Basin_Yans imalari.pd 15636,984 KB
Transkript
Basin_Yans imalari.pd 15636,984 KB
THE INDEPENDENT 14 SEPTEMBER 2011 Independent, 14 Eylül 2011 Sanat, İstanbul'un üzerine ışık tutuyor Maya Jaggi … Bu güvenin bir kısmı cumartesi günü başlayacak olan İstanbul Bienali'nden geliyor. İlk olarak 1987 yılında düzenlenmeye başlanan bienalin statüsü yıllar içerisinde giderek arttı ve bu sene New York MoMA'nın direktörü Glenn Lowry tarafından sanat takviminin – hatta Venedik’i bile geçerek - en cezbedici etkinliği olduğu söylendi. Bienalin mekânı, ortasından Cenevizlilerin yaptığı Galata Kulesi’nin yükseldiği ortaçağ liman bölgesinin büyümesiyle ortaya çıkan Beyoğlu, özel olarak da Boğaz'ın kıyısında sıra sıra dizilli depolardan oluşan Antrepolar.. * … Bienal, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenleniyor. İKSV, Sadi Konuralp Caddesi No.5'te yer alan, yeni taşındığı art nouveau stilindeki Deniz Palas'ta, Şişhane Metro'sunun hemen yanında bulunuyor. Binadaki Tasarım Mağazası ile altıncı kattaki Haliç manzaralı, siyah plastik ve turuncu koltuklu Türk-Akdeniz mutfağından örnekler sunan loş ve geniş X Restaurant-Bar görülmeye değer. Binada bir cafe ve yazın kullanılan bir teras bar da bulunuyor.** … * II. Paragraf ** VI. Paragraf INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE 15 SEPTEMBER 2011 International Herald Tribune, 15 Eylül 2011 Sadeleşmiş ve gizemli bienal, özünde siyasi İstanbul sergisi sanatçı estetiğini kullanarak daha görsel ve sezgisel bir etkiye ulaşıyor. Susanne Fowler İstanbul’daki eski sanat bienalleri, ziyaretçilerini küratörler tarafından galeri mekânına dönüştürülen eski tütün depoları ya da eski bir Rum okulu gibi mekânlar arasında, şehir boyunca gezintiye çıkarmıştı. Ancak bu Cuma açılan bienal için, küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, en azından mekân seçimleri konusunda, daha basit bir yaklaşım uyguluyorlar. “İsimsiz” (12. İstanbul Bienali) için seçtikleri tüm sanat eserleri, tek bir merkezde, Istanbul Modern Müzesi’nin yanındaki Antrepo 3 ve 5’te sergilenecek. Kosta Rika doğumlu Hoffmann yakın zamanda yapılmış bir röportajda, “ikimiz de sanat metasına ayrıcalık tanıyan bir sergi yapma ekolünden geliyoruz” diyor. “İşleri konumlandırma, yerleştirme şeklimiz, işler ve sanatçılar arasında diyalog oluşturma, birbirlerine bağlantı ve gönderme yapmalarına çalışmak üzerine kurulu.” “Tutarlı ve kapsamlı bir küratöryel argüman oluşturabilmek için sergiyi, özenle inşa edilmiş tek bir mekânda kurmamız gerekiyor, böylece mekân işleri gölgede bırakmayacak ve yanlış yorumlanmalarına sebep olmayacaktır. Bu tüm sergiyi tek bir mekânda görebileceğiniz ve şehrin farklı yerlerinden metro ya da taksiye binmek zorunda kalmayacağınız bir bienal.” diye ekliyor. Sergi mekânı sadeleştirilmiş olsa da kavramsal boyut bundan tamamen farklı. Küba kökenli Amerikalı ve uzun zaman New-York’ta ikamet etmiş sanatçı Felix-Gonzalez’in işlerinden yola çıkarak, bu bienaldeki işler beş tema altında toplanıyor: Soyutlama, Ross, Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Bütün bu temalar sanatçı 1996’da AİDS’ten ölmeden önce işlerinde yüzeye çıkan fikirler. Küratörler, sergileneceklerin birçoğuyla ilgili ser verip sır vermediler, hatta katılacak sanatçıların listesini dahi açıklamadılar. 46 yaşındaki Brezilyalı Pedrosa “Rakamlar ve isimlerin marka gibi kullanılmasına olan takıntılarıyla birlikte, bienallerin geleneksel pazarlama stratejilerini reddediyoruz. Bu yüzden de sergiye katılan sanatçıların isimlerinden bir liste derlememeye ve yayımlamamaya karar verdik.” diyor. Bilinen, serginin onlarca uluslararası sanatçının yanı sıra, Kutluğ Ataman ve Aydan Mürtezaoğlu gibi Türk sanatçıların işlerini de sunacak olması. “Jens’le ben 10 yıldır birlikte çalışıyoruz ve uzun yıllardır aramızda sergiler üzerine bu türden bir tartışma devam ediyor” diyor Pedrosa. “İstanbul Bienali’nin son birkaç yılına, en azından 2003’ten bu yana baktığımızda, Dan Cameron’un 2003’teki “Şiirsel Adalet” sergisinden, dört kadından oluşan Zagrebli küratör kolektifi WHW’nin, komünizme dönüş gibi bir sergi argümanı içeren radikal siyasi yaklaşımlarına kadar uzanan sürede, birçok farklı şekilde siyasete ve siyasetten beslenen sanata yönelik, belirgin bir yaklaşım fark ettik.” “Siyasete ve siyasetten beslenen sanata yönelik bu odaklanmayı korumanın önemli olacağını düşündük” diye ekliyor. “Ama bir şekilde estetiğe, biçimsel meselelere, görsel olana ve görsel olanın alanı hakkındaki kaygılara yer vermek istedik;, bu konuların bienalin son birkaç yılında belki biraz kenara itilmiş olduğunu düşündük; bu bienaller, sanat ve politikayı daha fazla, ama belgesel veya sosyal ya da siyasi aktivist bir yaklaşımla ele almış gibi görünüyorlardı.” “Aklımızda bu düşüncelerle,” diyor Pedrosa, “siyaset ile bedeni ve kişisel sorunları estetik ve görsel kaygılarla ifade eden bir sanatçı örneği kim olabilir diye düşündük. Bizim için, bu sanatçı Felix Gonzalez-Torres’tir. İşte bu şekilde araştırmalarımızın ve genelde serginin ilhamı olarak referansımız –önemli bir figür- haline geldi. Gonzalez-Torres’in şiirsel işleri, 1995 yılında, New York, Solomon R. Guggenheim Müzesi’nde ve 1997 yılında, Hannover Almanya’daki Sprengel Müzesi’nde yapılan restrospektif sergilere konu oldu. İşleri ayrıca New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde de sergilendi. Gonzalez-Torres’in hiçbir işi bu bienale dahil edilmemiş olsa da varlığı her yerde, sergilenen sanatta hissediliyor. “Kavramsallıktan, minimalizmden, yüksek modernizmden gelen birçok referans kullanıyor, dolayısıyla ızgara, geometrik soyutlama, minimalist biçimler belki Robert Smithson’ın sanatını veya belki Donald Judd’u anımsatacak köşe işleri karşımıza çıkıyor” diyor Pedrosa, “veya belki Carl Andre’nin işlerine bir referans vardır, ama artık saf bir biçimsellik ve estetikle değil.,Her zaman ilk andaki saflık ve yüksek modernist estetiği yıkan kişisel konuları veya siyasi içerikleri kullanıyor. Dolayısıyla başlangıç noktası kendisi.” Bienal sanatçılarının Boğaz kenarındaki antrepolarda sergilenen işlerinin içerisinde küratörler tarafından sipariş edilmiş eserler de var, tarihi işler de. “60’lardan, 70’lerden ve 20’lerden de işler var ve hatta Amerikan İç Savaşı’ndan işlerimiz var” diyor Pedrosa. Ama küratörler bienali gezmek için Gonzalez-Torres’in işlerini biliyor olmanın bir önkoşul olmadığına vurgu yapıyorlar.. “İşleri bilen insanlar, elbette bienale farklı erişime sahip olacaklar, fakat bir işi anlayabilmek, bu sergiye erişebilmek için işlerini bilmeniz gerekmiyor.” Beş karma sergi ve bunların etrafında, birbirinden ayrı 50 odaya yerleştirilmiş kişisel sergilerin yer aldığı mekân bir labirente benziyor. Pedrosa karma sergilerden şöyle bahsediyor: “”İsimsiz” (Pasaport); “İsimsiz” (Ross) –Ross, Felix’in AIDS’ten ölen partneri, bu sebeple sergi eşcinsel tema ve konular ile ilişkiler ve aşk üzerine- “İsimsiz” (Soyutlama), özellikle geometrik soyutlama ve soyutlamanın nasıl siyasi, kişisel veya bedensel konuları ele alabileceği üzerine bir sergi; “İsimsiz” (Tarih), tarih yazımını ve tarih kitaplarını ve hatta yazmanın tarihini de kapsayan bir sergi ki bu Türkiye için kilit bir tema ve şiddete değinen “İsimsiz” (Ateşli Silahla Ölüm) sergilerimiz var.” Ayrıca, küratörlerin İstanbul ile alakalı olduğunu düşündükleri konular, sanatçıların ilgi alanları ve genel olarak, bugünün dünyasında önemi olan konular da Gonzalez-Torres’in teması üzerine katmanlaşmış. “Bu bienalin bir şekilde siyasetle ilgisi olması gerekliydi, dünyanın durumuna bakınca bazı konulara değinmemek sorumsuzluk olacaktı” diyor Hoffmann. Claudia Andujar’ın işi, Brezilyalı yerlilerin ilk kez kayıt altına alınma süreci üzerine.“Hepsi birer numarayla fotoğraflanmışlar” diyor Pedrosa. “Yani bir şekilde, bürokrasiyi, yönetimi, medeniyeti, dünyanın bunları daha önce hiç görmemiş bir yerine sahiden de onları vatandaş olarak saymak suretiyle getirmek. Hoffmann “Sergileme etrafındaki söylem son 20 yıl içerisinde hızla gelişti. Bir noktaya kadar oldukça giriftleşti,” diyor. . “Bunun Felix-Gonzalez gibi, onun minimal veya postminimal sanata referans verme biçimi gibi olduğunu düşünüyorum; öte yandan herkes bununla özdeşleşebiliyordu çünkü ulaşılabilir temalar kullanıyordu. Aşk hakkında, kayıp hakkında, arzu hakkındaydı – hepimizin deneyimlediği ya da bildiği birçok şey. Ama aynı zamanda bu konularda fikir yürütebilirsiniz de.” “Belki işi aşırı kolaylaştırmak veya nüktedan olmak için hep şöyle diyorum, sergimiz “The Simpsons” gibi: Freud’e veya herhangi birşeye kurnazca referans verebilirim, ama kızım renkli suratlara güler. Çok ciddi olabileceğiniz ama aynı zamanda sadece zevk alıp eğlenebileceğiniz farklı açıları var; bence bu hem Felix’in işlerini hem de bu sergiyi anlayabilmeniz için gerçekten kilit bir nokta.” EL PAIS 16 SEPTEMBER 2011 El Pais, 16 Eylül 2011 González-Torres’in gözünden “Arap baharı” Angeles Garcia Hiçbir eseri orada sergilenmese bile Félix González-Torres’in (Guaimaro, 1957-Miami, 1996) siyasal ve sosyal yükümlülüğü, biçimsel güzelliği ve ruhu, bugünlerde İstanbul Bienali’nin üzerinde uçuyor. Bu manzaranın en politik ve en tehlikeli buluşması, AIDS’in kariyerinin en verimli zamanlarında bizden ayırdığı Kübalı sanatçının antolojisine saygı biçiminde kendisini gösteriyor. Sonuç, hem onun yoğun dünyasına göz atmak, hem de verdiği savaşlardaki kahramanlıklarını kavramsal ifadesi aracılığıyla nasıl yansıttığını canlandırmak oluyor. O, ünlü şeker kümeleri, minimalist yapıtlarındaki narin dünyanın yerlileri gibi, parçalarını tanıdık İsimsiz başlığı altında adlandırmaktan hoşlanırdı. Böylece küratörler Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann bu bienalde, yüz kadar sanatçının eserlerini, González-Torres’in ele aldığı konular altında birleştirdi: ayrımcılık, sınırlar, şiddet, soyutlama ve eşcinsel aşk. Küratörler, bienalin gerçekleştirildiği İstanbul’un eski bir fabrikasının içinde bulunan yaratıcıların isimlerini iyice düşünüp taşındıktan sonra, bilerek bizlerden sakladılar. Çünkü Gonzales-Torres’in, çağdaş sanat piyasası adına taşkın kültürü eleştirme biçimi bu idi. Latin Amerikalı, Batı Avrupalı ve Orta Doğulu yazarlar bolluğu içinde olacağımızı da kesinlikle biliyordu ve bunların arasında bir tek İspanyol, Antoni Muntadas (Barcelona, 1942) da bizlerle birlikte olacaktı. Sergiyi düzenleyenler, eski Konstantinopolis’in şimdiki karmaşıklığı ile González-Torres’in sanatsal kaygısını yansıtan New York’u karşılaştırmak istediler. Kontrolsüzlük, ses, hız, eski ve yeni arasında her daim var olan yaşama sıkıntısı, görünürde çelişkili dünyaların çarpışması, daha bienalin girişinde kendisini hissettiriyor. Japon mimar Ryue Nishizawa’nın (2010 Pritzker ödülü sahibi, Sejima & Nishizawa and Partners ortağı) başarılı fikri sayesinde, sanatçıların eserleri iki binaya, manastır havası taşıyan hücrelere yerleştirildi. Belgeler, resimler, birçok fotoğraf ve az sayıda video, aynı González-Torres’in hayatı boyunca katlandıklarına benzer sınır dışı edilme, marjinalleştirme ve somut tacizlerin dramatik hikâyelerini aktarıyor. Hareketli Arap baharına da sık sık atıf yapılıyor. Bisan Abu-Eisheh (Kudüs, 1985) Filistinlilerin her gün katlandıkları faciayı, Evcilik Oyunu adlı yerleştirmesinde oldukça iyi ele alıyor. Kendi alanını, Kudüs’ün farklı bölgelerindeki terk edilmiş evlerden topladığı birçok obje ve taşlarla dolduruyor. Bunların arasında kıyafet, mutfak gereçleri ve CD parçacıkları da var ve bu parçaların her biri kendi şeceresiyle sergileniyor: Tam olarak nereden geldiği, geldiği evin planı, yıkılma tarihi, hane nüfusu... Sözü edilenler, 40 yıl boyunca inşa edilmiş, yıkılmış ve sayısız defa yeniden inşa edilen binalar. Hiçbir zaman yeteri kadar anlatılamamış olan kadınların katlandıkları marjinalleştirme ve taciz, bienaldeki serginin büyük bir kısmını oluştururken, buna paralel olarak bugünlerde İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarını geniş katılımlı eylemlerle hareketlendiriyor. 30 kadar genç sanatçı da komşu bina İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde yer alıyor. Büyük salonların içinde yaratıcıların kendilerini adadıkları ve su yüzüne çıkardıkları eserler ortaya çıkıyor. 1928’de İtalyan Tina Modotti tarafından betimlenmiş, bayrağını omuzlarında taşıyan Meksika Devrimi’nin ünlü fotoğrafı, yolu Marta Rosler’ın (New York, 1950) Irak ve Afganistan savaşlarındaki kadın ve çocuk kurbanların başrolde yer aldığı yıkıcı görüntülerine bırakırken, bir taraftan da Catherine Opie (Ohio, 1961) birinci plan özel seçkisini sergiliyor. Ancak izole edilmişliği en iyi anlatan eser Brezilyalı Renata Lucas’ın (Ribeirao Preto, 1971) kurgusu olabilir. Hareket eden tahta paneller, düşlerimize ulaşmamıza engel olan bariyerlerin her daim orada bulunduğunu bizlere hatırlatıyor. O ESTADO DE SAO PAULO 16 SEPTEMBER 2011 O Estado de Sao Paulo, 16 Eylül 2011 Derhal Sanat Camila Molina İsimsiz temasıyla dün başlayan 12.