ilk şehir / mümtaz`ın izinde antalya

Transkript

ilk şehir / mümtaz`ın izinde antalya
İLK ŞEHİR / MÜMTAZ’IN İZİNDE ANTALYA
18 -19 yaşlarında Bursa'da genç bir edebiyat öğrencisiyken okuduğum Beş Şehir'in Bursa faslından sonra
kendimi Uludağ’ın eteklerinde Karaçelebizade çeşmelerini ararken buldum. Zamanın ağır ağır aktığı, tarihin
ve kültürün nakış gibi işlediği şehrin sokaklarını, yüzlerce yıllık küçük mahalle camilerini, Somuncu Baba,
Geyikli Baba, Emir Sultan türbelerini gezerken bir şehrin sadece yollar, binalar, parklardan oluşmadığını,
şehirlerin de bir hafızaya ve ruha sahip olduğunu fark ettim. Lamii Çelebi’den Tanpınar’a kadar Bursa
hakkında yazılmış böylesi nefis yazı ve şehrengizleri okurken içimin de burulduğunu hissederdim. Zira Evliya
Çelebi’nin “Ruhaniyetli şehir” diye vasfettiği Bursa’yla ilgili böyle güzel eserler meydana gelebilirken "Ya
benim şehrim?” dedim kendi kendime. Şimdi kendi şehrim yazılmamış bir şiir gibi geliverdi gözlerimin
önüne. Yüzyıllarca hep gözden uzakta, Torosların ardında, ulaşımı zor bir taşra şehri olan Antalya’mın nesini
anlatacaktım ki? Bursa’daki gibi bir kapalı çarşımız, Koza Han’ımız, eteklerinde dervişlerin yürüdüğü bir
Uludağ’ımız yoktu ki. Güneşi, kumu ve turizminden başka bırak bir kitabı, bir denemeyi dolduracak nesi
vardı benim şehrimin? Ne yazacağımı, Antalya’m hakkında okuyana ne anlatacağımı bilemesem de kafamda
yazımın -belki de kitabımın- ismi belirivermişti : " Altıncı Şehir". Tabi ya! Üstat Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
bütün “estetiğinin temelini ve rüya fikrini” borçlu olduğu Antalya, Beş Şehir’de yer almadığına göre altıncı
şehir tabi ki Antalya'ydı...
Bu güzel ismi bulmanın verdiği sevinç ve hevesim Bursa kitapçılar çarşısında gezerken bir anda bir bıçak gibi
kursağıma saplanıverdi. Zira işte karşımda duruyordu Altıncı Şehir. Şaşkınlık, hayal kırıklığı ve biraz da
gururla karışık bir duyguyla kitabı elime aldım: Altıncı Şehir. Evet, ben orijinal bir isim buldum diye
sevinirken meğer sayın Ahmet Turan Alkan, Sivas’ı anlattığı kitabını çoktan yazmıştı bile. Yıllar sonra müellifi
yakalamak Trabzon’da nasip oldu. Hemen durumu anlattım, hoş bir gülümsemeyle yüzüme baktı,"geç
kalmışsın sevgili meslektaşım ben onu yıllar önce yazdım" dedi. İsim bahsi böyle bir hüsranla ertelendikten
sonra işin özüne yoğunlaşma zamanı gelmişti.
Merhum üstat Ahmet Hamdi Bey'in bütün entelektüel bilgi birikimi ve engin hayat tecrübesini adeta
damıtarak meydana getirdiği romanı Huzur'u ilk okuma girişimim on sekiz yaşımda Albert Sorel, Henry
Bergson gibi filozoflar; mahur, acemaşiran gibi makamlarla ve her semtiyle İstanbul gibi yabancısı olduğum
veya hiç tanımadığım kavramlar ve isimler arasında boğulup (romanın yarısında) pes etmemle sonlanmış
olsa da roman beni kendi şehrimin sokaklarında büyümüş iki çocukla, Mümtaz ve Ahmet Hamdi’yle
tanıştırdı. Aslında ikisi de aynı kişiydi: Ahmet Hamdi, Mümtaz'ın uzviyeti; Mümtaz, Ahmet'in muhayyilesiydi.
Mümtaz’ın Antalya'daki ayak izleri benim şehrin ruhunu bulmama, kendi şehrime hiç bakmadığım bir gözle
bakmama vesile olacaktı.
VE NİHAYET YILLAR SONRA ANTALYA...
