F INSIDER Okumak İçin Tıklayınız.
Transkript
F INSIDER Okumak İçin Tıklayınız.
2015 i l kb a har y az 3 5 Festivalin çok yönlülüklerinin bir örneği daha Salt Bayoğlu’nda gösterilecek olan Guy Maddin ve Çiçek Kahraman enstelasyonları. !f disiplinler arası projeleri de ihmal etmiyor. Özellikle ağırlık vermek istediğiniz disiplinler oluyor mu? Aralarda dolaşmayı seviyoruz biz. Ne çekerse oraya dolanıverebilmeyi seviyoruz. Fotoğraf: Korhan Karaoysal !f bölümlerine şöyle bir göz atıldığında herkesin kendine göre bir film bulabileceğini görüyoruz. Ancak festivalin bu yıl en dikkat çeken bölümlerinden biri de “Sanat Hayat İçindir”. Bu bölümde ne tarz filmlerle karşılaşacağız? !f İstanbul’un Merak Edilenleri Yazar !f İstanbul’un festival yönetmeni ve tabii festivalin merak etttiğimiz mutfak kısmının da daimi üyesi olan Serra Ciliv’i !f İstanbul geri sayımı başlamışken yakaladık ve merak ettiklerimizi sorduk. Şu sıralar “bağımsız film” kavramını benimsemiş olsak da, bundan 14 sene önce pek alıştığımız festivallerden değildi bağımsız film festivalleri. !f bu anlamda kuşkusuz ki büyük bir açığı kapattı. Ne değişti bu 14 senede? Geçen gün bir arkadaşım ‘’!f’te Tarnation’ı izlediğim gün bu ihtimale- yani öncelikle Tar- nation gibi bir filmin var olmasına, daha sonra Türkiye’de bir sinemada gösterilebilmesine duyduğum hayreti dün gibi hatırlarım!’ dedi. Yıl 2003. Gerçekten Tarnation beni de sarsmıştı ve o gün bugün bağımsız film ne diye sorduklarında hep gelir aklıma: Tarnation’da Jonathan Couette 20 yıldır- yani 7 yaşından beri evde, kendi kendine çektiği videoları birleştirmiştir, en kuir hallerini, şizofren annesiyle yaşadıklarını anlatır. En içeriden gelen, ‘dışarıya nasıl sunarım’ derdine düşmeden çekilmiş görüntüler. Tabii ki her bağımsız film 7 yaşından başlamalıdır demiyorum, ama işin ruhunda dipten gelen bir şeyleri korkusuzca, sansürsüzce, satış kaygısına düşmeden paylaşmak olduğuna inanıyorum. 14 yılda, bir yandan küçük bağımsız filmlerin gücüne alıştık, bir yandan da bazı stüdyo filmlerinin bile ne kadar bağımsız bir ruhla yapılabileceğini gördük.. !f İstanbul bir film festivalinin ötesinde; atölyeleri, yarışmaları ve etkinlikleriyle de bir hayli dikkat çekiyor. Bu sene 14. !f kapsamında bizi bekleyen hadiseler neler? Üç workshop var, yapımcılık, oyunculuk ve buluntu görüntüyle ilgili. Önemliler çünkü yaparak öğretecekler. Pedro Costa, Guy Maddin, Yes Men gibi insanlarla sohbetler var, festivallerin en güzel tarafı böyle yüz yüze diz dize insan hikayesi dinlemek bence. Sergiler var, Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” enstalasyonu mesela, !f’in Türkiye Sineması’nın 101. yılı için ağırlayabileceği en güzel işlerden biri bence. Ve Küçük Müdaheleler var- Aşk ve Başka Bir Dünya’nın yan etkinlikleri, nasıl çoğalırız, yaratıcı gücümüzü, birlikteliklerimizi nasıl değişim için harekete geçirebiliriz sorularına odaklanıyor. !f’in vazgeçmediği soruların etkinlikleri onlar. Bu yıl sizi en heyecanlandıran !f filmini sorsak bir seçim yapabilir misiniz? Orada Susan Sontag var, Catherine Robbe-Grillet var, George Takei var, Roger Ebert var, Wire’dan tanıdığımız Brandy Burre var. Bu insanların düşüncelerinde, işlerinde, hayatlarının kuytularında geziyoruz. Cem Kaya’nın cok beklenen filmi Motör de orada tabii. In The Crosswind : Rüzgarların Arasında Hauntings I: Hayaletler I Keş!f ve Aşk Başka Bi’Dünya bölümlerinde ise yarışma heyecanı sürüyor. !f ile ilk tanıştığımızdan beri genç yönetmenleri destekleyici duruşunu gözlemliyoruz. Popüler sinema sektörü bu konuda biraz acımasız kalıyor gibi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz genç yönetmenleri destekliyoruz demiyoruz aslında, genç yönetmenler, deli bakışlar, beklenmedik çıkışlar canımıza can katıyor, bize ilham veriyor, diyoruz. Popüler sinema sektörü adı üstünde, popüler olanı takip ediyor, ettiriyor. Vardır bir bildikleri. Günlerdir aklımda In The Crosswind var; tarihe nasıl bakmalıyız diye düşündüğüm günler bunlar. Serra Ciliv Burcu Ezer izleyicilerini topluyorlar, kendi akışlarını yaratıyorlar. Tatlı tatlı çoğalmak diye buna diyoruz. La Princesa De Francia : Fransa Prensesi Değinmeden geçemeyeceğimiz bir nokta da !f. !f’in en güzel yanlarından biri sadece İstanbul ile sınırlı kalmayışı bence. !f İstanbul !f ile; 34 şehre dağılacak. Festivalin son üç günü 6 film 15 bin kişiye aynı anda ulaşacak. Bu oldukça büyük bir proje. !f nasıl tepkiler ile karşılaşıyor? !f bence !f’i !f yapan projelerden biri. Hep organik şekillerde çoğalmaya çalışıyoruz ya, !f onun resmi işte. Her yıl festival sonrası en heyecanla beklediğimiz geri dönüşler !f ortaklarından gelir. Türkiye’nin dört bir yanındayız tabii ve dolayısıyla herkes başka bir filmi beğenmiş, başka bir konuyu tartışmaya açmış oluyor. O çeşitliliği görmek çok güzel. Bir de tabii- tüm partnerlerimiz kendi festivallerini yapıyor oralarda, kendi mekanlarını buluyorlar, kendi !f ekibi 7 Big Eyes : Büyük Gözler yaptığı resimleri kendi yapmış gibi pazarlayan ve ressamlık rolüne soyunan Walter, boşandıktan sonra da resimlerden ve şanından vazgeçmeyince sanat tarihinin sansasyonel intihal davalarından birinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Burton filminde hem yıllara yayılan intihal davasını anlatıyor hem de sanat dünyasının kadına bakışını sorguluyor. berleştiren gazetecinin tutuklanıp işkence görmesi üzerinden Stewart, gazeteci-iktidar ilişkisini sorgularken İran’ın da özgürlükler konusundaki portresini çiziyor. Seni Seviyorum filmiyle tanıdığımız yönetmen Richard LaGravenese, beş yıllık ilişkilerini gözden geçiren bir çiftin üzerinden kadın ve erkeğin ilişkilere nasıl ayrı noktalardan baktığını anlatıyor. Tabii bu ilişkide birinin kariyeri çok da parlak gitmeyen bir oyuncu olması diğerinin parlak bir yazar olması filme de ayrı bir katman katıyor. Charlie McDowell’ın Sundance patentli ilk film Tek Aşkım/The One I Love ise romantik komedi janrı üzerinden, ki bu janrın genetiğiyle oynayarak yenilikçi bir yaklaşım sergilediğiyle ilgili kimi yorumlar var, ilişki algımızın üzerine eğiliyor. Aşk Başkadır/ Love is Strange ise orta yaşlı iki eşcinselin başarısız bir evlilik girişimi sonrasında yaşadıklarına eğilirken yönetmen Ira Sachs, hüzünlü bir tablo koyuyor önümüze. Dear White People : Sevgili Beyaz Irk !f’in vitrininde neler görünüyor? Eski adıyla Hit Filmler yeni adıyla Digiturk Galaları bölümü festivalin popüler yüzünü gösterdiği, kemik seyirci kitlesi dışındaki izleyicilerle flörtleştiği bir anlamda vitrin bölümü. Bu yıl bu bölümde 21 film var. Peki hangileri öne çıkıyor... 10 filmlik bir seçki. Olkan Özyurt Yazar malum 2013’te Galalar adını aldı, geçen yıldan itibaren de Digiturk Galalar adıyla yoluna devam ediyor. Bir Rüya İçin Ağıt, Takip, 24 Saat Parti İnsanları, Bellevillede Randevu, Makinist, Günbatımından Önce, Başkalarının Hayatı, İhtiyarlara Yer Yok, Hasta, Milyoner, Şampiyon, Yeraltı Peygamberi, Gerçeğin Parçaları, Siyah Kuğu... Bu bölüm festival için epey önemli... !f İstanbul, takvim avantajını kullanıp Oscar adayı filmlere ve dünyadaki önemli festivallerin gözdesi olan ve merak edilen yapımlara bu bölümde yer veriyor. Böylece festival diğer bölümlerine göre daha popüler bir seçki sunuyor bu bölümde. Hâl böyle olunca kemik seyirci kitlesi dışındaki izleyiciler arasında festival Bu filmlerin ortak özelliği 2000’lerin önemli yapımları olması. Bir başka özelliği ise !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde görücüye çıkmaları. !f’in sadık takipçilerinin hatırlayacağı üzere, biz bu filmleri festivalin Hit Filmler bölümünde izledik. Festivalin başladığı 2002 ile 2012 yılına kadar bu isimle anılan bu bölüm bu bölüm sayesinde tanınırlılığını artırıyor ve etki alanını genişletiyor. Yani Digiturk Galaları bölümü !f’in popüler yüzü ve bir anlamda vitrini... Eskiden Hit Filmler döneminde seçkide yaklaşık 14 film yer alırken bu bölüm Digiturk Ga- The Look of Silence : Sessizliğin Bakışı Birdman laları adını alınca seçkideki film sayısı da arttı. Geçen yıl bu bölümde 24 film vardı. Bu yıl ise 21 film var. Böylece bu bölüm vitrin olmanın ötesinde, film sayısı olarak da festival programında önemli bir ağırlık noktası oluşturuyor... Peki bu yıl Digiturk Galaları bölümünde yer alan 21 film arasında neler var? Ya da şöyle soralım: İlla izlenmesi gereken filmler hangisi? Kuşku yok ki Digiturk Galaları’nın en ilgi görmesi muhtemel iki filmi, tematik ortaklığı da bulunan, Inarritu’nun En İyi Film dahil dokuz dalda Oscar adaylığı olan Birdman ile Tim Burton’ın Büyük Gözler/Big Eyes. Inarritu filminde, oyuncu dünyası içerisinden günümüzde yeniden tariflenen popülerlik olgusuna ezber bozan bir bakış atıyor. Burton ise Margaret Keane ile Walter Keane arasındaki intihal dolu ilişkiye odaklanıyor. Evli oldukları sırada Margaret’ın A Girl Walks Home Alone At Night : Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız İran sinemasının tür sinemasıyla sınırlı ilişkisi düşünüldüğünde Ana Lily Amirpour’un ilk uzun metrajlı filmi Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız/ A Girl Walks Home Alone At Night’ın ilgi görmemesi mümkün mü? Bir çizgi roman uyarlaması olan yapım, western etkileşimli bir vampir filmi. İran’ın karanlık sokaklarında dolaşan vampir öyküsü pek çok açıdan merak unsuru. Mesela Batı kaynaklı sinemadaki vampir lugatına Doğu’dan nasıl bir katkı sunduğu, kötülük ve sokaklar ilişkisinde rejime nasıl anlamlar yüklediği gibi... Lakin öte yandan günümüz İran’ıyla ilgili sorulara, gerçek bir hikayeden yola çıkan Gül Suyu/Rosewater daha net cevaplar verecek gibi görünüyor. Gael Garcia Bernal’in oynadığı Jon Stewart’ın yönettiği film, hileli olduğu gerekçesiyle İran’da protestolara neden olan 2009 seçimlerini takip eden bir gazetecinin yaşadıklarından yola çıkıyor. Protestoları ha- Kan donduran Öldürme Eylemi belgeselini hatırlayanlar vardır. Yönetmen Joshua Oppenheimer, 1960’larda Endonezya’da darbe sonrasında yönetimin tetikçiliğini üstlenip yüz binlerce insanı vahşice öldüren bir çeteyle yüzleştirmişti bizi. Katiller anlatıyordu nasıl cinayet işlediklerini. Oppenheimer, Sessizliğin Bakışı/The Look of Silence filminde bu sefer sözü karşı tarafa veriyor. Öldürme Eylemi’nde yıllar sonra abisinin nasıl katledildiğini öğrenen Adi’nin katillerle bizahiti yüzleşme sürecini anlatıyor. Love is Strange : Aşk Başkadır ‘Aşk’sız olmaz tabii. Aşk Başkadır/Love is Strange, Tek Aşkım/The One I Love, Son Beş Yıl/The Last Five Years , aşk ve ilişkilere farklı yaklaşımlarıyla festival menüsünün ilgi görmesi muhtemel ‘çift’li izlenecek filmlerinden... Not: Variety dergisinin takip edilesi yönetmenlerden biri olarak altını çizdiği genç yönetmen Justin Simien’ın yönettiği Sevgili Beyaz Irk/ Dear White People, günümüz Amerikan toplumunda siyahilere olan yaklaşımla hınzırca dalgasını geçen eleştirel bir komedi. Bir üniversitedeki dört siyahinin yaşadıklarını izlerken bir toplumda ‘ötekileştirilen’ ve ayrımcılığa uğrayanların neler yaşadığını anlamak açısından da oldukça tanıdık gelen yanlarını görme ihtimaliniz hayli yüksek. Digiturk Galaları bölümünde önereceğimiz son film bizden. Zenne filmiyle tanıdığımız yönetmenler M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın ikinci filmleri Çekmeceler, bir genç kızın travmalarla dolu olan geçmişinin ‘çekmecelerini’ açıyor bize. Ele aldığı konu ve yaklaşımıyla Zenne gibi iddialı ve ezber bozan bir film olduğu söyleniyor. İzleyip göreceğiz... Lakin şunu da söylemek elzem. Festival öncesi tavsiyeler, bilgilendirmeler ve yönlendirmeler bir yere kadar işe yarar. !f, keşifçi bir festival. En sağlamı ve bizce de kıymetlisi sizin kendi keşifleriniz. İyi keşifler ve seyirler... 9 Anneniz, bir yıl içinde babanız olursa… 16 yaşındaki Billie’nin annesi Jane bir gün gelir, kızına cinsiyetini değiştireceğini ve bundan sonra adının James olacağını söyler. Bu süreçte haftada bir kez, salı günleri görüşmeye karar verirler. Çekimleri de bir yıl boyunca, sadece salı günleri gerçekleştirilen 52 Salı (52 Tuesdays) filmi, yılın en ilgi çekici yapımlarından. Pek çok festivalde ödül toplayan bu Avustralya filminin yönetmeni ve senaristi Sophie Hyde ile görüştük. Ece Koçal Yazar 2014 Sundance Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü aldınız. Bu ödül sizin için sürpriz miydi? Neler hissettiniz? Sundance’ta en iyi yönetmen ödülünü almak iki sebepten dolayı benim için çok önemliydi. Öncelikle, Avustralya’daki film endüstrisi ve uluslararası izleyiciler filmi farklı bir açıdan görebildiler. Genel olarak insanlarda benimle tanışma isteği uyandırdı. Ben de en sevdiğim film yapımcılarıyla tanıştım. Fakat en önemlisi film çekim süreçlerinde kendimi rahat hissedetmem gerektiğini anladım. 52 Salı’yı çekmek benim için çok güzeldi; ancak filmin bitmiş halinin izleyicilerin gözünden nasıl görüneceğini tahmin edememiştim. Yoğun bir ortak çalışmanın ürünü bir filmde en iyi yönetmen ödülüne layık görülmek fazlasıyla tatmin edici. Benim için yönetmek, rehberlik ve yol göstermek demek. Bir hayalin doğuşunu ve büyümesini yansıttığımız bu filmle tanınmak ayrıca çok güzel. Berlinale’de ödül almanınsa bambaşka bir anlamı daha var. O da genç, sofistike ve hırslı insanlardan oluşan bir jüri tarafından böyle bir ödüle layık görülmek. Bu iki ödülü, bir avuç gençlik jürisi, izleyici ve festival ödülleri izledi ve bunların hepsi gösterdi ki izleyicinin tarafsızlığı birçok yerde bizimleydi. Bu gerçekten çok yüceltici bir durum ve evet, ödülü kazanmak benim için büyük bir sürprizdi. 52 Salı, annesi cinsiyet değiştiren ergenlik çağındaki bir genç kız olan Billie’nin yaşadıklarını konu alıyor. Neden ve nasıl bu konuyu seçtiniz? Filminin fikri nasıl ortaya çıktı? çekmiştir. Cinsiyetin hayatlarımızda hemen her alanda yer aldığını ve bizi sınırlandırdığını düşünürüm. Bu karakterlerle, daha doğrusu cinsiyet değiştirme sürecindeki anne James’le işe başlamamın en önemli sebebi, kendinizin ne kadarını çocuğunuza gösterdiğiniz, kendinizi çocuğunuza nasıl tanıttığınız sorusundan geliyor. Bu, James için pek kolay bir soru değil. Çünkü uzunca bir süre kendine ait önemli bir gerçeği kızı Billie’den saklamış. Ama bence bu sadece James için değil, tüm ebeveynler için geçerli bir soru. Çocuğunuzun annesi ya da babası olmanızın ötesinde kusurlarınızı veya komplekslerinizi çocuklarınıza ne kadar gösteriyorsunuz? Açıkçası biz hikayeye daha çok bu taraftan baktık; cinsiyet politikaları da beraberinde geldi… Bu nedenle herkesin bu filmde kendinden bir şeyler bulması mümkün sanırım… Evet, çünkü bu film aynı zamanda bir yetişkin olarak anne veya babanızla tanışmanın nasıl bir şey olduğunu da gösteriyor. Çünkü insanların kendilerine yakın bulduğu ama ekranda çok da izlemedikleri hikayeleri filme taşımayı seviyorum. Genç kadınların kendi cinselliklerini ve özerkliklerini keşfetmesi benim için önemli bir mevzu. Bu nedenle, bu aynı zamanda birbirimize nasıl davrandığımızla hatta seçimlerimizle, birbirimize karşı nasıl tavır aldığımızla ilgili bir film. Hikayenin yazım sürecinden biraz bahseder misiniz? Dersinize nasıl çalıştınız? Cinsiyet değiştiren pek çok kişinin yazdığı online blogları okudum. Bunların arasında farklı bakış açılarına sahip, farklı deneyimler yaşamış ve oldukça açık sözlü pek çok kişi vardı. Bu kişisel bloglarda okuduğumuz yazılar, izlediğimiz videolar gerçek hayatlara ait oldukları oldukları için çok önemliydi. Ayrıca en önemli kaynaklarımızdan biri, takip ettiğimiz Original Plumbing isimli dergiydi. 52 Salı, bir yıl boyunca her salı günü çekildi. Neden böyle bir yöntem tercih ettiniz? 52 Salı’nın konsepti filmin diğer senaristi olan Matthew Cormack’tan çıktı. Filmin ana karakterlerinin her hafta sadece salı günleri buluşması ve filmin de o günler çekilmesi fikrinin sahibi kendisidir. Bu fikir üzerine düşünmeye başladığımızda, hikayenin bir yıla yayılması gerektiğini fark ettik. Sık sık değişimin umut verici halini konuşuyorduk. Çünkü karakterler değişimi zorunluluk olarak değil, umut olarak görüyorlardı. Bir yıllık sürecin bunu anlamak için doğru bir zaman zarfı olduğunu düşündük. Bir yıl içinde değişimler yavaş yavaş yaşandı. İçindeyken çok da fark etmek mümkün değildi ama durup arkanıza baktığınızda ne kadar çok şey yaşandığını fark edebiliyordunuz. Bence bu süreçte, bizim, oyuncuların ve karakterlerin fiziksel değişimlerinden ziyade duygusal değişimleri daha çok ilgi çekiciydi. Yani filmi bu şekilde çekme arzumuz, nasıl bir sonuç çıkacağına dair merakımızın yanı sıra film endüstrisinde alışılagelmişin dışında bir çalışma tarzının izleyiciyi nasıl etkileyeceğini görme isteğimizden de kaynaklanıyordu. Bu kesinlikle meydan okuyan bir yaratım şekliydi ama sonuçtan çok memnun kaldık. Böyle bir çalışma imkanım olduğu için kendimi çok ayrıcalıklı hissettim. Filmdeki tüm oyuncular amatörlerden seçilmiş ve her hafta sadece kendi sahnelerinin olduğu senaryo bölümlerini okuyabiliyorlarmış. Bunun sebebi neydi? Bunun en önemli sebebi, senaryoyu bizim de o bir yıl içinde yazıyor olmamızdı. Bunun yanı sıra oyuncuların hikayenin ana teması ve konusuyla ilgili çalışmalarımızdan sıkılmalarını istemedik. Belki de filmde birkaç dakika süren bir sahne, üç ayda çekilmişti. Oyunculara, bu zaman diliminde olanlarla yaşama fırsatı vermek istedik. Bu kimi için çok zordu. Haklılardı, elbette kolay değildi. Bazı oyuncular bunun tadını çıkardı, bazıları zorlayıcı ve meydan okuyucu buldu. Bence bu sürecin en iyi tarafı, oyuncuların karakterlerin içine iyice oturmasını sağlaması oldu. Gösterim tarihleri: 12 Şubat 2015 13:00 Cinemaximum Fitaş Salon 4 18 Şubat 2015 13:00 Cinemaximum Fitaş Salon 4 Toplumsal cinsiyet konusu her zaman ilgimi 11 Fizik denkleminden sanat eylemine Dijital imkânların ulaştığı nokta, bu medium’la üretirken onun sunduklarını dinleyip öğrenmeyi, ondan beslenmeyi, bir devinim içinde onunla birlikte dönüşmeyi getiriyor. Dalgalar sergisinde olan da bu… hava kadar hayatımıza dahil ettiği elektromanyetik dalgalar… Sözlükte ondan fazla tanıma sahip bir kavram dalga. Çoğunlukla bir merkezden dışarı doğru yayılmaya dair… Fizikten devralınan bir kavram ancak iletme, aktarma, yayma gibi işlevleri meseleye toplumsal düzlemi de dahil ediyor. Bir yerde söylenen ya da söylenmeyen söz, yaşanan ya da yaşanmayan olay, yapılan ya da yapılmayan hareket dalga efektiyle kişiden kişiye zincirleme etki yaratarak tüm yaşamı belirliyor, bir andaki milyarlarca hareket güncel toplumsal mutasyonu oluşturuyor. Tüm karşılıklarıyla düşünüldüğünde dalga, bir fizik terimiyken hayatın rutinine sirayet eden müthiş bir gerçeklik sembolüne şeklinde düşünülmüş. Candaş Şişman’ın ses dalgaları amaçlayarak metal yaylar ve motor sistemleriyle kurduğu interaktif enstalasyonu Re-conn-act; Erdal İnci’nin ışıklı çubukları ekranda görüntü ve sese dönüştüren ve izleyicinin bedenini performatif olarak kurgulayan Formaphone; Osman Koç’un beyin dalgalarıyla herkesin kendi film kurgusunu yaptığı çalışması Hipermevcudiyet; Ozan Türkkan’ın insan sesini ışıkla ve yankıyla karşılayan kuyusu Well; Refik Anadol ile Alper Derinboğaz’ın içine girilebilir mekânsal simülasyonu Pasaj, kesinlikle ‘yaşanması’ gereken çalışmalar. Elektronikten dijitale çoktan evrilen ve artık post-dijital aşamasına ulaşan bu dönemde Erdal İnci, stumblers gif animasyon Alp Çoksoyluer, Resonare Performans Elif Dastarlı Yazar Eleştiri disiplininin sağlam zemin üzerinde kurumsallaşması niyet ve çabaları, sanat hakkında dil ile kurulan yapıyı statik bir düzleme hapsetmemek, tam tersi dinamik olmak zorunda. Böylesi bir zorunluluk günümüzde yeni medya sanatının payının büyümesiyle, bu sanatı anlama ve yorumlama çabaları ekseninde her türlü manevraya da açık olmalı; sanatın kendisi zaten durağan değilken betim ile onu durağanlaştırmaya karşı bayrak açmalı. Daha söze dökmeye başlamadan değişen, dönüşen bir hız söz konusu. Dil, kendini aktarımdan kurtararak yorumlamaya gitmeli ancak epistemik bir kopuş her şeyi başlamadan bitirebilir; doğrudan fayda güdülmüyor olsa bile yazma niyetini ortaya çıkaran ilk sebepten uzaklaşılmamalı. Konumuz bir yeni medya sergisi. O halde, yorumu özgür kılabilmek için önce konu hakkında bilgiyi vermek gerek: Serginin adı: Dalgalar / Küratör: Ebru Yetişkin / Sanatçılar: Alp Çoksoyluer, Alper Derinboğaz, Ayşe Gül Süter, Buşra Tunç, Candaş Şişman, Deniz Kader, Erdal İnci, Korhan Erel, Osman Koç, Ozan Türkkan, Refik Anadol. Mekân: Block Art Space galeri mekânı ve hemen onun yakınındaki yeniden inşa halinde olan eski bir bina. Yeni medya sanatı, 1990’lı yıllardan beri özellikle dijital teknolojinin gelişmesiyle yaygınlığa ulaşan bir sanat biçimi; aslında bir biçim olmaktan çok bir sanat dili. Bilim ve teknolojinin verilerinden yola çıkıp sanatın yaratıcı aklını ve sezgisel ruhunu dahil eden sanatçıların oluşturduğu bu dil, medium’u araçsallaştırarak kullanmanın ötesinde. Sanat tarihinde tekniği kullanırken her daim biçimlenen sanatçıyı tespit etmenin kendisi bile artık oldukça arkaik. Dijital imkânların ulaştığı nokta, bu medium’la üretirken onun sunduklarını dinleyip öğrenmeyi, ondan beslenmeyi, bir devinim içinde onunla birlikte dönüşmeyi getiriyor. Dalgalar sergisinde olan da bu. dönüşüyor. Sergi, işte böylesi gerçekliği deneyimleme olanakları sunan ve Türkiye’deki yeni medya algısı düşünüldüğünde birbirinden önemli işlerden oluşuyor. Küratör Ebru Yetişkin, Türkiye’de yeni medya sanatı üzerine kuramsal olarak da çalışan sayılı isimlerden. Sergi için kaleme aldığı metindeki şu kısım izahata gerek bırakmaz nitelikte: “Teknolojik, bilimsel, ekonomik, jeolojik, toplumsal, psikolojik ve siyasi enerji ağlarına dönüşen bedenler ve maddelerin oluşturduğu dalgalar, bugün veri yığınlarına dayalı algoritmik regülasyonun eşlik ettiği post-totaliter yönetim zihniyetinin nasıl işlediğini açığa çıkaran semptomlar sunuyor.” Sergideki çalışmaların çoğu, izleyiciyi katılımcıya dönüştürerek bir deneyim yaşatmak Dalga, pek çok küratörlü sanat sergisinin adında olduğunun aksine burada bir metafor değil, gerçeğin kendisi. Ses, ışık, beyin dalgaları, dalgalanmalar, gelgitler; tekrarlı bir hareket, salınım… Teknolojik yeniliklerin soluduğumuz Candas Şisman, re-conn-act interaktif enstalasyon sergideki işler –yine küratör metnine baktığımızda–: “ses-bedenlerin, nöron-bedenlerin, sismik-bedenlerin, kalabalık-bedenlerin, ışık-bedenlerin ve yay-bedenlerin oluşturduğu dalgaları yeniden kullanmayı, geri dönüştürmeyi, işleme ve sürece tabi tutarak başkalaştırmayı deniyor.” Sergi için asıl mekân olarak sterillikten epey uzak, içinde inşaatın hâlâ devam ettiği dört katlı bir bina seçilmesi, pratik anlamda kurulum konusunda epey zorluklar çıkarmasına rağmen dijital dilin algılanmasında yarattığı çok katmanlı durum ile kesinlikle doğru bir tercih olmuş. Böylece, çalışmalarla birlikte mekân da bedeni uyarıcı bir unsura dönüşmüş. Üstelik Ebru Yetişkin, “enerji politikalarının güdümündeki güncel kapitalizm içinde dalgalar, enerji kaynaklarının hakim üretim hatlarıyla taşınmasını sağlıyor gibi…” diyerek enerji politikalarına dair iki önemli noktaya vurgu yapma niyetini beyan ediyor. İlki, yenilenebilir, geri dönüştürülebilir ekolojik enerjinin karşısında hayatı gasp eden, ülkeyi beton çöplüğüne dönüştüren enerji ve inşaat politikasına dair. Meselenin ikinci kısmı bizzat bireyi ilgilendiriyor. Aşırı dijitalleşme insan algısını anlık hale getirdi ve bu, her şeyden önce bilgiyle kurulan ilişkide bir tehdit unsuru oluşturuyor. Ayrıca otonom bireyler olarak üstelik çoğunlukla farkında olmaksızın hakim politik söylemlere dahil oluyor ve hatta stereotipleri yeniden yeniden üretir hale geliyoruz. Çalışmalar ve sergilenme biçimlerinden metin kurgusuna sergi, bu eksenlerde makro düzeylerle kurulan bireysel ilişkilere dönme gerekliliğini, bireyin kendisinin nasıl birer medium haline geldiğini hatırlatarak salık veriyor. Dalgalar, Küratör Ebru Yetişkin’in Kakafoni ile başladığı bir üçlemenin ikinci ayağı. Açılışta ve sonrasında çeşitli performansların da gerçekleştirildiği sergi, kalabalık sanatçı grubunun yakaladığı ortak dil ile zaman zaman tek bir çalışma gibi algılanabiliyor; ki bu, kurumsal sponsor desteğinden yoksun serginin pek çok imkânsızlıkla başa çıkan kolektif ruhunu gözler önüne seriyor. Öte yandan, ‘dalgalar’ı sanat düzlemine taşıyan görsel-işitsel yollara metin okumaları ve kavramı mimarlık, sosyoloji, fizik, felsefe, politika ve siyaset alanında değerlendiren tartışmalar eşlik ediyor. Ayrıca sergi, üniversitelerdeki laboratuvarların bağımsız araştırmacı ve sanatçılara açılmasına önayak olmak gayretini de taşıyor. Nihayet ülke yeterli donanıma sahip haldeyken sergiden sonra yeni medya alanında çalışmak isteyenler için işlerin biraz daha kolaylaşması temennisi söz konusu. Aysegul Suter, aurora isik enstalasyonu Günümüzde modern disiplinler arasındaki ayrım muğlaklaşıyor ve disiplinlerüstülük hatta aşırılık kavramına ulaşılıyor. Hem bilim ve teknolojinin hem de sanatın yararına olabilecek bir gerçeklik var artık. Sanatın ulaştığı nokta, yepyeni, denenmemiş, araştırmaya açık pek çok ifade formu bulabiliyor oluşu; üstelik –tekrar edersek– form bizzat ifadeyi de şekillendiriyor. Dalga sergisinin kendisi formu ve ifade ettikleriyle performatif bir deneyim alanı oluşturarak kurulacak yeni dünyalar için dalga ritmini başlatıyor. 