tttetgtt - Halkın Devrimci Yolu

Transkript

tttetgtt - Halkın Devrimci Yolu
Hep kerameti kendinde gören egemenler, halk›n çal›nm›fl
yarat›c›l›¤›ndan beslenerek ceplerini
doldurmakta; halk›n çal›nm›fl
gücüne yaslanarak iktidarlar›n›
desteklemekteydiler. Halk›n
çal›nm›fl güzelli¤iyle sanatsever;
çal›nm›fl dayan›flmac›l›¤›yla
yard›msever oldular. De¤iflimcilikle
böbürlenerek halk›n s›rt›na
çürümüfl diktatörlüklerini infla
etmeleri, halk›n özündeki özgürlük
ve devrim dinamiklerinin tersine
çevrilmesinden baflka bir fley
de¤ildir. ‹flte flimdi, AKP iktidar›n›n
ve düzenin en k›r›lgan yerlerine
vurarak kendisinden çal›nm›fl olanlar› geri almaya bafllayan iflçi s›n›f›,
ezilenler ve yoksul halk›n devrimci
siyasetiyle hesaplaflma vakti geldi
Yeni bir siyasallaflma
dönemine girerken
Neoliberalizme karfl› savunmac› tepkilerinin yenilgisinden sonra uzun bir sessizli¤e
gömülen s›n›f hareketi, üzerindeki ölü topra¤›n› at›yor. Ad›m ad›m izleyerek, AKP
iktidar›n›n huzurunu kaç›ran güvencesiz iflçi hareketleri ve halk›n hak mücadeleleri,
devrimci öznenin güvencesizlik k›l›¤›ndaki muhteflem dönüflünü haber veriyor
T
ürkiye yeni bir siyasallaşma dönemine giriyor. Bu hiçbir siyasal öznenin dışında kalamayacağı; ya yenilenerek sürece etkin müdahale edeceği ya da etkisiz kalarak çözüleceği köklü bir dönüşüm süreci olacak.
Bu sürecin belirleyici politik öznesi, hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı hareketidir. 1980'lerden 1990'ların sonlarına dek birinci kuşak neoliberal saldırı dalgası karşısında savunmacı hareketinin bastırılmasıyla uzun bir
sessizliğe gömülen işçi sınıfı, güvencesizleştirmeden ve güvencesizlikten doğan işçi ve hak hareketleriyle sınıflar mücadelesinde "tehlikeli bir düşman" olarak yerini aldı. Güvencesizlik, işçi sınıfı hareketinin yeni bir siyasallaşma eksenini oluşturuyor. Ancak işçi sınıfı hareketinin bastırılmasıyla, onun ağır bedeller
ödenmiş yenilgisinin üstüne basarak yerleşik bir düzen haline gelen neoliberal dönüşüm, güvencesizlerden yükselen yıkıcı tehditle yeni bir siyasallaşma sürecine girdi. Bu süreçte egemenler arası iktidar savaşımları ikinci plana düşerken, düzen derinleşen krizinden emeğe yönelik kapsamlı bir saldırı planıyla çıkmaya çalışıyor.
İşçi sınıfının neoliberalizme karşı ilk savunmacı başkaldırısının eski rejimin bütün egemen güçlerinin görece ittifakıyla bastırılması, düzenin neoliberal ilkelerce dönüşümünün önünü actı. Sınıf hareketinin
bastırıldığı bir ortamda daha ellerinin kanı kurumadan egmenler, yeni düzenin iktidarı için şiddetli bir
çatışmaya tutuştular. Tarihin cilvesine bakın ki, 2010'u yarıladığımız bugünlerde, artık eski rejimin egemen kanadının da bazı tasfiye operasyonlarıyla direncinin kırıldığı bir dönüm noktasına gelindi. Eski rejimin egemen iktidar gücü olan asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin direnci epey kırıldı. İktidar blokunun
gerilerine itilerek, en azından belli bir süre, siyasal-toplumsal bir güç olarak belirleyici bir konumdan uzaklaştırıldı. Böylece egemenler arası iktidar savaşımını temel alan siyasallaşma ekseni bütünüyle önemini ve
güncelliğini yitirmese de (zaman zaman yine gündemin ilk sıralarına tırmandırılsa da) artık eskisi kadar
siyasallaştırma gücü kalmadı. Eski seçkinlerin direnci kırıldıktan sonra, onlardan devralınan miras, AKP
iktidarı tarafından neoliberal donanımlarla pekiştirilerek sürdürülmektedir. AKP, İslamcı liberal bir rejim
biçimiyle sömürge tipi faşizmin iktidarına yerleşti. İslamcı hareketten getirdiği teşkilatçılık yeteneklerini
ve kendisiyle ilişkili sanayi, ticaret ve finans burjuvazisinin sınıfsal dinamizmini devletin geleneksel gericiliğiyle buluşturan AKP, ikinci büyük dönüşümün eşiğine geldi.
Bu dönüşüm sürecinde ilk hamleyi merkez sağ ve geleneksel devlet yapısı üzerindeki hegemonyasını genişleterek yapmaktadır. İktidara tırmanırken "özgürlük", "değişim" ve "demokrasi" kavramları üzerinde
hegemonya kuran AKP, şimdi en sıkıntılı olduğu konuda, yani "devlet"in sahiplenilmesi konusunda hegemonya girişimlerini artırmaya başladı. Sırada "cumhuriyet", "Atatürk" ve "TSK"nın sahiplenilmesi var.
Bu kavram ve kurumlar üzerinde hegemonya kurmak, iktidarını borçlu olduğu çatışmanın doğası gereği
öteki kavramlarda olduğu kadar kolay olmasa da, bunu bir zorunluluk olarak gerçekleştirmek durumunda. AKP hegemonyasını "klasik bir merkez sağ partiye" doğru genişletmek, eldeki kuşu ürkütmeden, orada birikmiş olan devlet deneyimini de iktidarına katmak zorunda. İslamcı entelektüellerin yeni bir devlet
tanımı arayışları (Ali Bulaç, "Kerim devlet", Zaman, 24/04 ) bunun bir örneğini oluşturmaktadır. Yine
Atatürk ve 1923 cumhuriyet döneminin ilk atılımının büyük tarihi
vizyonu, bir muasır medeniyetleşme atılımı olarak bugün Avrupa
Birliği üyeliğinden neoliberal hak ve özgürlüklere kadar AKP'yle
ilişkili burjuvazi tarafından sahiplenilmektedir. (Aktaran Ergin Yıldızoğlu, "Kemalizm öldü, Yaşasın Kemalizm", Cumhuriyet, 12/05,
Gökhan Bacık (Zaman yazarı)-Dariush Zahedi, Foreign Affairs
web sitesi) Yine AKP, toplumsal muhalefet eylemleri karşısında
gösterdiği düşmanca tepkiyle İslamcı, piyasacı gericiliğine şimdi bir de tipik faşist, antikomünist gericiliği eklemiş oldu. Elbette bütün bunlar İslamcı hareketin ve devletin geleneksel yapısında belirleyici dinamikler olarak zaten vardı; ancak bunlar, AKP'nin son atılımlarıyla neoliberal çerçevede yeni bir senteze
ulaştırılmaktadır. Böyle bir sentez sayesinde, bir zamanlar AKP'nin etkili bir ideolojik silahı olan "iktidardayken muhalif" görünmek ve bunun söylemiyle ezilenlerin desteğine kazanma siyasetinin yetmezlikleri
de giderilecektir. Buradaki can alıcı sorun, neoliberal kapitalizminin krizi derinleştikçe, eski çatışmanın
doğası gereği devlete (yargıya, TSK'ya) yeni görevler verme sürecindeki yetmezliklerin aşılmasıdır.
Türkiye’nin yeni siyasallaflma ekseninde:
Böylece yenenler yenilenlerin bütün devlet geleneğini kendi iktidarına katarak, artık birinci plana yükselen siyasallaşma ekseninde olgunlaşan uzlaşmaz çelişkilerle ve büyük kriz dalgalarıyla karşılaşmaya hazırlanabilirler. Eski rejimin bir eleştirisi ve aşılması olarak neoliberal kapitalizmin iktidarına gelen AKP,
ömrünü tüketmiş statükocu düşmanlarını çok kolay alt etti ve devrimci hareketin olmadığı koşullarda halkın politik muhalefetini bir süreliğine de olsa denetim altına aldı. Ancak o büyük iktidar başarısının kaçınılmaz sonucu olarak her geçen gün büyüyen başka bir düşman yarattı. O düşman, güvencesizlik kılığında her gittiği yerde AKP iktidarını adım adım izleyerek huzurunu kaçıran devrimci işçi sınıfından başkası değildir.
AKP’nin kriz sinyalleri
T
ürkiye yeni bir siyasallaşma dönemine girdi.
Bugünden başlayarak genel seçime uzanan bir
süreçte siyasetin yapısında ve öznelerinde köklü bazı değişimleri ortaya çıkaracak koşullar
olgunlaşıyor. Neoliberal dönüşüme, çeşitli
krizlerden geçerek yerleşik bir düzen niteliği kazandıran
AKP iktidarının başarısı, aynı zamanda kendi sonunu da
hazırlıyor. Eski rejimin asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin
alt edilmesiyle güçlenen AKP iktidarı, kendisi dâhil kimsenin dışında kalamayacağı yeni bir siyasallaşma sürecinin
önünü açmış oldu. Kapanmakta olan döneme özgü siyasallaşma ve iktidar savaşımı öznelerinin kazanarak ya da kaybederek de olsa eski konumlarını yitirmeleri, AKP'nin ve
onun ters simetrisinde mevzilenen CHP'nin yeniden yapılanmalarını zorunlu kılıyor. Koşullar nesnel olarak CHP'yi,
Güvencesizlikten doğan dinamiklerin, geleneksel hiçbir muhalefet kalıbına sığmayan hareket biçimleri,
iktidar tarafından dinci-piyasacı gerici, antikomünist bir söylemle "tehlikeli sınıflar" olarak baş düşman
ilan edilmelerine yol açtı. Güvencisizlikten doğan işçi ve hak hareketleri, henüz politikleşmiş bir sınıf hareketi olarak tarihsel sahnede yerini almamışken bile iktidarın artan tedirginliği, yürünmesi gereken yola
ilişkin ipuçları vermektedir. Bu ipuçları, hak hareketlerinin, neoliberal programı kesintiye uğratabilme potansiyelinde görülmektedir. Yine bu ipuçları, hak hareketlerinin, iktidarın gündelik yürütme etkinliklerine
karşı sıklaşan şaşırtıcı baskınlarında ve sendikal bürokrasiyi taraf olmaya zorlayan fiili müdahalelerinde
görülmektedir. İşte egemenlerde uyanan tehdit hissinin pratik temeli budur.
Ancak bu noktaya kolay gelinmedi. Türkiye işçi sınıfı ağır yenilgilerden geçip büyük bedeller ödeyerek
güvencesizlik eksenli yeni siyasallaşma eksenini yakaladı. 1980'lerden 2000'lere neoliberal yeni sömürge
kapitalizminin yerleşik bir düzene dönüşmesi, temelde egemenler arası iktidar çatışmalarından doğan yenilgi ya da zaferlere bağlı olarak gerçekleşmedi. İşçi sınıfının yüzlerce yıllık kazanımlarını temsil eden bi-
2
3
S‹YASAL REJ‹M
Esen Özdemir
ürkiye'de siyasal mücadele, cumhuriyetin başından beri "rejim düşmanı" gibi gösterilen İslamcı hareketin, son yıllarda, kitlesel bir iktidar
partisi olmasının koşullarını yarattı. '70'lerin
sonlarında sokaklarda boy gösteren "bir İslamcı militan"ın, 2000'lerde adım adım karizmatik bir "devlet
adamı"na dönüşmesine tanık olduk. Devlet adamlığı geleneğinin "seçkin temsilcileri"nin burun kıvırdığı Recep Tayyip Erdoğan, büyük kitleleri coşturan, uluslararası üne sahip bir önder kültüne dönüştü. Kişisel karizması partisinin
önüne geçti.
Yeri geldiğinde sokakta, yeri geldiğinde bürokraside hep
devletin hizmetinde görev yapan İslamcı hareketin işbitirici (pragmatik) önderi Tayyip Erdoğan, miadı dolmuş "asker-sivil devlet seçkinleri"ne karşı bir halk kahramanı gibi
şişiriliyor. Oysa bilinen kuvvetli bir kahramanlık öyküsü
yok. Nasıl oluyor da, ezilenlerin siyasal rejimle bütünleştirildiği bütün kavşaklarda hep devletin hizmetinde olan İslamcı hareketin önderi AKP-Erdoğan, "eski devlet seçkinleri" karşısında halka bir kahraman gibi görünüyor? Daha
önemlisi, nasıl oluyor da sömürge tipi faşizmi yeniden yapılandıran AKP iktidarı (İslamcı liberal siyasal rejim), "otoriter devlet ve rejim geleneğinde demokratik bir açılım" gibi görünüp aynı anda hem emperyalistlerin hem egemen sınıfların hem de ezilenlerin kitlesel desteğini alabiliyor?
Bunu, zorba bir devletin halkta yarattığı bıkkınlığın, yine
iktidarın olanakları kullanılarak etkin bir kitle desteğine dönüştürülmesiyle açıklamak, doğrusu çok kolay bir açıklama
olurdu. Ezilenlerin ve dışlanmışların içinden sıyrılarak "vu-
ruşa vuruşa" devletin tepesine dek tırmanmış bir "halk kahramanı"nın, her eylemi ve söyleminin, halkta mağdurlar
adına seçkinlere atılmış bir intikam tokadı gibi yankılanması anlaşılır bir şeydir. Kaldı ki, iktidardayken bile hep
"mağduru oynayarak" halkın desteğini kazanabilme taktikleri, görmezden gelinebilecek bir yetenek değildir. Bu gerekçeler, Erdoğan’ın halka bir kahraman gibi görünmesinin
bazı nedenlerini açıklasa da, onun asıl başarısını açıklamaz.
Onun en büyük başarısı, 1990’ların sonlarında neoliberal
yeni sömürge kapitalizminin derinleşen krizlerinin bir süreliğine de olsa aşılarak, neoliberal dönüşümün yerleşik bir
düzen haline getirilmesidir.
Kapitalist bir siyasal rejimin temel sorunu, yıkıma uğrattığı
ezilenlerin tepkilerinin düzenle yeniden bütünleştirilmesidir. Baskı ya da rızayla, bastırarak ya da asimile ederek, aldatarak ya da satın alarak tepkilerin düzenle bütünleştirilmesi (eklemlenme), bunun için kullanılan yöntem ve araçlar o rejimin niteliğini ve sağlamlığını belirler. Bu anlamda,
AKP iktidarının temsil ettiği İslamcı liberal rejim, neoliberal yeni sömürge kapitalizminin kendi çok yönlü krizinin
içinden çıkardığı en sağlam rejim biçimidir. Çünkü, dar anlamıyla kendi iktidarını sağlama alma çabalarının ötesinde,
kapitalist bir siyasal rejimin çözmesi gereken iki temel soruna net bir şekilde yanıt vermektedir. Birincisi, AKP iktidarı, neoliberal ilkeler çerçevesinde yürütülen dönüşüm sürecine önderlik ederek, sermaye sınıflarının genel ve ortak
çıkarlarının kesintisiz korunduğu bir düzene yerleşiklik kazandırdı. İkincisi, özellikle krizin derinleştiği 2000'lerde
sürekli ezilen ve dışlanan işçi kitlelerinin, yoksulların, İs-
lamcı kitlelerin, Kürtlerin ve Alevilerin
bu düzenle yeniden bütünleştirilebilmesi
için düzenin gereksindiği nesnel adımları
attı. (Kürtlerin ve Alevilerin çelişkili siyasal süreçleri bu nesnel-sistemsel girişimin
gerçekliğini değiştirmiyor.)
1. Kriz ve neoliberal yeniden
yap›lanma
AKP iktidarının önemli bir başarısı da, İslamcı bir kadroyu
iktidarın tepesine çıkarması oldu. Tarihin cilvesine bakın
ki, cumhuriyet tarihinin çok sancılı dönüşüm süreçlerinden
birine, yıllardır rejim karşıtı olarak gösterilen çok özel ve
dinamik bir kadro önderlik etmektedir. Ağırlıkla İslamcı
hareketten, eski bürokratik seçkinlerden, biraz da soldan ve
liberallerden devşirilen bu yeni, genç, girişken kadro, cumhuriyetle yaşıt bir rejim sorunu olan İslamcılığın düzenle
bütünleşmesini sağladığı gibi, krizle birlikte tıkanma noktasına gelen neoliberal atılımın gereksindiği taze kanı oluşturdu.
Özal'ın (ANAP) neoliberal hamlelerinin halkta yarattığı
SERMAYE
Yoksulluk yeni ‘tehdit’in odağını oluşturuyor. Güvenlik
sorununun tanımı değişirken ülkelerin güvenliğini sağlamakla sorumlu olan kurumlar ve ordular da bu yeni ‘güvenlik’ konseptine uygun bir biçimde yeniden yapılandırılıyor.
Önceki dönemde devletlerarası çatışmalara, askeri saldırılara, nükleer saldırı ihtimaline karşı donatılan ordular, artık
yeni çatışmalara göre de yapılandırılmaktadır. Yoksulların
isyanı, enerji kaynakların sömürgeleştirilmesi, çevrelerinin
tahribatıyla birlikte mülksüzleştirilen köylüler, güvencesiz
işçilerin başkaldırıları bunlardan bazılarını oluşturmaktadır. Ayrıca ordular, su, gıda, enerji nedeniyle yaşanacak
bölgesel gerilimlere müdahale edecek donanıma ve kabiliyete sahip olmak üzere de yeniden yapılandırılmaktadır.
Türkiye’nin güvenlik stratejilerini de belirleyen emperyalizmin silahlı gücü NATO'da 1991’de başlayan yeni strateji çalışmaları, bugün hazırlanmakta olan ‘Yeni Stratejik
Konsept’ belgesiyle sürmektedir.
Art›k demir almak günü
gelmiflse zamandan,
Meçhule giden bir gemi
kalkar bu limandan.
R›ht›mda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar
gözleri nemli
NATO kuvvetlerinin dönüşümü için 1999’da NATO Savunma Yetenekleri Girişimi kurulmuştur. Bu girişimin tarif ettiği ordu modeli şu vasıflara sahiptir:
n “Hareket kabiliyeti ve konuşlandırılabilirlik”: İttifak sahası dışındaki alanlar da dâhil, kuvvetleri ihtiyaç olan
yerlerde süratle konuşlandırabilme yeteneği;
n “Etkili savaşma”: yüksek yoğunluktan alçak yoğunluğa,
her tür operasyonda düşmanla etkili şekilde savaşabilme yeteneği;
n “Yaşayabilirlik”: mevcut ve gelecekteki tehditlere karşı
kuvvetleri ve altyapıyı koruyabilme yeteneği;
n “Birbiriyle uyumlu iletişim”: değişik ülkelerden gelen
kuvvetlerin birlikte etkili şekilde çalışabilmelerine olanak sağlama
Bu hedefler doğrultusunda 2002 yılında Prag’da gerçekleşen NATO zirvesinde üye ülkeler, ordularının dönüşümü
konusunda ‘Prag Yetenekler Taahhüdü” metni etrafında
uzlaşmıştır. 2004 yılında “NATO'nun 21. yüzyılda yeni
tehditlere karşı koyabilecek bir örgüte dönüştürülmesinin
simgesi” olarak nitelenen "NATO Mukabele Gücü" (NRF)
kurulmuştur. İlk kurulduğunda 6 bin askerden oluşan NRF
küçük ama etkili bir askeri birliktir ve NATO’nun yaşadığı
dönüşümün merkezi olarak tanımlanmaktadır. NRF, Riga
120
120
‹fiÇ‹ HAREKET‹
AKP’nin ve neoliberalizmin dayatt›¤› güvencesizli¤e karfl› kurulan direnifl çad›rlar›, toplumsal muhalefetin sürükleyici halkas› ve iflçi s›n›f›n›n, yoksullar›n
ve ezilen halklar›n ortak sesi oldu. Meflrulu¤unu, AKP iktidar›na ve neoliberal
politikalara karfl› toplumsal muhalefeti ortaklaflt›rma gücünden ve halk›n
deste¤inden ald›
Celal K›raç
T
ekel işçilerinin 78 gün süren Ankara direnişi, 2
Mart'ta sona erdi. 2009 yaz aylarına uzanan hazırlık dönemini ve marttan bugüne süren artçı eylemleri de sayarsak, uzun ve öğretici bir süreç oldu.
