Hz. İsa`nın okuduğu dua ile Hz. Hasan`ın rüyada öğrendiği dua nedir?

Transkript

Hz. İsa`nın okuduğu dua ile Hz. Hasan`ın rüyada öğrendiği dua nedir?
1
İçindekiler
Hz. İsa’nın okuduğu dua ile Hz. Hasan’ın rüyada öğrendiği dua nedir? .................................3
Bir erkek, öğütte bulunmadan eşini dövebilir mi? ......................................................................5
Örtünmenin, tesettürün dünyadaki faydaları nelerdir? .............................................................7
Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım, sözünü nasıl anlamak gerekir?.....................9
Hz. İbrahim ve İsmail’in Arapların atası olmadığı iddiasına ne dersiniz?..............................11
Abdest alırken ensesini mesheden, kıyâmet günü zincirlenmez, hadisi sahih midir? .............13
El-Müberred ve eseri El-Kâmil hakkında bilgi verir misiniz? .................................................14
Ahilik teşkilatına mensup olanlar, bağış yapmaya zorlanmış mıdır? ......................................17
Tevrat ve İncil de vahiy olduğuna göre, neden Kuran en üstündür? ......................................19
Saadete erenin boynunda İsmi Azam gerdanlık gibidir, sözünü açıklar mısınız? ..................20
2
Hz. İsa’nın okuduğu dua ile Hz. Hasan’ın rüyada öğrendiği
dua nedir?
1) Söz konusu bilgiye kaynaklarda rastlayamadık. Bütün araştırmamıza rağmen bu duayı
Mukatil b. Süleyman’ın tefsirinde de bulamadık.
Deylem’nin rivayet ettiği bir hadise göre, peygamber efendimizin: “Ya Ali! Sıkıntıya
düştüğün zaman, ‘Bismillâhirrahmânirrahîm Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil
azîm’ duasını oku!” (Deylemi, 5/324) şeklinde kısa bir ifadesi vardır.
Hz. İsa’nın Allah'ın izniyle ölüleri diriltme mucizesi gösterirken okuduğu dualar şöyledir:
"Ya Hayy, ya Kayyûm!.." bk. Razi, Al-i İmran 49. ayetin tefsiri; Sâlebî, Arais s. 394)
"Ey Allah'ım! Semâ'da İlâh, Sen'sin! Yer'de İlâh, Sen'sin!
İkisinde de, Sen'den gayrı İlâh, yoktur!
Göklerde Cebbar olan, Sen'sin! Yer'de Cebbar olan Sen'sin!
İkisinde de, Sen'den gayrı Cebbar olan, yoktur!
Göklerde Hükümdar olan, Sensin! Yer'de Hükümdar olan, Sen'sin!
İkisinde de, Sen'den gayrı Hükümdar yoktur!
Göklerde hüküm, Senindir! Yerde hüküm, Senindir!
İkisinde de, Senin hükmünden gayrı hüküm yoktur!
Senin, yeryüzündeki Kudretin, semâdaki Kudretin gibidir!
Senin, yeryüzündeki Saltanatın, semâdaki Saltanatın gibidir!
Ben, Senin Şerefli İsimlerinle, Sen'den dilekte bulunuyorum!
Hiç şüphe yok ki, Sen, her şeye Kadirsin, Senin, her şeye gücün yeter!" (Sâlebî-Arais,
s.390)
2) Silsile-i Aliye genellikle Kadiri veya Nakşibendi tarikatinin -başta sona- şeyhlerinin
isimlerini ihtiva etmektedir. Örneğin en son Şeyh aldığı icazetnamede kendisinden şeyhine ve
şeyhinden de Hz. Ali’ye kadar uzanan şeyhlerin isimleri yazılıdır. Bizde böyle bir liste yoktur.
3) Hz. Muaviye tarafından yıllık olarak Hz. Hasan’a bir miktar dirhem veriliyordu. Bir ara bu
hediye kesildi. Hz. Hasan bir kağıt getirip konuyu Hz. Muaviye’ye iletmek isterken, birden
uykuya daldı ve rüyasında Hz. Peygamber’i gördü. Resulullah, insanlardan bir şey
isteyeceğine şu duayı oku, diyerek duayı öğretti. Bu duanın şekli konusunda farklı rivayetler
vardır. Daha çok meşhur olanı şudur:
‫اللهم اقذف فى قلبى رجائك واقطع رجائى عما سواك حتى ال ارجو احدا غيرك‬
‫اللهم وما ضعفت عنه قوتى وقصر عنه عملى ولم تنتهى اليه رغبتى ولم تبلغه مسألتى ولم يجر على لسانى مما اعطيت‬
‫احدا من االولين واالخرين من اليقين فخصنى به يا رب العالمين‬
3
Latin harfleriyle: “Allahumme’kzif fi kalbî recaeke, ve’kta’ recaî amma sivake hatta lâ ercû
ehaden ğayreke. Allahumme ve mâ daufet anhu kuvvetÎ ve kasure anhu amelî ve lem tentehî
ileyhi rağbetî ve lem tebluğhu mes’eletî ve lem yecri alâ lisanî mimmâ a’tayte ehaden mine’levvelîne ve’l-âhirîne mine’l-yakîni fe hassınî bihî ya rabbe’l-âlemin.” (İbn Asakir, Tarihu
Dımaşk, Daru’l-fikr, 1415/1995, 13/166-167)
Tercümesi: “Allah’ım! Senin ümidini (Sana olan ümidi) kalbime yerleştir, senden başkasına
olan ümidimi kes/kopar, öyle ki senden başkasına asla ümit beslemeyeyim. Allah’ım!
Gücümün aciz kaldığı, çabalarımın yetersiz olduğu, arzularımın ulaşamadığı, isteklerim
arasında yer almayan ve dilimle seslendiremediğim, öncekilerden ve sonrakilerden herhangi bir
kimseye ihsan ettiğin yakini (sana güvenme- sana tevekkül etme duygusunu) bana lütfet, ya
Rabbe’l-âlemin!”
4
Bir erkek, öğütte bulunmadan eşini dövebilir mi?
Fahruddin Razi’nin bu ayetin tefsirinde söyledikleri şöyledir:
a) Kendi görüşü çok açıktır: “Ben diyorum ki; ayetin ifadesinden anlaşılıyor ki, Allah önce
vaz/öğüt vermeyi, sonra -bir derece daha yukarıya çıkarak-hicret etmeyi/yatağını
ayırmayı, son da- bir derece daha yukarı çıkıp- dövmeyi zikretmiştir. Bu sıranın takip
edilmesi, açık bir ifade hükmündedir ki, en hafif olanıyla maksat hasıl olduğu takdirde
onunla iktifa etmek vaciptir ve ondan daha ağır olan tedbire baş vurmak caiz değildir”
(Razi, ilgili ayetin tefsiri).
