F INSIDER Okumak İçin Tıklayınız.

Transkript

F INSIDER Okumak İçin Tıklayınız.
2015 i l kb a har y az
3
5
Festivalin çok yönlülüklerinin bir örneği
daha Salt Bayoğlu’nda gösterilecek olan Guy
Maddin ve Çiçek Kahraman enstelasyonları.
!f disiplinler arası projeleri de ihmal etmiyor.
Özellikle ağırlık vermek istediğiniz disiplinler
oluyor mu?
Aralarda dolaşmayı seviyoruz biz. Ne çekerse
oraya dolanıverebilmeyi seviyoruz.
Fotoğraf: Korhan Karaoysal
!f bölümlerine şöyle bir göz atıldığında herkesin kendine göre bir film bulabileceğini görüyoruz. Ancak festivalin bu yıl en dikkat çeken
bölümlerinden biri de “Sanat Hayat İçindir”.
Bu bölümde ne tarz filmlerle karşılaşacağız?
!f İstanbul’un Merak Edilenleri
Yazar
!f İstanbul’un festival yönetmeni
ve tabii festivalin merak etttiğimiz
mutfak kısmının da daimi üyesi olan
Serra Ciliv’i !f İstanbul geri sayımı
başlamışken yakaladık ve merak
ettiklerimizi sorduk.
Şu sıralar “bağımsız film” kavramını benimsemiş olsak da, bundan 14 sene önce pek alıştığımız festivallerden değildi bağımsız film
festivalleri. !f bu anlamda kuşkusuz ki büyük
bir açığı kapattı. Ne değişti bu 14 senede?
Geçen gün bir arkadaşım ‘’!f’te Tarnation’ı izlediğim gün bu ihtimale- yani öncelikle Tar-
nation gibi bir filmin var olmasına, daha sonra
Türkiye’de bir sinemada gösterilebilmesine
duyduğum hayreti dün gibi hatırlarım!’ dedi.
Yıl 2003. Gerçekten Tarnation beni de sarsmıştı ve o gün bugün bağımsız film ne diye sorduklarında hep gelir aklıma: Tarnation’da Jonathan Couette 20 yıldır- yani 7 yaşından beri
evde, kendi kendine çektiği videoları birleştirmiştir, en kuir hallerini, şizofren annesiyle yaşadıklarını anlatır. En içeriden gelen, ‘dışarıya
nasıl sunarım’ derdine düşmeden çekilmiş görüntüler. Tabii ki her bağımsız film 7 yaşından
başlamalıdır demiyorum, ama işin ruhunda
dipten gelen bir şeyleri korkusuzca, sansürsüzce, satış kaygısına düşmeden paylaşmak olduğuna inanıyorum. 14 yılda, bir yandan küçük
bağımsız filmlerin gücüne alıştık, bir yandan
da bazı stüdyo filmlerinin bile ne kadar bağımsız bir ruhla yapılabileceğini gördük..
!f İstanbul bir film festivalinin ötesinde; atölyeleri, yarışmaları ve etkinlikleriyle de bir
hayli dikkat çekiyor. Bu sene 14. !f kapsamında bizi bekleyen hadiseler neler?
Üç workshop var, yapımcılık, oyunculuk ve buluntu görüntüyle ilgili. Önemliler çünkü yaparak öğretecekler. Pedro Costa, Guy Maddin, Yes
Men gibi insanlarla sohbetler var, festivallerin
en güzel tarafı böyle yüz yüze diz dize insan
hikayesi dinlemek bence. Sergiler var, Çiçek
Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” enstalasyonu mesela, !f’in Türkiye Sineması’nın
101. yılı için ağırlayabileceği en güzel işlerden
biri bence. Ve Küçük Müdaheleler var- Aşk ve
Başka Bir Dünya’nın yan etkinlikleri, nasıl çoğalırız, yaratıcı gücümüzü, birlikteliklerimizi
nasıl değişim için harekete geçirebiliriz sorularına odaklanıyor. !f’in vazgeçmediği soruların
etkinlikleri onlar.
Bu yıl sizi en heyecanlandıran !f filmini
sorsak bir seçim yapabilir misiniz?
Orada Susan Sontag var, Catherine Robbe-Grillet var, George Takei var, Roger Ebert var, Wire’dan tanıdığımız Brandy Burre var. Bu insanların düşüncelerinde, işlerinde, hayatlarının
kuytularında geziyoruz. Cem Kaya’nın cok
beklenen filmi Motör de orada tabii.
In The Crosswind : Rüzgarların Arasında
Hauntings I: Hayaletler I
Keş!f ve Aşk Başka Bi’Dünya bölümlerinde ise
yarışma heyecanı sürüyor. !f ile ilk tanıştığımızdan beri genç yönetmenleri destekleyici
duruşunu gözlemliyoruz. Popüler sinema
sektörü bu konuda biraz acımasız kalıyor
gibi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz genç yönetmenleri destekliyoruz demiyoruz aslında, genç yönetmenler, deli bakışlar,
beklenmedik çıkışlar canımıza can katıyor,
bize ilham veriyor, diyoruz. Popüler sinema
sektörü adı üstünde, popüler olanı takip ediyor, ettiriyor. Vardır bir bildikleri.
Günlerdir aklımda In The Crosswind var; tarihe nasıl bakmalıyız diye düşündüğüm günler
bunlar.
Serra Ciliv
Burcu Ezer
izleyicilerini topluyorlar, kendi akışlarını yaratıyorlar. Tatlı tatlı çoğalmak diye buna diyoruz.
La Princesa De Francia : Fransa Prensesi
Değinmeden geçemeyeceğimiz bir nokta da
!f. !f’in en güzel yanlarından biri sadece İstanbul ile sınırlı kalmayışı bence. !f İstanbul
!f ile; 34 şehre dağılacak. Festivalin son üç
günü 6 film 15 bin kişiye aynı anda ulaşacak.
Bu oldukça büyük bir proje. !f nasıl tepkiler ile
karşılaşıyor?
!f bence !f’i !f yapan projelerden biri. Hep organik şekillerde çoğalmaya çalışıyoruz ya, !f onun
resmi işte. Her yıl festival sonrası en heyecanla
beklediğimiz geri dönüşler !f ortaklarından
gelir. Türkiye’nin dört bir yanındayız tabii ve
dolayısıyla herkes başka bir filmi beğenmiş,
başka bir konuyu tartışmaya açmış oluyor. O
çeşitliliği görmek çok güzel. Bir de tabii- tüm
partnerlerimiz kendi festivallerini yapıyor
oralarda, kendi mekanlarını buluyorlar, kendi
!f ekibi
7
Big Eyes : Büyük Gözler
yaptığı resimleri kendi yapmış gibi pazarlayan
ve ressamlık rolüne soyunan Walter, boşandıktan sonra da resimlerden ve şanından vazgeçmeyince sanat tarihinin sansasyonel intihal
davalarından birinin ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Burton filminde hem yıllara yayılan
intihal davasını anlatıyor hem de sanat dünyasının kadına bakışını sorguluyor.
berleştiren gazetecinin tutuklanıp işkence
görmesi üzerinden Stewart, gazeteci-iktidar
ilişkisini sorgularken İran’ın da özgürlükler konusundaki portresini çiziyor.
Seni Seviyorum filmiyle tanıdığımız yönetmen Richard LaGravenese, beş yıllık ilişkilerini gözden geçiren bir çiftin üzerinden kadın
ve erkeğin ilişkilere nasıl ayrı noktalardan
baktığını anlatıyor. Tabii bu ilişkide birinin
kariyeri çok da parlak gitmeyen bir oyuncu
olması diğerinin parlak bir yazar olması filme
de ayrı bir katman katıyor. Charlie McDowell’ın
Sundance patentli ilk film Tek Aşkım/The One
I Love ise romantik komedi janrı üzerinden, ki
bu janrın genetiğiyle oynayarak yenilikçi bir
yaklaşım sergilediğiyle ilgili kimi yorumlar var,
ilişki algımızın üzerine eğiliyor. Aşk Başkadır/
Love is Strange ise orta yaşlı iki eşcinselin başarısız bir evlilik girişimi sonrasında yaşadıklarına eğilirken yönetmen Ira Sachs, hüzünlü bir
tablo koyuyor önümüze.
Dear White People : Sevgili Beyaz Irk
!f’in vitrininde neler görünüyor?
Eski adıyla Hit Filmler yeni adıyla Digiturk Galaları bölümü festivalin
popüler yüzünü gösterdiği, kemik seyirci kitlesi dışındaki izleyicilerle flörtleştiği bir anlamda vitrin bölümü.
Bu yıl bu bölümde 21 film var. Peki hangileri öne çıkıyor... 10 filmlik bir seçki.
Olkan Özyurt
Yazar
malum 2013’te Galalar adını aldı, geçen yıldan
itibaren de Digiturk Galalar adıyla yoluna devam ediyor.
Bir Rüya İçin Ağıt, Takip, 24 Saat
Parti İnsanları, Bellevillede Randevu, Makinist, Günbatımından Önce,
Başkalarının Hayatı, İhtiyarlara
Yer Yok, Hasta, Milyoner, Şampiyon,
Yeraltı Peygamberi, Gerçeğin Parçaları, Siyah Kuğu...
Bu bölüm festival için epey önemli... !f İstanbul, takvim avantajını kullanıp Oscar adayı
filmlere ve dünyadaki önemli festivallerin
gözdesi olan ve merak edilen yapımlara bu
bölümde yer veriyor. Böylece festival diğer bölümlerine göre daha popüler bir seçki sunuyor
bu bölümde. Hâl böyle olunca kemik seyirci
kitlesi dışındaki izleyiciler arasında festival
Bu filmlerin ortak özelliği 2000’lerin önemli
yapımları olması. Bir başka özelliği ise !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde görücüye
çıkmaları. !f’in sadık takipçilerinin hatırlayacağı üzere, biz bu filmleri festivalin Hit Filmler
bölümünde izledik. Festivalin başladığı 2002
ile 2012 yılına kadar bu isimle anılan bu bölüm
bu bölüm sayesinde tanınırlılığını artırıyor ve
etki alanını genişletiyor. Yani Digiturk Galaları
bölümü !f’in popüler yüzü ve bir anlamda vitrini...
Eskiden Hit Filmler döneminde seçkide yaklaşık 14 film yer alırken bu bölüm Digiturk Ga-
The Look of Silence : Sessizliğin Bakışı
Birdman
laları adını alınca seçkideki film sayısı da arttı.
Geçen yıl bu bölümde 24 film vardı. Bu yıl ise
21 film var. Böylece bu bölüm vitrin olmanın
ötesinde, film sayısı olarak da festival programında önemli bir ağırlık noktası oluşturuyor...
Peki bu yıl Digiturk Galaları bölümünde yer
alan 21 film arasında neler var? Ya da şöyle soralım: İlla izlenmesi gereken filmler hangisi?
Kuşku yok ki Digiturk Galaları’nın en ilgi görmesi muhtemel iki filmi, tematik ortaklığı da
bulunan, Inarritu’nun En İyi Film dahil dokuz
dalda Oscar adaylığı olan Birdman ile Tim Burton’ın Büyük Gözler/Big Eyes. Inarritu filminde,
oyuncu dünyası içerisinden günümüzde yeniden tariflenen popülerlik olgusuna ezber bozan bir bakış atıyor. Burton ise Margaret Keane
ile Walter Keane arasındaki intihal dolu ilişkiye
odaklanıyor. Evli oldukları sırada Margaret’ın
A Girl Walks Home Alone At Night :
Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız
İran sinemasının tür sinemasıyla sınırlı ilişkisi düşünüldüğünde Ana Lily Amirpour’un
ilk uzun metrajlı filmi Gece Yarısı Sokakta Tek
Başına Bir Kız/ A Girl Walks Home Alone At
Night’ın ilgi görmemesi mümkün mü? Bir çizgi
roman uyarlaması olan yapım, western etkileşimli bir vampir filmi.
İran’ın karanlık sokaklarında dolaşan vampir
öyküsü pek çok açıdan merak unsuru. Mesela
Batı kaynaklı sinemadaki vampir lugatına Doğu’dan nasıl bir katkı sunduğu, kötülük ve sokaklar ilişkisinde rejime nasıl anlamlar yüklediği gibi... Lakin öte yandan günümüz İran’ıyla
ilgili sorulara, gerçek bir hikayeden yola çıkan
Gül Suyu/Rosewater daha net cevaplar verecek gibi görünüyor. Gael Garcia Bernal’in oynadığı Jon Stewart’ın yönettiği film, hileli olduğu
gerekçesiyle İran’da protestolara neden olan
2009 seçimlerini takip eden bir gazetecinin
yaşadıklarından yola çıkıyor. Protestoları ha-
Kan donduran Öldürme Eylemi belgeselini
hatırlayanlar vardır. Yönetmen Joshua Oppenheimer, 1960’larda Endonezya’da darbe
sonrasında yönetimin tetikçiliğini üstlenip
yüz binlerce insanı vahşice öldüren bir çeteyle yüzleştirmişti bizi. Katiller anlatıyordu nasıl
cinayet işlediklerini. Oppenheimer, Sessizliğin
Bakışı/The Look of Silence filminde bu sefer
sözü karşı tarafa veriyor. Öldürme Eylemi’nde
yıllar sonra abisinin nasıl katledildiğini öğrenen Adi’nin katillerle bizahiti yüzleşme sürecini anlatıyor.
Love is Strange : Aşk Başkadır
‘Aşk’sız olmaz tabii. Aşk Başkadır/Love is Strange, Tek Aşkım/The One I Love, Son Beş Yıl/The
Last Five Years , aşk ve ilişkilere farklı yaklaşımlarıyla festival menüsünün ilgi görmesi
muhtemel ‘çift’li izlenecek filmlerinden... Not:
Variety dergisinin takip edilesi yönetmenlerden biri olarak altını çizdiği genç yönetmen
Justin Simien’ın yönettiği Sevgili Beyaz Irk/
Dear White People, günümüz Amerikan toplumunda siyahilere olan yaklaşımla hınzırca
dalgasını geçen eleştirel bir komedi. Bir üniversitedeki dört siyahinin yaşadıklarını izlerken
bir toplumda ‘ötekileştirilen’ ve ayrımcılığa
uğrayanların neler yaşadığını anlamak açısından da oldukça tanıdık gelen yanlarını görme
ihtimaliniz hayli yüksek.
Digiturk Galaları bölümünde önereceğimiz
son film bizden. Zenne filmiyle tanıdığımız yönetmenler M. Caner Alper ve Mehmet Binay’ın
ikinci filmleri Çekmeceler, bir genç kızın travmalarla dolu olan geçmişinin ‘çekmecelerini’
açıyor bize. Ele aldığı konu ve yaklaşımıyla
Zenne gibi iddialı ve ezber bozan bir film olduğu söyleniyor. İzleyip göreceğiz...
Lakin şunu da söylemek elzem. Festival öncesi
tavsiyeler, bilgilendirmeler ve yönlendirmeler
bir yere kadar işe yarar. !f, keşifçi bir festival. En
sağlamı ve bizce de kıymetlisi sizin kendi keşifleriniz. İyi keşifler ve seyirler...
9
Anneniz, bir yıl içinde babanız olursa…
16 yaşındaki Billie’nin annesi Jane bir gün gelir, kızına cinsiyetini değiştireceğini ve bundan sonra adının James olacağını söyler.
Bu süreçte haftada bir kez, salı günleri görüşmeye karar verirler. Çekimleri de bir yıl boyunca, sadece salı günleri gerçekleştirilen
52 Salı (52 Tuesdays) filmi, yılın en ilgi çekici yapımlarından. Pek çok festivalde ödül toplayan bu Avustralya filminin
yönetmeni ve senaristi Sophie Hyde ile görüştük.
Ece Koçal
Yazar
2014 Sundance Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü aldınız. Bu ödül sizin için
sürpriz miydi? Neler hissettiniz?
Sundance’ta en iyi yönetmen ödülünü almak
iki sebepten dolayı benim için çok önemliydi.
Öncelikle, Avustralya’daki film endüstrisi ve
uluslararası izleyiciler filmi farklı bir açıdan
görebildiler. Genel olarak insanlarda benimle
tanışma isteği uyandırdı. Ben de en sevdiğim
film yapımcılarıyla tanıştım. Fakat en önemlisi film çekim süreçlerinde kendimi rahat
hissedetmem gerektiğini anladım. 52 Salı’yı
çekmek benim için çok güzeldi; ancak filmin
bitmiş halinin izleyicilerin gözünden nasıl
görüneceğini tahmin edememiştim. Yoğun
bir ortak çalışmanın ürünü bir filmde en iyi
yönetmen ödülüne layık görülmek fazlasıyla
tatmin edici. Benim için yönetmek, rehberlik
ve yol göstermek demek. Bir hayalin doğuşunu ve büyümesini yansıttığımız bu filmle
tanınmak ayrıca çok güzel. Berlinale’de ödül
almanınsa bambaşka bir anlamı daha var. O da
genç, sofistike ve hırslı insanlardan oluşan bir
jüri tarafından böyle bir ödüle layık görülmek.
Bu iki ödülü, bir avuç gençlik jürisi, izleyici ve
festival ödülleri izledi ve bunların hepsi gösterdi ki izleyicinin tarafsızlığı birçok yerde bizimleydi. Bu gerçekten çok yüceltici bir durum
ve evet, ödülü kazanmak benim için büyük bir
sürprizdi.
52 Salı, annesi cinsiyet değiştiren ergenlik
çağındaki bir genç kız olan Billie’nin yaşadıklarını konu alıyor. Neden ve nasıl bu konuyu
seçtiniz? Filminin fikri nasıl ortaya çıktı?
çekmiştir. Cinsiyetin hayatlarımızda hemen
her alanda yer aldığını ve bizi sınırlandırdığını
düşünürüm. Bu karakterlerle, daha doğrusu
cinsiyet değiştirme sürecindeki anne James’le
işe başlamamın en önemli sebebi, kendinizin
ne kadarını çocuğunuza gösterdiğiniz, kendinizi çocuğunuza nasıl tanıttığınız sorusundan
geliyor. Bu, James için pek kolay bir soru değil.
Çünkü uzunca bir süre kendine ait önemli bir
gerçeği kızı Billie’den saklamış. Ama bence bu
sadece James için değil, tüm ebeveynler için
geçerli bir soru. Çocuğunuzun annesi ya da
babası olmanızın ötesinde kusurlarınızı veya
komplekslerinizi çocuklarınıza ne kadar gösteriyorsunuz? Açıkçası biz hikayeye daha çok bu
taraftan baktık; cinsiyet politikaları da beraberinde geldi…
Bu nedenle herkesin bu filmde kendinden bir
şeyler bulması mümkün sanırım…
Evet, çünkü bu film aynı zamanda bir yetişkin
olarak anne veya babanızla tanışmanın nasıl
bir şey olduğunu da gösteriyor. Çünkü insanların kendilerine yakın bulduğu ama ekranda
çok da izlemedikleri hikayeleri filme taşımayı
seviyorum. Genç kadınların kendi cinselliklerini ve özerkliklerini keşfetmesi benim için
önemli bir mevzu. Bu nedenle, bu aynı zamanda birbirimize nasıl davrandığımızla hatta
seçimlerimizle, birbirimize karşı nasıl tavır aldığımızla ilgili bir film.
Hikayenin yazım sürecinden biraz bahseder
misiniz? Dersinize nasıl çalıştınız?
Cinsiyet değiştiren pek çok kişinin yazdığı online blogları okudum. Bunların arasında farklı
bakış açılarına sahip, farklı deneyimler yaşamış ve oldukça açık sözlü pek çok kişi vardı.
Bu kişisel bloglarda okuduğumuz yazılar, izlediğimiz videolar gerçek hayatlara ait oldukları
oldukları için çok önemliydi. Ayrıca en önemli
kaynaklarımızdan biri, takip ettiğimiz Original
Plumbing isimli dergiydi.
52 Salı, bir yıl boyunca her salı günü çekildi.
Neden böyle bir yöntem tercih ettiniz?
52 Salı’nın konsepti filmin diğer senaristi olan
Matthew Cormack’tan çıktı. Filmin ana karakterlerinin her hafta sadece salı günleri buluşması ve filmin de o günler çekilmesi fikrinin
sahibi kendisidir. Bu fikir üzerine düşünmeye
başladığımızda, hikayenin bir yıla yayılması
gerektiğini fark ettik. Sık sık değişimin umut
verici halini konuşuyorduk. Çünkü karakterler
değişimi zorunluluk olarak değil, umut olarak
görüyorlardı. Bir yıllık sürecin bunu anlamak
için doğru bir zaman zarfı olduğunu düşündük. Bir yıl içinde değişimler yavaş yavaş yaşandı. İçindeyken çok da fark etmek mümkün
değildi ama durup arkanıza baktığınızda ne
kadar çok şey yaşandığını fark edebiliyordunuz. Bence bu süreçte, bizim, oyuncuların ve
karakterlerin fiziksel değişimlerinden ziyade
duygusal değişimleri daha çok ilgi çekiciydi.
Yani filmi bu şekilde çekme arzumuz, nasıl bir
sonuç çıkacağına dair merakımızın yanı sıra
film endüstrisinde alışılagelmişin dışında bir
çalışma tarzının izleyiciyi nasıl etkileyeceğini
görme isteğimizden de kaynaklanıyordu. Bu
kesinlikle meydan okuyan bir yaratım şekliydi
ama sonuçtan çok memnun kaldık. Böyle bir
çalışma imkanım olduğu için kendimi çok ayrıcalıklı hissettim.
Filmdeki tüm oyuncular amatörlerden seçilmiş ve her hafta sadece kendi sahnelerinin
olduğu senaryo bölümlerini okuyabiliyorlarmış. Bunun sebebi neydi?
Bunun en önemli sebebi, senaryoyu bizim de
o bir yıl içinde yazıyor olmamızdı. Bunun yanı
sıra oyuncuların hikayenin ana teması ve konusuyla ilgili çalışmalarımızdan sıkılmalarını
istemedik. Belki de filmde birkaç dakika süren
bir sahne, üç ayda çekilmişti. Oyunculara, bu
zaman diliminde olanlarla yaşama fırsatı vermek istedik. Bu kimi için çok zordu. Haklılardı,
elbette kolay değildi. Bazı oyuncular bunun
tadını çıkardı, bazıları zorlayıcı ve meydan
okuyucu buldu. Bence bu sürecin en iyi tarafı,
oyuncuların karakterlerin içine iyice oturmasını sağlaması oldu.
Gösterim tarihleri:
12 Şubat 2015 13:00
Cinemaximum Fitaş Salon 4
18 Şubat 2015 13:00
Cinemaximum Fitaş Salon 4
Toplumsal cinsiyet konusu her zaman ilgimi
11
Fizik denkleminden sanat eylemine
Dijital imkânların ulaştığı nokta, bu medium’la üretirken onun sunduklarını
dinleyip öğrenmeyi, ondan beslenmeyi, bir devinim içinde onunla birlikte dönüşmeyi getiriyor.
Dalgalar sergisinde olan da bu…
hava kadar hayatımıza dahil ettiği elektromanyetik dalgalar… Sözlükte ondan fazla tanıma
sahip bir kavram dalga. Çoğunlukla bir merkezden dışarı doğru yayılmaya dair… Fizikten
devralınan bir kavram ancak iletme, aktarma,
yayma gibi işlevleri meseleye toplumsal düzlemi de dahil ediyor. Bir yerde söylenen ya da
söylenmeyen söz, yaşanan ya da yaşanmayan
olay, yapılan ya da yapılmayan hareket dalga
efektiyle kişiden kişiye zincirleme etki yaratarak tüm yaşamı belirliyor, bir andaki milyarlarca hareket güncel toplumsal mutasyonu oluşturuyor. Tüm karşılıklarıyla düşünüldüğünde
dalga, bir fizik terimiyken hayatın rutinine
sirayet eden müthiş bir gerçeklik sembolüne
şeklinde düşünülmüş. Candaş Şişman’ın ses
dalgaları amaçlayarak metal yaylar ve motor
sistemleriyle kurduğu interaktif enstalasyonu
Re-conn-act; Erdal İnci’nin ışıklı çubukları ekranda görüntü ve sese dönüştüren ve izleyicinin bedenini performatif olarak kurgulayan
Formaphone; Osman Koç’un beyin dalgalarıyla herkesin kendi film kurgusunu yaptığı
çalışması Hipermevcudiyet; Ozan Türkkan’ın
insan sesini ışıkla ve yankıyla karşılayan kuyusu Well; Refik Anadol ile Alper Derinboğaz’ın
içine girilebilir mekânsal simülasyonu Pasaj,
kesinlikle ‘yaşanması’ gereken çalışmalar.
Elektronikten dijitale çoktan evrilen ve artık
post-dijital aşamasına ulaşan bu dönemde
Erdal İnci, stumblers gif animasyon
Alp Çoksoyluer, Resonare Performans
Elif Dastarlı
Yazar
Eleştiri disiplininin sağlam zemin üzerinde
kurumsallaşması niyet ve çabaları, sanat hakkında dil ile kurulan yapıyı statik bir düzleme
hapsetmemek, tam tersi dinamik olmak zorunda. Böylesi bir zorunluluk günümüzde
yeni medya sanatının payının büyümesiyle,
bu sanatı anlama ve yorumlama çabaları ekseninde her türlü manevraya da açık olmalı;
sanatın kendisi zaten durağan değilken betim
ile onu durağanlaştırmaya karşı bayrak açmalı. Daha söze dökmeye başlamadan değişen,
dönüşen bir hız söz konusu. Dil, kendini aktarımdan kurtararak yorumlamaya gitmeli ancak epistemik bir kopuş her şeyi başlamadan
bitirebilir; doğrudan fayda güdülmüyor olsa
bile yazma niyetini ortaya çıkaran ilk sebepten
uzaklaşılmamalı.
Konumuz bir yeni medya sergisi. O halde, yorumu özgür kılabilmek için önce konu hakkında bilgiyi vermek gerek: Serginin adı: Dalgalar /
Küratör: Ebru Yetişkin / Sanatçılar: Alp Çoksoyluer, Alper Derinboğaz, Ayşe Gül Süter, Buşra
Tunç, Candaş Şişman, Deniz Kader, Erdal İnci,
Korhan Erel, Osman Koç, Ozan Türkkan, Refik
Anadol. Mekân: Block Art Space galeri mekânı
ve hemen onun yakınındaki yeniden inşa halinde olan eski bir bina.
Yeni medya sanatı, 1990’lı yıllardan beri özellikle dijital teknolojinin gelişmesiyle yaygınlığa ulaşan bir sanat biçimi; aslında bir biçim
olmaktan çok bir sanat dili. Bilim ve teknolojinin verilerinden yola çıkıp sanatın yaratıcı aklını ve sezgisel ruhunu dahil eden sanatçıların
oluşturduğu bu dil, medium’u araçsallaştırarak
kullanmanın ötesinde. Sanat tarihinde tekniği
kullanırken her daim biçimlenen sanatçıyı tespit etmenin kendisi bile artık oldukça arkaik.
Dijital imkânların ulaştığı nokta, bu medium’la
üretirken onun sunduklarını dinleyip öğrenmeyi, ondan beslenmeyi, bir devinim içinde
onunla birlikte dönüşmeyi getiriyor. Dalgalar
sergisinde olan da bu.
dönüşüyor. Sergi, işte böylesi gerçekliği deneyimleme olanakları sunan ve Türkiye’deki
yeni medya algısı düşünüldüğünde birbirinden önemli işlerden oluşuyor.
Küratör Ebru Yetişkin, Türkiye’de yeni medya
sanatı üzerine kuramsal olarak da çalışan sayılı
isimlerden. Sergi için kaleme aldığı metindeki şu kısım izahata gerek bırakmaz nitelikte:
“Teknolojik, bilimsel, ekonomik, jeolojik, toplumsal, psikolojik ve siyasi enerji ağlarına dönüşen bedenler ve maddelerin oluşturduğu
dalgalar, bugün veri yığınlarına dayalı algoritmik regülasyonun eşlik ettiği post-totaliter
yönetim zihniyetinin nasıl işlediğini açığa çıkaran semptomlar sunuyor.”
Sergideki çalışmaların çoğu, izleyiciyi katılımcıya dönüştürerek bir deneyim yaşatmak
Dalga, pek çok küratörlü sanat sergisinin adında olduğunun aksine burada bir metafor değil,
gerçeğin kendisi. Ses, ışık, beyin dalgaları, dalgalanmalar, gelgitler; tekrarlı bir hareket, salınım… Teknolojik yeniliklerin soluduğumuz
Candas Şisman, re-conn-act interaktif enstalasyon
sergideki işler –yine küratör metnine baktığımızda–: “ses-bedenlerin, nöron-bedenlerin, sismik-bedenlerin, kalabalık-bedenlerin,
ışık-bedenlerin ve yay-bedenlerin oluşturduğu
dalgaları yeniden kullanmayı, geri dönüştürmeyi, işleme ve sürece tabi tutarak başkalaştırmayı deniyor.”
Sergi için asıl mekân olarak sterillikten epey
uzak, içinde inşaatın hâlâ devam ettiği dört
katlı bir bina seçilmesi, pratik anlamda kurulum konusunda epey zorluklar çıkarmasına
rağmen dijital dilin algılanmasında yarattığı
çok katmanlı durum ile kesinlikle doğru bir
tercih olmuş. Böylece, çalışmalarla birlikte
mekân da bedeni uyarıcı bir unsura dönüşmüş. Üstelik Ebru Yetişkin, “enerji politikalarının güdümündeki güncel kapitalizm içinde
dalgalar, enerji kaynaklarının hakim üretim
hatlarıyla taşınmasını sağlıyor gibi…” diyerek
enerji politikalarına dair iki önemli noktaya vurgu yapma niyetini beyan ediyor. İlki,
yenilenebilir, geri dönüştürülebilir ekolojik
enerjinin karşısında hayatı gasp eden, ülkeyi
beton çöplüğüne dönüştüren enerji ve inşaat
politikasına dair. Meselenin ikinci kısmı bizzat
bireyi ilgilendiriyor. Aşırı dijitalleşme insan algısını anlık hale getirdi ve bu, her şeyden önce
bilgiyle kurulan ilişkide bir tehdit unsuru oluşturuyor. Ayrıca otonom bireyler olarak üstelik
çoğunlukla farkında olmaksızın hakim politik
söylemlere dahil oluyor ve hatta stereotipleri
yeniden yeniden üretir hale geliyoruz. Çalışmalar ve sergilenme biçimlerinden metin kurgusuna sergi, bu eksenlerde makro düzeylerle
kurulan bireysel ilişkilere dönme gerekliliğini,
bireyin kendisinin nasıl birer medium haline
geldiğini hatırlatarak salık veriyor.
Dalgalar, Küratör Ebru Yetişkin’in Kakafoni ile
başladığı bir üçlemenin ikinci ayağı. Açılışta ve
sonrasında çeşitli performansların da gerçekleştirildiği sergi, kalabalık sanatçı grubunun
yakaladığı ortak dil ile zaman zaman tek bir
çalışma gibi algılanabiliyor; ki bu, kurumsal
sponsor desteğinden yoksun serginin pek çok
imkânsızlıkla başa çıkan kolektif ruhunu gözler önüne seriyor. Öte yandan, ‘dalgalar’ı sanat
düzlemine taşıyan görsel-işitsel yollara metin
okumaları ve kavramı mimarlık, sosyoloji, fizik, felsefe, politika ve siyaset alanında değerlendiren tartışmalar eşlik ediyor. Ayrıca sergi,
üniversitelerdeki laboratuvarların bağımsız
araştırmacı ve sanatçılara açılmasına önayak
olmak gayretini de taşıyor. Nihayet ülke yeterli donanıma sahip haldeyken sergiden sonra
yeni medya alanında çalışmak isteyenler için
işlerin biraz daha kolaylaşması temennisi söz
konusu.
Aysegul Suter, aurora isik enstalasyonu
Günümüzde modern disiplinler arasındaki
ayrım muğlaklaşıyor ve disiplinlerüstülük
hatta aşırılık kavramına ulaşılıyor. Hem bilim
ve teknolojinin hem de sanatın yararına olabilecek bir gerçeklik var artık. Sanatın ulaştığı
nokta, yepyeni, denenmemiş, araştırmaya açık
pek çok ifade formu bulabiliyor oluşu; üstelik
–tekrar edersek– form bizzat ifadeyi de şekillendiriyor. Dalga sergisinin kendisi formu ve
ifade ettikleriyle performatif bir deneyim alanı
oluşturarak kurulacak yeni dünyalar için dalga
ritmini başlatıyor.
13
Sanat Hayat İçindir!
Filmlerinden Birisi Mutlaka Sizin İçindir!
‘Ben sanatçıyım’, demek, belli bir savı içerir; bu, yaşadığımız zamanda – ve geride bırakılmış onca deneyimin ardından –
artık ‘sanat sanat içindir’in bulanık sularında yüzmek yerine, çok berrak görünüm taşıma durumunda olan
bir savdır ve bu savın içeriğini, yaşama yönelik belli bir yorumu sanatsal düzlemde sunma iradesi oluşturur.
Ahmet Cemal, Sanat Üzerine Denemeler
Greene, bu filmiyle toplumsal performans kavramına dikkat çekiyor.