İstanbul Bienali, bu yıl Kübalı sanatçı GonzálesTorres’den aldığı ilhamla politikayı konu alıyor. Bu sene 12.si düzenlenen İstanbul Bienali -İsimsiz-, Portekizce karşılığıyla “Sem título” temasıyla dün davetlilerle buluştu ve yarından itibaren ziyaretçilere açık olacak. “Serginin belirli bir başlığı yok, çünkü zaman ve mekanlar değiştikçe anlamlar da sürekli değişiyor” diyerek, Brezilyalı küratör Adriano Pedrosa 2009’daki “İnsan Neyle Yaşar?” konusundan sonra neden -İsimsiz- şeklinde bir başlık seçildiğini, bu seneki bienalin ilham kaynağı olan Küba asıllı Amerikalı sanatçı Félix González-Torres’den (1957-1996) alıntı yaparak açıklıyor. Bu sene Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann’nın küratörlüğünde gerçekleştirilen bienal, düzenli ve temiz bir yapıyla, çoğunlukla Ortadoğu ve Latin Amerikalı sanatçıları bir araya getiriyor. Sergi sanat ve politikayı, içten bir çizgiyle ve gösterişe çok yer vermeden karşı karşıya getirmeyi amaçlıyor. Şiddet, tarih, sınırların aşılması, eşcinsellik gibi daha önce González-Torres’in ele aldığı konular, somut tanımlamaları tam anlamıyla temsil etmeyen çeşitli çalışmalarla 13 Kasım’a kadar 12. İstanbul Bienalinde sergileniyor. Adriano Pedrosa, ‘‘González-Torres’in kuzey ve güney arasında kalmış, modern zamanın soyutluk ve sadelikle ilgili geleneklerini ani, kişisel ve politik içeriklerle altüst eden, Latin Amerikalı bir sanatçı olması önemliydi” sözleriyle neden bu yılki bienalin esin kaynağı olarak seçildiğini açıklıyor. Avrupa’daki en deneysel ve özgür örneklerden biri olarak kabul edilen bienal, içten yapısıyla daha ilk görüşte insana kendini anlatıyor. Bu yıl, çoğunluğu Türk özel sektöründen gelen iki milyon avro bütçeyle gerçekleştirilen etkinlik, geçmiş yıllardaki gibi tüm şehre yayılmak yerine, Antrepo 3 ve 5’te toplanmış durumda. Ünlü Japon mimarlık ofis SANAA’dan tanıdığımız Ryue Nishizawa’nın projesi doğrultusunda, sergi alanları gri ve beyaz tonlarda, ziyaretçilere rahatlatıcı bir ortam yaratmak amacıyla yeniden düzenlendi. Bienaldeki çalışmaların büyük bir çoğunluğu kağıt, fotoğraf ve objelerin, González-Torres’in önceki çalışmalarından yola çıkılarak beş başlık altında toplanmış bulunuyor: İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) ve İsimsiz (Ross) – Kübalı sanatçının 1992’de AIDS’ten ölen hayat arkadaşının ismi. Bienal ayrıca kimi sanatçıların daha da göz önüne çıkarılan bireysel sergilerinden oluşuyor. Küratörler tarafından önceden duyurulmamış ve farklı jenerasyonlardan Brezilyalı sanatçıların oluşturduğu bir grup da bienalde yer alıyor. Merak uyandıran genç yetenekler olarak Jonathas de Andrade (1982) – bienalde iki farklı alt başlık altında, biri fotoğraflardan öteki ise günlük sayfalarından oluşan iki çalışmayla yer alıyor. Clara Ianni (1987), Theo Crayeiro (1983) gibi sanatçılar da bienalde kendilerine yer bulurlarken, onların yanında isimleri çoktan belleklere kazınmış olan Leonilson, Lygia Clark, Lygia Pape, Adriana Varejão, Jac Leirner, Rosângela Rennó, Renata Lucas ve Claudia Andujar gibi sanatçılar da sanatseverlerle buluşuyor. Bienalde Öne Çıkanlar Üç Atış İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) sergisinin zekâ pırıltılarıyla öne çıkan eserlerinden biri, sanatçı Roy Lichtenstein’ın 1968 yılında “Gun in America” konulu Time dergisi kapağı için yarattığı imaj. Saigon’da bir Vietnamlının infazını gözler önüne seren üç sıralı fotoğraf ise “Shoot” ismi ile Chris Burden’in 1971’deki performansına ait. İdealistler İsimsiz (Soyutlama) sergisinde Brezilyalılardan pek çok eser ile beraber Renata Lucas’ın dörtgen ve üçgen formlu ahşap plakalardan meydana getirdiği Fay Hattı (2003) isimli işi ve Macar Dóra Maurer’in çalışması, bienalin genel tarihinde de dikkat çeken çalışmalar. Meyveler Kolombiyalı Gabriel Sierra’nın İsimsiz (Tabiat-Gecikmiş Ölüm) isimli eserinde ziyaretçileri elmalar karşılıyor. Yine elma, bu sefer Theo Craveiro’nun camdan karınca evinde karşımıza çıkıyor. Kübalı Wilfredo Prieto ise Siyaseten Doğru (2009) çalışmasında bir karpuz kesmiş. Tarih Meksikalı Julieta Aranda’nın Hesaplarda Bir Hata Oldu çalışmasında, akrilik bir kutuya bağlı kompresörden gelen hava ile tarihi içinde barındıran kitaplar havalanıyor. THE WALL STREET JOURNAL 17 SEPTEMBER 2011 Wall Street Journal, 17 Eylül 2011 İstanbul Yükselişte Kelly Crow İstanbul’un sanat sahnesindeki hareketlilik, Garanti Bankası’nın Salt, Vehbi Koç Vakfı’nın Arter-Sanat için Alan ve Borusan Holding’in ArtCenter Istanbul gibi kâr amacı gütmeyen sanat mekânlarının yardımıyla, mantar gibi çoğalıyor. Açılışları, uzun süredir devam eden sanat bienali paketine destek sağlayabilir – bu cumartesi günü açılan ve 13 Kasım’a kadar devam eden güncel sanat odaklı İstanbul Bienali, Antrepo’da izlenebilir. Bienaller, genellikle genç sanatçıların çıkış yapması için iyi birer platform olarak işlev görürken, bienalin küratörleri Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, özellikle olgun ve göz ardı edilen ancak işleri hâlâ aydınlatıcı olabilecek sanatçıları aradıklarını söylüyorlar. Bu duruma örnek olarak çizimlerden ve tıbbi kayıtlardan bir otoportre yaratan Perulu sanatçı Terese Burga anılabilir. Sergilenen işlerin çoğu beş kolektif sergide toplanıyor; her birinin temaları ise, ampul ve şekerleme gibi gündelik objeleri kullanarak, AIDS gibi kişisel ve sosyal sorunlarla yüzleşen eserler üretmesiyle tanınan Kübalı heykeltıraş Felix Gonzalez-Torres’in işlerinden esinleniyor. Karma sergilerden biri, cinsellik temalarını işlerken, fotoğrafçı Catherine Opie’nin portrelerine yer veriliyor. Bir diğeri göç, kimlik ve sınır kontrollerine odaklanıyor ve Claudia Andujar’ın geleneksel olarak bireysel isimler almayan Brezilya yerlilerinin fotoğraflarını içeriyor. (Andujar portreleri numaralandırarak tanımlıyor.) Diğer yeniden keşfedilenler arasında ise, kilimlerden geometrik kolajlar yapan 85 yaşındaki Rumen sanatçı Geta Bratescu ve 1960’larda, Türkiye’de henüz pek az kadın tek başına seyahat ederken, ülkeyi boydan boya gezip kadınların hayatlarını belgelediğinden dolayı başına buyruk addedilen Yıldız Moran Arun bulunuyor. Pedrosa, yerel bir üniversitenin kütüphanesinde bu fotoğraflara rastladığında ne kadar şaşırdığını belirtirken, “Yeni bir malzemeymiş gibi geldi” diyor.* *Devam eden paragraflar bienal dışı konulardan bahsediyor. O GLOBO 17 SEPTEMBER 2011 O Globo, 17 Eylül 2011 Deneysel kimliğiyle ünlü İstanbul Bienali; İsimsiz olarak, önceden açıklanmış sanatçı listeleri olmaksızın ve katalogsuz başlıyor. Suzana Velasco Başlık yok, önceden duyurulmuş bir sanatçı listesi yok, katalog hazırlanmadı, ne gösteriler ne de seminerler düzenlenecek; 12.İstanbul Bienali bu cumartesi gözlerden uzak bir şekilde kapılarını açacak. Ziyaretçiler camiler arasındaki kentin büyülü atmosferini arkalarında bırakıp, şehrin liman bölgesinde bulunan iki antrepoya girdiklerinde çelik plakalarla tanımlanmış, sakinleştirici ve basit bir mimariyle karşılaşacaklar. Yaklaşık yirmi aydır hazırlıkları devam eden ve uluslararası sanat camiası tarafından deneysel yapısı sebebiyle merakla beklenen bienalin hazırlıklarının sonuna gelinmek üzere. Brezilyalı Adriano Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann, 1987’deki ilk İstanbul Bienali’nden beri ilk kez ve ünlü Venedik Bienali’ne de karşıt bir tavırla, mekan düzenlemesine değil, sadece sergileyecekleri eserler üzerine odaklanıyorlar. 13 Kasıma kadar sürecek sergi boyunca bienallerde alışık olunmadık bir şekilde, çeşitli müzelerdeki sergiler haricinde hiçbir eş zamanlı etkinlik olmayacak. “Bienallerin sayısında bir artış var, ancak pek çoğu sanatçıların duyurulması, pazarlama stratejileri veya içi doldurulamayan politik veya edebi başlıklar gibi engellere takılıyorlar. Bizim yapmaya çalıştığımız bu soruna bir cevap niteliğinde. Ama bunu ‘Bienal işte böyle yapılır’ diyerek gerçekleştirmek istemiyoruz.” diyerek çalışmalarını özetliyor Pedrosa, bundan yaklaşık bir sene kadar önce Hoffmann’la birlikte oluşturdukları sayfalar dolusu günümüz bienalleri listesine atıfta bulunarak. Félix González-Torres Etkisi Aslında bienalin bir konu başlığı var: İsimsiz (12.İstanbul Bienali), 2011. Ama bu öyle bir ironi ki, bu isim Félix González-Torres’in (1957-1996) çalışmalarını adlandırdığı İsimsiz kelimesini takip eden parantez içindeki bir sözcük veya tümce yönteminden geliyor. Küba’da doğan, daha sonra Porto Riko’da yaşayıp, 1979’da ABD’ye yerleşen sanatçı, küratörlere büyük bir ilham kaynağı olmuş, öyle ki bienaldeki beş farklı temanın her birinin temelini oluşturan beş farklı eser de González-Torres’e ait. Sergiler farklı büyüklükteki salonlarda, Pritzker ödüllü Japon mimar Ryue Nishizawa’nın yarattığı görsellik içinde, yaklaşık elli farklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Bienalin ortaya çıkışı her ne kadar González-Torres’in fikirleri üzerinden olsa da, hiçbir çalışması bienalde sergilenmiyor; sadece küratörlerin ilham aldığı çalışma notlarının bir kısmı ziyaretçilerle buluşuyor. Bu notlar sanatseverlere ne görmeleri gerektiğini göstermese de, çalışmaların ortaya çıkışındaki fikirler hakkında ipuçları veriyor. “González-Torres önemli bir örnek, çünkü politik ve kişisel sorgulamalarını görsel ve estetik bir kaygı içinde gerçekleştiriyor” diyor Pedrosa. “Modernizmi, kavramsal sanatı ve sadeliği, güncel konularda kendi stiliyle yorumlayıp eserler ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda iki dünya arasında kalmış bir sanatçı: kuzey ve güney çevre ve merkez, Küba-Porto Riko ve ABD arasında. AIDS ile yaşayan eşcinsel kişiliği, çalışmalarına yansıyor. Ama etkisi yeterli oluyor, çalışmalarını anlamak için onu derinlemesine tanımanıza gerek kalmıyor.” “Bienaldeki sanatçıların İstanbul’un tarihi dokusuyla bütünleşmeleri için pek fırsat olmasa da, şehir çoğunluğu Türk ve Ortadoğulu sanatçıların işlerinde etkisini gösteriyor” diyor Pedrosa. Katılan bazı sanatçılar daha önce çeşitli etkinliklerde küratörlerle çalışma tecrübesine sahip, örneğin Adriano Pedrosa’yla çalışan Brezilyalı sanatçılar Renata Lucas, Adriana Varejão ve Jonathas de Andrade. Perulu Teresa Burga gibi diğerleri ise sergilerin hazırlık sürecinde keşfedilmiş. Bienallerde benzerine az rastlanır şekilde yaklaşık on beş kişilik bir grup, başvuran bin beş yüz portfolyo arasından seçilmiş. Katılan sanatçıları yönlendirecek beş farklı başlangıç noktası seçmenin, bu tür ucu açık ve amacından uzaklaşabilen sergilerde hedefi daha belirgin hale getirmek gibi olumlu bir katkısı oluyor. “İsimsiz” başlığı kulağa uçsuz bucaksız gelse de, bu tema beş adet parantez içi terim ile tarih, şiddet, sınırlar, kimlik ve soyutluk başlıklarıyla sınırlandırılmış durumda. GonzálezTorres’in etkisindeki soyutluk, Macar Dóra Maurer’in geometrik desenler ve fotoğraflarla yarattığı ‘‘Fotoğraf Makinesiyle Çizmek’’ adlı işinde veya Adriana Varejão’nun perdesindeki duvarın parçalandığı sahnedeki gibi ya da Brezilyalı Rivane Neuenschwander’in ‘‘Belirli Bir Mesafeden’’ çalışmasında betondan fırlayan çelik kabloların arasındaki ahşap objeler gibi saf olma gerekliliğine sahip değil. Rivane’nin ardından İsimsiz (Pasaport) alt başlıklı sergide, coğrafi sınırları, kimliği, göçleri ve kültürel etkileşimi, tekrardan çizilen ve baştan yaratılan haritaların tanıklığını, Arjantinli Jorge Macchi ve Uruguaylı Joaquín Torres García gibi sanatçıların çalışmalarında görüyoruz. Bu çalışmaların bir çoğu, - tıpkı Filistinli Taysir Batniji’nin “Babalar” isimli Gazze’deki kafe, dükkan ve fabrika sahiplerinin fotoğraflarından oluşan eseri gibi - hikaye, hayal ve arşiv olarak, bienalin diğer sergileriyle bağlantılı. Amerikalı Martha Rosler, fotomontaj çalışmasında askerler ve ölüleri, rahat bir evin oturma odasında bir pencereye veya asılı çerçeveye taşıyor. İsrailli Dani Gal ise hayali tarihsel görseller yaratarak, Martin Luther King Jr.’ın konuşması ve Nazilerin Avusturya’yı işgalini plakların üstüne taşıyarak İsimsiz (Tarih) sergisinde yerini alıyor. González-Torres’ten bir alıntı yapan Pedrosa diyor ki: ‘‘Eserler kendini tek bir konuyla kısıtlamamalıdır, anlamlar zaman ve mekânla değişir.” Bienaldeki en özel tema ise González-Torres’in 1991’de, kendinden beş sene önce AIDS yüzünden hayata veda eden hayat arkadaşına adadığı, “İsimsiz (Ross)” adlı çalışma. Eser Ross’un vücudunu simgeleyen ve toplamda 79,4 kg gelen, odanın bir köşesine yığılmış rengârenk şekerlemelerden oluşuyor. Bienalde “Ross”a en benzer çalışmalardan birisi de Brezilyalı Leonilson’un çalışmalarını sergilediği salon. Bunun sebebi ise otobiyografisinde bahsettiği eşcinsel aşk, AIDS ve özlem konularının yanında, sanatçının işlemelerindeki zerafet. Pedrosa ve Hoffmann’ın görüşüne göre, sergiler ziyarete hazır hale geldiklerinde, çalışmalar arasında yeni bağlar kurulmaya başlanacak. Bu sayede eserlerin yerleştirilmesine bağlı olarak ortaya çıkacak farklılıklarla, katalog ancak bu noktadan sonra serginin fotoğrafları ve yazılı belgeleri ile hazırlanabilecek. Küratörler bir kere daha, hala çalışmaların sonuna giden bir yolun ortasında olduklarını hatırlatıyor ve bu yolun nasıl bir sonuç ortaya çıkaracağını beklememizi öneriyorlar. “Bütün dikkatimizi bienal hazırlıklarına vermiş durumdayız ve istiyoruz ki, en sonunda bizim bir şey söylememize gerek kalmadan bienal kendini bütünüyle anlatabilsin.” FOLHA DE SAO PAULO 17 SEPTEMBER 2011 Folha de Sao Paulo, 17 Eylül 2011 İstanbul, González-Torres’i şerefle ağırlıyor. Silas Marti 15 yıl önce hayata veda eden Küba asıllı Amerikalı sanatçının eserleri, Türkiye’de bugün başlayan bienale ilham kaynağı oluyor. Ayın 27’sinde başlayacak ve bu sene 60. yaşını kutlayacak olan São Paulo Bienali, sanatçının 3 eserine ev sahipliği yapacak. Gonzáles-Torres, hayata veda edişinin bir yıl ardından, 1997 yılındaki bienalin odak noktasındaki sanatçılardan biriydi. Şimdi ise onun fikirleri bu yılki serginin çıkış noktasını oluşturuyor. Hiçbir eseri sergide yer almasa da, sınırlar, hastalıklar, aşk ve ölüm gibi temalar, küratörler tarafından González-Torres’in beş farklı çalışmasından esinlenerek seçildi. Küba asıllı Amerikalı sanatçının tanınmasına aracılık eden eserleri, insan vücudunun sınırlarını tanımladığı ve 60’lı yıllarda ABD’yi kasıp kavuran minimalizmin matematiğine olan açlığı temel alan otobiyografik çalışmaları oldu. Bu yılki İstanbul Bienali’nde, yeni somutlaştırıcılığın öncülerinden Brezilyalı Lygia Clark’ın, bedenin endüstriyel konstrüktivizm karşısında çektiği acılar bağlamında ürettiği metal soyut heykel çalışmaları da izlenebiliyor. Serginin aynı bölümünde, Clark ve Hélio Oiticica’nın yapıtlarını inceleyen genç sanatçı Theo Craveiro’nun, hayatın güçlükleriyle minimalizmin en sert gerçekliğinin çarpışmasını konu alan çalışmaları görülebilir. Bir yandan İstanbul Bienali’nin son hazırlıklarına devam eden Adriano Pedrosa, eserleri sergilenen sanatçılar için “Hepsi politik ve sosyal sorunları irdeleyen sanatçılar, ama bunu görsel, ciddi ve estetik kaygıları göz ardı etmeden yapıyorlar” diyor. SAO PAULO Bir yandan González-Torres’in fikirleri, Türkiye’deki çalışmaların arasında yankılanmaya devam ederken, diğer tarafta, sanatçının üç eseri ayın 27’sinde 60. yılını dolduran São Paulo Bienali’nde sanatseverlerle buluşmak için gün sayıyor. Işıktan bir şelale, kağıt yapraklarından bir tepecik ve mavi ambalajdaki şekerlemelerden oluşan bir kilim, bienal salonunda González-Torres’in bedensel ve kırılgan estetiğini sergiliyor. Salonun zemininde ziyaretçiler tarafından yenilmesi sanatçı tarafından özellikle istenilen, toplamda kendisi ve 90’larda AIDS yüzünden hayata veda eden hayat arkadaşının kilosuna denk gelen 130 kilo şekerleme sizleri bekliyor olacak. Hastalığın yiyip bitirdiği bir vücuda benzetilen bu eser, gerçekliği ince bir örtünün ardından, tatlı ve ışıltılı bir şekilde aktarıyor. PLASTİK SANATLAR ÜZERİNE BİR ELEŞTİRİ İçten ve Minimalist karakteriyle Türk Bienali ritmini kaybetmiyor. Fabio Cypiano Küratörlüğünü Brezilyalı Adriano Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann’ın yaptığı 12. İstanbul Bienali, benzer diğer etkinliklerin aksine gösterişli karakterini arka planda tutarak başladı. Görkemli çalışmalar ve sansasyonel montajların yerine tüm eserler, 54’ü bireysel 5’i kolektif sergiye mekan sağlayan toplamda elli dokuz salonda, içten ve gösterişsiz bir şekilde sergileniyor. 