(‫وأَقُو ُل‬:
َ ‫الَّذِي يَدُ ُّل‬
َ َ‫ َوََ ِلك‬،‫ب‬
ِ ‫ ث ُ َّم ت َ َرقَّى ِم ْنهُ إِلَى الض َّْر‬،‫َاج ِع‬
ِ ‫ ث ُ َّم تَ َرقَّى ِم ْنهُ إِلَى ا ْل ِهجْ َر‬،‫علَ ْي ِه أَنَّهُ تَعَالَى ا ْبتَدَأ َ ِبا ْل َوع ِْظ‬
ِ ‫ان فِي ا ْل َمض‬
ْ
َ
َ
ْ
َّ
َّ
َ
َ
َ
ْ
ْ
َّ
َ
َ
ُ
َّ
ْ
‫يق‬
َ ‫اْلقدَا ُم‬
َ ‫ت َ ْنبِيهٌ يَجْ ِري َمجْ َرى التص ِْريحِ فِي أنه َم ْه َما َح‬
ُ ‫ص َل الغ َر‬
ِ ‫يق اْلخ‬
َ ‫ف َو َج‬
ِ ‫ َول ْم يَ ُج ِز‬،‫ب ِاالكتِفا ُء بِ ِه‬
ِ ‫على الط ِر‬
ِ ‫ض بِالط ِر‬
َ
َ
‫واَّلل أ ْعلَ ُم‬
َّ ‫َق‬
ِ ‫ ْاْلش‬.
b) Arkadaşlarının yani akranı olan/ veya genel olarak mezhep alimlerinin görüşü:
Razi’nin bildirdiğine göre, alimler bu ayetin takip ettiği sıranın hükmü konusunda farklı
yorumlarda bulunmuşlardır:
- Bazılarına göre, bu sıralama -zahirde her ne kadar cem’a delalet etse de (yani: “Fa”nın aksine,
atıf vavıyla yapılan atıflarda tertip şart değildir ki, burada da vavla atıf yapılmıştır), burada yine
de tertip esastır, bu sırlamayı takip etmek vaciptir.
Nitekim, Hz. Ali de bu konuda şunları söylemiştir: “(kadının kocası), önce diliyle eşine vaz-u
nasihatte bulunacak, şayet bununla yola gelirse, artık üzerine gitmesi caiz değildir. Yok eğer
öğütle yola gelmezse, yatağını ayıracak, bununla yola gelirse, onu dövmesi caiz değildir.
Şayet yatağını ayırmakla da yola gelmezse o zaman dövebilecektir. Şayet dövmeyle de yola
gelmezse iki hakeme baş buracaktır. (Razi, a.y)
- Diğer bazı alimlere göre ise, eşinin “naşiza” olmasından (kocasına karşı baş kaldırmasından)
endişe eden kocanın ayetteki tertibe riayet etmesi gerekir. Şayet bu başkaldırı bizzat vuku
bulduysa bu takdirde bu üç tedbire birden başvurabilir.
- Bazı alimler konuyla ilgili mezhebin görüşünü şöyle değerlendirmişler: Şayet koca karısının
NAŞİZA olacağından endişe ediyorsa, ona öğüt verme hakkına sahiptir. Bu durumda yatağını
ayırmasının caiz olup olmadığı konusunda kesin bir görüş yoktur, faka bu da ihtimal
dahilindedir. Ancak bu NÜŞUZ (baş kaldırı) bilfiil başlamışsa, tertibe riayet etmeden istediği
üç tedbirden birini uygulayabilir. (Razi, a.y)
Dikkat edilirse, bu son görüş Razi’ye değil, bazı alimlere aittir. Razi kendi görüşünü başta
söyledi. Mezhebin görüşü olduğu hususu da yine bu (bazı) alimlerin değerlendirmesidir.
- Bu konuyu genel olarak özetlersek: Alimlerin cumhuruna göre, ayetteki tertibe riayet etmek
vaciptir. Şafiilerin görüşü, -mezhebin bir kavline göre- cumhurun görüşüyle aynıdır. Diğer bir
kavline göre ise -yukarıda Razi’nin de işaret ettiği gibi- tertibe riayet etmek şart değildir. (bk.
el-Mevsuuatu’l-Fıkhiye, 10/23-24- ayrıca bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslamî, 7/339)
- Şafii mezhebinin meşhur hukukçusu Maverdi de bu konuda şunları söylemiştir: “Bu üç
terbiye yolunun tertibi hususunda iki kavil/görüş vardır:
Birinci göre göre, erkek eşinin kendisine karşı isyan edeceğinden endişe ederse, ona öğüt verir
ve -bir de- yatağını ayırır. Şayet kadın buna rağmen isyanında ısrar ederse onu dövebilir.
5
İkinci görüşe göre, erkek eşinin NÜŞUZundan endişe ederse, ona öğüt verir. Eğer bu NÜŞUZ
(isyan) bilfiil ortaya çıkarsa, yatağını ayırır. Şayet buna rağmen bu isyanında ısrar ederse bu
takdirde dövebilir. İmam Şafii’nin en Azhar(açık) olan görüşü budur. (bk. Maverdi, ilgili ayetin
tefsiri)
Konuyla ilgili merhum Elmalılı Hamdi'nin açıklaması şöyledir:
"Burada, kadın dövülür mü, diye bir soru akla gelebilir. Evet dövülmez, fakat bu ifadede kadın
demek nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım gelir.
Sırasına göre insanca olmak üzere bir kaç tokat, hissi isyan ile sukuta doğru giden hırçın
bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için güzel bir ders olabilir. (Hak Dini,
ilgili ayetin tefsiri)
Ata gibi bazı alimlerin dediği gibi, Hz. Peygamber(a.s.m)’in bu “dövme” ruhsatını/iznini asla
kullanmaması (Ibn Mâce, nikâh 51) ve “eşini döven sizin hayırlınız değildir” (Hâzimî, elitibâr, 142) diye buyurması, -caydırıcı bir unsur olarak Kur’an’da yer almasına rağmen-, bu
ruhsatın kullanılmasının uygun olmadığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. (krş. İbn Aşur,
Nisa, 4/34. ayetin tefsiri)
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadınların dövülmesi / aile içi şiddet hakkında bilgi verir misiniz?
"Sizden kimse köle döver gibi hanımını dövmesin" hadisinde ...
6
Örtünmenin, tesettürün dünyadaki faydaları nelerdir?
Kur’an-ı Kerim’de kadınların örtünmelerini emreden ayetlerin pek çok hikmetleri, dünyevî ve
uhrevî boyutları, şahsî ve toplumsal faydaları vardır.
İslama uygun olarak örtünmenin, dünya hayatı açısından faydalarını, hikmetlerini ve
gerekliliğini Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Tesettür Risalesinden istifade ettiğimiz
ölçüde şöyle ifade edebiliriz:
1- Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve yaradılışları gereği tesettüre ihtiyaçları vardır. Çünkü
kadınlar zayıf ve nazik olarak yaratıldıklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdikleri
yavrularını koruyacak bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduklarından, bir kadın,
kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve nefrete mâruz kalmamak için örtünmeye yaradılışı
gereği bir meyli var.
2- Kadınların onundan altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini
herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere göre çirkin
düşmemek veya tecavüzden ve ırzına, namusuna söz gelmesinden ve bu gibi bir suç ile
töhmet altında kalmaktan korkar; tecavüz gibi elîm bir olaya mâruz kalmamak ve kocası
nazarında hıyanetle suçlanmış olmamak için, yaradılış gereği tesettür isterler.