Life Itself / Hayatın Kendisi
Steve James, ABD, 2014
2013 yılında kaybettiğimiz, sinema eleştirisine yeni bir boyut getiren, yıldız sistemini ilk
defa kullanan, tüm zamanların en üretken ve
sinema eleştirisi dalında Pulitzer Ödülü’ne sahip tek sinema yazarı Roger Ebert’ın hayatını
her yönüyle ele alan “Life Itself/Hayatın Kendisi” sinemaya adanmış bir hayatı görmek için
paha biçilmez bir kaynak. Uzun yıllar boyunca
sinema eleştirisini televizyon programları aracılığıyla kitlelere ulaştırıp “Two Thumbs Up!”
deyişini yaratan Roger Ebert ile Gene Siskel
arasındaki çekişmeli mesleki ilişki belgeselde
büyük yer tutuyor. 70 senelik yaşamında on
bin film izleyip bunların altı bini üzerine eleştiri yazmış olan Ebert’ın yaşamı sinefillerin kaçırmaması gereken bir tutku hikâyesi.
Regarding Susan Sontag / Susan
Sontag Hakkında
Nancy Kates, ABD, 2014
Regarding Susan Sontag : Susan Sontag Hakkında
Tuğçe Yapıcı
Yazar
!f İstanbul’un bu sene iki yaşına basan “Sanat
Hayat İçindir!” bölümü 2014 senesi boyunca
yurt dışındaki festivallerde ilgi görmüş, merakla beklediğimiz 7 filmden oluşan bir seçkinin yanı sıra festival programımıza dahil
etmemiz gereken dört etkinlik sunuyor.
Filmler
To Be Takei / Takei Olmak
Jennifer M. Kroot, ABD, 2014
60’ların fenomen dizisi Star Trek/Uzay Yolu’nda Kaptan Sulu karakterine hayat veren George Takei şimdi 77 yaşında ve o günleri adeta
bebeklik günleri gibi hatırlıyor. 2005 yılında
eşcinsel olduğunu açıklayan ve 2008 yılında
21 senelik hayat arkadaşı Brad Takei ile resmi
olarak evlenen George Takei LGBT haklarını
savunmak için yaratıcı eylemlerde yer aldı.
Rol aldığı Allegiance müzikalinin promosyonu
için kullanmaya başladığı Facebook sayfasının
takipçi sayısı dört senede 8 milyonu aştı. Siz
de göz gezdirmeyi ihmal etmeyin, Takei’in
gülümseten paylaşımlarını görünce bu ilginin
sebebini anlayacaksınız.
Actress / Oyuncu
Robert Greene, ABD, 2014
The Wire dizisinin Theresa’sı olarak hatırladığımız Brandy Burre hamile kalıp kariyerine ara
verdikten on sene sonra oyunculuğa devam
etmek istediğinde yaşadığı mesleki zorluklara
bir de çatırdayan evliliği eklenmiş. Senaryo belirlemeden çekilen filmde Greene’in deyişiyle
hiçbir kurmaca öge yer almıyor. Yönetmen Robert Greene ile Brandy Burre arasındaki sanatsal yakınlaşma ve iş birliği filmi son derece kişisel kılmış. Günlük yaşamda da kimliklerimizi
teatral bir biçimde canlandırdığımızı savunan
Çocukluk günlerinden itibaren yazmaya ve
fikir beyan etmeye karşı duyduğu açlığı doyurmaya ömrü kâfi gelmeyen Susan Sontag
gözünü budaktan sakınmayan, kendisine biçilen toplumsal rollere razı olmayan, tercihlerini
saklamaya gerek duymayan ve yaşamını tek
bir şehirde geçiremeyecek kadar tebdil-i mekanın ferahlığına inanan bir kadındı. Ona göre en
ilginç yazarlar daima eleştirmenler arasından
çıkıyordu. Popüler kültür, savaş, siyaset, insan
hakları, cinsellik, fotoğraf, hastalık vb. pek çok
konuda kalem oynatan ileri görüşlü bir yazar
olarak üretmeye dair kararlılığı iki defa kanseri
yenip hayatta kalmasını sağladı. Susan Sontag’ın görüntüleri, yazılarından alıntılar ve özel
hayatına yakın tanıklık etmemize izin veren
röportajlardan oluşan belgesel Sontag’ı daha
yakından tanımamıza imkan sağlıyor.
Remake, Remix, Rip-Off: About Copy
Culture & Turkish Pop Cinema / Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk
Sineması
Cem Kaya, Almanya, Türkiye, 2014
Gökhan Bulut ile birlikte yönettiği “Arabeks”
belgeseliyle 2010 senesinde Antalya’da En İyi
Belgesel Ödülü’nü kucaklayan Cem Kaya’nın
yeni filmi yapım aşaması yedi yıl süren bir
araştırmanın ürünü. Aslen Yeşilçam’da dünya sinemasından filmlerin yeniden yapımları
vesilesiyle doğan etkileşimleri irdeleyen belgesel; Türkiye’de sinemanın muzdarip olduğu
sansür, arşiv yetersizliği gibi konulara da değiniyor. Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün,
Cüneyt Arkın, Fatma Girik ve Türkan Şoray
filmde röportajlarını görebileceğiniz isimlerden sadece birkaçı.
Robbe-Grillet aynı zamanda Jean de Berg ve
Jeanne de Berg mahlaslarıyla eserler vermiş,
kitapları yakılmış bir yazar. Bir kadının cinselliğinin bir erkekten bağımsız olması ve mutlaka
kendi kimliğini taşıması gerektiğine inanan
Robbe-Grillet bu filmde partneri Beverley
Charpentier ile birlikte rol alıyor. Kendisi gibi
bir dominatrix olan Charpentier, ruhunun yalnızca Catherine’e ait olduğuna inanıyor.
Etkinlikler
Bütün Mahalleli Duysun: Bir Enstalasyon – Çiçek Kahraman
17 Şubat 2015-1 Mart 2015 (12:00-15:00),
Salt Beyoğlu
“Bütün Mahalleli Duysun” yerleştirmesinde
kendinizi mahallenizde hissedeceksiniz çünkü tanıdığınız oyuncular size pencerelerden
seslenecek! 1960-‘80 yılları arasındaki Yeşilçam filmlerinden alınan mahalleli temsillerinden oluşan bu yerleştirme bellek tazelemek
için biçilmiş kaftan.
La Princesa De Francia / Fransa
Prensesi
Hayaletler I/Hauntings I - Guy
Maddin
Matías Piñeiro, Arjantin, 2014
12 Şubat 2015-22 Şubat 2015,
Bu sene !f’in Keş!f jürisinde de yer alan Arjantinli yönetmen Matías Piñeiro’nun son filmi
“La Princesa de Francia/Fransa Prensesi” babasının ölüm haberini alan Victor’un Meksika’dan Buenos Aires’e dönüşüyle birlikte çok
sayıda sevgilisi, arkadaşı ve bir tiyatro oyunu
arasında kalış hikayesini Piñeiro’nun özgün
dilinden anlatıyor. Genç yaşına rağmen auteur
sinemasının saygı duyulan isimlerinden biri
haline gelen Piñeiro yine Shakespeare sevgisini sergilemekten vazgeçmiyor. Bu defa filmin
merkezinde Shakespeare’nin erken dönem
eserlerinden bir komedi var: Love’s Labour’s
Lost/Aşkın Çabası Boşuna.
Salt Beyoğlu
La Cérémonie / Seremoni
Lina Mannheimer, Fransa, 2014
Bugün bile kendi şatosunda düzenlediği
sado-mazoşist seremonilere katılmak isteyenlerden talepler alan Fransa’nın en ünlü
dominatrix’i 84 yaşındaki oyuncu Catherine
Son filmi “The Forbidden Room/Yasaklı Oda”yı da !f kapsamında izleyeceğimiz Guy Maddin’in 2010 yılında hazırladığı F.W. Murnau,
Fritz Lang, Hollis Frampton, Victor Sjöström,
Jean Vigo ve Kenji Mizoguchi gibi ünlü yönetmenlerin yarım kalmış filmlerinden seçtiği
parçalardan oluşan bu yerleştirme, yalnızca
tamamlanmış değil bir vücut bulamamış filmlerin de üzerine düşünülmeye değer olduğuna
inanan bir yönetmenin çağrısı sayılabilir.
‘Queer’ Seyirlik ya da Mavi Adamların Altın Çağı/Watching Queer or the
Golden Age of Blue Man
13 Şubat 2015 (17:00-19:00), Salt Beyoğlu
Yazan-Yöneten: Ben Vautier
Görüntü Yönetmeni & Kurgu: A. R. Ken Subi
Oyuncular: Strap-On Arts Alliance
Dil: İngilizce / Türkçe
Başınıza ne geldiğini anlamak ve yaşadığınız
deneyimi anlamlandırmaktan aciz kalacağınızı iddia eden bu etkinlik, cinselliği bir tür
seyirliğe dönüştürmek suretiyle kendisine
‘queer’ seyirlik sıfatını atfediyor. Yalnızca Ben
Vautier’in ismi bile bizi nelerin beklediğine
dair merakımızı cezbetmek için yeterli.
15
Benim !f’im
14.!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde herkesin merakla beklediği birçok film var.
Kim hangi filmi heyecanla bekliyor, merak ediyor, bilmek istiyorsanız “benim !f’im” bölümümüzde sizler için derlediğimiz sanatçı,
yönetmen, sinema yazarı ve oyuncu önerilerine göz atabilirsiniz.
Big Eyes : Büyük Gözler
Gözde Başkent,
Sanatçı
Merakla beklediğim iki film var. Birisi “Büyük
Gözler” bir diğeri de “Düşlerin ve Çılgınlığın
Krallığı”, bu iki film dışında, “Luna” ve “Kumiko, Hazine Avcısı” da görmek istediğim diğer
filmler arasında yer alıyor.
Janet Barış,
Sinema Yazarı
!f Kült bölümü her yıl çok özel filmlerden seçiliyor, bu yılın filmi ise “Sayat Nova /Narın
Rengi”. 1968 Ermenistan yapımı ve Sergei Paradjanov gibi sinema tarihinin ustalarından
biri olan yönetmenin elinden çıkmış olan Narın Rengi ;konusuyla da ilgi çekici, film ünlü
Ermeni müzisyen “Sayat Nova”nın hikayesine
odaklanırken büyülü bir şiirsellik yakalıyor.
Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği ve
dokuz dalda Oscar’a aday gösterilen “Birdman”
şüphesiz festivalin en popüler en çok beklenen filmlerinden biri. Ünlü yönetmen Tim
Burton’ın son filmi “Büyük Gözler” seyirciyle
Türkiye’de ilk kez !f’te buluşuyor, bu açıdan
önemli.
İşitme engelli insanlardan oluşan bir oyuncu
kadrosu ile sessiz olduğu kadar etkili bir deneyim sunmayı amaçlayan Kabile, gösterildiği festivallerde övgüyle bahsedilmiş ilginç bir
yapım.
Yönetmen Martin Ritt’in ilk uzun metraj filmi
olan Rüzgarların Arasında; 1941 Haziran’ında
Baltık ülkelerinde evlerinden zorla çıkarılarak
Sibirya’ya trenlere bindirilen insanların zorunlu göç hikayesini anlatıyor.
Ünlü yönetmen Fassbinder’in yakın arkadaşlarından Christian Braad Thomsen’ın vaktiyle
Fassbinder ile yaptığı konuşmaları, röportajları içeren film yönetmenin farklı bir portresini
sunuyor.
Murat Erşahin
Sinema Yazarı
The Color of Pomegranates / Narın Rengi, Super Duper Alice Cooper / Şahane Alice Cooper,
Pink Floyd London ‘66-’67, Burroughs, Big
Eyes / Büyük Gözler, Love Is Strange / Aşk Başkadır, Kumiko, The Treasure Hunter / Kumiko,
Hazine Avcısı, Tusk / Mors Dişi, Birdman, The
Overnighthers / Gececiler, You’re Sleeping Nicole / Nicole, Uyumuşsun, 1001 Grams / 1001
Gram, Buzzard, The Kingdom of Dreams And
Madness / Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı, Horse Money / At Parası, The Smell of Us / Bizdeki
Koku.
Cüneyt Cebenoyan
Sinema Yazarı
The Tribe.
17
Gözde Baykara
Sanatçı
Festivalin açılış filmi Big Eyes’i bir Tim Burton
hayranı olarak merakla bekliyor ve büyük gözlerin bana da ilham vereceğini umuyorum.
Miroslav Slaboshpitsky’nin yönettiği ve içinde
hiçbir diyalog barındırmayan “Plemya” şimdiden izlemek için sabırsızlandığım filmler
arasında. 70’li yıllarda Heidi’nin de yönetmenliğini yapmış olan Isao Takahata’nın uzun zaman sonra ilk uzun metrajlı filmi Kaguyahime
No Monogatari / Prenses Kaguya Masalı, Ghibli
Stüdyoları’ndan çıkıyor ve !f İstanbul’da ilk kez
Türkiye’de gösterime giriyor. Çizimle uğraşan
ve anime filmlerine bayılanların kaçırmaması
gerektiğini düşünüyorum.
Birdman: Dokuz dalda Oscar adayı olan film
Inarritu-Lubezki işbirliğiyle anılacak gibi.
Işıltılı oyuncu kadrosuyla merakla beklenen
Birdman, Türkiye prömiyerini !f kapsamında
yapacak. Kaçmaz!
Tek Aşkım: Çiftgezer meselesi üzerine yaratıcı
bir bilimkurgu romantik-komedisi. Uyaralım,
Justin Lader yılın en dahiyane senaryolarından biriyla çıkageliyor.
Selen Uçer
Oyuncu
Plemya (The Tribe), Love is Strange, Eden
Şenay Aydemir
Sinema Yazarı
Bütün filmlerini soluksuz izlediğim Alejandro
Gonzalez İnarritu ve kamera açıları, müziği,
müthiş oyunculukları ve özellikle de Michael
Keaton’ın performansıyla izleyiciyi büyüleyen
Birdman’i festivalde tekrar zevkle izleyeceğimden hiç şüphem yok.
Ayrıca gökkuşağı bölümündeki hemen hemen
tüm filmleri merak ediyor, dünya galasını !f
İstanbul Bağımsız Film Festivali’nde yapacak
olan Çekmeceler’i izlemek için sabırsızlandığımı eklemek istiyor ve son olarak; !f Kısalar da
tabi ki kaçmaz diyorum!
Ali Taptık
Sanatçı, Sanat Yazarı
Kabile/ Plemya; 2014’ün en çok konuşulan
yapımlarından biri olan Myroslav Slaboshpytskiy imzalı film, tamamı sağır ve dilsiz öğrencilerden kurulu oyuncu kadrosuyla şiddetli bir
ergenlik hikayesi.
İranlı/ Iranien; Fransa’da yaşayan seküler İranlı
yönetmen Mehran Tamadon’un, Tahran’da bir
grup molla ile geçirdiği iki gün Türkiye için de
önemli deneyimlerle dolu.
Narın Rengi/ Sayat Nova, Nran Guyne; Sergei
Paradjanov’un 1968 yapımı filmi, ünlü Ermeni
müzisyen Sayat Nova’nın hikayesini şiirsel bir
üslupla anlatıyor.
Larry Clark - The Smell Of Us / Bizdeki Koku,
Slaboshpytskiy – Kabile, Sono - Tokyo Tribe /
Tokyo Çetesİ
Engin Ertan
Mustafa Horasan
Sanatçı
At Parası / Cavalo Dinheiro, Benimle Dans Eder
misin? / Will You Dance with Me?, Kabile /
Plemya
Birdman, Big Eyes, Plemya-Kabile, Regarding
Susan Sontag
Ümit Ünal
Ali Elmacı
Sanatçı
A Girl Walks Home Alone At Night, Buzzard,
Big Eyes, Tokyo Tribe, Cavalo Dinheiro, Yume
To Kyoki No Okoku
Kerem Akça
Sinema Yazarı
Rüzgarların Arasında: Estonya sinemasından
şaşırtıcı bir keşif. Resnais ve Tarkovsky’yi kıskandıracak büyüleyici bir şaheser. 2. Dünya
Savaşı hiç bu tarafından anlatılmamıştı.
Sinema Yazarı
Yönetmen
Birdman; bu filmin hayranıyım. Büyük perdede, görüntüsü sesiyle tam halini seyretmek
için sabırsızlanıyorum.
What We Do in the Shadows; bu film üstüne
bir iki yazı okuyup meraklanmıştım. Yine festivaldeki A Girl Walks Home Alone at Night’ı
da merak ediyorum. Baş kahramanlarından
biri vampir olan bir film fikriyle uğraşıyorum,
o yüzden vampir konularına ilgim arttı.
Narın Rengi ya da The Forbidden Room/Yasaklı Oda; üçüncü seçenek için bu ikisi arasında
kararsız kaldım. Paradjanov’un enfes filmini
bir kez de büyük perdede görme fırsatı kaçmaz
ama Yasaklı Oda’yı da çok yerde okudum, çok
ilginç geliyor.
Uygar Şahin
Sinema Yazarı
Ben Gibi, Fassbinder: Talepsiz Sevmek, God
Help The Girl
Selin Gürel
Sinema Yazarı
Eden; genç bir auteur gözüyle baktığım Mia
Hansen-Løve’ın yönettiği filmlerin tümü, her
filme nasip olmayan hüzünlü bir yaşanmışlık
duygusuna batırılıp çıkarılmış gibidir. Onları
izledikten sonra, karakterlerin bir yerlerde yaşamaya devam ettiğine yemin edebilirsiniz.
Eden da farklı değil. Ama diğer Hansen-Løve
filmlerinden farklı olarak, Eden’da birilerinin
hayatından sarsıcı bir kesite tanıklık ettiğiniz
gibi, kimilerinin büyüme hikayesinin merkezine oturan, müzik tarihinin çılgın duraklarından birine de tanıklık edeceksiniz. Bir taşla iki
kuş.
İçinden müzik geçen !f filmleri
!f İstanbul’u müziksiz düşünmek mümkün değil. İlk yılından beri müzik filmlerine ve partilere özel bir yer ayıran !f’in dört yıldır kendi bağımsızlığını
ilan etmiş mini müzik festivali !f music bunun en güzel kanıtı! Mottosu “Müziksiz asla” olan !f’çiler için biz de içinden müzik geçen filmleri derledik.
İşte, hem gözlere, hem de kulaklara iyi gelecek müzikli !f filmleri…
Uğur Yüksel
Yazar
Eden/Cennet
The Last Five Years/Son Beş Yıl
Üç yıl önce “Un amour de jeunesse/Elveda İlk
Aşk”ıyla !f’çilerin gönlünü fetheden Fransız
yönetmen Mia Hansen-Løve, dördüncü uzunu
“Eden/Cennet”te, ‘Fransız dokunuşu’ denilen
Daft Punk ve Cassius gibi efsanelerin doğuşuna tanıklık etmiş elektronik müzik akımın
kurucularından Fransız DJ Paul’un 18 yıllık
“Freedom Writers”, “P.S. I Love You/Not: Seni
Seviyorum”, “Beautiful Creatures/Muhteşem
Yaratıklar”ın yönetmeni Richard LaGravenese’nin yönettiği film, Jason Robert Brown’ın
2001’de yazıp bestelediği aynı adlı müzikalden
uyarlama. Off-Broadway’in en çok ilgi gören
gösterilerinden birine dönüşen ve sayısız ülkede sahnelenen müzikal, Brown’ın ayrılıkla
biten evliliğinin son 5 yıllını kadın ve erkek
gözünden anlatıyor.
The One I Love; tek bir haftasonunda bir evliliğin parçalarını toplamak nasıl sadece dile
kolaysa, bu konuyu ele alan bir filmin sürpriz
hamlelerle dolu, heyecanlandıran, orijinal bir
işe dönüşmesi de çoğu kez uzak bir hayalden
ibaret. Ama büyük bir hevesle ilan ediyorum;
The One I Love uzağı yakın ediyor.
What We Do in the Shadows; “Vampirlere dair
görmediğimiz ne kaldı?” sorusunun tek bir cevabı olabilseydi; o cevap, aynı evi paylaşan bir
grup çilekeş vampirin gündelik hayatını anlatan sahte bir belgesel olurdu. “What We Do in
the Shadows” tam da bu. Vampir olmanın gerçekten ne demek olduğunu ilk kez bu filmde
öğreneceksiniz.
yükseliş ve düşüş hikayesini anlatıyor. French
House’un en ünlü isimlerinden Daft Punk’ı da
bu hikayeye yerleştiren Hansen-Løve, 90’ların
atmosferini ve müziğini etkileyici bir şekilde
kullanıyor. Frances Ha’yla tanıdığımız Greta
Gerwig, Paul Etienne ve Brady Corbet’in de
performanslarıyla dikkat çeken Cennet, Fransız elektronik müziğinin bol danslı, partili bir
arkaplanını da ortaya koymayı unutmuyor.
Senem Aytaç
Big Eyes/İri Gözler
Sinema Yazarı
Sessizliğin Bakışı; Joshua Oppenheimer’ın
2012 tarihli belgeseli Öldürme Eylemi o kadar
sert ve güçlüydü ki oturup bir kez daha izlemeye cesaret edebilir miyim emin değilim ama
belgeselin bir anlamda ‘tamamlayıcısı’ olan
Sessizliğin Bakışı’nı merakla bekliyorum.
Bir Gün Pina Dedi Ki…; 1983 yapımı belgeselde,
Chantal Akerman kendine has sinema ve ritim
duygusu ile Pina Bausch’a ve dans tiyatrosuna
akıyor.
Rey’in film için yaptığı ve özellikle sosyal medyada olay yaratan “Big Eyes” ve “I Can Fly” adlı
şarkılarını da unutmamalı!
Dyke Hard
Başarısız lezbiyen rock grubu olan Dyke
Hard’ın amatör grupların yarıştığı bir müzik
yarışmasına katılmak üzere yola koyulmaları
ve yol boyunca birbirinden tuhaf insanlarla
karşılaşmalarını anlatan bu İsveç bilimkurgu
müzikali, B sınıfı ve camp film tutkunları için
gerçek bir hazine. John Waters’ın özellikle ilk
dönem filmlerini aratmayacak ölçüde pervasız
ve kötü olan Dyke Hard, “Pink Flamingos”dan
(1972) bu yana yapılmış en camp filmlerden
biri!
Pulp: Life, Death & Supermarkets /
Pulp: Hayat, Ölüm ve Süpermarketler Üzerine Bir Film
2003’te çektiği Woodenhead’la Yeni Zelanda’da kült olan Florian Habicht’ın Pulp’ın fenomen vokalisti Jarvis Cocker’ın davetiyle çektiği
film, efsanevi müzik grubu Pulp’ın 2012’deki
duygulu son konserini, grubun öyküsünün
başladığı şehrin dokusuyla bir araya getiriyor.
Yılın en iyi müzik filmlerinden biri sayılan
“Pulp: …”, bir yandan Pulp üyelerini ünlü olmak, aşk, yaşlanmak gibi konular hakkında
konuştururken, diğer yandan Sheffield’da yaşayan sıradan insanları dahil ediyor.
Fantastik öykülerin usta yönetmeni Tim Burton’ın merakla beklenen son filmi, “Big Eyes”,
sanat tarihinin en sansasyonel olaylarından
birine odaklanıyor ve 50’li yıllarda iri gözlü
çocuk tablolarıyla meşhur olan Margaret Keane’in, eserlerini ve yeteneğini sahiplenmeye
çalışan eşi Walter Keane’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Amy Adams ve Christopher
Waltz’un başrolünde olduğu “İri Gözler”, eleştirmenlerce Burton’ın “‘Ed Wood’dan sonraki
en kişisel filmi” ve “‘Big Fish’ten beri yaptığı
en iyi film” yorumlarıyla karşılandı. Lana del
19
Super Duper Alice Cooper/Şahane
Alice Cooper
ve nasıl geldiklerinden bahsederken, perde arkasındaki bazı olgulara da dokunuyorlar.
1960’lardan günümüze ulaşan en etkileyici rock’n roll fenomeni Alice Cooper’ın iç dünyasını
Song from the Forest/Ormanın
Şarkısı
William Fouler “Bir filmde dansın bu kadar iyi
göründüğünü görmemiştim” sözleriyle tanımladığı film, bir yandan 80’ler LGBT kültürüne
dair eşsiz bir belge sunarken, Jarman’ın deneysel çalışmalarını takip edenler için de büyüleyici bir deneyim sağlıyor.
belgeleyen film, Vincent Furnier adlı bir adamın alter egosu Alice Cooper’a dönüşmesini
Dr Jekyll ve Mr Hyde hikayesiyle bağ kurarak
anlatan etkileyici bir belgesel opera.
God Help the Girl
Belle & Sebastian’ın solisti Stuart Murdoch’ın,
2009’da yayınladığı solo albümüyle aynı
adı taşıyan müzikali, Emily Browning, Olly
Alexander ve Hannah Murray’i başrole taşıyor. Birlikte bir müzik grubu kuran üç gencin
eğlenceli ve duygusal yazını anlatan film, samimiyetiyle büyülüyor, müzikleriyle Belle &
Sebastian hayranlarını baştan çıkarıyor.
A City is an Island/Bir Şehir, Bir Ada
“Bir Şehir, Bir Ada”da çağdaş müziğin en özgün
sanatçılarına ev sahipliği yapan Montreal’e gidiyor, buradaki müzik kültürüne daha yakından bakıyoruz. Mac Demarco, Spencer Krug,
Patrick Watson, Colin Stetson ve Tim Hecker
gibi birbirinden farklı sanatçılar bu şehre niye
tiği 70 dakikalık filmi “Will You Dance with
Me?” ilk kez günışığına çıkıyor. Jarman’ın yapımcı ve yönetmen arkadaşı Ron Peck tarafından bulunan film, Londra’da Benjy adlı bir gey
barda geçiyor. BFI’ın meşhur küratörlerinden
The Color of Pomegranates - Sayat
Nova/Narın Rengi – Sayat Nova
1985’te bir akşam radyoda duyduğu bir Afrika
ezgisinden etkilenen Louis Sarno’nun çantasında ses kayıt aletleriyle Bayaka kabilesinin
müziklerini kaydetmek için gittiği Afrika’ya
yerleşmesini anlatan film, ‘medeniyet’ ve ‘kültür’ hakkında zekice kurgulanmış ve incelikle
resmedilmiş bir deneme. Sarno’nun kadim
dostu Jim Jarmusch’un ‘Dead Man’ ve ‘Ghost
Dog’ filmlerine ilham verdiğini de hatırlatalım.
Will You Dance with Me?/Benimle
Dans Eder Misin?
Kafkaslar’da yaşamış en büyük ozan olarak
kabul edilen Ermeni Artin Sayadyan’ın, nam-ı
diğer Sayat Nova’nın (Şarkıların Efendisi) şiirlerinden esinlenerek, ozanın hayatındaki kırılma noktalarını oldukça imgesel bir dille perdeye aktaran restore edilmiş bu kült film, 1968’de
çekildiğinde konu itibariyle oldukça cesur
bulunmuş, yönetmeni Sergei Parajanov’un
tutuklanmasında ve hapis yatmasında da epey
bir rol oynamış.
20. yıl önce kaybettiğimiz İngiliz yönetmen
Derek Jarman’ın 1984’te video kamerayla çek-
21
Bu filmden dans ederek çıkacaksınız!
rişsiz, kaba bir asalak. Hiçbir konuda acı çekmiyor olsa da sevme yeteneği var. Yaşlı görünüyor ama çocuk gibi davranıyor.
Filmde neon renklerin ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Neden bu renkleri tercih ettiniz?
Norveç (Norviya), kalp atışı durmasın diye durmadan dans etmek zorunda olan vampir
Zano’nun tuhaf ve olağanüstü hikayesini anlatıyor. Yunanistan yapımı filmin yönetmeni Yiannis Veslemes’le bu “tuhaf” filmi konuştuk.
Çocukluğumda izlediğim filmlerde gördüğüm
renkli etkiyi yansıtmak istedim. Bunlar, 80’lerin Amerikan korku ve bilim kurgu filmleri.
Güncel sinemada renkleri doymamış, solgun
yapma eğilimindeyiz. Ben onları canlı, damarlı, neon ve geceye ait bir hale getirmek istedim.
80’lerin Atinası, sokak kadınları, uyuşturucu satıcıları… Neden bu dönemi ve bu ortamı
seçtiniz? 80’lerde sizi çeken nedir?
Bu, gri bölgelerle gri hayatlarla ilgili bir hikaye. Taraf seçmenin verdiği rahatsızlık hissi ya
Evet, filmin dikkat çekici özelliklerinden biri
düşüncelerinizi de öğrenmek isterim. Yeni
Başbakanınız Çipras, oldukça genç bir isim
ve alışılagelmişin dışında tavırlarıyla dikkat
çekiyor. Bu durum Yunanistan’ı nasıl etkileyecek sizce?
Şu an Yunanistan’da olanlar beni gerçekten heyecanlandırıyor. İşlerin bir adım öteye gidece-
alıyor. Sözleri şöyle: “Norveç Akdeniz’e doğru
yollanıyor, Norveç geliyor, yanı başındalar.”
Ben de bu şifreli sözlerin kodunu çözmek istedim ve ortaya çıkan sonuç, yeni bir hikayeye
ilham verdi.
Ece Koçal
Yazar
Bu yıl !f Bağımsız Filmler Festivali’nde birbirinden ilginç üç vampir filmi var. Bunlardan ilki bir
İran vampir westerni olan Gece Yarısı Sokakta
Tek Başına Bir Kız (A Girl Walks Home Alone
At Night). Ölümsüzlüğünün keyfini çıkaran
kızımız, bu terkedilmiş kentin kasvetli sokaklarında gezinerek, av peşinde koşuyor. İkinci vampir filmimiz ise tam da özlediğimiz bir vampir
komedisi olan Aylak Vampirler (What We Do In
The Shadows). Burada dört kahramanımız insan kanıyla beslenme, yüzyılların yaşam ve gönül yorgunluklarını atamama gibi vampirliğe
has mücadelelerin yanı sıra, modern toplumun
sıkıcı dertleriyle de uğraşıyorlar. Kira ödenecek,
gece kulübüne gidilecek, kıyafetler yenilenecek…
Ve diğer varmpir filmimiz Norveç (Norviya),
durmadan dans eden vampir Zano’nun ekseninde 80’li yılların Atina’sından geçiyor. Zorunda kalmadıkça öldürmeyen ahlaklı ve biraz da
absürt bir karakter bu. Biz de onunla birlikte
şehrin yeraltına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
Bu yolculuğun nelerden ilham aldığını, nasıl
oluştuğunu merak ettik ve sorularımızı Yunan
Aslında kısa bir süre reklam yönetmenliği yaptım. Çoğunlukla kısa filmler de müzik videoları çekiyorum. Film yapımının yanı sıra Felizol
takma ismiyle müzik albümleri ve film müzikleri yapıyorum.
Vampir kültürü Babillere kadar gidiyor. Sizin
vampir filminiz bu kültürün hangi unsurlarından ilham alıyor, besleniyor?
Biz burada üçüncü jenarasyon vampirlerden
söz ediyoruz. Tarihten, halk biliminden, romantik edebiyattan oldukça uzak. 70’lerin
sonu, 80’lerin başındaki pop kültüründen
(müzik, çizgi roman, sinema) beslenen melez
bir vampir türü bu.
yönetmen Yiannis Veslemes’e yönettik.
Norveç (Norviya) isimli bir Yunan filmi… Filmin tanıtımında tuhaf ve olağanüstü olduğu
yazıyor. Sanırım filmin tuhaflığı adıyla başlıyor. Neden bu ismi seçtiniz?
Film adını, 80’lerin aslında pek de ünlü olmayan bir Yunan new wave/punk şarkısından
Filmin kahramanı Zano dans etmezse kalbinin duracağını düşünen bir vampir. Zano
nasıl bir karakter? İzlediğimizde onu sevecek
miyiz yoksa nefret mi edeceğiz?
Hepsi olabilir. Tüm tepkiler veya duygular
bize uyar! Bu aslında tüm filmin yapısını ve
duygusunu da ifade ediyor. Yani her iki his de
filmimizde var. Baş kahramanın ve dolayısıyla
tüm filmin absürt bir his vermesini istedim. Ve
eğlendirirken ciddi olmasını da… Zano göste-
da zevk sınırlarının dışına çıkan bir yolculuk.
80’lerin pop kültüründeki çekiciliğin ötesinde,
bu ikilemleri ve hassasiyetleri yansıtıyor.
İzleyenlerin salondan nasıl bir hisle ayrılmalarını amaçladınız?
Neşeli bir sonu olduğunu düşünüyorum. İzleyenler çıkışta dans bile edebilir!
müzikleri. Ve onlarda belirttiğiniz gibi Felizol
imzanızı kullanmışsınız. Neden farklı bir isim
kullanmak istediniz?
Kariyerimin bir döneminde müzik hayatımla
sinema hayatımı ayırmam gerektiğini düşündüm ve bu lakabı seçtim. Bu filmde şimdi ikisi
birleşti.
Müziğinizin tarzını nasıl adlandırıyorsunuz?
Yaptığım müzik çoğunlukla, 70’lerin ve 80’lerin elektronik müziğinden ve günümüz kulüp
müziğinden etkileniyor.
Sanırım aynı zamanda reklam yönetmenliği yapıyorsunuz… Biraz sizi tanımak isteriz.
Kendinizden bahseder misiniz?
ğini umuyorum. Son yıllar oldukça zorlu geçti.
Gil Scott Heron’un soul şarkısında dediği gibi
“We Almost Lost Athens This Time” (Bu Sefer
Atina’yı Neredeyse Kaybetmiştik).