Direniş hakkında çok şey söylendi, yazıldı, çizildi.
Söylenen olumlu şeylerin tümünü sonuna dek hak etti. Türkiye
işçi sınıfı tarihinde Tekel gibi özgün etkileriyle anılan, çığır
açan, eşik atlayan pek az eylem vardır. Kavel, 15-16 Haziran,
Yeni Çeltek, Tariş, Zonguldak ilk akla gelenlerdendir. Tekel direnişi, daha tarih olmadan, işçi sınıfı hareketinde bir "tarihsel
dönüm noktası" diye anılmaya başlandı.
teydi. Ancak sermaye birikim koşulları zorlaştıkça ve
AKP’nin omurgasını oluşturan sermaye, geleneksel sermayenin alanına girdikçe egemen sınıfların iktidar mücadelesi kızışmaya, krizi yönetmek de giderek zorlaşmaya
başladı.
Sermaye içi mücadelenin taraflar›
Çatışmanın taraflarını tanımlayabilmek açısından öncelikle
tespit edilmesi gereken konu, sermaye içi mücadele ve bunun siyasi karşılıkları açısından kristalize olmuş, netleşmiş,
bloklaşmış, homojen iki taraf olmadığıdır. Sermaye içi mücadele açısından, sıkça yapıldığı üzere, “İstanbul sermayesi” ve “Anadolu kaplanları” şeklinde bloklaştırarak basitleştirilemeyecek kadar karmaşık çıkar çatışmaları ve çıkar
birlikleri mevcuttur. “Anadolu kaplanları” da, “İstanbul
sermayesi” de bu ifadeleri aşan heterojenliktedir ve iç içe
geçmiş ilişkiler ağına sahiptir. Bu nedenle ne AKP tek başına “Anadolu Kaplanları”nın partisidir, ne de asker-sivil
bürokrasi “İstanbul sermayesi”nin partisi olmaya adaydır.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi AKP, egemen sınıfların
tamamının talep ettiği bir dönüşümü uygulamaya aday olabilen tek sermaye partisidir. AKP’yi iktidara taşıyan sermaye uzlaşmasını “zayıf” kılan ise siyasi tekliğin üzerinde
yükseldiği toplumsal temelin homojen olmayışı, çatışmalı
doğasıdır.
“Yandafllar”›n yükselifli
AKP, iktidarının birinci döneminde, hem TÜSİAD’da
bloklaşan geleneksel tekelci sermayenin hem de o güne kadar büyük oranda MÜSİAD çatısı altında toplanan İslamcı
sermayenin desteğini alarak iktidara yürümüştür. Ancak
zamanla hem TÜSİAD içerisindeki pozisyon alışlar değişmeye başlamış hem de İslamcı sermaye grupları arasında
da farklılıklar, ayrışmalar baş göstermiştir.
1990 yılında kurulan ve daha çok küçük ve orta boy işletmeleri bünyesinde barındıran MÜSİAD’ın üye profilinin
önemli bir bölümü, '80'li yıllarda ANAP döneminde kuruluşunu gerçekleştiren yeni firmalardan oluşmakta, bu profil
Milli Görüş geleneğinin siyasi olarak üzerinde yükseldiği
temel olmaktadır.
Bu profilin hatırı sayılır kısmının, Konya, Kayseri, Denizli, Antep gibi yeni sanayileşen kentlerin organize sanayi
bölgelerinde, ihracata yönelik emek-yoğun sektörlerde, güvencesiz çalıştırmaya dayalı orta ve büyük sermayedarlardan oluşması kendilerini “Anadolu Kaplanı” olarak nitelendirmelerine neden olmaktadır.1 İslamcı sermaye grupları, büyükşehirlerde ise daha çok ticari sermaye olarak görülmektedir. “Cemaatin büyüklüğüne bağlı olarak garantilenen müşteri kitlesi” İslamcı ticari sermayenin en önemli
avantajı olmuştur.
MÜSİAD’ın en hızlı büyüdüğü dönem büyükşehir belediyelerini Refah Partisi’nin almasının ardından, İslamcı sermayenin büyüdüğü yıllara rastlar. Belediyelerce yürütülen
kamusal hizmetlerin sermaye birikiminin konusu olmaya
120
120
Kad›n iflçiler
Tekel direnifli, kad›n militanl›¤›n›n s›n›f hareketinin yeniden oluflum
sürecinde temel bir dinamik olarak ortaya ç›kt›¤›n› gösterdi. Tekel kad›n
iflçilerinin özgün deneyimleri, ezilenlerin mücadelesinde yeniden sahneye
ç›kan kad›n›n toplumsal özne olarak konumunun nas›l sürekli hale
getirilece¤ine dair ipuçlar› veriyor
G
üvencesizliğe karşı yükselen hareketler, sınıf
mücadelesinin yeni bir dönemini haber veriyor.
Bu yeni dönemde, işçi hareketinde olduğu gibi
hak mücadelelerinde de kadın militanlığının
dikkat çekici biçimde öne çıktığı görülüyor. Tekel direnişiyle Sakarya Meydanı, sınıf hareketindeki bu yenilenmenin habercisi olarak kadın militanlığının öne çıkmasına tanık oluyor. İşte bu nedenle, Tekel direnişindeki
işçi kadınların deneyimlerinin ışığını süzmek, hak mücadelelerinde yeni yeni beliren kadın militanlığına ilişkin yol
gösterici ipuçları sunabilir.
Elif Y›ld›z
Tekel direniflinin ilk
k›v›lc›m›n› çakan Abdi
‹pekçi’deki sald›r›n›n
ard›ndan Türk-‹fl Genel
Merkezi önünde toplanmaya bafllayan iflçiler
aras›nda kad›nlar vard›.
O gün kad›nlar›n gözlerinden okunan
kararl›l›k, sendikal
bürokrasinin
çürümüfllü¤ünü
aflacakt›
Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfı hareketi tarihsel olarak
yeniden oluşuyor, yeniden politikleşiyor. Kadınlar bu yeniden oluşum ve yeniden politikleşme sürecinde temel bir dinamik olarak yer almaya başladı.
Ülkemizdeki işçi sınıfı hareketinin yeniden oluşum sürecinde, güvencesizleştirmeye karşı mücadele öne çıkıyor.
Tekel işçilerinin direnişi bu gelişim seyrinin en belirgin örneğini oluşturdu. Kadınlar, güvencesizliğe karşı hak mücadeleleri ekseninde gelişen sınıf mücadelesinin bu yeni biçim ve niteliğine kolayca uyum sağlıyorlar. Bu sayede mücadelede etkin rol alıyorlar. Çünkü kadınlar, güvencesizliğin yaygınlaştığı temel alanların başlıca toplumsal aktörleridir. Kadın katılımının geniş bir yer tuttuğu Tekel direnişinde kadınlar, sayıları kadar dinamik etkileriyle de kendilerini gösterdiler. Bunun yanında, eylemlerde sürekli ön sıralarda yürüyen kadınlar, sendikanın geri tutumları karşısında her zaman yüreklendirici ve ateşleyici oldular. Direnişin sürekli kılınmasında, kadının cinsel-toplumsal olarak
ezilmişliğine de meydan okuyarak mücadeleye katılması,
onu mücadele içinde hızla politikleştirirken, bir yandan da
yaşam içindeki eşitsizlik ilişkilerini sorgular hale gelmesinde etkili oldu.
Güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştığı hizmet alanları,
ağırlıkla kadın emeğinin özgül niteliğini istihdam eden
alanlardır. Kadınların zaten cinsiyete dayalı toplumsal iş
bölümü nedeniyle yapmakta ustalaştığı ev işlerinin bir benzeri olduğu iddia edilen hizmet ve üretim alanlarında çoğunlukla kadın emeği kullanıyor. Bu gibi işlerin "kadın işleri"ne benzerliği, kadın emeğinin topyekûn değersizleştirilmesiyle paralel biçimde ve işin niteliğinden bağımsız
olarak 'ucuz-güvencesiz' emek kullanımına zemin hazırlıyor. Elbette bu 'ucuz-güvencesiz' emek kadınınki oluyor.
Güvencesizliğe karşı gelişen tepkilerde kadınları en önde
120
EMPERYAL‹ZM
Türkiye art›k dünyan›n en büyük 17. ekonomisi, sermaye ihraç ediyor, dört
bir yana asker gönderiyor, emperyalistlere ve geleneksel müttefiklere
karfl› ‘diklenmiyor ama dik duruyor’, çok yönlü bir d›fl politikaya yöneliyor...
Yoksa y›llar›n yeni sömürgesi birden emperyalist bir güce mi dönüflüverdi!
bir konum elde ettiği öne sürülmektedir.
Özal (ve müteakiben Demirel-Çiller) döneminde MusulKerkük hayallerini canlandırarak; Kafkasya’da, Orta Asya’da darbeler tezgahlamaya çalışarak; çevre ülkelerde müteahhitlik yatırımlarına girişerek ilk girişimlerini sergileyen
bu siyaset, AKP döneminde belli bir olgunluğa erişmiştir.
Kafkasya, Ortadoğu ve Afganistan-Pakistan’daki ihtilafların emperyalist sistemle uzlaşmaya dayalı bir çözümü için
diplomasi faaliyetlerine hız verilmiştir. TSK’nın katıldığı
uluslararası operasyonlara Lübnan, Aden Körfezi (Somali),
Afganistan-Pakistan da eklenmiştir. Türkiye sermayesinin
Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’daki faaliyetleri tırmanışa geçmiştir. Fethullah Gülen cemaatinin
EMPERYAL‹ZM
(bağlı sermaye grubu Tuskon’un ve eğitim kurumlarının1)
uluslararası faaliyetleri hükümet desteğiyle yaklaşık 120
ülkeye ulaşmıştır. Bunlara paralel olarak İHH (Ulusalararası İnsani Yardım) gibi yardım/misyonerlik faaliyetleri örgütlenmektedir. Son dönemde de ABD’de, yeni vakıf oluşumları ile desteklenen lobi faaliyetleri geliştirilmektedir.
Bu uluslararası faaliyetlerin bir tür emperyalizm olarak tanımlanmasının bir dizi dayanağı vardır: Tekelci sermayenin belli bir gelişim kaydetmesiyle, Türkiye dünyanın en
büyük 20 ekonomisinden biri haline gelmiş, sermaye ihraç
etmeye başlamış ve G20 ülkeleri arasına alınmıştır. Türkiye ordusunun katıldığı uluslararası askeri operasyonların
sayısı giderek artmakta ve bu operasyonlarda daha ileri roller alınmaktadır. Türkiye dışişleri diplomasisi, bölgesel politikaların şekillenmesinde etkin bir rol edinme arayışındadır ve zaman zaman emperyalist güçlerle ya da geleneksel
müttefikleriyle de ihtilafa düşerek, “çok yönlü” bir dış politika iddiasını ortaya koymaktadır.
Emperyalist kapitalist sistemin, ülkelerin siyasal sınıflandırılması açısından bir değişim yaşadığı nesnel bir gerçekliktir. Üstelik dünyanın politik haritasında reel sosyalizmin
çözülmesiyle yaşanan değişime, “küreselleşme”yle birlikte
sermayenin hareket biçiminde yaşanan köklü bir değişim
de eşlik etmiştir. Türkiye de bu değişimin dışında değildir.
Bir dönem SSCB sınırında emperyalist kapitalist sistemin
ön cephe ülkesi olarak konumlanan Türkiye, reel sosyalizmin yıkılmasının ardından emperyalizmle bütünleşmemiş
Sektörel bir işçi eyleminin, hak mücadelesiyle, içerik olarak genişleyip toplumsal olarak yaygınlaşması, eylemin politikleşme ve işçi sınıfının özneleşme gücüne güven tazeledi. Hak mağdurunu etkin bir direnişçiye dönüştüren bu süreç, epeydir kendisinden umut kesilen devrimci öznenin
yeni bir işçi hareketi olarak çok yakındaki dönüşünü haber
vermektedir. Dayanışma eğilimlerinin bu denli yaygınlığı,
toplumsal muhalefetin yeni politikleşme eksenini göstermektedir. Halkın parçalanmış gücünü birleştiren güvencesizliğe karşı mücadele, toplumsal muhalefetin sürükleyici
politik halkalarından biri haline gelmektedir. İşçi sınıfını,
yoksulları ve öteki ezilen halk kesimlerini ortak bir çatışma
ekseninde politikleştiren Tekel çadırı, kısa zamanda AKP
iktidarına karşı ortak bir muhalefet çadırına dönüştü. Tekel
direniş çadırı, meşruluğunu esas olarak, sınırlı bir "AKP
karşıtlığı"ndan ya da haksızlığa uğrayanların "iktidardan
hak ve adalet talebi"nden almamaktadır. Haklarını kesinlikle pazarlık konusu yapmayan direnişçilerin, "Ölmek var,
dönmek yok!" ve "Çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakmak istiyoruz!" sloganlarıyla dile getirdikleri talepler, meşruluğunu, AKP iktidarına ve neoliberal politikalara karşı
toplumsal muhalefeti ortaklaştırma gücünden ve halkın
desteğinden almaktedır.
nişe son yılların en yaygın kitlesel desteğini verenler, Tekel
işçilerinin aynı zamanda kendi hikâyelerini de anlattığının bilincindeydiler. Ama AKP iktidarı, direnişe omuz verenlerden
daha çevik bir şekilde durumun farkına vardı. Yaklaşan tehlikeyi bir toplumsal muhalefet hareketine dönüşmeden, pervasızca saldırarak ve psikolojik harekat yöntemleri kullanarak
kuşattı.
"Anlat›lan senin hikâyendir!"
Abdi İpekçi Parkı'nda işçilere pervasız polis saldırısının ardından sıkışan AKP'nin, toparlanarak, saldırıyı çok boyutlu
bir kuşatma operasyonuna dönüştürmesi karşısında işçilerin
direnişi, halkın, özellikle AKP’ye karşı toplumsal muhalefetin desteğini artıran dönüm noktasıdır. İktidarın saldırısı, uzun
bir kuluçka döneminin ardından ürkek adımlarla yolunu arayan Tekel işçilerini ateşleyerek, kararlı bir direnişe yöneltti.
Ülkeyi gerilimlere sürükleyen onca "yüksek politika gündemini" yararak Ankara'nın merkezinde iktidara meydan okuyan Tekel işçileri, AKP'nin mağduriyet silahını tersine çevirip onun emek düşmanı saldırgan yüzünü gösterdi.
"Ancak eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin
durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya'da
işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa,
ona açıkça şunu söylemeliyim: 'De te fabula narratur!'" ("Anlatılan, senin hikâyendir!") Marks Kapital'in Almanca birinci
baskıya önsözünde Alman işçi sınıfına böyle seslenir… Dire-
AKP’den canı yanan kitleler ve toplumsal muhalefet örgütleri, saldırıya uğrayan Tekel işçilerini desteklediler. Ancak bu
anlamlı destekler, neoliberalizme karşı işçi sınıfı siyaseti, bir
toplumsal muhalefet hareketi düzeyine sıçratılamadı. Direnişi ve bunu “istismar eden” desteği, şahsına ve partisine karşı
“ideolojik bir harekât” olarak değerlendiren Başbakan Erdo-
Alt-emperyalizm
Alt-emperyalizm kavram› ilk olarak Ba¤›ml›l›k Okulu teorisyenlerinden Ruy Mauro Marini taraf›ndan Brezilya’n›n 1970’lerde
a盤a ç›kan yeni uluslararas› rolünü tan›mlamak için kullan›l›r.
Marini, Brezilya’n›n yüzlerce y›ll›k sömürge geçmiflinin ard›ndan,
emperyalizme ba¤›ml› bir endüstriyel geliflme ile yeni bir
ekonomik yap›ya kavufltu¤una dikkat çeker. “Brezilya’n›n Latin
Amerika ve Afrika’daki yay›lmac› politikas›, yeni pazarlar araman›n ötesinde, hammadde kaynaklar› üzerinde kontrol
kazanma yönünde bir giriflime denk düflmüyor mu? Dahas›,
Arjantin gibi potansiyel rakiplerin bu kaynaklara eriflimini
engellemeye denk düflmüyor mu? Brezilya, yabanc› ülkelere
olan kamu borçlar› sürekli büyürken esas olarak devlet
kanal›yla ama ayn› zamanda çeflitli ülkelerde kaynaklar›
sömürmek için faaliyet yürüten finans gruplar›yla iliflkili sermaye
kanal›yla sermaye ihraç etmektedir. Bu sermaye ihrac›, Brezilya
gibi ba¤›ml› bir ülkenin yapabilecekleri ba¤lam›nda çok özel bir
sermaye ihrac› olarak göze batm›yor mu? 1968’i izleyen y›llarda
mali sermayenin ola¤and›fl› gelifliminin yan› s›ra, son y›llarda
Brezilya’da a盤a ç›kan h›zland›r›lm›fl tekelleflme sürecini ak›lda
tutmak da iyi olur.” Marini, Brezilya’y› emperyalistler ile
sömürgeler aras›nda bir konuma yerlefltiren bu süreci de altemperyalizmin a盤a ç›k›fl›n›n en iyi örne¤i olarak tan›mlar.
Emperyalist-kapitalist sistemin 1960-70’li y›llar›n ard›ndan
yaflad›¤› de¤iflimin, özellikle de reel sosyalizmin y›k›lmas›n›n
ard›ndan, devletlerin uluslararas› konumlar›n› tan›mlayacak yeni
bir s›n›fland›rma ihtiyac›n› ortaya koymas› ve böylesi bir
s›n›fland›rman›n henüz oluflturulamam›fl olmas› alt-emperyalizm
kavram›n›n giderek daha yayg›n biçimde kullan›lmas›n› da
beraberinde getirir. Kavram Ba¤›ml›l›k Okulu’nun takipçilerinden
Troçkistlere kadar pek çok çevre taraf›ndan farkl› ba¤lamlarda
kullan›lmakta; Kanada ve Avustralya’dan Çin ve Rusya’ya,
Hindistan ve Brezilya’dan Güney Afrika ve Türkiye’ye pek çok
ülke alt-emperyalist olarak adland›r›labilmektedir.
Alt-emperyalizm kimi zaman Ba¤›ml›l›k Okulu’nun “yar› çevre”
kategorisini, kimi zaman emperyalist kapitalist sistemin baflat
güçlerine göre geç kapitalistleflmifl ama sonradan onlar kadar
olmasa da emperyalist iddialar›n peflinde koflabilecek belli bir
geliflmifllik düzeyini yakalam›fl bir ülkeyi, kimi zaman da geliflkin
bir yeni-sömürgeyi tan›mlamak için kullan›lmaktad›r. Altemperyalizm, bu üç kullan›m biçiminde de asl›nda farkl› teorik
sistematiklerden yola ç›k›larak yap›lan bir e¤retilemeden ibaret
görünmektedir.
IV. Bunal›m Dönemi’ni karakterize eden temel kriz dinamiklerinden biri, ABD emperyalizminin hegemonyas›n›n çözülmesidir. Alt-emperyalizm de, bugün, as›l olarak IV. Bunal›m
Dönemi’nin krizinden do¤an yeni uluslararas› süreçleri kavramsallaflt›rma aray›fl›n›n bir ürünüdür. ABD hegemonyas›ndaki
çözülme e¤ilimleri, reel sosyalizmin eski merkezlerinin yaflad›¤›
kapitalist dönüflüm süreçleri, bölge devletlerinin bir araya
gelmelerinden do¤an bölgesel güç olma e¤ilimleri, yenisömürgeler kufla¤›nda yaflanan katmanlaflma yeni bir aç›klay›c›
kavramsal çerçeve ihtiyac›n› do¤urmaktad›r.
