08.12.2014

Transkript

08.12.2014
1
Ayla Yılmaz:
SÖYLEŞİ
Karadeniz’in
müziği de
suyu gibi
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:31 -
08 - 14 Aralık 2014
basnews.com
Sayfa 16
Türkiye, seçim barajı tartışmalarına kilitlendi
Çözüm, barajı aşabilecek mi?
Erbil - Bağdat
treni raya
giriyor mu? Sayfa 06
BasHaber / BasNûçe
Yeni Projelere
doğru
Türkiye demokrasisinin yapısal sorunlarından biri
olan seçim barajı tartışmalarının Çözüm Süreci’nin
arifesinde gündeme gelmesi beraberinde birçok soruyu da getirdi. “Seçim barajının arkasına sığınmıyoruz”
diyen Başbakan Davutoğlu’nun tavrının seçimlere
bunca yaklaşılan bir dönemde Çözüm Süreci’ni nasıl
etkileyeceği konusunda merak uyandırıyor. AB’nin
öteden beri üyelik müzakereleri kapsamında düşürülmesini dayattığı yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi halinde, Türkiye’de değişecek olan meclis
aritmetiğinin siyaseti ve Kürd meselesini nasıl etkileyeceği soruları ise temel gündemi oluşturuyor.
Müzakerenin kıyısında
Temsilde adalet!
HAMİYET ÇELEBİ
DTK Eş Genel Başkanı Hatip Dicle ve HDP Eş
Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Anayasa
Mahkemesi’ne yaptığı bireysel başvuruların gündeme alınacağının açıklanması ile birlikte Türkiye
seçim barajı tartışmalarına kilitlendi.
Dicle ve Demirtaş’ın 2839 sayılı Milletvekili Seçim
Kanunu’nun yüzde 10’luk ülke geneli seçim barajını öngören 33. Maddesi’nin 1. Fıkrası’nın haklarını
ihlal ettiği gerekçesiyle yaptığı bireysel başvuruya
ilişkin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın
yaptığı değerlendirme sonrasında siyaset ve yargıSayfa 02 - 03
nın gündemi baraj meselesi oldu.
s02
MESUT YEĞEN
Papa, Diyarbakır’a
davet edildi
Sayfa 10
s05
Baraj ya da kimin oyu makbul
FERHAT KENTEL
s07
Yetkisiz izleme kurulu
dikkate alınmaz
Sayfa 05
Sayfa 11
Kobanê’de son
operasyona geri
Sayfa 07
sayım
Bertaraf
edilemeyen gazete
Özgür Ülke
Ruhi Su:
Sayfa 08
Van’dan Konya’ya bir
sürgün anatomisi Sayfa 14
02
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık 22014
MANŞET
Türkiye gökkubbesinde
boş ve hoş bir sada:
Temsilde adalet!
Ankara baraj kapak larını kaldıracak mı?
HAMİYET ÇELEBİ
Türkiye siyasi tarihininin neredeyse her döneminde seçim sistemleri
tartışıldı. Tartışmaları yürütenler her
daim “temsilde adalet, yönetimde istikrar” söylemlerini temel argüman
olarak aldılar. Partilerin oy yüzdelerine yakın oranlarla TBMM’de temsil edilmenin istikrarlı ve güçlü hükümetlerin oluşmasını engelleyeceğini,
her siyasi partinin oyu oranında mecliste temsiliyetinin koalisyonlara yol açacağını, bunun da
siyasi istikrarsızlık yaratacağını düşünüyorlardı.
Henüz kurulmuş olan Demokrat Parti (DP), 1946 yılında yapılacak olan seçimlerde I. Meşrutiyet’ten beri uygulanan “liste usulü çoğunluk sistemine” karşı, nispi temsil sistemini istiyordu. Dönemin çoğunluk sistemi büyük
parti lehine, küçük partilerin ise aleyhine işleyerek, küçük partileri aldıkları oy oranlarının çok altında Meclis’te
temsil edilmelerine neden oluyordu. Nitekim istediği
seçim sistemini getirebilme gücüne sahip olmayan DP, o
yıl yapılan seçimde Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP)
395 sandalyesine karşılık 66 sandalye kazanmıştı.1950 seçimlerine gelindiğinde ise DP güçlenmiş, oy potansiyelini
artırmış, siyaset sahnesinde temel oyuncu olmuştu. 1949
yılında seçim kanunlarında değişiklik yapılması sürecinde DP artık nispi temsil sisteminden bahsetmiyor, aratık
nispi temsilin “siyasi istikrarsızlığa” yol açacağını savunuyordu. Bu dönemdeki tartışmalarda nispi seçim sistemini
savunmak DP’den kopan muhafazakarların yeni kurduğu
küçük Millet Partisi’ne kalmıştı. Dönemin Başbakanı,
deneyimli siyasetçi ve tarihçi Şemsettin Günaltay’ın nispi
temsil sistemine ilişkin o yıl meclis kayıtlarına düşen sözleri sistemin ne kadar sakıncalı olduğuna ve siyasi istikrarsızlığa neden olacağına dairdi. Kaderin cilvesine bakın ki,
sadece iki yıl sonra aynı Şemsettin Günaltay, ama bu sefer
ana muhalefet partisi lideri olarak ‘nispi seçim sisteminin
Türkiye demokrasisi için ne kadar elzem olduğunu’ savunacaktı.
Nihayet 1961 seçimlerine nispi seçim sisteminin bir
varyantı olan Belçikalı siyasetçi D’Hondt’un tasarladığı
sistemle gidilmiş, ancak önceki yılların “siyasi istikrar”
kaygısı; çevre barajı ile dengelenmeye çalışılmıştı. Bu sistemle yapılan 1961 yılındaki seçimin galibi CHP olmuştu
olmasına da, tek başına hükümet kuramamış ve Türk siyasi hayatının çalkantılı, son derece istikrarsız koalisyonlar
süreci böylece başlamıştı. D’Hondt sisteminin 1965 genel
ve 1966 ara seçimi dışında bu güne dek uygulanan seçim
sistemi olduğunu da belirtelim.
Açık ki dün seçim sistemlerine karşı geliştirilen argümanlar ile bu gün seçim barajlarına destek niteliğindeki
argümanlar aynı minvaldedir: Zayıf hükümetlerin yaratacağı istikrarsızlık, ekonomik ve siyasi buhranlar, koalisyonlara mahkum olmak…
Türkiye’nin seçim sistemlerindeki değişim süreçlerini
izlediğimizde kaygının aslında ne temsilde adalet ne de siyasi istikrar olmadığı görülecektir. Temel motivasyon her
siyasi zümrenin kendi çıkarına yontabileceği siyasi formülasyonlar üretebilmek olduğu anlaşılacaktır. 30 yılı aşkın
bir süredir, Türkiye siyasi hayatını biçimlendiren darbe
kalıntısı bir anayasanın ve seçim yasasının hala yürürlükte
olması bu paradoksun bir özeti niteliğindedir.
İster seçim barajları kalksın, ister “makul” ölçülere indirilsin, isterse de olduğu gibi korunsun, her partinin başına bir padişah yerleştirip, milletvekillerini oylamalarda
ellerini indirip kaldırmaktan ibaret kurşun askerlere çeviren Siyasi Partiler Kanunu, Milletvekili Seçimi Kanunu
ile artık reel hayatla bir arada durmaktan aciz bu Anayasa
yerli yerinde durduğu sürece, hükmedenler iktidarlarının
bekâsı için istikrar arayacak, ancak ‘temsilde adalet’ Türkiye gökkubesinde seçmen kulağına fısıldanan hoş ve boş
bir seda olarak baki kalacaktır.
MANŞET
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
3
SÖYLEŞİ
Temsilde adalet yönetimde
istikrar
Demokrasinin en temel unsurlarından bir tanesinin siyasi partiler
yasası ve seçim yasası olduğunun
altını çizen Toros Üniversitesi Rektör
Yardımcısı Ahmet Özer, Türkiye’de
her iki konuda antidemokratik
olduğuna vurgu yaptı. Özer, ‘’Temsilde adalet yönetimde istikrar ilkesi
vardır. Yönetimde istikrar ilkesi adına temsilde adalet yıllardır ayaklar
altında çiğneniyor’’ diye konuştu.
Özer sözlerine şöyle devam
etti:’’Bu AKP’nin aslında demokrasiyle olan ilgisini göstermektedir.
Hükümet sık sık milli iradeden
bahsettiği halde yüzde 10 barajının olması milli iradenin ayaklar
altına alınmasıdır. Bugüne kadar
iktidarın yapmadığına Anayasa
Mahkemesi’nin el atması iktidarda
bir telaşa neden oldu çünkü AKP
iktidarının temel düşüncesi 2015
seçimlerinde anayasayı değiştirecek
bir çoğunluk yakalama veya referandum yaptırmadır. Umarım bu
bireysel başvurular bir sonuç verir
ve 2015 yılından önce seçim barajı
iner ve Kürd hareketi de kendi adıyla
gireceği seçimden belli bir sayı ile gireceği seçimden belli bir sayı ile çıkar
ve çözüm sürecine katkı sağlar. Eğer
Anayasa Mahkemesi böyle bir karar
alırsa parlamentonun yasa çıkarması
gerekir bunu yapmadığı takdirde de
yeni bir tartışma ve kaos yaratmış
olur. İktidarın giderek muhafazakarlaşan yapısına diğer faktörlerin
müdahalesi olarak görmek lazım
bu kararı. İktidar bunu yapmıyorsa
diğer bireysel başvuru hakkı da varsa
bu anayasal olarak değerlendirilir.
Kendi içlerindeki çekişme ve kapışma bizi ilgilendirmez bizi ilgilendiren
ihlallerin giderilmesidir. Bu olursa
Türkiye’ye yararı olur’’ dedi.
İktidardayken başka
muhalefetteyken başka
Muhalefet ve iktidar partilerini
eleştiren Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim
Üyesi Fazıl Hüsnü Erdem, ‘’Muhalefetteyken bütün partiler seçim
barajının temsilde adalet ilkesine
aykırı olduğunu ve kaldırılması
gerektiğini ya da makul bir seviyeye
çekilmesi gerektiğini söylüyorlar.
Ama daha sonra iktidar olunca hepsi
bundan vazgeçiyor. Çünkü iktidara
geldiklerinde hepsi artık seçim
barajının kendilerinin işine yaradığını düşünmeye başlıyor.”
Öte yandan bir tarafta yönetimde istikrarın diğer tarafta
da temsilde istikrar ilkesinin
önemli olduğuna vurgu yapan
Erdem, ‘’Geçmiş dönemde yönetimdeki istikrarsızlık ülkeye
büyük zararlar verdi bunu anlıyoruz ama en azından temsilde
adalet ilkesi adına seçim barajı
düşürülmelidir. Tabi ki bu barajın düşürülmesi artık bugün
ki konjonktürde HDP’nin
çıkarına bir sonuç doğurabilir.
Ama çok da abartılı bir sonuçta
doğurmaz çünkü zaten daha
önce bağımsız olarak girip
daha sonra grup kurabiliyorlardı. Ne olabilir bugün 35 milletvekili ise barajın kalkmasıyla
birlikte 50–60 milletvekili çok
da önemi değil. HDP açısından
önemli olan daha etkin olabilmek için engellerin kalkmasıdır’’ diyerek, çözüm sürecinin
sağlıklı bir şekilde ilerlemesi
ve sürecin barışa evirilebilmesi
için barajın indirilmesine ve
legal Kürd siyasi aktörlerine
ihtiyaç olduğuna dikkat çekti.
Anayasa Mahkemesi’nin, Hatip Dicle ve Selahattin
Demirtaş’ın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı bireysel başvuruların gündeme alınacağını açıklayan Başkan Haşim
Kılıç verdiği bir röportajda seçim barajının kaldırılmasıya ilgili yapılan bireysel başvurular hakkında, “ 2-3 hafta
içerisinde görüşüp karara bağlayacağız” dedi. Kılıç’ın bu
sözlerinin ardından siyasetçilerden peş peşe açıklamalar
geldi. Öte yandan bir televizyon programına katılan Başbakan Ahmet Davutoğlu Anayasa Mahkemesi Başkanı
Haşim Kılıç’ın yaptığı açıklamalara cevaben şunları dile
getirdi: “Barajın arkasına saklanmadık. Yeni kurulan
bir parti olarak seçime girdik iktidar olduk. Bizim bir
kaygımız yok. Temsil ve istikrar önemlidir. Biz istikrarı
bozacak bir şeye izin vermeyiz.” Muhalefet partilerinin
konuya ilişkin açıklamalarına da değinen Davutoğlu
konuşmasına şöyle devam etti: “ Samimilerse konuşulur
Düşünce özgürlüğü
parlamentoya yansımalı
Ankara’da süren bu tartışmaya AKP, CHP’deki Kürd
milletvekilleri ve Kürd siyasetçileri de katıldı. HDP’nin
Ağrı Milletvekili Halil Aksoy,
seçim barajının Şark Islahat
Planları’nın ve 12 Eylül Askeri
darbesinin ürünü olduğunu belirterek, seçim barajının Tansu
Çiller iktidarı döneminde de tartışmaya açıldığını ancak statükonun
bunu devam ettirdiğini vurguladı.
Aksoy, siyasi iktidarların Kürdlerin
demokratik temsiliyetini barajlarla
boğmak istediklerini ve bunu kısmen
de başardıklarını belirterek sözlerine şöyle devam etti: “Ne zaman
ki, biz bağımsız seçimlere girdik
ve diğer partilerle ittifak kurduk o
zaman baraj patladı. AKP, kısmen de
olsa anayasal değişiklikler yapmıştır. Ama yüzde on seçim barajının
arkasına sığınmıştır. Biz parti olarak
yüzde on barajının kaldırılmasını ve
böyle bir şeyin olmaması gerektiğini
düşünüyoruz. Türkiye’de inanç ve
yeni formül neyse uygulanır. Biz her fikre açığız’’dedi.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin izlerini silmek adına
yeni bir anayasa hazırlanması ihtiyacına dair muhalefetten güçlü talepler yükseldi. Muhalefet ve hukukçular demokratik yeni bir anayasa için, her açıdan tam hak eşitliğine dayalı, azınlıkların varlığının kabul edildiği, tüm
mezhep ve dinlere karşı eşit uzaklıkta durulması esasına
dayalı, 12 Eylül Askeri Darbesi’ni mahkum eden siyasi
bir iradenin ortaya konulmasının; seçimlere gidilen bir
süreçte %10’luk seçim barajının kaldırılarak, bütün siyasi
partilerin eşit koşullarda seçime girmesinin koşullarının
oluşturulması yükselen talepler arasında sıralanıyor.
Toros Üniversitesi Rektör Yardımcısı Ahmet Özer,
Dicle Üniversitesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi Fazıl
Hüsnü Erdem ve Siyasi partilerin başkanları ve milletvekilleri BasHaber’in sorularını yanıtladı.
demokratik bir anayasanın katkısı olur, seçim barajının
kaldırılmasının değil.”
Çözüm sürecine katkı sağlar
HAK-PAR, Genel Başkanı Fehmi Demir de yapılan tartışmalara katılarak seçim barajlarının, totariterleşmenin,
ve halkların iradesine engel olma çabalarının ürünü olduğunu vurguladı. Demir, iktidarın iddia ettiğinin aksine,
yüzde on barajının Türkiye’ye istikrarı değil istikrarsızlığı
getirdiğini ve bunu koalisyon partilerinin iktidarları zamanında da yaşadıklarını açıkladı. Demir seçim barajının
çözüm süreciyle bağlantısıyla ilgili tartışmalara da değinerek şunları açıkladı: “Barajın kaldırılması çözüm sürecine
olumlu bir katkı yapar. Bu Kürd siyasetine olumlu bir
katkı yapar. Kürdlerde de temsiliyet oranı çoğalır etnik ve
dini temsiliyetin önü açılmış olur” dedi.
Parlamentoda temsiliyet esas alınmalı
CHP, Malatya Milletvekili Veli Ağbaba da gündemin
sıcak maddesi olan yüzde on seçim barajı hakkında açıklamalarda bulundu. Ağbaba, seçim barajı tartışmalarının
milli iradeye zarar verdiğini ve milli iradenin temsiliyet
bulmadığını, hükümetin totariterleştiğini ve dünyada eşi
benzeri görülmemiş bir seçim barajını savunduğunu dile
getirdi. Ağbaba, seçim barajının kalkması gerektiğini ve
bunun tüm etnik ulusların parlamentoda temsiliyeti için
mühim olduğunu da sözlerine ekledi.
Çözüm süreci anayasal değişikliklerle devam
etmeli
Yüzde on seçim barajının Türkiye’nin demokrasisini
kelepçeleyen, darbenin ürünü olduğunu belirten Yeşiller
ve Sol Gelecek MYK üyesi Abdullah Çifçi, iktidar partisinin
demokrasinin makul taraflarını göremediğine dikkat çekti.
Çiftçi, açıklamasına şöyle devam etti:’’Ülkenin bu demokrasi utanç durumundan kurtulması gerekiyor. Bu yeterli
mi tabi ki yeterli değil. Ülkedeki istikrar, refah ve huzur
seviyesinin artmasıyla mümkün, seçim barajlarıyla değil.”
düşünce özgürlüğünün parlamentoya yansımasını istiyoruz. Bizim bu
konuda kanun tasarılarımız var.” Aksoy, seçim barajının çözüm süreciyle
doğrudan alakalı olduğunu belirterek, seçim barajının kaldırılmasının,
demokratik anlayışın inşaası için
önemli olduğunu ve bu düşünceye
karşı duranların demokrasiye olan
inançlarından şüphe edilmesi gerektiğini vurguladı.
Hedef AK Parti’nin gücünü
kırmaktır
Seçim barajıyla ilgili tarışmalara
katılan AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, ‘Anayasa
Mahkemesi’nin siyasete müdahalesine değindi. Ensarioğlu, seçim barajı sorunun kendilerinin getirdikleri
bir sorun olmadığını açıklayarak bu sorunun koalisyon
hükümetlerinin bir ürünü oldğunu ve kendilerinin bu
konuda düzenlemeler yapmaya hazır olduğunu belirtti.
Ensarioğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
Başbakanlık döneminde de seçim barajıyla ilgili önerilerinin olduğunu ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dar bölge seçim sisteminin tartışmaya
açıldığını ancak muhalif partilerin buna yanaşmadığını
sözlerine ekledi. Seçim barajının kaldırılmasının, çözüm
sürecine katkısının olup olmayacağı tartışmalarına da
değinen Ensarioğlu şunları dile getirdi: “Anayasa Mahkemesi siyaseti dizayn etmek ve AK Parti’nin anayasayı
değiştirebilecek gücünü kırmaya çalışmaktadır. Biz
yeni bir anayasa hazırlayarak, demokrasinin önündeki
engelleri ortadan kaldıracağız. Çözüm sürecine yeni ve
Temsilde adalet sağlanması şart
Hükümetin seçim barajı tartışmalarındaki tutumunu
eleştiren ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, temsilde adaletin
sağlanması gerektiğini belirtti. Taş, AKP’nin kendi istikrarını koruma ve sivil diktatörlük kurma peşinde olduğunu
ve darbe kavramıyla algı yönetiminin yapıldığını ve milli
iradenin kendisinden ibaret olduğuna inandığını belirtti.
Taş şunları kaydetti: “AKP’nin çözüm süreci konusunda
bir iradeye sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
AKP 2015’te yapılacak seçimlerin hesabını yapmaktadır.
Yüzde on seçim barajını savunmak ve çözüm sürecinden
bahsetmek samimiyetsizlik göstergesidir. Kürdler aldıkları oylar kadar temsil edilmeli. Yüzde on seçim barajıyla
Kürdlerin oyları çalınmaktadır.”
Demokrasi güçleri önündeki
engeller kaldırılmalı
Demokrasi ve eşit temsiliyeti engelleyen uygulamalardan birinin de seçim barajı olduğunu ve kaldırılması
gerektiğini açıklayan EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan,
yüzde on seçim barajının kaldırılmasının Kürd ve muhalif
çevrelerin temsiliyetine katkı sunacağını söyledi.
03
Baraj ya da kimin oyu
makbul?
FERHAT KENTEL
O muhteşem “Seçim barajını biz
mi getirdik ki, biz kaldıralım” özdeyişi
bugünlerde tabii ki yeniden gündeme
geldi. Bu konuda bol miktarda ironi
yapıldı. Normaldir; ironi yapılmayacak
gibi değil çünkü. “Başörtü yasağını biz
mi getirdik ki, biz kaldıralım”, “Kürdlere baskıyı biz mi getirdik ki, biz kaldıralım” gibi çeşitli versiyonları olabilir
böyle bir özdeyişin. Biraz Demirel usulü bir tarz. İşine böyle
geldiği zaman, “bizimle alakası yok”; işine başka türlü geldiği
zaman “bu bizim işimiz, biz yaparız” minvalinde süren ve de
“sorumluluk etiği” ile pek alakası olmayan bir insanlık hali,
daha doğrusu kurnazca bir “siyasetçilik” hali...