Gösterim tarihleri:
17 Şubat 2015 17:30
Cinemaximum Fitaş Salon 4
21 Şubat 2015 17:00
Cinemaximum Fitaş Salon 1
Film, Yunanistan’ın son 30 yılının sosyo-politik ortamından izler taşıyor. Bu nedenle
ülkenizin yeni politik ortamı hakkındaki
23
le, görsel ve şiirsel bir şekilde aktarmış. Narın
Rengi, Savadyan’ın çocukluğunu, rüştünü
ispat etmesini, kadın vücudunu tanımasını,
âşık olmasını, manastıra girmesini ve ölmesini durağan sahnelerle sunuyor. Aktris Sofiko
Chiaureli filmde erkekli-kadınlı altı karakteri
canlandırıyor. Yönetmen, esin kaynağının
ışıklı Ermeni minyatürleri olduğunu söylemiş
ve “Resmin içinden gelen dinamiği, rengin biçimlerini ve dramaturjisini yaratmak istedim”
demişti. Minsk’te yaptığı bir konuşmada ise
Ermeni seyircilerin Narın Rengi’ni büyük ihtimalle anlamayacağını, insanların bu filme tatile gider gibi gittiklerini de belirtmişti.
Paradjanov’un filmi “Ben, hayatı ve ruhu işkence olanım” diyen bir erkek sesiyle başlar.
Bir Sayat Nova şiirinden alıntıdır bu. James
Steffen, yönetmenin sinemasını anlattığı kitapta, filmin tematik zenginliğinin, hem ozan
hakkında bir film hem de Paradjanov’un şifreli
bir otobiyografisi olmasından kaynaklandığını
söylemişti. İzleyici de zaman zaman böyle bir
hisse kapılıyor.
Narin Rengi Kırmızı
Sevin Okyay
Yazar
İstanbul Film Festivali’nin en unutulmaz konuklarından biri olan Sergei Paradjanov’un
sahneye çıkışını, kılığını, konuşmasını, rengarenk kişiliğini unutamıyorum. Ama hepsinden
fazla filmlerini...
Rengi’ni yeniden göreceğim için hem de bugünün genç sinema seyircileri de Paradjanov’u
tanıyacakları için.
Kendisi gibi büyük yönetmenler Tarkovski,
Godard, Fellini, Antonioni’nin “dahi”, “üstat”,
“sihirbaz” dedikleri Paradjanov, gerçekten de
öyleydi. Ne yazık ki, çok az film yaptı; ender
olarak izlenen ama bir kez izlenince de unutulmayan filmler. Hayatını Paradjanov’ın yapıtlarına adayan yenilikçi sinemacı Mikhail Vartanov’a göre, Griffith ve Eisenstein’ın önerdiği
film dili dışında, dünya sineması Narın Adı’na
kadar devrim yaratacak kadar yeni hiçbir şey
keşfetmedi.
Gürcistan’ın Tiflis kentinde doğup büyüyen
Ermeni yönetmen Sergei Paradjanov, ömrünün hatırı sayılır bölümünü, başta biseksüellik
olmak üzere çeşitli nedenlerle hapiste geçirdi.
Hülya Uçansu’nun dediği gibi, “yerleşik düzenin direttiği kalıplaşmış yapının dışına çıkarak” ürettiği için... Yirmi beş yıl süreyle İstanbul Film Festivali’nin direktörlüğünü üstlenen
Hülya Uçansu’nun ikinci kitabı “Nisan, Ayların
En Güzeli / Yolu Emek’ten Geçen 12 Sinema
Ustası”nda anlattığı o ustalardan biridir Paradjanov. Onu 1989’da festival sayesinde tanıdık.
Hatta yönetmen burada hayatının ilk Yaşam
Boyu Onur Ödülü’nü de almıştı. Unutamadığım filmleri ise Narın Rengi, Aşık Garip, Surinam Kalesi Esrarı’dır.
İşte onun içindir ki, !f’in Kült bölümünde onun
eşsiz filmi Narın Rengi / The Color of Pomegronates ya da özgün adıyla Sayat Nova, Nran
Guyne’yi görmek beni çok sevindirdi. Hem
çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandan sonra Narın
Narın Rengi, bir kez daha İstanbul seyircisinin karşısına çıkıyor. Yönetmen 1968’de, Sayat Nova’yı çektiği zaman, film, resmi Sovyet
ideolojisine aykırı olduğu gerekçesiyle hemen
yasaklanmıştı. Yılmadı, 1969’da filmi farklı bir
biçimde ve Nar’ın Rengi / The Color of Pogemranates / Tsvet Granata adıyla yeniden gerçekleştirdi. Filmin Sovyetler Birliği dışına çıkması
yasaklandı, iki ay gösterimde kaldıktan sonra
da piyasadan çekildi. Yıllar sonra, 1982’de Cahiers du Cinéma’da ilk 10, Time Out’ta ise ilk
100 filmin arasına girdi. Sight & Sound’un son
değerlendirmesinde de gelmiş geçmiş en iyi
100 film listesinde yer alıyordu.
Martin Scorsese kendi Film Vakfı’nın restore
ettiği Narın Rengi kopyasını eylülde Toronto
Film Festivali’nde sunarken seyircilere “sinema tarihindeki herhangi bir şeye benzemeyen” imgeler ve görüntülere tanık olacaklarını
söylemişti. Filmin restore edilmiş dijital bir
versiyonu Londra Film Festivali’nde de gösterildi. Şimdi de, yıllardır herhangi bir kopyasına
ulaşabilmenin imkânsız sayıldığı Narın Rengi,
restore edilmiş kopyasıyla !f İstanbul’da!
Film, Kafkas Dağları’nda yaşamış en büyük
şair sayılan Ermeni Artin Savadyan, yani Aşık
Sayat-Nova (Şarkıların Efendisi) üzerine bir
biyografi. Paradjanov bu biyografide ozanın
hayatını alışılmış şekilde anlatacağına, insanı
çarpan görüntülerle ve fonda ozanın şiirleriy-
Yönetmenin kendisi de gene filminin başında, “sinemacı şairin iç dünyasını ruhunun ürpermeleri, tutkusu ve işkencesiyle, Orta Çağ
Ermeni şair/âşıklarının sembol ve alegorilerini
geniş ölçüde kullanarak yeniden yaratmaya
çalıştığını söylüyor. Tigran Mansurian’ın etkileyen müziği eşliğinde, Suren Shahbazian’ın
görüntüleri ve Stepan Andranikian’ın sanat
yönetimiyle, gerçek bir rüyayla, bir masalla
karşı karşıyayız. Hayatı ve ruhu işkence olan
adamın masalı.
Önce ozanın çocukluğuyla başlıyoruz (Melkon
Aleksanyan). Sonra delikanlı oluyor, evleniyor, derken manastıra giriyor. Bu arada şairin
rüyasına ortak oluyoruz. Çocukluğuna dönüp
annesiyle babasının yasını tutuyor. Fonda ise
dış ses, Savadyan’ın şiirlerini okuyor: “Gökyüzünden bu dünyaya gönderildik, keder...
keder... keder...” Gezgin âşık zaman zaman
da yakınıyor: “Avare dolaşıyorum, yanmış ve
yaralanmış ve bir sığınak bulamıyorum.” Sonunda ise “Yaşasam da ölsem de, şarkılarım bu
kalabalığı uyandıracak” diyor. “Ve son gidişimin gününde, bu dünyada hiçbir şey kayıplara
karışamaz.”
Bütün bunlara can alıcı kırmızlar, canlı siyahlar, bakir beyazlar eşlik ediyor. Paradjanov’un
renkleri heyecan veriyor: Kesilmiş bir nardan
kumaşa dökülen kan kırmızısı nar suyu, bo-
yacıların boya teknelerine attığı, çıkardığı yün
çileleri. Manastırın gizinin altını çizen siyah
cüppeler... Michelangelo Antonioni, “Paradjanov’un filmi Narın Rengi’nin şaşırtacak mükemmellikte bir güzelliği var” demişti. “Bana
göre Paradjanov, dünyanın en iyi film yönetmenlerinden biri.”
Paradjanov’un üç ülkesi vardı aslında. Doğup
büyüdüğü Gürcistan / Tiflis, filmlerini çektiği
Ukrayna ve atalarının yurdu Ermenistan. İlk
yıllarından itibaren doğduğu ülkedeki kültür
karışımı onu etkilemişti. En büyük başarılarından biri de dünya sinemasının ilgisini
Gürcistan, Ermenistan ve Ukraya’nın zengin
mirası üzerine çekmektir. Saygın sinemacılar
onu hapisten kurtarmak için uğraşırken, kendi
gidemese de filmleri yurt dışına gidip övgü almış, hükümet de Paradjanov’a biraz daha hoşgörüyle yaklaşıp yasaklarını kaldırmıştı. Son
iki filmi The Legend of Suram Fortress / Suram
Kalesi Destanı (1984) ve Ashik Kerib / Aşık Garip’i (1988) bu sayede yaptı.
Narın Rengi’nden, muhteşem görüntülerin
eşlik ettiği manastır bölümünden bir alıntıyla
bitirelim: “Kitaplara iyi bakılmalı ve okunmalı, çünkü kitaplar Ruh ve Hayat’tır. Kitaplar
olmasa, dünya sadece cehalete tanıklık etmiş
olurdu.”
Gösterim tarihi:
21 Şubat 2015 19:30
Cinemaximum Fitaş Salon 4
25
Bu filmle ilgili en güzel şey şu, bu bir Tarlabaşı nostaljisi olmamış. İnsanda sokağa çıkma
isteği uyandıran, eski güzel günlere özlem
değil, gelecek güzel günlere açlık çektiren bir
yanı var. Mustafa’nın kafası hepimiz için tıkır tıkır çalışıp sorular üretirken, olduğumuz
yerde oturmanın çok rahatsız edici bir yanı
olduğunu hissettiriyor. Bir kısmı Indiegogo’da
toplanan paralarla finanse edilen bu bağımsız
yapım, buralarda neler olduğunu çok iyi anlatan bir belgesel. Tarlabaşı’ndan başlayıp Emek
Sineması’na, Gezi’ye, Asmalı’daki masa sandalye yasağına dokunan bir yanı da var.
Helvanın Altını Kapatma Vakti
Marianna Francese ve Jaad Gaillat nın yönettiği Tarlabaşı ve Ben, insanda öfke yaratıyor.
Sokağa çıkıp bağırma isteği; Emek’i, Tarlabaşı’nı, Gezi’yi, 1 Mayıs’taki evleri, aşağıdaki bostanı vermemek için mücadele etme
kuvvetini zerk ediyor. Bu iş henüz nostaljisi yapılacak bir şey değil, diyor.
1987 yapımı Atıf Yılmaz filmi Hayallerim, Aşkım ve Sen’de bir sahne vardır.
Hayati (Müşfik Kenter) ile Coşkun (Oğuz Tunç) İstiklal Caddesi’nde dolaşıp laflıyordur:
Elif Türkölmez
Yazar
Hayati - Ben bir film yapacak olsam herhalde
Beyoğlu’nu anlatırdım.
Coşkun - Başrolde Beyoğlu değil mi hocam?
Binlerce yüzlü binlerce sesli dev oyuncu.
Hayati - Fakültedeyken gelip yerleşmiştim Beyoğlu’na. O zamanlar nasıl farklıydı Beyoğlu
bir bilsen! Kiliseler, eğlence yerleri, her çeşit
dili konuşan insanlar. Bir aralar her sabah erkenden kalkıp şehri dolaşır olmuştum. Şehri
keşfedeceğim. Ee, Beyoğlu da keşfe değerdi
hani. Bak şimdi Beyoğlu bozuldu, nerede eski
Beyoğlu filan diyorlar ya, kimse bozulmanın
ne olduğunu bilmiyor bence evlat. Meyhanesini, pastanesini, kerhanesini, sinemasını koy
bir tarafa, eski insanı gitti Beyoğlu’nun. Kimi
sürüldü gitti kimi taşındı gitti. Kimi öldü gitti.
Neyse, aslolan hayattır. Bakma ben bu haline
de müptelayım. İş güç, yolculuk, sürgün, nereye gittiysem döndüm, gene Beyoğlu’na geldim.
Bu film Beyoğlu’nun 80’lerdeki dönüşümünü
çok güzel anlatır. Ümit Ünal’ın senaryosu çok
iyidir, incelikli, tatlıdır. Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın sineması, pastanesi, terzisi, bakkalı ama
en önemlisi insanı değişmiştir. Müzik değişmiştir, eğlence anlayışı o biçim... Azınlıklar
yerinden yurdundan edilmiş, Beyoğlu’nun o
eski havası kalmamış, ‘kravatsız çıkılmayan
dönemi’ geçip gitmiştir. Fakat hep bir özlem/
burunda tütme/ah vah havası vardır. O ‘bozulma’yı köyden gelenler, kebap yiyenler, Kürtler,
çiçek satan Çingeneler yapmıştır. Her yer köfte dumanı, arabesk müzik ve işte bin tane pis
şeyle dolmuştur. Bugün aynı semt bir kez daha
dönüşüyor. Üstelik o bin tane pis şeyi uzaklaştırmak için. Bingöl depreminden kaçıp geleni,
ülkesindeki savaştan canını zor kurtaranı, seks
işçiliğiyle ekmeğini kazananı, çöp toplayanı
ezip geçerek, bir kez daha başka bir şey oluyor.
Marianna Francese ve Jaad Gaillat’nın yönetmenliğinde çekilen Tarlabaşı ve Ben ise bu
durumu çöpten kağıt toplayarak karnını doyuran Mustafa’nın hikayesi üzerinden nefis
bir şekilde anlatıyor. Mustafa, Adanalı Mustafa,
hapisten çıktıktan sonra orada burada dolan-
mış en sonunda Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığı yapmaya başlamış, ellilerinde bir adam.
“Neden Tarlabaşı?” sorusuna, ‘’Çünkü burası
insanı saklıyor, bana burada kimse sen de ne
yapıyorsun diye sormadı. Geldim, sığındım,
burası benim sığınağım’’ diyor.
Tarlabaşı bir sığınak. İstanbul’un gözbebeği
Beyoğlu’nun arka bahçesi. Gezi’de, dolambaçlı
sokaklarında insan saklayan bir kucak. Şimdi-
ğini, oranın bir suç yuvası olduğunu söylemiş.
lerde müthiş bir rant alanı. Ünlülerin en ucuzu
500 bin dolara ev satın aldığı bir yer.
“Biz öyle düşünmedik. Burası her türden insana
kucak açan bir yerdi ve şimdi İstanbul’da daha
fazla turistik alan açmak adına yıkılıyor”
diyorlar.
Yönetmen ve yapımcılar, Francese ve Gaillat
Türkiye’ye Erasmus öğrencisi olarak gelmiş.
2011 yılında yolları Tarlabaşı’na düşmüş. Bir
süre oralarda yaşamışlar. Ancak karşılaştıkları
herkes Tarlabaşı’ndan uzak durmaları gerekti-
Mustafa ile tanışana kadar akıllarında film çekmek gibi bir proje yokmuş. Ancak bu filozofvari laflar eden, davudi sesli, karizmatik adamla
tanışınca hem onun hem de Tarlabaşı’nın yaşamasına izin vermeyen süreci enine boyuna
incelemek ve Tarlabaşı artık saklanılacak bir
yer olmaktan çıkarken bu dönüşümü kaydetmek istemişler. Bu işi çok da güzel becermişler.
Hareketli kameraları şehrin her türlü rengine,
sesine, kokusuna batıp batıp çıkmış. Gecesini,
gündüzünü, insanını, turistini, polisini, mücadelesini, bıkkınlığını her şeyini çok güzel
anlatmış. Adanalı Mustafa’nın kafasındaki sorularla aslında hepimizin algılarını açmış.
Film bir yandan da kağıt toplayıcılarının hayatına odaklanarak, hem çok meşakkatli hem de
her türlü zorbalıkla yok edilmeye çalışılan bir
iş alanını anlatıyor. Yönetmenler, “Biz bu filmde Tarlabaşı’nı ve onun geçmişini unutmak
için bu semte sığınan Mustafa’nın hayatını
anlatmaya karar verdik. Bu semtte yaşayan birçok insanda olduğu gibi, Mustafa’nın da uğraşı
olan kağıt toplayıcılık mesleği kayboluyor ve
İstanbul’un diğer bölgelerinde de icra edilmesi
her geçen gün imkanız hale geliyor” diyorlar.
Bugün Tarlabaşı’nda kağıt toplayıcılığından
geçimini sağlayan yüzlerce insan var. Tıpkı,
Beyoğlu’ndaki masa/sandalye yasağından
sonra işlerinden olan Tarlabaşılı garsonlar gibi
onlar da çok yakında işlerini kaybedecek. Bu
insanlar, artık neyle geçinecek, ne yiyecek, ne
içecek, nereye sığınacak? Evleri ellerinden alınan insanlar kara kara bunu düşünüyor: “Nereye gideceğiz?”
İki küçük itirazımdan birincisi, Tarlabaşı’ndan
ara sıra ‘içine itilen bir yer’ olarak söz edilmesi. ‘İnsanları burada yaşamaya iten sebepler’
deyince, egemen söylemin lafını kullanmış
olmuyor muyuz? İster istemez öyle oluyor.
İkincisine ise aslında itiraz denemez, hadi merak diyelim. Filmin merkezine, Mustafa gibi bir
erkek karakter yerine, bir kadın ya da bir transı
alsaydı ve bütün bu değişimi, dönüşümü onun
gözünden görseydik acaba karşımıza daha fazla, daha güçlü, daha şaşırtıcı neler çıkardı?
Tarlabaşı ve Ben, !f İstanbul Bağımsız Filmler
Festivali’nin Aşk ve Başka Bir Dünya bölümünde seyirciyle buluşuyor. Filmi izleyin ve ne
olur Tarlabaşı’nın, Emek’in, İnci’nin ardından
kavurduğunuz helvaların altını kapatıp, sokağa çıkın. Başka türlü olmayacak.
Gösterim tarihleri:
15 Şubat 2015 12:00
Cinemaximum Fitaş Salon 1
19 Şubat 2015 15:30
Cinemaximum Fitaş Salon 4
27
Heyecanın peşinden giden kadınlardan:
Çiçek Kahraman
Çiçek ile bu röportajı yapmak istememin asıl sebebi bu yaz Kaş’ta karşılaşıp bir kısmını
eve taşıdığım atılmış ahşap pencereler. Yeşilçam filmleri sahnelerinden çıktı alıp onları birer çerçeve olarak
kullanmayı düşündüm. Yakın zamanda duvarımda yerlerini alacaklar.
Çiçek beni şahane kahve harmanı ile beni dört köşe ederken birlikte uzun uzun konuştuk.
Lafı daha uzatmadan sizi sohbetimizi “izlemeye” bırakmayı tercih ediyorum.
Nereden geldi böyle bir video yerleştirme yapma fikir bakalım...
Yeni filmlerde neden yok, hiç düşünmedim.
Dizi tarafına hakim değilim. Şimdi üstünkörü
bir düşündüğümde görebiliyorum. Çok fazla
var. Televizyonda var.
Ama pencere sosyalleşmesini kullanmayabilirler.
Olmayabilir. Neden yeni Türkiye sinemasında yok dersem eğer, herhalde, bir kere evden
çıktık, şehirden çıktık. Bizim yaşantımızda,
bu filmleri çekenlerin yaşantısında öyle bir
mahalle var mı, onu bilmiyorum. Bu konuda
fazla fikir yürütemeyeceğim, çünkü ne yürütsem genelleme olacak. Belki de yazarlar,
yönetmenler artık bireyi konu almaya başlamışlardır.
Papatya Tıraşın
Yazar
Serdar Yılmaz diye bir arkadaşım var, belki bilirsin, o da sinemacı, sanatçı ve sanat yönetmeni. Onun bir kısa filmini kurgularken aklıma bu
fikir geldi. Kurtuluş’ta camdan bakan insanları
da çekmiş kısa filminde. Filmi izleyince, uzun
zamandır filmlerde bu sahne ile karşılaşmadığımızı düşündüm. Camdan bakan teyze bir
imge aslında.
Gel bir ara, benim evde otur.
Nerede?
Dolapdere’de.
Aha işte, tamam!
Orada duruyorlar, çekirdek falan çitliyorlar.
Kavgalar ediliyor pencereden pencereye.
Ama işte bu, bu artık yok mesela. Yeşilçam döneminde bu bayağı mahal-ona alt tür demeyi
seçiyorum, daha doğru bir şey bulamıyorum
ama-mahalle filmi diye bir şey var. Ve mutlaka
birilerinin konumlanma yeri cam oluyor. Çünkü bir sosyalleşme alanı olarak var orası.
Yeni filmlerde yok ama Yeşilçam’da bir süre
bunu görüyorduk falan filan derken; “Niye
bunlardan ben bir video yapmıyorum ki?” diye
bir şey geçti aklımdan, Serdar da çok gaza getirdi beni. Sonra dedim ki “Tamam ya, ben bunun
videosunu yapayım”, sonra “Niye video yapıyorum ki, bunları başka bir şey yapayım! Alt
alta, üst üste dizeyim.” Ama bu bahsettiğim ikiüç yıllık bir süreç. Bu arada ben bir film listesi
hazırladım kendime, Yeşilçam filmlerinden.
Oradan taramaya başladım. Başta youtube’dan
tarıyordum. Sonra, bulduğum malzeme yetmedi.Toplamda yedi yüz küsur film taradım.
Sponsor?
Post-prodüksiyon sponsoru. GoGo Project.
Minnettarım, çok sabırlı ve çok tatlılardı. Sonra
da !f oldu. !f ile çok güzel anlaştık.
“Yeni filmlerde pencere yok” dedin, sence neden yok? Dizi tarafı ile karşılaştırmak ister
misin?
Demin şu yüzden girdim sosyoloji konusuna:
Bu tür araştırmalar da yaptın mı, merak ettin
mi?
Yok. O noktada benim ilgilendiğim temsildi.
Gidip, onların kaynağıyla ilgilenmedim açıkçası. Ben neyi ve nasıl göstermeyi seçtikleriyle ilgilendim. Ama şimdi düşünüyorum da benim
geldiğim yerde, benim mahallemde mahalleli,
bu toplumdaki çoğu insanın geldiği gibi feodal
bir yapıdan geliyordu. O feodal yapıda da zaten mahalle dediğin zaman mahremiyet içine
girer ve ayrıca mahallenin namusu diye de bir
şey var. Özel hayatını başkalarının dikizlediği
de bir yer olabiliyordu mahallede benim için.
Tam buraya gelecektim. Bu voyörizm için ne
düşünüyorsun? Voyörizm kavramını nasıl
açıklarsın tüm elindeki, beynindeki bu datalarla?
Yine, bunun da uzmanı olmamakla birlikte, bir
deneyimimden bahsedeyim. Bu ağır bir şey. İlk
yurt dışına gittiğimde, orada yaşayan arkadaşlarım beni uyarırlardı, “çok bakma”diye. İnsanların birbirine gözünü dikip bakması alışıldık
bir şey değil orada. Yaptığın zaman, insanlar
sana bakıp “Merhaba” diyorlar. Burada herkes
birbirine gözünü dikip baktığı için biz bunları
yok saymayı seçiyoruz. Tabii ki gaze dediğimiz
zaman kadın-erkek meselesini de atlamayayım yani. Kadın olarak, Türkiye’deki voyörizmi
nasıl tanımlarız, onu da bilmiyorum. Ama gaze
olarak tanımladığımızda zaten benim için kabus bir şeydi bu yani. Çocukken, ergenken... Bir
kadın olarak Türkiye’de büyümüş, mahallede
büyümüş ve bütün bu ortak kontrole maruz
kalmış birileri olarak aksini söyleyebilecek insan var mıdır bilemiyorum.
Senin bu işindeki sahnelerde kadın algısı, kadın cinselliği bir seçim unsuru oldu mu?
Bunları seçerken, bütün bu bahsettiklerimden
bağımsız olarak teknik birkaç engelim vardı.
Onlar da kamera açıları, kameranın tam olarak
pencerenin karşısında olması lazımdı. Öyle olmayan hepsini eledim. Ve elerken de çok içim
giderek elediğim bir sürü şey oldu. Bir kere
pencere kadına ait bir alan. Pencereden konuşanlar genelde kadın. Erkekler mümkün olmadıkça pencereden iletişim kurmuyorlar. Histeri
zamanlarında çıkıyorlar ya da kavga etmek için
çıkıyorlar. Tırnak içerisinde “acil durumlarda”
çıkıyorlar... Orası bir kontrol mekanizması diyorum ya ve izleme yeri. Aynı zamanda bir yargı da. Orada olanın, yukarıda olanın gördüğü
her şeye söz söyleme hakkı var.
Ha bir de erkekler ya kadınları dikizlemek için
çıkıyorlar yada bir kadınla iletişim kurmak için
çıkıyorlar. Erkeğin erkekle iletişim kurmak için
cama çıktığı sahnelere rastlamadım. Rastlasam hatırlardım.
İzlediğim kadarıyla bence çok eğlenceli.
Bir arkadaşıma izlettim mesela şöyle dedi o
da “Adile Naşit’i duyuyorsun, aaa nerde acaba
diye arıyorsun.” Aslında sadece görsel olarak
değil de seslerin üzerinden de karakterlerle
ilişki kurmak, onları sesleri üzerinden de hatırlıyor olmak çok güzel. Bir taraftan da hepimizin büyüdüğü kültürde üretilmiş filmler
olduğu için o noktada kendi deneyimlerimizden bir bağ kurmak gibi. Aslında bir mahallede
olma halini hatırlamak, o mahallede olma hali
ile barışmak. Ama barışmak kelimesini açıklamak istiyorum. Göz göze gelme fırsatı var ve
bu o ilişkiyi daha denk bir yere getiriyor. Birbirini izleme haline dönüyor ve bu güçlendiren
bir şey.
İkincisi [nasıl yorumlasınlar isterim], mahallede büyüyüp onun bir parçası olup bu mekanizmanın da bir parçası olmamayı seçmek çok
zor. O yüzden herhangi bir zamanda o kontrol mekanizmasının da bir parçası olmuşsak
onunla belki yüzleşebiliriz. “Bakan, konuşan,
söyleyen”lerden biri olmuşsak eğer ki bir tane
bakan ve bir tane bakılan yok. Burada camdan
bakan kendimizle yüzleşmeye vesile olsa çok
iyi olur. Bu coğrafyanın en büyük meselesi
yüzleşmemek. O yüzden bu benim bir kişisel meselem aslında. Kişisel tarihimde de çok
emek vermeye çabaladığım bir şey.
Video art olarak, bir yerleştirme olarak işin
bir film festivali kapsamında sergileniyor
olması durumuna ve video art-kısa film-sinema tanımları arasındaki geçirgenlik meselesi
ile ilgili neler söylemek istersin?
Artık bildiğimiz anlamda sinemanın, dijital
devrimle ne kadar değiştiği malum. Yirmi
sene önceye nazaran, herkesin telefonuyla bir
şey çekip kurgulayabildiği, bir sinema öğrencisinin de para biriktirerek edinebileceği aletlerle artık tek başına sinema yapılabiliyor. Bir
şeylerin eşiğinde olduğumuz kesin. Ben açıkçası bu işin ne olduğunu çok net tanımlayabiliyorum: Bu bir video yerleştirmesi. Malzeme
olarak kullandığım şey video. Film ile çekilmiş
ama videoya aktarılmış. Ben bunları alt alta üst
üste yerleştirdim, sonra da bir mekânda karşı
karşıya yerleştirdim. Benim için o kadar rahat
tanımlanabilen bir şey ki kelime anlamıyla.
İşin öbür tarafından bakıldığında aslında video
yerleştirme bir tür. Ve o türün içinde de filmlerden parçalar alarak bir yerleştirme yaptığımızda ‘buna ne diyoruz,?’, gibi sorular çıkabilir.
Bilmiyorum, buna foundfootage diyebiliyor
muyuz? Bence diyebiliyoruz, tanımına giriyor.
Hayır diyemeyiz, diyenlerle de tartışmayı isterim. Diyemeyiz demeyi de anlıyorum.
Böyle bir çağda, youtube’a video yüklenebilen
bir çağda olmasaydık belki de ben bu işi üç
sene değil on senede bitirecektim. Ben kurgucuyum, sanat eğitimi almadım ama bir yandan
da İstanbul gibi bir yerde, elimizin altında bu
kadar gidebileceğimiz galeri müze daha genel
anlamda ‘sanat alanı’ varken bir şekilde buna
maruz kalıp besleniyoruz güncel sanattan.
Bu konu üzerinde çalışanlar mutlaka daha iyi
açıklarlar ama daha bulanık ve gri bir alan gibi
geliyor bana. Bence bu çok daha keyifli. İşin bir
film festivalinde gösteriliyor olması, bir şey de
demek zaten.
Bir şey demek, evet ama ne demek sence?
Artık bu disiplinlerin birbirinin içine geçtiği,
birbirinden beslenip aynı alanda üretildiği ve
tüketildiği bir şey demek.
Koyamadığın o sahneler neler, alalım listeyi
senden :)
Mesela bir tanesi Kapıcılar Kralı’nda. Adamın
evli kızı eve geri geliyor. Apartmana girdikten
sonra bizim Hanife Teyze camdan bağırıyor.
“Nooolduuu, eve geri mi gelmiş, boşanıyor
muymuş?”
Camdan cama flört eden iki çocuk vardı ama
pencere kadrajın tam ortasındaydı.
(Gülerek) Bir tane kadın vardı, kapıcıya sürekli
“Kız kapıcı” diye bağırıyordu ve ben bunu çok
kuir buluyorum.
Çöpçüler Kralı’nda Şener Şen’in delirip, annesini camdan atmaya kalktığı bir sahne var.
Çünkü erkeklerin bu histeri anlarında cama
çıkmalarının en güzel örneği.
Namuslu’da Şener Şen’in dellenip bütün ev
eşyalarını, sonrasında da paraları camdan aşağı
attığı sahneler...
Ne Olacak Şimdi diye bir film vardır, Levent
Kırca’nın. Camdan bir adamın “Bıktım ulan bu
karıdan!” diye bağırdığı bir an.
Ya Yeşilçam’ı bilmiyorsa işini izleyen?
Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Çünkü
şu ana kadar izlettiğim herkes filmleri biliyor,
karakterleri tanıyor. Çok genç olması lazım ya
da bu kültürü bilmiyor olması lazım.
Dikizin dikizini yap. Bir kamera “yerleştir” ve
senin işini izleyenleri izle. :))
Ahahahahhaha... İzleyenleri izleyenleri izlemek...
Son olarak... Yıllar önce aklına gelen bir fikirden, buralara gelen bir iş var elimizde. Başka
işler yapmaya, bu kimlikle de var olmaya devam etmeyi düşünüyor musun?
İlk aklıma geldiğinde, Bilgi Üniversitesi’nde
birlikte çalıştığım arkadaşım Başak, şimdi
Arter’in küratörü, duyduğunda çok heyecanlandı ve beni çok destekledi. Bir sürü fikri o
verdi bana aslında. İlk gittiğimde Başak’a şunu
dediğimi hatırlıyorum: “Başak, ben sanatçı falan değilim. Sadece bunu yapmak istiyorum.”
O da “Ne güzel, bu seni özgürleştiren bir şey”.
Dedin ya bu kimlikle devam etmek... Demin
bahsettiğim o “gri alan” bence kimlikleri de içeriyor. Marcus Graf sanatçıyı şöyle tanımlıyor:
“Marangoz nedir? Sabah akşam bu işi yapan
insan ve hayatını bundan kazanıyor. Sanatçı
da sabah uyanır sanat yapar, en çok zamanını
sanat yapmaya ayırır ve bundan para kazanır.”
Bu bakışa göre ben sanatçı değilim. Ben hayatımı kurgu yaparak kazanıyorum.
Ama şöyle bitirebiliriz: Beni yine heyecanlandıran bir şey olursa üretmeye devam edeceğim.
29
Sinemaya Sergi Molası
!f takipçilerine özel festival süresince, o filmden bu filme koştururken bir nefes almak için uğrayabilecekleri sergileri listeledik.
Sergi rotamıza !f haftasınca çok fazla zaman geçirmemizin olası olacağı Beyoğlu’ndan başlayabiliriz.
Art On
kusursuz portreler adeta içsel bir metamorfoz
izlenimi yaratıyor... Sergi 28 Şubat’a dek sürecek.
Mixer
Burcu Bilgiç’in birlikte yaptıkları ilk çalışma da
oluyor aynı zamanda. “Ne Dedin Ne?” ise Gülsen Bal ve Walter Seidl küratörlüğündeki eşitli
sanatsal duruşları biraraya getirerek küresel
kapitalizmin farklı ülkelerde “topluluk” ve “ait
olma” ile ilgili koşulları nasıl farklı etkilediği
sorunsalını inceleyen bir sergi. İki sergi de 7
Mart’a dek ziyaret edilebilir.
üstüne görsel düşüncelerini yansıtan desenleri, gravürleri, fotoğraf ve videolarının yerleştirmesini oluşturuyor.
OUTSIDER başlığı, yapıtların içeriği ve biçiminden çok, Saray’ın yerel ve küresel yaşam
koşullarını sarsan, zorlayıcı, güncel, siyasal,
ekonomik ve kültürel dönüşümlerinde sanatçı
olarak durumu / duruşu ile ilgili. Sergi 21 Şubat’a dek görülebilir.
C.A.M Gallery
Mixer, Gülşah Bayraktar’ın kişisel sergisi “Kendine Yakın” ile bizlere kapılarını açıyor. Sanatçının son dönem resim çalışmalarını içeren
sergi, izleyiciyi bireyin kimlik inşasına dair bir
bellek okumasına davet ediyor. Bayraktar, rastlantı eseri bulduğu fotoğraflardan referanslarla
oluşturduğu kurguları kendine özgü üslubuyla, minyatür dünyalar yaratarak görselleştiriyor. Küçük mdf yüzeyler üzerine titizlikle
işlediği işler, sergilendikleri mekanla orantısal
bir tezat yaratarak, mekanın farklı bir şekilde
deneyimlenmesine de olanak tanıyor. Sergi 15
Mart’a kadar devam ediyor.
