Basin_Yans imalari.pd 15636,984 KB

Transkript

Basin_Yans imalari.pd 15636,984 KB
THE INDEPENDENT 14 SEPTEMBER 2011
Independent, 14 Eylül 2011
Sanat, İstanbul'un üzerine ışık tutuyor
Maya Jaggi
…
Bu güvenin bir kısmı cumartesi günü başlayacak olan İstanbul Bienali'nden geliyor. İlk olarak
1987 yılında düzenlenmeye başlanan bienalin statüsü yıllar içerisinde giderek arttı ve bu
sene New York MoMA'nın direktörü Glenn Lowry tarafından sanat takviminin – hatta
Venedik’i bile geçerek - en cezbedici etkinliği olduğu söylendi. Bienalin mekânı, ortasından
Cenevizlilerin yaptığı Galata Kulesi’nin yükseldiği ortaçağ liman bölgesinin büyümesiyle
ortaya çıkan Beyoğlu, özel olarak da Boğaz'ın kıyısında sıra sıra dizilli depolardan oluşan
Antrepolar.. *
…
Bienal, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenleniyor. İKSV, Sadi Konuralp Caddesi
No.5'te yer alan, yeni taşındığı art nouveau stilindeki Deniz Palas'ta, Şişhane Metro'sunun
hemen yanında bulunuyor. Binadaki Tasarım Mağazası ile altıncı kattaki Haliç manzaralı,
siyah plastik ve turuncu koltuklu Türk-Akdeniz mutfağından örnekler sunan loş ve geniş
X Restaurant-Bar görülmeye değer. Binada bir cafe ve yazın kullanılan bir teras bar da
bulunuyor.**
…
* II. Paragraf
** VI. Paragraf
INTERNATIONAL HERALD TRIBUNE 15 SEPTEMBER 2011
International Herald Tribune, 15 Eylül 2011
Sadeleşmiş ve gizemli bienal, özünde siyasi
İstanbul sergisi sanatçı estetiğini kullanarak daha görsel ve sezgisel bir etkiye
ulaşıyor.
Susanne Fowler
İstanbul’daki eski sanat bienalleri, ziyaretçilerini küratörler tarafından galeri mekânına
dönüştürülen eski tütün depoları ya da eski bir Rum okulu gibi mekânlar arasında, şehir
boyunca gezintiye çıkarmıştı.
Ancak bu Cuma açılan bienal için, küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, en azından
mekân seçimleri konusunda, daha basit bir yaklaşım uyguluyorlar. “İsimsiz” (12. İstanbul
Bienali) için seçtikleri tüm sanat eserleri, tek bir merkezde, Istanbul Modern Müzesi’nin
yanındaki Antrepo 3 ve 5’te sergilenecek.
Kosta Rika doğumlu Hoffmann yakın zamanda yapılmış bir röportajda, “ikimiz de sanat
metasına ayrıcalık tanıyan bir sergi yapma ekolünden geliyoruz” diyor. “İşleri konumlandırma,
yerleştirme şeklimiz, işler ve sanatçılar arasında diyalog oluşturma, birbirlerine bağlantı ve
gönderme yapmalarına çalışmak üzerine kurulu.”
“Tutarlı ve kapsamlı bir küratöryel argüman oluşturabilmek için sergiyi, özenle inşa edilmiş
tek bir mekânda kurmamız gerekiyor, böylece mekân işleri gölgede bırakmayacak ve yanlış
yorumlanmalarına sebep olmayacaktır. Bu tüm sergiyi tek bir mekânda görebileceğiniz ve
şehrin farklı yerlerinden metro ya da taksiye binmek zorunda kalmayacağınız bir bienal.” diye
ekliyor.
Sergi mekânı sadeleştirilmiş olsa da kavramsal boyut bundan tamamen farklı.
Küba kökenli Amerikalı ve uzun zaman New-York’ta ikamet etmiş sanatçı Felix-Gonzalez’in
işlerinden yola çıkarak, bu bienaldeki işler beş tema altında toplanıyor: Soyutlama, Ross,
Pasaport, Tarih ve Ateşli Silahla Ölüm. Bütün bu temalar sanatçı 1996’da AİDS’ten ölmeden
önce işlerinde yüzeye çıkan fikirler.
Küratörler, sergileneceklerin birçoğuyla ilgili ser verip sır vermediler, hatta katılacak
sanatçıların listesini dahi açıklamadılar. 46 yaşındaki Brezilyalı Pedrosa “Rakamlar ve
isimlerin marka gibi kullanılmasına olan takıntılarıyla birlikte, bienallerin
geleneksel
pazarlama stratejilerini reddediyoruz. Bu yüzden de sergiye katılan sanatçıların isimlerinden
bir liste derlememeye ve yayımlamamaya karar verdik.” diyor.
Bilinen, serginin onlarca uluslararası sanatçının yanı sıra, Kutluğ Ataman ve Aydan
Mürtezaoğlu gibi Türk sanatçıların işlerini de sunacak olması.
“Jens’le ben 10 yıldır birlikte çalışıyoruz ve uzun yıllardır aramızda sergiler üzerine bu türden
bir tartışma devam ediyor” diyor Pedrosa. “İstanbul Bienali’nin son birkaç yılına, en azından
2003’ten bu yana baktığımızda, Dan Cameron’un 2003’teki “Şiirsel Adalet” sergisinden, dört
kadından oluşan Zagrebli küratör kolektifi WHW’nin, komünizme dönüş gibi bir sergi
argümanı içeren radikal siyasi yaklaşımlarına kadar uzanan sürede, birçok farklı şekilde
siyasete ve siyasetten beslenen sanata yönelik, belirgin bir yaklaşım fark ettik.”
“Siyasete ve siyasetten beslenen sanata yönelik bu odaklanmayı korumanın önemli olacağını
düşündük” diye ekliyor. “Ama bir şekilde estetiğe, biçimsel meselelere, görsel olana ve görsel
olanın alanı hakkındaki kaygılara yer vermek istedik;, bu konuların bienalin son birkaç yılında
belki biraz kenara itilmiş olduğunu düşündük; bu bienaller, sanat ve politikayı daha fazla,
ama belgesel veya sosyal ya da siyasi aktivist bir yaklaşımla ele almış gibi görünüyorlardı.”
“Aklımızda bu düşüncelerle,” diyor Pedrosa, “siyaset ile bedeni ve kişisel sorunları estetik ve
görsel kaygılarla ifade eden bir sanatçı örneği kim olabilir diye düşündük. Bizim için, bu
sanatçı Felix Gonzalez-Torres’tir. İşte bu şekilde araştırmalarımızın ve genelde serginin
ilhamı olarak referansımız –önemli bir figür- haline geldi. Gonzalez-Torres’in şiirsel işleri,
1995 yılında, New York, Solomon R. Guggenheim Müzesi’nde ve 1997 yılında, Hannover
Almanya’daki Sprengel Müzesi’nde yapılan restrospektif sergilere konu oldu. İşleri ayrıca
New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde de sergilendi.
Gonzalez-Torres’in hiçbir işi bu bienale dahil edilmemiş olsa da varlığı her yerde, sergilenen
sanatta hissediliyor.
“Kavramsallıktan, minimalizmden, yüksek modernizmden gelen birçok referans kullanıyor,
dolayısıyla ızgara, geometrik soyutlama, minimalist biçimler belki Robert Smithson’ın
sanatını veya belki Donald Judd’u anımsatacak köşe işleri karşımıza çıkıyor” diyor Pedrosa,
“veya belki Carl Andre’nin işlerine bir referans vardır, ama artık saf bir biçimsellik ve estetikle
değil.,Her zaman ilk andaki saflık ve yüksek modernist estetiği yıkan kişisel konuları veya
siyasi içerikleri kullanıyor. Dolayısıyla başlangıç noktası kendisi.”
Bienal sanatçılarının Boğaz kenarındaki antrepolarda sergilenen işlerinin içerisinde küratörler
tarafından sipariş edilmiş eserler de var, tarihi işler de. “60’lardan, 70’lerden ve 20’lerden de
işler var ve hatta Amerikan İç Savaşı’ndan işlerimiz var” diyor Pedrosa.
Ama küratörler bienali gezmek için Gonzalez-Torres’in işlerini biliyor olmanın bir önkoşul
olmadığına vurgu yapıyorlar.. “İşleri bilen insanlar, elbette bienale farklı erişime sahip
olacaklar, fakat bir işi anlayabilmek, bu sergiye erişebilmek için işlerini bilmeniz gerekmiyor.”
Beş karma sergi ve bunların etrafında, birbirinden ayrı 50 odaya yerleştirilmiş kişisel
sergilerin yer aldığı mekân bir labirente benziyor. Pedrosa karma sergilerden şöyle
bahsediyor: “”İsimsiz” (Pasaport); “İsimsiz” (Ross) –Ross, Felix’in AIDS’ten ölen partneri, bu
sebeple sergi eşcinsel tema ve konular ile ilişkiler ve aşk üzerine- “İsimsiz” (Soyutlama),
özellikle geometrik soyutlama ve soyutlamanın nasıl siyasi, kişisel veya bedensel konuları
ele alabileceği üzerine bir sergi; “İsimsiz” (Tarih), tarih yazımını ve tarih kitaplarını ve hatta
yazmanın tarihini de kapsayan bir sergi ki bu Türkiye için kilit bir tema ve şiddete değinen
“İsimsiz” (Ateşli Silahla Ölüm) sergilerimiz var.”
Ayrıca, küratörlerin İstanbul ile alakalı olduğunu düşündükleri konular, sanatçıların ilgi
alanları ve genel olarak, bugünün dünyasında önemi olan konular da Gonzalez-Torres’in
teması üzerine katmanlaşmış. “Bu bienalin bir şekilde siyasetle ilgisi olması gerekliydi,
dünyanın durumuna bakınca bazı konulara değinmemek sorumsuzluk olacaktı” diyor
Hoffmann.
Claudia Andujar’ın işi, Brezilyalı yerlilerin ilk kez kayıt altına alınma süreci üzerine.“Hepsi
birer numarayla fotoğraflanmışlar” diyor Pedrosa. “Yani bir şekilde, bürokrasiyi, yönetimi,
medeniyeti, dünyanın bunları daha önce hiç görmemiş bir yerine sahiden de onları vatandaş
olarak saymak suretiyle getirmek.
Hoffmann “Sergileme etrafındaki söylem son 20 yıl içerisinde hızla gelişti. Bir noktaya kadar
oldukça giriftleşti,” diyor. . “Bunun Felix-Gonzalez gibi, onun minimal veya postminimal
sanata referans verme biçimi gibi olduğunu düşünüyorum; öte yandan herkes bununla
özdeşleşebiliyordu çünkü ulaşılabilir temalar kullanıyordu. Aşk hakkında, kayıp hakkında,
arzu hakkındaydı – hepimizin deneyimlediği ya da bildiği birçok şey. Ama aynı zamanda bu
konularda fikir yürütebilirsiniz de.”
“Belki işi aşırı kolaylaştırmak veya nüktedan olmak için hep şöyle diyorum, sergimiz “The
Simpsons” gibi: Freud’e veya herhangi birşeye kurnazca referans verebilirim, ama kızım
renkli suratlara güler. Çok ciddi olabileceğiniz ama aynı zamanda sadece zevk alıp
eğlenebileceğiniz farklı açıları var; bence bu hem Felix’in işlerini hem de bu sergiyi
anlayabilmeniz için gerçekten kilit bir nokta.”
EL PAIS 16 SEPTEMBER 2011
El Pais, 16 Eylül 2011
González-Torres’in gözünden “Arap baharı”
Angeles Garcia
Hiçbir eseri orada sergilenmese bile Félix González-Torres’in (Guaimaro, 1957-Miami, 1996)
siyasal ve sosyal yükümlülüğü, biçimsel güzelliği ve ruhu, bugünlerde İstanbul Bienali’nin
üzerinde uçuyor. Bu manzaranın en politik ve en tehlikeli buluşması, AIDS’in kariyerinin en
verimli zamanlarında bizden ayırdığı Kübalı sanatçının antolojisine saygı biçiminde kendisini
gösteriyor. Sonuç, hem onun yoğun dünyasına göz atmak, hem de verdiği savaşlardaki
kahramanlıklarını kavramsal ifadesi aracılığıyla nasıl yansıttığını canlandırmak oluyor.
O, ünlü şeker kümeleri, minimalist yapıtlarındaki narin dünyanın yerlileri gibi, parçalarını
tanıdık İsimsiz başlığı altında adlandırmaktan hoşlanırdı. Böylece küratörler Adriano Pedrosa
ve Jens Hoffmann bu bienalde, yüz kadar sanatçının eserlerini, González-Torres’in ele aldığı
konular altında birleştirdi: ayrımcılık, sınırlar, şiddet, soyutlama ve eşcinsel aşk.
Küratörler, bienalin gerçekleştirildiği İstanbul’un eski bir fabrikasının içinde bulunan
yaratıcıların isimlerini iyice düşünüp taşındıktan sonra, bilerek bizlerden sakladılar. Çünkü
Gonzales-Torres’in, çağdaş sanat piyasası adına taşkın kültürü eleştirme biçimi bu idi. Latin
Amerikalı, Batı Avrupalı ve Orta Doğulu yazarlar bolluğu içinde olacağımızı da kesinlikle
biliyordu ve bunların arasında bir tek İspanyol, Antoni Muntadas (Barcelona, 1942) da
bizlerle birlikte olacaktı.
Sergiyi düzenleyenler, eski Konstantinopolis’in şimdiki karmaşıklığı ile González-Torres’in
sanatsal kaygısını yansıtan New York’u karşılaştırmak istediler. Kontrolsüzlük, ses, hız, eski
ve yeni arasında her daim var olan yaşama sıkıntısı, görünürde çelişkili dünyaların
çarpışması, daha bienalin girişinde kendisini hissettiriyor.
Japon mimar Ryue Nishizawa’nın (2010 Pritzker ödülü sahibi, Sejima & Nishizawa and
Partners ortağı) başarılı fikri sayesinde, sanatçıların eserleri iki binaya, manastır havası
taşıyan hücrelere yerleştirildi. Belgeler, resimler, birçok fotoğraf ve az sayıda video, aynı
González-Torres’in hayatı boyunca katlandıklarına benzer sınır dışı edilme, marjinalleştirme
ve somut tacizlerin dramatik hikâyelerini aktarıyor.
Hareketli Arap baharına da sık sık atıf yapılıyor. Bisan Abu-Eisheh (Kudüs, 1985)
Filistinlilerin her gün katlandıkları faciayı, Evcilik Oyunu adlı yerleştirmesinde oldukça iyi ele
alıyor. Kendi alanını, Kudüs’ün farklı bölgelerindeki terk edilmiş evlerden topladığı birçok obje
ve taşlarla dolduruyor. Bunların arasında kıyafet, mutfak gereçleri ve CD parçacıkları da var
ve bu parçaların her biri kendi şeceresiyle sergileniyor: Tam olarak nereden geldiği, geldiği
evin planı, yıkılma tarihi, hane nüfusu... Sözü edilenler, 40 yıl boyunca inşa edilmiş, yıkılmış
ve sayısız defa yeniden inşa edilen binalar.
Hiçbir zaman yeteri kadar anlatılamamış olan kadınların katlandıkları marjinalleştirme ve
taciz, bienaldeki serginin büyük bir kısmını oluştururken, buna paralel olarak bugünlerde
İstanbul’un Avrupa ve Asya yakalarını geniş katılımlı eylemlerle hareketlendiriyor. 30 kadar
genç sanatçı da komşu bina İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde yer alıyor. Büyük salonların
içinde yaratıcıların kendilerini adadıkları ve su yüzüne çıkardıkları eserler ortaya çıkıyor.
1928’de İtalyan Tina Modotti tarafından betimlenmiş, bayrağını omuzlarında taşıyan Meksika
Devrimi’nin ünlü fotoğrafı, yolu Marta Rosler’ın (New York, 1950) Irak ve Afganistan
savaşlarındaki kadın ve çocuk kurbanların başrolde yer aldığı yıkıcı görüntülerine bırakırken,
bir taraftan da Catherine Opie (Ohio, 1961) birinci plan özel seçkisini sergiliyor. Ancak izole
edilmişliği en iyi anlatan eser Brezilyalı Renata Lucas’ın (Ribeirao Preto, 1971) kurgusu
olabilir. Hareket eden tahta paneller, düşlerimize ulaşmamıza engel olan bariyerlerin her
daim orada bulunduğunu bizlere hatırlatıyor.
O ESTADO DE SAO PAULO 16 SEPTEMBER 2011
O Estado de Sao Paulo, 16 Eylül 2011
Derhal Sanat
Camila Molina
İsimsiz temasıyla dün başlayan 12.İstanbul Bienali, bu yıl Kübalı sanatçı GonzálesTorres’den aldığı ilhamla politikayı konu alıyor.
Bu sene 12.si düzenlenen İstanbul Bienali -İsimsiz-, Portekizce karşılığıyla “Sem título”
temasıyla dün davetlilerle buluştu ve yarından itibaren ziyaretçilere açık olacak.
“Serginin belirli bir başlığı yok, çünkü zaman ve mekanlar değiştikçe anlamlar da sürekli
değişiyor” diyerek, Brezilyalı küratör Adriano Pedrosa 2009’daki “İnsan Neyle Yaşar?”
konusundan sonra neden -İsimsiz- şeklinde bir başlık seçildiğini, bu seneki bienalin ilham
kaynağı olan Küba asıllı Amerikalı sanatçı Félix González-Torres’den (1957-1996) alıntı
yaparak açıklıyor.
Bu sene Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann’nın küratörlüğünde gerçekleştirilen bienal,
düzenli ve temiz bir yapıyla, çoğunlukla Ortadoğu ve Latin Amerikalı sanatçıları bir araya
getiriyor. Sergi sanat ve politikayı, içten bir çizgiyle ve gösterişe çok yer vermeden karşı
karşıya getirmeyi amaçlıyor.