13 Sanat Hayat İçindir! Filmlerinden Birisi Mutlaka Sizin İçindir! ‘Ben sanatçıyım’, demek, belli bir savı içerir; bu, yaşadığımız zamanda – ve geride bırakılmış onca deneyimin ardından – artık ‘sanat sanat içindir’in bulanık sularında yüzmek yerine, çok berrak görünüm taşıma durumunda olan bir savdır ve bu savın içeriğini, yaşama yönelik belli bir yorumu sanatsal düzlemde sunma iradesi oluşturur. Ahmet Cemal, Sanat Üzerine Denemeler Greene, bu filmiyle toplumsal performans kavramına dikkat çekiyor. Life Itself / Hayatın Kendisi Steve James, ABD, 2014 2013 yılında kaybettiğimiz, sinema eleştirisine yeni bir boyut getiren, yıldız sistemini ilk defa kullanan, tüm zamanların en üretken ve sinema eleştirisi dalında Pulitzer Ödülü’ne sahip tek sinema yazarı Roger Ebert’ın hayatını her yönüyle ele alan “Life Itself/Hayatın Kendisi” sinemaya adanmış bir hayatı görmek için paha biçilmez bir kaynak. Uzun yıllar boyunca sinema eleştirisini televizyon programları aracılığıyla kitlelere ulaştırıp “Two Thumbs Up!” deyişini yaratan Roger Ebert ile Gene Siskel arasındaki çekişmeli mesleki ilişki belgeselde büyük yer tutuyor. 70 senelik yaşamında on bin film izleyip bunların altı bini üzerine eleştiri yazmış olan Ebert’ın yaşamı sinefillerin kaçırmaması gereken bir tutku hikâyesi. Regarding Susan Sontag / Susan Sontag Hakkında Nancy Kates, ABD, 2014 Regarding Susan Sontag : Susan Sontag Hakkında Tuğçe Yapıcı Yazar !f İstanbul’un bu sene iki yaşına basan “Sanat Hayat İçindir!” bölümü 2014 senesi boyunca yurt dışındaki festivallerde ilgi görmüş, merakla beklediğimiz 7 filmden oluşan bir seçkinin yanı sıra festival programımıza dahil etmemiz gereken dört etkinlik sunuyor. Filmler To Be Takei / Takei Olmak Jennifer M. Kroot, ABD, 2014 60’ların fenomen dizisi Star Trek/Uzay Yolu’nda Kaptan Sulu karakterine hayat veren George Takei şimdi 77 yaşında ve o günleri adeta bebeklik günleri gibi hatırlıyor. 2005 yılında eşcinsel olduğunu açıklayan ve 2008 yılında 21 senelik hayat arkadaşı Brad Takei ile resmi olarak evlenen George Takei LGBT haklarını savunmak için yaratıcı eylemlerde yer aldı. Rol aldığı Allegiance müzikalinin promosyonu için kullanmaya başladığı Facebook sayfasının takipçi sayısı dört senede 8 milyonu aştı. Siz de göz gezdirmeyi ihmal etmeyin, Takei’in gülümseten paylaşımlarını görünce bu ilginin sebebini anlayacaksınız. Actress / Oyuncu Robert Greene, ABD, 2014 The Wire dizisinin Theresa’sı olarak hatırladığımız Brandy Burre hamile kalıp kariyerine ara verdikten on sene sonra oyunculuğa devam etmek istediğinde yaşadığı mesleki zorluklara bir de çatırdayan evliliği eklenmiş. Senaryo belirlemeden çekilen filmde Greene’in deyişiyle hiçbir kurmaca öge yer almıyor. Yönetmen Robert Greene ile Brandy Burre arasındaki sanatsal yakınlaşma ve iş birliği filmi son derece kişisel kılmış. Günlük yaşamda da kimliklerimizi teatral bir biçimde canlandırdığımızı savunan Çocukluk günlerinden itibaren yazmaya ve fikir beyan etmeye karşı duyduğu açlığı doyurmaya ömrü kâfi gelmeyen Susan Sontag gözünü budaktan sakınmayan, kendisine biçilen toplumsal rollere razı olmayan, tercihlerini saklamaya gerek duymayan ve yaşamını tek bir şehirde geçiremeyecek kadar tebdil-i mekanın ferahlığına inanan bir kadındı. Ona göre en ilginç yazarlar daima eleştirmenler arasından çıkıyordu. Popüler kültür, savaş, siyaset, insan hakları, cinsellik, fotoğraf, hastalık vb. pek çok konuda kalem oynatan ileri görüşlü bir yazar olarak üretmeye dair kararlılığı iki defa kanseri yenip hayatta kalmasını sağladı. Susan Sontag’ın görüntüleri, yazılarından alıntılar ve özel hayatına yakın tanıklık etmemize izin veren röportajlardan oluşan belgesel Sontag’ı daha yakından tanımamıza imkan sağlıyor. Remake, Remix, Rip-Off: About Copy Culture & Turkish Pop Cinema / Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması Cem Kaya, Almanya, Türkiye, 2014 Gökhan Bulut ile birlikte yönettiği “Arabeks” belgeseliyle 2010 senesinde Antalya’da En İyi Belgesel Ödülü’nü kucaklayan Cem Kaya’nın yeni filmi yapım aşaması yedi yıl süren bir araştırmanın ürünü. Aslen Yeşilçam’da dünya sinemasından filmlerin yeniden yapımları vesilesiyle doğan etkileşimleri irdeleyen belgesel; Türkiye’de sinemanın muzdarip olduğu sansür, arşiv yetersizliği gibi konulara da değiniyor. Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün, Cüneyt Arkın, Fatma Girik ve Türkan Şoray filmde röportajlarını görebileceğiniz isimlerden sadece birkaçı. Robbe-Grillet aynı zamanda Jean de Berg ve Jeanne de Berg mahlaslarıyla eserler vermiş, kitapları yakılmış bir yazar. Bir kadının cinselliğinin bir erkekten bağımsız olması ve mutlaka kendi kimliğini taşıması gerektiğine inanan Robbe-Grillet bu filmde partneri Beverley Charpentier ile birlikte rol alıyor. Kendisi gibi bir dominatrix olan Charpentier, ruhunun yalnızca Catherine’e ait olduğuna inanıyor. Etkinlikler Bütün Mahalleli Duysun: Bir Enstalasyon – Çiçek Kahraman 17 Şubat 2015-1 Mart 2015 (12:00-15:00), Salt Beyoğlu “Bütün Mahalleli Duysun” yerleştirmesinde kendinizi mahallenizde hissedeceksiniz çünkü tanıdığınız oyuncular size pencerelerden seslenecek! 1960-‘80 yılları arasındaki Yeşilçam filmlerinden alınan mahalleli temsillerinden oluşan bu yerleştirme bellek tazelemek için biçilmiş kaftan. La Princesa De Francia / Fransa Prensesi Hayaletler I/Hauntings I - Guy Maddin Matías Piñeiro, Arjantin, 2014 12 Şubat 2015-22 Şubat 2015, Bu sene !f’in Keş!f jürisinde de yer alan Arjantinli yönetmen Matías Piñeiro’nun son filmi “La Princesa de Francia/Fransa Prensesi” babasının ölüm haberini alan Victor’un Meksika’dan Buenos Aires’e dönüşüyle birlikte çok sayıda sevgilisi, arkadaşı ve bir tiyatro oyunu arasında kalış hikayesini Piñeiro’nun özgün dilinden anlatıyor. Genç yaşına rağmen auteur sinemasının saygı duyulan isimlerinden biri haline gelen Piñeiro yine Shakespeare sevgisini sergilemekten vazgeçmiyor. Bu defa filmin merkezinde Shakespeare’nin erken dönem eserlerinden bir komedi var: Love’s Labour’s Lost/Aşkın Çabası Boşuna. Salt Beyoğlu La Cérémonie / Seremoni Lina Mannheimer, Fransa, 2014 Bugün bile kendi şatosunda düzenlediği sado-mazoşist seremonilere katılmak isteyenlerden talepler alan Fransa’nın en ünlü dominatrix’i 84 yaşındaki oyuncu Catherine Son filmi “The Forbidden Room/Yasaklı Oda”yı da !f kapsamında izleyeceğimiz Guy Maddin’in 2010 yılında hazırladığı F.W. Murnau, Fritz Lang, Hollis Frampton, Victor Sjöström, Jean Vigo ve Kenji Mizoguchi gibi ünlü yönetmenlerin yarım kalmış filmlerinden seçtiği parçalardan oluşan bu yerleştirme, yalnızca tamamlanmış değil bir vücut bulamamış filmlerin de üzerine düşünülmeye değer olduğuna inanan bir yönetmenin çağrısı sayılabilir. ‘Queer’ Seyirlik ya da Mavi Adamların Altın Çağı/Watching Queer or the Golden Age of Blue Man 13 Şubat 2015 (17:00-19:00), Salt Beyoğlu Yazan-Yöneten: Ben Vautier Görüntü Yönetmeni & Kurgu: A. R. Ken Subi Oyuncular: Strap-On Arts Alliance Dil: İngilizce / Türkçe Başınıza ne geldiğini anlamak ve yaşadığınız deneyimi anlamlandırmaktan aciz kalacağınızı iddia eden bu etkinlik, cinselliği bir tür seyirliğe dönüştürmek suretiyle kendisine ‘queer’ seyirlik sıfatını atfediyor. Yalnızca Ben Vautier’in ismi bile bizi nelerin beklediğine dair merakımızı cezbetmek için yeterli. 15 Benim !f’im 14.!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde herkesin merakla beklediği birçok film var. Kim hangi filmi heyecanla bekliyor, merak ediyor, bilmek istiyorsanız “benim !f’im” bölümümüzde sizler için derlediğimiz sanatçı, yönetmen, sinema yazarı ve oyuncu önerilerine göz atabilirsiniz. Big Eyes : Büyük Gözler Gözde Başkent, Sanatçı Merakla beklediğim iki film var. Birisi “Büyük Gözler” bir diğeri de “Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı”, bu iki film dışında, “Luna” ve “Kumiko, Hazine Avcısı” da görmek istediğim diğer filmler arasında yer alıyor. Janet Barış, Sinema Yazarı !f Kült bölümü her yıl çok özel filmlerden seçiliyor, bu yılın filmi ise “Sayat Nova /Narın Rengi”. 1968 Ermenistan yapımı ve Sergei Paradjanov gibi sinema tarihinin ustalarından biri olan yönetmenin elinden çıkmış olan Narın Rengi ;konusuyla da ilgi çekici, film ünlü Ermeni müzisyen “Sayat Nova”nın hikayesine odaklanırken büyülü bir şiirsellik yakalıyor. Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği ve dokuz dalda Oscar’a aday gösterilen “Birdman” şüphesiz festivalin en popüler en çok beklenen filmlerinden biri. Ünlü yönetmen Tim Burton’ın son filmi “Büyük Gözler” seyirciyle Türkiye’de ilk kez !f’te buluşuyor, bu açıdan önemli. İşitme engelli insanlardan oluşan bir oyuncu kadrosu ile sessiz olduğu kadar etkili bir deneyim sunmayı amaçlayan Kabile, gösterildiği festivallerde övgüyle bahsedilmiş ilginç bir yapım. Yönetmen Martin Ritt’in ilk uzun metraj filmi olan Rüzgarların Arasında; 1941 Haziran’ında Baltık ülkelerinde evlerinden zorla çıkarılarak Sibirya’ya trenlere bindirilen insanların zorunlu göç hikayesini anlatıyor. Ünlü yönetmen Fassbinder’in yakın arkadaşlarından Christian Braad Thomsen’ın vaktiyle Fassbinder ile yaptığı konuşmaları, röportajları içeren film yönetmenin farklı bir portresini sunuyor. Murat Erşahin Sinema Yazarı The Color of Pomegranates / Narın Rengi, Super Duper Alice Cooper / Şahane Alice Cooper, Pink Floyd London ‘66-’67, Burroughs, Big Eyes / Büyük Gözler, Love Is Strange / Aşk Başkadır, Kumiko, The Treasure Hunter / Kumiko, Hazine Avcısı, Tusk / Mors Dişi, Birdman, The Overnighthers / Gececiler, You’re Sleeping Nicole / Nicole, Uyumuşsun, 1001 Grams / 1001 Gram, Buzzard, The Kingdom of Dreams And Madness / Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı, Horse Money / At Parası, The Smell of Us / Bizdeki Koku. Cüneyt Cebenoyan Sinema Yazarı The Tribe. 17 Gözde Baykara Sanatçı Festivalin açılış filmi Big Eyes’i bir Tim Burton hayranı olarak merakla bekliyor ve büyük gözlerin bana da ilham vereceğini umuyorum. Miroslav Slaboshpitsky’nin yönettiği ve içinde hiçbir diyalog barındırmayan “Plemya” şimdiden izlemek için sabırsızlandığım filmler arasında. 70’li yıllarda Heidi’nin de yönetmenliğini yapmış olan Isao Takahata’nın uzun zaman sonra ilk uzun metrajlı filmi Kaguyahime No Monogatari / Prenses Kaguya Masalı, Ghibli Stüdyoları’ndan çıkıyor ve !f İstanbul’da ilk kez Türkiye’de gösterime giriyor. Çizimle uğraşan ve anime filmlerine bayılanların kaçırmaması gerektiğini düşünüyorum. Birdman: Dokuz dalda Oscar adayı olan film Inarritu-Lubezki işbirliğiyle anılacak gibi. Işıltılı oyuncu kadrosuyla merakla beklenen Birdman, Türkiye prömiyerini !f kapsamında yapacak. Kaçmaz! Tek Aşkım: Çiftgezer meselesi üzerine yaratıcı bir bilimkurgu romantik-komedisi. Uyaralım, Justin Lader yılın en dahiyane senaryolarından biriyla çıkageliyor. Selen Uçer Oyuncu Plemya (The Tribe), Love is Strange, Eden Şenay Aydemir Sinema Yazarı Bütün filmlerini soluksuz izlediğim Alejandro Gonzalez İnarritu ve kamera açıları, müziği, müthiş oyunculukları ve özellikle de Michael Keaton’ın performansıyla izleyiciyi büyüleyen Birdman’i festivalde tekrar zevkle izleyeceğimden hiç şüphem yok. Ayrıca gökkuşağı bölümündeki hemen hemen tüm filmleri merak ediyor, dünya galasını !f İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde yapacak olan Çekmeceler’i izlemek için sabırsızlandığımı eklemek istiyor ve son olarak; !f Kısalar da tabi ki kaçmaz diyorum! Ali Taptık Sanatçı, Sanat Yazarı Kabile/ Plemya; 2014’ün en çok konuşulan yapımlarından biri olan Myroslav Slaboshpytskiy imzalı film, tamamı sağır ve dilsiz öğrencilerden kurulu oyuncu kadrosuyla şiddetli bir ergenlik hikayesi. İranlı/ Iranien; Fransa’da yaşayan seküler İranlı yönetmen Mehran Tamadon’un, Tahran’da bir grup molla ile geçirdiği iki gün Türkiye için de önemli deneyimlerle dolu. Narın Rengi/ Sayat Nova, Nran Guyne; Sergei Paradjanov’un 1968 yapımı filmi, ünlü Ermeni müzisyen Sayat Nova’nın hikayesini şiirsel bir üslupla anlatıyor. Larry Clark - The Smell Of Us / Bizdeki Koku, Slaboshpytskiy – Kabile, Sono - Tokyo Tribe / Tokyo Çetesİ Engin Ertan Mustafa Horasan Sanatçı At Parası / Cavalo Dinheiro, Benimle Dans Eder misin? / Will You Dance with Me?, Kabile / Plemya Birdman, Big Eyes, Plemya-Kabile, Regarding Susan Sontag Ümit Ünal Ali Elmacı Sanatçı A Girl Walks Home Alone At Night, Buzzard, Big Eyes, Tokyo Tribe, Cavalo Dinheiro, Yume To Kyoki No Okoku Kerem Akça Sinema Yazarı Rüzgarların Arasında: Estonya sinemasından şaşırtıcı bir keşif. Resnais ve Tarkovsky’yi kıskandıracak büyüleyici bir şaheser. 2. Dünya Savaşı hiç bu tarafından anlatılmamıştı. Sinema Yazarı Yönetmen Birdman; bu filmin hayranıyım. Büyük perdede, görüntüsü sesiyle tam halini seyretmek için sabırsızlanıyorum. What We Do in the Shadows; bu film üstüne bir iki yazı okuyup meraklanmıştım. Yine festivaldeki A Girl Walks Home Alone at Night’ı da merak ediyorum. Baş kahramanlarından biri vampir olan bir film fikriyle uğraşıyorum, o yüzden vampir konularına ilgim arttı. Narın Rengi ya da The Forbidden Room/Yasaklı Oda; üçüncü seçenek için bu ikisi arasında kararsız kaldım. Paradjanov’un enfes filmini bir kez de büyük perdede görme fırsatı kaçmaz ama Yasaklı Oda’yı da çok yerde okudum, çok ilginç geliyor. Uygar Şahin Sinema Yazarı Ben Gibi, Fassbinder: Talepsiz Sevmek, God Help The Girl Selin Gürel Sinema Yazarı Eden; genç bir auteur gözüyle baktığım Mia Hansen-Løve’ın yönettiği filmlerin tümü, her filme nasip olmayan hüzünlü bir yaşanmışlık duygusuna batırılıp çıkarılmış gibidir. Onları izledikten sonra, karakterlerin bir yerlerde yaşamaya devam ettiğine yemin edebilirsiniz. Eden da farklı değil. Ama diğer Hansen-Løve filmlerinden farklı olarak, Eden’da birilerinin hayatından sarsıcı bir kesite tanıklık ettiğiniz gibi, kimilerinin büyüme hikayesinin merkezine oturan, müzik tarihinin çılgın duraklarından birine de tanıklık edeceksiniz. Bir taşla iki kuş. İçinden müzik geçen !f filmleri !f İstanbul’u müziksiz düşünmek mümkün değil. İlk yılından beri müzik filmlerine ve partilere özel bir yer ayıran !f’in dört yıldır kendi bağımsızlığını ilan etmiş mini müzik festivali !f music bunun en güzel kanıtı! Mottosu “Müziksiz asla” olan !f’çiler için biz de içinden müzik geçen filmleri derledik. İşte, hem gözlere, hem de kulaklara iyi gelecek müzikli !f filmleri… Uğur Yüksel Yazar Eden/Cennet The Last Five Years/Son Beş Yıl Üç yıl önce “Un amour de jeunesse/Elveda İlk Aşk”ıyla !f’çilerin gönlünü fetheden Fransız yönetmen Mia Hansen-Løve, dördüncü uzunu “Eden/Cennet”te, ‘Fransız dokunuşu’ denilen Daft Punk ve Cassius gibi efsanelerin doğuşuna tanıklık etmiş elektronik müzik akımın kurucularından Fransız DJ Paul’un 18 yıllık “Freedom Writers”, “P.S. I Love You/Not: Seni Seviyorum”, “Beautiful Creatures/Muhteşem Yaratıklar”ın yönetmeni Richard LaGravenese’nin yönettiği film, Jason Robert Brown’ın 2001’de yazıp bestelediği aynı adlı müzikalden uyarlama. Off-Broadway’in en çok ilgi gören gösterilerinden birine dönüşen ve sayısız ülkede sahnelenen müzikal, Brown’ın ayrılıkla biten evliliğinin son 5 yıllını kadın ve erkek gözünden anlatıyor. The One I Love; tek bir haftasonunda bir evliliğin parçalarını toplamak nasıl sadece dile kolaysa, bu konuyu ele alan bir filmin sürpriz hamlelerle dolu, heyecanlandıran, orijinal bir işe dönüşmesi de çoğu kez uzak bir hayalden ibaret. Ama büyük bir hevesle ilan ediyorum; The One I Love uzağı yakın ediyor. What We Do in the Shadows; “Vampirlere dair görmediğimiz ne kaldı?” sorusunun tek bir cevabı olabilseydi; o cevap, aynı evi paylaşan bir grup çilekeş vampirin gündelik hayatını anlatan sahte bir belgesel olurdu. “What We Do in the Shadows” tam da bu. Vampir olmanın gerçekten ne demek olduğunu ilk kez bu filmde öğreneceksiniz. yükseliş ve düşüş hikayesini anlatıyor. French House’un en ünlü isimlerinden Daft Punk’ı da bu hikayeye yerleştiren Hansen-Løve, 90’ların atmosferini ve müziğini etkileyici bir şekilde kullanıyor. Frances Ha’yla tanıdığımız Greta Gerwig, Paul Etienne ve Brady Corbet’in de performanslarıyla dikkat çeken Cennet, Fransız elektronik müziğinin bol danslı, partili bir arkaplanını da ortaya koymayı unutmuyor. Senem Aytaç Big Eyes/İri Gözler Sinema Yazarı Sessizliğin Bakışı; Joshua Oppenheimer’ın 2012 tarihli belgeseli Öldürme Eylemi o kadar sert ve güçlüydü ki oturup bir kez daha izlemeye cesaret edebilir miyim emin değilim ama belgeselin bir anlamda ‘tamamlayıcısı’ olan Sessizliğin Bakışı’nı merakla bekliyorum. Bir Gün Pina Dedi Ki…; 1983 yapımı belgeselde, Chantal Akerman kendine has sinema ve ritim duygusu ile Pina Bausch’a ve dans tiyatrosuna akıyor. Rey’in film için yaptığı ve özellikle sosyal medyada olay yaratan “Big Eyes” ve “I Can Fly” adlı şarkılarını da unutmamalı! Dyke Hard Başarısız lezbiyen rock grubu olan Dyke Hard’ın amatör grupların yarıştığı bir müzik yarışmasına katılmak üzere yola koyulmaları ve yol boyunca birbirinden tuhaf insanlarla karşılaşmalarını anlatan bu İsveç bilimkurgu müzikali, B sınıfı ve camp film tutkunları için gerçek bir hazine. John Waters’ın özellikle ilk dönem filmlerini aratmayacak ölçüde pervasız ve kötü olan Dyke Hard, “Pink Flamingos”dan (1972) bu yana yapılmış en camp filmlerden biri! Pulp: Life, Death & Supermarkets / Pulp: Hayat, Ölüm ve Süpermarketler Üzerine Bir Film 2003’te çektiği Woodenhead’la Yeni Zelanda’da kült olan Florian Habicht’ın Pulp’ın fenomen vokalisti Jarvis Cocker’ın davetiyle çektiği film, efsanevi müzik grubu Pulp’ın 2012’deki duygulu son konserini, grubun öyküsünün başladığı şehrin dokusuyla bir araya getiriyor. Yılın en iyi müzik filmlerinden biri sayılan “Pulp: …”, bir yandan Pulp üyelerini ünlü olmak, aşk, yaşlanmak gibi konular hakkında konuştururken, diğer yandan Sheffield’da yaşayan sıradan insanları dahil ediyor. Fantastik öykülerin usta yönetmeni Tim Burton’ın merakla beklenen son filmi, “Big Eyes”, sanat tarihinin en sansasyonel olaylarından birine odaklanıyor ve 50’li yıllarda iri gözlü çocuk tablolarıyla meşhur olan Margaret Keane’in, eserlerini ve yeteneğini sahiplenmeye çalışan eşi Walter Keane’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Amy Adams ve Christopher Waltz’un başrolünde olduğu “İri Gözler”, eleştirmenlerce Burton’ın “‘Ed Wood’dan sonraki en kişisel filmi” ve “‘Big Fish’ten beri yaptığı en iyi film” yorumlarıyla karşılandı. Lana del 19 Super Duper Alice Cooper/Şahane Alice Cooper ve nasıl geldiklerinden bahsederken, perde arkasındaki bazı olgulara da dokunuyorlar. 1960’lardan günümüze ulaşan en etkileyici rock’n roll fenomeni Alice Cooper’ın iç dünyasını Song from the Forest/Ormanın Şarkısı William Fouler “Bir filmde dansın bu kadar iyi göründüğünü görmemiştim” sözleriyle tanımladığı film, bir yandan 80’ler LGBT kültürüne dair eşsiz bir belge sunarken, Jarman’ın deneysel çalışmalarını takip edenler için de büyüleyici bir deneyim sağlıyor. belgeleyen film, Vincent Furnier adlı bir adamın alter egosu Alice Cooper’a dönüşmesini Dr Jekyll ve Mr Hyde hikayesiyle bağ kurarak anlatan etkileyici bir belgesel opera. God Help the Girl Belle & Sebastian’ın solisti Stuart Murdoch’ın, 2009’da yayınladığı solo albümüyle aynı adı taşıyan müzikali, Emily Browning, Olly Alexander ve Hannah Murray’i başrole taşıyor. Birlikte bir müzik grubu kuran üç gencin eğlenceli ve duygusal yazını anlatan film, samimiyetiyle büyülüyor, müzikleriyle Belle & Sebastian hayranlarını baştan çıkarıyor. A City is an Island/Bir Şehir, Bir Ada “Bir Şehir, Bir Ada”da çağdaş müziğin en özgün sanatçılarına ev sahipliği yapan Montreal’e gidiyor, buradaki müzik kültürüne daha yakından bakıyoruz. Mac Demarco, Spencer Krug, Patrick Watson, Colin Stetson ve Tim Hecker gibi birbirinden farklı sanatçılar bu şehre niye tiği 70 dakikalık filmi “Will You Dance with Me?” ilk kez günışığına çıkıyor. Jarman’ın yapımcı ve yönetmen arkadaşı Ron Peck tarafından bulunan film, Londra’da Benjy adlı bir gey barda geçiyor. BFI’ın meşhur küratörlerinden The Color of Pomegranates - Sayat Nova/Narın Rengi – Sayat Nova 1985’te bir akşam radyoda duyduğu bir Afrika ezgisinden etkilenen Louis Sarno’nun çantasında ses kayıt aletleriyle Bayaka kabilesinin müziklerini kaydetmek için gittiği Afrika’ya yerleşmesini anlatan film, ‘medeniyet’ ve ‘kültür’ hakkında zekice kurgulanmış ve incelikle resmedilmiş bir deneme. Sarno’nun kadim dostu Jim Jarmusch’un ‘Dead Man’ ve ‘Ghost Dog’ filmlerine ilham verdiğini de hatırlatalım. Will You Dance with Me?/Benimle Dans Eder Misin? Kafkaslar’da yaşamış en büyük ozan olarak kabul edilen Ermeni Artin Sayadyan’ın, nam-ı diğer Sayat Nova’nın (Şarkıların Efendisi) şiirlerinden esinlenerek, ozanın hayatındaki kırılma noktalarını oldukça imgesel bir dille perdeye aktaran restore edilmiş bu kült film, 1968’de çekildiğinde konu itibariyle oldukça cesur bulunmuş, yönetmeni Sergei Parajanov’un tutuklanmasında ve hapis yatmasında da epey bir rol oynamış. 20. yıl önce kaybettiğimiz İngiliz yönetmen Derek Jarman’ın 1984’te video kamerayla çek- 21 Bu filmden dans ederek çıkacaksınız! rişsiz, kaba bir asalak. Hiçbir konuda acı çekmiyor olsa da sevme yeteneği var. Yaşlı görünüyor ama çocuk gibi davranıyor. Filmde neon renklerin ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Neden bu renkleri tercih ettiniz? Norveç (Norviya), kalp atışı durmasın diye durmadan dans etmek zorunda olan vampir Zano’nun tuhaf ve olağanüstü hikayesini anlatıyor. Yunanistan yapımı filmin yönetmeni Yiannis Veslemes’le bu “tuhaf” filmi konuştuk. Çocukluğumda izlediğim filmlerde gördüğüm renkli etkiyi yansıtmak istedim. Bunlar, 80’lerin Amerikan korku ve bilim kurgu filmleri. Güncel sinemada renkleri doymamış, solgun yapma eğilimindeyiz. Ben onları canlı, damarlı, neon ve geceye ait bir hale getirmek istedim. 80’lerin Atinası, sokak kadınları, uyuşturucu satıcıları… Neden bu dönemi ve bu ortamı seçtiniz? 80’lerde sizi çeken nedir? Bu, gri bölgelerle gri hayatlarla ilgili bir hikaye. Taraf seçmenin verdiği rahatsızlık hissi ya Evet, filmin dikkat çekici özelliklerinden biri düşüncelerinizi de öğrenmek isterim. Yeni Başbakanınız Çipras, oldukça genç bir isim ve alışılagelmişin dışında tavırlarıyla dikkat çekiyor. Bu durum Yunanistan’ı nasıl etkileyecek sizce? Şu an Yunanistan’da olanlar beni gerçekten heyecanlandırıyor. İşlerin bir adım öteye gidece- alıyor. Sözleri şöyle: “Norveç Akdeniz’e doğru yollanıyor, Norveç geliyor, yanı başındalar.” Ben de bu şifreli sözlerin kodunu çözmek istedim ve ortaya çıkan sonuç, yeni bir hikayeye ilham verdi. Ece Koçal Yazar Bu yıl !f Bağımsız Filmler Festivali’nde birbirinden ilginç üç vampir filmi var. Bunlardan ilki bir İran vampir westerni olan Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız (A Girl Walks Home Alone At Night). Ölümsüzlüğünün keyfini çıkaran kızımız, bu terkedilmiş kentin kasvetli sokaklarında gezinerek, av peşinde koşuyor. İkinci vampir filmimiz ise tam da özlediğimiz bir vampir komedisi olan Aylak Vampirler (What We Do In The Shadows). Burada dört kahramanımız insan kanıyla beslenme, yüzyılların yaşam ve gönül yorgunluklarını atamama gibi vampirliğe has mücadelelerin yanı sıra, modern toplumun sıkıcı dertleriyle de uğraşıyorlar. Kira ödenecek, gece kulübüne gidilecek, kıyafetler yenilenecek… Ve diğer varmpir filmimiz Norveç (Norviya), durmadan dans eden vampir Zano’nun ekseninde 80’li yılların Atina’sından geçiyor. Zorunda kalmadıkça öldürmeyen ahlaklı ve biraz da absürt bir karakter bu. Biz de onunla birlikte şehrin yeraltına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuğun nelerden ilham aldığını, nasıl oluştuğunu merak ettik ve sorularımızı Yunan Aslında kısa bir süre reklam yönetmenliği yaptım. Çoğunlukla kısa filmler de müzik videoları çekiyorum. Film yapımının yanı sıra Felizol takma ismiyle müzik albümleri ve film müzikleri yapıyorum. Vampir kültürü Babillere kadar gidiyor. Sizin vampir filminiz bu kültürün hangi unsurlarından ilham alıyor, besleniyor? Biz burada üçüncü jenarasyon vampirlerden söz ediyoruz. Tarihten, halk biliminden, romantik edebiyattan oldukça uzak. 70’lerin sonu, 80’lerin başındaki pop kültüründen (müzik, çizgi roman, sinema) beslenen melez bir vampir türü bu. yönetmen Yiannis Veslemes’e yönettik. Norveç (Norviya) isimli bir Yunan filmi… Filmin tanıtımında tuhaf ve olağanüstü olduğu yazıyor. Sanırım filmin tuhaflığı adıyla başlıyor. Neden bu ismi seçtiniz? Film adını, 80’lerin aslında pek de ünlü olmayan bir Yunan new wave/punk şarkısından Filmin kahramanı Zano dans etmezse kalbinin duracağını düşünen bir vampir. Zano nasıl bir karakter? İzlediğimizde onu sevecek miyiz yoksa nefret mi edeceğiz? Hepsi olabilir. Tüm tepkiler veya duygular bize uyar! Bu aslında tüm filmin yapısını ve duygusunu da ifade ediyor. Yani her iki his de filmimizde var. Baş kahramanın ve dolayısıyla tüm filmin absürt bir his vermesini istedim. Ve eğlendirirken ciddi olmasını da… Zano göste- da zevk sınırlarının dışına çıkan bir yolculuk. 