Galeri Zilberman
Jasper de Beijer, Mr.Knight’s World Band Receiver isimli serisiyle The Empire Project’de
yer alıyor. Sanatçı daha önceki sergilerinde
olduğu gibi, bu kez de, hiper-detaylı görsellerinde, çizim, heykel, yeşil ekran gibi değişik
teknikleri, ustaca kullanarak izleyicinin görsel
algısını sınıyor. Sergideki fotoğraflar, sanatçının, kağıt ve çeşitli malzemeleri kullanarak
ortaya çıkardığı heykellerin, fotoğraflarını çekmesinin ardından, çeşitli teknikler kullanarak
yaptığı düzenlemelerin birer ürünü. Jasper de
Beijer’in Christopher Knight’ın gerçek yaşam
öyküsünden esinlenmesi sonucunda ortaya
çıkan Mr.Knight’s World Band Receiver, 28 Şubat’a dek ziyaret edilebilir.
Pera Müzesi
Vazgeçilmez sergi mekanlarımızdan biri olan
Arter’e bakacak olursak da Ali Kazmacı’nın
“zamancı” isimli sergisiyle karşılaşıyoruz.
“zamancı”, Ali Kazma’nın 2005’ten bu yana
ürettiği işler arasından seçilen ve çoğunluğu
Türkiye’de ilk kez gösterilen 22 videoyu bir
araya getiriyor. Sanatçının “Engellemeler” ve
“Rezistans” serilerinden işleriyle başka videolarını bir arada sunan “zamancı”, Ali Kazma’nın
bugüne kadarki en kapsamlı kişisel sergisi. Sergiyi ziyaret etmek için son tarih: 5 Nisan.
Hayat kısa sanat uzun
Pera Müzesi dünya tıp tarihinden bir kesite ışık
tutan “Hayat Kısa, Sanat Uzun: Bizans’ta Şifa
Sanatı” sergisini açıyor. Adını Hippokrates’in
ünlü aforizmasından alan sergi, Bizans’ta şifa
sanatı ve pratiğini, Roma döneminden geç Bizans dönemine uzanan bir süreçte incelemeyi
amaçlıyor. Küratörlüğünü Brigitte Pitarakis’in
yaptığı serge 26 Nisan’a dek ziyaret edilebilir.
Gallery Zilberman’da bu ay bizleri iki sergi bekliyor. “İpi Çekin Aşağıdayız” Zeynep Kayan ve
Burcu Bilgiç’in ortak sergisi. Zeynep Kayan’ın
da kurucusu olduğu, Ankara’daki Torun isimli
bağımsız sanat alanında, geçtiğimiz eylül ayında tek gecelik bir sergi ve performans olarak
gerçekleştirilen bu etkinlik, Zeynep Kayan ve
Çağrı Saray “OUTSIDER” başlıklı kişisel sergisinde sunduğu yapıtlar ile onun kimlik sorgulamaları, kişisel tarihi, ev-mekan kavramı ve
kentsel ortamın toplumsal-siyasal anlamları
x-ist, 29 Ocak – 28 Şubat 2015 tarihleri arasında
genç sanatçı Murat Palta’nın Türkiye’deki ilk
kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Hafızalara kazınmış en ünlü Hollywood sahnelerini,
Osmanlı Sultanı’nın sarayındaki bir minyatürcünün bakış açısıyla yeniden yorumlayan Palta, doğu ile batıyı, çağdaş ile gelenekseli, ironik
ve mizahi bakış açısıyla bir araya getiriyor.
“Tasvir-i Beyaz Perde” isimli sergi 28 Şubat’a
dek x-ist’de.
Dirimart
İstanbul Modern
SALT
KUAD Gallery
C.A.M Gallery bu ay “Homogenic” isimli sergisiyle Giuseppe Mastromatteo’yu ağırlıyor. Seride sekiz farklı suratın dizilimini ya da derin
düşünceye dalmış sekiz bakışın ritmik düzenlenmesi yer alıyor. Bütün fotoğrafların altında,
insan ırkının çok yakından temsil edilmesinden oluşan ince bir hayret duygusu yatıyor.
Zamandan bağımsız olarak yaratılmış her imaj
sonsuza kadar var olabilme hissi oluştururken,
x-ist
ARTER
The Empire Project
Renée Levi‘nin “Sibel” isimli sergisinde izleyicileri alışık olmadıkları renk ve form bütünlükleriyle karşı karşıya getirerek, farklı yoğunluktaki canlı tonların yarattığı etkiyle “kişisel
algı”nın önünü açmayı hedefliyor. Kullandığı
renkleri özel karışımlarla kendisi üreten Levi,
izleyicileri aynı zamanda oldukça farklı bir hareket, ritim kavramıyla da baş başa bırakarak,
adeta galeri mekânının tamamını hareketlendiriyor. Bu sayede izleyiciler hem farklı bir kavramsal müzikaliteyi hem de insan ruhunda en
uç noktalara ilerleyen etkileyici renk öbeklerini duyumsayabiliyorlar. Sergiyi 21 Şubat’a dek
gezebilmeniz mümkün.
lumsal normlarımızın yıllar içinde değişen ve
değişmeyen halleriyle yüzleştiriyor.
SALT Beyoğlu !f kapsamında Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun” adlı video
yerleştirmesi ve Guy Maddin’in “Hauntings I”
adlı yerleştirmesini sanatseverlerle buluşturuyor. Türk sinemasının en önemli kurgucularından Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli
Duysun” adlı video yerleştirmesi 17 Şubat- 1
mart arası SALT Beyoğlu’nda olacak. “Mahalleye Gelen Gelin”den “Selvi Boylum Al Yazmalım”a, “Postacı”dan “Gırgıriyede Şenlik
Var” ve “Adı Vasfiye”ye, 60 ve 80 yılları arası
Türkiye’de çekilmiş filmlerden kurgulanmış
mahalle sahnelerini bir araya getiren video, bir
yandan nostalji yaşatırken bir yandan da top-
İstanbul Modern’in düzenlediği “Ressam ve
Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”, sanatçının 1960’lı yıllardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin bir dökümü niteliğinde. Sergi,
Güleryüz’ün resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan performansa uzanan zengin
ifade arayışının gelişim ve dönüşümüne ışık
tutuyor.Sergi 28 Haziran’a dek İstanbul Modern’de olacak. Film sonrası Nişantaşı’nda bir
kahve içme planı yapanlara önereceğimiz bir
iki sergi ise şöyle.
Dirk Skreber, Dirimart’taki ilk kişisel sergisi
için biraraya getirdiği, tuval ve ahşap üzerine
karışık teknikten oluşan son dönem eserlerini “Gözlemleme” isimli sergisinde topluyor.
Genel anlamda çöküş, felaketler, siyasi ve
toplumsal olayların doğurduğu ani şok edici
değişiklikleri estetize eden ve deforme edileni güzel olanla yanyana getirerek ya da içiçe
yerleştirerek yeniden yapılandıran Skreber’in
“Gözlemleme” başlıklı yeni sergisinde, sanatçı
çalışmalarında popüler imgeleri yorumlamaya
devam ediyor. Sergiyi gezmek için son gün; 28
Şubat.
31
33
Kişinin Kendi Labirentine Yolculuğu
Meltem Cumbul ile !f kapsamında düzenleyeceği oyunculuk atölyesi,
başkanı olduğu Oyuncular Sendikası ve !f İstanbul üzerine sohbet ettik.
Oyuncular Sendikası’nın yeni başkanı ve de
bir oyuncu gözüyle baktığınızda “Türkiye’de
oyuncu olmak” olgusunu nasıl tanımlarsınız?
“Türkiye’de oyuncu olmak” bir bakıma çok
kolay, bir bakıma ise hiç de kolay değil. Türkiye’de belli yeteneklere sahipseniz, kendinizi
geliştirme ihtiyacı duymadan farklı karakterleri aynı karaktermiş gibi oynamanıza pek kimse
ses çıkartmayabiliyor. Ama siz oyuncu olarak
iyi yönetmenlerle çalışmayı hedeflemişseniz
ve dünya çapında bir oyuncu alt yapısına sahip
olmak istiyorsanız hiç durmadan araştırmalı,
size en uygun yöntemleri bulmalı ve yetinmemeyi öğrenmelisiniz diye düşünüyorum.
Ayrıca bunun karşılığında siz üzerinize düşeni
yaparken sizin çalışma koşullarınızın da aynı
titizlikle tasarlanmasının gerektiği inancındayım. Sahne/ set ortamları, oyuncuyu yönetme
biçimleri, yazarlar, yönetmenler, set ve sahne
arkası işçileri öncelikle insani şartlarda çalışmalı. Yaratıcılıklarını kullanabilecekleri kafa
yapısının işler hale gelmesi ancak uygun koşullarda sağlanabilir. Can güvenliği için tehlike
arz eden ortamlarda kreatif olmaktan söz etmek biraz abes kaçıyor. Bu sebeple Oyuncular
Sendikası’nın başlattığı işçi sağlığı ve güvenliği
kampanyasına sektörde yer alan herkesin gerekli önemi vermesi çok değerli.
Oyunculuk ile ilgili çalışmalarınız nasıl gidiyor? Önümüzdeki dönemler için sizi yeni projelerde görebilecek miyiz?
Güzel bir iş olduğu zaman, o işte en verimli olabileceğim şekliyle koşulları yaratarak oyunculuk yapmayı çok seviyorum. Bu ara Talimhane
Tiyatrosu’nda Theresa Rebbeck’in ‘Göl Kıyısı’
oyununu çalışıyoruz, yönetmenimiz; Mehmet
Ergen. Yiğit Özşener, Ushan Çakır, Pelin Ermiş
ve Şükran Ovalı’yla provalardayız. 28 Şubat’tan
itibaren oyunu izleyebilirsiniz.
Tiyatrodaki ilk yönetmenlik deneyiminiz
Bent’ten biraz bahsedelim. Mimar Sinan
Üniversitesi’ndeki öğrencilerinizle sahnelediğiniz bu oyundan sonra sahnede değil de,
yönetmen koltuğunda olmak nasıl bir histi?
‘Bent’ yönetmen olayım diye arzum yokken,
M.S.Ü Devlet Konservatuvarı’ndan mezun
öğrencilerimizden Can Kulan, Berkay Ateş ve
Emir Çubukçu’nun tiyatro kurma planları ve
ilk oyunu benim yönetmeme olan isteklerine inanarak ve onlarla bir arada yeni bir yapılanma yolculuğuna çıkmaya olan inancımla
gerçekleşen bir proje. D22 Tiyatrosu kuruldu
ve ilk oyunu da ‘Bent’ oldu, iyi ki de olmuş. :)
Oyunun üçüncü sezonu ve seyirci açısından
da oldukça talep görüyor.
14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde
merakla beklediğiniz filmler hangileri?
Burcu Ezer
Yazar
!f İstanbul’da düzenleyeceğiniz oyunculuk
atölyesinden biraz bahseder misiniz? Atölyede bizi neler bekliyor?
!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali için
Oyuncular Sendikası’yla ortak düzenlediğimiz
atölye çalışmasında Eric Morris’in metodundan yola çıkarak enstrüman (ruhsal ve fiziksel
olarak kişinin kendisi) ve işçilik üzerine üç
günlük bir çalışma gerçekleştireceğiz. Profesyonel oyuncu ve oyuncu adaylarından oluşacak on altı kişilik özel seçilmiş bir toplulukla,
Nefzenki kurucusu Zeki Doğulu’nun nefes
egzersizleriyle başlayacak olan bu çalışmada;
ilk gün kişilerin enstrümanlarının ne durumda
olduğuna bakılarak, özgürleşmeleri için gerekli egzersizler yaptırılarak ve de işçilikte yine
metodda kullandığımız temel araçlar üzerinden geçilerek geçecek. İkinci ve üçüncü gün
Eric’in, psikiyatr Carl Gustav Jung’un ‘Ses Diyaloğu’ diye adlandırdığı önemli çalışmasından
yola çıkarak geliştirdiği ‘Alt Kişilikler’ yöntemiyle kişinin kendi labirentine girebilme sanatı bağlamında, katılımcılara kullanabilecekleri
ana araçlardan birinin buz dağının ardındaki
parçası olduğunu göstereceğiz. Bu yolculuk bir
nevi kendi otantik yapılarına doğru yol alacak.
Eric Morris metodunun İstanbul resmi eğitmenisiniz. Oyunculuk ile ilgilenenlerin aşina
olduğu bu metodu biraz anlatmanızı istesek?
Eric Morris Metod; Stanislavski’ye dayanan,
‘yapmak’ yerine ‘olmak’ yolunu seçmiş bir
metod. Lee Strasberg’in öğrencisi Eric Morris,
okulu bitirdikten sonra profesyonel hayata
geçtiğinde çekimler sırasında enstrümanının
akordunun yapılmadığı için gerildiğinin ve
çalışabilir halde duygu beklentilerine gerçek
noktadan karşılık veremediğinin farkına varıyor. Öğrendiği metodda kendi enstrümanıyla
nasıl baş edeceğine dair bir bilgi verilmediği
için maalesef işçiliğe geçemiyor. Yani karakteri
en organik biçimde bedeni ve ruhuna adapte
edemiyor. Bu sebeple, kendi sıkıntısını gidermek için aktör arkadaşlarıyla ‘enstrüman nasıl
işler?’ sorunsalı üzerine çalışmaya başlıyor. Yıllar süren bu çalışmalar onun kendi metodunu
yaratmasını, enstrümanı açmak için iki yüz
otuz sekize yakın egzersiz geliştirmesini, ‘olmak’ noktasında en organik biçimde karakteri,
önerdiği işçilik araçlarıyla gerçekleştirmesini
sağlıyor. Bugüne kadar sekiz kitabı yayımlanan günümüz oyunculuk modeline büyük
katkısı olan Eric, ayrıca çok başarılı oyuncular
yetiştirmeye de devam ediyor.
Birçok kişi gibi ben de Birdman’i çok merak
ediyorum tabii ki. Inarritu’nun filmlerine olan
beğenimin ötesinde Birdman’de Hollywood’un bir zamanlar ünlü ama artık yaşlı olduğu
için gözden düşmüş oyuncusunun erkek de
olsa nasıl bir zulümle karşılaştığını anlatışı, soluksuz kurgusu ve tabii ki Raymond Carver’ın
hikayesinin sahnede canlandırılma çabasını
görmek için sabırsızlanıyorum.
35
Şam’da Eşcinsel Bir Kız
Aşk&Başka Bi’ Dünya bölümünün iddialı filmlerinden Anima Profili (The Anima Profile),
çok yakın tarihi mercek altına alan etkileyici bir belgesel. Kanadalı yönetmen Sophie Deraspe ile izleyicisini derinden
sarsan filminin detaylarını konuştuk.
Amina’nın Facebook profili, politik ve lezbiyenlerin tanıştığı forumlar da filmi oluştururken bana rehber oldu. Tabii tanıştığım kişilerin
verdiği bilgiler de bana büyük destek oldu.
Filminizde aşk ilişkisini anlatmak için çok sayıda canlandırma ve farklı anlatım tarzları
kullanmışsınız. Bu sanatsal yaklaşım nasıl
oluştu?
“Şam’da Eşcinsel Bir Kız” çok büyük bir fantezi!
Bu nedenle “modern oryantalizm” denilebilecek imgelemler kullandım. Arap dünyasındaki
başları örtülü ve muhafazakar kadınların seksiliğini ve diktatör bir rejime karşı baş gösteren
devrimin heyecanını tanımlamam gerekiyordu. Dahası imgelemlerimizin Youtube gibi
birçok platformlardaki videolardan beslendiği
gerçeği vardı. İzleyicinin acımasız gerçek açığa
çıkmadan önce fanteziye dalmasını istedim.
Filmin bazı bölümleri Türkiye’de gerçekleşti.
Nasıl bir üretim süreci ve deneyim edindiniz
burada?
Film küçük kesitler halinde Montreal San Francisco, Şikago, Washington, Beyrut, Tel Aviv, İstanbul ve Antakya’da çekildi. Bu son iki şehir,
yolculuğumuzda önemli bir yere sahip. Çünkü
Amina’nın gerçek yüzü İstanbul’da ortaya çıkıyor ve Sandra içinde bulunduğu durumdan
daha büyük bir karmaşayla karşılaşıyor. Filmin
Türkiye’de geçen bölümlerinde çalışırken buradaki insanlarla güçlü bir bağ hissettim. Çalışmamız süresince Hürriyet Gazetesi muhabiri
İrem Köker, oyuncu Nil Olcay gibi birçok isim,
Hanife Yaşar
Yazar
Montreal’den Sandra ve Şam’dan Suriye asıllı
Amerikalı Amina internet üzerinden flörtleşen eşcinsel bir çifttir. Sandra’nın da cesaretlendirmesiyle Amina Orta Doğu’dan din ve
cinsellikle ilgili bastırılmış seslere ve kendi
aykırı düşüncelerine dünyanın dikkatini çekebilme ümidiyle ‘A Gay Girl in Damascus’
(Şam’da Eşcinsel Bir Kız) adlı bir blog açar. Peşi
sıra patlak veren Arap Baharı, Amina’nın kaçırılması, Sandra’nın olayın peşine düşüp hiç
beklemediği hikayelerle karşılaşması derken
küçük bir aşk hikayesi global bir krize dönüşür.
Yönetmen Sophie Deraspe Anima Profili (The
Anima Profile) filmiyle, LGBT hakları, internet
etiği, Orta Doğu’nun siyasal meseleleri ve tüm
bunlarda medyanın rolünün mercek altına
alıyor. Aralarında İstanbul’un da bulunduğu
birçok şehirde geçen hikayeyi yönetmeninden
dinliyoruz.
Son filminiz Amina Profili cinsiyet sorunlarına odaklanıyor. Bu hikayeye nasıl ulaştınız ve
sizi bu filmi yapmaya iten sebepler nelerdi?
Sandra ve Amina’nın online ilişkilerinden ve
Amina’nın kaçırılmasından haberdar olduktan
sonra gerçekte ona ne olduğunu anlamak için
bir araştırmaya giriştim. Ardından Amina’nın
kimliğiyle ilgili cevaplar ortaya çıkmaya başladığında da gerçekte kim olduğunu çözmeye
çalıştım. Filmde kendi varlığım belirsiz olsa
da arkadaşlarla bir araya gelip ortaya çıkan bilgileri tartışıp anlamaya çalıştık. Bir yanda son
derece kişisel bir hikaye var. Diğer yanda ise
çok geniş bir uluslararası “kimlik sorunu” mücadelesi, bu mücadelede medyanın rolü ve Batı’nın Orta Doğu algısının da içinde bulunduğu
bir gerilim söz konusu. Günümüz dünyasında
hepsi çok önemli konular.
Sandra’yı filme nasıl dahil ettiniz?
Sandra derinden bir ihanete uğramıştı. Ve
medya aracılığıyla ortaya çıkan bu durumda
Amina Profili’ni izlediğimizde medyanın toplumsal yaşam üzerindeki etkisine de vurgu
yaptığınızı görüyoruz. Film, gerçek bir aşk
hikayesi ve Arap Baharı sonrası patlak veren
olaylarda medyanın rolünün çapraz kesişimini konu ediyor. Hikayenin sansasyonel ve
duygusal taraflarını dengelemeyi nasıl başardınız?
Bu online hikayeyi sinematik bir yolla nasıl anlatırım diye düşünmeye başladığımda, gerçekten kendimi meydan okuyor gibi hissettim. Bu
kesinlikle bilgisayarlarının önünde oturmuş
yazışan insanların filmi olmayacaktı! Amina
karakterinin “başarısını” sorguladığımda olaylar arasındaki senkronu fark ettim. Devrim
kıvılcımlarının henüz başladığı muhafazakar
bir ülkede, eşcinsellik ve özgürlükle ilgili bir
blog… Gazetecilerin içeride ne olup bittiğini
görüp aktarmak için giremedikleri bir ülke…
Aktivistlerin seslerini duyurma ihtiyaçları…
Diğer yanda Kanadalı sevgilinin varlığı… Sanki
herkes farkında olmadan bir karakter üretmiş
gibiydi.
Filmin ilk gösterimi Sundance’teydi. Her zaman Amerikan filmlerinin odakta olduğu bir
Amerikan festivalinde filminiz nasıl karşılandı?
Her gösterim sonrası gerçekleşen soru-cevap
kısımları bir hayli ilginçti. Sosyal medya aracılığıyla kişisel bağlantılar kuran ya da güvenilir
bilgiye ulaşmaya çalışan herkesi ilgilendiren
bir film olduğu ortaya çıktı. Nihayetinde tüm
bu yeni teknolojik araçları, büyüklü küçüklü
ona filmim için yaşadıklarını anlatır mısın diye
soramadım. Fakat ona şunu söyledim: “Bu bir
film ve biz henüz 30. dakikadayız. Dahası da
gelecek ve sorunların ortaya çıkarılması gerekiyor.” Bu kadarla bıraktım sözlerimi. Daha
sonra bir akşam muhteşem bir hediyeyle bana
geldi. Amina ile olan tüm arşiviyle filmde yer
alacaktı. Hikayedeki tüm anahtar isimlerle tanışmak için dünyanın birçok yerine seyahat
etmesini teklif ettiğimde ise hemen kabul etti.
Filmi hazırlarken hangi kaynaklardan beslendiniz? İnsanlar, gazeteler, sosyal medya
vb…
Hepsinden… Öncelikle bu karmaşık hikayedeki tüm önemli karakterleri anlayabilmem
için bir araştırma yapmam gerekliydi. Duvarlarım isimler, resimler, birçok kişiyle (gerçek
ya da sahte) ilgili anahtar kelimelerle kaplıydı
artık. Tabii bunlara istihbarat ajansları, medya organları da dahil… Sandra’nın arşivindeki
e-postalar, mesajlar ve fotoğrafların yanı sıra
duyuyoruz? Neden kadınların başını kapattığı
ve edilgen olduğu bir ülkede yaşayan cesur ve
seksi bir lezbiyenin profiline tıklıyoruz? Amina karakteri kendi arzularımızın görüntüsünü
yansıtan bir ayna gibi aslında. Sandra ise gerçeklerle yüzleşmek adına dünyayı gezme cesaretini gösterdi. Aynı zamanda kendi sorgulama
cesaretine sahipti ve sadece bir kurban rolünü
oynamadı. Dolayısıyla birçok kişi önce onunla
sonrasında da hâlâ savunmasız mücadele veren diğer aktivistlerle bir empati kurabilir.
Amina Profili’nin !f İstanbul’da Aşk&Başka
Bi’ Dünya bölümünde yarışacak olması nasıl
hissettiriyor size?
Kesinlikle harika! Sundance’teki Amerikalı izleyicilerin ardından Türkiye’deki sinemaseverlerle buluşmak için sabırsızlanıyorum. Tabii
sizin sorularınız onlarınkinden farklı olacaktır.
Medyanın güvenilirliği ve siyasi aktivizm üzerine başka bir perspektife sahip olduğunuza
inanıyorum. Avrupa ve Asya’nın, doğu ile batının arasında olmak her iki kültürün de anlayışına sahip olmanız demek.
Filmi izlemeden önce Türk sinemaseverlere
neler söylemek istersiniz?
Bu filmin yönelttiği birçok soru var. Medyaya
ve onu kullanma yollarına dair bir farkındalık
yaratmaya çalışıyor. Nihayetinde biz yalnızca
karanlıkta acı çekenleri destekleyebiliyoruz.
Ve bu durum kesinlikle kriz devam ettikçe siz
ve komşularınızın da içinde bulunduğu birçok
kişiyi ilgilendiriyor. Dilerim ki bu film biraz da
olsa çözüme yardımcı olur ve olabildiğince çok
kişi tarafından paylaşılır.
Gösterim tarihleri
19 Şubat 2015 17:00
Cinemaximum Fitaş Salon 1
küçük ekibimizde dahil olup yardımcı oldular.
Filmin yapımı dışında da birçok şey paylaştık,
arkadaşlıklar kurduk. İstanbul’un Boğaz’ı kadar Antakya’nın müthiş yemeklerini de çok
özledim ama asıl önemli olan insanlarda gördüğüm sıcaklık ve samimiyetti.
tüm medya organlarını göz önüne aldığımızda
kendimizi yalanlardan, yanlışlardan, saçmalıklardan nasıl koruyacağız? Medya tabii ki bu
aldatmacada büyük bir sorumluluk üstleniyor
ama biz de nasıl çözümleneceğinin bir parçasıyız. Neden Suriyeli bir aktivisti takip etmek
için dikkat çekici bir blog başlığına ihtiyaç
22 Şubat 2015 19:30
Cinemaximum Kanyon
37
Hikaye Kurmaca Ama Karakter Gerçek
Sinemaseverlerin ses getiren kısa filmleriyle tanıdığı yönetmen Nesimi Yetik, ilk uzun metraj filmi
Toz Ruhu ile yoluna devam ediyor. Baş rollerini Tansu Biçer, Nihal Koldaş ve Aytaş Arman gibi isimlerin üstlendiği film,
Altın Koza ve Malatya film festivallerinden aldığı ödüllerin ardından şimdi de !f İstanbul’da jüri karşısına çıkıyor.
Biz de Nesimi Yetik’e yeni filmi ve sinemacılığı hakkında merak ettiklerimizi sorduk.
filmin derdi neydi, diye bir süre düşünür ve hayal gücü ona bazı kapılar açarsa, film amacına
ulaşmış demektir bence.
Toz Ruhu henüz yeni sayılmasına rağmen,
tıpkı kısa filmleriniz gibi ödülleri toplamaya
başladı bile. Yaptığınız işin ödül alması sonraki filmler için nasıl bir etki yaratıyor?
Yapılan işin bir karşılığının olması elbette
motive edici. Ama bütün bunlar gerçekleşmeyebilir de. Bence olmadığında da devam edebiliyorsanız, gerçekten yaptığınız işe tutkuyla
bağlısınız demektir.
Kısa film çekmek bir üretim tarzı mı sizin için
yoksa sinema sektörüne geçiş için bir adım mı?
Kısa filmin kendine has bir ifade biçimi olduğunu düşünüyorum. Genellikle uzun metraja
geçmek için bir basamak olarak da görülüyor.
Oysa yapısı itibariyle kısa film son derece özgür bir alan. Ayrı bir yaratıcılık ve bakış açısı
gerektiriyor.
“Annem Sinema Öğreniyor” için annenizle
olan diyaloglarınızdan doğaçlama çıktığını
söylemiştiniz. Toz Ruhu’nunda da benzer bir
hikaye var mı?
Toz Ruhu’nda 2008 yılından bu yana aynı
apartmanda yaşadığımız bir komşumuzdan
yola çıktık. Onun karakterinden etkilenerek
başladık senaryoyu yazmaya. Ama yazdığımız
senaryo bütünüyle bir kurmaca. Yani gerçek
bir karakterden yola çıkıp onu kurmaca bir öykünün içinde ele aldık.
Toz Ruhu’ndan ilk kez bu festivalle haberdar
olanlara filminizi kısaca nasıl anlatırsınız?
Paylaşmak istediği derdi nedir bu filmin?
Toz Ruhu, Metin Tosyalı adında İstanbul’da
yaşayan, arabesk müzikle ilgilenen bir erkek
gündelikçiyi anlatıyor. Filmin derdinin tam
olarak ne olduğunu söyleyerek seyircinin hayal gücünü ve yorumlama özgürlüğünü kısıtlamak istemem. Seyirci filmden çıktığında bu
Filmde şimdiye kadar çalışmalarınızda denemediğiniz teknikler kullandınız mı? Nasıl bir
ekip çalışmasıyla ne kadar sürede tamamladınız filmi?
İlk defa bir uzun film çektiğim için aslında bir
çok şeyi ilk defa denedim sayılır. Film dört
haftada çekildi. Post prodüksiyon süreci ise çekimleri takip eden bir yıl içinde aralıklı zaman
dilimlerinde tamamlandı.
Tansu Biçer kendisine de ödül getiren başarılı
bir performans sergiliyor. Başrol için baştan
beri o mu vardı aklınızda?
Tansu’yu baştan düşünmemiştik. Aslında
Metin Tosyalı karakteri için net olarak belirlediğimiz isimler de yoktu ama araştırıyorduk.
Başlangıçta komşumuz kendisi oynasın diye
düşündük hatta. Ancak hem senaryonun yapısı hem onun bu duruma pek sıcak bakmaması
nedeniyle oyuncu arayışına giriştik. Bu süreçte Sevil Demirci bizi Tansu’yla bir araya getirdi.
Tanışmadan sonraki süreçse tamamen hislerle
ve sezgilerle ilgili aslında. Bu rol için onunla çalışmamın doğru olacağını hissetmiştim.
Kendi yazdığınız senaryoyu yönetmek daha
mı kolay daha mı zor?
Toz Ruhu’nun senaryosunu Betül Esener’le
birlikte yazdık. Bütünüyle bir başkası tarafından yazılmış bir senaryoyu yönetmek daha zor
olurdu sanırım.
Tiyatro mezunu olmanızdan yola çıkarak yönetmen ve oyuncu arasındaki iletişimi daha
iyi anlayabildiğinizi söylebilir miyiz?
Ben okulda Tiyatro Tarihi ve Teorisi okudum.
Oyuncu-yönetmen iletişimini okulda öğrendim diyemem. Oyunculuk bölümünde okuyan öğrencilerle de yakın ilişkilerim olmadı
hiçbir zaman. Sanırım onları biraz ‘‘artis’’ buluyordum. Başta Annem Sinema Öğreniyor olmak üzere bütün kısa filmlerimde oyunculuk
eğitimi almamış, mesleği oyunculuk olmayan
oyuncularla çalıştım. Toz Ruhu’na geldiğimde
ise durum bütünüyle değişti. Hemen hemen
bütün kadro profesyonel oyunculardan oluşuyordu. Bütünüyle karakter odaklı, oyunculuğun ön planda olacağı bir film yapacaktım ve
oyunculara bir şekilde kendimi en iyi biçimde
ifade etmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. Bu noktada Tansu, bendeki okul yıllarından kalan oyuncu imgesinin değişmesinde
etkili oldu sanırım. Onun tevazusunu, işine
tutkusunu görmek beni rahatlattı.
Özellikle televizyon dizilerinde arabeske yer
verildiğinde bir anda etkileri artıyor, çok konuşuluyorlar. Arabeskin her dönem kendine
bir alıcı bulmasını nasıl yorumlarsınız?
Belki bu, üzerinde durduğumuz kültürel zeminle ilgilidir. Arabesk bu toprakların ruhunda
varsa onu sevenler hep var olacak. Ama bakıldığında arabeskin kendine konu edindiği aşk
acısı, ayrılık gibi temalar ve bir bütün olarak
söylersek ‘‘hüzün’’ dünyanın her yerinde ilgi
görüyor.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
!f İstanbul’da yarışan filmler arasında özellikle ilginizi çekenler var mı?
Keş!f Bölümü’nde yarışan filmler, yönetmenlerin ilk veya ikinci uzun metraj filmlerini kapsıyor. Bir anlamda, belki de ileride adını daha çok
duyacağımız yönetmenlerin filmleri var bu bölümde. Ben hepsini merak ediyorum açıkçası.
K
Hazırlığına giriştiğiniz yeni projeler var mı
gündemde?
Yeni bir uzun film var. Şu an senaryosu üzerinde çalışıyoruz. Motivasyonumu kaybetmemek
adına anlatmamayı tercih ediyorum…
Gösterim tarihleri:
15 Şubat 2015 17:00
Cinemaximum Fitaş Salon 1
18 Şubat 2015 14:30
Cinemaximum Kanyon
20 Şubat 2015 13:00
Cinemaximum Fitaş Salon 4
39
İran sana söylüyorum, Türkiye sen anla…
don bunu anlamakta zorlanıyor. Tamadon’un,
konuklarına eşlerinin de sohbete katılması yönündeki telkinleri ise karşılık bulmuyor. Hatta
tepki çekiyor.
İranlı belgesel yönetmeni Mehran Tamadon’un ilk kez geçen yıl Berlin Film Festivali’nde
gösterilen yeni filmi İranlı/Iranian, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin en
‘özel’ yapımlarından birisi olarak dikkat çekiyor.
Filmdeki sohbetlerin ağırlığı Tamadon’un iradesi dışında kadınlar üzerine oluyor. Filmin
bu içeriği, bugün Türkiye’de kimi İslam alimlerinin 26 yaşındaki kız çocuklarıyla evlenile-
Şenay Aydemir
Yazar
Hayır, mesele bu kez, 90’ların sonu 2000’lerin başında yükselen İran sinemasının orijinal
örneklerinden biriyle karşı karşıya olmamız
değil. İranlı sinemacıların estetik buluşlarının
yarattığı hayranlıkla da çok alakası yok. Aksine, İranlı’nın estetik olarak -hele de belgesel
sinemasının bugün geldiği nokta düşünüldüğünde- ‘zayıf’ olduğu bile söylenebilir. Ama
içerik açısından bakıldığında o meşhur “Kızım
sana söylüyorum, gelinim sen anla” atasözünü
doğrularcasına Türkiye’ye dair tartışmaların da
odağında duran bir film.
Kuşkusuz, elimizdeki film İran koşularında ve
özelinde çekilmiş. Ama yapmaya çalıştığı şey,
bizim son dönemde sıkça karşılaştığımız bir
‘sosyal’ problemi anlamaya çalışmak. Belki de
çok yakında karşılaşacağımız ‘siyasal’ bir soruna dikkat çekmek. O da şu: Laiklerle, İslamcılar
bir arada yaşayabilir mi? Birbirlerinin yaşam
biçimlerine karışmadan, saygı duyarak var olabilirler mi?