120
ğan, bu yüzeysel AKP karşıtlığını, her zamanki gibi toplumu
kamplaştırmak için kullanmaya çalıştı. AKP karşıtlığının sınıfsal politik özünü çarpıtarak antikomünist, İslamcı-gerici ve
liberal bir kuşatmayla yeni bir kutuplaşma ekseninde direnişçileri yalnızlaştırmaya çalıştı.
Bunun için başlıca üç yöntem kullandı. Birincisi, bildik, "masum işçi eylemine, sol, terörist, komünist, muhalif sızmalar"
söylemine bu sefer de başvuruldu. Amaç, direnişçileri bölüp
çevrelerindeki desteği kopararak, AKP lehinde gerici-faşist
bir saflaşmanın ideolojik meşruluğunu oluşturmaktı. İkincisi,
AKP il örgütlerinden cemaatlere, İslamcı medyadan büyük
oranda emek yoğun (ucuz, güvencesiz) işçi çalıştıran İslamcı
sermayeye, işçi ailelerinden çeşitli vakıf ve derneklere geniş
kesimler seferber edildi. Kuşatma ülke çapına yaygınlaştırıldı. Kuşatmanın sol gösterip sağ vuran üçüncü öğesi, direnişin
yüzeysel AKP karşıtlığını yüceltip ardındaki sınıf politikasını
gizleyen sermaye medyasından parlamenter muhalefete herkesi kapsadı. Bunlar, "sosyal patlama tehlikesinin" canlı kanlı habercisi olarak Tekel direnişini iktidar çatışmalarının malzemesi yaparken, en korktukları şey, neoliberal dönüşümü tökezleten -sermaye iktidarını kesintiye uğratan- süreçlerin
önünün açılmasıydı.
İşte direnişin tam bu noktadan ilerletilmesi; AKP karşıtlığının
işçi sınıfı siyaseti olarak politikleştirilmesi, yaygın-popüler
120
120
‹fiÇ‹ HAREKET‹
1. S›n›f hareketinin yeniden oluflum sürecinde temel bir dinamik olarak kad›n
ve kad›n militanl›¤›n›n ortaya ç›k›fl›
Neoliberalizmin temel stratejilerinden ikisi olan güvencesizlik ve kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması süreçleri,
en çok kadınları etkilemektedir. Çünkü güvencesizliğin
yaygınlaştığı alanlar çoğunlukla kadın emeğinin yoğun olarak kullanıldığı alanlardır. Bunlar hizmet sektörü (özellikle
özelleştirilen kamusal hizmet sektörü), tekstil, gıda, metal,
elektronik gibi yeni sömürgelere kaydırılan ucuz ve yoğun
emeğe dayalı geleneksel işkollarıdır. Bunun yanı sıra temel
kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması da kadın emeğine
dayalı yeniden üretim alanına yönelmektedir. Kadınlar bu
iki saldırının hedefinde bulunan toplumsal aktörler olarak,
işçi sınıfı hareketinin bu yeni tarihsel döneminde önemli bir
role sahip hale geldiler.
Türkiye bölgesel bir
emperyalist güç mü?
Tekel direnişi bir dönüşümün öyküsüdür. Tekgıda-İş'te
(Türk-İş) örgütlü Tekel işçileri, 78 günde, taşlaşmış bir geleneksel devletçi sendikal kabuğu çatlatıp, kendi sınırlı ufuklarından hak mücadelelerinin ve yeni işçi hareketlerinin geniş
âlemlerine açıldılar. Dönüştüler. Dönüştükçe, uzun zamandır
hasret kalınan "kazanma umudunu" yeniden ateşlediler. Dönüşümü "küçük" kazanımlarla pekiştirdiler. Özlük haklarını
koruma çabaları işçilerin hak mücadelesine dönüştü. Sektörel
bir işçi eylemi, hak mücadelesine dönüştükçe, halkın çoktandır unutulmaya yüz tutmuş "dayanışma eğilimlerini" canlandırdı. AKP iktidarının Tekel işçilerine dayattığı ucuz ve güvencesiz çalışma statüsü olan "4C", neoliberal dönüşümün
getirdiği güvencesiz yaşamın ortak simgesi haline geldi. Halkın ortak sorunlarının ve çıkarlarının da sesi haline gelen Tekel direnişçileri, halkın saygısını ve güvenini kazandılar. Bu
noktada, örneğin taşeron çalışma gibi güvencesizlikten değil,
güvencesizleştirilmeye karşı tepkiden doğan Tekel direnişi,
kendisiyle aynı neoliberal saldırıya uğrayanlar üzerinde yarattığı sarsıcı nesnel etkiyle önemlidir.
‹fiÇ‹ HAREKET‹
‹fiÇ‹ HAREKET‹
Tekel direniflinin sürükleyici gücü
120
Neoliberal dönüşüm egemenlerin ‘güvenlik’ ve ‘tehlike’
anlayışını da değiştirdi. Emperyalistlerin silahlı birliği NA-
Bir dönüflümün öyküsü olarak Tekel direnifli
Azer Ulafl
ürkiye’nin bugünkü uluslararası konumu tanımlanırken, gerek egemenler içinde gerekse
liberal ve ulusalcı eğilimlerin etkisi altındaki
sol çevrelerde çoğu zaman adı konmadan kabul
edilen bir saptama var: “alt-emperyalizm”.
Türkiye egemenleri, Soğuk Savaş sonrası yeni-sömürgeciliğin hedefindeki bölgelerde ekonomik, askeri ve politik faaliyetlerini giderek tırmandırma eğilimine girmiştir. Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika artık Türkiye sermayesinin, diplomasisinin ve ordusunun faaliyet
alanındadır. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin
yükselen bir bölgesel güç olduğu ya da olabileceği; yayılmacı bir politikaya yöneldiği, emperyalist hiyerarşide ara
I. Bir emperyalizm projesi olarak
TSK'n›n dönüflümü
TO ‘güvenliği tehdit eden’ yeni gelişmeleri tespit edebilmek için yeni bir stratejik plan yapmaya çalışıyor. Bu yeni
arayış "Neoliberalizm için tehdit unsuru nedir?" sorusuna
verilecek cevaplarla kendi güvenlik kavramını tanımlıyor.
78 günde devri âlem
ANAP döneminin ard›ndan geleneksel tekelci sermaye öncülü¤ünde
kurulan sermaye gruplar› aras› ittifak bozulmufl ve bir koalisyon hükümetleri dönemi yaflanm›flt›. AKP iktidar›yla birlikte, ‹slamc› sermayenin daha belirleyici oldu¤u bir ittifak
do¤du. AKP’nin ikinci iktidar dönemi
ise sermaye içi mücadelenin öne
ç›kt›¤› bir dönem olarak yaflan›yor
AKP iktidarı kriz koşullarında bir sermaye uzlaşması olarak gündeme geldi. 2001 krizi sonrasında neoliberal kapitalizmin toplumsal hegemonyasını sağlayabilecek tek seçenek olarak öne çıkan AKP’nin, toplumsal temelinin omurgasını, yükselen yeni sermaye sınıfının muhafazakâr kesimleri oluşturmaktaydı. Diğer taraftan AKP, geleneksel tekelci sermaye de dâhil tüm sermaye kesimlerinin talep ettiği bir dönüşümü yürütmeye aday olabildiği ölçüde zoraki
bir uzlaşmanın merkezinde yer aldı. Ancak bu uzlaşma içsel kriz dinamiklerini bünyesinde taşıyan bir uzlaşma oldu.
AKP’nin ilk iktidar döneminde sağladığı “geniş tabanlı”
sermaye uzlaşması, içindeki potansiyel kriz dinamiklerini
öteleyebilmekte, krizi yönetme yeteneğini gösterebilmek-
Sahiciliği ve sürekliliği bir yana bırakılırsa, kurultayda esen
sol rüzgâr, kuvvetini esasen CHP'nin hâlihazırdaki yenilenme dinamiklerinden almıyor. Zaten böyle bir hazırlık ve
teşkilatlanma da yürütülmedi. Kurultayda esen sol rüzgâr,
n “İdame ettirme”: ana üslerinden uzakta konuşlanan
kuvvetlere ikmal ve bakım sağlamak ve uzun süreli
operasyonlarda yeni birliklerin hazır olduklarını garanti
etme yeteneği;
SERMAYE
Oligarflide
yükselen s›n›flar
fliddetlenen
çat›flma
gemen sınıf fraksiyonları arasında ciddi bir çatışma olduğu yeni bir tespit değil. Bu durum sıcaklaşan siyasi çatışmalar ile egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmalar arasındaki bağlantı noktalarını kurmayı gerekli kılıyor.
ürk Silahlı Kuvvetleri (TSK) AKP'yle yaşadığı
iktidar savaşımıyla anılır oldu. Muhtıralar, gizli
görüşmeler, brifingler, görevdeki subaylardan,
emekli komutanlara uzanan darbe iddialı polis
operasyonları bu savaşın yansıdığı çatışmalar
oldu. Ordu siyasetin bir aktörü olarak gündemden hiç düşmedi. Fakat tüm bu çatışma ve gerilimlerle eşzamanlı olarak
TSK içinde de bir değişim yaşandı. AKP iktidarı döneminde
ülkenin yaşadığı neoliberal dönüşümden TSK da nasibini aldı. Profesyonel orduya geçiş, tek tip askerlik, ordunun küçülmesi gibi ‘kod’larla tartışılan değişiklikler, TSK'nın neoliberal dönüşümünün adımlarını oluşturmaktadır.
İşte bu koşullarda, AKP, 28 Şubat'ın darbeleriyle iyice derinleşen siyasal İslam'ın krizinde bir yenilenme hareketi
("Yenilikçiler") olarak gelişti. Hareketi ve İslamcı kitleleri
neoliberal kapitalizme uyarlayarak krizi aştı. Neoliberal sürece daha önce ANAP döneminde uyum sağlamış Cemil
Çiçek, Abdülkadir Aksu, Köksal Toptan gibi isimleri de iktidarın çekiciliği sayesinde bünyesine kattı. İslamcıların
militanlık potansiyelini hep canlı tutma taktiklerinin yanın-
120
Şimdi bütün tartışmalar, kurultay rüzgârının sahiciliğinin
ve sürekliliğinin olup olmadığının etrafında dönmektedir.
Bu bir yana, kesin olan bir şey var ki, o da kurultayın, iktidardan muhalefete, İslamcılardan sola, liberallerden ulusalcılara dek hemen bütün kesimleri etkilemiş olduğudur. Ayrıca halkın popüler ilgisini çekmiş olması ise başlı başına
önemlidir. En karamsar olanlar, bunun şişirilmiş bir hava
olduğu ve dağılacağı; en iyimser olanlarsa, bunun sol bir
değişim dalgasının ve bu dalganın sonunda gelecek sol bir
iktidarın habercisi olduğu görüşündedirler.
REJ‹M
T
tepkilerin bir toplumsal muhalefete dönüşmesi, Kürt sorununun
rejimi kilitlemesi ve İslamcıların
Refah Partisi'yle hükümet ortağı
olması (Refahyol Hükümeti, 1997) neoliberal yeni sömürge kapitalizmini çok yönlü krizlere sürükledi. Düzenin, DSP, CHP,
MHP gibi (özellikle Ecevit-Bahçeli ulusalcımilliyetçi-faşist ekseni) seçenekleri ülkeyi krizden çıkaracak politikalar geliştiremedikleri gibi, yolsuzluk ve çürümeyi derinleştirdiler. Krizin derinleşmesi, aynı zamanda
yerleşik burjuva partilerinin temsil krizine girerek çözülmesini getirdi.
120
lıçdaroğlu yaklaşık bütün delegelerin oyuyla partinin 7. genel başkanı seçildi. Kurultayda öyle bir hava esti ki, sanki
epeydir eski rejimin "tutucu" mevzilerine sinmiş bir vaziyette bekleyen "sol değişim hareketi", Deniz Baykal'ın çekilmesiyle, atılım yaptı. Sanki AKP'nin "değişimcilik" noktasındaki hoyrat hegemonik üstünlüğü karşısında başı
önünde ezik bir şekilde dolaşan sol, yıllardır beklediği fırsatı yakaladı: Sanki "artık rüzgâr tersine döndü!"
120
TSK, neoliberal devletin silahl› gücü olarak düzeni tehdit eden toplumsal
hareketlere karfl› koyacak flekilde yeniden yap›land›r›lmaktad›r. Orduya,
emperyalizmin bölgesel gücü olarak, sömürgeci iflgallerde ve bölgenin sistemle bütünlefltirilmesi operasyonlar›nda etkin görevler verilmektedir
Veysel Dere
T
CHP'nin 33. Genel Kurul'u (22-23/05) yapıldı. Kemal Kı-
REJ‹M
AKP’nin ve Tayyip Erdo¤an’›n kiflili¤inde sömürge tipi faflizmin iktidar›na
yerleflen ‹slamc› liberal rejim, neoliberal dönüflüme yerleflik bir düzen
kazand›rd›. “Statükocu düflmanlar›n›” kolayl›kla altedip devrimci hareketin
olmad›¤› koflullarda halk›n politik muhalefetini denetim alt›na alarak
rejimin krizinden bir süreli¤ine de olsa baflar›yla ç›kan AKP, gelinen noktada kaç›n›lmaz olarak kendi krizini de büyütmektedir
Levent Kara
Cumhuriyetin kurucu partisi CHP'nin siyasallaşma süreçleri, o zamandan beri iki ana akımın parti içi iktidar mücadelesinin sonuçlarına bağlı olarak biçimlendi: Asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin devletçi, ulusalcı, statükocu çizgisi ve
sosyal demokrat, halkçı çizgi. Kapitalizmin özellikle kriz
ve yeniden yapılanma koşullarına bağlı olan bu iki çizgiden
biri egemen parti çizgisi olarak öne çıktı. Neoliberal yeni
TSK'n›n iktidar
çat›flmalar›n›n gölgesinde
kalan dönüflümü
‹slamc› liberal rejim
T
CHP'de yenilenme mutabakat›;
ama hangi eksende?
sömürge kapitalizminin kriziyle ve AKP iktidarının yavaş
yavaş inişe geçmeye başlamasıyla birlikte, şimdi CHP de
sancılı ve uzun bir yeniden yapılanma sürecine girdi. Parti
içi akımların, partinin kitle temelinin, sermaye temsilcilerinin ve görüldüğü kadarıyla popüler halk temennisinin mutabakatıyla kurultayda kuvvetli bir yenilenme isteği ortaya
çıktı. Düzenin beklentileri açısından Kemal Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığında somutlanan bu mutabakatın
önünde şimdi ciddi bir yenilenme şartı var: Neoliberal krizin yıkımından doğan emek eksenli tepkileri sisteme eklemleme ve gene bu süreçte ortaya çıkan neoliberal kimlik
gerilimlerini yeni düzenle uyumlu hale getirme. Kısacası,
uzun zamandır yeri doldurulamayan sol liberal partileşme
boşluğu, düzenin ana akım sol partisiyle doldurulmak istenmektedir… Elbette bunlar evdeki hesap. Çarşı hesabı,
yani piyasaların, sokağın, kırk yıllık taşlaşmış parti yapısının, partinin geleneksel kitle temelinin, partinin halkla/işçi
sınıfıyla ilişkilerinin ve yeni genel başkanın kişisel dönüşümünün barındırdığı gerilimlerin hesabı, işte onu süreç gösterecek. Ama sürecin bugün gösterdiklerine bakacak olursak:
120
S‹YASAL REJ‹M
Sömürge tipi faflizmin iktidar›nda
E
AKP iktidarının yumuşak karnında tepkileri biriken işçi sınıfının/halkın düzenle bağlarının zayıfladığı kırılgan alanlara itmektedir. AKP ise tam anlamıyla bir sermaye partisi
olmasının gereğini yaparak iktidarını derinleştirmenin ve
emeğe yeni saldırı programlarının peşinde.
Toplumsal hareket sendikac›l›¤›:
Güney Afrika örne¤i
Tekel iflçilerinin direnifliyle yeniden gündeme gelen, emek hareketinin krizi, iflçi s›n›f›n›n yenilenme dinamikleri ve hak hareketlerine iliflkin tart›flmalara küçük bir katk› olmas› amac›yla toplumsal hareket sendikac›l›¤›
üzerine haz›rlanm›fl bir çeviri yaz›s›n› sunuyoruz
Karl von Holdt*
‹fiÇ‹ HAREKET‹
T
oplumsal hareket sendikacılığı (THS) kavramı
ilk kez, ilerici akademisyenler tarafından
1980’lerde Brezilya, Güney Afrika, Güney Kore ve Filipinler’de ortaya çıkan militan, hareketli sanayi sendikalarını anlamak için geliştirildi.
Yeni sendikal stratejiler THS olarak adlandırmaya başlanırken, bu akademisyenler yüzlerini bu örgütlenmeleri incelemeyi sağlayacak kavramsal bir çerçeve geliştirmek üzere,
toplumsal hareket kuramına çevirdiler. Önemli sorunlarla
karşı karşıya kalan Kuzey’deki sendikaların da Güney’deki
yeniliklerden birşeyler öğrenebileceğini savundular.
Güney’in THS deneyimi, bu deneyimin gidişatı ve yarattığı kuramsal sonuçlar daha kapsamlı biçimde çözümlenmelidir. Bu durumun en önemli nedeniyse, bu hareketlerin de
kendilerini yaratan politik, ekonomik ve işyeri koşullarının
değişmesiyle birlikte yeni zorluklar; hatta bir kriz yaşıyor
olmalarıdır.
THS’den halk›n
haklar› hareketine
“Toplumsal hareket sendikac›l›¤›” kavram›, Türkiye’de ilk kez
1990’l› y›llar›n ortalar›nda yayg›nlaflan “sendikal kriz” ba¤lam›nda,
“S›n›f Hareketinde Yön” dergisi sayfalar›nda gündeme geldi.* S›n›f
mücadelesinin ve iflçi s›n›f› hareketinin yaflad›¤› politik-örgütsel kriz,
faflist devlet fliddeti ve sermayenin maddi üretim koflullar›na
yönelik sistemli müdahaleleri taraf›ndan tek tarafl› biçimde belirleniyor gibi göründü¤ü koflullarda, THS, kapitalist sald›rganl›¤a karfl›
yükselen ilk militan iflçi tepkileri dalgas›n›n örgütsel ifadesi oldu.
Ba¤›ml› kapitalist ülkelerde gerek bafll› bafl›na birer sendikal model
(Brezilya, Güney Kore, Güney Afrika), gerekse iflçi s›n›f›n›n gerçek
bir e¤ilimi (1991 Zonguldak kenti direnifli) olarak ortaya ç›kan
“toplumsallaflm›fl iflçi hareketi” örnekleri, henüz “elvada proletarya”
sözünün hakim say›ld›¤› bir dönemde, iflçi s›n›f›n›n dünya çap›ndaki
yeniden do¤uflunun ilk iflaretlerini verdiler. THS, 1990’l› y›llar›n ikinci
yar›s› ve 2000’lerde Türkiye’de giderek daha yayg›n biçimde
tan›nan ve sa¤-sol yorumlara konu olan bir kavrama dönüflürken,
yukar›da say›lan “klasik” THS örneklerinin ana mücadele konusu
olmayan bir sorun da, dünya iflçi s›n›f›n›n bafll›ca gündemine
dönüfltü: yayg›n mülksüzlefltirme ve güvencesiz çal›flt›rma.