3- İnsan sevmediği ve nefret ettiği adamların bakışından sıkılır, rahatsız olur. Elbette açık
saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, kendisine bakmasından hoşlandığı erkeklerden onda
iki üçü varsa, yedi sekizinden nefret eder.
Hem henüz güzelliği bozulmamış, güzelliğini kaybetmemiş bir güzel kadın, nazik olduğundan
ve olumsuzluklardan pek çabuk etkilendiğinden, kendisini adeta göz hapsine sokan pis
bakışlardan elbette sıkılır.
4- O şefkat madeni ve erkeğin ebedî hayat arkadaşı olan kadınların, tecavüz gibi toplumun
yüzkarası bir ihanete maruz kalmaması ve bu ihtimal neticesinde gelebilecek, kadın
fıtratı için tamamen bir yıkım ve zillet olan hallere düşmemesi ve pis bakışların, şehevi
arzularını tatmin edecek âdi bir mal olarak gördükleri aşağı duruma alçalmaması ve o
bakışların verdiği rahatsızlık ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtulması ancak ve ancak
tesettür ile olabilir.
5- Kadınlar günah işlemekte erkeklere asla yetişemez. Gayr-ı meşru bir ilişkide erkek hiçbir
zarar etmezken, kadın pek çok zarar eder. Evet, sekiz dokuz dakika bir zevki son derece
acılaştıran sebep; sekiz dokuz ay ağır bir çocuk yükünü zahmetle çekmekle beraber,
himayesiz, sahipsiz bir çocuğun sekiz dokuz sene ağır yükünü taşımak gibi, o sekiz dokuz
dakika gayr-ı meşru zevkin belâsını çekmek ihtimalidir.
Ne yazı ki, günümüzde çoklukla bu olay gerçekleştiğinden, kadın, yaradılışı gereği şiddetle
kendisine haram olan erkeklerden korkar ve kendini sakınmak ister. Bu açıdan
tesettürle, nâmahremin iştahını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek için, zayıf
fıtratı örtünmeyi emreder ve kuvvetli ihtar eder. Tesettürü kadının bir siperi ve kalesi, olduğunu
gösterir.
6- Kadın ve erkek arasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka, yalnız
dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız dünya hayatına
özel bir hayat arkadaşı olmayıp, ebedî hayatta da ona ebediyen refakat edecek bir hayat
arkadaşıdır.
7
Madem ebedî hayatta da kocasına hayat arkadaşıdır; elbette, ebedî arkadaşı ve dostu olan
kocasının bakışından başka, diğer erkeklere kendi güzelliğini göstermemek ve onu
darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir.
Madem Mü'min olan kocası, iman sırrıyla, onunla alâkası yalnız dünya hayatına mahsus
değildir, yalnız nefsî ve şehevî arzuların tatmini için kullandığı ihtiyaç da değildir. Yalnız
güzellik vaktine mahsus, geçici bir muhabbetle bağlandığı üç günlük dünyanın üç günlük
arkadaşı da değildir.
Hâlbuki kadın, sonsuzluk âleminde erkeğin sonsuza kadar devam edecek hayat arkadaşı olduğu
için, ebediyete yakışır esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle kıymet verilmeye lâyıktır.
Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, aksine ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde de
o ciddî hürmet ve muhabbete mazhar olması gerekir.
Elbette buna karşılık, kadın da kendi güzelliğini yalnız kocasının nazarına tahsis ve
muhabbetini yalnız ona vermesi, insaniyetin gereğidir.
7- Bir ailenin mutluluğu, erkek ve hanım arasındaki karşılıklı güven, samimi hürmet ve
muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o güveni bozar, o karşılıklı
hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi
bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden, kendini yabancıya sevdirmeye çalışmaz.
Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha
güzelini görmüyor. Gördüklerinin çoğu eşinden daha güzel gelir. O zaman eşler arasındaki o
samimî muhabbet ve karşılıklı hürmet gitmeye mahkûm olur.
8- Evlilik müessesinin korunması için de şiddetle tesettüre ihtiyaç vardır. Zira açık saçıklık
toplumda fuhşiyatı artırıp evlenmeleri azaltarak aile kurumunun tahrip olmasına,
nesillerin bozulmasına sebep olur.
9- Tesettüre riayetsizlik açık saçıklığı yaygınlaştırır. Bu da toplumda erkeklerin
duygularının aşırı derecede cinsellik üzerine yoğunlaşması, cinsel ahlaksızlıkların
çoğalması, namus ve emniyetin zayi olması ve zamanla neslin tıbben zayıflaması gibi acı
sonuçları doğurur.
8
Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım, sözünü
nasıl anlamak gerekir?
1. Burada peygamberimize değil, “peygamberlerine gönderdiği kitaplar” diyor. Suhuflarla
beraber 104 kitap peygamberlere gönderilmiştir. Burada kastedilen kitap, Kur’an’dan önce
gönderilen kitaplardan veya suhuflardan biridir.
- “Bana itaat edersen, seni de benim gibi yaparım. Her neye ol desen olur!..” manasındaki
ifade aslında bizi aşan bir durumu ifade etmektedir.
Bununla beraber, bu konuyu zihinlere yaklaştırmak için şu hadis-i şerifi hatırlatmakta fayda
vardır:
“Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım
şeyleri eda etmesidir. Kulum nafile ibadetlerle bana öyle yaklaşmaya devam eder ki,
sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan
eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti
mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu
kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun
sevmediği şeyi sevmem." (Buhârî, Rikak 38)
Bu hadis-i kudsinin verdiği bilgiler çerçevesinde Geylanî hazretlerinin ifadesini şöyle anlamak
mümkündür:
Allah’a gerçek manada itaat eden veli kulları, öyle bir istiğrak halet-i ruhiyesine girerler ki,
“Fena fillah” mertebesinde kendilerini sıfırlarlar. Onların yaptıkları, söyledikleri hep bir
“Bismillah” hükmündedir. Her şeyi Allah namına yaparlar. Dolayısıyla, bir şey “Ol!”
dedikleri zaman kendileri demiyor, bu söz onlar için bir Besmele çekmek manasına gelir. Asıl
işi yapan ise Allah’tır. Yani bu mertebeye ulaşan velilerin kendileri yoktur, onların ehliyetleri
de yoktur. Konuşan ve yaratan yalnız Allah’ın ilim ve kudretidir.
2. “Sema onların duası ile açılır…” ifadesini de bu manayı çağrıştıran şu hadisin -özet halde
verdiğimiz- ifadesinde görmek mümkündür.
“Allah’ın mahlukları arasında üç yüz Ebdal denilen has veli kulları vardır. Allah onların
vesilesiyle hayat verir, öldürür. Onların yüzü suyu hürmetine yağmur yağdırır, belaları
def eder.” (bk. Aclunî, Keşful-hafa,1/33)
- Abdullâh b. Mes`ûd’a “Allah bunların vesilesiyle nasıl diriltir, öldürür?” diye sorulunca şu
cevabı vermiştir: “Çünkü onlar, aziz ve celil olan Allah’tan milletlerin çoğalmalarını
dilerler. Onlar da çoğalırlar(bu diriltmenin/hayat vermenin örneğidir). Zorbaların
aleyhlerine dua ederler, onların belleri kırılır (kahredilirler/bu da öldürmenin örneğidir).