13 Kasım’a kadar devam eden “İsimsiz (12.İstanbul Bienali)”, tıpkı kendi eşcinselliği ve sosyo-politik durumu gibi, kişisel duruşunu da ciddi bir ifadeyle sorgulamasıyla tanınan Küba asıllı Amerikalı González-Torres’in eserleri gibi, minimalist ve sofistike bir yol izliyor. Sonuç olarak, Ryue Nishizawa’nın yarattığı alüminyum kaplamalı küçük ve şık mekânlarla tanımlanmış düzenleme, bir koleksiyoncunun küçük ölçekli ama kusursuz eserlerin sergilendiği ve ritmini hiç kaybetmeyen evini akla geliyor. İnsana hitap eden bu çalışmalar, çeşitli başlıklar altında sunuluyor. González-Torres’in ateşli silahların hedefi olmuş kişilere ithaf ettiği “Ateşli Silahla Ölüm” eserinden yola çıkılan bölümde, Chris Burden’ın “Shoot” adlı başyapıtı karşımıza çıkıyor. Bu yapısıyla bienal, esinlendiği noktanın tersine, kesin bir dile sahip ve bu sayede ziyaretçilere son derece eğitici bir deneyim sunuyor. BREZILYALILAR – LEONILSON ÖNE ÇIKANLAR ARASINDA Bu yılki İstanbul Bienali’nde Brezilyalıları sanatçıların yoğunluğu göze çarpıyor. GonzálezTorres’in tarzına ilgisi bilinen sanatçılar Leonilson, Rosângela Renó, Renata Lucas ve Jonathas de Andrade’nin çalışmaları bienalde sergileniyor. Ayrıca Brezilya’nın önde gelen sanatçılarından ve yeni somutlaştırmanın temsilcilerinden Lygia Clark da, katlama alüminyum heykelciklerden oluşan Yaratık “Bicho” çalışmasıyla sergide ser alıyor. O ESTADO DE SAO PAULO 18 SEPTEMBER 2011 O Estado de Sao Paulo, 18 Eylül 2011 Üstü Kapalı Politika 12. İstanbul Bienali kavram ve estetik arasındaki dengeyi arıyor. Camila Molina Dün başlayan 12. İstanbul Bienali’nde, ödüllü fotoğrafçı Eddie Adams tarafından 1968’de Saigon şehri sokaklarında çekilen ve bir Vietnamlı’nın katledilmesine tanıklık eden fotoğraflar dizisi, başka bir deyişle çalışmada yaratılmış olan “şiddet kilisesi” imajı, bir ziyaretçinin eleştirilerine maruz kalıyor. “Önemli olan kavram ve gerçek arasındaki kurgu; konu ve görseller arasındaki çelişki” şeklinde cevaplıyor bunu, bu seneki bienalin küratörlüğünü Adriano Pedrosa ile birlikte yürüten Jens Hoffmann. Bienalin başlıca hedeflerinden biri, sanat ve politikayı karşı karşıya getirmek olsa da, bienalin çok keskin fikirleri içinde barındırdığı söylenemez. “2009’da sanat ve politika temasına karşı radikal bir yaklaşım söz konusuydu, öyle ki sergi açık bir şekilde komünizmin geri dönüşünü destekliyordu. Bizim yaklaşımımız ise daha farklı bir yoldan; sanatın, politik kaygılara odaklanırken aynı zamanda estetik, ciddi ve görsel yanlarını göz ardı etmediği bir çizgiden yaklaşmak” diyor Pedrosa. Pek çok çalışmanın bünyesinde barındırdığı içten karakterle gizlediği çığlığı sanatçı Rosângela Rennó, “İnsanlık bir hastalığın pençesinde ve pek çok kişi bu hastalığa bir çare bulmaya çalışıyor” şeklinde açıklıyor. Bienalde yer alan Brezilyalı sanatçılardan Rosângelina, İsimsiz (Pasaport) sergisinde özel bir salonda, ikisi de birer arşiv çalışması olan; Rio’daki Biblioteca Nacional (Milli Kütüphane)’den çalınan tarihi fotoğraflar ve yeni başkent Brasília’nın inşası sırasında çalışan işçileri konu alan “Fi Tarifinde” –Imemorial- adlı çalışmalarıyla yer alıyor. Bienalde Brezilya’yı temsil eden diğer isimler ise; Claudia Andujar, Ernesto Neto, Rivane Neuenschwander, Lygia Clark, Lygia Pape, Renata Lucas, Jac Leirner, Antonio Dias, Leonilson, Adriana Varejão, Jonathas de Andrade, Theo Craveiro ve Clara Ianni. Bienalde sanatçı Félix González-Torres’in İsimsiz adlı çalışmasından esinlenen çalışmaların sergilendiği beş başlık bulunmakta. İsimsiz (Ross), kesinlik ve incelik arasındaki zıtlığı barındırıyor. (Soyutlama), biçimcilik ve sadeliği; (Pasaport), sınırlar, devletler ve ayrılıkları; (Tarih), kitapların sorgulanmasını; (Ateşli Silahla Ölüm), saldırganlık, şiddet ve ölümü konu alıyor. (Ross) sergisinde ise, González-Torres’in AIDS’ten kaybettiği hayat arkadaşına ithaf ettiği çalışmasının etkisiyle içtenliği, cinselliği, tutkuyu ve ilişkileri konu alan çalışmalar yer alırken, Lübnanlı Akram Zaatari’nin Lübnan’daki eski stüdyosunda çektiği fotoğraflar göze çarpıyor. Bienalin geleneksel özelliklerinden biri olan ziyaretçilerin sergilerle birebir ilişki içine girmesi hakkında Pedrosa, “Bienaller zamanla çeşitli kimliklere bürünür, burada da bunun bir kanıtını görüyoruz.” diyor. NZZ AM SONNTAG 18 SEPTEMBER 2011 NZZ am Sonntag, 18 Eylül 2011 SESSİZ TINILAR, BÜYÜK ETKİ Türkiye’nin güncel sanat ortamına uzunca bir süredir uluslararası bir ilgi var. Dün, Cumartesi, açılan 12. İstanbul Bienali ardında büyük etki bırakıyor. Gerhard Mack Bu günlerde Türkiye’nin kendine güveni tam. Başbakan Erdoğan, dünya sahnelerinde kendini Orta Doğunun yeni güçlü adamı olarak gösteriyor. Ülkenin ekonomik büyüme oranları ise Çin’in hemen arkasında. Türkiye 2023’te, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında, dünya ekonomisinin en güçlüleri arasında kendine yer bulmak istiyor. En azından, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Direktörü, 12. İstanbul Bienali’nin açılışında basın mensuplarına bunu ilan ediyor. Böyle bir gelişme hevesi içerisinde sanat etkisiz kalamaz tabi. “Dünya kültürüne katkıda bulunma” amacıyla, en azından İstanbul da kendini görünür kılma yolunda ilerliyor. Şehirde onlarca özel müze açılırken, yüzlerce galeri sanat sergiliyor. Bu esnada bienal de, izleyici sayılarını sürekli olarak yükseltiyor. 1999’da 40.000 ziyaretçi ağırlarken, iki yıl önce gerçekleştirilen son bienale 100.000 kişi katıldı. Kendini azimle tarihe yazdırmak isteyen herkes, bienal konusunda da derinden incelenmeyi kabullenmeli. Evrenimizin son otuz yılda belgelenmesi ve betimlenmesi, sanatçıları en çok ilgilendiren konulardan biri. Özel ve toplumsal resimlerin birbiri içinde kaybolma halini, 1996’da hayatını yitiren Félix Gonzáles-Torres gösteriyor. Sanatçının, tarihin yapılanmasına olan ilgisi, bu seneki İstanbul Bienali’nin küratörlerine de yol gösterdi. Jens Hoffman ve Adriano Pedrosa, beş tematik sergiyi, New York’ta yaşayan Porto Riko kökenli Kübalı sanatçının eserlerini referans alarak adlandırmışlar. Konuyu belirleyen bu sergileri, elli bireysel sunum tamamlıyor. Japon mimar Ryue Nishizawa, uzun holler ve meydanlara yer açan çelikten mekânlar inşa ederek, büyük seyahat gemilerinin demir attığı liman bölgesinde bulunan iki antrepo binasında, mekân kavramını yeniden düşünmemizi sağlayan bir şehir yaratıyor. Hikâyeler Yalan Söylüyor Başlangıcı “tarih” yapıyor. Esnek tema, betimlemenin ve aktarmanın farklı biçimlerine odaklanıyor. Sanatçılar, geçmişi görünüşte objektif birer gerçeklik olarak aktardığımız biçimlerle oynuyor. Dani Gal, bir odayı Atatürk’ten Weizsäcker’a uzanan konuşmaları içeren plaklarla dolduruyor. Antoni Muntadas, Budapeşte’de Macaristan devriminin geçtiği mekânların eski resimlerini, aynı mekânların bugünkü fotoğraflarıyla birleştiriyor. Julieta Aranda ise toz haline getirilmiş kitapları bir plastik cam kutunun içinde uçuşturuyor. Simyrun Gill’in, Jorge Luis Borges ve Guy Debord’un metinlerinden oluşturup ipe dizdiği inciler o kadar sesli patlıyor ki nerdeyse akademik geliyor insana. Hâlbuki tarihin sonsuzluk ve yalancılığından en güzel hikâyeleri çıkaran ve teoriler üreten iki iğneleme bağımlısından bahsediyoruz. Bu bağlamda elbette Karl Marx unutulmaz. Ekonomistler ve toplum felsefecileri, son zamanlarda tekrar resmi tartışmalara döndü. Milena Bonilla, 1954’e kalıntılarının yeri değiştirildiğinden beri ailenin Londra’da bulunan asıl kabristanını hatırlatan hatıra plaketini silip film çekmiş. Grafitle silinen kalıntılar zor okunuyor ve bize insanların önemleri ve hatıralarının ne kadar çabuk söndüğünü hatırlatıyor. Videoda çatlamış taşların arasına giren sümüklü böcek ve karıncaları görüyoruz. Doğa, insan kültürünün simgelerini geri alıyor. 19 yüzyılın insanı olarak Marx’ın tüm gücüyle karşı koyduğu ve karşılığında insanlara dünyevi bir cennet diretmeye çalıştığı sessiz ve inatçı bir güç olarak hissediliyor. Bu bienalin sanatçıları için tarih, zaten gelişimin hikâyesi değil de, güç ve onun kurbanları, sıkılmış yumruğu ve hatırlanan aşağılanmalarından oluşuyor. Bu noktada siyahî Amerika’yı anlatan Elizabeth Cattlet’in sivri betimlemeleri, Mona Vatamanu ve Florin Tudor’un hızlı fırça darbeleriyle boyanmış sandaldaki mültecileriyle birbirine dokunuyor. Sanatçıların dünyanın farklı yerlerinden gelmeleri ve dünyanın en doğal şeyiymişçesine yan yana gösterilmeleri dekoru değiştirse de, acının tarihinin her yerden geçtiğini gösteriyor. Her yerde ölüm ve yıkım kol geziyor. Bir bölümün tamamı bu konuya adanmış. Martha Rosler, ünlü kolajlarında savaşın dehşetini oturma odamızın rahatlığı içerisinde tasvir ederken, Weege ve Letizia Bataglia fotoğraflarındaki leşler, New York ve Palermo sokaklarında yerlerde sürünüyor. Matt Collishaw’un kocaman dia kutusunda kanayan bir kurşun yarası absürt bir güzellik olarak sergileniyor. Birinci Dünya Savaşı’nda ateşlenen, askerlerin desenlerle süslediği ve Kris Martin’in bir yığın halinde sergilediği 700 topçu kartuşu gibi. Azınlıkların Tecrübeleri Gücün tarihinin insan vücuduna kazınmasını, AIDS’ten ölen eşcinsel sanatçı GonzálesTorres bizzat yaşadı. Birçok iş, var olan rol modellerinin şahsi alanda da yarattığı dışlamayı gösteren azınlıkların bakış açısına bürünüyor. Eşcinsellerin gündelik hayatına ve AIDS kurbanlarına adanmış olmasıyla beraber, beklentilerin getirdiği şaşkınlıklar da var. Tammy Ray Carland’ın fotoğrafladığı “Lezbiyen Yataklar”, sabah içinden yeni çıkılan tüm yataklar gibi kırışık. Catherine Opie, bir tarafta deri maskesi ve teninde iğnelerle çok sert bir imaj çizerken, aynı zamanda uyanık gençlerin portrelerini betimliyor. David Haines ise spor pabuçlarla yarattığı natürmort sakız izleriyle fitness kültürü kadar “cool” görünürken, bedenin geçiciliğini anlatıyor. Bireyin özgürlüğü sadece bedenin geçiciliğiyle tehdit edilmiyor, bölümlerden birinin merkezinde devletlerin kısıtlamaları da yer alıyor. Pasaport alamayan seyahat edemiyor. Filistinlilerin kaderi, birkaç farklı yerde ele alınıyor. Seyahatin uzaklarına özlem duygusu ve sınırlamanın engeli konunun sınırlarını çiziyor. Lara Favaretto havalimanlarından alınmayan içeriği belirsiz bavulları sergiliyor. Rula Halawani iç daraltıcı fotoğraflarda gümrükçülerin bavulları arayan ellerini gösteriyor. Tarihin bedenlerden geçtiği yerde soyutlama da hayatın karmaşasından kaçamıyor. Sanat, 20. yüzyılda günlük hayatın kaosundan kurtarılıp evrenselleşmeye çalışırken, sanatçılar bugün genel bir dilin her zaman bireyler tarafından konuşulup değiştirildiği tecrübesine dayanıyor. Soyutlama, kişisel ya da toplumsal bir boyut kazanıyor. Calder’ın 1946’dan kalma Tahran Güncel Sanat Müzesi’nden bir model oyuncağı, Alessandro Balteo Yazbeck ve Media Farzin için ülkenin 1940’lardaki petrol savaşlarıyla ilgili bir araştırma için bir çıkış noktası oluşturuyor. Mona Hatoum saçlardan bir resim silsilesi oluşturmuş. Soyut modern sanatın ikonu, bu iddiasız eserde en kişisel olanla dokunaklı bir şekilde birleşiyor. Eğlence de eksik olmamalı tabi, Gabriel Sierra bir meyve tabağını “Support for Math Class” (Matematik Dersine Destek) olarak cetvellerle ayırıyor. Açılıştaki meyvelerin çekiciliğiyle beraber, bu sergi matematik dersinin işkencesinden çok uzak. Küratöryel odaklı, gereksiz heyecana kapılmadan ve çok dikkatli iki antrepo binası içerisinde, durumumuzu özenle anlatan eserler sergiliyor. Bunu gerçekleştirirken birçok genç sanatçıya yer verilmesinin yanı sıra, dünyanın farklı bölgelerinden bu bir araya gelişin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi de ayrıca bir kazanç. Türkiye’nin yeni gelişen "büyük devlet” ifadeli dışavurumlarına burada pek yer yok. D LA REPUBBLICA 20 SEPTEMBER 2011 D La Repubblica, 20 Eylül 2011 Sanat Burada Evinde Alışveriş merkezleri ve camiler, yerel görünümleriyle yaşlılar ve son moda kıyafetleriyle gençler; hoparlörden yükselen ezan sesleriyle karışarak