Öte yandan toplumsal hareket sendikac›l›¤›n›n, merkez ülkelerin
statükocu sendikal modelinin tarihsel-pratik bir elefltirisi olan klasik
örnekleri, 2000’li y›llarda yayg›nlaflan güvencesizleflme sald›r›s›na
karfl› mücadelede ve dolay›s›yla iflçi s›n›f› hareketinin tarihsel krizini
aflmada baflar›s›z oldular. THS modellefltirmesine temel oluflturan
Brezilya, Güney Kore gibi örneklerde, bir dönemin militan
sendikalar›, yeni ortaya ç›kan güvencesiz iflçiler hareketlerini
kucaklamakta önemli eksiklikler sergilediler ve yeni statükocu
yap›lara dönüfltüler. Bir baflka deyiflle, belirli bir tarihsel döneme
(1980’lere) özgü THS örnekleri de, ortaya ç›kan yeni güvencesiz
iflçi hareketleri ve neoliberal sald›r› ma¤durlar›n›n radikal do¤rudan
eylem hareketleri taraf›ndan tarihsel-pratik bir elefltiriye tabi tutuldular. 2000’li y›llar›n neoliberalizme karfl› geliflen toplumsal
hareketleriyle yeni iflçi hareketlerinin birli¤inden do¤an halk
hareketleri, klasik toplumsal hareket sendikac›l›¤› kab›na art›k
s›¤mamaya bafllad›lar. Ba¤›ml› kapitalist ülkelerde 1980’li y›llar›n
özgün koflullar› alt›nda oluflan politik halk muhalefetinin flemsiye
kavramlar›ndan birisi olarak gündeme gelen klasik “toplumsal
hareket sendikac›l›¤›n›n” bilinen örnekleri krize girerken, iflçi
s›n›f›n›n oldukça farkl› maddi, toplumsal ve politik koflullarda
ortaya ç›kan hak mücadeleleri, klasik THS kavram›n› aflan yeni
politik kavramlaflt›rmalara ihtiyaç duyuyor. Güney Afrika örne¤ine
dair tart›flmalar dönüflümün önemli yönlerine dikkat çekerken, bir
yandan da THS modellefltirmesinde neyin biçim, neyin öz
oldu¤unu anlamam›z›n ipuçlar›n› sunuyor. ‹flçi s›n›f› hareketi ise,
1905 Rus devriminden bu yana bize ayn› ipucunu gösteriyor: “Kitle
grevleri ve kitle mücadelesi baflar›l› olacaksa, gerçek bir halk
hareketine dönüflmeli, yani proletaryan›n en genifl kesimlerini kavgaya çekebilmelidir”. (Rosa Lüksemburg, “Kitle Grevi”)
*
Bak. “Sendikal Krize Güneyin Yan›t›: Toplumsal Hareket Sendikac›l›¤›, SHY,
fiubat 1995, S. 1; http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=1078
120
Yeni bir siyasallaflma
dönemine girerken
Neoliberalizme karfl› savunmac› tepkilerinin yenilgisinden sonra uzun bir sessizli¤e
gömülen s›n›f hareketi, üzerindeki ölü topra¤›n› at›yor. Ad›m ad›m izleyerek, AKP
iktidar›n›n huzurunu kaç›ran güvencesiz iflçi hareketleri ve halk›n hak mücadeleleri,
devrimci öznenin güvencesizlik k›l›¤›ndaki muhteflem dönüflünü haber veriyor
T
ürkiye yeni bir siyasallaşma dönemine giriyor. Bu hiçbir siyasal öznenin dışında kalamayacağı; ya yenilenerek sürece etkin müdahale edeceği ya da etkisiz kalarak çözüleceği köklü bir dönüşüm süreci olacak.
Bu sürecin belirleyici politik öznesi, hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı hareketidir. 1980'lerden 1990'ların sonlarına dek birinci kuşak neoliberal saldırı dalgası karşısında savunmacı hareketinin bastırılmasıyla uzun bir
sessizliğe gömülen işçi sınıfı, güvencesizleştirmeden ve güvencesizlikten doğan işçi ve hak hareketleriyle sınıflar mücadelesinde "tehlikeli bir düşman" olarak yerini aldı. Güvencesizlik, işçi sınıfı hareketinin yeni bir siyasallaşma eksenini oluşturuyor. Ancak işçi sınıfı hareketinin bastırılmasıyla, onun ağır bedeller
ödenmiş yenilgisinin üstüne basarak yerleşik bir düzen haline gelen neoliberal dönüşüm, güvencesizlerden yükselen yıkıcı tehditle yeni bir siyasallaşma sürecine girdi. Bu süreçte egemenler arası iktidar savaşımları ikinci plana düşerken, düzen derinleşen krizinden emeğe yönelik kapsamlı bir saldırı planıyla çıkmaya çalışıyor.
İşçi sınıfının neoliberalizme karşı ilk savunmacı başkaldırısının eski rejimin bütün egemen güçlerinin görece ittifakıyla bastırılması, düzenin neoliberal ilkelerce dönüşümünün önünü actı. Sınıf hareketinin
bastırıldığı bir ortamda daha ellerinin kanı kurumadan egmenler, yeni düzenin iktidarı için şiddetli bir
çatışmaya tutuştular. Tarihin cilvesine bakın ki, 2010'u yarıladığımız bugünlerde, artık eski rejimin egemen kanadının da bazı tasfiye operasyonlarıyla direncinin kırıldığı bir dönüm noktasına gelindi. Eski rejimin egemen iktidar gücü olan asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin direnci epey kırıldı. İktidar blokunun
gerilerine itilerek, en azından belli bir süre, siyasal-toplumsal bir güç olarak belirleyici bir konumdan uzaklaştırıldı. Böylece egemenler arası iktidar savaşımını temel alan siyasallaşma ekseni bütünüyle önemini ve
güncelliğini yitirmese de (zaman zaman yine gündemin ilk sıralarına tırmandırılsa da) artık eskisi kadar
siyasallaştırma gücü kalmadı. Eski seçkinlerin direnci kırıldıktan sonra, onlardan devralınan miras, AKP
iktidarı tarafından neoliberal donanımlarla pekiştirilerek sürdürülmektedir. AKP, İslamcı liberal bir rejim
biçimiyle sömürge tipi faşizmin iktidarına yerleşti. İslamcı hareketten getirdiği teşkilatçılık yeteneklerini
ve kendisiyle ilişkili sanayi, ticaret ve finans burjuvazisinin sınıfsal dinamizmini devletin geleneksel gericiliğiyle buluşturan AKP, ikinci büyük dönüşümün eşiğine geldi.
Bu dönüşüm sürecinde ilk hamleyi merkez sağ ve geleneksel devlet yapısı üzerindeki hegemonyasını genişleterek yapmaktadır. İktidara tırmanırken "özgürlük", "değişim" ve "demokrasi" kavramları üzerinde
hegemonya kuran AKP, şimdi en sıkıntılı olduğu konuda, yani "devlet"in sahiplenilmesi konusunda hegemonya girişimlerini artırmaya başladı. Sırada "cumhuriyet", "Atatürk" ve "TSK"nın sahiplenilmesi var.
Bu kavram ve kurumlar üzerinde hegemonya kurmak, iktidarını borçlu olduğu çatışmanın doğası gereği
öteki kavramlarda olduğu kadar kolay olmasa da, bunu bir zorunluluk olarak gerçekleştirmek durumunda. AKP hegemonyasını "klasik bir merkez sağ partiye" doğru genişletmek, eldeki kuşu ürkütmeden, orada birikmiş olan devlet deneyimini de iktidarına katmak zorunda. İslamcı entelektüellerin yeni bir devlet
tanımı arayışları (Ali Bulaç, "Kerim devlet", Zaman, 24/04 ) bunun bir örneğini oluşturmaktadır. Yine
2
Atatürk ve 1923 cumhuriyet döneminin ilk atılımının büyük tarihi
vizyonu, bir muasır medeniyetleşme atılımı olarak bugün Avrupa
Birliği üyeliğinden neoliberal hak ve özgürlüklere kadar AKP'yle
ilişkili burjuvazi tarafından sahiplenilmektedir. (Aktaran Ergin Yıldızoğlu, "Kemalizm öldü, Yaşasın Kemalizm", Cumhuriyet, 12/05,
Gökhan Bacık (Zaman yazarı)-Dariush Zahedi, Foreign Affairs
web sitesi) Yine AKP, toplumsal muhalefet eylemleri karşısında
gösterdiği düşmanca tepkiyle İslamcı, piyasacı gericiliğine şimdi bir de tipik faşist, antikomünist gericiliği eklemiş oldu. Elbette bütün bunlar İslamcı hareketin ve devletin geleneksel yapısında belirleyici dinamikler olarak zaten vardı; ancak bunlar, AKP'nin son atılımlarıyla neoliberal çerçevede yeni bir senteze
ulaştırılmaktadır. Böyle bir sentez sayesinde, bir zamanlar AKP'nin etkili bir ideolojik silahı olan "iktidardayken muhalif" görünmek ve bunun söylemiyle ezilenlerin desteğine kazanma siyasetinin yetmezlikleri
de giderilecektir. Buradaki can alıcı sorun, neoliberal kapitalizminin krizi derinleştikçe, eski çatışmanın
doğası gereği devlete (yargıya, TSK'ya) yeni görevler verme sürecindeki yetmezliklerin aşılmasıdır.
Böylece yenenler yenilenlerin bütün devlet geleneğini kendi iktidarına katarak, artık birinci plana yükselen siyasallaşma ekseninde olgunlaşan uzlaşmaz çelişkilerle ve büyük kriz dalgalarıyla karşılaşmaya hazırlanabilirler. Eski rejimin bir eleştirisi ve aşılması olarak neoliberal kapitalizmin iktidarına gelen AKP,
ömrünü tüketmiş statükocu düşmanlarını çok kolay alt etti ve devrimci hareketin olmadığı koşullarda halkın politik muhalefetini bir süreliğine de olsa denetim altına aldı. Ancak o büyük iktidar başarısının kaçınılmaz sonucu olarak her geçen gün büyüyen başka bir düşman yarattı. O düşman, güvencesizlik kılığında her gittiği yerde AKP iktidarını adım adım izleyerek huzurunu kaçıran devrimci işçi sınıfından başkası değildir.
Güvencesizlikten doğan dinamiklerin, geleneksel hiçbir muhalefet kalıbına sığmayan hareket biçimleri,
iktidar tarafından dinci-piyasacı gerici, antikomünist bir söylemle "tehlikeli sınıflar" olarak baş düşman
ilan edilmelerine yol açtı. Güvencisizlikten doğan işçi ve hak hareketleri, henüz politikleşmiş bir sınıf hareketi olarak tarihsel sahnede yerini almamışken bile iktidarın artan tedirginliği, yürünmesi gereken yola
ilişkin ipuçları vermektedir. Bu ipuçları, hak hareketlerinin, neoliberal programı kesintiye uğratabilme potansiyelinde görülmektedir. Yine bu ipuçları, hak hareketlerinin, iktidarın gündelik yürütme etkinliklerine
karşı sıklaşan şaşırtıcı baskınlarında ve sendikal bürokrasiyi taraf olmaya zorlayan fiili müdahalelerinde
görülmektedir. İşte egemenlerde uyanan tehdit hissinin pratik temeli budur.
Ancak bu noktaya kolay gelinmedi. Türkiye işçi sınıfı ağır yenilgilerden geçip büyük bedeller ödeyerek
güvencesizlik eksenli yeni siyasallaşma eksenini yakaladı. 1980'lerden 2000'lere neoliberal yeni sömürge
kapitalizminin yerleşik bir düzene dönüşmesi, temelde egemenler arası iktidar çatışmalarından doğan yenilgi ya da zaferlere bağlı olarak gerçekleşmedi. İşçi sınıfının yüzlerce yıllık kazanımlarını temsil eden bi-
3
‹flçi s›n›f›
hareketinin
yeni siyasallaflma
sürecinin
baflar›s›, birbirinden
ayr›flmaya
zorlanan
ulusal,
s›n›fsal,
siyasal vb.
dinamiklerin
birleflik bir
s›n›f hareketi
olarak politikleflmesine
ba¤l›d›r.
Halk›n
ba¤r›ndaki
bütün politikleflme biçimlerini ortak
kesen öznelik
konumu,
"proleterlik
konumu"dur.
Bugün proletaryan›n ve
tüm halk›n
ortak ç›karlar›n›n temsil
bayra¤›
güvencesiz
iflçi s›n›f›n›n
ve halk›n hak
mücadelelerinin elindedir
rikiminin faşist baskı ve güdümleme yöntemleriyle yenilgiye uğratılmasıyla oldu. Bu dönemde yükselen
sol, emek ve toplumsal muhalefet hareketleri ardı ardına liberal-ulusalcı/milliyetçi-sosyal demokrat eksenlerde oluşan iktidar saldırılarıyla bastırıldı. Yeni düzenin iktidarına oynayan egemen siyasal güçler, devrimci öznenin tasfiyesinde mutabakata vardılar. 12 Eylül faşizminden, sosyalizmin yenilgisinden ve ilk neoliberal uygulamalardan doğan saldırıların yoğunlaştığı zorlu koşullarda gelişen militan kadro yapısı ve
mücadele birikimi tasfiye edildikten sonra, emek hareketi ve işçi sınıfı, uzlaşmacı sendikal bürokrasi kanıyla büyük ölçüde denetim altına alındı.
Bu dönemde işçi sınıfının siyasallaşma eksenini, işçi sınıfının tarihsel birikimini ve kazanımlarını tasfiye
eden neoliberal saldırı karşısında, kazanımları koruma mücadelesi oluşturdu. Ne var ki, bu mücadele bugünkü hak mücadelelerinden farklı bir çerçevede ortaya çıktı. Savunmacı-korumacı bir eylem tarzıyla gelişen hareket, güvencesizleştirilmeye karşı ülke çapında bir savunma hattı oluşturup hareketi siyasallaştırmaktan ziyade, yerel, bölgesel, sektörel ölçekte tek tek kazanımlara odaklanan bir eylem çizgisi izledi. Bu
savunma hattıyla, neoliberal saldırı programından doğan büyük mülksüzleştirme, metalaştırma ve işçileştirme dalgasının sınıfsal dinamizmini, devrimci özneyi oluşturacak biçimde örgütleme şansı yoktu. Devrimci hareketin bulunmadığı koşullarda toplumsal muhalefet ya da Kürt hareketiyle de buluşamayarak
kendi sınırlarında yetersizliğe düşen emek hareketinin, engelleyemediği neoliberal dönüşümün yerleşik bir
düzen kazanmasıyla o günlere özgü siyasallaşma dönemi de sona ermiş oldu.
Yeni siyasallaşma döneminin eksenine güvencesizlikten doğan hareketler yerleşti. Bugüne dek halkın hak
hareketleri ve güvencesiz işçi hareketleri olarak kendini gösteren bu siyasallaşma süreci, bütün ücretlilerin güvencesiz işçiye dönüştürülmeleri ve halkın toplumsal yaşamının güvencesiz bir yaşama dönüştürülmesinden gücünü almaktadır. Burada güvencesizlik, toplumsal yaşamın ve ücretli çalışmanın temeline
yerleşerek hem işçi hareketlerinin, hem de halkın hak mücadelelerinin ortak keseni durumundadır. Sürecin, güvencesizliğin işçi hareketlerini, hak mücadelesinin ise halk hareketlerini ilgilendirmesi gibi bölünmelere uğratılması gerçeklerle örtüşmez. İşçilerin hak mücadelesinden başlayıp da düz bir evrim çizgisi
izleyerek halkın hak mücadelesine ulaşılacağı ya de tersi bir yaklaşım ilerletici olamaz. Daha başından
itibaren süreç, bütün alanlardaki hak mücadelelerini birlikte ele alan bütünsel bir yaklaşımla örgütlenmelidir. Bu iki süreç iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan mücadelelerden oluşmaktadır. İşçi sınıfı hareketinin bu yeni siyasallaşma sürecinin başarısı, birbirinden ayrışmaya zorlanan sınıfsal, siyasal ve toplumsal
dinamiklerin birleşik bir sınıf hareketi olarak politikleştirilmesine bağlıdır. Mühendis, doktor, avukat, devlet bürokrasisinde çalışanlar olarak orta sınıflar her geçen gün güvencesizleşerek işçileştiriliyor. Geleneksel işçiler yeni güvencesiz statülerde yeniden işçileştiriliyor. Bir güvencesizlik olgusu olarak işsizlik, işçi
sınıfının yapısal etkin bir parçası haline geliyor. Bütün bunlar halkın yoksullaştırılması ortamından besleniyor. Başta Kürtler bütün ezilenler, salt kimlik özelliklerine indirgenerek neoliberal düzenle bütünleştirilmeye çalışılıyor. Tarımsal üreticiler, doğanın-çevrenin acımasızca tahribatıyla birlikte yıkıma uğratılıyor...
İşte bütün bu hareketleri ortak kesen öznelik konumu proleterlik konumudur. Proleterlik konumu, neoliberal kapitalizmin derinleşen krizlerinden temel çıkış politikası olarak geliştirilen, "emek maliyetlerinin
ucuzlatılması ve emeğin güvencesizleştirilmesi" politikalarının zorunlu bir sonucudur. Yeni işçi eylemlerine sert tavırlarla yaklaşan AKP iktidarının da eli mecbur ödünsüzce derinleştirdiği bu temel politika, güvencesiz işçi sınıfını, bütün ezilenlerin "evrensel temsilcisi" durumuna getirmektedir. Bu evrensel devrimci proleterlik konumu olmadan, "adil paylaşım", "sürdürülebilir çevre", "hayırsever dayanışma" gibi politikalarla diğer bütün hareketlerin düzen tarafından eklemlenmeleri olasıdır. Neoliberal düzen, yalnızca, derinleşen krizlerinden ve dayandığı olmazsa olmaz güvencesizleştirme politikalarından dolayı işçi sınıfının
yeni proleterlik konumuyla uzlaşamamaktadır. Tekel, İtfaiye, Marmaray ve taşeron sağlık işçilerinin eylemlerinde görüldüğü gibi, güvencesizlik, bu eylemler sayesinde bütün muhalefet kesimlerinin yüzleştiği
ve buna bağlı olarak vaziyet almaya zorlandığı bir siyasallaşma dinamizmini oluşturmaktadır.
Her yeni siyasallaşma dönemi, bir önceki dönemin siyasal sınıfsal yapılarında kaymalarla, yer değiştirme,
çözülme ve yeniden yapılanmalarla gelmektedir. Daha dün "laik-ulusalcı orta sınıfların cumhuriyet mitingleri"yle coşarak AKP'yi "boş varoş edebiyatı" yapmakla suçlayan CHP teşkilatçıları, bugün "orta sınıf-yoksullar ittifakıyla" önlerine çıkan sol-liberal iktidar fırsatını yakalamaya çalışıyorlar. Eski bürokrasi
seçkinlerini ve sosyal demokrat halkçı eğilimleri temsil eden geleneksel parti içi akımların; Kemalist, ulu-
4
salcı, laik, halkçı ve liberal ideolojilerin kırmasından oluşan eklektik bir sol liberal yapılanmayla bu hedefine ulaşıp ulaşmayacağı ayrı bir konu. Ama CHP'yi bu noktaya getiren toplumsal sınıfsal temeldeki köklü değişimler ve çözülmeler, bütün sol-yasal partileri ve parti girişimlerini de aynı oranda etkilemektedir.
Bütün sol partiler, üzerinde yükseldikleri temelin yeni siyasallaşma gereklerine yanıt verme zorunluluğuyla karşı karşıyalar. Üstelik aynı temele ve kulvara neoliberal siyasallaştırma ilkeleriyle -şimdilik en azından söylem düzeyinde- yönelen CHP'yle birlikte bu sefer zorlu bir rakiple de karşı karşıyalar. Güvencesizlerin uzlaşmaz militan eylemlerinde yankılanan sınıflar mücadelesi, onları, yeni sol liberal reformist
çizgiyle aralarına kalın duvarlar örüp güvencesiz işçilerin ve halkın hak mücadelelerinin devrimci militan
çizgisiyle yakınlaşma noktasında yüzleşmeye zorlamaktadır. Farklı sol yapıların hareket noktası ne olursa olsun, "cumhuriyetin kazanımlarının sosyalist bir eksende korunmasını" bir siyasallaşma ekseni olarak
benimseyenlerden, "Müslüman demokratlara kadar uzanan bir ittifaklar ekseniyle statükocu devlet bürokrasisini kuşatmaya" kalkışanlara dek, er geç hepsinin geldiği ortaklaşma-yüzleşme hattı budur.