Mehran Tamadon bu soruyu, belki de olumlu yanıt almasının en zor olduğu ülkelerden
birinde soruyor. Paris’te mimarlık okuduktan
sonra ülkesine dönen ve aynı zamanda belgesel filmler de çeken Tamadon, kendisini seküler (laik) olarak tanımlıyor. Filmde bunu açık
biçimde ifade etmese de ‘ateist’ olduğunu hissedebiliyoruz. Tamadon, üç yıl boyunca kendisiyle bir süre yaşayacak din adamlarını arıyor.
Tahran’da yaptığı çalışmalar sonucunda dört
kişiyi aileleriyle birlikte iki günlüğüne kendi
evine taşınmaya ikna ediyor. Tamadon’un
amacı bu iki gün boyunca birbirlerine saygı
göstererek, birbirlerinin görüşlerine tahammül
ederek aynı ülkede var olunup, olunamayacağını görmek.
Tamadon’un misafirleri çocukları ve eşleriy-
le birlikte geliyor. Büyükçe bir villada herkes
kendi odasına yerleşiyor. Ortak alan olarak düzenlenen salonda ise erkekler belirli aralıklarla
bir araya gelip hayat algılarını, siyasi ve dini
düşüncelerini ortaya koyuyor ve karşısındakinin bu konuda neler düşündüğünü tartmaya
çalışıyor.
İranlı, böylesi bir ‘deney’ için çeşitli riskler
taşıyor hiç kuşku yok ki. Örneğin, hadisenin
İran’da geçiyor olması kendi başına bir sorun.
Çünkü film boyunca Tamadon, evin bir laboratuvar olduğu hissini taşıyamıyor. Çünkü
dışarıdaki iktidar durmadan içeriye sızıyor.
Özellikle konuklardan biri, birçok tartışmayı
“Bu ülke İslam cumhuriyeti” sözleriyle bitiriyor. Filmin ilginç noktalarından biri de ‘ortak’
bir hayat tartışması gündeme geldiğinde kadınların kamusal alandaki varlığının sorgulanması. Konukların hemen hepsi, kadınların
kamusal alandaki varlığının kendileri için bir
‘tehdit’ oluşturabileceğini vurgularken, Tama-
bileceği’, ‘annemiz de olsa diz kapağı üstünün
tahrik edici olduğu’ gibi sözlerinin aslında ‘evrensel’ bir karşılığı olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici. Öte yandan, konuklardan
birinin ısrarla ‘milli irade’ vurgusu yapması da
filmi izlerken tebessüm etmemize neden oluyor. Konuk, özellikle İran rejimi ve rejimin ‘özgürlükler’ konusundaki tutumuna dair yapılan
sohbetleri ‘çoğunluğun böyle istediği’ şeklinde
özetlenebilecek bir tespitle kesiyor. Tamadon’un ‘azınlıkların istekleri, hayat biçimlerine
dair beklentileri ise yine ‘milli irade’nin gölgesinde kalmaya mahkûm ediliyor. Bu durum
da son dönemde yaşadığımız tartışmaları akla
getirmiyor değil.
Tabii İran’ın, konuklardan birinin ısrarla vurguladığı gibi ‘İslam Cumhuriyeti’ olması, kanun
ve yasalarını buna göre düzenlemesi durumu,
Türkiye’yi ayrı bir noktaya taşıyor. Ama sosyolojik açıdan bugün Türkiye’ye baktığımızda
yaşanan tartışmalara dair önemli tespitlerin
olduğunu da görmezden gelmemek lazım.
Özellikle son birkaç yıldır ülkedeki laik ve İsla-
mi kesimler arasında giderek açılan uçurumun
yaratacağı boşluğu görmemiz açısından film
özgün deneyimlerle dolu.
Burada, bir noktanın altını da çizmek gerekiyor. Bizler filmi Tamadon’un gözünden izliyoruz. Ülkesinde yaşama olanakları elinden alınmış bir ‘laik’ olduğu için, diğerlerinin iktidar
olarak gördüğümüz için ona odaklanıyoruz.
Ama Tamadon’un argümanlarının da kendi
İranlı, dinin siyasallaşıp iktidar olduğu ve günlük hayatı da düzenler hale geldiği koşullarda,
iktidar dilinin çoğu zaman ‘tanrı kelamı’ ile eş
değer hale gelebileceğini; ama aynı şekilde
safça bir sekülerizmin de meselenin çözülmesinde yeterli olmadığını gösteren mütevazı bir
deneyim.
içinde açmazları var. Tamadon da meseleyi
siyasal bir düzlemde tartışmaktan ziyade ‘tahammül, saygı, hoşgörü’ gibi soyut kavramlarla anlamlandırmaya ve karşısındakileri böyle
ikna etmeye çalışıyor. Bunu anlayabiliriz.
Çünkü mesele tam da filmde sıkça tekrarlanan
ket edilecek noktayı da gösteriyor bir sahnesinde. Siyasi tartışmalardan uzak, günlük hayatın dertlerinin konuşulup şakalar yapıldığı
bir mangal partisinde Tamadon, konuklarına
siyaset konuşulmadığı zamanlarda ne kadar
iyi anlaştıklarını, birçok ortak noktaları olduğunu söylüyor. Ama mesele ciddileştiğinde ‘siyasi’ bilinç kişiliklerin önüne geçmeye başlıyor
ve her şey bir ‘üst’ dille ifade ediliyor.
“Konuşmaya kendi cümlelerimizle başladığımızda, hareket edecek bir zemin de buluruz”
demeye getiriyor adeta!
Yine de İranlı, birlikte yaşayabilmek için hare-
Gösterim tarihi:
‘İslam Cumhuriyeti’ vurgusunda. Zaten sınırları belirlenmiş, kuralları konulmuş bir siyasal
zeminde ortaya çıkan tahammülsüzlük, ancak
o siyasal zeminin değiştirilmesiyle giderilebilir. Ama Tamadon’un bunu söyleyebilmesi zor.
Belki bu deneyim Tahran’da değil de Paris’te
yaşansaydı bambaşka sonuçlar ortaya çıkabilirdi.
16 Şubat 13.00
Cinemaximum Fitaş Salon 4
41
Hikayenin Peşinde
“Bir sanatçının asıl amacı, çok fazla “para” eden bir sanatçı olmak değildir.
Bir sanatçının en mutlu olduğu an, sattığı resmi duvarda görmektir, depoda değil.
Satın aldığı resmi görmeyen koleksiyonerler var... Yatırım aracı olarak görülen sanat eseri,
aslında yaşayan bir organizmadır. Her fırça darbesinde bir duygu, bir anı vardır.”
Genç sanatçı Yusuf Aygeç ile Tophane’deki atölyesinde sanat piyasası ile ilgili konuştuk.
Ege Işık
Yurt dışında düzenlenen fuarlar ve Türkiye’dekiler arasında bir fark var mı?
Yurt içi yurt dışı fark denildiğinde, fark çok
fazla kalmadı. Türkiye’de çok iyi noktalara
geliyor. Contemporary’de 20’ye yakın yabancı
galeri geldi.
Yazar
Yusuf, C.A.M Galeri’deki Furkan “Nuka” Birgün ile ortak sergininiz “Koklayarak Duyuyorum”da tüm işlerin bir hikayesi var. İzleyiciyi
en çok etkileyen de bu hikayeler oluyor. Hikayeleri oluştururken nelerden etkileniyorsun?
Semt kültürünün hâlâ yoğun olarak yaşandığı
Kocamustafapaşa’da doğdum, büyüdüm. Bu
çok katmanlı kültürün hem kişilik özelliklerime hem de işlerimde yakalamak istediğim o
samimi hikayeye boyut kazandırdığına inanıyorum. Bu şuna benziyor; taksiye bindiğinizde arka koltuğa mı yoksa şoförün yanındaki
koltuğa mı oturursunuz? Ben hep ön koltuğa
otururum. Sohbet ederim. Onun yaşantısının
derinliğine inmek isterim. Taksi şoförü demek
şehrin muhtarı demek. Taksiciler her gün en
az 20-25 insan hikayesiyle karşılaşıyor, gece
direksiyon sallayanlar ise şehrin öteki yüzüne tanık oluyor. İnsan sarrafı olmuşlar artık.
Sabah annesi ölmüş bir çocuğu da görüyor,
akşam partiye gidecek bir kızla da karşılaşıyor.
Bu duygu geçişleri arasında duyarsızlaşıyor,
hissizleşiyorlar. Bir sanatçı olarak insanlardan
ve onların yaşanmış ya da tamamen kurgusal
hikayelerinden besleniyorum.
Ressam olmaya nasıl karar verdin?
İstanbul Davut Paşa Lisesi’nde sayısal öğrencisiydim.Lisenin tam karşısında bir morg vardı.
-Bence güzel metafor, bunu yazalım.- Orada ilk
kez bir arkadaşım sayesinde kadavra gördüm,
kasları resmettim. Lise sırasında aklımda ressam olma düşüncesi henüz yoktu. Çevremi,
etrafımda olan biteni gözlemliyordum. En yakında arkadaşım bir Yahudi’ydi. Sanırım bu da
çok kültürlülüğün bir parçası. Tüm inanışları,
dinleri, gelenek ve görenekleri gözlemlediğim
bir dönemdi. Stencillerle sokakları boyadığım, Marvell karakterleri ile içli dışlı olduğum
dönemin sonunda iç mimarlık bölümünü kazandım, çok kısa süre sonra daha fazla pafta
çizemeyeceğimi anlayıp Marmara Üniversitesi
Sanat fuarları için ne düşünüyorsun?
Tüyap İstanbul Sanat Fuarı her ne kadar son
iki yıldır sansür olaylarına maruz kalsa da sanat piyasına ciddi anlamda bir canlılık kattı.
130 sanatçı katılımı, 503 bin ziyaretçi... İnanılmaz. Art International da öyle. Contemporary
İstanbul’da insiyatifler geride kalmıştı ama
toplumun her kesiminden ziyaretçiyi ağırladı.
Bu çok sevindirici.
Mesela artık Türkiye’den yurt dışındaki fuarlara gidiş ve müzayedelere katılım kolaylaştı. İsveç’te Skopp Fuarı Art Besell’ın çatısında. Genç
sanatçı var, ilgi çok yüksek. Buna rağmen hâlâ
özgüvensiziz. Biz “aza tamah etmeyen çoğu
bulamaz” düşüncesiyle yetişiyoruz. Bu görüş
değişmeli.
Güzel Sanatlar fakültesi Resim Öğretmenliği
bölümünü kazandım. Yaklaşık dört ressamın
asistanlığını yaptım. Okulu altı senede bitirdim.
Galeri ve sanatçı ilişkisini nasıl buluyorsun?
Galerilerin olmaması halinde sanatçılar ciddi
bocalama yaşayabilirler. Sanatçının adına biri
işin fiyatını belirlemeli. Bir sanatçı olarak benim böyle bir dünyam yok. Ben fatura kesemem. Galeriler sanatçının prestijini, kariyerini
koruyor ve sanatçıya yön veriyor.
Geçmiş ve günümüz sanata bakış açısı hakkında ne düşünüyorsun? Türkiye’yi nerede
görüyorsun?
80’ler zamanında sanatçılar oturdukları zaman “fikir” üretirlerdi. Şimdi fikirden önce işin
fiyatı gündeme geliyor. 1900’lerde ciddi çalışmalar yapılmaya başlandı. 1950’lerde müzayede sorumluları Sanayi-i Nefise, yani şimdiki
Mimar Sinan Üniversitesi akademisyenleriydi.
2010 yılından itibaren sanat satışında büyük
bir patlama oldu. Küresel anlamda sanat piyasası 43 milyar Euro’ya yakın bir ciro elde etti.
Türkiye bu cironun 300 milyon Euro’sunu
oluşturuyor. Türk ekonomisine baktığımızda
dünya sıralamasında 16. sıradayız.
Bir sanatçının işinin fiyatı nasıl belirleniyor?
Sanatçıların işlerinin her sene fiyatları değişiyor.Bunu daha çok koleksiyonerler belirliyor.
Örneğin Ömer Uluç’un işleri sanatçının yaşadığı dönemki fiyatlarına göre düştü. Bunun
sebebi öncelikle Ömer Uluçları elinde tutmak
istemeyen koleksiyoneler olduğundan daha
düşük fiyata satıldı. Murat Germen’in bir sözü
var “elinde bir koleksiyonerin yalnızca beş işi
olsun” işin maddi yönüne işaret ediyor. Çok
üreten az sanatçı var. Genç sanatçıların galerilerde satılan işleri de yüksek fiyatlı. Sanatçının
işleri satıldıkça galeri de kendi komisyonunu
alıyor. Bir sanatçıyı dış dünyayla tanıştıran
da galeri oluyor. Bir sanatçı ne kadar çok sergi
açarsa o kadar tanınıyor.
İşler nasıl değer kazanıyor?
Piyasaya, zamana, isme, girdiği koleksiyonlara... Cem Yılmaz’ın aldığı bir isim ikiye katlanıyor. Sen hangi koleksiyondasın dediğinde o
insanın sana bakışı değişir. Fiyat artma oranı
koleksiyon sayısına göre değişir. Geçen sene
satıldığı resmin fiyatı bu seneyle aynı değilse
bunu piyasa belirler.
Uygulanan sansür için ne düşünüyorsun?
Azade Ramazeni atölyeye ziyaretinde İran’daki sanat piyasasından bahsetti. Rejim zamanında belli yasaklamalar geldi. Ürettiğin işi
hükümete gönderiyor, önce onay alıyorsun.
Bu yasağı aşmak için sanatçılar ve alıcılar çeşitli yöntemler geliştirdi. El altından gösterimler satışlar yapılmaya başlandı. Türkiye’de bu
kadar sert yasaklamalar olmasa da; sanatını
belli bir kesimin beğenisine göre şekillendiren
sanatçılar var. Oysa farklı görüşler, farklı bakış
açıları çok sesliliği de beraberinde getirir. Türbanlı sanatçılar da var. Hat sanatıyla kuru kafa
yapanlar da var. Dans eden peçeli iki modelin
üstünde hat yazıları olan resimler var; bu olayın modernleşme hali. Arap harflerinin resme
girmesine karşı duruyorlar. Bunların girmesi
lazım. Belli bir kesimin beğeni anlayışına bağlı
kalmamak lazım.
Türkiye ekonomi ve sanat piyasası aynı anda
gelişiyor mu?
Ekonomi ne kadar çökerse çöksün sanat piyasasını etkilenmez. 90’lar sonrasında ve
2000’ler sonrasında sanat eserleri alım satımı
inanılmaz yükselişe geçiyor. 2000’ler öncesinde alınan eserler tamamen el değiştirdi. İnsiyatifler artmaya başladı, galeriler bilinçlenmeye
başladı. Bu dönem gençlerin yükselişi Amerika’daki sanatçıların fiyatların yükselmesi Türk
sanatçıları olumlu yönde etkiledi.
Günümüz sanat anlayışı ve işlerde kullanılan
malzemeyi nasıl buluyorsun?
Artık işlerde kağıt kaybolmaya başladı. Resimdeki belli ana malzemeler kiş, mermer, kağıt,
boya, tuval. Günümüzde 40 sanatçı varsa 2 kişi
gravür yapıyor. Kavramsal sanata dem vurduğumdan değil, ciddi bir şekilde malzeme farklıları çıktı. Ben de üretirken yağlı boyanın içine
çeşitli malzemeler koyuyorum. Hızlandırıcılar,
kıvam arttırıcılar,yurt dışından gelen yağlar,
spreyler. Bu pazarı sağlayan kapitalizm.
Teknoloji sanatı geliştiriyor diyebilir miyiz?
Çağın getirmiş olduğu akımlar var, mesela;
3Dfoto optic art sanat. Geçmişte kendi coğrafyamızdaki geri kalınmış olmasının en önemli
sebebi teknoloji takip edilmemiş, klasik görüşten vazgeçilmemiş. Şimdi bu düşünce aşılmaya başlandı. Benim kuşağım, alttan gelen
kuşak, çok acayip çocuklar var. Benim üniversitede yapamadıklarımı yapanlar var. Ben en
basitinden güzel sanatlar lisesinin varlığından
bile habersizdim, bilmiyordum.
Gün geçtikçe gelişen teknoloji sence sanata
nasıl dokunuyor?
80’ler zamanında yabancı sanatçılar daha lezzetli ve sorgulayıcı işler yapıyordu.
“Benim jenerasyonumönemsediği en önemli
unsur “maliyet”. Sergi açılışlarına yalnızca satış
kağıdını görmek için gelenler var. “
Heykel var, stenciller var, heykelin modellemesi var. Mermer kesen var, ahşap yapan var,
plastiği şekillendiren var. Piyasa bunu sanat
olarak alıyor. Endüstriyel olsa da. Peki geleneksel sanat anlayışı değer mi kaybediyor? Pentur
hiç bir zaman değerini kaybetmez.
Koleksiyonerler hangi kriterlere göre resim
satın alıyor?
Resimler revize almaya başladı. Biz buna sipariş resim diyoruz. Galeri, atölye maliyetlerini,
malzemeyi sağlıyor. Sanatçı da çoğunluğun
istek ve beğenisine göre resim yapıyor.
Renoir zamanında Fransa’da çağdaş sanat yapmıyor, eskiye dönük üretiyor. Şimdi biz Indie
kuşağıyız ondan kağıt ile olan ilişkimiz kopma
aşamasında. Fotoğraf alanında, heykel alanında da tamamen teknolojiye bağlıyız, teknoloji
ile doğru orantılı gelişiyor sanat.
Bu işi gerçekten sanat için yapan çok az insan var. Bilinçli ya da bilinçsiz sanata hizmet
ediyorlar. Sanat tarihi bilmeyen iş almasın
diyemeyiz elbette. Bir sanatçının işini alan
koleksiyoner o sanatçıyı tanıyor. Sanatçılar koleksiyonerlere bir anlamda yol gösterici oluyor.
Sen nasıl etkileniyorsun?
Anakronizm yapıyorum. Varolan bir şeyi kendi çağıma uyarlıyorum. Leonardo’nun Son Akşam Yemeği tablosunda masada portakal var.
Fakat yaşadığı dönemin Avrupa’sında portakal
yok. Varolmayan bir “şeyi” resmediyor. Benim
yaptığım resimlerde de bu var.
“Çağdaş sanat şişen bir balon ve patlamaya
başladı diyorlar ya. Şişsin bence yani bunda ne
zarar olabilir.“
43
Ödüllere Doymayan !f Filmleri
!f geleneğidir; yılın en iyileri önce bir buraya uğrar, sonra da ödül avına başlar.
Adını bile duymadığımız filmler !f’te keşfedilmeyi bekler, ancak sıkı !f’çilerin gözünden kaçmayan bu hazineler
yıl içinde ödülden ödüle koşar. Bu filmler arasında; “The Act of Killing”, “Boyhood”, “
Vivian Maier’i Aramak”, “Finding Vivian Maier”, “Blue Ruin” ilk akla gelenler. !f bu yıl da her bölümünde
gizli hazineler yatıyor, bulmayı bilen sinefillere! Onlar araya dursun,
biz ödül avına çoktan başlamışları sıralayalım.
BIRDMAN
Look of Silence/Sessizliğin Bakışı
Life Itself/Hayatın Kendisi
Belgesel sinemanın ustalarından Steve James’in Pulitzer ödülü alan ilk film eleştirmeni
Roger Ebert’in hayatına dair samimi ve duygusal bir yolculuğa çıkaran filmi “Life Itself”,
20’ye yakın ödülüyle yılın en çok konuşulan
belgesellerinden biri oldu.
Sundance’in ödüllü filmleri !f’te!
Bağımsız sinemanın Kabe’si Sundance Film Fes-
En son erkek oyuncu ve özgün senaryo dalında aldığı Altın Küreler ne ki, yıl boyunca ödül
listelerinin vazgeçilmez ismi oldu. Dergimiz
baskıya girerken gördüğümüz rakama biz de
inanamadık: 137 ödül! Şimdi sıra Oscar’larda!
!f’in kapanış gecesi açıklanacak ödüllerde “En
İyi Film”e yakınlığı kulislerin en çok konuşulan
konusu. Michael Keaton’ın ödül almaması bir
skandal olabilir ancak!
Geçen yılın en iyileri listesinde ilk sıralarda yer
alan “The Act of Killing” ile bizi şoke eden Joshua Oppenheimer’ın Venedik’te 5 ödül birden
kazanan yeni filmi “Look of Silence/Sessizliğin Bakışı”, belgesel sinemasının kalesi CPH:DOX’tan da en büyük ödülü almıştı.
The Tribe/Kabile
tivali’nin gözdeleri de ilk kez !f İstanbul’da. İşte o
filmler: David Zellner’ın Coen Kardeşler’in kült
filmi “Fargo”nun sonundaki gömülü çantayı bulmak için kendini yollara vuran bir kadını anlattığı,
Sundance’ten Jüri Özel Ödülü, Fantastik Film Fes-
M
tivali’nden de En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan fil-
Y
mi “Kumiko, the Treasure Hunter/Kumiko, Hazi-
CM
ne Avcısı”; Niki Caro’nun “Whale Rider”ından beri
yapılmış en etkileyici Yeni Zelanda filmi sayılan
ve çok az bilinen Yeni Zelanda kahramanı ve sat-
Horse Money/At Parası
C
MY
CY
ranç şampiyonu Genesis Potini’nin gerçek hayat
CMY
hikâyesinden esinlenen ve Sundance’te kalpleri-
K
ni çaldığı seyirciden ödülü koparan “Dark Horse/
Kayıp Şampiyon”; ağırlıklı olarak beyaz insanların
okuduğu özel bir okuldaki Afro Amerikalıların
mücadelelerini ironik bir dille anlatan, Sundance’te Jüri Özel Ödülü’nü alırken, başrolde övgüler
Pedro Costa’nın Lizbon’un gecekondu mahallesi Fontainhas’ta 1994 yılından beri Cape Verdeli göçmenlerle birlikte çektiği Fontiainhas
Üçlemesi’ni tamamladığı filmi, büyüleyici ve
minimalist anlatımıyla eleştirmenleri büyüledi ve Locarno’dan En İyi Yönetmen dahil olmak üzere dört ödülü birden kucakladı.
Myroslav Slaboshpytskiy filmi, tamamı işitme
engelli insanlardan oluşan kadrosu ve çarpıcı
görüntüleriyle yılın en iyilerinden biri sayılıyor. Vurucu hikâyesi ve anlatımıyla Cannes
Eleştirmenler Haftası’nda Büyük Ödül, Revelation Prize ile Gan Foundation Support for
Distribution fonunu kazanan ve Avrupa Sinema Ödülleri’nde de Yılın Keşfi seçilen “Kabile”,
şansını bu kez de festivalin Keş!f Yarışması’nda
deniyor.
The Tale Princess of the Kaguya/
Prenses Kaguya’nın Masalı
In the Crosswind/Rüzgârların
Arasında
Los Angeles’tan Toronto’ya sinema eleştirmenleri birliklerinin ödüllerinde en iyi animasyon hep Kaguya’ya gitti. Ghibli stüdyolarından çıkmış bu şaheserin Oscar adaylığı
elbette şaşırtıcı değildi.
Martti Helde’nin zorunlu göç hakkında yapılmış en şiirsel filmlerden birini ortaya koyduğu
büyüleyici filmi, Varşova’da Ekümenik Jürisi,
Selanik’te de Özel Artistik Başarı Ödülü’nü aldı.
toplayan Tessa Thompson’ın Gotham Bağımsız
Film Ödülleri’nde Umut Vaat eden Oyuncu seçildiği “Dear White People/Sevgili Beyaz Irk”; Sophie
Hyde’ın Huffington Post’ta “çığır açıcı ve yeni bir
nefes” sözleriyle karşılanan, Sundance’ten Yönetim Ödülü’nü, Melbourne Kuir Festivali’nden Seyirci Ödülü, Berlin’in Generation’ından da Kristal
Ayı kazanan, annesi cinsiyet geçiş sürecinde olan
genç bir kadının yaşadıklarını anlatan etkileyici
draması “52 Tuesdays/52 Salı”; Variety’nin “Çok
güçlü, Steinbeck’yın, adeta Amerikan tarihinin
umutsuz bir anının fotoğrafını çekiyor”, Hollywood Reporter’ın “Heyecan verici, olağanüstü
bir belgesel sinemacılık” sözleriyle tarif ettiği,
Sundance’te Jüri Özel Ödülü’nü alan, Full Frame,
Miami ve San Francisco film festivallerinde de en
iyi belgesel seçilen Jesse Moss filmi “The Overnighthers/Gececiler”…
45
Bilinmeyenin Serüveni:
Joana Kohen ile Un-Known İnisiyatifi Üzerine
Joana Kohen ile Un-Known atölyesinin kurulma, fon arama ve tanıtım süreçlerinden bahsettik.
İkinci yılını dolduran bu inisiyatifin geçtiği yollardan ve geleceğinden konuştuk.
Lesli Jebahar
Yazar
2012 yılında bir sanatçı inisiyatifi olarak kurulan Un-Known atölyesi bir çalışma, araştırma,
üretme ve sergileme yeri olarak hayata geçirildi. Joana Kohen’in kuruculuğunu üstlendiği
bu inisiyatif periyodik olarak değişen sanatçı
ekibinin ortaklaşa ürettiği çalışmalara da yer
vererek sanatçıların hem üretirken, hem de
sergileme sırasında özgür olabileceği alternatif
bir mekân olarak faaliyet gösteriyor.
Un-Known’un fikir olarak gelişmesi ve hayata geçirilme sürecini anlatabilir misin? İsim
olarak Un-Known kelimesini seçmenin sebebi
nedir?
Un-Known üniversite yıllarımda gelişen bir
fikirdi ama hayatımın daha oturmuş bir döneminde hayata geçirmeyi planlıyordum. Neyse
ki 2012 yılında bunu yapmak için içimde bir
sinyal gördüm ve işe giriştim. Yapım aşaması kolay bir süreç değildi, bilmediğim birçok
şeyi çok hızlı öğrenmek durumunda kaldım.
Dönüp baktığımda çok öğretici zamanlar ol-
duğunu fark ediyorum. İsimdeki “Un” ekinin
karşıt (anti) bir tavrı var. “Known” ise bilinen
anlamında. Ancak “Un-Known” olunca hem
senin bilmediğin ama bizim içimizde bildiğimiz, hem de bilinmeyeni bilinene götüren bir
duruş sergiliyor.
Mekânın adresini yazmıyoruz, fuarlarda nereden ulaşabileceklerini sordukları zaman adres
vermiyoruz. Bilinmeyeni çok bilinen yerlerde
sunmaktan da hoşlanıyoruz, yazılı medya ve
sosyal medya olsun. Aslında varız ama yokuz
gibi.
Seni Un-Known’u kurmaya yönelten neydi?
Benim hissettiklerimi hisseden kişilerle bağlantıya geçmek, bir fikir alışverişi platformu
oluşturmak, yeni şeyler öğrenmek. Birin biz
olmasını hasret eden kişilerin toplanacağı bir
alan yaratmak ve egemen sanat piyasası ile
gelişmekte olan, yeni sanatçılar (non-established, emerging) arasındaki köprüye yumuşak
bir geçiş sağlamaktı diyebilirim.
Un-Known’un finansmanını nasıl yapıyorsu-
nuz? Fon ararken sponsorları nasıl ikna ediyorsunuz?
Aslında fon aranabilecek pek fazla yer yok.
Beni destekleyen koleksiyonerlerim
yardım ediyor, ama genel şartlarda ben kendi
sanatımdan ne kazanıyorsam onu mekâna yatırıyorum. Maalesef yeni başlayan (emerging)
inisiyatiflere ne dernekler ne de fon veren kişiler yardım etmek istiyor. O yüzden işler biraz
zor.Yaşanmış bir örnek olarak anlatmak gerekirse, bir dernek inisiyatiflere fon verecekti.
Aylarca çalıştık, sunum dosyaları hazırladık,
“sunumunuz çok güzel olmuş” dediler. Biz
kazanacak üç kişiden biri olacağımıza kesin
eminken kazanamadığımızı belirten bir email
geldi. Kazananlar paraya ihtiyaç duymayan,
yıllardan beri var olan inisiyatiflerdi; parçası
olan, her bir sanatçısı önemli galeriler tarafında
temsil edilen inisiyatifler. Hatta kazananlardan
bir tanesi olan bir arkadaşım “acaba şimdi bu
parayla ne yapsak?” diye çeşitli prodüksiyon
etütleri yapıyordu. Fakat bizim o esnada ödememiz gereken bir kiramız vardı.
Sponsorlara giderken bir dosya hazırlıyoruz,
ama bunu bir kez yaptım. Genelde ilgilendi-
ğim isimler zaten sanatıma destek olmaya
çalışıyorlar, o yüzden daha fazlasını zorlamıyorum.
Biz çok kolay algılanır ve okunabilir bir inisiyatif değiliz, mecramız ve yapısal anlayışımız diğerlerinden daha farklı. Geleneksel Türk sanat
ortamına pek hitap etmiyoruz. Bence buna bir
alışma ve algılama süreci gerekiyor. Yani yeni
bir harç olduğumuzu anlatmak zamanımızı
alacaktır.
Un-Known gibi bir sanatçı inisiyatifinin,
içinde bulunduğumuz sanat dünyasında ve
piyasasında sanatçı için sağladığı avantajlar
neler?
Birçok avantajı var. İnsanlar bir şeyler yapmaya çabaladığın, tek başına bir sanatçı olarak
ayakta kalıp sesini duyurmaya çalıştığın zaman seni manevi olarak destekliyorlar. Projelere ve fuarlara davet ediliyorsun. Tabii ki en
önemlisi sana kendinden başka kimse karışmıyor, sanatını icra ederken tüm inisiyatifini
senin için doğru olan neyse ona kullanıyorsun.
Kitap basmak istiyorsan basıyorsun, ya da ben
bunun altına kurşun kalemle böyle yazacağım
diyorsun. Karışan olmadığı için hemen uygulamaya geçebiliyorsun. Ve harika insanlarla
çalışma fırsatı yakalayabiliyorsun - hem UnKnown’un kendi içindeki, hem de Un-Known’a
dışarıdan bağlanan insanlarla. Galiba beni de
en çok heyecanlandıran kısmı yeni şeyler öğrenip, yeni kimliklerle çalışabiliyor olmak.
Peki, konvansiyonel galerilerle çalışmaktansa bir inisiyatifin parçası olmanın zorlukları
neler?
Bir inisiyatifin parçası olduğun için galerilerle çalışmamak gibi bir durum düşünülemez.
Bu genelde yanlış anlaşılıyor. Ben galerilerle
çalışıyorum, çok da seviyorum. Ancak inisiyatifi galeri olarak görünce sorun ortaya çıkıyor.
Gruptaki tüm sanatçılar bir galeri ile çalışabilir.
Nihayetinde günün sonunda Un-Known bir
atölyedir ve burada amaç sanat üretimidir. Dolayısıyla biz bir galeri değiliz ve sanatçılar kendilerini buna uygun gördüğünde kesinlikle bir
galeri ile çalışmalıdır.
Un-Known’u kurmadan önce veya sonrasında bir galeri tarafından temsil edilmek istedin mi, başvurdun mu?
İnisiyatiften önce başvurmadım ancak temsil
etmek isteyen iki galeri oldu. Sadece, sanatçı
listeleri ve mekânları bakımından bana uygun
değillerdi, ve bunu farketmek gerçekten çok
önemliydi. Ancak inisiyatiften sonra beni temsil etmelerini istediğim iki galeri oldu. Onlar ile
bir anlaşma olamadı. Bunun nedenini bir çok
şeye yorumluyorum. Sanırım öncelikle beni
okuyamamalarına ve piyasa araştırmasını çok
iyi yapmamalarına.
Biz bilinene yatırım yapan bir ülkeyiz maalesef. Bir parça farklıysan seni okuyabilmek bir
kitap istiyor. Tercihen ne o kitabı gidip satın
almak, ne üstüne para yatırmak, ne de okumak
için zaman ayırmak isteniyor. Maalesef henüz
bir galeri ile sürekli olarak çalışmadım. Genelde bir sergilik veya projelik süreçler sonrasında
kendi kabuğuma geri çekildim. Ama gerçekten
beraber doğru ve huzurlu bir ilişki yürütebileceğim bir galeri arıyorum.
Un-Known’un aktif olduğu dönemde sergiler
yaptınız. Bu sergilerin tanıtım, pr çalışmalarını nasıl gerçekleştirdiniz? İnsanlara ulaşma
konusunda zorluklar çektiniz mi?
İki sene de, iki sergi ve bir performans gerçekleştirdik. Ama bu süreçte izleyici olmadan
belki çok daha fazla içsel sergi ve performans
gerçekleşti diyebiliriz. Ayrıca dört fuara katıldık, iki kitap ve üç dergi çıkarttık.
Pr ve organizasyon yapmaktan yorulmuyorum. Sosyal medyayı iyi kullandığımızı düşünüyorum. Aynı zamanda sosyal ilişkilerim
kuvvetli. Kendimizi iyi anlattığımız ve piyasanın açıklığında parladığımız sürece yaptığımız
işler sayesinde basında yer bulmak o kadar
zor olmuyor. Sergi veya projelerden önce harika yayınlar çıkarıyoruz ve emailler atıyoruz.
İnsanları o şekilde çekebildiğimizi düşünüyorum.