sokakları dolduran MP3 listeleri; Fransız mutfağından ve seyyar satıcıların tezgâhlarından yükselen kokular; meyhane ve fast food... Güncellik, kökler, estetik algılar ve düşüncelerin kavşak noktası İstanbul’a hoş geldiniz. İster Avrupa ister Asya olsun doğu ya da batı, hiç fark etmez. DNA ile örülmüş hayat dolu sokaklarda işte içinize çektiğiniz bu şey temiz hava. Her şeyiyle taptaze, sayıları sürekli artan sanatsal gösteriler, sergiler ve festivaller ve pek tabii, belki de bu sene en iyisini izlediğimiz bienal ile ateşlenen sanatsal bir şevk. 13 Kasım’a kadar sürecek bienalde sanat ve siyaset arasındaki ilişkiyi keşfetmek, bunun yanında da bu ilişkiyi inanılmaz nicelikteki gösteri, tartışma ve yerleştirmelerin ışığında incelemek bienalin amacı olarak nitelendirilebilir. Kübalı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in bienale adını veren “Untitled” isimli eserine adanan İstanbul Bienali’nin programında fevkalade beş grup sergisi ile bunları hakkını vererek tamamlayan kırk beş solo sergi, İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm), İsimsiz (Soyutlama) ve İsimsiz (Tarih) adlı temalar altında toplanarak izleyiciye sunuluyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından organize edilen İstanbul Bienali, aynı zamanda Türk sanat çevrelerinin en öne çıkan teşebbüsü olarak nitelendirilebilir. Tokyo merkezli SANAA mimarlık ofisinden Ryue Nishizawa tarafından muazzam ve benzersiz tek bir mekanda tasarlanan sergi alanlarında, sanat eserleri birbirleri ardına sıralanarak ya da birbirleriyle ilişkilendirilerek sergilenirken, çok sayıdaki yan etkinlik, tartışma, konferans ve seminer de bienale eşlik edecek. İstanbul Bienali’nde, Türk eleştirmen Beral Madra’nın düzenlediği ilk bienallerden bu yana kadınlara oldukça geniş yer veriliyor. Mürüvvet Turkyılmaz, Canan, Ceren Oykut gibi sanatçılar meydan okuyan tavırlarıyla öne çıkıyorlar. Bunun yanında sayıları artmakta olan pek çok kadın da, İslam tarafından dayatılan kurallar ve kadın kimliği gibi konuları yansıtan zemin olarak sanatı tercih ediyor. Dream ve Reality adlı sergiye bu durumu temsil eden bir örnek olarak değinilebilir, İstanbul’daki mevcut sosyal ve kültürel dönüşümle kadının evrilen rolü ve erkeklere karşı kazandığı haklar, modern ve güncel Türk kadın sanatçılar tarafından tahlil ediliyor. Diğerleri arasından sıyrılan genç yeteneklerden Yasemin Sasmazer günümüz toplumu hakkındaki yorumlarını heykelleriyle ifade ederken, yine Türk sanat çevrelerinde önce çıkan genç sanatçılardan Nilbar Güres ise, eserleriyle kadın vücudunun estetiği ve idealliği üzerine çalışmalar yapıyor. İstanbul’dan başka bir sanatçı Canan Şenol ise “Kişisel olan politiktir” sloganıyla, din, devlet, toplum ve aile gibi kurumların özel hayattaki özgürlüğe olan etkilerini tetkik ediyor. THE GUARDIAN 21 SEPTEMBER 2011 The Guardian, 21 Eylül 2011 Istanbul Bienali’ndeki en iyi 10 sergi Istanbul’un kültürel güç olarak yükselmesindeki en büyük gösterge, bu ay açılan ve 13 Kasım’a kadar devam eden sanat bienali. Fiachra Gibbons en iyilerden bir seçki sunuyor. Yirmi yıl önce adı bile anılmazken, şimdilerde İstanbul Bienali’nin adı, Venedik ve Sao Paolo bienalleriyle birlikte anılıyor. Istanbul’un hızlı yükselişi, geleneksel olarak sanatçıların sansürden başka dayanak noktasının olmadığı bir ülkede, birkaç sanat hamisinin olağanüstü cömertliğiyle ateşlendi. Kentin son özel müzesi, Borusan Contemporary bu hafta açıldı. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk bile bu durumdan etkilendi, aynı adı taşıyan romanı üzerinden temellenen Masumiyet Müzesi üzerine çalışmalarını sürdürüyor. Şimdiden Istanbul’da yapılanlar arasında en iyisi olarak anılan bu yılki bienal (iksv.org/en) temalarını, minimalist yerleştirmeleri derin duygusallığa sahip siyasi yükler taşıyan, merhum Küba kökenli Amerikalı sanatçı Felix-Gonzales’in beş kilit işinden alıyor. Istanbul Modern’in yanındaki antrepolarda konuşlanmış olan bienalde, Japon mimar Ryue Nishizawa’nın tek başına dahi görülmeyi hak eden zarif tasarımıyla bir araya getirilmiş beş grup ve elliden fazla kişisel sergi yer alıyor. Istanbul Bienali, Tophane kıyısındaki Istanbul Modern’in (Antrepo 4) yanındaki Antrepo 3 ve 5’te, 13 Kasım’a kadar gezilebilir. Mekânlar Salı-Pazar 10.00’dan-19.00’a kadar açık (Perşembe 22.00). Tam giriş 20TL, öğrenci 8TL, 12B Sınırsız 50TL. Wael Shawky, Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası Uçaklar uçuyor ve Kudüs’ü ele geçirecekler! Kukla tarihi yazılacağı zaman, bu olağanüstü hikaye de mutlaka kendine yer bulacak. İlk Haçlı Seferlerinin hikâyesi ve Orta Doğu’nun şaşkına dönmüş Hıristiyan, Müslüman ve Musevi halklarına etkileri. Mısır doğumlu Shawky, 200 yıllık Piedmontese kuklalarını kullanıp, kuzeydeki insanların nasıl Doğu’nun melek yüzlü, beyaz benizli karışık insanlarına hasar verdiğini anlatıyor. Hepsi Amin Maalouf’un harika bir tarafsızlığa sahip Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabı üzerine kurulmuş ve muhteşem bir iş.* Milena Bonilla, İsimsiz/Tarih Tarih, düşündüğümüzden daha uyumlu ve uysal. Amerikalı bir diplomat tarafından, Tahran Büyükelçiliği İranlı öğrenciler tarafından basılmadan önce yazılıp parçalanmış bir mektubun, Nasrin Tabatabai ve Babak Afreessiabi tarafından birleştirilmiş 11 farklı haline tanıklık edin. Memnuniyet yaratan anlam kaymalarıyla Milena Bonilla’nın kumaş ve altına sarılmış Karl Marx’ın Kapital’inin el yazması göze çarpıyor. Claire Fontaine olarak tanınan iki Fransız sanatçının daha doğrudan bir yaklaşımla, bir tuğlayı Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabıyla kaplaması da dikkat çeken başka bir iş. Antrepo 3 Taysir Batniji, Babalar/Gözcü Kuleleri Yine küratöryel bir iş sizi yerinize mıhlıyor. Tansir Batniji’nin memleketi olan Gazze’deki ev ve dükkânlara asılmış, babalara ait fotoğrafları, düzenli bir şekilde İsrail gözlem kulelerinin fotoğraflarının yanına yerleştirilmiş. Sonuç belirsizliği içerisinde hem çok derin hem de sarsıcı. “Askıya Alınmış Zaman” adlı, sonsuzluk işaretine benzesin diye yan yatırılmış bir kum saatiyle ifade bulan eseri aynı oranda güçlü ve çarpıcı. Aynı tehlikeli güzellik, Rula Halawani’nin 1948’de beri Filistin’de yok olan köylere ait fotoğraflarında da izlenebiliyor. Antrepo 5 Dani Gal, Tarihi Plak Arşivi Dani Gal’in müthiş plak koleksiyonunun -birinin kaydedilecek ölçüde önemli bulduğu siyasi konuşmalar ve etkinliklerden oluşuyor- parlaklığı, ses olmamasında yatıyor. Elimizde sadece, Martin Luther King’in, JFK’in veya Altı Gün Savaşları’nın (Gal’in memleketi Israil’de bulduğu ilk plak) plak kapakları var. Yalnızca kendi içlerinde büyüleyiciler: Hitler’in ilk dönemlerindeki konuşmaları, St. Petersburg’dan canlı Lenin konuşması veya Vivat Regina. II. Elizabeth’in ve Kraliye Ailesi mensuplarının bir portresi. Ancak Gal, sesi bizden esirgeyerek yaratıcılığımızı dürtüyor -ırkçı Amerikan valisi George C. Wallace’ın kampanya tercihleri neydi?- ve böylece o yerde kurulan anlık bir kolektif bellek yaratılıyor. Antrepo 3 Simon Evans Varoluşsal endişenin zen diyagramı, umutsuzluğun zihin haritaları ve sıkıntı… Berlin’de yaşayan İngiliz sanatçı Simon Evans, sizi son derece İngilizvari bir “Kendin Yap” ve kendi kendine karşı koy düşüncesine itiyor - bir baloncukta dediği gibi “ironiden de beter” – hemen ardından sizi onun ötesine, çok daha zengin, komik ve lirik bir noktaya götürüyor. El yazısı süpermarket kasa fişi, Joyce’un sürgündeki hayat tasviri kadar dokunaklı: “12 yıl boyunca yasadışı olmak beni oldukça gergin bir bireye dönüştürdü, çok daha iyi bir yerdeyim ama ayrıcalıklarım yok.” Antrepo 5 Letizia Battaglia, İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) Gonzales-Torres’in sessiz başyapıtlarından biri, 1989’da Amerika’da bir hafta içinde vurulup, öldürülen 460 kişi üzerine topladığı bilgilerden oluşan yığındı. Letizia Battaglia bunun gerçekliğini, Sicilya’da ölen mafya kurbanlarının katlanılamaz biçimde narin olanfotoğrafları aracılığıyla kesin bir ifadeyle sunuyor. İtalya’nın ilk kadın basın fotoğrafçısı olarak 1975’te Palermo’da çalışmaya başladığında elleri o kadar titriyordu ki, cinayet mahali fotoğrafları bulanık çıkıyordu. Ama öldürülmüş hakim, gazeteci ve fahişelere ölümle onlardan koparılan itibarlarını teslim edecek bir fotoğraflama yolu buldu. Bununla birlikte, karma sergide basın fotoğrafçılığının babası Mathew Brady’den Amerikan İç Savaşı’nı, Eddie Adam’ın 1968 yılından simgesel “Saigon, Vietkong Tutsağının Sokakta İnfaz Edilişi” işini ve Chris Burden’ın bir arkadaşını onu kolundan vurması için ikna ettiği işi, “Ateş”i görebilirsiniz. Bunun karşısında Mat Collishaw’un birinin kafasının arkasındaki kurşun deliği olduğu anlaşılan görüntünün 15 parçalı yakın çekimlerini görebilirsiniz. Weegee de elbette burada ve bunların yanında Irak ve Afganistan sonrasında daha da keskin görünen anti-Vietnam fotomontajlarıyla Martha Rosler da. Bundan sonra biraz oturmaya ihtiyaç duyacaksınız. Antrepo 3 *Devam eden paragraflar bienal dışı konulardan bahsediyor. SÜDDEUTSCHE ZEITUNG 21 SEPTEMBER 2011 Süddeutsche Zeitung, 21 Eylül 2011 Zamanı Kimse Durduramıyor Sanata dönük, geniş ve hiç Avrupai değil, Istanbul Bienali Catrin Lorch İstanbul Bienali, 90’lı yıllardan bu yana, daha doğrusu 1987’de gerçekleştirilen ilk bienalden beri, en başarılı sergileme formatını sunuyor, Ardından Sydney, Lyon, Moskova, Berlin ve Yokohama bienalleri kuruldu. Hepsi güncel sanata görkemli bir çıkış sözü verdi: sanatçıların gelip eski halat fabrikası, kullanılmayan tersane veya yahudi kız lisesi gibi sıra dışı mekânlarda harikulade boyutta bir şeyler bırakacaklarını vaat etti. Avangardın dünyadaki dili, birden hem şiirsel hem de siyasal bir sürü farklı şiveyle konuşulmaya başlamıştı. 12. Istanbul Bienali, şimdi tam da bu olguyu kırıyor. “Son 20 yılda, estetik kaygılar çok önemli siyasal konulardan daha az ilgi gördü” diyor Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa. Efektlerle dolu bir parkur yerine, bir sanat sergisi kurduklarını da açıkça ortaya koyuyorlar. Bienalin başlığı “İsimsiz (12. İstanbul Bienali)” belirsiz bir kavram değil, Felix Gonzales-Torres’in narin başlık buluşundan alıntı yapıyorlar. 1957’de Küba’da doğan ve 1996’da New York’ta AIDS’ten ölen sanatçının eserleri, bu büyük serginin çıkış noktası olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçının eserleri sergide yer bulmak yerine, bienaldeki beş kolektif sergi ve yaklaşık elli bireysel sergiye sadece betimlemeleriyle yol gösteriyor. Okunabildiği üzere “Untitled (Death Buy Gun)”, Felix Gonzales-Torres’in 1990’da bastırdığı ve yığın halinde sergilenen afişlere referans veriyor. Üzerlerinde 1 Mayıs haftasında ABD’de silahla öldürülen 460 kişinin portreleri bulunuyordu. Bu başlık altındaki sergi, Weege’nin 40’lı yıllardan kalma New York fotoğraflarını, sanatçı Akram Zaatari’nin Lübnan’da bulduğu bir arşivdeki kadınları askeri cübbeler içinde gösteren fotoğraflarıyla birleştiriyor. Görsellerin önünde, Rozsa Polger’in İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan -kurşun izleriyle delik deşik- askeri bir battaniyeden oluşan “Woolen Blanket” adlı eseri duruyor, hemen yanında Kristen Morgin’in “Third of May” başlığı altında, Francisco Goya’nın devrimcilerin kurşuna dizilişini konu alan oyuncak büyüklüğündeki balçık figürleri yer alıyor. Öte yandan bu eserde tasvir edilenler Mickey Mouse ve Pinokyo olarak karşımıza çıkıyor. Şiddete eğilimi konu alan kolektif serginin konusu, bireysel sunumlarda da devam ediyor. Vendetta kurbanlarını çeken fotoğrafçı Letizia Battaglias’ın resimleri, Tina Modotti’nin politik motiflerine ve Edgardo Aragon’un tribünlerinde Castro ve Neruda’nın konuştuğu ancak sonra cuntanın toplama kampı olarak işlev gören Şili stadındaki kamera çekimlerine bağlanıyor. Kurşunların uçuşmadığı yerde de aynı yapı devam ediyor – mesela Bisan Abu-Eishe’nin vitrinlerinde yer alan, günümüzün “ready made”leri: delik deşik boya kovalarında, kırık plastik bir kaplanda, bir zamanlar Mousa Odah’ın araba yıkamacısında asılı olan kırmızı yazılı çarpık kapı levhasında, bir yönlendirme gibi… Sanatçının Kudüs’te izinsiz yapılan ve belediye tarafından yıkılan evlerde bulduğu enkazlar bunlar. Küratörler, eserler ve objelerle dünya sanki bir müze deposuymuşçasına ince çalışmışlar. Başka yerlerde bienaller, sanatçılar ve izleyicilerin nefesini kesen efekt dolu projeler için özgür bir alan olarak anlaşılabilir. İstanbul’da ise tanınmayan sanatçılar izleyiciyi şaşırtıyor. Mesela 70’li yılların başında kendi portresini hasta dosyaları ve kan tahlili sonuçlarıyla zenginleştiren, 1935 doğumlu Teresa Burga veya on yıllardır sert tahta yüzeylerin üzerine propaganda afişlerini oyan 90 yaşını aşmış, Meksika’da yaşayan Elisabeth Cattlet gibi. Açılışta, usta küratörler bile sanatçıların neredeyse üçte ikisini tanımadıklarını itiraf etmek zorunda kaldılar. Yani “Untitled’’ yeni başlayanlar için bir bienal değil. AIDS eylemcisi, yapıtlarında siyasalı özeliyle bir araya getiren kavramsal sanatçı; şeker yığınları, pembe lamba dizileri ve yazılarla, anıtlaşmadan anıtı yeniden yaratan Felix Gonzales-Torres’in dili, bu bağlamda alışılmamış ve uyumsuz bir şekilde otoriter görünüyor. Bazılarına, Massimiliano Gioni’nin, benzer şekilde sert bir şekilde yönetip düzenlediği, efektlere önem vermeyen, bu yılın Gwangju Bienali’ni hatırlatıyor. Öte yandan bu bienaller, sanat tarihi açısından soğukkanlı ve yansız görünürken, kayda değer bir politik düşünce yapısına sahip. İstanbul’daki en iyi mekânlardan birini, Alessandro Baltea Yazbeck ve Media Farz, fotoğraf, heykel ve videolardan yaratmış. Bu eserle British Petroleum’un Tahran’da ardında bıraktığı sanat koleksiyonunun tarihini anlatıyorlar. Calder’in tavan süsünde şimdi vinç ve bombaların asılı olması, petrol ve avangart sanatın birbirlerini yağlamayı seven işler olduklarını gösteriyor. Adriano Pedrosa’nın, açılış sırasında bienali “İstanbul’da, Türkiye’de ve Orta Doğu’da” konumlandırması doğal olarak şaşırtıcı olmadı. Boğaz’daki metropol bugüne kadar Avrupa’nın çağdaşlığının sınırında değil miydi? Her ne olursa olsun sanatçı listesinin bununla artık pek alakası yok. Güney Amerika ve Arap dünyasından isimlere oranla Avrupalı ve Amerikalı katılımcıların sayısı bariz şekilde düşük. Görünüşe göre sanat, artık yeni gelişmekte olan zengin ülkelerde yudumlanıyor. Serginin ufak referanslara boğulduğu noktalarda, en azından mimarisi büyük resmi tamamlıyor: Ryue Nishizawa’nın enstalasyonu büyük boyutu nedeniyle nerdeyse atlanıyor. Ham beton katlar için, çelik duvardan bir sergi mimarisi yaratılmış. Çinko renginde parlayan, dengeli işlevselliğinde İstanbul yankılanıyor – şehrin her köşesini kapsayan tam da bu yivli saç plakalar. Bu orta duvarlardan birine, Arjantinli Nicolas Bacal bir saat asmış. Kadranın üzerinde sadece saniye göstergesi çalışıyor, saat ve dakikanın göstergeleriyse eksik. Burada kimse zamanı durdurmuyor, zaman boş kadranın üzerinde boş bir arazi misali hızla akıp gidiyor – tüm koordinatlardan kurtulan durdurulamayan bir ülkenin hareketi gibi. LES ECHOS ONLINE 21 SEPTEMBER 2011 Les Echos, 21 Eylül 2011 İstanbul, sınırları aşmak ve dünyanın durumu Judith Benhamou-Huet İstanbul insana hayal kurduruyor. Haklı olarak. Geçen hafta bu Doğu ile Batı, arkaik çağ ve ultra modernlik, aşırı fakirlik ve büyük zenginlik, 19. