecek davranışlardan uzak işbirliği esasında dayalı ve c) son olarak
dengeli ve gerçekçi politikayı, Türkiye‟nin izleyeceği yeni dış politikasının temel nitelikleri olarak ifade etmekteydi.
Türkiye, yeni dış politika stratejileri ile uluslararası alanda dikkati çeken bir ülke konumuna geldi. Komşu ülkelerle
“sıfır problem” stratejisi ile bu ülkelerle kronikleşmiş sorunları çözmeye çalıştı. Suriye ile stratejik ilişkilerin gelişmesi,
Ürdün, Lübnan‟la karşılıklı vizelerin kaldırılması konularında yapılan anlaşmalarla söz konusu ülkeler arasında siyasi
yakınlaşma ve ticaret hacminin gelişmesini sağlandı. Türkiye, Irak„ta devam eden iç çatışmaların tarafları arasında aktif
arabulucu görevi yürüterek, Irak‟ta yeni bir hükümetin kurulmasında etkin rol oynadı. Lübnan ile Suriye arasında Hariri
suikastından sonra yaşanan gerginliğin barışa dönüşmesinde, Suriye ile Suudi Arabistan arasındaki gerginliğin ortadan
kaldırılmasında ve çok konuşulan İsrail-Suriye arasında gerçekleştirdiği arabuluculuk girişimi, Türkiye‟nin bölgede
güvenliğin sağlanması, bölge ülkeleri arasında barışın, huzurun, istikrarın oluşması ve ülkeler arasında işbirliğinin geliştirilmesinde oynadığı rol dikkate değerdir. Türkiye‟nin 2008 yılında iki yıllığına BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine
157 oyla seçilmesi, uluslararası alanda Türkiye‟nin ulaştığı itibarı göstermesi açısında önemli bir kriter olarak değerlendirmek gerekir. Başbakan Erdoğan‟ın İsrail hükümetini Gazze‟deki saldırılar ve Mavi Marmara baskını nedeniyle net
bir şekilde eleştirmesi, Türk siyasi geleneği açısından alışılmışın dışında bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Başbakan Erdoğan‟ın Kasım 2010‟da Lübnan‟a gerçekleştirdiği ziyaretinde karşılanma şekli ve Türkmen Köyü
Kuvaşra‟da açık hava mitingine dönüşen bir kalabalık önünde yaptığı konuşmada verdiği mesajlar, Türkiye‟nin dış
politikadaki dönüşümünü ve aktif politikasını gözler önüne sermektedir. Son olarak İran ile ABD‟nin başını çektiği Batı
ülkeleri arasındaki nükleer enerji krizi bağlamında, BM Güvenlik Konseyi‟nin İran‟a uygulanacak ekonomik ambargo
konusundaki oylamada Brezilya ile birlikte ABD‟ye açık muhalefet etmesi ve ret oyu vermesi, Türkiye‟nin kendi ulusal
dış politikasını iddia edilenin aksine, gerektiğinde ABD‟den bağımsız yürütebilecek konuma geldiğini göstermesi açısından önemlidir. Nitekim ABD Dışişleri Bakan yardımcısı ve sözcüsü Philip J. Crowley resmi olarak ilk kez iki ülke
arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen ABD‟nin Türkiye‟nin uluslararası yeni konumun kabul ettiklerini ve Türkiye‟nin
uluslararası konumundan memnun olduklarını belirten bir açıklama yapmıştır.
Dış politikadaki bu açılımların sadece siyasi manevra ve kuru bir diplomasi ile yürütülmesi mümkün değildir. Siyasette
stratejik vizyon sahibi olmanın yanında tüm bu söylem ve eylemleri destekleyecek ekonomik altyapının olması gerekir.
Bu itibarla Türkiye son yıllarda ekonomik alanlarda yaptığı hamlelerle 2010 yılında 730 Milyar dolar GSYH‟ye ulaştı.
Avrupa Birliği ülkelerinin çoğu ekonomik krizle uğraşırken Türkiye % 6.8 ortalama büyümeye ulaştı. Türkiye, Dünya‟nın 17. Büyük ekonomisine sahip ve küresel ekonominin düzenleyicisi konumuna yükselen küresel sistem için
önemli ülkeler oluşturduğu Grup 20 (G 20) üyesi olarak küresel düzeyde söz sahibi olma yolunda ilerlemektedir.
Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Batı savunma ittifakı NATO‟nun kanat ülkesi olarak tanımlanmaktaydı. Türkiye bir
kanat ülke konumundan çıkarak bölündüğü bölgenin merkez ülkesi konumuna geldi. Türkiye‟nin dış politikadaki yeni
vizyonu dışişleri Bakanı Davutoğlu‟nun ifadesiyle “Akil Ülke” imajının yerleşmesini sağlamaktır. Mütevazı, bölgede
herkesi kendi ile eşit gören fakat bölgesel ve küresel düzeyde düzen kurucu bir perspektife sahip bir Türkiye oluşturulmak istenmektedir. Bu vizyonu tamamlayacak ve Türkiye‟yi 21. Yüzyılda küresel düzeyde sayılı ülkelerin arasında yer
almasını sağlayacak en önemli faktör, Türkiye‟nin Ortadoğu‟nun kadim medeniyetleri ile modernite arasında bir köprü
işlevini yerine getirebilecek yeteneği, bilgi birikimini ve tecrübeyi kısa zamanda elde etmesi ile mümkün olacaktır.
Fakat özellikle son zamanlarda Türk dış politikası ile yerli ve yabancı medyada çıkan yazılar ve analizler Türkiye‟nin
dış politikasını yöneten ve yönlendirenlerin işini kolaylaştırmamaktadır. Türkiye, bölgesel bir güç olmasına rağmen
henüz küresel ölçekte bir aktör konumunda değildir. Lübnan‟da yaşanan hükümet bunalımı, Türkiye‟nin diplomatik
etkinliğinin sınırlarını da göstermesi açısından önemli bir tecrübe olmuştur. Türkiye‟de kamuoyu ve dışarda Türkiye‟nin dış politikasına sempati ile bakanlar açısından ne kadar yüksek düzeyde beklentiler oluşursa, bu beklentilerin yerine
getirilememesi durumunda Türkiye‟nin kendisine ve yürüttüğü dış politikaya karşı hayal kırıklığı ve arkasından oluşacak güvensizlik o oranda büyük ve Türkiye açısından sarsıcı olacaktır. Bu bakımdan siyasetçilerin ve bürokratların
“temkinli diplomasiyi elden bırakmamaları gerekmektedir.
7
Uluslararası İlişkiler Bölümü
YURDIġI BURSLARI ĠLE YÜKSEK LĠSANS VE DOKTORA EĞĠTĠMĠ
B
Yrd. Doç. Dr.
Sezai ÖZÇELİK
u yazıyı yazmamın sebebi; Erasmus Öğrenci Hareketliliği ile yurtdışına gidecek
arkadaşlarla kendi deneyimimi paylaşmak ve onlara yol göstermektir.
1989 yılında üniversite hayatıma başladığımda yurtdışında eğitim konusunda fazla
alternatif mevcut değildi. Sadece Japonya‟da yüksek lisans için yurtdışı bursları vardı.
1994 yılında Mülkiye Uluslararası İlişkiler Bölümü‟nden mezun olduktan sonra hiç
aklımda olmamasına rağmen yurtdışında okuma fırsatı elde ettim. O yıllarda Kaymakamlık Sınavı gibi sınavlar yapılmadığı için 1992 yılında açılmış olan yeni üniversitelerin araştırma görevlisi olmak için sınavlara giriyordum. Maalesef Uluslararası İlişkiler bölümlerinin sınavları açılmadığı için Kamu Yönetimi Bölümü Kent ve Çevre Bilimleri Anabilim Dalı‟nda yüksek lisans yapmaya karar verdim. 1995 yılında Ankara
Üniversitesi Kent ve Çevre Bilimleri Yüksek Lisans Programı‟na kayıt yaptırdım. İki
dönem boyunca derslerimi alarak tez önerisi aşamasına kadar gelmiştim. Bu sırada
ÖSYM‟nin açtığı bir sınavı duydum. Yurt dışında yüksek lisans ve doktora eğitimi
için öğrenci alacakları ilanı verilmişti. Hemen ÖSYM merkezinden sınav başvuru formunu doldurup başvurumu yaptım.
Acılı bir günümde sınav sonucumu öğrendim. Amcamın vefat haberini aldığım gün Ankara‟dan sınav sonuç belgesi gelmişti. O gün hem büyük bir sevinci hem
de büyük bir hüznü yaşadım. Sınavı kazanmıştım.
Amerika Birleşik Devletleri‟nde yüksek lisans ve doktora eğitimi için 1416 sayılı kanuna tabi olan Milli
Eğitim Bakanlığı‟nın resmi burslu öğrencisi olmuştum.
O günden sonraki süreç bayağı zorlu olmuştu. İlk başta
MEB ile bir taahhütname imzaladım. Buna göre, aldığım bursun iki katı süreyle mecburi hizmet yükümlülüğü altına girmiştim. O günlerde bunun ne anlama geldiğini düşünmemiştim bile. İkincisi, üç tane kefil bulmak ve onlara da taahhütname imzalatmak zorunda
idim. Kefillerin de devlet memuru olması şartı vardı.
Bürokratik işlemlerden sonra İngilizce seviye sınavına girdim ve ODTÜ‟nün sınavını
geçtim. Mülkiye‟de bir yıl Hazırlık okumam işe yaramıştı. Fakat bu durum bir anlamda işimi de zorlaştırdı. Sınavı geçemeyen diğer burslu arkadaşlar ODTÜ‟de İngilizce
Hazırlık eğitimi aldı. Ben ise ABD‟de kendime okul arama çalışmalarına başladım.
“Yurtdışında okumanın bana birçok getirisi ve
götürüsü olduğunu düşünüyorum.
Bir kere daha gitmeyi ve bazı şeyleri farklı yapmayı
isterdim. Gittiğimden dolayı
pişman olduğum
anlarım olmuştur.
Fakat şu anda
gittiğim için çok
memnunum.”