Yağmur yağması için dua ederler, onlara yağmur yağdırılır. Bitkilerin bitmesini isterler,
yeryüzü onlara (Allah’ın inayetiyle) bitkilerini bitirir. Dua ederler, onların dualarıyla
çeşitli belalar def edilir.” (bk. Aclunî, Keşful-hafa, a.y)
- Şah-ı Geylanî’nin yukarıdaki ifadeleri bu hadis rivayetinden mülhem olabilir.
3. Def ile zikir yapma konusu eskiden beri tartışmalıdır. Bazı alimler, ehl-i tesavvuf zatlar Def
ve Ney çalmanın caiz olduğunu söylerken, diğer bir kısmı bunun caiz olmadığını
söylemişlerdir. (bk.Gazali, İhya, 2/271-277, V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/573-575)
- İmam Gazali de Şeriatta açıkça yasaklanan bazı aletler dışında, def gibi bazı aletlerin caiz
olduğuna taraftardır. (bk. İhya, a.g.y)
9
- Hz. Peygamber (asm) bir gazveden dönmüştü. Siyahî bir cariye gelip “Ey Allah’ın resulü!
Ben sizin sağ-salim geri dönmeniz halinde yanınızda def çalacağıma nezrettim/vadettim” dedi,
Efendimiz “eğer nezrettiysen çal” dedi. Kadın onun yanında def çalmaya başladı. Sonra Hz.
Ebubekir geldi o yine çalmaya devam etti. Sonra Hz. Ömer gelince, cariye defi altına alıp
üzerine oturdu. Bu manzarayı gören Efendimiz: “Ya Ömer! Gerçekten şeytan senden
korkuyor…” dedi. (bk. Kenzu’l-Ummal, h. no:35839)
- İbn Asakir’in, Hasan-ı Basri’den mürsel olarak rivayet ettiği bir hadiste eski kavimlerin helak
olmalarının sebeplerinden biri de “Def çalmak” olarak yer almaktadır. (bk. Camiussğir, 2/99;
Kenzu’l-ummal, h. no: 13014)
- Ancak, Fakihanî gibi bazı alimler, çalgılarla ilgili hiç bir rivayetin sahih olmadığını
belirtmiştir. (Neylu’l-Evtar, 8/104)
10
Hz. İbrahim ve İsmail’in Arapların atası olmadığı iddiasına ne
dersiniz?
Bu sorunun ve iddianın özeti şudur: Bazıları diyorlar ki, Hz. İsmail’in Arapların atası olduğu
iddiası Müslümanlara aittir. İslam öncesi dönemde Hz. İsmail ile Araplar arasında bir
bağlantıyı gösteren herhangi bir bilgi yoktur.
Bu iddiaya bir kaç yönden cevap verilebilir:
a) Kur’an’da Kâbe’yi inşa edenlerin Hz. İbrahim ve Hz. İsmail olduğu açıkça ifade edilmiştir:
“İbrâhim ile İsmâil beytullah’ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı: Ey bizim
Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi kabul buyur bizden! Hakkıyla işiten ve bilen ancak
Sen’sin.” (Bakara, 2/127)
b) Sahih hadislerde rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, kendisinin ve bağlı olduğu Kureyş
kabilesinin Hz. İsmail’in neslinden olduğunu ifade etmiştir:
"Cenab-ı Hak İbrahim'in evlatlarından İsmail'i, İsmail'in evlatlarından Benî Kinane'yi,
Benî Kinane'nin evlatlarından Kureyş'i, Kureyş'ten Benî Hâşim'i, Beni Hâşim'den de
beni seçti." (Müslim, Fedâil, 1)
Bu ifadeyle Hz. Peygamber (asm), kendi soyunu, Mekke'de büyümüş ve orada peygamber
olarak gönderilmiş olan Hz. İsmail'e ulaştırmaktadır.
"Ey İsmail oğulları! Ok atınız, sizin atanız da mahir bir ok atıcı idi" (Buhâri, Enbiyâ, 12)
mealindeki sahih hadiste de Hz. Peygamber (asm)’in Hz. İsmail’i Arapların atası olarak
andığını görmekteyiz.
Kur’an ve sahih hadislerde bu bilgi olduktan sonra, bir müminin bu konuda tereddüt etmesi
düşünülemez.
c) Bu konuda tereddütler uyandırmaya çalışanlar, cahiliye döneminde Hz. İsmail’den söz eden
şiir ve hitabelerin olmadığını delil getiriyorlar.
Şayet cahiliye döneminde böyle bir bilgi yoksa bile, bu Hz. İsmail’in Arapların atası
olmadığına delil olamaz. Çünkü, bunu ispat etmek için cahiliye döneminde ne kadar şiir ve
sözlü/veya yazılı makale varsa hepsini gördükten sonra böyle bir iddia ve bir ihtimal olarak
ortaya çıkar. İddiacıların böyle bir iddiaları olamaz, çünkü bu mümkün değildir.
d) Kâbe’nin Mekke’de olması, Arapların eskiden beri Kâbe’ye saygı göstermeleri, hatta Mekke
dışındaki kabilelerden de bu yüzden saygı görmeleri Kur’an’la sabittir. Kureyş Suresi tek
başına buna yeterli bir şahittir. Çünkü aksi olsaydı, elbette inkârcı Araplar tarafından itiraza
uğrardı.
e) Mealini vereceğimiz şu ayette Hz. Peygamber ve akrabası olan Arapların Hz. İbrahim’in
soyundan geldiği açıkça ifade edilmektedir:
“Allah yolunda gereği gibi cihad edin. Sizi insanlar içinde bu emanete ehil bulup seçen
O’dur. Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız
İbrâhim’in milletine ve yoluna! Bundan önce de, bu Kur’ân’da da, size Müslüman adını
veren O’dur. Ta ki Resul size şahid olsun, siz de diğer insanlar nezdinde Hakkın şahitleri
olasınız. Haydin namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı bağlanın. O
sizin biricik mevlanız, efendinizdir. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.” (Hac,
22/78)
11
f) Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib, Cahiliye döneminin meşhur Hanif (Hz. İbrahim’in
tevhid dinine bağlı) bir kimsedir. Onun putlara secdeyi reddettiği ve İbrahim ile İsmail’in
yaptığı Beytullah’ın dışında başka bir şeye secde etmeyeceğini (yani: Beytullah’a karşı durarak
Allah’a secde edeceğini) söylemiştir. (el-Bidaye ve’n-Nihaye, 3/323)
g) Yine Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib Kureyş ile Huzaa kabilelerini barıştırırken,
“Biz İbrahim ve İsmail’in soyundanız” diyerek iki kabilenin ortak yönlerine dikkat çekmiştir.
(bk. el-Maverdi, A’lamu’n-nübüvve, s. 215)
İlave bilgi için tıklayınız:
Hz. İbrahim (a.s.) hangi ırktan gelmektedir?
Peygamberimizin hangi millettendir?
Hz. Muhammed (asm)'in soyunun Hz. İbrahim'e dayanmadığı iddia ...
12
Abdest alırken ensesini mesheden, kıyâmet günü
zincirlenmez, hadisi sahih midir?
- Bu hadisi Abu Nuaym İbn Ömer’den naklen rivayet etmiştir. İbn Kayyım bu hadisin uydurma
olduğunu söyler. (İbn Kayyım, el-Menaru’l-Munif, 1/120).