İlk Un-Known sergisinden bu yana bizi takip
eden kitle tabii ki arttı. Ama ilk açılış zamanında çok iyi çalıştık. Açılışta bulunmasını istediğimiz kişilere
kitap yolladık, davetiye bastırdık, emailler
attık. O günden beri de aynı şeyi yapmaya
devam ediyoruz. Her bir basımdan önce fanzin için olsun, kitap için olsun, ben öncelikli
olarak, inisiyatifteki herkes aylar öncesinden
para biriktiriyor. Doğal olarak, her yapmak istediğimiz şey için bütçemiz olmuyor ve zaman
zaman bazı şeyleri rafa kaldırmak durumunda
kalıyoruz. Fakat önemli değil, elimizden geldiğince en iyisini yapmaya çalışıyoruz.
Un-known şu an hayalini kurduğun halinden
ne kadar uzakta?
Aslında baya uzakta ve bir çok alanda da çok
yakında...
Uzakta olan kısmı, sanıyordum ki kuruculuğunu üstlendiğim bu yapı çılgın bir üretim plat-
formuna dönüşecek ve burada sanat tarihinde
okuduğum diğer akımlar gibi eseceğiz.
Fakat fark ettim ki inisiyatifte hep bu hayalin
peşinden koşan ben oluyorum ve diğer kişiler
çoğu zaman üşeniyor ve hızlı vazgeçiyorlar. O
yüzden 2015’te Un-Known’un yeni sanatçı seçimi ve kurgulaması biraz farklılaşacak.
Un-Known yoluna nasıl devam edecek? Yurt
dışından sanatçılarla iş birliği yapmayı düşünüyor musun?
Evet yurt dışından sanatçıları düşünüyorum
ancak ilk olarak bu ülkenin sanatçılarıyla olmalı. Ancak kolaboratif projeler için yurt dışından sanatçıları düşünüyorum. Onun dışında burayı temsil etmek önemli, yoksa çoktan
Antwerp’teki sınıf arkadaşlarımı çağırmıştım.
47
“Motör Nam-ı Diğer Remake, Remix, Rip-Off”
!f Istanbul’un dikkat çekenlerinden Remake, Remix, Rip-Off (aka Motör) üzerine filmin yönetmeni
ve senaristi aslında birçok ünvanına sahip yaratıcısı Cem Kaya ile konuştuk.
1960-1970lerde Türkiye’nin film endüstrisini yaratan Yeşilçam Sineması ve Hollywood’dan kopya,
tekrar yapım film üretimine dair belgesel film, o dönem yapılan filmlerin arka planında çalışanlar, emekçiler,
oyuncular, yapımcılar, yönetmenler ve senaristler ile yapılan röportajlar, arşiv görüntüler ve dönem
filmlerinden yapılan bir kurgu ile konuya her tarafından değinen bir özet sunuyor nitelikte.
Saliha Yavuz
Yazar
Sayılarla konuşursak film için yaklaşık kaç
filmden sahne kullanıldı, kaç kişiyle röportaj
yapıldı?
Film için 100e yakın röportaj yaptık. Ayrıca 178
filmden alıntı var Motör’de.
Sizin en etkilendiğiniz Yeşilçam filmi hangisidir? Neden?
Tek filme indirgeyemem, farklı sebeplerden
dolayı etkilendiğim bir sürü film var. Size bazı
yönetmen isimleri ve neden etkilendigimi
şöyle söyleyeyim.
Aykut Düz beni güldürdüğü için.
Yılmaz Duru hep şaşırttığı için.
sini hep 80 darbesine bağlarlar. Bu doğru değil.
Seks filmleri darbeden birkaç ay önce Istanbul’un ahlakçı bir polis müdürünün insiyatifi
üzerine toplatıldı.
Muhafazakar hükümetlerin seks filmlerini tolere etmeleri, gençlerin apolitize kalmalarını
istemeleri ile alakalı. Yürüyüşe katılacağına
seks filminde boşalsın hesabı. Melodramlarla ilgili de benzer şey söylenebilir. Belgeselde
Fikret Hakan’in dediği gibi: “Millet bol bol ağlasın ve rahatlasın.”
Seks filmlerinin ilginç bir yanı da Mehmet Güler gibi yapımcı/yönetmenlerin montaj oda-
Ticari sinema her dönemde hem iyi hem kötü
ürünler verebiliyor, elbetteki benzerlikler vardır ama film üretimi ile ilgili mekanizmalar çok
farklı. Eskiden sinema çok ucuz bir kitle ulaşım
aracıydı. Filmler çok hızlı değişirdi ve iki film
birden izlenirdi. Sinemaya ailece gidilirdi ve
ortamlar gürültülüydü. İnsanlar filmlere tepki
verir, birbirleriyle konuşur, çocuklar gezinir
oynarlardı. Sinemaya gitmek sosyalleşmek demekti ve milyonlara ulaşırdı filmler.
Günümüzün sinema filmleri büyük gişe yapsalar bile Yeşilçam filmlerinin ulaştığı kadar
insana ulaşamıyorlar, küçük salonlarda orta
Filmi yapmaya nasıl karar verdiniz? Süreç
nasıl gelişti?
Türk sinemasi 70lerde krize girdiğinde video
teknolojisi bi’nevi yardımına koştu. Birçok
yapım şirketi eski filmlerini video şirketlerini
sattı. Bu şirketler özellikle Almanya piyasasına
film pazarlıyorlardı, çok kârlı bir işti. Elbetteki
biraz da gurbetçilerin hasret gidermeleriyle
ilgiliydi bu durum ve Alman televizyonunda kendilerine hitap edecek programların da
olmamasıyla alakalıydı. Uydu teknolojisi gelip Türk televizyon kanallarını izleme şansı
bulduğumuzda video piyasası çöktü. Birçok
filmin videoya transfer için Almanya’ya gelen
negatifleri orda kalıp Türkiye’ye dönmedi ve
çoğu imha edildi.
Yeşilçam’ı Almanya’dan okumak çok ilginç
geldi filmi izlediğimde. Filmde de birçok şeye
olduğu gibi bu konuya da sadece değiniliyor.
Nedir oradaki detaylı durum, araştırmalar-
da nelerle karşılaştınız?
80li yıllarda Bati Almanya’da büyüdüğümden,
Yeşilçam filmlerini dönemin video kulüplerinden izledim. Gurbetçilerin Türkiye ile tek
teması video ve müzik kasetleriydi.
Filmler ailece izlenir, ev ziyaretlerinde paso
dönerdi. Filmlerin diyaloglarını ezbere bilirdik. 2005 yılında Türk sineması ve yeniden yapımlar üzerine bir mastr tezi yazdım, ardından
belgeseli çekme fikri geldi. 2008 yılında çekimlere başladık. Ağustos 2014’de Locarno’da
prömiyerini yaptık.
Eminim gördüğümüz yaptığınız araştırmanın sadece çok küçük bir bölümü. Araştırmalar, röportajlar ya da filmlerden sahneler
seçer kurgularken karşılaştığınız, başınıza
gelmiş ilginç bir durum, kişi oldu mu?
Çekim sürecinde bizi şaşırtan ve sevindiren
yegane olay sabunlu şaryo oldu. Görüntü
yönetmeni Çetin Tunca ve set emekçisi Selahattin Geçgel (lakabı Godzilla Selahattin) bize
ahşaptan bir masa, iki ray ve dört sabun parçasından nasıl şaryo ürettiklerini gösterdiler,
şaşa kaldık.
Yeşilçam’da kadının pek rolü yok galiba. Röporajlarda çok az kadın var ve çoğu oyuncu.
Gerçekten çok da oyunculuk dışında bir rolleri olmamasından mı yoksa denk gelmediği
için mi?
Yesilçam’da kadınlarin rolü elbetteki var, oran
olarak diğer ticari sektörlerde neyse, Yesilçam’da da o kadar. Bu da filmimize yansıyor
elbette ama kadın erkek oranları tamamen
tesadüf. Mesela yönetmen Birsen Kaya var
filmde. Türk sinemasının Yeşilçam döneminde iki kadın yönetmenlerinden birisi. Diğeri
çok erken vefat eden Bilge Olgaç. Toprağı bol
olsun. Yönettigi Kaşık Düşmanı filmi harükulade bir toplum taşlamasıdır, çok severim. Birsen
Hanım’ın filmde yer alması tamamen tesadüf.
Yani illa bir kadın yönetmen olsun demedik.
Erdoğan Tokatlı Son Kuşlar için.
Daha önce Arabesk ile ilgili bir film yaptınız
sanırım. Şimdi Yeşilçam sineması ve ‘re-make’
durumu üzerine Motör’ü izliyoruz. Gelecekte de bir ‘Türkiye’de sex filmleri’ dönemine
ilişkin birşey gelir mi acaba? Motör’ü izlerken
seks filmlerinin çıktığı dönem, politik durum
ve aslında muhafazakar hükümet halleri düşündürdü...
Seks filmlerinin çok çarpıcı bir yani yok aslında, üzerine film yapmayi düşünmüyorum,
çünkü bütün dünyada olan bir seks furyasının
uzantısıydı. Bizde Memduh Ün’ün Kadınım
filmi ile başladı furya, sonra İtalyan seks komedisi yıldızı Lando Buzzanca’ya benzediğinden, Sermet Serdengeçti ile yerli versiyonlarını
çekmeye başladılar ve aldı başını gitti. Gittikçe
daha sert oldu filmler. 1980’de ise bitti. Bitme-
larında buldukları atılmış film parçalarından
filmler üretmeleri. Başka seks filmi olmayan
filmlere ait olan bu parçaların dublajını yaptırıp araya seks sahneleri yerleştirip büyük gişe
yapan filmler üretmişler.
O zaman yapılan filmler ile ilgili konuştuğunuz yönetmenlerden biri ‘ben film çekmedim’ diyor. O dönem filmlerinin asıl yapmak
istediği şey olmadığından bahsediyor. Diğer
taraftan 1000leri 2000leri salonlara dolduran bir sinema sektöründen bahsediliyor.
Tamamen Hollywood’dan devşirme, kopya
filmler ama salonlar doluyor. Bugün sinemanın geldiği noktada kapalı gişe oynayan, çoğu
zaman ‘sulu zırtlak komedi’, ‘bel altı espri’,
‘basit’ denilen filmlere bakınca bir benzerlik,
tanıdık bir durum görüyor musunuz? Bugün
salonları dolduran film nasıl bir film sizce?
sınıfın izlediği filmler bunlar, çünkü sinema
artik pahalı birşey. Büyük kitlelere ulaşan ucuz
kitle aracı ise televizyon, onunla beraber dizilerdir ve Yeşilçam’ın uzantısı dizi sektörüdür.
Dizi sektörünün çarpık yapısı, üretim kosulları, sansür, basit hikayeler, yerlileştirmeler Yeşilçam’dan tanıdık.
Son olarak filmi izlerken Emek sahnesi, Emek
Bizim eylemleri geldiğinde gözlerimin dolduğunu söylemem lazım. Ne diyorsunuz, Emek
elimizden çoktan gitti mi yoksa bizim olacak,
bizim kalacak mı?
Maalesef gitti, isteseler de geri getiremezler.
49
Prizmatik Soyutlamalar ve Ötesi
Disiplinler arası sanat üretim pratiği çerçevesinde sanat üretimini gerçekleştiren sanatçı Lara Kamhi’nin
çalışmalarındaki soyutlamaları sergilendiği alanlarla iletişim kuran önermeler içermektedir.
Kamhi’nin çalışmalarına dair kendisi ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide sanatçı Eli Kasavi ile birlikte
açtıkları yeni medya sanat alanı Prizmaspace’e değindik.
soyutlaştırıyorum. Bu süreç hem soyut hem
de somut anlamda algılama süreçlerimiz ve
filtrelerimiz gibi katmanları araştırıyor. Somut
dünyayı soyutlaştırma süreçlerimizi araştırarak düşüncelerin ve oluş hallerinin özüne, çekirdeğine ulaşmanın gayretine giriyorum.
Video, projeksiyon, resim çalışmalarında
bireysel varoluş halleri üzerinden bir arayış
anlarını yoğun bir şekilde görünür kılıyorsun. Ürettiğin çalışmaların içeriğine dair,
daha açıklayıcı olması açısından ne söyleyebilirsin?
Güncel hayatlarımızı yoğun bir görsel bulantı
olarak tanımlamak abartmak olmaz. Sürekli,
bir akış halinde sembollerin istilası altında
kimlikler, kişilikler ve kararlar, kişisel ‘doğrular’ oluşturuyoruz. Çalışmalarımda, bu yoğun
enformasyon okyanusunu içselleştirme süreçlerimizi ve bu süreçlerin yarattığı kırılma kopma anlarını, belki de illüzyon ve yanılsama
olarak tanımlayabileceğimiz süreçleri araştırıyorum.
Çalışmalarını ortaya çıkartman nasıl bir süreç izliyor?
Çalışma sürecim paraleller halinde işliyor. Resim, heykel, video ve ses projelerim üzerine
farklı zaman dilimlerinde yoğunlaşıyorum.
Çalışmalarım bu farklı süreçlerin birleşiminden oluşuyor. Uzun yıllar üzerinde çalıştığım
projelerim de, bir günde gerçekleştirmiş olduğum çalışmalarım da var.
Mehmet Kahraman
Yazar
Bir video sanatçısı olarak öncelikle kendinden bahseder misin? İçinde büyüdüğün ortam sanatsal pratiğine nasıl bir katkı sağladı?
Sinema ve medya sanatları eğitimi aldım, çalışmalarım da sinematik yaklaşımlardan besleniyor. Kendimi video sanatçısı olarak tanımlamıyorum. Pratiğime videoyu dahil ederken de
kaydetmiş olduğum görsel enformasyonları
projektörün de yardımıyla ışığa indirgiyor, soyutlaştırıyorum. Sürecim biraz da bir ressamın
sürecine benziyor, ancak boya niyetine soyutlaştırılmış görüntü, ışık kullanıyorum. İçinde
büyüdüğüm ortam ise çeşitli açılardan pratiğime yansıyor. Teknoloji ve sanat ile içli dışlı
bir ailede büyüdüm. Bu durum ilgi alanlarımı
Sanatçı olmanın dışında sanatçı Eli Kasavi
ile birlikte Prizmaspace adında bir mekânın
keşfedip, kişisel yaklaşımlar edinme sürecime
olumlu katkılar sağladı.
Video yerleştirmelerin mekânların mimari
özellikleri ile ilişki içerisinde mi?
Yeni medya sanatının birkaç yıldır görünür
olması yaptığın çalışmaları nasıl etkiliyor?
Özellikle eserlerinin oluşum süresinde bunun
bir etkisi oluyor mu?
Sürecim bir mimarın bir mekân ile olan ilişkisinden etkileniyor olsa da bundan farklı işliyor.
Bir mekân ile tanışma sürecimde dokusunu
keşfedip, hikayesini gözlemliyor, onunla fiziksel bir diyalog geliştirmeye başlıyorum. Mekâna yönelimim yoğunlukla fenomenolojik yaklaşımlardan etkileniyor.
Gelişen teknoloji ve buna paralel olarak ilerleyen algı süreçlerimiz, değişen sosyal ve görsel
normları dijital dünyanın gelişimiyle paralel
değerlendirmek, ancak bu okumaları daha
dokusal bir düzlemde yorumlamak ilgimi
çekiyor. Çalışmalarım geleneksel pratikler ve
analog medyumlardan daha fazla etkileniyor.
Ancak yeni medya sanatının gelişimini de sıklıkla takip ediyorum.
Genellikle çalışmalarına baktığımda soyutlanmış formlar veya belirsiz insan figürü
olan videolarla karşılaşıyorum. Bu bir tercih
mi?
eş kuruculuğunu yapıyorsun? Prizmaspace
İstanbul sanat ortamı için tam olarak ne öneriyor?
Ortak atölyemizi paylaşma fikrinden yola çıkıp, genç çağdaş sanatçıların deneysel üretimlerini ‘müdahale’siz paylaşabilecekleri, ortak
çalışma ve işbirliğini destekleyen sinematik ve
interaktif bir proje mekânı olarak şekillendirdik PRIZMASPACE’i. Deneyim tabanlı sunum
biçimlerine ağırlık veriyoruz, ancak salt güdüsel simülasyon bağımlılığını tatmin etmekten
farklı olarak, içine girdiğimiz bu sarmal dijital
çağı güncel sosyal oluşlarla birlikte değerlendirip sorular sorduğumuz, bu yaklaşımların sanattaki yeri, şekli ve yarattığı alternatif sunum
biçimleri üzerine yoğunlaştığımız bir mekân
PRIZMASPACE.
Prizmaspace’in önümüzdeki yıl olarak nasıl
bir program yoğunluğu var?
29 Ocak tarihinde Residency programımız
kapsamında Güney Koreli çağdaş sanatçı Sejin Kim’in son dönem üretimlerini paylaşacağı
kişisel sergisiyle programımıza devam ediyoruz. Yönetmen sergilerimiz kapsamında ise
Mart ayında Ozan Adam ve Mayıs ayında genç
Hırvat yönetmen Daina Oniunas-Pusic’in gösterimleri gerçekleşecek. Nisan ayında gerçekleşecek olan ikinci grup sergimiz ve Haziran
ayında Eli Kasavi ile ortak kurguladığımız Moving Images #2 sergisiyle senelik programımızı
sonlandıracağız.
Önümüzdeki dönem kişisel olarak yapmayı
planladığın veya katılmayı düşündüğün projeler var mı?
Ocak ayının sonunda Mixer’de gerçekleşecek
Olasılıklar ve Tercihler isimli karma sergi için
Idios ve Koinos Kosmos serilerinin devamı
niteliğinde yeni üretimler gerçekleştiriyorum.
Ayrıca Eylül ayında Şili’nin Valdivia kentinde
(MAC) Çağdaş Sanat Müzesi’nde gerçekleşecek olan Galaxias Maculatus sergisi için sanal
gerçeklik üzerine bir proje geliştiriyorum.
Görsel enformasyonları somut figürler halinde kaydedip çeşitli süreçlere tabi tutarak
51
!f 2 Filmleri
sıra ödül sezonunun öne çıkan yapımlarının
da Türkiye galalarına ev sahipliği yapıyor.
!f2 için, !f İstanbul’un farklı bölümlerinden 5
film seçiliyor ve festivalin İstanbul ayağının
son üç gününde gösterilen bu 5 film, aynı
anda Anadolu’da 30’dan fazla şehirde ve Girne,
Gümrü, Erivan, Kudüs ve Ramallah’daki sinemaseverlere ulaşıyor.
2
!f filmlerini !f İstanbul seçiyor, gösterimlerin
organizasyonunu ise şehirlerdeki üniversiteler, dernekler, sanat inisiyatifleri ve sivil toplum kuruluşlardan sinemaseverler yapıyor. 5
senedir kesintisiz süren bu iş birliğine katılıp
kendi şehrinizde !f filmlerinin gösterilmesini
sağlamak istiyorsanız !f ekibiyle iletişime geçebilirsiniz.
Bu bölümde ayrıca; yılın merakla beklenen
filmi Birdman de Türkiye galasını yapacak
filmler arasında... “Amores perros”, “21 Grams”,
“Babel” ve “Biutiful” filmlerinin yönetmeni
Alejandro González Iñárritu’nun merakla beklenen yeni harikası “Birdman”, Michael Keaton, Emma Stone, Zach Galifianakis, Edward
Norton, Naomi Watts gibi ünlü oyuncuları
buluşturuyor. Bir zamanlar ikonik bir süper
kahramanı canlandırmış ama artık gözden
düşmüş bir aktörün Raymond Carver’ın hikâyesinden uyarlanan bir Broadway oyununda
rol kapma ve eski günlerine dönme çabasını
anlatan film, “Boyhood” ile birlikte Oscar yarışının en güçlü adayı sayılıyor.
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde
düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, anime tutkunlarını
mutlu edecek iki filmle geliyor. Anime ustası
Isao Takahata’nın 14 yıl aradan sonra çektiği
ilk film “The Tale Princess of Kaguya/Prenses
Kaguya Masalı” ve Miyazaki’nin hayatının yanı
sıra Ghibli Stüdyoları’nın kapanması haberinin
gerisinde yatanları anlatan “The Kingdom of
Dreams and Madness/Düşlerin ve Çılgınlığın
Krallığı.
“Life Itself” !f İstanbul’da
1890’ın co-sponsorluğunda gerçekleşecek ve
Ana Sahne’de Just D ve Ah!Kosmos’un setleriyle başlayacak gecenin yıldızı ise Çek asıllı
İngiliz müzisyen Emika! Gecede ayrıca, ana
sahne dışında arka odada müzik durmadan
devam edecek ve Ece Özel ile Candaş Baş’ın
geceye özel setleri alternatif arayanları dansa
çağıracak.
Amerika’da film eleştirisine olan önyargıları
!f’in Beklenen Filmlerinden Biri
Daha; Birdman
!f İstanbul, bu yıl da Sundance’ten Venedik’e,
Toronto’dan Cannes’a, dünyanın önemli fes-
2015’in !f 2 filmleri şu şekilde;
1001 Gram / Bent Hamer
Gümüş Suyu: Suriye Otoportresi / Ossama Mohammed, Wiam Simav Bedirxan*
Hayat Var! Yırca, Validebağ / Ölmez Ağaç: Yırca
Direnişi: Kazım Kızıl, Validebağ Direnişi: Hakan Tosun*
Yes Men İsyanda / Laura Nix, The Yes Men*
Yuva Öğretmeni (Haganenet) / Nadav Lapid*
değiştiren, Pulitzer ödülü alan ilk film eleştirmeni Roger Ebert’in hayatını anlatan “Life
Itself/Hayatın Kendisi”, Türkiye’de ilk kez !f
İstanbul’da gösterilecek. “Hoop Dreams”, “The
Interrupters” gibi ödüllü filmleriyle tanıdığımız, belgesel sinemanın ustalarından Steve
James’in yönettiği film, sinema tutkunlarını
efsane eleştirmenin hayatına dair samimi ve
duygusal bir yolculuğa çıkarıyor.
İlk gösterimini Sundance’te yapan, Cannes’da
da özel bir gösterimle taçlandırılan “Hayatın
Kendisi”, Oscar yarışının da en gözde belgesellerinden.
!f Music Partisinin Konuğu Emika
Bu yıl dördüncü yaşını kutlayacak olan !f
music, müziği sinemaya, sinemayı sahneye
taşımaya ve “Düne, bugüne, yarına!” vurgulu
partileriyle de İstanbul gece hayatını hareketlendirmeye devam ediyor. !f İstanbul’dan önce
“merhaba” demeyi geleneksel hale getiren !f
music, ilk partisini 23 Ocak’ta The Hall’da veriyor.
Anime Tutkunlarına !f’ten Güzel
Haberler
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde
düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015
tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek.
tivallerinde büyük ilgi görmüş filmlerin yanı
70’lerin kült animasyonu Heidi’nin yönetmenliğinin yanı sıra “Grave of the Fireflies”, “Only
Yesterday”, “My Neighbors the Yamadas” gibi
pek çok kült animeye imza atmış Isao Takahata’nın 14 yıl aradan sonra çektiği ilk film de
olan “The Tale Princess of Kaguya/Prenses
Kaguya Masalı”, yaşlı bir çiftin ormanda bulup
büyüttükleri sihirli bir bebeğin masalsı hikâyesini anlatıyor.
Festivalin Ghibli Stüdyoları’na selam gönderdiği bir diğer film ise, “Oyun” bölümünde gösterilecek “The Kingdom of Dreams and Madness/
Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı”. Anime dünyasının ustası Hayao Miyazaki’nin hayatını konu
alan film aynı zamanda, “Spirited Away”, “My
Neighbor Totoro”, “Princess Mononoke” gibi
anime klasiklerini yaratmış Ghibli Stüdyoları’nın artık üretimleri durduracağı açıklamasının ardında yaşananları anlatmasıyla da türün
tutkunlarını heyecanlandıran bir belgesel.
Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde 12
Şubat’ta başlayacak 14. !f İstanbul Uluslararası
Bağımsız Filmler Festivali’nin Aşk & Başka Bi’
Dünya Yarışması’na katılacak filmler belli oldu.
!f İstanbul’un geçen yıl başlattığı ve dünyadan aktivist filmlerin yarıştığı Aşk & Başka Bi’
Dünya’da ABD, Danimarka, Fransa, Hindistan,
İrlanda, Kanada, Kolombiya, Norveç, Polonya,
Rusya, Suriye ve Ukrayna’dan toplam 8 film
jüri önüne çıkacak.
Aşk & Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın bu yılki
jürisinde sinema ve aktivizm dünyasının usta
isimleri bir araya geliyor. Eşi Atom Egoyan’ın
“Exotica”, “The Sweet Hereafter”, “Felicia’s
Journey” gibi pek çok filminde başrolün yanı
sıra, “À ma soeur!”, “Code inconnu” gibi pek çok
ünlü ve ödüllü filmde rol almış Beyrut asıllı
oyuncu Arsinée Khanjian, “Some Distant Day”,
“Kurdi”, “Islamophobia” gibi pek çok filmde
yapımcılık yapmış Marie Olesen ve barış mücadelesi, antimilitarizm, insan haklarıyla ilgili
çalışan birçok STK ve hareketle yaptığı sayısız
çalışmayla tanıdığımız sosyolog, feminist ve
yazar Pınar Selek’ten oluşan jüri, “yılın en yaratıcı müdahalesini” seçecek.
lerce Yeşilçam filminin ve yaptığı yüze yakın
söyleşinin ürünü olarak yedi yılda tamamladığı “Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk
Sineması”. 1960 ve 1970’lerde dünyanın en
büyük film üreticilerinden birine dönüşen
Yeşilçam’ın Tarzan’dan Drakula’ya, Oz Büyücüsü’nden Uzay Yolu’na, pek çok Batı çıkışlı
filmin Türk versiyonlarını çekme süreçlerini
konu alan film, Locarno ve Berlinale’de gösterilen 97 dakikalık özel kopyasıyla Türkiye’de
ilk kez seyirci karşısına çıkacak.
Bütün Mahalleli Duysun
Türk sinemasının en önemli kurgucularından
Çiçek Kahraman’ın “Bütün Mahalleli Duysun”
adlı video yerleştirmesi ilk kez !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde sergilenecek.
“Mahalleye Gelen Gelin”den “Selvi Boylum Al
Yazmalım”a, “Postacı”dan “Gırgıriyede Şenlik
Var” ve “Adı Vasfiye”ye, 60 ve 80 yılları arası
Berlinale’nin filmleri !f İstanbul’da
12 Şubat’ta başlayacak 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, Berlin Film Fes-
Türkiye’de çekilmiş filmlerden kurgulanmış
mahalle sahnelerini bir araya getiren video, bir
yandan nostalji yaşatırken bir yandan da toplumsal normlarımızın yıllar içinde değişen ve
değişmeyen halleriyle yüzleştiriyor.
tivali’nin merakla beklenen filmlerini İstanbul’a getiriyor. Dün başlayan festivalden yedi
film, Berlinale’den hemen sonra dünyada ilk
kez !f İstanbul’a konuk olurken, yılın gizli hazinelerinden “Motör: Kopya Kültürü & Popüler
Türk Sineması”, özel kurgusuyla gösterilecek.
17 Şubat’ta sergilenmeye başlayacak olan video, 1 Mart’a dek SALT Beyoğlu’nda ücretsiz
izlenebilecek.
Çekmeceler
İlk filmleri “Zenne”yle büyük ilgi gören M.Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmleri
“Çekmeceler”, dünya prömiyerini !f İstanbul’da yapıyor. Festivalin “Digiturk Galaları”
bölümünde gösterilecek olan ve senaryosu
Türkiye asıllı yönetmen Cem Kaya’nın bin-
53
Guy Maddin İstanbul’da
14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler
Festivali’nin dünyaca ünlü konuklarından biri
de “Kanada’nın David Lynch’i” olarak anılan
Guy Maddin. Usta yönetmenin merakla beklenen ve Roy Dupuis, Geraldine Chaplin, Udo
Türkiye’de ilk kez gösterilecek bu filmler arasında; 2013 Nisanında Jean Genet’nin Fas’ın
Laraş kentinde bulunan mezarını ziyaret eden
Patti Smith’i yol boyunca izleyen ve onun 30
yıl boyunca Genet için sakladığı taşları bırakışını anlatan 7 dakikalık enfes kısa film, “Three
Stones for Jean Genet”;
Karanlık ve rahatsız edici eserleriyle ünlü, beat
kuşağının yaratıcılarından Amerikalı yazar
William S. Burroughs’un trajik ve sıradışı yaşamının bilinmedik derinliklerine inen, 31 yıl
sonra restore edilmiş kopyasıyla gösterilecek
olan “Burroughs: The Movie/Burroughs”;
Chantal Akerman ile modern dansın tanrıçası Pina Bausch’u bir araya getiren, Wuppertal
Tanztheater’ın Avrupa turnesi boyunca Bausch’u izleyerek bir süre sonra Akerman’ın kişisel
filmine dönüşen, “One Day Pina Asked…”
!f İstanbul’un bir diğer sürprizi ise, Maddin’in
“Hauntings I” adlı yerleştirmesi olacak. Maddin’in F.W. Murnau, Fritz Lang, Hollis Frampton, Victor Sjöström, Jean Vigo, Kenji Mizoguchi ve Josef von Sternberg gibi efsanevi
sinemacıların tamamlanmamış işlerinden seçtiği parçalarla paralel bir evren yarattığı bu 11
kanallı yerleştirme, Astel Profesyonel Görüntü
Sistemleri katkılarıyla 12-21 Şubat tarihleri arasında SALT Beyoğlu’nda sergilenecek.
Pedro Costa !f İstanbul’da
New Yorker’ın yaşayan en önemli 10 yönetmenden birisi olarak gösterdiği, The Guardian’ın “Sinemanın Beckett’i” sözleriyle övdüğü
68 yılının yazında turne yolundaki The Doors’u izleyerek bir yandan grubun içinde neler
olup bittiğine çok yakından tanıklık eden, bir
yandan da konserlerden parçalar dinleten,
The Doors tarafından yapılmış, kameranın
The Doors’un elemanları arasında dolaştığı tek
film olan “Feast of Friends” ve usta belgeselci
Peter Whitehead’ın Syd Barrett dönemi Pink
Floyd’unu, klasik 60’lar sonu şarkılarının olduğu performanslarıyla kameraya çektiği, “Pink
Floyd London ‘66-’67” bulunuyor.
İran Sinemasının İlk Vampir Filmi !f
İstanbul’da
İran sinemasının ilk vampir filmi olan “A Girl
Walks Home Alone at Night”, Türkiye’de ilk
kez !f İstanbul’da gösterilecek. Kısalarıyla pek
çok ödül kazanmış İranlı kadın yönetmen
Melis Behlil’in moderatörlüğünde yapılacak ve
“Geçmişin Büyüsü: Sessiz Sinema, Sürrealizm
ve Yasaklanmış Odalardan Hikâyeler” başlığını taşıyan Guy Maddin söyleşisi ise, 14 Şubat
Cumartesi günü SALT Beyoğlu’nda ücretsiz
olarak gerçekleşecek.
İkon İsimler !f İstanbul’da
14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler
Festivali’nin bu yılki yeni bölümü “Aziz(e)ler,
Şairler ve Meczuplar”, hayat hikâyeleri ve eserleriyle ikonlaşmış sanatçıları ve sinemacıları
tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek.
Ana Lily Amirpour’un ilk uzunu da olan film,
İran’daki Bad City adlı bir hayalet kasabada geçiyor ve bu çivisi çıkmış kasabaya yeni gelmiş
Pedro Costa’nın son başyapıtı “Horse Money/
At Parası” festivalin Özel Gösterimler bölümünde seyirciyle buluşacak.
Usta yönetmenin Lizbon’un gecekondu mahallesi Fontainhas’ta 1994 yılından beri Cape
Verdeli göçmenlerle birlikte çektiği “Bones/
Kemikler” ve “Colossal Youth/Gençler Yürüyor”dan sonra Fontiainhas Üçlemesi’ni tamamladığı “At Parası”, büyüleyici ve minimalist anlatımıyla seyirciyi hem ışığın hem de
karanlığın içinden bir yolculuğa çıkaran büyüleyici bir deneyim.
Pedro Costa aynı zamanda, “At Parası”nı, Fontainhas’ı ve büyüleyici sinemasını konuşacağı
!f İstanbul’a özel bir söyleşiye de katılacak.
“Gerçekliğin Dokusu: Post-Belgesel, Şiir ve Işık
Üzerine” başlığını taşıyan bu sohbet, 18 Şubat
Çarşamba günü saat 18:00’de SALT Beyoğlu’nda ücretsiz olarak gerçekleşecek.
Galeri 77 Daron Mouradian, “Mademoiselle” Oil on canvas 120x100 cm 2013
Kier, Charlotte Rampling, Amira Casar gibi
iddialı bir kadroyu bir araya getiren son filmi
“The Forbidden Room” da festivalin Digiturk
Galaları bölümünde seyirciyle buluşacak.
gizemli bir kadının hikâyesini anlatıyor. Western ve vampir türlerini karıştırıp sonunda etkileyici bir aşk filmine dönüşen “A Girl
Walks Home Alone at Night”, stilistik olarak
Jean Vigo, Jean Cocteau, Luis Bunuel gibi yönetmenlerin filmleriyle, konusuyla da kült
İsveç vampir filmi “Let the Right One In/Gir
Kanıma”yla karşılaştırılıyor. Siyah beyaz çekilen film aynı zamanda, estetiği ve ustaca tasarlanmış sahneleriyle David Lynch dünyasının
garip gerçeküstücülüğünü ve Sergio Leone
filmlerinin kaynayan gerginliğini bir araya getirdiği yorumlarıyla karşılanıyor.