Şiddet, tarih, sınırların aşılması, eşcinsellik gibi daha önce González-Torres’in ele aldığı
konular, somut tanımlamaları tam anlamıyla temsil etmeyen çeşitli çalışmalarla 13 Kasım’a
kadar 12. İstanbul Bienalinde sergileniyor. Adriano Pedrosa, ‘‘González-Torres’in kuzey ve
güney arasında kalmış, modern zamanın soyutluk ve sadelikle ilgili geleneklerini ani, kişisel
ve politik içeriklerle altüst eden, Latin Amerikalı bir sanatçı olması önemliydi” sözleriyle neden
bu yılki bienalin esin kaynağı olarak seçildiğini açıklıyor.
Avrupa’daki en deneysel ve özgür örneklerden biri olarak kabul edilen bienal, içten yapısıyla
daha ilk görüşte insana kendini anlatıyor. Bu yıl, çoğunluğu Türk özel sektöründen gelen iki
milyon avro bütçeyle gerçekleştirilen etkinlik, geçmiş yıllardaki gibi tüm şehre yayılmak
yerine, Antrepo 3 ve 5’te toplanmış durumda.
Ünlü Japon mimarlık ofis SANAA’dan tanıdığımız Ryue Nishizawa’nın projesi doğrultusunda,
sergi alanları gri ve beyaz tonlarda, ziyaretçilere rahatlatıcı bir ortam yaratmak amacıyla
yeniden düzenlendi.
Bienaldeki çalışmaların büyük bir çoğunluğu kağıt, fotoğraf ve objelerin, González-Torres’in
önceki çalışmalarından yola çıkılarak beş başlık altında toplanmış bulunuyor: İsimsiz
(Soyutlama), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) ve İsimsiz
(Ross) – Kübalı sanatçının 1992’de AIDS’ten ölen hayat arkadaşının ismi. Bienal ayrıca kimi
sanatçıların daha da göz önüne çıkarılan bireysel sergilerinden oluşuyor.
Küratörler tarafından önceden duyurulmamış ve farklı jenerasyonlardan Brezilyalı
sanatçıların oluşturduğu bir grup da bienalde yer alıyor. Merak uyandıran genç yetenekler
olarak Jonathas de Andrade (1982) – bienalde iki farklı alt başlık altında, biri fotoğraflardan
öteki ise günlük sayfalarından oluşan iki çalışmayla yer alıyor. Clara Ianni (1987), Theo
Crayeiro (1983) gibi sanatçılar da bienalde kendilerine yer bulurlarken, onların yanında
isimleri çoktan belleklere kazınmış olan Leonilson, Lygia Clark, Lygia Pape, Adriana Varejão,
Jac Leirner, Rosângela Rennó, Renata Lucas ve Claudia Andujar gibi sanatçılar da
sanatseverlerle buluşuyor.
Bienalde Öne Çıkanlar
Üç Atış
İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) sergisinin zekâ pırıltılarıyla öne çıkan eserlerinden biri, sanatçı
Roy Lichtenstein’ın 1968 yılında “Gun in America” konulu Time dergisi kapağı için yarattığı
imaj. Saigon’da bir Vietnamlının infazını gözler önüne seren üç sıralı fotoğraf ise “Shoot” ismi
ile Chris Burden’in 1971’deki performansına ait.
İdealistler
İsimsiz (Soyutlama) sergisinde Brezilyalılardan pek çok eser ile beraber Renata Lucas’ın
dörtgen ve üçgen formlu ahşap plakalardan meydana getirdiği Fay Hattı (2003) isimli işi ve
Macar Dóra Maurer’in çalışması, bienalin genel tarihinde de dikkat çeken çalışmalar.
Meyveler
Kolombiyalı Gabriel Sierra’nın İsimsiz (Tabiat-Gecikmiş Ölüm) isimli eserinde ziyaretçileri
elmalar karşılıyor. Yine elma, bu sefer Theo Craveiro’nun camdan karınca evinde karşımıza
çıkıyor. Kübalı Wilfredo Prieto ise Siyaseten Doğru (2009) çalışmasında bir karpuz kesmiş.
Tarih
Meksikalı Julieta Aranda’nın Hesaplarda Bir Hata Oldu çalışmasında, akrilik bir kutuya bağlı
kompresörden gelen hava ile tarihi içinde barındıran kitaplar havalanıyor.
THE WALL STREET JOURNAL 17 SEPTEMBER 2011
Wall Street Journal, 17 Eylül 2011
İstanbul Yükselişte
Kelly Crow
İstanbul’un sanat sahnesindeki hareketlilik, Garanti Bankası’nın Salt, Vehbi Koç Vakfı’nın
Arter-Sanat için Alan ve Borusan Holding’in ArtCenter Istanbul gibi kâr amacı gütmeyen
sanat mekânlarının yardımıyla, mantar gibi çoğalıyor. Açılışları, uzun süredir devam eden
sanat bienali paketine destek sağlayabilir – bu cumartesi günü açılan ve 13 Kasım’a kadar
devam eden güncel sanat odaklı İstanbul Bienali, Antrepo’da izlenebilir.
Bienaller, genellikle genç sanatçıların çıkış yapması için iyi birer platform olarak işlev
görürken, bienalin küratörleri Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, özellikle olgun ve göz ardı
edilen ancak işleri hâlâ aydınlatıcı olabilecek sanatçıları aradıklarını söylüyorlar. Bu duruma
örnek olarak çizimlerden ve tıbbi kayıtlardan bir otoportre yaratan Perulu sanatçı Terese
Burga anılabilir.
Sergilenen işlerin çoğu beş kolektif sergide toplanıyor; her birinin temaları ise, ampul ve
şekerleme gibi gündelik objeleri kullanarak, AIDS gibi kişisel ve sosyal sorunlarla yüzleşen
eserler üretmesiyle tanınan Kübalı heykeltıraş Felix Gonzalez-Torres’in işlerinden
esinleniyor.
Karma sergilerden biri, cinsellik temalarını işlerken, fotoğrafçı Catherine Opie’nin portrelerine
yer veriliyor. Bir diğeri göç, kimlik ve sınır kontrollerine odaklanıyor ve Claudia Andujar’ın
geleneksel olarak bireysel isimler almayan Brezilya yerlilerinin fotoğraflarını içeriyor. (Andujar
portreleri numaralandırarak tanımlıyor.)
Diğer yeniden keşfedilenler arasında ise, kilimlerden geometrik kolajlar yapan 85 yaşındaki
Rumen sanatçı Geta Bratescu ve 1960’larda, Türkiye’de henüz pek az kadın tek başına
seyahat ederken, ülkeyi boydan boya gezip kadınların hayatlarını belgelediğinden dolayı
başına buyruk addedilen Yıldız Moran Arun bulunuyor. Pedrosa, yerel bir üniversitenin
kütüphanesinde bu fotoğraflara rastladığında ne kadar şaşırdığını belirtirken, “Yeni bir
malzemeymiş gibi geldi” diyor.*
*Devam eden paragraflar bienal dışı konulardan bahsediyor.
O GLOBO 17 SEPTEMBER 2011
O Globo, 17 Eylül 2011
Deneysel kimliğiyle ünlü İstanbul Bienali; İsimsiz olarak, önceden
açıklanmış sanatçı listeleri olmaksızın ve katalogsuz başlıyor.
Suzana Velasco
Başlık yok, önceden duyurulmuş bir sanatçı listesi yok, katalog hazırlanmadı, ne gösteriler ne
de seminerler düzenlenecek; 12.İstanbul Bienali bu cumartesi gözlerden uzak bir şekilde
kapılarını açacak. Ziyaretçiler camiler arasındaki kentin büyülü atmosferini arkalarında
bırakıp, şehrin liman bölgesinde bulunan iki antrepoya girdiklerinde çelik plakalarla
tanımlanmış, sakinleştirici ve basit bir mimariyle karşılaşacaklar. Yaklaşık yirmi aydır
hazırlıkları devam eden ve uluslararası sanat camiası tarafından deneysel yapısı sebebiyle
merakla beklenen bienalin hazırlıklarının sonuna gelinmek üzere. Brezilyalı Adriano Pedrosa
ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann, 1987’deki ilk İstanbul Bienali’nden beri ilk kez ve ünlü
Venedik Bienali’ne de karşıt bir tavırla, mekan düzenlemesine değil, sadece sergileyecekleri
eserler üzerine odaklanıyorlar. 13 Kasıma kadar sürecek sergi boyunca bienallerde alışık
olunmadık bir şekilde, çeşitli müzelerdeki sergiler haricinde hiçbir eş zamanlı etkinlik
olmayacak.
“Bienallerin sayısında bir artış var, ancak pek çoğu sanatçıların duyurulması, pazarlama
stratejileri veya içi doldurulamayan politik veya edebi başlıklar gibi engellere takılıyorlar.
Bizim yapmaya çalıştığımız bu soruna bir cevap niteliğinde. Ama bunu ‘Bienal işte böyle
yapılır’ diyerek gerçekleştirmek istemiyoruz.” diyerek çalışmalarını özetliyor Pedrosa, bundan
yaklaşık bir sene kadar önce Hoffmann’la birlikte oluşturdukları sayfalar dolusu günümüz
bienalleri listesine atıfta bulunarak.
Félix González-Torres Etkisi
Aslında bienalin bir konu başlığı var: İsimsiz (12.İstanbul Bienali), 2011. Ama bu öyle bir ironi
ki, bu isim Félix González-Torres’in (1957-1996) çalışmalarını adlandırdığı İsimsiz kelimesini
takip eden parantez içindeki bir sözcük veya tümce yönteminden geliyor. Küba’da doğan,
daha sonra Porto Riko’da yaşayıp, 1979’da ABD’ye yerleşen sanatçı, küratörlere büyük bir
ilham kaynağı olmuş, öyle ki bienaldeki beş farklı temanın her birinin temelini oluşturan beş
farklı eser de González-Torres’e ait.
Sergiler farklı büyüklükteki salonlarda, Pritzker ödüllü Japon mimar Ryue Nishizawa’nın
yarattığı görsellik içinde, yaklaşık elli farklı sergiye ev sahipliği yapıyor. Bienalin ortaya çıkışı
her ne kadar González-Torres’in fikirleri üzerinden olsa da, hiçbir çalışması bienalde
sergilenmiyor; sadece küratörlerin ilham aldığı çalışma notlarının bir kısmı ziyaretçilerle
buluşuyor. Bu notlar sanatseverlere ne görmeleri gerektiğini göstermese de, çalışmaların
ortaya çıkışındaki fikirler hakkında ipuçları veriyor.
“González-Torres önemli bir örnek, çünkü politik ve kişisel sorgulamalarını görsel ve estetik
bir kaygı içinde gerçekleştiriyor” diyor Pedrosa. “Modernizmi, kavramsal sanatı ve sadeliği,
güncel konularda kendi stiliyle yorumlayıp eserler ortaya çıkarıyor. Aynı zamanda iki dünya
arasında kalmış bir sanatçı: kuzey ve güney çevre ve merkez, Küba-Porto Riko ve ABD
arasında. AIDS ile yaşayan eşcinsel kişiliği, çalışmalarına yansıyor. Ama etkisi yeterli oluyor,
çalışmalarını anlamak için onu derinlemesine tanımanıza gerek kalmıyor.”
“Bienaldeki sanatçıların İstanbul’un tarihi dokusuyla bütünleşmeleri için pek fırsat olmasa da,
şehir çoğunluğu Türk ve Ortadoğulu sanatçıların işlerinde etkisini gösteriyor” diyor Pedrosa.
Katılan bazı sanatçılar daha önce çeşitli etkinliklerde küratörlerle çalışma tecrübesine sahip,
örneğin Adriano Pedrosa’yla çalışan Brezilyalı sanatçılar Renata Lucas, Adriana Varejão ve
Jonathas de Andrade. Perulu Teresa Burga gibi diğerleri ise sergilerin hazırlık sürecinde
keşfedilmiş. Bienallerde benzerine az rastlanır şekilde yaklaşık on beş kişilik bir grup,
başvuran bin beş yüz portfolyo arasından seçilmiş.
Katılan sanatçıları yönlendirecek beş farklı başlangıç noktası seçmenin, bu tür ucu açık ve
amacından uzaklaşabilen sergilerde hedefi daha belirgin hale getirmek gibi olumlu bir katkısı
oluyor. “İsimsiz” başlığı kulağa uçsuz bucaksız gelse de, bu tema beş adet parantez içi terim
ile tarih, şiddet, sınırlar, kimlik ve soyutluk başlıklarıyla sınırlandırılmış durumda. GonzálezTorres’in etkisindeki soyutluk, Macar Dóra Maurer’in geometrik desenler ve fotoğraflarla
yarattığı ‘‘Fotoğraf Makinesiyle Çizmek’’ adlı işinde veya Adriana Varejão’nun perdesindeki
duvarın parçalandığı sahnedeki gibi ya da Brezilyalı Rivane Neuenschwander’in ‘‘Belirli Bir
Mesafeden’’ çalışmasında betondan fırlayan çelik kabloların arasındaki ahşap objeler gibi saf
olma gerekliliğine sahip değil.
Rivane’nin ardından İsimsiz (Pasaport) alt başlıklı sergide, coğrafi sınırları, kimliği, göçleri ve
kültürel etkileşimi, tekrardan çizilen ve baştan yaratılan haritaların tanıklığını, Arjantinli Jorge
Macchi ve Uruguaylı Joaquín Torres García gibi sanatçıların çalışmalarında görüyoruz. Bu
çalışmaların bir çoğu, - tıpkı Filistinli Taysir Batniji’nin “Babalar” isimli Gazze’deki kafe,
dükkan ve fabrika sahiplerinin fotoğraflarından oluşan eseri gibi - hikaye, hayal ve arşiv
olarak, bienalin diğer sergileriyle bağlantılı. Amerikalı Martha Rosler, fotomontaj
çalışmasında askerler ve ölüleri, rahat bir evin oturma odasında bir pencereye veya asılı
çerçeveye taşıyor. İsrailli Dani Gal ise hayali tarihsel görseller yaratarak, Martin Luther King
Jr.’ın konuşması ve Nazilerin Avusturya’yı işgalini plakların üstüne taşıyarak İsimsiz (Tarih)
sergisinde yerini alıyor.
González-Torres’ten bir alıntı yapan Pedrosa diyor ki: ‘‘Eserler kendini tek bir konuyla
kısıtlamamalıdır, anlamlar zaman ve mekânla değişir.” Bienaldeki en özel tema ise
González-Torres’in 1991’de, kendinden beş sene önce AIDS yüzünden hayata veda eden
hayat arkadaşına adadığı, “İsimsiz (Ross)” adlı çalışma. Eser Ross’un vücudunu simgeleyen
ve toplamda 79,4 kg gelen, odanın bir köşesine yığılmış rengârenk şekerlemelerden
oluşuyor. Bienalde “Ross”a en benzer çalışmalardan birisi de Brezilyalı Leonilson’un
çalışmalarını sergilediği salon. Bunun sebebi ise otobiyografisinde bahsettiği eşcinsel aşk,
AIDS ve özlem konularının yanında, sanatçının işlemelerindeki zerafet.
Pedrosa ve Hoffmann’ın görüşüne göre, sergiler ziyarete hazır hale geldiklerinde, çalışmalar
arasında yeni bağlar kurulmaya başlanacak. Bu sayede eserlerin yerleştirilmesine bağlı
olarak ortaya çıkacak farklılıklarla, katalog ancak bu noktadan sonra serginin fotoğrafları ve
yazılı belgeleri ile hazırlanabilecek. Küratörler bir kere daha, hala çalışmaların sonuna giden
bir yolun ortasında olduklarını hatırlatıyor ve bu yolun nasıl bir sonuç ortaya çıkaracağını
beklememizi öneriyorlar.
“Bütün dikkatimizi bienal hazırlıklarına vermiş durumdayız ve istiyoruz ki, en sonunda bizim
bir şey söylememize gerek kalmadan bienal kendini bütünüyle anlatabilsin.”
FOLHA DE SAO PAULO 17 SEPTEMBER 2011
Folha de Sao Paulo, 17 Eylül 2011
İstanbul, González-Torres’i şerefle ağırlıyor.
Silas Marti
15 yıl önce hayata veda eden Küba asıllı Amerikalı sanatçının eserleri, Türkiye’de bugün
başlayan bienale ilham kaynağı oluyor.
Ayın 27’sinde başlayacak ve bu sene 60. yaşını kutlayacak olan São Paulo Bienali,
sanatçının 3 eserine ev sahipliği yapacak.
Gonzáles-Torres, hayata veda edişinin bir yıl ardından, 1997 yılındaki bienalin odak
noktasındaki sanatçılardan biriydi. Şimdi ise onun fikirleri bu yılki serginin çıkış noktasını
oluşturuyor.
Hiçbir eseri sergide yer almasa da, sınırlar, hastalıklar, aşk ve ölüm gibi temalar, küratörler
tarafından González-Torres’in beş farklı çalışmasından esinlenerek seçildi.
Küba asıllı Amerikalı sanatçının tanınmasına aracılık eden eserleri, insan vücudunun
sınırlarını tanımladığı ve 60’lı yıllarda ABD’yi kasıp kavuran minimalizmin matematiğine olan
açlığı temel alan otobiyografik çalışmaları oldu.
Bu yılki İstanbul Bienali’nde, yeni somutlaştırıcılığın öncülerinden Brezilyalı Lygia Clark’ın,
bedenin endüstriyel konstrüktivizm karşısında çektiği acılar bağlamında ürettiği metal soyut
heykel çalışmaları da izlenebiliyor.
Serginin aynı bölümünde, Clark ve Hélio Oiticica’nın yapıtlarını inceleyen genç sanatçı Theo
Craveiro’nun, hayatın güçlükleriyle minimalizmin en sert gerçekliğinin çarpışmasını konu alan
çalışmaları görülebilir.