- İmam Gazali bu hadise dayanarak boyunu meshetmenin sünnet olduğu belirtmiştir. (İhya,
1/134)
Ancak İhya’nın hadislerini tahric eden Zeynu’l-Iraki, bu hadisin zayıf olduğuna dikkat çeker.
(Tahricu ahadi’l-İhya,-İhya ile birlikte-a.g.y).
- İmam Nevevi Rivayette yer alan Leys b. Süleym’den dolayı hadisin zayıf olduğunu
belirtmiştir. (el-Mecmu,1/465)
- Bu hadisi Ebü'l-Hasan b. Faris rivayet etmiş ve "bu hadis inşallah sahih¬tir" demiştir. (İbn
Hacer, et-Telhîsü'l-habîr, I, 34)
Ayrıca, Leys'in nakline göre Talha b. Musarrıf’ın dedesi “Re¬sûlullah’ı (asm) ense ile kulak
arasından boynun ön tarafına kadar başını mesh ederken” görmüştür. (Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 3/48)
Hanefiler, bu rivayetlere göre abdest alırken boynu yani enseyi meshetmenin sünnet olduğunu
söylerler. (bk. Tehanevi, Hadislerle Hanefi Fıkhı, Abdest Bölümü)
Ancak diğer mezheplere göre boynu meshetmek sünnet değildir. (bk. Zühaylî, el-Fıkhü'llslâmî, 1/406; Nevevî, el-Mecmû', 1/48)
13
El-Müberred ve eseri El-Kâmil hakkında bilgi verir misiniz?
Ebü’l-Abbâs Muhammed b. Yezîd b. Abdilekber b. Umeyr el-Müberred el-Ezdî es-Sümâlî (ö.
286/900)
Arap dili ve edebiyatı âlimi.
Tercih edilen rivayete göre Zilhicce 210’da (Mart 826) Basra’da doğdu (Sîrâfî, s. 107).
Yemen’den kuzeye göç eden Ezd kabilesinin Yukarı Hicaz’da yerleşen Sümâle koluna
mensuptur. Babası Basra’da tapu işlerinde görevli bir memurdu (a.g.e., a.y.). “Soğutulmuş”
anlamındaki “Müberred” lakabının, hocası Ebû Osman el-Mâzinî’nin sorularına gönüle serinlik
veren isabetli cevaplar vermesi sebebiyle Mâzinî’nin, “Sen müberridsin” şeklindeki sözünden
ortaya çıktığı, ancak bu kelimenin, kendisini çekemeyenler ve Kûfe mektebi mensupları
tarafından alay etmek amacıyla “müberred” şekline dönüştürüldüğü kaydedilir (Yâkūt, XIX,
111-112). Bu hususta başka rivayetler de vardır (İbn Abdürabbih, VI, 77-78; Yağmûrî, s. 324;
EI² [Fr.], VII, 281). Kendisine “Müberred” denilmesinden rahatsız olduğu belirtilir.
İlk tahsilini Basra’da yaptı. On beş yaşında iken Ebû Ömer el-Cermî’den Kitâbü Sîbeveyhi’yi
okumaya başladı, hocasının vefatı üzerine eseri Mâzinî’den tamamladı. Kitâbü Sîbeveyhi’nin
eleştirisine dair Mesâǿilü’l-ġalaŧ’ını bu devrede kaleme aldı. Mâzinî’den ders aldığı sırada Ebû
Hâtim es-Sicistânî’nin derslerine de devam ediyordu. İbn Âişe’den hadis, ensâb ve ahbâr,
Muhammed b. Ubeydullah el-Utbî’den şiir ve tarih alanlarında faydalandı. Câhiz’le ilgisini
vefatına kadar sürdürdü; ondan şiir, hikemiyat, bedevîlere ve tarihî şahsiyetlere dair ahbâr
rivayet etti. Ebü’l-Fazl er-Riyâşî’den de Asmaî’den yaptığı dil, tarih ve şiirle ilgili rivayetlerini
topladı. Üstün zekâ, hâfıza, anlayış ve muhakeme gücü sayesinde küçük yaşta lugat ve nahiv
sahalarındaki geniş bilgisini etrafına kabul ettirdi ve ünü kısa zamanda Basra dışına yayıldı.
Vâsıķ-Billâh devrinde Sâmerrâ’ya davet edildi, orada bir yandan Vezir Fâzıl b. Mervân’ın
muhasebe işlerini yürütürken bir yandan da Abdullah b. Muhammed et-Tevvezî, İbrâhim b.
Süfyân ez-Ziyâdî, şair Cerîr’in torunu Umâre b. Akīl, Abdüssamed b. Muazzel, Muhammed b.
Hişâm es-Sa‘dî’den sarf, nahiv, lugat, şiir, ahbâr ve edebiyat alanlarında faydalandı. 244 (858)
ve 246 (860) yıllarında Mütevekkil-Alellah Ca‘fer b. Muhammed ile veziri Feth b. Hâkān elFârisî’den aldığı davetle tekrar Sâmerrâ’ya giderek sarayda düzenlenen ilmî ve edebî
münazaralara katıldı, gösterdiği üstün başarı sebebiyle zengin hediyelere nâil oldu. Di‘bil,
Buhtürî ve Ebü’l-Anbes Muhammed b. İshak es-Saymerî gibi şairlerle tanışması da bu sırada
gerçekleşti.
247 (861) yılında Mütevekkil-Alellah ile veziri Feth b. Hâkān’ın öldürülmesi yüzünden yardım
ve ihsanların kesilmesi üzerine Sâmerrâ’dan ayrılıp Bağdat’a gitti. Kûfe mektebinin lideri olan
rakibi Sa‘leb’le karşılaşması ve ilk münazarası bu sırada cereyan etti. Kısa zamanda onun
etrafında büyük bir öğrenci ve dinleyici kitlesinin toplandığını gören Sa‘leb, öğrencileri Zeccâc
ile İbnü’l-Hayyât’ı göndererek ders halkasını dağıtmalarını istedi. Zeccâc, sorduğu sorulara
ikna edici cevaplar alınca bir daha Sa‘leb’in yanına dönmedi ve Müberred’in derslerine devam
etti. Sa‘leb’in diğer öğrencilerinin birçoğu da hocalarını terkedip Müberred’in yanına gitti.
Müberred Kitâbü Sîbeveyhi’yi okutup müşkillerini çözmekte tek otorite haline geldi. Çeşitli
ilim dallarında birçok öğrenci yetiştirdi. Veşşâ, Sa‘leb’in damadı Ebû Ali Ahmed b. Ca‘fer edDîneverî, İbnü’l-Mu‘tez, İbn Vel-lâd, İbn Keysân, Zeccâc, Ahfeş el-Asgar, İbnü’s-Serrâc, İbn
Şukayr, İbnü’l-Hayyât, Niftâveyh, Ebû Bekir es-Sûlî, İsmâil b. Muhammed es-Saffâr, İbn
Dürüsteveyh ve kendi damadı Muhammed b. Ca‘fer es-Saydalânî bunlardan bazılarıdır.
Müberred, Bağdat’ta emîr ve vezirlerden, özellikle Bağdat Valisi Muhammed b. Abdullah b.