Bir zamanlar burjuva liberal haklar katalogunda bulunması nedeniyle güvensizlik duyulan "haklar" kavramı, bugün büyük ölçüde halkın hakları mücadelesinin militan emeğiyle toplumsal muhalefetin ve solun
merkezine yerleşmeye başladı. Güvencesizliğe karşı militan mücadeleler sayesinde, haklar kavramı, devrimci stratejilerin kurucu kavramları olarak yeni bir çerçevede yeniden üretilebileceği yönünde devrimci
sol-sosyalist-komünist akımların ve militan aydınların-akademisyenlerin ilgi ve güvenini çekmeye başladı.
1980'lerin ortalarından bugüne dek, 12 Eylül faşizmine karşı demokrasi mücadelesinden neoliberalizme
karşı taşeron işçilerin ve halkın hak mücadelelerine dek, Halkın Devrimci Yolu'nun üzerinde yürüdüğü siyasal çizginin temel başarısı tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Güvencesizlikten doğan uzlaşmaz çelişkiler ve buradan doğan çatışmalar, işçi sınıfının devrimci siyasallaşma ekseni olarak yeni bir sınıf hareketini haber vermektedir. Bunu anlamak için parlak bir öngörü yeteneği ya da derin bir uzak görüşlülük gerekmiyor. Türkiye solunda pek çok akımda böyle bir yetenek ve birikim bulunmaktadır. Ancak sorun şu
ki, böyle bir anlayışın, güvencesiz işçiler, ezilenler ve yoksul halk için inandırıcı ve sürükleyici bir devrimci sosyalist çizgi olarak örgütlenmesi o kadar da kolay olmuyor. Bunun için, devrimci hareketin ve solun, devrimci geleneğiyle yenileyici güncel çatışmalar ekseninde buluşma isteği ve iradesi de gerekli. Böyle bir çizginin, bugünün sosyalizmini temsil eden devrimci bir çizgi olarak örgütlenmesi için ısrar ve kararlılık da gerekli. Sürekli güvencesizleştirilen işçi sınıfı ve haklarından yoksun bırakılan yoksul halk kitleleri içinde bulunmayı, devrimci-özgürleştirici bir yaşam tarzı olarak yeniden üretmek de gerekli. Devrimci sosyalist mücadelenin yıllardır biriktirdiği özgürleştirici kültürün, militan mücadele ahlakının, yoldaşça güven ilkesinin, örgütlenme kültürünün ve tam bir adanmışlık duygusunun somut pratik bir çizgiye
dönüştürülmesi de gerekli.
Uzun yıllardır sola, ezilen halka ve işçi sınıfına yönelen faşist baskı, terör ve asimilasyon koşullarında elbette bunu başarmak kolay değil. Her yeni siyasallaşma dönemi, salt genel anlamıyla siyasal toplumsal
kaymalar ve çözülmelerle değil, eski döneme özgü militan siyasal yapı ve kuşaklarda çözülmelerle de gelmektedir. Ancak özünde bir yenilenme ve yeniden siyasallaşma sorunu olan bu sorunun aşılmasının temelinde, yeni döneme özgü devrimci eylem çizgisinin ve politik hareket kuşağının yaratıcı, özgürleştirici ve
militan bir tarzda yaratılması yatmaktadır. Yine bu sorunun temelinde, toplumsal muhalefetin ileri barikatlarında çatışarak üzerinde yürüdüğü çizgiyi gerçekleştiren militanların, örneğin özgün bir "hak mücadelesi militanlığıyla" politikleşen yeni kuşaklarla buluşmaları, açılıp çoğalmaları bulunmaktadır. Yine bu
sorunun temelinde, üzerinde yürünen çizginin toplumsal muhalefet hareketlerine, güvencesiz işçi hareketlerine, halkın hak mücadelesi hareketlerine ve devrimci harekete dönüştürülerek aşılması bulunmaktadır.
Yine yeni bir siyasallaşma dönemine giriyoruz. İşçi sınıfı ve sosyalizm mücadeleleri tarihinin bütün politik hareket kuşaklarına öğreti olmuş çok bilinen bir kuralı vardır. Bütün siyasal yenilenme ve atılım süreçleri, mücadelenin bütün yükünü çeken militanların şöyle derin bir nefes alıp hep yeni baştan başlama tazeliğiyle sürecin ilerici dinamiklerine yüklenmeleriyle başarılacaktır. "Yanılsama içinde olmayan komünistler, umutsuzluğu açık kapı bırakmayanlar, olağanüstü zor görevlerde tekrar tekrar 'baştan başlama' gücü ve esnekliğini koruyabilenler yok olmaya mahkum değildirler." (Lenin)
Halk›n
Devrimci
Yolu'nun
üzerinde
geliflti¤i
siyasal çizgi,
güvencesizlikten do¤an
çat›flmalar
ekseninde
siyasallaflan
yeni bir s›n›f›
hareketinin
gelece¤ini
müjdeliyor.
"Hak
mücadelesi
militanl›¤›yla"
politikleflen
yeni kuflaklar,
devrimci
hareketin ve
sosyalizmin
devrimci
gelene¤iyle
bu çizgide
bulufluyor
5
Türkiye’nin yeni siyasallaflma ekseninde:
AKP’nin kriz sinyalleri
T
ürkiye yeni bir siyasallaşma dönemine girdi.
Bugünden başlayarak genel seçime uzanan bir
süreçte siyasetin yapısında ve öznelerinde köklü bazı değişimleri ortaya çıkaracak koşullar
olgunlaşıyor. Neoliberal dönüşüme, çeşitli
krizlerden geçerek yerleşik bir düzen niteliği kazandıran
AKP iktidarının başarısı, aynı zamanda kendi sonunu da
hazırlıyor. Eski rejimin asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin
alt edilmesiyle güçlenen AKP iktidarı, kendisi dâhil kimsenin dışında kalamayacağı yeni bir siyasallaşma sürecinin
önünü açmış oldu. Kapanmakta olan döneme özgü siyasallaşma ve iktidar savaşımı öznelerinin kazanarak ya da kaybederek de olsa eski konumlarını yitirmeleri, AKP'nin ve
onun ters simetrisinde mevzilenen CHP'nin yeniden yapılanmalarını zorunlu kılıyor. Koşullar nesnel olarak CHP'yi,
6
AKP iktidarının yumuşak karnında tepkileri biriken işçi sınıfının/halkın düzenle bağlarının zayıfladığı kırılgan alanlara itmektedir. AKP ise tam anlamıyla bir sermaye partisi
olmasının gereğini yaparak iktidarını derinleştirmenin ve
emeğe yeni saldırı programlarının peşinde.
CHP'de yenilenme mutabakat›;
ama hangi eksende?
Cumhuriyetin kurucu partisi CHP'nin siyasallaşma süreçleri, o zamandan beri iki ana akımın parti içi iktidar mücadelesinin sonuçlarına bağlı olarak biçimlendi: Asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin devletçi, ulusalcı, statükocu çizgisi ve
sosyal demokrat, halkçı çizgi. Kapitalizmin özellikle kriz
ve yeniden yapılanma koşullarına bağlı olan bu iki çizgiden
biri egemen parti çizgisi olarak öne çıktı. Neoliberal yeni
Hep kerameti kendinde gören egemenler, halk›n çal›nm›fl
yarat›c›l›¤›ndan beslenerek ceplerini
doldurmakta; halk›n çal›nm›fl
gücüne yaslanarak iktidarlar›n›
desteklemekteydiler. Halk›n
çal›nm›fl güzelli¤iyle sanatsever;
çal›nm›fl dayan›flmac›l›¤›yla
yard›msever oldular. De¤iflimcilikle
böbürlenerek halk›n s›rt›na
çürümüfl diktatörlüklerini infla
etmeleri, halk›n özündeki özgürlük
ve devrim dinamiklerinin tersine
çevrilmesinden baflka bir fley
de¤ildir. ‹flte flimdi, AKP iktidar›n›n
ve düzenin en k›r›lgan yerlerine
vurarak kendisinden çal›nm›fl olanlar› geri almaya bafllayan iflçi s›n›f›,
ezilenler ve yoksul halk›n devrimci
siyasetiyle hesaplaflma vakti geldi
sömürge kapitalizminin kriziyle ve AKP iktidarının yavaş
yavaş inişe geçmeye başlamasıyla birlikte, şimdi CHP de
sancılı ve uzun bir yeniden yapılanma sürecine girdi. Parti
içi akımların, partinin kitle temelinin, sermaye temsilcilerinin ve görüldüğü kadarıyla popüler halk temennisinin mutabakatıyla kurultayda kuvvetli bir yenilenme isteği ortaya
çıktı. Düzenin beklentileri açısından Kemal Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığında somutlanan bu mutabakatın
önünde şimdi ciddi bir yenilenme şartı var: Neoliberal krizin yıkımından doğan emek eksenli tepkileri sisteme eklemleme ve gene bu süreçte ortaya çıkan neoliberal kimlik
gerilimlerini yeni düzenle uyumlu hale getirme. Kısacası,
uzun zamandır yeri doldurulamayan sol liberal partileşme
boşluğu, düzenin ana akım sol partisiyle doldurulmak istenmektedir… Elbette bunlar evdeki hesap. Çarşı hesabı,
yani piyasaların, sokağın, kırk yıllık taşlaşmış parti yapısının, partinin geleneksel kitle temelinin, partinin halkla/işçi
sınıfıyla ilişkilerinin ve yeni genel başkanın kişisel dönüşümünün barındırdığı gerilimlerin hesabı, işte onu süreç gösterecek. Ama sürecin bugün gösterdiklerine bakacak olursak:
CHP'nin 33. Genel Kurul'u (22-23/05) yapıldı. Kemal Kı-
lıçdaroğlu yaklaşık bütün delegelerin oyuyla partinin 7. genel başkanı seçildi. Kurultayda öyle bir hava esti ki, sanki
epeydir eski rejimin "tutucu" mevzilerine sinmiş bir vaziyette bekleyen "sol değişim hareketi", Deniz Baykal'ın çekilmesiyle, atılım yaptı. Sanki AKP'nin "değişimcilik" noktasındaki hoyrat hegemonik üstünlüğü karşısında başı
önünde ezik bir şekilde dolaşan sol, yıllardır beklediği fırsatı yakaladı: Sanki "artık rüzgâr tersine döndü!"
Şimdi bütün tartışmalar, kurultay rüzgârının sahiciliğinin
ve sürekliliğinin olup olmadığının etrafında dönmektedir.
Bu bir yana, kesin olan bir şey var ki, o da kurultayın, iktidardan muhalefete, İslamcılardan sola, liberallerden ulusalcılara dek hemen bütün kesimleri etkilemiş olduğudur. Ayrıca halkın popüler ilgisini çekmiş olması ise başlı başına
önemlidir. En karamsar olanlar, bunun şişirilmiş bir hava
olduğu ve dağılacağı; en iyimser olanlarsa, bunun sol bir
değişim dalgasının ve bu dalganın sonunda gelecek sol bir
iktidarın habercisi olduğu görüşündedirler.
Sahiciliği ve sürekliliği bir yana bırakılırsa, kurultayda esen
sol rüzgâr, kuvvetini esasen CHP'nin hâlihazırdaki yenilenme dinamiklerinden almıyor. Zaten böyle bir hazırlık ve
teşkilatlanma da yürütülmedi. Kurultayda esen sol rüzgâr,
7
GÜNDEM
kurultay düzenleyicilerinin bilinci ve iradesi dışında, yeni
bir siyasallaşma ve hareketlenme sürecine giren işçi sınıfının taze soluğunun kurultayda şöyle bir esip geçmesidir.
Şimdilik o kadar, daha fazlası değil. Yıkıcı neoliberal saldırılar karşısında son yıllarda özellikle güvencesiz işçilerin
ve hak mücadelelerinin halkta yarattığı etkiler, sol bir beklenti ve heyecanlanma olarak kurultaya da yansımadan
edemezdi. Devrimci Sağlık-İş'in yıllardır büyük bir sabır ve
kararlılıkla sürdürdüğü güvencesiz sağlık işçileri mücadelesi, Tekel işçilerinin etkileyici Ankara direnişi ve nihayet
muhteşem 1 Mayıs Taksim kazanımı, AKP baskıları altında uzun süredir sinmiş bir halkın, sola ve kendine olan güvenini tazeledi. Bu tazelik, hiçbir ayrım gözetmeden düzenin bütün köhnemiş yapılarında ya içerden çatlatarak ya
doğrudan baskınlar yaparak kendini hissettirmektedir. Halkın iktidardan faşist terörle ya da asimilasyonla sistematik
olarak dışlandığı; işçi sınıfının sistematik bir dışlama yöntemiyle sendikal yönetimlere katılamadığı koşullarda kürsü
işgal etmek, yol kesmek gibi eylemler bir fiili militanlık örneği olduğu gibi, aynı zamanda birer doğrudan demokrasi
pratiğidir.
CHP'liler açısından sorun, bu havanın gerçek bir yenilenme
hareketine dönüştürülüp dönüştürülemeyeceğidir. Sorunun
yanıtı öncelikle parti yapısının yenilenmesinde saklıdır ki
burada kısa dönemde daha çok, Kılıçdaroğlu'nun gerçek bir
lider haline dönüşebilmesi ve parti içi akımların yeni yönelimleri belirleyici olacak.
Kurultayın şaşırtıcı havasının gerçek bir siyasallaşma sürecine dönüştürülmesi, burada iddialı hemen bütün kesimlerin temel politik sorunu haline geldi. Öncelikli beklenti Kemal Kılıçdaroğlu etrafında oluşmaktadır. CHP kitlesinin
geniş desteğini, ortalama halkın ilgisini ve neredeyse artık
kendilerinden umut kesilen sol siyasetçilerin katılımıyla bir
nevi CHP içi mutabakatın temsilcisi olarak genel başkan
seçilen Kılıçdaroğlu, acaba koltuğu doldurabilecek mi?
Şimdilik Kılıçdaroğlu'nun çizdiği görüntü, onun daha çok
bir zoraki kahraman olarak öne çıktığıdır. Hemen herkesin
yıllardır özlemle beklediği sol önder koltuğuna ansızın itilmiş bulunan Kılıçdaroğlu, sadece beklenti hanesinin kuvvetli bir enerjiyle dolu olduğu biçimlendirilmeye açık, şekilsiz bir politik kimlik olarak siyaset sistemindeki yerini aramaktadır. Kendine yakıştırılmaya çalışılan hiçbir lakap, tıpkı dökülecekmiş
Cin olmadan adam çarpanlar›n, her daim emperyalizmin
sofras›nda çöplenenlerin krizi f›rsata çevirme
giriflimcili¤i anlafl›l›yor da ya sana ne demeli “Brezilya
iflçi s›n›f›n›n devlet baflkan›”?! Eskiden metal iflçisiydin,
flimdi emperyalizmin sofras›nda gerçek bir "kalamar"a
("lula") dönüfltün!
8
GÜNDEM
gibi duran markalı gömlek gibi üzerine tam oturmuyor.
("Markasını ve parasını bilmiyorum; görevliler önerdi, ben
de giydim" dedi.) Önceleri "Gandi Kemal"di; kurultay sonrasında solun solunda yer alan bir "Halkçı Kemal"e dönüştü. Ancak burada gerçek şu ki, üstesinden gelir ya da gelemez; ama Kemal Kılıçdaroğlu'nun kişiliğinde ete kemiğe
bürünen sol-halkçı beklentiler, onu, çelişkilerle, kararsızlık
ve ileri atılımlarla dolu sancılı bir dönüşüm sürecine soktu
bile. Şimdilik Ecevit şapkasıyla ve halkçı söylemiyle düzen
solunun geleneksel değerlerini öne çıkaran Kılıçdaroğlu,
bu sürecin sonunda, neoliberal politik girişimciler piyasasının hızla tükettiği bir "lider artığı"na, bir "genel başkan karikatürü"ne ya da karizmatik bir sol liberal önder figürüne
de dönüşebilir. Koşullar illa ki kendine uygun ("uyumlu")
politik liderini yaratacaktır.
Kuruluşundan 1960'ların sonlarına dek CHP, devlet kuran
parti, Kemalist küçük burjuva diktatörlüğünün yürütme gücü, DP'nin yürütme gücünü temsil ettiği oligarşik diktatörlüğün muhalefeti olarak işlev gördü. Genel olarak elbette
Türkiye kapitalizmin egemen güçlerini temsil etmekle birlikte, hareket ve yürütme gücünü asker-sivil bürokrasi seçkinlerinden aldı. '60'ların sonlarından '70'lerin sonlarına ve
'80'lerin sonlarından '90'ların sonlarına dek klasik sosyal
demokrasiye yaklaşan bir çizgi izledi. İlginçtir, her iki dönem de işçi sınıfının siyasallaşmasının ve toplumsal muhalefetin yükselme yıllarına denk gelmektedir. Şimdi yine
böyle bir döneme giriliyor ve CHP yine bir yeniden yapılanmanın eşiğinde bulunuyor.
Bu süreçte en ciddi sürtüşme noktası CHP'nin teşkilat yapısında ortaya çıkmaktadır. Kurultayda Baykalcıların etkisiz
kılınmasıyla birlikte, iki ciddi güç odağı belirleyici konuma
geldi: Önder Sav ve Gürsel Tekin. Bundan sonrasına ilişkin
pek çok gelişme bu iki gücün çekişmelerinin ortak damgasını taşıyacak gibi görünüyor. Yılların Önder Sav'ı partinin
bütün taşlaşmış yapısını, eski rejimin asker-sivil bürokrasi
seçkinlerinin siyasal girişimlerini temsil ediyor. Genel merkez örgütlerinden Türkiye'nin ücra köşelerindeki küçük
parti çekirdeklerine kadar tam anlamıyla Sav'ın denetiminde bulunuyor. Zaten Kılıçdaroğlu gibi bürokrasiden devşirilen, aşağıdan teşkilatçılık duyarlılıkları ve yetenekleri olmayan birinin partinin merkez çekirdeğinde bölünme olmadan genel başkanlığa yükselme şansı zayıf olurdu. Haliyle Kılıçdaroğlu'nun önderleşme sürecinin hakiki bir "Önder"leşmeyle eski bürokrasi seçkinlerine teslimiyete dönüş
olasılığı göz ardı edilmemeli. Ne var ki, özellikle eski rejimin egemen güçlerinin AKP karşısında tökezleyerek geri
bir konuma çekilmelerinin onlara bel bağlayanları hayal kırıklığına uğrattığı bir ortamda, bunca parti kurdunun arasından sıyrılan Kılıçdaroğlu için bu olasılık en zayıf olasılık
gibi görünüyor.
Öte yandan, bunun karşısında diğer bir gerçek güç olarak,
partinin en güçlü örgütünün başında bulunan ve bütün
"halk adamı" pohpohlamalarına karşın İstanbul sermayesinin kanatları altında kuluçkaya yatmış bir siyasetçi olan
Gürsel Tekin var. Neoliberal siyasetçi kalıbına uygun bir
siyasetçi olan Tekin, takım çalışmasına yatkın, pragmatik,
girişimci özellikleriyle Kılıçdaroğlu'nu sol liberal kulvara
çekiştirecek bir kurnazlığa sahiptir. Yerel seçim 2009'da
Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisinin İstanbul çalışması, CHP siyasetinde özlenen bir takım çalışması projesi olarak epey takdir toplamıştı.