Bir yandan İstanbul Bienali’nin son hazırlıklarına devam eden Adriano Pedrosa, eserleri
sergilenen sanatçılar için “Hepsi politik ve sosyal sorunları irdeleyen sanatçılar, ama bunu
görsel, ciddi ve estetik kaygıları göz ardı etmeden yapıyorlar” diyor.
SAO PAULO
Bir yandan González-Torres’in fikirleri, Türkiye’deki çalışmaların arasında yankılanmaya
devam ederken, diğer tarafta, sanatçının üç eseri ayın 27’sinde 60. yılını dolduran São Paulo
Bienali’nde sanatseverlerle buluşmak için gün sayıyor.
Işıktan bir şelale, kağıt yapraklarından bir tepecik ve mavi ambalajdaki şekerlemelerden
oluşan bir kilim, bienal salonunda González-Torres’in bedensel ve kırılgan estetiğini
sergiliyor.
Salonun zemininde ziyaretçiler tarafından yenilmesi sanatçı tarafından özellikle istenilen,
toplamda kendisi ve 90’larda AIDS yüzünden hayata veda eden hayat arkadaşının kilosuna
denk gelen 130 kilo şekerleme sizleri bekliyor olacak. Hastalığın yiyip bitirdiği bir vücuda
benzetilen bu eser, gerçekliği ince bir örtünün ardından, tatlı ve ışıltılı bir şekilde aktarıyor.
PLASTİK SANATLAR ÜZERİNE BİR ELEŞTİRİ
İçten ve Minimalist karakteriyle Türk Bienali ritmini kaybetmiyor.
Fabio Cypiano
Küratörlüğünü Brezilyalı Adriano Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann’ın yaptığı 12.
İstanbul Bienali, benzer diğer etkinliklerin aksine gösterişli karakterini arka planda tutarak
başladı.
Görkemli çalışmalar ve sansasyonel montajların yerine tüm eserler, 54’ü bireysel 5’i kolektif
sergiye mekan sağlayan toplamda elli dokuz salonda, içten ve gösterişsiz bir şekilde
sergileniyor.
13 Kasım’a kadar devam eden “İsimsiz (12.İstanbul Bienali)”, tıpkı kendi eşcinselliği ve
sosyo-politik durumu gibi, kişisel duruşunu da ciddi bir ifadeyle sorgulamasıyla tanınan Küba
asıllı Amerikalı González-Torres’in eserleri gibi, minimalist ve sofistike bir yol izliyor.
Sonuç olarak, Ryue Nishizawa’nın yarattığı alüminyum kaplamalı küçük ve şık mekânlarla
tanımlanmış düzenleme, bir koleksiyoncunun küçük ölçekli ama kusursuz eserlerin
sergilendiği ve ritmini hiç kaybetmeyen evini akla geliyor.
İnsana hitap eden bu çalışmalar, çeşitli başlıklar altında sunuluyor. González-Torres’in ateşli
silahların hedefi olmuş kişilere ithaf ettiği “Ateşli Silahla Ölüm” eserinden yola çıkılan
bölümde, Chris Burden’ın “Shoot” adlı başyapıtı karşımıza çıkıyor.
Bu yapısıyla bienal, esinlendiği noktanın tersine, kesin bir dile sahip ve bu sayede
ziyaretçilere son derece eğitici bir deneyim sunuyor.
BREZILYALILAR – LEONILSON ÖNE ÇIKANLAR ARASINDA
Bu yılki İstanbul Bienali’nde Brezilyalıları sanatçıların yoğunluğu göze çarpıyor. GonzálezTorres’in tarzına ilgisi bilinen sanatçılar Leonilson, Rosângela Renó, Renata Lucas ve
Jonathas de Andrade’nin çalışmaları bienalde sergileniyor. Ayrıca Brezilya’nın önde gelen
sanatçılarından ve yeni somutlaştırmanın temsilcilerinden Lygia Clark da, katlama
alüminyum heykelciklerden oluşan Yaratık “Bicho” çalışmasıyla sergide ser alıyor.
O ESTADO DE SAO PAULO 18 SEPTEMBER 2011
O Estado de Sao Paulo, 18 Eylül 2011
Üstü Kapalı Politika
12. İstanbul Bienali kavram ve estetik arasındaki dengeyi arıyor.
Camila Molina
Dün başlayan 12. İstanbul Bienali’nde, ödüllü fotoğrafçı Eddie Adams tarafından 1968’de
Saigon şehri sokaklarında çekilen ve bir Vietnamlı’nın katledilmesine tanıklık eden fotoğraflar
dizisi, başka bir deyişle çalışmada yaratılmış olan “şiddet kilisesi” imajı, bir ziyaretçinin
eleştirilerine maruz kalıyor. “Önemli olan kavram ve gerçek arasındaki kurgu; konu ve
görseller arasındaki çelişki” şeklinde cevaplıyor bunu, bu seneki bienalin küratörlüğünü
Adriano Pedrosa ile birlikte yürüten Jens Hoffmann.
Bienalin başlıca hedeflerinden biri, sanat ve politikayı karşı karşıya getirmek olsa da, bienalin
çok keskin fikirleri içinde barındırdığı söylenemez. “2009’da sanat ve politika temasına karşı
radikal bir yaklaşım söz konusuydu, öyle ki sergi açık bir şekilde komünizmin geri dönüşünü
destekliyordu. Bizim yaklaşımımız ise daha farklı bir yoldan; sanatın, politik kaygılara
odaklanırken aynı zamanda estetik, ciddi ve görsel yanlarını göz ardı etmediği bir çizgiden
yaklaşmak” diyor Pedrosa. Pek çok çalışmanın bünyesinde barındırdığı içten karakterle
gizlediği çığlığı sanatçı Rosângela Rennó, “İnsanlık bir hastalığın pençesinde ve pek çok kişi
bu hastalığa bir çare bulmaya çalışıyor” şeklinde açıklıyor.
Bienalde yer alan Brezilyalı sanatçılardan Rosângelina, İsimsiz (Pasaport) sergisinde özel bir
salonda, ikisi de birer arşiv çalışması olan; Rio’daki Biblioteca Nacional (Milli Kütüphane)’den
çalınan tarihi fotoğraflar ve yeni başkent Brasília’nın inşası sırasında çalışan işçileri konu
alan “Fi Tarifinde” –Imemorial- adlı çalışmalarıyla yer alıyor. Bienalde Brezilya’yı temsil eden
diğer isimler ise; Claudia Andujar, Ernesto Neto, Rivane Neuenschwander, Lygia Clark,
Lygia Pape, Renata Lucas, Jac Leirner, Antonio Dias, Leonilson, Adriana Varejão, Jonathas
de Andrade, Theo Craveiro ve Clara Ianni.
Bienalde sanatçı Félix González-Torres’in İsimsiz adlı çalışmasından esinlenen çalışmaların
sergilendiği beş başlık bulunmakta. İsimsiz (Ross), kesinlik ve incelik arasındaki zıtlığı
barındırıyor. (Soyutlama), biçimcilik ve sadeliği; (Pasaport), sınırlar, devletler ve ayrılıkları;
(Tarih), kitapların sorgulanmasını; (Ateşli Silahla Ölüm), saldırganlık, şiddet ve ölümü konu
alıyor. (Ross) sergisinde ise, González-Torres’in AIDS’ten kaybettiği hayat arkadaşına ithaf
ettiği çalışmasının etkisiyle içtenliği, cinselliği, tutkuyu ve ilişkileri konu alan çalışmalar yer
alırken, Lübnanlı Akram Zaatari’nin Lübnan’daki eski stüdyosunda çektiği fotoğraflar göze
çarpıyor.
Bienalin geleneksel özelliklerinden biri olan ziyaretçilerin sergilerle birebir ilişki içine girmesi
hakkında Pedrosa, “Bienaller zamanla çeşitli kimliklere bürünür, burada da bunun bir kanıtını
görüyoruz.” diyor.
NZZ AM SONNTAG 18 SEPTEMBER 2011
NZZ am Sonntag, 18 Eylül 2011
SESSİZ TINILAR, BÜYÜK ETKİ
Türkiye’nin güncel sanat ortamına uzunca bir süredir uluslararası bir ilgi var. Dün,
Cumartesi, açılan 12. İstanbul Bienali ardında büyük etki bırakıyor.
Gerhard Mack
Bu günlerde Türkiye’nin kendine güveni tam. Başbakan Erdoğan, dünya sahnelerinde
kendini Orta Doğunun yeni güçlü adamı olarak gösteriyor. Ülkenin ekonomik büyüme oranları
ise Çin’in hemen arkasında. Türkiye 2023’te, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında, dünya
ekonomisinin en güçlüleri arasında kendine yer bulmak istiyor. En azından, İstanbul Kültür
Sanat Vakfı’nın Direktörü, 12. İstanbul Bienali’nin açılışında basın mensuplarına bunu ilan
ediyor. Böyle bir gelişme hevesi içerisinde sanat etkisiz kalamaz tabi. “Dünya kültürüne
katkıda bulunma” amacıyla, en azından İstanbul da kendini görünür kılma yolunda ilerliyor.
Şehirde onlarca özel müze açılırken, yüzlerce galeri sanat sergiliyor. Bu esnada bienal de,
izleyici sayılarını sürekli olarak yükseltiyor. 1999’da 40.000 ziyaretçi ağırlarken, iki yıl önce
gerçekleştirilen son bienale 100.000 kişi katıldı.
Kendini azimle tarihe yazdırmak isteyen herkes, bienal konusunda da derinden incelenmeyi
kabullenmeli. Evrenimizin son otuz yılda belgelenmesi ve betimlenmesi, sanatçıları en çok
ilgilendiren konulardan biri. Özel ve toplumsal resimlerin birbiri içinde kaybolma halini,
1996’da hayatını yitiren Félix Gonzáles-Torres gösteriyor. Sanatçının, tarihin yapılanmasına
olan ilgisi, bu seneki İstanbul Bienali’nin küratörlerine de yol gösterdi. Jens Hoffman ve
Adriano Pedrosa, beş tematik sergiyi, New York’ta yaşayan Porto Riko kökenli Kübalı
sanatçının eserlerini referans alarak adlandırmışlar. Konuyu belirleyen bu sergileri, elli
bireysel sunum tamamlıyor. Japon mimar Ryue Nishizawa, uzun holler ve meydanlara yer
açan çelikten mekânlar inşa ederek, büyük seyahat gemilerinin demir attığı liman bölgesinde
bulunan iki antrepo binasında, mekân kavramını yeniden düşünmemizi sağlayan bir şehir
yaratıyor.
Hikâyeler Yalan Söylüyor
Başlangıcı “tarih” yapıyor. Esnek tema, betimlemenin ve aktarmanın farklı biçimlerine
odaklanıyor. Sanatçılar, geçmişi görünüşte objektif birer gerçeklik olarak aktardığımız
biçimlerle oynuyor. Dani Gal, bir odayı Atatürk’ten Weizsäcker’a uzanan konuşmaları içeren
plaklarla dolduruyor. Antoni Muntadas, Budapeşte’de Macaristan devriminin geçtiği
mekânların eski resimlerini, aynı mekânların bugünkü fotoğraflarıyla birleştiriyor. Julieta
Aranda ise toz haline getirilmiş kitapları bir plastik cam kutunun içinde uçuşturuyor. Simyrun
Gill’in, Jorge Luis Borges ve Guy Debord’un metinlerinden oluşturup ipe dizdiği inciler o
kadar sesli patlıyor ki nerdeyse akademik geliyor insana. Hâlbuki tarihin sonsuzluk ve
yalancılığından en güzel hikâyeleri çıkaran ve teoriler üreten iki iğneleme bağımlısından
bahsediyoruz. Bu bağlamda elbette Karl Marx unutulmaz. Ekonomistler ve toplum
felsefecileri, son zamanlarda tekrar resmi tartışmalara döndü. Milena Bonilla, 1954’e
kalıntılarının yeri değiştirildiğinden beri ailenin Londra’da bulunan asıl kabristanını hatırlatan
hatıra plaketini silip film çekmiş. Grafitle silinen kalıntılar zor okunuyor ve bize insanların
önemleri ve hatıralarının ne kadar çabuk söndüğünü hatırlatıyor. Videoda çatlamış taşların
arasına giren sümüklü böcek ve karıncaları görüyoruz. Doğa, insan kültürünün simgelerini
geri alıyor. 19 yüzyılın insanı olarak Marx’ın tüm gücüyle karşı koyduğu ve karşılığında
insanlara dünyevi bir cennet diretmeye çalıştığı sessiz ve inatçı bir güç olarak hissediliyor.
Bu bienalin sanatçıları için tarih, zaten gelişimin hikâyesi değil de, güç ve onun kurbanları,
sıkılmış yumruğu ve hatırlanan aşağılanmalarından oluşuyor. Bu noktada siyahî Amerika’yı
anlatan Elizabeth Cattlet’in sivri betimlemeleri, Mona Vatamanu ve Florin Tudor’un hızlı fırça
darbeleriyle boyanmış sandaldaki mültecileriyle birbirine dokunuyor. Sanatçıların dünyanın
farklı yerlerinden gelmeleri ve dünyanın en doğal şeyiymişçesine yan yana gösterilmeleri
dekoru değiştirse de, acının tarihinin her yerden geçtiğini gösteriyor. Her yerde ölüm ve yıkım
kol geziyor. Bir bölümün tamamı bu konuya adanmış. Martha Rosler, ünlü kolajlarında
savaşın dehşetini oturma odamızın rahatlığı içerisinde tasvir ederken, Weege ve Letizia
Bataglia fotoğraflarındaki leşler, New York ve Palermo sokaklarında yerlerde sürünüyor. Matt
Collishaw’un kocaman dia kutusunda kanayan bir kurşun yarası absürt bir güzellik olarak
sergileniyor. Birinci Dünya Savaşı’nda ateşlenen, askerlerin desenlerle süslediği ve Kris
Martin’in bir yığın halinde sergilediği 700 topçu kartuşu gibi.
Azınlıkların Tecrübeleri
Gücün tarihinin insan vücuduna kazınmasını, AIDS’ten ölen eşcinsel sanatçı GonzálesTorres bizzat yaşadı. Birçok iş, var olan rol modellerinin şahsi alanda da yarattığı dışlamayı
gösteren azınlıkların bakış açısına bürünüyor. Eşcinsellerin gündelik hayatına ve AIDS
kurbanlarına adanmış olmasıyla beraber, beklentilerin getirdiği şaşkınlıklar da var. Tammy
Ray Carland’ın fotoğrafladığı “Lezbiyen Yataklar”, sabah içinden yeni çıkılan tüm yataklar gibi
kırışık. Catherine Opie, bir tarafta deri maskesi ve teninde iğnelerle çok sert bir imaj çizerken,
aynı zamanda uyanık gençlerin portrelerini betimliyor. David Haines ise spor pabuçlarla
yarattığı natürmort sakız izleriyle fitness kültürü kadar “cool” görünürken, bedenin geçiciliğini
anlatıyor.
Bireyin özgürlüğü sadece bedenin geçiciliğiyle tehdit edilmiyor, bölümlerden birinin
merkezinde devletlerin kısıtlamaları da yer alıyor. Pasaport alamayan seyahat edemiyor.
Filistinlilerin kaderi, birkaç farklı yerde ele alınıyor. Seyahatin uzaklarına özlem duygusu ve
sınırlamanın engeli konunun sınırlarını çiziyor. Lara Favaretto havalimanlarından alınmayan
içeriği belirsiz bavulları sergiliyor. Rula Halawani iç daraltıcı fotoğraflarda gümrükçülerin
bavulları arayan ellerini gösteriyor.
Tarihin bedenlerden geçtiği yerde soyutlama da hayatın karmaşasından kaçamıyor. Sanat,
20. yüzyılda günlük hayatın kaosundan kurtarılıp evrenselleşmeye çalışırken, sanatçılar
bugün genel bir dilin her zaman bireyler tarafından konuşulup değiştirildiği tecrübesine
dayanıyor. Soyutlama, kişisel ya da toplumsal bir boyut kazanıyor. Calder’ın 1946’dan kalma
Tahran Güncel Sanat Müzesi’nden bir model oyuncağı, Alessandro Balteo Yazbeck ve
Media Farzin için ülkenin 1940’lardaki petrol savaşlarıyla ilgili bir araştırma için bir çıkış
noktası oluşturuyor. Mona Hatoum saçlardan bir resim silsilesi oluşturmuş. Soyut modern
sanatın ikonu, bu iddiasız eserde en kişisel olanla dokunaklı bir şekilde birleşiyor. Eğlence de
eksik olmamalı tabi, Gabriel Sierra bir meyve tabağını “Support for Math Class” (Matematik
Dersine Destek) olarak cetvellerle ayırıyor.
Açılıştaki meyvelerin çekiciliğiyle beraber, bu sergi matematik dersinin işkencesinden çok
uzak. Küratöryel odaklı, gereksiz heyecana kapılmadan ve çok dikkatli iki antrepo binası
içerisinde, durumumuzu özenle anlatan eserler sergiliyor. Bunu gerçekleştirirken birçok genç
sanatçıya yer verilmesinin yanı sıra, dünyanın farklı bölgelerinden bu bir araya gelişin
sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi de ayrıca bir kazanç. Türkiye’nin yeni gelişen "büyük
devlet” ifadeli dışavurumlarına burada pek yer yok.