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında kalmış megapolde bulundum. Her zaman için etkileyici. Resmi gerekçe: İstanbul Bienali. Oldukça başarılı. Ancak bu muhteşemlik başka bir kaynaktan geliyor. Arkeoloji Müzesi ziyareti. Arkeolojik müzeler. Tek kelimeyle şahane! Sagalassos’da 2. yüzyıldan kalma dev bir Hadrian başı. Sarsıcı bir güzelliğe sahip lahitler. MÖ. 5. yüzyılda Sidon kraliyet nekropolüne ait Paros mermerinden yapılma lahite benziyordu. Sfenksin ayrıntılarına bakınız. Sonsuz uykuyu iyileştirmek için ortaya konulmuş bir güzellik. Ama İstanbul güncel sanat bienaline geri dönelim. Bienal artık büyük bir uluslararası ilgi çekme gücüne sahip. Birkaç gün önce açılan Lyon Bienali ile karşılaştırıldığında gerçekten etkileyiciydi. 2011 etkinliği için, iki komite üyesi Alman Jens Hoffman ve Brezilyalı Adriano Pedrosa seçilmişti. Bu bağlamda, Lyon ile ortak noktaları, Latin Amerika’nın önemli düzeyde temsil edilmesiydi. Serginin önermesi, hayatını kaybetmiş Amerikalı sanatçı Felix GonzalezTorres’e referans vererek eklemlenen beş bölümde ortaya konuyor. Sanatçının çoğu eserinin bir adı yoktu, çünkü tamamı parantez içinde “İsimsiz” olarak adlandırılmıştı. Dolayısıyla İstanbul’daki önerme beş ayrı yol izliyordu: İsimsiz (Soyutlanma). İsimsiz (Ross). İsimsiz (Pasaport). İsimsiz (Tarih). İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm). Oldukça stilize. Önermenin özeti: Sanatçılar üzerinden dünyanın durumu. Tatminsizlik: Türkiye’nin Doğu ve Batı, İslam ve Hıristiyanlık arasında anahtar bir bölge ve tüm bu karşılaşmaların merkezi olmasına rağmen, sonuçta sergiye bu bölgeden az sayıda sanatçı katılıyor. En etkileyici bölümü ateşli silahla ölüme ayrılmış olandı. Hollandalı Eylem Aladoğan tarafından çok sayıda tüfek kullanılarak oluşturulmuş olan soyut bir heykel. Letizia Battaglia tarafından sergilenen, Sicilya sokaklarında vahşice öldürülmüş insanların fotoğrafları ve Amerikalı William E. Jones’un sistematik bir kurşun etkisiyle ekrana yansıtılmış görüntüleri. Ali Kazma’nın, kağıt damgalayan bir kişinin ekranlar üzerine yansıtılmış hızlandırılmış görüntüsü. Yönetim kaynaklı baş dönmesi. Yapılan hareket yüksek sesli bir müziğe dönüşüyor. Genç Brezilyalı Jonathas de Andrade, topladığı eşyaları kullanarak bir hikâye anlatıyor. Recife’de bir çöp kutusunda bulduğu günlük, bir adamın çeşitli maceralarını anlatıyor. Örnek: “Recife 8/ 4/ 77. ‘’Bugün Rosa Maria’dan ayrıldım ama onu özlüyorum. Tekrar bir araya gelmek istiyorum”. Sanatçı, buna topladığı veya kendi oluşturduğu özel fotoğrafları eklemiş. Kendinizi bu çakışan özel hayatların akışına bırakıyor ve isteğinize göre yorumluyorsunuz. Şehirde trafik oldukça kötü, ancak sokak satıcıları bunu su ve hatta süpermen oyuncakları satarak değerlendiriyor. Herkesin kendine göre ihtiyaçları var. Bienal süreci boyunca şehir açılışlar ve törenlerle dolup taşıyor. Büyümekte olan şirketler modern sanat projelerine imza atıyor. Bienal'in sponsoru olan ve başında modern sanat eserleri, İznik çinileri ve eski kitaplar koleksiyoncusu, çok iyi düzeyde Fransızca konuşan Ömer Koç’un bulunduğu Koç Grubu aynı zamanda bir özel müzeye sahip. Dedikodulara göre bina Zaha Hadid tarafından tasarlanmış. Dedikodular aynı zamanda bir diğer büyük aile olan Sabancıların da yeni bir kurum hazırlığında olduğuna işaret ediyor. Bu akımın Türkiye’deki öncülerini izlerken, Elgiz ailesi özel müzelerinin 10. yılını kutluyor. İstanbul’da diğer tüm büyük aileler, 19. yüzyıl Boğaz manzarası resimlerine sahip olmak için yarışırken, bu aile Barbara Kruger’dan, Gilbert & George’a ve İngiliz Gavin Turk’e uzanan koleksiyonuyla, İstanbul'un entelektüel yaşantısına yeni bir özgürlük havası getirdi. İstanbul Modern’de ise sadece kadın sanatçılara ayrılmış bir sergi yer alıyor. Gül İzgal'ın işlerinde olduğu gibi kadınlar, kişisellikleri ve yaşadıkları travmalara dair fazlasıyla cüretkâr işler. Ayrılmış bacaklara doğru yapılmış bir yakınlaştırma. Bağırmakta olan yeni yürümeye başlamış bir çocuğu kendilerinden biraz uzakta bırakmışlar. Müezzin camiden insanları namaza çağırıyor ve aynı anda mini etekli kızlarla türbanlı kızlar aynı yoldan yürüyor. Her yerde Mustafa Kemal’in doğal veya stilize portreleri İstanbulluların etrafını sarıyor. Türlerin büyük bir karışımı. Bu iyi bir şey. DER TAGESSPIEGEL 23 SEPTEMBER 2011 Der Tagesspiegel, 23 Eylül 2011 TÜRK BAHARI Hızla akan yeni dünya. İstanbul liman bölgesindeki 12. Sanat Bienali’ne ziyaret. Ruediger Schaper Son dönemde özellikle güney kıyısı yalpalayan Avrupa, Türkiye’ye şapka çıkarmalı. Ekonomi Çin ebatlarında büyüyor, hızı kesilmeyen bir aşırı kapitalizm söz konusu, Arap ülkelerindeki siyasi etkinin yankıları da cabası. Başbakan Erdoğan, daha geçenlerde bu bölgede adeta kurtarıcı gibi karşılanırken, Cumhurbaşkanı Gül bu haftaki Berlin ziyaretinde ricacı pozisyonundan pek kurtulamadı. Arap baharından daha sağlam bir Türk baharından bahsedebiliriz. İstanbul’da yaşanan bu patlama, kültür alanında da kendini hissettiriyor. Boğaz’daki 12. İstanbul Bienali, uluslararası çapta meydan okur nitelikte. Limanda, devasa mavi seyahat gemilerinin gölgesinde yer alan antrepolardaki sergi, yenidünyanın keşfine çıkıyor. Brezilyalı küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, Arap ülkeleri ve Latin Amerika kıtasından gelen sanatçılara odaklanırken, Avrupa ikinci planda kalıyor. Japon Ryue Nishizawa’nın mimarisine yayılan bu hızlı yeni dünya, adeta bir labirent gibi. Kan kırmızısı bağlantıyı, 1996’da hayatını kaybeden Félix Gonzaléz-Torres’in (Küba/ABD) eserleri oluşturuyor. Bienalin teması “Untitled” sanatçının politik işlerini referans alıyor. Bu “isimsizlik” birçok farklı şekilde okunup yorumlanabilir ve isimsiz olmayan bienalin beş farklı bölümü de bunu destekliyor. Gonzaléz-Torres’in kendi eserleri sergide mevcut değil, hayalet bir seyahat rehberi gibi, bir nevi Borges kılıklı bir kurgu oluşturuyor. Mona Hatoum’un “Abstraction” bölümünde yer alan ve insan saçından oluşan narin saç örgüsü, soyutluğu doğal yaratılışın kökenine götürüyor. Burada, baştan itibaren bienalin ana temasıyla karşılaşılıyor: hepimizin yabancı olduğu ve yabancılaştırıldığı evrenin ölçümü. Alexander Gutke, üzerinde bir mezuranın göründüğü 16 milimetrelik filmin odanın tüm köşelerinden geçmesini sağlıyor. Diğer mekânlardaki birçok işte bu [ölçüm] devam ediyor. Ölçüp saymalar, liste ve haritalar, zaman ölçümleri. Geleneksel ama aynı zamanda tuhaf ve tartışmalı oryantasyon denemeleri. Berlin’de yaşayan İngiliz sanatçı Simon Evans tam bir ölçüm hastası. Kötü, depresif ve şiddet dolu espri anlayışı için kendi mekânına sahip. “Your unprocessed pain is not art“ diyor, etkilenmek henüz sanat değildir. Ama “Untitled” etkilenmenizi sağlıyor: AIDS’e yenik düşen Gonzalés-Torres’in partnerinin ismini taşıyan “Ross” bölümünde, Güney Afrikalı Ardmore stüdyosunun homoerotik seramikleriyle karşılaşılıyor. Neo-barok görkem ve budaklandırma, AIDS konusundaki bilinçlendirmeyle karşı karşıya geliyor. Yine acı çektiren politik coğrafya: Zarina Hashmi, Bağdat, Kabil, Cenin, Beyrut, Saraybosna, çatışmaların yatağı, kurban sunakların şehir planlarını içeren bir gravür serisi sergiliyor – en altta ikiz kulelerin gölgelerinden oluşan iki büyük dikdörtgenin temsil ettiği New York. Her tarafta yazı ve simgeler, çok sesli bir Memento mori. Tarih, tarihsiz mi oldu? Volupsa Jarpa “Biblioteca de No Histori’’da Şili’deki askeri diktatörlüğün dokümanlarını içeren siyah isimsiz ciltleri duvara diziyor. Bienalin hollerinde yazı ve simgenin, kimlik, unutulma ve hatıranın savaşı var. İnsanların kaderi kitapların kaderi ile aynı ve zıt. Julieta Aranda, enstalasyonu için 20. yüzyılın tarihini işleyen bir dünya kitabını pudralaştırıp bir akrilik camın içine doldurmuş, içinde ayrıca beyaz pudrayı birbirine katan bir kompresör var. Bisan Abu-Eisheh (Filistin), İsrail askeriyesinin yerle bir ettiği evlerin vitrinlerinde günlük eşyalar sergiliyor. “Death by Gun” bölümünde, İtalyan Vendetta kurbanlarının fotoğraflarını izliyorsunuz; idamlar, silahlar, ateşlemenin delikleri, leşler. Bitmeyen şiddet, öldürmek insanlığın bir parçası: elbette bu yeni bir şey değil, ancak zaman zaman soyu tükenen bir türün bilim müzesine benzeyen bu bienalin tertemiz kurgusu da bir o kadar ürkütücü. Küratör ikilisinin Amerikan iç Savaşı’ndan korkunç fotoğrafları, Gettysburg 1863 ve Tina Modotti’nin Meksika devriminin 20’li yıllardan kalma ikonlarını hatıra anları gibi aralara serpiştirmesi nerdeyse sakinleştirici bir etki yaratıyor. İnsana, tarihin o zamanlar bir yüzü varmış, yani [tarihi] kâh Latin Amerika kâh Ortadoğu’da, plansız ama aynı zamanda sistematik bir şekilde toplumları yöneten hatta toplumları oluşturan acımasız güçler değil de, insanlar yönlendiriyormuş gibi geliyor. Tek tük duygusal rahatlamalar var, en azından ilk bakışta öyle geliyor. Ahmet Öğüt, iki avro ile bir Türk lirasını siyah kadifenin üzerine yerleştiriyor ve nerdeyse tıpatıp aynı olan iki para birimine “Perfect Lovers” adını veriyor. Bu konudaki yorumu: Avrupa gittikçe yaşlanıyor, Türkiye ise gençleşiyor. Bu nedenle mutlu, hatta mükemmel bir beraberlik için fazla zaman kalmadı. Bu bienalin konusu yurtsuzluk ve güncel sanat ne kadar detay odaklı gibi görünse de, burada kendini dev gibi gösteriyor. Bazıları için sunum şekli çok ayrıntılı gelebilir, ancak bu sunum beraberinde gerilimi de getiriyor. Acımasız yakın tarihin usul bir yansımasını taşıyor. Bazı bölümlerinde, Roberto Bolano’nun romanlarından biriymiş gibi okunuyor, mesela “2666“. O kadar yapay, o kadar kanlı. Berlin’de galeri geceleri, sanat fuarları ve bu gibi etkinliklere alışık olmamıza rağmen İstanbul’daki şenlikler bunu kolayca aşıyor. Bienal kapsamındaki paralel etkinlikleri bütünüyle kavramak nerdeyse imkânsız. Desteklerini esirgemeyen sponsorlar, devasal şantiyelerde açılışlar düzenlerken, bunun yanında rüya gibi Beyoğlu teraslarında, çağdaş sanatla dolu Boğaz’daki villalarında ve eski şehir konaklarında davetler veriyorlar. Bienalin ana sponsoru Koç ailesinin, İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde, Berlin’de de şubesi bulunan bir sergi mekânı var ve Koç ismi, çok yakında New York’taki Metropolitan Museum of Art’da bulunan Doğu Sanatları bölümününde yer alacak. Türk küratör Vasıf Kortun’un bir röportajında belirttiği gibi, “İstanbul adeta doping almış bir şehir’’. İstanbul enerji saçıyor, ancak bunun da bir bedeli var – bu bedelin adı neo-liberalizm. Boğaz’daki ilk bienal 1987 yılında gerçekleşmişti. O zamandan bu yana yüzyıllar geçti. DER TAGESANZEIGER 23 SEPTEMBER 2011 Der Tagesanzeiger, 23 Eylül 2011 İSTANBUL İÇİN FAZLA STERİL 12. İstanbul Bienali, hiç olmadığı kadar temiz ve düzenli ifadesiyle kendini gösteriyor. Ancak muhafazakar müze mantığındaki sunumuyla sergi, şehirle olan bağlantısını kaybetmiş gibi gözüküyor. Jörg Bader Günümüzde dünyayı saran bienallerin nerdeyse tamamı küreselleşmenin çocukları. Son 20 yılda kendine güvenen her şehir, küresel yarış içerisinde böyle bir turist atraksiyonu yarattı. Buna karşılık hiçbir bienal küratörü, hızla ilerlemekte olan dünyanın ekonomik ve politik yeniden yapılanması üzerine eleştirel düşünme fırsatını kaçırmadı. Genç İstanbul Bienali, mekan tanıtımı ve globalleşme eleştirisi arasındaki çelişkiyi örnek bir şekilde somutlaştırmakla ünlü. Her seferinde İstanbul’un Avrupa ve Ortadoğu, Müslümanlık ve Hıristiyanlık arasındaki jeopolitik konumunu ve kültürel özelliklerini işledi. Geçen hafta sonu açılan 12. İstanbul Bienali’nin küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, artık bunu duymak istemiyor. Nedeni tabii ki meçhul. Eserleri şehirle ilişkili farklı bölge ve yapıtlarda göstermek yerine, Alman Hoffmann ve Brezilyalı Pedrosa tek bir mekanı, Boğaz kıyısındaki eski bir depo olan antrepoyu tercih ediyorlar. Kültür karışımı ve jeopolitik sloganlar yerine, tarih ve soyutlaşma, ölüm ve (eşcinsel) aşk öne çıkıyor. Genelleme eğiliminin yanı sıra, mükemmel bir şekilde sunulan serginin müzeleştirilme eğilimi de beliriyor. Keşfedilmeye Değer Yeni İsimler Ryue Nishizawa mimarlık ofisi, 15.000 metrekareyi kapsayan üç devasa