Mekke`nin Fethi ()

Transkript

Mekke`nin Fethi ()
MEKKE'NİN FETHİ
‫ﻦ ھُﻮَ ﻓ۪ﻲ‬
ْ َ‫ﻦ ﺟَﺎٓءَ ﺑِﺎ ْﻟﮭُﺪٰى وَﻣ‬
ْ َ‫ﻋﻠَﻢُ ﻣ‬
ْ َ‫ﻞ رَﺑّ۪ﻲٓ ا‬
ْ ُ‫اِنﱠ اﻟﱠﺬ۪ي ﻓَﺮَضَ ﻋَﻠَ ْﯿﻚَ ا ْﻟﻘُ ْﺮ ٰانَ ﻟَﺮَآدﱡكَ اِﻟٰﻰ ﻣَﻌَﺎ ۜدٍ ﻗ‬
﴾﴿ ٍ‫ﺿَﻠَﺎلٍ ﻣُﺒ۪ﯿﻦ‬
“Kur’an’ı(n tilavetini, tebliğini ve gereğince davranmayı) sana farz kılan Allah, şüphesiz seni
dönülecek bir yere (Mekke’ye) döndürecektir. De ki, “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir
sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”
(el-Kasas, 28/85)
َ‫ﻦ ذَ ْﻧﺒِﻚَ وَﻣَﺎ ﺗَﺎَﺧﱠﺮَ وَﯾُﺘِﻢﱠ ﻧِ ْﻌﻤَﺘَﮫُ ﻋَﻠَ ْﯿﻚ‬
ْ ِ‫ﺤﻨَﺎ ﻟَﻚَ ﻓَ ْﺘﺤًﺎ ﻣُﺒ۪ﯿﻨً ۙﺎ ﴿﴾ ﻟِﯿَ ْﻐﻔِﺮَ ﻟَﻚَ اﻟﻠّٰﮫُ ﻣَﺎ ﺗَﻘَﺪﱠمَ ﻣ‬
ْ َ‫اِﻧﱠﺎ ﻓَﺘ‬
﴾﴿ ‫ﻋﺰ۪ﯾﺰًا‬
َ ‫ﺼﺮًا‬
ْ ‫ﺴﺘَﻘ۪ﯿﻤً ۙﺎ ﴿﴾ وَﯾَ ْﻨﺼُﺮَكَ اﻟّٰﻠ ُﮫ َﻧ‬
ْ ُ‫وَﯾَ ْﮭﺪِﯾَﻚَ ﺻِﺮَاﻃًﺎ ﻣ‬
"Biz, muhakkak sana, apaşikâr bir fetih yolu açtık. (Bu), geçmiş ve gelecek günahını, Allah'ın
bağışlaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, böylece seni doğru yola iletmesi içindir.
Ve Allah'ın, sana çok şerefli bir muzafferiyetle yardım etmesi içindir"
(Fetih, 48/1-3)
Mekke:
Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe'nin bulunduğu şehir. O Kâbe ki, "Çok
mübarek ve âlemlere hidâyet olan Beyt'tir." Mübârekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i
İlâhî'nin mücessem bir delili olmasından ileri gelmektedir. İlk banisi, ilk insan ve ilk peygamber
Hz. Âdem (s.a.v.)’dir. Zamanla kaybolan ancak temelleri baki kalan Kâbe’yi daha sonra Hz.
İbrahim, oğlu Hz. İsmail yeniden inşa etmişlerdir.
Yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı
var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin eline
geçmişti. Ne yazık ki onlar tevhidin sembolü olan Kâbe-i Muazzama’nın içi ve etrafını putlarla
doldurmuşlardı. Müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah'a dokunan, Hz. Âdem (s.a.v.) ile Hz. İbrahim'in ruhaniyetlerini rencide eden ve
bütün Müslümanların kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan
kaldırılması gerekiyordu. Bu mübarek mabedin ve Mekke'nin bir an evvel müşriklerden
temizlenmesi gerekiyordu. Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının
tahakkuku için bir yol arıyordu. Ancak imkânlar buna elvermemişti; çünkü Müslümanlar henüz
az ve zaîf bir durumda bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için
Cenâb-ı Hakk'ın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret'in 8. yılında İslâm olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâm'ın en
amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan
en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o
zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Mûte Harbi’yle gözdağı verilmişti. Bütün bunlar,
İslâm'ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet hâlini almış olduğunu
ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmişti. Ancak, ortada bir mâni
vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre,
Müslümanlarla müşrikler 10 sene birbirleriyle harb etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.
Ahde vefada zirve noktada bulunan Rasûl-i Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi için de olsa ahdini
bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.
Kureyşliler'in Anlaşmayı Bozmaları:
Cenâbı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş'in dışında
kalan kabilelere istediği tarafın himayesine girebilme hakkını tanıyordu. Bu haktan istifadeyle,
muahede yapıldığı sırada, Huzaa Kabilesi, Hz. Rasûlullah'ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar
tarafında yer almış, Benî Bekir Kabilesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını
tutmuştu.
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. Bir gün,
Benî Bekir Kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Rasûlullah'ı hicv ve tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir
genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekir Oğulları, bunu,
Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar. Kureyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî
Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan
Hudeybiye Sulh Anlaşması gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar;
hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, tâ Mekke'nin içine kadar kovalarlar, Harem'de bile adamlarını
öldürmekten çekinmezler. Neticede, çarpışma, Huzaalılardan 23 kişinin öldürülmesiyle son bulur.
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silâh gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden
birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli
yapmışlardı. Ancak, Huzaalılar, bunları tanımışlardı.
Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı;
fakat bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta
korkuyorlardı.
Bu olay üzerine Amr b. Salim el-Huzâî yola çıkıp Medine'ye geldi. Rasûlullah'ın (s.a.v.) önünde
durdu. Hz. Peygamber (s.a.v.) mescidde ashabının arasında oturuyordu. Amr, O'na olan biten
hadiseyi anlattı ve yardım istedi.
Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: "Ey Amr b. Salim! Sana yardım edilecek!" Bu sırada
Rasûlullah'a (s.a.v.) bir bulut gösterildi. Hz. Peygamber (s,a.): "Bu bulut, Kâ'boğullarına yardım
edileceğine işarettir." buyurdu.
Ebû Ya'la, Hz. Âişe (r.anhâ)'dan şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)'in Ka'boğullarına
yapılana öyle kızdığını gördük ki, O'nun kızdığı kadar bir kızmayı o zamana kadar hiç görmemiştim. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Eğer Ka'boğullarına yardım etmez isem, Allah da
bana yardım etmesin!" (Heysemî, Mecmaü'z-Zevâid)
Kureyş Müşriklerine Mektup Gönderilişi:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için,
müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:
"Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir Kabilesiyle
olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını
bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı
biliniz!"
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, akıbeti düşünmeyen kör hislerine
kapılarak önce Peygamberimiz’in ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını
bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de te'yid etmiş oldular.
Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş kaplamaya
başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe kalblerini bir korku sardı. Hz.
Rasûlullah'ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû
Süfyân'ı Medine'ye gönderdiler. "Git, muahedeyi yenile, mütareke müddetini de uzat." dediler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabına şöyle dedi: "Ebû Süfyan, anlaşmayı sağlamlaştırmak ve barış
süresini uzatmak için yanınıza gelmek üzere bulunuyor galiba."
Ebû Süfyan'ın Aracılığı:
Ebû Süfyan yola koyulup Medine'ye geldi. Kızı Ümmü Habîbe’nin evine gitti. Oturmak için
Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yatağına doğru ilerleyince Ümmü Habîbe yatağı katlayıp ondan
uzaklaştırdı. Bunu görünce: "Kızım, yavrum! Beni mi bu yataktan esirgedin, yoksa onu mu benden
esirgedin?" diye sordu. O da: "Hayır, bu Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) yatağıdır. Sen ise pis bir
müşriksin." diye cevap verdi. Ebû Süfyan: "Vallahi, benden sonra sana bir şer isabet etmiş." dedi.
Hz. Ümmü Habibe, "Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyet’i nasîb etti. Sen ise, işitmez,
görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun!" dedikten sonra ilâve etti: "Babacığım!
Senin gibi, Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslâmiyet’e uzak kalır?" Ebû Süfyan'ın
kızgınlığı daha da arttı. "Yazıklar olsun sana! Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın
tapageldiklerini bırakıp Muhammed'in dinine gireceğim, öyle mi?" dedi; sonra da, Hz. Ümmü
Habibe'nin yanından öfkeyle ayrıldı.