İlk olarak, Ankara‟daki Fullbright Ofisi‟ne gittim. Oradaki uzman bana ABD‟de nasıl
okul bulunacağını ve yapmam gerekenleri anlattı. ABD‟de bir okuldan kabul alabilmem için TOEFL (İngilizce seviye sınavı) ve GRE (ALES benzeri bir sınav) sınavlarından iyi bir derece almam, İngilizce transkriptler (hem lisans hem yüksek lisans
için), motivasyon mektubu, 3 tane referans mektubu ve başvuru formu doldurmam
gerekiyordu. Finansal durumum için MEB İngilizce bir mektup vermişti. İlk olarak,
TOEFL sınavını halletmem gerekiyordu. O sırada Ankara‟da TOEFL kursları azdı. En
iyisi olan Amerikan Kültür TOEFL kursuna yazıldım. Zaten TOEFL sınavını Ankara‟da sadece Amerikan Kültür yapabiliyordu. İlk sınavdan 553 almıştım. Fena sayılmazdı
fakat iyi üniversiteler için 575-600 aralığında bir sonuç almalıydım. GRE sınavına da
test kitapları ile hazırlandım. Ondan da 1260 puan aldım. Bu sonuçlardan sonra 1996
Güz dönemi için başvuru yapmaya başladım. 1995 yılı ve 1996 Ocak-Şubat aylarına
kadar başvuru yapabilirdim. Tabii bütün bunları yaparken tek başımaydım. ODTÜ‟de
İngilizce kursuna giden arkadaşlar en azından birbirlerine yardım edebiliyorlardı. Benim öyle bir şansım olmamıştı.
Bunun üzerine bir Danışmanlık şirketine gittim. Onlarla her bir okul başvurusu için
100 dolar üzerinden anlaştım. Bana danışmanlık yaptılar; fakat o parayı hak edecek
fazla bir şey de yapmadılar. Ama başvurularımı yolladım. Ve University of
8
Güler Yüzlü Bir Üniversite
Dayton‟dan kabul aldım. Bu ilk kabulüm idi. TOEFL‟ı yükseltmek için tekrar sınava girdim. Ama bu sefer
550 almıştım.
1996 yılı başlarında MEB‟e gittim. ODTÜ‟de kursa giden öğrencileri 3 aylığına ABD‟ye İngilizce kurslarına göndermek için hazırlık yapıyorlardı. Ben sadece onlara University of Dayton kabulünü verebilmiştim.
Şansıma beni de İngilizce Hazırlık kursuna göndereceklerini söylediler. Bu beni rahatlatmıştı bir parça.
Mayıs ayında 8 tane arkadaşımla
beraber bizi Washington D.C.‟deki
American University‟ye İngilizce
Hazırlık kursuna yollamaya karar
verdiler. Tabii ilk önce ABD vizesi almam gerekiyordu. THY‟den
uçak bileti rezervasyonu yaptırdıktan
sonra
American
University‟den gelen belgeler
(kabul yazısı, J-1 vize başvuru
belgesi) ve kendi belgelerim ile
beraber J-1 vizesi için başvurdum.
Sadece İngilizce Hazırlık dönemi boyunca yani 31 Ağustos 1996‟ya kadar vize aldım. J-1 vizesinin ne kadar katı bir vize olduğunu ve ABD‟de kalmanın bu vize ile ne kadar zor olduğunu sonradan öğrendim. Tüm
işlemlerim bitmişti. Artık ABD‟ye gidebilecektim. Ama bu yolun başlangıcı bile değildi. Daha önümde
bilinmeyen birçok denklem var gibiydi. Üniversiteyi ailemden uzakta okumuştum. Fakat şimdi başka bir
kıtaya gidecektim. 23 yaşında da olsam zor bir tecrübe olacaktı.
05 Mayıs 1996‟da Ankara Esenboğa Havalimanından sabah 09.00 uçağı ile İstanbul‟a oradan da New York
JFK‟ya uçtum. JFK Havalimanından Delta Airlines ile Washington National Airport‟a indim. İstanbul‟daki
uçakta diğer 8 arkadaşımla buluşmuştuk. Bir başka iyi nokta ise iki kişi dışında hepimiz Uluslararası İlişkiler eğitimi almak için aynı yere gidiyorduk. Birbirimize yardımcı olabilirdik. 8 kişi içinde 5 tanesi benim
Mülkiye‟den sınıf arkadaşım idi. Oraya gidince beraber ev tuttuk. Bize verilen 1100 dolarlık bursla geçinmek için aynı apartman dairesinde 3 kişi kalıyorduk. Tabii aynı yere gitmemizin handikapını daha sonra
anladım. İngilizcemiz daha iyi gelişebilirdi. Ayrıca ABD tecrübesini daha iyi ve faydalı yaşayabilirdik.
05 Mayıs 1996‟da gittiğim Amerika maceramı İngilizce Hazırlık kursunu (Mayıs-Ağustos 1996) yüksek
lisansımı American University (Washington D.C.) (Eylül 1996-Agustos 1998) ve doktoramı George Mason
University (Fairfax, Virginia) (Eylul 1998- Agustos 2004)‟de bitirerek toplam 8 yıl 4 ay kalıp 12 Eylül
2004‟te Türkiye‟ye dönerek tamamladım. Yurtdışında okumanın bana birçok getirisi ve götürüsü olduğunu
düşünüyorum. Bir kere daha gitmeyi ve bazı şeyleri farklı yapmayı isterdim. Gittiğimden dolayı pişman
olduğum anlarım olmuştur. Fakat şu anda gittiğim için çok memnunum.
Erasmus‟la ve diğer fırsatlarla yurtdışına gidecek arkadaşlara fırsatları değerlendirip 3 gün bile olsa yurt
dışına gitmelerini tavsiye ederim. Son bir not; şu anda gerçekten daha fazla fırsatlar var: Erasmus, AB
Gençlik Projeleri, Avrupa Gönüllü Hizmeti (AGH), v.b.
Belki başka bir yazıda ABD‟de okuma tecrübelerimi paylaşırım. Ama giderken birçok zorluklar oldu. Okurken ve yaşarken de zorluklar oldu. Yine de tüm bu zorluklar sonunda kazanılan tecrübeler siz genç arkadaşlarımızın ileriki yaşamlarında iyi yerlere gelmelerini sağlayacaktır.
Son olarak, Mnemonik tekniği ile ERASMUS‟u tamamlayın. İlk harf şöyle olabilir.
E AT
R ...
A ...
S ...
M ...
U ...
S ...
9
Uluslararası İlişkiler Bölümü
ÇOK BOYUTLU TÜRK DIġ POLĠTĠKASI VE G.KAFKASYA’YA ETKĠSĠ
K
üreselleşme süreci Türkiye üzerinde yüksek düzeyde etkiler bırakmıştır.
Küreselleşmenin etkilediği alanlardan birisi de dış politikadır. Bu durumun temel bir nedeni, Türkiye‟nin jeo-stratejik konumundan kaynaklanmaktadır. Öte yandan, küreselleşmenin güvenlik boyutu, Türkiye‟yi uluslararası terörizmle mücadele, silahların kontrolü ve silahsızlanma, yasadışı göç, uluslar
arası suçlarla mücadele gibi konularla çok daha kapsamlı ve derin bir şekilde
uğraşmaya, bu konularda bölgesel ve uluslararası işbirliğinde öncü rol almaya
yöneltmiştir.
Yrd. Doç. Dr.
Reha YILMAZ
Türk dış politikası kuruluşundan itibaren, Atatürk tarafından geliştirilen
"Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesi doğrultusunda, uluslararası barışı hedefleyen bir dış politika izlemiştir. Ancak, bu ilke dünya politikasında etken bir siyaset izlemekten ziyade edilgen bir siyaset olarak algılanmıştır. Ancak, Turgut
Özal‟la birlikte, Globalleşmenin de etkisiyle Türk dış politikası evrim geçirmiş
ve çok boyutlu yeni bir dış politika geliştirilmiştir. Bu dönem Türk dış politikasının başlıca amacı, gerek Türkiye‟de, gerek bölgesinde, barış ve refah üzerine kurulu, istikrarlı, işbirliğine dayalı ve beşeri kalkınmayı sağlayacak bir
ortamın yaratılmasıdır.
Yeni Türk dış politikası, ülke güvenliğinin sağlanmasını, ulusal çıkarların
korunması, ülkesel kalkınma ve refah
için gerekli dış kaynakların teminini,
dost ve müttefikler edinilmesini, Türkiye‟nin çağdaş dünya içindeki yerinin korunmasını ve güçlendirilmesi
hedeflenmiştir. Bütün bu hedeflerin,
başta komşular olmak üzere, bütün
ülkelerle iyi ilişkiler ve işbirliği ortamının tesisi, uluslararası barış, istikrar,
güvenlik ve refaha katkıda bulunulması yoluyla gerçekleştirilmesi ilke edinilmiştir.
“Türkiye, çok boyutlu siyasetin bir
gereği olarak Kafkasya’da barıĢın
sağlanmasına yönelik yoğun bir çalıĢmaya girmiĢtir.”
“Türkiye’nin bölgede daha etkin
olmasını sağlayacak bir diğer husus
da bölgede menfaati olan devletlerle
yakın bir iliĢkiye
girilmesidir.”
Türkiye, günümüzün küreselleşmiş dünyasında, uluslararası toplumun aktif ve
sorumlu bir üyesi olarak, Batı‟yla Doğu‟yu, Kuzey‟le Güney‟i uzlaştırmak
yönünde çaba sarfeden, tüm bölgelerde etkinlik gösteren bir aktördür. Avrasya‟nın merkezindeki konumu ve geniş bir alana yayılan tarihi ve kültürel bağlarıyla, kültürlerarası diyalog ve etkileşimin geliştirilmesinde bir çok bölgede
önemli bir katalizör işlevi görmektedir. Bu bölgelerden birisi de Kafkasya‟dır.
Globalleşen ve bunun doğal sonucu olarak çok boyutlu hale gelen Türk dış
politikasının Kafkasya siyasetinin amaçlarını genel olarak iki başlık altında
toplamak mümkündür.
1.
2.
Güney Kafkasya‟da barış ve istikrarın korunması,
Güney Kafkasya‟da olabildiğince çok tarafın katılımıyla gerçekleştirilecek bir işbirliği platformunun oluşturulması.
Bu iki amacın gerçekleşmesi için Türkiye‟nin aktif bir diplomasi uygulamıştır.
Ancak bu diplomasi henüz istenen sonuçları vermemiştir. Zira, gerek siyasi,
gerekse ekonomik istikrar ve işbirliğinin sağlanmasını engelleyecek bir çok
10
Güler Yüzlü Bir Üniversite
faktör mevcuttur. Gerek bölgedeki ayrılıkçı bölgeler sorunu, gerekse Batı, Rusya, İran ve Türkiye
denkleminde güç savaşı siyasi ve dolayısıyla ekonomik birliğin karşısında bir set oluşturmuştur.