Daracık ve taş döşeli sokakları, klasik Osmanlı ev mimarisiyle yapılmış konak ve evleri, her an bir yerlerde
karşınıza çıkıveren kilise ve camileriyle Kaleiçi Antalya’nın çekirdeği ve bir girizgahıdır. Antalya’yı anlamak ve
onu hissetmek ilk önce Kaleiçi’nin ruh alemini keşfetmekle mümkün olabilir.
Ne zaman bu eski şehre girsem, daha önce hiç fark etmediğim yeni sokaklar görürüm. Hemen dalıp bu
zaman tünelinde kaybolasım gelir. Nereye çıkacağımı bilmeden yürürüm. Ve her seferinde bu yoldaşım
sokaklar beni bildiğim bir yere çıkarıverir. Yine böyle bir sokakta eski bir ahşap konağın önündeyim. Dört
bir yanını sarmaşıkların kapladığı, kertenkelelerin çevik hareketlerle bir görünüp bir gözden kaybolduğu,
tahtakurtlarının ahşabını kemire kemire una çevirdiği bu zavallı ihtiyar, bir zamanlar şahidi olduğu tatlı
düğün telaşeleri, hüzünlü asker uğurlamaları, sofasında şen çocuk koşuşturmalarıyla dolu hatıralarıyla
avunarak akıbetini beklerken kim bilir odalarında geceleri hangi hayaletlere ev sahipliği yapıyor? Kim bilir,
belki de müstakbel roman kahramanım - vilayetten tekaüt memur- Hakkı Bey sokağa bakan odada divana
oturmuş, sol ayağını kıvırıp altına almış ve topana(*) yaslanmış vaziyette kırk iki yıllık zevcesi Münevver
Hanım'ın hazırladığı kahveyi beklerken İstanbul'a tebabet tahsiline gönderdiği fakat en son Çanakkale'ye
gönüllü yazıldığı haberini aldığı biricik oğlancığı Cemil'i düşünürken gözleri dolu dolu oluyordur. Ve kim bilir
eski, bakımsız ve yıkılmak üzere olan bu evler daha hangi hikayeleri saklıyorlar hatıralarında?
Zihnim Hakkı Efendi'nin Antalya'yla yoğrulmuş hayat hikayesiyle meşgulken gözüm bir başka sokakta bir
başka hayale takıldı kaldı. Mahalle sakinlerinden Dimitri yüzünde bir endişe, merak ve hüzünle son eşyayı
da küçük arabaya yüklerken Heleni kenarda gözleri yaşlı komşularıyla vedalaşıyor, birbirlerinden helallik
alıyorlardı. Diğer tarafta da sokağın erkekleri bir daha göremeyeceklerini bildikleri bu eski komşularını
uğurlamak için bekleşiyorlardı. Kimler yoktu ki aralarında: Balıkçı Halit, mahallenin sütçüsü Remzi Dayı,
Hakkı Efendi, Arap Süleyman ... herkes ordaydı. Şehir, hafızasına bir hüzünlü günü daha kaydediyordu.
Her ne kadar tarih kitapları, Balkan göçlerini, nüfus mübadelesini uzun kronolojik siyasi izahatlarla ve soğuk
rakamlarla ifade etse de yüzlerce yıllık ata yurtlarından sökülüp bilmedikleri diyarlara göç eyleyen insanların
(milliyeti ne olursa olsun) çektikleri ıstırap ancak insani bir gözle bakıldığında anlaşılabilir. Antalya bir
yandan kendi evlatlarını göndermenin bir yandan da Giritten, Selanik’ten,İşkodra'dan, göçüp gelen
mazlumlara kucak aşmanın karışık duygusunu iyi bilir.
Mümtaz'ın hatırasını aramak için çıktığım bu gezintide artık yavaş yavaş şehrin ruhunu hissetmeye
başladığımı fark ettim. Turistlerin elini ayağını çektiği bu sonbahar gününde artık bir zamanlar bu sokakta
çelik çomak oynayan çocukların çığlıklarını, çarşıdan dönerken komşuya rast gelip ayaküstü gelinini
çekiştiren teyzelerin dedikodularını, ellerinde tespih, bağırlar açık volta atan bıçkın delikanlıların topuk
seslerini duymaya başlamıştım.