D LA REPUBBLICA 20 SEPTEMBER 2011
D La Repubblica, 20 Eylül 2011
Sanat Burada Evinde
Alışveriş merkezleri ve camiler, yerel görünümleriyle yaşlılar ve son moda kıyafetleriyle
gençler; hoparlörden yükselen ezan sesleriyle karışarak sokakları dolduran MP3 listeleri;
Fransız mutfağından ve seyyar satıcıların tezgâhlarından yükselen kokular; meyhane ve fast
food... Güncellik, kökler, estetik algılar ve düşüncelerin kavşak noktası İstanbul’a hoş
geldiniz. İster Avrupa ister Asya olsun doğu ya da batı, hiç fark etmez. DNA ile örülmüş hayat
dolu sokaklarda işte içinize çektiğiniz bu şey temiz hava. Her şeyiyle taptaze, sayıları sürekli
artan sanatsal gösteriler, sergiler ve festivaller ve pek tabii, belki de bu sene en iyisini
izlediğimiz bienal ile ateşlenen sanatsal bir şevk. 13 Kasım’a kadar sürecek bienalde sanat
ve siyaset arasındaki ilişkiyi keşfetmek, bunun yanında da bu ilişkiyi inanılmaz nicelikteki
gösteri, tartışma ve yerleştirmelerin ışığında incelemek bienalin amacı olarak nitelendirilebilir.
Kübalı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in bienale adını veren “Untitled” isimli eserine adanan
İstanbul Bienali’nin programında fevkalade beş grup sergisi ile bunları hakkını vererek
tamamlayan kırk beş solo sergi, İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Ateşli Silahla
Ölüm), İsimsiz (Soyutlama) ve İsimsiz (Tarih) adlı temalar altında toplanarak izleyiciye
sunuluyor.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından organize edilen İstanbul Bienali, aynı zamanda Türk
sanat çevrelerinin en öne çıkan teşebbüsü olarak nitelendirilebilir. Tokyo merkezli SANAA
mimarlık ofisinden Ryue Nishizawa tarafından muazzam ve benzersiz tek bir mekanda
tasarlanan sergi alanlarında, sanat eserleri birbirleri ardına sıralanarak ya da birbirleriyle
ilişkilendirilerek sergilenirken, çok sayıdaki yan etkinlik, tartışma, konferans ve seminer de
bienale eşlik edecek.
İstanbul Bienali’nde, Türk eleştirmen Beral Madra’nın düzenlediği ilk bienallerden bu yana
kadınlara oldukça geniş yer veriliyor. Mürüvvet Turkyılmaz, Canan, Ceren Oykut gibi
sanatçılar meydan okuyan tavırlarıyla öne çıkıyorlar. Bunun yanında sayıları artmakta olan
pek çok kadın da, İslam tarafından dayatılan kurallar ve kadın kimliği gibi konuları yansıtan
zemin olarak sanatı tercih ediyor. Dream ve Reality adlı sergiye bu durumu temsil eden bir
örnek olarak değinilebilir, İstanbul’daki mevcut sosyal ve kültürel dönüşümle kadının evrilen
rolü ve erkeklere karşı kazandığı haklar, modern ve güncel Türk kadın sanatçılar tarafından
tahlil ediliyor. Diğerleri arasından sıyrılan genç yeteneklerden Yasemin Sasmazer günümüz
toplumu hakkındaki yorumlarını heykelleriyle ifade ederken, yine Türk sanat çevrelerinde
önce çıkan genç sanatçılardan Nilbar Güres ise, eserleriyle kadın vücudunun estetiği ve
idealliği üzerine çalışmalar yapıyor. İstanbul’dan başka bir sanatçı Canan Şenol ise “Kişisel
olan politiktir” sloganıyla, din, devlet, toplum ve aile gibi kurumların özel hayattaki özgürlüğe
olan etkilerini tetkik ediyor.
THE GUARDIAN 21 SEPTEMBER 2011
The Guardian, 21 Eylül 2011
Istanbul Bienali’ndeki en iyi 10 sergi
Istanbul’un kültürel güç olarak yükselmesindeki en büyük gösterge, bu ay açılan ve 13
Kasım’a kadar devam eden sanat bienali. Fiachra Gibbons en iyilerden bir seçki sunuyor.
Yirmi yıl önce adı bile anılmazken, şimdilerde İstanbul Bienali’nin adı, Venedik ve Sao Paolo
bienalleriyle birlikte anılıyor. Istanbul’un hızlı yükselişi, geleneksel olarak sanatçıların
sansürden başka dayanak noktasının olmadığı bir ülkede, birkaç sanat hamisinin olağanüstü
cömertliğiyle ateşlendi. Kentin son özel müzesi, Borusan Contemporary bu hafta açıldı.
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk bile bu durumdan etkilendi, aynı adı taşıyan romanı
üzerinden temellenen Masumiyet Müzesi üzerine çalışmalarını sürdürüyor.
Şimdiden Istanbul’da yapılanlar arasında en iyisi olarak anılan bu yılki bienal (iksv.org/en)
temalarını, minimalist yerleştirmeleri derin duygusallığa sahip siyasi yükler taşıyan, merhum
Küba kökenli Amerikalı sanatçı Felix-Gonzales’in beş kilit işinden alıyor. Istanbul Modern’in
yanındaki antrepolarda konuşlanmış olan bienalde, Japon mimar Ryue Nishizawa’nın tek
başına dahi görülmeyi hak eden zarif tasarımıyla bir araya getirilmiş beş grup ve elliden fazla
kişisel sergi yer alıyor.
Istanbul Bienali, Tophane kıyısındaki Istanbul Modern’in (Antrepo 4) yanındaki Antrepo 3 ve
5’te, 13 Kasım’a kadar gezilebilir. Mekânlar Salı-Pazar 10.00’dan-19.00’a kadar açık
(Perşembe 22.00). Tam giriş 20TL, öğrenci 8TL, 12B Sınırsız 50TL.
Wael Shawky, Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası
Uçaklar uçuyor ve Kudüs’ü ele geçirecekler! Kukla tarihi yazılacağı zaman, bu olağanüstü
hikaye de mutlaka kendine yer bulacak. İlk Haçlı Seferlerinin hikâyesi ve Orta Doğu’nun
şaşkına dönmüş Hıristiyan, Müslüman ve Musevi halklarına etkileri. Mısır doğumlu Shawky,
200 yıllık Piedmontese kuklalarını kullanıp, kuzeydeki insanların nasıl Doğu’nun melek yüzlü,
beyaz benizli karışık insanlarına hasar verdiğini anlatıyor. Hepsi Amin Maalouf’un harika bir
tarafsızlığa sahip Arapların Gözünden Haçlı Seferleri kitabı üzerine kurulmuş ve muhteşem
bir iş.*
Milena Bonilla, İsimsiz/Tarih
Tarih, düşündüğümüzden daha uyumlu ve uysal. Amerikalı bir diplomat tarafından, Tahran
Büyükelçiliği İranlı öğrenciler tarafından basılmadan önce yazılıp parçalanmış bir mektubun,
Nasrin Tabatabai ve Babak Afreessiabi tarafından birleştirilmiş 11 farklı haline tanıklık edin.
Memnuniyet yaratan anlam kaymalarıyla Milena Bonilla’nın kumaş ve altına sarılmış Karl
Marx’ın Kapital’inin el yazması göze çarpıyor. Claire Fontaine olarak tanınan iki Fransız
sanatçının daha doğrudan bir yaklaşımla, bir tuğlayı Guy Debord’un Gösteri Toplumu
kitabıyla kaplaması da dikkat çeken başka bir iş. Antrepo 3
Taysir Batniji, Babalar/Gözcü Kuleleri
Yine küratöryel bir iş sizi yerinize mıhlıyor. Tansir Batniji’nin memleketi olan Gazze’deki ev ve
dükkânlara asılmış, babalara ait fotoğrafları, düzenli bir şekilde İsrail gözlem kulelerinin
fotoğraflarının yanına yerleştirilmiş. Sonuç belirsizliği içerisinde hem çok derin hem de
sarsıcı. “Askıya Alınmış Zaman” adlı, sonsuzluk işaretine benzesin diye yan yatırılmış bir
kum saatiyle ifade bulan eseri aynı oranda güçlü ve çarpıcı. Aynı tehlikeli güzellik, Rula
Halawani’nin 1948’de beri Filistin’de yok olan köylere ait fotoğraflarında da izlenebiliyor.
Antrepo 5
Dani Gal, Tarihi Plak Arşivi
Dani Gal’in müthiş plak koleksiyonunun -birinin kaydedilecek ölçüde önemli bulduğu siyasi
konuşmalar ve etkinliklerden oluşuyor- parlaklığı, ses olmamasında yatıyor. Elimizde sadece,
Martin Luther King’in, JFK’in veya Altı Gün Savaşları’nın (Gal’in memleketi Israil’de bulduğu
ilk plak) plak kapakları var. Yalnızca kendi içlerinde büyüleyiciler: Hitler’in ilk dönemlerindeki
konuşmaları, St. Petersburg’dan canlı Lenin konuşması veya Vivat Regina. II. Elizabeth’in ve
Kraliye Ailesi mensuplarının bir portresi. Ancak Gal, sesi bizden esirgeyerek yaratıcılığımızı
dürtüyor -ırkçı Amerikan valisi George C. Wallace’ın kampanya tercihleri neydi?- ve böylece
o yerde kurulan anlık bir kolektif bellek yaratılıyor. Antrepo 3
Simon Evans
Varoluşsal endişenin zen diyagramı, umutsuzluğun zihin haritaları ve sıkıntı… Berlin’de
yaşayan İngiliz sanatçı Simon Evans, sizi son derece İngilizvari bir “Kendin Yap” ve kendi
kendine karşı koy düşüncesine itiyor - bir baloncukta dediği gibi “ironiden de beter” – hemen
ardından sizi onun ötesine, çok daha zengin, komik ve lirik bir noktaya götürüyor. El yazısı
süpermarket kasa fişi, Joyce’un sürgündeki hayat tasviri kadar dokunaklı: “12 yıl boyunca
yasadışı olmak beni oldukça gergin bir bireye dönüştürdü, çok daha iyi bir yerdeyim ama
ayrıcalıklarım yok.” Antrepo 5
Letizia Battaglia, İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm)
Gonzales-Torres’in sessiz başyapıtlarından biri, 1989’da Amerika’da bir hafta içinde vurulup,
öldürülen 460 kişi üzerine topladığı bilgilerden oluşan yığındı. Letizia Battaglia bunun
gerçekliğini, Sicilya’da ölen mafya kurbanlarının katlanılamaz biçimde narin olanfotoğrafları
aracılığıyla kesin bir ifadeyle sunuyor. İtalya’nın ilk kadın basın fotoğrafçısı olarak 1975’te
Palermo’da çalışmaya başladığında elleri o kadar titriyordu ki, cinayet mahali fotoğrafları
bulanık çıkıyordu. Ama öldürülmüş hakim, gazeteci ve fahişelere ölümle onlardan koparılan
itibarlarını teslim edecek bir fotoğraflama yolu buldu. Bununla birlikte, karma sergide basın
fotoğrafçılığının babası Mathew Brady’den Amerikan İç Savaşı’nı, Eddie Adam’ın 1968
yılından simgesel “Saigon, Vietkong Tutsağının Sokakta İnfaz Edilişi” işini ve Chris Burden’ın
bir arkadaşını onu kolundan vurması için ikna ettiği işi, “Ateş”i görebilirsiniz. Bunun
karşısında Mat Collishaw’un birinin kafasının arkasındaki kurşun deliği olduğu anlaşılan
görüntünün 15 parçalı yakın çekimlerini görebilirsiniz. Weegee de elbette burada ve bunların
yanında Irak ve Afganistan sonrasında daha da keskin görünen anti-Vietnam
fotomontajlarıyla Martha Rosler da. Bundan sonra biraz oturmaya ihtiyaç duyacaksınız.
Antrepo 3
*Devam eden paragraflar bienal dışı konulardan bahsediyor.
SÜDDEUTSCHE ZEITUNG 21 SEPTEMBER 2011
Süddeutsche Zeitung, 21 Eylül 2011
Zamanı Kimse Durduramıyor
Sanata dönük, geniş ve hiç Avrupai değil, Istanbul Bienali
Catrin Lorch
İstanbul Bienali, 90’lı yıllardan bu yana, daha doğrusu 1987’de gerçekleştirilen ilk bienalden
beri, en başarılı sergileme formatını sunuyor, Ardından Sydney, Lyon, Moskova, Berlin ve
Yokohama bienalleri kuruldu. Hepsi güncel sanata görkemli bir çıkış sözü verdi: sanatçıların
gelip eski halat fabrikası, kullanılmayan tersane veya yahudi kız lisesi gibi sıra dışı
mekânlarda harikulade boyutta bir şeyler bırakacaklarını vaat etti. Avangardın dünyadaki dili,
birden hem şiirsel hem de siyasal bir sürü farklı şiveyle konuşulmaya başlamıştı.
12. Istanbul Bienali, şimdi tam da bu olguyu kırıyor. “Son 20 yılda, estetik kaygılar çok önemli
siyasal konulardan daha az ilgi gördü” diyor Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa. Efektlerle
dolu bir parkur yerine, bir sanat sergisi kurduklarını da açıkça ortaya koyuyorlar. Bienalin
başlığı “İsimsiz (12. İstanbul Bienali)” belirsiz bir kavram değil, Felix Gonzales-Torres’in narin
başlık buluşundan alıntı yapıyorlar. 1957’de Küba’da doğan ve 1996’da New York’ta
AIDS’ten ölen sanatçının eserleri, bu büyük serginin çıkış noktası olarak karşımıza çıkıyor.
Sanatçının eserleri sergide yer bulmak yerine, bienaldeki beş kolektif sergi ve yaklaşık elli
bireysel sergiye sadece betimlemeleriyle yol gösteriyor.
Okunabildiği üzere “Untitled (Death Buy Gun)”, Felix Gonzales-Torres’in 1990’da bastırdığı
ve yığın halinde sergilenen afişlere referans veriyor. Üzerlerinde 1 Mayıs haftasında ABD’de
silahla öldürülen 460 kişinin portreleri bulunuyordu. Bu başlık altındaki sergi, Weege’nin 40’lı
yıllardan kalma New York fotoğraflarını, sanatçı Akram Zaatari’nin Lübnan’da bulduğu bir
arşivdeki kadınları askeri cübbeler içinde gösteren fotoğraflarıyla birleştiriyor. Görsellerin
önünde, Rozsa Polger’in İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan -kurşun izleriyle delik deşik- askeri
bir battaniyeden oluşan “Woolen Blanket” adlı eseri duruyor, hemen yanında Kristen
Morgin’in “Third of May” başlığı altında, Francisco Goya’nın devrimcilerin kurşuna dizilişini
konu alan oyuncak büyüklüğündeki balçık figürleri yer alıyor. Öte yandan bu eserde tasvir
edilenler Mickey Mouse ve Pinokyo olarak karşımıza çıkıyor. Şiddete eğilimi konu alan
kolektif serginin konusu, bireysel sunumlarda da devam ediyor. Vendetta kurbanlarını çeken
fotoğrafçı Letizia Battaglias’ın resimleri, Tina Modotti’nin politik motiflerine ve Edgardo
Aragon’un tribünlerinde Castro ve Neruda’nın konuştuğu ancak sonra cuntanın toplama
kampı olarak işlev gören Şili stadındaki kamera çekimlerine bağlanıyor. Kurşunların
uçuşmadığı yerde de aynı yapı devam ediyor – mesela Bisan Abu-Eishe’nin vitrinlerinde yer
alan, günümüzün “ready made”leri: delik deşik boya kovalarında, kırık plastik bir kaplanda,
bir zamanlar Mousa Odah’ın araba yıkamacısında asılı olan kırmızı yazılı çarpık kapı
levhasında, bir yönlendirme gibi… Sanatçının Kudüs’te izinsiz yapılan ve belediye tarafından
yıkılan evlerde bulduğu enkazlar bunlar.
Küratörler, eserler ve objelerle dünya sanki bir müze deposuymuşçasına ince çalışmışlar.
Başka yerlerde bienaller, sanatçılar ve izleyicilerin nefesini kesen efekt dolu projeler için
özgür bir alan olarak anlaşılabilir. İstanbul’da ise tanınmayan sanatçılar izleyiciyi şaşırtıyor.
Mesela 70’li yılların başında kendi portresini hasta dosyaları ve kan tahlili sonuçlarıyla
zenginleştiren, 1935 doğumlu Teresa Burga veya on yıllardır sert tahta yüzeylerin üzerine
propaganda afişlerini oyan 90 yaşını aşmış, Meksika’da yaşayan Elisabeth Cattlet gibi.
Açılışta, usta küratörler bile sanatçıların neredeyse üçte ikisini tanımadıklarını itiraf etmek
zorunda kaldılar. Yani “Untitled’’ yeni başlayanlar için bir bienal değil. AIDS eylemcisi,
yapıtlarında siyasalı özeliyle bir araya getiren kavramsal sanatçı; şeker yığınları, pembe
lamba dizileri ve yazılarla, anıtlaşmadan anıtı yeniden yaratan Felix Gonzales-Torres’in dili,
bu bağlamda alışılmamış ve uyumsuz bir şekilde otoriter görünüyor. Bazılarına, Massimiliano
Gioni’nin, benzer şekilde sert bir şekilde yönetip düzenlediği, efektlere önem vermeyen, bu
yılın Gwangju Bienali’ni hatırlatıyor.
Öte yandan bu bienaller, sanat tarihi açısından soğukkanlı ve yansız görünürken, kayda
değer bir politik düşünce yapısına sahip. İstanbul’daki en iyi mekânlardan birini, Alessandro
Baltea Yazbeck ve Media Farz, fotoğraf, heykel ve videolardan yaratmış. Bu eserle British
Petroleum’un Tahran’da ardında bıraktığı sanat koleksiyonunun tarihini anlatıyorlar. Calder’in
tavan süsünde şimdi vinç ve bombaların asılı olması, petrol ve avangart sanatın birbirlerini
yağlamayı seven işler olduklarını gösteriyor. Adriano Pedrosa’nın, açılış sırasında bienali
“İstanbul’da, Türkiye’de ve Orta Doğu’da” konumlandırması doğal olarak şaşırtıcı olmadı.