Sonra, çıkıp Rasûlullah'ın yanına geldi ve O'nunla konuştu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) ona
bir cevap vermedi. Ebû Süfyan, sonra Hz. Ebû Bekir'e gidip kendisi için Rasûlullah ile konuşmasını
söyledi. Hz. Ebû Bekir: "Ben bunu yapamam" dedi. Ebû Süfyan, "Öyle ise, beni himayene al ve
bunu halka bildir." dedi. Hz. Ebû Bekir, "Benim himayemde bulunanlar, Rasûlullah'ın himayesinde
bulunanlardır!"
Sonra Ömer b. Hattâb'a gidip onunla konuştu. Hz. Ömer: "Ben sizin için Rasûlullah'tan şefaat
mı dileyeceğim?! Vallahi, eğer bir karıncadan başkasını bulamasam bile onunla size karşı
savaşırım!" dedi.
Kendi kendine "Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim!" diye
mırıldanıp Hz. Ömer'in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman'ın yanına gitti. "Ey
Osman! Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütarekeyi yenile ve
müddetini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez." dedi. Hz. Osman, "Benim
himayemde bulunanlar, Rasûlullah'ın (s.a.v.) himayesinde bulunanlardır." diyerek, bu hususta
kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, Ali b. Ebî Tâlib'in evine gitti. Hz. Fâtıma da oradaydı. Hz. Hasan
henüz bir çocuktu ve önlerinde emekleyip duruyordu. Ebû Süfyan: "Ey Ali, şu topluluk içinde
akrabalık yönünden bana en yakını sensin. Ben bir iş için gelmiş bulunuyorum. Hiçbir şey elde
edemeden, geldiğim gibi geri dönmeyeyim! Benim için Muhammed'e rica et!" dedi. Hz. Ali: "Allah
senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan! Vallahi Rasûlullah (s.a.v.), hakkında konuşamayacağımız bir
şeye karar vermiş durumdadır." dedi. O zaman Ebû Süfyan, Fâtıma'ya dönerek şöyle dedi: "Şu
oğluna emretsen de iki taraf arasında himayeci olsa, böylece dünyanın sonuna kadar Arapların
efendisi olsa, olmaz mı?" Hz. Fâtıma: "Vallahi, benim bu oğlum ne halk arasında himayeci olacak
yaşa gelmiştir; ne de herhangi biç kimse Rasûlullah'a (s.a.v.) karşı himayeci olabilir." dedi.
Ebû Süfyan, Hz. Ali'ye dönerek: "Ey Ebû Hasan! Ben, işlerimin çok zorlaştığını görüyorum. Sen
bana bir tavsiyede bulun." dedi. Hz. Ali şöyle cevapladı: "Vallahi, ben senin için yararlı olacak bir
şey bilmiyorum. Ama sen, Kinâneoğullarının ulu kişisisin. Kalk, iki taraf arasında himayeci
olduğunu açıkla, sonra yurduna git." Ebû Süfyan: "Bunun bana bir fayda sağlayacağını sanıyor
musun!" diye sordu. Hz. Ali: "Hayır, vallahi bir faydası olacağını pek sanmıyorum. Fakat senin
için bundan başka bir yol da yok?” dedi.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, mescidde ayağa kalkıp: "Ey insanlar! Haberiniz olsun ki, ben iki
taraf arasında himayeci oluyorum." dedi. Sonra devesine bindi, dönüp gitti.
Ebû Süfyan, Kureyşlilere geldiğinde; "Ne haber var?" diye sordular. Dedi ki: "Muhammed'in
yanına vardım ve onunla konuştum. Vallahi bana hiçbir cevap vermedi. Sonra Ebû Kuhâfe'nin
oğluna gittim, ondan da bir hayır bulamadım. Sonra Ömer b. Hattâb'a gittim, onu baş düşman
buldum. Sonra Ali'ye gittim. Onu kavmin en yumuşağı buldum. Ali bana bir yol gösterdi, ben de
onu yaptım. Vallahi, bilmiyorum bu yaptığım şeyin bana bir faydası olur mu, yoksa olmaz mı?"
Kureyşliler: "O sana ne tavsiye etmişti?" diye sordular. "Bana, iki taraf arasında himayeci
olduğumu açıklamamı söylemişti. Ben de öyle yaptım." dedi. Kureyşliler: "Muhammed bunu
geçerli gördü mü?" dediler. "Hayır." dedi. O zaman Kureyşliler: "Yazıklar olsun sana! Vallahi
adam seninle oyun oynamaktan başka bir şey yapmamış!" dediler. Ebû Süfyan da: "Hayır, fakat
bundan başka da yapacak bir şey bulamadım " dedi.
Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları:
Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara yol için hazırlanmalarını emretti. Ailesine de kendisi için
hazırlık yapmalarını söyledi.
Hz. Ebû Bekir, kızı Âişe'nin yanına geldiğinde onun Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yol hazırlıklarıyla
meşgul olduğunu gördü. Şöyle dedi: "Bu hazırlıkları yapmanı sana Rasûlullah (s.a.v.) mi emretti
kızım?" Hz. Âişe: "Evet." dedi ve hazırlığına devam etti. Hz. Ebû Bekir: "Sence nereye gitmek
istiyor olabilir?" diye sorunca Hz. Âişe: "Hayır, vallahi bilmiyorum." cevabını verdi.
Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan
dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her
şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları
imhaya değil! Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslâm'a
kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi!
Derken Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara, Mekke'ye doğru gideceklerini bildirdi. Kendilerine
iyice hazırlık yapmalarını emretti. Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım! Yurtlarına ansızın
varabilmemiz için Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, engelle." Müslümanlar hazırlıklarını
sürdürdüler.
Hâtib'ın Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması:
Bu sırada Hâtıb b. Ebî Beltea, Rasûlullah'ın (s.a.v.) kendilerinin üzerine yürüdüğünü haber
vermek için Kureyşlilere bir mektup yazdı. Mektubu bir kadına verdi. Bunu Kureyşlilere
ulaştırması için ona bir ücret ödedi. Kadın, mektubu başında saç örgüleri arasında gizledi. Sonra
böylece yola koyuldu. Rasûlullah'a (s.a.v.) Hâtıb'ın yaptığı şey hakkında gökten haber ulaştı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ali ile Zübeyr'i gönderdi. İbn-i İshak'ın dışındakiler: Ali,
Mikdad ve Zübeyr'i gönderdi, diyorlar. Rasûlullah (s.a.v.) onlara dedi ki: "Hemen gidin! Hâh
bahçesine vardığınızda, yanında Kureyşlilere bir mektup götüren bir kadını hayvanı üzerinde
bulacaksınız."
Hz. Ali ile Zübeyr hemen atlarını koşturup gittiler. Sözü geçen yerde kadını buldular ve
hayvanından indirdiler. Dediler ki: "Yanındaki mektup nerede?" Kadın: "Yanımda mektup yok
benim." dedi. Eşyasını aradılar fakat bir şey bulamadılar. O zaman Hz. Ali (r.a.) kadına dedi ki:
"Allah'a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman yalan söylememiştir, biz de yalan
söylemiyoruz! Vallahi, ya mektubu çıkarırsın, ya da seni soyacağız!" Kadın onun ciddi olduğunu
görünce: "Yüzünü çevir." dedi. O da yüzünü çevirdi. Kadın, saç örgülerini açıp arasından mektubu
çıkarttı ve onlara verdi. Onlar da mektubu Rasûlullah'a (s.a.v.) getirdiler. Baktılar ki mektup Hâtıb
b. Ebî Beltea tarafından Kureyşlilere yazılmış ve Rasûlullah'ın (s.a.v.) onlar üzerine yürümekte
olduğunu haber veriyor.
Rasûlullah (s.a.v.) hemen Hâtıb'ı çağırttı ve sordu: "Bu nedir ey Hâtıb?" Hâtıb dedi ki:
"Hakkımda hüküm vermekte acele etme ya Rasûlallah! Vallahi ben, Allah'a ve Rasûlü’ne iman
etmiş bir kimseyim. Ben dinimden dönmedim ve dinimi değiştirmedim. Ben Kureyşliler arasında
yanaşma bi şeydim, onlardan değildim. Benim onlar arasında ailem, akrabalarım ve çocuklarım
var. Bunları himaye edecekleri bir akrabalık da yok aramızda. Senin yanında bulunanların ise
orada kendilerini koruyacak akrabaları var. İstedim ki, bundan böyle onların yanında taraftarım
olsun da akrabalarımı himaye etsinler."
Ömer b. Hattâb dedi ki: "İzin ver bana ya Rasûlallah, şunun boynunu vurayım! Bu adam
Allah'a ve Rasûlü'ne hiyanet etmiştir, münafıklık yapmıştır!" Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "O,
Bedir savaşında bulunmuştur. Ne biliyorsun ey Ömer; belki de Allah, Bedir savaşma katılmış
olanlara bakıp: 'İstediğinizi yapın. Ben sizi bağışlamışımdır.' buyurmuştur." Hz. Ömer'in
gözleri doldu ve: "Allah ve Rasûlü en iyi bilendir." dedi.