Şehir, insanıyla yaşar, onunla renk ve ruh bulur. Şehrin kültürü, dili, türküleri, yemekleri, eğlenceleri,
hatıraları aslında hep insandır. Antalya insanı ve özellikle Antalya kadını denince anneannem Fitnat
Hanım'dan bahsetmemek olmaz. Çünkü kale dışının en eski mahallesi olan Tahılpazarı'nda doğan Fitnat
Hanım'ın bütün çocukluğu (Mümtaz ve Ahmet Hamdi'yle aynı zamanlarda) Antalya'da geçmiş, yirminci asır
Antalya'sını bizzat yaşamış ve nihayetinde naçiz bedeni yine bu şehrin toprağıyla bir olmuştu. -Yaşlılık bir
nevi insanın bir ömür biriktirdiği hatıraları birilerine aktarma ihtiyacını hissettiği zamandır. Zira onun için bu
yaşanmışlıklar toprağa gömülmeyle unutulup gidecek şeyler değildir.- O tertemiz yaşmağının altında gümüş
gibi parlayan bembeyaz cemali, masmavi boncuk gözleri ile zavallı anneanneciğim gençliğimde ne zaman
beni yakalasa o kuş dili saf Türkçesiyle çocukluğunu uzun uzun anlatır dururdu. Bir gün ondan arkadaşlarıyla
demirciler çarşısından geçip Kalekapısı’nın yanındaki merdivenlerden surlara çıkarak ta Yenikapı'ya kadar
hiç inmeden nasıl güle oynaya gittiklerini dinlerdim. Bu hikaye kale duvarlarının yıkılışı ve amele
çavuşlarından birinin yıktığı duvarın altında kalmasıyla sona ererdi. Bir başka gün yine üç beş yaramaz
çocuğun işgal askerlerinin kışlalarını nasıl gizlice gözetlediklerini, İtalyan askerlerinin koca kazanlarda uzun
makarnaları kaynatışlarını dinlerdim. Anneannemin hiç bitmeyen çocukluk anılarından biri de seferberliğin
ilanıyla babasının kendilerini güvenli bölge diye akrabalarının yanına, Andiya'ya, gönderişi, orada kaldığı
sürede en iyi arkadaşı Rum kızı Angiliki'yle her şeyden habersiz geçirdikleri oyun dolu güzel günler ve bir
gün Angiliki'nin gidişiydi. Bu anının sonunda boncuk gözleri ıslak ıslak olur, adeta o günleri tekrar yaşar ve
"İyilerdi, kimseye zararları dokunmazdı, ama gittiler" derdi. Bütün anılarında değişmeyen tek şey
Antalya'ydı ve o koca ömrünü geçirdiği şehri bir cümleyle özetliyordu: "Dünyanın cennetinde yaşıyoruz biz."
iskele ...
İskelede zaman mefhumu ortadan kalkıyor zihnimde bir biriyle alakasız farklı zaman dilmleri bir birine
giriyor: Merdivenin bir kenarına oturmuş ihtiyar sokak müzisyeni önünde serili bir mendil, cümbüşünden
çıkardığı o ferahlatıcı melodilerle acemaşiran mı, hicaz mı, mahur mu bilmem hangi makamdan bir şeyler
söylerken üç oğlancığını bir kırmızı mobiletle Mermerli’ye getirmiş bir baba küçük mavi gözlü oğluna yüzme
öğretiyor, hastane arkasında "denize yüksekten bakan kayalarda" aynı çocuk suya attığı oltasında balık
beklerken ufku, denizi ve şehri izliyordu. Biraz ilerde hepsinden habersiz, denizin oyduğu kayalıkların içinde
bir mağaranın ağzı, gürültülü dalgalarca bir açılıp bir kapanıyor, her kapanışında güneş ışığı suda kırılarak
mağaranın tavanına zümrüt yeşili bir renkle aksederken bu ışık raksını kısa pantolonuyla bir taşın üstünde
çömelmiş, çenesini avuçlarına almış vaziyette seyreden bir çocuk kim bilir hangi ruh ve hayal alemlerinde
geziyordu. Küçücük zihninde kelimeler ve dizeler havalarda uçuşuyor, “dağlar sonra oynuyordu yerinden ve
hallaçlar atıyordu pamuğu fütursuzca .” Adeta bu şehir, rahminde bir şair büyütüyor, Türkçe’nin tarihine
onlarca mükemmel eseri hediye edecek bir sanatçının doğumuna gün sayıyordu.