salon içerisinde beş tematik karma sergi ve aşağı yukarı elli bireysel sergiyi misafir edecek mekanlar yaratmış. Eserler – ağırlıklı olarak fotoğraf, çizim, baskı ve tek tük ufak objeler – bu alan içerisinde sergileniyor. Uzun süre gizli tutulan ve birçok yeni isim içeren katılımcı listesi, üç kuşağı birden kapsarken, Orta Doğu’dan Güney Amerika’ya uzanan coğrafi bir köprü kuruyor. Zihinsel ekseni, Félix Gonzáles-Torres’in yapıtları oluşturuyor. Tematik sergilerin her biri, referans olarak 1996’da genç yaşta hayatını yitiren ve dört yıl önce Venedik Bienali’nde sıradan bir sergiyle Amerikan pavyonunun ithaf edildiği sanatçının eserlerinden birine dayanıyor. Minimal biçimlere hayat veren sanatçı, bugün 20. yüzyılın sonunun mihenk taşlarından biri olarak görülüyor. Mesela milimetrik bir kağıdın üzerindeki diyagonal çizgi gibi soyut bir olgu, kendisinden önce AIDS hastalığına yenik düşen sevgilisinin tanı diyagramını gösteriyor. Bugüne dek her daim şehir hayatıyla bağlantılı olan bienali yakalayıp şehrin kargaşasından uzak, steril “White Cube”a yerleştiren iki küratör, bu konuda idolleriyle çelişiyor. Politik Sorgulama Eksik Bienal’de sadece duvardaki açıklamalarda var olan González-Torres’in eserleri – küratörlerin tam aksine – bireysellikten toplumsala, genelden özele çok şık bir köprü kurmayı başarıyor. Küratörler ise bağlayıcı olmayan genellemelere kayıyorlar, mesela grup sergilerden birinin Gonzáles-Torres’in “Untitled (Death buy Gun)” eserine dayandırılması gibi. Vefat eden sanatçı, mini minnacık portreler ve kimlik bilgileriyle açıkça ABD’de serbestçe silah taşımayı kınarken, Boğaz’da şiddet siyasal bağlamından kopuyor. Hoffmann ve Pedrosa, serginin katalog metninde, 1948’de Filistinlilerin İsrailliler tarafından sürülüşünü özgürlük savaşına dönüştürüyor. Matthew Brady, Amerikan İç Savaşı’ndan leş fotoğraflarıyla, kanlar içinde can çekişen askerleri, aidiyet belirtmeden tanık sandalyesine oturtuyor. Eddie Adam’ın Güney Vietnamlı bir subay tarafından kurşunlanan bir Vietkong’u gösteren dünyaca ünlü fotoğrafı da aynı kaderi paylaşıyor. Birçok fotoğraf ve baskının, siyasi temsiliyeti açıkça hedeflediği sergide, bu anlamda sadece göstermelik bir fonksiyonu var sanki. Kendi pazarına uygun biçimlere odaklanan bienalde, asıl biçimin politik sorgulaması eksik kalıyor. Hoffmann ve Pedrosa’nın İstanbul’a uygun gördükleri sergileme biçimi oldukça muhafazakar olarak düşünülebilir. Arşivlemenin Başarılı Olduğu Noktalar Küratörlerin, muhafazakarlık kelimesini harekete geçirdikleri ve koruma konusunu işleyen sanatçıları sergiledikleri bölümlerde, sergi en iyi noktasına ulaşıyor. Eserlerin çoğu arşivlenip yaşatılmaya uygun konular işliyor, tarihe karşı “yazıp”, karşı tarihi yaratıyorlar. Brezilyalı sanatçı Rosangela Renno’nun iki çalışmasının sunumu da bu şekilde. Brezilya’nın ulusal kütüphanesinden çalınmış tarihi değer taşıyan fotoğraflarla, beş yıl içinde inşa edilen Brasilia kentinin yapımı sırasında hayatını kaybeden işçi portrelerinin çoğaltılmış arka yüzleri, sadece Brezilya’yla sınırlı olmayan bir fenomene ışık tutuyor, unutkanlık. Hoffmann ve Pedrosa, kendi muhafazakarlıklarını kullandıkları zaman coşkulu bir ifade hayat buluyor. Aynı zamanda serbest küratörlerin, bir müzede konservatör olmak istedikleri şüphesi de gözlerden kaçmıyor. EL CULTURAL 23 SEPTEMBER 2011 El Cultural, 23 Eylül 2011 İstanbul Bienali, İsimsiz (Sadet), 2011 İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011. Küratörler: Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann. Antrepo 3 ve 5, İstanbul. 13 Kasım’a kadar. Javier Hontoria Biçimsel yenilik ve siyasi uzlaşma içeren eserler üzerinde yoğunlaşan 12. İstanbul Bienali, siyaset ve sanat arasındaki karmaşık ilişkiyi araştırıyor. Amerikalı-Kübalı sanatçı Félix González-Torres’in (1957-1996) eserleri, bienalin temel esin kaynağını oluşturuyor ve sanatsal pratiğin parlak bir örneğini temsil ediyor. İsimsiz (12. İstanbul Bienali) başlığı altındaki 2011 12. İstanbul Bienali, okunabilir, doğrudan ve neredeyse akademik bir sergi. Bu oldukça planlanmış ve bilinçli bir seçim, öyle ki kesinliği küratörlerin temel argümanlarında yerlerini buluyor; dahası Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, çağdaş sanat bienallerinin karakterini oluşturan kavramsal araştırmaların altüst edilmesine yönelik şaşırtıcı ve açık bir kayıtsızlık gösteriyor. Bu bölüm, şehrin diğer alanları tarafından dağıtılmadan kalabilmiş ve boğaz sularıyla yıkanmış Antrepo’nun endüstriyel bölgesindeki iki büyük depoya odaklanıyor. Önceki bienallere nazaran, hem halkı sanat eseriyle samimi bir diyalog kurmaktan alıkoyarak, hem de tuhaf bir biçime sahip olmadan sergi konseptini yenilemeye çalışıyor. Son İstanbul Bienalleri, uluslararası çerçevede kaçınılmaz bir referans haline dönüşerek ilginç bir siyasal çizgi oluşturdu. Hoffmann ve Pedrosa, sosyal içerikli bir sanata karşı çıkmıyorlar ancak bu durum, her zaman belirli ölçüdeki estetik katılığı zorunlu kılıyor. Her şey 1957 yılında Küba’da doğmuş, 70’lerin sonuna kadar New York’ta yaşamış ve aynı kentte 1996’da AİDS’ten hayatını kaybetmiş olan Félix González-Torres figürünün etrafında dönüyor. Beklenmedik ölümü, son yılların en inandırıcı miraslarından birini oluşturmasına engel olamadı. ABD’ye güneyden geldi, eşcinsel oluğunu ilan etti, sistematik ve ıstırap verici biçimde, onlardan biri olarak Anglosakson yasalarına en yaralayıcı tepkiyi gösterdi. Kısır minimalist estetiğe sığındı ve orada diğerinin sesini sefilce sessizleştirene kadar içine püskürttü. İlk biçimlerini, kişisel deneyimlerinin kocaman varlığı altüst etti ve bununla kamusal alanı da dağıttı. Tarihin ters çizgiselliğine meydan okudu ve tarihin altını oyarak, haritaları yeniden belirledi. Sergide, González-Torres’in tüm paradigmatik çalışmalarını gözden geçiren beş karma sunum bulunuyor. İsimsiz (Soyutlama), modernist kuralın yıkımı etrafında dönüyor; İsimsiz (Ross), kamusalda özel olana maruz kalınması hakkında yaralayıcı bir tepki ve tabii ki, tam tersi; İsimsiz (Pasaport), kimlik ve onun olası dönüşümlerine karşı kendisini engellemesi; İsimsiz (Tarih), tarihin yeniden yazılışının bolluğu ve son olarak İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm), ABD’deki şiddete öfkeli ima. Her birinde aşağı yukarı bir düzine sanatçının bulunduğu bu beş karma sergiye, uydu görevi gören ve Kübalı sanatçının eserlerinin güçlü yankısını daha da vurgulayan elli kişisel sunum eklemleniyor. Karma sergilerin açık alanları griye boyanırken, kişisel sunumlar kocaman gözenekli bir doku biçiminde gruplaşmış, farklı boyutlarda beyaz dört köşeli küplerde yer alıyor. Düzenleme klasik, belirgin ve içeride kaybolmak gibi bir durum söz konusu değil. Bu anlamda, küratörler González-Torres’in ruhunu kucaklamayı başarmışlar; eserler, sanatçılarının yokluğu, sade bir dinginlik ve hayranlık verici bir şıklıkla izleyeni kendine bağlıyor. Bu tüm sergi için söylenebilir. Sorunlar, González-Torres’ten kalan mirasın kavramsal doğasının derinliklerine indiğimizde beliriyor. Her zamanki iğneleyici meselelerini ele alma biçimiyle hep kurnaz ve zekice bir akıl yürütme biçimiyle alkış aldı. O, boşluklara hâkim ve ortak alanlardan kolaylıkla yakayı kurtaran bir sanatçı oldu. González-Torres’in ezici kurnazlığıyla karşı karşıya gelmek, Hoffmann ve Pedrosa için bir meydan okumaydı; bunu sağ salim başarmışlar. Bu anlamda, her ne kadar aralarında harika işler olsa da, karma sergiler kurallara aşırı uyduğu için, başka bir deyişle genel olarak anlaşılmış olanın üzerine yeni bir ışık yansıtma çalışması olduğundan başarısız olmuş. Karma İsimsiz (Soyutlama), 70’lerde beyaz maçolar tarafından oluşturulmuş geometrik titiz özcülük olan modern kanun modellerini parçalamak istemektedir. Ancak seçilmiş sanatçıların birçoğu dikgen dokunun yeniden yorumlamasından kaçmayı başaramamıştır ve Lygia Clark’ın yaratıkları arasında oluşturulmuş diyalog ve Dóra Maurer’in Yedi Kare Döndürmesi hariç, sergi sadece saygıyla anılanla tehlikeli biçimde flört eden gereksiz doku birikmesi ve monotonluk hissi uyandırmaktadır. İsimsiz (Pasaport), González-Torres’in hayatını şekillendirecek bir başlangıç olan pasaport seferlerinin, beyaz kâğıtların minimalist monotonluğunun bir parçasıdır. Nispeten daha az göze çarpan ama daha çok ifşa edici olan ve fotoğrafın bir işaret olduğunu ima eden Rosângela Rennó’nun ek alanının varlığından, yazar Barthes’a atladığımızda şüphesiz kaçınılmaz olarak González-Torres’ın formasyonuyla karşılaşırız. Diğer depoda işler biraz daha düzeliyor, bunu özellikle karma işler değil de, kişisel sunumlar bu hale getiriyor. Burada tarihin düz çizgiselliğinin kırılışına ve şiddete karşılıklı ilintili olan İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) birlikte oldukça işlevliler (Anlamsız değil, González-Torres imzalı tanınmış eserler trajik bölümlerle yalanlanıyor). Ben ilkini daha çok sevdim çünkü ikincisini ön görmek çok daha kolay. Brezilyalı ve Lübnanlı Jonathas de Andrade ve Marwa Arsanios’un kişisel çalışmaları, (modern) mimarinin acımasız düşünü hatırlatıp bunlara atıfta bulunuyor. Singapurlu Symrin Gill’in, köhne bir evdeki geometrileri çağrıştıran büyük poliptik fotoğrafları da, her ne kadar çizgisel tarihin bozulduğunu bize anlatan bir bağlama derinlemesine oturmayıp işi, İsimsiz (Soyutlama)’ya çok daha uygun olsa da, saygıyı hak ediyor. Hoffmann ve Pedrosa, siyasetin çoktandır hâkim bir rol oynadığı, baştan çıkarıcı bir alan olan çağdaş estetiğin efendilerinin, güzellikten anladığımızın bir parçası olmaya başladıklarını fısıldıyorlar. Dünyanın önüne geçilemez biçimde pisliğe doğru kararlılıkla ve hızla ilerlemesi durumu ile bununla eşit seviyede görsel haz bulunması olgusunu varsayımsal olarak iddia ediyorlar. Ancak dönüştürücü iradenin, birlikteliğin çözüldüğü avutucu bir ahenkle yumuşatıldığı bu kusursuz müzenin salonlarında dengeyi bulmak, o kadar da kolay değil. Bu bienal Ne, Nasıl & Kimin İçin bienali olmamakla beraber, burada geçen bienalde karşı karşıya kaldığımız ve bir gerilla çalışması olan kolektif küratöryel teşebbüsün karşıtı bir eğilimle karşılaşmaktayız. Bu bienali bir bütün olarak keşfettikten sonra, González-Torres’ın zarafetinin ardında, siyasal bilinç ve gayri resmi saflık senteziyle ele aldığı, bir biçimde birinin diğerini asla gölgede bırakmadığı -ve belki proje bu anlamda kendi hırslarıyla çarpışmıştır-, bir kurnazlığın doğasının da bulunduğu anlaşılacaktır. THE FINANCIAL TIMES 24 SEPTEMBER 2011 Financial Times, 24 Eylül 2011 Cidden Güncel Bu yıl İstanbul Bienali'nde yer alan sanatçılar en ağır temaları ustalıkla işliyor Rachel Spence Venedik Bienali'ni düşünün: tutarlılığını riske atabilecek kadar büyük, tematik açıdan boğucu hale gelebilecek kadar heterojen ve giderek daha çağdışı bir hâl alan ulusal pavyonlara bağlı bir yapı. Şimdi de bunun tam tersini düşünün: işte İstanbul Bienali. Sanatçılarını deniz kıyısındaki iki antrepoya sığdıran eş küratörler Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, bienali, Venedik tarzı şehre yayılma modelinden ayırıyor. Rakamlar küçük: toplamda sadece 135 sanatçı, 5 grup sergisi ve 50 kişisel sergi var. Orta Doğu ve Latin Amerikalı sanatçılar vurgulanırken önem taşıyan ulusal kimlikler, sınırların her zamankinden hem daha önemli hem de daha önemsiz olduğu bir dünyayı yansıtan karmaşık bir tarzda ele alınıyor. Hepsinden iyisi, küratörlerin ilham perisi olarak Feliz Gonzales-Torres'i seçmesi sayesinde bienal, cinsellik, ölüm, aşk ve politika üzerine yoğunlaşıyor. Bu konular, evrensel niteliğine rağmen, daha önce hiçbir sanatçı tarafından, 1996 yılında AIDS'den ölen Torres kadar şiirsel ve kehanetvari bir yaklaşımla eve alınmamıştı. Torres'in parıldayan trajik zekâsı serginin üzerinde koruyucu bir gölge gibi duruyor. Kendi kendini yenileyen obje ve doküman yığınlarından oluşan minimalist enstalasyonlar üzerine uzmanlaşan Torres'in yapıtları sadece yaşadığı ülkenin politik yapısını değil, aynı zamanda sevgilisi Ross Laylock'ın AIDS sebepli ölümünü de işliyor. İşlerini "İsimsiz" olarak adlandıran Torres, ardından gelen parantezin içine yerleştirdiği daha somut bir isimle sanatsal anlamın kesinsizliğini savunuyordu: hem yenilenmenin hem de yinelenen trajedinin alanı. Burada, Pedrosa ve Hoffmann, sanatçının beş eserini temel alarak bu temalar üzerine grup sergileri oluşturmuş. Gonzales-Torres'in kendi yapıtları sergilenmiyor, bunun yerine jargonsuz, berrak anlatımı mükemmel hazırlanmış kataloğun içinde de yankılanan panellerde açıklanıyor. Kişisel sergiler ayrık duruyor, ancak benzer kaygıları paylaşıyorlar. Türkiye, birçok Orta Doğu ülkesinden çok daha liberal ancak açılışı soyutlama üzerinden bir yolculukla yapma kararının buradaki muhafazakâr hassasiyetler sebebiyle verilmiş olması mümkün. İlk olarak incelikli, ilk bakışta göze çarpmayan yapıtlarla karşılaşılıyor. Örneğin, Romanya doğumlu sanatçılar Mona Vatamanu ve Florin Tudor'un "Toprak Dağıtımı" eseri bel yüksekliğinde siyah bantlardan oluşuyor. İlk bakışta tüm alanı dolduruyor gibi görünüyor ve ziyaretçileri odayı geçmek için eğilmeye zorluyor; ancak aslında yandaki bir yol odayı baştan sona eğilmeden geçmenize izin veriyor. Sessiz geometrisi kırılgan ütopyalar için bir mecaz niteliği taşıyan, "Toprak Dağıtımı", Gonzales-Torres'in 1994'te yaptığı "İsimsiz" (Kan Tahlili-Sürekli Düşüş) isimli eserinden esinlenen grup sergisinde çok rahat yer bulabilirmiş. Bir kâğıt üzerinde yıkılan bir bağışıklık sisteminin grafiğini gösteren bu eserde, Gonzales-Torres modernist kareleri insanı ifade etmek için bir araç olarak kullanıyor. İstanbul'da Torres,, sahte-minimalist bir estetiğin filtresinden geçen bir duygu alevini ateşliyor. Brezilyalı sanatçı Adrian Varejao, bir tuvali Lucio Fontana tarzında yırtıyor ve açılan yerleri kan rengi pıhtıyla dolduruyor. Şu anda sayılı dünya yıldızlarından birisi olan Lübnan'dan Mona Hatoum kendi saçını organik bir ağ gibi örüyor. Daha arkasındaki hikâyeyi öğrenmeden, Lübnan doğumlu ikili Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige'in "180 Saniyelik Kalıcı Görüntü" (2006) eseri bakışları üzerine çekiyor. 