Bunun üzerine Allah (c.c.) şu âyeti indirdi: “Ey İman edenler! Eğer benim yolumda cihad
etmek ve rızamı elde etmek için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
kendilerine sevgi sunarak, sevgi sebebiyle onlara sır vererek dost edinmeyin. Hâlbuki onlar
size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a inandınız diye Resülü ve sizi yurdunuzdan
çıkarıyorlar. Ben ise sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu
yaparsa mutlaka doğru yoldan sapmıştır.” (el-Mumtehine, 60/1)
Maksadı Belli Etmeme:
Peygamberimiz Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş
intibaını vermek için, Ebû Katade Hazretlerini askerî bir birlikle İzam Vadi’si tarafına gönderdi.
Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve
müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.
Ordunun Toplanması:
O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber
Efendimiz bu arada onlara da, "Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine'de
hazır bulunsun!" diye haber gönderdi.
Nebîyy-i Ekrem Efendimiz’in bu davetini duyan birçok kabile, Ramazan ayı başında Medine-i
Münevvere'ye gelmeye başladı.
Gönülleri Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle coşup taşan 10 bin mücâhid, Medine'de hazır
bekliyordu. Bunların 700'ü Muhacirlerdendi. Beraberlerinde 300 at vardı. Ensâr'ın mevcudu ise
dört bin idi. Onların da yanında 500 at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen
Müslümanlar teşkil ediyordu.
Medine'den Yola Çıkış:
Rasûlullah (s.a.v.), İslâm orduları ile hicrî 8. yılı Ramazanı'nın on günü geçtikten sonra fetih için
yola çıktı. Medine'de, Ebû Rühm Külsûm b. Husayn el-Gifarî'yi vekil bıraktı. İbn-i Sa'd ise,
Abdullah b. Ümmi Mektûm'u vekil bıraktı, demektedir.
İbn-i Abbâs şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.) Medine'den Ramazan’da çıktı. Kendisiyle
beraber on bin mücâhid vardı. Bu hareket tarihi, Medine'ye gelişinden itibaren sekizinci yılın
başında ve altı ay geçedir. Bu tarihte Rasûlullah ve beraberindeki müslümânlar Mekke'ye doğru
yürüdüler. Kendisi oruç tutuyordu, sahâbîleri de oruç tutuyorlardı. Kedîd mevkiine varınca -ki bu
Usfân ile Kudeyd arasında bir sudur- Rasûlullah iftar etti. Sahâbîler de iftar ettiler.” (Buhârî, Mekke
Fethi Gazvesi Ramazan’da Oldu Babı)
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip
orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslâm Ordusu’na iltihak etti.
Ordunun Savaş Düzenine Girişi:
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine
koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve
sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa'd
b. Ebî Vakkas. Ensâr'ın ise, 12 bayraktarı vardı. İslâm Ordusu’nda ayrıca Eşca’ların bir,
Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda 14 de sancaktar vardı. Bunların üçü
Müzeynelerin, ikisi Eşlemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka'b Oğullarının, ikisi ise Süleymlerin
idi.
Bu sırada Mekke'den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İslâm Ordusu’yla karşılaştı.
Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise
Medine'ye göndermesini emretti; sonra, "Ey Abbas! Sen Muhacirlerin sonuncususun!" buyurdu.
Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimiz’in yanından ayrılmadı.
Ebû Süfyan b. Hâris'in Müslüman Oluşu:
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yolda karşılaşanlar arasında, Ebû Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî
Ümeyye de vardı. Bu ikisi O'nunla Ebvâ'da karşılaşmışlardı. Biri amcasının, diğeri de halasının
oğlu idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlarla karşılaştığında, kendilerinden gördüğü eza ve hicivler
sebebiyle yüzünü çevirdi. Ümmü Seleme O'na dedi ki: "Amcanın oğlu ile halanın oğlu senin için
insanların en şakisi olamazlar."
Ebû Ömer (İbn-i Abdilber)'in anlattığına göre Hz. Ali, Ebû Süfyan'a şöyle dedi: "Rasûlullah'ın
(s.a.v.) yanına ön tarafından varıp O'na, kardeşlerinin Hz. Yusuf'a söyledikleri: 'Allah'a yemin
olsun ki; Allah, seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz sana yaptıklarımızda suçlu idik.'
sözünü söyle. Bundan daha güzel bir sözün bulunabilmesi asla mümkün değildir." Ebû Süfyan b.
Hâris de böyle yaptı. O zaman Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle cevap verdi: "Bugün size hiçbir başa
kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir."
Bundan sonra Ebû Süfyan iyi bir müslüman oldu. Denilmiştir ki: Müslüman olduktan sonra,
kendisinden utandığı için hiçbir zaman başını kaldırıp Rasûlullah'a (s.a.v.) bakmamıştır. Hz.
Peygamber (s.a.v.) onu seviyordu. Ona cennete gireceğini haber vermişti? Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Hamza'ya halef olmasını ümid ediyorum." buyurmuştu. Vefatı yaklaştığı sırada Ebû Süfyan b.
Hâris dedi ki: "Benim için sakın ağlamayın. Vallahi, müslüman olduğumdan beri hiçbir kötü söz
söylemedim."
Merrizzahrân'da Konaklama:
Rasûlullah (s.a.v.) Merruzzahrân'a varıp konakladığı zaman yatsı vakti gelmişti. Orduda
bulunanlara ateş yakmalarını emretti ve on bin ateş yakıldı. Hz. Peygamber (s.a.v.) gece
nöbetçilerinin başına Ömer b. Hattâb'ı (r.a.) görevlendirdi.
Rasûli Ekrem Efendimiz, İrak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı
sahabîlere emretti ve, "Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim; çünkü, en
tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!" buyurdu.
Sahabîler merakla, "Yâ Rasûlullah! Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun
gütmüş müydünüz?" diye sordular. Rasûli Ekrem, "Her peygamber, muhakkak koyun
gütmüştür! Ben de Ecyad'da (Mekke'de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib'in)
koyunlarını otlatırdım." diye cevap verdi.
Ebû Süfyan, Peygamberimiz’in Huzurunda:
Allah Teâlâ, Kureyşlilerin haber almasını engellemişti. Korku ve bekleyiş içindeydiler. Ebû
Süfyan çıkıp haber toplamaya çalışıyordu. Onunla birlikte Hakîm b. Hizam ile Büdeyl b. Verkâ,
söylentileri araştırmak için çıktılar.
Abbas, Rasûlullah'ın (s.a.v.) boz katırı Beyzâ'ya binip çıktı. Rasûlullah (s.a.v.) savaşarak zorla
Mekke'ye girmeden önce, Kureyşliler gelip O'ndan emân istesinler diye haber vermek için
Kureyşlilere göndermek üzere bir oduncu veya herhangi bir kimse arıyordu.
Abbas anlatıyor: Vallahi, ben bu maksatla dolaşıyorken Ebû Süfyan b. Harb ile Büdeyl b.
Verkâ'nın sesini işittim. Aralarında konuşuyorlardı. Ebû Süfyan diyordu ki: "Bu geceki kadar çok
ateşi ve askeri hiçbir zaman görmedim ben." Büdeyl ise şöyle diyordu: "Bunlar vallahi Huzaalılar!