İş Bankası Maximum Kart partnerliğinde
düzenlenecek 14. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 12-22 Şubat 2015 tarihlerinde İstanbul’da, 26 Şubat-1 Mart 2015
Henri Matisse
70’lerden günümüze uzanan hikâyeyi dans,
dekor, kostüm ve makyajı harmanlayan görsel
bir şölenle anlatan filmin başrollerinde ise Ece
Dizdar, Taner Birsel, Tilbe Saran, Nilüfer Açıkalın ve Hakan Çimenser bulunuyor.
bir araya getiriyor ve onların yıllar öncesinde
çekilmiş ama ya çok az kişiye ulaşmış ya da hiç
gösterilmemiş filmlerini gün ışığına çıkarıyor.
CREATIVITY
TAKES
COURAGE
gerçek olay ve kişilerden esinlenilerek yazılan
film, otuzlarının başındaki Deniz’in doğum gününde kanlar içinde hastaneye kaldırılmasının
ardında yatan gerçekleri konu alıyor.
55
resimlerine bakın dört ayağı var derler ve tüm
ayakları göstererek çizerler. Minyatürlerde de
her şey apaçık ortadadır. Ağaçları gizlemezler.
Perspektif çıktıktan sonra bu tamamen değişti.
Diyelim ki dağın arkasında tavşan var. Önünde
de var. Arkasına baktığımızda gördüğümüz
tavşanı çizerken göstermiyoruz. Bu kurallar
silsilesi içinde yapılıyor sanat. Ama minyatürlere baktığınızda bu kurallar yok. Başkalarının
dikten sonra Diyarbakır’ın Ergani ilçesi içinde
Dicle İlk Öğretmen Okulu’na atandım. Orada
da insan yalnız kaldığı zaman çevredeki olanakları değerlendirmek gerekiyor. Her sınıfın
da ayrı ayrı bir kitaplığı vardı. Ders saatleri dışında resim yapma ve bol bol kitap okuma fırsatımız oluyordu. Orada ben dördüncü resim
öğretmeniydim. Müzik öğretmenleri de vardı.
Öyle bir ortama vardığınızda insan doğal ola-
Tersten Okuma Pratiğinde Süren Sanat/Yaşam
Nazlı Pektaş
Yazar
Geçtiğimiz Eylül ayında SALT Galata’da, ardından da Kasım ayında, Ankara’da SALT Ulus’ta
açılan İngiltere’den Sevgilerle, İsmail Saray;
sanatçının 20 yıldan sonra Türkiye’deki ilk
sergisiydi. İsmail Saray’ın yaşamı ve sanat üretimi pratiği üzerine son iki yıldır kapsamlı bir
araştırma yürüten SALT, sanatçının üretimi ve
dönemini inceleyerek Türkiye sanat tarihi belleğine önemli bir katkıda bulundu.
Elif Dastarlı dergimizde yayımlanan “İngiltere’den Sevgilerle, İsmail Saray” sergisi hakkındaki yazısında İsmail Saray’ın üretimi için;
“sanat ile hayatın muzip giriftliğini gösteriyor”
derken hiç de haksız sayılmaz. Zira Saray’ın
üretiminde okunan ironi; Dastarlı’nın bu saptamasını haklı çıkarır zenginliktedir.
İsmail Saray ile Salt Galata’da buluştuk. Ankara sergisi devam ederken; Londra’da bulunan
güncel sanat sergi merkezi Raven Row’da küratörlük ve direktör yardımcılığı yapan Antony
Hudek, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun ve İsmail Saray, sanatçının
Türkiye ve İngiltere’de yürüttüğü pratiği ile
işlerinde incelediği meseleler üzerine söyleşeceklerdi. Ben de bu söyleşiyi dinlemek
üzere Ankara’ya davet edilmiştim. Fakat sert
hava koşulları sebebiyle, söyleşi Salt Galata’da
gerçekleşti. Söyleşi sonunda İsmail Saray ile
söyleşi ekseninde başlayan, yaşamına ve üretimine doğru yol alan bir sohbet gerçekleştirdik.
İçinden geçtiğiniz hayatı sanata çevirirken;
üretimlerinize baktığımda pek çok konuda
tersten okuma önerdiğinizi görüyorum. Bunu
niçin yapıyorsunuz?
İsmail Saray: Toplum kural koyan kişilerin etkisi altındadır. Birisi bağırdığında bizler onun
etkisi altına girer, alıcı oluruz. Bir kanun çıkarıldığında ise biz onun uygulayıcısı oluruz ama
nasıl uygulanabileceği konusunda pek de fikrimiz yoktur. Bu tersten okuma meselesi böylesi
durumlar için soru önerir: Acaba bizden ne
isteniyor? O mu? Şu mu? Detaya inilmeden
koyulan yasaklar. Kurallar içinde yaşadığımız
için bazı şeyleri olduğu gibi alan alıcılar olarak
bizler; soru sormaya başladığımızda bir noktada tersten okuma yapmış oluyoruz. Soru
sorduğunuzda bir yanıt sahibi oluyorsunuz.
Bu sanatçının üretiminin ilk başında itibaren
yaptığı bir refleks aslında. Baktığımız yere göre
bu açı değişir. Sizin baktığınız kitaba, ben oturduğum yere göre tersten bakıyorum. Sizin sağ
elinizin karşılığı benim sol elim ve siz soldan
sağa doğru yazarsanız ben onu sağdan sola
doğru algılamaktayım. Algılamayı değiştiren
pek çok öge vardır. Ben tüm duyu organlarımı
(Cognitive approach) işin içine katarak algımı
tamamlamaya çalışıyorum. Ama bu da bedensel farklılıklara göre de değişir. Zayıflar, şişmanlar, uzunlar kısalar... Farklı okuma biçimleri
başkasına göre okuma dünya ile kurduğumuz
ilişkiyi zenginleştirir. Farklı çözümler üretir. Sıcaklık/soğukluğa bakar. Kural koyanlar ve onu
uygulayanlar. Karşıtlıklar arasında biz dağılmış
vaziyetteyiz ve sanatçılar bu durumun dışında
kalarak bağlantı kuran kişilerdir.
http://www.artfulliving.com.tr/haber_detay/1278/sanat_ile_hayatin_muzipce_giriftliindeismail_saraydan_sevgilerle (18 Ocak 2015)
Algı ile oynamak üzere kurulu işleriniz.
İsmail Saray: Sanatçılar ilk başta sınırlandırılmışlardı. Siz ressamsınız resim yapın. Peki
bir şey duymayayım mı? Karşıdaki ağaçta
kuşlar var. O ses ne olacak? Çocukların masa
görmediği şeyi resminize ya da üretiminize
yansıttığınızda nereden çıktı diyorlar. Ama
ben bunu görüyorum ve bilgimle yüzeye yansıtıyorum. İngiltere’de yaptığım bir işte, uzun
süredir silinmemiş olan bir camın yarısını
sildim. Cam saydam bir şey. Sildikten sonra
evet burada cam varmış derken onun varlığını
tekrar kanıtlamış oldum. İşte böyle bir durum
nesnelerin varlığını tekrar ön plana getiriyor ve
kişileri düşündürüyor.
rak etkilenir. Benim matematiksel – rasyonel
ve pragmatik bir yaklaşımımda da vardır. Bunu
getirdiği bir sorup soruşturma yöntemim de
var. Ve orada da birlikte neler yapabiliriz diye
düşündüm. Ben akademik anlamda bir sanat
eğitimi almadım buradaki akademiden mezun
olan sanatçılar gibi değilim. Gazi Eğitim Enstitüsünden çıkışlı olan ben ve diğer arkadaşlarım da bu güdüyle bulunduğumuz yerlerde
görev yaptık. Aldığım eğitimle bağlantılı olarak
içinde bulunduğum ortamın sorumlusu olarak
görüyorum kendimi.
Bu cevabınız ile bağlantılı olarak yeri gelmişken Gazi Eğitim Enstitüsündeki öğrencilik
yıllarınızdan söz eder misiniz? Aynı dönemi
kimlerle paylaştınız? Sanat eğitimi almak ve
bu eğitimi aktarmak konusunda sizi biçimlendiren temel ne oldu?
İsmail Saray: Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdikten sonra, oradaki olanaklar, sanat - el sanatları
öğretmenliği ve eğitimi beni hiç yadırgatmadı.
Hemen uyum gösterdim. Maddeye ve tekniğe
dayalı çalışmalar bana hiç yabancı gelmedi. Birinci yıl, atölye ve 2- 4 haftalık süreli çalışmalar,
sonra ağırlığı resim/desen ve grafik tekniklerini içerecek şekilde sürdü. İkinci yıl da resim ve
grafik dallarından ben resmi seçtim. Üçüncü
yıl ise tüm süreyi resim ve ek olarak da, atölye
derslerinden tekniğe dayalı ağırlıklı bir atölye çalışmalarından modelaj dersini seçtim.
(Kil, alçı, ve diğer maddeleri de içeren heykel
çalışmalarından oluşmaktaydı.) O dönemde
bizlere Adnan Turani, Mustafa Tömekçe, Kayhan Keskinok, Burhan Alkar, Nevide Gakaydın,
Hidayet Telli, Nevzat Akoral, ve birçok değerli
eğitimcilerin büyük katkısı olmuştu. Özellikle
o dönemlerde Adnan Turani ‘Sanat ve Sanatçılar’ adlı bir dergi çıkartmaya başlamıştı. Bu
dergiye teknik olarak da o dönemdeki bazı
öğrencilerin de katkısı büyüktü. Bu dönemlerdeki arkadaşların isimlerini tek tek saymak
biraz güç, fakat bazılarıyla doğal olarak daha
sonraları Avrupa’da görüştük ve Türkiye’de de
birlikte çalıştık, ortak sergiler açtık.
Gazi Eğitim bizleri gerçekten yalnız eğitime
değil, Türkiye’nin dört bucağından gelen yeni
Türkiye’ye döndüğünde Samsun’da Eğitim
Enstitüsü’nde öğretmen olarak çalışırken;
bir yandan, İstanbul’daki sergilerin yanı sıra,
1977 Paris Bienali’nin de aralarında bulunduğu yurt dışı sergilerine iş gönderirken bir
yandan da oradaki sanat eğitimini iyileştirmek üzere çalışmalar yaptınız. Samsun Eğitim Enstitüsü’nde sanat kitaplarına odaklı
bir kütüphane kurulması için uğraş verdiniz.
Enstitü yöneticilerini kütüphane için bir bütçe oluşturmaya ikna ettiniz ve kütüphaneyi
uluslararası sanat dergilerine abone yaptınız.; İstanbul seyahatlerinde bu kütüphane
için kitaplar aldınız. Tüm bunlar camı silmek
gibi. Orada da hayat var ve büyük kentlerden
aslında bir farkı yok. Sadece hatırlatmak lazım ve bu büyük bir sorumluluk.
İsmail Saray: Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitir-
57
şeyler öğrenmeye susamış gençleri hayata da
hazırladı. Gerek öğretim görevlileri gerekse
Gazi’deki hayat, bizleri yaşamla bütünlük göstermeyi bilen kişiler yaptı. Üç yıl boyunca sık
sık konserlere, tiyatrolara, opera ve bale gösterilerine, sinema ve sergilere, konferanslara gidiyor, yatılı bir kuruluş içinde olduğumuzdan
arta kalan zamanımızı kitap okumaya kendi
aramızdaki tartışmalara, atölye dışı çalışmalarına ayırıyorduk.
Nesnelerin dilinden konuşuyorsunuz.
İsmail Saray: İnsan özgürlük içinde düşünmeli ve üretmeli. Üç boyutla ilgilenen kişile-
daki sanat üretimine katkısı olan bir öge artık.
Bu nedenle Salt’ın oluşturduğu bir hareket var.
O hareketin içindeki ögelerinin seçilmesi bu
kuruluşun kurallarına göre yapılmakta. Pasif
de değil üstelik. Bakkal dükkanı da değil. Diyelim ki bakkal dükkanı ama dünyada hiç görülmemiş bir meyveyi dükkanın önüne koyan bir
durumu var. Yüzlerce kişiye acaba bu nedir?
Ben bunu hiç görmemiştim dedirten bir yönü
var. Duygu (Demir) başlangıçta bu durumu belirledi. Ve bana dedi ki: “Senin ile ilgili araştırma yapmaya başladığımda seni bilenler vardı
ama şimdi ne yapıyor diye sorduğumda kimseden yanıt alamadım. Birlikte çalışan insanlar
Bu serginin ismindeki ironi külliyatınız içinde
kopup geliyor. “İngiltere’den Sevgilerle” derken aslında merhaba ben buradayım diyor
ve hatırlamayanlara sesleniyorsunuz. Sergi
adıyla; kültür kurumlarına, galerilere, sanat
yazarlarına, sanatçılara, küratörlere ve akademisyenlere belleksizliği hatırlatarak onları da tersten okumaya mı ediyor?
İsmail Saray: Gerçekten susanların susmaması
gerekiyor. İngiltere’de de benzer unutkanlıklarla karşılaşıyoruz. Herkesin içinde bulunduğu duruma tepki vermesi gerekli. Öyle bir serbesti içinde bulunmayan insanlar kendilerini
sınırlandırırlar. Sosyal gruplar içinde yansıma
yoksa demek ki bir problem var. Tüm sergi izleyenler için bir uyarıcı aslında.
Bu söylediklerinizden şunu anlıyorum. Serginin tümü tıpkı sanat üretiminiz gibi karşı
tarafı uyarıcı bir mana taşıyordu Bu da sizin
sanatsal pratiği ve politik aktivizmi birlikte
yürütmenizle ilgili. Ve bu sergi arşivinizi sunmakla birlikte asla durağan değil. Aksine harekete geçirici bir sergiydi.
İsmail Saray: Beni de harekete geçirdi. Çünkü
işlerin tamamını bir arada görebildim. Herkes
getirdiği şeyleri yerlere serince ne kadar çok
şey vardı dedik. Serginin bazı kapıları aralayan
bir yanı vardı. Çalışmalar arasındaki bağlantıyı ben de yana yana görebildim ve bunu Salt
oluşturdu.
rin çoğunun dünyası her zaman geniştir. Pek
çok malzeme ile çalışabilirsiniz. Resim, ağaç,
bronz, film, fotoğraf... Peki kavramsal sanatla
ilgilendiğinizde diyelim ki birisine bir şey fırlatıyorsunuz, taş ya da kartopu. Bu malzemelerin neyi işaretlediğini bilmeniz gerekli. Neye
ulaşmak istiyorum? Bu artık yaratıcılığa girer.
Yapılan her şeyin bir kaç basamağı var. Bu basamakların sayısını arttırmamız gerekiyor.
Düşünce yaratıcılıkta genellikle ilk basamakta
kalır. Resmi ben böyle görüyorum. Ama üç boyutlu sanatlarda farklı algılar devreye giriyor.
Ses, ışık, dokunma, tatma, koklama ve ayrıca
zaman/süre/hareket vs.
Sergi, “İngiltere’den Sevgilerle” başlığı ile Türkiye’de hemen her alanda oluşan belleksizliğe
dokunuyor onu tersten okutuyor ve 1970’ler
ile 80’lerin başlarında Türkiye kültür ve sanat ortamında belirleyici bir konuma sahip
olan ve zamanının ötesinde bir üretim yapan
İsmail Saray’ı hatırlatıyor.
İsmail Saray: Türkiye eskisi gibi değil, dünya-
bile yanıtsız bıraktılar. Detaya inmiyorlardı ve
kafamda sorular oluştu.” En sonunda Ahmet
Öktem ile konuşuyor ve o da benim 70’li yıllarda yaptıklarımı anlatıyor. Haberiniz var mı
diye soruyor Ahmet: Samsun’a ilk gittiğim
dönemde Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne
katılan sanatçılara anonim olarak gönderdiğim
Leonardo da Vinci adlı kitabımdan bahsediyor.
O dönemde arkadaşlarıma bile yolladığım bu
kitaptan bana kimse söz etmedi. Ahmet de
bunu bana sonradan söyledi. Akademide pek
çok insan aldıysa da kimse birbirine bu kitapçıktan söz etmedi diye anlatmıştı. Farklılıkların diyaloğunu içerde maalesef oluşturamadık.
Bana bir şey at. Buna ben izin mi vermeliyim?
Lütfen bir diyalog olsun. Kendimizi köşelere
itmeyelim sosyal yapının bir parçasıyız. Şimdilerde büyük bir serbestlik var fakat bunun içinde büyük bir kısıtlama içindeyiz. Birbirimizle
girdiğimiz ilişki içinde kaybetme korkusu var.
Birbirimizden bir şeyler isterken basamaklara
göre mi hareket ediyoruz. Korkularımız, koşullarımız mı var? Bu durum beni yaratıcılığa
yönlendiriyor / getiriyor.
Peki biraz geriye dönmek istedim. İngiltere’ye
gitmek kararını almak kolay oldu mu?
İsmail Saray: Eşimde ben de gitmek istemedik.
Hatta illa başkentte veya büyük bir şehirde
bir görev olsun istemedik. Köye gidelim dedik. Atamamı merkeze almışlardı ve Samsun
Eğitim Enstitüsünde artık eğitim veremiyordum. Atamam durdurulmuştu. Beni başka bir
yere atamaları gerekiyordu. Bir köye atayın ve
görün oradaki çocukların hepsi altı ay içinde
İngilizceyi çok iyi konuşacaklar dedim. Eşim
moda desinatörüdür oradaki kadınlar da altı ay
içinde dikişi çok iyi öğrenekler biz oradaki insanlar için iyi bir kaynak olacağız dedim. İstan-
bul’a Ankara’ya yığılalım meselesi yoktu. Fakat
değerleri iyi kullanabilmenin farkına vardıysa
insan; boya yoksa boya yapmanın yollarını bulabildiğini fark edebilirse mutlu olur. Nereye
gönderirlerse gidecektik. Zaman içinde farklı
durumlar ortaya çıkacaktı. Pek çok insan tutuklanmaya başlamıştı. Kalan arkadaşlarım
içinde aileleri dağılan kişiler de vardı. Biz de
karar verdik ve eşim İngiliz olduğu için İngiltere’ye gittik.
Sanat eğitimi içinde seçme ve seçilme meselesi zaman zaman kafa karıştırcı olabiliyor. Siz
de devlet bursuyla İngiltere’de eğitim almış
bir sanatçı olarak bu konuda neler söylemek
istersiniz?
İsmail Saray: Seçme ve seçilme gerçekten büyük bir sorun. Ben de böyle bir seçimle burs
alarak İngiltere’ye gittim. Yeteneklerimizin
gücü ve o dönemdeki yöneticilerde bıraktığımız ize göre seçilmiştik. İngiltere’de de aynı
şeylerle karşılaştım. Herhangi bir okulda bu
durum karşınıza çıkar. Bu seçim yaşamınıza
yön veriyor. Subjektif, bir yığın değerlendirme sistemi var. Hemen her kurumda var bu.
Bunları hareket geçirirken kendi çıkarımız
doğrultusunda mı yapıyoruz? İngiltere’deki
eğitimden Türkiye’ye döndükten sonra beni
bir yere tayin edeceklerdi. Bu elbette kurallar
içinde oldu. Ama 1968 de heykel eğitimi için
ben İngiltere’yi seçtim. Bu oldukça rasyonel bir
şeydi. Yapılan sınavlardan sonra ben seçildim.
Bu biraz da gerek yetenek gerekse bu işi samimice ciddiye almış izlenimi bırakmış olmamdan ileri gelebilir? Belki de çocukların oynadığı
‘Üç Taş’ oyunu gibi bir şey de olmuş olabilir. Bu
konu ile ilgili bir işim var “Üç Taş” oyunun da
düşünsel bir seçenek var. Karar vermede süre
daraldıkça baskı yoğunlaşıyor ve rasyonellik
ortadan kalkıp yerini harekete bırakıyor. Bu an
artık yanılgıyı algılayamıyoruz ve geri dönmek
kurallarda
yok.
Yani taşı geriye
götürmek yok. Artık o an her şeye
siz karar vereceksiniz. A ve B hareketinin arasındaki
farklılığa nasıl karar veriyoruz ki?
Gözümüzün bu
farklılığı görmeme hali. Benim
yapacağım hata
bazen başkasının
işine yarayabilir.
Seçme ve seçilmenin başında bu var. Hamlenize göre oyun ya
devam ediyor ya da bitiyor. Bunu, kurumların
seçimine bağlarsak on iki jüri üyesinin değişen
karar verme durumuna, kargaşasına göre birilerinin hayatı biçimleniyor. Kraliçe’de buna
benzer bir seçim yapıyor, Cumhurbaşkanı da,
sırası geldiğinde bir vatandaş da...
sız kurallar geleneğine karşıyım. Kuruluşu beğenmiyorsam içine girmem. Ama girdiğimde,
sonradan otoritenin uygulamaya çalıştığı iletişimsizliğe dayalı, çıkar ilişkisinin şekillendirdiği kurallara karşı çıkmak doğal. Düşüncemizi
Bu seçme ve seçilme yaratıcılık ve yaratma süreci ile de yakından ilgilidir. ‘Artist Placement
Group’ APG’de rastgele bir insan olarak sanatçılar seçildi. Hiç bir kurala göre seçilmemişler-
Kavramsal sanatın üretim dinamiğini nasıl
tanımlarsınız?
İsmail Saray: Kavramsal sanatın getirdiği bir
üretme direnişi vardır. Taklide girmeksizin
olmalıdır her şey. Aslolan her tarafı altı olan
zarı atmak değildir. Fakat ne yazık ki kavramsal sanatta böyle durumlarla karşılaşıyoruz.
Herkes yaptı ben de yapabilirim. Kavramsal
sanat kolay gibi geliyor bazen. Hazır bir nesneyi kullandığımızda kimse hayır diyemiyor. Hiç
yapılmamış bir şeyi denemekten kaçınıyorlar
çoğu zaman. Diyarbakır’a gittiğimde yaptığım
ilk şey şuydu: Natürmort yapmak için, pek
çok farklı şey getirdim. Kurnaz, kolaya kaçan
bir eğitimci olsaydım; Cèzanne’ın objelerini
getirirdim. Çocuklar da gördüklerini yapar ve
hepsi de olumlu bir iş çıkartabilirlerdi. Ama
birbirinden farklı ögeler getirirsem; tüm bunlar öncelikle resimden önce heykele yaklaşan
bir enstalasyon çalışması olurdu. Öğrencileri
gruplaştırarak, üçer ya da dörder obje seçin ve
yerleştirin dedim. Böylece sürekli bir devinim
oluşturacak ve birbirinden farklı şeyler ortaya
çıkacak kanısındaydım. Eğitimde bazı basamaklar vardır. Bunların başında önce hazırlık
gelir. En önemlisi de öğrencilere ne sunduğun
değil, ne kazanmalarının gerektiğinin farkında
olmaktır.
di... O kişiler hür olarak, herhangi bir koşula
bağlı olmadan sanatsal faaliyet içerisine girdiler. Dört beş yıl devam etti.... Başka kuruluşlar
daha sonra bunun ismini Artist Recidency olarak değiştirdiler. Böyle örnekler tarihte de çok.
Saray ressamları var. Mediciler’in ressamları
var vs. Ama tamamen hür değiller. Seçme seçilme dönüp dolaşıp varsayıma geliyor. Yeteneklere bakarken o kişi hakkında ileriye dönük
fikirler üretiliyor.
Şunu netleştirmek isterim. Kurumlara mı uygulanan kurallara mı karşısınız?
İsmail Saray: Kurumlar içinde yer alan mantık-
subjektife doğru iten uygulamalara karşıyım.
Burada asıl derdim devlet kurumları ile. Vergisini veren biri olarak eşit koşullarda, yararlanmalardan hak alabilmeliyiz. Halkın adına karar
veren insanlar subjektif olmamalı. Az önce sözünü ettiğim üç taş bu durumun en öz örneği.
(Bu ‘Üç Kağıtçılık’ la karıştırılmamalı)
59
sıçrayışlarla zihinsel hafriyatını bir sonradan
bakma eylemi halinde gerçekleştiriyor.”
Gecenin karanlığına kollarını uzatan baharlanmış bir ağaç, kesme tahtasının üzerindeki
ayıklanmış fasulyeler ve flaşın ışığıyla parlayan bıçak, denizde taş sektiren bir adam ya da
çocuk, muhtemelen o taşın durgun suda sekerken oluşturduğu halkalar, kayaların üstüne
uzanmış üstü çıplak bir kadın ve hemen onun
yanında yapraklarını dökmüş bir ağacın yine
gecenin karanlığında flaşla patlayan çıplak
gövdesi, sık bir bitki örtüsü içinde kendine yol
açan bir adam… Muhtemelen farklı zamanlara
dair bambaşka hikâyelerin parçaları olan bu fotoğraflar, ait oldukları hikâyelerden bağımsızlaşıp İrem’in hafızasında/kurgusunda peşpeşe
ge(tiri)lerek geçmişe dair yeni bir hikâyenin
parçaları oluyorlar. Hepimizin hafızasına benzer şekilde İrem’in hafızası da anıları bölüp
parçalayarak, birbirine iliştirerek, eşleştirerek,
aralarından seçerek, sıralarını bozarak anıları
Kayıp zamanın peşinde
“İlk kişisel sergiler her zaman zordur. İlk kişisel sergiler üzerine yazmak da...”
cümleleriyle başlamıştım, bundan yaklaşık bir yıl önce, Civan Özkanoğlu’nun ilk kişisel sergisi için kaleme aldığım yazıya…
(1) Tesadüf müdür bilmem, bu duygu son bir yılda sık sık yakama yapışır oldu.
Benzer bir hissiyatın bugünlerde yeniden canlanmasının müsebbibi ise İrem Sözen’in
Amerikan Hastanesi Sanat Galerisi Operation Room’da açılan ‘geri bak / turnaround’ isimli ilk kişisel sergisi.
Serdar Darendelier
Yazar
İrem Sözen, 1984 doğumlu genç bir isim. Fotoğrafla haşır neşir olması, 2004 yılında, inşaat
mühendisliği eğitimi aldığı Boğaziçi Üniversitesi’nde Jeffrey Baykal Rollins ile tanışmasıyla
başlıyor. Ardından Politecnico di Milano’da mimarlık yüksek lisansı, hali hazırda İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde devam etmekte olan doktora
programı ve arada Michael Ackerman, Rafal
Milach ve Ania Nalecka gibi pek çok isimden
alınan fotoğraf atölyeleri… Ve 2012 yılında kendi yayımladığı sanatçı kitabı ‘Recall’.
İrem’le tanışmamız Geniş Açı Proje Ofisi’nin
düzenlediği vizyon geliştirme atölyelerinden
birine katıldığı 2011’e tarihlense de, benim de
bir bütün olarak ilk kez İrem’in işlerinin farkına varmam ‘Recall’ kitabı sayesinde oldu. Akabinde de diğer işlerini görme, çalışma pratiğini
anlama ve hatta Elipsis Galeri’nin Edisyonlar
serisinin -kürasyonunu yaptığımız- son ayağı
olan ‘Paralel Gerçeklikler’ sergisi (2) için beraber çalışma fırsatı buldum.
İrem, hafızanın seçiciliğini, güvenilirsizliğini,
başarısızlığını yani bir anlamda oyunbazlığını
seven ve bunu işlerinin çıkış noktasına yerleştiren bir fotoğrafçı. Üzerinde güçlü etkiler
bırakan deneyimleri bir zaman sonra anımsadığı şekilde hikâyeleştiren İrem, ‘Recall’ başlıklı serisinde, bağlanma ve ayrılık deneyimini
farklı zamanlardan fotoğrafları bir araya getirip
paralel bir gerçeklik olarak tekrar kurguluyordu. Her hatırlama çabasıyla birlikte hafızanın
bile isteye eksik bıraktıkları, ekledikleri veya
çarpıttıklarıyla yeniden kurgulanan geçmiş,
gerçeklikle bağını koparmış gibi dursa da anlamsızlaşmıyor tam aksine yepyeni bir anlam
kazanıyordu.
21 Ocak’ta açılan sergisi ‘geri bak / turnaround’da da benzer bir yaklaşım sergiliyor
İrem ve kişisel geçmişini hatırladığı kadarıyla
ya da başka bir ifadeyle hatırlamak istediği şekilde yeniden kurguluyor. Bu yeniden kurgulanan geçmişte lineer bir olay örgüsünden ve altı
çizili bir hikâyeden söz etmek mümkün değil.
Serginin küratörü Ilgın Deniz Akseloğlu’nun
sergi metninde de dediği gibi İrem, “hafızanın kronolojiden saparak yığılmasından yola
çıkarak, belli bir dizin olmaksızın ileri ve geri
güncelliyor. “Hafızamız sürekli hayal eder gibi
yaratıcı bir şekilde tekrar tekrar kurgulayarak
kendini oluşturuyor. Otobiyografik anılar sanıldığı kadar güvenilir değil. Hatta en güçlü
anılar bile bozulmaya maruz kalabiliyor. İlk
başlarda hikâyelerimle gerçeğin hiçbir zaman
tamamen örtüşememesi garip ve başta acı verici geldi. Sonra üzerinde oynamaya başladım.
Üzerinde oynamak iyi geldi. Tekrar yapılandırmak, geçmişi ve kendimi…” diyor İrem.
İrem’in işlerinde, ister portreler olsun ister
doğa fotoğrafları, açığa çıkarmaktan ziyade
hep saklı tutan bir yan var. Bariz bir şekilde
gösteren fotoğraflar değil bunlar. Aksine kadraj
dışında bırakarak gizleyen, çalıların/sislerin/
grenlerin/saçların ardına saklayan, karanlıkta
bırakan, flaş ışığıyla kısmen ortaya çıkaran,
sanki kayıp bir zamanı ve o zamana dair yaşanmışlıkları arayan ama ne bu arayışı ne de
bulduklarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya
hevesli olmayan fotoğraflar… Ve tam da bu nedenle merak uyandıran, izleyiciyi yakınlaştıran, kişisel anlatıyı evrensel kılan fotoğraflar…
Fotoğrafın kitap formunda sunumuyla özel
olarak ilgilenen ve işlerini öncelikle bu şekilde sunmayı yeğleyen İrem’in ‘geri bak /
turnaround’ sergisine eşlik eden kitabı da
bu ilgisinin bir devamı. Tasarımı -bu konuda
Türkiye’deki en başarılı ve araştırmacı genç
isimlerden ve sanatçı kitaplarına yönelik bir
oluşum olan Book Lab’in (3) bileşenlerinden
biri olan- Okay Karadayılar’a ait olan kitap, sergide yer almayan fotoğraflara ve İrem’in fotoğraflarıyla ilgili aldığı notlara/karalamalara yer
vermesi ve sergidekinden farklı bir kurguya
sahip oluşuyla, sergiden bağımsız olarak da ele
alınabilecek bir ürün olarak karşımıza çıkıyor.
(Bu noktada Operation Room’a da ayrıca teşekkür etmek gerekir çünkü artık pek çok galeri
küçük bir katalog bile basamazken, Operation
Room ev sahipliği yaptığı her sergi için bir de
kitap hazırlıyor ve kitapları ziyaretçilere ücretsiz olarak dağıtıyor.)
Yeni nesil fotoğrafçıların en heyecan vericileri
arasında yer alan İrem Sözen’in, geçtiğimiz yıl
yer aldığı iki grup sergisinden sonra gelen ilk
kişisel sergisi ‘geri bak / turnaround’, 21 Mart’a
dek Operation Room’da görülebilir. (4)
Notlar:
(1)http://www.artfulliving.com.tr/haber_detay/1097/yavaslamanin-getirdii-tanidiklik-hali
(2)‘Paralel Gerçeklikler’, 15 Mayıs-21 Haziran
2014; Sanatçılar: Tuğçe Ayerdoğan, Oğuz Karakütük, İrem Sözen; Küratörler: Refik Akyüz,
Serdar Darendeliler (Geniş Açı Proje Ofisi)
(3)Book Lab ile ilgili ayrıntılı bilgi için Ali Taptık’ın 18 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen Book Lab 2014 üzerine yazdığı yazıya
bakabilirsiniz: http://www.artfulliving.com.tr/
haber_detay/1515/kitap-laboratuvarinda-ikinci-deney-donemi
(4) İrem Sözen’in diğer işlerine bakmak isteyenler için: http://www.iremsozen.com
61
Şikayet Etme ya da Bir Şey Yapmalı
Sanat yazarları köşemizde bu ay rengarenk bir Ayşegül Sönmez var.
Çağdaş sanatın ve bunun Türk basınındaki yerinin, kendisinin deyimiyle ‘milattan öncesine’
tanıklık eden Sönmez’den deneyimlerini, karşısına çıkan engelleri, bunları nasıl alaşağı ettiğini,
Negatif’ten Sanatatak’a kendinleşme mücadelesini dinledik. Ayşegül Sönmez sanat yazarlığının yanı sıra
her Pazar sabahı 11:00de Radio Slow Time’da dinleyicileriyle de buluşuyor. Bizden söylemesi!
bununla boğuştum. Sanatatak’ın o anlamda
çok ciddi bir misyonu var, yer açtı. Sergi bittikten sonra aklında o varsa yine yazabilirsin.
Türk basınının en büyük handikapı buydu.
Sergi bitti mi yazamazdın. Sanatatak.com’da
yazarsın! Ben Batılı meslektaşımla Venedik Bineali’ni geziyorum, o üç ay sonra yazıyor ben o
gün yazmak zorundayım!