Ayrıca bölge halkları arasında Sovyet döneminde gerçekleştirilen kalıcı düşmanlıklar da bölgesel
uzlaşı ve işbirliğinin gerçekleştirilmesini engelleyen bir diğer faktör olmuştur.
Bununla birlikte Türkiye, çok boyutlu siyasetin
bir gereği olarak Kafkasya‟da barışın sağlanmasına yönelik yoğun bir çalışmaya girmiştir. Kuvvet
yoluyla toprak ilhakına karşı, devletlerin toprak
bütünlüğüne saygılı bir politika izleyen Türkiye,
Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki ihtilafı
çözmek için başından beri olağanüstü gayretler
sarf etmiştir. Aynı şekilde, Gürcistan ile Rusya
arasındaki ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya
sorunlarının çözüme kavuşturulması için diplomasi trafiği başlatmıştır. Kafkasya‟da İşbirliği ve
İstikrar Platformu‟nun kurulmasına yönelik bir
çok deneme yapan Türkiye, tüm bölgeyi tek bir
çatı altında toplayarak anlaşmazlıklara tek ve
toplu bir çözüm getirilmeye çalışmıştır. Bu çerçevede bölge devletleriyle işbirliğinin arttırılmasına
çalışılırken, diğer yandan bölgede menfaati olan bölgesel ve küresel güçlerle ilişkilerini geliştirerek bölgesel sorunlara ortak akıl geliştirmek için harekete geçmiştir. Son dönemde de bunun
olumlu sonuçlarını elde etmeye başlamıştır.
Türkiye‟nin “Komşularla Sıfır Problem” ilkesi üzerine kurulu yeni çok boyutlu siyasetinin Kafkasya‟daki sorunlara daha etkin çözümler getirebilmesi için öncelikle bölgedeki devletlerin özel
durumları dikkate alınmalıdır. Zira, bölgedeki 3 ülkenin (Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan)
sosyal, siyasi ve ekonomik durumları ve özellikleri birbirinden önemli oranlarda farklılık göstermektedir. Gelişmişlik düzeyi, dış unsurlardan etkilenme oranı, iç baskı gruplarının aktif siyasete
etkisi vb. unsurlara göre yapılacak bir değerlendirme Türkiye‟nin bölgedeki faaliyetlerini etkin
kılacak ve bölge devletlerini Türkiye‟ye daha da yaklaştıracak, tekliflerine daha sıcak yaklaşmalarını sağlayacaktır.
Türkiye‟nin bölgede daha etkin olmasını sağlayacak
bir diğer husus da bölgede menfaati olan devletlerle
yakın bir ilişkiye girilmesidir. Kafkasya çok önemli
bir stratejik mevkide olduğu için pek çok ülkenin
ilgisini çekmektedir. Bölgeyi kendi menfaatleri
doğrultusunda şekillendirmek, yeniden yapılandırmak isteyen bölgesel ve küresel güçler bölgedeki
her türlü girişimle doğrudan ilgilidir. Bu nedenle,
Türkiye‟nin bölge politikasının kalıcı ve yapıcı sonuçlar meydana getirmesi için bölgeye etki eden
güçlere yönelik ayrı bir çalışma yapması kaçınılmazdır. Zira bölgeye doğrudan etki etme yeteneği
ve gücüne sahip Rusya, İran ve Batılı ülkeler hatta Uzak Doğu üçlüsü (Çin, Japonya, Güney Kore) Türkiye‟nin bölgesel politikasına etki edecek önemli unsurlardır. Çünkü, bu ülkelere yönelik
politikaların olumlu yada olumsuz gelişimi Türkiye‟nin bölgedeki varlığını ve etkileyiciliğini,
siyasi manevralarının bölge ülke ve halkları tarafından kabulünü doğrudan etkileyecektir. Ayrıca,
bölge devletleri, bölgesel ve küresel güçlerin bölge menfaatlerinin uzlaştırılması gereklidir. Bu da
ancak ekonomik unsurlar üzerine kurulu geniş katılımlı bölgesel bir işbirliği platformu oluşturmaktan geçmektedir.
11
Uluslararası İlişkiler Bölümü
TÜRKĠYE-AB ĠLĠġKĠLERĠ NEREYE GĠDĠYOR?
2
010 yılı gerek AB, gerekse Türkiye için zor bir yıl oldu. AB, başta Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İspanya gibi ekonomik iflasa giden üye ülkeleri
için tedbirler almaya çalışırken, Türkiye ile müzakerelerde gözle görülür bir
ilerleme sağlanamadı.
Yrd. Doç. Dr.
Hatice YAZGAN
Müzakere performansı; Türkiye‟nin AB müktesebatına uyumu için mevzuatın
fasıllara bölündüğü ve ilgili fasıl içeriğini kendi hukukuna aktardığı süreçteki
ilerleme ile ölçülecekse; müzakere süreci durma noktasına geldi sonucuna varılabilir. Zira AB Kıbrıs sorununun çözümünü diğer bazı fasıllar için önşart
olarak koyduğu için açılamayan fasıllar yanında, Fransa ve Güney Kıbrıs‟ın
bloke ettiği fasıllar da mevcut. Durum teknik olarak böyle iken; Türkiye ve
AB kamuoylarının birbirlerine karşı olumsuz tutumları, durumu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.
2011 yılında neler olabilir?
1 Ocak 2011 tarihinde Macaristan, AB Dönem Başkanlığı‟nı Belçika‟dan devraldı. AB‟de “trio” olarak adlandırılan üçlü Başkanlık mekanizmasına göre;
ilgili dönem başkanlığını üstlenen ülke, takip eden iki dönemde başkanlığı üstlenecek ülkelerle devamlılığı sağlamak üzere yakın işbirliği içinde çalışıyor.
Bu çerçevede, Ocak 2010-Haziran 2011 tarihleri arasında görev yapan üçlü
Başkanlık- İspanya, Belçika ve Macaristan- ortak bir program oluşturdu. Bu
Program yanında, her bir Dönem Başkanlığı‟nın kendine özgü hedefleri de
bulunuyor. Dönem Başkanlıklarının Türkiye ile müzakerelerde bir ya da birkaç
fasıl açma hedefi de dönem başında belirtilen noktalardan biridir. Sona eren
Belçika Dönem başkanlığı sırasında hiçbir fasıl açılamazken, Macaristan, Türkiye ile müzakerelerde ilerleme sağlama
hedefini öncelikleri arasında saydı.
Dönem Başkanı ülkenin inisiyatifi ile müzakerelerde ne kadar ilerleme sağlanabilir? Öncelikle sorunun özünde yatan teknik problemleri incelemek gerek.
“Türkiye‟nin AB
üyeliği hedefinden vazgeçmesi
gibi bir seçenek
rasyonel gözükmemektedir. AB‟nin şu an ekonomik krizde olması
da bu gerçeği değiştirmemektedir.
Zira Türkiye‟nin
en yakın ticari
ortağı yine AB
ülkeleridir.”
Kıbrıs sorunu
Türkiye‟nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‟nin adada çözüm için desteklediği Annan Planı, Güney Kıbrıs tarafından reddedilmesine ve bir anlamda
Güney Kıbrıs çözümsüzlüğü sürdüren taraf olarak görülmesine rağmen 2004
yılında AB‟ye tam üye olarak kabul edildi. Bu durum Türkiye‟nin AB‟nin
Kıbrıs konusunda objektif davranmadığına dair kanaatini pekiştirdi. Sonrasında; Türkiye‟nin 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Antlaşması hükümlerini
2004 yılında Güney Kıbrıs da dâhil AB‟ye yeni katılan ülkeleri de kapsayacak
biçimde genişletmesi yükümlülüğünün, KKTC‟den AB ülkelerine ticaret yapılmasını sağlayacak düzenlemelerin Güney Kıbrıs vetosu ile yürürlüğe girememesi ile birlikte değerlendirilmesi ve karşılıklı olarak restleşilmesi ilişkileri
tam bir çıkmaza soktu. Bu durumun Türkiye açısından en olumsuz sonucu, AB
tarafından Kıbrıs sorununun çözümünün müzakere fasıllarının açılması için ön
şart olarak konması oldu.
12
Güler Yüzlü Bir Üniversite
Türkiye ve AB arasındaki sorunların nedenini tek bir tarafta aramak, çözümsüzlüğe katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramaz. Konuya her iki taraf açısından bakıldığında karşımıza şöyle bir
tablo çıkıyor. Öncelikle AB‟nin Kıbrıs politikasında zaman zaman basiretsizlik sergilediği açıktır.
Küçük bir AB ülkesinin, AB politikalarında bu denli etkili olarak, Birlik mekanizmalarını kendi
çıkarları için kullanmasına izin verilmesi, bir “Değerler Birliği” olarak AB‟yi, çatışmalara çözüm
bulma misyonunun gerisine düşürmektedir.
Kıbrıs sorunundan bağımsız olarak, bazı AB liderlerinin popülist söylemlerle Türkiye karşıtlığı
yaratmaları da sorunları derinleştirmektedir. AB‟nin Türkiye‟ye karşı güvenilir bir ortak tavır ortaya koyması, Türkiye tarafında şüphelerin dağılmasını ve kararlılıkla hareket edilmesini sağlayacaktır.
Türkiye‟de ise son yıllarda gerçekleştirilen kamuoyu araştırmalarında AB‟ye üyelik isteğinin
azaldığı, bundan da vahimi AB‟nin Türkiye‟yi istemediğine ve asla üye olarak kabul etmeyeceğine dair inancın pekiştiği görülmektedir.
Ancak dogmatik ve yüzeysel fikirlere kapılmadan, partiler üstü bir kararlılıkla hareket edilmesi
gerekmektedir. Kıbrıs sorununun çözümünde de açık bir iletişim dili kullanılmalı, her iki tarafın
hassasiyetlerinin dikkate alındığı bir uzlaşı zemini yaratılmalıdır. Türkiye, AB‟de yaşanan ciddi
ekonomik krizin aksine ekonomik olarak güçlü durumdadır. Son yıllarda coğrafi konumunun gerektirdiği çok boyutlu dış ve ekonomik politikaları başarıyla uygulamaktadır. Ancak; Türkiye‟nin
çevresindeki ülkeler AB üyesi ve daha çok AB ile yakın ekonomik ilişkide olan ülkelerden oluştuğundan, Birliğin standartlarında üretim ve hizmet sağlamakta ve talep etmektedirler. Bunun yanında Türkiye‟nin AB adaylığı başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede çok olumlu
etkiler yaratmaktadır.