80’lerin pop kültüründeki çekiciliğin ötesinde, bu ikilemleri ve hassasiyetleri yansıtıyor. İzleyenlerin salondan nasıl bir hisle ayrılmalarını amaçladınız? Neşeli bir sonu olduğunu düşünüyorum. İzleyenler çıkışta dans bile edebilir! müzikleri. Ve onlarda belirttiğiniz gibi Felizol imzanızı kullanmışsınız. Neden farklı bir isim kullanmak istediniz? Kariyerimin bir döneminde müzik hayatımla sinema hayatımı ayırmam gerektiğini düşündüm ve bu lakabı seçtim. Bu filmde şimdi ikisi birleşti. Müziğinizin tarzını nasıl adlandırıyorsunuz? Yaptığım müzik çoğunlukla, 70’lerin ve 80’lerin elektronik müziğinden ve günümüz kulüp müziğinden etkileniyor. Sanırım aynı zamanda reklam yönetmenliği yapıyorsunuz… Biraz sizi tanımak isteriz. Kendinizden bahseder misiniz? ğini umuyorum. Son yıllar oldukça zorlu geçti. Gil Scott Heron’un soul şarkısında dediği gibi “We Almost Lost Athens This Time” (Bu Sefer Atina’yı Neredeyse Kaybetmiştik). Gösterim tarihleri: 17 Şubat 2015 17:30 Cinemaximum Fitaş Salon 4 21 Şubat 2015 17:00 Cinemaximum Fitaş Salon 1 Film, Yunanistan’ın son 30 yılının sosyo-politik ortamından izler taşıyor. Bu nedenle ülkenizin yeni politik ortamı hakkındaki 23 le, görsel ve şiirsel bir şekilde aktarmış. Narın Rengi, Savadyan’ın çocukluğunu, rüştünü ispat etmesini, kadın vücudunu tanımasını, âşık olmasını, manastıra girmesini ve ölmesini durağan sahnelerle sunuyor. Aktris Sofiko Chiaureli filmde erkekli-kadınlı altı karakteri canlandırıyor. Yönetmen, esin kaynağının ışıklı Ermeni minyatürleri olduğunu söylemiş ve “Resmin içinden gelen dinamiği, rengin biçimlerini ve dramaturjisini yaratmak istedim” demişti. Minsk’te yaptığı bir konuşmada ise Ermeni seyircilerin Narın Rengi’ni büyük ihtimalle anlamayacağını, insanların bu filme tatile gider gibi gittiklerini de belirtmişti. Paradjanov’un filmi “Ben, hayatı ve ruhu işkence olanım” diyen bir erkek sesiyle başlar. Bir Sayat Nova şiirinden alıntıdır bu. James Steffen, yönetmenin sinemasını anlattığı kitapta, filmin tematik zenginliğinin, hem ozan hakkında bir film hem de Paradjanov’un şifreli bir otobiyografisi olmasından kaynaklandığını söylemişti. İzleyici de zaman zaman böyle bir hisse kapılıyor. Narin Rengi Kırmızı Sevin Okyay Yazar İstanbul Film Festivali’nin en unutulmaz konuklarından biri olan Sergei Paradjanov’un sahneye çıkışını, kılığını, konuşmasını, rengarenk kişiliğini unutamıyorum. Ama hepsinden fazla filmlerini... Rengi’ni yeniden göreceğim için hem de bugünün genç sinema seyircileri de Paradjanov’u tanıyacakları için. Kendisi gibi büyük yönetmenler Tarkovski, Godard, Fellini, Antonioni’nin “dahi”, “üstat”, “sihirbaz” dedikleri Paradjanov, gerçekten de öyleydi. Ne yazık ki, çok az film yaptı; ender olarak izlenen ama bir kez izlenince de unutulmayan filmler. Hayatını Paradjanov’ın yapıtlarına adayan yenilikçi sinemacı Mikhail Vartanov’a göre, Griffith ve Eisenstein’ın önerdiği film dili dışında, dünya sineması Narın Adı’na kadar devrim yaratacak kadar yeni hiçbir şey keşfetmedi. Gürcistan’ın Tiflis kentinde doğup büyüyen Ermeni yönetmen Sergei Paradjanov, ömrünün hatırı sayılır bölümünü, başta biseksüellik olmak üzere çeşitli nedenlerle hapiste geçirdi. Hülya Uçansu’nun dediği gibi, “yerleşik düzenin direttiği kalıplaşmış yapının dışına çıkarak” ürettiği için... Yirmi beş yıl süreyle İstanbul Film Festivali’nin direktörlüğünü üstlenen Hülya Uçansu’nun ikinci kitabı “Nisan, Ayların En Güzeli / Yolu Emek’ten Geçen 12 Sinema Ustası”nda anlattığı o ustalardan biridir Paradjanov. Onu 1989’da festival sayesinde tanıdık. Hatta yönetmen burada hayatının ilk Yaşam Boyu Onur Ödülü’nü de almıştı. Unutamadığım filmleri ise Narın Rengi, Aşık Garip, Surinam Kalesi Esrarı’dır. İşte onun içindir ki, !f’in Kült bölümünde onun eşsiz filmi Narın Rengi / The Color of Pomegronates ya da özgün adıyla Sayat Nova, Nran Guyne’yi görmek beni çok sevindirdi. Hem çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandan sonra Narın Narın Rengi, bir kez daha İstanbul seyircisinin karşısına çıkıyor. Yönetmen 1968’de, Sayat Nova’yı çektiği zaman, film, resmi Sovyet ideolojisine aykırı olduğu gerekçesiyle hemen yasaklanmıştı. Yılmadı, 1969’da filmi farklı bir biçimde ve Nar’ın Rengi / The Color of Pogemranates / Tsvet Granata adıyla yeniden gerçekleştirdi. Filmin Sovyetler Birliği dışına çıkması yasaklandı, iki ay gösterimde kaldıktan sonra da piyasadan çekildi. Yıllar sonra, 1982’de Cahiers du Cinéma’da ilk 10, Time Out’ta ise ilk 100 filmin arasına girdi. Sight & Sound’un son değerlendirmesinde de gelmiş geçmiş en iyi 100 film listesinde yer alıyordu. Martin Scorsese kendi Film Vakfı’nın restore ettiği Narın Rengi kopyasını eylülde Toronto Film Festivali’nde sunarken seyircilere “sinema tarihindeki herhangi bir şeye benzemeyen” imgeler ve görüntülere tanık olacaklarını söylemişti. Filmin restore edilmiş dijital bir versiyonu Londra Film Festivali’nde de gösterildi. Şimdi de, yıllardır herhangi bir kopyasına ulaşabilmenin imkânsız sayıldığı Narın Rengi, restore edilmiş kopyasıyla !f İstanbul’da! Film, Kafkas Dağları’nda yaşamış en büyük şair sayılan Ermeni Artin Savadyan, yani Aşık Sayat-Nova (Şarkıların Efendisi) üzerine bir biyografi. Paradjanov bu biyografide ozanın hayatını alışılmış şekilde anlatacağına, insanı çarpan görüntülerle ve fonda ozanın şiirleriy- Yönetmenin kendisi de gene filminin başında, “sinemacı şairin iç dünyasını ruhunun ürpermeleri, tutkusu ve işkencesiyle, Orta Çağ Ermeni şair/âşıklarının sembol ve alegorilerini geniş ölçüde kullanarak yeniden yaratmaya çalıştığını söylüyor. Tigran Mansurian’ın etkileyen müziği eşliğinde, Suren Shahbazian’ın görüntüleri ve Stepan Andranikian’ın sanat yönetimiyle, gerçek bir rüyayla, bir masalla karşı karşıyayız. Hayatı ve ruhu işkence olan adamın masalı. Önce ozanın çocukluğuyla başlıyoruz (Melkon Aleksanyan). Sonra delikanlı oluyor, evleniyor, derken manastıra giriyor. Bu arada şairin rüyasına ortak oluyoruz. Çocukluğuna dönüp annesiyle babasının yasını tutuyor. Fonda ise dış ses, Savadyan’ın şiirlerini okuyor: “Gökyüzünden bu dünyaya gönderildik, keder... keder... keder...” Gezgin âşık zaman zaman da yakınıyor: “Avare dolaşıyorum, yanmış ve yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum.” Sonunda ise “Yaşasam da ölsem de, şarkılarım bu kalabalığı uyandıracak” diyor. “Ve son gidişimin gününde, bu dünyada hiçbir şey kayıplara karışamaz.” Bütün bunlara can alıcı kırmızlar, canlı siyahlar, bakir beyazlar eşlik ediyor. Paradjanov’un renkleri heyecan veriyor: Kesilmiş bir nardan kumaşa dökülen kan kırmızısı nar suyu, bo- yacıların boya teknelerine attığı, çıkardığı yün çileleri. Manastırın gizinin altını çizen siyah cüppeler... Michelangelo Antonioni, “Paradjanov’un filmi Narın Rengi’nin şaşırtacak mükemmellikte bir güzelliği var” demişti. “Bana göre Paradjanov, dünyanın en iyi film yönetmenlerinden biri.” Paradjanov’un üç ülkesi vardı aslında. Doğup büyüdüğü Gürcistan / Tiflis, filmlerini çektiği Ukrayna ve atalarının yurdu Ermenistan. İlk yıllarından itibaren doğduğu ülkedeki kültür karışımı onu etkilemişti. En büyük başarılarından biri de dünya sinemasının ilgisini Gürcistan, Ermenistan ve Ukraya’nın zengin mirası üzerine çekmektir. Saygın sinemacılar onu hapisten kurtarmak için uğraşırken, kendi gidemese de filmleri yurt dışına gidip övgü almış, hükümet de Paradjanov’a biraz daha hoşgörüyle yaklaşıp yasaklarını kaldırmıştı. Son iki filmi The Legend of Suram Fortress / Suram Kalesi Destanı (1984) ve Ashik Kerib / Aşık Garip’i (1988) bu sayede yaptı. Narın Rengi’nden, muhteşem görüntülerin eşlik ettiği manastır bölümünden bir alıntıyla bitirelim: “Kitaplara iyi bakılmalı ve okunmalı, çünkü kitaplar Ruh ve Hayat’tır. Kitaplar olmasa, dünya sadece cehalete tanıklık etmiş olurdu.” Gösterim tarihi: 21 Şubat 2015 19:30 Cinemaximum Fitaş Salon 4 25 Bu filmle ilgili en güzel şey şu, bu bir Tarlabaşı nostaljisi olmamış. İnsanda sokağa çıkma isteği uyandıran, eski güzel günlere özlem değil, gelecek güzel günlere açlık çektiren bir yanı var. Mustafa’nın kafası hepimiz için tıkır tıkır çalışıp sorular üretirken, olduğumuz yerde oturmanın çok rahatsız edici bir yanı olduğunu hissettiriyor. Bir kısmı Indiegogo’da toplanan paralarla finanse edilen bu bağımsız yapım, buralarda neler olduğunu çok iyi anlatan bir belgesel. Tarlabaşı’ndan başlayıp Emek Sineması’na, Gezi’ye, Asmalı’daki masa sandalye yasağına dokunan bir yanı da var. Helvanın Altını Kapatma Vakti Marianna Francese ve Jaad Gaillat nın yönettiği Tarlabaşı ve Ben, insanda öfke yaratıyor. Sokağa çıkıp bağırma isteği; Emek’i, Tarlabaşı’nı, Gezi’yi, 1 Mayıs’taki evleri, aşağıdaki bostanı vermemek için mücadele etme kuvvetini zerk ediyor. Bu iş henüz nostaljisi yapılacak bir şey değil, diyor. 1987 yapımı Atıf Yılmaz filmi Hayallerim, Aşkım ve Sen’de bir sahne vardır. Hayati (Müşfik Kenter) ile Coşkun (Oğuz Tunç) İstiklal Caddesi’nde dolaşıp laflıyordur: Elif Türkölmez Yazar Hayati - Ben bir film yapacak olsam herhalde Beyoğlu’nu anlatırdım. Coşkun - Başrolde Beyoğlu değil mi hocam? Binlerce yüzlü binlerce sesli dev oyuncu. Hayati - Fakültedeyken gelip yerleşmiştim Beyoğlu’na. O zamanlar nasıl farklıydı Beyoğlu bir bilsen! Kiliseler, eğlence yerleri, her çeşit dili konuşan insanlar. Bir aralar her sabah erkenden kalkıp şehri dolaşır olmuştum. Şehri keşfedeceğim. Ee, Beyoğlu da keşfe değerdi hani. Bak şimdi Beyoğlu bozuldu, nerede eski Beyoğlu filan diyorlar ya, kimse bozulmanın ne olduğunu bilmiyor bence evlat. Meyhanesini, pastanesini, kerhanesini, sinemasını koy bir tarafa, eski insanı gitti Beyoğlu’nun. Kimi sürüldü gitti kimi taşındı gitti. Kimi öldü gitti. Neyse, aslolan hayattır. Bakma ben bu haline de müptelayım. İş güç, yolculuk, sürgün, nereye gittiysem döndüm, gene Beyoğlu’na geldim. Bu film Beyoğlu’nun 80’lerdeki dönüşümünü çok güzel anlatır. Ümit Ünal’ın senaryosu çok iyidir, incelikli, tatlıdır. Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın sineması, pastanesi, terzisi, bakkalı ama en önemlisi insanı değişmiştir. Müzik değişmiştir, eğlence anlayışı o biçim... Azınlıklar yerinden yurdundan edilmiş, Beyoğlu’nun o eski havası kalmamış, ‘kravatsız çıkılmayan dönemi’ geçip gitmiştir. Fakat hep bir özlem/ burunda tütme/ah vah havası vardır. O ‘bozulma’yı köyden gelenler, kebap yiyenler, Kürtler, çiçek satan Çingeneler yapmıştır. Her yer köfte dumanı, arabesk müzik ve işte bin tane pis şeyle dolmuştur. Bugün aynı semt bir kez daha dönüşüyor. Üstelik o bin tane pis şeyi uzaklaştırmak için. Bingöl depreminden kaçıp geleni, ülkesindeki savaştan canını zor kurtaranı, seks işçiliğiyle ekmeğini kazananı, çöp toplayanı ezip geçerek, bir kez daha başka bir şey oluyor. Marianna Francese ve Jaad Gaillat’nın yönetmenliğinde çekilen Tarlabaşı ve Ben ise bu durumu çöpten kağıt toplayarak karnını doyuran Mustafa’nın hikayesi üzerinden nefis bir şekilde anlatıyor. Mustafa, Adanalı Mustafa, hapisten çıktıktan sonra orada burada dolan- mış en sonunda Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığı yapmaya başlamış, ellilerinde bir adam. “Neden Tarlabaşı?” sorusuna, ‘’Çünkü burası insanı saklıyor, bana burada kimse sen de ne yapıyorsun diye sormadı. Geldim, sığındım, burası benim sığınağım’’ diyor. Tarlabaşı bir sığınak. İstanbul’un gözbebeği Beyoğlu’nun arka bahçesi. Gezi’de, dolambaçlı sokaklarında insan saklayan bir kucak. Şimdi- ğini, oranın bir suç yuvası olduğunu söylemiş. lerde müthiş bir rant alanı. Ünlülerin en ucuzu 500 bin dolara ev satın aldığı bir yer. “Biz öyle düşünmedik. Burası her türden insana kucak açan bir yerdi ve şimdi İstanbul’da daha fazla turistik alan açmak adına yıkılıyor” diyorlar. Yönetmen ve yapımcılar, Francese ve Gaillat Türkiye’ye Erasmus öğrencisi olarak gelmiş. 2011 yılında yolları Tarlabaşı’na düşmüş. Bir süre oralarda yaşamışlar. Ancak karşılaştıkları herkes Tarlabaşı’ndan uzak durmaları gerekti- Mustafa ile tanışana kadar akıllarında film çekmek gibi bir proje yokmuş. Ancak bu filozofvari laflar eden, davudi sesli, karizmatik adamla tanışınca hem onun hem de Tarlabaşı’nın yaşamasına izin vermeyen süreci enine boyuna incelemek ve Tarlabaşı artık saklanılacak bir yer olmaktan çıkarken bu dönüşümü kaydetmek istemişler. Bu işi çok da güzel becermişler. Hareketli kameraları şehrin her türlü rengine, sesine, kokusuna batıp batıp çıkmış. Gecesini, gündüzünü, insanını, turistini, polisini, mücadelesini, bıkkınlığını her şeyini çok güzel anlatmış. Adanalı Mustafa’nın kafasındaki sorularla aslında hepimizin algılarını açmış. Film bir yandan da kağıt toplayıcılarının hayatına odaklanarak, hem çok meşakkatli hem de her türlü zorbalıkla yok edilmeye çalışılan bir iş alanını anlatıyor. Yönetmenler, “Biz bu filmde Tarlabaşı’nı ve onun geçmişini unutmak için bu semte sığınan Mustafa’nın hayatını anlatmaya karar verdik. Bu semtte yaşayan birçok insanda olduğu gibi, Mustafa’nın da uğraşı olan kağıt toplayıcılık mesleği kayboluyor ve İstanbul’un diğer bölgelerinde de icra edilmesi her geçen gün imkanız hale geliyor” diyorlar. Bugün Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığından geçimini sağlayan yüzlerce insan var. Tıpkı, Beyoğlu’ndaki masa/sandalye yasağından sonra işlerinden olan Tarlabaşılı garsonlar gibi onlar da çok yakında işlerini kaybedecek. Bu insanlar, artık neyle geçinecek, ne yiyecek, ne içecek, nereye sığınacak? Evleri ellerinden alınan insanlar kara kara bunu düşünüyor: “Nereye gideceğiz?” İki küçük itirazımdan birincisi, Tarlabaşı’ndan ara sıra ‘içine itilen bir yer’ olarak söz edilmesi. ‘İnsanları burada yaşamaya iten sebepler’ deyince, egemen söylemin lafını kullanmış olmuyor muyuz? İster istemez öyle oluyor. İkincisine ise aslında itiraz denemez, hadi merak diyelim. Filmin merkezine, Mustafa gibi bir erkek karakter yerine, bir kadın ya da bir transı alsaydı ve bütün bu değişimi, dönüşümü onun gözünden görseydik acaba karşımıza daha fazla, daha güçlü, daha şaşırtıcı neler çıkardı? Tarlabaşı ve Ben, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin Aşk ve Başka Bir Dünya bölümünde seyirciyle buluşuyor. Filmi izleyin ve ne olur Tarlabaşı’nın, Emek’in, İnci’nin ardından kavurduğunuz helvaların altını kapatıp, sokağa çıkın. Başka türlü olmayacak. Gösterim tarihleri: 15 Şubat 2015 12:00 Cinemaximum Fitaş Salon 1 19 Şubat 2015 15:30 Cinemaximum Fitaş Salon 4 27 Heyecanın peşinden giden kadınlardan: Çiçek Kahraman Çiçek ile bu röportajı yapmak istememin asıl sebebi bu yaz Kaş’ta karşılaşıp bir kısmını eve taşıdığım atılmış ahşap pencereler. Yeşilçam filmleri sahnelerinden çıktı alıp onları birer çerçeve olarak kullanmayı düşündüm. Yakın zamanda duvarımda yerlerini alacaklar. Çiçek beni şahane kahve harmanı ile beni dört köşe ederken birlikte uzun uzun konuştuk. Lafı daha uzatmadan sizi sohbetimizi “izlemeye” bırakmayı tercih ediyorum. Nereden geldi böyle bir video yerleştirme yapma fikir bakalım... Yeni filmlerde neden yok, hiç düşünmedim. Dizi tarafına hakim değilim. Şimdi üstünkörü bir düşündüğümde görebiliyorum. Çok fazla var. Televizyonda var. Ama pencere sosyalleşmesini kullanmayabilirler. Olmayabilir. Neden yeni Türkiye sinemasında yok dersem eğer, herhalde, bir kere evden çıktık, şehirden çıktık. Bizim yaşantımızda, bu filmleri çekenlerin yaşantısında öyle bir mahalle var mı, onu bilmiyorum. Bu konuda fazla fikir yürütemeyeceğim, çünkü ne yürütsem genelleme olacak. Belki de yazarlar, yönetmenler artık bireyi konu almaya başlamışlardır. Papatya Tıraşın Yazar Serdar Yılmaz diye bir arkadaşım var, belki bilirsin, o da sinemacı, sanatçı ve sanat yönetmeni. Onun bir kısa filmini kurgularken aklıma bu fikir geldi. Kurtuluş’ta camdan bakan insanları da çekmiş kısa filminde. Filmi izleyince, uzun zamandır filmlerde bu sahne ile karşılaşmadığımızı düşündüm. Camdan bakan teyze bir imge aslında. Gel bir ara, benim evde otur. Nerede? Dolapdere’de. Aha işte, tamam! Orada duruyorlar, çekirdek falan çitliyorlar. Kavgalar ediliyor pencereden pencereye. Ama işte bu, bu artık yok mesela. Yeşilçam döneminde bu bayağı mahal-ona alt tür demeyi seçiyorum, daha doğru bir şey bulamıyorum ama-mahalle filmi diye bir şey var. Ve mutlaka birilerinin konumlanma yeri cam oluyor. Çünkü bir sosyalleşme alanı olarak var orası. Yeni filmlerde yok ama Yeşilçam’da bir süre bunu görüyorduk falan filan derken; “Niye bunlardan ben bir video yapmıyorum ki?” diye bir şey geçti aklımdan, Serdar da çok gaza getirdi beni. Sonra dedim ki “Tamam ya, ben bunun videosunu yapayım”, sonra “Niye video yapıyorum ki, bunları başka bir şey yapayım! Alt alta, üst üste dizeyim.” Ama bu bahsettiğim ikiüç yıllık bir süreç. Bu arada ben bir film listesi hazırladım kendime, Yeşilçam filmlerinden. Oradan taramaya başladım. Başta youtube’dan tarıyordum. Sonra, bulduğum malzeme yetmedi.Toplamda yedi yüz küsur film taradım. Sponsor? Post-prodüksiyon sponsoru. GoGo Project. Minnettarım, çok sabırlı ve çok tatlılardı. Sonra da !f oldu. !f ile çok güzel anlaştık. “Yeni filmlerde pencere yok” dedin, sence neden yok? Dizi tarafı ile karşılaştırmak ister misin? Demin şu yüzden girdim sosyoloji konusuna: Bu tür araştırmalar da yaptın mı, merak ettin mi? Yok. O noktada benim ilgilendiğim temsildi. Gidip, onların kaynağıyla ilgilenmedim açıkçası. Ben neyi ve nasıl göstermeyi seçtikleriyle ilgilendim. Ama şimdi düşünüyorum da benim geldiğim yerde, benim mahallemde mahalleli, bu toplumdaki çoğu insanın geldiği gibi feodal bir yapıdan geliyordu. O feodal yapıda da zaten mahalle dediğin zaman mahremiyet içine girer ve ayrıca mahallenin namusu diye de bir şey var. Özel hayatını başkalarının dikizlediği de bir yer olabiliyordu mahallede benim için. Tam buraya gelecektim. Bu voyörizm için ne düşünüyorsun? Voyörizm kavramını nasıl açıklarsın tüm elindeki, beynindeki bu datalarla? Yine, bunun da uzmanı olmamakla birlikte, bir deneyimimden bahsedeyim. Bu ağır bir şey. İlk yurt dışına gittiğimde, orada yaşayan arkadaşlarım beni uyarırlardı, “çok bakma”diye. İnsanların birbirine gözünü dikip bakması alışıldık bir şey değil orada. Yaptığın zaman, insanlar sana bakıp “Merhaba” diyorlar. Burada herkes birbirine gözünü dikip baktığı için biz bunları yok saymayı seçiyoruz. Tabii ki gaze dediğimiz zaman kadın-erkek meselesini de atlamayayım yani. Kadın olarak, Türkiye’deki voyörizmi nasıl tanımlarız, onu da bilmiyorum. Ama gaze olarak tanımladığımızda zaten benim için kabus bir şeydi bu yani. Çocukken, ergenken... Bir kadın olarak Türkiye’de büyümüş, mahallede büyümüş ve bütün bu ortak kontrole maruz kalmış birileri olarak aksini söyleyebilecek insan var mıdır bilemiyorum. Senin bu işindeki sahnelerde kadın algısı, kadın cinselliği bir seçim unsuru oldu mu? Bunları seçerken, bütün bu bahsettiklerimden bağımsız olarak teknik birkaç engelim vardı. Onlar da kamera açıları, kameranın tam olarak pencerenin karşısında olması lazımdı. Öyle olmayan hepsini eledim. Ve elerken de çok içim giderek elediğim bir sürü şey oldu. Bir kere pencere kadına ait bir alan. Pencereden konuşanlar genelde kadın. Erkekler mümkün olmadıkça pencereden iletişim kurmuyorlar. Histeri zamanlarında çıkıyorlar ya da kavga etmek için çıkıyorlar. Tırnak içerisinde “acil durumlarda” çıkıyorlar... Orası bir kontrol mekanizması diyorum ya ve izleme yeri. Aynı zamanda bir yargı da. Orada olanın, yukarıda olanın gördüğü her şeye söz söyleme hakkı var. Ha bir de erkekler ya kadınları dikizlemek için çıkıyorlar yada bir kadınla iletişim kurmak için çıkıyorlar. Erkeğin erkekle iletişim kurmak için cama çıktığı sahnelere rastlamadım. Rastlasam hatırlardım. İzlediğim kadarıyla bence çok eğlenceli. Bir arkadaşıma izlettim mesela şöyle dedi o da “Adile Naşit’i duyuyorsun, aaa nerde acaba diye arıyorsun.” Aslında sadece görsel olarak değil de seslerin üzerinden de karakterlerle ilişki kurmak, onları sesleri üzerinden de hatırlıyor olmak çok güzel. Bir taraftan da hepimizin büyüdüğü kültürde üretilmiş filmler olduğu için o noktada kendi deneyimlerimizden bir bağ kurmak gibi. Aslında bir mahallede olma halini hatırlamak, o mahallede olma hali ile barışmak. Ama barışmak kelimesini açıklamak istiyorum. Göz göze gelme fırsatı var ve bu o ilişkiyi daha denk bir yere getiriyor. Birbirini izleme haline dönüyor ve bu güçlendiren bir şey. İkincisi [nasıl yorumlasınlar isterim], mahallede büyüyüp onun bir parçası olup bu mekanizmanın da bir parçası olmamayı seçmek çok zor. O yüzden herhangi bir zamanda o kontrol mekanizmasının da bir parçası olmuşsak onunla belki yüzleşebiliriz. “Bakan, konuşan, söyleyen”lerden biri olmuşsak eğer ki bir tane bakan ve bir tane bakılan yok. Burada camdan bakan kendimizle yüzleşmeye vesile olsa çok iyi olur. Bu coğrafyanın en büyük meselesi yüzleşmemek. O yüzden bu benim bir kişisel meselem aslında. Kişisel tarihimde de çok emek vermeye çabaladığım bir şey. Video art olarak, bir yerleştirme olarak işin bir film festivali kapsamında sergileniyor olması durumuna ve video art-kısa film-sinema tanımları arasındaki geçirgenlik meselesi ile ilgili neler söylemek istersin? Artık bildiğimiz anlamda sinemanın, dijital devrimle ne kadar değiştiği malum. Yirmi sene önceye nazaran, herkesin telefonuyla bir şey çekip kurgulayabildiği, bir sinema öğrencisinin de para biriktirerek edinebileceği aletlerle artık tek başına sinema yapılabiliyor. Bir şeylerin eşiğinde olduğumuz kesin. Ben açıkçası bu işin ne olduğunu çok net tanımlayabiliyorum: Bu bir video yerleştirmesi. Malzeme olarak kullandığım şey video. Film ile çekilmiş ama videoya aktarılmış. Ben bunları alt alta üst üste yerleştirdim, sonra da bir mekânda karşı karşıya yerleştirdim. Benim için o kadar rahat tanımlanabilen bir şey ki kelime anlamıyla. İşin öbür tarafından bakıldığında aslında video yerleştirme bir tür. Ve o türün içinde de filmlerden parçalar alarak bir yerleştirme yaptığımızda ‘buna ne diyoruz,?’, gibi sorular çıkabilir. Bilmiyorum, buna foundfootage diyebiliyor muyuz? Bence diyebiliyoruz, tanımına giriyor. Hayır diyemeyiz, diyenlerle de tartışmayı isterim. Diyemeyiz demeyi de anlıyorum. Böyle bir çağda, youtube’a video yüklenebilen bir çağda olmasaydık belki de ben bu işi üç sene değil on senede bitirecektim. Ben kurgucuyum, sanat eğitimi almadım ama bir yandan da İstanbul gibi bir yerde, elimizin altında bu kadar gidebileceğimiz galeri müze daha genel anlamda ‘sanat alanı’ varken bir şekilde buna maruz kalıp besleniyoruz güncel sanattan. Bu konu üzerinde çalışanlar mutlaka daha iyi açıklarlar ama daha bulanık ve gri bir alan gibi geliyor bana. Bence bu çok daha keyifli. İşin bir film festivalinde gösteriliyor olması, bir şey de demek zaten. Bir şey demek, evet ama ne demek sence? Artık bu disiplinlerin birbirinin içine geçtiği, birbirinden beslenip aynı alanda üretildiği ve tüketildiği bir şey demek. Koyamadığın o sahneler neler, alalım listeyi senden :) Mesela bir tanesi Kapıcılar Kralı’nda. Adamın evli kızı eve geri geliyor. Apartmana girdikten sonra bizim Hanife Teyze camdan bağırıyor. “Nooolduuu, eve geri mi gelmiş, boşanıyor muymuş?” Camdan cama flört eden iki çocuk vardı ama pencere kadrajın tam ortasındaydı. (Gülerek) Bir tane kadın vardı, kapıcıya sürekli “Kız kapıcı” diye bağırıyordu ve ben bunu çok kuir buluyorum. Çöpçüler Kralı’nda Şener Şen’in delirip, annesini camdan atmaya kalktığı bir sahne var. Çünkü erkeklerin bu histeri anlarında cama çıkmalarının en güzel örneği. Namuslu’da Şener Şen’in dellenip bütün ev eşyalarını, sonrasında da paraları camdan aşağı attığı sahneler... Ne Olacak Şimdi diye bir film vardır, Levent Kırca’nın. Camdan bir adamın “Bıktım ulan bu karıdan!” diye bağırdığı bir an. Ya Yeşilçam’ı bilmiyorsa işini izleyen? Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Çünkü şu ana kadar izlettiğim herkes filmleri biliyor, karakterleri tanıyor. Çok genç olması lazım ya da bu kültürü bilmiyor olması lazım. Dikizin dikizini yap. Bir kamera “yerleştir” ve senin işini izleyenleri izle. :)) Ahahahahhaha... İzleyenleri izleyenleri izlemek... Son olarak... Yıllar önce aklına gelen bir fikirden, buralara gelen bir iş var elimizde. Başka işler yapmaya, bu kimlikle de var olmaya devam etmeyi düşünüyor musun? İlk aklıma geldiğinde, Bilgi Üniversitesi’nde birlikte çalıştığım arkadaşım Başak, şimdi Arter’in küratörü, duyduğunda çok heyecanlandı ve beni çok destekledi. Bir sürü fikri o verdi bana aslında. İlk gittiğimde Başak’a şunu dediğimi hatırlıyorum: “Başak, ben sanatçı falan değilim. Sadece bunu yapmak istiyorum.” O da “Ne güzel, bu seni özgürleştiren bir şey”. Dedin ya bu kimlikle devam etmek... Demin bahsettiğim o “gri alan” bence kimlikleri de içeriyor. Marcus Graf sanatçıyı şöyle tanımlıyor: “Marangoz nedir? Sabah akşam bu işi yapan insan ve hayatını bundan kazanıyor. Sanatçı da sabah uyanır sanat yapar, en çok zamanını sanat yapmaya ayırır ve bundan para kazanır.” Bu bakışa göre ben sanatçı değilim. Ben hayatımı kurgu yaparak kazanıyorum. Ama şöyle bitirebiliriz: Beni yine heyecanlandıran bir şey olursa üretmeye devam edeceğim. 