Tarih boyunca o kadar çok örneği var ki, heyecanlanmaya
gerek yok. Ama bugünlerde bir yandan toplumun içinde çok
ciddi bir şekilde süren ve seçim barajını düşürmek için mücadele eden toplumsal ve kültürel grupların, özellikle Kürdlerin
yanısıra, Anayasa Mahkemesi’nin de devreye girmesi, meselenin bir anda gündeme oturmasına sebep oldu.
12 Eylül darbecileri toplumun derinliklerinden çıkma uğraşı veren talep, hissiyat ve renklerden tabii ki korkacak ve
de onları “bozguncu marjinaller” olarak görecekti. Bu yüzden
barajı getirdi ve bu korkuyu kutsal “istikrar” kavramı arkasına sakladı. D’Hondt sistemiyle de güçlü partilere bir avantaj
daha verildi. Ancak “istikrar” adına atılan bütün bu adımlar
memlekette hiçbir zaman “istikrar” getirmedi. Çünkü toplumun “temsili” hiçbir zaman adil bir şekilde gerçekleşmedi. Bu
yüzden siyasal kültürümüz bağrış, çağrış, şiddet dili, kibir ve
kifayetsiz ihtiraslarla yeniden üredi.
Şimdi bugün geldiğimiz aşamada barajın kaldırılması yönünde çok güçlü bir talep var. Ancak bu talep “milli irade”nin
tecelli ettiği TBMM’de bir türlü karşılık bulamadı şimdiye kadar. Çünkü barajı “aşan” necip Türk partilerinin işine gelmedi
bu adaletsiz yapıyı ortadan kaldırmak...
Ve mevzuu mecliste değil, Anayasa Mahkemesi’nde açıldı. Tam da “yetmez ama evetçiler”in dünya kadar küfür yemelerine neden olan Anayasa referandumuyla gelen “bireysel
başvuru hakkı”nın sağladığı bir imkân sayesinde yeniden gündemimize girdi.
Ancak, meselenin iki veçhesi var. Bir tanesi “soğuk” bir
veçhe. Bir memlekette palavradan değil, gerçekten “milli
irade”den bahsedecekseniz, milli iradenin bütün çeşitliliklerinin yansıyacağı bir seçim sistemi getirmek zorundasınız.
Seçmenlerin fıtratlarında eşitlik olmadığı varsayımını bırakıp, oylarda eşitliği sağlamak zorundasınız.
Bir çobanla bir profesörün oyunun aynı olması gerektiği
gibi, A partisine ya da B partisine oy verme eğilimi taşıyan
seçmenlerin oylarının eşit değerde olmasını sağlamak zorundasınız.
Gerçekten “milli irade”den bahsedecekseniz, bırakın
barajı, d’Hondt falan gibi taklalara bile tevessül etmemeniz
gerekir...
Bunlar işin soğuk tarafı... Yani “aklî olan yol”, Anayasa
Mahkemesi’ne bırakmadan “milli irade”yi temsil ettiğini iddia
edenlerin sorunu Meclis’te çözmeleri...
“Çok objektif ve uzak görüşlü” bir takım aparatçikler olaya “Mesele baraj değil, sen hala anlamadın mı?” diyerek hemen topa dalmışlar. “Toplumsal”ı anlamaktan ziyade, siyaset
koridorlarında “ikbal” ve “network” peşinde koşan, “çoğunluk” tarafından sevilmek için yanıp tutuşanların “toplumun
azınlıklarını” anlaması beklenemez kuşkusuz.
Ve işte meselenin “kalbî” tarafı da burada yatıyor.
Bırakın anayasa, hukuki gereklilikler, istikrar, temsil vb.
ağır kavram ve çerçeveleri; çok daha basit bir boyutu var baraj
meselesinin.
Şöyle soralım: İnsanlar oylarının eşit sayılmasını arzularken ve talep ederken, aldığınız oydan daha fazla temsil edilmek “adalet” anlayışınızın neresine tekabül ediyor? Hani o
“hizmet etmek için” yanıp tutuştuğunuz milletvekilliğini garantilemek için mi vicdanınızı rafa kaldırıyorsunuz?
En nihayetinde, bir zamanlar “benim oyum çobanınkiyle
aynı mı?” diyen mankenden ne farkınız var?
04
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık 42014
ÇÖZÜM SÜRECİ
Orta Anadolu Kürdleri ve Çözüm Süreci
Anadolu Kürdlerine ayrı model mi?
Türkiye’de Çözüm Süreci konusunda tartışmalar
ve gelişmeler devam ederken, farklı çevrelerden
eleştiriler ya da destek beyanları geliyor. Osmanlı ve
Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin değişik illerine
sürgün edilen yüzbinlerce Kürd’ün gözü kulağı da
Çözüm Süreci’nde. Kimisinin beklentileri oldukça
yüksek, kimi de süreçten bir şey çıkmayacağını düşünüyor. Sürgün Kürdleri dendiğinde ilk akla gelen
Gazeteci İhsan Türkmen: Çözüm
Süreci’nin talepleri net değil
1996 yılından bu yana Orta Anadolu Kürdleri
tarafından çıkarılan Birnebûn Dergisi Editörü
İhsan Türkmen Çözüm Süreci’nin ve Kürdistan’daki hak mücadelesinin Orta Anadolu
Kürdlerine de ilham verdiğini söyleyerek, “Çözüm Süreci’nde hem devlet, hem de Kürd tarafı
neler istedikleri ya da neleri taahhüt ettikleri
konusunda çok net değiller” dedi.
Birnebûn Dergisi Editörü ve Konya Kulu
Kürdlerinden olan İhsan Türkmen Çözüm
Süreci’nde toplumsal alanda, İç Anadolu’da
belli bir rahatlığın söz konusu olduğunu fakat
bu bölgedeki Kürdlerin siyasete mesafeli kalmak zorunda olduklarını belirtti. Kürdistan’daki mücadelenin Orta Anadolu’daki Kürdlere
İlham verdiğini belirten Türkmen, “Taraflar
neler istedikleri ya da neleri taahhüt ettikleri
konusunda çok net değiller. İki taraf da halkın
isteklerini görmezden geliyor. Devletin bekaası
ile örgüt/örgütlerin çıkarları hep ön planda
tutuluyor. Bu konuda devlet açık siyaset yapmalı, örgütler de eksiksiz olarak Kürd halkının
demokratik hak ve özgürlüklerini savunmalı.
Siyasi örgütlerin bölge Kürdleri ile olan ilişkileri militan, sempatizan temini ve ekonomik
kaynak amaçlı iken, Orta Anadolu Kürdleri
için aidiyetini keşfetme ve yurtseverlik bazında
olmuştur” şeklinde konuştu. “Günlük yaşamda
güvenlik güçlerinin azalmış olması, Kürdçe
konuşmaya Türk kesim arasında gözle görülür
bir tahammül oluşu hemen kendini belli eden
değişikler. Bunun yanında Çözüm Süreci öncesinden beri insanların aktif siyasetle aralarına
mesafe koydukları hissediliyor” diyen Türkmen
en büyük sorun olarak da dilsel ve kültürel
asimilasyonu işaret ediyor ve 90’lı yılların karanlık yüzünün bu bölgede de kendisini, devlet
ve toplumsal baskılar, keyfi tutuklamalar,
askeri baskınlar, aşağılamalar şeklinde kendini
gösterdiğini belirtti.
Akademisyen Muhammet Gözütok:
Sürecin Anadolu Kürdlerine etkisi yok
Akademisyen ve sinemacı Muhammet
Gözütok Çözüm Süreci’nin Anadolu Kürdleri
üzerinde hiç bir olumlu etkisinin olmadığını ve
90 yıllık asimilasyon sürecinin Kürdistan’da olduğu gibi Anadolu’da da devam ettiğini söyledi.
Ankara, Konya, Kırşehir, Çorum, Çankırı,
Yozgat ve Aksaray civarında yerleşmiş olan
Kürd Canbêgan aşiretine mensup Ankara
Kürdlerinden olan İstanbul Üniversitesi’nde
kesim ise kuşkusuz İç Anadolu Kürdleri. Tahminen
1-2 milyon civarında Kürdün yaşadığı Ankara, Konya, Kırşehir, Çorum, Çankırı, Yozgat ve Aksaray gibi
şehirlerde de değişmeyen gündem, Çözüm Süreci.
Çoğunluğu 19. Yüzyılda sürülen Reşwan,
Canbêgan, Şêxbizinan, Têrkan, Sinemillan, Millan,
Sêwidan gibi aşiretlerin mensupları artık bu bölgenin yerlisi sayılıyor. Elbette onların ne düşündüğü
de önemli. BasHaber sayfalarını Orta Anadolu Küdlerine açtı. Kürdistan dışında muhakkak ki Çözüm
Süreci’nin en çok merak edildiği bölge de burası zira.
“Özerklik durumunda Orta Anadolu Kürdlerinin durumu ne olur; 90’larda bu bölgelerde durum neydi;
Çözüm Süreci ile birlikte bu bölgede ne gibi değişimler oldu?” gibi soruları yine bu bölgenin Kürdlerine
sorduk.
Zaten Kürdlerin kendi haklarını alma mücadelesi diğer bütün halklara olduğu gibi Anadolu
Kürdlerine de ilham ve cesaret veriyor. Her
topluluk gibi Anadolu Kürdleri de kendi sorunlarını kendileri çözmeli, Kürdistan ile bağlarını güçlendirerek kendi kültürlerini yeniden
üretme olanaklarını oluşturmalıdırlar” şeklinde
konuştu.
akademisyen ve sinemacı olan Muhammet
Gözütok Anadolu’da da 90 yıllık asimilasyon
sürecinin devam ettiğini, dolayısıyla Çözüm
Süreci’nin bu bölgedeki Kürdler üzerinde
bir etkisinin olmadığını söyledi. Gözütok,
“Anadolu’daki Kürdler de ana dilleriyle eğitim
göremiyor. Türk köyleri ve kentleriyle iç içe
oldukları için de burada yaşayan Kürdlerin,
kendi kültürlerini yeniden üretme olanakları
çok daha az. Bu nedenle genç kuşaklar Kürdçe
konuşamıyor. Anne ve babalarının Kürdçe
konuşmalarını anlayan ama onlara Türkçe cevap veren bir kuşak yetişti. Dilin dışında Türk
devletinin Kürdistan’daki Kürd halkına karşı
uyguladığı jenosit ve bunun bir parçası olan savaş, Türklerin yanı başlarında, yani Anadolu’da
yaşayan Kürdlere düşmanca bakmasına yol
açmıştır. Anadolu Kürdleri’nin aslında evlerinde tedirgin bir şekilde yaşadıklarını söylemek
yanlış olmaz” dedi.
Süreç Anadolu Kürdleri
üzerinde etkili değil
“Çözüm Süreci olarak adlandırılan süreç
Kürdistan’da Kürd halkının günlük yaşamına
ilişkin küçük de olsa olumlu değişikliklere
yol açmış olabilir ama söz konusu sürecin
Anadolu Kürdleri üzerinde gözle görülür bir
etkide bulunduğunu söylemek pek mümkün
değil. Ben bu süreci daha çok çatışmasızlık
olarak görüyorum. Hükümet, silahlı çatışmaya
devam etmeyi riskli buldu ve bu nedenle böyle
bir çatışmasızlık sürecine girdi. Kürd tarafı
da Arap Baharı sonrasında Batı Kürdistan’da
ortaya çıkan olanakları daha iyi değerlendirmek ve burada gelişen devrimi korumak için
bu çatışmasızlık sürecine “evet” dedi. Yoksa
hükümet bugüne kadar Kürdleri ayrı bir ulus
olarak kabul etmediği gibi Kürdlerin en temel
hakkı olan ana dilde eğitim hakkına bile saygı
duymadı. Hükümet, Kürd sorununu kollektif
haklar çerçevesinde değil de bireysel haklar
çerçevesinde çözeceğini her zaman belirtti.
Kürd mücadelesinin Anadolu Kürdleri
üzerindeki etkisini değerlendiren Gözütok,
“Kanımca Kürd hareketinin Anadolu Kürdlerine yapacağı en büyük hizmet, Kürdlerin
ulusal haklarını kazanmasını sağlamasıdır.
Avukat Mustafa Turhan: Vaatler
üzerinde yürüyen bir süreç
İnsan Hakları Derneği Konya Şubesi yöneticilerinden Mustafa Turhan, Orta Anadolu’da
Kürdlerin sayıca az olmasının bu bölgedeki
Kürdlerin asimilasyonunu daha da hızlandırdığını söyledi. 90’lı yılların bu Orta Anadolu
Kürdleri açısından da çok kötü geçtiğini belirten
Avukat Mustafa Turhan Kürdlerin bu bölgedeki sayıca az olması bu bölgedeki Kürdler için
asimilasyon sürecini daha da hızlandıran bir
durum olduğunu söyledi. Cihanbeyli Kürdlerin
en çok yurt dışına göçmek zorunda olduğu bir
bölge olduğunu söyleyen Turan, “Bunun sebebi
de insanlara dayatılan asimilasyondur. Yurt
dışına çıkmayı başaramayan kimseler de kendi
kabuğuna çekilmek zorunda kaldı. Fakat devlet
ideolojisinin boşa çıkmasının en önemli sebebi
de Orta Anadolu Kürdlerinin ve Kuzey Kürdistan Kürdlerinin ulusal bilince sahip çıkmasıdır.
Resmi devlet ideolojisinin en yoğun hissedildiği
bölgelerden biriydi Orta Anadolu. Kürd olma
bilincine sahipseniz büyük bir problemsiniz.
Şayet değilseniz bir problem yoktur. Dolayısıyla
buradaki şartlar insanları asimile etmeye biraz
daha elverişli” diye konuştu. Bir hukukçu olarak
görünürde herhangi bir Çözüm Süreci göremediğini söyleyen Turan, “Tamamen vaatler
üzerinde yürüyen bir süreç var. Bu anlamda
takip ettiğimiz davalardan da görüyoruz ki
her hangi somut bir adım yok. Hala binlerce
insan yargılanıyor. Hala süren binlerce dava
var. Fakat ne olursa olsun bu süreç bizim için
değerlidir. Tarafların iradelerini ortaya koyup
bu çabayı sarf etmesi sevindiricidir” dedi.
Demokratik Özerklik durumunda bu bölgedeki
Kürdlerin durumunu da değerlendiren Turhan,
“Şayet demokratik özerklik uygulanırsa Orta
Anadolu Kürdleri nasıl yaşayacak. Bunun bizim
için özel bir yeri var. Mesela Cihanbeyli veya
Kulu’da öyle bir model ortaya koymalıyız ki
çoğunluk ve azınlık ayırımı kalmasın. Örneğin
Cihanbeyli bölgesinde Kürdler ve Türklerin
oluşturacağı ortak bir model oluşturulmalı”
şeklinde konuştu.
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
5
SÖYLEŞİ
78’liler Vakfı Başkanı Celalettin Can:
Yetkisiz izleme kurulu
dikkate alınmaz
A
kil İnsanlar Heyeti
İzleme Grubu’nun
ikinci kez Başbakan
üstleneceği rol önemli
Ahmet Davutoğlu’nun
İzleme Grubu’nun görevi ne
çağrısıyla geçtiğimiz ay
olmalı diye sorduğumuz Can,
biraraya geldi. İsmi İzleme
bu grubun aynılaşma noktaları
Kurulu üyeleri arasında anılan
bulma görevi olduğunu dile geve “yetkisiz bir İzleme Kurulu
tirerek, ‘’Diyelim ki, Öcalan’ladikkate alınmaz” diyen Akil
hükümet arasında müzakere
İnsanlar Heyeti İç Anadolu
yürüyor. Bu müzakere süreci
Bölgesi Üyesi Celalettin Can ile
yasallaşmalı. Üstü örtülü bir
heyetinin ikinci toplantısında
biçimde bir noktaya kadar yükonuşulan konular ve ‘Çözüm
Yeter Polat, Celalettin Can ile rümesi doğaldır ancak belli bir
Süreci’nin yakın zamanda
noktadan sonra iş yasallaşmalı
neler getireceği üzerine konuşve müzakere biçimini almalı.
tuk. Bir alan çalışması olarak gördüğü Akil İnsanlar Heyeti’nin
Müzakere süreci başlayacaksa bu yasal süreç olarak başlamahazırladığı raporların hala kamuoyuyla paylaşılmadığı ve konu
lı. Yasal sürecin bir parçası olarak da izleme grubu oluşmalı.
hakkında kendilerine de henüz net bir açıklama yapılmadığını
İzleme Grubu, Öcalan’a devlete ve hükümete karşı nötr olmalı.
belirten Can, ikinci defa Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından
Üçüncü alanda konumlanmalı. Öcalan ne söylüyor hükümet ne
çağrıldığı toplantıda ‘raporların neden hala kamuoyuyla paylasöylüyor. Hangi noktalarda anlaştılar bunları bilmeli. Anlaşma
şılmadığını’ kendisine sorduğunu, ve ‘yakında’ açıklayacaklarına noktalarını kim ihlal ediyor. Bunu da takip edebilmeli ve o südair bir cevap aldığını dile getiriyor.
reçte, sürecin önündeki engeller kim. Mesela Kandil diyelim ki
Kürd meselesinin demokratik yollarla çözümü ile ilgili Türbaşka açıklamalar mı yapıyor gidip onlarla konuşmalı’’ dedi.
kiye halklarının eğilimlerini ve düşüncelerini alma biçiminde
ortaya çıkan çalışmaların sonuçlarının önemli olduğunu, sürece
Heyet süreçle ilişkilenmeli, tutanaklaştırılmalı
diğer kesimlerin de bu sonuçlar doğrultusunda dahil edilebileİzleme Grubu’nun demokratikleşme çerçevesinde birçok
ceğini belirtti Celalettin Can. Ortaya çıkan bu görüşlerin rapor
konuda inisiyatif alması gerektiğine dikkat çeken Can, Alevi
haline getirilip Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulmasıyla birlikte
kesiminden de, diğer toplumsal çevrelerden de gelecek itirazları
verilen görevin tamamlandığını ve bundan sonra Akil İnsanlar
dikkatle dinlemesi o kesimlerle ilişki kurması gerektiğine vurgu
Heyeti’nin bir görevi kalmadığını vurguluyan Can, raporlar
yapıyor. Can, ‘’Alevi meselesinin çözümüne katkı mı sunuluyor
sağlıklı olduğunu dile getiren Can, asgari biçimde raporlar
yoksa engellemeyemi çalışılıyor bu konularda uyarıcı olabilhayata geçirilse bile Kürd sorununun, demokrasi meselesinin
meli. Açıkcası oluşturulacak İzlemeGrubu/Heyeti, bir bütün
çözümünde o raporlarla çözüm sağlanacağını ifade etti.
süreci izlemeli, süreci sistemli bir şekilde tutanak altına almalı
Kamuoyuyla paylaşılmamasının nedenlerini sorduğumuz Can ve gerekli gördüğü yerlerde ulusal ve uluslararası kamuoyuna
şöyle konuştu: ‘’Milliyetçi muhafazakar kesimlerin eğilimleri
bunları açıklayabilmeli, hükümet üzerinde baskı unsuru olmalı.
arasında raporlarda uzaklık görülmesi nedeniyle göz önüne
Baskı unsuru olmaları sadece hükümetin sözüyle değil olmaz.
alınmadığını düşünüyorum. Açıklanmaması bunu gösterdi.
Böyle bir görevleri olduğu yasal hale getirilmeli. Hükümetin onu
Sürece devam edebilmenin bir yolu da bu raporların açıklanma- göz önüne almaktan kaçınamayacağı bir boyutta yasallaşmalı.
sıdır.İkincisi Akil İnsanlar Heyeti ilk kurulduğu zamanlarda bu
Aksi takdirde izlersin birşeyler söylersin biter. Gerisi iki tarafın
meselerle ilgili yeni adımlar atılıyordu, yasal bir şey yoktu fiilen
vicdanına kalır, böyle olmaz” diye konuştu.
insanlar sahaya çıkmıştı. Biz sahaya çıkarken büyük de bir risk
aldık aslında. Hukuki hiçbir güvencemiz yok, başka türlü güven- Yetki verilmezse İzleme Kurulu dikkate alınmaz
cemiz de yoktu. Bütün bunlara rağmen risk aldı 63 kişi 2 aydan
Hükümetin bu biçimde İzleme Kurulu’na yetki verip veremefazla bir zaman gezdiler, dolaştılar, anlattılar. Yeni dönemde
yeceğini sorduk Can’a, ‘’Verilmesi gerekir. İzleme Kurulu’nun;
sahaya inmek yanlış.’’