Onları harp ateşi bir araya getirmiş." Ebû Süfyan: "Huzâalıların ateşleri ve askerleri bunlardan
daha az ve daha önemsizdir." dedi. Ebû Süfyan'ın sesini tanıdım ve: "Ey Ebû Hanzala!" dedim. O
da benim sesimi tanıdı; "Ebû Fadl, sen misin?" dedi. "Evet" dedim. "Babam anam sana feda olsun,
ne haber var?" diye sordu. Ben: "Bunlar Rasûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarıdır. Vallahi, Kureyş'in
sabahı pek yaman olacak!" diye cevapladım. Ebû Süfyan: "Peki, çare nedir, babam anam sana feda
olsun?" diye sordu. Şöyle dedim: "Vallahi, eğer sana karşı zafer elde ederse muhakkak boynunu
vuracaktır. Şu katırın arkasına bin de seni Rasûlullah'a (s.a.v.) götüreyim ve senin için emân
dileyeyim." Terkime bindi. İki arkadaşı dönüp gitti. Ebû Süfyan'ı alıp götürdüm. Müslümanların
yaktığı ateşlerden her birinin yanına geldiğimizde "Kim bu?" diye soruyorlardı. Rasûlullah'ın
katırını ve benim de üzerinde olduğumu gördüklerinde "Rasûlullah'ın (s.a.v.) amcası, O'nun
katırına binmiş." diyorlardı. Ömer b. Hattâb'ın ateşinin yanından geçerken "Kim o?" dedi ve ayağa
kalktı. Hayvanın terkisinde Ebû Süfyan'ı görünce şöyle dedi:
"Allah düşmanı Ebû Süfyan! Seni anlaşmasız ve sözleşmesiz olarak ele geçirmeye imkân veren
Allah'a hamdolsun." Sonra süratle Rasûlullah'ın (s.a.v.) yanına doğru yürüdü. Katırı topukladım
da onu geçiverdi. Hemen katırdan inip Rasûlullah'ın (s.a.v.) yanına girdim. Ömer de bu sırada
yanına gelip dedi ki: "Yâ Rasûlallah! İşte Ebû Süfyan! Bana izin ver de boynunu vurayım!" Ben: "Yâ
Rasûlallah! Ben onu himayeme aldım" dedim ve Rasûlullah'ın (s.a.v.) yanına geçip oturdum. Ebû
Süfyan'ın başını tutup "Vallahi, bu gece benden başka hiç kimse onunla baş başa kalmayacak"
dedim. Ömer, onun hakkındaki isteğinde ileri gidince dedim ki: "Yavaş ol ey Ömer! Vallahi, eğer
Adiyyoğullarından bir adam olsaydı o zaman böyle demezdin." Hz. Ömer: "Yavaş ol ey Abbas!
Vallahi, babam Hattâb eğer müslüman olsaydı ona senin müslüman oluşuna sevindiğim kadar
sevinmezdim. Çünkü biliyorum ki, Rasûlullah (s.a.v.) da senin müslüman oluşuna sevindiği kadar
Hattâb'ın müslüman oluşuna sevinmezdi." dedi. Rasûlulah (s.a.v.): "Ey Abbas, onu senin çadırına
götür de sabah olunca bana getir." buyurdu. Ebû Süfyan'ı alıp götürdüm. Sabah olunca tekrar
Rasûlullah'a (s.a.v.) getirdim. Rasûlullah (s.a.v.) onu görünce şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana ey
Ebû Süfyan! Allah'tan başka ilâh olmadığını anlama zamanın daha gelmedi mi?" Ebû Süfyan:
"Babam, anam sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Yemin olsun
ki Allah ile birlikte O'ndan başka bir ilâh olsaydı eğer, şimdiye kadar bir faydası olurdu
zannediyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.v.) dedi ki: "Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyan! Benim
Allah Rasûlü olduğumu anlayacağın vakit daha gelmedi mi?" Ebû Süfyan dedi ki: "Babam anam
sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Bu konuya gelince, şimdi
bile hâlâ içimde bazı kuşkular var."
Bunun üzerine Abbas ona şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Müslüman ol! Boynun vurulmadan
önce Allah'tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed'in, Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul et."
Nihayet Ebû Süfyan, hakkı kabul edip şehadet getirdi ve müslüman oldu.
Abbas dedi ki: "Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyan, övünmeyi çok seven bir adamdır. Ona bir lütufta
bulunsan olmaz mı?" Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Olur. Kim Ebû Süfyan'ın evine girerse
güven içerisinde olur. Kim kapısını kapayıp evinde oturursa o güven içerisindedir. Kim
Mescid-i Haram'a girerse o da güven içerisindedir."
Hz. Peygamber (s.a.v.) Abbas'a, Allah'ın ordusu geçerken görsün diye Ebû Süfyan'ı vadinin en
dar yerinde, boğazın yakınında dağın başlangıç yerinde tutmasını emretti. O da böyle yaptı.
Kabileler, bayraklarıyla geçiyordu. Her bir kabile oradan geçerken, "Ey Abbas, bu kim?" diye
soruyordu. (Abbas der ki): “Ben de; Süleymliler” diyordum. O zaman: "Süleymlilerle aramda bir
kavga yok." diyordu. Sonra başka bir kabile geçiyordu, yine soruyordu: "Ey Abbas, bunlar kim?"
Ben: “Müzeyneliler” diyordum. "Müzeynelilerle aramda bir kavga yok" diyordu. Nihayet kabileler
bitti. Geçen kabilelerden bana sormadığı hiçbiri kalmadı. Ben, kabileyi kendisine söylediğimde,
benimle bunlar arasında bir kavga yok, diyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), Muhacirler ile
Ensar'dan meydana gelen kalabalık bir alay içeriside geçmeye başladı. Birliktekilerin her biri
zırhlara bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri görünmüyordu. Ebû Süfyan dedi ki:
"Sübhanallah, ya Abbas! Bunlar kim?" Ben: "Bunlar Muhacirler ve Ensar'la birlikte Rasûlullah'tır"
dedim. Dedi ki: "Bunlara hiç kimse dayanamaz, hiç kimse güç yetiremez." Sonra şöyle dedi:
"Vallahi ey Ebû Fadl! Kardeşinin oğlunun saltanatı bugün pek büyük olmuş!" Abbas diyor ki: "Ey
Ebû Süfyan, dedim; bu peygamberliktir!" Ebû Süfyan: "Evet, anladım." dedi. Ben de: "Git, kavmini
uyar" dedim.
Ensar'ın bayrağı Sa'd b. Ubâde'de idi. Ebû Süfyan'ın önünden gederken ona dedi ki: "Bugün en
büyük savaş günüdür. Bugün (Kâbe'de savaşın) helâl kılınacağı gündür. Bugün Allah, Kureyşlileri
hor ve hakir kılacaktır!"
Rasûlullah (s.a.v.) Ebû Süfyan'ın hizasına geldiği zaman Ebû Süfyan dedi ki: "Yâ Rasûlullah!
Sa'd'in ne söylediğini işitmedin mi?" Hz. Peygamber (s.a.v.) "Ne söyledi?" diye sordu. Ebû Süfyan,
şöyle şöyle söyledi, diye anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf dediler ki: "Yâ
Rasûlallah! Biz onun Kureyşlilere saldırıp saldırmayacağından emin değiliz." Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Hayır. Bugün Kâbe'nin şanının yüceltileceği bir gündür. Bugün Allah'ın
Kureyşlileri (İslâmiyetle) yücelteceği bir gündür." Sonra Rasûlullah (s.a.v.) Sa'd'a haber
göndererek sancağı ondan aldı ve oğlu Kays'a verdi. Sancak, oğlu Kays'ta olunca, Sa'd'ın elinden
çıkmamış sayılacağını düşündü. Ebû Ömer (İbn-i Abdilber) diyor ki: Rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.v.) sancağı Sa'd'dan alınca Zübeyr'e vermiştir.
Ebû Süfyan, yürüyüp Kureyşlilerin yanına vardı. En yüksek sesiyle şöyle bağırdı: "Ey Kureyş
topluluğu! İşte Muhammed, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir kuvvetle yanıbaşınıza
gelmiş bulunuyor. Kim, Ebû Süfyan'ın evine girerse; güvencededir." Hind binti Utbe kalkıp geldi,
bıyığından yakalayıp: "Şu yağ tulumunu, ince bacaklıyı öldürün! Kavminin ne kötü bir öncüsüdür
bu!" dedi. Ebû Süfyan dedi ki: "Yazıklar olsun size! Siz bu tutumunuzla kendinizi aldatmayın. O,
sizin karşı koyamayacağınız bir orduyla başucunuza gelmiş bulunuyor. Kim Ebû Süfyan'ın evine
girerse güvencededir. Kim Mescid-i Haram'a girerse güvencededir." Kureyşliler dediler ki: "Allah
seni kahretsin! Senin evinin bize ne kadar faydası olabilir?" Dedi ki: "Kim evine girip kapısını
kapatırsa güvencededir. Kim Mescid-i Haram'a girerse o da güvencededir." Bunun üzerine
insanlar, evlerine ve Mescid-i Haram'a gitmek üzere dağıldılar.
Mekke'ye Yürüyüş:
RasûluIIah (s.a.v.) yürüdü, yukarı tarafından Mekke'ye girdi. Burada kendisine bir çadır
kuruldu. Peygamberimiz, Mekke'ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol... Kumandan, "Seyfullah" unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid'di. Mekke'ye aşağı
taraftan girecekti.
Sol kol... Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden
girecekti.
Üçüncü kol Sa'd b. Ubade kumandasındaydı ve Ensâr birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından
şehre girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrah kumanda ediyordu.
O da, Mekke'nin üst tarafından ilerleyecekti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Halid ve yanındakilere şöyle dedi: "Eğer Kureyşlilerden biri size karşı
koyarsa, onları ekin biçer gibi biçin! (Yarın) benimle buluşma yeriniz Safa tepesidir."