Bu bilgiler ışığında, Türkiye‟nin AB üyeliği hedefinden vazgeçmesi gibi bir seçenek rasyonel gözükmemektedir. AB‟nin şu an ekonomik krizde olması da bu
gerçeği değiştirmemektedir. Zira Türkiye‟nin en yakın
ticari ortağı yine AB ülkeleridir. Bunun yanında AB‟nin Türkiye‟den yerine getirmesini talep ettiği (ve diğer tüm aday ülkeler için öngördüğü) Kopenhag kriterlerinin içeriğini; demokrasi, insan hakları, hukukun
üstünlüğü gibi her bireyin doğuştan sahip olması gereken, doğal ve insanca yaşamasını sağlayacak haklar oluşturmaktadır. Bu konularda AB‟nin Türkiye‟de eksiklik olarak addettiği uygulamalar, Türk vatandaşlarının demokratik bir ortamda yaşamını sürdürmesi için yeniden düzenlenmesi gereken noktalardır, AB tarafından uygulanmaya zorlanan bir külfet olarak algılanmamalıdır.
Netice itibariyle, 2011 yılının ilk altı ayı için yoğun bir gündeme sahip olan Macaristan Dönem
Başkanlığı Türkiye ile yeni bir fasıl açma isteğini belirtse de, Kıbrıs sorunundaki çıkmaz aşılmadıkça müzakerelerde kısa dönemde çok büyük bir ilerleme sağlanması zor gözüküyor.
TÜRKĠYE’NĠN EN BÜYÜK HAZĠNESĠ: GENÇLER
Nüfusunun yarısından fazlasını gençlerin oluşturduğu Türkiye‟de, AB ile ilişkilerin odak noktası
da “gençler” olmalıdır. Sorgulayan, çözüm üreten, en az bir yabancı dili çok iyi konuşabilen, uluslararası olaylara çok boyutlu bakabilen gençler, gelecekte Türkiye‟nin kaynakları doğru kullanıldığı takdirde ulaşılması çok da zor olmayacak hedeflerini yerine getirecek bireyler olacaktır. Bu
açıdan bakıldığında gerek Türkiye, gerekse AB açısından, ağaçlara bakmaktan ormanı göremeyen
bir yaklaşımla, konunun özüne odaklanmak yerine ayrıntılarla vakit kaybetmek, gençlerimizin
önündeki geleceği ertelemekten başka bir işe yaramayacaktır.
13
Uluslararası İlişkiler Bölümü
TUNUS VE MISIR’DA YAġANAN GELĠġMELER VE OLASI SONUÇLARI
S
on günlerde Tunus ve Mısır’da yaşanan gelişmeler uluslararası kamuoyunun dikkatini Ortadoğu’ya çevirdi. Her iki ülkede de halkın iktidardaki yönetimlere karşı ayaklanması, bölgedeki diğer rejimlerin geleceği konusunda da soru işaretlerine neden oldu.
“Halk hareketlerinin” özellikle Yemen, Ürdün, Suriye ve hatta İran’a bile sıçrayabileceği
tartışılır hale geldi. Peki, bu olaylar Ortadoğu’da köklü ve geniş çaplı bir değişimin ilk
işaretleri olarak değerlendirilebilir mi? İslam ülkelerinde siyasi rejimler değişime gebe
mi? Türkiye’nin bu gelişmelerdeki payı nedir ve bu gelişmelerden nasıl etkilenir? Bu gibi
sorulara yanıt bulabilmek için Tunus ve Mısır’da yaşanan gelişmeleri kısaca özetlemekte fayda var.
Arş. Gör.
Ömer AK
“[Tunus ve Mısır‟da yaşanan
gelişmeler] hem
bölgenin
dönüşümünde
Türkiye‟nin
önemli bir rol oynayacağı; hem de
bölgede yaşanacak olan dönüşüm sonucunda
Türkiye‟nin çok
boyutlu dış politika vizyonu
çerçevesinde
daha geniş bir
hareket sahası
kazanarak etki
alanını
genişletebileceği
şeklinde
yorumlanabilir.”
Tunus 1956 yılından bu yana cumhuriyet rejimiyle yönetilen bir ülke. Habib Burgiba
1956–1987 yılları arasında kısmen Fransa, kısmen Türkiye modellerini örnek alan, demokrasiyi uzun vadeli hedef olarak koymasına rağmen zaman zaman antidemokratik
uygulamalara imza atan bir yönetim uyguladı. Katı bir laiklik anlayışı çerçevesinde uygulanan bir modernizm politikası sonucunda, kişisel hak ve özgürlükler ikinci plana atılarak baskıcı uygulamalara imza atıldı. Burgiba döneminin bıkkınlığı ve yorgunluğu neticesinde, çeşitli halk kesimlerinin desteğiyle yönetime gelen Zeynel Abidin Bin Ali, %
99’a yakın oylarla 23 yıl boyunca iktidarda kaldı. Eski istihbaratçı Bin Ali döneminde
iktidarın kişisel amaçlarla kullanılması neticesinde ülke bir “mafya devleti” haline geldi.
Modernist ve Seküler olarak tanımlanan Bin Ali’nin demokrasi ve insan hakları karnesi
de hiç parlak sayılmazdı. Antidemokratik
uygulamalar ve insan hakları ihlalleri halkın
öfkesini çoğalttı. Ekonomideki ciddi sorunlar, özellikle işsizlik nedeniyle toplumdaki
gerginlik arttı. 17 Aralık 2010 tarihinde
Tunuslu genç bir seyyar satıcının meyvesebze tezgahına el konulması nedeniyle
kendini yakması ve hayatını kaybetmesi
ise bardağı taşıran son damla oldu. Halkın
isyan etmesi nedeniyle çıkan olaylar sonucunda Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda
kaldı. Fransa’ya kabul edilmeyen Bin Ali
önce Malta’ya, daha sonra ise Suudi Arabistan’a kaçtı. Şu anda Tunus halkı, herkesin
katılabileceği serbest seçimlere hazırlanıyor.
Kimilerinin Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan ve Soros destekli renkli devrimlere referansla “Yasemin Devrimi” olarak adlandırdığı, ancak dış kaynaklı olmaktan çok Tunus’un kendi dinamikleri sonucunda ortaya çıkmış gibi görünen “halk hareketi”nin en önemli sonucu, diktatörlüklerin devrilmesinin mümkün olduğunu diğer Ortadoğu ülkelerine
göstermesi oldu. Arap dünyasında ilk kez bir rejim halk tarafından devrildi. Bu devrimi
Batı yanlısı bir “Renkli Devrim” ya da gerici bir “İslam Devrimi” olarak adlandırmak,
özelde Tunus, genelde ise Ortadoğu’daki toplumsal dinamikleri yok saymak anlamına
gelecektir.
Tunus’ta başlayan hareketler kısmen Yemen ve Cezayir’e de yansıdı ancak Mısır’ı ciddi
ölçüde sarstı. Hasan Cemal, 2 Şubat 2011 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki yazısında, Mısır’da halkın neden ayaklandığını şu şekilde özetliyor: “İşsizlik... Yoksulluk… Ekonomide devletçilik... Sosyal adaletsizlik... Gelecek umudu olmayan gençlik... Yozlaşmış siyasal liderlik... Yolsuzluk ve rüşvete batmış devlet... Arkasındaki en büyük güç halk değil
ordu olan siyasal rejim... Demokratik hak ve özgürlüklere nefes aldırmayan polis devleti... Bir de diktatör!”
Bütün bunlar bir araya getirildiğinde Batı yanlısı Mübarek rejiminin yine Batı destekli bir
halk hareketi aracılığıyla devrilmeye çalışıldığını söylemek mümkün görünmüyor. Zaten
Mübarek rejimi bölgede İsrail’in varlığının en büyük teminatlarından birisi ve Batı’nın,
özellikle ABD’nin en önemli müttefikleri arasında. Mübarek, içeride ordunun, dışarıda
ise ABD’nin desteğiyle, 1977-78 yıllarında Enver Sedat tarafından başlatılmış olan
Camp David barış sürecini devam ettirdi ve Mısır-Gazze sınırını (Refah Geçidi) kapalı
tutarak İsrail’in Filistin’i kontrol altında tutmasını kolaylaştırdı. Bu nedenle İsrail, Mısır’da
istikrarın korunması ve Mübarek rejiminin desteklenmesi gerektiğini vurgulayarak Batılı
müttefiklerini bu yönde ikna etmeye çalışıyor. Ayrıca mevcut haliyle Mısır hükümeti,
14
Güler Yüzlü Bir Üniversite
ABD’nin de bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi. Ancak Mısır’daki gelişmeleri uzun süre sessizce izleyen Obama yönetimi, 1 Şubat 2011 tarihinde düzenlenen ve bir milyondan fazla kişinin katıldığı “Milyonların
Yürüyüşü”nün ardından, Mısır’daki değişimi engellemesinin artık mümkün olmadığını fark etti ve bir açıklama
yaparak “Mısır’da bir an önce barışçıl değişim yapılması” gerektiğini vurgulamak zorunda kaldı.
Bu açıklamadan birkaç saat önce Mübarek, Eylül
2011’de yapılacak olan seçimlerde aday olmayacağını
açıklamıştı bile. Ancak kimileri bu durumu, Mübarek’in
zaman kazanmak için bir manevrası olarak değerlendiriyor. Yine de Mısır’daki gelişmeler incelendiğinde, bu
manevranın başarılı olamayacağını ve Mübarek’in zaman kazansa bile kendi sonunu engelleyemeyeceğini
söylemek mümkün.
Öte yandan Mısır’da yaşanan ayaklanmanın İslamcı bir
tonu olmadığını da söylenebilir. Öyle olsaydı, Mısır’ın
en güçlü ve örgütlü muhalefet topluluğu olan Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) hareketlerde daha
aktif rol alması beklenebilirdi. Ancak İhvan’ın pasif bir
rol oynamayı tercih ettiği görülüyor. Radikal İslamcı çizgisiyle tanınan İhvan, Mısır’ı yönetmeye aday olmaktan kaçınıyor olabilir. Süreçte öne çıkması halinde, ılımlılık yönünde bir esmene göstermesi mümkün olmadığı için radikal bir dönüşümü yüklenmek zorunda kalacak olan İhvan, bu riski almayı tercih etmiyor da olabilir.