Öcalan şu yanlışı yapıyor, devlet şu noktalarda yanlış yapıyor,
şöyle olması gerekir gibi bir görüş açıkladığı zaman dikkate
Müzakere süreci yasallaşmalı
alınması gerekir. Aksi takdirde körler sağırlar birbirini ağırlar.
Meselenin artık algılandığını söyleyen Can, ortaya çıkan
Zamana yayılan oyalama devam eder. Ne barış olur ne de savaş.
görüşlerle ilgili adımların atılması gerektiğine dikkat çekti.
Barış umudu kalmadığı zaman bu ortam bir daha yakalanamaz.
Can şöyle devam etti: ‘’Akil insanlar rol oynayacaksa artık bir
Ortadoğu coğrafyası ortada, IŞİD Erbil’e kadar girmeye çalıştı.
müzakere başlamalı. Müzakere aşamasına geldik. Akil İnsanlarUluslararası desteği olan Barzani’nin devletini yıkmaya çalıştıdan da bir grup insan, müzakere sürecine 3. Göz deniyor, İzleme lar, Kobanê’ye yapılan saldırılar, hükümet üzerindeki şaibeler,
Grubu deniyor, -bana izleme grubu daha doğru geliyor- mu6-8 Ekim olayları gösterdiki Türkiye’de ciddi bir parçalanma
hakkak yasal güvence altına alınarak dahil olmalıdır. Alt yapısı
var. İnsanlar dolmuşlar iç savaş eşiğine çok rahat gelebilir duoluştu kanaatimce, Kürd meselesinde o tepkiler yok artık halkta. rumda. Bir an evvel bu iş çözümlenmeli, yasal bir noktaya bağTürkiye toplumu çözüm konusunda hazır. Akil insanlardaki gibi lanmalı. İzleme Grubu oluşturularak yasal çerçeve oturtulmalı.’’
izleme grubunun fonksiyonu raporlaştırma görevi değil, müzaSürecin zorlu olduğunu, tarafları yakından tanıdığını ifade
kere sürecinin bir parçası olmalı. Müzakere sürecinin önündeki
eden Can, “Bu iş kolay kolay çözülmeyecek. Devletin zihniyeengelleri ortadan kaldıran ona yardımcı olacak noktalar göz
ti değişmedi. Ancak Kürdler eski Kürdler değil. Barzani’nin
önüne alınmalı. Bu çerçevede Öcalan’la da görüşme ve müzakehükümet ve PKK arasında değil PKK’nin yanında duracağını
re süreci başlamalı. Müzakere sürecine akil insanlar olarak değil düşünüyorum. Kürdlerin birliği oluşmuştur bunun önüne kimse
başka bir adla katılmalı.’’
geçemez.”
ÇÖZÜM SÜRECİ
05
Müzakerenin kıyısında
MESUT YEĞEN
Devam senaryosu hazır. Çözüm sürecini tökezleten son bir
iki ayın ardından MİT ve Öcalan,
hem çözüm sürecini yeniden başlatacak hem de Kürd siyasetince çok
önemsenen müzakere safhasına
referans teşkil edecek bir devam
senaryosunu oluşturmuş görünüyor. İmralı Heyetince açıklanan
senaryo ve bu senaryoya eşlik eden
bilgiler eldeki senaryonun kapasitesine ilişkin olarak birbiriyle tümden tutarsız iki büyük algıya birden kapı aralıyor. Kestirmeden söyleyeyim: ‘Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı’ adıyla açıklanan devam senaryosu,
bir yandan Kürd meselesini ‘çözebilecek’, diğer yanda ise
çözüm sürecini (bitirmezse eğer) buzluğa kaldıracak nitelikte görünüyor.
Öcalan tarafından hazırlandığı (belli belirsiz MİT’in
de ortaklaştığı) söylenen taslak, malûm yöntem, tarih,
gündem ve eylem başlıklarından oluşuyor. Taslağın yöntem kısmında bildirilen ‘sürecin tüm aşamalarının belgeli
hale getirilmesi ve mutabakatların imza altına alınması’
gerçek bir müzakerenin başlayabileceğine işaret ediyor.
Keza, gündem kısmında yer verilen ve Kürd meselesinin
bütün temel boyutlarının ele alındığını gösteren başlıklar
ve bu başlıklara atıfla hazırlanmış olduğunu varsayabileceğimiz eylem kısmı da Öcalan ve devletin Kürd meselesini etraflıca çözmek konusunda bir uzlaşmaya varabileceği
izlenimini verip, ümitli olmaya olanak veriyor.
Ne var ki, hem taslaktaki belirsizlikler hem de müzakere taslağına eşlik eden bilgiler bambaşka bir resmin çizilmesine de kapı aralıyor. Evvela, belli ki açıklanan metin
muhtemel müzakerelere referans teşkil edecek bir taslak
henüz. Yani tarafların hangi meseleleri müzakere etmek
istediklerini bildiren, lakin bu meseleler hakkındaki pozisyonlarına ve bu pozisyonlar arasındaki farka dair sessiz
kalan bir metin bu. Muhtemel müzakerelerde Öcalan’ın
ve ekibinin karşısında sadece MİT heyetinin değil siyasi
bir heyetin de olacağını düşündüğümüzde bu sessizlik
hayra alamet değil.
İkinci olarak, birkaç kez ısrarla belirtildi ki, bu taslak
Öcalan’la devletin (MİT) müzakere etmekte uzlaştıkları
bir taslak; Öcalan’la hükümetin değil. Bu tuhaf durumun
ısrarla vurgulanması hükümetin MİT’in taslağına itiraz
edebileceği anlamını taşıyor olsa gerek. MİT, hükümetin
görevlendirmesiyle Öcalan’la görüştüğüne göre bu türden
bir mesafenin olmaması beklenirdi, lakin ısrarla ‘devletle
anlaşıldı, hükümetle değil’ deniyor oluşu da pek hayra alamet gibi durmuyor.
Keza, söz konusu taslağa henüz Kandil tarafından da
evet denilmiş değil. Müzakere taslağının ilk üç kısmına
Kandil’den itiraz gelmesi sürpriz olur; lakin eylem başlıklı dördüncü kısım için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Bu kısımla ilgili olarak İmralı Heyeti net bir şey söylemiş
değil. Ancak bir eylem takviminin olması süreci hızlandıracak bir girdi olarak dururken, eylem takviminin 2015 seçimleriyle nasıl ilişkilendirildiğinin belirsiz oluşu sürecin
akıbeti hakkında kuşku yaratıyor; çünkü şimdiye kadar
yapılan açıklamalar Kandil’in 2015 seçimlerinden önce
imzalanmış bir mutabakat görmek istediğine işaret ediyor.
Beri yandan, gündem bölümündeki başlıkların müzakere
edilecek oluşu eylem takviminin neye atıfla oluşturulduğunu meşkuk kılıyor. Ya taraflar müzakere edilecek metin
üzerinde bir mutabakatın oluşacağına kaniler ya da mutabakat oluşmazsa eylem takvimi manasız kalacak demektir.
Sonuç olarak, açıklanan taslağın hükümetin onayından geçmemiş bir taslak oluşu, müzakere edilmesi düşünülen mevzuların çokluğu ve çetrefil karakteri ve eylem
planının seçim takvimiyle bağlantısının belirsiz oluşu kıyısına gelinen müzakerelerden geri dönülebileceğini de
gösteriyor. Müzakereden dönmemek için yapılacaklar
çok, ancak en başta geleni belli: Ak Parti’nin anayasa değişikliği yapma kuvvetini edinebileceği 2015 seçimlerine
Ak Parti’yi bağlayan asgari bir mutabakat metni ve bu
metne matuf bir eylem takvimiyle girmek.
06
HABER
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
BasHaber
KOBANÊ
8 - 14 Aralık 2014
Erbil – Bağdat treni raya giriyor mu?
E
rbil ile Bağdat yönetimi arasındaki ilişkileri yılın başında Kürdistan bütçesinin
dönemin Başbakanı Maliki tarafından
kesilmesi ve ardından patlak veren gelişmelerle
bağlantılı olarak neredeyse kopma noktasına
gelmişti. Petrol satışı konusundaki restleşmeler,
IŞİD saldırıları ve bölgedeki diğer gelişmeler
nedeniyle iki başkent arasındaki gerilim, ekonomik, diplomatik ve siyasi bir krize dönüşerek,
ipleri tamamen kopma noktasına getirmişti.
Kısa bir süre önce Irak üst düzey devlet yöneticilerinin Erbil’e yaptıkları ziyaret ile yeniden
çözümü konuşulan sorunlar, Kürdistan Bölge
Başbakanı Neçirvan Barzani ve beraberindeki
heyetin son Bağdat ziyaretiyle aşılma yoluna
girdi. İki başkent arasında petrol ve bütçe
konusunda anlaşmaya varılırken, Bağdat ile
Erbil arasındaki trenin rayına girmeye başladığı
konuşuluyor.
Geçtiğimiz hafta başında Başbakan Barzani
başkanlığındaki Kürdistan heyeti Bağdat’a
giderek, Irak Başbakanı, Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve diğer yöneticiler ile
bir dizi temas gerçekleştirdi. Edinilen bilgiler
ışığında her iki tarafın da memnun ayrıldığı
görüşmelerde, memur maaşlarının ödenmesi,
Peşmerge bütçesinin verilmesi, petrol ve diğer
konularda mutabakat sağlandı. Başbakan
Yardımcısı Kubat Talabani, Hükümet Sözcüsü
Sefin Dizeyi, Bakanlar Kurulu Divanı Başkanı
Neçirvan Ahmed ve Bakanlar Kurulu Sekreteri
Armanc Rehim’in de yer aldığı heyet, Bağdat
dönüşü ardından görüşmelerin genel anlamda olumlu ve iyimser bir atmosferde geçtiğini
belirtti.
Ziyaretler öncesinde tarafların basın üzerinden verdikleri demeçlerde iyimser bir hava ortaya çıkarken, alt kademe heyetler ile başlayan
ziyaretler, Ekim ayı sonu itibariyle dozajı arttırılarak, üst düzeye çıkarıldı. Fuad Masum’un Irak
Cumhurbaşkanı seçilmesinin de olumlu bir etki
yarattığı ilişkilerin düzelmesi için ABD de çeşitli
zamanlarda telkin ve zorlamalarda bulunmuştu.
Kerry’nin son Bağdat ve Erbil ziyaretlerinde
de iki başkent arasındaki ilişkilerin düzelmesi
gündeme gelmişti.
Dünya diplomasisinin Erbil mesaisi etkili
oldu
Geçtiğimiz hafta içinde Irak Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Adil Abdulmehdi ve İyad Allavi’nin
Erbil ziyaretleri, durumun düzelmesi konusunda
atılan önemli ilk adım olurken, özellikle IŞİD karşısındaki savaş vesilesiyle dünya diplomasisinin
dikkatlerini üzerine çeken Erbil, deyim yerindeyse diplomasi merkezi olmaya başladı. Çok sayıda
devletin üst düzey siyaset ve askeri yöneticilerinin
ziyaretleri, Erbil’i dünya ile ilişkiler bağlamında
Bağdat’ın önüne geçirdi. Bağdat yönetiminin tavrını yumuşatmasının en önemli gerekçelerinden
birinin de bu gerçek olduğu belirtiliyor.
Kürdistan Bölgesi’nin zararları ödenecek
Bağdat’ta yürütülen görüşmelerde ise somut
adımların atılması konusunda anlaşma sağlandı.
Buna göre Irak’ın 2015 bütçesinden Kürdistan’a
verilecek yüzde 17’lik payın yanı sıra günlük 250
bin varil Kürdistan petrolü SOMO yoluyla dünya
pazarına aktarılacak ayrıca günlük 300 bin varil
Kerkük petrolü de Kürdistan Bölgesi boru hatlarından Ceyhan’a aktarılacak. Öte yandan 2015 yılı
bütçesi konusunda da anlaşma sağlanırken, 2014
yılbaşından beri ödenmeyen bütçe için de, her
iki taraftan uzmanların katılımıyla oluşturulan
gözlemci komisyonlarının konuyu takip etmeleri,
kimin daha çok zararlı çıktığı belirlendikten sonra
ise açığın kapatılması üzerinde anlaşıldı. Erbil
Heyeti görüşmelerde, Peşmerge Güçleri bütçesinin Savunma Bakanlığı’na ayrılan bütçeden
ödenmesi konusunda ısrarcı davranırken, Bağdat,
Peşmerge’ye yıllık bir milyar dolar ödenmesi
konusunda ikna edildi.
Barzani: Görüşmeler olumlu havada geçti
Bağdat dönüşü bakanlar kurulunu bilgilendiren Başbakan Neçirvan Barzani ise, ziyaretlerinin
her iki taraf açısından kazanımlarla noktalandığını ve görüşmelerin genel anlamda olumlu
bir atmosferde geçtiğini söyledi. Barzani; “Son
derece açık şekilde yürütüldü bütün ziyaretler
ve biz de iddialı bir şekilde katıldık. Özellikle
İbadi, anlaşma konusunda çok yardımcı oldu.
Bizim Bağdat’ın sorunlarını çözme konusundaki
çabamızı ve niyetimizi anlamış bulunuyorlar.
Irak ekonomik olarak çok kötü bir durumda ve
petrol satışının durdurulması da sorunu daha
da ağırlaştırıyor. Yaptığımız ziyaret her iki taraf
açısından çok önemli ve olumlu sonuçlar doğurdu. Petrolümüzün bir kısmını SOMO’ya teslim
etme konusunda anlaştık. Günlük 250 bin varil
petrolümüzün yanı sıra, 300 bin varil de Kerkük
petrolü de bizim boru hatlarımız yoluyla satışa
çıkacak. Irak’ın Kürdistan Bölgesi’ne ihtiyacı var.
Eğer bu anlaşma sağlanmasaydı ve petrol sorunu
aşılmasaydı ne Bağdat Kürdistan için bir şey
yapabilirdi ne de biz onlar için. Bundan sonra her
iki tarafın bakanlıkları birbirleriyle işbirliği içinde
olacak. Önümüzdeki yılın başında bu anlaşma
devreye girecektir” şeklinde konuştu.
Anlaşmaya uyulmazsa zarar eden
Kürdistan Bölgesi olmaz
Düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin
sorularını yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Kubat
Talabani ise, “Irak şimdi büyük bir kriz içerisinde.
Mali kriz yaşanıyor. Irak’ın içinde bulunduğu
kriz Kürdistan’ınkinden daha büyüktür. Biz krizi
aşma çalışmalarını başarıyla yürütüyoruz. Onlar
ise daha yeni bu krize çözüm formülleri üzerine
tartışıyor” dedi. Tarafların anlaşmaya uymaması halinde Kürdistan Bölgesi’nin bundan Irak
kadar etkilenmeyeceğini de belirten Talabani, her
halükarda Kürdistan petrolünün ihraç edilmesiyle Kürdistan’daki mali ve ekonomik sorunların
çözülebileceğini ve bunun da anayasaya aykırı
olmadığını sözlerine ekledi. Bütçe kesintisiyle,
Kürdistan Bölgesi’ni cezalandırma şeklindeki tüm
uygulamaların önünü aldıklarını vurgulayan Talabani, ”Anlaşma uyarınca Kürdistan Bölgesi’nin
kendi petrolünü satma hakkının anayasal çerçevede olduğu Bağdat tarafından da onanmıştır” dedi.
Kürdistan Bağdat’sız da petrol satacak
KBY Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani’nin
Güneyli Medya Kuruluşlarının Temsilcileri ile
yaptığı toplantıya katılan BasNews Editörü
Şemal Abdullah ise toplantıda ve KBY heyetinin
Bağdat’ta görüşmeleri yürüten diğer yetkililerin
morallerinin yerinde olmasından, görüşmelerin
verimli geçtiğini ve Kürd heyetinin iyi kazanımlarla Bağdat’tan döndüğünün anlaşıldığını belirtti. Şemal Abdullah, Bağdat ile anlaşmaya varılan
petrol miktarı dışında, Federal Kürdistan’ın kendi
iç ihtiyaçlarını karşılamak için Merkezi Yönetimin
denetimi olmaksızın petrolünü satabilmesinin çok
önemli bir gelişme olduğunu ve bunun KBY’nin
gelişmesi ve güçlenmesi için umut verici olduğunu vurguladı. BasNews Editörü Şemal Abdullah
şöyle devam etti: “KBY, Türkiye üzerinden dünya
piyasalarına göndereceği 300 bin varil Kerkük
petrolünün gelirini Merkezi Yönetime aktaracak,
bu 300 bin varil petrol dışında fazladan gönderebileceği petrolün gelirleri KBY’de kalacak.”
Abdullah, Merkezi Yönetime aktarılması gereken
300 bin varil petrolün gelirinin New York merkezli Amerikan DFI bankası üzerinden Bağdat’a
aktarılacağını, KBY’nin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için satacağı ekstra petrolün gelirlerinin de
Türkiye Halk Bankası üzerinden Erbil’e aktarılacağını belirtti.
07
Müzakere süreci taslağı
MİTHAT SANCAR
Hırvatistan
Savunma Bakanı
Erbil’de
Ekonomik ve siyasi alanda bu gelişmeler yaşanan Erbil’de diplomatik
gelişmeler de son hız devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta içinde çok sayıda
Batılı heyetin ziyaret ettiği Erbil’i
bu hafta da Hırvatistan Savunma
Bakanı Ante Kotromanoviç ve beraberindeki heyet ziyaret ederek KBY
Başkanı Mesud Barzani ile görüştü.
Cephelerde durum sakin
IŞİD saldırılarının bertaraf edildiği Kürdistan Bölgesi’nde durum
normale döndü. Şehir merkezleri,
kasaba ve ilçelerde kontrol tamamen Peşmerge’nin eline geçerken
güvenlik önlemlerinin arttırıldığı
gözleniyor.
Çatışmaların neredeyse sona ererken sadece Şengal bölgesinde IŞİD’in
elinde bulunan bazı köylerin alınması için yer yer çatışmalar yaşanıyor.
Cephelerle ilgili BasHabere konuşan
KBY Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü
Cabar Yawer, bütün cephelerde
durumun daha iyiye gittiğini, IŞİD’in
ilçeleri ele geçirme gücünün kalmadığını ve bundan dolayı çatışmaların
köylerle sınırlı kaldığını bildirdi.
IŞİD’in Kerkük’te gerçekleştirdiği
intihar saldırısı ve diğer intihar
saldırısı girişimlerinin onun savaşta
gerilediğine işaret olduğunu belirten
Yawer, Peşmerge’nin Kerkük’e bağlı
ilçelerden sonra köylere yöneldiğini
ve yakında Kerkük’ün tamamının
IŞİD’den temizlenmesi için hazırlıklarını sürdürdüğünü belirtti. Musul
alanındaki çatışmalarda Başıka ve
Telafer taraflarında yoğunlaştığını söyleyen Yawer, Peşmerge’nin
saldırılarıyla koordineli olarak ittifak
uçaklarının bu bölgelere gerçekleştirdiği hava saldırılarında IŞİD’in
büyük darbe yediğini ve çok sayıda
kayıp verdiğini bildirdi. Son kaç
aydır Kobanê’de IŞİD’e karşı savaşan
Peşmergelerin dönüşünün büyük
moral verdiğini da aktaran Yawer,
“Kobanê’de kardeşlerinin imdadına
gidip onlarla omuz omuza teröristlere karşı savaşan Peşmergelerin
gelişini halk coşkuyla karşıladı” dedi.
Kobanê’de son operasyona doğru
İ
ki ayı aşkın bir süredir IŞİD kuşatması altında olan Kobanê’de Kürd
güçlerinin hakimiyeti giderek artarken, kentin büyük oranda kontrol altına
alındığı ve IŞİD’e karşı son büyük bir
operasyona hazırlanıldığı bildiriliyor.
Kobanê’de bulunan Peşmerge birliğinin değişip yerine yeni bir birliğin
gelmesini engellemek isteyen IŞİD,
Peşmerge’nin geçiş güzergahı olan
şehrin Türkiye sınırına bomba yüklü
araçlarla intihar saldırıları düzenledi.
IŞİD’in geçiş yollarını kesme arayışları
Kürd güçlerince engelenirken, ikinci
Peşmerge birliğinin Kobanê’ye geçmesi
savaşta yeni bir safhaya geçilmesini sağladı. Genel olarak her ne kadar şehirde
sakin bir hava olsa da yer yer çatışmalar
ve Koalisyon güçlerinin IŞİD mevzilerine
yönelik bombardımanı devam ediyor.