4.500 küçük fotoğraftan oluşan eserin sadece çok dikkatli bakılınca değişen renkleri figürlere dönüşüyor. Bu fotoğraflar Joreige'in Lübnan iç savaşı sırasında kaçırılan ve hâlâ kayıp olan amcasının makinesinde bulunan filmden basılmış. Filistin'den Latin Amerika ve Güney Afrika'ya uzanan coğrafya, AIDS'e karşı verilen savaş ve politik mücadeleler buradaki sanatı oldukça etkilemiş. Kızgın ve didaktik olmasına rağmen ciddi şiirsel bir yönü de var. Burada çoğunlukla arşiv tarzı malzemeler kullanıyor. Sonuç olarak bu bienal geleneksel resim, heykel ve neo-pop ironileri gibi birçok yeni çalışmayı sömürgeleştiren tarzları barındırmıyor. Jeopolitik merkez, Gonzales-Torres'in "İsimsiz" (Pasaport) adlı işinden esinlenen bir karma sergi. Brezilyalı Rivane Neuenschwander'in hiçliğin içinde biten ve İsrail’in güvenlik bariyerini anımsatan geçici duvarlarıyla bölünen bu oda, insana tarih içinde son derece Kafkaesk bir yolculuk hissi veriyor. Kökleri Yahudi ve Hıristiyan Araplara dayanan iki sanatçı, Filistinli Baha Boukhari ve Dor Guez, ailelerinin dolambaçlı kimliklerine tanıklık eden belgeler sunuyor. Doğu Kudüs'ten Rula Halawani, siyah-beyaz fotoğraflarında İsrail güvenlik noktası duvarında samimi değiş tokuşlar yapan sahibi belirsiz elleri yakalıyor. Holokost sonucu gerçekleşen yerinden edilmelere gönderme yapan bir eserin bulunmaması özellikle Orta Doğu'nun canlı sanatsal haritasında İsrail'in marjinal durumu göz önünde bulundurulursa – içinde bulunduğumuz dönemin bir simgesi. Yine de genç İtalyan kavramsalcı Lara Favretto'nun dağınık, hırpalanmış bavullardan oluşan eseri bu yok olmuş hayaletleri çağırmaktan kendini alamıyor. Aslında 1970'lerin İtalya'sındaki bomba korkusundan esinlenen bu yapıt, sanatın kendini sabit anlamlara teslim etmeyişinin bir örneği. Bienaldeki birçok eserde, politik duruş ve cinsellik arasındaki bağlantıların altı çizilmiş. "İsimsiz" (Ross) –adını Gonzales-Torres'in en bilinen eserlerinden birinden, sevgilisinin ideal kilosunu sembolize eden şeker yığınlarından alıyor – sergisi kapsamında önde gelen Türk sanatçı Kutluğ Ataman, daha geçen yıl üzerine kendisinin “efemine” davranışları olduğu gibi şok edici saldırganlıktaki ifadelerin not edildiği askerlik raporunu sergiliyor. Beyrut'ta yaşayan fotoğrafçı George Awde‘nin tiksindirici derecede kiç bir odada oturan sert bakışlı gençleri içeren görselleri, Orta Doğulu erkekleri maçoluğa zorlayan görünmez baskıyı göz önüne seriyor. İskandinav ikili Michael Elmgreen ve Ingar Dragset'in bakışı ise çok farklı. Aile fotoğrafı tarzında görsellerden oluşan bir enstalasyonda, homoseksüel aşkın en evcil, mahrem ve tensel halini yakalıyorlar. Sanatçı isimlerini açılışa kadar saklı tutmanın çok akıllıca bir yöntem olduğu, ne kadar az sayıda manşet değeri taşıyan sanatçı olduğunu bilseler açılış günü evlerinde oturacak birçok kişiyi buraya getirmesiyle anlaşıldı. 27 yaşındaki Meksikalı Edgardo Aragón'un kılıç kadar keskin videosu "Aile Etkileri", şiddeti ve erkekliği Meksika'da yazılan herhangi bir akademik tezden çok daha iyi ortaya koyuyor. Diğer bir eser ise 39 yaşındaki Britanyalı Simon Evans'a ait. Kendi iç dünyasının el çizimi haritaları, bir oğlan çocuğunun Tracey Emin varyasyonuna benziyor. Burada başarıyla bir araya getirilen kadın sanatçılar arasında Meksikalı fotoğrafçı Tina Modotti ve Macar modernist Dora Maurer’in yanı sıra bugün 90'lı yaşlarında olan iki muhteşem sanatçı da yer alıyor: Afrikalı-Amerikalı grafiker Elizabeth Catlett, linolyum kesitlerine sivil haklar için verilen mücadeleleri oyuyor; Palermo doğumlu fotoğrafçı Letizia Battaglia’nın çetin bakışı ise onu mafya terörünün en önemli tanıklarından biri haline getiriyor. Sosyo-politik içeriğine rağmen, bu bienal hayal gücünü fikirlere kurban etmiyor. Bu konudaki başarısının büyük kısmını mimar Ryue Nishizawa'ya borçlu. Nishizawa kullanım amaçlı iki büyük mekânı bölerek burada beyaza boyalı dünyevi şapeller inşa ederek güncel sanatın ortaya çıkması için ideal bir ‘Tabula Rasa’ (Boş Tablet) oluşturmuş. En önemlisi, bütün sergi sanki tek, organik bir enstalasyon gibi yerleştirilmiş. Antik karşılığının aurasından yoksun olan günümüz sanatı, kolektif hafızamıza bir katkıda bulunabilmek için işte tam da böyle ortamlara ihtiyaç duyuyor. İsimsiz (12. İstanbul Bienali) Antrepo No. 3 ve 5, 13 Kasım’a kadar gezilebilir. Düzenleyen: İstanbul Kültür Sanat Vakfı. Sponsor: Koç Holding www.iksv.org THE ECONOMIST 24 SEPTEMBER 2011 The Economist, 24 Eylül 2011 Klasiğe dönüş yeni öncü oldu Çoğu bienal tutarsız ve çok yorucu. İstanbul bunların dışında kalan bir istisna. Sarah Thornton Neredeyse her gün, dünyanın bir yerinde bir bienal açılışı gerçekleştiriliyor. Bu sergilerin amacı, güncel sanatı sahnelemek, turistleri cezbetmek ve yerel kültürü teşvik etmek. Çoğu bienal birer karmaşadan ibaret ve bunların arasında en ticari görünenler, genellikle en önemli marka ve ödüllerle teşvik ediliyor. Öte yandan küresel kültürün bazı noktalarında anlam yaratabilen bienaller, son derece aydınlatıcı ve akılda kalıcı olabiliyor. 17 Eylül’de açılan ve yaklaşık 2 ay boyunca devam eden İstanbul Bienali de bunlara bir örnek. Bienali, dokunaklı, anlamlı ve entelektüel açıdan çekici, 41 ülkeden 130 sanatçının katılımıyla tutarlı bir sergi yaratmayı başarmış, eşine az rastlanan bir başarı olarak değerlendirebiliriz. İstanbul Bienali, Boğaz kıyısındaki iki devasa antrepoda gerçekleştiriliyor. Dokunulmamış bu binalar, seyirciyi monoton bir gezi maratonuna sokabilecekken, bienalin küratörleri Brezilyalı Adriano Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann, bir sergi tasarım ustasından yardım istediler. Japon mimar Ryue Nishisawa, oluklu çelik plakalar yardımıyla, sergi alanında farklı boyutlarda odalar ve bunların dış alanlarını belirleyerek, mekâna yepyeni bir enerji kattı. Bienalin küratörlüğünü yapan Pedrosa ve Hoffmann, aynı zamanda etkili bir önerme sunuyor. Birleştirici bir unsur olarak bir teori veya tema kullanmak yerine, 1996’da ölen ve ölümünden sonra 2007 Venedik Bienali’nde Amerika’nın temsilcisi olarak seçilen sanatçı Felix GonzalezTorres’i, bienalin ilham perisi olarak seçtiler. Küba’da doğup, Portoriko’da eğitim gören Gonzalez-Torres, estetik olarak yenilikçi ve siyasi olarak sofistike minimalist eserler üretti. Tıpkı ilham perisi gibi, İstanbul Bienali de saldırgan veya sansasyonel olmaktan ziyade düşünceli bir bütünlük sunuyor. Pedrosa, “Aktivistler yoğun mesajlar üretirken, sanatçılar çok katmanlı işler yaratıyor” diyor. Bienalin, teorik olarak da güçlü bir yapısı var. işlerine ilham veren temalar çerçevesinde -aşk, ölüm, soyutlama, ihtilaflı tarih ve bölgeler- beş alt başlığı temsil eden sergiler bulunuyor. Büyük gri bir odada yer alan her bir karma sergi, daha küçük beyaz odalarda yerleşmiş 50’den fazla kişisel sergiye bağlantı noktaları yaratıyor. Mekâna getirilen zarif çözüm, karma sergilerin başlıklarıyla, garip bir şekilde tekrarlanan “İsimsiz” ile çelişse de, “İsimsiz” (Ross) başlıklı oda son derece etkileyici. Ross başlığı, sanatçının uzun yıllar boyunca sevgilisi olan ve 1991’de, Gonzalez-Torres’in kendisi gibi AIDS yüzünden ölen Ross Laycock’tan geliyor. Karma sergilerden bir diğeri de, “İsimsiz” (Pasaport #2), haritalar ve ulusal kimlik üzerine yirmi iş içeriyor. Hank Willis Thomas’ın “Yuva Denilecek Bir Yer” başlıklı işi, bir geçitle birleşen büyük siyah kıtalar Kuzey Amerika ve Afrika’yı betimliyor. Jorge Macchi’nin “Deniz Manzarası”, ekvatorun altındaki tüm kara parçalarını, kuzeydeki denizlerden parçalarla kaplıyor. Macchi’nin boğulmuş yarım küresine yorum olarak, Türkiye’nin en çok tartışılan sanatçılarından biri olan Kutluğ Ataman’ın güneşle aydınlanmış su bantlarından oluşan videosu sergileniyor. Aynı odadaki bir seri vitrinde, Ramallah merkezli karikatürist Baha Boukhari, İngiliz mandası altındaki Filistin’de babasına verilen pasaportları sergiliyor. Birçok sanat eseri, arşivlerde bulunan tarihsel nesne ve belgeleri içeriyor. 2011’de izlenilen güncel sanatta açık bir vintage -klasiğe dönüş- havası var. Küratörler kafalarını “yeni”yle fazla dağıtmamakta haklı; yakın döneme ait işler, her zaman bugünü en iyi anlatan sanat eserleri olmayabiliyor. Küratörler, daha fazla tanınmayı hak ettiğini düşündükleri bazı kadın sanatçıların tarihsel işlerinden bir seçkiyi de sergilemeye karar vermişler. Örneğin, Martha Rosler’in, 1967 ve 1972 yılları arasındaki Vietnam Savaşı sırasında ürettiği “Savaşı Eve Taşımak” serisi, bugün Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki devam eden varlığı sebebiyle hâlâ geçerli. İstanbul Bienali aynı zamanda yükselen pek çok sanatçıya da kişisel temsil imkanı sunuyor. Birçok ziyaretçi Wael Shawky’nin, Arap bakış açısından Haçlı Seferleri’nin hikâyesini kuklalarla anlatan “Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası” videosuna hayran kalıyor. Ayrıca, Ürdünlü Ala Younis’in “Kurşun Askerler” ve Dani Gal’in “Tarihi Plak Arşivi” işleri de oldukça ses getiriyor. Orta Doğu’daki güncel durumu göz önünde bulundurarak bu işleri izlemek ve Arap sanatçılarla, Güney Amerikalı sanatçıların etkileşimini görmek oldukça ilginç bir deneyim. Avrupa modernitesinin çevresinde yer alan bu iki bölgeden gelen bienal sanatçıları, kentsel bozulma, hak mahrumiyetleri ve sınırların keyfiliği üzerine ortak temeller buluyorlar. Hoffmann ve Pedrosa, güçlü yanlarını öne çıkararak, Güney Amerika’dan diğer kıtalara nazaran daha fazla sanatçı seçmişler. Bienalin Türk hamilerinin, özellikle Koç ve Eczacıbaşı ailelerinin, ulusal sanatçılara daha fazla yer verilmesi hususunda küratörlere herhangi bir baskı yapmadıkları aşikar. Gerçekten de, İstanbul Bienali’nin bu stilize uluslararasılık hâli tamamen doğal duruyor. ABCD 24 SEPTEMBER 2011 ABCD, 24 Eylül 2011 Yüksek Merci Javier Montes Son yıllarda düşüncelerin en iyi ifade edildiği platformlardan birisi de İstanbul Bienali. 12. İstanbul Bienali’nin temasının esin kaynağı olarak karşımıza Kübalı sanatçı Félix Gonzáles-Torres çıkıyor. “Ben yüksek mercilerin sesi değilim. Benim de hatalarım var. Yanılmış olabilirim.” Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, 12. İstanbul Bienali için yaptıkları sunumda Féliz Gonzales’in ünlü itirafını aktardılar. Bu açık sözlü ve özgür başlangıç noktasıyla desteklenen proje, bienali bu kadar inandırıcı hale getirdi. Temayı önerenlerin yanı sıra burada bir araya gelenler de, son yıllarda gerçekleşen bu tip faaliyetlerin arasında öne çıkan etkinliklerden biri olarak tanımlanmasına yardımcı oldular. Çünkü bu bienal, şatafatlı bir isme sahip olan “anlamsız ve boş” arasına sıkışmış, içinde üç beş tane eserin belki görüldüğü ya da görülmediği diğerler bienallerden çok farklı; fikir ve eleştiri eksikliğinin derinliklerinde gizli, anlaşılmaz, iddialı, bütünleştirici bir dizginle idare edilmiyor. Ayrıca saf bir suçluluk duygusu ve politik müdahaleyle paralize edilmiş herhangi bir sanatsal uygulama estetiği ve plastik etkinin göz ardı edildiği Kalvinist bienallerden de değil. Bununla beraber siyaseti doğrudan doğal, belgelere ait, edebi ve göz alıcı bir şekilde vurgulayan bir sanat yaratmaya zorluyor. İstanbul Bienali, kuruluşundan bu yana karakterine yön veren geleneksel siyasi oluşumlar içinde, sanatçılar ve kuratörler arasında kısa konuşmaların yer aldığı kitapla, profesyonellik yoluyla her iki görüşü uzlaştırırken, yorucu alan çalışması ve dogmatizm karşıtlığı üzerinde duruyor. Sloganlardan ve işaretlerden çok, sanatçılarla bağlantılı elli adet kısa monografik açıklamayla kurgulanmış beş tematik çekirdek oluşturuluyor. Kendi vizyonuyla Bu, birçok bienalde yer alan çarpıtılmış ve izole edilmiş eserlerin serbest düşüşünden uzak, ilginç işleri bir bağlama yerleştirmenin ve büyük bildirimleri önlemenin akıllıca, dürüst ve zeki bir yoludur. Bu, güncel sanat panoraması sunumuyla ilgili bir soru değil, doğru vizyon nasıl sağlanır sorusudur. Global perspektifle bakılırken, küratörlerin uzmanlıkları ve İstanbul ile Türkiye’nin jeopolitik konumu yardımıyla bir sonuca varılıyor: Latin Amerika ve Ortadoğu, proje vasıtasıyla bu odaklanmaya yardımcı oluyor. İspanyol vatanseverliğinden kendimizi soyutladığımız noktada, doksanlı yılların Muntadası’ndan harika bir iş karşımıza çıkıyor. Félix Gonzales’in ilerlemesi bir rastlantı değildi; zaman içinde sanatçının toplum ve zamanının politikasına bağlı uygulamalarının plastik görünümden vazgeçmeme isteğinin onu son derece zorladığını görüyoruz; aslında ikincisini kullanarak ilkine ulaşıyor. González-Torres, bienale öncülük ederek bir isim veriyor veya vermiyor: İsimsiz, Kübalı Amerikalı sanatçının diğer eserleri gibi, seyircisine kazanç manevraları isteği aşılamaya çalışıyor. İşin ve yapımın yorumlanmasında uygun bir anlatım bulunuyor. Beş bölümün her biri González-Torres’in genel tema olarak tarih, şiddet, sınırlar, cinsiyet ayrımcılığı ve soyutlaştırma / somutlaştırma gibi olgulardan esinlendiği eserinin bütününün tanımlanmasına katkıda bulunuyor. Bu bienal, fikirlerden yoksun ve siyasal müdahale ile paralize edilmiş bir bienal değil. Harika bir jest Sanatçının aynı eserleri, şüphesiz ki planlanmış salon ölçülerinden çok uzak. Bu durum, zarif ve harika bir jest olarak karşımıza çıkıyor. Böylece varlığı iki kat inandırıcı ve etkili olmakla kalmıyor, bu yaklaşım aynı zamanda projenin, azizlerin hayatını ele alan veya