Sebep ne olursa olsun, İhvan’ın pasif kalmayı tercih etmesi nedeniyle, Nobel Barış Ödülü sahibi muhalif lider
Muhammed El Baradey ön plana çıkıyor.
Kısacası Tunus’ta yakılan ve Mısır’dan Ortadoğu’ya yayılmaya başlayan ateş, Batı yanlısı ya da İslamcı olmaması ve toplumsal dinamiklere dayanması nedeniyle gelip geçici olmaktan uzak göründüğü için bölgedeki
yönetimlerin, özellikle diktatörlüklerin korkulu rüyası haline gelmiş durumda. Ürdün Kralı Abdullah önlem olarak hükümeti değiştirdi. Lübnan’da geçici hükümetin başbakanı olan Saad Hariri’nin taraftarları, Lübnan
Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın hükümeti kurma görevini Hizbullah grubunun adayı olarak 65 milletvekilinin desteğini alan Necip Mikati’ye verme ihtimalini protesto etmek amacıyla başta başkent Beyrut olmak üzere ülkenin birçok şehrinde gösteriler yapıyor.
Peki, olaylar Suriye ve İran’a sıçrar mı? Bu konuda tahmin yürütmek için henüz erken. Ancak Ortadoğu’da
halkların artık yönetimlere eskisi kadar kolay boyun eğmediği bir gerçek. Kısa vadede olmasa bile orta veya
uzun vadede gelişmelerin bir şekilde Suriye ve İran’a da sıçraması beklenebilir.
Halkın çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen, yerleşmiş bir demokratik yönetime sahip olan tek ülke olan
Türkiye’nin bu gelişmelerde az da olsa payı olduğu söylenebilir. Özellikle Başbakan R.T. Erdoğan’ın Davos
Zirvesi’ndeki ünlü “One Minute” çıkışından sonra dikkatleri üzerine toplayan Türkiye, Müslüman halklar açısından bir demokratikleşme modeli olarak
görülmeye başlandı. Bölge ülkelerinde
yaygın olarak takip edilen Türk dizileri ve
bölgede iş yapan Türk şirketleri gibi faktörler, bölgedeki toplumların Türkiye’yi daha
yakından takip etmesine olanak sağladı.
Birtakım sorunlar olsa da demokratik bir
siyasi yapıyla Müslüman toplum yapısının
bir arada var olabileceği daha net görülmeye başlandı. İnsanlar bu sayede kendi
yönetimlerini ve rejimlerini sorgulamaya
başladılar. Ülkelerin içinde bulunduğu toplumsal ve ekonomik sorunlar da eklendiğinde, Tunus’la başlayan ve Mısır’la zirve
yapan “halk hareketleri” için uygun zemin
sağlanmış oldu.
Bugün Türkiye, Tunus ve Mısır gibi rejim karşıtı gösterilerin yapıldığı ve yakın bir zamanda demokrasi ile
İslamcı yönetimler arasında bir seçim yapmak zorunda kalabilecek olan ülkeler için alternatif bir model olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu durum hem bölgenin dönüşümünde Türkiye’nin önemli bir rol oynayacağı, hem de
bölgede yaşanacak olan dönüşüm sonucunda Türkiye’nin çok boyutlu dış politika vizyonu çerçevesinde daha
geniş bir hareket sahası kazanarak etki alanını genişletebileceği şeklinde yorumlanabilir. Gelişmelerin sonuçları zamanla daha net anlaşılacaktır. Bize de bölgedeki değişimin sonuçlarını izleyip görmek düşüyor.
15
Uluslararası İlişkiler Bölümü
ERMENĠ PROTOKOLLERĠ’NĠN MEVCUT DURUMU VE GELECEĞĠ
T
ürkiye’nin yeni dış politikası, artık bir çevre ülke olma rolünü geçmişte bırakarak
kendi güvenlik ve istikrarını sağlamak için, çevresindeki ülkelerin düzeni, istikrarı ve
güvenliğini sağlama anlayışına dayanan daha aktif ve yapıcı bir rol üstlenmeyi amaçlamaktadır. Bu yeni anlayışın en önemli araçlarından/yöntemlerinden biri olan “proaktif
dış politika” yaklaşımına göre, ilk olarak “komşularla sıfır sorun”lu ilişkiler tesis edilmesi
sonrasında ise “maksimum işbirliği”nin sağlanması gerekmektedir. Bu çerçevede Türkiye, AKP Hükümetleri dönemi boyunca Yunanistan, Bulgaristan, İran, Suriye gibi komşularıyla olan ilişkilerinde önceki dönemlerden kalan bazı sorunların üstesinden gelerek
daha normal bağlantılar kurmayı başarabildi.
Arş. Gör.
Altan AKTAŞ
Ermenistan’la ilişkiler konusunda da aynı tutum benimsenmiş olmasına rağmen, ilişkileri normalleştirme yönünde benzer bir başarı elde edilemedi. Normalleşme yönünde
ulaşılan en uç nokta, hâlâ iki ülke tarafından da onaylanmamış olan protokoller oldu.
Ağustos 2007’den itibaren İsviçre’nin gözetiminde Türk ve Ermeni diplomatların yürüttükleri yoğun bir teknik altyapı çalışmasına dayanan bu protokoller (1), 10 Ekim 2009’da
Zürih’te iki ülke dışişleri bakanları tarafından imzalandı. Ancak gerek Türkiye’nin 21
Ekim 2009’da TBMM Dışişleri Komisyonu’na sunulan protokollerin TBMM Genel Kurulu’na getirilmesini “Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ sorununun
çözümü” şeklinde bir ön şarta bağlaması, gerekse uluslararası antlaşmalara parlamento tarafından onaylanmadan önce uygunluk denetimi yapan Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin 12 Ocak 2010’da açıkladığı gerekçeli kararın “protokollerin lafzına ve ruhuna aykırı önkoşullar ve kısıtlayıcı hükümler” içerdiği gerekçesiyle Türkiye’nin tepkisini
çekmesi ile onay süreci çıkmaza girmiş oldu. 22 Nisan 2010’da bir açıklama yapan Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Türkiye’nin protokoller konusunda ilerleme
sağlanabilmesi için bazı ön şartlar öne sürdüğü gerekçesiyle Ermenistan’ın ulusal parlamentosunda protokollerin onayına yönelik süreci terk etmediğini ama belirsiz bir süreliğine askıya aldığını açıkladı.
Sarkisyan, her ne kadar 27 Mayıs 2010’da protokollere ilişkin yaptığı başka bir açıklamada “Türk tarafının sürekli olarak önkoşul ileri sürerek zaman kazanmak için eylemlere başvurması ve bunun sonucunda süreçteki başarısızlık Ermenistan'a protokolleri
onay sürecini askıya almaktan başka çare bırakmadı" (2) dese de Ermeni Yönetimi’ni
süreç boyunca asıl zorlayan konu Türkiye’nin ön şartından ziyade protokollerin içeriği
nedeniyle gerek iç kamuoyundan gerekse diasporadan aldığı tepkilerdi. Ermenistan’da
en önemli muhalif güç olan aşırı milliyetçi Taşnaklar, protokollere daha en başından
karşı çıkıyorlardı ve imzadan sonra da protokolleri muhalefet yapmak için iyi bir malzeme olarak kullandılar. Benzer şekilde Ermeni diasporası da protokollerin imzalanmasına oldukça sert bir şekilde tepki verdi. Diasporanın etkili isimleri tarafından, Ermenistan’ı finanse etmeyi durdurmak gerektiği ileri sürüldü ve 24 Nisan ile birlikte artık 10 Ekim
tarihinin de Ermeniler için bir “matem günü” olduğu iddia edildi (3).
“Protokoller, imzaların üzerinden
yaklaşık 16 ay
geçmiş olmasına
rağmen hâlâ taraf
ülkelerce onaylanmamıştır. Bu
durum protokolleri iki ülke arasındaki sorunların çözülmesine
yönelik birer “iyi
niyet beyanı” olmanın ötesine
geçirememektedir.”
Aslında, bugünkü Türkiye toprakları içinde yer alan Doğu Anadolu’daki bazı bölgeleri,
“Büyük Ermenistan” hayaline göre “Batı Ermenistan” olarak nitelendiren ve bu nedenle
1921 Kars Antlaşması’yla çizilmiş olan mevcut sınırı tanımayan, “Ermeni Soykırımı”nın
tarihsel bir gerçek olduğunu savunarak tanınması dışında her türlü tartışmaya karşı
çıkan aşırı milliyetçi Ermenilerin protokollere gösterdikleri bu tepkiler anlaşılabilir niteliktedir. Çünkü nesnel bir gözle bakıldığında bu protokollerin, onaylanması durumunda
Türkiye’yi ziyadesiyle memnun edecek avantajlar taşıdığı görülmektedir. Özel olarak
1921 Kars Antlaşması’nın adı geçmese de “uluslararası hukukun ilgili antlaşmaları”
atfının yapılmasıyla Ermenistan, mevcut sınırı tanımaktadır. “Tarihsel boyuta ilişkin alt
komisyon…” kurulmasının öngörülmesi ile Türkiye’nin 2005’ten beri defalarca dile getirdiği “ortak tarih komisyonu” önerisi Ermenistan tarafından kabul edilmektedir. Son olarak, yine protokollerde zikredilen çeşitli alt komisyonların kurulması durumunda birçok
alanda diyalog ve işbirliği sağlanacak, böylece Türkiye “proaktif dış politika” yaklaşımını
Ermenistan bazında da başarıyla gerçekleştirmiş olacaktır.