YPG Basın Merkezi saldırılar hakkında yazılı bir açıklama yaparak, ‘son günlerde birçok IŞİD saldırısının kırıldığı
ve Kürd güçlerinin ilerleyişinin devam
ettiğini’ belirtti. Açıklamada IŞİD’in
ağır darbeler aldığı ve birçok noktadan
geri çekilmek zorunda kaldığına dikkat
çekildi.
Yeni Peşmerge birliği
savaş cephesinde
28 Ekim günü Güney Kürdistan’dan
IŞİD kuşatması altında olan Kobanê
kentine giderken Kuzey halkı tarafından
büyük bir sevinçle karşılanan ilk Peşmerge birliği 38 gün sonra yerini yeni
Peşmerge birliğine devretti.
Teknik aksaklıklardan dolayı geçişleri
birkaç gün ertelenen yeni Peşmerge
birliği 2 Aralık günü Erbil’den geldikleri
uçak Urfa’ya indikten sonra konvoy
şeklinde Suruç üzerinden Kobanê ye
geçti. Yeni gelen birliğin beraberinde
ağır silahlar getirmesinin yanı sıra, geri
dönen birliğin silahları Kürd güçlerinin
kullanımına bırakıldı.
Peşmerge’nin geçişinden önce IŞİD
Kobanê’nin dışarıya tek bağlantı yönü
olan kuzeydeki geçişleri kapatmak için
bomba yüklü araçlarla intihar saldırısı
yaptı ve saldırıdan sonra da sınır kapısına yoğun bir saldırı başlattı. Bütün bu
saldırıları püsKürden Kürd güçleri saldırının Kuzey Kürdistan topraklarından,
Türkiye gözetiminde yapıldığını söyledi.
Kobanê’de geniş bir operasyon
hazırlığı
Kobanê Kantonu yönecisi Bekir Hec
Îsa, son günlerde yaşanılan saldırılar
hakkında DAİŞ’in saldırı gücünün
kırıldığını ve moral olarak çöktüklerini
ifade etti. Bekir Hec Îsa, DAİŞ’in telsiz
konuşmalarında ‘Kobanê’ye saldırmakla
çok büyük bir hata yaptıkları’ şeklinde konuştıklarını söyleyerek sözlerini
şöyle sürdürdü: “IŞİD diğer yerlerdeki militanlarını Kobanê’ye kaydırdı,
onun için Irak’ta ve Güney Kürdistan
da sayı olarak çok azaldı. Bununla
bağlantılı olarak bu noktalarda sürekli
yenilgi almakta. Kobanê’de de binlerce
militanları firar etti ve yerlerine başka
kimseyi getiremiyorlar. Yeni gelenler
Kobanê’de süren direnişi bildiklerinden
dolayı çok korkmaktalar ve aralarında da
bunun için çatışma çıkmakta. IŞİD’ten
birçok kişi firar ederek Türkiye’ye kaçtı
ve ülkelerine dönmeye çalışıyorlar ama
bunların ne kadarı örgütten kurtulabilir,
bilemiyorum.”
Bekir Hec Îsa, yeni gelen Peşmerge birliği hakkındaki sorumuza da,
Peşmerge’nin gelişiyle savaşın seyrinin
değiştiğini ifade ederek, şöyle konuştu:
“Güney’den gelen Peşmerge kardeşlerimiz bizler için çok büyük moral kaynağı
oldu ve onların gelişleri sayesinde ilerleme daha da arttı. Peşmerge gelmeden
önce cephane konusunda sıkıntımız
vardı, kardeşlerimiz kendileriyle birlikte
birçok ağır silahın yanısıra cephanelik de
getirdi. Zaten geri giden Peşmerge birliği
beraberinde getirdiği ağır silah ve cephaneliği götürmeyerek Kürd güçlerinin
kullanımına bıraktılar. Bir nebze de olsa
bu şekilde Kobanê üzerinde devam eden
ambargo kırılmış oldu.”
Bekir Hec Îsa, IŞİD’in Peşmerge’nin
geçişini engellemek için sınır kapısına
yoğun bir şekilde saldırı başlattığını ama
Kürd güçlerinin onları oradan püsKürdtüğünü ve yeni birliğin başarılı bir şekilde savaş cephesine geçtiğini belirtti.
IŞİD’in şehir merkezide keskin nişancı
silahıyla sivillere ve Kürd güçlerine
yönelik saldırıda bulunduğunu söyleyen Bekir Hec Îssa, şehir merkezinin
kurtarılması için ileriki günlerde geniş
bir saldırı hazırlığında oldukarının altını
çizdi.
Rojava’da uluslararası heyet
ziyareti
Bilim insanı, akademisyen, yazar ve
gazetecilerden oluşan uluslar arası heyet
Güney Kürdistan’ı ziyaret ettikten sonra
Cizîr Kantonu’na geçti.
Heyet, geçen hafta Güney Kürdistan
da ziyarette bulunduktan sonra Sêmalka
sınır kapısından geçerek Derik’teki
Newroz kampını ve Qamişlo’da ki Mezopotamya Akademisi’ni ziyaret ettiler.
Heyet burada kanton yöneticilerinden
bilgi aldı.
Prof. Dr. David Graeber (ABD), Prof.
Dr. Christian Zeller (İsviçre), Eirik
Eiglad (Norveç), Dilar Dirik (Almanya),
Dr. Roger Turaut, (Fransa), Dr. Rebecca
Coles, (Britanya), Jakob Zethelius
(İsveç), Dr. Thomas Jeffrey Miley (ABD)
Johanna Riha (Avusturalya), Oktay Ay
(Türkiye), Prof. Dr. Antonia Davidovic
(Almanya), Janet Biehl (ABD), Dr. Nazan Üstündağ (Türkiye), Derviş Çimen
(İsviçre)’den oluşan heyet, Rojava izlenimlerini bir rapor şeklinde kamuoyuna
duyuracağını aktardı.
Çözüm sürecinde IŞİD’in
Kobanê’yi kuşatmasıyla başlayan
kriz, ardından Kobanê eylemleriyle
yaşanan tıkanma, sürecin eskisi gibi
devam edemeyeceğini göstermişti. İki
ihtimal vardı: Çöküş veya yenilenme.
Sürecin çökmesi, şiddetli bir çalkantıya yol açacaktı. Bunun boyutlarını kestirmek zor olsa da, sonuçlarının vahim olacağı kolayca tahmin
edilebilir. Anlaşılan iki taraf da bir “felaket senaryosu” anlamı
taşıyan böyle bir gelişmenin sorumluluğunu üstlenmek istemedi. Bulundukları konumdan bir adım bile ileri gitseler tıkanma çöküşe dönüşebilirdi. Bu adımı atmak yerine, iki taraf
da durmayı tercih etti. Bir ay kadar süren serinleme, tefekkür
ve karşılıklı yoklama döneminden, süreçte yeni bir aşamaya
geçme konusunda ilkesel bir mutabak çıktı. Ancak bu mutabakatın içinin nasıl dolacağı henüz netleşmiş değil.
Yeni aşama için “müzakereye geçiş” dışında bir seçenek
mevcut görünmüyor. Başta Öcalan olmak üzere Kürd siyasi
hareketinin bunu ısrarla talep etmesi ve başka türlü bir devam
şeklini açıkça reddetmesi, bunun en önemli sebebi. Lakin sürecin doğası da bunu gerektiriyor.
Hükümetin yeni aşamaya dair planları hakkında henüz
fazla bilgi yok. Buna karşılık, genişletilmiş HDP heyetinin 29
Kasım’daki İmralı ziyaretinin ardından yapılan açıklamalar,
Öcalan’ın müzakere aşaması üzerinde ciddiyetle çalıştığını
gösteriyor. Heyet üyelerinin verdikleri bilgilere göre, Öcalan
buna ilişkin ayrıntılı bir taslak hazırlamış. “Barış ve Demokratik Müzakere Süreci Taslağı” olarak adlandırdığı bu çalışmada Öcalan, somut öneriler sunuyor, önemli mesajlar veriyor.
Öcalan’ın önerileri üç başlık altında toplanabilir: Yasal
güvenceler, demokratik siyaset, kapsamlı demokratik çözüm.
Öcalan’ın çözüm konusundaki önerisi ise, iç içe geçen üç
halkalı bir çerçeveden oluşuyor: Dar anlamda Kürd sorunu,
Türkiye’nin demokratikleşmesi, bölgesel siyaset.
Öcalan, bu taslakla başta hükümet olmak üzere çeşitli
çevrelere önemli mesajlar veriyor. Hükümete yönelik mesajlar, aynı zamanda bir uyarı niteliğinde. Bu mesajların özü de
şu: Sürecin informel diyalog yöntemiyle, sözlü taahhütlerle,
şahsi güvencelerle, fiili mutabakatlarla ve muğlak hedeflerle
sürdürülmesi artık mümkün değil.
Aslında başından beri Öcalan, sürecin derinleşmesi, genişlemesi, hızlanması ve nesnelleşmesi için uğraşırken; hükümet yüzeysel, dar kapsamlı, zamana yayılmış ve esasta kişilere
bağlı bir akışı yerleştirmeye çalışıyor.
Öcalan geride kalan iki yıla yakın süre boyunca süreci bu
temelde yapılandırması için hükümete açtığı geniş krediyi bir
hayli kısmış görünüyor. Bunda hem şimdiki süreçte hem de
bundan önceki denemelerde yaşanan tecrübelerin payı büyük.
Özellikle tek yanlı çağrılarla güvencesiz dönüşler konusundaki
yaklaşımından ötürü özeleştiri yapması bunun çarpıcı bir göstergesi. Bir diğer faktör ise, yaklaşan seçimler. Öyle anlaşılıyor
ki, Öcalan, hükümetin seçimleri dikkate alarak, yeni adımlar
atma görüntüsüyle oyalayıcı manevralar yapma ihtimalinin
farkında olduğunu ve bunu kabul etmeyeceğini vurgulamak
istiyor. Bu taslağın esas alınmaması halinde, kendisinden bir
şey beklenmemesi gerektiğini belirtmesi, bunun açık ifadesi.
Ayrıca bir değerlendirme trafiği sonrasında taslağın kamuoyuna duyurulmasını istemesi de, bu yöndeki kararlığının bir
işareti.
Taslağın, müzakere aşamasına esas alınıp alınmayacağı
veya ne ölçüde alınacağı, hükümetten ve Kandil’den gelecek
doğrudan açıklamalarla veya örtülü mesajlarla belirginleşecek. Şimdiye kadar oluşan hava, hükümetin taslağı dikkate
almamak gibi bir tutumda olmadığı, aksine bunu kendi içinde
değerlendirmek ve diğer tarafla müzakere etmek istediği yönünde. Hükümetin taslağı ciddiye almasında büyük yarar var
bence. Zira şimdiye kadar yansıyan haliyle bu taslak, müzakere aşamasını kurmak ve süreci istikrara kavuşturmak açısından yapıcı ve gerçekçi bir bir çerçeve sunuyor.
(Taslakla ilgili ayrıntılı bir değerlendirmem için, ANF’den
Ali Barış Kurt’la yaptığımız şu söyleşiye bakılabilir: http://
www.firatnews.com/news/guncel/prof-dr-sancar-taslak-yapicive-gercekci.htm)
08
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık 82014
DOSYA
HABER
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
9
SÖYLEŞİ
Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Rebecca Harms:
Kürdler acele etmemeli
T
ürkiye siyasi tarihinde, MGK tarafından
alınmış ve dönemin başbakanının imzaladığı en korkunç emirlerden biri olarak
hafızalara kazınan Özgür Ülke Gazetesi’nin
bombalanması olayı, tüm delillere rağmen
karanlıkta kalmaya devam ediyor. Gazetenin
Ankara ve İstanbul merkezlerinin yerle bir edildiği bombalamanın ertesinde gazete ‘Bu ateş
sizi de yakar’ manşetiyle çıkmıştı. Gazetenin,
‘özgür basın’ olarak tanımlanan geleneği ise
bu gün devasa bir medya grubuna dönüşerek
yoluna devam ediyor.
Yıllar sonra çıkan belgelerle bombalama
kararının ‘Bertaraf edin o gazeteyi’ ibaresiyle
MKG toplantısında bizzat dönemin başbakanı
Tansu Çiller tarafından verildiği kanıtlanmış
olmasına rağmen, devlet olaya ilişkin hiç kimseyi yargılamadığı gibi açılan davalar da sadece
AİHM’nin Türkiye’yi mahkum etmesiyle sonuçlandı. Bombalama olayında hayatını kaybeden
Gazeteci Ersin Yıldız ise 20. yılında anıldı.
1994 yılında 2 Aralık’ı 3 Aralık’a bağlayan
gece Özgür Ülke Gazetesi’nin eşzamanlı olarak
Ankara ve İstanbul’daki bürolarının bombalanmasının 20. yıl dönümü sebebiyle bir araya
gelen gazeteciler saldırıyı basın açıklamasıyla
protesto etti. Gazeteciler 3 Aralık 1994 tarihinde, Özgür Ülke’nin İstanbul Kadırga’daki
merkezinin bombalanması sonucu yaşamını yitiren Ersin Yıldız için bombalanan bina önünde
anma töreni düzenledi.
Anmada söz alan, Özgür Gündem gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Eren Keskin, “Bu
katliam girişiminde 23 arkadaşımız yaralanmış,
Ersin Yıldız şehit düşmüştü. Ancak bugüne
Bertaraf edilemeyen gazete
Özgür Ülke
kadar ne failler bulundu ne de gerçek anlamda
bir hukuksal yargı süreci başlatıldı” dedi.
Gazetenin bombalanmasının dönemin MGK
kararınca yapıldığına dikkat çeken Keskin,
dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in de bu karara imza attığının altını çizerek, “Gizli ibareli
belgeyi gazetemizin bombalanmasından 15 gün
sonra sayfalarımıza taşıdık. Ancak kirli savaşa
göre inşa edilmiş yargı mekanizması bunu
görmediği gibi bugün 12 yıllık AKP iktidarında
da görmeme ısrarı devam etmektedir. AİHM
Türkiye’yi mahkum etse de bugün olduğu gibi
özgür basın üzerinde devletin kirli politikaları
farklı şekillerde sürmektedir” diye konuştu.
Yıldız, kan kaybından yaşamını yitirdi
Saldırı gazete merkez binasının hemen altında bulunan tamirhaneye bırakılan bir otomobile yerleştirilmiş C-4 türü plastik bombaların o
gece patlatılması üzerine gerçekleşmişti. Saldırı
anında binanın içerisinde bulunan gazete
çalışanları, alev topuna dönen binadan ancak
kendilerini balkondan aşağı atarak kurtarmayı
başarabilmişti. Saldırıdan ağır yaralı olarak
kurtulan Yıldız, kan kaybından dolayı yaşamını
yitirmişti.
Gazete çalışanı Alişan Önlü anlatıyor:
Özgür Ülke gazetesi bombalandığı gece
içerde bulunan ve patlama nedeniyle bir yıl
boyunca suratında cam kırıkları ile yaşamak
zorunda kalan gazete çalışanı Alişan Önlü, o
gece yaşadıklarını yıllar sonra şöyle anlatıyor.
“Bir kısmımız gündüz bir başka bölüm ise akşam olmak üzere, iki vardiya çalışıyorduk. Olay
günü normal mesaimize başlamıştık. Biz saldırı
bekliyorduk, ama bu tarz da değil. El bombası,
Molotof kokteyli gibi basit şeyler olabileceğini
düşünüyorduk ve özellikle Musa Anter’in
arkadaşı Apê Kemal ile bunu konuşuyorduk.
Ben girişteki danışma masasına oturmuştum.
Yanımda Apê Kemal ve onun yanında Yıldız
arkadaş vardı. Baskı bitmiş, gazete matbaadan
gelmişti. Dışarıdan zile bastılar. Ben kapıyı
açmak için otomatiğe bastığımda artık olan
oldu. İlk olarak tansiyonum düştü sandım.
Uyandığımda her tarafın yıkılmakta olduğunu
gördüm. Araba parçaları daha havada uçuşuyordu. O sırada Apê Kemal bağırıyordu; ‘dışarı
çıkın bombalandık’ diye.
Susurluk ve Ergenekon’da saldırının
izleri var
Dönemin Hükmet Sözcüsü Yıldırım Aktuna
da, belgede yer alan ‘bertaraf edin’ emrini doğal
bir emir olarak karşılarken, bombalama olayı
için, ‘Türkiye’yi zor durumda bırakmak için
kendi kendilerini bombaladıklarını düşünüyoruz’ yorumunda bulunması hala hafızalardaki
yerini koruyor. Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu ve Ergenekon davasının
iddianamesinin bazı ekleri arasında yer alan ve
yıllarca ‘devlet sırrı’ diye gizlenen belgelerde
Özgür Ülke Gazetesi’nin bombalanması, özgür
basın çalışanı gazetecilerin katledilmesinin de
yer almasıyla aslında yıllardır bilinen gerçeklerin kamuoyundan saklandığı da açığa çıktı.
Dönemin MGK belgeleri ‘susturun’ dedi
Ancak, yıllar sonra açığa çıkan belgelerden
de anlaşıldığı gibi devletin gazeteyi susturmak
için gerçekleştirdiği bu operasyon bile gazetenin yayınını engelleyemedi. Bombalamanın
hemen ertesi günü yani 5 Aralık’ta muhalif basının da yardımlarıyla Özgür Ülke Gazetesi ‘Bu
ateş sizi de yakar’ manşetiyle raflardaki yerini
aldı. 4 sayfa olarak çıkarılan gazetede yaşanılan
durum okurlara; ‘Devletin en yetkili ağızları
tarafından hedef gösterilen ve kapatılmak için
çare aranan gazetemiz çarşamba günü toplanan
Milli Güvenlik Kurulu’nun en önemli gündem
maddeleri arasında yer almıştı. Gazetemizi
susturma kararının alındığı toplantıda konuşulanlar, gazetemizin ismi anılmadan basına
yansımıştı. MGK’nin gazetemize ilişkin son
kararının ne olduğu üç gün sonra ortaya çıktı
ve Özgür Ülke bombalandı’ ifadeleriyle yer aldı.
Baskılar farklı şekillerde devam etti
Basın yayın organları üzerinde yüzyılı aşkın
süredir istibdat döneminden kalma baskı ve sansür
politikalarının eksik olmadığı Türkiye’de ‘Özgür
Basın Geleneği’nde yayın yapan gazeteler ise,
hemen her dönemde ya kapatıldı ya da hedef gösterildi. İktidar ve sermaye gücünden kurulu medya
holdingleri ile aralarına kalın bir çizgi çizen özgür
basın çizgisinde yayın yapan kuruluşlara karşı
bu güne kadar gerçekleşen çok çeşitli yönelimler,
kimi zaman ‘gizli’ ibareli belgelerle, kimi zaman
da devlet yetkililerinin doğrudan hedef gösteren
açıklamalarıyla gerçekleşti.
O saldırılarda geriye kalan birçok şey gibi Özgür
Ülke Gazetesi de bombalanması ile hafızalara kazındı. 1994-1995 yılları arasında yayın yapan, baskı
ve sansür politikasını en ağır biçimde yaşayan
gazetelerden Özgür Ülke Gazetesi’nin Kadırga’da
bulunan merkez bürosu ile Ankara bürosu 3
Aralık gecesi bombalı saldırıya uğradı. Gece yarısı
gerçekleşen ve C-4 tipi patlayıcıyla yapılan saldırı
sonucunda gazetenin ulaştırma görevlisi Ersin
Yıldız hayatını kaybederken, saldırıda yaralı olarak
kurtulan 23 gazete çalışanı polis tarafından gözaltına alınmış, gazete binası ise yerle bir olmuştu.
Özgür Ülke’nin İstanbul ve Ankara’daki bürolarının bombalanmasının yıldönümü olması nedeniyle
gazeteciler cemiyeti yayınladığı mesajda, katliamın
sorumlusu olan dönemin Başbakanı Tansu Çiller
ve diğer devlet yetkilileri hakkında saldırının
üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen hala bir soruşturmanın bile açılmadığına dikkat çekildi.
Yoluna, Ülkede Gündem, Demokrasi, Yedinci
Gündem, Ülkede Bakış, Alternatif gibi isimlerle
devam eden ‘Özgür Basın Geleneği’ her seferinde
kapatma ve saldırılarla gündeme geldi. Gelenek
Özgür Gündem Gazetesi ile yoluna devam ediyor.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler
bağlamında Kürdlerin hem çok ağır
bedeller ödediğini hem de dünyaya
meşruiyetlerini ispatladığını ifade
eden Avrupa Yeşiller Partisi Grup
Başkanı Rebecca Harms, dezavantajlı duruma rağmen Kürdlerin çok
önemli kazanımlar da elde ettiğini,
ancak yine de bir takım gelişmeler
konusunda acele etmemeleri gerektiğini söyledi.