Boğaz’daki metropol bugüne kadar Avrupa’nın çağdaşlığının sınırında değil miydi? Her ne
olursa olsun sanatçı listesinin bununla artık pek alakası yok. Güney Amerika ve Arap
dünyasından isimlere oranla Avrupalı ve Amerikalı katılımcıların sayısı bariz şekilde düşük.
Görünüşe göre sanat, artık yeni gelişmekte olan zengin ülkelerde yudumlanıyor.
Serginin ufak referanslara boğulduğu noktalarda, en azından mimarisi büyük resmi
tamamlıyor: Ryue Nishizawa’nın enstalasyonu büyük boyutu nedeniyle nerdeyse atlanıyor.
Ham beton katlar için, çelik duvardan bir sergi mimarisi yaratılmış. Çinko renginde parlayan,
dengeli işlevselliğinde İstanbul yankılanıyor – şehrin her köşesini kapsayan tam da bu yivli
saç plakalar. Bu orta duvarlardan birine, Arjantinli Nicolas Bacal bir saat asmış. Kadranın
üzerinde sadece saniye göstergesi çalışıyor, saat ve dakikanın göstergeleriyse eksik. Burada
kimse zamanı durdurmuyor, zaman boş kadranın üzerinde boş bir arazi misali hızla akıp
gidiyor – tüm koordinatlardan kurtulan durdurulamayan bir ülkenin hareketi gibi.
LES ECHOS ONLINE 21 SEPTEMBER 2011
Les Echos, 21 Eylül 2011
İstanbul, sınırları aşmak ve dünyanın durumu
Judith Benhamou-Huet
İstanbul insana hayal kurduruyor. Haklı olarak. Geçen hafta bu Doğu ile Batı, arkaik çağ ve
ultra modernlik, aşırı fakirlik ve büyük zenginlik, 19. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında kalmış
megapolde bulundum. Her zaman için etkileyici. Resmi gerekçe: İstanbul Bienali. Oldukça
başarılı.
Ancak bu muhteşemlik başka bir kaynaktan geliyor. Arkeoloji Müzesi ziyareti. Arkeolojik
müzeler. Tek kelimeyle şahane! Sagalassos’da 2. yüzyıldan kalma dev bir Hadrian başı.
Sarsıcı bir güzelliğe sahip lahitler. MÖ. 5. yüzyılda Sidon kraliyet nekropolüne ait Paros
mermerinden yapılma lahite benziyordu. Sfenksin ayrıntılarına bakınız. Sonsuz uykuyu
iyileştirmek için ortaya konulmuş bir güzellik.
Ama İstanbul güncel sanat bienaline geri dönelim. Bienal artık büyük bir uluslararası ilgi
çekme gücüne sahip. Birkaç gün önce açılan Lyon Bienali ile karşılaştırıldığında gerçekten
etkileyiciydi. 2011 etkinliği için, iki komite üyesi Alman Jens Hoffman ve Brezilyalı Adriano
Pedrosa seçilmişti. Bu bağlamda, Lyon ile ortak noktaları, Latin Amerika’nın önemli düzeyde
temsil edilmesiydi. Serginin önermesi, hayatını kaybetmiş Amerikalı sanatçı Felix GonzalezTorres’e referans vererek eklemlenen beş bölümde ortaya konuyor. Sanatçının çoğu eserinin
bir adı yoktu, çünkü tamamı parantez içinde “İsimsiz” olarak adlandırılmıştı. Dolayısıyla
İstanbul’daki önerme beş ayrı yol izliyordu: İsimsiz (Soyutlanma). İsimsiz (Ross). İsimsiz
(Pasaport). İsimsiz (Tarih). İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm). Oldukça stilize.
Önermenin özeti: Sanatçılar üzerinden dünyanın durumu. Tatminsizlik: Türkiye’nin Doğu ve
Batı, İslam ve Hıristiyanlık arasında anahtar bir bölge ve tüm bu karşılaşmaların merkezi
olmasına rağmen, sonuçta sergiye bu bölgeden az sayıda sanatçı katılıyor. En etkileyici
bölümü ateşli silahla ölüme ayrılmış olandı. Hollandalı Eylem Aladoğan tarafından çok sayıda
tüfek kullanılarak oluşturulmuş olan soyut bir heykel. Letizia Battaglia tarafından sergilenen,
Sicilya sokaklarında vahşice öldürülmüş insanların fotoğrafları ve Amerikalı William E.
Jones’un sistematik bir kurşun etkisiyle ekrana yansıtılmış görüntüleri. Ali Kazma’nın, kağıt
damgalayan bir kişinin ekranlar üzerine yansıtılmış hızlandırılmış görüntüsü. Yönetim
kaynaklı baş dönmesi. Yapılan hareket yüksek sesli bir müziğe dönüşüyor.
Genç Brezilyalı Jonathas de Andrade, topladığı eşyaları kullanarak bir hikâye anlatıyor.
Recife’de bir çöp kutusunda bulduğu günlük, bir adamın çeşitli maceralarını anlatıyor. Örnek:
“Recife 8/ 4/ 77. ‘’Bugün Rosa Maria’dan ayrıldım ama onu özlüyorum. Tekrar bir araya
gelmek istiyorum”. Sanatçı, buna topladığı veya kendi oluşturduğu özel fotoğrafları eklemiş.
Kendinizi bu çakışan özel hayatların akışına bırakıyor ve isteğinize göre yorumluyorsunuz.
Şehirde trafik oldukça kötü, ancak sokak satıcıları bunu su ve hatta süpermen oyuncakları
satarak değerlendiriyor. Herkesin kendine göre ihtiyaçları var.
Bienal süreci boyunca şehir açılışlar ve törenlerle dolup taşıyor. Büyümekte olan şirketler
modern sanat projelerine imza atıyor. Bienal'in sponsoru olan ve başında modern sanat
eserleri, İznik çinileri ve eski kitaplar koleksiyoncusu, çok iyi düzeyde Fransızca konuşan
Ömer Koç’un bulunduğu Koç Grubu aynı zamanda bir özel müzeye sahip. Dedikodulara göre
bina Zaha Hadid tarafından tasarlanmış. Dedikodular aynı zamanda bir diğer büyük aile olan
Sabancıların da yeni bir kurum hazırlığında olduğuna işaret ediyor.
Bu akımın Türkiye’deki öncülerini izlerken, Elgiz ailesi özel müzelerinin 10. yılını kutluyor.
İstanbul’da diğer tüm büyük aileler, 19. yüzyıl Boğaz manzarası resimlerine sahip olmak için
yarışırken, bu aile Barbara Kruger’dan, Gilbert & George’a ve İngiliz Gavin Turk’e uzanan
koleksiyonuyla, İstanbul'un entelektüel yaşantısına yeni bir özgürlük havası getirdi.
İstanbul Modern’de ise sadece kadın sanatçılara ayrılmış bir sergi yer alıyor. Gül İzgal'ın
işlerinde olduğu gibi kadınlar, kişisellikleri ve yaşadıkları travmalara dair fazlasıyla cüretkâr
işler. Ayrılmış bacaklara doğru yapılmış bir yakınlaştırma. Bağırmakta olan yeni yürümeye
başlamış bir çocuğu kendilerinden biraz uzakta bırakmışlar.
Müezzin camiden insanları namaza çağırıyor ve aynı anda mini etekli kızlarla türbanlı kızlar
aynı yoldan yürüyor. Her yerde Mustafa Kemal’in doğal veya stilize portreleri İstanbulluların
etrafını sarıyor. Türlerin büyük bir karışımı. Bu iyi bir şey.
DER TAGESSPIEGEL 23 SEPTEMBER 2011
Der Tagesspiegel, 23 Eylül 2011
TÜRK BAHARI
Hızla akan yeni dünya. İstanbul liman bölgesindeki 12. Sanat Bienali’ne ziyaret.
Ruediger Schaper
Son dönemde özellikle güney kıyısı yalpalayan Avrupa, Türkiye’ye şapka çıkarmalı. Ekonomi
Çin ebatlarında büyüyor, hızı kesilmeyen bir aşırı kapitalizm söz konusu, Arap ülkelerindeki
siyasi etkinin yankıları da cabası. Başbakan Erdoğan, daha geçenlerde bu bölgede adeta
kurtarıcı gibi karşılanırken, Cumhurbaşkanı Gül bu haftaki Berlin ziyaretinde ricacı
pozisyonundan pek kurtulamadı. Arap baharından daha sağlam bir Türk baharından
bahsedebiliriz.
İstanbul’da yaşanan bu patlama, kültür alanında da kendini hissettiriyor. Boğaz’daki 12.
İstanbul Bienali, uluslararası çapta meydan okur nitelikte.
Limanda, devasa mavi seyahat gemilerinin gölgesinde yer alan antrepolardaki sergi,
yenidünyanın keşfine çıkıyor. Brezilyalı küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, Arap
ülkeleri ve Latin Amerika kıtasından gelen sanatçılara odaklanırken, Avrupa ikinci planda
kalıyor.
Japon Ryue Nishizawa’nın mimarisine yayılan bu hızlı yeni dünya, adeta bir labirent gibi. Kan
kırmızısı bağlantıyı, 1996’da hayatını kaybeden Félix Gonzaléz-Torres’in (Küba/ABD)
eserleri oluşturuyor. Bienalin teması “Untitled” sanatçının politik işlerini referans alıyor. Bu
“isimsizlik” birçok farklı şekilde okunup yorumlanabilir ve isimsiz olmayan bienalin beş farklı
bölümü de bunu destekliyor.
Gonzaléz-Torres’in kendi eserleri sergide mevcut değil, hayalet bir seyahat rehberi gibi, bir
nevi Borges kılıklı bir kurgu oluşturuyor. Mona Hatoum’un “Abstraction” bölümünde yer alan
ve insan saçından oluşan narin saç örgüsü, soyutluğu doğal yaratılışın kökenine götürüyor.
Burada, baştan itibaren bienalin ana temasıyla karşılaşılıyor: hepimizin yabancı olduğu ve
yabancılaştırıldığı evrenin ölçümü. Alexander Gutke, üzerinde bir mezuranın göründüğü 16
milimetrelik filmin odanın tüm köşelerinden geçmesini sağlıyor.
Diğer mekânlardaki birçok işte bu [ölçüm] devam ediyor. Ölçüp saymalar, liste ve haritalar,
zaman ölçümleri. Geleneksel ama aynı zamanda tuhaf ve tartışmalı oryantasyon denemeleri.
Berlin’de yaşayan İngiliz sanatçı Simon Evans tam bir ölçüm hastası. Kötü, depresif ve şiddet
dolu espri anlayışı için kendi mekânına sahip. “Your unprocessed pain is not art“ diyor,
etkilenmek henüz sanat değildir. Ama “Untitled” etkilenmenizi sağlıyor: AIDS’e yenik düşen
Gonzalés-Torres’in partnerinin ismini taşıyan “Ross” bölümünde, Güney Afrikalı Ardmore
stüdyosunun homoerotik seramikleriyle karşılaşılıyor. Neo-barok görkem ve budaklandırma,
AIDS konusundaki bilinçlendirmeyle karşı karşıya geliyor. Yine acı çektiren politik coğrafya:
Zarina Hashmi, Bağdat, Kabil, Cenin, Beyrut, Saraybosna, çatışmaların yatağı, kurban
sunakların şehir planlarını içeren bir gravür serisi sergiliyor – en altta ikiz kulelerin
gölgelerinden oluşan iki büyük dikdörtgenin temsil ettiği New York. Her tarafta yazı ve
simgeler, çok sesli bir Memento mori.
Tarih, tarihsiz mi oldu? Volupsa Jarpa “Biblioteca de No Histori’’da Şili’deki askeri
diktatörlüğün dokümanlarını içeren siyah isimsiz ciltleri duvara diziyor. Bienalin hollerinde
yazı ve simgenin, kimlik, unutulma ve hatıranın savaşı var. İnsanların kaderi kitapların kaderi
ile aynı ve zıt. Julieta Aranda, enstalasyonu için 20. yüzyılın tarihini işleyen bir dünya kitabını
pudralaştırıp bir akrilik camın içine doldurmuş, içinde ayrıca beyaz pudrayı birbirine katan bir
kompresör var. Bisan Abu-Eisheh (Filistin), İsrail askeriyesinin yerle bir ettiği evlerin
vitrinlerinde günlük eşyalar sergiliyor. “Death by Gun” bölümünde, İtalyan Vendetta
kurbanlarının fotoğraflarını izliyorsunuz; idamlar, silahlar, ateşlemenin delikleri, leşler.
Bitmeyen şiddet, öldürmek insanlığın bir parçası: elbette bu yeni bir şey değil, ancak zaman
zaman soyu tükenen bir türün bilim müzesine benzeyen bu bienalin tertemiz kurgusu da bir o
kadar ürkütücü.
Küratör ikilisinin Amerikan iç Savaşı’ndan korkunç fotoğrafları, Gettysburg 1863 ve Tina
Modotti’nin Meksika devriminin 20’li yıllardan kalma ikonlarını hatıra anları gibi aralara
serpiştirmesi nerdeyse sakinleştirici bir etki yaratıyor. İnsana, tarihin o zamanlar bir yüzü
varmış, yani [tarihi] kâh Latin Amerika kâh Ortadoğu’da, plansız ama aynı zamanda
sistematik bir şekilde toplumları yöneten hatta toplumları oluşturan acımasız güçler değil de,
insanlar yönlendiriyormuş gibi geliyor.
Tek tük duygusal rahatlamalar var, en azından ilk bakışta öyle geliyor. Ahmet Öğüt, iki avro
ile bir Türk lirasını siyah kadifenin üzerine yerleştiriyor ve nerdeyse tıpatıp aynı olan iki para
birimine “Perfect Lovers” adını veriyor. Bu konudaki yorumu: Avrupa gittikçe yaşlanıyor,
Türkiye ise gençleşiyor. Bu nedenle mutlu, hatta mükemmel bir beraberlik için fazla zaman
kalmadı.
Bu bienalin konusu yurtsuzluk ve güncel sanat ne kadar detay odaklı gibi görünse de, burada
kendini dev gibi gösteriyor. Bazıları için sunum şekli çok ayrıntılı gelebilir, ancak bu sunum
beraberinde gerilimi de getiriyor. Acımasız yakın tarihin usul bir yansımasını taşıyor. Bazı
bölümlerinde, Roberto Bolano’nun romanlarından biriymiş gibi okunuyor, mesela “2666“. O
kadar yapay, o kadar kanlı.
Berlin’de galeri geceleri, sanat fuarları ve bu gibi etkinliklere alışık olmamıza rağmen
İstanbul’daki şenlikler bunu kolayca aşıyor. Bienal kapsamındaki paralel etkinlikleri bütünüyle
kavramak nerdeyse imkânsız. Desteklerini esirgemeyen sponsorlar, devasal şantiyelerde
açılışlar düzenlerken, bunun yanında rüya gibi Beyoğlu teraslarında, çağdaş sanatla dolu
Boğaz’daki villalarında ve eski şehir konaklarında davetler veriyorlar.
Bienalin ana sponsoru Koç ailesinin, İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde, Berlin’de de
şubesi bulunan bir sergi mekânı var ve Koç ismi, çok yakında New York’taki Metropolitan
Museum of Art’da bulunan Doğu Sanatları bölümününde yer alacak. Türk küratör Vasıf
Kortun’un bir röportajında belirttiği gibi, “İstanbul adeta doping almış bir şehir’’. İstanbul
enerji saçıyor, ancak bunun da bir bedeli var – bu bedelin adı neo-liberalizm. Boğaz’daki ilk
bienal 1987 yılında gerçekleşmişti. O zamandan bu yana yüzyıllar geçti.
DER TAGESANZEIGER 23 SEPTEMBER 2011
Der Tagesanzeiger, 23 Eylül 2011
İSTANBUL İÇİN FAZLA STERİL
12. İstanbul Bienali, hiç olmadığı kadar temiz ve düzenli ifadesiyle kendini gösteriyor.
Ancak muhafazakar müze mantığındaki sunumuyla sergi, şehirle olan bağlantısını
kaybetmiş gibi gözüküyor.
Jörg Bader
Günümüzde dünyayı saran bienallerin nerdeyse tamamı küreselleşmenin çocukları. Son 20
yılda kendine güvenen her şehir, küresel yarış içerisinde böyle bir turist atraksiyonu yarattı.
Buna karşılık hiçbir bienal küratörü, hızla ilerlemekte olan dünyanın ekonomik ve politik
yeniden yapılanması üzerine eleştirel düşünme fırsatını kaçırmadı. Genç İstanbul Bienali,
mekan tanıtımı ve globalleşme eleştirisi arasındaki çelişkiyi örnek bir şekilde
somutlaştırmakla ünlü. Her seferinde İstanbul’un Avrupa ve Ortadoğu, Müslümanlık ve
Hıristiyanlık arasındaki jeopolitik konumunu ve kültürel özelliklerini işledi. Geçen hafta sonu
açılan 12. İstanbul Bienali’nin küratörleri Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa, artık bunu
duymak istemiyor. Nedeni tabii ki meçhul. Eserleri şehirle ilişkili farklı bölge ve yapıtlarda
göstermek yerine, Alman Hoffmann ve Brezilyalı Pedrosa tek bir mekanı, Boğaz kıyısındaki
eski bir depo olan antrepoyu tercih ediyorlar. Kültür karışımı ve jeopolitik sloganlar yerine,
tarih ve soyutlaşma, ölüm ve (eşcinsel) aşk öne çıkıyor. Genelleme eğiliminin yanı sıra,
mükemmel bir şekilde sunulan serginin müzeleştirilme eğilimi de beliriyor.