29 Sinemaya Sergi Molası !f takipçilerine özel festival süresince, o filmden bu filme koştururken bir nefes almak için uğrayabilecekleri sergileri listeledik. Sergi rotamıza !f haftasınca çok fazla zaman geçirmemizin olası olacağı Beyoğlu’ndan başlayabiliriz. Art On kusursuz portreler adeta içsel bir metamorfoz izlenimi yaratıyor... Sergi 28 Şubat’a dek sürecek. Mixer Burcu Bilgiç’in birlikte yaptıkları ilk çalışma da oluyor aynı zamanda. “Ne Dedin Ne?” ise Gülsen Bal ve Walter Seidl küratörlüğündeki eşitli sanatsal duruşları biraraya getirerek küresel kapitalizmin farklı ülkelerde “topluluk” ve “ait olma” ile ilgili koşulları nasıl farklı etkilediği sorunsalını inceleyen bir sergi. İki sergi de 7 Mart’a dek ziyaret edilebilir. üstüne görsel düşüncelerini yansıtan desenleri, gravürleri, fotoğraf ve videolarının yerleştirmesini oluşturuyor. OUTSIDER başlığı, yapıtların içeriği ve biçiminden çok, Saray’ın yerel ve küresel yaşam koşullarını sarsan, zorlayıcı, güncel, siyasal, ekonomik ve kültürel dönüşümlerinde sanatçı olarak durumu / duruşu ile ilgili. Sergi 21 Şubat’a dek görülebilir. C.A.M Gallery Mixer, Gülşah Bayraktar’ın kişisel sergisi “Kendine Yakın” ile bizlere kapılarını açıyor. Sanatçının son dönem resim çalışmalarını içeren sergi, izleyiciyi bireyin kimlik inşasına dair bir bellek okumasına davet ediyor. Bayraktar, rastlantı eseri bulduğu fotoğraflardan referanslarla oluşturduğu kurguları kendine özgü üslubuyla, minyatür dünyalar yaratarak görselleştiriyor. Küçük mdf yüzeyler üzerine titizlikle işlediği işler, sergilendikleri mekanla orantısal bir tezat yaratarak, mekanın farklı bir şekilde deneyimlenmesine de olanak tanıyor. Sergi 15 Mart’a kadar devam ediyor. Galeri Zilberman Jasper de Beijer, Mr.Knight’s World Band Receiver isimli serisiyle The Empire Project’de yer alıyor. Sanatçı daha önceki sergilerinde olduğu gibi, bu kez de, hiper-detaylı görsellerinde, çizim, heykel, yeşil ekran gibi değişik teknikleri, ustaca kullanarak izleyicinin görsel algısını sınıyor. Sergideki fotoğraflar, sanatçının, kağıt ve çeşitli malzemeleri kullanarak ortaya çıkardığı heykellerin, fotoğraflarını çekmesinin ardından, çeşitli teknikler kullanarak yaptığı düzenlemelerin birer ürünü. Jasper de Beijer’in Christopher Knight’ın gerçek yaşam öyküsünden esinlenmesi sonucunda ortaya çıkan Mr.Knight’s World Band Receiver, 28 Şubat’a dek ziyaret edilebilir. Pera Müzesi Vazgeçilmez sergi mekanlarımızdan biri olan Arter’e bakacak olursak da Ali Kazmacı’nın “zamancı” isimli sergisiyle karşılaşıyoruz. “zamancı”, Ali Kazma’nın 2005’ten bu yana ürettiği işler arasından seçilen ve çoğunluğu Türkiye’de ilk kez gösterilen 22 videoyu bir araya getiriyor. Sanatçının “Engellemeler” ve “Rezistans” serilerinden işleriyle başka videolarını bir arada sunan “zamancı”, Ali Kazma’nın bugüne kadarki en kapsamlı kişisel sergisi. Sergiyi ziyaret etmek için son tarih: 5 Nisan. Hayat kısa sanat uzun Pera Müzesi dünya tıp tarihinden bir kesite ışık tutan “Hayat Kısa, Sanat Uzun: Bizans’ta Şifa Sanatı” sergisini açıyor. Adını Hippokrates’in ünlü aforizmasından alan sergi, Bizans’ta şifa sanatı ve pratiğini, Roma döneminden geç Bizans dönemine uzanan bir süreçte incelemeyi amaçlıyor. Küratörlüğünü Brigitte Pitarakis’in yaptığı serge 26 Nisan’a dek ziyaret edilebilir. Gallery Zilberman’da bu ay bizleri iki sergi bekliyor. “İpi Çekin Aşağıdayız” Zeynep Kayan ve Burcu Bilgiç’in ortak sergisi. Zeynep Kayan’ın da kurucusu olduğu, Ankara’daki Torun isimli bağımsız sanat alanında, geçtiğimiz eylül ayında tek gecelik bir sergi ve performans olarak gerçekleştirilen bu etkinlik, Zeynep Kayan ve Çağrı Saray “OUTSIDER” başlıklı kişisel sergisinde sunduğu yapıtlar ile onun kimlik sorgulamaları, kişisel tarihi, ev-mekan kavramı ve kentsel ortamın toplumsal-siyasal anlamları x-ist, 29 Ocak – 28 Şubat 2015 tarihleri arasında genç sanatçı Murat Palta’nın Türkiye’deki ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Hafızalara kazınmış en ünlü Hollywood sahnelerini, Osmanlı Sultanı’nın sarayındaki bir minyatürcünün bakış açısıyla yeniden yorumlayan Palta, doğu ile batıyı, çağdaş ile gelenekseli, ironik ve mizahi bakış açısıyla bir araya getiriyor. “Tasvir-i Beyaz Perde” isimli sergi 28 Şubat’a dek x-ist’de. Dirimart İstanbul Modern SALT KUAD Gallery C.A.M Gallery bu ay “Homogenic” isimli sergisiyle Giuseppe Mastromatteo’yu ağırlıyor. Seride sekiz farklı suratın dizilimini ya da derin düşünceye dalmış sekiz bakışın ritmik düzenlenmesi yer alıyor. Bütün fotoğrafların altında, insan ırkının çok yakından temsil edilmesinden oluşan ince bir hayret duygusu yatıyor. Zamandan bağımsız olarak yaratılmış her imaj sonsuza kadar var olabilme hissi oluştururken, x-ist ARTER The Empire Project Renée Levi‘nin “Sibel” isimli sergisinde izleyicileri alışık olmadıkları renk ve form bütünlükleriyle karşı karşıya getirerek, farklı yoğunluktaki canlı tonların yarattığı etkiyle “kişisel algı”nın önünü açmayı hedefliyor. Kullandığı renkleri özel karışımlarla kendisi üreten Levi, izleyicileri aynı zamanda oldukça farklı bir hareket, ritim kavramıyla da baş başa bırakarak, adeta galeri mekânının tamamını hareketlendiriyor. Bu sayede izleyiciler hem farklı bir kavramsal müzikaliteyi hem de insan ruhunda en uç noktalara ilerleyen etkileyici renk öbeklerini duyumsayabiliyorlar. Sergiyi 21 Şubat’a dek gezebilmeniz mümkün. lumsal normlarımızın yıllar içinde değişen ve değişmeyen halleriyle yüzleştiriyor. SALT Beyoğlu !f kapsamında Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” adlı video yerleştirmesi ve Guy Maddin’in “Hauntings I” adlı yerleştirmesini sanatseverlerle buluşturuyor. Türk sinemasının en önemli kurgucularından Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” adlı video yerleştirmesi 17 Şubat- 1 mart arası SALT Beyoğlu’nda olacak. “Mahalleye Gelen Gelin”den “Selvi Boylum Al Yazmalım”a, “Postacı”dan “Gırgıriyede Şenlik Var” ve “Adı Vasfiye”ye, 60 ve 80 yılları arası Türkiye’de çekilmiş filmlerden kurgulanmış mahalle sahnelerini bir araya getiren video, bir yandan nostalji yaşatırken bir yandan da top- İstanbul Modern’in düzenlediği “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”, sanatçının 1960’lı yıllardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin bir dökümü niteliğinde. Sergi, Güleryüz’ün resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan performansa uzanan zengin ifade arayışının gelişim ve dönüşümüne ışık tutuyor.Sergi 28 Haziran’a dek İstanbul Modern’de olacak. Film sonrası Nişantaşı’nda bir kahve içme planı yapanlara önereceğimiz bir iki sergi ise şöyle. Dirk Skreber, Dirimart’taki ilk kişisel sergisi için biraraya getirdiği, tuval ve ahşap üzerine karışık teknikten oluşan son dönem eserlerini “Gözlemleme” isimli sergisinde topluyor. Genel anlamda çöküş, felaketler, siyasi ve toplumsal olayların doğurduğu ani şok edici değişiklikleri estetize eden ve deforme edileni güzel olanla yanyana getirerek ya da içiçe yerleştirerek yeniden yapılandıran Skreber’in “Gözlemleme” başlıklı yeni sergisinde, sanatçı çalışmalarında popüler imgeleri yorumlamaya devam ediyor. Sergiyi gezmek için son gün; 28 Şubat. 31 33 Kişinin Kendi Labirentine Yolculuğu Meltem Cumbul ile !f kapsamında düzenleyeceği oyunculuk atölyesi, başkanı olduğu Oyuncular Sendikası ve !f İstanbul üzerine sohbet ettik. Oyuncular Sendikası’nın yeni başkanı ve de bir oyuncu gözüyle baktığınızda “Türkiye’de oyuncu olmak” olgusunu nasıl tanımlarsınız? “Türkiye’de oyuncu olmak” bir bakıma çok kolay, bir bakıma ise hiç de kolay değil. Türkiye’de belli yeteneklere sahipseniz, kendinizi geliştirme ihtiyacı duymadan farklı karakterleri aynı karaktermiş gibi oynamanıza pek kimse ses çıkartmayabiliyor. Ama siz oyuncu olarak iyi yönetmenlerle çalışmayı hedeflemişseniz ve dünya çapında bir oyuncu alt yapısına sahip olmak istiyorsanız hiç durmadan araştırmalı, size en uygun yöntemleri bulmalı ve yetinmemeyi öğrenmelisiniz diye düşünüyorum. Ayrıca bunun karşılığında siz üzerinize düşeni yaparken sizin çalışma koşullarınızın da aynı titizlikle tasarlanmasının gerektiği inancındayım. Sahne/ set ortamları, oyuncuyu yönetme biçimleri, yazarlar, yönetmenler, set ve sahne arkası işçileri öncelikle insani şartlarda çalışmalı. Yaratıcılıklarını kullanabilecekleri kafa yapısının işler hale gelmesi ancak uygun koşullarda sağlanabilir. Can güvenliği için tehlike arz eden ortamlarda kreatif olmaktan söz etmek biraz abes kaçıyor. Bu sebeple Oyuncular Sendikası’nın başlattığı işçi sağlığı ve güvenliği kampanyasına sektörde yer alan herkesin gerekli önemi vermesi çok değerli. Oyunculuk ile ilgili çalışmalarınız nasıl gidiyor? Önümüzdeki dönemler için sizi yeni projelerde görebilecek miyiz? Güzel bir iş olduğu zaman, o işte en verimli olabileceğim şekliyle koşulları yaratarak oyunculuk yapmayı çok seviyorum. Bu ara Talimhane Tiyatrosu’nda Theresa Rebbeck’in ‘Göl Kıyısı’ oyununu çalışıyoruz, yönetmenimiz; Mehmet Ergen. Yiğit Özşener, Ushan Çakır, Pelin Ermiş ve Şükran Ovalı’yla provalardayız. 28 Şubat’tan itibaren oyunu izleyebilirsiniz. Tiyatrodaki ilk yönetmenlik deneyiminiz Bent’ten biraz bahsedelim. Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki öğrencilerinizle sahnelediğiniz bu oyundan sonra sahnede değil de, yönetmen koltuğunda olmak nasıl bir histi? ‘Bent’ yönetmen olayım diye arzum yokken, M.S.Ü Devlet Konservatuvarı’ndan mezun öğrencilerimizden Can Kulan, Berkay Ateş ve Emir Çubukçu’nun tiyatro kurma planları ve ilk oyunu benim yönetmeme olan isteklerine inanarak ve onlarla bir arada yeni bir yapılanma yolculuğuna çıkmaya olan inancımla gerçekleşen bir proje. D22 Tiyatrosu kuruldu ve ilk oyunu da ‘Bent’ oldu, iyi ki de olmuş. :) Oyunun üçüncü sezonu ve seyirci açısından da oldukça talep görüyor. 14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde merakla beklediğiniz filmler hangileri? Burcu Ezer Yazar !f İstanbul’da düzenleyeceğiniz oyunculuk atölyesinden biraz bahseder misiniz? Atölyede bizi neler bekliyor? !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali için Oyuncular Sendikası’yla ortak düzenlediğimiz atölye çalışmasında Eric Morris’in metodundan yola çıkarak enstrüman (ruhsal ve fiziksel olarak kişinin kendisi) ve işçilik üzerine üç günlük bir çalışma gerçekleştireceğiz. Profesyonel oyuncu ve oyuncu adaylarından oluşacak on altı kişilik özel seçilmiş bir toplulukla, Nefzenki kurucusu Zeki Doğulu’nun nefes egzersizleriyle başlayacak olan bu çalışmada; ilk gün kişilerin enstrümanlarının ne durumda olduğuna bakılarak, özgürleşmeleri için gerekli egzersizler yaptırılarak ve de işçilikte yine metodda kullandığımız temel araçlar üzerinden geçilerek geçecek. İkinci ve üçüncü gün Eric’in, psikiyatr Carl Gustav Jung’un ‘Ses Diyaloğu’ diye adlandırdığı önemli çalışmasından yola çıkarak geliştirdiği ‘Alt Kişilikler’ yöntemiyle kişinin kendi labirentine girebilme sanatı bağlamında, katılımcılara kullanabilecekleri ana araçlardan birinin buz dağının ardındaki parçası olduğunu göstereceğiz. Bu yolculuk bir nevi kendi otantik yapılarına doğru yol alacak. Eric Morris metodunun İstanbul resmi eğitmenisiniz. Oyunculuk ile ilgilenenlerin aşina olduğu bu metodu biraz anlatmanızı istesek? Eric Morris Metod; Stanislavski’ye dayanan, ‘yapmak’ yerine ‘olmak’ yolunu seçmiş bir metod. Lee Strasberg’in öğrencisi Eric Morris, okulu bitirdikten sonra profesyonel hayata geçtiğinde çekimler sırasında enstrümanının akordunun yapılmadığı için gerildiğinin ve çalışabilir halde duygu beklentilerine gerçek noktadan karşılık veremediğinin farkına varıyor. Öğrendiği metodda kendi enstrümanıyla nasıl baş edeceğine dair bir bilgi verilmediği için maalesef işçiliğe geçemiyor. Yani karakteri en organik biçimde bedeni ve ruhuna adapte edemiyor. Bu sebeple, kendi sıkıntısını gidermek için aktör arkadaşlarıyla ‘enstrüman nasıl işler?’ sorunsalı üzerine çalışmaya başlıyor. Yıllar süren bu çalışmalar onun kendi metodunu yaratmasını, enstrümanı açmak için iki yüz otuz sekize yakın egzersiz geliştirmesini, ‘olmak’ noktasında en organik biçimde karakteri, önerdiği işçilik araçlarıyla gerçekleştirmesini sağlıyor. Bugüne kadar sekiz kitabı yayımlanan günümüz oyunculuk modeline büyük katkısı olan Eric, ayrıca çok başarılı oyuncular yetiştirmeye de devam ediyor. Birçok kişi gibi ben de Birdman’i çok merak ediyorum tabii ki. Inarritu’nun filmlerine olan beğenimin ötesinde Birdman’de Hollywood’un bir zamanlar ünlü ama artık yaşlı olduğu için gözden düşmüş oyuncusunun erkek de olsa nasıl bir zulümle karşılaştığını anlatışı, soluksuz kurgusu ve tabii ki Raymond Carver’ın hikayesinin sahnede canlandırılma çabasını görmek için sabırsızlanıyorum. 35 Şam’da Eşcinsel Bir Kız Aşk&Başka Bi’ Dünya bölümünün iddialı filmlerinden Anima Profili (The Anima Profile), çok yakın tarihi mercek altına alan etkileyici bir belgesel. Kanadalı yönetmen Sophie Deraspe ile izleyicisini derinden sarsan filminin detaylarını konuştuk. Amina’nın Facebook profili, politik ve lezbiyenlerin tanıştığı forumlar da filmi oluştururken bana rehber oldu. Tabii tanıştığım kişilerin verdiği bilgiler de bana büyük destek oldu. Filminizde aşk ilişkisini anlatmak için çok sayıda canlandırma ve farklı anlatım tarzları kullanmışsınız. Bu sanatsal yaklaşım nasıl oluştu? “Şam’da Eşcinsel Bir Kız” çok büyük bir fantezi! Bu nedenle “modern oryantalizm” denilebilecek imgelemler kullandım. Arap dünyasındaki başları örtülü ve muhafazakar kadınların seksiliğini ve diktatör bir rejime karşı baş gösteren devrimin heyecanını tanımlamam gerekiyordu. Dahası imgelemlerimizin Youtube gibi birçok platformlardaki videolardan beslendiği gerçeği vardı. İzleyicinin acımasız gerçek açığa çıkmadan önce fanteziye dalmasını istedim. Filmin bazı bölümleri Türkiye’de gerçekleşti. Nasıl bir üretim süreci ve deneyim edindiniz burada? Film küçük kesitler halinde Montreal San Francisco, Şikago, Washington, Beyrut, Tel Aviv, İstanbul ve Antakya’da çekildi. Bu son iki şehir, yolculuğumuzda önemli bir yere sahip. Çünkü Amina’nın gerçek yüzü İstanbul’da ortaya çıkıyor ve Sandra içinde bulunduğu durumdan daha büyük bir karmaşayla karşılaşıyor. Filmin Türkiye’de geçen bölümlerinde çalışırken buradaki insanlarla güçlü bir bağ hissettim. Çalışmamız süresince Hürriyet Gazetesi muhabiri İrem Köker, oyuncu Nil Olcay gibi birçok isim, Hanife Yaşar Yazar Montreal’den Sandra ve Şam’dan Suriye asıllı Amerikalı Amina internet üzerinden flörtleşen eşcinsel bir çifttir. Sandra’nın da cesaretlendirmesiyle Amina Orta Doğu’dan din ve cinsellikle ilgili bastırılmış seslere ve kendi aykırı düşüncelerine dünyanın dikkatini çekebilme ümidiyle ‘A Gay Girl in Damascus’ (Şam’da Eşcinsel Bir Kız) adlı bir blog açar. Peşi sıra patlak veren Arap Baharı, Amina’nın kaçırılması, Sandra’nın olayın peşine düşüp hiç beklemediği hikayelerle karşılaşması derken küçük bir aşk hikayesi global bir krize dönüşür. Yönetmen Sophie Deraspe Anima Profili (The Anima Profile) filmiyle, LGBT hakları, internet etiği, Orta Doğu’nun siyasal meseleleri ve tüm bunlarda medyanın rolünün mercek altına alıyor. Aralarında İstanbul’un da bulunduğu birçok şehirde geçen hikayeyi yönetmeninden dinliyoruz. Son filminiz Amina Profili cinsiyet sorunlarına odaklanıyor. Bu hikayeye nasıl ulaştınız ve sizi bu filmi yapmaya iten sebepler nelerdi? Sandra ve Amina’nın online ilişkilerinden ve Amina’nın kaçırılmasından haberdar olduktan sonra gerçekte ona ne olduğunu anlamak için bir araştırmaya giriştim. Ardından Amina’nın kimliğiyle ilgili cevaplar ortaya çıkmaya başladığında da gerçekte kim olduğunu çözmeye çalıştım. Filmde kendi varlığım belirsiz olsa da arkadaşlarla bir araya gelip ortaya çıkan bilgileri tartışıp anlamaya çalıştık. Bir yanda son derece kişisel bir hikaye var. Diğer yanda ise çok geniş bir uluslararası “kimlik sorunu” mücadelesi, bu mücadelede medyanın rolü ve Batı’nın Orta Doğu algısının da içinde bulunduğu bir gerilim söz konusu. Günümüz dünyasında hepsi çok önemli konular. Sandra’yı filme nasıl dahil ettiniz? Sandra derinden bir ihanete uğramıştı. Ve medya aracılığıyla ortaya çıkan bu durumda Amina Profili’ni izlediğimizde medyanın toplumsal yaşam üzerindeki etkisine de vurgu yaptığınızı görüyoruz. Film, gerçek bir aşk hikayesi ve Arap Baharı sonrası patlak veren olaylarda medyanın rolünün çapraz kesişimini konu ediyor. Hikayenin sansasyonel ve duygusal taraflarını dengelemeyi nasıl başardınız? Bu online hikayeyi sinematik bir yolla nasıl anlatırım diye düşünmeye başladığımda, gerçekten kendimi meydan okuyor gibi hissettim. Bu kesinlikle bilgisayarlarının önünde oturmuş yazışan insanların filmi olmayacaktı! Amina karakterinin “başarısını” sorguladığımda olaylar arasındaki senkronu fark ettim. Devrim kıvılcımlarının henüz başladığı muhafazakar bir ülkede, eşcinsellik ve özgürlükle ilgili bir blog… Gazetecilerin içeride ne olup bittiğini görüp aktarmak için giremedikleri bir ülke… Aktivistlerin seslerini duyurma ihtiyaçları… Diğer yanda Kanadalı sevgilinin varlığı… Sanki herkes farkında olmadan bir karakter üretmiş gibiydi. Filmin ilk gösterimi Sundance’teydi. Her zaman Amerikan filmlerinin odakta olduğu bir Amerikan festivalinde filminiz nasıl karşılandı? Her gösterim sonrası gerçekleşen soru-cevap kısımları bir hayli ilginçti. Sosyal medya aracılığıyla kişisel bağlantılar kuran ya da güvenilir bilgiye ulaşmaya çalışan herkesi ilgilendiren bir film olduğu ortaya çıktı. Nihayetinde tüm bu yeni teknolojik araçları, büyüklü küçüklü ona filmim için yaşadıklarını anlatır mısın diye soramadım. Fakat ona şunu söyledim: “Bu bir film ve biz henüz 30. dakikadayız. Dahası da gelecek ve sorunların ortaya çıkarılması gerekiyor.” Bu kadarla bıraktım sözlerimi. Daha sonra bir akşam muhteşem bir hediyeyle bana geldi. Amina ile olan tüm arşiviyle filmde yer alacaktı. Hikayedeki tüm anahtar isimlerle tanışmak için dünyanın birçok yerine seyahat etmesini teklif ettiğimde ise hemen kabul etti. Filmi hazırlarken hangi kaynaklardan beslendiniz? İnsanlar, gazeteler, sosyal medya vb… Hepsinden… Öncelikle bu karmaşık hikayedeki tüm önemli karakterleri anlayabilmem için bir araştırma yapmam gerekliydi. Duvarlarım isimler, resimler, birçok kişiyle (gerçek ya da sahte) ilgili anahtar kelimelerle kaplıydı artık. Tabii bunlara istihbarat ajansları, medya organları da dahil… Sandra’nın arşivindeki e-postalar, mesajlar ve fotoğrafların yanı sıra duyuyoruz? Neden kadınların başını kapattığı ve edilgen olduğu bir ülkede yaşayan cesur ve seksi bir lezbiyenin profiline tıklıyoruz? Amina karakteri kendi arzularımızın görüntüsünü yansıtan bir ayna gibi aslında. Sandra ise gerçeklerle yüzleşmek adına dünyayı gezme cesaretini gösterdi. Aynı zamanda kendi sorgulama cesaretine sahipti ve sadece bir kurban rolünü oynamadı. Dolayısıyla birçok kişi önce onunla sonrasında da hâlâ savunmasız mücadele veren diğer aktivistlerle bir empati kurabilir. Amina Profili’nin !f İstanbul’da Aşk&Başka Bi’ Dünya bölümünde yarışacak olması nasıl hissettiriyor size? Kesinlikle harika! Sundance’teki Amerikalı izleyicilerin ardından Türkiye’deki sinemaseverlerle buluşmak için sabırsızlanıyorum. Tabii sizin sorularınız onlarınkinden farklı olacaktır. Medyanın güvenilirliği ve siyasi aktivizm üzerine başka bir perspektife sahip olduğunuza inanıyorum. Avrupa ve Asya’nın, doğu ile batının arasında olmak her iki kültürün de anlayışına sahip olmanız demek. Filmi izlemeden önce Türk sinemaseverlere neler söylemek istersiniz? Bu filmin yönelttiği birçok soru var. Medyaya ve onu kullanma yollarına dair bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. Nihayetinde biz yalnızca karanlıkta acı çekenleri destekleyebiliyoruz. Ve bu durum kesinlikle kriz devam ettikçe siz ve komşularınızın da içinde bulunduğu birçok kişiyi ilgilendiriyor. Dilerim ki bu film biraz da olsa çözüme yardımcı olur ve olabildiğince çok kişi tarafından paylaşılır. Gösterim tarihleri 19 Şubat 2015 17:00 Cinemaximum Fitaş Salon 1 küçük ekibimizde dahil olup yardımcı oldular. Filmin yapımı dışında da birçok şey paylaştık, arkadaşlıklar kurduk. İstanbul’un Boğaz’ı kadar Antakya’nın müthiş yemeklerini de çok özledim ama asıl önemli olan insanlarda gördüğüm sıcaklık ve samimiyetti. tüm medya organlarını göz önüne aldığımızda kendimizi yalanlardan, yanlışlardan, saçmalıklardan nasıl koruyacağız? Medya tabii ki bu aldatmacada büyük bir sorumluluk üstleniyor ama biz de nasıl çözümleneceğinin bir parçasıyız. Neden Suriyeli bir aktivisti takip etmek için dikkat çekici bir blog başlığına ihtiyaç 22 Şubat 2015 19:30 Cinemaximum Kanyon 37 Hikaye Kurmaca Ama Karakter Gerçek Sinemaseverlerin ses getiren kısa filmleriyle tanıdığı yönetmen Nesimi Yetik, ilk uzun metraj filmi Toz Ruhu ile yoluna devam ediyor. Baş rollerini Tansu Biçer, Nihal Koldaş ve Aytaş Arman gibi isimlerin üstlendiği film, Altın Koza ve Malatya film festivallerinden aldığı ödüllerin ardından şimdi de !f İstanbul’da jüri karşısına çıkıyor. Biz de Nesimi Yetik’e yeni filmi ve sinemacılığı hakkında merak ettiklerimizi sorduk. filmin derdi neydi, diye bir süre düşünür ve hayal gücü ona bazı kapılar açarsa, film amacına ulaşmış demektir bence. Toz Ruhu henüz yeni sayılmasına rağmen, tıpkı kısa filmleriniz gibi ödülleri toplamaya başladı bile. Yaptığınız işin ödül alması sonraki filmler için nasıl bir etki yaratıyor? Yapılan işin bir karşılığının olması elbette motive edici. Ama bütün bunlar gerçekleşmeyebilir de. Bence olmadığında da devam edebiliyorsanız, gerçekten yaptığınız işe tutkuyla bağlısınız demektir. Kısa film çekmek bir üretim tarzı mı sizin için yoksa sinema sektörüne geçiş için bir adım mı? Kısa filmin kendine has bir ifade biçimi olduğunu düşünüyorum. Genellikle uzun metraja geçmek için bir basamak olarak da görülüyor. Oysa yapısı itibariyle kısa film son derece özgür bir alan. Ayrı bir yaratıcılık ve bakış açısı gerektiriyor. “Annem Sinema Öğreniyor” için annenizle olan diyaloglarınızdan doğaçlama çıktığını söylemiştiniz. Toz Ruhu’nunda da benzer bir hikaye var mı? Toz Ruhu’nda 2008 yılından bu yana aynı apartmanda yaşadığımız bir komşumuzdan yola çıktık. Onun karakterinden etkilenerek başladık senaryoyu yazmaya. Ama yazdığımız senaryo bütünüyle bir kurmaca. Yani gerçek bir karakterden yola çıkıp onu kurmaca bir öykünün içinde ele aldık. Toz Ruhu’ndan ilk kez bu festivalle haberdar olanlara filminizi kısaca nasıl anlatırsınız? Paylaşmak istediği derdi nedir bu filmin? Toz Ruhu, Metin Tosyalı adında İstanbul’da yaşayan, arabesk müzikle ilgilenen bir erkek gündelikçiyi anlatıyor. Filmin derdinin tam olarak ne olduğunu söyleyerek seyircinin hayal gücünü ve yorumlama özgürlüğünü kısıtlamak istemem. Seyirci filmden çıktığında bu Filmde şimdiye kadar çalışmalarınızda denemediğiniz teknikler kullandınız mı? Nasıl bir ekip çalışmasıyla ne kadar sürede tamamladınız filmi? İlk defa bir uzun film çektiğim için aslında bir çok şeyi ilk defa denedim sayılır. Film dört haftada çekildi. Post prodüksiyon süreci ise çekimleri takip eden bir yıl içinde aralıklı zaman dilimlerinde tamamlandı. Tansu Biçer kendisine de ödül getiren başarılı bir performans sergiliyor. Başrol için baştan beri o mu vardı aklınızda? Tansu’yu baştan düşünmemiştik. Aslında Metin Tosyalı karakteri için net olarak belirlediğimiz isimler de yoktu ama araştırıyorduk. Başlangıçta komşumuz kendisi oynasın diye düşündük hatta. Ancak hem senaryonun yapısı hem onun bu duruma pek sıcak bakmaması nedeniyle oyuncu arayışına giriştik. Bu süreçte Sevil Demirci bizi Tansu’yla bir araya getirdi. Tanışmadan sonraki süreçse tamamen hislerle ve sezgilerle ilgili aslında. Bu rol için onunla çalışmamın doğru olacağını hissetmiştim. Kendi yazdığınız senaryoyu yönetmek daha mı kolay daha mı zor? Toz Ruhu’nun senaryosunu Betül Esener’le birlikte yazdık. Bütünüyle bir başkası tarafından yazılmış bir senaryoyu yönetmek daha zor olurdu sanırım. Tiyatro mezunu olmanızdan yola çıkarak yönetmen ve oyuncu arasındaki iletişimi daha iyi anlayabildiğinizi söylebilir miyiz? Ben okulda Tiyatro Tarihi ve Teorisi okudum. Oyuncu-yönetmen iletişimini okulda öğrendim diyemem. Oyunculuk bölümünde okuyan öğrencilerle de yakın ilişkilerim olmadı hiçbir zaman. Sanırım onları biraz ‘‘artis’’ buluyordum. Başta Annem Sinema Öğreniyor olmak üzere bütün kısa filmlerimde oyunculuk eğitimi almamış, mesleği oyunculuk olmayan oyuncularla çalıştım. Toz Ruhu’na geldiğimde ise durum bütünüyle değişti. Hemen hemen bütün kadro profesyonel oyunculardan oluşuyordu. Bütünüyle karakter odaklı, oyunculuğun ön planda olacağı bir film yapacaktım ve oyunculara bir şekilde kendimi en iyi biçimde ifade etmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. Bu noktada Tansu, bendeki okul yıllarından kalan oyuncu imgesinin değişmesinde etkili oldu sanırım. Onun tevazusunu, işine tutkusunu görmek beni rahatlattı. Özellikle televizyon dizilerinde arabeske yer verildiğinde bir anda etkileri artıyor, çok konuşuluyorlar. Arabeskin her dönem kendine bir alıcı bulmasını nasıl yorumlarsınız? Belki bu, üzerinde durduğumuz kültürel zeminle ilgilidir. Arabesk bu toprakların ruhunda varsa onu sevenler hep var olacak. Ama bakıldığında arabeskin kendine konu edindiği aşk acısı, ayrılık gibi temalar ve bir bütün olarak söylersek ‘‘hüzün’’ dünyanın her yerinde ilgi görüyor. C M Y CM MY CY CMY !f İstanbul’da yarışan filmler arasında özellikle ilginizi çekenler var mı? Keş!f Bölümü’nde yarışan filmler, yönetmenlerin ilk veya ikinci uzun metraj filmlerini kapsıyor. Bir anlamda, belki de ileride adını daha çok duyacağımız yönetmenlerin filmleri var bu bölümde. Ben hepsini merak ediyorum açıkçası. K Hazırlığına giriştiğiniz yeni projeler var mı gündemde? Yeni bir uzun film var. Şu an senaryosu üzerinde çalışıyoruz. Motivasyonumu kaybetmemek adına anlatmamayı tercih ediyorum… Gösterim tarihleri: 15 Şubat 2015 17:00 Cinemaximum Fitaş Salon 1 18 Şubat 2015 14:30 Cinemaximum Kanyon 20 Şubat 2015 13:00 Cinemaximum Fitaş Salon 4 39 İran sana söylüyorum, Türkiye sen anla… don bunu anlamakta zorlanıyor. Tamadon’un, konuklarına eşlerinin de sohbete katılması yönündeki telkinleri ise karşılık bulmuyor. Hatta tepki çekiyor. İranlı belgesel yönetmeni Mehran Tamadon’un ilk kez geçen yıl Berlin Film Festivali’nde gösterilen yeni filmi İranlı/Iranian, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin en ‘özel’ yapımlarından birisi olarak dikkat çekiyor. Filmdeki sohbetlerin ağırlığı Tamadon’un iradesi dışında kadınlar üzerine oluyor. Filmin bu içeriği, bugün Türkiye’de kimi İslam alimlerinin 26 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenile- Şenay Aydemir Yazar Hayır, mesele bu kez, 90’ların sonu 2000’lerin başında yükselen İran sinemasının orijinal örneklerinden biriyle karşı karşıya olmamız değil. İranlı sinemacıların estetik buluşlarının yarattığı hayranlıkla da çok alakası yok. Aksine, İranlı’nın estetik olarak -hele de belgesel sinemasının bugün geldiği nokta düşünüldüğünde- ‘zayıf’ olduğu bile söylenebilir. Ama içerik açısından bakıldığında o meşhur “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” atasözünü doğrularcasına Türkiye’ye dair tartışmaların da odağında duran bir film. Kuşkusuz, elimizdeki film İran koşularında ve özelinde çekilmiş. Ama yapmaya çalıştığı şey, bizim son dönemde sıkça karşılaştığımız bir ‘sosyal’ problemi anlamaya çalışmak. Belki de çok yakında karşılaşacağımız ‘siyasal’ bir soruna dikkat çekmek. O da şu: Laiklerle, İslamcılar bir arada yaşayabilir mi? Birbirlerinin yaşam biçimlerine karışmadan, saygı duyarak var olabilirler mi? Mehran Tamadon bu soruyu, belki de olumlu yanıt almasının en zor olduğu ülkelerden birinde soruyor. Paris’te mimarlık okuduktan sonra ülkesine dönen ve aynı zamanda