Avrupa ve özellikle Almanya’daki
birçok sol partinin IŞİD’e karşı verilen mücadelede Kürdlere verdiği
destek sürüyor. Daha önce Yeşiller
ve Sol Partisi Eş Başkanı Claudia
Roth başkanlığındaki heyetin
ziyaretinin ardından geçen hafta
da Alman sol parti liderlerinden
Gregor Gysi, Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’yi
ziyaret etti. Avrupa ve Amerika’nın
Kürdistan bölgesi ve Kürdistan’ın
diğer bölgelerine desteklerini
açıklamasının ardından birçok
Avrupalı siyasetçi de Kürd sorunu
konusunda tavır alıp değerlendirmelerde bulunuyor.
Avrupa’daki önemli sol partileri
arasında yer alan ve geçtiğimiz
günlerde 21. Konsey toplantısını
İstanbul’da yapan Yeşiller Partisi,
toplantı ve paneller dizisinde
Avrupa, Ortadoğu, Kürdistan ve
Türkiye’yi de kapsayan tartışmalar
yürüttü. Özellikle Ortadoğu’da
Kürdlerin kazanımları ve IŞİD’e
karşı verdiği savaşın ele alındığı
tartışmalarda Kürdlerin desteklenmesi ve kazanımlarının korunması
gerektiğine vurgu yapıldı.
Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Grup Başkanı Rebecca
Harms BasHaber’e Türkiye’nin
Ortadoğu politikaları, Kürdlerin
IŞİD karşısındaki mücadelesi ve
bunun uluslararası camiadaki
yansımalarını değerlendirdi.
Kürdlerin son zamanlarda çok
acı çektiğini ama bu sefer kazançlı
olduklarını belirten Rebecca
Harms, ‘’Kürdler IŞİD’e karşı
mücadelede kazançlı ve ön
plana çıkmış durumda.
Kürdlerin bu durumunu
kullanmada dikkatli
olmaları gerekiyor’’ dedi.
Bu kazanımların getirdiği fırsatlar karşısında
Kürdlerin acele etmemesi
gerektiğini belirten
Harms, ‘’Uluslararası
alanda ve Ortadoğu’da
büyük kazanımlar elde
edebilecekleri bu durum karşısında
ellerine geçen fırsatları değerlendirmek için acele etmemeliler. Bu
acele etme durumu gerçekleşirse
bu kazanımların daha verimsiz
olması söz konusu olabilir’’ dedi.
Kürdlerin
desteklenmesi gerekiyor
Amerika ve AB’nin, IŞİD’in durdurulması kararı aldığını, bu bağlamda IŞİD ile en etkin mücadeleyi
yürüten aktör olarak da Kürdleri
desteklediğinin altını çizen Harms,
“Amerika ve Avrupa Birliği IŞİD’in
durdurulması kararını aldılar ve
buna yönelik girişimlerde bulundular. Ve özellikle bölgede yoğun
baskı gören Kobanê ve KBY’i göz
önünde bulundurarak Kürdlerin
desteklenmesi kararını aldılar’’
diyerek, Türkiye’nin de bu kararın
doğru bir karar olduğunu kavraması gerektiğini söyledi. Harms
ayrıca IŞİD’in durdurulması ve
Kürdlerin desteklenmeye devam
edilmesi gerektiğini belirterek,
“Özellikle IŞİD’in durdurulması
ve Kürdlerin desteklenmesi gerekiyor. Türkiye’nin de bu kararlar
karşısında kendisinin de Kürdlere
karşı olumlu yaptırımlar yapması
gerekiyor. Ancak Ortadoğu’nun
uzun süreli olarak barış ve huzura
kavuşması için bu yeterli değil,
ayrıca bunun için uluslararası inisiyatife ihtiyaç var’’ dedi.
Kürdlere hakları verilmeli
Çözüm Süreci konusunda da
değerlendirmede bulunan Harms,
bunun medya ve siyaset malzemesi
yapılmaması gerektiğini belirterek,
‘’Son zamanlarda Türkiye’de sürekli barış sürecinden bahsediliyor.
Bence bu kadar gündeme getirilip
bir medya ve siyaset malzemesi
yapılmasından çok, artık Kürdlere
haklarının verilmesi gerekiyor’’
dedi.
Avrupa Birliği’nin bölgedeki
sorunlara yaklaşımının değiştiğinin altını çizen Harms, bu süreçte Kürdlere ve Türkiye’ye büyük
görevlerin düştüğünün altını
çizerek, “Avrupa Birliği bence
artık şunu kavradı ki Ortadoğu
ve Türkiye’de askeri müdahalelerle sorunlara çözüm aramak
sorunları çözmekten çok daha
karmaşık hale getiriyor. Her ne
kadar Kürdlere silah temin edilse
de bunun tek başına askeri olarak çözüleceğini düşünmüyor.
Uzun vadeli bir barış sürecine
ihtiyacımız var ve bu süreçte
hem Türklere hem de Kürdlere büyük görevler düşüyor’’
dedi. Harms, ayrıca Ortadoğu’daki sorunların ilerleyen
zamanlarda daha etkin bir
biçimde çözülebilmesi için
silahların susturulması gerektiğini de söyledi.
09
Öcalan’dan yeni hamle
HAKAN TAHMAZ
Çözüm Süreci’ne ilişkin tartışma,
Abdullah Öcalan ile yapılan son görüşmeyle başka bir düzleme kaydı.
Görüşme sonrasında yapılan açıklamadan anlaşılana göre Öcalan’a
yardımcı olacak sekretaryanın oluşturulması, görüşmeci heyetinin genişletilmesi ve müzakere sürecini
izleyecek kurulun oluşturulması ve
kamu düzeninin sağlanması tartışması ve gerilimi, artık müzakerenin
içeriği ve yasal çerçevesi etrafında sürecek.
Öcalan’ın “tarihi müzakere manifestosu” adını
verdiği dosya, heyet üyelerinin açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla müzakereye geçilmesi ve mevcut
çatışmasızlığın nitelikli hale dönüşmesi için yapılması
gerekenler ile müzakere konularını içeriyor.
Sekretarya, izleme kurulu oluşmadan ve görüşmeci heyet tamamlanmadan Öcalan’ın yeni bir çerçeve
ortaya koyması, 21 Mart 2013 tarihinde ilan ettiği politik yönelim değişikliğinin stratejik bir değişim olduğunu bir kez daha gösteriyor. Yani Öcalan, tıkanan süreci ve gerilimleri aşmak için taktiksel bir hamle yaptı.
İlk göze çarpan Öcalan’ın iki yıl sonra ilk kez esas
olarak devletin/hükümeti yapması gerekenlere işaret
etmesidir. Ayrıca kullandığı dilde de ciddi bir farklılaşma olduğu gözleniyor.
Kürd siyasal hareketinin ve kimi demokrat çevrelerin sürecin gidişatına ilişkin rahatsızlıklarını, kaygıları paylaştığını ve hükümete karşı güvensizliğini kamuoyuna deklare etti. Yasal düzenleme yapılmadan
2013 yılında PKK güçlerinin sınır dışına çıkması ve
1999 yılında Habur’a gelişlerle ilgili çağrı yapmasının
özeleştirisini yapması böylesi bir yaklaşımın sonucu
olsa gerek.
Diğer yandan Öcalan’ın görüşmeci heyetten “devlet yetkilileriyle” görüşmelerini istemesi ilk kez oldu.
İki yıldır sürekli hükümet ile görüşmekten ve diyalogdan söz eden Öcalan’ın tutum değişikliği neye tekabül
ediyor olabilir? Devlet yetkilileri denerek kimlerin
kast edildiği çok açık olmasa da, başta MİT ve Kamu
Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı yetkilileri olduğu
anlaşılıyor. Bu, hükümetin tutum ve yaklaşımlarından
fazlaca umutlu olunmadığı gösterdiği gibi hükümete
de “Müzakere için size mahkûm değilim” mesajı veriyor.
Bu yaklaşım değişikliğinin süreci nereye doğru
evireceği ihtimalini ve bunun ne türden siyasal riskler
taşıdığını tartışmakta yarar var. Müzakerenin bürokratlarla yürütülmesi başka bir siyasal arka plan içermiyorsa ancak siyasal iradenin karar vermesini kolaylaştıracak bir mutfak çalışması olabilir. Muhtemel ki
Öcalan, süreci canlı tutmak amacıyla böylesi bir taktik
geliştirmiştir. Sürecin şeffaf yürütülmediği koşullarda bu türden çetrefilli taktikler fazlaca sorunlara yol
açma potansiyeli taşımaktadır.
Esas kafa karıştırıcı durum, son görüşme sonrasında heyetin yapmış olduğu açıklamalar karşısında hükümetin ve çevresinin yeni bir durum yokmuş gibi davranmalarıdır. Görüşme öncesi tutum ve söylemlerine
devam etmelerinde bir tuhaflık var. Hala hükümet,
silah bırakmaktan önce kamu düzenini sağlamaktan
ve Çözüm Süreci’nin ilerlediğinden söz ediyor. Bu bir
halüsünasyon olabilir.
Son iki yıldır birkaç kez gerçekçi ve gerçekleşebilir
olmayan beklentiler yaratılarak hayal kırıklıkları yaratıldı, umutlar törpülendi. İnsanlarımıza aynı şeyleri
yeniden, yeniden yaşatmak travmalara yol açmaktan
başka bir sonuç doğurmuyor.
Her iki tarafta süreci bitirilme riski alacak durumda değiller; bu sonucu şimdilik hiç bir biçimde arzulamıyorlar. Bu durumda yapılması gereken gerçekleşebilir ve realist bir planla ve güven artırıcı önlemlerle
seçim sonrasında kalıcı barışı sağlamaya dönük bir yol
haritasına nihai şeklini vermektir.
Bu tek taraflı yapılamaz. Ortak mesai gerektirir.
Bunun için ise önce taraflar, birbirinin söylediklerine
ciddiyetle yaklaşmalı. Öcalan’ın uyarılarını dikkate
almama yaklaşımı felakete doğru ilerlediğimizin emaresi değilse nedir? En fazla algı yönetimi olabilir. Algı
yönetimi ise aslında sorun çözüm yöntemi değil, “çürütme” yöntemi olduğundan ileriye doğru gidilemez,
yerimizde sayarız.
10
DOSYA
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
Vatikan-Kürd ilişkileri:
Papa, Diyarbakır’a davet edildi
H
Çimen Gümüş
ıristiyan dünyasının en büyük mezhebi Katolikliğin merkezi olan Vatikan’ın
Küdlere ilgisi, Papa Francesco’un geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti
sırasında Diyarbakır Sur İlçesi Belediye eski
Başkanı Abdullah Demirbaş’ı davet etmesi ile
yeniden gündeme geldi. Dünya medyasının
ilgi gösterdiği bu durum yeni olsa da aslında
Vatikan’ın Kürdlerle ilgisi eskilere dayanıyor.
Dünyanın en büyük devletsiz topluluğu olan
Kürdler, her dönem Vatikan’ın yakından takip
ettiği bir olgu oldu. Özellikle IŞİD saldırılarıyla
birlikte Güney Kürdistan’daki Hıristiyan topluluğa bölge hükümetinin korumacı yaklaşımı,
Vatikan’ın söz konusu alakasını ‘minnettarlık’
evresine taşıdı. Mesud Barzani’nin geçtiğimiz
yaz ziyaret ettiği Papa, yaptığı bir açıklamada
Kürdistan’ı ziyaret etmek istediğini açıklamıştı.
Geçtiğimiz yüzyılda Kürd Bilgini Bediüzzaman Saidê Kurdi tarafından gönderilen
mektup ile başlayan Kürd-Vatikan ilişkileri
ardından Abdullah Öcalan’ın mektubu ve yine
Güney Kürdistan Bölgesel Başkanı Mesud Barzani ile Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin
dönemin papaları ile yaptıkları özel görüşmelerle devam etti. Papa son olarak Kırklar
Meclisi Başkanı Abdullah Demirbaş ile Mayıs
ayında görüşmüş, son İstanbul ziyaretinde de
Demirbaş’ı görüşmeye davet etmişti. Bu durum
Papa Fransisco’nun Kürdlere olan ilgisini ifade
ediyor. Papalık makamı ve Kürdlerin ilişkisi
çok eski bir zamana dayanmasa da Hıristiyan
dünyasının ruhani lideri Papa’nın dünyanın en
büyük devletsiz halkı olan Kürdlerle olan ilişkisi, Kürdlerin Hıristiyan dünyası içinde özel bir
yer aldığını gösterir nitelikte.
Elbette Vatikan ile Kürdlerin ilgisinin 13.
yüzyılda Salahadin Eyubi dönemindeki Haçlı
savaşlarına dek uzandığı ve Katolik arşivlerin-
BasHaber
BİZDEN
8 - 14 Aralık 2014
BasHaber / BasNûçe ailesi toplandı
Yeni projelere doğru
de Kürdlerle ilgili çok sayıda belge ve dokumanın varlığı da biliniyor.
Saîdê Kurdî Papa’ya kendi eserini
göndermişti
Bilindiği gibi 21 yüzyılda Vatikan ile temas
kuran ilk Kürd, Bediüzzaman Saidê Kurdî idi.
1950 yılında dönemin Papa’sı XII. Pius’a kendi
eseri olan Zülfikar ile birlikte bir mektup gönderen Saîdê Kurdî, mektubunda dinler arası
ittifakın öneminden bahseder. Mektubuna karşılık olarak Papa’dan teşekkür mektubu alır.
Saidê Kurdî’den 60 yıl sonra Bursa’da düzenlenen bir anma toplantısında konuşan Vatikan
Temsilcisi Thomas Michel, Saidê Kurdî’nin 60
yıl önce gönderdiği mektubunda birlikten ve
beraberlikten bahsettiğini ve mektuptan sonra
ihtilafın ortadan kaldırılıp ahlaksızlıkla mücadele ve insan hürriyetini sağlamanın amaç
olduğu görüşüne vardıklarını belirtir.
Öcalan da Papa’ya mektup göndermişti
PKK Lideri Abdullah Öcalan da 1998’de
Papa’ya mektup göndermişti. Papa’ya gönderdiği mektupta Hıristiyanlığın eşitliğin, barışın
ve hümanizmin dini olduğunu ve buna büyük
saygı duyduğunu belirterek, Kürdlerin ilk
Hıristiyanlar olan Ermeni ve Asurilerle candan
ilişkiler geliştirdiğini ve yüzyıllarca barış
içinde yaşadıklarını ifade ediyor. Roma sürecinde kiliselerin kendisine sahip çıkmasından
kaynaklı basında çokça ‘PKK-Vatikan ilişkileri’
tarzında spekülatif haberler yer aldı.
Talabani ile görüşme
7 Kasım 2005’de Irak Devlet Başkanı Celal
Talabani ile Vatikan’da görüşen Papa 16. Benediktus, Irak’taki dini özgürlükler konusundaki
kaygılarını dile getirmiş, Talabani ise ülkesindeki Hıristiyan cemaatlerin bu özgürlüklerden
yararlanacakları konusunda garanti vermişti.
Vatikan: Barzani, Irak Hıristiyanlarının hamisi
Öte yandan 14 Kasım 2005 yılında KDP Lideri Mesud
Barzani, Vatikan’da Roma Katolik Kilisesi’nin ruhani
lideri Papa 16. Benediktus ile görüşmüştü. Görüşmeye dair
Vatikan Basın Bürosu tarafından yapılan resmi açıklamada,
“Papa, Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Ekselansları Mesud
Barzani’yi kabul etmiştir” denildi.
Vatikan’da genel olarak ziyaretçileri ile 15 dakika görüşen
Papa Benediktus, Barzani ile 35 dakikalık bir görüşme
yapmış ve bu durum Papa’nın Kürdlere ilgisi konusunda
merak uyandırmıştı. Buna ilişkin dönemin Dışişleri Bakanı
Sefin Dizayi bir röportajda şöyle diyor. “Vatikan bizim için
çok önemli bir yer. Duhok, Erbil ve Zaho’daki Hıristiyan din
adamları Vatikan’a bizi öyle iyi anlatmışlar ki Vatikan Dışişleri Bakanı, ‘Oradaki Kardinaller Kürdistan’ı cennet olarak
anlatıyorlar. Ben de o cenneti görmek istiyorum’ dedi. Başkan Barzani’ye de ‘Sizi oradaki Hıristiyanların hamisi olarak
görüyoruz’ diye konuştu” diyor.
tan ve Kürd hakına kapılarının açık olduğunun bir göstergesidir. Artık bu ülkelerin Kürdistan’a yönelik politikaları
değişti” demişti.
Barzani, Papa Francesco ile yaptığı görüşmede Kürdistan
ve Ortadoğu’daki gelişmeleri ele almıştı. Kürdistan Bölge
Hükümeti Dış İlişkiler Sorumlusu Felah Mistefa, “Başkan
Barzani’nin İtalya Dışişleri Bakanı ile görüşmesinde Kürdistan bayrağı bulunduruldu, Papa ile olan görüşmede de
bayrağımız asıldı. Bu durum uluslararası toplumun Kürdis-
Papa’dan Barzani’ye teşekkür
Barzani Papa görüşmesi Vatikan’ın yaptığı resmi davet
üzerine gerçekleşmiş, görüşmede Papa, Kürd ve Kürdistan mücadelesini yakından takip ettiğini ve öteden beri
Kürdistan’da yaşananlardan haberdar olduğunu belirtmişti.
Papa Francisco, Kürdistan’ın, Suriye gibi ülkelerden kaçan
göçmenler ile Irak’ın diğer bölgelerinden tehdit ve baskılara
maruz kalan Hıristiyanlar için güvenlikli bir bölge haline
gelmesinden dolayı Barzani’ye teşekkür etmişti.
IŞİD’in Şengal saldırısı ardından da Kardinal Fernando
Filoni’yi bölgeye gönderen Papa Francesco, IŞİD’in saldırdığı pek çok Hıristiyan ve etnik azınlığın barındığı Güney Kürdistan ile ilgili “Kürdistan’a gitmek için hazırım” demişti.
Mürşitpınar katliamı ve
müzakere taslağı
BİLAL SAMBUR
Kobanê’de Kürdlerin yayındayız
Papa Francesco, yakın zamanda 50’yi
aşkın ülkeden toplumsal hareketlerin
katıldığı “Toplumsal Hareketlerin Küresel
Toplantısı”na katılarak, Kobanê’deki savaşla ilgili “Kürdlerin yanındayız” mesajı ile
toplantıya damgasını vurmuştu.
Demirbaş, Papa’ya Diyarbakır daveti
Papa’nın fotoğraflı resmi davet ile İstanbul’daki etkinliklerde kendisine eşlik etmesi
için davet ettiği Kırklar Meclisi Başkanı
Abdullah Demirbaş, 2014 yılı içinde iki kez
Papa ile buluştu. Mayıs’ın 14’ünde Kırklar
Meclisi’nden bir heyetle Papa Francesco’yu
ziyaret eden Demirbaş, BasHaber’e yaptığı
açıklamada bu ziyarette Papa’ya Kürdlerin
karşı karşıya kaldığı durumu İsa’nın çarmıha gerilmesine benzetildiği bir mektup
verdiğini söyledi.
Son olarak İstanbul buluşmasında
Papa’ya verdiği ikinci mektupla birlikte bir
de vitray hediye eden Demirbaş, mektupta,
Kürd sorunu ve Türkiye’de devam eden
Çözüm Süreci’nin önemini anlatıp destek
istediklerini söyledi. Demirbaş, “Özellikle
IŞİD’in yaptığı saldırıları ve Avrupa’daki
İslamo-fobinin yanlış olduğunu, doğru
tarzın ve yaklaşımın Diyarbakır’da geliştirdiğimiz Kültürler Sokağı projesi olduğunu
belirttik. Kültürler sokağımızı anlattık.
Cami, kilise ve havrayı restore ettiğimizi
ve bir arada yaşama fikrini oluşturduğumuzu söyledik. Şengal’de Ezdilere yönelik
soykırım ve Kobanê’deki durumu anlattık
ve de manevi destek istedik. Papa’nın ve
Bartholomeos’un buluşmasının dünya ve
Ortadoğu barışı için büyük öneme sahip
olduğunu belittik. Ve ayrıca Diyarbakır’a
davet ettik” dedi.
11
İ
stanbul’da 6 ay
önce yayın hayatına
başlayan gazetemiz
BasHaber / BasNûçe
yeni atılımlarla yoluna
devam edecek. Gazetemiz yöneticileri, yazar
ve çalışanlarının 6. ay
sonunda tam katılımla gerçekleştirdiği
toplantıda, bu güne
kadarki aşama ele alınırken, bundan sonrası
için başlayacak yeni
çalışmalar üzerinde
tartışma yürütüldü.