Karşılarına kim çıktıysa hepsini yere serdiler. Kureyş'in serkeşleri ve ayak takımı, İkrime b. Ebû
Cehil, Safvân b. Ümeyye ve Süheyl b. Amr'ın önderliğinde müslümanlarla çarpışmak üzere
Handeme'de toplandılar.
Bekiroğullarından Himâs b. Kays b. Halid, RasûluIIah (s.a.v.) Mekke'ye girmeden önce
silahlarını hazırlıyordu. Karısı: "Bunları niçin hazırlıyorsun?*' diye sordu. Himâs: "Muhammed ve
arkadaşları için." dedi. Karısı: "Vallahi, Munammed ve arkadaşlarına hiç kimsenin karşı
durabileceğini zannetmiyorum." dedi. Himâs: "Vallahi, ben onlardan bazılarını esir alıp sana
hizmetçi yapmayı bile ümid ediyorum." dedi.
Bazı Mekkeliler'in Karşı Koymaya Çalışması:
Sonra Himâs, Handeme'de, Safvân, İkrime ve Süheyl b. Amr'a katıldı. Müslümanlar bunların
yanlarına gelince, ok ve mızraklar atmaya başladılar. Müslümanlardan Kürz b. Câbir el-Fihrî île
Huneys b. Halid b. Rabîa öldürüldü. Bu ikisi Halid b. Velid'in süvari birliğindeydiler. Ondan
ayrılmışlar ve başka bir yol tutturmuşlardı. İkisi de öldürüldü. Müşriklerden ise on iki civarında
adam öldürülmüştü. Müşrikler yenildiler. Silahlarını hazırlamış olan Himâs da yenilip kaçanlar
arasındaydı. Evine girdi ve karısına dedi ki: "Kapıyı üzerime kapa!" Karısı: "Hani dediğin nerede
kaldı?" dedi.
Ebû Hureyre der ki: Rasûlullah (s.a.v.) ilerleyip Mekke'ye girdi. İki kanattan birinin başında
Zübeyr'i, diğerinin başında Halid b. Velid'i gönderdi. Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı da, zırhsızlara
komutan yapıp gönderdi. Sonra vadinin ortasından yürüyüşe geçtiler. RasûluIIah (s.a.v.) da kendi
bölüğünün içerisinde idi. Ebû Hureyre diyor ki: Kureyşliler birtakım serserileri toplamışlardı.
Diyorlardı ki: "Bunları ileri sürelim. Şayet Kureyş'in lehine bir durum olursa biz de onlarla birlik
oluruz. Eğer yenilirlerse istediklerini onlara veririz." RasûluIIah (s.a.v.) "Ey Ebû Hureyre!" diye
seslendi. Ben: "Buyur, emret ya Rasûlallah!" dedim. "Bana Ensar'ı çağır. Ensar'ımdan başkası
gelmesin." buyurdu. Ebû Hureyre çağırdı. Hemen gelip Rasûlullah'ın (s.a.v.) etrafında toplandılar.
Şöyle buyurdu: "Kureyş'in serserilerini ve onlara katılanları görüyor musunuz?" Sonra iki elini
birbiri üzerine kavuşturarak: "Benimle Safa'da buluşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçiniz!"
dedi. Sonra ayrıldık. Artık bizden her isteyen dilediğini öldürüyordu. Ama onlardan hiçbiri bize
bir şey yapamıyordu.
Rasûlullah'ın (s.a.v.) bayrağı Hacûn'da, Mescid-i Feth'in bulunduğu yerde dikildi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Kâbe'de:
Sonra Rasûlullah (s.a.v.) kalktı. Rasûlullah (s.a.v.) Zituva'ya gelince, bineği üzerinde, başında
Yemen işi bir Sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah'ın huzurunda eğmiş, fethi kendisine nasib
etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın
yelesine değiyordu.
Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy indiği zaman Veraka b. Nevfel’le arasında geçen: “Bu
gördüğün, Allâh Teâlâ`nın Mûsâ (a.s.)’a tenzîl ettiği Nâmûs (-u Ekber)dir. (Yani Cebrail’dir.) Ah
keşki senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta
olsam!". Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.): "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sordu. O da:
"Evet. (Zira) senin gibi bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa
uğramasın. Şâyed senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim."
konuşmasından 21, hicretten de 8 sene sonra tekrar Mekke’ye dönüyordu.
Muhacirler ve Ensar, önünü arkasını ve etrafını sarmışlardı. Mescid-i Haram'a girdi. Hacer-i
Esved'e doğru yöneldi, onu selâmladı. Sonra Kâbe'yi tavaf etti. Elinde bir yay vardı. Kâbe'nin
etrafında ve üzerinde üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile putlara dürtüyor ve şöyle
diyordu: "Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkumdur." "Hak
geldi. Batıl, ne yoktan bir şeyi var edebilir, ne de yok olanı tekrar diriltebilir.” Putlar yüzleri
üstü birbiri üzerine devriliyordu.
İbn-i Abbas (r.a.)'dan: Rasûlullah (s.a.v.) fetih günü (Kâbe'ye) girdi. Hâlbuki Kâbe'de
üçyüzaltmış tane put vardı. İblis onların ayaklarını kurşunla berkitmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.),
asası beraberinde olduğu halde, geldi. Asasıyla bir puta dokundukça, her put, yüzü üzerine yere
düşüyordu ve Peygamber (s.a.v.) de her putun yanına geldiğinde: "Hak geldi, batıl yok oldu.
Muhakkak batıl yok olucudur." diyordu." (Taberânî, Mu'cem'ul-Kebîr, (101339); Bezzâr, Keşfu'l-Estâr, (2/345))
Peygamber (s.a.v.) tavafı devesi üzerinde yapıyordu. O gün ihramlı değildi. Yalnız tavafla
yetindi. Tavafı tamamlayınca Osman b. Talha'yı çağırdı. Kâbe’nin anahtarlarını kendisinden aldı.
Kapının bununla açılmasını emretti, kapı açıldı. İçeriye girdi. Kâbe’nin içindeki resimleri gördü.
Hz. İbrahim (s.a.v.) ile Hz. İsmail (s.a.v.)'in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü.
Buyurdu ki: "Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku
çekmemişlerdir!"
Hz. Peygamber (s.a.v.), Kâbe'nin içinde öd ağacından yapılmış bir güvercin heykeli gördü.
Bunu kendi eliyle kırdı. Resimlerin yok edilmesini emretti, resimler silindi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) kapıyı üzerine kapattırdı. Üsâme, Bilâl ve Osman b. Talhâ da
içerideydi. Kapının karşısına gelen duvara doğru, üç arşın kalıncaya kadar ilerledi. Burada durup
namaz kıldı. Sonra Beytullah'ın içinde dolaşıp bir köşesinde tekbir getirdi, Allah'ı birledi. Sonra
kapıyı açtı.
Bu sırada Kureyşliler sıra sıra Mescid-i Haram'a doluşmuşlar, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ne
yapacağını gözlüyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekkelilerle:
Hz. Peygamber (s.a.v.) kapının sövelerine tutundu. Kureyşliler kapı altında idiler. Şöyle
buyurdu:
"Allah'tan başka ilâh yoktur. O yegânedir, O'nun ortağı yoktur. O, vadini yerine getirdi ve
kuluna yardım etti. Bütün düşmanları tek başına bozguna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağına
ait her şey, mal ve kan davaları, Beytullah'ın perdedarlığı ile hacılara su dağıtma âdetleri
dışında hepsi de şu iki ayağımın altındadır, kaldırılmıştır. İyi bilin ki, kamçı ve sopa ile
yapılan yarı kasıtlı (şibhu'1-amd) hatâen adam öldürmenin ağır bir diyeti vardır. Bu da,
içlerinden kırkının karınlarında yavruları olmak şartıyla yüz devedir.
Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp
büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem'den, Âdem de topraktan
yaratılmıştır!"
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şu âyeti okudu: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden
yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en
üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”
Sonra şöyle buyurdu: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı
sanıyorsunuz?” Kureyşliler: “Hayır yapacağını. Sen iyi bir kardeşsin, iyi bir kardeş oğlusun.”
dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu: “Ben, size Hz. Yusuf'un kardeşlerine dediğini
söyleyeceğim: "Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur." Gidin, sizler serbestsiniz!”
Kâbe'nin Anahtarları:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Mescid-i Haram'da oturdu. Hz. Ali O'na doğru geldi. Kâbe'nin
anahtarı elindeydi. Dedi ki: "Yâ Rasûlallah! Kâbe perdedarlığı (hicâbe) ile hacılara su dağıtma
(sikâye) işini bize ver. Allah'ın selâmı üzerine olsun." Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu: "Osman b.