Keşfedilmeye Değer Yeni İsimler
Ryue Nishizawa mimarlık ofisi, 15.000 metrekareyi kapsayan üç devasa salon içerisinde beş
tematik karma sergi ve aşağı yukarı elli bireysel sergiyi misafir edecek mekanlar yaratmış.
Eserler – ağırlıklı olarak fotoğraf, çizim, baskı ve tek tük ufak objeler – bu alan içerisinde
sergileniyor. Uzun süre gizli tutulan ve birçok yeni isim içeren katılımcı listesi, üç kuşağı
birden kapsarken, Orta Doğu’dan Güney Amerika’ya uzanan coğrafi bir köprü kuruyor.
Zihinsel ekseni, Félix Gonzáles-Torres’in yapıtları oluşturuyor. Tematik sergilerin her biri,
referans olarak 1996’da genç yaşta hayatını yitiren ve dört yıl önce Venedik Bienali’nde
sıradan bir sergiyle Amerikan pavyonunun ithaf edildiği sanatçının eserlerinden birine
dayanıyor. Minimal biçimlere hayat veren sanatçı, bugün 20. yüzyılın sonunun mihenk
taşlarından biri olarak görülüyor. Mesela milimetrik bir kağıdın üzerindeki diyagonal çizgi gibi
soyut bir olgu, kendisinden önce AIDS hastalığına yenik düşen sevgilisinin tanı diyagramını
gösteriyor. Bugüne dek her daim şehir hayatıyla bağlantılı olan bienali yakalayıp şehrin
kargaşasından uzak, steril “White Cube”a yerleştiren iki küratör, bu konuda idolleriyle
çelişiyor.
Politik Sorgulama Eksik
Bienal’de sadece duvardaki açıklamalarda var olan González-Torres’in eserleri – küratörlerin
tam aksine – bireysellikten toplumsala, genelden özele çok şık bir köprü kurmayı başarıyor.
Küratörler ise bağlayıcı olmayan genellemelere kayıyorlar, mesela grup sergilerden birinin
Gonzáles-Torres’in “Untitled (Death buy Gun)” eserine dayandırılması gibi. Vefat eden
sanatçı, mini minnacık portreler ve kimlik bilgileriyle açıkça ABD’de serbestçe silah taşımayı
kınarken, Boğaz’da şiddet siyasal bağlamından kopuyor. Hoffmann ve Pedrosa, serginin
katalog metninde, 1948’de Filistinlilerin İsrailliler tarafından sürülüşünü özgürlük savaşına
dönüştürüyor. Matthew Brady, Amerikan İç Savaşı’ndan leş fotoğraflarıyla, kanlar içinde can
çekişen askerleri, aidiyet belirtmeden tanık sandalyesine oturtuyor. Eddie Adam’ın Güney
Vietnamlı bir subay tarafından kurşunlanan bir Vietkong’u gösteren dünyaca ünlü fotoğrafı da
aynı kaderi paylaşıyor.
Birçok fotoğraf ve baskının, siyasi temsiliyeti açıkça hedeflediği sergide, bu anlamda sadece
göstermelik bir fonksiyonu var sanki. Kendi pazarına uygun biçimlere odaklanan bienalde,
asıl biçimin politik sorgulaması eksik kalıyor. Hoffmann ve Pedrosa’nın İstanbul’a uygun
gördükleri sergileme biçimi oldukça muhafazakar olarak düşünülebilir.
Arşivlemenin Başarılı Olduğu Noktalar
Küratörlerin, muhafazakarlık kelimesini harekete geçirdikleri ve koruma konusunu işleyen
sanatçıları sergiledikleri bölümlerde, sergi en iyi noktasına ulaşıyor. Eserlerin çoğu arşivlenip
yaşatılmaya uygun konular işliyor, tarihe karşı “yazıp”, karşı tarihi yaratıyorlar. Brezilyalı
sanatçı Rosangela Renno’nun iki çalışmasının sunumu da bu şekilde. Brezilya’nın ulusal
kütüphanesinden çalınmış tarihi değer taşıyan fotoğraflarla, beş yıl içinde inşa edilen Brasilia
kentinin yapımı sırasında hayatını kaybeden işçi portrelerinin çoğaltılmış arka yüzleri, sadece
Brezilya’yla sınırlı olmayan bir fenomene ışık tutuyor, unutkanlık.
Hoffmann ve Pedrosa, kendi muhafazakarlıklarını kullandıkları zaman coşkulu bir ifade hayat
buluyor. Aynı zamanda serbest küratörlerin, bir müzede konservatör olmak istedikleri şüphesi
de gözlerden kaçmıyor.
EL CULTURAL 23 SEPTEMBER 2011
El Cultural, 23 Eylül 2011
İstanbul Bienali, İsimsiz (Sadet), 2011
İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011. Küratörler: Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann. Antrepo
3 ve 5, İstanbul. 13 Kasım’a kadar.
Javier Hontoria
Biçimsel yenilik ve siyasi uzlaşma içeren eserler üzerinde yoğunlaşan 12. İstanbul Bienali,
siyaset ve sanat arasındaki karmaşık ilişkiyi araştırıyor. Amerikalı-Kübalı sanatçı Félix
González-Torres’in (1957-1996) eserleri, bienalin temel esin kaynağını oluşturuyor ve
sanatsal pratiğin parlak bir örneğini temsil ediyor.
İsimsiz (12. İstanbul Bienali) başlığı altındaki 2011 12. İstanbul Bienali, okunabilir, doğrudan
ve neredeyse akademik bir sergi. Bu oldukça planlanmış ve bilinçli bir seçim, öyle ki kesinliği
küratörlerin temel argümanlarında yerlerini buluyor; dahası Jens Hoffmann ve Adriano
Pedrosa, çağdaş sanat bienallerinin karakterini oluşturan kavramsal araştırmaların altüst
edilmesine yönelik şaşırtıcı ve açık bir kayıtsızlık gösteriyor. Bu bölüm, şehrin diğer alanları
tarafından dağıtılmadan kalabilmiş ve boğaz sularıyla yıkanmış Antrepo’nun endüstriyel
bölgesindeki iki büyük depoya odaklanıyor. Önceki bienallere nazaran, hem halkı sanat
eseriyle samimi bir diyalog kurmaktan alıkoyarak, hem de tuhaf bir biçime sahip olmadan
sergi konseptini yenilemeye çalışıyor.
Son İstanbul Bienalleri, uluslararası çerçevede kaçınılmaz bir referans haline dönüşerek
ilginç bir siyasal çizgi oluşturdu. Hoffmann ve Pedrosa, sosyal içerikli bir sanata karşı
çıkmıyorlar ancak bu durum, her zaman belirli ölçüdeki estetik katılığı zorunlu kılıyor. Her şey
1957 yılında Küba’da doğmuş, 70’lerin sonuna kadar New York’ta yaşamış ve aynı kentte
1996’da AİDS’ten hayatını kaybetmiş olan Félix González-Torres figürünün etrafında
dönüyor. Beklenmedik ölümü, son yılların en inandırıcı miraslarından birini oluşturmasına
engel olamadı. ABD’ye güneyden geldi, eşcinsel oluğunu ilan etti, sistematik ve ıstırap verici
biçimde, onlardan biri olarak Anglosakson yasalarına en yaralayıcı tepkiyi gösterdi. Kısır
minimalist estetiğe sığındı ve orada diğerinin sesini sefilce sessizleştirene kadar içine
püskürttü. İlk biçimlerini, kişisel deneyimlerinin kocaman varlığı altüst etti ve bununla kamusal
alanı da dağıttı. Tarihin ters çizgiselliğine meydan okudu ve tarihin altını oyarak, haritaları
yeniden belirledi.
Sergide, González-Torres’in tüm paradigmatik çalışmalarını gözden geçiren beş karma
sunum bulunuyor. İsimsiz (Soyutlama), modernist kuralın yıkımı etrafında dönüyor; İsimsiz
(Ross), kamusalda özel olana maruz kalınması hakkında yaralayıcı bir tepki ve tabii ki, tam
tersi; İsimsiz (Pasaport), kimlik ve onun olası dönüşümlerine karşı kendisini engellemesi;
İsimsiz (Tarih), tarihin yeniden yazılışının bolluğu ve son olarak İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm),
ABD’deki şiddete öfkeli ima. Her birinde aşağı yukarı bir düzine sanatçının bulunduğu bu beş
karma sergiye, uydu görevi gören ve Kübalı sanatçının eserlerinin güçlü yankısını daha da
vurgulayan elli kişisel sunum eklemleniyor. Karma sergilerin açık alanları griye boyanırken,
kişisel sunumlar kocaman gözenekli bir doku biçiminde gruplaşmış, farklı boyutlarda beyaz
dört köşeli küplerde yer alıyor. Düzenleme klasik, belirgin ve içeride kaybolmak gibi bir durum
söz konusu değil. Bu anlamda, küratörler González-Torres’in ruhunu kucaklamayı
başarmışlar; eserler, sanatçılarının yokluğu, sade bir dinginlik ve hayranlık verici bir şıklıkla
izleyeni kendine bağlıyor. Bu tüm sergi için söylenebilir.
Sorunlar, González-Torres’ten kalan mirasın kavramsal doğasının derinliklerine indiğimizde
beliriyor. Her zamanki iğneleyici meselelerini ele alma biçimiyle hep kurnaz ve zekice bir akıl
yürütme biçimiyle alkış aldı. O, boşluklara hâkim ve ortak alanlardan kolaylıkla yakayı
kurtaran bir sanatçı oldu. González-Torres’in ezici kurnazlığıyla karşı karşıya gelmek,
Hoffmann ve Pedrosa için bir meydan okumaydı; bunu sağ salim başarmışlar. Bu anlamda,
her ne kadar aralarında harika işler olsa da, karma sergiler kurallara aşırı uyduğu için, başka
bir deyişle genel olarak anlaşılmış olanın üzerine yeni bir ışık yansıtma çalışması
olduğundan başarısız olmuş. Karma İsimsiz (Soyutlama), 70’lerde beyaz maçolar tarafından
oluşturulmuş geometrik titiz özcülük olan modern kanun modellerini parçalamak istemektedir.
Ancak seçilmiş sanatçıların birçoğu dikgen dokunun yeniden yorumlamasından kaçmayı
başaramamıştır ve Lygia Clark’ın yaratıkları arasında oluşturulmuş diyalog ve Dóra Maurer’in
Yedi Kare Döndürmesi hariç, sergi sadece saygıyla anılanla tehlikeli biçimde flört eden
gereksiz doku birikmesi ve monotonluk hissi uyandırmaktadır.
İsimsiz (Pasaport), González-Torres’in hayatını şekillendirecek bir başlangıç olan pasaport
seferlerinin, beyaz kâğıtların minimalist monotonluğunun bir parçasıdır. Nispeten daha az
göze çarpan ama daha çok ifşa edici olan ve fotoğrafın bir işaret olduğunu ima eden
Rosângela Rennó’nun ek alanının varlığından, yazar Barthes’a atladığımızda şüphesiz
kaçınılmaz olarak González-Torres’ın formasyonuyla karşılaşırız.
Diğer depoda işler biraz daha düzeliyor, bunu özellikle karma işler değil de, kişisel sunumlar
bu hale getiriyor. Burada tarihin düz çizgiselliğinin kırılışına ve şiddete karşılıklı ilintili olan
İsimsiz (Tarih) ve İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) birlikte oldukça işlevliler (Anlamsız değil,
González-Torres imzalı tanınmış eserler trajik bölümlerle yalanlanıyor). Ben ilkini daha çok
sevdim çünkü ikincisini ön görmek çok daha kolay. Brezilyalı ve Lübnanlı Jonathas de
Andrade ve Marwa Arsanios’un kişisel çalışmaları, (modern) mimarinin acımasız düşünü
hatırlatıp bunlara atıfta bulunuyor. Singapurlu Symrin Gill’in, köhne bir evdeki geometrileri
çağrıştıran büyük poliptik fotoğrafları da, her ne kadar çizgisel tarihin bozulduğunu bize
anlatan bir bağlama derinlemesine oturmayıp işi, İsimsiz (Soyutlama)’ya çok daha uygun
olsa da, saygıyı hak ediyor. Hoffmann ve Pedrosa, siyasetin çoktandır hâkim bir rol oynadığı,
baştan çıkarıcı bir alan olan çağdaş estetiğin efendilerinin, güzellikten anladığımızın bir
parçası olmaya başladıklarını fısıldıyorlar. Dünyanın önüne geçilemez biçimde pisliğe doğru
kararlılıkla ve hızla ilerlemesi durumu ile bununla eşit seviyede görsel haz bulunması
olgusunu varsayımsal olarak iddia ediyorlar. Ancak dönüştürücü iradenin, birlikteliğin
çözüldüğü avutucu bir ahenkle yumuşatıldığı bu kusursuz müzenin salonlarında dengeyi
bulmak, o kadar da kolay değil.
Bu bienal Ne, Nasıl & Kimin İçin bienali olmamakla beraber, burada geçen bienalde karşı
karşıya kaldığımız ve bir gerilla çalışması olan kolektif küratöryel teşebbüsün karşıtı bir
eğilimle karşılaşmaktayız. Bu bienali bir bütün olarak keşfettikten sonra, González-Torres’ın
zarafetinin ardında, siyasal bilinç ve gayri resmi saflık senteziyle ele aldığı, bir biçimde birinin
diğerini asla gölgede bırakmadığı -ve belki proje bu anlamda kendi hırslarıyla çarpışmıştır-,
bir kurnazlığın doğasının da bulunduğu anlaşılacaktır.
THE FINANCIAL TIMES 24 SEPTEMBER 2011
Financial Times, 24 Eylül 2011
Cidden Güncel
Bu yıl İstanbul Bienali'nde yer alan sanatçılar en ağır temaları ustalıkla işliyor
Rachel Spence
Venedik Bienali'ni düşünün: tutarlılığını riske atabilecek kadar büyük, tematik açıdan boğucu
hale gelebilecek kadar heterojen ve giderek daha çağdışı bir hâl alan ulusal pavyonlara bağlı
bir yapı. Şimdi de bunun tam tersini düşünün: işte İstanbul Bienali.
Sanatçılarını deniz kıyısındaki iki antrepoya sığdıran eş küratörler Adriano Pedrosa ve Jens
Hoffmann, bienali, Venedik tarzı şehre yayılma modelinden ayırıyor. Rakamlar küçük:
toplamda sadece 135 sanatçı, 5 grup sergisi ve 50 kişisel sergi var. Orta Doğu ve Latin
Amerikalı sanatçılar vurgulanırken önem taşıyan ulusal kimlikler, sınırların her zamankinden
hem daha önemli hem de daha önemsiz olduğu bir dünyayı yansıtan karmaşık bir tarzda ele
alınıyor.
Hepsinden iyisi, küratörlerin ilham perisi olarak Feliz Gonzales-Torres'i seçmesi sayesinde
bienal, cinsellik, ölüm, aşk ve politika üzerine yoğunlaşıyor. Bu konular, evrensel niteliğine
rağmen, daha önce hiçbir sanatçı tarafından, 1996 yılında AIDS'den ölen Torres kadar şiirsel
ve kehanetvari bir yaklaşımla eve alınmamıştı. Torres'in parıldayan trajik zekâsı serginin
üzerinde koruyucu bir gölge gibi duruyor.
Kendi kendini yenileyen obje ve doküman yığınlarından oluşan minimalist enstalasyonlar
üzerine uzmanlaşan Torres'in yapıtları sadece yaşadığı ülkenin politik yapısını değil, aynı
zamanda sevgilisi Ross Laylock'ın AIDS sebepli ölümünü de işliyor. İşlerini "İsimsiz" olarak
adlandıran Torres, ardından gelen parantezin içine yerleştirdiği daha somut bir isimle
sanatsal anlamın kesinsizliğini savunuyordu: hem yenilenmenin hem de yinelenen trajedinin
alanı.
Burada, Pedrosa ve Hoffmann, sanatçının beş eserini temel alarak bu temalar üzerine grup
sergileri oluşturmuş. Gonzales-Torres'in kendi yapıtları sergilenmiyor, bunun yerine
jargonsuz, berrak anlatımı mükemmel hazırlanmış kataloğun içinde de yankılanan panellerde
açıklanıyor. Kişisel sergiler ayrık duruyor, ancak benzer kaygıları paylaşıyorlar.
Türkiye, birçok Orta Doğu ülkesinden çok daha liberal ancak açılışı soyutlama üzerinden bir
yolculukla yapma kararının buradaki muhafazakâr hassasiyetler sebebiyle verilmiş olması
mümkün. İlk olarak incelikli, ilk bakışta göze çarpmayan yapıtlarla karşılaşılıyor. Örneğin,
Romanya doğumlu sanatçılar Mona Vatamanu ve Florin Tudor'un "Toprak Dağıtımı" eseri bel
yüksekliğinde siyah bantlardan oluşuyor. İlk bakışta tüm alanı dolduruyor gibi görünüyor ve
ziyaretçileri odayı geçmek için eğilmeye zorluyor; ancak aslında yandaki bir yol odayı baştan
sona eğilmeden geçmenize izin veriyor.
Sessiz geometrisi kırılgan ütopyalar için bir mecaz niteliği taşıyan, "Toprak Dağıtımı",
Gonzales-Torres'in 1994'te yaptığı "İsimsiz" (Kan Tahlili-Sürekli Düşüş) isimli eserinden
esinlenen grup sergisinde çok rahat yer bulabilirmiş. Bir kâğıt üzerinde yıkılan bir bağışıklık
sisteminin grafiğini gösteren bu eserde, Gonzales-Torres modernist kareleri insanı ifade
etmek için bir araç olarak kullanıyor.