Gazetemiz Yayın Yönetmeni Faysal Dağlı, BasNews Medya Şirketi yöneticisi Botan Tahsin, köşe yazarlarımız; Prof.
Dr. Mithat Sincar, Prof. Dr. Ferhat Kentel, Prof. Dr. Mesut
Yeğen, Prof. Dr. Bilal Sambur, Av. Sennur Baybuğa, Av.
Hamiyet Çelebi, Dr. Ferhad Pîrbal, eski Yayın Koordinatörümüz Yavuz Şimşek, gazeteci dostumuz Gül Demir, editör ve
muhabirlerimizin yanı sıra Kürdistan Bölgesi’nden bir grup
gazeteci ve gazetemize katkı sunan çok sayıda çalışma arkadaşımızın katılımıyla gerçekleşen yemekli toplantıda, Bas
Medya Grubu’nun gelecekte izleyeceği rota ve geliştirilmesi
konusunda bilgi alışverişi yapıldı.
Dağlı’nın konuşmasıyla başlayan toplantıda, yazar ve
katılımcılar da BasHaber / BasNûçe’nin gazetecilik tarzı ve
önemi üzerinde dururken, özellikle gazetemizin izlediği birleştirici ve barışçıl yayın politikasının önemine vurgu yapıldı. Konuşmasında gazetemizin daha da büyüyeceğini ifade
eden Dağlı, yeni projelerle özellikle görsel medya konusunda
yeni bir çalışmanın başlayacağını söyledi. Dağlı, 1988 yılından bu yana süren gazetecilik yaşamında yaptığı en önemli
işlerden birinin de BasHaber/BasNûçe Gazetesi ve BasNews
Ajansı projesi olduğunu belirterek, “Gazete ve ajansımız çok
kısa sürede hızla büyüdü. Doğrusu biz de bunca kısa sürede
bu denli hızlı bir büyüme beklemiyorduk. Aldığımız tepkiler
ve eleştiriler oldukça olumlu. Bu da yaptığımız işin daha da
büyütülmesi yönünde bize güç veriyor” dedi.
Kimsenin tarafı veya karşıtı değiliz
Gazetecilik standartlarından ve meslek ilkelerinden de
bahseden Dağlı; “Amacımız kendimizi, ülkemizin haberlerimizi yansıtmaktır. Kimsenin tarafı veya karşıtı olmadan
işimizi yapmaya çalışıyoruz. Anlayışımız pozitif haberciliktir. Birilerini karalamak veya göklere çıkarmak değil. Olması
gerekeni ortaya çıkarmaktır. Gazetemizin temel hedefi ulusal dayanışmayı, birliği, yakınlaşmayı, barışı pekiştirmektir”
diye konuştu.
Tahsin: Bu noktaya
geldiğimiz için çok
mutluyum
Dağlı’nın ardından
konuşan BasHaber /
BasNûçe Gazetesi’nin
İmtiyaz Sahibi Botan
Tahsin, yaklaşık altı aydır
yayın hayatına başlayan
BasHaber / BasNûçe
Gazetesi’nin yaptığı
işlerin oldukça kaliteli
olduğunu kaydetti. Bas
Medya Grubu bünyesinde birkaç ay içinde bir televizyon kanalı açacaklarını dile
getiren Tahsin, din, dil, ırk, mezhep ayrımı gözetmeden kardeşlik ruhunun pekiştirildiği bir habercilik anlayışı ile yine
yaşanan tüm sıkıntıların üstesinden gelmeye çalıştıklarını
aktardı. Tahsin ayrıca Gazetenin yazarlarına da gösterdikleri
özveriden dolayı ayrıca teşekkürlerini sundu.
Bas Medya Grubu olarak bir süre sonra bir haber televizyonu kanalı ile yollarına devam edeceklerini kaydeden
Botan Tahsin ise, “Daima Gerçek” sloganı ile yola devam
edeceklerini söyledi. Gazetenin ilk toplantısı olması hasebi
ile katılan herkese teşekkürlerini ileten Tahsin, “İnanıyorum
ki hep beraber daha büyük işler başaracağız” dedi. Gazetenin yayın politikasının demokratik çerçevede olduğuna dikkat çeken Tahsin, yıllardır siyasilerin başaramadığı birlik,
beraberlik ve kardeşlik ruhunu medya yoluyla yakalamayı
hedeflediklerinin söyledi.
Prof. Sancar: Değerli bir çalışma
Gazetemiz yazarlarında Prof. Mithat Sancar da,
BasHaber’in farklı bir habercilik dili ve tarzı geliştirdiğini,
bunun birlik için son derece değerli bir çalışma olduğunu
dile getirdi. Yazarlarımız BasHaber gazetesi ile çalışmaktan
duydukları memnuniyeti dile getirerek, grubun daha da
büyümesi için üzerlerine düşen katkıyı sunmaktan kıvanç
duyacaklarını ifade etti. Katılımcılar özellikle görsel alanda
atılacak adımların Kürd medyası anlamında önemli bir
mecra olacağını kaydetti.
Kürdistan’dan armağanlar
Yapılan konuşmaların ardından gecede gazetenin yazarları ve destekçilerine Kürdistani motifler ile ulusal simgeleri
temsilen çeşitli hediyeler sunuldu. Yapılan konuşmaların
ve takdim edilen hediyelerin ardından toplantı geç saatlere
kadar devam etti.
Kürdler, Kobanê’de DAİŞ’e karşı
büyük bir direniş sergilemeye devam
etmektedirler. Dünya Kobanê’yi sahiplenmiş, ancak DAİŞ’i dışlamıştır.
DAİŞ’e karşı kurulan uluslararası
koalisyon, bu terör çetesinin ve destekçilerinin dünyadan yalıtılmışlıklarını
göstermesi açısından önemlidir.
DAİŞ, dünyadan yalıtılmasına rağmen, Ortadoğu’daki egemen güçlerin
bu terör çetesine vermiş olduğu destek devam etmektedir. DAİŞ, Rojava’daki Kürd direnişini ve varlığını zayıflatmak için kendisine tevdi edilen vekalet savaşı yapma
görevini yıkıcı bir şekilde yapmayı sürdürmektedir. DAİŞ
çeteleri, bomba yüklü bir araçla, Kürd direnişçilerin elinde
bulunan Mürşitpınar sınır kapısına saldırmışlar ve birçok
kişinin hayatını kaybetmesin neden olmuşlardır. Mürşitpınar katliamı, DAİŞ’in Rojava’da kendisine yüklenilen
vekalet savaşı görevini daha uzun süre devam ettireceğini göstermektedir. Nusra Cephesi denilen bir başka terör
örgütünün ise, bu sıralarda Efrin’e saldırmak için ciddi
hazırlıkların içinde olması, Kobanê’den sonra Efrin’in de
uluslararası bir sorun haline geleceğinin habercisidir.
DAİŞ’in Kobanê saldırısına duyulan öfkenin ve tepkinin bir sonucu olarak gerçekleşen 6-7 Ekim olayları sonrası, Türkiye’de yürütülmeye çalışılan çözüm süreci askıya
alınmış ve Kürd siyasal hareketinin İmralı’yla temasları
kesilmişti. HDP Heyeti İmralı’ya gitti ve bir müzakere
taslağıyla döndü. Son günlerin en önemli iki gelişmesi,
HDP Heyetinin İmralı’ya gitmesine tekrar izin verilmesi
ve DAİŞ’in Mürşitpınar kapısına terörist saldırısını gerçekleştirmesidir.
Öcalan, kendisiyle görüşmeye gelen heyete, halka
karşı yapma ihtiyacını duyduğu özeleştiriyi ifade etmiştir.
Hiçbir kayıt olmadan ve hukuki çerçeve oluşturulmadan
süreçte ilerleme sağlanamadığını gördüğünü ve devletin
atması gereken adımlar konusundaki beklentisinde yanıldığını ifade etmiştir. Öcalan’ın yapmış olduğu bu özeleştiri, aslında İmralı’nın resmi tutuma olan güvensizliğini
göstermesi açısından önemlidir. Resmi politikalara karşı
duyulan güvensizliğin özeleştiri olarak ifade edilmiş olması, son görüşmede ortaya çıkan en önemli noktalardan
biridir.
HDP Heyeti, bir müzakere taslağıyla geri dönmüş bulunmaktadır. Ancak HDP heyetinin getirdiği müzakere
taslağı, İmralı ve devlet arasında varılan bir mutabakat taslağı değildir. Bu taslak, devletin mutabakat taslağı değildir. Hükümet kanadından çözüm süreci konusunda somut
bir öneriyi ve politikayı içeren hiçbir açıklama yapılmamıştır. HDP sözcüleri, sekreterya, üçüncü göz, silahsızlandırma ve demokratikleşme konularındaki beklentilerini ifade
etmeye devam etmektedirler.
İmralı’dan getirilen müzakere taslağının en önemli
unsuru, sürecin bundan sonra görüşmeler ve sözlü vaatler
üzerinden yürütülmemesi gerektiğinin dile getirilmesidir.
Müzakere taslağına göre süreçte yol alınması için, sürecin
kurumsallaşması ve hukuksallaşması gerekmektedir. İmralı, kurumsallaşmayan ve hukuki bir zemine dayanmayan
bir süreçten verimli ve yapıcı sonuçların ortaya çıkacağı
beklentisi içinde değildir. Resmi yaklaşımın gündeminde,
sürecin kurumsallaşması ve hukuksal nitelik kazanması
şeklinde bir konu bulunmamaktadır.
Resmi sözcülerin yapmış olduğu açıklamalardan hükümetin, Kürd sorununun çözümü konusunda bir politikaya sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Hükümet, çözüm
süreciyle PKK’yi silahsızlandırmayı hedeflemektedir.
Bundan dolayı İmralı’dan gelen müzakere taslağının
hükümet için hiçbir anlam ve önemi bulunmamaktadır.
Hükümetin İmralı’dan beklediği bir müzakere taslağı değil, silahsızlanmaya dair bir yol haritasıdır. Suriye savaşı,
DAİŞ saldırıları ve silahsızlandırma tartışmaları, önümüzdeki günlerde sürecin gidişatının belirlenmesinde etkili
olan faktörler olacaklardır.
12
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık12
2014
MEDYA
Sınırda sınırlı gazetecilik halleri
Berfîn Mijdar
K
obanê’de IŞİD ile Kürd güçleri arasında 15 Eylül’de başlayan çatışmalar
üçüncü ayına girerken olayları bizzat
takip eden, aktaran yerli ve yabancı basın
mensupları Kobanê sınırında sınırlı bir şekilde çalışmak zorunda kalıyor.
Çatışmaları sınırdan izlemek zorunda
kalan basın mensupları bir yandan havan
mermilerinin hedefi olurken, diğer yandan
sınırda yaşanan zorluklara katlanmak zorunda kaldı. Yerel yönetimlerin ve Valiliğin de
zaman zaman sorun çıkarttığı basın mensupları polisin, askerin baskısı yanında zaman
zaman da sınırda bekleyen insanların hedefi
haline geldi. Urfa’ın Suruç ilçesinde sınırın
sıfır noktasında Kobanê’nin tam karşısında
bulunan tepeye konumlanan basın mensuplarının bulunduğu tepeye çoğu kez havan
mermileri düşerken çoğu zaman da askerin
gaz bombalarına maruz kaldı.
Sınırda sınırsız trafik kazaları
IŞİD’in saldırılarıyla binlerce Kobanêli
sivil katliam dolayısıyla Mürşitpınar Sınır
Kapısı’na dayanırken ilçede nüfus patlaması yaşandı. Bu nüfus patlaması ilçenin
yaşantısını da etkilerken kuşkusuz en çok da
trafik yoğunluğu arttı. Sınırda çatışmaları
tüm zorlu koşullara rağmen izlemeye çalışan
basın mensupları da sık sık trafiğin kurbanı
oldu. Sınırın ilk kazasını Eylül ayında Kanal
D ekibi yaşadı. Araçları takla atan Kanal D
ekibinde can kaybı yaşanmadı ancak ekipte
yaralananlar oldu.
Ajanlıkla suçlandılar
Yine aynı güzergahta meydana gelen
kazada ise Lübnan asıllı Press TV Muhabiri
Serena Shim yaşamını
yitirmiş Kameramanı Judy
İrish ise yaralanmıştı.
Toplumun
haber
alma
hakkını
gözetmek
adına aylarca sınırda sıcakta, soğukta,
yağmurda, bombaların altında çatışmaları
takip eden basın mensupları bir de ajanlıkla
suçlandı. İlk olarak trafik kazasında hayatını
kaybeden Serena Shim’in Kürd hareketine
yakın oluşundan dolayı ajan olduğu iddiaları
yayınlandı. Katıldığı televizyon programında
tehdit edildiğini belirten Shim’in ölümünün
de kaza mı yoksa suikast mı olduğu ise sır
olarak kaldı.
Polisin de halkın da hedefindeler
Sınırda bulunan kitleye saldıran polis ve
asker özellikle keyfi uygulamalarla basının
çatışmaları izlediği ve Basın Tepesi olarak
adlandırılan noktaya gidişleri yasaklarken
halka yapılan müdahaleler sırasında BBC ekibinin aracına ve DİHA’nın canlı yayın aracına
gaz kapsülleri attı. Peşmerge birliklerinin
Kobanê’ye geçişini izlemek için sınıra gelen
Kürdistan TV ekibi de polisin şiddetine maruz
kaldı. Kanalın Diyarbakır Sorumlusu Mehmet
Eren ve ekibi önce darp edildi ardından gözaltına alındı. Bu yaşananları görüntüleyen İMC
ekibi de polisin hakaretlerine maruz kaldı.
Polisin hedef gösterdiği gazetecilere zaman
zaman sınırda bulunan kitle de saldırdı.
Bayramın birinci günü Basın tepesinde canlı
yayına bağlanan Bugün TV Muhabirinin
yayın esnasında “IŞİD militanları” demesi
üzerine kitle taşlarla muhabire ve canlı yayın
araçlarına saldırdı. Bilgisayar, kamera ve
fotoğraf makinesinin gasp edildiği saldırıda
Bugün TV’nin aracı da hasar gördü. Ardından
bu kez Reuters ekibine saldıran kitle ekibin
kamerasını gasp etti. Peşmerge birliğinin
Kobanê’ye geçişi sırasında yine gazetecilerin
çekim yapma hakkını gasp eden polis ve asker
gazetecilerin, geçişin olduğu yola çıkması
halinde ateş açma yetkisini kullanacağını
belirtti. Mürşitpınar Sınır Kapısı’ndan IŞİD’e
Kobanê’ye geçen ÖSO mensupları, kendilerini görüntüleyen Kanal D Ekibi’nin etrafını
sararak kameralarına el koydu.
Askerin ilk dönemler hem sınırda bulunan
köylere hem de Suruç İlçesi’ne yönelik müdahalelerinde yine basın
birinci derece hedef
halindeydi.
Özellikle Dicle Haber Ajansı’nın ilk günlerde
yoğun olarak yaşadığı baskılar askerin ve
polisin gazetecilere yönelik şiddetiyle sınırlı
kalmadı. TOMA’dan ve Akrep tipi askeri araçlardan gazetecilere seslenen asker hakaret
ederek tehditler savurdu. Köylere müdahale ederken de öncelikli müdahaleyi basın
mensuplarına yönelik gerçekleştiren asker,
fotoğraf çeken bazı gazetecilerin makinelerine zarar verirken çekim yapmakta direnen
bazı muhabirleri de darp etti.
Havanlar birkaç metre ötemize düştü
Çatışmaların ve göçlerin başladığı ilk günden itibaren sınırda ekibiyle birlikte çalışan
War TV Diyarbakır Sorumlusu Nail Kadirhan
da biber gazlarına maruz kalan gazetecilerden
biri. Sınırda çalışmanın hayati tehlike açısında
son derece riskli olduğunu belirten Kadirhan
bunun yanı sıra göçler sırasında yaşanan travmaya şahit olan gazetecilerin psikolojik olarak
da zor anlardan geçtiğini ifade ediyor. Sınırda
çalışma halini Kadirhan şu sözlerle ifade ediyor; “Gazetecilik yapmak her savaşta olduğu
gibi burada da çok önemli sorumluluklar getiriyordu fakat her kurumun yada her gazetecinin bakış açısı yaklaşımı farklıydı. Kimi olayın
magazininde kimi trajedi yada farklı hikayeler
peşindeydi. Gerçekten Kobanê’de ne olup
bittiğini öğrenmek görmek için sınıra yakın
köylere giderek hakim tepelerden görüntü ve
fotoğraf almaya çalışırken elbette birçok meslektaşımız gibi zaman zaman çok ciddi sıkıntılarla karşılaştık, gidişlere izin verilmemenin
yanı sıra bazı meslektaşlarımız tartaklandı.
Bunun yanı sıra Kobanê’den gelen havanların defalarca sadece birkaç metre yakınımıza
düşmesi olayın bölgede çalışan gazeteciler
için ne kadar tehlikeli olduğunu gözler önüne
sererken defalarca gazlı müdahalelere maruz
kaldık. Gazetecilik yapmak her savaşta olduğu
gibi burada da çok önemli sorumluluklar
getiriyordu fakat her kurumun ya da her gazetecinin bakış açısı yaklaşımı farklıydı. Kimi
olayın magazininde kimi trajedi ya da farklı
hikayeler peşindeydi.”
Sınır hattına kesinlikle yaklaştırılmayan basın mensuplarının
özellikle tel örgülere yaklaşması
halinde hemen asker gazetecilere
gösterici muamelesi yaparak gaz
fişeklerinin
yanı sıra plastik ve gerçek mermilerle müdahale de bulunuyordu.
İlçe merkezinde de
sınırlandırmalar yaşanıyor
Freelance Gazetecilik yapan İhsan Tunç ise
sınırın yanı sıra ilçe merkezinde yaşadığı zorluklardan yakındı. Özellikle Kobanêli sivillerin
yaşadığı çadır kentlere girip görüntü alma konusunda çoğu zaman zorluk yaşadığını belirten Tunç, “Çadır kentlere girmeye çalıştığımız
da öncelikli soru ‘Kürd medyası mısın?’ hayır
cevabını verdiğimiz anda çekim yapmaya izin
vermiyorlar. AFAD çadırlarına girmek zaten
imkansız hale getirilirken belediye çadırlarına
girmeyi de orada bulunan sorumlular zorlaştırıyor. Hem sesleri duyulsun istiyorlar hem de
çekim yapma hakkını engelliyorlar” dedi.
Manipüle edilen haberler
Basın mensupları sınır hattında ve ilçede
zorluklar yaşarken bazen de kendileri durumu olduğundan farklı yansıtmaya çalıştı.
Kobanê’de çatışmaların yoğun olarak yaşandığı sırada tepeden çatışmaları izleyen bazı
medya mensupları, bazı haberleriyle durumu
manipüle etmeye çalıştı. Basın tepesinde askeri mevziiye yatıran basın mensupları namlunun ucunu Suruç’a çevirirken “Kobanê’de
sokak çatışmaları başladı” başlığıyla haberi
servis etti. Ancak durumun öyle olmadığı
anlaşılınca da birçok medya grubu haberi geri
çekti.
İzin olsa da gözaltına alınıyorlar
Çatışmaları yerinde izlemek isteyen gazetecilerin, Kobanê giriş çıkışları bazen Valilik
izniyle gerçekleşse de dönüşlerinde bu kez
gözaltılar yaşandı. Valilik izniyle Kobanê’ye
giden War TV’nin Hewler Ekibi Kobanê dönüşünde asker tarafından gözaltına alınarak 12
saat sorguda kaldı.
Kobanê’de IŞİD ile Kürd güçleri arasında
çatışmalar ve zorluklara rağmen sınırdan
ayrılmayan gazetecilerin de sınırda sınırlı çalışma halleri devam ediyor. Nitekim aylardır
sınırda bulunan gazetecilerin en büyük sorunu ise enformasyon kirliliği. İçeride yaşanan
çatışmalara dair bilgi almaya çalışan gazeteciler zaman zaman
yanlış yönlendiriliyor ve enformasyon
kirliliği çerçevesinde
haber yapılmasına
sebep olunuyor.