Bu bakımdan Sabah gazetesinden Sevilay Yükselir’in şu
9
GÜNDEM
haberi bir hayli anlamlı. Benzer bir haber Milliyette de çıktı: "Ancak buna mukabil, Kılıçdaroğlu kurultay salonunda
konuşmasını yaparken, salonun tam karşısındaki Radisson
SAS Otel'in lobisinde karşılaştığımız İstanbul İl Başkanı
Gürsel Tekin ilginç ve beni çok şaşırtan bir yorumda bulundu. "Kötüydü! Çok kötüydü hem de! Çünkü bu konuşma
metnini ben kaleme almadım. Benim hazırladığım konuşma metni dün gece yarısı operasyonu ile değiştirilmiş birileri tarafından. Benim hazırladığım metinde iktidarı hedef
alan konuşmalar ve Başbakan'ı hedef alan polemikler yoktu! Muhalefetin m'si yoktu! CHP'nin değişen vizyonunu,
bundan sonra yapacaklarımızı anlatan konular vardı sadece. Üzgünüm ama ben de sizlerle birlikte ilk kez dinliyorum bu konuşmayı. Şaşkınlık içindeyim. Ne yazık ki kötü
bir metin" deyip, sonuna da, "Ne yazık ki medya Kılıçdaroğlu'nu yanlış yönlendirdi!" dipnotunu ekleyince bu sohbete tanık olan Milliyet Yazarı Serpil Yılmaz, Taraf'tan
Star Gazetesi'ne henüz transfer olan Elif Çakır'la hep beraber atladık üzerine... "Ne demek medya yanlış yönlendirdi
Gürsel Bey? Nasıl yani, bu konuşmanın metnini medyadan
birileri mi hazırladı yoksa?" deyip, son cümlesinin kodlarını çözmeye çalıştık ama maalesef pek bir bozuk ve mutsuz
hal içinde olduğunu hissettiğimiz Tekin, tüm ısrarımıza
rağmen sorularımızı cevapsız bırakıp ortamdan kaçmayı
yeğledi."
Üstelik bu kulvarda Gürsel Tekin yalnız değil. Neoliberal
yeni sömürge kapitalizminin sol liberal bileşenindeki boşluğun yıllardır giderilememesinin sıkıntılarını yaşayan ege-
men sermaye kesimleri, mevcut CHP ortamını kendi projeleri lehine şekillendirme girişimlerine başladılar bile. Bu
arada Doğan medya grubunun şiddetli desteğini anmadan
geçmeyelim… Konuşmasına "yoksulların, işçilerin haklarını korumak için geliyoruz" diye başlayan Kılıçdaroğlu,
kurultayda yüzü sola ve halka dönük bir söylem kullandı.
Sermaye fırsatı kaçırmadı; Aslı Aydıntaşbaş'ın kaleminden
(Milliyet, 24/05) kalın kırmızı çizgilerle destek şartını ileri
sürdü: "Ancak unutmayalım ki, Türkiye hâlihazırda dünyanın 16. büyük ekonomisi; global finans sistemine entegre;
G20'de; yılda 20 milyar doğrudan yabancı yatırım alıyor;
sıcak para akışı küresel krize rağmen devam ediyor; yaklaşık 600 milyar dolarlık bir bankacılık ve finans sektörü var;
ülkemiz sağdan sola muazzam bir enerji havzasının kilidini elinde tutuyor; ticaret ve girişimcilik bazında kendi bölgesinde süper güç olma yolunda… Ekonomiyi sınıf mücadelesi eksenine oturttu. Bütün bunlardan hepimiz [Sermaye-emek bütün sınıfları kast ediyor] faydalanıyoruz; hepimizi zenginleştirecek bir vizyon ortaya koymalı. Bunun
için projeler sunması, ekonomiyi sınıf dinamiği ötesinde de
görebilmesi lazım."
İşte bütün sınıflara kazandıran sermaye formülü budur!
Parti meclisine yeni seçilen sosyoloji profesörü Sencer
Ayata'nın kavramlarıyla yeniden ifade edersek, "CHP orta
sınıflarla yoksulların ittifakını sağlamalı." Anımsanacağı
üzere, eski asker-sivil bürokrasi seçkinlerinin önderliğinde
eski kentli orta sınıfların "cumhuriyet mitingleri" ekseninde siyasallaştırılması girişimleri başarısız oldu. Elbette
GÜNDEM
bunda AKP'nin, Ergenekon operasyonlarıyla yürüttüğü iktidar hamlelerinin payı son derece büyüktür. Fakat burada
gerçek sorun şu ki, AKP iktidarına karşı bu siyasallaştırma
girişimi, orta sınıfların; devlet memurlarının, adliye, maliye
ve mülkiye bürokrasisinde çalışanların, mühendis, doktor
gibi yani hızla işçileştirilen, kendisi "beyaz yakalı, ama yeni yeni "mavi" hayatın sıkıntılarını yaşamaya başlayan kesimlerin "güvencesizleştirilmekten doğan" sınıfsal dinamizmini örgütlenmesini temel almıyordu. (Belki sadece görebilenler için bunu görünür kılıyordu o kadar!) Şimdi yoksullarla buluşturularak yeni bir politik dinamizmin ortaya çıkarılması düşünülen bu kesimler, aslında işçi sınıfının en dinamik ve eğitimli yeni öznelerini oluşturmaktadır. İşte parlatılarak Kılıçdaroğlu'nun önüne konulan sol liberal proje, orta
sınıf-yoksullar ittifakının siyasallaşmış gücüyle, artık
AKP'nin doldurmakta zorlandığı boşluğun doldurulmasıdır.
Peki, bunun halk açısından anlamı nedir? Bütün o solcuhalkçı söylemin ardında ezilenlerin güvencesizlikten doğan
sınıfsal konumlarının yeniden üretilerek düzenle bütünleştirilmesinden öte, reformist bir seçenek bile görünmüyor.
Şimdilik en yakın olasılık, neoliberal dönüşümün yıkıcı etkisiyle altındaki toplumsal temelin kayması sonucu çözülmekte olan "orta sınıf solculuğu"nun (liberal ve ulusalcı akımlar),
CHP'nin kökleriyle buluşturulmuş bir
"sol liberal" kulvarda toparlanmasıdır.
Öte yandan, neoliberal dönüşümün
yerleşik bir düzene dönüşme-
Ey "suyunda sürgün
sular›" Munzur'un
"müfettifl" evlad›,
bak flimdi atalar›n›
süren devlet partisinin
bafl›na da geçtin.
Görülüyor ki,
sermayenin
"h›rs›z-müfettiflçilik"
oyununda aslans›n
kaplans›n (!)
Peki, halk›ndan
çal›nm›fl olanlar›n da
pefline ayn› "yürek
ferahl›¤›"yla
düflebiliyor musun?
ye başlamasıyla birlikte, AKP de yavaş yavaş bir "klasik
düzen partisi"ne dönüşmeye başladı. Kendi varlık sebebi
olan iktidar hasmını alt edip iktidara yerleştikçe, mağdurların uzun iktidar yürüyüşü de sona ermiş oldu. Bu son aynı
zamanda AKP-CHP siyaset karşıtlığını oluşturan neoliberal siyasallaşma sürecinin bir döneminin de sonu anlamına
gelmektedir. Sistem artık yerleşik bir düzen haline gelmiştir ve sömürge tipi faşizmin iktidarında artık İslamcı liberal
bir rejim oturmaktadır. Eski rejimin krizinden doğan yıkımların telafisinin vaat edildiği kuvvetli bir hegemonyayla AKP, dışlanan yoksul emekçi halk sınıflarını neoliberal
düzene yeniden eklemledi. Emperyalizmin bölge projelerinin, tekelci sermayenin bütünsel projelerinden doğan taleplerin ve yükselen "öteki" burjuvazinin iktidar beklentilerinin birliğini sağlayarak sermayenin iktidarını pekiştirdi. Fakat böylece kendi krizine giden yola önemli bir kilometre
taşını da döşemiş oldu.
Kılıçdaroğlu, başbakana, halkın eskiden seslendiği gibi
"Tayyip" değil de "Recep Bey" diye hitap ederken aslında
halkın eski bir yarasını kaşıyordu. Bundan böyle AKP, büyük bir kitlesel seferberlikle iktidara yürüyenlerin değil, yine de en azından yaklaşan seçimler açısından en az onun
kadar önemli olan iktidardan ciddi beklentileri olanların
desteklediği partidir. Öncelikle
belirtelim ki, AKP'nin halk
üzerindeki inandırıcılığı,
özellikle sistem karşıtlarını sisteme eklemleme gü-
GÜNDEM
cü ve sermaye sınıflarını neoliberal dönüşüm üzerinde birleştirme yeteneği hâlâ yeri doldurulabilir görünmüyor.
Özellikle neoliberal kimlik politikalarının temelini oluşturan gerilimlerin çözümünde CHP'nin ulusalcı-liberal eksende oluşan "koalisyon-mutabakat" yapısı henüz AKP'ye
alternatif oluşturabilecek bir yönelim oluşturmamaktadır.
Bununla birlikte AKP de yürüttüğü sermaye programıyla
bu beklentileri karşılayamamakta ve eski hegemonik marifetiyle bu programın yıkıma uğrattıklarını sisteme eklemlemede eskisi kadar başarılı olamamaktadır. Başarısızlık bir
yana güvencesizlik eksenli muhalefet, AKP'nin giderek tipik sağcı (dinci gerici, antikomünist) yanını iyice açığa çıkarmaktadır. Bu bakımdan Erdoğan'ın CHP kurultayı sonrasında söylediği "yoldaş-candaş medya" sözleri eski bir
yarayı kaşıyor gibi. Yine aynı şekilde, Hüseyin Çelik,
"bunlar soğuk savaş siyaseti diyor…" Bildik, sağın birliğini komünizm alerjisi yaratarak sağlama siyaseti.
Son günlerde AKP hegemonyasının Kürt-sol-emek ayağının aksaması karşısında, klasik İslamcı söylem, hayırseverlik uygulamaları ve halkın tepkilerinin şiddetle bastırılması
dışında bir politika görünmemektedir. Tersine sermaye
programının en saldırgan maddelerinin uygulandığı yeni
bir sürece giriliyor.
Eme¤e-halka yeni ekonomik sald›r›
program›
Başbakan Erdoğan'ın Tekel işçilerine karşı saldırgan tavrı,
hadi diyelim bir iktidar refleksiydi. Öyle ya, kendisiyle birlikte temsil ettiği sermaye iktidarının sürekliliğini tehdit
eden işçi eylemine, değil Erdoğan, hiçbir işçi düşmanı iktidar tahammül edemezdi. Peki, başbakanın Zonguldak'taki
grizu patlamasının ardından halkın tepkilerine karşı tavrına
ne demeli? Daha 30 maden işçisinin 500 metre toprağın altındaki cesetleri çıkarılmadan, başbakanın aynı toprağın üstünde halka hitaben yaptığı konuşma olayın basit bir iktidar
refleksi olmadığını gösteriyor:
"… bu olayın kaderinde var, fıtratında [yaradılışında] var…
Bunu sağa sola çekmeye de kimsenin ne fikri derinliği, ne
düşünce derinliği yetmez. Niye yetmez? ... Senin kazaya,
kadere imanın yoksa o ayrı mesele zaten… Çıkmışlar şunu
söylüyorlar: 'Efendim niye bunlar taşerona verildi?' 5 yıldır
bu taşeron orada çalışıyor; 5 yıldır orada bir olay olmamış.
Bunlar sadece galeri açmak için bu görevlerini yapıyorlar.
[Başbakanın özrü kabahatinden büyük. Kömür çıkarma işini taşerona vermediklerini, galeri açma işini verdiklerini
söylemek istiyor.]... Bu yörenin insanları bu tür olaylara
alışık; ölüm bu mesleğin kaderinde var…Tabii oradaki acı-
Avrupa’da yeni bir kriz ve
s›n›f mücadelesi dalgas›
Dünya daha Eylül 2008’de ABD’de patlak veren finansal krizin flokunu üstünden atamadan, flimdi de Yunanistan’daki borç krizinin
tetikledi¤i yeni bir dalga ile karfl› karfl›ya. Bu dalgan›n önce ‹spanya
ve Portekiz’i, ard›ndan ‹rlanda ve ‹talya’y› içine alarak tüm Avrupa’y›
tehdit edebilece¤i öngörülerinin ard›ndan, aylar boyunca Yunanistan krizinin derinleflmesini seyreden IMF ve AB harekete geçti. Yunanistan’a 4 y›l içinde 500 milyar Euroluk kredi verilmesini öngören,
IMF destekli bir ekonomik paket aç›kland›.
Sermaye bunun bir “kurtarma” paketi oldu¤unu söylüyor ama 5
May›s’ta, ertesi gün paketi oylayacak olan Yunan Parlamentosunu
uyarmak için son 35 y›l›n en kitlesel ve militan eylemini gerçeklefltiren emekçiler öyle demiyor.
Çünkü temel hedefi, krizin yay›lmas›n› engellemek ve Euro’nun istikrar›n› korumak olarak belirlenen paket eme¤i de topun a¤z›na
koyuyor. Peket neleri mi öngörüyor? Ücretler 2014 y›l›na kadar
dondurulacak. Çal›flanlara ve emeklilere y›lda iki kez verilen ikramiyeler kesilecek. Genç iflçiler deneme süresi ad› alt›nda iki y›l boyunca asgari ücret alt›nda çal›flt›r›lacak. K›sa bir süre önce yüzde 19’dan
21’e ç›kar›lan KDV yüzde 23’e ç›kar›lacak. Benzin, sigara ve alkole
yüzde 10 zam yap›lacak. Tüm kamu yat›r›mlar›nda kesintiye gidile-
12
cek. Tafl›ma ve enerji piyasas› liberallefltirilecek. Emeklilik için çal›flma
süresi 37 y›ldan 40 y›la ç›kar›lacak. Patronlar›n iflçi ç›karmas›n› k›s›tlayan yasalar esnetilecek.
Yunanistan halk› için bir trajedi anlam›na gelen bu “kurtarma” paketi, emek ile sermaye aras›ndaki ç›kar uzlaflmazl›¤›n›n net bir ifadesi
olarak, yükselen bir s›n›f mücadeleleri dalgas›n› da haber veriyor.
Emekçilerin refah devleti döneminden kalma kazan›mlar›n› gasp
etmeyi hedef alan neoliberal düzenlemeleri son birkaç y›ld›r yükselifle geçen bir emek ve halk muhalefetine tak›lan Avrupa sermayesi
bu kez de borç krizinden istifade etmeye çal›fl›yor. Ancak sermayenin bu giriflimi; y›llard›r sendikal hareket, göçmenler ve gençlik aras›nda geliflen neoliberalizme karfl› hareketleri daha etkin bir flekilde
soka¤a ça¤›r›yor. 5 May›s’ta IMF, AB ve hükümete ihtar için Atina
sokaklar›n› dolduran yüzbinlerce emekçinin polis karfl›s›nda sergiledi¤i kitle militanl›¤› ve hükümetin eylemcilere ve potansiyel eylemci
olarak görülenlere yönelik polis terörü muhalefetin radikalleflme,
iktidar›n ise bask›c›laflma e¤iliminde oldu¤unu gösteriyor.
Beklentiler, kriz ve “kemer s›kma” programlar›n›n Yunanistan’la s›n›rl› kalmayaca¤› Avrupa’ya ad›m ad›m yay›laca¤› yönünde. Bu ayn›
zamanda Avrupa’da AB anayasas›na karfl› muhalefetten bafllay›p,
GÜNDEM
yı istismar etmek, provoke etmek isteyen… illegal-legal
malum örgütlerin… Bu benzeri acı olayların AK Parti'yi ve
AK Parti iktidarını yıpratma fırsatı olarak değerlendirilmek
istendiğine şahit oluyoruz…"
Tayyip Erdoğan'ın emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarına dair en genel zihniyetini gösteren bu sözler, aslında AKP
iktidarının hegemonyasının çözülmeye başlamasının telaşını yansıtmaktadır. AKP iktidarı halk üzerinde artık eskisi
kadar inandırıcı olamamaktadır. Sorunun bu yanı, işçi sınıfı siyasetinin oluşturulmasına ilişkin ayrı bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Ancak, tıpkı Tekel direnişinde olduğu
gibi Erdoğan'ın buradaki tavrı, sırf hegemonyası çözülen
bir iktidarın can havliyle refleks göstermesi olarak değerlendirilemez. Psikolojik harekât teknikleri içeren ve ideolojik çarpıtmalarla dolu bu sözler emeğe yeni saldırı programının habercisidir. AKP iktidarı, bundan sonra da emeğin
ve yaşamın güvencesizleştirilmesiyle, işçi sınıfının taşeronlaştırılmasıyla devam edecek. Açıkça işçi sınıfına karşı sermayenin en genel çıkarlarını temsil eden AKP iktidarı, bu
tavırla, kitlesel işçi ölümlerine, nüfusun büyük bir bölümünün artık (gereksiz) nüfus kitlesi haline getirilmesine yol
açan bir programın yürütülmesindeki ısrarını göstermektedir.
e¤itimde özellefltirme, esnek çal›flt›rma, göçmen yasas› gibi neoliberal sald›r›lara karfl› giderek yükselen bir seyir izleyen yeni halk hareketlerinin de yeni ve daha etkili bir muhalefet dalgas› olarak yay›laca¤›na iflaret ediyor. Ne var ki, krizin tek etkisi emek-sermaye çat›flmas›ndaki fliddetlenme olmayacak. AB’nin yaflad›¤› ekonomik güçlükler ve krizden dolay› Avrupa halklar› içinde ›rkç›l›k ve AB’den milliyetçi kayg›larla ayr›lma e¤ilimleri de güçleniyor. Almanlar›n Yunanistan’a kaynak aktar›lmas›na karfl› ç›kmas›, Bat› Avrupa’da gittikçe
fliddetlenen göçmen iflçi düflmanl›¤›, Belçika’da zengin eyaletlerde
yoksul eyaletlerden ayr›lma hedefiyle geliflen ayr›l›kç› e¤ilimler afl›r›
sa¤c› bir yükseliflin de sinyallerini veriyor. Her ne olursa olsun, “yeni
ekonomik paket” oylamas›nda sol ve sa¤ partiler içinde istifalara
yol açan farkl› e¤ilimlerin ortaya ç›kt›¤› Yunanistan’da oldu¤u gibi,
bu kriz dalgas›n›n siyaset sahnesine de yeni bir biçim verece¤i görülüyor.
Komflunun bafl›na gelenleri, Türkiye’nin iyi durumuna gösterge olarak de¤erlendiren AKP iktidar› ve burjuva medya ise yine krizi f›rsata çevirme masallar›yla meflgul. “Yunanistan’dan ürken turistler Türkiye’ye gelecek[mifl], Türkiye’nin istekleri karfl›s›nda Yunanistan’›n eli
Ekonomi “toparlan›yor”
sald›r›lar geliyor!
İktidarın yeni ekonomi politikalarının hareket noktasını
oluşturan bu kavramlar, son zamanlarda, resmi AKP sözcülerinin, ekonomi bürokratlarının ve iktidar yanlısı medyanın dilinden düşmüyor. Bu kavramlar kriz öncesi neoliberal politikaların sürdürülmesi anlamına geliyor. Yeni düzenlemelerle yeniden gündeme getirilen kriz öncesi bu politikalar, faturayı emeğe ödeten sermaye lehine tedbirler
içeriyor. Emperyalizme bağımlı bir sermaye iktidarı olarak
AKP iktidarının, kapitalizmin 1929'dan beri en büyük küresel krizini derinleştiren bu neoliberal politikaları sürdürmekten başka seçeneği yok. Ancak ve ancak bu politikalar
temelinde özel olarak kendi iktidarını sağlama almayı isteyebilir ki, o da artık halkın muhalefeti yüzünden eskisi kadar kolay görünmüyor.