Talha nerede?" Çağırdılar, geldi. Ona şöyle dedi: "İşte anahtarın ey Osman. Bugün iyilik ve vefa
günüdür.”
İbn-i Sa'd, Tabakat'ında, Osman b. Talha'nın şöyle dediğini naklediyor: Biz cahiliye döneminde
Kâbe'yi pazartesi ve perşembe günleri açıyorduk. Rasûlullah (s.a.v.) bir gün halk ile birlikte
Kâbe'ye girmek için gelmişti. Ben kendisine sert davranmış ve dil uzatmıştım. O ise bana yumuşak
davranarak: "Ey Osman! Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman
onu istediğime vereceğim." demişti. Ben de: "O gün, Kureyş'in mahvolup kıymetten düşeceği gün
olacaktır." demiştim. Buna karşılık: "Hayır. Asıl o zaman Kureyş yaşayacak ve üstün olacaktır."
diye cevap vermiş ve Kâbe'ye girmişti. Bana söylediği bu söz, hiç aklımdan çıkmamış ve bir gün
olacak diye hep beklemiştim. Fetih günü olunca bana dedi ki: "Ey Osman! Anahtarı bana getir."
Ben de getirdim. Anahtarı benden aldı, sonra tekrar bana geri verdi ve dedi ki: "Ebedî bir miras
olarak ve temelli kalmak üzere bunu alın. Onu sizin elinizden ancak zalim olan alabilir. Ey
Osman! Allah Teâlâ, Beyt'ini size emanet ediyor. Bu Beyt sebebiyle size ulaşacak şeyleri meşru
olarak yiyiniz." Osman b. Talha devamla şöyle anlatıyor: Dönüp gidiyordum, Hz. Peygamber beni
çağırdı. Geri dönüp gittim. Bana dedi ki: "Sana vaktiyle söylediğim şey aynen olmadı mı?" İşte o
anda hemen hicretten önce Mekke'de iken bana söylemiş olduğu "Umulur ki bir gün sen bu
anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime vereceğim." sözünü hatırladım ve
dedim ki: “Evet, şahitlik ederim ki sen, şüphesiz Allah Rasûlü'sün!”
Saîd b. Müseyyeb'in naklettiğine göre Abbas, o gün anahtarı Haşimoğullarından bazı adamların
gözetimine almak istemişti. Fakat Rasûlullah (s.a.v.) anahtarı Osman b. Talha'ya geri verdi.
Bilâl-i Habeşî'nin Kâbe'de Ezan Okuması:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Bilâl'e, Kâbe'nin üzerine çıkıp ezan okumasını emretti. Bu sırada
Ebû Süfyan b. Harb, Attâb b. Esîd, Haris b. Hişâm ve Kureyş'in ileri gelenleri Kâbe avlusunda
oturuyorlardı. Attâb dedi ki: "Allah (babam) Esîd'e lütfetti de duyduğunda hiç hoşlanmayacağı şu
sesi ona işittirmedi." Haris şöyle dedi: "Vallahi, O'nun gerçek peygamber olduğunu bilseydim
muhakkak kendisine tâbi olurdum." Ebû Süfyan ise şöyle dedi: "Vallahi, ben hiçbir şey
söylemeyeceğim. Eğer konuşursam şu çakıl taşları bile söylediklerimi haber verirler." İşte bu
esnada Hz. Peygamber yanlarına çıkıp geldi ve onlara dedi ki: "Ben sizin söylediklerinizi
biliyorum!" Sonra konuşulanları aynen onlara tekrarladı. Haris ve Attâb o zaman dediler ki: "Biz
şahitlik ederiz ki sen, Allah'ın Rasûlü'sün! Vallahi, bu söylediklerimize, hiçbir kimse yanımızda
bulunup da vâkıf olmadı ki, o sana haber verdi diyelim!”
Fetih Namazı:
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'nin evine girdi ve gusül yaptı. Onun
evinde sekiz rekât namaz kıldı. Kuşluk vaktiydi. Bu yüzden bazıları bu namazın, kuşluk namazı
olduğunu zannettiler. Hâlbuki bu, fetih namazı idi. Bundan böyle müslüman komutanlar bir
kaleyi, bir şehri fethettikleri zaman, Rasûlullah'a (s.a.v.) uymak için fetihten hemen sonra bu
namazı kıldılar.
İbn-i Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Mekke'nin fethi gününde Rasûlullah (s.a.v.) (amcasının kızı)
Ümmü Hâni binti Ebî Tâlib'in evine girdi. Karnı açtı. Ümmü Hâni Rasûlullah’a şöyle dedi:
"Yâ Rasûlallah, eşim tarafından akrabam olan bâzı kimseler bana sığındılar. Ali bin Ebî Tâlib ise
"Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına kulak asmaz. Ali'nin bunların yerini öğrenip onları
öldürmesinden korkuyorum. Ümmü Hâni'nin evine sığınanlara, Allah'ın kelâmım dinleyip
Rasûlüne iman edinceye kadar eman verdiğini açıklasan." Rasûlullah (s.a.v.) "Ümmü Hâni'nin
eman verdiğine biz de eman verdik" buyurdu. Sonra da, "Yanında yiyebileceğimiz bir şey var
mı?" diye sordu. Ümmü Hâni: "Kuru kırıntılardan başka birşey yok! Onu da size takdim etmeye
utanırım" dedi. Rasûlullah (s.a.v.), "Onları getir" dedi. Onları suyun içine ufaladı. Tuz da getirdi.
Sonra da "Ekmeğin yanı sıra biraz katık var mı?" dedi. Ümmü Hâni, "Sirkeden başka bir şey yok"
dedi. Rasûlullah, "Getir onu" buyurdu. Sirkeyi kuru ekmeğin üzerine döküp yedikten sonra
Allah'a hamd etti ve "Ey Ümmü Hâni, sirke ne güzel katıktır! İçinde sirke bulunan ev yoksul
sayılmaz" buyurdu. (Mu’cemu’s-Sağîr, h.no:656)
Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler:
Fetih tamamlanınca Rasûlullah (s.a.v.), dokuz kişi dışında bütün insanlara emân verdiğini
açıkladı. Bu dokuz kişinin ise, Kâbe'nin örtüsü altında bulunsalar bile öldürülmelerini emretti.
Onlar şunlardı: Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh, İkrime b. Ebî Cehil, Abdüluzzâ b. Hatal, Haris b.
Nüfeyl b. Vehb, Makîs b. Subâbe, Hebbâr b. Esved, İbn-i Hatal'ın şarkıcı iki kadın kölesi -bunlar
Rasûlullah (s.a.v.) hakkında hicivler içeren şarkılar okurlardı-, Abdülmuttaliboğullarından birinin
azatlısı olan Sâre.
Bunlar, irtikâp ettikleri suçlar, irtidat, İslâm'a ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl,
Rasûlullah'ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.
Bunlardan İbn-i Ebî Serh müslüman oldu. Sa'd İbnu Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah
(s.a.v.), fetih günü dört erkek iki kadın dışında, herkese (hayatını bağışladı ve) emân tanıdı. Bu
dörtler arasında İbn-i Ebî Serh da vardı. Hz. Osman'ın yanında saklandı. Rasûlullah (s.a.v.) halkı,
kendisine biat etmeye çağırınca, Hz. Osman (r.a.) onu da getirip Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanında
durdurdu ve:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Abdullah'tan biat al!" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) (hiç ses çıkarmadan) üç sefer
başını kaldırıp ona baktı. Her seferinde bey'at'tan imtina ediyordu. Üç seferden sonra, onunla da
biat etti. Sonra ashabına yönelip: "İçimizde, elimi bey'at için vermekten imtina ettiğimi görünce
kalkıp öldürecek aklı başında bir adam yok muydu?" buyurdular. Ashab: "İçinizden geçeni nasıl
bilelim. Keşke bize gözünüzle bir imâda bulunsaydınız!" dediler. Bunun üzerine: "Bir peygambere
hain gözlü olmak yaraşmaz!" buyurdular." (Ebû Dâvud der ki: "Abdullah, Hz.Osmân'ın süt
kardeşiydi.") (Ebû Dâvud, Cihâd 127, 2683)
İkrime b. Ebî Cehil'in kaçışından sonra karısı gelip onun adına emân istedi. Hz. Peygamber
(s.a.v.) ona da emân verdi. O zaman İkrime dönüp geldi ve müslüman oldu. İyi müslüman oldu.