SÖYLEŞİ
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
13
SÖYLEŞİ
Şerif Kaplan:
Ölümün bir başka formudur sürgün
Gazetecilik hayatına 1992 yılında Özgür Gündem gazetesi ile başlayan ve ancak yazdığı yazılar ve muhalifliği
nedeni ile ülke dışına zorunlu olarak sürgüne giden Şerif Kaplan, ilk kitabı Diyarbakır zindanını anlatan ‘’Öyle
ürkek bakma ölüm’’ ve ikinci kitabı bir Ezdi kadının
geirlla yaşamını anlattığı ‘’Kapanmasın Kirpiklerin’’den
sonra bu kez sürgün hayatını anlattığı ve sürgün yaşamının aşkları ve çelişkilerini konu aldığı ‘’Şiliya’’ ile okurun
karşısına çıktı. ’Sürgün insanların bedenen uzakta ama
ruhen memleketinde yaşadığı bir duygu ve yaşamdır.
Ölümün başka bir formudur sürgün’’ diyen Şerif Kaplan
ile sürgün hayatını ve bunun ‘’Şiliya’’daki yansımalarını
konuştuk.
Sürgünlüğün anlam evreninizdeki yansımasından
biraz bahseder misiniz?
Sürgün insanların bedenen uzakta ama ruhen memleketinde yaşadığı bir duygu ve yaşamdır. Zorunlu olarak uzakta
yaşıyorsun ama ruhun başka bir yerde oluyor. Ölümün başka
bir formudur sürgün. Çünkü genellikle belli bir yaştan sonra
sürgün yaşıyorsunuz. Belli bir yaştan sonra yeni bir yaşam,
bir kültür, yeni insanlar, yeni alışkanlıklar ediniyorsunuz.
Ve bunları zorunlu olarak yaşıyorsunuz. Bedeniniz başka bir
yerde olmasına rağmen, çocukluğunuz ve ruhunuz başka bir
ülkede, sokaklarda yaşamaya devam ediyor.
Sonuç olarak bunları siz yazıyorsunuz ve Chiko’nun
hafıza ve duygularını siz belirliyorsunuz? Bunu
yazmak zor olmuyor mu?
Aslında bu çalışmam daha önce yazdıklarımdan çok farklı,
bu bir şekilde yaşayan bir roman gibi bu yüzden en zor seçimi
yaparak, zor bir tarzda, zorlu iç çatışmalar yaşadım. Çünkü
yaşayan bir romanda hata yapma payınız da bu hatalara tepki
alma şansınız da çok fazla ama şöyle bir yöntem izledim ben;
birinin kaşını ve gözünü baz alarak obje olarak kullandım
ve kuguladım. Sürgün hayatını Chiko üzerinden anlatmaya
çalıştım. Bu yüzden yaşanan bir roman o yüzden beni biraz
zorladı.
Karakterlerinizi, yaşadığınız sürgün mekandan
binlerce kilometre uzaktaki herhangi bir yerde yapıntılamanın zorlukları nelerdir?
Açıkçası ben sürgünde olsam da gerçekte hiçbir zaman
Kürdistan’dan kopmadım ruhum hep orda günlük yaşamım
ve yüreğim her zaman orada yaşıyor. Burada olmama rağmen
size daha yakın yaşadım. Kürdistan’daki insanlarla daha iç
içe yaşadım. Yüreğim ve beynim hep orada olduğu için benim
için orası hep öncelikli oldu. Buraya adapte olmamda da biraz
zorluk yaşadım zaten.
Karakterlerinizde kapitalist ve yalnızlaştırıcı düzene karşı bir istemsizlik olmasına rağmen orada
yaşanılanları da yaşamak istiyor?
İnsanlar belli bir yaştan sonra buraya sürgün edildiği
için şekillendiği, doğduğu yerin yaşam tarzı ve sıcaklığı hep
insanın içinde kalıyor. Sürgün olarak geldiğimiz yerde halklar
Birkaç soru ve ‘iyi
akşamlar’
FERHAD PİRBAL
değişiyor, yaşama bakış açısı değişiyor. Dolayısıyla bu iki
farklı ucun arasında insanın ruhu gelgitler yaşıyor. Çünkü
memleketinde edindiğin alışkanlıkları burada bulamıyorsun
ama fiziki olarak burada yaşadığınız için buradaki birçok şeyi
yaşamak ve bunlara alışmak zorunda kalıyorsunuz. Bu insanın
kendi içinde bir savaşa da neden oluyor. Dolayısıyla sürgünün
ve özlemin karaktere yansıması da bu şekilde oluyor.
Peki geri dönmek hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben özgürlüğüme düşkün bir insanım. Özgürlüğün olmadığı
bir yerde yaşamayı pek anlamlı kılamıyorum. Eğer özgür bir
Amed’de yaşayacaksam gelmek isterim. Ama başka bir yerde
değil. Özgür bir Amed’de yaşayacaksam dönmek isterim.
Eğer Amed’e gelirseniz ve hafızanızda bulunan birçok şeyi bulamazsınız ne hissedersiniz?
Birkaç boyutu var bunun. Belki o duyguların yarattığı
yoğunluk karşısında orada yaşamaya başladığında bir hayal
kırıklığı yaşayabilirsiniz. Oradaki duygusal yaşama adapte
olamayabilirsiniz. Belki bıraktığımız insan sıcaklığını yakalamayabiliriz. Muhtemelen hafızamızda büyüttüğümüz ve kutsallaştırdığımız birçok şeyi bulamadığımız için hayal kırıklığı
yaşayabiliriz.
Belli bir süre sonra insanların bakış açıları değişebiliyor insanın buna direnmesi de başlı başına bir
hikaye. Direnç noktası ne oluyor genelde?
Burada aslında en zorlu şey yalnız olmak. Burada yalnızsınız. Bir insan yalnızlığa ne kadar direnebilir. Bütün hikaye
burada başlıyor. Yalnızlığa ne kadar çabuk teslim olursan o
kadar hızlı eski hayatından uzaklaşıyorsun. Yalnızlığa direnebildiğin kadar eski hayatını devam ettirme şansın artıyor. Dolayısıyla burada direnç yalnızlıkla ölçülüyor. Yalnızlık bir süre
sonra belki başka alışkanlıklara dönüşüyor o alışkanlılarda bir
süre sonra hayata bakış açını değiştiriyor. Bakış açısı ideoloji
veya hayat felsefesi bunların hepsi değişebiliyor insanın.
Şerif Kaplan memleketinde olsaydı ne yapardı?
Yazmaya devam ederdim. Yine yazardım ama muhtemelen
sürgünler yerine farklı şeyler yazardım sokakları aşkları
yazardım. Ama burada olduğumuz için ister istemez içinde
bulunduğu durum sizi etkiliyor.
Tel: +90 212 243 27 79
Fax: +90 021 243 27 60
İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin
E-mail: [email protected]
Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi
www.basnews.com
Görsel
Yönetmen:
Alp
Tekin
Babaç
Haber Merkezi: Aziz Tekin, Özcan Şahin,
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
...
Fatoş Yıldız, Çimen Gümüş,
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
Diyarbakır: Mustafa Turan
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı
Editörler: Rawîn Stêrk, Yeter Polat
13
Fransa hükümeti her ne kadar
nasyonalist bir yönetim değilse de,
büyük ve köklü bir bakanlığı var. Adı
Frankofon olan bu bakanlığın temel
amacı Fransız kültürünü tüm dünyaya
yaymak ve Fransız kültür ve edebiyat
ile çalışmalarda bulunanlara yardımda
bulunmaktır.
Ayrıca hükümetin denetiminde Crous ve CNL adlı dernekler de
bulunmaktadır. CNL adlı dernek Frankofoni’nin aksine,
Fransa’da ikamet eden yabancı yazarlara akademisyenlere
ve öğrencilere burslar vermekte, Fransızca’dan başka dillere çeviriler yapmak isteyenlere, imkanlar yaratmaktadırlar.
Derneğin amacı bu tür etkinliklerle Fransız siyaset, kültür ve
edebiyatının dünyada yayılmasını sağlamaktır.
Eleştirel sorularımı önce Kürdistan Bölgesel
Yönetimi’ne sonra da Türkiye’ye yöneltiyorum: Madem
kendini ‘nasyonalist’ olarak görüyor, Hewler Yönetimi, Kuzey Kürdistan’dan 50 öğrenciye neden yıllık burs vermeyi
düşünmedi? İşleri ve imkanları olmayan öğrenciler, Kürdistan’daki üniversitelere gidip ebebiyat, kültür ve tarihlerini
öğrenebilirler. Bu öğrenciler ilerde Güney ve Rojava Kürdistanı için çalışıp hizmette bulunabilir? Ya da hiç olmazsa
Kürdçe ve Sorani lehçeleri arasında köprü olabilirler.
Acaba buna Türkiye mi izin vermiyor ya da PKK mi
bundan rahatsız? İnanmıyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz
ki; Rojava’nın özgürlük için Peşmerge’ye ne kadar ihtiyacı
varsa, Kuzey’in de Hewler Hükümeti tarafından karşılanabilecek, eğitim ve bilim burslarına ihtiyacı var. Türkiye ve
Kürdistan Bölgesel yönetimi arasındaki işbirliği şimdiye
kadar maalesef petrol, ticaret ve para sınırının ötesine geçmemiştir. Ancak Hz. İsa der ki; “insan sadece ekmek ile yaşayamaz.”
Biliniyor ki, düşünce, bilim, sanat, ve kültürlerimizin de
birbirlerine ihtiyacı var. Sadece Kürdistan hükümetinin değil, belki de Türkiye hükümetinin de bir manevi, kültürel
ve eğitim protokol düşünmesinin şimdi tam vaktidir. Bunlar, öğrenci değişim programları, üniversite bursları, eğitim
bursları, ve master bursları olabilir. Ve bununla hem Türkiye ve Kürdistan hükümeti arasındaki ilişkiler, hem de iki
ülke yurttaşları arasındaki ilişki gelişmiş ve sağlam temellere
oturmuş olacaktır.
Kürdistan hükümeti, mesleki, kültürel dergiler ya da gazeteler için çok masraf ediyor. Eğer bu alanda kullanılan paranın yüzde ikisi burs olarak Bakur’daki yazarlar için bağışlansa, inanıyorum ki ülkemiz yazarları ile Başur, Rojava ve
Rojhilat düşünürleri arasında sağlam bir köprü kurulabilir.
Böyle edebi ve kültürel bir köprü, aslında Hewler Hükümeti
Kültür Bakanlığı’nın görevidir. Ve bu durum Kürd edebiyatçılarını olumlu anlamda razı eder, ben de böyle sorularla
sizi rahatsız etmem. Bu durumda kendileri de cadde ve restaurantlarda birbirlerine Türkçe “iyi akşamlar” demekten
vazgeçer.
Bu arada başka bir konuya da dikkat çekmek istiyorum.
Edebiyat ve sanatın ideolojik esaslar üzerine kurulması doğru değildir. Mücadele konusundaki işlerimizi modern ve demokratik bir şekilde yürütebiliriz. Ancak edebiyat ve sanat
disiplini başka bir şey gerektirir. Edebiyatta militanlık yapmak doğru değildir. Sanat ve edebiyatın bireysel bir dünyası
olmalıdır. Sanat ve edebiyat filozofik ve şahsi bir bakış açısını
içinde barındırmalıdır. Güney’de bu durumun artık gerçekleştiğini söyleyebiliriz ancak Kuzey Kürdistan’ında bu alan
ideolojik ve nasyonalist bir tesirin altında kalmıştır. Nasyonalizm ve ideolojik tutum edebiyat ve sanatın düşmanıdır.
Edebiyat konusunda durum böyle ancak müzik konusunda
Bakur, Başur’dan daha ileridedir. Bakur müziği bir yorum
ve tarza sahiptir. Kuzey’deki müzisyenlerin çoğu sanatçı bir
şahsiyete sahiptir. Ancak edebiyatta durum bunun tersidir.
Örneğin Ciwan Haco’nun bir ezgisinin müziği dinlediğimde
insan hemen onun Ciwan Haco olduğunu anlayabiliyor. Keşke müzik konusundaki bu ilerlemenin yansımaları edebiyat
ve sanatın diğer alanlarında da hissedilebilse.
14
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık14
2014
PORTRE
Ruhi Su:
Van’dan Konya’ya bir sürgün anatomisi
1
Sedat Ulugana
912’de Van’da doğan Ruhi Su’nun
asıl adı Mehmet idi. Birinci Dünya Savaşı’nın yetim bıraktığı Vanlı
çocuklardan biriydi. Büyük ihtimal
Yaşar Kemal’in ailesinin Adana’ya
sığındığı günlerde, o da bir aileye
sığınarak Torosları aştı. Tahmini yıl
1918’dir. Çünkü bu yıllarda, daha önce
kırıma uğramış Van Ermenilerinden
arta kalan genç Komitacılar, Rus
ordusuyla birlikte Van’a geri dönmüş,
“Ermeniler intikamlarını alacak” korkusuyla binlerce sivil Kürd, Van’dan
kaçtı.
Ruhi Su, Adana’ya geldiğinde
6-7 yaşlarındaydı. Birinci Dünya
Savaşı’nın çok çetin geçtiği Van Gölü
çevresinde binlerce Kürd ve Ermeni
çocuk yetim kalmıştı. Yetim kalmış
Ermeni çocukları, 9. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir tarafından
toplatılıp, “Sıbyan Taburu” adı altında
silâh altına alınıp, Ruslara karşı cepheye sürüldü. Kürd ailelere sığınan
erkek çocukları daha şanslıydı, şanslı
olanları sıcak bir aile ortamı bulabiliyordu. Eğer bu ailenin bir erkek
çocuğu olmamışsa, sığınma daha da
kolay oluyordu. Ruhi Su da bu erkek
çocuklardan biriydi. Ruhi Su’nun oğlu
Ilgın Su’nun; “Büyük ihtimal babam
bir Ermeni idi. Çünkü bu güne kadar
hiçbir akrabası çıkmadı” diyordu.
Ruhi Su da 1984 yılında bir söyleşide,
“aslını” yine de söyleyemiyor Su, gazetecinin deyişiyle, söz konusu çocukluğu ve aslı olunca dilsiz kesiliyordu:
“Demin anlattıklarımı kimselere anlatmadım. Öksüz olduğumu çok kim-
seye söyleyemedim. Toplumumuzda
hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘Kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş
olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı.”
Van’dan Adana’ya kaçmış yoksul
bir Kürd aile tarafından büyütülen
Su’nun nüfus kayıtlarında baba ismi
Abdullah, ana ismi Hure (Hûrê) olarak geçer. Fransızların Adana’yı işgal
etmesiyle birlikte bu aileden de kopan
Su, yetimhaneye verilir. İlkokuldan
sonra Adana Öğretmen Lisesi’ne
kaydolur. Konya ile ilk tanışması
da böylece gerçekleşir. Çünkü yaz
aylarında evi olan öğrenciler evlerine,
evi olmayanları da devlet, Konya’daki
Çocuk Esirgeme Kurumu’na gönderir.
1934 yılında Ankara’da müzik okuluna
kaydolur. Müzik okulunu başarılı bir
şekilde bitirince, Ankara Cumhurbaşkanlığı Orkestrasına seçilir. 1936-1942
yılları arasında Devlet Konservatuarı
Opera Bölümü’nü okur. Sonra Devlet
Operası’na sanatçı olarak girer. Bu
sürecin sonunda Mehmet Ruhi Su,
kimliğini yitirerek karşımıza Ankara
Radyosu’nda türkü okuyan bir Türk
sanatçı olarak çıkar.
Mustafa Suphi’ye yazdığı ağıt nedeniyle 1952 yılında tutuklanır. Uzun bir
müddet Sansaryan Hanı’nın “Tabutluklar” denilen yerinde kalır. Daha
sonra Türkiye Komünist Partisi davasından yargılanan Su, Vedat Türkali
ve Mihri Belli gibi isimlerle birlikte
Adana Cezaevi’ne nakledilir. TKP’li
mahkûmlar birbirine zincirlenmiş
şekilde otobüse bindirilir. Otobüs, Ankara-Şereflikoçhisar istikametinden
süzülür. Ruhi Su, hiç görmediği uzak
Kürdlerin topraklarından geçmiştir.
Hasan Dağı civarına geldiğinde otobüs
mola verir. Hasan Dağı, Koçhisarlı
Kürd eşkıyaların yuvası… Ruhi Su’nun
ağzından bir türkü süzülüyor bozkıra:
“Hasan Dağı, Hasan Dağı
Eğil eğil, eğil bir bak
Sıkıyor zincir bileği
Jandarmada din iman yok”
Ruhi Su Adana zindanına götürülürken eşi Sıdıka Su da aynı davadan
İstanbul’da tutuklanır. 5 yılını içerde
geçiren Su çifti, 1957 yazında bırakılırlar. Hapis cezasından sonra bir de
sürgün cezası alan Su çifti birbirinden
koparılır. Sıdıka Su Ankara’ya, Ruhi
Su da 7 Temmuz 1957’de Konya’nın
küçük bir ilçesi olan Çumra’ya sürgün
yerlerine gönderilirler. Ahmet Uçar’ın
Sıdıka Su, o dönemde Konya şehir
merkezinde sürgün bulunan Fadıl
Barkan ve Konya’da avukatlık yapan
Lütfü Özçimen’e dayandırdığı anlatıma göre; Ruhi Su, Çumra’da küçük bir
otelin tek kişilik bir odasına yerleşir. Haftada bir gün, Konya’ya gelip,
Fadıl Barkan ile kaldığı Madam’ın
Pansiyonu’nda görüşen Ruhi Su, hep
eşi Sıdıka Su’nun yanına gidebilme
planları yapar. Daha sonra ünlü bir
şair-yazar olacak olan, o zamanlar
Konya’da öğretmenlik yapan Oğuz
Tansel ile birlikte Meram Bağları’na
gidip saz çalıp, türkü okur. Sıdıka’nın
anlatımına göre Ruhi Su’nun Çumra
günlerinde, kasaba halkı siyasi olması
nedeniyle kendisinden uzak durmuştur. Çumra Savcısı Muharrem İlez,
Ruhi Su’nun korkulacak biri olmadığını göstermek için bir gün eline bir saz
alıp, Su’nun kaldığı otele gider. Bunu
gören Çumralı gençler de artık yavaş
yavaş Ruhi Su ile konuşmaya başlarlar. Maddi olarak sıkıntı çeken Su için
Çumralı gençler iş arayışına girerler.
Çumra’da Ruhi Su’ya bir ekmek fırınında iş bulurlar. Bu hareket karşısında duygulanan Su, iş teklifini nazikçe
reddeder. Yıllarca türkü söylemiş, saz
çalmış, Ankara’da kalabalık korolarda
yer almış Ruhi Su’nun Çumra’da bir
radyosu bile yoktur. Eşinin sürgün
yeri olan Ankara’ya gitmek için gönderdiği bütün dilekçelerin cevapsız
kalması sonucu iyice bunalıma giren
Su, içine kapanır ve bir müddet otel
odasından dışarı çıkmaz.
Çok istediği halde Çumra ve Konya
yöresinden halk türküsü derleyemez.
Bunun için ne imkanları vardır ne de
ses kaydedebilecek bir teyibi. Uzun
bir aradan sonra, kapandığı otel
odasından dışarı çıkan Su, Çumra
Belediye Parkı’nda radyo dinler. Bir
müddet, günleri böyle geçer. Ruhi
Su’nun moralsiz bir şekilde radyonun
yanında gören Çumralılar, kendisine
yaklaşıp kendisiyle moral amaçlı sohbetler ederler. Çumra’da tek destekçisi savcı Muharrem İlez’dir. Savcının
isteğiyle Ruhi Su tekrar Ankara’ya
dilekçeler göndermeye başlar. Gün
geçtikçe Çumra halkı ile daha da
yakınlaşan Su, Çumra hapishanesinde
bir de konser verir. Fakat hapishaneye kapıdan değil, çok yüksek olmayan
duvarlardan atlayarak savcı Muharrem İlez ile birlikte girer. Tutsaklara saz çalıp türkü söyleyen Su, o
günü hiç unutmaz. Daha sonra savcı
Muharrem İlez’in yardımıyla naklini Ankara’ya yapmayı başaran Ruhi
Su’ya, Çumra’dan ayrılacağı gün;
Çumralılar tarafından tren garında
bir uğurlama merasimi tertip edilir.
Merasim, Su’nun sazlı türkülü katkısıyla bir konsere dönüşür.
Sonuç olarak, Ruhi Su 5 ay boyunca
bu küçük ilçede her gün akşam gidip
polise imza vermiş, geçimini eşinin ailesinden gelen parayla sağlamış, işsiz
kalmış, sanatını icra edememiş. Ama
eşinin gönderdiği mektuplar, Çumra
halkının sıcaklığı, her gün belediye
parkındaki radyodan dinlediği türküler onu hayata tutturmuş ve savcının
çabalarıyla 20 aylık sürgün cezasının
geri kalanını Ankara’da eşinin yanında geçirebilmeyi başarmıştır.