Artık üstadın Beş Şehir'e neden Antalya'yı almadığını anlayabiliyorum. Üstat Antalya ile ilgili bütün
hissiyatını söyleyebileceği en güzel kelime ve cümleleri bir şair titizliğiyle kurmuş, Huzur'da bir roman,
Antalyalı gence yazdığı mektubunda şiir tadında o kadar güzel ifade etmişti ki belki de tekrara düşmemek
adına Beş Şehir’de Antalya bahsine hiç girmek istemedi. Yani Antalya aslında altıncı şehir değil onun
gözünde kendi hikayesiyle, Mümtaz’ın hikayesinin birleştiği, şairliğini, estetik ve rüya fikrini şekillendirdiği
"İlk Şehir"di.
Kaleiçi’nde hoşuma gitmeyen şeylerden birisi mimari dokuyu hoyratça bozan betonarme yapılar. Bu
yapıların Kaleiçi manzarasını nasıl çirkinleştirdiğini söylemeye bile gerek yok sanırım. İkinci olarak ise
sahiplerinin restore etmek yerine dış cephelerini garip sahte taş döşeme ve ahşap pencere resimleriyle
kapladıkları eski konaklar sokak aralarına gezerek, merakla fotoğraf çeken ve hayranlıkla portakal
bahçelerini, bu konak ve evleri seyreden insanlarda bir film platosunda oldukları hissini uyandırıyor,
arkalarında bir destekten başka bir şey bulunmayan karton dekorlar bir kaç gün sonra toplanıp
götürülecekmiş izlenimi veriyor.
Dünyaca ünlü seyyah İbn-i Batuta'nın dünyada eşi benzeri yok dediği esnaf kültürümüzden ise geriye ne
kaldığını (veya kalmadığını) görmek insana üzüntü veriyor. Turizm, ülkemize ve şehrimize maddi olarak pek
çok şey kazandırmıştır. Bunu inkar etmek mümkün değildir. Lakin bizden götürdüğü en önemli şey de esnaf
ve zanaatkar ahlakıdır. Turizmle birlikte gelen talep artışı maalesef esnaf ve iş erbabı ustalarımızı kendi
insanına, kendi diline tenezzül etmeyen paradan başka bir değer taşımayan insanlara dönüştürdü.
İskeleden Kalekapısı’na çıkarken yarım yamalak yabancı dilleriyle turist sandıkları herkese ucube küçük
heykelcikler, baharat, pahalı markaların üç kuruşluk sahte tişört ve ayakkabılarını fahiş fiyatlara satabilmek
için şekilden şekile giren turizm esnafının arasından geçerken, sarışın olmadığım için bu işkenceye maruz
kalmadığıma şükrederim.
İskele’den Kalekapısı’na çıkmadan evvel son dönemeçlerin birinde karşıma çıkan büyükçe bir dükkanı İbn-i
Batuta'yı misafir eden ahi dergahına benzetirim. Sıcak yaz günlerinde ter içinde çarşıya çıkmaya çalışırken
dergâhın kapısında uzun kavuğu ve beyaz abasıyla bir ahi fütüvvesinin gelen geçen halka soğuk şerbet
ikram edişini hayal ederken Türk olduğum için bana müşteri olarak bile tenezzül etmeyen bir esnafın garip
bakışıyla karşılaşınca gerçek, suratıma tokat gibi çarpar ve haddimi bilerek yoluma devam ederim.
Yivli Minare …
Ve bütün haşmet ve azametiyle Yivli Minare... Yaklaşık sekiz asırlık Türk hakimiyetinin bize bıraktığı en
önemli miraslardan birisi olan bu yapı her ne kadar minare kelimesiyle anılsa da sadece bir cami minaresi
değildir. Hem mimari tarz ve estetiği hem de taşıdığı sembolik mana açısından bağlı olduğu camiyi gölgede
bırakan müstakil bir eserdir. Fetihten kısa bir süre sonra Sultan Alaaddin Keykubat’ın fethin bir nişanesi
olarak yaptırdığı bu eser, Müslüman Türk kimliğinin bir mührü olarak bugün hâlâ beş vakit ilahi daveti
yerine getirmenin dışında şehre gelen bütün ziyaretçilere bastığı toprakların hakimini ilan edercesine vakur
bir eda ile dimdik ayakta Antalya şehrinin sembolü olmaya devam ediyor.