İstanbul'da Torres,, sahte-minimalist bir estetiğin filtresinden geçen bir duygu alevini
ateşliyor. Brezilyalı sanatçı Adrian Varejao, bir tuvali Lucio Fontana tarzında yırtıyor ve açılan
yerleri kan rengi pıhtıyla dolduruyor. Şu anda sayılı dünya yıldızlarından birisi olan
Lübnan'dan Mona Hatoum kendi saçını organik bir ağ gibi örüyor. Daha arkasındaki hikâyeyi
öğrenmeden, Lübnan doğumlu ikili Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige'in "180 Saniyelik
Kalıcı Görüntü" (2006) eseri bakışları üzerine çekiyor. 4.500 küçük fotoğraftan oluşan eserin
sadece çok dikkatli bakılınca değişen renkleri figürlere dönüşüyor. Bu fotoğraflar Joreige'in
Lübnan iç savaşı sırasında kaçırılan ve hâlâ kayıp olan amcasının makinesinde bulunan
filmden basılmış.
Filistin'den Latin Amerika ve Güney Afrika'ya uzanan coğrafya, AIDS'e karşı verilen savaş ve
politik mücadeleler buradaki sanatı oldukça etkilemiş. Kızgın ve didaktik olmasına rağmen
ciddi şiirsel bir yönü de var. Burada çoğunlukla arşiv tarzı malzemeler kullanıyor. Sonuç
olarak bu bienal geleneksel resim, heykel ve neo-pop ironileri gibi birçok yeni çalışmayı
sömürgeleştiren tarzları barındırmıyor.
Jeopolitik merkez, Gonzales-Torres'in "İsimsiz" (Pasaport) adlı işinden esinlenen bir karma
sergi. Brezilyalı Rivane Neuenschwander'in hiçliğin içinde biten ve İsrail’in güvenlik bariyerini
anımsatan geçici duvarlarıyla bölünen bu oda, insana tarih içinde son derece Kafkaesk bir
yolculuk hissi veriyor.
Kökleri Yahudi ve Hıristiyan Araplara dayanan iki sanatçı, Filistinli Baha Boukhari ve Dor
Guez, ailelerinin dolambaçlı kimliklerine tanıklık eden belgeler sunuyor. Doğu Kudüs'ten Rula
Halawani, siyah-beyaz fotoğraflarında İsrail güvenlik noktası duvarında samimi değiş tokuşlar
yapan sahibi belirsiz elleri yakalıyor.
Holokost sonucu gerçekleşen yerinden edilmelere gönderme yapan bir eserin bulunmaması özellikle Orta Doğu'nun canlı sanatsal haritasında İsrail'in marjinal durumu göz önünde
bulundurulursa – içinde bulunduğumuz dönemin bir simgesi. Yine de genç İtalyan
kavramsalcı Lara Favretto'nun dağınık, hırpalanmış bavullardan oluşan eseri bu yok olmuş
hayaletleri çağırmaktan kendini alamıyor. Aslında 1970'lerin İtalya'sındaki bomba
korkusundan esinlenen bu yapıt, sanatın kendini sabit anlamlara teslim etmeyişinin bir
örneği.
Bienaldeki birçok eserde, politik duruş ve cinsellik arasındaki bağlantıların altı çizilmiş.
"İsimsiz" (Ross) –adını Gonzales-Torres'in en bilinen eserlerinden birinden, sevgilisinin ideal
kilosunu sembolize eden şeker yığınlarından alıyor – sergisi kapsamında önde gelen Türk
sanatçı Kutluğ Ataman, daha geçen yıl üzerine kendisinin “efemine” davranışları olduğu gibi
şok edici saldırganlıktaki ifadelerin not edildiği askerlik raporunu sergiliyor.
Beyrut'ta yaşayan fotoğrafçı George Awde‘nin tiksindirici derecede kiç bir odada oturan sert
bakışlı gençleri içeren görselleri, Orta Doğulu erkekleri maçoluğa zorlayan görünmez baskıyı
göz önüne seriyor. İskandinav ikili Michael Elmgreen ve Ingar Dragset'in bakışı ise çok farklı.
Aile fotoğrafı tarzında görsellerden oluşan bir enstalasyonda, homoseksüel aşkın en evcil,
mahrem ve tensel halini yakalıyorlar.
Sanatçı isimlerini açılışa kadar saklı tutmanın çok akıllıca bir yöntem olduğu, ne kadar az
sayıda manşet değeri taşıyan sanatçı olduğunu bilseler açılış günü evlerinde oturacak birçok
kişiyi buraya getirmesiyle anlaşıldı.
27 yaşındaki Meksikalı Edgardo Aragón'un kılıç kadar keskin videosu "Aile Etkileri", şiddeti
ve erkekliği Meksika'da yazılan herhangi bir akademik tezden çok daha iyi ortaya koyuyor.
Diğer bir eser ise 39 yaşındaki Britanyalı Simon Evans'a ait. Kendi iç dünyasının el çizimi
haritaları, bir oğlan çocuğunun Tracey Emin varyasyonuna benziyor.
Burada başarıyla bir araya getirilen kadın sanatçılar arasında Meksikalı fotoğrafçı Tina
Modotti ve Macar modernist Dora Maurer’in yanı sıra bugün 90'lı yaşlarında olan iki
muhteşem sanatçı da yer alıyor: Afrikalı-Amerikalı grafiker Elizabeth Catlett, linolyum
kesitlerine sivil haklar için verilen mücadeleleri oyuyor; Palermo doğumlu fotoğrafçı Letizia
Battaglia’nın çetin bakışı ise onu mafya terörünün en önemli tanıklarından biri haline
getiriyor.
Sosyo-politik içeriğine rağmen, bu bienal hayal gücünü fikirlere kurban etmiyor. Bu konudaki
başarısının büyük kısmını mimar Ryue Nishizawa'ya borçlu. Nishizawa kullanım amaçlı iki
büyük mekânı bölerek burada beyaza boyalı dünyevi şapeller inşa ederek güncel sanatın
ortaya çıkması için ideal bir ‘Tabula Rasa’ (Boş Tablet) oluşturmuş. En önemlisi, bütün sergi
sanki tek, organik bir enstalasyon gibi yerleştirilmiş. Antik karşılığının aurasından yoksun
olan günümüz sanatı, kolektif hafızamıza bir katkıda bulunabilmek için işte tam da böyle
ortamlara ihtiyaç duyuyor.
İsimsiz (12. İstanbul Bienali)
Antrepo No. 3 ve 5, 13 Kasım’a kadar gezilebilir.
Düzenleyen: İstanbul Kültür Sanat Vakfı.
Sponsor: Koç Holding
www.iksv.org
THE ECONOMIST 24 SEPTEMBER 2011
The Economist, 24 Eylül 2011
Klasiğe dönüş yeni öncü oldu
Çoğu bienal tutarsız ve çok yorucu. İstanbul bunların dışında kalan bir istisna.
Sarah Thornton
Neredeyse her gün, dünyanın bir yerinde bir bienal açılışı gerçekleştiriliyor. Bu sergilerin
amacı, güncel sanatı sahnelemek, turistleri cezbetmek ve yerel kültürü teşvik etmek. Çoğu
bienal birer karmaşadan ibaret ve bunların arasında en ticari görünenler, genellikle en önemli
marka ve ödüllerle teşvik ediliyor. Öte yandan küresel kültürün bazı noktalarında anlam
yaratabilen bienaller, son derece aydınlatıcı ve akılda kalıcı olabiliyor. 17 Eylül’de açılan ve
yaklaşık 2 ay boyunca devam eden İstanbul Bienali de bunlara bir örnek. Bienali, dokunaklı,
anlamlı ve entelektüel açıdan çekici, 41 ülkeden 130 sanatçının katılımıyla tutarlı bir sergi
yaratmayı başarmış, eşine az rastlanan bir başarı olarak değerlendirebiliriz.
İstanbul Bienali, Boğaz kıyısındaki iki devasa antrepoda gerçekleştiriliyor. Dokunulmamış bu
binalar, seyirciyi monoton bir gezi maratonuna sokabilecekken, bienalin küratörleri Brezilyalı
Adriano Pedrosa ve Kosta Rikalı Jens Hoffmann, bir sergi tasarım ustasından yardım
istediler. Japon mimar Ryue Nishisawa, oluklu çelik plakalar yardımıyla, sergi alanında farklı
boyutlarda odalar ve bunların dış alanlarını belirleyerek, mekâna yepyeni bir enerji kattı.
Bienalin küratörlüğünü yapan Pedrosa ve Hoffmann, aynı zamanda etkili bir önerme sunuyor.
Birleştirici bir unsur olarak bir teori veya tema kullanmak yerine, 1996’da ölen ve ölümünden
sonra 2007 Venedik Bienali’nde Amerika’nın temsilcisi olarak seçilen sanatçı Felix GonzalezTorres’i, bienalin ilham perisi olarak seçtiler.
Küba’da doğup, Portoriko’da eğitim gören Gonzalez-Torres, estetik olarak yenilikçi ve siyasi
olarak sofistike minimalist eserler üretti. Tıpkı ilham perisi gibi, İstanbul Bienali de saldırgan
veya sansasyonel olmaktan ziyade düşünceli bir bütünlük sunuyor. Pedrosa, “Aktivistler
yoğun mesajlar üretirken, sanatçılar çok katmanlı işler yaratıyor” diyor.
Bienalin, teorik olarak da güçlü bir yapısı var. işlerine ilham veren temalar çerçevesinde -aşk,
ölüm, soyutlama, ihtilaflı tarih ve bölgeler- beş alt başlığı temsil eden sergiler bulunuyor.
Büyük gri bir odada yer alan her bir karma sergi, daha küçük beyaz odalarda yerleşmiş
50’den fazla kişisel sergiye bağlantı noktaları yaratıyor. Mekâna getirilen zarif çözüm, karma
sergilerin başlıklarıyla, garip bir şekilde tekrarlanan “İsimsiz” ile çelişse de, “İsimsiz” (Ross)
başlıklı oda son derece etkileyici. Ross başlığı, sanatçının uzun yıllar boyunca sevgilisi olan
ve 1991’de, Gonzalez-Torres’in kendisi gibi AIDS yüzünden ölen Ross Laycock’tan geliyor.
Karma sergilerden bir diğeri de, “İsimsiz” (Pasaport #2), haritalar ve ulusal kimlik üzerine
yirmi iş içeriyor. Hank Willis Thomas’ın “Yuva Denilecek Bir Yer” başlıklı işi, bir geçitle
birleşen büyük siyah kıtalar Kuzey Amerika ve Afrika’yı betimliyor. Jorge Macchi’nin “Deniz
Manzarası”, ekvatorun altındaki tüm kara parçalarını, kuzeydeki denizlerden parçalarla
kaplıyor. Macchi’nin boğulmuş yarım küresine yorum olarak, Türkiye’nin en çok tartışılan
sanatçılarından biri olan Kutluğ Ataman’ın güneşle aydınlanmış su bantlarından oluşan
videosu sergileniyor.
Aynı odadaki bir seri vitrinde, Ramallah merkezli karikatürist Baha Boukhari, İngiliz mandası
altındaki Filistin’de babasına verilen pasaportları sergiliyor. Birçok sanat eseri, arşivlerde
bulunan tarihsel nesne ve belgeleri içeriyor. 2011’de izlenilen güncel sanatta açık bir vintage
-klasiğe dönüş- havası var.
Küratörler kafalarını “yeni”yle fazla dağıtmamakta haklı; yakın döneme ait işler, her zaman
bugünü en iyi anlatan sanat eserleri olmayabiliyor. Küratörler, daha fazla tanınmayı hak
ettiğini düşündükleri bazı kadın sanatçıların tarihsel işlerinden bir seçkiyi de sergilemeye
karar vermişler. Örneğin, Martha Rosler’in, 1967 ve 1972 yılları arasındaki Vietnam Savaşı
sırasında ürettiği “Savaşı Eve Taşımak” serisi, bugün Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki
devam eden varlığı sebebiyle hâlâ geçerli.
İstanbul Bienali aynı zamanda yükselen pek çok sanatçıya da kişisel temsil imkanı sunuyor.
Birçok ziyaretçi Wael Shawky’nin, Arap bakış açısından Haçlı Seferleri’nin hikâyesini
kuklalarla anlatan “Haçlı Seferleri Kabaresi: Korku Gösterisi Dosyası” videosuna hayran
kalıyor. Ayrıca, Ürdünlü Ala Younis’in “Kurşun Askerler” ve Dani Gal’in “Tarihi Plak Arşivi”
işleri de oldukça ses getiriyor.
Orta Doğu’daki güncel durumu göz önünde bulundurarak bu işleri izlemek ve Arap
sanatçılarla, Güney Amerikalı sanatçıların etkileşimini görmek oldukça ilginç bir deneyim.
Avrupa modernitesinin çevresinde yer alan bu iki bölgeden gelen bienal sanatçıları, kentsel
bozulma, hak mahrumiyetleri ve sınırların keyfiliği üzerine ortak temeller buluyorlar.
Hoffmann ve Pedrosa, güçlü yanlarını öne çıkararak, Güney Amerika’dan diğer kıtalara
nazaran daha fazla sanatçı seçmişler. Bienalin Türk hamilerinin, özellikle Koç ve Eczacıbaşı
ailelerinin, ulusal sanatçılara daha fazla yer verilmesi hususunda küratörlere herhangi bir
baskı yapmadıkları aşikar. Gerçekten de, İstanbul Bienali’nin bu stilize uluslararasılık hâli
tamamen doğal duruyor.
ABCD 24 SEPTEMBER 2011
ABCD, 24 Eylül 2011
Yüksek Merci
Javier Montes
Son yıllarda düşüncelerin en iyi ifade edildiği platformlardan birisi de İstanbul Bienali.
12. İstanbul Bienali’nin temasının esin kaynağı olarak karşımıza Kübalı sanatçı Félix
Gonzáles-Torres çıkıyor.
“Ben yüksek mercilerin sesi değilim. Benim de hatalarım var. Yanılmış olabilirim.” Adriano
Pedrosa ve Jens Hoffmann, 12. İstanbul Bienali için yaptıkları sunumda Féliz Gonzales’in
ünlü itirafını aktardılar. Bu açık sözlü ve özgür başlangıç noktasıyla desteklenen proje, bienali
bu kadar inandırıcı hale getirdi. Temayı önerenlerin yanı sıra burada bir araya gelenler de,
son yıllarda gerçekleşen bu tip faaliyetlerin arasında öne çıkan etkinliklerden biri olarak
tanımlanmasına yardımcı oldular.
Çünkü bu bienal, şatafatlı bir isme sahip olan “anlamsız ve boş” arasına sıkışmış, içinde üç
beş tane eserin belki görüldüğü ya da görülmediği diğerler bienallerden çok farklı; fikir ve
eleştiri eksikliğinin derinliklerinde gizli, anlaşılmaz, iddialı, bütünleştirici bir dizginle idare
edilmiyor. Ayrıca saf bir suçluluk duygusu ve politik müdahaleyle paralize edilmiş herhangi bir
sanatsal uygulama estetiği ve plastik etkinin göz ardı edildiği Kalvinist bienallerden de değil.
Bununla beraber siyaseti doğrudan doğal, belgelere ait, edebi ve göz alıcı bir şekilde
vurgulayan bir sanat yaratmaya zorluyor.
İstanbul Bienali, kuruluşundan bu yana karakterine yön veren geleneksel siyasi oluşumlar
içinde, sanatçılar ve kuratörler arasında kısa konuşmaların yer aldığı kitapla, profesyonellik
yoluyla her iki görüşü uzlaştırırken, yorucu alan çalışması ve dogmatizm karşıtlığı üzerinde
duruyor. Sloganlardan ve işaretlerden çok, sanatçılarla bağlantılı elli adet kısa monografik
açıklamayla kurgulanmış beş tematik çekirdek oluşturuluyor.
Kendi vizyonuyla
Bu, birçok bienalde yer alan çarpıtılmış ve izole edilmiş eserlerin serbest düşüşünden uzak,
ilginç işleri bir bağlama yerleştirmenin ve büyük bildirimleri önlemenin akıllıca, dürüst ve zeki
bir yoludur. Bu, güncel sanat panoraması sunumuyla ilgili bir soru değil, doğru vizyon nasıl
sağlanır sorusudur. Global perspektifle bakılırken, küratörlerin uzmanlıkları ve İstanbul ile
Türkiye’nin jeopolitik konumu yardımıyla bir sonuca varılıyor: Latin Amerika ve Ortadoğu,
proje vasıtasıyla bu odaklanmaya yardımcı oluyor.
İspanyol vatanseverliğinden kendimizi soyutladığımız noktada, doksanlı yılların
Muntadası’ndan harika bir iş karşımıza çıkıyor. Félix Gonzales’in ilerlemesi bir rastlantı
değildi; zaman içinde sanatçının toplum ve zamanının politikasına bağlı uygulamalarının
plastik görünümden vazgeçmeme isteğinin onu son derece zorladığını görüyoruz; aslında
ikincisini kullanarak ilkine ulaşıyor. González-Torres, bienale öncülük ederek bir isim veriyor
veya vermiyor: İsimsiz, Kübalı Amerikalı sanatçının diğer eserleri gibi, seyircisine kazanç
manevraları isteği aşılamaya çalışıyor. İşin ve yapımın yorumlanmasında uygun bir anlatım
bulunuyor. Beş bölümün her biri González-Torres’in genel tema olarak tarih, şiddet, sınırlar,
cinsiyet ayrımcılığı ve soyutlaştırma / somutlaştırma gibi olgulardan esinlendiği eserinin
bütününün tanımlanmasına katkıda bulunuyor.
Bu bienal, fikirlerden yoksun ve siyasal müdahale ile paralize edilmiş bir bienal değil.