SERGİ
BasHaber
8 - 14 Aralık 2014
15
SÖYLEŞİ
Kürdistanlı inançlar
Ami(e)n’de buluşuyor
G
Gulê Demir
AP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ve Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin (AFSAD) işbirliğinde
hayata geçen, Kürdistan kökenli inançların yörenin
kültürel, sosyo-ekonomik yapısına olan etkisini, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerini, gelenek ve göreneklerini
fotoğraflarla saptamayı amaçlayan ‘Güneydoğu Anadolu’da
İnançlar ve İnanışlar Fotoğraf Projesi’ Cumhuriyet Sanat
Galerisinde gösterime açıldı.
Bilindiği gibi Kürdistan’ı da kapsayan Mezopotamya
havzası ve çevresi tarihin ilk çağlarından bu yana birçok ilke
ev sahipliği yaptığı gibi, birçok inancı ve yaşam tarzını da
barındırıyor. Uygarlık tarihini ve seyrini değiştiren Göbekli
Tepe’deki Pagan tapınakları, en eski üniversite ve daha
birçok ilkin bulunduğu coğrafyanın burası olduğu herkesin
malumu. Son yüzyıla kadar bu çeşitliliğini sürdüren kadim
topraklar üzerine karabulut gibi çöken yeni devletler ve sınırlarıyla eskinin sürdürülebilirliğini imkansız kılmışlardır.
Bir zamanlar kendi topraklarının hakimi olan bu inançların bireyleri zamanla malum sebeplerle bir bir peşinde
hayıflanmamız için izlerini bırakıp kayboldular. Kuzeyden
esen soğuk rüzgarlar hala Zerdeştilerin, Ezdilerin, Şebeklerin, Süryanilerin, Musevilerin, Hıristiyanların, Kaldanilerin
bıraktığı izler üzerinde esmekte. Bir devlet kurumunun desteklediği sergi ‘isminin saçmalığı’ üstüne fikir geliştirmenin
saçmalığı ve Kürdistan ya da Kürdlerle bağlantılı kelimeleri
kullanmanın ‘dayanılmaz ağırlığını’ bildiğimizden ismini es
geçmek daha iyi. Ama kesin olan şey ‘Güneydoğu Anadolu’
isminin yerine oturmadığıdır.
Geniş inanç yelpazesi coğrafyası
IŞİD’in Ezdilerin yoğun olarak yaşadığı Şengal bölgesine
saldırması ve katliamlar yapmasından sonra “bir daha” gündeme gelen Ezdilerin de yer aldığı sergide; Ezdilerin yaşam,
gelenek ve göreneklerinin yanı sıra inanç, ölüm ve kendilerine has adetleri de fotoğraflanmış. Fotoğraflarla birlikte
yer alan görüşme kayıtlarında bir Ezdi şöyle demekte: “Biz
başka dinden insanlara, kendimizden daha önce hürmet
veriyoruz. Diyoruz ki, ‘Ya rabim, sen bütün dünyaya rahmet
et. Sonra bize, Ezdilere rahmet et.’
Bilindiği gibi yıllarca bu topraklarda hüküm süren
Musevilere ait izlerin de yer aldığı sergide, Musevilere ait
ibadetler, yıkık mabetler fotoğraflanmış.
Bu topraklarda ki Hıristiyanlığın temsilcileri olan Süryaniler her ne kadar şimdilik bu topraklarda yaşamlarını
devam etseler de yok olmakla yüz yüzeler. Süryanilerin bu
topraklardaki yaşam şekilleri, inançları ve tarihi yapıları
sergide yer almakta.
Geniş bir coğrafyaya yayılan Müslümanların değerleriyle
ilgili görsellerin yer aldığı sergide, Kürdlerin yaşam tarzı,
düğünleri, eğlenceleri ve sosyal yaşamları da yer almakta.
Sınırlar, ayrılıklar, parçalanmış hayatlar…
Sergide en ilginç olan
sınır geçişleri hakkındaki
bölüm. Bu topraklarda
son yüzyılda kurulan
devletler bırakın inançları,
aileleri bile birbirinden
ayıran, büyük travmalara
sebebiyet veren yapılara
dönüştüler. Bayramlarda
ya da sınır izinlerinde
bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkan bu ayrıştırılma çok
açık bir şekilde görülmekte. Çok çarpıcı karelerin
yer aldığı bu bölümde
sınırda bekleşen insanlar,
kısa bir süre sonra tekrar
‘kendi sınırlarına’ dönecek
insanların akrabalarıyla
kucaklaşmaları ve sınır
geçişleri bulunmakta.
AFSAD’ın GAP İdaresi
Başkanlığı’nın desteğiyle
yürütülen çalışma olan ve
13 yıllık bir zamana yayılan Güneydoğu Anadolu’da
İnançlar, İnanışlar Projesinin Proje Yöneticiliğini
Serpil Yıldız, Sergi Küratörlüğünü İbrahim Göğer
yapıyor.
Sergi, A. Kadir Ekinci,
Asuman Ergüney, Aynur
Ülker, Dilek Bal, Doğanay
Sevindik, Erol Büyükyazıcı, Gülser Günaydın, İbrahim Göğer, Mehtap Yıldız,
Mustafa Ertekin, Nureddin
Özdener, Orhan Köse, Özcan Yurdalan, Selim Aytaç
ve Serpil Yıldız’ın fotoğraflarından oluşuyor.
15
Bütün yollar denize akar
SENNUR BAYBUĞA
Kimi kadınlar/adamlar vardır
çok gördüm ayna ile kurdukları ilişkiye beni hayran bırakan,kendine
bakmalara doyamayan.Abartı değil
bir keresinde genç bir kızın-evimde
misafirken-tam kırk dakika aynanın
karşısında hareketsiz durduğuna tanıklık ettim,kendine hayranlıkla bakıp etkili bir gülüş ve duruş yakalama
çabasına hasetle izledim.Erkekler
gördüm,o aynalarda aradıkları ama bence çokça bulamadıkları muktediri nasıl hevesle ve açlıkla görmeye çalıştıklarını.
Kadının aynada güzelliğini ararken,adamın krallığının peşine
düştüğünü gördüm.Derin ve sonsuz bir evrende aranan farazi
kendimiz.
Bir de benim gibi aynaya bakamayanlar var, oradaki sureti
ile sorunu olan,o sonsuzlukta kaçtığı ve sakladığı her şeyin suratına çarpı çarpı vereceğinden korkan.Ben bir korkağım,evet.
Gerçekle aramda sorun olduğunu düşündüğüm zamanlar
oldu, korkaklığımı biraz buna bağladım epey zaman. Direngen olmayı birden terk eden halimin sebebinin de bu olacağını
düşündüm.Ama hayır,fark ettim asıl mesele başka.
Yaşadığımız iklimin; siyasetin, haber kaynaklarımızın, ve
kişisel idrakler dünyamızın yarattığı rüzgarın kaba idealizm
bile demeye dilimin varmadığı bir tuhaf subjekitizme dayandığını görüyorum.Aynada değil.
Toplumsal meselelerin analizini kitaplardaki cümleler
üzerine oturtmaya çalışan, aslında hayatın içinde karşılığı
bulunamamış ve aranmasından üşenilen böylesi bir karmaşa
ortamında sesinin asla bir kıymetinin olamayacağı, olamayacağı bir yana o kadar bağırtının arasında çıkmasının mümkün
olmayacağı bir dönemde sıkça rosa lüksemburg’un 1905 devrimi ile ilgili söylediği cılız kalmış sözü düşünüyorum.( burada
demeyeceğim,merak eden bulsun)
Barış kelimesinin sürekli şiddetli vurgularla kullanıldığı,
ama savaşmayan tarafların bile bahsini ederken her an eline
silah almaya hazır kıta durduğu,birlikte yaşamaktan bahseden
siyasetlerin sürekli birbirlerini ayrıştıran yerlerden söz kurmaya ve enn bağıranı olmaya çalıştığı,vicdani redci’ lerimizin
bile silahlara övgüler düzmeyi iş bellediği bir dönemde,insan
yaşamasını kolaylaştıracak hattı siyasetini nasıl bilebilir ve nasıl yaşayabilir.
Ve işte o aynalarda aranan veya o aynalara sokulmaya çalışılan suretler,suretler ve yine suretler.
Aynanın sadece kişiye özgü bir evrenini izleme malzemesi olmadığı, bir toplumun bir ülkenin de toplu olarak burada
kendine bir suret aramaya başladığını söylesem mi artık ? Saçlarını başlarını düzelten kadınlardan kendi krallıklarının yüz
hatlarını çizmeye çalışan erkeklere kadar, hepimizde suretler
cennetine ve muktedirler alemine gitmek isteyen bir cinnet
hali.
Şehrin orta yerinden fışkıran oryantalizm, romantizm deyip hakaret etmeyeceğim kavramın kendisine, hayalledikleri
ve birbirlerine habire çığlıklarla destek olmaya çalıştıkları suretlerin gerçek dışılığı. Asla ölümün olduğu coğrafyada iki gün
bile kabansız çizmesiz kalamayacakları halde merak saldıkları
fotoğraf çekme-çektirme hobileri ve evet tümü.Ve bu çığlığa
ortak olamayan,olmayı beceremeyen olmayı kendi varlık sebebine yakıştırmayan insanlara karşı kullandıkları sözde barışçı şiddetin o acımasız dili.
Bu iklim,evet beni üşütüyor,ve evet sözlerine coşkuyla
katılmayı terk ettiğim bir manalar gösterisi de var.Bir yandan
da benim gibi suretinden kaçan insanlar olduğunu görüyorum
ülkenin her tarafında.İktidarsız,kendini aramasız,rolün peşine
düşmeksizin hayatın bir zeytin ağacının gölgesinde serinlemek
kadar yalın olduğunu bilecek kadar hala kendi ile barışık olmayı seçen.Ve kendi mütevazi barışını,kendinde var’ı ararken
çığlık atmadan herkes için aynı mütevazi hayali kuran,hala
kurmayı başaran.
İnsan ne kadar kötümser olursa olsun denizi, tüm yollarını bir gün oraya akıtacağını düşleyebilmeli. Hiç görmemiş
olsa bile.
Evet, ışık olmaza ayna sadece bir eşyadır.Ve bütün yollar
denize akar.
16
MÜZİK
BasHaberSÖYLEŞİ
8 - 14 Aralık16
2014
Ayla Yılmaz:
Karadeniz’in müziği de suyu gibi
İlk albümü ‘’LA’’ ile müzik severlerin beğenisini kazanan Ayla
Yılmaz, Karadeniz müziğine ve şarkılara özgün sesi ile renk veriyor.
Hem aktivist hem sanatçı olarak tanınan sanatçı katıldığı eylemler ve muhalifliğiyle sanatını harmanlıyor. ‘’Popüler kültür sistem
Özcan Şahin
Müzik ile yollarınızın kesişmesinden bahseder misiniz? Nasıl tanıştınız notalarla?
Çocukluğumdan beri müzik hayatında,
korolar yarışmalar ve ödüllerle, profesyonel
olarak yer aldım. Daha sonra konservatuarla
birlikte akademik olarak da müziği tercih
ettim. Dayım bağlama çalardı, ailemin de
müzikle iç içe olmasından dolayı müzik artık
bir yaşam biçimi oldu. Şarkıların yeri bende
başkadır. İçinde gurbet, sıla özlem gibi duyguları barındırıyor ve samimi bir müzik tarzı.
Daha sonra okul bitti ve dört seneye yakın
öğretmenlik yaptım. Albümler çıkardık, düet
çalışmaları çok ilgi gördü. Niyazi Koyuncu ve
Nurettin Rençber gibi isimlerle birçok düet
yaptım. Televizyonda programlar yaptık uzun
bir süre daha sonra bazı politik nedenlerden
dolayı yolarımız ayrıldı.
Karadeniz müziği ve coğrafyasında
bir isyan havası vardır. Bu müziğinizi nasıl etkiliyor?
Coğrafyanın vermiş olduğu ve hem yaşamınıza hem de kültürünüze yansıyan bir isyan
havası var oluyor. Karadeniz’in suyu gibi
bir an coşkulanır bir an öfkelenirler. Bizim
coğrafyamızın geçmişine de baktığınızda haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı başkaldıran
bir özelliği vardır. Son dönemlerde yürütülen
argümanlarını kullanarak öz kültürü gölge altında bırakıyor. Biz
aslında popüler kültürün karşısında değiliz bu kültürün yarattığı
yoz kültürün karşısındayız’’ diyen Ayla Yılmaz ile sanatı ve çalışmalarını konuştuk.
sistem politikalarıyla bu biraz durulmuş olsa
da hala özünde bunu barındırıyor. Bu hava
sadece Karadeniz için değil tüm şarkılara
yansıyor. Acılar sıkıntılar ayrılıklar isyan
bunların hepsi bizim de şarkılarımızda kendini buluyor.
Kazım Koyuncu’nun açtığı yol ile
birlikte Kürdler arasında Karadeniz kültürüne karşı ilgi de arttı.
Siz de oraya gittiniz nasıl tepkiler
aldınız?
Kazım çok sevdiğimiz bir arkadaşımızdı
Kazım’ın açtığı yolda ilerleyen arkadaşlarımız
çok ve hepsi çok güzel şeyler yapıyor. Niyazi
Koyuncu, Marsis, Selçuk ve birçok sanatçı
o yola yeni şeyler koyarak ilerliyorlar. Ama
Kazım’ın açtığı başka bir yol vardı. O, bu
anlamda iki kültür arasındaki duvarı kaldırdı
bu açıdan Kazım’ın yeri çok farklı. Ben ilk kez
bölgeye gittiğimde birkaç konser verdik. İlk
konserim 4 yıl önce Van Newrozu’nda idim
ve ciddi bir katılım vardı. Karadeniz şarkıları
söyleyecektim ve sahneye çıkarken benden
önce çıkanları düşündüm hepsi Kürdçe konuşuyor ve büyük bir alkış alıyordu. Ben de ne
konuşacağım dedim bana sadece şarkılarını
söylemen yeterli dediler. Çıktım ve Kürdçe
konuşarak Newroz’u kutladım. İlk, Kazım’ın
şarkısıyla giriş yaptık ve bir süre sonra
ben sustum ve bütün halk beraber ezbere
söylemeye devam etti. Anlıyoruz ki müzik insanları birleştirmede çok önemli bir araçtır.
Çok mutlu ayrıldım oradan. Keşke hep böyle
olsa ve bende kendi bölgeme gelen kürd
sanatçı ve arkadaşlarımı böyle iyi karşılasam.
Diyarbakır’a bir kültür merkezi açılışına da
gittim. Bölgeye gidince oradaki insanların
Karadeniz müziğine olan ilgisini de gördük
ve bu bizi sevindirdi.
Karadeniz’de Kürd müziğine ve kültürüne nasıl bir yaklaşım gelişiyor?
Birçok bölgede bu yavaş yavaş kırılmaya
başlıyor. İnsanlar artık bazı şeyleri sorgulamaya başlıyor ve bunun sonucunda bazı
şeyleri artık kabul etmek zorunda kalıyorlar.
Bu kabullenme ile birlikte onlarda anlıyor ki
biz birlikte yaşıyoruz ve birbirimizi sevmek
zorundayız.
Protest tarz kendini ön plana çıkarmaya çalışmasına rağmen her
zaman arka planda bırakılıyor.
Bunu neye bağlayabiliriz?
Mesaj veren her türlü müzik ve sanatsal çalışmanın karşılığı biliyoruz ki geriye
itilmedir. Biz bunu yıllardan beri yaşıyoruz.
Konserlerimiz yasaklanır, çalışmalarımız
engellenir kültür bakanlığında bekletilir vs
gibi. Ama her koşulda mesaj veren ve soru
sorduran her çalışma bir şekilde engellenip
arka planda bırakılıyor. Faşizm kendisiyle
ne kadar uyum sağlarsanız sizin o kadar
ilerlemenize izin veriyor. Balkon sanatçıları
dışında bizim gibi muhalif sanatçılar bunu
biraz kırmaya çalışıyor. Bunu gücümüzün
yettiği kadar yapmaya çalışıyoruz. Bunun için
belli çalışmalar içerisindeyiz sanat meclisi
aktivistiyim ve çalışanıyım. Sanat çalışmaları
yapıyoruz gündemi takip edip iş cinayetleri
ve kentsel dönüşüm gibi toplum zararına ne
varsa karşısında tavır alıyoruz.
Sanatçılar arasında eylemlere
katılım pek olmaz ve eleştirilir. Bir
sanatçı ve aktivist olarak katıldığınız eylemlerde kendinize ‘ben nerede durmalıyım’ sorusunu soruyor
musunuz?
Bu konuda, nerde durmamız gerektiği veya
ne kadar içinde olmamız gerektiği konusunda
kendi aramızda da tartışmalar yaşarız. Bizim
olduğumuz yer tabi ki halkın olduğu yerdir.
Halkın olduğu eylemlerde onların yanındayız. Halkın sorun ve sıkıntılarını dile getiren
her eylemde yer alırım. Ben sadece sanatçı
olarak değil aynı zamanda bir birey olarak da
orada yer alıyorum. Müzisyenler ve sanat-
Mesaj veren her türlü müzik ve
sanatsal çalışmanın karşılığı biliyoruz ki geriye itilmedir. Biz bunu
yıllardan beri yaşıyoruz. Konserlerimiz yasaklanır, çalışmalarımız
engellenir... Faşizm kendisiyle ne
kadar uyum sağlarsanız sizin o kadar
ilerlemenize izin veriyor.
çılar eylemci değillerdir tabi ki ama bizim
yaptığımız iş mesaj verme kaygısı güder ve
verilen her mesaj da eylemdir. Sanatçıların
görevi hayata dokunmak ve dönüştürmektir
sanatçının görevi eğer bunu yapamıyorsa
orada bir sorun var demektir.
Popüler kültür müziğinin medya ve
sistem tarafından bu kadar büyütülüp öz kültürel müziklerin gölge
altında bırakması sizi nasıl etkiliyor?
Popüler kültür medyası ile sistem argümanlarını kullanarak öz kültürü gölge altında
bırakıyor. Biz popüler kültürün değil bu
kültürün yarattığı yoz kültürün karşısındayız.
Bizim hedefimiz daha geniş kitlelere ulaşmak
eğer bunu için popüler kültürü kullanmak
gerekirse bunu da kullanacağız. Bizim için
her türlü görsel ve işitsel medya çok önemli
bunları kullanarak insanlara ulaşamaya
çalışıp derdimizi anlatacağız. Ama buna izin
vermiyorlar ne yazık ki kimsenin böyle bir
kaygısı da yok. Bunun sonuçlarını da çağrılmayarak veya engellenerek görüyoruz.
Kültür mirası denilen bir kavram
var. Şarkılar da bir nevi bu tanımın
içine giriyor ama resmi düzeyde
ve insanların bilicinde bu yok. Bu
eksiklik size nasıl etki ediyor?
Avrupa’da konservatuar eğitimi aldığınızda
devlet size destek sağlıyor ve üretim yapmanızı istiyor. Türkiye’de ise eğitim alıyorsunuz
ve barlara eğitimli sanatçı olarak çıkıyorsun.
Eğer torpilin varsa kültür bakanlığı veya
TRT’de yer alıyorsun ama bu da yoksa barlarda yerini alıyorsun. Haliyle ciddi bir sömürü
kültürü var. Konserlere çıkıyoruz ama bunların çok büyük çoğunluğu bizim ücret talep
etmediğimiz dayanışma konserleri oluyor.
Eğer bir yerlerde bu bilinç ve destek olmazsa
bir yerlerde bir şeyler eksik olacak ve bu böyle kalacak. Sanatçıyı ve sanatı desteklemek
lazım çünkü bizim başka bir gelir kaynağımız
yok kendi sanatımızı icra ederek hayatımızı
idame ediyoruz.

Benzer belgeler

13.09.2014

13.09.2014 Türkiye siyasi tarihininin neredeyse her döneminde seçim sistemleri tartışıldı. Tartışmaları yürütenler her daim “temsilde adalet, yönetimde istikrar” söylemlerini temel argüman olarak aldılar. Par...

Detaylı

09.05.2014

09.05.2014 barajının kendilerinin işine yaradığını düşünmeye başlıyor.” Öte yandan bir tarafta yönetimde istikrarın diğer tarafta da temsilde istikrar ilkesinin önemli olduğuna vurgu yapan Erdem, ‘’Geçmiş dön...

Detaylı

23.02.2015

23.02.2015 doğurmaz çünkü zaten daha önce bağımsız olarak girip daha sonra grup kurabiliyorlardı. Ne olabilir bugün 35 milletvekili ise barajın kalkmasıyla birlikte 50–60 milletvekili çok da önemi değil. HDP ...

Detaylı