Fetih geleneğimizin bir icabı olarak kiliseden camiye çevrilen Yivli Minare Camisi'ni bir tevazu timsali
olduğundan bir dervişe benzetirim. Dünyada kendine ait bir isimle değil de minaresiyle anılan kaç cami
vardır? Çoğu zaman turistlerin bile gözünden kaçıp ziyaret etmediği bu ihtiyar, cuma namazlarında yanı
başındaki Paşa Camisi tıklım tıklım dolarken bile sınırlı bir cemaatin en içten dualarına mekan olmanın
huzuruyla adandığı yaratıcıya zikir ile meşgul münzevi hayatına devam eder. Antalya'nın kollarıyla sardığı
mavi körfezden sonsuzluğu seyrederek zikrine devam eden bu ihtiyar dervişi ne zaman ziyaret etsem
gözlerime hemen Antalya civarındaki Aspendos, Perge, Side gibi antik kentlerden getirildiği farklı
işlemelerinden belli olan mermer sütunlar takılır. Yüzlerce yıl duvarlarına sinen hatimleri, mukabeleleri
mevlitleri içime çekerim. Küçük pencerelerinden giren zayıf ışığın loş bıraktığı bu atmosfer bana bir zaman
tüneline girdiğim hissini verir. Pencerenin birine yaklaşıp aşağılara doğru bakıversem ileride iskeleyi, eski
zamanlara ait bir gemiye yedi arıklardaki değirmenlerden getirilen un çuvallarını, zerdalilikten getirilen
"kamerettin"(**) kasalarını yükleyen hamalları ve siyah çizmeleri, garip tüylü şapkası, sivri sakalıyla etrafını
meraklı gözlerle izleyen bir Portekizli seyyahı görüverecekmişim gibi gelir. Bu tatlı hayalin kaybolmaması
için pencerelerden dışarı bakmadan sessizce ayrılırım bu mekandan.
1207 de gerçekleşen fetih, ardından şehir hakimiyetinin kaybedilmesi tekrar geri alınması, Haçlı ve Kıbrıs
gibi tehditler altında Selçuklu idaresinin şehirde hakimiyeti sağlar sağlamaz muhteşem bir mimari eser inşa
edip ardından arka arkaya iki büyük medrese açmış olması anlamlıdır. Zira bu durum, Asya'dan çıkıp gelen
Türklerin (daha sonraki asırlarda) Moğol ve Timur örneklerinde görüleceği gibi buraya geçici bir istila ve
işgal amacıyla gelmediğini, buraları kendine bir yurt olarak kabul ettiğini ayrıca bu topraklarda uzun asırlar
boyunca hakim ve kaim olabilmenin sadece askeri siyasi tedbirlerle mümkün olmadığını fark ettiklerini,
bilimde ve sanatta da büyük olma iradelerini ortaya koyduklarını göstermektedir.
Sadece Antalya’da değil, Konya Sivas, Kayseri gibi pek çok Anadolu şehirlerini mimari eserlerle imar
etmeye başlayan Anadolu Selçuklu idaresi 13. asrın derin kaosuna dayanamamış, maalesef Moğol istilaları
neticesinde yıkılarak tarihteki asil yerini almıştır. Yaklaşık altı yüz yıl boyunca şehirde hakimiyetini devam
ettiren Osmanlı yönetimi ise gözünü batıya dikmiş, Balkanları kendine ana yurt edinirken Anadolu
şehirlerini birazdan daha fazla ihmal etmiştir. İstanbul'un ve Balkanlar'ın fethinden sonra bırakın Antalya,
Sivas, Konya gibi şehirleri, ilk payitaht Bursa bile Osmanlı bütçesinde, yatırımlarında ve mimarisinde hak
ettiği yeri bulamamıştır. Bugün Antalya'nın Türk-İslam mimarisiyle inşa edilmiş tek sanat ürünü Yivli
Minare'dir. Daha sonraları şehirde inşa edilen günümüzde hâlâ hizmet vermeye devam eden Tekeli
Mehmet paşa, Karaman Beyi Murat Paşa ve Bâli Bey tarafından yaptırılan camiler ise tamamıyla ibadet
amacıyla inşa edilmiş sade ve mütevazı binalardır. İstanbul'da yüzlercesini görebileceğiniz emsâllerinin
estetik detay açısından yanlarına bile yaklaşamazlar.
Kalekapısı'nda içim burulur biraz. Zira Güllük'te gül, Bahçelievler'de bahçeli ev, Zerdalilik'te zerdali
göremediğiniz gibi Kalekapısı'nda da kapı göremezsiniz. Küçük Fitnat'ın, Ahmet Hamdi'nin ve nice Antalya
çocuğunun buralarda bir yerlerdeki merdivenle çıkarak ta Yeni Kapıya kadar hiç inmeden koşup oynadıkları
ve mazisi hazreti İsa’ya kadar uzanan surlar hodbin eller tarafından saçma sapan gerekçelerle katledilmiş,
şehrin kapısı da bu katliamdan payını almıştır. Bu acımasız eller Antalya'nın kesip kopardıkları uzvunun
yarasını sarmaya bile gerek duymamışlardır. Bugün Kalekapısı’nda kalan üç burcun altlarında duvar
kalıntıları hâlâ o günü hatırlatmaktadırlar.