Tâhir ile kardeşi Ubeydullah’tan saygı gördü, bunların ihsanlarına nâil oldu. Sa‘leb’le yaptığı
tartışmalarda güzel konuşması, nüktedanlığı, hazırcevaplılığı ve şairane tabiatıyla lehine bir
atmosfer oluşturduğu kaydedilir (Ebû Bekir ez-Zübeydî, s. 114; Kemâleddin el-Enbârî, s. 164165; Yâkūt, XIX, 113 vd., 118 vd., 120). Bu tartışmalar camilerle meydanlarda herkesin gözü
önünde cereyan ettiği gibi emîr ve vezirlerin konaklarında da düzenleniyordu.
14
Vali bu meclislerin ardından Sa‘leb’i oğluna, Müberred’i de kendine hoca tayin etti.
Aralarındaki tartışmalara rağmen iki âlim arasında husumet yoktu. Müberred, Kûfeliler’in en
âliminin Sa‘leb olduğunu söyleyerek ona iltifat ederdi. Kendisi vefat edince de Sa‘leb onun için
mersiye yazmıştır (Ebû Bekir ez-Zübeydî, s. 119-120). Zeccâc ile İbn Dürüsteveyh Müberred’i,
Ebû Bekir el-Enbârî ile İbn Fâris Sa‘leb’i savunmuş, her biri bu konuda eser yazmıştır. 28
Zilhicce 286 (4 Ocak 900) tarihinde Bağdat’ta vefat eden Müberred, Bâbülkûfe semtindeki
mezarlığa defnedildi. Ölüm yılı 285 (899) olarak da kaydedilir. Müberred nüktedan, espri ve
fıkralardan zevk alan, hoşsohbet, zekâ ve hâfızası güçlü bir şahsiyet olarak tanıtılır (Sîrâfî, s.
98-101; Kemâleddin el-Enbârî, s. 164-170). Başta İbnü’r-Rûmî olmak üzere Buhtürî, İbnü’lAllâf ve Ahmed b. Abdüsselâm gibi çağdaşı şairler kendisi için methiye ve mersiye yazmıştır.
Basra dil mektebinin Sîbeveyhi’den sonra ikinci otoritesi olan Müberred, Arap grameri ve
edebiyatıyla ilgili özgün görüşler ortaya koymuştur. Onun gramerdeki yöntemi âmiller ve
mâmuller taksimine göre semâ, kıyas, ayrıca sebeplerin açıklanmasına (ta‘lîl) dayalı
tanımlamalar yoluyla konuların açıklığa kavuşturulmasından ibarettir. Müberred, bir dil
kuralının veya bir ifadenin doğru veya yanlış olduğunu belirlemede daima kıyasın hakemliğine
başvurmakla birlikte kıyası hiçbir zaman semâın önüne geçirmez. Gerek semâ gerek kıyasta
yaygın kullanımı esas alır, ona aykırı olan ve nahiv kaidelerine uymayan şâz kıraatleri
reddederdi. Arap alfabesinin yirmi sekizinin muayyen şekilleri olan, yedisinin ise işaretlerle
gösterilen otuz beş harfinin bulunduğunu söylerdi. Belâgata dair ilk müstakil eseri Müberred
yazmıştır. İlk defa el-Kâmil’inde teşbih konusuna geniş bir bölüm ayırarak edebî değerleri
açısından taksim ettiği bazı türlerini zengin örneklerle açıklamıştır. Aynı şekilde kinayeyi üçe
ayırarak izah etmiş, leff ü neşr tabirini ilk defa o kullanmıştır. Haber çeşitleri, îcâz, lafız ve
mâna ta‘kīdi, istiare, iltifat, aklî ve mürsel mecazlar, kalb, tecrid ve murâat-ı nazîr gibi belâgat
türlerini örnekleriyle açıklamıştır (el-Kâmil, I, 28, 135; II, 56; III, 22, 410; el-Belâġa,
neşredenin girişi, s. 52). Onun şiir eleştirileri özellikle anlama yönelik olup birçok kişinin
makbul gördüğü bazı şiirleri aşırı mübalağa vb. sebeplerle beğenmezdi.
Eserleri. Çoğu dil ve edebiyata dair olan altmış kadar kitap ve risâlesinden az bir kısmı
zamanımıza intikal etmiştir.
el-Kâmil fi’l-edeb (fi’l-luġa ve’l-edeb ve’n-naĥv ve’t-taśrîf). Müberred’in en meşhur eseri
olup Câhiz’in el-Beyân ve’t-tebyîn’i, İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib’i ve Ebû Ali el-Kālî’nin
el-Emâlî’siyle birlikte klasik Arap edebiyatının dört temel eserini teşkil eder. İslâm
medeniyetinde gelişen şehir hayatının bir tezahürü olarak sosyal ilişkilerde zarafet şeklindeki
edep telakkisinin en üst düzeyde ifadesi Câhiz’in eserlerinde görüldüğü gibi, Arap dilinin bütün
inceliklerine vâkıf olma biçimindeki edep telakkisinin yansıması da onun öğrencileri olan İbn
Kuteybe ile Müberred’in eserlerinde görülür.
Öğrencisi Ahfeş el-Asgar’ın şerh, ilâve ve düzenlemesiyle günümüze ulaşan eser elli dokuz
(veya altmış bir) bölüm olup âyet, hadis, hutbe, mev‘iza, mesel, kıssa ve hikemiyatla çoğu
kadîm şiirden seçmeler, lugat, gramer ve tarihî bilgi bakımından önemli açıklama ve
değerlendirmeleri kapsar. Câhiz gibi okuyucunun ilgisini canlı tutmak için ciddi konuların
arasına eğlendirici hikâye, fıkra, haber ve şiirleri ustalıkla yerleştirdiği, zaman zaman dil ve
edebiyat konularından ayrılarak fıkıh, tefsir ve kelâm meselelerine daldığı görülür. Hâricîler’in
ilginç şiir, hutbe, söz ve haberlerine dair verdiği sağlam bilgiler eserde geniş yer işgal eder (III,
1077-1360).
Osman Reşer (Oskar Rescher) bunlarla ilgili bölümü Almanca’ya çevirerek yayımlamıştır (Die
Kharidschiten kapital aus dem Kâmil [nach der Ausgabe William Wright’s] ein Specimen der
älteren arabischen Adab-Litteratur, Stuttgart 1922). Aynı bölüm el-Kâmil-Bâbü’l-Ħavâric
adıyla Dımaşk’ta neşredilmiştir (ts. [Menşûrâtü Dâri’l-hikme]). Eser hakkında Ebû Ca‘fer enNehhâs’ın isabetli ve Ahfeş es-Sagīr’in kısmen isabetli eleştirilerinin olduğu kaydedilir.
15
Ali b. Hamza el-Basrî eleştirisine yer verdiği eserler arasında el-Kâmil’deki lugat, şiir ve tarihî
mâlûmata dair 109 tenkit yöneltmiş, fakat bunların bir kısmı isabetsiz görülmüştür (elMuķteđab, neşredenin girişi, I, 57-59; M. Abdülhâlik Uzayme, s. 153-161).