Bütün bu artılarına rağmen protokoller Türkiye’de de muhalefet ve milliyetçi kamuoyu
tarafından tepkiyle karşılandı. Muhalefetin protokollere yönelik başlıca eleştirisi, Ermenistan işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmedikçe bu ülkeyle olan ilişkilerin
normalleştirilmemesi ve sınırların açılmaması gerektiği görüşüne dayanıyordu. Aslında
bu tür tepkiler oldukça yersizdi çünkü Türkiye’nin zaten söz konusu protokollerin işlerlik
16
Güler Yüzlü Bir Üniversite
kazanabilmesi için Ermenistan’dan protokollerde yer almayan bazı talepleri mevcuttu. “Karabağ ön şartı”
olarak nitelendirilebilecek “Ermenistan’ın Karabağ dışında kalan yerlerden hemen çekilmesi ve Karabağ konusunda da Azeriler ile çözüm için bir takvim belirlemesi” talebi, protokollerin TBMM Genel Kurulu’nda onaya
sunulması için bir olmazsa olmaz koşul olarak sunuldu. İmzanın ertesi günü Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, “Ermenistan güçleri Azerbaycan'ın işgal edilmiş topraklarından çıkarılmadan, Türkiye'nin, Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmesi Azerbaycan'ın ulusal çıkarlarına aykırıdır ve Azerbaycan ile Türkiye arasında tarihi köklere dayanan kardeşlik ilişkilerinin ruhuna gölge düşürür” (4) ifadesinin
yer alması üzerine Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin hiçbir şartta Azerbaycan’ı yalnız bırakmayacağını ve çıkarlarına halel getirmeyeceğini açıklamıştı. Zaten Davutoğlu’na göre, protokollerin TBMM’den
geçmesi için Karabağ sürecinde ilerleme sağlanması gibi bir uygun psikolojik ortamın oluşması gerekmekteydi. Böylece Türkiye açısından protokollerin kaderi Karabağ sorunundaki gelişmelere bağlanmış oldu.
Görüldüğü gibi, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini normalleştirmeye
yönelik önemli bir adım olan protokoller, imzaların üzerinden
yaklaşık on altı aylık bir zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ
taraf ülkelerce onaylanmamıştır. Bu durum da söz konusu metinleri, iki ülke arasındaki temel sorunların çözülmesine yönelik
birer “iyi niyet beyanı” olmanın ötesine geçirememektedir. Ermeni ulusal kimliğinin inşasında temel konumda olan “Büyük Ermenistan” hayali ve buna “soykırım” mevzusunun da eklenmesiyle
kurulan “Ermeni Davası”, Ermenistan içindeki ve dışındaki Ermenilerin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen ve TürkiyeErmenistan ilişkilerini çıkmaza sokan olgulardır. Türkiye açısından ise, ilişkileri normalleştirme çabalarındaki temel açmazlar,
kamuoyunun algısında Ermenilere yönelik var olan tarihsel düşmanlığın/kuşkunun yanı sıra Ermenistan’la
ilişkilerin Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerine sıkı sıkıya bağlanmış olmasıdır. İlişkilerin “Dağlık-Karabağ Sorunu”nun ipoteğinden çıkarması durumunda doğabilecek sonuçlara ilişkin Azeri uyarıları ve hâlihazırda Türkiye’nin de bu şartı gönüllü olarak kabul etmiş olması, Ankara’nın hareket alanını kısıtlar niteliktedir.
Onay için bekleyen protokoller konusunda hassas bir denge oyunu devam etmektedir. İki ülke de ilk adımı
karşı tarafın atmasını bekleyerek, ilk onaylayan tarafın karşılaşacağı tepkilerden kurtulmak istemektedir. Bununla birlikte, bir taraf protokolleri onayladıktan sonra diğer taraf üzerinde de onay için muazzam bir baskının
oluşacağını tahmin etmek zor değil. Kısa vadede protokoller açısından 24 Nisan 2011 tarihi önemli olabilir.
“Ermeni Soykırımını Anma Günü” yaklaşırken ABD Başkanı Barack Obama, üzerindeki baskıları hafifletebilmek için, Türkiye’ye protokolleri ön şartsız olarak onaylaması yönünde baskıda veya telkinde bulunabilir.
Çünkü Obama, başkan seçilmeden önce Ermeni soykırımını tanıma sözü vermiş olmasına rağmen bugüne
kadar “soykırım” kelimesini kullanmaktan ısrarla kaçındı ve bu yönde kendisine yöneltilebilecek eleştirilerin
üstesinden gelebilmek için Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi veya en azından böyle
bir sürecin içinde bulunulması gibi bir bahaneye ihtiyacı var. Ancak Türkiye Dışişleri Bakanlığı da Türkiye ile
Ermenistan arasında devam eden bir süreç olduğu sürece üçüncü tarafların bu meseleye karışmakta zorlanacağının farkında. Keza Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan’ın da protokoller nedeniyle üzerindeki yoğun
baskıdan bir nebze olsun kurtulabilmek için onay yönündeki ilk adımı Türkiye’nin atmasına ihtiyacı var.
2011’in genel seçim yılı olması nedeniyle Türkiye’nin böyle bir adım atmasını beklemek oldukça zor görünüyor. Zaten Karabağ sorununda da herhangi bir gelişme kaydedilebilmiş değil. Türkiye’nin bu şartlar altında
protokolleri onaylaması hem Azerbaycan’la olan ilişkilerine zarar vererek içerdeki Azerbaycan yanlısı milliyetçi kamuoyunun tepkisine hem de protokolleri “taviz” olarak nitelendiren muhalefetin güç kazanmasına neden
olarak seçimler öncesi AKP’nin elini zayıflatacaktır. Ayrıca Ermenistan’da 2012’de genel seçimlerin 2013’te
de devlet başkanlığı seçimlerinin yapılacağı düşünüldüğünde protokollerin onaylanmasının ve Türkiye ile
Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin, en azından birkaç yıl daha mümkün olmadığı söylenebilir.
Önümüzdeki süreçte bu konuya önemli etkide bulunabilecek en önemli dış etken ise 2012’de yapılacak olan
ABD başkanlık seçimleridir. Seçim sürecinde ABD’deki Ermeni oylarını kazanmak için özellikle demokratlar
tarafından yapılacak propagandalar ve atılacak adımlar normalleşme sürecini tamamen sonlandırabilir.
NOTLAR:
1- Protokollerin metinleri için bkz. http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/t%C3%BCrkiye-ermenistan-turkce.pdf (Erişim
Tarihi: 15.01.2011).
2- “Ermenistan'dan Türkiye ve Azerbaycan'a Büyük Tehdit.” 27.05.2010, http://www.hurriyet.com.tr/
dunya/14837816.asp (Erişim Tarihi: 15.01.2011).
3- “Diasporadan Ermenistan‟a „Yardımları Kesme‟ Tehdidi,” 12.10.2009, http://www.milliyet.com.tr/diasporadanermenistan-a--yardimlari-kesme--tehdidi/siyaset/haberdetayarsiv/12.10.2009/1149160/default.htm (Erişim Tarihi:
15.01.2011).
4- “Dünyadan Ermeni Protokolüne İlk Tepkiler,” 11.10.2009, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12665988.asp (Erişim
Tarihi: 15.01.2011).
17
Uluslararası İlişkiler Bölümü
ERMENĠLERĠN BURSA SERÜVENĠ
A
ylardan nisan… Merakla seçtiğim ve mezun olmadan önce öğrenmem
gerektiğini düşündüğüm konu Ermeniler… Türkiye-Ermeni İlişkileri dersinde Hocamın (1) „Peki ya şu an yaşadığınız yer olan Bursa‟daki Ermeniler
tam olarak nerede ve nasıl yaşadılar?‟ sorusu ve özellikle en az tahribata uğramış iki önemli yapının bilgisiyle ders çıkışı başladık bu yerlerin nereleri olduğunu heyecanla araştırmaya. İlk kez Bursa‟ya ne zaman ve ne amaçla gelmişler, neler yaşamışlar?
Arş. Gör.
F. Şeyda TÜRKAY
Çankırı’nın da Ermenilerin geçmiĢte
uğradığı duraklardan biri bilinmekte
ve birçok kiĢinin
anlatacağı bilgiler
mevcut…
Hiç merak ettiniz
mi Ģu an yaĢadığınız yer olan Çankırı’daki Ermeniler
tam olarak nerede
ve nasıl yaĢadılar?
Osmanlı döneminde göç eden Ermenilerin yolculuğu Kilikya‟dan (Adana, İçel,
Karaman illeri ile Konya‟nın güneyi ve Antalya‟nın kuzeyini kapsayan tarihsel
bölge) başlamış, ikinci durakları olan Karaman‟ın ardından Kütahya‟ya geçerek araştırma yapma imkânına sahip olduğum Bursa‟da belli bir süre ikamet
etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu 1514 Çaldıran Savaşı ve 1516 Mercidabık
Savaşı ile Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerin sahibi olmuştur.
İmparatorluk başkentini her değiştirdiğinde (Edirne hariç) içinde barındırdığı
dinsel başkanlıkları da bu yeni başkente taşımıştır. 1326 yılında Bursa‟nın fethi ile Kütahya‟daki Ermeni dinsel başkanlığı Bursa‟ya getirilmiştir. Ardından
Fatih Sultan Mehmet‟in İstanbul‟u fethi ile Ovakim‟i İstanbul‟a taşıyarak burada Patriklik kurulmuştur.
Yeşil Cami‟nin yapım aşaması döneminde
(1419 Çelebi Mehmet Döneminde caminin
yapımına başlanmış olup 2. Murat döneminde süslemeleri tamamlanarak 1424‟de bitirilmiştir.) din adamlık mertebesinin Bursa‟ya
getirilmesiyle birlikte 7 Ermeni ailesi de
Bursa‟ya yerleştirilerek Yeşil Cami ve caminin bulunduğu alana ulaşımı sağlayan
Setbaşı yolunun temizliği ile görevlendirilmişlerdir. Bursa tarih araştırmacısı olan Kamil Kepecioğlu ise Bursa‟ya gelen ilk Ermenilerin on haneden oluşmuş olduğunu ve kış
günlerinde mescide gelen Müslümanlara hizmet etmek üzere getirildiklerini belirtmiştir.
Setbaşı Mahallesi Ermeniler için merkez yerleşim yeri olarak tercih edilmiştir.
Diğer yaşadıkları yerler toplamda 7 mahalleden oluşmuş ve Mollaarap,
Çobanbey, Namazgah, Karaağaç ve Kurdoğlu olarak tespit edilmiştir. Ermenilerin Bursa‟daki serüveni sırasında ihtiyaçlarını gidermek üzere onlara bir yerleşim yeri sağlanmış bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu‟nda var olan millet inancı ve hoşgörüsü sebebiyle de dini ibadetlerini yerine getirmeleri üzere
kiliseye sahip olmalarına izin verilmiştir.