Şehir ne kadar büyürse büyüsün, şehrin farklı noktalarında ne kadar yeni cazibe merkezi meydanlar,
caddeler, alışveriş merkezleri açılırsa açılsın Antalya halkının gözünde Kalekapısı, Cumhuriyet Meydanı ve
Kapalı yol bambaşka bir yer tutar ve bunların yerini hiç bir şey dolduramaz. Jilet fabrikasına hurda olarak
gönderilecekken büyük törenlerle Antalya'ya bağışlanmış olsa da nostalji tramvayı, şehrimizin kurucusu
Attalos'a bir vefa borcu olarak dikilmiş heykeli, kale burçlarından birinin üzerine sonradan kondurulmuş
saat kulesi ve kulenin altında müşterisini bekleyen faytonlar Antalya’nın sempatik figürleridir. Dünyanın en
güzel manzarasına sahip Tophane, Paris ve Moskova’daki emsalleri kadar şaşaalı ve meşhur olmasa da her
gün dolup dolup boşalan Kapalı Yol, her sınıf ve farklı milletten insanın Antalya'nın tadını çıkardığı mekânlar
olmaya devam ediyor. Antalya insanı fırsat buldu mu buraları dolaştıktan sonra Atatürk Caddesi'nde
vitrinlere bakarak yürüyüp Karaoğlan Parkı’nda çay içme alışkanlığından hâlâ büyük zevk alıyor.
Betonarme yapı tekniğinin icadı ve yaygınlaşması özellikle Türk şehirlerinde telafisi imkansız zararlara yol
açmıştır. İkinci dünya savaşından sonra sanayileşmeyi ve ekonomik büyümeyi köyleri şehirlere taşımak,
tarımı ve hayvancılığı bitirmekte bulan politikalarımız neticesinde şehirlerde önemli bir iskân problemi baş
göstermiştir. Bu problemi aşabilmek için bahçeli ve iki katlı taş ve ahşap ev modelinden vazgeçilmiş,
insanları dikey olarak inşa edilmiş beton katlarda adeta üst üste istiflemek modernizmin ve yeni şehir
hayatının gereği sanılmıştır. Artık daha fazla apartman ve daire sığdırabilmek için bu bloklar birbirine o
kadar yaklaştırıldı ki, oturduğunuz evin balkonundan yan binada oturan (güya) komşunuzun mutfakta
pişirdiği yemeği bile görecek duruma geldik.
Köyler terk edilerek şehirlere yapılan bu göçlere mevcut imar ve iskân politikaları yetişemeyince ortaya
herkesin kendi başının çaresine bakarak rastgele inşa ettiği yapılardan mürettep mahalleler oluşmuş, bu
bölgelerde köy ve şehir yaşam tarzları arasında sıkışmış ama ikisi de olamamış yeni bir sosyolojik kültür
ortaya çıkmış ve bu gecekondu yaşam tarzı ve zihniyeti yavaş yavaş bütün şehirlerimiz sarmıştır. İşte böyle
bir mahalle olan Etiler'de doğup büyümüş bir insan olarak arıklarında balık tuttuğum, çamurlu sokaklarında
bilye oynadığım, ağaç tepelerinde sapan savaşları yaptığım, mahallemin başarısız bir planla imara açıldığını
ve mantar gibi dip dibe beton binaların yükseldiğini görünce "keşke imara açılmasaydı da hep varoş
kalsaydı" demeden edemiyorum.
Şehirlerimiz arsa sahiplerinin maddi hırslarıyla ve belediyelerimizin üç beş oy endişesiyle planlanıp imar
edilirken Kırcami'nin de imara açılmasıyla katledilecek kırk elli yılda yetişmiş çam, andız, kavak palmiye
ağaçlarının, portakal ve muşmula bahçelerinin, arıkların, kümeslerin velhasıl kaybedeceğimiz bir yaşam tarzı
ve kültürünün büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor değil. Şehre gönül verenler için ise bu katliamı
izlemek, o sonu gelmeyen ağaç motorlarının seslerine tahammül etmeye çalışmak, ağaçların bir bir
devrildiğini görmek Etiler'den ve Yeşilbahçe'den iyi bildiğim duygulardır.