örnekleyen bir şekle dönüşmesini de engelliyor. SANAA’nın ortaklarından Ryue Nishizawa’nın işbirliği ve yardımları sayesinde sergi tam bir başarı olarak sonuçlanıyor; izleyicilerden her birine farklı ve samimi tecrübeler yaşatabilen ve arka arkaya gelen karışık fakat mekânsal bağlamda okunaklı, birbirine geçit veren mekânlar. İstanbul liman bölgesinin endüstriyel depoları olan yarı geçirgen antrepoların, dar koridorlarla ve metal bölücülerle birbirinden ayrılmış sergi alanları tanımlanıyor. Bu da ziyaretçi ve kuratörlere neredeyse sonsuz bir ifade alanı ve anlatım kolaylığıyla birlikte bölümlendirme olanağı sağlıyor. Kapalı Mezara Kolombiyalı genç sanatçı Milena Bonilla, Sağır Taş (2009) adlı video işinde, Londra’da Highgate mezarlığında yer alan Marx’ın mezarının ilk planını filme alıyor. Mezar taşının çatlakları arasında gezinen kırmızı karıncalar, hızla hareket ederken son derece yavaş bir salyangoz, tarihin hızının pek çok yolla ölçülebileceğini hatırlatıyor. İsimdeki “X” ve “R” üstünde kalan mikroskobik durgun göletçikler bu alanı bir sembol olarak tanımlayabilir ya da bu tasvire bütünsel bir nitelik kazandırabilir. Soyut ve somut, tarihi ve bireysel, zihinsel ve fiziksel, bireysel ve siyasi: bütünsel ve yeterli bir akli yaklaşım için burada yanlış ikilimler birbirinden zekice koparılıyor. LIBERATION 27 SEPTEMBER 2011 Liberation, 27 Eylül 2011 İstanbul görüntüleri Vincent Noce Sanat. İstanbul'un rakipsiz bienalinin 12’inci yılında şehir, çoğu Yakın Doğu’dan gelen plastik sanatlar alanındaki sanatçıları ağırlama şansı buldu. Londra'da yaşayan Türk sanatçı Kutluğ Ataman, dikkati sınırlara çekmek istediği yapıtında üst üste yatay şeritler biçiminde güneş ışınlarıyla kaplanmış İstanbul Boğazı görüntülerini sergiliyor. Bazen şeritlerden biri üzerinde bir kuş belirli bir seviyede görünürken, bir diğer şerit de başka bir seviyede yeniden ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan sonuç hipnotize edici. Bu, İstanbul Bienali'nde iki ay boyunca sergilenen en şiirsel eserlerden biri. Bu etkinlik, mal varlığını kamuya yönelik çalışmalarıyla kazanan Koç ailesinin ve bu ailenin mirasçılarından biri ve kültürlü bir koleksiyoncu olan Ömer Koç'un sponsorluğunda mümkün kılınmış. Ataman'ın videoları aynı zamanda Koç Vakfı'nın açtığı Arter adlı küçük modern sanat müzesini de aydınlatıyor. Burada dikkat çekici bir bıyığa sahip olan ve videoyu hazırlayan kişi, hızlı bir şekilde ve herhangi bir şey anlamadan Shakspeare metinlerini okuyan Türk gençlerini canlandırmış; bu 20'li yıllarda alfabenin değiştirilmesi ve laiklik nedeniyle yerel halkın yaşadığı dramı ifade etmenin bir yolu. Aynı zamanda, küçük bir Türk köyünde geçen oldukça etkileyici bir öyküye de imza atıyor. Bu köyün halkı zorla evlendirilmek istenen bir genç kızın aya kaçması için caminin minaresini bir füzeye dönüştürmek istemektedir. Her şey hazırdır ancak imam caminin şerefesinden buna itiraz eder ve bunun üzerine köy halkı, imamı, hamile kalmaları için çıplak genç kızların karınları üzerine yazdığı büyülü duaları bozmakla tehdit ederek, ezan okumaya zorlarlar. Enerji. Bienal, Boğaz kenarında iki adet hangarda gerçekleştiriliyor. Bu, bir bakıma Venedik Bienali’nin tam tersi olan, enerjisi sayesinde sınırlı olanakların telafisini sağlayan oldukça sempatik bir etkinlik… Kamunun geneli tarafından anlaşılma kaygısını sürekli taşıyor: tanıtım kataloğu oldukça didaktik ve her salonda bağlamı veya eserlerinin anlamını açıklamak için bir sanat öğrencisi ve hatta kimi zaman sanatçının kendisi mevcut bulunuyor. Çoğunluğu Yakın Doğu ülkelerinden gelen, plastik sanatlar alanından sanatçıların bir araya gelişi, çeşitli dramların yaşandığı bu bölgede politik, hatta militan bir tepki ortaya koyuyor. Hırvatistanlı feminist sanatçı kolektifine verilen son etkinlik oldukça sarsıcıydı. Bu yıl, tıpkı Lyon Bienali’nde olduğu gibi, organizatörler Latin Amerikalı ve çok daha entelektüel iki komite üyesini, Kosta Rikalı Jens Hoffmann ve Brezilyalı Adriano Pedrosa’yı davet etti. Bu durum bienaldeki brezilyalı sanatçıların varlığını güçlendirmiş gibi görünse bile,her şeye rağmen, iki küratör de bu radikal görevi reddetmediler. Ay sonunda açılacak Marakeş fuarının komite üyesi Renaud Siegmann gibi, Hoffmann ve Pedrosa da ‘’estetik alanında daha fazla iyileştirme yapmayı’’ istemiş. Bazı eserlerin basit belgesel niteliğini zorlukla aştığı hatta basit militanlığa dönüştüğü bir gerçek. İsrail ordusu tarafından yıkılmış olan Filistin evlerinden toplanmış artıklardan oluşan tesisat bunun bir örneği. On beş yıldır birlikte çalışan Romanyalı bir çift olan Florin Tudor ve Mona Vatamanu tarafından oluşturulmuş resimler daha da ilgi çekici. Tarihle randevu adını taşıyan bu salonda, hayal meyal göstericileri, polisleri ve ölüleri görüyoruz. Kahire veya Tunus’u gördüğümüzü zannediyoruz ama emin de olamıyoruz. ‘Bu proje oldukça eskiye dayalı’ diye anlatıyor Florin Tudor. “Basel’de gerçekleştirilen bir sergi sırasında, Davos ekonomik zirvesine karşı gerçekleştirilen bir gösteriyle karşılaştık.” Onlar için, bu “değişiklik için toplanma” hissinin ters yüz olması idi, çünkü ülkelerinde komünist diktatörlüğü güçlendirmek için kullanılmışlardı. Ardından dünyada her yerde yapılan gösterilerin görüntülerini almaya başladılar. Bir masa mızrak ve kalkanlarını kuşanmış savaşçıların antik dramını ortaya koyuyor. Ama hayır, burada söz konusu olan, Şili’deki bir yerel bir gösteri… Zaman ve mekânların birbirine karıştığı bu çalışmada, kırılmayı ve “bir başarısızlık hissini” birbirine katıştırmayı istemişler. Şekerlemeler. Buradaki eserler her halükarda orijinal, çünkü hareketli ve çelişkili bir gerçeklik oluşturmak için resme güveniyorlar. Bunun nedeni, iki komite üyesinin bienali, bağlam imgesi altında, Felix Gonzalez Torres’e ithaf etmek istemesidir. 1996 yılında AİDS’ten ölümünden kısa süre önce kendisini Guggenheim Vakfı’nın New York’ta düzenlenen bir sergisine adayan Küba asıllı New Yorklu sanatçı bir efsane haline geldi, ancak bu durum, kendi geçmişinden esinlenen eserlerinin her zaman anlaşılmasına olanak sağlayamadı. 1991 yılında, içinde renkli şekerlemeler bulunan bir kaseyi, bir köşede sergileyerek büyük bir sansasyon yarattı. Eserin kim zaman dondurulmuş olarak kopyalanması oldukça gülünç bir hâl alıyor, çünkü eserin amacının AİDS’ten ölen hayat arkadaşının bir portresini yansıtmak olduğu ve ziyaretçilere kâsedeki şekerlemelerin ikram edilmesini içerdiği biliniyor. Hayat arkadaşı Ross’un ağırlığı olan 80 kg. ağırlığa sahip olan bu kâse, içinden ikram edilen şekerlemelerle ölümcül zayıflamayı ifade ediyor. Öte yandan ziyaretçilerin hayat arkadaşının bedenini yemeye çağırılması bağlamında, eser İsa’nın bedeninin özümsenmesini de ifade ediyor. İstanbul’da minimalizme yönelik bu çağrı, görüntüler, mektuplar ve kaybedilmiş evlerden oluşan kalabalık bir nostalji konseptiyle ortaya çıkıyor. Öte yandan, minmalizme açılan bu alan kendi yetersizliklerini haklı çıkarmak için diğerlerinden çalan 'sözde' sanatçıların kopyacılığının meşrulaştırılmasına yol açtığı noktada endişe verici hale geliyor. Sınırlar (genel olarak karşı olunur), silahlar (karşı olunur), seks (desteklenir, eğilim oldukça gey) gibi birtakım klişelerle sanatın aslen sınırları aşmak olduğu unutuluyor. THE DAILY TELEGRAPH 01 OCTOBER 2011 The Daily Telegraph, 1 Ekim 2011 İstanbul Bienali: Dünyanın Kesişim Noktasında Sanat Tom Horan‘a göre, İstanbul’un Doğuyla Batı’yı birleştiren özgün ortamı şehrin bienalini en iyiler ligine yükseltmesine yardımcı oluyor. Tom Horan Bizans’ta ekonomik durgunluk gözükmüyor. İstanbul’daki bir gazete bayiinde 70 pound tutarındaki dergilerini satın almayı bekleyen önümdeki adam parıltılı saat vitrinine bakarken PIN kodunu tuşluyor. Yacht Park & Lifestyle, Motorboat Month’dan oluşan bu parlak yığının ederi ifadesine belli belirsiz yansıyor. Geçen yılın Avrupa Kültür Başkenti, bu yılın Avrupa Spor Başkenti, olağanüstü bir sanat bienalinin sahibi, Avrupa ve Asya’ya yayılan şehir yeniden canlanıyor. Kedi ve arabaların yanı sıra – ki her ikisinden de milyonlarca var ve her ikisi de aynı oranda önüne geçilemez durumda- şehirde en çok dikkatinizi çeken şey bankamatikler. Daha önce hiç, bu kadar fazla ve bu kadar büyük ölçülerde bayrağa Boğaz’dan yükselen rüzgârla dalgalanan, basketbol sahası büyüklüğündeki devasa kırmızı dikdörtgenler- sahip bir ülke görmemiştim. 12. İstanbul Bienali kısa bir süre önce zamansız ve baştan çıkarıcı bir şekilde uzanan sudan yalnızca birkaç adım ötede kapılarını açtı. Küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa dünyanın her yerinden gelen 135 sanatçının işlerini şehrin kendi yapısını yansıtan bir şekilde düzenlenmiş beyaz galerileri içeren, dönüşüme uğramış bir çift depoda topluyor. Brezilyalı Pedrosa ile Kosta Rikalı Hoffmann işleri beş grup ve elli solo sergide tasnif etmişler; işlerin hepsi de ilk bakışta gelecek vaat etmeyen bir başlık gibi gözüken ‘‘İsimsiz” altında toplanmış. 1987’den beri İstanbul, Venedik ve Sao Paulo ile birlikte dünyanın en itibarlı sanat bienallerinden biri. Geçen yıllarda, eserler şehre dağılmış pek çok mekânda sergilenirken bu sene alının tek bir merkezi yerde sanata ev sahipliği yapma kararının arkasında bir ilham var. Venedik, tutarsız ve bağlantısız gibi gelebilir, çoğu zaman da sadece bir şeylerin önünde durabilmek adına doğru yere gidebilmekle ilgili lojistik bir durum hâkim. Bienale bu yıl ev sahipliği yapan iki bina, Antrepo 3 ve 5 ise, gerçekten de zihin açıcı sayıda görsel içerecek kadar geniş, aynı zamanda bu deneyimi zevkli kılacak kadar ölçülü ve yoğunlar. Pedrosa ve Hoffmann, seçtikleri sanatçıların isimlerinin neredeyse hiçbirini önceden ifşa etmeyerek bir risk aldılar. Buna ek olarak da, etkinliğin birleştirici teması olarak da 1996’da hayatını kaybeden Küba kökenli Amerikalı kavramsal sanatçı Féliz Gonzales-Torres’in eserlerini kullanmayı tercih ettiler. Bu yaklaşımın sonucu olarak ise ortaya olağanüstü derecede çeşitlilik gösteren eserleri içeren bir sergi çıkıyor. Avrupa ve Asya’nın arasındaki sınırında konumlanmış, hızla gelişmekte olan bir şehirde bulunmalarının yanı sıra, dünyayı görme biçiminizin değiştiği algısını yaratıyorlar. İşlerden bir tanesi kelimenin tam anlamıyla bu etkiyi yaratıyor: İsimsiz (Pasaport) adlı grup sergisinde Alman sanatçı Kirsten Pieroth’un geniş bir dünya haritasını almış ve her ülkeyi titizlikle birer birer kesip ayırmış. Bunların her biri galeri duvarı boyunca, Almancadaki isimleriyle alfabetik olarak sıra halinde sergileniyor. Gezegenimizin görünüşü öyle sabit bir biçimde akla kazınmış ve ulus devletlerin yeri o kadar değişmez geliyor ki -artık her biri tanıdık olmayan bir şekle sahip adalara dönüşmüş- bileşenlerine ayrılan bu yapboz gerçekten de alt üst edici. Bienalde sergilenenlerin çoğunda olduğu gibi bu esere daha fazladan bir etki sağlayan şey onu bu kadar zengin bir tarihe sahip şehrin içerisinde -ki bu zenginliğin önemli bir kısmı konumundan kaynaklanıyor- görmek. İngiltere’deyken Avrupa’ya ve hatta dünyaya bakarken, güneydoğuya doğru onun kuzeybatı ucundan bakıyoruz. Boğaz boyunca köprünün üstünden Asya’ya doğru yürürken bu perspektifin neredeyse fiziksel olarak değiştiğini hissediyorsunuz. Ve vapurlar! Bize her zaman Manş Denizi’nin en yoğun suyolu olduğu söylenmez miydi? Bu Karadeniz’den içeri ve dışarı akan deniz trafiğini beş dakika seyrettikten sonra geçerliliğini kaybediyor. Bu ölçekteki bir ticaretle karşı karşıyayken neden fazladan bir ya da iki tane daha bankamatiğe ihtiyaç olabileceğini anlıyorsunuz. Antrepo 5’in serin havasına dönersek, bienaldeki sınırlı sayıdaki İngiliz sanatçılardan biri de aynı şekilde deniz temasıyla ilgileniyor. Simon Evans bir nevi modern ofis papirüsü yaratmak amacıyla bant ve daksil katmanlarını büyük kâğıtlar üzerine uyguluyor. Bu yüzeyin üzerine de minicik, detaylı çizimler yapıyor. “People I Know” da okul öğretmenleri tarafından çokça sevilen dört renkli kalemle akla gelebilecek her türlü deniz taşıtı –denizaltı, gondol, tanker, kalyon, kadırga, yat, kano- tasvir edilmiş. Bu çizimleri görmek için üç çizimlere inçlik bir mesafeyi geçmeyecek şekilde gözlerimi kısıp baktım. Bu İstanbul deneyiminin olağanüstü çeşitliliğinin bir göstergesi; öyle ki iki saat sonra o ana kadar bulunduğum en büyük odaya –sonraları camiye çevrilmiş olan, dördüncü yüzyıldan kalma bazilika Ayasofya’ya- nüfus edebilmek için başımı kaldırmış duruyordum. Bienalden edindiğim fikirler ve bilgilerle dolmuşken, Bizans gibi, modern İstanbul’un, vücut bulduğu eski Konstantinopolis’le ilgili özet tarihi anlatan rehberime ayak uydurmaya çalıştım. Bu ilk değildi; yine aktör ve yazar Ken Campbell’in tek kişilik gösterilerinde kullandığı bir anekdotu hatırladım. Bir pasta grafiği düşünün. Bu bildiğiniz kısım -yüzde beş. Bu da bilmediğiniz -yüzde on. Ve bu da bilmediğinizi bilmediğiniz kısım -yüzde seksen beş. Göze çarpan iki yapıt benim durumumda Ken’in belirttiği bu ilk oranın bir miktar iyimser olduğu hissini verdi. Mısırlı Wael Shawkly’nin video işiyle bana yıllarca Haçlılar hakkında tarih derslerinde öğrendiklerimden çok daha fazlasını öğretti. Ama bunlar arasında en iyisi İsrail doğumlu Dani Gal’in 20. yüzyıldaki tarihi anlara -Moshe Dayan, Louis Farrakhan, Nehru, Nixon, Mountbatten ve hatta Prenses Anne ve Mark Phillips- dair plak kayıtlarından oluşturduğu The Historical Records Archive adlı yerleştirmesi. Çağrışımlar uyandıran kapaklara bakmak ve kayıtlar üzerine düşünmek; bildikleriniz, bilmedikleriniz ve tahayyül etme becerisinin baş döndürücü karışımı. İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen ve Koç Holding sponsorluğunda gerçekleşen İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 13 Kasım’a kadar devam ediyor.