Muâfâ en-Nehrevânî, müellifi ve eserini takdir etmekle birlikte el-Kâmil’de yer alan haber ve
kıssaların çoğunun senetsiz olduğunu söylemiş, bu sebeple seçilen isme uygun sayılmadığını
belirtmiştir (el-Celîsü’ś-śâliĥi’l-kâfî, I, 161-162). el-Kâmil üzerinde şerh, şiirlerin açıklanması,
özetleme, yeniden düzenleme ve taklid şeklinde birçok çalışma yapılmıştır (el-Kâmil,
neşredenin önsözü, I, 18-19). İlk defa Wilhelm Wright tarafından neşredilen eserin (I-II,
Leipzig 1862-1864) daha sonra çok sayıda baskısı yapılmıştır (İstanbul 1286, Kahire 1308,
1313, 1323, 1324, 1339, 1347, 1355, nşr. Zekî Mübârek, Kahire 1355; nşr. Ahmed Muhammed
Şâkir, I-III, Kahire 1356 [III. cilt fihrist olup Seyyid Muhammed Kîlânî tarafından
hazırlanmıştır, Kahire 1376/1956]; nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim - Seyyid Şehâte,
Kahire 1376/1956; nşr. Muhammed Ahmed ed-Dâlî, I-IV, Beyrut 1406/1986 [IV. cilt fihrist]).
(İsmail Durmuş, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, EL MÜBERRED mad.)
16
Ahilik teşkilatına mensup olanlar, bağış yapmaya zorlanmış
mıdır?
İslâm, sosyal adaletin tahakkuku için bir çok prensipler koymuş, zengine karşı fakiri korumuş,
iktisadi ve sosyal hayat için çok adilane bir siyasetin sahibi olmuştur.
İslâm dini, “insanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olanlardır“ diyerek, sosyal
yardımlaşmaya ibadet ruhu kazandırmıştır.
Bütün prensiplerini dinin asıl kaynağından alan Ahîliğin nizamnâmelerine Fütüvvetnâme adı
verilirdi. Ahîliğin esasları, ahlâkî ve ticarî kaideleri bu kitaplarda yazılı idi. Teşkilâta girecek
kimse ilk önce bu kitaplarda belirtilen dinî ve ahlâkî emirlere uymak zorundaydı.
Fütüvvetnâmelere göre, teşkilât mensuplarında bulunması gereken vasıflar vefâ, doğruluk,
emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevketme, affedici olma ve
tövbedir. Şarap içme, zina, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı
gerektiren sebeplerdi.
Ahiliğin asıl amacı, insanların dünya ve ahirette huzur içinde olmalarını sağlamaktır. Bu
anlayış ahilerin dünya için ahiretini, ahiret için de dünyasını terk etmeyen dengeli bir hayat
anlayışı geliştirmesini sağlamıştır.
Ahiler çatışmacı değil, dayanışmacı bir ruh yapısına sahiptirler. Zengin ile fakir, üretici ile
tüketici, emek ile sermaye, millet ile devlet kısaca toplumun bütün fert ve kurumları arasında
iyi münasebetler kurarak herkesin huzur içinde yaşamasını sağlamak Ahi Birliklerinin başta
gelen amacıdır.
Ahilik, güçlünün zayıfı ezmesine, haksız kazanç sağlanmasına şiddetle karşı çıkar. İnsanların
birbirlerini kardeşçe sevmelerini sağlayan ortamın hazırlanmasını sağlamak için kurulmuş
köklü bir teşkilattır.
Osmanlı toplumunda esnaflar Lonca adı verilen teşkilatlara sahiptiler. Her esnaf muhakkak bir
loncaya kayıtlı olur, loncasının koruması ve denetimi altında bulunurdu. Bugünkü tabipler
odası, mimarlar odası, şoförler odası gibi… Dükkan açma hakkına Gedik denilirdi. Gedik’e
sahip olmak için çıraklık, kalfalık yapıp, ustalık belgesini almak gerekirdi.
Loncaların başlıca görevleri şunlardı:
1- Üye sayısını, üretilen malların kalitesini, fiyatını belirlemek
2- Esnaf arasındaki haksız rekabeti önlemek,
3- Esnaf ile devlet arasındaki ilişkileri düzenlemek,
4- Üyelerine kredi vermek.
Osmanlılar döneminde en önemli ve etkili lonca olarak Ahilik teşkilâtını görmekteyiz. Ahilik,
Selçuklular döneminde ortaya çıkan, zaman içinde Anadolu’ya yayılan, Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluş ve gelişmesinde önemli katkılar sağlayan, dinî-ahlâkî, askerî, siyasî,
ekonomik, sosyal, kültürel ve eğitim amaçlı fonksiyonlar icra eden önemli bir kuruluştur.
Ahiler, icra ettikleri fonksiyonlara göre bir yayılış tarzı göstererek, şehirlerden kasabalara,
köylere hatta dağ başlarına kadar uzanmışlardır. Ahiler, hizmet edebilecekleri her yere
zaviyeler kurup, teşkilâtlarını en ücra köşelere kadar yaymışlardır.
17
Ahilik, Osmanlı Devletinin kuruluşu tamamlandıktan ve devlet müesseseleri oluşturulduktan
sonra, bilhassa II. Murat ve Fatih dönemlerinden itibaren bazı fonksiyonlarını kısmen veya
tamamen kaybederek bir esnaf teşkilâtına dönüşmüş, geleneklerini ve eğitimini bu kesimde
devam ettirmiştir. Böylece Ahilik, küçük esnaf, usta, kalfa ve çırakları içine alan, onların
dayanışmaları kadar, mesleklerini dürüstçe ve özenle yapmalarını, ayrıca eğitilmelerini
amaçlayan bir lonca teşkilâtı olarak yararlı hizmetler vermiştir.
Ahiliğin bir meslek kuruluşu olması bu birliklerde doğruluk ve sadakate dayanan meslekî
ahlâkı da önemli kılıyordu. Müşteriyi aldatmamak, malı överek yalan söylememek, hileli ölçüp
tartmamak, karaborsacılık yapmamak, müşteriyi kızıştırmamak, alışverişte iyi muamelede
bulunmak, işinde dikkatli olmak ve işini savsaklamamak gibi ahlâki ilkelere önem veriliyordu.
Ahilik teşkilâtının en önemli fonksiyonlarından biri de başta mensupları olmak üzere insanlar
arasında yardımlaşma ve sosyal dayanışmayı sağlamak olmuştur. Bunun için her esnaf zümresi,
yönetim giderleri ile aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak üzere bir sandık
oluşturmuştur.
Esnaf Sandığı
Çok eskiden beri Anadolu’da ve Osmanlı Devletinde her esnafın bir yardım sandığı vardır.
Buna, “Esnaf Vakfı” , “Esnaf Sandığı” ve daha önceleri “Esnaf Kesesi” derlerdi. Sandık,
mütevelli veya sandık vakfı yöneticisinin yönetiminde faaliyetini sürdürürdü.
Sandığın başlıca gelir kaynaklarını, esnafın teberruları, çıraklıktan kalfalığa ve kalfalıktan
ustalığa yükselirken ustanın çırağı ve kalfası için verdiği teberru, haftalık veya aylık olarak
esnaftan gücüne göre toplanan paralar, nemadan ve toplanan paranın işletilmesinden elde edilen
gelirler oluştururdu.