belgesel filmler de çeken Tamadon, kendisini seküler (laik) olarak tanımlıyor. Filmde bunu açık biçimde ifade etmese de ‘ateist’ olduğunu hissedebiliyoruz. Tamadon, üç yıl boyunca kendisiyle bir süre yaşayacak din adamlarını arıyor. Tahran’da yaptığı çalışmalar sonucunda dört kişiyi aileleriyle birlikte iki günlüğüne kendi evine taşınmaya ikna ediyor. Tamadon’un amacı bu iki gün boyunca birbirlerine saygı göstererek, birbirlerinin görüşlerine tahammül ederek aynı ülkede var olunup, olunamayacağını görmek. Tamadon’un misafirleri çocukları ve eşleriy- le birlikte geliyor. Büyükçe bir villada herkes kendi odasına yerleşiyor. Ortak alan olarak düzenlenen salonda ise erkekler belirli aralıklarla bir araya gelip hayat algılarını, siyasi ve dini düşüncelerini ortaya koyuyor ve karşısındakinin bu konuda neler düşündüğünü tartmaya çalışıyor. İranlı, böylesi bir ‘deney’ için çeşitli riskler taşıyor hiç kuşku yok ki. Örneğin, hadisenin İran’da geçiyor olması kendi başına bir sorun. Çünkü film boyunca Tamadon, evin bir laboratuvar olduğu hissini taşıyamıyor. Çünkü dışarıdaki iktidar durmadan içeriye sızıyor. Özellikle konuklardan biri, birçok tartışmayı “Bu ülke İslam cumhuriyeti” sözleriyle bitiriyor. Filmin ilginç noktalarından biri de ‘ortak’ bir hayat tartışması gündeme geldiğinde kadınların kamusal alandaki varlığının sorgulanması. Konukların hemen hepsi, kadınların kamusal alandaki varlığının kendileri için bir ‘tehdit’ oluşturabileceğini vurgularken, Tama- bileceği’, ‘annemiz de olsa diz kapağı üstünün tahrik edici olduğu’ gibi sözlerinin aslında ‘evrensel’ bir karşılığı olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici. Öte yandan, konuklardan birinin ısrarla ‘milli irade’ vurgusu yapması da filmi izlerken tebessüm etmemize neden oluyor. Konuk, özellikle İran rejimi ve rejimin ‘özgürlükler’ konusundaki tutumuna dair yapılan sohbetleri ‘çoğunluğun böyle istediği’ şeklinde özetlenebilecek bir tespitle kesiyor. Tamadon’un ‘azınlıkların istekleri, hayat biçimlerine dair beklentileri ise yine ‘milli irade’nin gölgesinde kalmaya mahkûm ediliyor. Bu durum da son dönemde yaşadığımız tartışmaları akla getirmiyor değil. Tabii İran’ın, konuklardan birinin ısrarla vurguladığı gibi ‘İslam Cumhuriyeti’ olması, kanun ve yasalarını buna göre düzenlemesi durumu, Türkiye’yi ayrı bir noktaya taşıyor. Ama sosyolojik açıdan bugün Türkiye’ye baktığımızda yaşanan tartışmalara dair önemli tespitlerin olduğunu da görmezden gelmemek lazım. Özellikle son birkaç yıldır ülkedeki laik ve İsla- mi kesimler arasında giderek açılan uçurumun yaratacağı boşluğu görmemiz açısından film özgün deneyimlerle dolu. Burada, bir noktanın altını da çizmek gerekiyor. Bizler filmi Tamadon’un gözünden izliyoruz. Ülkesinde yaşama olanakları elinden alınmış bir ‘laik’ olduğu için, diğerlerinin iktidar olarak gördüğümüz için ona odaklanıyoruz. Ama Tamadon’un argümanlarının da kendi İranlı, dinin siyasallaşıp iktidar olduğu ve günlük hayatı da düzenler hale geldiği koşullarda, iktidar dilinin çoğu zaman ‘tanrı kelamı’ ile eş değer hale gelebileceğini; ama aynı şekilde safça bir sekülerizmin de meselenin çözülmesinde yeterli olmadığını gösteren mütevazı bir deneyim. içinde açmazları var. Tamadon da meseleyi siyasal bir düzlemde tartışmaktan ziyade ‘tahammül, saygı, hoşgörü’ gibi soyut kavramlarla anlamlandırmaya ve karşısındakileri böyle ikna etmeye çalışıyor. Bunu anlayabiliriz. Çünkü mesele tam da filmde sıkça tekrarlanan ket edilecek noktayı da gösteriyor bir sahnesinde. Siyasi tartışmalardan uzak, günlük hayatın dertlerinin konuşulup şakalar yapıldığı bir mangal partisinde Tamadon, konuklarına siyaset konuşulmadığı zamanlarda ne kadar iyi anlaştıklarını, birçok ortak noktaları olduğunu söylüyor. Ama mesele ciddileştiğinde ‘siyasi’ bilinç kişiliklerin önüne geçmeye başlıyor ve her şey bir ‘üst’ dille ifade ediliyor. “Konuşmaya kendi cümlelerimizle başladığımızda, hareket edecek bir zemin de buluruz” demeye getiriyor adeta! Yine de İranlı, birlikte yaşayabilmek için hare- Gösterim tarihi: ‘İslam Cumhuriyeti’ vurgusunda. Zaten sınırları belirlenmiş, kuralları konulmuş bir siyasal zeminde ortaya çıkan tahammülsüzlük, ancak o siyasal zeminin değiştirilmesiyle giderilebilir. Ama Tamadon’un bunu söyleyebilmesi zor. Belki bu deneyim Tahran’da değil de Paris’te yaşansaydı bambaşka sonuçlar ortaya çıkabilirdi. 16 Şubat 13.00 Cinemaximum Fitaş Salon 4 41 Hikayenin Peşinde “Bir sanatçının asıl amacı, çok fazla “para” eden bir sanatçı olmak değildir. Bir sanatçının en mutlu olduğu an, sattığı resmi duvarda görmektir, depoda değil. Satın aldığı resmi görmeyen koleksiyonerler var... Yatırım aracı olarak görülen sanat eseri, aslında yaşayan bir organizmadır. Her fırça darbesinde bir duygu, bir anı vardır.” Genç sanatçı Yusuf Aygeç ile Tophane’deki atölyesinde sanat piyasası ile ilgili konuştuk. Ege Işık Yurt dışında düzenlenen fuarlar ve Türkiye’dekiler arasında bir fark var mı? Yurt içi yurt dışı fark denildiğinde, fark çok fazla kalmadı. Türkiye’de çok iyi noktalara geliyor. Contemporary’de 20’ye yakın yabancı galeri geldi. Yazar Yusuf, C.A.M Galeri’deki Furkan “Nuka” Birgün ile ortak sergininiz “Koklayarak Duyuyorum”da tüm işlerin bir hikayesi var. İzleyiciyi en çok etkileyen de bu hikayeler oluyor. Hikayeleri oluştururken nelerden etkileniyorsun? Semt kültürünün hâlâ yoğun olarak yaşandığı Kocamustafapaşa’da doğdum, büyüdüm. Bu çok katmanlı kültürün hem kişilik özelliklerime hem de işlerimde yakalamak istediğim o samimi hikayeye boyut kazandırdığına inanıyorum. Bu şuna benziyor; taksiye bindiğinizde arka koltuğa mı yoksa şoförün yanındaki koltuğa mı oturursunuz? Ben hep ön koltuğa otururum. Sohbet ederim. Onun yaşantısının derinliğine inmek isterim. Taksi şoförü demek şehrin muhtarı demek. Taksiciler her gün en az 20-25 insan hikayesiyle karşılaşıyor, gece direksiyon sallayanlar ise şehrin öteki yüzüne tanık oluyor. İnsan sarrafı olmuşlar artık. Sabah annesi ölmüş bir çocuğu da görüyor, akşam partiye gidecek bir kızla da karşılaşıyor. Bu duygu geçişleri arasında duyarsızlaşıyor, hissizleşiyorlar. Bir sanatçı olarak insanlardan ve onların yaşanmış ya da tamamen kurgusal hikayelerinden besleniyorum. Ressam olmaya nasıl karar verdin? İstanbul Davut Paşa Lisesi’nde sayısal öğrencisiydim.Lisenin tam karşısında bir morg vardı. -Bence güzel metafor, bunu yazalım.- Orada ilk kez bir arkadaşım sayesinde kadavra gördüm, kasları resmettim. Lise sırasında aklımda ressam olma düşüncesi henüz yoktu. Çevremi, etrafımda olan biteni gözlemliyordum. En yakında arkadaşım bir Yahudi’ydi. Sanırım bu da çok kültürlülüğün bir parçası. Tüm inanışları, dinleri, gelenek ve görenekleri gözlemlediğim bir dönemdi. Stencillerle sokakları boyadığım, Marvell karakterleri ile içli dışlı olduğum dönemin sonunda iç mimarlık bölümünü kazandım, çok kısa süre sonra daha fazla pafta çizemeyeceğimi anlayıp Marmara Üniversitesi Sanat fuarları için ne düşünüyorsun? Tüyap İstanbul Sanat Fuarı her ne kadar son iki yıldır sansür olaylarına maruz kalsa da sanat piyasına ciddi anlamda bir canlılık kattı. 130 sanatçı katılımı, 503 bin ziyaretçi... İnanılmaz. Art International da öyle. Contemporary İstanbul’da insiyatifler geride kalmıştı ama toplumun her kesiminden ziyaretçiyi ağırladı. Bu çok sevindirici. Mesela artık Türkiye’den yurt dışındaki fuarlara gidiş ve müzayedelere katılım kolaylaştı. İsveç’te Skopp Fuarı Art Besell’ın çatısında. Genç sanatçı var, ilgi çok yüksek. Buna rağmen hâlâ özgüvensiziz. Biz “aza tamah etmeyen çoğu bulamaz” düşüncesiyle yetişiyoruz. Bu görüş değişmeli. Güzel Sanatlar fakültesi Resim Öğretmenliği bölümünü kazandım. Yaklaşık dört ressamın asistanlığını yaptım. Okulu altı senede bitirdim. Galeri ve sanatçı ilişkisini nasıl buluyorsun? Galerilerin olmaması halinde sanatçılar ciddi bocalama yaşayabilirler. Sanatçının adına biri işin fiyatını belirlemeli. Bir sanatçı olarak benim böyle bir dünyam yok. Ben fatura kesemem. Galeriler sanatçının prestijini, kariyerini koruyor ve sanatçıya yön veriyor. Geçmiş ve günümüz sanata bakış açısı hakkında ne düşünüyorsun? Türkiye’yi nerede görüyorsun? 80’ler zamanında sanatçılar oturdukları zaman “fikir” üretirlerdi. Şimdi fikirden önce işin fiyatı gündeme geliyor. 1900’lerde ciddi çalışmalar yapılmaya başlandı. 1950’lerde müzayede sorumluları Sanayi-i Nefise, yani şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi akademisyenleriydi. 2010 yılından itibaren sanat satışında büyük bir patlama oldu. Küresel anlamda sanat piyasası 43 milyar Euro’ya yakın bir ciro elde etti. Türkiye bu cironun 300 milyon Euro’sunu oluşturuyor. Türk ekonomisine baktığımızda dünya sıralamasında 16. sıradayız. Bir sanatçının işinin fiyatı nasıl belirleniyor? Sanatçıların işlerinin her sene fiyatları değişiyor.Bunu daha çok koleksiyonerler belirliyor. Örneğin Ömer Uluç’un işleri sanatçının yaşadığı dönemki fiyatlarına göre düştü. Bunun sebebi öncelikle Ömer Uluçları elinde tutmak istemeyen koleksiyoneler olduğundan daha düşük fiyata satıldı. Murat Germen’in bir sözü var “elinde bir koleksiyonerin yalnızca beş işi olsun” işin maddi yönüne işaret ediyor. Çok üreten az sanatçı var. Genç sanatçıların galerilerde satılan işleri de yüksek fiyatlı. Sanatçının işleri satıldıkça galeri de kendi komisyonunu alıyor. Bir sanatçıyı dış dünyayla tanıştıran da galeri oluyor. Bir sanatçı ne kadar çok sergi açarsa o kadar tanınıyor. İşler nasıl değer kazanıyor? Piyasaya, zamana, isme, girdiği koleksiyonlara... Cem Yılmaz’ın aldığı bir isim ikiye katlanıyor. Sen hangi koleksiyondasın dediğinde o insanın sana bakışı değişir. Fiyat artma oranı koleksiyon sayısına göre değişir. Geçen sene satıldığı resmin fiyatı bu seneyle aynı değilse bunu piyasa belirler. Uygulanan sansür için ne düşünüyorsun? Azade Ramazeni atölyeye ziyaretinde İran’daki sanat piyasasından bahsetti. Rejim zamanında belli yasaklamalar geldi. Ürettiğin işi hükümete gönderiyor, önce onay alıyorsun. Bu yasağı aşmak için sanatçılar ve alıcılar çeşitli yöntemler geliştirdi. El altından gösterimler satışlar yapılmaya başlandı. Türkiye’de bu kadar sert yasaklamalar olmasa da; sanatını belli bir kesimin beğenisine göre şekillendiren sanatçılar var. Oysa farklı görüşler, farklı bakış açıları çok sesliliği de beraberinde getirir. Türbanlı sanatçılar da var. Hat sanatıyla kuru kafa yapanlar da var. Dans eden peçeli iki modelin üstünde hat yazıları olan resimler var; bu olayın modernleşme hali. Arap harflerinin resme girmesine karşı duruyorlar. Bunların girmesi lazım. Belli bir kesimin beğeni anlayışına bağlı kalmamak lazım. Türkiye ekonomi ve sanat piyasası aynı anda gelişiyor mu? Ekonomi ne kadar çökerse çöksün sanat piyasasını etkilenmez. 90’lar sonrasında ve 2000’ler sonrasında sanat eserleri alım satımı inanılmaz yükselişe geçiyor. 2000’ler öncesinde alınan eserler tamamen el değiştirdi. İnsiyatifler artmaya başladı, galeriler bilinçlenmeye başladı. Bu dönem gençlerin yükselişi Amerika’daki sanatçıların fiyatların yükselmesi Türk sanatçıları olumlu yönde etkiledi. Günümüz sanat anlayışı ve işlerde kullanılan malzemeyi nasıl buluyorsun? Artık işlerde kağıt kaybolmaya başladı. Resimdeki belli ana malzemeler kiş, mermer, kağıt, boya, tuval. Günümüzde 40 sanatçı varsa 2 kişi gravür yapıyor. Kavramsal sanata dem vurduğumdan değil, ciddi bir şekilde malzeme farklıları çıktı. Ben de üretirken yağlı boyanın içine çeşitli malzemeler koyuyorum. Hızlandırıcılar, kıvam arttırıcılar,yurt dışından gelen yağlar, spreyler. Bu pazarı sağlayan kapitalizm. Teknoloji sanatı geliştiriyor diyebilir miyiz? Çağın getirmiş olduğu akımlar var, mesela; 3Dfoto optic art sanat. Geçmişte kendi coğrafyamızdaki geri kalınmış olmasının en önemli sebebi teknoloji takip edilmemiş, klasik görüşten vazgeçilmemiş. Şimdi bu düşünce aşılmaya başlandı. Benim kuşağım, alttan gelen kuşak, çok acayip çocuklar var. Benim üniversitede yapamadıklarımı yapanlar var. Ben en basitinden güzel sanatlar lisesinin varlığından bile habersizdim, bilmiyordum. Gün geçtikçe gelişen teknoloji sence sanata nasıl dokunuyor? 80’ler zamanında yabancı sanatçılar daha lezzetli ve sorgulayıcı işler yapıyordu. “Benim jenerasyonumönemsediği en önemli unsur “maliyet”. Sergi açılışlarına yalnızca satış kağıdını görmek için gelenler var. “ Heykel var, stenciller var, heykelin modellemesi var. Mermer kesen var, ahşap yapan var, plastiği şekillendiren var. Piyasa bunu sanat olarak alıyor. Endüstriyel olsa da. Peki geleneksel sanat anlayışı değer mi kaybediyor? Pentur hiç bir zaman değerini kaybetmez. Koleksiyonerler hangi kriterlere göre resim satın alıyor? Resimler revize almaya başladı. Biz buna sipariş resim diyoruz. Galeri, atölye maliyetlerini, malzemeyi sağlıyor. Sanatçı da çoğunluğun istek ve beğenisine göre resim yapıyor. Renoir zamanında Fransa’da çağdaş sanat yapmıyor, eskiye dönük üretiyor. Şimdi biz Indie kuşağıyız ondan kağıt ile olan ilişkimiz kopma aşamasında. Fotoğraf alanında, heykel alanında da tamamen teknolojiye bağlıyız, teknoloji ile doğru orantılı gelişiyor sanat. Bu işi gerçekten sanat için yapan çok az insan var. Bilinçli ya da bilinçsiz sanata hizmet ediyorlar. Sanat tarihi bilmeyen iş almasın diyemeyiz elbette. Bir sanatçının işini alan koleksiyoner o sanatçıyı tanıyor. Sanatçılar koleksiyonerlere bir anlamda yol gösterici oluyor. Sen nasıl etkileniyorsun? Anakronizm yapıyorum. Varolan bir şeyi kendi çağıma uyarlıyorum. Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosunda masada portakal var. Fakat yaşadığı dönemin Avrupa’sında portakal yok. Varolmayan bir “şeyi” resmediyor. Benim yaptığım resimlerde de bu var. “Çağdaş sanat şişen bir balon ve patlamaya başladı diyorlar ya. Şişsin bence yani bunda ne zarar olabilir.“ 43 Ödüllere Doymayan !f Filmleri !f geleneğidir; yılın en iyileri önce bir buraya uğrar, sonra da ödül avına başlar. Adını bile duymadığımız filmler !f’te keşfedilmeyi bekler, ancak sıkı !f’çilerin gözünden kaçmayan bu hazineler yıl içinde ödülden ödüle koşar. Bu filmler arasında; “The Act of Killing”, “Boyhood”, “ Vivian Maier’i Aramak”, “Finding Vivian Maier”, “Blue Ruin” ilk akla gelenler. !f bu yıl da her bölümünde gizli hazineler yatıyor, bulmayı bilen sinefillere! Onlar araya dursun, biz ödül avına çoktan başlamışları sıralayalım. BIRDMAN Look of Silence/Sessizliğin Bakışı Life Itself/Hayatın Kendisi Belgesel sinemanın ustalarından Steve James’in Pulitzer ödülü alan ilk film eleştirmeni Roger Ebert’in hayatına dair samimi ve duygusal bir yolculuğa çıkaran filmi “Life Itself”, 20’ye yakın ödülüyle yılın en çok konuşulan belgesellerinden biri oldu. Sundance’in ödüllü filmleri !f’te! Bağımsız sinemanın Kabe’si Sundance Film Fes- En son erkek oyuncu ve özgün senaryo dalında aldığı Altın Küreler ne ki, yıl boyunca ödül listelerinin vazgeçilmez ismi oldu. Dergimiz baskıya girerken gördüğümüz rakama biz de inanamadık: 137 ödül! Şimdi sıra Oscar’larda! !f’in kapanış gecesi açıklanacak ödüllerde “En İyi Film”e yakınlığı kulislerin en çok konuşulan konusu. Michael Keaton’ın ödül almaması bir skandal olabilir ancak! Geçen yılın en iyileri listesinde ilk sıralarda yer alan “The Act of Killing” ile bizi şoke eden Joshua Oppenheimer’ın Venedik’te 5 ödül birden kazanan yeni filmi “Look of Silence/Sessizliğin Bakışı”, belgesel sinemasının kalesi CPH:DOX’tan da en büyük ödülü almıştı. The Tribe/Kabile tivali’nin gözdeleri de ilk kez !f İstanbul’da. İşte o filmler: David Zellner’ın Coen Kardeşler’in kült filmi “Fargo”nun sonundaki gömülü çantayı bulmak için kendini yollara vuran bir kadını anlattığı, Sundance’ten Jüri Özel Ödülü, Fantastik Film Fes- M tivali’nden de En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan fil- Y mi “Kumiko, the Treasure Hunter/Kumiko, Hazi- CM ne Avcısı”; Niki Caro’nun “Whale Rider”ından beri yapılmış en etkileyici Yeni Zelanda filmi sayılan ve çok az bilinen Yeni Zelanda kahramanı ve sat- Horse Money/At Parası C MY CY ranç şampiyonu Genesis Potini’nin gerçek hayat CMY hikâyesinden esinlenen ve Sundance’te kalpleri- K ni çaldığı seyirciden ödülü koparan “Dark Horse/ Kayıp Şampiyon”; ağırlıklı olarak beyaz insanların okuduğu özel bir okuldaki Afro Amerikalıların mücadelelerini ironik bir dille anlatan, Sundance’te Jüri Özel Ödülü’nü alırken, başrolde övgüler Pedro Costa’nın Lizbon’un gecekondu mahallesi Fontainhas’ta 1994 yılından beri Cape Verdeli göçmenlerle birlikte çektiği Fontiainhas Üçlemesi’ni tamamladığı filmi, büyüleyici ve minimalist anlatımıyla eleştirmenleri büyüledi ve Locarno’dan En İyi Yönetmen dahil olmak üzere dört ödülü birden kucakladı. Myroslav Slaboshpytskiy filmi, tamamı işitme engelli insanlardan oluşan kadrosu ve çarpıcı görüntüleriyle yılın en iyilerinden biri sayılıyor. Vurucu hikâyesi ve anlatımıyla Cannes Eleştirmenler Haftası’nda Büyük Ödül, Revelation Prize ile Gan Foundation Support for Distribution fonunu kazanan ve Avrupa Sinema Ödülleri’nde de Yılın Keşfi seçilen “Kabile”, şansını bu kez de festivalin Keş!f Yarışması’nda deniyor. The Tale Princess of the Kaguya/ Prenses Kaguya’nın Masalı In the Crosswind/Rüzgârların Arasında Los Angeles’tan Toronto’ya sinema eleştirmenleri birliklerinin ödüllerinde en iyi animasyon hep Kaguya’ya gitti. Ghibli stüdyolarından çıkmış bu şaheserin Oscar adaylığı elbette şaşırtıcı değildi. Martti Helde’nin zorunlu göç hakkında yapılmış en şiirsel filmlerden birini ortaya koyduğu büyüleyici filmi, Varşova’da Ekümenik Jürisi, Selanik’te de Özel Artistik Başarı Ödülü’nü aldı. toplayan Tessa Thompson’ın Gotham Bağımsız Film Ödülleri’nde Umut Vaat eden Oyuncu seçildiği “Dear White People/Sevgili Beyaz Irk”; Sophie Hyde’ın Huffington Post’ta “çığır açıcı ve yeni bir nefes” sözleriyle karşılanan, Sundance’ten Yönetim Ödülü’nü, Melbourne Kuir Festivali’nden Seyirci Ödülü, Berlin’in Generation’ından da Kristal Ayı kazanan, annesi cinsiyet geçiş sürecinde olan genç bir kadının yaşadıklarını anlatan etkileyici draması “52 Tuesdays/52 Salı”; Variety’nin “Çok güçlü, Steinbeck’yın, adeta Amerikan tarihinin umutsuz bir anının fotoğrafını çekiyor”, Hollywood Reporter’ın “Heyecan verici, olağanüstü bir belgesel sinemacılık” sözleriyle tarif ettiği, Sundance’te Jüri Özel Ödülü’nü alan, Full Frame, Miami ve San Francisco film festivallerinde de en iyi belgesel seçilen Jesse Moss filmi “The Overnighthers/Gececiler”… 45 Bilinmeyenin Serüveni: Joana Kohen ile Un-Known İnisiyatifi Üzerine Joana Kohen ile Un-Known atölyesinin kurulma, fon arama ve tanıtım süreçlerinden bahsettik. İkinci yılını dolduran bu inisiyatifin geçtiği yollardan ve geleceğinden konuştuk. Lesli Jebahar Yazar 2012 yılında bir sanatçı inisiyatifi olarak kurulan Un-Known atölyesi bir çalışma, araştırma, üretme ve sergileme yeri olarak hayata geçirildi. Joana Kohen’in kuruculuğunu üstlendiği bu inisiyatif periyodik olarak değişen sanatçı ekibinin ortaklaşa ürettiği çalışmalara da yer vererek sanatçıların hem üretirken, hem de sergileme sırasında özgür olabileceği alternatif bir mekân olarak faaliyet gösteriyor. Un-Known’un fikir olarak gelişmesi ve hayata geçirilme sürecini anlatabilir misin? İsim olarak Un-Known kelimesini seçmenin sebebi nedir? Un-Known üniversite yıllarımda gelişen bir fikirdi ama hayatımın daha oturmuş bir döneminde hayata geçirmeyi planlıyordum. Neyse ki 2012 yılında bunu yapmak için içimde bir sinyal gördüm ve işe giriştim. Yapım aşaması kolay bir süreç değildi, bilmediğim birçok şeyi çok hızlı öğrenmek durumunda kaldım. Dönüp baktığımda çok öğretici zamanlar ol- duğunu fark ediyorum. İsimdeki “Un” ekinin karşıt (anti) bir tavrı var. “Known” ise bilinen anlamında. Ancak “Un-Known” olunca hem senin bilmediğin ama bizim içimizde bildiğimiz, hem de bilinmeyeni bilinene götüren bir duruş sergiliyor. Mekânın adresini yazmıyoruz, fuarlarda nereden ulaşabileceklerini sordukları zaman adres vermiyoruz. Bilinmeyeni çok bilinen yerlerde sunmaktan da hoşlanıyoruz, yazılı medya ve sosyal medya olsun. Aslında varız ama yokuz gibi. Seni Un-Known’u kurmaya yönelten neydi? Benim hissettiklerimi hisseden kişilerle bağlantıya geçmek, bir fikir alışverişi platformu oluşturmak, yeni şeyler öğrenmek. Birin biz olmasını hasret eden kişilerin toplanacağı bir alan yaratmak ve egemen sanat piyasası ile gelişmekte olan, yeni sanatçılar (non-established, emerging) arasındaki köprüye yumuşak bir geçiş sağlamaktı diyebilirim. Un-Known’un finansmanını nasıl yapıyorsu- nuz? Fon ararken sponsorları nasıl ikna ediyorsunuz? Aslında fon aranabilecek pek fazla yer yok. Beni destekleyen koleksiyonerlerim yardım ediyor, ama genel şartlarda ben kendi sanatımdan ne kazanıyorsam onu mekâna yatırıyorum. Maalesef yeni başlayan (emerging) inisiyatiflere ne dernekler ne de fon veren kişiler yardım etmek istiyor. O yüzden işler biraz zor.Yaşanmış bir örnek olarak anlatmak gerekirse, bir dernek inisiyatiflere fon verecekti. Aylarca çalıştık, sunum dosyaları hazırladık, “sunumunuz çok güzel olmuş” dediler. Biz kazanacak üç kişiden biri olacağımıza kesin eminken kazanamadığımızı belirten bir email geldi. Kazananlar paraya ihtiyaç duymayan, yıllardan beri var olan inisiyatiflerdi; parçası olan, her bir sanatçısı önemli galeriler tarafında temsil edilen inisiyatifler. Hatta kazananlardan bir tanesi olan bir arkadaşım “acaba şimdi bu parayla ne yapsak?” diye çeşitli prodüksiyon etütleri yapıyordu. Fakat bizim o esnada ödememiz gereken bir kiramız vardı. Sponsorlara giderken bir dosya hazırlıyoruz, ama bunu bir kez yaptım. Genelde ilgilendi- ğim isimler zaten sanatıma destek olmaya çalışıyorlar, o yüzden daha fazlasını zorlamıyorum. Biz çok kolay algılanır ve okunabilir bir inisiyatif değiliz, mecramız ve yapısal anlayışımız diğerlerinden daha farklı. Geleneksel Türk sanat ortamına pek hitap etmiyoruz. Bence buna bir alışma ve algılama süreci gerekiyor. Yani yeni bir harç olduğumuzu anlatmak zamanımızı alacaktır. Un-Known gibi bir sanatçı inisiyatifinin, içinde bulunduğumuz sanat dünyasında ve piyasasında sanatçı için sağladığı avantajlar neler? Birçok avantajı var. İnsanlar bir şeyler yapmaya çabaladığın, tek başına bir sanatçı olarak ayakta kalıp sesini duyurmaya çalıştığın zaman seni manevi olarak destekliyorlar. Projelere ve fuarlara davet ediliyorsun. Tabii ki en önemlisi sana kendinden başka kimse karışmıyor, sanatını icra ederken tüm inisiyatifini senin için doğru olan neyse ona kullanıyorsun. Kitap basmak istiyorsan basıyorsun, ya da ben bunun altına kurşun kalemle böyle yazacağım diyorsun. Karışan olmadığı için hemen uygulamaya geçebiliyorsun. Ve harika insanlarla çalışma fırsatı yakalayabiliyorsun - hem UnKnown’un kendi içindeki, hem de Un-Known’a dışarıdan bağlanan insanlarla. Galiba beni de en çok heyecanlandıran kısmı yeni şeyler öğrenip, yeni kimliklerle çalışabiliyor olmak. Peki, konvansiyonel galerilerle çalışmaktansa bir inisiyatifin parçası olmanın zorlukları neler? Bir inisiyatifin parçası olduğun için galerilerle çalışmamak gibi bir durum düşünülemez. Bu genelde yanlış anlaşılıyor. Ben galerilerle çalışıyorum, çok da seviyorum. Ancak inisiyatifi galeri olarak görünce sorun ortaya çıkıyor. Gruptaki tüm sanatçılar bir galeri ile çalışabilir. Nihayetinde günün sonunda Un-Known bir atölyedir ve burada amaç sanat üretimidir. Dolayısıyla biz bir galeri değiliz ve sanatçılar kendilerini buna uygun gördüğünde kesinlikle bir galeri ile çalışmalıdır. Un-Known’u kurmadan önce veya sonrasında bir galeri tarafından temsil edilmek istedin mi, başvurdun mu? İnisiyatiften önce başvurmadım ancak temsil etmek isteyen iki galeri oldu. Sadece, sanatçı listeleri ve mekânları bakımından bana uygun değillerdi, ve bunu farketmek gerçekten çok önemliydi. Ancak inisiyatiften sonra beni temsil etmelerini istediğim iki galeri oldu. Onlar ile bir anlaşma olamadı. Bunun nedenini bir çok şeye yorumluyorum. Sanırım öncelikle beni okuyamamalarına ve piyasa araştırmasını çok iyi yapmamalarına. Biz bilinene yatırım yapan bir ülkeyiz maalesef. Bir parça farklıysan seni okuyabilmek bir kitap istiyor. Tercihen ne o kitabı gidip satın almak, ne üstüne para yatırmak, ne de okumak için zaman ayırmak isteniyor. Maalesef henüz bir galeri ile sürekli olarak çalışmadım. Genelde bir sergilik veya projelik süreçler sonrasında kendi kabuğuma geri çekildim. Ama gerçekten beraber doğru ve huzurlu bir ilişki yürütebileceğim bir galeri arıyorum. Un-Known’un aktif olduğu dönemde sergiler yaptınız. Bu sergilerin tanıtım, pr çalışmalarını nasıl gerçekleştirdiniz? İnsanlara ulaşma konusunda zorluklar çektiniz mi? İki sene de, iki sergi ve bir performans gerçekleştirdik. Ama bu süreçte izleyici olmadan belki çok daha fazla içsel sergi ve performans gerçekleşti diyebiliriz. Ayrıca dört fuara katıldık, iki kitap ve üç dergi çıkarttık. Pr ve organizasyon yapmaktan yorulmuyorum. Sosyal medyayı iyi kullandığımızı düşünüyorum. Aynı zamanda sosyal ilişkilerim kuvvetli. Kendimizi iyi anlattığımız ve piyasanın açıklığında parladığımız sürece yaptığımız işler sayesinde basında yer bulmak o kadar zor olmuyor. Sergi veya projelerden önce harika yayınlar çıkarıyoruz ve emailler atıyoruz. İnsanları o şekilde çekebildiğimizi düşünüyorum. İlk Un-Known sergisinden bu yana bizi takip eden kitle tabii ki arttı. Ama ilk açılış zamanında çok iyi çalıştık. Açılışta bulunmasını istediğimiz kişilere kitap yolladık, davetiye bastırdık, emailler attık. O günden beri de aynı şeyi yapmaya devam ediyoruz. Her bir basımdan önce fanzin için olsun, kitap için olsun, ben öncelikli olarak, inisiyatifteki herkes aylar öncesinden para biriktiriyor. Doğal olarak, her yapmak istediğimiz şey için bütçemiz olmuyor ve zaman zaman bazı şeyleri rafa kaldırmak durumunda kalıyoruz. Fakat önemli değil, elimizden geldiğince en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Un-known şu an hayalini kurduğun halinden ne kadar uzakta? Aslında baya uzakta ve bir çok alanda da çok yakında... Uzakta olan kısmı, sanıyordum ki kuruculuğunu üstlendiğim bu yapı çılgın bir üretim plat- formuna dönüşecek ve burada sanat tarihinde okuduğum diğer akımlar gibi eseceğiz. Fakat fark ettim ki inisiyatifte hep bu hayalin peşinden koşan ben oluyorum ve diğer kişiler çoğu zaman üşeniyor ve hızlı vazgeçiyorlar. O yüzden 2015’te Un-Known’un yeni sanatçı seçimi ve kurgulaması biraz farklılaşacak. Un-Known yoluna nasıl devam edecek? Yurt dışından sanatçılarla iş birliği yapmayı düşünüyor musun? Evet yurt dışından sanatçıları düşünüyorum ancak ilk olarak bu ülkenin sanatçılarıyla olmalı. Ancak kolaboratif projeler için yurt dışından sanatçıları düşünüyorum. Onun dışında burayı temsil etmek önemli, yoksa çoktan Antwerp’teki sınıf arkadaşlarımı çağırmıştım. 