Yazarların literatür oluşumuna da etkileri
var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tabii var. Nihayetinde bizim bugüne bakışımız, çektiğimiz kritik fotoğraf ileride akademik araştırmalara kaynak olacak. Bir tez yazmaktan daha büyük bir risk söz konusu benim
mesleği yapma biçimimde.
Ben ve benim gibi meslektaşlarım gündelik
olan üzerinde söz üretiyoruz. Oysa sanat tarihçi zaten konsensus’u olmuş olandan tarihe
girmişten hareket eder. Ben hayatım boyunca
akademiklerin yanında gazeteci olarak gazetecilerin yanında eleştirmen olarak tanımlandım. Oysa hepsiyim ve gazeteciliğin çok riskli
diğerine göre çok daha yaratıcı olduğunu düşünüyorum.
Özge Güneş
Yazar
Gazete, dergi deneyimlerinizin yanı sıra bir
de blog’unuz var. Sanki blog daha çok Ayşegül Sönmez’i takip eden sanat izleyicilerine,
diğerleri ise dergiyi veya gazeteyi almış herkese hitap ediyor. Geniş bir kitleniz var, nasıl
oluyor bu iş?
Aslında herkesi çok önemsiyorum ben. Yani
o herkes dediğimiz kim? Ben kendimi zaman
zaman çevirmen gibi de düşünüyorum, güzel
bir soru sordun o anlamda. Günümüzün yazarı
bir yapıta baktığı zaman onu herkesin anlayabileceği şekilde çevirmeli. Ben bunu herkesin
anlayacağı şekilde çevirmeye inanan biriyim
ve bunu bir misyon gibi de üstlenmiş biriyim
bir yandan. Böyle çok alıntılı, bir takım filozoflara referans vermeden yazmak gerektiğine de
inanmıyorum. Derdini felsefi olarak ve sanat
üzerinden kendince oluşturduğun bir dille
herkesin anlayacağı şekilde vermeye inanan
biriyim. Dolayısıyla orası ya da burası benim
için fark etmiyor. Bunları göz önünde bulundurarak zaman içinde bir üslup geliştirdiğimi
düşünüyorum. Milliyet’te Art Niyet diye bir
köşem vardı. Öncesinde Negatif diye bir dergi
yapıyorduk, tam dert buydu. Negatif yüksek
ve alçak sanat diye bir ayrıma inanmıyordu.
Popüler kültürü, onun ikonlarını inceliyor. Popüler olandan sanat adına iğrenmiyordu. Yeri
geliyor kitsch’e övgü düzüyor, testlerle gündemle dalga geçiyordu. Kesinlikle mainstream bir dergi grubu içinde son derece avangart
bir işti. Gerçekten iyi bir projeydi ama her iyi
proje gibi fazla uzun ömürlü olmadı. Rahmetli
Duygu Asena genel yayın yönetmeniydi. Ben
de orada plastik sanatlar yazıyordum. O zaman
öyle diyorduk artık o da kullanılmıyor. Yani bir
milattan öncesi bir de sonrası var bu işin, yaşım genç ama babamın çevresi, Kadıköy’de bir
sanat galerisi olması dolayısıyla ben o önceye
de tanığım.
Bu konuyu blog’umda ele alabilirim ama aynı
şeyi x bir dergide, x gazetesinde yapamam
gibi bir durum var mı pratikte?
Benim hiç öyle bir şeyim yok. Akademik bir yayına bile elimden geldiğince ben gibi yazmaya
çalışırım. Zaten akademizme de inanmıyorum.
Yani bir üniversitede ders veriyorum ama bu
titrlerin önemli olduğunu düşünmüyorum.
Akademizmin dayattığı bu dipnotlu, bol referanslı format da sıkıcı geliyor bana. O yüzden
hani kendi dilimi bu alanda kurmaya çalıştığımı düşünüyorum ve çok sorunlu bu alan bu
konuda. Kendinleştiremiyor hiç kimse, çok az
insan var kendileştirebilen kalemini...
Peki konuları nasıl seçiyorsunuz?
Mesela en son bir konferansta içki yasağı üzerine tekellere dağıtılan bir imajdan Kübizm’e
geldim. Böyle ilişkiler kuruyorum, şehirde
dolaşımda olan bir imajdan sanat tarihinde bir
noktaya gelmek ya da tam tersi. Tabii meslek
olarak yaptığınız zaman belli sergileri takip etmeniz gerekiyor. Hepsini anlatmak zorunda da
değilsin. Bir sergiden bir iş seçersin ve bütün
bir serginin izleği, ilhamı ona bağlanır. Bunlara
çok dikkat ediyorum, daha farklı bir sergi eleştirisi anlayışı koyabilir miyiz? Ben senelerce
Diğer taraftan da öyle bir network var ki bu
dili kuran birinin varolması oldukça zor.
Maddi olarak da zor.
Maddi sorun var evet, sadece bununla hayatına idame etmek mümkün değil. Diğer konuda
o yüzden sanatatak nefes diyorum. Arkamızda
da hiçbir güç yok. Tamamen kendi imkanlarımızla ilerlemeye çalışıyoruz. Ufak tefek destekler alıyoruz. Tabii daha çok almak istiyoruz.
Bütün bu sorunlara çare Drogba değil! Bağımsız yayıncılık! Özerklik! Türkiye’de bu olursa
yazarlar da çoğalacak. Mesela bizim bir yazarımız bir sergiye gidip sergideki işlerle ilgili bir
şey yazmayıp tamamen o serginin götürdüğü
ergenliğine dair bir şey yazdı ve bence o kadar
değerliydi ki, bir üslup denemesiydi. Böyle
şeylere çok ihtiyacımız var bizim. Çokluk olmalı! Hem küratör hem yazar hem sanatçı hem
yayıncı hem galerici... Herkesin başkaları için
yer açması lazım ve dediğim gibi bu çokluğun
kurulması lazım.
Siz sosyal medyayı da oldukça verimli kullanıyorsunuz. Hem okuyucularla iletişiyorsunuz
hem de sanata dair tartışmalara buradan müdahil oluyorsunuz. Bu kadar efektif kullanan
başka biri daha aklıma gelmiyor.
Çokluğu yaratabilen bir mecra, o yüzden çok
güzel. Orada çok sesliliği duyuyorsun ama benim mustarip olduğum bir konu da var. Herkes
sanaberbat’ı ben sanıyor... Mesleki olarak yıpratıcı olabiliyor böyle sanılmak! O her kimse
yazmaya devam etsin ama onun ben olmadığımı yakında hukuksal yollara başvurarak
açıklayacağım.
Bir yazınızda ‘gezi’nin görsel muhalif kavramsal kültürü karşısında çağdaş sanatı
eleştirdik. Kendimizle, kültür emekçiliğimizle
yüzleşme fırsatı bulduk’ demişsiniz, nasıl bir
yüzleşmeydi bu?
Bu tabii çok derinden ve ani bir yüzleşmeydi
bence. İşte hayat-sanat meselesi dediğim bu.
Hayat öne geçti, hayat bazen sanata gol atıyor,
bu da o anlardan biriydi. İkinci an da Mardin
Bienali’nin iptalidir mesela. Yaşanan gerçeklik
seni hiç bir şey yapmamaya sevk eder veya
yaptığınla derin bir yüzleşmeye sokar. Arkadaşlar da Gezi’ye kadar fazla konformistlerdi.
Pembe dozerden sonra ne olacak? Biz bu konuyla ilgili de görüşmeler yaptık ama mesela
bunu hemen bir kitaba çevirmedik. Gezi de
metalaştırılıyor yani o pembe dozeri bineale
mi koysak filan... Onu rahat bırakın o, o sırada
olmuş. Bazı şeyleri teslim edelim hayata.
Son olarak da bir röportajınızda ‘ekonomi
sayfalarının da desteğiyle kültür ve sanat sayfalarının tasfiyesi, sanat yazarlarının işine
son verilmesiyle balonlar yaratıldı’ diyorsunuz. İşsiz kalmanın yanı sıra sanat yazarlığının kalitesi açısından da sorunlar doğurmuş
olmalı, siz nasıl görüyorsunuz?
Ben bu sürece şahit oldum hep gazetelerde
çalıştığım için takip edebildim. Onbeş günde
bir Milliyet Sanat yaparken birdenbire aylık
oldu, sonra kuşe oldu, daha çok satmalı şiarlarının baskısı altında üretmek zorunda kaldı.
Zaten sonra ben yazmaz oldum. ‘96-’97de
Negatif dergisinden Milliyet gazetesi kültür
ve sanat servisine transfer oldum. O zaman
dev iki sayfamız varken şimdi yarım sayfa
yok, kapatılıyor. Bunun ekonomi sayfalarına
transferini gördüm. Hatta en son Milliyet’te
köşe yazarken bir teklifim oldu ama görmezden gelindi; dedim ki, gelin ekonomi sayfası
yapanlar sanata biz de ekonomi haberlerine gidelim. Böyle bir şey yapsaydık performatif bir
iş, önemli bir aksiyon olurdu. Yazılarda fuarla
ilgili mesela şu kadar milyon dolarlık iş satıldı
diye yazıyor, hep rakam. Bu çok tehlikeli bir
şey, bunu öngördüğüm için Sanatatak kuruldu
çünkü ‘rakamsız sanat yazmak mümkün’ü savunmak için ve gerçekten de üçüncü yılımıza
giriyoruz. Şikayet yaratıcılığı kamçılamıyor.
Hüseyin Alptekin’i de anmış olalım ‘Don’t
Complain’, hakikaten şikayet etmememiz bu
durumla ne yapabiliriz diye kafa yormamız
gerekiyor. Bu global bir sorun bize özgü de değil. Bütün yazarlar bundan mustarip. Örgüt var
AICA, kaç kişi üye ve kaçı yılda kaç yazı yazmış
ve nerede? Bunun bir hesabı yapılsa mesela.
Daha çok yazarın daha çok yazması gerektiğini ve bunun için de AICA’nın bir şey yapması
gerektiğini düşünüyorum. Mesela sanatçıların
işlerini yapması için fon veren dernekler var
ama bu dernekler o işi gidip görüp yazması
için yerel bir gözü oraya göndermiyorlar, zaten
sanat yazarı denilen statüyü desteklemiyorlar.
Ya küratörler ya da sanatçılar destekleniyor bu
fonlarla... Oysa bütün bu işler yazarların cümleleriyle sanat tarihine devrolmayacak mı?
Hayır! Yabancı ülkede desteklenen Türkiyeli
sanatçı hakkında yabancı birinin yazması yeterli! Bir dil oluşmasını entelektüel bir birikimin sağlanması hiç önemli değil. Bütün olay
networkte. Türkiyeli sanatçı o sergide!!! İşte
misyon tamamlandı. O yüzden uzun zamandır salt sanat yazarları için bir örgütlenme biçimi düşünüyorum. Sadece çağdaş sanat değil.
Kültür emekçisi kavramını düşünmek lazım.
Düşünsene milyon dolarlara satılan bir şey
üzerine kelam ediyorsun ve senin internetini
ödeyecek paran yok! Var mı böyle bir şey? Ve
cesur yazarın durumu tam da budur!
63
Paris’in sanat gündemini, Louvre, Pompidou
ve Dorsay gibi Paris’in kuyruklu müzelerinin son çarpıcı örneği olan, ünlü “çantacı” ve
Fransa’nın önde gelen moda kurumlarından
Louis Vuitton Vakfı tarafından Frank Gehry’e
yaptırılan müze meşgul ediyor. Nasıl etmesin?
Müzenin yükseldiği ormanlık alanın tarihinden tutun da bölgeye nasıl müdahale ettiğine,
Olafur Eliasson gibi son yılların en başarılı sanatçılarından birine tahsis edilen açılış sergisi-
köpekleriyle birlikte sergilenirler. Ayrıca çeşitli
aksesuarlar, av aletleri, giysi ve küçük objeler
de getirilmiştir. Kısa sürede etnografik sergiler
Paris halkının ve bilim çevresinin yoğun ilgisini çeker. Dünyanın farklı bölgelerinden getirilmiş insanlar, Le Jardin d’Acclimatation’da
birkaç hafta boyunca meraklı bakışlar altında
yaşarlar. Tüm gündelik hayat aktiviteleri (yemek, müzik, dans, barınma, temizlik, giyim,
din, cinsellik) ziyaretçiler tarafından gözlenir,
etnologlar tarafından incelenir. Antropologlar,
ırklararası sınıflandırmalarda kullanmak ve
uygarlık seviyelerini belirlemek için ölçümler
yapar ve vahşilerin Avrupalılarla karşılaştıktan
sonra gösterdikleri gelişmeyi araştırırlar. Le
Jardin d’Acclimatation’ndaki insan sergileri,
1931 yılına kadar tam elli dört yıl sürer.
ne kadar pek çok konu var şüphesiz gündemi
alakadar eden... Nereden başlamalı? Belki de
en iyisi müzenin konumlandığı Paris’in ikinci
büyük ormanı olan Boulogne ormanlarındaki Jardin d’Acclimatation’dan (İklimlendirme
Bahçesi)… Ünüyle ünlü, açılışı 1860’lara Napolyon’a ve elbette Hausmannn’a dek uzanan
bu bahçenin dönemin kültür yaşamında nasıl
büyük bir rol oynadığını unutmamak gerekiyor, ayrıca aradan geçen 150 yılı aşkın bir süre
sonra anıt-yapıt müzenin inşasıyla o kültürel
yaşamın nasıl değiştiğini ve dönüştüğünü
de… Bugün Frank Gehry’nin tasarladığı müze
üzerinden tekrar gündeme gelen ve içeri girebilmek için saatlerce kuyrukta beklemeniz
gereken bu ormanın tarihi çok da parlak değil,
hatta oldukça ürkütücü.
2004 yılında Paris Belediyesi tarafından Louis
Vuitton Vakfı’na verilerek yeniden “canlandırılması” düşünülen bu bahçenin, çok da uzak
olmayan geçmişinin gölgesinde müzeyi gezmek, kuyruğunda beklerken Gehry’nin insanı
küçücük hissettiren yapısının üzerinde bir zamanlar ırklararası ve etnik diyerek sergilenen
insanları düşünmek hangi kelimeyle sonlandırılabilir. Şu an elbette geçmişin bu kara kesitiyle ilgili hiçbir ize rastlamak mümkün değil
bu ormanda… (kestirme bir yol bulmak için
ormanda bayağı bir kaybolmak suretiyle çıkış
süresini hayli uzatmış biri olarak söylüyorum
bunu! ) Hatta bu önemli geçmişi bilmezseniz
çoşkulu ve hayranlık duyarak dolaşabilirsiniz
ormanda ve elbette müzede…
Louis Vuitton, Frank Gehry, Olafur Eliasson
Bir Müze Geçmişi Silebilir mi?
Esra Aliçavuşoğlu
Yazar
Marinetti’nin daha pek çok şeyle birlikte,
“müzeler mezarlıklar”dır dediği Füturist Manifesto’nun üzerinden 100 yılı aşan bir süre
geçti. Bizler hala müzelerin işlevi, ideolojileri
ve gerekliliği üzerine kafa yoruyor, çağdaş müzecilik kuramlarını oluşturmaya ve müzelerin
kültür endüstrisi ve bellek ile ilişkisini sorgulamaya devam ediyor, bir yandan da yeni bir
müze mümkün mü sorularına cevap aramaya
çalışıyoruz. Öte yandan hem Türkiye’de hem
de dünyada kişi ve kurumlar tarafından birbiri ardına açılan müzeleri de inşa edildikleri
alanların belleklerinden ayrı, sıfır noktası üzerinden tanımlamaya çalışıyoruz. Bu yazının
konusunun bir bölümünü işte bu müze/bellek
ilişkisinin sömürgeci kültür ve sermaye ile kurduğu ilişki, tarihin görmezden gelinmesiyle
manipüle edilmesi oluşturuyor.
Açılışının gerçekleştiği Ekim ayından bu yana
Yaklaşık 20 hektarlık bir alana yayılan bu
park, tematik olarak düşünülmüş olmasının
yanında adından da anlaşılacağı üzere dünyanın çeşitli bölgelerinden farklı türden bitki
ve hayvanların Paris’e uyum sağlayabileceği
büyük bir alan olarak planlanır. Ve bir süre bu
niteliğiyle Paris burjuvasının en önemli uğrak
mekanlarından biri haline gelir. Ancak, Napolyon’un devrilmesi, ardından 3. Cumhuriyet
bölgenin değişimini hızlandırır. Bölge dönüşüme uğrar. Bu değişimin en çarpıcı kırılma
noktasını ise 1877’de ünlü insan ve hayvan
taciri Karl Hagenbeck’ın gerçekleştirdiği sergi
oluşturur.
Hagenbeck’in bugün akıllara durgunluk veren
sergisinin açılışı, on dört Nubi’nin hayvanlarıyla birlikte sergilendiği bir gösteriyle yapılır.
Kış geldiğinde bahçenin çimenleri üzerinde
altı Eskimo yerini almıştır; dört yetişkin, iki
çocuk, bir beyaz kutup ayısı, foklar ve Eskimo
Frank Gehry’nin dokunduğu her yeri canlandıran, kentleri, bölgeleri her neresi olursa olsun
küllerinden yeniden doğurtan bir mimar olduğunu söylemeye gerek var mı, bilemiyorum.
rar tekrar Tate Modern’e taşıyan sanatçı, kendi
bulduğu nontoxic Uranin maddesiyle boyadığı
Green River adlı işiyle 8 farklı nehri boyamıştı
ve haklı bir ün kazanmıştı. İzlanda kökenli Danimarkalı Eliasson’u daha çok büyük bütçeli işleri ve Newyork City Waterfalls’da olduğu gibi
büyük kamusal alan projeleriyle tanıyoruz.
15.5 milyon dolara mal olan bu insan yapımı
şelale, New York’ta Christo’dan sonra en yüksek maliyetli kamusal iş olmuştu, hatırlayalım.
Işık, ısı, basınç ve su kullanarak yarattığı dev
yerleştirmeleri, optik oyunlarla kurguladığı
etkileşimli yapıtları, doğayı ve doğa olaylarını
taklit ettiği çalışmaları ile tanınan Eliasson’un
Louis Vuitton müzesi için gerçekleştirdiği
Contact (Temas) adlı çalışması, müzenin içinBilbao Effect (Bilbao Etkisi)’i müzecilik terminolojisinin içine sokan Gehry, Paris’in kültürel
dünyasına güçlü ve keskin bir çentik atıyor.
Gehry’nin mimari tasarımı İklimlendirme Bahçesi’nin ortasında tüm heybetiyle kendini ifşa
ederken, akla bahçenin Vuitton Vakfı’na tahsis
edilmesiyle birlikte Parislilerin tıpkı Gezi’de
olduğu gibi çeşitli müdahalelerde bulunduğu
ancak başarılı olamadıklarını da hatırlamak
gerek.
Gehry’nin Grand Palais’nin camlarından ve
bahçenin içine 1893’te inşa edilen Palmarium’da ilham alarak kendi üslubunda inşa ettiği müzenin görüşmeleri Louis Vuitton’un
yöneticisi Bernard Arnault ile 2001’de başlar
ve müzenin mimarisi 2006’da kamuoyu ile
paylaşılarak, yaklaşık harcamanın 127 milyon
Dolar olacağı, 2009 sonu 2010 başında açılacağı duyurulur ve nihayet 2014 sonunda 143
milyon Dolar harcanarak açılır.
Gehry’nin mimari tasarımı elbette büyüleyici
ama o çok tartışılan müze koleksiyonundan rol
çalma meselesini tekrar tekrar hatırlatan da bir
niteliğe sahip. Hatta öyle ki, kuyruk oluşturan
izleyicilerin neredeyse yarısının koleksiyon
ve Olafur Eliasson’un müthiş sergisinden çok
müzenin içinde, mimariyle ilgilendiklerine tanık oluyorsunuz. 11 Galeriden oluşan müzenin
Ed Hatkins, Maurizio Cattelan, İsa Genzken,
Alberto Giacometti, Mona Hatoum, Wolfgang
Tillmans, Thomas Schütte gibi sanatçıların
yapıtlarından oluşan çağdaş koleksiyonun yanında belki de en önemli kozunu Olafur Eliasson’un “Contact” adlı açılış sergisi oluşturuyor.
Son yılların gözde sanatçılarından, özellikle
2003’te Tate Modern’in Tribüne Hall’üne yaptığı Weather Project ile 2 milyon izleyiciyi tek-
de kendine özgü bağımsız mekan içine konumlanmış bir tür kosmos… Müzenin içinde
inşa edilmiş çoklu mekanlarda optik cihazlarla
oluşturulan bu ilginç yerleştirme “Dokunma”
başlığıyla her izleyicinin, sergi rehberinin de
uyarısıyla, gerçek bir göktaşına dokunmasıyla başlıyor. Sanatçının koridorlar ve dairesel
mekanlardan tasarladığı yerleştirmesinde
“beklenmedik düşünceler için harita”ya hareket eden gölge ve geometrik şekillerin olduğu odaya yönlendiriliyorsunuz. Sanatçının
sıkça kullandığı sarı-turuncu ufuk çizgisiyle
aydınlatılmış odadan gelecek köprüsüne, Big
Bang Çeşmesi’ne doğru yol alıyorsunuz. Kara
delikle birlikte, güneşi görebileceğiniz çatıda
Eliasson’un işi sona eriyor. Vuitton için yaptığı
yerleştirmeyi, “benim sergim hislerimizin, bilgimizin, hayal gücümüzün ve beklentilerimizin en ucunda ne yattığını işaret ediyor. Bu bir
ufuk çizgisinin, her birimiz için, bilinmeyenden bilineni ayırması demek.” şeklinde açıklayan Eliasson’un kariyerinin başından bu yana
mimar, mühendis ve farklı alanlardan teorisyenlerle birlikte çalıştığı hatta bugün Berlin’de
kendisinin laboratuar olarak adlandırdığı stüdyosunda 90 yakın uzman sanatçıyla birlikte
düşünüyor, kavramsallaştırıyor ve üretiyor.
Eliasson’un sergisinin bitmesine çok az kaldı.
Bakalım Müze, hem Paris Belediyesi’nin hem
de Louis Vuitton’un beklediği biçimde burayı
canlandırıp yeni bir yaşam soluğu üfleyebilecek mi? Yoksa ormanın belleği bu dönüşümü
engelleyecek mi?
65
11. Akbank Kısa Film Festivali Ön
Eleme Sonuçları
Türkiye’de kısa film alanında etkin bir platform oluşturan ve bu yıl 16 - 26 Mart tarihleri
arasında 11. kez gerçekleştirilecek olan Akbank
Kısa Film Festivali kapsamında düzenlenen
“Kısa Film Yarışması” ön eleme sonuçları belli
oldu. Bu yıl ilk kez eklenen “Uluslararası Yarışma” kategorisi “Dünyadan Kısalar” bölümü ile
kapsamını daha da genişleyen 11. Akbank Kısa
Film Festivali’ne Papua Yeni Gine’den Meksika’ya, İskoçya’dan Suriye’ye, 6 kıtadaki 37 ülkeden toplam 712 kısa film başvurdu.
bir kısa film festivaline ev sahipliği yapacak.
Bu uluslararası festivalin en can alıcı noktası
filmlerin film salonları yerine şehrin dört bir
yanına yayılan dijital ekranlarda gösterilecek
olması. Şehir sakinlerini günlük yolculuklarında yakalayacak ve onları ansızın sanatla
buluşturacak olan ART BY CHANCE, metropol
insanların monotonunu zengin içerikli bir festivalle kırmayı hedefliyor.
Dünyanın en geniş kamusal sanat etkinliği
olarak sinemayı sokak sanatına dönüştüren
Art By Chance şehirde alışveriş merkezlerinde,
cafelerde, metrolarda, havalimanlarında, üniversitelerde ve daha birçok noktada karşımıza
çıkacak.
Chopin ile Uçmak
Genel Sanat Yönetmenliğini Cem Ertekin’in
yaptığı Çağdaş Bale Topluluğu’nun, 2014-2015
sezonu için hazırladığı Chopin ile Uçmak adlı
eserden bir pas de deux.
Yeni fikirleri desteklemeyi, genç sinemacılara
kendilerini gösterme olanağı ve kısa film kültürüne katkı sağlamayı amaçlayan Festival’in,
Oyuncu Esme Madra, Yönetmen Erdem Tepegöz ve Yönetmen Selim Evci oluşan ön eleme jüri kurulunun değerlendirmesi sonucu,
“Festival Kısaları - Ulusal Yarışma Bölümü”ne
katılan eserler arasından 14 film, “Dünyadan
Kısalar – Uluslararası Yarışma Bölümü”nde 14
film izleyicilerle buluşmaya hak kazandı.
Art by Chance
Bu yıl beşinci kez düzenlenen ve dünyanın
en büyük kamusal sanat etkinliklerinden biri
olan ART BY CHANCE Ultra Kısa Film Festivali, filmleri sinema salonlarından sokaklara
taşıyor.
“Bu sürece kafamızda sabit bir düşünce ya da
amaç olmadan girdik. Hiçbir beklenti ve baskı
olmadan. Sadece düşüncelerini paylaşan, olasılıklarını araştıran üç arkadaş olarak. Birlikte
geçirilen bu zamanda yaratılan şey çok dürüst
ve saf bir düet oldu.
Hepimiz için tanıdık bir mekan olan Akbank
Sanat’ın İstiklal Caddesi’ndeki küçük stüdyosunda birlikte geçirdiğimiz değerli zaman, iki
yetkin dansçıya yeteneklerini ve hünerlerini
paylaşma ve geliştirme olanağını sağladı.”
Genç Caz Başvuruları Başladı
İstanbul Caz Festivali kapsamında bu yıl 13.
kez düzenlenen Genç Caz konserleri için başvurular başladı. Türkiye’de amatör veya yarı
Var Olamayan Dünya adlı sergisi 18 Şubat 2015
– 31 Mart 2015 tarihleri arasında sanatseverlerle buluşacak.
2015 yılını Empire Project’teki ‘’Mr. Knight’s
World Band Receiver’’ adlı sergisiyle karşılayan
Jasper de Beijer, bu kez de beş farklı serisinden
çalışmaların yer aldığı bir diğer koleksiyonla
42 Maslak Art!SPACE’te sanatseverlerle buluşuyor. Kullandığı disiplinler arası metotlar
aracılığıyla izleyicilere alışılagelmişin dışında
görseller sunuyor.
Tate Modern Direktörü Chris Dercon, Müzelerin Geleceğini
Sorguluyor
Genç Caz’a katılmak isteyen müzisyenler ve
topluluklar demo kayıtlarını, iksv.org/genccaz
adresindeki başvuru formunu doldurduktan
sonra, 24 Nisan Cuma günü 17.00’a kadar festival ofisine iletebilirler.
Genç Caz Seçici Kurulu tarafından, başvuruların arasından belirlenecek sekiz topluluk, 10
Mayıs Pazar günü Salon İKSV’de yapılacak değerlendirme konserine davet edilecek. Halka
açık yapılacak konserde seçici kurul, 15’er dakikadan oluşacak canlı performansları izleyerek
22. İstanbul Caz Festivali’nde yer alacak 4 ismi
belirleyecek.
Jasper de Beijer’in Var Olamayan
Dünya’sı
Chopin ile “Uçmak”, “Pas”, “De Deux” ve “Ev”
isimli dans gösterileri, 19, 20 ve 24 Şubat’ta Akbank Sanat’ta.
Türkiye’nin de aralarında olduğu 20 ülke, 15
Ocak – 15 Şubat 2015 tarihleri arasında ilginç
profesyonel olarak müzikle ilgilenen genç müzisyen ve toplulukların festival programında
yer alabilecekleri bir platform oluşturan Genç
Caz, onları teşvik etmeyi ve profesyonel müzik
dünyasına hazırlamayı amaçlıyor.
The Empire Project - Kerimcan Güleryüz küratörlüğünde hazırlanan, Hollandalı sanatçı Jasper de Beijer’in The World That Never Made It/
İstanbul Modern’in dünyada öncü rol üstlenen müzelerin yöneticilerini Türkiye’den
izleyiciler ile buluşturarak güncel müzecilik
alanında yeni bir bilgi paylaşım ağı ve iletişim
platformu yaratmak amacıyla 2012 yılında başlattığı program “Müzeler Konuşuyor”, Birleşik
Krallık ile devam ediyor. İstanbul Modern ve
British Council’ın birlikte düzenlediği “Müzeler Konuşuyor: Konuğumuz Birleşik Krallık”
programının bu ayki konukları Galler halkının
güncel ihtiyaçlarına daha iyi hizmet verebilmesi için kurumun yapısını modernize eden
Amgueddfa Cymru - National Museum Wales
Direktörü David Anderson ve 2011 yılında Tate
Modern’in direktörlüğüne atandığından beri
kurumun yenilikçi programları ve benzersiz
genişleme programının öncülüğünü yapan,
sanat tarihçi, belgeselci ve kültür programları
yapımcısı Chris Dercon.
3 Şubat 2015, 19.00’da gerçekleşecek Farklı Bir
Tablo: Müze Yönetimi ve Kaynak Geliştirmede Güncel Yaklaşımlar başlıklı konuşmasında
Amgueddfa Cymru - National Museum Wales
Direktörü David Anderson, St Fagans Museum’un Ulusal Tarih Müzesi’ne dönüşüm projesini sunacak. Aynı zamanda müze için yeni
bir vizyon ve misyon geliştirilmesi, finansman
kaynakları yaratılması ve organizasyonun şekillendirilmesinde halkın katılımının önemi
gibi temalara değinecek. Tate Modern Direktörü Chris Dercon ise 13 Şubat 2015, 19.00’da
gerçekleşecek Müzelerin Geleceği başlıklı konuşmasında, karşılaştıkları engeller karşısında
sürekli bir dönüşüm gerçekleştiren mekânlar
olan sanat müzelerinin geleceğini sorgulayacak. İnsanların bir araya gelmesi için eşsiz bir
platform sunan müzelerin; izleyicilerin sanatla
ve birbiriyle etkileşim kurdukları, yeni sanat
formları ve düşünce biçimlerinin oluşmasına
imkân veren, sosyal ilişkilere oyuncul yaklaşan, yeni bir kamusal alana dönüşme potansiyelini ele alacak.
İstanbul Müzik Festivali Programı
Açıklandı
İKSV tarafından Borusan Holding sponsorluğunda düzenlenen 43. İstanbul Müzik Festivali’nin bu yılki programı, 3 Şubat Salı sabahı
düzenlenen bir basın toplantısıyla açıklandı.
Motifler, Temalar ve Yaklaşımlar
Hrant Dink Vakfı’nın oluşturduğu Türkiye-Ermenistan Burs Programı aracılığıyla geçtiğimiz
ekim ayından bu yana İstanbul Modern’in küratöryel bölümünde araştırmalarına devam
eden Seda Shekoyan, Ermenistan ve Türkiye’deki video sanatı hakkında bir sunum ve
video gösterim programı için araştırma yaptı.
İki dünya prömiyeri ile üç Türkiye Prömiyerine ev sahipliği yapacak olan festivalde senfoni
ve oda orkestraları, vokal konserler, resitaller
olmak üzere toplam 27 konser yer alıyor. Bu yıl
“Kültürel Manzaralar” temasıyla 31 Mayıs-29
Haziran 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilecek festivalin ayrıntılı programına muzik.iksv.
org üzerinden ulaşmanız mümkün.
Coppelia Tim Show Center’da
Önde gelen 3 Rus bale topluluğundan biri olan
Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu, klasik baleye getirdiği yenilikler, olağandışı bale formları, farklı dans teknikleri ve zengin repertuarlarıyla kısa zamanda dünyanın en
çok tanınan bale gruplarından biri haline gelir.
Güncel video sanatına odaklanan Artists’ Film
International 2014-2015 (Uluslararası Sanatçı Filmleri) sergisi kapsamında düzenlenen
etkinlik, Türkiye ve Ermenistan’dan farklı
nesillerden 6 sanatçının 2000 sonrası video
üretimleri üzerinden komşu iki coğrafyanın
ortak sanatsal meselelerine bakıyor.Gösterimi
yapılacak videolar arasında “Motifler, Temalar
ve Yaklaşımlar” başlığı altında üç farklı katmanda karşılaşma sağlamayı hedefleyen Seda
Shekoyan, sanat ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi
belgesel görüntüler üzerinden araştırıyor.
“Temalar; geçmiş,tarih,bellek, emek, rahatsızlık, doğa ve kültür gibi ortak içerikleri sunar.
Tekrarlayıcı bir unsur olan motifler; hareket,
mimari, doğa ve bedenin ardındaki fikre odaklanırken bir karşılaşma alanı teşkil edentavırlar
ise Ermenistan ve Türkiye’nin ortak geçmişine, bugününe ve iç içe geçmesi olası geleceklerine; ortak tarih, kültür ve yaşamlarına işaret
eder.” 19 Şubat Perşembe saat 18.30’da İstanbul Modern Çok Amaçlı Salon’da.
Rus balesinin en seçkin bale topluluklarından
Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu ölümsüz eser “Coppelia” ile 27-29 Mart
tarihleri arasında TİM Show Center’da.
67
BMW i3
Sheer
Driving Pleasure
ELEKTRİĞİN
EN ÇARPICI HALİ.
BMW i3 TÜRKİYE’DE.
BMW, daha az emisyon daha fazla sürüş keyfi felsefesini bugüne
taşıyor. Karşınızda, en ince ayrıntısına kadar elektrikle çalışmak için
tasarlanan BMW i3. eDrive teknolojisiyle şehirde ilerlemenin
en akıllı ve dinamik yolu BMW i3 şimdi Türkiye yollarında.
Test sürüşü ve detaylı bilgi için: 0850 252 10 10
www.bmw-i.com.tr

Benzer belgeler