İbn-i Hatal, Haris ve Makîs ile iki şarkıcı kadından biri öldürüldüler. Makîs, müslüman olmuş,
sonra dinden çıkıp (kardeşini yanlışlıkla öldüren sahabî Evs b. Sâbit'i) öldürüp müşriklere
katılmıştı. Hebbâr b. Esved'e gelince; bu, Rasûlullah'ın (s.a.v.) kızı Zeyneb'in Medine'ye hicreti
sırasında karşısına çıkmış, mızrakla vurup onu bir kaya üzerine düşürmüş ve karnındaki çocuğu
düşürmesine sebep olmuş ve kaçmıştı. Daha sonra müslüman oldu, iyi de müslüman oldu.
Rasûlullah'tan (s.a.v.), Sâre ile iki şarkıcı kadından biri için de emân istenildi. Hz. Peygamber
(s.a.v.) onlara da emân verdi. Bu iki kadın da müslüman oldu.
Hz. Peygamberin Konuşması:
Fetih'in ertesi günü olunca, Rasûlullah (s.a.v.) insanlar arasında ayağa kalkıp konuştu: Allah'a
hamd ve senada bulunup O'nu lâyık olduğu biçimde övdükten sonra dedi ki:
“Ey insanlar! Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke'yi haram ve
dokunulmaz kılmıştır; Kıyamet Gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
Allah'a ve âhiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek
helâl olmaz! Mekke'de kan dökmek benden önce hiçbir kimseye helâl olmadığı gibi, benden
sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacaktır! Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır
bulunmayanlara duyursun!
Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini
tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürülmesini ya da öldürülenin diyetini,
kan bedelini ister. Muhakkak ki, insanların Cenâbı Hakk'a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve
azgını, Allah'ın Hareminde adam öldüren yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya
Câhiliyye intikamını almak için adanı öldürendir.
İslâm'da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi
diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine aittir. İddiasını ispatlamak için delil
getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!
İslâmiyette, ne Câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret! Fakat cihad ve
cihada niyet vardır. Müslüman, Müslümanın kardeşidir; bütün Müslümanlar kardeştirler.
Müslümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle
harekete ederler! Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en
uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler. İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir için bir
mü'min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden
dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
İslâm'da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur. Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin
üzerine nikâhlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir
şey dağıtması, vermesi helâl ve caiz değildir. Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç
günlük yola gidemez.
İyi biliniz ki, vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirlerine vâris
olamazlar.
Parmakların her birisinde diyet, 10'ar 10'ar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her
birisinde diyet, beşer beşer devedir.
Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kılınmaz. İkindi
namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.
Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan
Bayramı günü orucudur. Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!"
Rasûlullah Mekke'de Kalacak mı?
Allah Teâlâ; Rasûlü'nün şehri, vatanı ve doğum yeri olan Mekke'nin fethini kendisine nasip
edince, Ensar aralarında şöyle konuştular: "Ne dersiniz, Allah, Rasûlullah'a (s.a.v.) şehri ve vatanı
olan Mekke'nin fethini nasib edince artık orada mı kalır?" Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sırada ellerini
kaldırmış Safa tepesinde dua ediyordu. Duasını bitirdikten sonra "Ne diyordunuz?" diye sordu.
"Bir şey yok, ya Rasûlallah!" dediler. Ama çok geçmeden konuşulanı kendisine söylediler. O
zaman Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah korusun; hayatım sizin hayatınızladır, Ölümün
sizin ölümünüzledir."
Bazı Mekkeliler:
Rasûlullah (s.a.v.) Beytullah'ı tavaf ederken, Fudâle b. Umeyr b. Mülevvih O'nu öldürmeyi
tasarladı. Ona doğru yaklaştığında Hz. Peygamber (s.a.v.): "Sen Fudâle misin?" diye sordu. "Evet,
ya Rasûlallah!" dedi. Peygamberimiz: "Kalbinden ne geçiriyordun?" diye sorduğunda Fudâle:
"Hiçbir şey, Allah'ı zikrediyordum." cevabım verdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) gülümsedi ve:
"Allah'tan bağışlanmanı dile." buyurdu. Sonra elini onun göğsüne koyunca kalbi yatıştı. Fudâle
derdi ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.v.) elini göğsümden kaldırdığı zaman, benim için Allah'ın
yaratıkları arasında O'ndan daha sevgili olan hiçbiri yoktu.”
O gün Safvân b. Ümeyye ile İkrime b. Ebî Cehil kaçtılar. Umeyr b. Vehb el-Cumahî,
Rasûlullah'tan (s.a.v.) Safvân için emân istedi. Rasûlullah (s.a.v.) emân vermeyi kabul etti ve
Mekke'ye girdiği günkü sarığını ona verdi. Safvân gemiye binmek üzere iken Umeyr kendisine
yetişti ve onu geri getirdi. (Hz. Peygamber kendisini İslâm'a davet edince) Safvân: Bana bu konuda
iki ay mühlet ver, dedi. Rasûlullah (s.a.v.): "Sana dört ay mühlet verilmiştir." buyurdu.
Haris b. Hişâm'ın kızı Ümmü Hakîm, İkrime b. Ebî Cehil'in nikâhı altındaydı; müslüman oldu.
Rasûlullah'tan (s.a.v.), kocasına emân vermesini istedi. Hz. Peygamber de ona emân verdi. Ümmü
Hakîm, kocasına Yemen'de yetişti, ona güvence verdi ve onu alıp geri getirdi. Rasûlullah (s.a.v.)
Safvân ile bunların eski nikâhlarını kabul etti.
Harem Sınır Taşlarının Yenilenmesi:
Daha sonra Rasûlullah (s.a.v.), Temîm b. Esîd el-Huzâî'ye emrederek, harem sınırlarını
işaretleyen taşları yenilettirdi.
Putların Yıktırılması:
Rasûlullah (s.a.v.), Kâbe çevresindeki putlar için birlikler gönderdi. Bu putların hepsi kırılarak
yok edildi. Lât ve Uzzâ ile bir üçüncüsü olan Menât da bunlardandır. Hz. Peygamber'in (s.a.v.)
münadisi Mekke'de şöyle bağırdı: "Kim, Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa; evinde hiçbir put
bırakmasın, hepsini kırsın!"
Hz. Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayının bitimine beş gece kala, Halid b. Velid'i Uzzâ putunu
yıkması için gönderdi. Halid, ashabtan otuz süvari ile birlikte gitti. Putu yıkıp Rasûlullah'a (s.a.v.)
döndü ve olanları haber verdi. Rasûlullah (s.a.v.): "Bir şey gördün mü?" diye sordu. Halid: "Hayır"
dedi. Rasûlullah (s.a.v.): "Sen onu tam olarak yıkamamışsın, dön ve onu yık." buyurdu. Halid
öfkeli öfkeli geri döndü. Kılıcını sıyırdı. Bu sırada karşısına çırılçıplak, kapkara ve saçı başı dağınık
bir koca karı çıktı. Putun hizmetçisi koca karıya bağırmaya başladı. Halid kılıcını vurup karıyı
ikiye böldü. Sonra Rasûlullah'a (s.a.v.) dönüp olanları anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Evet, işte o
Uzzâ'dır. Artık ülkenizde kendisine tapılmasından edebiyen ümidini kesmiştir." buyurdu. Bu
put Nahle'de bulunuyordu. Kureyş ile bütün Kinâneoğullarının putu idi. Onların en büyük putu
buydu. Onun bakıcıları Şeybânoğulları idi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Amr b. Âs'ı, Huzeyl kabilesinin putu olan Suvâ'i yıkmaya
gönderdi. Amr der ki: Putun yanına vardığımda bakıcısı da oradaydı. Bana: "Ne istiyorsun?" diye
sordu. "Rasûlullah (s.a.v.) bana, bu putu yıkmamı emretti." dedim. Bakıcı: "Buna gücün yetmez."
dedi. "Niçin?" diye sordum. "Seni bundan alıkoyar." dedi. Ona: "Sen hâlâ bâtıl üzerindesin.
Yazıklar olsun sana. Bu put işitir veya görür mü hiç?!" dedim ve yanına yaklaşıp putu kırdım.
Sonra arkadaşlarıma emrettim, putun hazinesini yıktılar. İçeride hiçbir şey bulamadık. Sonra
bakıcıya: "Nasıl, gördün mü?" diye sordum. Bakıcı: "Ben Allah'a teslim oldum." dedi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî'yi Menât üzerine gönderdi. Kudeyd
yakınlarında Müşellel'de bulunuyordu. Evs, Hazrec, Gassan ve diğer kabilelerin putu idi. Sa'd
yirmi süvari ile yola çıktı. Oraya vardıklarında bakıcısı yanındaydı. "Ne istiyorsunuz?" diye sordu.