47 “Motör Nam-ı Diğer Remake, Remix, Rip-Off” !f Istanbul’un dikkat çekenlerinden Remake, Remix, Rip-Off (aka Motör) üzerine filmin yönetmeni ve senaristi aslında birçok ünvanına sahip yaratıcısı Cem Kaya ile konuştuk. 1960-1970lerde Türkiye’nin film endüstrisini yaratan Yeşilçam Sineması ve Hollywood’dan kopya, tekrar yapım film üretimine dair belgesel film, o dönem yapılan filmlerin arka planında çalışanlar, emekçiler, oyuncular, yapımcılar, yönetmenler ve senaristler ile yapılan röportajlar, arşiv görüntüler ve dönem filmlerinden yapılan bir kurgu ile konuya her tarafından değinen bir özet sunuyor nitelikte. Saliha Yavuz Yazar Sayılarla konuşursak film için yaklaşık kaç filmden sahne kullanıldı, kaç kişiyle röportaj yapıldı? Film için 100e yakın röportaj yaptık. Ayrıca 178 filmden alıntı var Motör’de. Sizin en etkilendiğiniz Yeşilçam filmi hangisidir? Neden? Tek filme indirgeyemem, farklı sebeplerden dolayı etkilendiğim bir sürü film var. Size bazı yönetmen isimleri ve neden etkilendigimi şöyle söyleyeyim. Aykut Düz beni güldürdüğü için. Yılmaz Duru hep şaşırttığı için. sini hep 80 darbesine bağlarlar. Bu doğru değil. Seks filmleri darbeden birkaç ay önce Istanbul’un ahlakçı bir polis müdürünün insiyatifi üzerine toplatıldı. Muhafazakar hükümetlerin seks filmlerini tolere etmeleri, gençlerin apolitize kalmalarını istemeleri ile alakalı. Yürüyüşe katılacağına seks filminde boşalsın hesabı. Melodramlarla ilgili de benzer şey söylenebilir. Belgeselde Fikret Hakan’in dediği gibi: “Millet bol bol ağlasın ve rahatlasın.” Seks filmlerinin ilginç bir yanı da Mehmet Güler gibi yapımcı/yönetmenlerin montaj oda- Ticari sinema her dönemde hem iyi hem kötü ürünler verebiliyor, elbetteki benzerlikler vardır ama film üretimi ile ilgili mekanizmalar çok farklı. Eskiden sinema çok ucuz bir kitle ulaşım aracıydı. Filmler çok hızlı değişirdi ve iki film birden izlenirdi. Sinemaya ailece gidilirdi ve ortamlar gürültülüydü. İnsanlar filmlere tepki verir, birbirleriyle konuşur, çocuklar gezinir oynarlardı. Sinemaya gitmek sosyalleşmek demekti ve milyonlara ulaşırdı filmler. Günümüzün sinema filmleri büyük gişe yapsalar bile Yeşilçam filmlerinin ulaştığı kadar insana ulaşamıyorlar, küçük salonlarda orta Filmi yapmaya nasıl karar verdiniz? Süreç nasıl gelişti? Türk sinemasi 70lerde krize girdiğinde video teknolojisi bi’nevi yardımına koştu. Birçok yapım şirketi eski filmlerini video şirketlerini sattı. Bu şirketler özellikle Almanya piyasasına film pazarlıyorlardı, çok kârlı bir işti. Elbetteki biraz da gurbetçilerin hasret gidermeleriyle ilgiliydi bu durum ve Alman televizyonunda kendilerine hitap edecek programların da olmamasıyla alakalıydı. Uydu teknolojisi gelip Türk televizyon kanallarını izleme şansı bulduğumuzda video piyasası çöktü. Birçok filmin videoya transfer için Almanya’ya gelen negatifleri orda kalıp Türkiye’ye dönmedi ve çoğu imha edildi. Yeşilçam’ı Almanya’dan okumak çok ilginç geldi filmi izlediğimde. Filmde de birçok şeye olduğu gibi bu konuya da sadece değiniliyor. Nedir oradaki detaylı durum, araştırmalar- da nelerle karşılaştınız? 80li yıllarda Bati Almanya’da büyüdüğümden, Yeşilçam filmlerini dönemin video kulüplerinden izledim. Gurbetçilerin Türkiye ile tek teması video ve müzik kasetleriydi. Filmler ailece izlenir, ev ziyaretlerinde paso dönerdi. Filmlerin diyaloglarını ezbere bilirdik. 2005 yılında Türk sineması ve yeniden yapımlar üzerine bir mastr tezi yazdım, ardından belgeseli çekme fikri geldi. 2008 yılında çekimlere başladık. Ağustos 2014’de Locarno’da prömiyerini yaptık. Eminim gördüğümüz yaptığınız araştırmanın sadece çok küçük bir bölümü. Araştırmalar, röportajlar ya da filmlerden sahneler seçer kurgularken karşılaştığınız, başınıza gelmiş ilginç bir durum, kişi oldu mu? Çekim sürecinde bizi şaşırtan ve sevindiren yegane olay sabunlu şaryo oldu. Görüntü yönetmeni Çetin Tunca ve set emekçisi Selahattin Geçgel (lakabı Godzilla Selahattin) bize ahşaptan bir masa, iki ray ve dört sabun parçasından nasıl şaryo ürettiklerini gösterdiler, şaşa kaldık. Yeşilçam’da kadının pek rolü yok galiba. Röporajlarda çok az kadın var ve çoğu oyuncu. Gerçekten çok da oyunculuk dışında bir rolleri olmamasından mı yoksa denk gelmediği için mi? Yesilçam’da kadınlarin rolü elbetteki var, oran olarak diğer ticari sektörlerde neyse, Yesilçam’da da o kadar. Bu da filmimize yansıyor elbette ama kadın erkek oranları tamamen tesadüf. Mesela yönetmen Birsen Kaya var filmde. Türk sinemasının Yeşilçam döneminde iki kadın yönetmenlerinden birisi. Diğeri çok erken vefat eden Bilge Olgaç. Toprağı bol olsun. Yönettigi Kaşık Düşmanı filmi harükulade bir toplum taşlamasıdır, çok severim. Birsen Hanım’ın filmde yer alması tamamen tesadüf. Yani illa bir kadın yönetmen olsun demedik. Erdoğan Tokatlı Son Kuşlar için. Daha önce Arabesk ile ilgili bir film yaptınız sanırım. Şimdi Yeşilçam sineması ve ‘re-make’ durumu üzerine Motör’ü izliyoruz. Gelecekte de bir ‘Türkiye’de sex filmleri’ dönemine ilişkin birşey gelir mi acaba? Motör’ü izlerken seks filmlerinin çıktığı dönem, politik durum ve aslında muhafazakar hükümet halleri düşündürdü... Seks filmlerinin çok çarpıcı bir yani yok aslında, üzerine film yapmayi düşünmüyorum, çünkü bütün dünyada olan bir seks furyasının uzantısıydı. Bizde Memduh Ün’ün Kadınım filmi ile başladı furya, sonra İtalyan seks komedisi yıldızı Lando Buzzanca’ya benzediğinden, Sermet Serdengeçti ile yerli versiyonlarını çekmeye başladılar ve aldı başını gitti. Gittikçe daha sert oldu filmler. 1980’de ise bitti. Bitme- larında buldukları atılmış film parçalarından filmler üretmeleri. Başka seks filmi olmayan filmlere ait olan bu parçaların dublajını yaptırıp araya seks sahneleri yerleştirip büyük gişe yapan filmler üretmişler. O zaman yapılan filmler ile ilgili konuştuğunuz yönetmenlerden biri ‘ben film çekmedim’ diyor. O dönem filmlerinin asıl yapmak istediği şey olmadığından bahsediyor. Diğer taraftan 1000leri 2000leri salonlara dolduran bir sinema sektöründen bahsediliyor. Tamamen Hollywood’dan devşirme, kopya filmler ama salonlar doluyor. Bugün sinemanın geldiği noktada kapalı gişe oynayan, çoğu zaman ‘sulu zırtlak komedi’, ‘bel altı espri’, ‘basit’ denilen filmlere bakınca bir benzerlik, tanıdık bir durum görüyor musunuz? Bugün salonları dolduran film nasıl bir film sizce? sınıfın izlediği filmler bunlar, çünkü sinema artik pahalı birşey. Büyük kitlelere ulaşan ucuz kitle aracı ise televizyon, onunla beraber dizilerdir ve Yeşilçam’ın uzantısı dizi sektörüdür. Dizi sektörünün çarpık yapısı, üretim kosulları, sansür, basit hikayeler, yerlileştirmeler Yeşilçam’dan tanıdık. Son olarak filmi izlerken Emek sahnesi, Emek Bizim eylemleri geldiğinde gözlerimin dolduğunu söylemem lazım. Ne diyorsunuz, Emek elimizden çoktan gitti mi yoksa bizim olacak, bizim kalacak mı? Maalesef gitti, isteseler de geri getiremezler. 49 Prizmatik Soyutlamalar ve Ötesi Disiplinler arası sanat üretim pratiği çerçevesinde sanat üretimini gerçekleştiren sanatçı Lara Kamhi’nin çalışmalarındaki soyutlamaları sergilendiği alanlarla iletişim kuran önermeler içermektedir. Kamhi’nin çalışmalarına dair kendisi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide sanatçı Eli Kasavi ile birlikte açtıkları yeni medya sanat alanı Prizmaspace’e değindik. soyutlaştırıyorum. Bu süreç hem soyut hem de somut anlamda algılama süreçlerimiz ve filtrelerimiz gibi katmanları araştırıyor. Somut dünyayı soyutlaştırma süreçlerimizi araştırarak düşüncelerin ve oluş hallerinin özüne, çekirdeğine ulaşmanın gayretine giriyorum. Video, projeksiyon, resim çalışmalarında bireysel varoluş halleri üzerinden bir arayış anlarını yoğun bir şekilde görünür kılıyorsun. Ürettiğin çalışmaların içeriğine dair, daha açıklayıcı olması açısından ne söyleyebilirsin? Güncel hayatlarımızı yoğun bir görsel bulantı olarak tanımlamak abartmak olmaz. Sürekli, bir akış halinde sembollerin istilası altında kimlikler, kişilikler ve kararlar, kişisel ‘doğrular’ oluşturuyoruz. Çalışmalarımda, bu yoğun enformasyon okyanusunu içselleştirme süreçlerimizi ve bu süreçlerin yarattığı kırılma kopma anlarını, belki de illüzyon ve yanılsama olarak tanımlayabileceğimiz süreçleri araştırıyorum. Çalışmalarını ortaya çıkartman nasıl bir süreç izliyor? Çalışma sürecim paraleller halinde işliyor. Resim, heykel, video ve ses projelerim üzerine farklı zaman dilimlerinde yoğunlaşıyorum. Çalışmalarım bu farklı süreçlerin birleşiminden oluşuyor. Uzun yıllar üzerinde çalıştığım projelerim de, bir günde gerçekleştirmiş olduğum çalışmalarım da var. Mehmet Kahraman Yazar Bir video sanatçısı olarak öncelikle kendinden bahseder misin? İçinde büyüdüğün ortam sanatsal pratiğine nasıl bir katkı sağladı? Sinema ve medya sanatları eğitimi aldım, çalışmalarım da sinematik yaklaşımlardan besleniyor. Kendimi video sanatçısı olarak tanımlamıyorum. Pratiğime videoyu dahil ederken de kaydetmiş olduğum görsel enformasyonları projektörün de yardımıyla ışığa indirgiyor, soyutlaştırıyorum. Sürecim biraz da bir ressamın sürecine benziyor, ancak boya niyetine soyutlaştırılmış görüntü, ışık kullanıyorum. İçinde büyüdüğüm ortam ise çeşitli açılardan pratiğime yansıyor. Teknoloji ve sanat ile içli dışlı bir ailede büyüdüm. Bu durum ilgi alanlarımı Sanatçı olmanın dışında sanatçı Eli Kasavi ile birlikte Prizmaspace adında bir mekânın keşfedip, kişisel yaklaşımlar edinme sürecime olumlu katkılar sağladı. Video yerleştirmelerin mekânların mimari özellikleri ile ilişki içerisinde mi? Yeni medya sanatının birkaç yıldır görünür olması yaptığın çalışmaları nasıl etkiliyor? Özellikle eserlerinin oluşum süresinde bunun bir etkisi oluyor mu? Sürecim bir mimarın bir mekân ile olan ilişkisinden etkileniyor olsa da bundan farklı işliyor. Bir mekân ile tanışma sürecimde dokusunu keşfedip, hikayesini gözlemliyor, onunla fiziksel bir diyalog geliştirmeye başlıyorum. Mekâna yönelimim yoğunlukla fenomenolojik yaklaşımlardan etkileniyor. Gelişen teknoloji ve buna paralel olarak ilerleyen algı süreçlerimiz, değişen sosyal ve görsel normları dijital dünyanın gelişimiyle paralel değerlendirmek, ancak bu okumaları daha dokusal bir düzlemde yorumlamak ilgimi çekiyor. Çalışmalarım geleneksel pratikler ve analog medyumlardan daha fazla etkileniyor. Ancak yeni medya sanatının gelişimini de sıklıkla takip ediyorum. Genellikle çalışmalarına baktığımda soyutlanmış formlar veya belirsiz insan figürü olan videolarla karşılaşıyorum. Bu bir tercih mi? eş kuruculuğunu yapıyorsun? Prizmaspace İstanbul sanat ortamı için tam olarak ne öneriyor? Ortak atölyemizi paylaşma fikrinden yola çıkıp, genç çağdaş sanatçıların deneysel üretimlerini ‘müdahale’siz paylaşabilecekleri, ortak çalışma ve işbirliğini destekleyen sinematik ve interaktif bir proje mekânı olarak şekillendirdik PRIZMASPACE’i. Deneyim tabanlı sunum biçimlerine ağırlık veriyoruz, ancak salt güdüsel simülasyon bağımlılığını tatmin etmekten farklı olarak, içine girdiğimiz bu sarmal dijital çağı güncel sosyal oluşlarla birlikte değerlendirip sorular sorduğumuz, bu yaklaşımların sanattaki yeri, şekli ve yarattığı alternatif sunum biçimleri üzerine yoğunlaştığımız bir mekân PRIZMASPACE. Prizmaspace’in önümüzdeki yıl olarak nasıl bir program yoğunluğu var? 29 Ocak tarihinde Residency programımız kapsamında Güney Koreli çağdaş sanatçı Sejin Kim’in son dönem üretimlerini paylaşacağı kişisel sergisiyle programımıza devam ediyoruz. Yönetmen sergilerimiz kapsamında ise Mart ayında Ozan Adam ve Mayıs ayında genç Hırvat yönetmen Daina Oniunas-Pusic’in gösterimleri gerçekleşecek. Nisan ayında gerçekleşecek olan ikinci grup sergimiz ve Haziran ayında Eli Kasavi ile ortak kurguladığımız Moving Images #2 sergisiyle senelik programımızı sonlandıracağız. Önümüzdeki dönem kişisel olarak yapmayı planladığın veya katılmayı düşündüğün projeler var mı? Ocak ayının sonunda Mixer’de gerçekleşecek Olasılıklar ve Tercihler isimli karma sergi için Idios ve Koinos Kosmos serilerinin devamı niteliğinde yeni üretimler gerçekleştiriyorum. Ayrıca Eylül ayında Şili’nin Valdivia kentinde (MAC) Çağdaş Sanat Müzesi’nde gerçekleşecek olan Galaxias Maculatus sergisi için sanal gerçeklik üzerine bir proje geliştiriyorum. Görsel enformasyonları somut figürler halinde kaydedip çeşitli süreçlere tabi tutarak 51 !f 2 Filmleri sıra ödül sezonunun öne çıkan yapımlarının da Türkiye galalarına ev sahipliği yapıyor. !f2 için, !f İstanbul’un farklı bölümlerinden 5 film seçiliyor ve festivalin İstanbul ayağının son üç gününde gösterilen bu 5 film, aynı anda Anadolu’da 30’dan fazla şehirde ve Girne, Gümrü, Erivan, Kudüs ve Ramallah’daki sinemaseverlere ulaşıyor. 2 !f filmlerini !f İstanbul seçiyor, gösterimlerin organizasyonunu ise şehirlerdeki üniversiteler, dernekler, sanat inisiyatifleri ve sivil toplum kuruluşlardan sinemaseverler yapıyor. 5 senedir kesintisiz süren bu iş birliğine katılıp kendi şehrinizde !f filmlerinin gösterilmesini sağlamak istiyorsanız !f ekibiyle iletişime geçebilirsiniz. Bu bölümde ayrıca; yılın merakla beklenen filmi Birdman de Türkiye galasını yapacak filmler arasında... “Amores perros”, “21 Grams”, “Babel” ve “Biutiful” filmlerinin yönetmeni Alejandro González Iñárritu’nun merakla beklenen yeni harikası “Birdman”, Michael Keaton, Emma Stone, Zach Galifianakis, Edward Norton, Naomi Watts gibi ünlü oyuncuları buluşturuyor. Bir zamanlar ikonik bir süper kahramanı canlandırmış ama artık gözden düşmüş bir aktörün Raymond Carver’ın hikâyesinden uyarlanan bir Broadway oyununda rol kapma ve eski günlerine dönme çabasını anlatan film, “Boyhood” ile birlikte Oscar yarışının en güçlü adayı sayılıyor. İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, anime tutkunlarını mutlu edecek iki filmle geliyor. Anime ustası Isao Takahata’nın 14 yıl aradan sonra çektiği ilk film “The Tale Princess of Kaguya/Prenses Kaguya Masalı” ve Miyazaki’nin hayatının yanı sıra Ghibli Stüdyoları’nın kapanması haberinin gerisinde yatanları anlatan “The Kingdom of Dreams and Madness/Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı. “Life Itself” !f İstanbul’da 1890’ın co-sponsorluğunda gerçekleşecek ve Ana Sahne’de Just D ve Ah!Kosmos’un setleriyle başlayacak gecenin yıldızı ise Çek asıllı İngiliz müzisyen Emika! Gecede ayrıca, ana sahne dışında arka odada müzik durmadan devam edecek ve Ece Özel ile Candaş Baş’ın geceye özel setleri alternatif arayanları dansa çağıracak. Amerika’da film eleştirisine olan önyargıları !f’in Beklenen Filmlerinden Biri Daha; Birdman !f İstanbul, bu yıl da Sundance’ten Venedik’e, Toronto’dan Cannes’a, dünyanın önemli fes- 2015’in !f 2 filmleri şu şekilde; 1001 Gram / Bent Hamer Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi / Ossama Mohammed, Wiam Simav Bedirxan* Hayat Var! Yırca, Validebağ / Ölmez Ağaç: Yırca Direnişi: Kazım Kızıl, Validebağ Direnişi: Hakan Tosun* Yes Men İsyanda / Laura Nix, The Yes Men* Yuva Öğretmeni (Haganenet) / Nadav Lapid* değiştiren, Pulitzer ödülü alan ilk film eleştirmeni Roger Ebert’in hayatını anlatan “Life Itself/Hayatın Kendisi”, Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da gösterilecek. “Hoop Dreams”, “The Interrupters” gibi ödüllü filmleriyle tanıdığımız, belgesel sinemanın ustalarından Steve James’in yönettiği film, sinema tutkunlarını efsane eleştirmenin hayatına dair samimi ve duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. İlk gösterimini Sundance’te yapan, Cannes’da da özel bir gösterimle taçlandırılan “Hayatın Kendisi”, Oscar yarışının da en gözde belgesellerinden. !f Music Partisinin Konuğu Emika Bu yıl dördüncü yaşını kutlayacak olan !f music, müziği sinemaya, sinemayı sahneye taşımaya ve “Düne, bugüne, yarına!” vurgulu partileriyle de İstanbul gece hayatını hareketlendirmeye devam ediyor. !f İstanbul’dan önce “merhaba” demeyi geleneksel hale getiren !f music, ilk partisini 23 Ocak’ta The Hall’da veriyor. Anime Tutkunlarına !f’ten Güzel Haberler İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek. tivallerinde büyük ilgi görmüş filmlerin yanı 70’lerin kült animasyonu Heidi’nin yönetmenliğinin yanı sıra “Grave of the Fireflies”, “Only Yesterday”, “My Neighbors the Yamadas” gibi pek çok kült animeye imza atmış Isao Takahata’nın 14 yıl aradan sonra çektiği ilk film de olan “The Tale Princess of Kaguya/Prenses Kaguya Masalı”, yaşlı bir çiftin ormanda bulup büyüttükleri sihirli bir bebeğin masalsı hikâyesini anlatıyor. Festivalin Ghibli Stüdyoları’na selam gönderdiği bir diğer film ise, “Oyun” bölümünde gösterilecek “The Kingdom of Dreams and Madness/ Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı”. Anime dünyasının ustası Hayao Miyazaki’nin hayatını konu alan film aynı zamanda, “Spirited Away”, “My Neighbor Totoro”, “Princess Mononoke” gibi anime klasiklerini yaratmış Ghibli Stüdyoları’nın artık üretimleri durduracağı açıklamasının ardında yaşananları anlatmasıyla da türün tutkunlarını heyecanlandıran bir belgesel. Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde 12 Şubat’ta başlayacak 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması’na katılacak filmler belli oldu. !f İstanbul’un geçen yıl başlattığı ve dünyadan aktivist filmlerin yarıştığı Aşk & Başka Bi’ Dünya’da ABD, Danimarka, Fransa, Hindistan, İrlanda, Kanada, Kolombiya, Norveç, Polonya, Rusya, Suriye ve Ukrayna’dan toplam 8 film jüri önüne çıkacak. Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın bu yılki jürisinde sinema ve aktivizm dünyasının usta isimleri bir araya geliyor. Eşi Atom Egoyan’ın “Exotica”, “The Sweet Hereafter”, “Felicia’s Journey” gibi pek çok filminde başrolün yanı sıra, “À ma soeur!”, “Code inconnu” gibi pek çok ünlü ve ödüllü filmde rol almış Beyrut asıllı oyuncu Arsinée Khanjian, “Some Distant Day”, “Kurdi”, “Islamophobia” gibi pek çok filmde yapımcılık yapmış Marie Olesen ve barış mücadelesi, antimilitarizm, insan haklarıyla ilgili çalışan birçok STK ve hareketle yaptığı sayısız çalışmayla tanıdığımız sosyolog, feminist ve yazar Pınar Selek’ten oluşan jüri, “yılın en yaratıcı müdahalesini” seçecek. lerce Yeşilçam filminin ve yaptığı yüze yakın söyleşinin ürünü olarak yedi yılda tamamladığı “Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması”. 1960 ve 1970’lerde dünyanın en büyük film üreticilerinden birine dönüşen Yeşilçam’ın Tarzan’dan Drakula’ya, Oz Büyücüsü’nden Uzay Yolu’na, pek çok Batı çıkışlı filmin Türk versiyonlarını çekme süreçlerini konu alan film, Locarno ve Berlinale’de gösterilen 97 dakikalık özel kopyasıyla Türkiye’de ilk kez seyirci karşısına çıkacak. Bütün Mahalleli Duysun Türk sinemasının en önemli kurgucularından Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” adlı video yerleştirmesi ilk kez !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde sergilenecek. “Mahalleye Gelen Gelin”den “Selvi Boylum Al Yazmalım”a, “Postacı”dan “Gırgıriyede Şenlik Var” ve “Adı Vasfiye”ye, 60 ve 80 yılları arası Berlinale’nin filmleri !f İstanbul’da 12 Şubat’ta başlayacak 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, Berlin Film Fes- Türkiye’de çekilmiş filmlerden kurgulanmış mahalle sahnelerini bir araya getiren video, bir yandan nostalji yaşatırken bir yandan da toplumsal normlarımızın yıllar içinde değişen ve değişmeyen halleriyle yüzleştiriyor. tivali’nin merakla beklenen filmlerini İstanbul’a getiriyor. Dün başlayan festivalden yedi film, Berlinale’den hemen sonra dünyada ilk kez !f İstanbul’a konuk olurken, yılın gizli hazinelerinden “Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması”, özel kurgusuyla gösterilecek. 17 Şubat’ta sergilenmeye başlayacak olan video, 1 Mart’a dek SALT Beyoğlu’nda ücretsiz izlenebilecek. Çekmeceler İlk filmleri “Zenne”yle büyük ilgi gören M.Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmleri “Çekmeceler”, dünya prömiyerini !f İstanbul’da yapıyor. Festivalin “Digiturk Galaları” bölümünde gösterilecek olan ve senaryosu Türkiye asıllı yönetmen Cem Kaya’nın bin- 53 Guy Maddin İstanbul’da 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin dünyaca ünlü konuklarından biri de “Kanada’nın David Lynch’i” olarak anılan Guy Maddin. Usta yönetmenin merakla beklenen ve Roy Dupuis, Geraldine Chaplin, Udo Türkiye’de ilk kez gösterilecek bu filmler arasında; 2013 Nisanında Jean Genet’nin Fas’ın Laraş kentinde bulunan mezarını ziyaret eden Patti Smith’i yol boyunca izleyen ve onun 30 yıl boyunca Genet için sakladığı taşları bırakışını anlatan 7 dakikalık enfes kısa film, “Three Stones for Jean Genet”; Karanlık ve rahatsız edici eserleriyle ünlü, beat kuşağının yaratıcılarından Amerikalı yazar William S. Burroughs’un trajik ve sıradışı yaşamının bilinmedik derinliklerine inen, 31 yıl sonra restore edilmiş kopyasıyla gösterilecek olan “Burroughs: The Movie/Burroughs”; Chantal Akerman ile modern dansın tanrıçası Pina Bausch’u bir araya getiren, Wuppertal Tanztheater’ın Avrupa turnesi boyunca Bausch’u izleyerek bir süre sonra Akerman’ın kişisel filmine dönüşen, “One Day Pina Asked…” !f İstanbul’un bir diğer sürprizi ise, Maddin’in “Hauntings I” adlı yerleştirmesi olacak. Maddin’in F.W. Murnau, Fritz Lang, Hollis Frampton, Victor Sjöström, Jean Vigo, Kenji Mizoguchi ve Josef von Sternberg gibi efsanevi sinemacıların tamamlanmamış işlerinden seçtiği parçalarla paralel bir evren yarattığı bu 11 kanallı yerleştirme, Astel Profesyonel Görüntü Sistemleri katkılarıyla 12-21 Şubat tarihleri arasında SALT Beyoğlu’nda sergilenecek. Pedro Costa !f İstanbul’da New Yorker’ın yaşayan en önemli 10 yönetmenden birisi olarak gösterdiği, The Guardian’ın “Sinemanın Beckett’i” sözleriyle övdüğü 68 yılının yazında turne yolundaki The Doors’u izleyerek bir yandan grubun içinde neler olup bittiğine çok yakından tanıklık eden, bir yandan da konserlerden parçalar dinleten, The Doors tarafından yapılmış, kameranın The Doors’un elemanları arasında dolaştığı tek film olan “Feast of Friends” ve usta belgeselci Peter Whitehead’ın Syd Barrett dönemi Pink Floyd’unu, klasik 60’lar sonu şarkılarının olduğu performanslarıyla kameraya çektiği, “Pink Floyd London ‘66-’67” bulunuyor. İran Sinemasının İlk Vampir Filmi !f İstanbul’da İran sinemasının ilk vampir filmi olan “A Girl Walks Home Alone at Night”, Türkiye’de ilk kez !f İstanbul’da gösterilecek. Kısalarıyla pek çok ödül kazanmış İranlı kadın yönetmen Melis Behlil’in moderatörlüğünde yapılacak ve “Geçmişin Büyüsü: Sessiz Sinema, Sürrealizm ve Yasaklanmış Odalardan Hikâyeler” başlığını taşıyan Guy Maddin söyleşisi ise, 14 Şubat Cumartesi günü SALT Beyoğlu’nda ücretsiz olarak gerçekleşecek. İkon İsimler !f İstanbul’da 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin bu yılki yeni bölümü “Aziz(e)ler, Şairler ve Meczuplar”, hayat hikâyeleri ve eserleriyle ikonlaşmış sanatçıları ve sinemacıları tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek. Ana Lily Amirpour’un ilk uzunu da olan film, İran’daki Bad City adlı bir hayalet kasabada geçiyor ve bu çivisi çıkmış kasabaya yeni gelmiş Pedro Costa’nın son başyapıtı “Horse Money/ At Parası” festivalin Özel Gösterimler bölümünde seyirciyle buluşacak. Usta yönetmenin Lizbon’un gecekondu mahallesi Fontainhas’ta 1994 yılından beri Cape Verdeli göçmenlerle birlikte çektiği “Bones/ Kemikler” ve “Colossal Youth/Gençler Yürüyor”dan sonra Fontiainhas Üçlemesi’ni tamamladığı “At Parası”, büyüleyici ve minimalist anlatımıyla seyirciyi hem ışığın hem de karanlığın içinden bir yolculuğa çıkaran büyüleyici bir deneyim. Pedro Costa aynı zamanda, “At Parası”nı, Fontainhas’ı ve büyüleyici sinemasını konuşacağı !f İstanbul’a özel bir söyleşiye de katılacak. “Gerçekliğin Dokusu: Post-Belgesel, Şiir ve Işık Üzerine” başlığını taşıyan bu sohbet, 18 Şubat Çarşamba günü saat 18:00’de SALT Beyoğlu’nda ücretsiz olarak gerçekleşecek. Galeri 77 Daron Mouradian, “Mademoiselle” Oil on canvas 120x100 cm 2013 Kier, Charlotte Rampling, Amira Casar gibi iddialı bir kadroyu bir araya getiren son filmi “The Forbidden Room” da festivalin Digiturk Galaları bölümünde seyirciyle buluşacak. gizemli bir kadının hikâyesini anlatıyor. Western ve vampir türlerini karıştırıp sonunda etkileyici bir aşk filmine dönüşen “A Girl Walks Home Alone at Night”, stilistik olarak Jean Vigo, Jean Cocteau, Luis Bunuel gibi yönetmenlerin filmleriyle, konusuyla da kült İsveç vampir filmi “Let the Right One In/Gir Kanıma”yla karşılaştırılıyor. Siyah beyaz çekilen film aynı zamanda, estetiği ve ustaca tasarlanmış sahneleriyle David Lynch dünyasının garip gerçeküstücülüğünü ve Sergio Leone filmlerinin kaynayan gerginliğini bir araya getirdiği yorumlarıyla karşılanıyor. İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015 Henri Matisse 70’lerden günümüze uzanan hikâyeyi dans, dekor, kostüm ve makyajı harmanlayan görsel bir şölenle anlatan filmin başrollerinde ise Ece Dizdar, Taner Birsel, Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın ve Hakan Çimenser bulunuyor. bir araya getiriyor ve onların yıllar öncesinde çekilmiş ama ya çok az kişiye ulaşmış ya da hiç gösterilmemiş filmlerini gün ışığına çıkarıyor. CREATIVITY TAKES COURAGE gerçek olay ve kişilerden esinlenilerek yazılan film, otuzlarının başındaki Deniz’in doğum gününde kanlar içinde hastaneye kaldırılmasının ardında yatan gerçekleri konu alıyor. 