Bu doğrultuda son günlerin önemli gelişmelerinden biri
"mali kural"ın yasalaştırılması girişimidir. Mali kural bu yıl
yasalaştırılacak ve 2011'de uygulamaya konulacak. "Mali
uyarlamalarla, kamunun borç yükünü düşürmek için bütçe
dengesini ayarlama"yı yasal güvence altına alarak sermayeye ve uluslararası emperyalist kuruluşlara selam duran AKP
iktidarı, üstelik bunu en IMF karşıtı görün-
zay›flayacak[m›fl], Türkiye sermayesi Yunanistan’dan banka, fabrika
kapatabilecek[mifl]” Türkiye, te¤et geçip f›rsata çevrilen ilk kriz dalgas›nda, yüzde -15’lik GSMH küçülmesi ve yüzde 16,6’l›k iflsizlik oran›
ile en çok zarar gören “geliflmekte olan ekonomi” olarak kayda
geçmiflti. fiimdi de ana ihracat pazar› olan Avrupa’n›n, para birimindeki de¤ersizleflme ve kemer s›kma planlar› ile yeni bir daralma süreci ile karfl› karfl›ya. Türkiye ekonomisi sadece pazar kaybetme
tehlikesiyle de¤il, kredi olanaklar›nda daralma ile de karfl› karfl›ya. Bu
a¤›r bir borç yükü alt›nda, ancak d›fl kaynak sayesinde yoluna devam edebilen Türkiye’yi yine zorlu bir sürecin bekledi¤ini gösteriyor.
AKP, kredi ve pazar iliflkisini Arap sermayesi ile kuran yandafl sermaye gruplar›n›n görece avantajl› durumuna güvenerek “te¤et geçecek” dese de, bu gruplar›n istisnai avantaj› toplam y›k›m› dengeleyebilecek bir oran› temsil etmiyor.
Yunanistan’›n bugünkü durumu, neoliberalizmin krizinin bast›r›lamad›¤›, pefl pefle patlayan krizlerde kazanan›n daima uluslararas› finans kapital oldu¤u ve hiçbir kapitalist ekonominin fliddetli s›n›f mücadelelerini haber veren bu kaderden muaf olmad›¤› gerçe¤inin
canl› delili.
13
düğü bir zamanda gündeme getirdi. IMF'yi uzakta tutarak
hazırladığı Orta Vadeli Plan'ın (2010-2012) icrasında, kredi
vurguncularına bir mali kural güvencesi verilerek, IMF'nin
bile takdirini kazandı. Özellikle 2009'un son çeyreğinden
beri yürüttüğü sıkı mali disiplin nedeniyle Türkiye'nin mali
yapısının sağlamlığını dile getiren IMF yetkilileri iktidara
gaz vermeyi ihmal etmedi. Türkiye, Ekonomiden Sorumlu
Devlet Bakanı Ali Babacan'ın övünerek söz ettiği G20 çerçevesinde kurulan Finans İstikrar Kurulu'na üye oldu.
Mali kurala göre, "AKP iktidarı, ne kadar bütçe açığı verileceğini, ne kadar borçlanma yapılacağını, belli formüllere
bağlıyor ve iktidarın iradesini (kendisini ve sonraki iktidarları) bu formülasyonun ipoteği altına alarak, neoliberal hedefleri yasa haline getirmeye hazırlanıyor.” (Mustafa Sönmez, Cumhuriyet, 14/05) Krizin faturasını devlet üzerinden
halka ödetme politikası devleti de mali krize sürükleyen bir
sistematik oluşturmaktadır. Büyüyen bütçe açığı ve artan
kamu borç yükü, ancak borçlanmayla ayakta durabilen ekonominin borçlanma kısır döngüsünü tehlikeye atmaktadır.
Böylece borçlanma rejimini yeniden yapılandıran mali kural, piyasaların, yani AKP’nin, firmaların borçlandığı tekelci sermayenin egemenliğini sağlama almaktadır.
Elbette "ekonomik toparlanma ve büyüme" söyleminin, bir
iktidar yalanı ve bir sermaye ideolojisi olarak sürdürülmesinin bir anlamı var. Örneğin amaçlardan biri sürekli emek
aleyhine işleyen borçlanma rejimini gizlemek. Resmi rakamlar; TÜİK, DPT gibi kuruluşların verileri; TÜSİAD,
MÜSİAD gibi doğrudan sermaye örgütlerinin raporları, kısacası burjuva iktisat matematiği hep bu söylemi desteklemektedir. Sermayenin iç çekişmeleri ve hükümetle olan gerilimleri, borçlandırma yoluyla yapılan emeğe saldırı ekseninde yaratılan uzlaşmayı bozmamaktadır. Ekonominin büyümesi denilen şey, dış borçlanmaya dayalı spekülatif bir
büyümedir. Kitlesel işsizlikler ve artık nüfus yaratan, çarpık
ve adaletsiz bir gelir dağılımı ortaya çıkaran, halkı büyük yığınlar halinde yoksullaştıran bir büyümedir. Burjuva iktisat
matematiğinin hesaplarına göre istenildiği zaman büyüme
gösteren rakamlarının yalanı, bir taşeron temizlik işçisiyle
yapılan söyleşide şöyle ortaya çıkmaktadır: "Yiyemediklerimizi ve giyemediklerimizi saymazsanız, hesaplar doğru!"
İktidarın resmi sözcülerinin bankacılık sisteminin sağlamlığından, hatta "Türk bankacılık sisteminin" (en az yarısı yabancı sermaye ortaklığı) yarattığı kıskançlıktan söz ederken
gizledikleri gerçek, aslında reel sektörün krizidir. "Bankalar
sağlam, kriz teğet geçti" derken, krizin deprem merkezini finansal sektörde arayanları bir süreliğine avutan iktidar yalanı, reel sektörü kırıp geçiriyordu. "Küresel krizde yüzde 5'e
yakın daralan Türkiye kapitalizminde dışa bağımlı sanayi 3
ayda cari açığı yine 10 milyar dolara tırmandırdı." (Mustafa
Sönmez, age.) 2009 yılında sanayi üretiminde gerileme yüz-
14
de 30'u aştı; sanayide işsizlik ise 150 bini buldu. Bütün bu
büyüme ve toparlanma hesaplarının gölgesinde, "resmi işsizlik oranı yüzde 11'den yüzde 14'e çıktı. 2003-2009 arası
tarım dışı sektörlerde yılda ortalama büyüme yüzde 5,1
iken, istihdam artışı yüzde 2,1'de kalmış. Sanayideki büyümü oranı yüzde 5 iken, istihdam artışı sadece yüzde 0,5 olmuş”.
Bu toparlanma emekçi sınıfları işsizlik ile güvencesizlik kıskacında ezmeye yönelik bir toparlanmadır. Başbakan Erdoğan ve TOBB, işsizliğin sorumluluğunu halkın gözünde birbirlerine yıkmaya çalışırken, yine aynı toplantıda Maliye
Bakanı Mehmet Şimşek işsizliğin çözümünün "işgücü piyasalarının esnekleşmesi"nden geçtiğini söyledi. Erdoğan işsizlik sorununu çözmek adına topu sermayeye atarken, Şimşek, onların topa girmesi için gereğini yapacaklarını açıklıyor: “İşgücü piyasaları esnekleşecek” Bu ikili söylem önümüzdeki dönem işsizlikle terbiye edilmek istenen yığınların
daha daralan bir biçimde karşılaşacağı kıskacı göstermektedir. Erdoğan’ın güvencesiz maden işçilerinin o ocağa “bilerek girdikleri”ni ifade etmesiyle bir kez daha görülmüştür ki
“işsizlikle terbiye” ederek güvencesizliğe razı etme stratejisi önümüzdeki döneme damgasını vuracaktır. Timsah gözyaşlarıyla AKP, TÜSİAD, TOBB, TİSK, MÜSİAD'ın birlikte desteklediği "işsizliğe karşı önlem" paketleri ve "Ulusal İstihdam Stratejisi"yle patronları, bir yandan işçileri işten
çıkarmaya teşvik ederken, bir yandan da işçinin hep göz
diktikleri kıdem tazminatı hakkının gaspını planlamaktadır.
Sonuçta yine aynı kısır döngüye takılıp kalıyoruz: Dış borçlanmaya, spekülatif sermaye girişine bağlı çarpık sanayileşme ve yine dış borçlanma yaratıcı istihdam biçimini doğuruyor. Büyük dış borçlar ve yüksek cari işlemler açığı ile
sürdürülebilen bu istihdam artışı, güvencesiz çalışan çocuk,
kadın ve genç işçilerin, tarım, kayıt dışı sanayi ve hizmet
sektörlerinde acımasızca sömürülmesiyle ortaya çıkıyor.
(Erinç Yeldan, Söyleşi, sendika.org)
‹flçi s›n›f›n›n tafleronlaflt›r›lmas›yla,
devlet olarak
emperyalizmin bölge
tafleronlu¤u, neoliberal politikalara
tam bir teslimiyetin
ürünüdür. AKP eliyle
eme¤e sald›rarak
kendi mezar
kaz›c›lar›n› büyüten
kapitalist düzene,
tam da krizin en
derinleflti¤i yerde
iflçi s›n›f›n›n söyleyecek bir çift laf› olacak: "‹yi kazm›fls›n
ihtiyar köstebek!"
AKP iktidarı, görüldüğü kadarıyla, sanki hiçbir şey olmamış
gibi yine aynı kriz dalgasını derinleştiren politikaları sürdürmektedir. Bu onun doğrudan sermaye yanlısı tavrını göstermektedir. Anlaşılan o ki, krizin yıkıcı bedellerini, devlet zoruyla, ekonomik zorla, güvencesizleştirerek, sendikasızlaştırarak baskı altına aldığı emeğe ödeten iktidar, yine bunu başarabileceğine güvenmektedir. Büyümenin ve toparlanmanın maliyeti emekçi sınıflara yüklenmektedir. Emeğin kazanımları, ücretler, sosyal haklar, güvenceler askıya alınmaktadır. İşgücü piyasaları büyük ölçüde taşeronlaşırken kayıt
dışına itilen halkın büyük bölümü toplumsal olarak dışlanmaktadır. Ancak AKP iktidarının bu başarılı liberal dönüşüm adımları aynı zamanda yaşanan bu yeni proleterleşme
dalgasında yeni bir devrimci öznenin oluşumunu da getirmektedir. Marks'ın dediği gibi, kapitalizm, [Tayyip Erdoğan
eliyle] yine kendi mezar kazıcısını yaratmaktadır!
İçerde anayasa değişikliğiyle gündeme gelen iktidarını güçlendirme hamlelerine ve sermayenin emek düşmanı kriz politikalarına hız veren AKP iktidarı, dışarıda ise emperyalizmin bölge politikaları çerçevesinde çalışmalarını bir hayli
hızlandırdı.
Aktif Tafleron’un zor zamanlar›
AKP iktidarı, dış politikada boyunun ölçüsünü alıyor. ABD
emperyalizminin egemenlik krizini fırsata çevirme iddiası
ile sunulan “aktif taşeronluk” siyasetinin aslında krizin yükünü sırtlanmak anlamına geldiği gözler önüne seriliyor. Ermenistan açılımı, Ermenistan’la ilişkileri hala düzeltemedi;
ama Azerbaycan’la ilişkileri bozdu. İsrail’e karşı “One minute” ile başlayıp Ortadoğu’da büyük sempati toplayan
AKP şovları, OECD üyeliği konusunda İsrail’e verilen desteğin ardından oluşan kuşku ve hayal kırıklığını kolay kolay
giderecek gibi görünmüyor. İran’ın nükleer programı konusundaki krizin çözümü için Brezilya ile birlikte ortaya konan “takas anlaşması”, AKP daha şişinmeye bile fırsat bula-
madan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri tarafından işe yaramaz ilan edildi.
Ermenistan’la “ilişkilerin normalleştirilmesi” hedefiyle
2008 yılında başlatılan süreçte, Azerbaycan’la ilişkilerin kötüleşmesi dışında somut bir sonuç alınamadı. Ermenistan ile
hala ortak bir belge imzalanamadı. Ama bu süreçte Azerbaycan Rusya’ya daha fazla yanaşarak Türkiye üzerinden
iletilmesi hedeflenen doğalgaz rezervlerini Rusya projelerine bağladı ve Türkiye’ye satılan doğalgaza zam yaptı. Ne
var ki evdeki bulgurdan olan AKP’nin, dimyattaki pirince
kavuşması da zor görünüyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı
Serj Serkisyan, 22 Nisan 2010 itibariyle sürecin askıya alındığını açıkladı. Çünkü Ermeni soykırımı tasarıları dünya
parlamentolarından geçtikçe içerde maruz kalınan milliyetçi basınç ve Azerbaycan’ı tümden yitirmeme kaygısı,
AKP’yi ‘Ermenistan’ın işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi’ gibi Ermenistan tarafından reddedilen önkoşullar
açıklamak zorunda bırakmıştı. Yine de Türkiye ve Ermenistan yönetimleri, sürecin devam edeceğini söylediler. Bu tuhaf tavrı anlaşılır kılan açıklama ABD dışişleri bakanlığından geldi. Sözcü Philip Crowley, Ermenistan’ın tavrına şaşırmadıklarını; ancak sürecin devam edeceğini açıkladı.
Çünkü ABD dışişleri iki ülkeye de 12-13 Nisan’da Washington’da düzenlenen Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde “Sürecin işlemesini muhafaza edin” demişti. Rus haber ajansı
Regnum gerçeği daha açık ifade etti: “Zirve sırasında ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ‘yol haritası’ konusunda anlaşmaya
vardı…” Kısacası AKP’nin Ermenistan açılımının aslında
Azerbaycan’ı rahatsız ettiği gibi Türkiye’nin ve Ermenistan’ın projesi olmaktan çok ABD’nin projesi olduğu görülüyor. Bir başka ABD projesinde, Gürcistan’ı ABD-NATO
eksenine katmak için “inisiyatif” alan Türkiye, Rusya’nın
2008 yazında Gürcistan’a müdahalesinin kaybedenlerindendi. ABD projesi olduğu malum Ermenistan açılımı da henüz
bir şey kazandırmış değil; ama AKP eli mecbur görevini yapıyor. Üstelik kaybetme korkusu daha ağır bastığından olsa
gerek, içerde kaçak Ermeni işçileri tehcir etme tehdidi gibi
şoven çıkışlara yönelirken, dışarıda da gittikçe mesafe açan
Azerbaycan’ın gönlünü alabilmek için ısrarla sahiplendiği
projeyi tıkayacak şartlar öne sürüyor.
Türkiye’nin İran krizi karşısındaki tutumu, üzerinde en fazla spekülasyon yapılan dış politika konularından biri. Türkiye uzun süredir, İran’la Batı arasında nükleer program konusunda oluşan krizde arabuluculuk girişimlerinde bulunuyordu. AKP tarafından defalarca dile getirilen bu niyet, kesin bir dille reddedilmediyse de tam olarak kabul de görmedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İran’a karşı dördüncü bir yaptırım paketini gündemine alınca nisan başında
yeniden arabuluculuk öneren AKP, İran’ın tek başına Tür-
15
GÜNDEM
kiye’nin arabuluculuğunu kabul etmediğini belirtmesiyle
geri çevrildi. Bunun üzerine Brezilya devreye girdi ve Türkiye de Brezilya’ya eşlik etti. İran’ın zenginleştirilmiş uranyumu nükleer yakıt karşılığında Türkiye’de takas etmesini
öngören anlaşma ilk başta büyük bir ilerleme gibi yansıtıldıysa da ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya’dan ardı ardına
gelen olumsuz açıklamalar krizin yerli yerinde durduğunu
gösterdi. Bu durumu, Türkiye’nin Batı ile ters düşmesi şeklinde yorumlayanlar oldu. Örneğin Financial Times Türkiye
ve Brezilya’yı kastederek “Yükselen güçler Batı’nın kurallarına uymak istemiyor” başlıklı bir yorum yayımladı. Bu
yorumlara yol açan temel yanılgılardan biri, emperyalistlerin İran konusunda net bir tavra sahip olduklarını ve bunun
da olası bir uzlaşmayı yadsıdığını varsaymaları. Oysa ABD,
İran’ı kontrol altında tutmaya ihtiyaç duyduğu gibi bunu ne
şekilde yapacağı konusunda pürüzsüz bir plana sahip değildir. ABD ve BM GK’nin diğer daimi üyeleri (İngiltere,
Fransa, Rusya, Çin), yani nükleer silah sahibi olma hakkını
sadece kendilerine tanıyan bu 5 ülke, kendilerini dünya üzerinde söz sahibi yapan ve sahip olana da bir tür dokunulmazlık sağlayan bu silahın başka ülkelerce geliştirilmesini istemiyor. Nükleer silahlar Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore'de; Ortadoğu'da ise sadece İsrail'de var. Hele de Irak savaşının ardından Ortadoğu’da bir bölgesel güç olma eğilimine giren İran’ın bu açıdan kontrol altında tutulması gerekiyor. Diğer yandan 2000’li yıllarda neoliberal programlara
hız veren İran, gelişimini emperyalist kapitalist sistem içinde görmektedir ve ABD’nin bölgesel müdahaleleri ile çıkar
ortaklıklarına da sahiptir. İran ABD’nin Afganistan’a ve
Irak’a yönelik müdahalelerini ortak düşmana karşı fiilen
desteklemiştir. İran rejiminin ve bölgedeki nüfuzunun kabul
edilmesi halinde bu desteğin çok daha ileri biçimlerinin ortaya konması olasılık dışı değildir. İran’a saldırının yol açacağı maliyet ise Irak’la kıyaslanamayacak büyüklükte olacaktır. Tam da bu nedenlerle ABD içinde çelişkili sesler
yükseliyor; savaşla diplomasi çağrıları birbirine karışıyor.
Örneğin Pentagon’un akıl hocalarından Thomass Barnett,
şöyle diyor: “İran’la yapılacak büyük pazarlığı hayal etmek
zor olmamalı. İran nükleer bombayı elde eder, diplomatik tanınma gerçekleşir. Yaptırımların kaldırılması ve serbest ticaretin açılmasını, İran’ın şer ekseninden çıkarılması izler.
Karşılığında İran, ABD’ye Filistin’de iki devletli çözüm ve
Şii çoğunluğun kontrolünde istikrarlı bir Irak için uzun dönemli destek vermeli, bölgedeki terörist gruplara sağladığı
desteği kesmeli. Ardından Suriye’ye Lübnan üzerindeki egemenliğine son vermesi için ortak baskı uygulanması ve -daha çok sembolik olarak- İsrail’in diplomatik tanıma süreci ile
bu devletin var olma haklarının resmi deklarasyonu geliyor.
Bu pazarlık, umut etmek için çok mu fazla? Kendinize şunu
sorun: Bu adımların atılmadığı bir ortamda Ortadoğu’yu ge-
16
lecekte barış içinde hayal edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum; dolayısıyla İran’ın nükleer bomba elde etmesini on
yıllar içinde Ortadoğu barışı için olabilecek en iyi olasılık
olarak görüyorum.”
Barnett’ın İran’ın nükleer silah elde etmesine dayalı senaryosu bir uçlaştırma olmakla birlikte, uzlaşmanın mümkün
ve ABD çıkarına olduğuna işaret etmesi bakımından anlamlıdır. Sonuç olarak ABD, Bush’un hala iktidarda olduğu
2006’dan bu yana, saldırı tehdidini askıya almaksızın diplomasi seçeneğini de gündemde tutuyor. Saldırı tehdidi, ABD
lehine bir diplomasinin koşullarını oluşturmak açısından da
önemseniyor. İran körfezinde birkaç yıldır uçak gemileri ile
boy gösteren ABD, İran’a karşı nükleer silah kullanma seçeneğini sürekli gündemde tutuyor. Obama’nın nükleer durum değerlendirmesi raporunda biyolojik ve kimyasal silahlarla dahi olsa bir saldırıya maruz kalınması halinde buna
nükleer silahlarla karşı konmayacağı; ancak İran ve Kuzey
Kore’nin bu konuda bir istisna teşkil ettiği belirtiliyor. Nükleer saldırı uzak bir olasılık olmakla birlikte, en uzağı bile
tedirginlik veren bu olasılık dikkatleri Türkiye’ye çeviriyor.