Çok değil 30- 40 yıl önce modern bir şehir yaratma iddiasıyla oluşturulan mahallelerimizde apartmanlara ve
evlere bugün dönüp de bakan bile olmuyor, bir zamanlar gururla açılışı yapılan o çirkin hükümet binamız
yıkılınca Cumhuriyet Meydanı ne kadar rahatladı ve yeni bir çehreye büründü, Özel İdare Binası etrafına
tehlike saçmaya başlayınca Antalya'nın başına dert oldu yıllarca yıkabilmek bile mümkün olmadı. İlelebet
payidar kalma gayesi olan devletimizin her otuz-kırk yılda binalarını yenilemek zorunda olması ekonomik
olarak da büyük külfet ve israf değil midir? Halbuki özellikle İstanbul'da valilik (Bab-ı Ali) , Marmara
Üniversitesi , Sirkeci ve Haydarpaşa Garları ve selatin camileri gibi örneklerinde gördüğümüz tekniklerle
inşâ edilen kamu binaları en az yüz yıldır hizmet vermeye devam ediyor.
Şarampol …
Vatan toprağı Girit’in kaybedilmesi ve Türk- Yunan mübadelesi neticesinde Antalya’ya gelen mübadillerin
iskânı amacıyla oluşturulmuş şarampol bölgesi belki de Antalya’nın şehir planlamasıyla imar edilen ilk
bölgesidir. Her ne kadar geniş sokaklara sahip olmasa da Giritli mahallesi belli nizam ve intizam barındırır,
tek katlı evleri bir biriyle uyum içindedir. Hizasız, sokağa çapraz duvara pek rastlanmaz. Sokakları Türkiye’de
pek görmeye alışık olmadığımız kadar birbirine paraleldir. Lakin bugün bu mahaller de planlama denen
kıyıma uğramış, bir veya iki evin kapladığı 300- 400 metrekarelik parsellere onar daire sığdırılan bırakın
bahçeyi, ağacı otoparkı bile olmayan apartmanlarla dolmaya başlamıştır.
Bir zamanlar, Ahmet Hamdi Bey’in çocukluğunda bahçelerine gelen arıklara su çevirmek için geldikleri
Şarampol benim gözümde esnaf demektir. Gerek cadde üstünde gerekse ara sokaklarında peynircisinden
oyuncakçısına, lokantasından ayakkabıcısına her türlü esnafı görmek mümkündür. Beyaz yakalı ve siyah
önlüklü Cumhuriyet İlkokulu yıllarımın Şarampol’ü Antalya’nın alışveriş merkezi durumunda olduğu
zamanlardı. Otogarda vakitsiz bir saatte otobüsten inenlerin, gece vakti midesi kazınan bekar ve
öğrencilerin, akşamcı sarhoşların, canı tavuk çorbası çekenlerin haftanın yedi günü, günün yirmi dört saati
dertlerine derman bulduğu mekan Antalya’nın hafızasında mütevazı ama önemli bir yer tutan İmren
Lokantasıdır ki bu ismi bilen çok az kişi vardır. Zira iyi markaların şöhretlerini reklamla değil de hiç
değişmeyen kaliteleriyle sağlamaları gibi İmren lokantasının da bir tabelası bile yoktu. Tabanına her daim
ince hızar talaşı serpiştirilen bu salaş mütevazı esnaf lokantası kapıdan girenleri gülen bir yüzle ve hızar
talaşının yaydığı ağaç kokusuyla birlikte mis gibi yemek ve tereyağı kokularıyla karşılardı. Lokantanın sahibi
kısa boyu, kel kafası, beyaz bıyığı, şişman ve sevimli bir fiziğiyle Ali usta (ki benim gözümde hep Ali amcaydı)
hafif kırmızıya çalan açık ten rengiyle etrafta önceleri “Sarı Ali” diye bilinirdi. Sarı Ali dükkanın girişinde
kasada durduğu zamanlarda lokantaya doğru elini ovuşturarak ezile büzüle yaklaşan gariban görününce
tam “baba!” demeden derdi anlaşılır, hiç konuşup yalvarmasına müsaade edilmeden bir el hareketiyle içeri
sokulur, içerdeki usta veya garsona bir kaş göz hareketiyle garibanın karnı doyurulur ve aşağılanmadan,