Harika bir jest
Sanatçının aynı eserleri, şüphesiz ki planlanmış salon ölçülerinden çok uzak. Bu durum, zarif
ve harika bir jest olarak karşımıza çıkıyor. Böylece varlığı iki kat inandırıcı ve etkili olmakla
kalmıyor, bu yaklaşım aynı zamanda projenin, azizlerin hayatını ele alan veya örnekleyen bir
şekle dönüşmesini de engelliyor. SANAA’nın ortaklarından Ryue Nishizawa’nın işbirliği ve
yardımları sayesinde sergi tam bir başarı olarak sonuçlanıyor; izleyicilerden her birine farklı
ve samimi tecrübeler yaşatabilen ve arka arkaya gelen karışık fakat mekânsal bağlamda
okunaklı, birbirine geçit veren mekânlar. İstanbul liman bölgesinin endüstriyel depoları olan
yarı geçirgen antrepoların, dar koridorlarla ve metal bölücülerle birbirinden ayrılmış sergi
alanları tanımlanıyor. Bu da ziyaretçi ve kuratörlere neredeyse sonsuz bir ifade alanı ve
anlatım kolaylığıyla birlikte bölümlendirme olanağı sağlıyor.
Kapalı Mezara
Kolombiyalı genç sanatçı Milena Bonilla, Sağır Taş (2009) adlı video işinde, Londra’da
Highgate mezarlığında yer alan Marx’ın mezarının ilk planını filme alıyor. Mezar taşının
çatlakları arasında gezinen kırmızı karıncalar, hızla hareket ederken son derece yavaş bir
salyangoz, tarihin hızının pek çok yolla ölçülebileceğini hatırlatıyor. İsimdeki “X” ve “R”
üstünde kalan mikroskobik durgun göletçikler bu alanı bir sembol olarak tanımlayabilir ya da
bu tasvire bütünsel bir nitelik kazandırabilir. Soyut ve somut, tarihi ve bireysel, zihinsel ve
fiziksel, bireysel ve siyasi: bütünsel ve yeterli bir akli yaklaşım için burada yanlış ikilimler
birbirinden zekice koparılıyor.
LIBERATION 27 SEPTEMBER 2011
Liberation, 27 Eylül 2011
İstanbul görüntüleri
Vincent Noce
Sanat. İstanbul'un rakipsiz bienalinin 12’inci yılında şehir, çoğu Yakın Doğu’dan gelen plastik
sanatlar alanındaki sanatçıları ağırlama şansı buldu.
Londra'da yaşayan Türk sanatçı Kutluğ Ataman, dikkati sınırlara çekmek istediği yapıtında
üst üste yatay şeritler biçiminde güneş ışınlarıyla kaplanmış İstanbul Boğazı görüntülerini
sergiliyor. Bazen şeritlerden biri üzerinde bir kuş belirli bir seviyede görünürken, bir diğer şerit
de başka bir seviyede yeniden ortaya çıkıyor. Ortaya çıkan sonuç hipnotize edici. Bu,
İstanbul Bienali'nde iki ay boyunca sergilenen en şiirsel eserlerden biri. Bu etkinlik, mal
varlığını kamuya yönelik çalışmalarıyla kazanan Koç ailesinin ve bu ailenin mirasçılarından
biri ve kültürlü bir koleksiyoncu olan Ömer Koç'un sponsorluğunda mümkün kılınmış.
Ataman'ın videoları aynı zamanda Koç Vakfı'nın açtığı Arter adlı küçük modern sanat
müzesini de aydınlatıyor. Burada dikkat çekici bir bıyığa sahip olan ve videoyu hazırlayan
kişi, hızlı bir şekilde ve herhangi bir şey anlamadan Shakspeare metinlerini okuyan Türk
gençlerini canlandırmış; bu 20'li yıllarda alfabenin değiştirilmesi ve laiklik nedeniyle yerel
halkın yaşadığı dramı ifade etmenin bir yolu. Aynı zamanda, küçük bir Türk köyünde geçen
oldukça etkileyici bir öyküye de imza atıyor. Bu köyün halkı zorla evlendirilmek istenen bir
genç kızın aya kaçması için caminin minaresini bir füzeye dönüştürmek istemektedir. Her şey
hazırdır ancak imam caminin şerefesinden buna itiraz eder ve bunun üzerine köy halkı,
imamı, hamile kalmaları için çıplak genç kızların karınları üzerine yazdığı büyülü duaları
bozmakla tehdit ederek, ezan okumaya zorlarlar.
Enerji. Bienal, Boğaz kenarında iki adet hangarda gerçekleştiriliyor. Bu, bir bakıma Venedik
Bienali’nin tam tersi olan, enerjisi sayesinde sınırlı olanakların telafisini sağlayan oldukça
sempatik bir etkinlik… Kamunun geneli tarafından anlaşılma kaygısını sürekli taşıyor: tanıtım
kataloğu oldukça didaktik ve her salonda bağlamı veya eserlerinin anlamını açıklamak için bir
sanat öğrencisi ve hatta kimi zaman sanatçının kendisi mevcut bulunuyor.
Çoğunluğu Yakın Doğu ülkelerinden gelen, plastik sanatlar alanından sanatçıların bir araya
gelişi, çeşitli dramların yaşandığı bu bölgede politik, hatta militan bir tepki ortaya koyuyor.
Hırvatistanlı feminist sanatçı kolektifine verilen son etkinlik oldukça sarsıcıydı. Bu yıl, tıpkı
Lyon Bienali’nde olduğu gibi, organizatörler Latin Amerikalı ve çok daha entelektüel iki
komite üyesini, Kosta Rikalı Jens Hoffmann ve Brezilyalı Adriano Pedrosa’yı davet etti. Bu
durum bienaldeki brezilyalı sanatçıların varlığını güçlendirmiş gibi görünse bile,her şeye
rağmen, iki küratör de bu radikal görevi reddetmediler.
Ay sonunda açılacak Marakeş fuarının komite üyesi Renaud Siegmann gibi, Hoffmann ve
Pedrosa da ‘’estetik alanında daha fazla iyileştirme yapmayı’’ istemiş. Bazı eserlerin basit
belgesel niteliğini zorlukla aştığı hatta basit militanlığa dönüştüğü bir gerçek. İsrail ordusu
tarafından yıkılmış olan Filistin evlerinden toplanmış artıklardan oluşan tesisat bunun bir
örneği. On beş yıldır birlikte çalışan Romanyalı bir çift olan Florin Tudor ve Mona Vatamanu
tarafından oluşturulmuş resimler daha da ilgi çekici. Tarihle randevu adını taşıyan bu
salonda, hayal meyal göstericileri, polisleri ve ölüleri görüyoruz. Kahire veya Tunus’u
gördüğümüzü zannediyoruz ama emin de olamıyoruz. ‘Bu proje oldukça eskiye dayalı’ diye
anlatıyor Florin Tudor. “Basel’de gerçekleştirilen bir sergi sırasında, Davos ekonomik
zirvesine karşı gerçekleştirilen bir gösteriyle karşılaştık.” Onlar için, bu “değişiklik için
toplanma” hissinin ters yüz olması idi, çünkü ülkelerinde komünist diktatörlüğü güçlendirmek
için kullanılmışlardı. Ardından dünyada her yerde yapılan gösterilerin görüntülerini almaya
başladılar. Bir masa mızrak ve kalkanlarını kuşanmış savaşçıların antik dramını ortaya
koyuyor. Ama hayır, burada söz konusu olan, Şili’deki bir yerel bir gösteri… Zaman ve
mekânların birbirine karıştığı bu çalışmada, kırılmayı ve “bir başarısızlık hissini” birbirine
katıştırmayı istemişler.
Şekerlemeler. Buradaki eserler her halükarda orijinal, çünkü hareketli ve çelişkili bir
gerçeklik oluşturmak için resme güveniyorlar.
Bunun nedeni, iki komite üyesinin bienali, bağlam imgesi altında, Felix Gonzalez Torres’e
ithaf etmek istemesidir. 1996 yılında AİDS’ten ölümünden kısa süre önce kendisini
Guggenheim Vakfı’nın New York’ta düzenlenen bir sergisine adayan Küba asıllı New Yorklu
sanatçı bir efsane haline geldi, ancak bu durum, kendi geçmişinden esinlenen eserlerinin her
zaman anlaşılmasına olanak sağlayamadı. 1991 yılında, içinde renkli şekerlemeler bulunan
bir kaseyi, bir köşede sergileyerek büyük bir sansasyon yarattı. Eserin kim zaman
dondurulmuş olarak kopyalanması oldukça gülünç bir hâl alıyor, çünkü eserin amacının
AİDS’ten ölen hayat arkadaşının bir portresini yansıtmak olduğu ve ziyaretçilere kâsedeki
şekerlemelerin ikram edilmesini içerdiği biliniyor. Hayat arkadaşı Ross’un ağırlığı olan 80 kg.
ağırlığa sahip olan bu kâse, içinden ikram edilen şekerlemelerle ölümcül zayıflamayı ifade
ediyor. Öte yandan ziyaretçilerin hayat arkadaşının bedenini yemeye çağırılması
bağlamında, eser İsa’nın bedeninin özümsenmesini de ifade ediyor.
İstanbul’da minimalizme yönelik bu çağrı, görüntüler, mektuplar ve kaybedilmiş evlerden
oluşan kalabalık bir nostalji konseptiyle ortaya çıkıyor. Öte yandan, minmalizme açılan bu
alan kendi yetersizliklerini haklı çıkarmak için diğerlerinden çalan 'sözde' sanatçıların
kopyacılığının meşrulaştırılmasına yol açtığı noktada endişe verici hale geliyor. Sınırlar
(genel olarak karşı olunur), silahlar (karşı olunur), seks (desteklenir, eğilim oldukça gey) gibi
birtakım klişelerle sanatın aslen sınırları aşmak olduğu unutuluyor.
THE DAILY TELEGRAPH 01 OCTOBER 2011
The Daily Telegraph, 1 Ekim 2011
İstanbul Bienali: Dünyanın Kesişim Noktasında Sanat
Tom Horan‘a göre, İstanbul’un Doğuyla Batı’yı birleştiren özgün ortamı şehrin bienalini en
iyiler ligine yükseltmesine yardımcı oluyor.
Tom Horan
Bizans’ta ekonomik durgunluk gözükmüyor. İstanbul’daki bir gazete bayiinde 70 pound
tutarındaki dergilerini satın almayı bekleyen önümdeki adam parıltılı saat vitrinine bakarken
PIN kodunu tuşluyor. Yacht Park & Lifestyle, Motorboat Month’dan oluşan bu parlak yığının
ederi ifadesine belli belirsiz yansıyor. Geçen yılın Avrupa Kültür Başkenti, bu yılın Avrupa
Spor Başkenti, olağanüstü bir sanat bienalinin sahibi, Avrupa ve Asya’ya yayılan şehir
yeniden canlanıyor. Kedi ve arabaların yanı sıra – ki her ikisinden de milyonlarca var ve her
ikisi de aynı oranda önüne geçilemez durumda- şehirde en çok dikkatinizi çeken şey
bankamatikler. Daha önce hiç, bu kadar fazla ve bu kadar büyük ölçülerde bayrağa Boğaz’dan yükselen rüzgârla dalgalanan, basketbol sahası büyüklüğündeki devasa kırmızı
dikdörtgenler- sahip bir ülke görmemiştim.
12. İstanbul Bienali kısa bir süre önce zamansız ve baştan çıkarıcı bir şekilde uzanan sudan
yalnızca birkaç adım ötede kapılarını açtı. Küratörler Jens Hoffmann ve Adriano Pedrosa
dünyanın her yerinden gelen 135 sanatçının işlerini şehrin kendi yapısını yansıtan bir şekilde
düzenlenmiş beyaz galerileri içeren, dönüşüme uğramış bir çift depoda topluyor. Brezilyalı
Pedrosa ile Kosta Rikalı Hoffmann işleri beş grup ve elli solo sergide tasnif etmişler; işlerin
hepsi de ilk bakışta gelecek vaat etmeyen bir başlık gibi gözüken ‘‘İsimsiz” altında toplanmış.
1987’den beri İstanbul, Venedik ve Sao Paulo ile birlikte dünyanın en itibarlı sanat
bienallerinden biri. Geçen yıllarda, eserler şehre dağılmış pek çok mekânda sergilenirken bu
sene alının tek bir merkezi yerde sanata ev sahipliği yapma kararının arkasında bir ilham var.
Venedik, tutarsız ve bağlantısız gibi gelebilir, çoğu zaman da sadece bir şeylerin önünde
durabilmek adına doğru yere gidebilmekle ilgili lojistik bir durum hâkim. Bienale bu yıl ev
sahipliği yapan iki bina, Antrepo 3 ve 5 ise, gerçekten de zihin açıcı sayıda görsel içerecek
kadar geniş, aynı zamanda bu deneyimi zevkli kılacak kadar ölçülü ve yoğunlar.
Pedrosa ve Hoffmann, seçtikleri sanatçıların isimlerinin neredeyse hiçbirini önceden ifşa
etmeyerek bir risk aldılar. Buna ek olarak da, etkinliğin birleştirici teması olarak da 1996’da
hayatını kaybeden Küba kökenli Amerikalı kavramsal sanatçı Féliz Gonzales-Torres’in
eserlerini kullanmayı tercih ettiler. Bu yaklaşımın sonucu olarak ise ortaya olağanüstü
derecede çeşitlilik gösteren eserleri içeren bir sergi çıkıyor. Avrupa ve Asya’nın arasındaki
sınırında konumlanmış, hızla gelişmekte olan bir şehirde bulunmalarının yanı sıra, dünyayı
görme biçiminizin değiştiği algısını yaratıyorlar.
İşlerden bir tanesi kelimenin tam anlamıyla bu etkiyi yaratıyor: İsimsiz (Pasaport) adlı grup
sergisinde Alman sanatçı Kirsten Pieroth’un geniş bir dünya haritasını almış ve her ülkeyi
titizlikle birer birer kesip ayırmış. Bunların her biri galeri duvarı boyunca, Almancadaki
isimleriyle alfabetik olarak sıra halinde sergileniyor. Gezegenimizin görünüşü öyle sabit bir
biçimde akla kazınmış ve ulus devletlerin yeri o kadar değişmez geliyor ki -artık her biri
tanıdık olmayan bir şekle sahip adalara dönüşmüş- bileşenlerine ayrılan bu yapboz
gerçekten de alt üst edici.
Bienalde sergilenenlerin çoğunda olduğu gibi bu esere daha fazladan bir etki sağlayan şey
onu bu kadar zengin bir tarihe sahip şehrin içerisinde -ki bu zenginliğin önemli bir kısmı
konumundan kaynaklanıyor- görmek. İngiltere’deyken Avrupa’ya ve hatta dünyaya bakarken,
güneydoğuya doğru onun kuzeybatı ucundan bakıyoruz. Boğaz boyunca köprünün üstünden
Asya’ya doğru yürürken bu perspektifin neredeyse fiziksel olarak değiştiğini hissediyorsunuz.
Ve vapurlar! Bize her zaman Manş Denizi’nin en yoğun suyolu olduğu söylenmez miydi? Bu
Karadeniz’den içeri ve dışarı akan deniz trafiğini beş dakika seyrettikten sonra geçerliliğini
kaybediyor. Bu ölçekteki bir ticaretle karşı karşıyayken neden fazladan bir ya da iki tane daha
bankamatiğe ihtiyaç olabileceğini anlıyorsunuz.
Antrepo 5’in serin havasına dönersek, bienaldeki sınırlı sayıdaki İngiliz sanatçılardan biri de
aynı şekilde deniz temasıyla ilgileniyor. Simon Evans bir nevi modern ofis papirüsü yaratmak
amacıyla bant ve daksil katmanlarını büyük kâğıtlar üzerine uyguluyor. Bu yüzeyin üzerine
de minicik, detaylı çizimler yapıyor. “People I Know” da okul öğretmenleri tarafından çokça
sevilen dört renkli kalemle akla gelebilecek her türlü deniz taşıtı –denizaltı, gondol, tanker,
kalyon, kadırga, yat, kano- tasvir edilmiş.
Bu çizimleri görmek için üç çizimlere inçlik bir mesafeyi geçmeyecek şekilde gözlerimi kısıp
baktım. Bu İstanbul deneyiminin olağanüstü çeşitliliğinin bir göstergesi; öyle ki iki saat sonra
o ana kadar bulunduğum en büyük odaya –sonraları camiye çevrilmiş olan, dördüncü
yüzyıldan kalma bazilika Ayasofya’ya- nüfus edebilmek için başımı kaldırmış duruyordum.
Bienalden edindiğim fikirler ve bilgilerle dolmuşken, Bizans gibi, modern İstanbul’un, vücut
bulduğu eski Konstantinopolis’le ilgili özet tarihi anlatan rehberime ayak uydurmaya çalıştım.
Bu ilk değildi; yine aktör ve yazar Ken Campbell’in tek kişilik gösterilerinde kullandığı bir
anekdotu hatırladım. Bir pasta grafiği düşünün. Bu bildiğiniz kısım -yüzde beş. Bu da
bilmediğiniz -yüzde on. Ve bu da bilmediğinizi bilmediğiniz kısım -yüzde seksen beş.
Göze çarpan iki yapıt benim durumumda Ken’in belirttiği bu ilk oranın bir miktar iyimser
olduğu hissini verdi. Mısırlı Wael Shawkly’nin video işiyle bana yıllarca Haçlılar hakkında
tarih derslerinde öğrendiklerimden çok daha fazlasını öğretti. Ama bunlar arasında en iyisi
İsrail doğumlu Dani Gal’in 20. yüzyıldaki tarihi anlara -Moshe Dayan, Louis Farrakhan,
Nehru, Nixon, Mountbatten ve hatta Prenses Anne ve Mark Phillips- dair plak kayıtlarından
oluşturduğu The Historical Records Archive adlı yerleştirmesi. Çağrışımlar uyandıran
kapaklara bakmak ve kayıtlar üzerine düşünmek; bildikleriniz, bilmedikleriniz ve tahayyül
etme becerisinin baş döndürücü karışımı.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen ve Koç Holding sponsorluğunda
gerçekleşen İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 13 Kasım’a kadar devam ediyor.

Benzer belgeler