"Menât'ı yıkmayı" dedim. Bakıcı: "İşte sen, işte o." dedi. Sa'd puta yönelip üstüne doğru yürüdü.
Karşısına çırılçıplak, kapkara, saçı başı dağınık bir kadın çıktı. Feryat edip bağırıyor ve göğsünü
dövüyordu. Bakıcı, kadına: "Menâtı yanına al ve isyankârları parçala." dedi. Sa'd vurdu ve kadını
öldürdü. Sonra putun yanına geldi. Arkadaşlarıyla birlikte onu yıkıp parçaladılar. Hazinesinde
hiçbir şey bulamadılar.
Mekke’lilerin Peygamberimiz’e Biatı:
Rasûli Kibriya Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra, Safa Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin
bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberliğini açıktan ilân edip muhalefetle
karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere biat alıyordu.
Erkeklerin Allah'a iman, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in (s.a.v.) O'nun
kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine yaptıkları biatı, kadınların
biatı takib etti.
Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Aralarında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü
kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)'ya ettiğinden utanıyordu. O'na biat için
yaklaşınca Rasûlullah (s.a.v.):
“Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bana bey'at edeceksiniz.” Hind ise:
“Sen bize, erkeklere yüklemediğini yükledin. Ama biz onu yapacağız.” dedi. Rasûlullah:
“Hırsızlık da yapmayacaksınız.” buyurdu. Hind yine:
“Yâ Rasûlâllah, Ebû Süfyân pinti ve cimri bir adamdır. Ben onun malından haberi olmadan
birşeyler alırdım. Bilmem ki, bu bana helâl mi olur, haram mı?” Ebu Süfyân da orada bulunup
onun dediklerini işitiyordu. “Senin geçmişte çaldıkların tarihe karıştı.” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah:
“Sen demek Utbe'nin kızı Hind misin?” deyince, “Evet ben Hind binti Utbe'yim.” diye cevab
verdi. “Geçmiş hâllerimi bağışla ki, Allah da seni bağışlasın.” Yine Rasûlullah (s.a.v.):
“Zina da etmeyeceksiniz” buyurdu. Hind de: “Hür kadın zina eder mi?” diye cevab verdi.
Rasûlullah:
“Evlâdlarınızı da öldürmeyeceksiniz” dedi. Hind de: “Biz onları küçükten eğitip büyüttük.
Biliyorsun, onları büyümüşken sen Bedir'de öldürdün.” Ömer bu söze öyle güldü ki, sırtüstü
düşecekti. Rasûlullah (s.a.v.):
“İftira da etmiyeceksiniz. Yani asılsız şeyi uydurmayacaksınız.” Hind ise; “İftira gerçekten
çirkin birşey, tecavüzlerden daha beter.” Yine O:
“Mâruf olan hususlarda bana âsi olmayacaksınız” buyurdu.
Buhârî'nin Âişe (r.a.)'den rivayetine göre demiştir ki: Rasûlullah kadınlardan, ancak; “Allah'a
birşeyi ortak koşmasınlar…” âyetini tekrarlayarak sözlü biat alırdı. Yine der ki, “Rasûlullah,
helâli olanlardan başka bir kadının elini tutmamıştır.”
Bedevinin Titremesi:
Mekke artık fethedilmişti. Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram
havasının neşesi hâkimdi. Bu sırada bir bedevinin Peygamberimiz’in yanına yaklaştığı görüldü.
Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevi tir tir titriyordu.
Durumu fark eden Rasûl-i Kibriya, "Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben bir hükümdar
değilim; ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının
oğluyum."
MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER
Ø Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış
sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle konuştular, İslâm dini hakkında
tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını gizleyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda
bulunma ve onun üzerinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan
kitlesi İslâm'a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi:
"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." Hudeybiye barışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz.
Ömer (r.a.): "Bu bir fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: "Evet!"
buyurdu. Allah Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasûlü'nün rüyasını
doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmediğinizi, bilir. Size bundan başka yakın
zamanda bir fetih verecektir.” kısmında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve
işaret niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız
yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun durumundakilerin çocuk sahibi
olamayacağı kadar yaşlı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin
neshedilmesinin öncesinde Kâbe’nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin
yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün bunlardan
önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikretmek suretiyle bir ön giriş
yaptı. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah'ın (s.a.v.) uykusunda gördüğü salih
rüyalar da, aynı şekilde bir mukaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir.
Ø Mekke'nin fethi sırasında kendisine karşı direnenlere karşı, yüreğinde hiç bir kin
duymayan Allah Rasûlü'nün karekterini görüyoruz. Hz.Peygamber (s.a.v.) kendisiyle düşmanları
arasında yirmibir yıldır devam eden savaştan sonra, onlara lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar,
bu süre zarfında hem O'na, hem kendisine tabi olanlara ve hem de davetine karşı ellerinden gelen
her şeyi yapmışlar, başvurmadık yol bırakmamışlardı.
Ø Zaferi elde edip düşmanları perişan ettiğinde ve de puta tapıcılığm merkezi Mekke
fethedildiğinde, onlara özgürlüklerini vermiştir. Tarihte böyle bir olaya rastlamak mümkün
değildir. Böyle emsalsiz bir olay sadece kerim olan Peygamber (s.a.v.)'e nasib olmuştu.
Ø Rasûlullah (s.a.v.)'ın Mekke halkına yaptığı davranışta, bir başka hikmet vardır. Yüce
Allah, arapların, kendi mesajını, dünyaya taşıyıcıları olacağını biliyordu. Bundan ötürü, Arap
milletinin liderleri olan Mekke halkını, Allah'ın dinine girsinler ve ondan sonra hidayet mesajını ve
nurunu dünya milletlerine götürsünler diye hayatta bıraktı. Onlar, bu milletleri cehaletten
kurtarma ve onları devamlı karanlıklardan aydınlığa çıkarma uğruna canlarını ve mallarını seve
seve ortaya koydular.
Ø İslam davetçilerinin akıl almaz bir süre içinde, zaferle sonuçlanan başarılarında büyük bir
ibret olması, Hz.Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Rasûlü olduğunu, İslam’ın da, zafere ulaşacağını
tefekkür eden davetçilere, mü'minlere ve onun sancağını taşıyanlara yardım eden Allah'ın daveti
olduğuna en büyük delildir.
En Büyük Fetih:
Büyük fetih; Allah'ın kendisiyle dinini, Rasûlü'nü, ordusunu, güvenilir taraftarlarını yücelttiği
ve kendisiyle, âlemlere hidayet sebebi kıldığı beytini ve beldesini kâfirlerin ve müşriklerin
ellerinden kurtardığı bir fetihtir. Bu fetih sebebiyle insanlar, akın akın Allah'ın dinine girmişlerdir.
Yeryüzü bunun sebebiyle aydınlanmış ve parlamıştır.
Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’nin Fethindeki Üstün Stratejisi:
v Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmaya başlandı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.),
niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadi. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki,
Hz. Ebû Bekr gibi seçkin sahabilerin, Ezvâc-ı Nutahharât’ın bile haberleri yoktu. Diğer
Müslümanlar da tabiatiyle aynı şekilde bilgisizdiler. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi
toplanan gönüllü askerler on bin kadar olmuşlardı.
v O devirde on bin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma
teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını
mevzu bahis olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun
için Hz. Peygamber (s.a.v.), her şeyden evvel Medine'den bütün çıkışları durdurdu, yasak etti;
buna gerek dostları ve gerekse bitaraf kimseler de dâhil bulunuyordu.
v Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarureti de vardı. Hz. Peygamber (S,A.) Ebû Katâde'nin
kumandasında bir askeri birliği Medine'nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan
“İzam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu bölgeye gitmek istediğini
ve bu “İzam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şayiaların merkezi
sıkleti bu yöne çevrilecekti.
v Hz. Peygamber (s.a.v.), fiilen bir büyük sefere çıktığı zaman, sadece gideceği yeri değil,
aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple,
Hz. Peygamber (S.A.}, beklenen birçok gönüllünün Medine'de toplanmamalarını, ancak Mekke'ye
doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak
etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman Ordusu Mekke
civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre
kadar bir haber elde edememişlerdir.
v Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke'yi kuşatınca Hz.
Peygamber, o gece her Müslüman askerin ayn ayrı birer ateş yakmasını emretti. 10.000 ateşin
bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibaını
veriyordu.
v Cenâb-ı Hak da Müslümanlara lütfunu esirgemedi. Ebû Sufyân, Mekkelilerin bu en büyük
kumandanı, aynı gece Müslüman keşif kıtalarının eline düştü. Bunun neticesi, Mekke ahâlisi ne
yapacağını bilmez hale geldi.

Benzer belgeler