Ermenilerin çoğunluğu Hıristiyanlığın farklı bir mezhebi olan Gregorien‟lığa
mensup olsalar da yaşadıkları coğrafya ve buradaki etkileşim sonucu İmparatorluk sınırlarında yaşayanların çeşitli geleneklerini de benimsemişlerdir. Günümüzde kafelerin arkasında bırakılmış ayakta kalmayı başarabilmiş binalardan ilki bırakılmış ayakta kalmayı başarabilmiş binalardan ilki Bursa‟da unutulmuş Ermeni Kilisesi… Unutulmuş çünkü kilisenin bulunduğu civarda oturanlardan bilgi almaya çalıştık. Görüştüğümüz kişiler binanın Ermenilerle geçmişte bir bağı olmuş olduğunu bilmemekle birlikte binanın kilise olarak kulla-
18
Güler Yüzlü Bir Üniversite
nılmış olduğundan bile habersizler… Osmanlı İmparatorluğu‟nda İstanbul‟un fethinden sonra uygulanan millet sistemi Gayrimüslimlerin dini ibadetlerini kendilerine tahsis edilmiş ibadethanelerde özgürce yerine getirmelerini mümkün kılmıştır. Ermenilerin sahip olması gereken patrikhane
1461‟de kurularak Bursa metropoliti Ovakim patrik olmuştur. Bursa‟ya gelen Ermeniler de fetihten sonra dini ibadetlerini kilisede gerçekleştirmişlerdir. 18.yy. Setbaşı Mahallesi‟nde var olan bu
kilisenin dışında 19.yy. Ermenilerin ikinci bir kiliseye daha sahip olduğu bilinmektedir. Fakat söz
konusu ikinci kilise Ermenilerin kullanımı için inşa edilmemiş olup Ermenilerce kullanılan bir
binanın kiliseye çevrilmesi ve Katolik Ermenilerin kullanımına verilmesi uygun görülmüştür.
Kilise belli bir süre Ermenilerin dini
ibadetlerini yerine getirmeleri amacıyla kullanıldıktan sonra giderek cemaatini kaybetmesinden ötürü kilise yerine
tütün ambarı görevini görmüştür. Kilisenin ön kapı girişinde bulunan sonradan eklenen yapı ise tütün ambarı olarak kullanıldığı dönemde ambar ofisi
olarak inşa edilip kullanılmıştır. Günümüzde eski kilise binası devlete ait
değil bir şahsa ait özel bir mülk. Yakın
bir zamanda bir gayrimüslim tarafından satın alınmak istenmiş fakat Amerika‟da yaşayan sahibi ile anlaşma
sağlanamamış hiçbir bakım görmeksizin belli bir dönem tanıklığını daha ne kadar devam ettirebileceğini merak etmekteyim!
Doğu kültürü içerisinde yetişmiş bir Ortadoğu ve Kafkas milleti olan Ermeniler yaşadıkları coğrafyanın birçok âdetini benimsemiş ve bu yüzden de yaşayış biçimleri ırz ve namus anlayışları
birlikte yaşadıkları toplumlarla benzerlikler taşımıştır. Öyle ki kültür alışverişi kaçınılmaz bir benzeşmeyi de beraberinde getirmiş ve Ermeniler ve Müslim tebaanın adetleri en çok birbirine benzeyen milletler olmuşlardır. İkinci bina yaklaşık 700 yıllık bir geçmişe sahip ve günümüzde Bursa‟da Setbaşı Ekmek Fırınının ilk kullanım amacı hamam olan üç katlı bina ilk bakışta bu durumu
yansıtmıyor. İlk 300 yıl hamam olarak kullanılmasının ardından burada yaşayan Ermenilerin de
sıklıkla ziyaret ettiği tarihi hamam zamanla kullanım amacını değiştirerek civardaki Ermeni cemaatinin işlettiği bir ambar olarak da 300 yıl daha kullanılmıştır. Hamam olduğu bilgisine fırının
içini gezmeye başlayınca ulaşmanın oldukça kolay olduğu görülüyor. Öyle ki hamam kubbelerinde yer alan havalandırma delikleri bile günümüze kadar ulaşmıştır. Hamam olarak kullanılma
amacı sona ermesine rağmen binanın içine hiçbir şekilde zarar verilmemiştir. Bina içinde gereken
odacıklar ve depo olarak kullanılan bölmeler yıkıp tekrar düzenleme tekniği yerine hafif ve takılıp
sökülmesi kolay maddelerden yapılmış ayırma işlemlerine başvurulmuştur. Son 100 yıldır fırın
olarak kullanılmasının yanı sıra 35 yıldır Rizeli bir aile tarafından günümüzde fırın olarak işletilmektedir.
Çankırı‟nın da Ermenilerin geçmişte uğradığı duraklardan biri bilinmekte ve birçok kişinin anlatacağı bilgiler mevcut… Hiç merak ettiniz mi şu an yaşadığınız yer olan Çankırı‟daki Ermeniler
tam olarak nerede ve nasıl yaşadılar?
NOTLAR:
1- Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslar arası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Barış ÖZDAL
2- Fotoğraf çekimleri Gülay Yıldırım tarafından yapılmıştır.
3– Onur Türkay’a yardımları için teşekkür ederim.
19
Uluslararası İlişkiler Bölümü
FRANSIZ DEVRĠMĠNĠN OSMANLI DEVLETĠ’NE YANSIMALARI ÜZERĠNE BĠR DENEME
F
ransız Devrimi‟nin fikirleri, Avrupa‟nın temellerine dinamit lokumlarını
birer birer yerleştirip patlatırken bu patlamanın sesleri çok önceden çürümeye başlayan Osmanlı düzeninin yıkılmaya başlaması için gerekli etkinin
oluşmasını sağlamıştı.
Öğr. Gör.
İsmet SARIBAL
Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısını tamamıyla
kangrene çevirecek olan Fransız devriminin ortaya çıkardığı fikir hareketlerinden ne sultan ne de
Osmanlı devlet adamlarının endişelendiği ya da
bu fikirlerin yayılmasını durdurmayı amaçladıkları herhangi bir zaman dilimi olmuştu. Belki de,
daha tahta çıkmadan önce mektuplaşması nedeniyle kendisine dost olarak gördüğü Fransa kralı
XVI. Louis‟in katledilmiş olmasının III. Selim‟de
yarattığı kaygıdan öteye geçememişti.
Bu durumun temelinde Fransız devriminin içeriğinin tam olarak anlaşılamaması yatıyordu. Osmanlı hariciyesinin başındaki
isim Reisülküttab Atıf Efendi‟nin, Sultan III. Selim‟e sunmak üzere devrim
hakkında hazırlamış olduğu layiha Osmanlı devlet adamlarının devrimi ne şekilde algıladıklarını ortaya koymaktaydı:
“Osmanlı devlet
adamları yaşananları Avrupa‟nın zayıflığının
bir örneği olarak
görüyorlardı. Onlara göre Müslüman bir devletin
hastalık olarak
nitelendirilen bu
fikirlere müptela
olması
düşünülemezdi.”
“Fransa‟da ortaya çıkan
ve ortalığı şer ve fitne
kıvılcımlarıyla dolduran
bir fesad ateşi söz konusudur ki Voltaire ve
Rousseau diye bilinen
zındıklar ve onun gibiler
her türlü mukaddese hücum ederek, bütün dinleri ortadan kaldırmak ve
eşitlik ve cumhuriyet
gibi lafızları ima ederek bu fikirleri adeta bir alay üslubuyla halk arasında yaymakta ve „yeni olan her şey lezzetli gelir‟ düsturunca kadın ve çocuklara varıncaya kadar bu fikirler yaygınlaşmaktadır. Dünya yüzünde tam bir mutluluk
vadeden bu fikirler yazık ki revaç bulmaktaysa da aslında bu fikirler Frengi
illetini andırmakta ve adeta Frengi gibi beyin damarlarına yayılıp güya eşitlik
ve serbestlik vadeden aslında dinsizliğe amil olmaktadır. Fakat her devletin
temeli yerleşik usul ve nizamın yanı sıra dinin bizatihi kendisidir ki bunlar olmadığında nizamı sadece siyasetle sağlayabilmek mümkün değildir. Gerek hak
ve gerek batıl olsun, bir memlekette nizam ancak fertlerin kalbinde mevcut
olan Allah korkusu ve ahiret endişesi ile tesis olunabilir.
Halbuki Fransa‟da ortaya çıkan bu fitne adeta dinsizliği ilan ederek fertlerin
yüreğinden Allah korkusunu ve ahiret düşüncesini söküp atarak Fransa ahalisini her kayıttan azade bir kalabalık haline getirme istidadındadır. Bu fitnenin
bayraktarları bulunla da kalmayıp her yerde ayakdaşlar bularak öteki devletlere kendi nizamlarını yaymak arzusu göstererek, en azından bu devletleri kendilerine saldıramaz hale koymak niyetindedirler. Bunun için insan hakları dedik-
20
Güler Yüzlü Bir Üniversite
leri bir isyan beyannamesini bütün dillere tercüme ettirip her tarafa yayarak ahaliyi, başlarında
bulunan yöneticilere karşı ayaklanmaya teşvik etmektedirler.”
Osmanlı devlet adamları yaşananları Avrupa‟nın zayıflığının bir örneği olarak görüyorlardı. Onlara göre Müslüman bir devletin hastalık olarak nitelendirilen bu fikirlere müptela olması düşünülemezdi. Osmanlı Devleti‟nin bir İslam devleti olması ve dönemin Avrupa devletlerine göre ayrıcalığa ve eşitsizliğe dayanan siyasi ve sosyal bir yapıya sahip olmaması da bu anlayışı destekliyordu.
Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da daimi elçiliklerinin bulunmaması nedeniyle gelişmelerle ilgili bilgilerin dolaylı yollardan öğreniliyor olması da önemli bir etkendi. Gerek yüzyıllarca Avrupa‟ya
karşı duyulan üstünlük hissi gerekse dini faktörlerin etkisiyle Avrupa‟dan kendini izole ederek
varlığını devam ettirme gayreti Osmanlı İmparatorluğu‟nun Avrupa‟nın içinde bulunduğu yeni
koşullar hakkında yeterli bilgi sahibi olamayışına sebep olduğu gibi kendi çıkarlarını doğru tespit
etmesine de uzunca bir zaman engel olmuştu.
Fransız devriminin şekillendirdiği siyasi dengeler bu olumsuz tablonun düzeltilmesi yönünde adım atılmasını zorunlu
hale getirmişti. III. Selim, Avrupalı güçlerin birbirlerine
karşı olan hırs ve çıkarlarından faydalanmak istiyordu.