55 resimlerine bakın dört ayağı var derler ve tüm ayakları göstererek çizerler. Minyatürlerde de her şey apaçık ortadadır. Ağaçları gizlemezler. Perspektif çıktıktan sonra bu tamamen değişti. Diyelim ki dağın arkasında tavşan var. Önünde de var. Arkasına baktığımızda gördüğümüz tavşanı çizerken göstermiyoruz. Bu kurallar silsilesi içinde yapılıyor sanat. Ama minyatürlere baktığınızda bu kurallar yok. Başkalarının dikten sonra Diyarbakır’ın Ergani ilçesi içinde Dicle İlk Öğretmen Okulu’na atandım. Orada da insan yalnız kaldığı zaman çevredeki olanakları değerlendirmek gerekiyor. Her sınıfın da ayrı ayrı bir kitaplığı vardı. Ders saatleri dışında resim yapma ve bol bol kitap okuma fırsatımız oluyordu. Orada ben dördüncü resim öğretmeniydim. Müzik öğretmenleri de vardı. Öyle bir ortama vardığınızda insan doğal ola- Tersten Okuma Pratiğinde Süren Sanat/Yaşam Nazlı Pektaş Yazar Geçtiğimiz Eylül ayında SALT Galata’da, ardından da Kasım ayında, Ankara’da SALT Ulus’ta açılan İngiltere’den Sevgilerle, İsmail Saray; sanatçının 20 yıldan sonra Türkiye’deki ilk sergisiydi. İsmail Saray’ın yaşamı ve sanat üretimi pratiği üzerine son iki yıldır kapsamlı bir araştırma yürüten SALT, sanatçının üretimi ve dönemini inceleyerek Türkiye sanat tarihi belleğine önemli bir katkıda bulundu. Elif Dastarlı dergimizde yayımlanan “İngiltere’den Sevgilerle, İsmail Saray” sergisi hakkındaki yazısında İsmail Saray’ın üretimi için; “sanat ile hayatın muzip giriftliğini gösteriyor” derken hiç de haksız sayılmaz. Zira Saray’ın üretiminde okunan ironi; Dastarlı’nın bu saptamasını haklı çıkarır zenginliktedir. İsmail Saray ile Salt Galata’da buluştuk. Ankara sergisi devam ederken; Londra’da bulunan güncel sanat sergi merkezi Raven Row’da küratörlük ve direktör yardımcılığı yapan Antony Hudek, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ve İsmail Saray, sanatçının Türkiye ve İngiltere’de yürüttüğü pratiği ile işlerinde incelediği meseleler üzerine söyleşeceklerdi. Ben de bu söyleşiyi dinlemek üzere Ankara’ya davet edilmiştim. Fakat sert hava koşulları sebebiyle, söyleşi Salt Galata’da gerçekleşti. Söyleşi sonunda İsmail Saray ile söyleşi ekseninde başlayan, yaşamına ve üretimine doğru yol alan bir sohbet gerçekleştirdik. İçinden geçtiğiniz hayatı sanata çevirirken; üretimlerinize baktığımda pek çok konuda tersten okuma önerdiğinizi görüyorum. Bunu niçin yapıyorsunuz? İsmail Saray: Toplum kural koyan kişilerin etkisi altındadır. Birisi bağırdığında bizler onun etkisi altına girer, alıcı oluruz. Bir kanun çıkarıldığında ise biz onun uygulayıcısı oluruz ama nasıl uygulanabileceği konusunda pek de fikrimiz yoktur. Bu tersten okuma meselesi böylesi durumlar için soru önerir: Acaba bizden ne isteniyor? O mu? Şu mu? Detaya inilmeden koyulan yasaklar. Kurallar içinde yaşadığımız için bazı şeyleri olduğu gibi alan alıcılar olarak bizler; soru sormaya başladığımızda bir noktada tersten okuma yapmış oluyoruz. Soru sorduğunuzda bir yanıt sahibi oluyorsunuz. Bu sanatçının üretiminin ilk başında itibaren yaptığı bir refleks aslında. Baktığımız yere göre bu açı değişir. Sizin baktığınız kitaba, ben oturduğum yere göre tersten bakıyorum. Sizin sağ elinizin karşılığı benim sol elim ve siz soldan sağa doğru yazarsanız ben onu sağdan sola doğru algılamaktayım. Algılamayı değiştiren pek çok öge vardır. Ben tüm duyu organlarımı (Cognitive approach) işin içine katarak algımı tamamlamaya çalışıyorum. Ama bu da bedensel farklılıklara göre de değişir. Zayıflar, şişmanlar, uzunlar kısalar... Farklı okuma biçimleri başkasına göre okuma dünya ile kurduğumuz ilişkiyi zenginleştirir. Farklı çözümler üretir. Sıcaklık/soğukluğa bakar. Kural koyanlar ve onu uygulayanlar. Karşıtlıklar arasında biz dağılmış vaziyetteyiz ve sanatçılar bu durumun dışında kalarak bağlantı kuran kişilerdir. http://www.artfulliving.com.tr/haber_detay/1278/sanat_ile_hayatin_muzipce_giriftliindeismail_saraydan_sevgilerle (18 Ocak 2015) Algı ile oynamak üzere kurulu işleriniz. İsmail Saray: Sanatçılar ilk başta sınırlandırılmışlardı. Siz ressamsınız resim yapın. Peki bir şey duymayayım mı? Karşıdaki ağaçta kuşlar var. O ses ne olacak? Çocukların masa görmediği şeyi resminize ya da üretiminize yansıttığınızda nereden çıktı diyorlar. Ama ben bunu görüyorum ve bilgimle yüzeye yansıtıyorum. İngiltere’de yaptığım bir işte, uzun süredir silinmemiş olan bir camın yarısını sildim. Cam saydam bir şey. Sildikten sonra evet burada cam varmış derken onun varlığını tekrar kanıtlamış oldum. İşte böyle bir durum nesnelerin varlığını tekrar ön plana getiriyor ve kişileri düşündürüyor. rak etkilenir. Benim matematiksel – rasyonel ve pragmatik bir yaklaşımımda da vardır. Bunu getirdiği bir sorup soruşturma yöntemim de var. Ve orada da birlikte neler yapabiliriz diye düşündüm. Ben akademik anlamda bir sanat eğitimi almadım buradaki akademiden mezun olan sanatçılar gibi değilim. Gazi Eğitim Enstitüsünden çıkışlı olan ben ve diğer arkadaşlarım da bu güdüyle bulunduğumuz yerlerde görev yaptık. Aldığım eğitimle bağlantılı olarak içinde bulunduğum ortamın sorumlusu olarak görüyorum kendimi. Bu cevabınız ile bağlantılı olarak yeri gelmişken Gazi Eğitim Enstitüsündeki öğrencilik yıllarınızdan söz eder misiniz? Aynı dönemi kimlerle paylaştınız? Sanat eğitimi almak ve bu eğitimi aktarmak konusunda sizi biçimlendiren temel ne oldu? İsmail Saray: Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdikten sonra, oradaki olanaklar, sanat - el sanatları öğretmenliği ve eğitimi beni hiç yadırgatmadı. Hemen uyum gösterdim. Maddeye ve tekniğe dayalı çalışmalar bana hiç yabancı gelmedi. Birinci yıl, atölye ve 2- 4 haftalık süreli çalışmalar, sonra ağırlığı resim/desen ve grafik tekniklerini içerecek şekilde sürdü. İkinci yıl da resim ve grafik dallarından ben resmi seçtim. Üçüncü yıl ise tüm süreyi resim ve ek olarak da, atölye derslerinden tekniğe dayalı ağırlıklı bir atölye çalışmalarından modelaj dersini seçtim. (Kil, alçı, ve diğer maddeleri de içeren heykel çalışmalarından oluşmaktaydı.) O dönemde bizlere Adnan Turani, Mustafa Tömekçe, Kayhan Keskinok, Burhan Alkar, Nevide Gakaydın, Hidayet Telli, Nevzat Akoral, ve birçok değerli eğitimcilerin büyük katkısı olmuştu. Özellikle o dönemlerde Adnan Turani ‘Sanat ve Sanatçılar’ adlı bir dergi çıkartmaya başlamıştı. Bu dergiye teknik olarak da o dönemdeki bazı öğrencilerin de katkısı büyüktü. Bu dönemlerdeki arkadaşların isimlerini tek tek saymak biraz güç, fakat bazılarıyla doğal olarak daha sonraları Avrupa’da görüştük ve Türkiye’de de birlikte çalıştık, ortak sergiler açtık. Gazi Eğitim bizleri gerçekten yalnız eğitime değil, Türkiye’nin dört bucağından gelen yeni Türkiye’ye döndüğünde Samsun’da Eğitim Enstitüsü’nde öğretmen olarak çalışırken; bir yandan, İstanbul’daki sergilerin yanı sıra, 1977 Paris Bienali’nin de aralarında bulunduğu yurt dışı sergilerine iş gönderirken bir yandan da oradaki sanat eğitimini iyileştirmek üzere çalışmalar yaptınız. Samsun Eğitim Enstitüsü’nde sanat kitaplarına odaklı bir kütüphane kurulması için uğraş verdiniz. Enstitü yöneticilerini kütüphane için bir bütçe oluşturmaya ikna ettiniz ve kütüphaneyi uluslararası sanat dergilerine abone yaptınız.; İstanbul seyahatlerinde bu kütüphane için kitaplar aldınız. Tüm bunlar camı silmek gibi. Orada da hayat var ve büyük kentlerden aslında bir farkı yok. Sadece hatırlatmak lazım ve bu büyük bir sorumluluk. İsmail Saray: Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitir- 57 şeyler öğrenmeye susamış gençleri hayata da hazırladı. Gerek öğretim görevlileri gerekse Gazi’deki hayat, bizleri yaşamla bütünlük göstermeyi bilen kişiler yaptı. Üç yıl boyunca sık sık konserlere, tiyatrolara, opera ve bale gösterilerine, sinema ve sergilere, konferanslara gidiyor, yatılı bir kuruluş içinde olduğumuzdan arta kalan zamanımızı kitap okumaya kendi aramızdaki tartışmalara, atölye dışı çalışmalarına ayırıyorduk. Nesnelerin dilinden konuşuyorsunuz. İsmail Saray: İnsan özgürlük içinde düşünmeli ve üretmeli. Üç boyutla ilgilenen kişile- daki sanat üretimine katkısı olan bir öge artık. Bu nedenle Salt’ın oluşturduğu bir hareket var. O hareketin içindeki ögelerinin seçilmesi bu kuruluşun kurallarına göre yapılmakta. Pasif de değil üstelik. Bakkal dükkanı da değil. Diyelim ki bakkal dükkanı ama dünyada hiç görülmemiş bir meyveyi dükkanın önüne koyan bir durumu var. Yüzlerce kişiye acaba bu nedir? Ben bunu hiç görmemiştim dedirten bir yönü var. Duygu (Demir) başlangıçta bu durumu belirledi. Ve bana dedi ki: “Senin ile ilgili araştırma yapmaya başladığımda seni bilenler vardı ama şimdi ne yapıyor diye sorduğumda kimseden yanıt alamadım. Birlikte çalışan insanlar Bu serginin ismindeki ironi külliyatınız içinde kopup geliyor. “İngiltere’den Sevgilerle” derken aslında merhaba ben buradayım diyor ve hatırlamayanlara sesleniyorsunuz. Sergi adıyla; kültür kurumlarına, galerilere, sanat yazarlarına, sanatçılara, küratörlere ve akademisyenlere belleksizliği hatırlatarak onları da tersten okumaya mı ediyor? İsmail Saray: Gerçekten susanların susmaması gerekiyor. İngiltere’de de benzer unutkanlıklarla karşılaşıyoruz. Herkesin içinde bulunduğu duruma tepki vermesi gerekli. Öyle bir serbesti içinde bulunmayan insanlar kendilerini sınırlandırırlar. Sosyal gruplar içinde yansıma yoksa demek ki bir problem var. Tüm sergi izleyenler için bir uyarıcı aslında. Bu söylediklerinizden şunu anlıyorum. Serginin tümü tıpkı sanat üretiminiz gibi karşı tarafı uyarıcı bir mana taşıyordu Bu da sizin sanatsal pratiği ve politik aktivizmi birlikte yürütmenizle ilgili. Ve bu sergi arşivinizi sunmakla birlikte asla durağan değil. Aksine harekete geçirici bir sergiydi. İsmail Saray: Beni de harekete geçirdi. Çünkü işlerin tamamını bir arada görebildim. Herkes getirdiği şeyleri yerlere serince ne kadar çok şey vardı dedik. Serginin bazı kapıları aralayan bir yanı vardı. Çalışmalar arasındaki bağlantıyı ben de yana yana görebildim ve bunu Salt oluşturdu. rin çoğunun dünyası her zaman geniştir. Pek çok malzeme ile çalışabilirsiniz. Resim, ağaç, bronz, film, fotoğraf... Peki kavramsal sanatla ilgilendiğinizde diyelim ki birisine bir şey fırlatıyorsunuz, taş ya da kartopu. Bu malzemelerin neyi işaretlediğini bilmeniz gerekli. Neye ulaşmak istiyorum? Bu artık yaratıcılığa girer. Yapılan her şeyin bir kaç basamağı var. Bu basamakların sayısını arttırmamız gerekiyor. Düşünce yaratıcılıkta genellikle ilk basamakta kalır. Resmi ben böyle görüyorum. Ama üç boyutlu sanatlarda farklı algılar devreye giriyor. Ses, ışık, dokunma, tatma, koklama ve ayrıca zaman/süre/hareket vs. Sergi, “İngiltere’den Sevgilerle” başlığı ile Türkiye’de hemen her alanda oluşan belleksizliğe dokunuyor onu tersten okutuyor ve 1970’ler ile 80’lerin başlarında Türkiye kültür ve sanat ortamında belirleyici bir konuma sahip olan ve zamanının ötesinde bir üretim yapan İsmail Saray’ı hatırlatıyor. İsmail Saray: Türkiye eskisi gibi değil, dünya- bile yanıtsız bıraktılar. Detaya inmiyorlardı ve kafamda sorular oluştu.” En sonunda Ahmet Öktem ile konuşuyor ve o da benim 70’li yıllarda yaptıklarımı anlatıyor. Haberiniz var mı diye soruyor Ahmet: Samsun’a ilk gittiğim dönemde Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne katılan sanatçılara anonim olarak gönderdiğim Leonardo da Vinci adlı kitabımdan bahsediyor. O dönemde arkadaşlarıma bile yolladığım bu kitaptan bana kimse söz etmedi. Ahmet de bunu bana sonradan söyledi. Akademide pek çok insan aldıysa da kimse birbirine bu kitapçıktan söz etmedi diye anlatmıştı. Farklılıkların diyaloğunu içerde maalesef oluşturamadık. Bana bir şey at. Buna ben izin mi vermeliyim? Lütfen bir diyalog olsun. Kendimizi köşelere itmeyelim sosyal yapının bir parçasıyız. Şimdilerde büyük bir serbestlik var fakat bunun içinde büyük bir kısıtlama içindeyiz. Birbirimizle girdiğimiz ilişki içinde kaybetme korkusu var. Birbirimizden bir şeyler isterken basamaklara göre mi hareket ediyoruz. Korkularımız, koşullarımız mı var? Bu durum beni yaratıcılığa yönlendiriyor / getiriyor. Peki biraz geriye dönmek istedim. İngiltere’ye gitmek kararını almak kolay oldu mu? İsmail Saray: Eşimde ben de gitmek istemedik. Hatta illa başkentte veya büyük bir şehirde bir görev olsun istemedik. Köye gidelim dedik. Atamamı merkeze almışlardı ve Samsun Eğitim Enstitüsünde artık eğitim veremiyordum. Atamam durdurulmuştu. Beni başka bir yere atamaları gerekiyordu. Bir köye atayın ve görün oradaki çocukların hepsi altı ay içinde İngilizceyi çok iyi konuşacaklar dedim. Eşim moda desinatörüdür oradaki kadınlar da altı ay içinde dikişi çok iyi öğrenekler biz oradaki insanlar için iyi bir kaynak olacağız dedim. İstan- bul’a Ankara’ya yığılalım meselesi yoktu. Fakat değerleri iyi kullanabilmenin farkına vardıysa insan; boya yoksa boya yapmanın yollarını bulabildiğini fark edebilirse mutlu olur. Nereye gönderirlerse gidecektik. Zaman içinde farklı durumlar ortaya çıkacaktı. Pek çok insan tutuklanmaya başlamıştı. Kalan arkadaşlarım içinde aileleri dağılan kişiler de vardı. Biz de karar verdik ve eşim İngiliz olduğu için İngiltere’ye gittik. Sanat eğitimi içinde seçme ve seçilme meselesi zaman zaman kafa karıştırcı olabiliyor. Siz de devlet bursuyla İngiltere’de eğitim almış bir sanatçı olarak bu konuda neler söylemek istersiniz? İsmail Saray: Seçme ve seçilme gerçekten büyük bir sorun. Ben de böyle bir seçimle burs alarak İngiltere’ye gittim. Yeteneklerimizin gücü ve o dönemdeki yöneticilerde bıraktığımız ize göre seçilmiştik. İngiltere’de de aynı şeylerle karşılaştım. Herhangi bir okulda bu durum karşınıza çıkar. Bu seçim yaşamınıza yön veriyor. Subjektif, bir yığın değerlendirme sistemi var. Hemen her kurumda var bu. Bunları hareket geçirirken kendi çıkarımız doğrultusunda mı yapıyoruz? İngiltere’deki eğitimden Türkiye’ye döndükten sonra beni bir yere tayin edeceklerdi. Bu elbette kurallar içinde oldu. Ama 1968 de heykel eğitimi için ben İngiltere’yi seçtim. Bu oldukça rasyonel bir şeydi. Yapılan sınavlardan sonra ben seçildim. Bu biraz da gerek yetenek gerekse bu işi samimice ciddiye almış izlenimi bırakmış olmamdan ileri gelebilir? Belki de çocukların oynadığı ‘Üç Taş’ oyunu gibi bir şey de olmuş olabilir. Bu konu ile ilgili bir işim var “Üç Taş” oyunun da düşünsel bir seçenek var. Karar vermede süre daraldıkça baskı yoğunlaşıyor ve rasyonellik ortadan kalkıp yerini harekete bırakıyor. Bu an artık yanılgıyı algılayamıyoruz ve geri dönmek kurallarda yok. Yani taşı geriye götürmek yok. Artık o an her şeye siz karar vereceksiniz. A ve B hareketinin arasındaki farklılığa nasıl karar veriyoruz ki? Gözümüzün bu farklılığı görmeme hali. Benim yapacağım hata bazen başkasının işine yarayabilir. Seçme ve seçilmenin başında bu var. Hamlenize göre oyun ya devam ediyor ya da bitiyor. Bunu, kurumların seçimine bağlarsak on iki jüri üyesinin değişen karar verme durumuna, kargaşasına göre birilerinin hayatı biçimleniyor. Kraliçe’de buna benzer bir seçim yapıyor, Cumhurbaşkanı da, sırası geldiğinde bir vatandaş da... sız kurallar geleneğine karşıyım. Kuruluşu beğenmiyorsam içine girmem. Ama girdiğimde, sonradan otoritenin uygulamaya çalıştığı iletişimsizliğe dayalı, çıkar ilişkisinin şekillendirdiği kurallara karşı çıkmak doğal. Düşüncemizi Bu seçme ve seçilme yaratıcılık ve yaratma süreci ile de yakından ilgilidir. ‘Artist Placement Group’ APG’de rastgele bir insan olarak sanatçılar seçildi. Hiç bir kurala göre seçilmemişler- Kavramsal sanatın üretim dinamiğini nasıl tanımlarsınız? İsmail Saray: Kavramsal sanatın getirdiği bir üretme direnişi vardır. Taklide girmeksizin olmalıdır her şey. Aslolan her tarafı altı olan zarı atmak değildir. Fakat ne yazık ki kavramsal sanatta böyle durumlarla karşılaşıyoruz. Herkes yaptı ben de yapabilirim. Kavramsal sanat kolay gibi geliyor bazen. Hazır bir nesneyi kullandığımızda kimse hayır diyemiyor. Hiç yapılmamış bir şeyi denemekten kaçınıyorlar çoğu zaman. Diyarbakır’a gittiğimde yaptığım ilk şey şuydu: Natürmort yapmak için, pek çok farklı şey getirdim. Kurnaz, kolaya kaçan bir eğitimci olsaydım; Cèzanne’ın objelerini getirirdim. Çocuklar da gördüklerini yapar ve hepsi de olumlu bir iş çıkartabilirlerdi. Ama birbirinden farklı ögeler getirirsem; tüm bunlar öncelikle resimden önce heykele yaklaşan bir enstalasyon çalışması olurdu. Öğrencileri gruplaştırarak, üçer ya da dörder obje seçin ve yerleştirin dedim. Böylece sürekli bir devinim oluşturacak ve birbirinden farklı şeyler ortaya çıkacak kanısındaydım. Eğitimde bazı basamaklar vardır. Bunların başında önce hazırlık gelir. En önemlisi de öğrencilere ne sunduğun değil, ne kazanmalarının gerektiğinin farkında olmaktır. di... O kişiler hür olarak, herhangi bir koşula bağlı olmadan sanatsal faaliyet içerisine girdiler. Dört beş yıl devam etti.... Başka kuruluşlar daha sonra bunun ismini Artist Recidency olarak değiştirdiler. Böyle örnekler tarihte de çok. Saray ressamları var. Mediciler’in ressamları var vs. Ama tamamen hür değiller. Seçme seçilme dönüp dolaşıp varsayıma geliyor. Yeteneklere bakarken o kişi hakkında ileriye dönük fikirler üretiliyor. Şunu netleştirmek isterim. Kurumlara mı uygulanan kurallara mı karşısınız? İsmail Saray: Kurumlar içinde yer alan mantık- subjektife doğru iten uygulamalara karşıyım. Burada asıl derdim devlet kurumları ile. Vergisini veren biri olarak eşit koşullarda, yararlanmalardan hak alabilmeliyiz. Halkın adına karar veren insanlar subjektif olmamalı. Az önce sözünü ettiğim üç taş bu durumun en öz örneği. (Bu ‘Üç Kağıtçılık’ la karıştırılmamalı) 59 sıçrayışlarla zihinsel hafriyatını bir sonradan bakma eylemi halinde gerçekleştiriyor.” Gecenin karanlığına kollarını uzatan baharlanmış bir ağaç, kesme tahtasının üzerindeki ayıklanmış fasulyeler ve flaşın ışığıyla parlayan bıçak, denizde taş sektiren bir adam ya da çocuk, muhtemelen o taşın durgun suda sekerken oluşturduğu halkalar, kayaların üstüne uzanmış üstü çıplak bir kadın ve hemen onun yanında yapraklarını dökmüş bir ağacın yine gecenin karanlığında flaşla patlayan çıplak gövdesi, sık bir bitki örtüsü içinde kendine yol açan bir adam… Muhtemelen farklı zamanlara dair bambaşka hikâyelerin parçaları olan bu fotoğraflar, ait oldukları hikâyelerden bağımsızlaşıp İrem’in hafızasında/kurgusunda peşpeşe ge(tiri)lerek geçmişe dair yeni bir hikâyenin parçaları oluyorlar. Hepimizin hafızasına benzer şekilde İrem’in hafızası da anıları bölüp parçalayarak, birbirine iliştirerek, eşleştirerek, aralarından seçerek, sıralarını bozarak anıları Kayıp zamanın peşinde “İlk kişisel sergiler her zaman zordur. İlk kişisel sergiler üzerine yazmak da...” cümleleriyle başlamıştım, bundan yaklaşık bir yıl önce, Civan Özkanoğlu’nun ilk kişisel sergisi için kaleme aldığım yazıya… (1) Tesadüf müdür bilmem, bu duygu son bir yılda sık sık yakama yapışır oldu. Benzer bir hissiyatın bugünlerde yeniden canlanmasının müsebbibi ise İrem Sözen’in Amerikan Hastanesi Sanat Galerisi Operation Room’da açılan ‘geri bak / turnaround’ isimli ilk kişisel sergisi. Serdar Darendelier Yazar İrem Sözen, 1984 doğumlu genç bir isim. Fotoğrafla haşır neşir olması, 2004 yılında, inşaat mühendisliği eğitimi aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde Jeffrey Baykal Rollins ile tanışmasıyla başlıyor. Ardından Politecnico di Milano’da mimarlık yüksek lisansı, hali hazırda İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde devam etmekte olan doktora programı ve arada Michael Ackerman, Rafal Milach ve Ania Nalecka gibi pek çok isimden alınan fotoğraf atölyeleri… Ve 2012 yılında kendi yayımladığı sanatçı kitabı ‘Recall’. İrem’le tanışmamız Geniş Açı Proje Ofisi’nin düzenlediği vizyon geliştirme atölyelerinden birine katıldığı 2011’e tarihlense de, benim de bir bütün olarak ilk kez İrem’in işlerinin farkına varmam ‘Recall’ kitabı sayesinde oldu. Akabinde de diğer işlerini görme, çalışma pratiğini anlama ve hatta Elipsis Galeri’nin Edisyonlar serisinin -kürasyonunu yaptığımız- son ayağı olan ‘Paralel Gerçeklikler’ sergisi (2) için beraber çalışma fırsatı buldum. İrem, hafızanın seçiciliğini, güvenilirsizliğini, başarısızlığını yani bir anlamda oyunbazlığını seven ve bunu işlerinin çıkış noktasına yerleştiren bir fotoğrafçı. Üzerinde güçlü etkiler bırakan deneyimleri bir zaman sonra anımsadığı şekilde hikâyeleştiren İrem, ‘Recall’ başlıklı serisinde, bağlanma ve ayrılık deneyimini farklı zamanlardan fotoğrafları bir araya getirip paralel bir gerçeklik olarak tekrar kurguluyordu. Her hatırlama çabasıyla birlikte hafızanın bile isteye eksik bıraktıkları, ekledikleri veya çarpıttıklarıyla yeniden kurgulanan geçmiş, gerçeklikle bağını koparmış gibi dursa da anlamsızlaşmıyor tam aksine yepyeni bir anlam kazanıyordu. 21 Ocak’ta açılan sergisi ‘geri bak / turnaround’da da benzer bir yaklaşım sergiliyor İrem ve kişisel geçmişini hatırladığı kadarıyla ya da başka bir ifadeyle hatırlamak istediği şekilde yeniden kurguluyor. Bu yeniden kurgulanan geçmişte lineer bir olay örgüsünden ve altı çizili bir hikâyeden söz etmek mümkün değil. Serginin küratörü Ilgın Deniz Akseloğlu’nun sergi metninde de dediği gibi İrem, “hafızanın kronolojiden saparak yığılmasından yola çıkarak, belli bir dizin olmaksızın ileri ve geri güncelliyor. “Hafızamız sürekli hayal eder gibi yaratıcı bir şekilde tekrar tekrar kurgulayarak kendini oluşturuyor. Otobiyografik anılar sanıldığı kadar güvenilir değil. Hatta en güçlü anılar bile bozulmaya maruz kalabiliyor. İlk başlarda hikâyelerimle gerçeğin hiçbir zaman tamamen örtüşememesi garip ve başta acı verici geldi. Sonra üzerinde oynamaya başladım. Üzerinde oynamak iyi geldi. Tekrar yapılandırmak, geçmişi ve kendimi…” diyor İrem. İrem’in işlerinde, ister portreler olsun ister doğa fotoğrafları, açığa çıkarmaktan ziyade hep saklı tutan bir yan var. Bariz bir şekilde gösteren fotoğraflar değil bunlar. Aksine kadraj dışında bırakarak gizleyen, çalıların/sislerin/ grenlerin/saçların ardına saklayan, karanlıkta bırakan, flaş ışığıyla kısmen ortaya çıkaran, sanki kayıp bir zamanı ve o zamana dair yaşanmışlıkları arayan ama ne bu arayışı ne de bulduklarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya hevesli olmayan fotoğraflar… Ve tam da bu nedenle merak uyandıran, izleyiciyi yakınlaştıran, kişisel anlatıyı evrensel kılan fotoğraflar… Fotoğrafın kitap formunda sunumuyla özel olarak ilgilenen ve işlerini öncelikle bu şekilde sunmayı yeğleyen İrem’in ‘geri bak / turnaround’ sergisine eşlik eden kitabı da bu ilgisinin bir devamı. Tasarımı -bu konuda Türkiye’deki en başarılı ve araştırmacı genç isimlerden ve sanatçı kitaplarına yönelik bir oluşum olan Book Lab’in (3) bileşenlerinden biri olan- Okay Karadayılar’a ait olan kitap, sergide yer almayan fotoğraflara ve İrem’in fotoğraflarıyla ilgili aldığı notlara/karalamalara yer vermesi ve sergidekinden farklı bir kurguya sahip oluşuyla, sergiden bağımsız olarak da ele alınabilecek bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. (Bu noktada Operation Room’a da ayrıca teşekkür etmek gerekir çünkü artık pek çok galeri küçük bir katalog bile basamazken, Operation Room ev sahipliği yaptığı her sergi için bir de kitap hazırlıyor ve kitapları ziyaretçilere ücretsiz olarak dağıtıyor.) Yeni nesil fotoğrafçıların en heyecan vericileri arasında yer alan İrem Sözen’in, geçtiğimiz yıl yer aldığı iki grup sergisinden sonra gelen ilk kişisel sergisi ‘geri bak / turnaround’, 21 Mart’a dek Operation Room’da görülebilir. (4) Notlar: (1)http://www.artfulliving.com.tr/haber_detay/1097/yavaslamanin-getirdii-tanidiklik-hali (2)‘Paralel Gerçeklikler’, 15 Mayıs-21 Haziran 2014; Sanatçılar: Tuğçe Ayerdoğan, Oğuz Karakütük, İrem Sözen; Küratörler: Refik Akyüz, Serdar Darendeliler (Geniş Açı Proje Ofisi) (3)Book Lab ile ilgili ayrıntılı bilgi için Ali Taptık’ın 18 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen Book Lab 2014 üzerine yazdığı yazıya bakabilirsiniz: http://www.artfulliving.com.tr/ haber_detay/1515/kitap-laboratuvarinda-ikinci-deney-donemi (4) İrem Sözen’in diğer işlerine bakmak isteyenler için: http://www.iremsozen.com 61 Şikayet Etme ya da Bir Şey Yapmalı Sanat yazarları köşemizde bu ay rengarenk bir Ayşegül Sönmez var. Çağdaş sanatın ve bunun Türk basınındaki yerinin, kendisinin deyimiyle ‘milattan öncesine’ tanıklık eden Sönmez’den deneyimlerini, karşısına çıkan engelleri, bunları nasıl alaşağı ettiğini, Negatif’ten Sanatatak’a kendinleşme mücadelesini dinledik. Ayşegül Sönmez sanat yazarlığının yanı sıra her Pazar sabahı 11:00de Radio Slow Time’da dinleyicileriyle de buluşuyor. Bizden söylemesi! bununla boğuştum. Sanatatak’ın o anlamda çok ciddi bir misyonu var, yer açtı. Sergi bittikten sonra aklında o varsa yine yazabilirsin. Türk basınının en büyük handikapı buydu. Sergi bitti mi yazamazdın. Sanatatak.com’da yazarsın! Ben Batılı meslektaşımla Venedik Bineali’ni geziyorum, o üç ay sonra yazıyor ben o gün yazmak zorundayım! Yazarların literatür oluşumuna da etkileri var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tabii var. Nihayetinde bizim bugüne bakışımız, çektiğimiz kritik fotoğraf ileride akademik araştırmalara kaynak olacak. Bir tez yazmaktan daha büyük bir risk söz konusu benim mesleği yapma biçimimde. Ben ve benim gibi