Sandık gelirlerinin harcandığı başlıca yerler ise şunlardı:
Ticaret veya işlerini genişletmek isteyen esnafa verilen borçlar, Ramazan aylarında ahali için
yapılan masraflar, hali vakti yerinde olmayan esnafa yapılan karşılıksız yardımlar, vefat eden
esnaf için yapılan cenaze giderleri, felakete uğrayan esnafa yapılan yardımlar, esnaftan fakir
olanların hastalık masrafları, evlenecek olan fakir ve kimsesiz gençlere yapılan yardımlar,
müteferrik masraflar, onarım giderleri, alimlere ve diğer din adamlarına yapılan yardımlar,
vergiler, yaz aylarında kullanılan sebil sular ve kar bedelleri.
İlave bilgi için tıklayınız: AHİ, AHİLİK
18
Tevrat ve İncil de vahiy olduğuna göre, neden Kuran en
üstündür?
- Allah’ın kitabı olmaları hasebiyle bütün kitaplar aynı fazilete sahiptir, denilebilir.
Ancak, Allah kitaplarını gönderirken, insanların o günkü anlayış ve bilgi seviyelerine göre
göndermiştir. Bu açıdan bakıldığı zaman, kıyamete kadar hükmü geçerli olan, en son vahiy
olduğu için evrensel bir kitap olma hüviyetinde olan Kur’an’ın -bu açıdan- diğer kitaplardan
daha üstün olduğunda şüphe yoktur.
Bir misalle bu konuyu şöyle açabiliriz: Bir bilim adamı, biri ilkokul çocukları için, diğeri
üniversite öğrencileri için yazdığı iki matematik kitabının birbirinden farklı olması, ikincisinin
birincisinden birçok yönden daha üstün olacağı işin tabiatının gereğidir.
Bu iki kitap arasındaki fark, yazarın ilmi bakımından değil, muhatapların farklı seviyeleri ve
anlayış kabiliyetlerine göredir.
- Şunu çok net söyleyebiliriz ki, Tevrat ve İncil Allah’ın kelamıdır, ancak bunların lafızlarının,
üslup ve ifade tarzları mucize değildir. Buna mukabil, kıyamete kadar hükmü baki olan
Kur’an-ı hakim, manevi bir mucize olarak -hak ve hakikati ders veren muhtevası yanında- lafız
ve ifade tarzı bakımından da mucizedir.
Her şeyi hikmetle yapan Allah’ın hikmetinin ön görmesinin bir sonucu olarak Kur’an diğer
kitaplardan daha üstündür.
- Bunun anlaşılması için peygamberlerin durumunu da hatırlayabiliriz. Kitapların hepsi
Allah’ın kelamı olduğu gibi, peygamberlerin hepsi de Allah’ın elçileridir. Ancak bazı
peygamberlerin diğer bazılarından üstün oldukları bilinen bir gerçektir.
“Biz, o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık” (Bakara, 2/253) mealindeki ayette bu
husus açıkça ifade edilmiştir.
Deme ki Kur’an’ın dışındaki, Tevrat, İncil gibi kitaplar ve suhuf gibi diğer kelamlar, evrensel
olmayıp özel bir kavme özel bir millete inmiş kelamlardır. Kelamın genişliği ve azameti
muhatabın idrak ve anlayış seviyesine göre şekillenir. Tekamül kanunu gereğince eski
toplumlar ve kavimler bir derece bedevi ve medeni hayattan uzak bir anlayışa sahip oldukları
için, Allah onlara üst perdeden külliyetle değil, sade ve seviyelerine uygun bir hitapla
konuşmuştur.
19
Saadete erenin boynunda İsmi Azam gerdanlık gibidir,
sözünü açıklar mısınız?
- Üstad Bediüzzaman bunu şöyle açıklamıştır: “Kim inayete ve saadete mazhar ise, o,
ahirzaman fitnelerinden bu altı ismi (Sekineyi), verdiğim ders tarzında vird edenler
mahfuz kalırlar.” (Osmanlıca Lemalar, s.313)
- Bunun manasını tam anlaşılır bir Türkçe ile şöyle tercüme edebiliriz:
“Kim Allah’ın inayetine ve gerçek saadete mazhar ise, Sekine denilen ism-i azam onun
boynunda bir gerdanlık gibi durur”
Burada yer alan “boynunda bir gerdanlık” ifadesi, bir tasmanın bir gerdanlığın boyundaki
sürekliliği ifade eden ve “boynunun borcu” manasına gelen bir mecazdır. Buna göre bu beytin
manası şöyledir:
“Kim Allah’ın inayetine ve gerçek saadete mazhar ise, o (ahir zamanda gelen) kimse, SEKİNE
duasını okumayı “boynunun borcu” olarak telakki eder ve onu sürekli okur.
- Bu beyitte Hz. Ali, özellikle ahir zamanda sürekli ism-i azam duasını okuyan bir kimseye
işaret etmektedir. Risale-i Nur’da bu hususa şu ifadelerle işaret edilmiştir.
Üstadın Aşağıdaki şu ifadeleri de bu beyti güzelce açıklamaktadır.
“Bin üçyüz ellidört (1354) tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said'in (ra) iki maruf lâkabına
remzen ve ismen îma eden ve "Kendini muhafaza et" emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade
müteaddid tehlikelere maruz bulunacağını telvih (işaret) eden "Ercuze"nin âhirlerindeki
‫َّان‬
ْ ‫فَا‬
ِ ‫سئ َ ْل ِل َم ْوالَكَ ا ْلعَ ِظ ِيم الش‬
َّ
‫ان‬
ِ ‫يَا ُمد ِْركًا ِلذ ِلكَ الز َم‬
‫ِبا َ ْن يَ ِقيكَ ش ََّر تِ ْلكَ ا ْل ِفتْنَ ِة‬
‫َو ش ََّر ُك ِل ك ُْربَ ٍة َو ِمحْ نَ ٍة‬
fıkrasıyla diyor: "Ya Said-el Kürdî! Bin üçyüz ellidört (1354) tarihine yetişirsen Mevlâ-yı
Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar." Evet
Onsekizinci Lem'ada Birinci Keramet-i Aleviye'nin izahında, Kaside-i Ercuziye'nin Risale-i
Nur ve müellifine dair işarat-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i a'zam ve sekine tabir ettiği esma-i
sitte-i meşhure ile daima meşgul olan bir şakirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok
emareler ve karinelerle o şakird, Said olduğu isbat edilmiş” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 119)
-“ ُ‫س ِم الَّذِى َج َّل قَد ُْره‬
ْ ‫ام َل اْ ِال‬
ِ ‫فَيَا َح‬cifir ve ebcedî hesabıyla bin üçyüz elli üç senesi ki, Risale-i Nur
şakirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda "Sekine" tabir edilen İsm-i A'zamı, yetmiş
bir âyet ile yüz yetmiş bir defa daimî vird eden Risale-i Nur Müellifinin isimlerine tevafuk
sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i A'zamı hâmil Risale-i Nur Müellifinin hususiyetini
ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini; Lillahilhamd, selâmet ile
kurtulmaları, keramet-i Aleviyeyi tasdik ettiğini…” (Lem'alar, 448)
20