horlanmadan uğurlanırdı ve bu garibanların sayısı hiç de az değildi. Son parasını bir şişe şaraba yatırmış
ayyaşlar bile hır gür çıkarmadığı sürece aynı nimetten yararlanırdı. Hatta bir gün dükkanın kıdemli kalfası
Hasan, çorbasını içip de doymayarak bir tabak yemek uman bir garibana gözüyle “hadi yeter bu kadar”
mealinden kaş göz yaparken Ali usta yakasına yapışmış “ulan deyyus, sen kimin malını kimden sakınıyorsun,
ver adam ne istiyorsa!” diye fırçayı basmıştı. İşte bu vasfıyla Sarı Ali, Antalyalıların dilinde tam bir gariban
babasıydı, ve dükkan zamanla “Ali Baba” ismiyle meşhur olmuştu. Yemeklerin kalitesinde ise lokantanın asıl
aşçısı olan merhum babacığım Mehmet Ali ustanın imzası vardı. İşte bu lokantada otuz yıl boyunca kömür
karşısında ter dökerek tavuk çorbası, tas kebabı, salçalı köftesiyle Antalyalının damağında iz bırakan
Mehmet Ali ustanın bu meşhur yemek ve çorbalarının markası “Ali Baba”ydı. Gelenek bugün de bu isimle
devam etmeye çalışıyor. Bu gün yıkıldığı için karşıya taşınan lokantanın adı da “Ali Baba” olmuş, lakin
lokantanın duvarlarında yan yana duran iki resimde Ali Baba ve Mehmet Ali Usta, göçüp gittikleri ebedi
mekanda buluşup eski günleri yad ederken Hasan Ustaya, ve garsonlara talimat yağdırmaya devam
ediyorlar.
“Nesini anlatacağım ki?” diye söze başladığım Antalya’mla ilgili ne çok anlatılacak şey varmış meğer. Daha
üstat Ahmet Hamdi Tanpınar’la farklı zamanlarda da olsa aynı merdivenlerinde inip çıktığım, aynı
sınıflarında okuduğum Antalya Lisesinden, Saba Melikesi Belkıs’ın arabasıyla geçtiği Üç Kapılar’dan,
Antalya’da yetişip Galata’da postnişin olmuş Mevlevi şeyhi şair Adem Dede’den bahsetmedim bile. Evliya
Çelebi’nin “Antalya halkı her yaz Iztanoz’a gelmezse ölür.” diye anlattığı, bağrında bir şehzade saklamış
Korkuteli ile ilgili duygularım ve hatıralarım müstakil bir yazıya anca sığar. Babaannemden dinlediğim
yaylaya göç hikâye ve türküleriyle Yörükler olmadan Antalya anlaşılamaz. Bir Yunus Emre’yi Yunus Emre
yapan Kaygusuz Abdal ve ta Horasan’dan Yesevi öğretilerini, Allah ve insan sevgisini öğretmek için buralara
kadar gelen bölgemizin manevi piri Abdal Musa öyle birkaç cümleyle ifade olunamaz. Velhasıl Antalya’m
hakkında söyleyecek daha çok sözüm var.
Bir şehri güzel yapan sadece dağları, denizi, parkları değil, oradaki güzel yaşanmışlıklardır. Bir tutkuyla
birine aşık olursanız orada dağlar bulutlar bir başka güzel görünür gözünüze. Hele o şehir annenizin
ninnilerini, çocukluğunuzun mutlu anılarını, gençliğinizin ilk heyecanlarını saklıyorsa dimağında bir başkadır
sizin yüreğinizde. İşte bu yüzden bu şehrin, sokak taşları andızları, muşmula bahçeleri yıkık dökük evleri
bende çok manalar saklar. Ve nihayetinde işte burası benim de hikayemin başladığı yer, yani “İlk Şehir”dir.
Erol ERDOĞAN
Antalya- Nisan 2015
……………………………………………………………………………………………………….
* Topan: Antalyada makat denen divanların arkalarında bulunan
aynı vazifeyi gören yastıklara “kırlent” diyoruz.
yaslanma yastığı. Bugün modern mobilyalarda
**Kamerettin : Ünlü Arap seyyah İbn-i Batuta’nın (14. Asır) bahsettiği Antalyada yetişen ve Mısıra ithal edilen kayısı
çeşidi.Bugün Antalya’da hiç kayısı ağacı göremesek de “Zerdalilik” semtinin adı bu hatırayı yaşatır.

Benzer belgeler