meslektaşlarım gündelik olan üzerinde söz üretiyoruz. Oysa sanat tarihçi zaten konsensus’u olmuş olandan tarihe girmişten hareket eder. Ben hayatım boyunca akademiklerin yanında gazeteci olarak gazetecilerin yanında eleştirmen olarak tanımlandım. Oysa hepsiyim ve gazeteciliğin çok riskli diğerine göre çok daha yaratıcı olduğunu düşünüyorum. Özge Güneş Yazar Gazete, dergi deneyimlerinizin yanı sıra bir de blog’unuz var. Sanki blog daha çok Ayşegül Sönmez’i takip eden sanat izleyicilerine, diğerleri ise dergiyi veya gazeteyi almış herkese hitap ediyor. Geniş bir kitleniz var, nasıl oluyor bu iş? Aslında herkesi çok önemsiyorum ben. Yani o herkes dediğimiz kim? Ben kendimi zaman zaman çevirmen gibi de düşünüyorum, güzel bir soru sordun o anlamda. Günümüzün yazarı bir yapıta baktığı zaman onu herkesin anlayabileceği şekilde çevirmeli. Ben bunu herkesin anlayacağı şekilde çevirmeye inanan biriyim ve bunu bir misyon gibi de üstlenmiş biriyim bir yandan. Böyle çok alıntılı, bir takım filozoflara referans vermeden yazmak gerektiğine de inanmıyorum. Derdini felsefi olarak ve sanat üzerinden kendince oluşturduğun bir dille herkesin anlayacağı şekilde vermeye inanan biriyim. Dolayısıyla orası ya da burası benim için fark etmiyor. Bunları göz önünde bulundurarak zaman içinde bir üslup geliştirdiğimi düşünüyorum. Milliyet’te Art Niyet diye bir köşem vardı. Öncesinde Negatif diye bir dergi yapıyorduk, tam dert buydu. Negatif yüksek ve alçak sanat diye bir ayrıma inanmıyordu. Popüler kültürü, onun ikonlarını inceliyor. Popüler olandan sanat adına iğrenmiyordu. Yeri geliyor kitsch’e övgü düzüyor, testlerle gündemle dalga geçiyordu. Kesinlikle mainstream bir dergi grubu içinde son derece avangart bir işti. Gerçekten iyi bir projeydi ama her iyi proje gibi fazla uzun ömürlü olmadı. Rahmetli Duygu Asena genel yayın yönetmeniydi. Ben de orada plastik sanatlar yazıyordum. O zaman öyle diyorduk artık o da kullanılmıyor. Yani bir milattan öncesi bir de sonrası var bu işin, yaşım genç ama babamın çevresi, Kadıköy’de bir sanat galerisi olması dolayısıyla ben o önceye de tanığım. Bu konuyu blog’umda ele alabilirim ama aynı şeyi x bir dergide, x gazetesinde yapamam gibi bir durum var mı pratikte? Benim hiç öyle bir şeyim yok. Akademik bir yayına bile elimden geldiğince ben gibi yazmaya çalışırım. Zaten akademizme de inanmıyorum. Yani bir üniversitede ders veriyorum ama bu titrlerin önemli olduğunu düşünmüyorum. Akademizmin dayattığı bu dipnotlu, bol referanslı format da sıkıcı geliyor bana. O yüzden hani kendi dilimi bu alanda kurmaya çalıştığımı düşünüyorum ve çok sorunlu bu alan bu konuda. Kendinleştiremiyor hiç kimse, çok az insan var kendileştirebilen kalemini... Peki konuları nasıl seçiyorsunuz? Mesela en son bir konferansta içki yasağı üzerine tekellere dağıtılan bir imajdan Kübizm’e geldim. Böyle ilişkiler kuruyorum, şehirde dolaşımda olan bir imajdan sanat tarihinde bir noktaya gelmek ya da tam tersi. Tabii meslek olarak yaptığınız zaman belli sergileri takip etmeniz gerekiyor. Hepsini anlatmak zorunda da değilsin. Bir sergiden bir iş seçersin ve bütün bir serginin izleği, ilhamı ona bağlanır. Bunlara çok dikkat ediyorum, daha farklı bir sergi eleştirisi anlayışı koyabilir miyiz? Ben senelerce Diğer taraftan da öyle bir network var ki bu dili kuran birinin varolması oldukça zor. Maddi olarak da zor. Maddi sorun var evet, sadece bununla hayatına idame etmek mümkün değil. Diğer konuda o yüzden sanatatak nefes diyorum. Arkamızda da hiçbir güç yok. Tamamen kendi imkanlarımızla ilerlemeye çalışıyoruz. Ufak tefek destekler alıyoruz. Tabii daha çok almak istiyoruz. Bütün bu sorunlara çare Drogba değil! Bağımsız yayıncılık! Özerklik! Türkiye’de bu olursa yazarlar da çoğalacak. Mesela bizim bir yazarımız bir sergiye gidip sergideki işlerle ilgili bir şey yazmayıp tamamen o serginin götürdüğü ergenliğine dair bir şey yazdı ve bence o kadar değerliydi ki, bir üslup denemesiydi. Böyle şeylere çok ihtiyacımız var bizim. Çokluk olmalı! Hem küratör hem yazar hem sanatçı hem yayıncı hem galerici... Herkesin başkaları için yer açması lazım ve dediğim gibi bu çokluğun kurulması lazım. Siz sosyal medyayı da oldukça verimli kullanıyorsunuz. Hem okuyucularla iletişiyorsunuz hem de sanata dair tartışmalara buradan müdahil oluyorsunuz. Bu kadar efektif kullanan başka biri daha aklıma gelmiyor. Çokluğu yaratabilen bir mecra, o yüzden çok güzel. Orada çok sesliliği duyuyorsun ama benim mustarip olduğum bir konu da var. Herkes sanaberbat’ı ben sanıyor... Mesleki olarak yıpratıcı olabiliyor böyle sanılmak! O her kimse yazmaya devam etsin ama onun ben olmadığımı yakında hukuksal yollara başvurarak açıklayacağım. Bir yazınızda ‘gezi’nin görsel muhalif kavramsal kültürü karşısında çağdaş sanatı eleştirdik. Kendimizle, kültür emekçiliğimizle yüzleşme fırsatı bulduk’ demişsiniz, nasıl bir yüzleşmeydi bu? Bu tabii çok derinden ve ani bir yüzleşmeydi bence. İşte hayat-sanat meselesi dediğim bu. Hayat öne geçti, hayat bazen sanata gol atıyor, bu da o anlardan biriydi. İkinci an da Mardin Bienali’nin iptalidir mesela. Yaşanan gerçeklik seni hiç bir şey yapmamaya sevk eder veya yaptığınla derin bir yüzleşmeye sokar. Arkadaşlar da Gezi’ye kadar fazla konformistlerdi. Pembe dozerden sonra ne olacak? Biz bu konuyla ilgili de görüşmeler yaptık ama mesela bunu hemen bir kitaba çevirmedik. Gezi de metalaştırılıyor yani o pembe dozeri bineale mi koysak filan... Onu rahat bırakın o, o sırada olmuş. Bazı şeyleri teslim edelim hayata. Son olarak da bir röportajınızda ‘ekonomi sayfalarının da desteğiyle kültür ve sanat sayfalarının tasfiyesi, sanat yazarlarının işine son verilmesiyle balonlar yaratıldı’ diyorsunuz. İşsiz kalmanın yanı sıra sanat yazarlığının kalitesi açısından da sorunlar doğurmuş olmalı, siz nasıl görüyorsunuz? Ben bu sürece şahit oldum hep gazetelerde çalıştığım için takip edebildim. Onbeş günde bir Milliyet Sanat yaparken birdenbire aylık oldu, sonra kuşe oldu, daha çok satmalı şiarlarının baskısı altında üretmek zorunda kaldı. Zaten sonra ben yazmaz oldum. ‘96-’97de Negatif dergisinden Milliyet gazetesi kültür ve sanat servisine transfer oldum. O zaman dev iki sayfamız varken şimdi yarım sayfa yok, kapatılıyor. Bunun ekonomi sayfalarına transferini gördüm. Hatta en son Milliyet’te köşe yazarken bir teklifim oldu ama görmezden gelindi; dedim ki, gelin ekonomi sayfası yapanlar sanata biz de ekonomi haberlerine gidelim. Böyle bir şey yapsaydık performatif bir iş, önemli bir aksiyon olurdu. Yazılarda fuarla ilgili mesela şu kadar milyon dolarlık iş satıldı diye yazıyor, hep rakam. Bu çok tehlikeli bir şey, bunu öngördüğüm için Sanatatak kuruldu çünkü ‘rakamsız sanat yazmak mümkün’ü savunmak için ve gerçekten de üçüncü yılımıza giriyoruz. Şikayet yaratıcılığı kamçılamıyor. Hüseyin Alptekin’i de anmış olalım ‘Don’t Complain’, hakikaten şikayet etmememiz bu durumla ne yapabiliriz diye kafa yormamız gerekiyor. Bu global bir sorun bize özgü de değil. Bütün yazarlar bundan mustarip. Örgüt var AICA, kaç kişi üye ve kaçı yılda kaç yazı yazmış ve nerede? Bunun bir hesabı yapılsa mesela. Daha çok yazarın daha çok yazması gerektiğini ve bunun için de AICA’nın bir şey yapması gerektiğini düşünüyorum. Mesela sanatçıların işlerini yapması için fon veren dernekler var ama bu dernekler o işi gidip görüp yazması için yerel bir gözü oraya göndermiyorlar, zaten sanat yazarı denilen statüyü desteklemiyorlar. Ya küratörler ya da sanatçılar destekleniyor bu fonlarla... Oysa bütün bu işler yazarların cümleleriyle sanat tarihine devrolmayacak mı? Hayır! Yabancı ülkede desteklenen Türkiyeli sanatçı hakkında yabancı birinin yazması yeterli! Bir dil oluşmasını entelektüel bir birikimin sağlanması hiç önemli değil. Bütün olay networkte. Türkiyeli sanatçı o sergide!!! İşte misyon tamamlandı. O yüzden uzun zamandır salt sanat yazarları için bir örgütlenme biçimi düşünüyorum. Sadece çağdaş sanat değil. Kültür emekçisi kavramını düşünmek lazım. Düşünsene milyon dolarlara satılan bir şey üzerine kelam ediyorsun ve senin internetini ödeyecek paran yok! Var mı böyle bir şey? Ve cesur yazarın durumu tam da budur! 63 Paris’in sanat gündemini, Louvre, Pompidou ve Dorsay gibi Paris’in kuyruklu müzelerinin son çarpıcı örneği olan, ünlü “çantacı” ve Fransa’nın önde gelen moda kurumlarından Louis Vuitton Vakfı tarafından Frank Gehry’e yaptırılan müze meşgul ediyor. Nasıl etmesin? Müzenin yükseldiği ormanlık alanın tarihinden tutun da bölgeye nasıl müdahale ettiğine, Olafur Eliasson gibi son yılların en başarılı sanatçılarından birine tahsis edilen açılış sergisi- köpekleriyle birlikte sergilenirler. Ayrıca çeşitli aksesuarlar, av aletleri, giysi ve küçük objeler de getirilmiştir. Kısa sürede etnografik sergiler Paris halkının ve bilim çevresinin yoğun ilgisini çeker. Dünyanın farklı bölgelerinden getirilmiş insanlar, Le Jardin d’Acclimatation’da birkaç hafta boyunca meraklı bakışlar altında yaşarlar. Tüm gündelik hayat aktiviteleri (yemek, müzik, dans, barınma, temizlik, giyim, din, cinsellik) ziyaretçiler tarafından gözlenir, etnologlar tarafından incelenir. Antropologlar, ırklararası sınıflandırmalarda kullanmak ve uygarlık seviyelerini belirlemek için ölçümler yapar ve vahşilerin Avrupalılarla karşılaştıktan sonra gösterdikleri gelişmeyi araştırırlar. Le Jardin d’Acclimatation’ndaki insan sergileri, 1931 yılına kadar tam elli dört yıl sürer. ne kadar pek çok konu var şüphesiz gündemi alakadar eden... Nereden başlamalı? Belki de en iyisi müzenin konumlandığı Paris’in ikinci büyük ormanı olan Boulogne ormanlarındaki Jardin d’Acclimatation’dan (İklimlendirme Bahçesi)… Ünüyle ünlü, açılışı 1860’lara Napolyon’a ve elbette Hausmannn’a dek uzanan bu bahçenin dönemin kültür yaşamında nasıl büyük bir rol oynadığını unutmamak gerekiyor, ayrıca aradan geçen 150 yılı aşkın bir süre sonra anıt-yapıt müzenin inşasıyla o kültürel yaşamın nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü de… Bugün Frank Gehry’nin tasarladığı müze üzerinden tekrar gündeme gelen ve içeri girebilmek için saatlerce kuyrukta beklemeniz gereken bu ormanın tarihi çok da parlak değil, hatta oldukça ürkütücü. 2004 yılında Paris Belediyesi tarafından Louis Vuitton Vakfı’na verilerek yeniden “canlandırılması” düşünülen bu bahçenin, çok da uzak olmayan geçmişinin gölgesinde müzeyi gezmek, kuyruğunda beklerken Gehry’nin insanı küçücük hissettiren yapısının üzerinde bir zamanlar ırklararası ve etnik diyerek sergilenen insanları düşünmek hangi kelimeyle sonlandırılabilir. Şu an elbette geçmişin bu kara kesitiyle ilgili hiçbir ize rastlamak mümkün değil bu ormanda… (kestirme bir yol bulmak için ormanda bayağı bir kaybolmak suretiyle çıkış süresini hayli uzatmış biri olarak söylüyorum bunu! ) Hatta bu önemli geçmişi bilmezseniz çoşkulu ve hayranlık duyarak dolaşabilirsiniz ormanda ve elbette müzede… Louis Vuitton, Frank Gehry, Olafur Eliasson Bir Müze Geçmişi Silebilir mi? Esra Aliçavuşoğlu Yazar Marinetti’nin daha pek çok şeyle birlikte, “müzeler mezarlıklar”dır dediği Füturist Manifesto’nun üzerinden 100 yılı aşan bir süre geçti. Bizler hala müzelerin işlevi, ideolojileri ve gerekliliği üzerine kafa yoruyor, çağdaş müzecilik kuramlarını oluşturmaya ve müzelerin kültür endüstrisi ve bellek ile ilişkisini sorgulamaya devam ediyor, bir yandan da yeni bir müze mümkün mü sorularına cevap aramaya çalışıyoruz. Öte yandan hem Türkiye’de hem de dünyada kişi ve kurumlar tarafından birbiri ardına açılan müzeleri de inşa edildikleri alanların belleklerinden ayrı, sıfır noktası üzerinden tanımlamaya çalışıyoruz. Bu yazının konusunun bir bölümünü işte bu müze/bellek ilişkisinin sömürgeci kültür ve sermaye ile kurduğu ilişki, tarihin görmezden gelinmesiyle manipüle edilmesi oluşturuyor. Açılışının gerçekleştiği Ekim ayından bu yana Yaklaşık 20 hektarlık bir alana yayılan bu park, tematik olarak düşünülmüş olmasının yanında adından da anlaşılacağı üzere dünyanın çeşitli bölgelerinden farklı türden bitki ve hayvanların Paris’e uyum sağlayabileceği büyük bir alan olarak planlanır. Ve bir süre bu niteliğiyle Paris burjuvasının en önemli uğrak mekanlarından biri haline gelir. Ancak, Napolyon’un devrilmesi, ardından 3. Cumhuriyet bölgenin değişimini hızlandırır. Bölge dönüşüme uğrar. Bu değişimin en çarpıcı kırılma noktasını ise 1877’de ünlü insan ve hayvan taciri Karl Hagenbeck’ın gerçekleştirdiği sergi oluşturur. Hagenbeck’in bugün akıllara durgunluk veren sergisinin açılışı, on dört Nubi’nin hayvanlarıyla birlikte sergilendiği bir gösteriyle yapılır. Kış geldiğinde bahçenin çimenleri üzerinde altı Eskimo yerini almıştır; dört yetişkin, iki çocuk, bir beyaz kutup ayısı, foklar ve Eskimo Frank Gehry’nin dokunduğu her yeri canlandıran, kentleri, bölgeleri her neresi olursa olsun küllerinden yeniden doğurtan bir mimar olduğunu söylemeye gerek var mı, bilemiyorum. rar tekrar Tate Modern’e taşıyan sanatçı, kendi bulduğu nontoxic Uranin maddesiyle boyadığı Green River adlı işiyle 8 farklı nehri boyamıştı ve haklı bir ün kazanmıştı. İzlanda kökenli Danimarkalı Eliasson’u daha çok büyük bütçeli işleri ve Newyork City Waterfalls’da olduğu gibi büyük kamusal alan projeleriyle tanıyoruz. 15.5 milyon dolara mal olan bu insan yapımı şelale, New York’ta Christo’dan sonra en yüksek maliyetli kamusal iş olmuştu, hatırlayalım. Işık, ısı, basınç ve su kullanarak yarattığı dev yerleştirmeleri, optik oyunlarla kurguladığı etkileşimli yapıtları, doğayı ve doğa olaylarını taklit ettiği çalışmaları ile tanınan Eliasson’un Louis Vuitton müzesi için gerçekleştirdiği Contact (Temas) adlı çalışması, müzenin içinBilbao Effect (Bilbao Etkisi)’i müzecilik terminolojisinin içine sokan Gehry, Paris’in kültürel dünyasına güçlü ve keskin bir çentik atıyor. Gehry’nin mimari tasarımı İklimlendirme Bahçesi’nin ortasında tüm heybetiyle kendini ifşa ederken, akla bahçenin Vuitton Vakfı’na tahsis edilmesiyle birlikte Parislilerin tıpkı Gezi’de olduğu gibi çeşitli müdahalelerde bulunduğu ancak başarılı olamadıklarını da hatırlamak gerek. Gehry’nin Grand Palais’nin camlarından ve bahçenin içine 1893’te inşa edilen Palmarium’da ilham alarak kendi üslubunda inşa ettiği müzenin görüşmeleri Louis Vuitton’un yöneticisi Bernard Arnault ile 2001’de başlar ve müzenin mimarisi 2006’da kamuoyu ile paylaşılarak, yaklaşık harcamanın 127 milyon Dolar olacağı, 2009 sonu 2010 başında açılacağı duyurulur ve nihayet 2014 sonunda 143 milyon Dolar harcanarak açılır. Gehry’nin mimari tasarımı elbette büyüleyici ama o çok tartışılan müze koleksiyonundan rol çalma meselesini tekrar tekrar hatırlatan da bir niteliğe sahip. Hatta öyle ki, kuyruk oluşturan izleyicilerin neredeyse yarısının koleksiyon ve Olafur Eliasson’un müthiş sergisinden çok müzenin içinde, mimariyle ilgilendiklerine tanık oluyorsunuz. 11 Galeriden oluşan müzenin Ed Hatkins, Maurizio Cattelan, İsa Genzken, Alberto Giacometti, Mona Hatoum, Wolfgang Tillmans, Thomas Schütte gibi sanatçıların yapıtlarından oluşan çağdaş koleksiyonun yanında belki de en önemli kozunu Olafur Eliasson’un “Contact” adlı açılış sergisi oluşturuyor. Son yılların gözde sanatçılarından, özellikle 2003’te Tate Modern’in Tribüne Hall’üne yaptığı Weather Project ile 2 milyon izleyiciyi tek- de kendine özgü bağımsız mekan içine konumlanmış bir tür kosmos… Müzenin içinde inşa edilmiş çoklu mekanlarda optik cihazlarla oluşturulan bu ilginç yerleştirme “Dokunma” başlığıyla her izleyicinin, sergi rehberinin de uyarısıyla, gerçek bir göktaşına dokunmasıyla başlıyor. Sanatçının koridorlar ve dairesel mekanlardan tasarladığı yerleştirmesinde “beklenmedik düşünceler için harita”ya hareket eden gölge ve geometrik şekillerin olduğu odaya yönlendiriliyorsunuz. Sanatçının sıkça kullandığı sarı-turuncu ufuk çizgisiyle aydınlatılmış odadan gelecek köprüsüne, Big Bang Çeşmesi’ne doğru yol alıyorsunuz. Kara delikle birlikte, güneşi görebileceğiniz çatıda Eliasson’un işi sona eriyor. Vuitton için yaptığı yerleştirmeyi, “benim sergim hislerimizin, bilgimizin, hayal gücümüzün ve beklentilerimizin en ucunda ne yattığını işaret ediyor. Bu bir ufuk çizgisinin, her birimiz için, bilinmeyenden bilineni ayırması demek.” şeklinde açıklayan Eliasson’un kariyerinin başından bu yana mimar, mühendis ve farklı alanlardan teorisyenlerle birlikte çalıştığı hatta bugün Berlin’de kendisinin laboratuar olarak adlandırdığı stüdyosunda 90 yakın uzman sanatçıyla birlikte düşünüyor, kavramsallaştırıyor ve üretiyor. Eliasson’un sergisinin bitmesine çok az kaldı. Bakalım Müze, hem Paris Belediyesi’nin hem de Louis Vuitton’un beklediği biçimde burayı canlandırıp yeni bir yaşam soluğu üfleyebilecek mi? Yoksa ormanın belleği bu dönüşümü engelleyecek mi? 65 11. Akbank Kısa Film Festivali Ön Eleme Sonuçları Türkiye’de kısa film alanında etkin bir platform oluşturan ve bu yıl 16 - 26 Mart tarihleri arasında 11. kez gerçekleştirilecek olan Akbank Kısa Film Festivali kapsamında düzenlenen “Kısa Film Yarışması” ön eleme sonuçları belli oldu. Bu yıl ilk kez eklenen “Uluslararası Yarışma” kategorisi “Dünyadan Kısalar” bölümü ile kapsamını daha da genişleyen 11. Akbank Kısa Film Festivali’ne Papua Yeni Gine’den Meksika’ya, İskoçya’dan Suriye’ye, 6 kıtadaki 37 ülkeden toplam 712 kısa film başvurdu. bir kısa film festivaline ev sahipliği yapacak. Bu uluslararası festivalin en can alıcı noktası filmlerin film salonları yerine şehrin dört bir yanına yayılan dijital ekranlarda gösterilecek olması. Şehir sakinlerini günlük yolculuklarında yakalayacak ve onları ansızın sanatla buluşturacak olan ART BY CHANCE, metropol insanların monotonunu zengin içerikli bir festivalle kırmayı hedefliyor. Dünyanın en geniş kamusal sanat etkinliği olarak sinemayı sokak sanatına dönüştüren Art By Chance şehirde alışveriş merkezlerinde, cafelerde, metrolarda, havalimanlarında, üniversitelerde ve daha birçok noktada karşımıza çıkacak. Chopin ile Uçmak Genel Sanat Yönetmenliğini Cem Ertekin’in yaptığı Çağdaş Bale Topluluğu’nun, 2014-2015 sezonu için hazırladığı Chopin ile Uçmak adlı eserden bir pas de deux. Yeni fikirleri desteklemeyi, genç sinemacılara kendilerini gösterme olanağı ve kısa film kültürüne katkı sağlamayı amaçlayan Festival’in, Oyuncu Esme Madra, Yönetmen Erdem Tepegöz ve Yönetmen Selim Evci oluşan ön eleme jüri kurulunun değerlendirmesi sonucu, “Festival Kısaları - Ulusal Yarışma Bölümü”ne katılan eserler arasından 14 film, “Dünyadan Kısalar – Uluslararası Yarışma Bölümü”nde 14 film izleyicilerle buluşmaya hak kazandı. Art by Chance Bu yıl beşinci kez düzenlenen ve dünyanın en büyük kamusal sanat etkinliklerinden biri olan ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali, filmleri sinema salonlarından sokaklara taşıyor. “Bu sürece kafamızda sabit bir düşünce ya da amaç olmadan girdik. Hiçbir beklenti ve baskı olmadan. Sadece düşüncelerini paylaşan, olasılıklarını araştıran üç arkadaş olarak. Birlikte geçirilen bu zamanda yaratılan şey çok dürüst ve saf bir düet oldu. Hepimiz için tanıdık bir mekan olan Akbank Sanat’ın İstiklal Caddesi’ndeki küçük stüdyosunda birlikte geçirdiğimiz değerli zaman, iki yetkin dansçıya yeteneklerini ve hünerlerini paylaşma ve geliştirme olanağını sağladı.” Genç Caz Başvuruları Başladı İstanbul Caz Festivali kapsamında bu yıl 13. kez düzenlenen Genç Caz konserleri için başvurular başladı. Türkiye’de amatör veya yarı Var Olamayan Dünya adlı sergisi 18 Şubat 2015 – 31 Mart 2015 tarihleri arasında sanatseverlerle buluşacak. 2015 yılını Empire Project’teki ‘’Mr. Knight’s World Band Receiver’’ adlı sergisiyle karşılayan Jasper de Beijer, bu kez de beş farklı serisinden çalışmaların yer aldığı bir diğer koleksiyonla 42 Maslak Art!SPACE’te sanatseverlerle buluşuyor. Kullandığı disiplinler arası metotlar aracılığıyla izleyicilere alışılagelmişin dışında görseller sunuyor. Tate Modern Direktörü Chris Dercon, Müzelerin Geleceğini Sorguluyor Genç Caz’a katılmak isteyen müzisyenler ve topluluklar demo kayıtlarını, iksv.org/genccaz adresindeki başvuru formunu doldurduktan sonra, 24 Nisan Cuma günü 17.00’a kadar festival ofisine iletebilirler. Genç Caz Seçici Kurulu tarafından, başvuruların arasından belirlenecek sekiz topluluk, 10 Mayıs Pazar günü Salon İKSV’de yapılacak değerlendirme konserine davet edilecek. Halka açık yapılacak konserde seçici kurul, 15’er dakikadan oluşacak canlı performansları izleyerek 22. İstanbul Caz Festivali’nde yer alacak 4 ismi belirleyecek. Jasper de Beijer’in Var Olamayan Dünya’sı Chopin ile “Uçmak”, “Pas”, “De Deux” ve “Ev” isimli dans gösterileri, 19, 20 ve 24 Şubat’ta Akbank Sanat’ta. Türkiye’nin de aralarında olduğu 20 ülke, 15 Ocak – 15 Şubat 2015 tarihleri arasında ilginç profesyonel olarak müzikle ilgilenen genç müzisyen ve toplulukların festival programında yer alabilecekleri bir platform oluşturan Genç Caz, onları teşvik etmeyi ve profesyonel müzik dünyasına hazırlamayı amaçlıyor. The Empire Project - Kerimcan Güleryüz küratörlüğünde hazırlanan, Hollandalı sanatçı Jasper de Beijer’in The World That Never Made It/ İstanbul Modern’in dünyada öncü rol üstlenen müzelerin yöneticilerini Türkiye’den izleyiciler ile buluşturarak güncel müzecilik alanında yeni bir bilgi paylaşım ağı ve iletişim platformu yaratmak amacıyla 2012 yılında başlattığı program “Müzeler Konuşuyor”, Birleşik Krallık ile devam ediyor. İstanbul Modern ve British Council’ın birlikte düzenlediği “Müzeler Konuşuyor: Konuğumuz Birleşik Krallık” programının bu ayki konukları Galler halkının güncel ihtiyaçlarına daha iyi hizmet verebilmesi için kurumun yapısını modernize eden Amgueddfa Cymru - National Museum Wales Direktörü David Anderson ve 2011 yılında Tate Modern’in direktörlüğüne atandığından beri kurumun yenilikçi programları ve benzersiz genişleme programının öncülüğünü yapan, sanat tarihçi, belgeselci ve kültür programları yapımcısı Chris Dercon. 3 Şubat 2015, 19.00’da gerçekleşecek Farklı Bir Tablo: Müze Yönetimi ve Kaynak Geliştirmede Güncel Yaklaşımlar başlıklı konuşmasında Amgueddfa Cymru - National Museum Wales Direktörü David Anderson, St Fagans Museum’un Ulusal Tarih Müzesi’ne dönüşüm projesini sunacak. Aynı zamanda müze için yeni bir vizyon ve misyon geliştirilmesi, finansman kaynakları yaratılması ve organizasyonun şekillendirilmesinde halkın katılımının önemi gibi temalara değinecek. Tate Modern Direktörü Chris Dercon ise 13 Şubat 2015, 19.00’da gerçekleşecek Müzelerin Geleceği başlıklı konuşmasında, karşılaştıkları engeller karşısında sürekli bir dönüşüm gerçekleştiren mekânlar olan sanat müzelerinin geleceğini sorgulayacak. İnsanların bir araya gelmesi için eşsiz bir platform sunan müzelerin; izleyicilerin sanatla ve birbiriyle etkileşim kurdukları, yeni sanat formları ve düşünce biçimlerinin oluşmasına imkân veren, sosyal ilişkilere oyuncul yaklaşan, yeni bir kamusal alana dönüşme potansiyelini ele alacak. İstanbul Müzik Festivali Programı Açıklandı İKSV tarafından Borusan Holding sponsorluğunda düzenlenen 43. İstanbul Müzik Festivali’nin bu yılki programı, 3 Şubat Salı sabahı düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı. Motifler, Temalar ve Yaklaşımlar Hrant Dink Vakfı’nın oluşturduğu Türkiye-Ermenistan Burs Programı aracılığıyla geçtiğimiz ekim ayından bu yana İstanbul Modern’in küratöryel bölümünde araştırmalarına devam eden Seda Shekoyan, Ermenistan ve Türkiye’deki video sanatı hakkında bir sunum ve video gösterim programı için araştırma yaptı. İki dünya prömiyeri ile üç Türkiye Prömiyerine ev sahipliği yapacak olan festivalde senfoni ve oda orkestraları, vokal konserler, resitaller olmak üzere toplam 27 konser yer alıyor. Bu yıl “Kültürel Manzaralar” temasıyla 31 Mayıs-29 Haziran 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalin ayrıntılı programına muzik.iksv. org üzerinden ulaşmanız mümkün. Coppelia Tim Show Center’da Önde gelen 3 Rus bale topluluğundan biri olan Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu, klasik baleye getirdiği yenilikler, olağandışı bale formları, farklı dans teknikleri ve zengin repertuarlarıyla kısa zamanda dünyanın en çok tanınan bale gruplarından biri haline gelir. Güncel video sanatına odaklanan Artists’ Film International 2014-2015 (Uluslararası Sanatçı Filmleri) sergisi kapsamında düzenlenen etkinlik, Türkiye ve Ermenistan’dan farklı nesillerden 6 sanatçının 2000 sonrası video üretimleri üzerinden komşu iki coğrafyanın ortak sanatsal meselelerine bakıyor.Gösterimi yapılacak videolar arasında “Motifler, Temalar ve Yaklaşımlar” başlığı altında üç farklı katmanda karşılaşma sağlamayı hedefleyen Seda Shekoyan, sanat ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi belgesel görüntüler üzerinden araştırıyor. “Temalar; geçmiş,tarih,bellek, emek, rahatsızlık, doğa ve kültür gibi ortak içerikleri sunar. Tekrarlayıcı bir unsur olan motifler; hareket, mimari, doğa ve bedenin ardındaki fikre odaklanırken bir karşılaşma alanı teşkil edentavırlar ise Ermenistan ve Türkiye’nin ortak geçmişine, bugününe ve iç içe geçmesi olası geleceklerine; ortak tarih, kültür ve yaşamlarına işaret eder.” 19 Şubat Perşembe saat 18.30’da İstanbul Modern Çok Amaçlı Salon’da. Rus balesinin en seçkin bale topluluklarından Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu ölümsüz eser “Coppelia” ile 27-29 Mart tarihleri arasında TİM Show Center’da. 67 BMW i3 Sheer Driving Pleasure ELEKTRİĞİN EN ÇARPICI HALİ. BMW i3 TÜRKİYE’DE. BMW, daha az emisyon daha fazla sürüş keyfi felsefesini bugüne taşıyor. Karşınızda, en ince ayrıntısına kadar elektrikle çalışmak için tasarlanan BMW i3. eDrive teknolojisiyle şehirde ilerlemenin en akıllı ve dinamik yolu BMW i3 şimdi Türkiye yollarında. Test sürüşü ve detaylı bilgi için: 0850 252 10 10 www.bmw-i.com.tr