Bunun için de Avrupa merkezlerine daimi elçiler gönderme kararı almıştı. Fakat, Osmanlı diplomatları daha öncesinde barış ve savaş dönemleri sırasında yaşanan kısa süreli ikili müzakereler dışında başka bir ülkede bulunmamışlardı. Bu sebeple de herhangi bir Avrupa lisanını öğrenmek gibi bir zorunlulukları olmamıştı. Diplomatik ilişkilerin yürütüldüğü Divan-ı Humayun ve Donanma Tercümanlıkları dil bilen Rum Ortodoks Fenerlilere bırakılmıştı.
XVII. yüzyılın sonlarına doğru imparatorluğun güç kaybetmeye başlamasıyla artmaya başlayan İngiliz, Fransız ve
Rus baskısı bu tercümanları çoğu zaman görevlerini kötüye kullanmaya sevk etmişti. Bu tercümanlar bazen ikili
anlaşmalar sırasında devlet sırlarını karşı tarafa vererek bazen de karşı taraf delegelerinin söylediklerini gizleyerek, imzalanmış metni değiştirerek ya da müzakereleri sürüncemede bırakarak
devlete ihanet etmişlerdi.
Avrupa‟da zafer çanları Fransızlar için çalmaya başladığı sırada Osmanlı Devleti Moralı Seyyid
Ali Efendi‟yi daimi elçi olarak Paris‟e gönderdi. 1797‟de Paris‟te halkın sevgi gösterileriyle karşılanan Seyyid Ali Efendi‟ye Napolyon başta olmak üzere Fransız devlet adamları oldukça yakınlık
göstermişlerdi. Fransızların Osmanlı Devleti hakkındaki düşünceleri ise elçiye gösterilen yakınlığın aksine dostane emeller içermiyordu. Fransızlar, Osmanlı sultanının devleti bir arada tutabileceğine dair inançlarını tamamen yitirmişler ve gözlerini Osmanlı topraklarına dikmişlerdi.
Fransızların kurnaz dışişleri bakanı Talleyrand Ali Efendi‟nin maiyetindeki sefaret tercümanı
Kodrika‟yı Fransa hesabına çalışması için satın almıştı. Talleyrand, Kodrika‟nın yardımlarıyla
İstanbul‟dan gönderilen Fransa‟nın “Osmanlı topraklarına saldırı hazırlığı” yönündeki istihbarat
bilgilerini önceden haber almış ve Seyyid Ali Efendi‟yi Fransa‟nın yaptığı hazırlıkların İngiltere‟ye yönelik uygulamaya konulan bir planın parçası olduğuna inandırmayı başarmıştı. İlk diplomatik tecrübesini aldatılarak kazanacak olan Seyyid Ali Efendi, Fransızlara o kadar itimat etmekteydi ki Napolyon orduları Mısır‟a çıktığı sırada bile Fransızların dostluk mesajlarını İstanbul‟a göndermişti. Bu mesajlardan birine III.Selim çok kızmış olacak ki sadrazam arzının üzerine şu manidar sözleri yazmaktan kendini alamamıştı “Ne eĢek herif imiĢ”.
21
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Damaklarda
Kalan Lezzet
Lezzetin, dünü, bugünü, yarını...
Merkez : Atatürk Bulvarı No: 43/A
Tel : (0376) 213 14 30 ÇANKIRI
Şube : Cumhuriyet Mah. Park Sk. Belediye İş Mrk. No:18 Tel : (0376) 212 66 35 ÇANKIRI
Şube : İ.Hakkı Karadayı Caddesi No:10
Tel : (0376) 212 66 34 ÇANKIRI
Şube : Cumhuriyet Mah. Park Sk. Taruş Bakır İşhanı No:22 Tel : (0376) 212 23 93 ÇANKIRI
Şube : Topçuoğlu Mah. İzbeli Sk. No:3 Tel : (0366) 212 75 22 - 212 75 33 KASTAMONU
Fax: (0376) 212 37 21 ÇANKIRI - Fax : (0366) 212 75 22
KASTAMONU
ÇANKIRI
ven
Gü v
TURİZM
Gsm :
0.541 318 44 76
(0.376) 213 03 03 - 212 03 03 - 212 40 80 Fax : 212 10 90
KORGUN GÜVEN : 343 22 86
ILGAZ GÜVEN
: 416 39 29
ATKARACALAR : 766 12 81
ÇERKEŞ
: 766 12 81
KORGUN METRO : 343 10 97
ELDİVAN
: 311 20 71
BADEMLİK
: 213 12 32
YÜKSEK OKUL : 212 70 40
Müşteri Hizmetleri : 0.541 318 44 75
en
Güv
Cumhuriyet Mahallesi
Abalı İşhanı No: 22/A ÇANKIRI
Tel: 0.376 213 32 22 - 213 55 83
www.canoglupastaneleri.com
ada spor
Çağdaş
en
Güv
Cumhuriyet Mahallesi
Toruş Bakır İşhanı
No: 18/F ÇANKIRI
Tel: 0.376 212 22 00
Çağdaş yaşam çizgisi Güven'le başlar..
22
M.Bora KANAT
Her Türlü Uzak Doğu Malzemeleri
Toptan ve Perakende Spor Malzemeleri
Forma İmalatı , Eşofman
Cum. Mh. Tevfik Fikret Cad.
İnal Apt. No:9/D • ÇANKIRI
Tel.: (0376) 212 05 15 Gsm : 0 505 716 71 86
e-mail : [email protected]
Güler Yüzlü Bir Üniversite
e per
İSMAİL UMUTLU
Cumhuriyet Mahallesi
N.Fazıl Kısakürek Cad.
Belediye İş Merkezi
No : 15/62 ÇANKIRI
Tel-Fax : 0.376 213 09 08
Gsm : 0.543 978 90 72
e-mail : [email protected]
23
ÇANKIRI KARATEKĠN
ÜNĠVERSĠTESĠ
ĠKTĠSADĠ VE ĠDARĠ
BĠLĠMLER FAKÜLTESĠ
ULUSLARARASI
ĠLĠġKĠLER BÖLÜMÜ
Cumhuriyet Mah.
Şehit Pilot Üsteğmen
Erdem Öztürk Sok.
Eski Telekom Binası
18100 ÇANKIRI
Telefon: 0 (376) 213 26 26
Faks: 0 (376) 213 18 81
Uluslararası ĠliĢkiler Bölümünün Amaçları
U
luslararası İlişkiler disiplini,
uluslararası
sistemin yapısını, işleyişini, sistem içinde yer alan
devletlerin, uluslararası örgütlerin ve devlet-dışı aktörlerin
davranışları ve birbirleriyle
etkileşimini konu edinmektedir.
ilişkileri olmaktan çıkmış, hayatın her alanında tüm bireyleri
etkileyen bir olguya dönüşmüştür. Dolayısıyla söz konusu
değişimlerin kapsamlı ve akılcı
analizlerinin yapılması önemli
bir gereklilik olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Soğuk Savaş sonrası hızla
küreselleşen dünya neredeyse
küçük bir köye dönüşürken,
olaylar, olgular ve ilişkiler her
gün biraz daha karmaşıklaşmaktadır. Uluslararası sistemi
etkileyen klasik aktörlerin yanına yenileri eklenmekte, ulusal
çıkar ve güç gibi temel kavramlar dönüşüme uğramaktadır.
21. yüzyılla birlikte uluslararası
ilişkiler devletlerin karşılıklı
Bu nedenle değişimin hızını
yakalayabilen, verileri toplama
ve işleme tekniklerine hâkim
olan ve bu bağlamda bilgi üretebilen entelektüel insanlar,
içinde yaşamakta olduğumuz
çağın en büyük sermayesini
oluşturmaktadır.
Uluslararası ilişkilerin içinde
bulunduğu bu yeni durum karşısında başlıca amacımız,
çağımızın bilimsel ve teknolojik
gelişmeleriyle uyumlu bir eğitim
ve öğretim faaliyeti yürüterek,
yeni dünya düzeninde yaşanmakta olan gelişmeleri yakından takip eden, analitik düşünce yeteneği gelişmiş ve sağlıklı
analizler üretebilen, teori ve
pratiği kaynaştırabilen ve çözüm odaklı yaklaşımlara sahip
öğrenciler yetiştirmektir.
Ayrıca çeşitli kamu kurum ve
kuruluşları ile özel kuruluşların
ihtiyaç duyabileceği teorik ve
pratik bilgileri sağlamak amacıyla Uluslararası İlişkiler disiplinine ilişkin stratejik araştırmalar ve yayınlar yapmak ve danışmanlık hizmeti sunmak da
amaçlarımız arasındadır.
Kariyer Olanakları
U
luslararası İlişkiler bölümü, gerek özel gerekse
kamu sektöründe çalışmayı planlayan lisans öğrencilerine, uluslararası ve uluslar
üstü ilişkilerin dinamiklerini
anlayıp yorumlayabilmeleri
amacıyla disiplinler arası bir
yöntemle eğitim-öğretim sunmaktadır. Mezunlar, aldıkları
eğitimin içeriğine, ilgi alanlarının çeşitliliğine ve geliştirecekleri kişisel yeteneklerine bağlı
olarak çeşitlenebilecek geniş
bir istihdam alanına sahiptir.
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirenler “Uluslararası İlişkiler
Uzmanı” unvanını almaktadır.
Öğrenciler farklı kamu ve özel
kurum ve kuruluşlarda çeşitli
unvanlarla görev alabilmektedir. Örneğin Dışişleri Bakanlığı
tarafından açılan meslek memurluğu sınavını kazanmaları
halinde Diplomat unvanına
sahip olabilmektedir.
İyi derecede yabancı dil bilen
ve uluslararası siyasi ve iktisadi
konuları bilen bir mezun; bakanlıklar gibi çeşitli devlet kademelerinde çalışabilir. Mezunlarımız başta Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Maliye ve
Turizm Bakanlıkları olmak üze-
UlaĢım Bilgileri
Yayına Hazırlayan:
Arş. Gör. Ömer AK
0 (376) 213 26 26 / 1520
[email protected]
24
re, Milli İstihbarat Teşkilatı, Dış
Ticaret ve Hazine Müsteşarlıkları ile Üniversitelerde görev
alabilirler.
Çeşitli kamu kurumlarındaki AB
ve dış ilişkiler genel müdürlükleri veya daire başkanlıkları da
bölüm mezunlarının çalışabilecekleri iş alanlarıdır.
Öğrenciler özel sektörde, uluslararası organizasyonlarda ve
sivil toplum örgütlerinde de
görev alabilirler. Yazılı ve görsel medya da bölüm mezunlarının ilgi gösterebilecekleri diğer
bir çalışma alanıdır.