ABD’nin, İran’a karşı kullanabileceğini ima ettiği nükleer
silahlar NATO bünyesinde Türkiye’deki askeri üslerde bulunuyor. Türkiye’nin bu pozisyonu arabuluculuk girişimlerinde İran’ın isteksizliğini de açıklıyor. Öte yandan NATO
üsleri ve operasyonları konusunda ABD’ye karşı gelme şansı bulunmayan AKP iktidarı, İran’ı ABD ile uzlaşmaya ikna
etmek gibi bir işlev üstleniyor. Başarısız arabuluculuk girişimlerinde dahi Türkiye üzerinden İran’a bir mesaj gönderilmiş oluyor: “Uzlaşma seçeneğin var ama daha fazlasını
yapmalısın!” Bu çelişkili sürecin hem sopası hem havucu
olan Türkiye, “yükselen güç” pohpohlamaları bir yana, bölgede belirleyiciliği ve güvenilirliği tartışmalı bir ülke durumundadır. Etkin bir güç olmaktan çok ABD ile bölge arasında dolaylı temas sağlayan bir aracıya dönüşmüştür.
AKP iktidarının dış politikada inandırıcılığını sorgulatan
önemli gelişmelerden biri de İsrail’in Ekonomik İşbirliği ve
Kalkınma Teşkilatı’na (OECD) üyeliğine verilen destekti.
2007’den bu yana OECD’ye katılmaya çalışan İsrail, Türkiye’nin de desteğiyle muradına erdi. İsrail’in 10 Mayıs günü
Paris’te gerçekleşen oylamalarda aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu 31 üyenin oylarıyla OECD’ye kabul edilmesi,
Filistin üzerindeki işgal ve abluka siyasetinin onaylanması
anlamına geliyor. Veto hakkını kullanarak İsrail’in üyeliğini engellemesi mümkün olan Türkiye tercihini Filistin’den
değil İsrail’den yana kullandı. Böylece “van münit”, “alçak
koltuk krizi” gibi şovlarla sözüm ona İsrail’e karşı çıkan;
ancak askeri, ekonomik, diplomatik ilişkileri de tavizsiz
ilerleten AKP iktidarının ikiyüzlülüğü bir kez daha gözler
önüne serilmiş oldu. Filistin’den ve uluslararası dayanışma
hareketlerinden gelen çağrılara kulaklarını tıkayan AKP ik-
GÜNDEM
tidarının bu tavrı ile Ortadoğu’daki AKP/Erdoğan sempatisinin birden tersine dönmesi beklenemez. Ancak Ortadoğu
halklarının direnişçi geleneği ilerde anımsamak üzere tarihe
notunu düştü bile. AKP iktidarı ile birlikte Türkiye-İsrail
ilişkilerinin gerilediği iddialarının karşısında, Türkiye-İsrail
stratejik ittifakı dimdik ayakta durmaktadır. Özellikle “terörizme karşı” istihbarat paylaşımı ve silah ticareti konusunda
son dönemde belirgin bir ilerleme de görülmektedir.
PKK’ye karşı operasyonlarda kullanılmak üzere İsrail’den
sipariş edilen Heron casus uçakları mart ayında ülkeye geldi. “Alçak koltuk krizi” mizanseni sürerken, AKP’nin İsrail’e yolladığı müsteşarları tarafından son rötuşları tamamlanan anlaşma ile getirilen uçaklar nisan ayında Kandil’e yönelik bombardımanlarda kullanıldı. Yine nisan ayında Türkiye’nin davetlisi olarak gelen bir İsrailli heyet Türkiye-Irak
sınırındaki karakollarda ve birliklerde 5 gün boyunca içeriği açıklanmayan çalışmalar yürüttü. Tank modernizasyonu,
istihbarat paylaşımı ve askeri teknoloji geliştirme üzerine
son iki yılda imzalanan anlaşmalar da yürürlükte. Bu kadar
sıkı bir ilişki, AKP’nin İsrail karşıtı şovlarını da açıklıyor.
AKP, Ortadoğu halkları açısından tiksinti veren bu sıkı ilişkiyi gizleyebilmek için “one minute” gibi çıkışlara, “Filistin’e yol açık” gibi tantanalı uluslararası yardım ve dayanışma şovlarına ihtiyaç duyuyor. Ancak gelişen Türkiye-İsrail
stratejik ittifakının, özellikle OECD’deki oylama sonrası,
utangaç biçimlerde de olsa sorgulanmaya başlandığı ve gerek İslamcı hareket içinde gerek Filistin kurtuluş hareketi
içinde çeşitli eleştirilere konu olduğu görülüyor.
Türkiye’yi emperyalizmin sorun alanlarında bir aktif taşeron olarak “bölgesel güç” haline getirmeye çalışan AKP iktidarını çeşitli biçimlerde zorlayan bu süreçler, önümüzdeki
dönem siyaset gündemindeki olası gelişmeleri etkileyecek
bir dizi sonuç açığa çıkarıyor. Birincisi AKP dış siyasetinin
gerçek dinamik ve sınırlarının ne olduğu giderek belirginleşiyor. AKP emperyalizmden bağımsız bir dış siyaset izlememekte, hatta emperyalizme yaranmak için attığı kimi
adımlar da beğenilmeyip boşa düşmektedir. Bu görünür bağımlılık hali, bölge ülkelerinde bir güven sorunu yaratmakta ve AKP iktidarının arabuluculuk önerileri reddedilmektedir. AKP iktidarının Türkiye ve bölge halkları nezdinde yaratmaya çalıştığı imajı da zedeleyen bu durum, emperyalistler açısından da AKP’nin özgün işlevini, yani onun “ılımlı
İslamcı” siyasetini sınırlamaktadır.
İşte böylesi bir ortamda ABD’den gelen yeni AKP yorumlarına dikkat çekmek gerekmektedir.
Mart ayında ABD eski büyükelçisi Morton Abramowitz ve
eski dışişleri bakanı James Baker AKP’ye yönelik uyarılar
içeren bir yazı kaleme aldı. Yazıda Erdoğan'ın “giderek daha otoriter, eleştirileri hor gören bir lidere dönüştüğü” eleştirilerine yer verildi ve bir de uyarı çekildi: “Batı şimdiye
kadar AKP'yi övdü ancak, Türkiye'nin AB ve daha geniş demokratik dünyanın bir parçası olabilmesi için esas olan büyük değişimleri ilan etmekten kaçınarak Türklere iyilik yapmıyor.” ABD’nin Abromowitz ve Baker’ın kaleminden ifade ettiği uyarı, iddia ettikleri gibi Erdoğan’ın “otoriter” tutumundan değil, “ılımlı İslamcı” ve “aktif (taşeron) dış politika” siyasetinin bugün geldiği tıkanmadan ve beklentileri yeterince karşılayamamasından dolayıdır. Ola ki AKP bu tıkanma karşısında, “emperyalizme bağımlılık” gerçeğini
unutmaya kalkarsa, ona bu gerçek de hatırlatılacaktır. Ancak bu bağımlılık aynı zamanda tıkanmanın başlıca nedenlerinden biridir. Bu da AKP dış politikasının giderek olgunlaşan kriz dinamiğine işaret etmektedir.
AKP'nin kriz dinamikleri
Egemen siyasetteki değişim ve yeniden yapılanma girişimleri, Türkiye siyasetinin yeni bir siyasallaşma sürecine girmiş olduğunu göstermektedir. AKP iktidarının inişe geçmesi ve CHP'nin yeniden yapılanma girişimleri bunun yüzeydeki görüntülerini oluşturmaktadır. AKP'nin sömürge tipi
faşizmin iktidarını İslamcı liberal bir rejimle yürütmesi, iktidar savaşımında rakiplerine karşı açık üstünlük sağlaması
ve yine neoliberal programın uygulanmasındaki başarılarının sonucu olarak neoliberal yeni sömürge kapitalizminin
krizi de yeniden derinleşmeye başladı. Şimdiye dek egemenler arası iktidar savaşımlarına bağlı gelişen siyasallaşma
süreci, artık belli bir olgunlaşma noktasına ulaştı. Ne egemenler ne de ezilenler için bu siyasallaşma ve çatışma ekseni daha fazla geliştirici değil. En azından AKP iktidarı açısından, önceki dönem kutuplaştırma siyasetiyle emek eksenli halk muhalefetini denetim altına alacak, hele hele iktidarının destek temeli haline getirebilecek niteliğini yitirmektedir. Dış siyasette bütün havalı girişimlere karşın, bu
haliyle aktif taşeronluk politikaları belli bir süre sonunda
AKP iktidarının sıkıntılı-krizli konularından biri haline gelmektedir. AKP'nin tam da krizin bedellerini emeğe ödeten
emek-halk düşmanı politikalarını artırdığı bir dönemde,
şimdiye dek hep ters simetriğinde yer alarak hep AKP iktidarını güçlendiren karşıtlıklar üreten CHP, sol ve emek söylemlerini bol keseden kullandığı bir yeniden yapılanma sürecine itiliyor. Güvencesiz işçi sınıfının ve hak mücadelelerinin ateşleyici etkisiyle halkın, AKP iktidarından umutları
yavaş yavaş kestiği ve solda bir canlanma etkisi yarattığı bir
zamanda, CHP'deki bu kıpırdama AKP'yi ana siyasal kurgusunu değişime zorlayan bir gelişmedir.
Bu bakımdan AKP’nin ve neoliberal kapitalizmin en kırılgan
yerinde işçi sınıfı, ezilenler ve yoksul halk durmaktadır. Düzeni yeni bir siyasallaşma sürecine zorlayan ve iktidarın kırılma noktalarından vurarak, süreci çok boyutlu devrimci bir
krize dönüştürecek olan da işçi sınıfının devrimci siyasetidir.
17
S‹YASAL REJ‹M
Sömürge tipi faflizmin iktidar›nda
‹slamc› liberal rejim
AKP’nin ve Tayyip Erdo¤an’›n kiflili¤inde sömürge tipi faflizmin iktidar›na
yerleflen ‹slamc› liberal rejim, neoliberal dönüflüme yerleflik bir düzen
kazand›rd›. “Statükocu düflmanlar›n›” kolayl›kla altedip devrimci hareketin
olmad›¤› koflullarda halk›n politik muhalefetini denetim alt›na alarak
rejimin krizinden bir süreli¤ine de olsa baflar›yla ç›kan AKP, gelinen noktada kaç›n›lmaz olarak kendi krizini de büyütmektedir
Veysel Dere
T
ürkiye'de siyasal mücadele, cumhuriyetin başından beri "rejim düşmanı" gibi gösterilen İslamcı hareketin, son yıllarda, kitlesel bir iktidar
partisi olmasının koşullarını yarattı. '70'lerin
sonlarında sokaklarda boy gösteren "bir İslamcı militan"ın, 2000'lerde adım adım karizmatik bir "devlet
adamı"na dönüşmesine tanık olduk. Devlet adamlığı geleneğinin "seçkin temsilcileri"nin burun kıvırdığı Recep Tayyip Erdoğan, büyük kitleleri coşturan, uluslararası üne sahip bir önder kültüne dönüştü. Kişisel karizması partisinin
önüne geçti.
Yeri geldiğinde sokakta, yeri geldiğinde bürokraside hep
devletin hizmetinde görev yapan İslamcı hareketin işbitirici (pragmatik) önderi Tayyip Erdoğan, miadı dolmuş "asker-sivil devlet seçkinleri"ne karşı bir halk kahramanı gibi
şişiriliyor. Oysa bilinen kuvvetli bir kahramanlık öyküsü
yok. Nasıl oluyor da, ezilenlerin siyasal rejimle bütünleştirildiği bütün kavşaklarda hep devletin hizmetinde olan İslamcı hareketin önderi AKP-Erdoğan, "eski devlet seçkinleri" karşısında halka bir kahraman gibi görünüyor? Daha
önemlisi, nasıl oluyor da sömürge tipi faşizmi yeniden yapılandıran AKP iktidarı (İslamcı liberal siyasal rejim), "otoriter devlet ve rejim geleneğinde demokratik bir açılım" gibi görünüp aynı anda hem emperyalistlerin hem egemen sınıfların hem de ezilenlerin kitlesel desteğini alabiliyor?
Bunu, zorba bir devletin halkta yarattığı bıkkınlığın, yine
iktidarın olanakları kullanılarak etkin bir kitle desteğine dönüştürülmesiyle açıklamak, doğrusu çok kolay bir açıklama
olurdu. Ezilenlerin ve dışlanmışların içinden sıyrılarak "vu-
18
ruşa vuruşa" devletin tepesine dek tırmanmış bir "halk kahramanı"nın, her eylemi ve söyleminin, halkta mağdurlar
adına seçkinlere atılmış bir intikam tokadı gibi yankılanması anlaşılır bir şeydir. Kaldı ki, iktidardayken bile hep
"mağduru oynayarak" halkın desteğini kazanabilme taktikleri, görmezden gelinebilecek bir yetenek değildir. Bu gerekçeler, Erdoğan’ın halka bir kahraman gibi görünmesinin
bazı nedenlerini açıklasa da, onun asıl başarısını açıklamaz.
Onun en büyük başarısı, 1990’ların sonlarında neoliberal
yeni sömürge kapitalizminin derinleşen krizlerinin bir süreliğine de olsa aşılarak, neoliberal dönüşümün yerleşik bir
düzen haline getirilmesidir.
Kapitalist bir siyasal rejimin temel sorunu, yıkıma uğrattığı
ezilenlerin tepkilerinin düzenle yeniden bütünleştirilmesidir. Baskı ya da rızayla, bastırarak ya da asimile ederek, aldatarak ya da satın alarak tepkilerin düzenle bütünleştirilmesi (eklemlenme), bunun için kullanılan yöntem ve araçlar o rejimin niteliğini ve sağlamlığını belirler. Bu anlamda,
AKP iktidarının temsil ettiği İslamcı liberal rejim, neoliberal yeni sömürge kapitalizminin kendi çok yönlü krizinin
içinden çıkardığı en sağlam rejim biçimidir. Çünkü, dar anlamıyla kendi iktidarını sağlama alma çabalarının ötesinde,
kapitalist bir siyasal rejimin çözmesi gereken iki temel soruna net bir şekilde yanıt vermektedir. Birincisi, AKP iktidarı, neoliberal ilkeler çerçevesinde yürütülen dönüşüm sürecine önderlik ederek, sermaye sınıflarının genel ve ortak
çıkarlarının kesintisiz korunduğu bir düzene yerleşiklik kazandırdı. İkincisi, özellikle krizin derinleştiği 2000'lerde
sürekli ezilen ve dışlanan işçi kitlelerinin, yoksulların, İs-
S‹YASAL REJ‹M
lamcı kitlelerin, Kürtlerin ve Alevilerin
bu düzenle yeniden bütünleştirilebilmesi
için düzenin gereksindiği nesnel adımları
attı. (Kürtlerin ve Alevilerin çelişkili siyasal süreçleri bu nesnel-sistemsel girişimin
gerçekliğini değiştirmiyor.)
1. Kriz ve neoliberal yeniden
yap›lanma
AKP iktidarının önemli bir başarısı da, İslamcı bir kadroyu
iktidarın tepesine çıkarması oldu. Tarihin cilvesine bakın
ki, cumhuriyet tarihinin çok sancılı dönüşüm süreçlerinden
birine, yıllardır rejim karşıtı olarak gösterilen çok özel ve
dinamik bir kadro önderlik etmektedir. Ağırlıkla İslamcı
hareketten, eski bürokratik seçkinlerden, biraz da soldan ve
liberallerden devşirilen bu yeni, genç, girişken kadro, cumhuriyetle yaşıt bir rejim sorunu olan İslamcılığın düzenle
bütünleşmesini sağladığı gibi, krizle birlikte tıkanma noktasına gelen neoliberal atılımın gereksindiği taze kanı oluşturdu.
Özal'ın (ANAP) neoliberal hamlelerinin halkta yarattığı
tepkilerin bir toplumsal muhalefete dönüşmesi, Kürt sorununun
rejimi kilitlemesi ve İslamcıların
Refah Partisi'yle hükümet ortağı
olması (Refahyol Hükümeti, 1997) neoliberal yeni sömürge kapitalizmini çok yönlü krizlere sürükledi. Düzenin, DSP, CHP,
MHP gibi (özellikle Ecevit-Bahçeli ulusalcımilliyetçi-faşist ekseni) seçenekleri ülkeyi krizden çıkaracak politikalar geliştiremedikleri gibi, yolsuzluk ve çürümeyi derinleştirdiler. Krizin derinleşmesi, aynı zamanda
yerleşik burjuva partilerinin temsil krizine girerek çözülmesini getirdi.
İşte bu koşullarda, AKP, 28 Şubat'ın darbeleriyle iyice derinleşen siyasal İslam'ın krizinde bir yenilenme hareketi
("Yenilikçiler") olarak gelişti. Hareketi ve İslamcı kitleleri
neoliberal kapitalizme uyarlayarak krizi aştı. Neoliberal sürece daha önce ANAP döneminde uyum sağlamış Cemil
Çiçek, Abdülkadir Aksu, Köksal Toptan gibi isimleri de iktidarın çekiciliği sayesinde bünyesine kattı. İslamcıların
militanlık potansiyelini hep canlı tutma taktiklerinin yanın-
19
S‹YASAL REJ‹M
nında, onları yeni düzenle bütünleştirme stratejisiyle hareketin önünü açtı. Sermayenin dolaşımına ve iktidar çatışmalarına koşut son derece verimli sonuçlar ortaya çıktı. Sokak
militanlarından "devlet adamları", "Hacı tüccar-esnaf takımından" kendi deyişleriyle "hakiki burjuvazi" türedi. Kuvvetli bir kitle seferberliğini de arkasına alıp çürümüş yerleşik burjuva partilerini yararak iktidara tırmanan AKP, hızla
neoliberal dönüşüm projelerinin aradığı "ideal özne"ye dönüştü. Tencere yuvarlandı kapağını buldu.
2. ‹ktidar savafl›m›yla örtülen gerçek
Türkiye'de köklü rejim değişimleri, siyasal temelindeki dinamiklerin akışkanlığına bağlı olarak hep şiddetli iktidar çatışmalarıyla ya da askeri darbe gibi ani kesintilerle olur. Yeni sömürge kapitalizmine (çarpık kapitalizm) özgü yapısal
krizler ve istikrarsızlıklar, hep "siyasal ve ekonomik değişiklik" beklentilerinin ve bu beklentileri güdümleyen "kahramanların" iktidara taşındığı temeli oluşturur. Şimdi de öyle, yine bir rejim içi köklü değişim şiddetli iktidar çarpışmaları altında yaşanıyor. Tayyip Erdoğan'ın “Biz her şeyi biliyorduk; [ama koşulların olgunlaşmasını bekledik, demek
istiyor]” sözlerine de yansıdığı gibi, değişim, uzun sürece
yayılmış bir darbe gibi yaşanıyor. Neoliberal dönüşümün
yerleşiklik kazanmasının önünde engel olan eski iktidar kümelenmeleri tasfiye edilirken, darbenin diğer hedefi, halkın
ilerici, devrimci tepkilerinin oluşmasını engellemektir.
Sömürge tipi faşizmin iktidarı için girişilen iktidar savaşımlarında AKP ve TSK odaklarında kümelenmiş egemen
güçler, devlet teröründen halka dağıtılan rüşvete dek her
türlü yönteme başvuruyorlar. Çatışan iktidar odaklarının çıkarlarının halkın çıkarları gibi sunulması bilinen bir meşruluk aracıdır. Yine iktidar savaşımının bir toplumsal saflaş-
‹slamc› liberal rejim, ‹slamc›
hareketin motivasyon,
meflruiyet, enerji ve dinamizmini sisteme kazand›rd›. Dinci
kadrolar, cemaat iliflkileri,
‹slamc› piyasa dinamikleri ve
bireyci, rekabetçi dinsel ideoloji,
rejimin gereksindi¤i taze kan›
sa¤lad›. ‹ktidar›n kuruluflunda,
devletin yeniden
yap›lanmas›nda, yönetiflim
organlar›nda, sivil toplum kurulufllar›n›n, hay›rseverlik etkinliklerinin örgütlenmesinde,
belediyecilik, kontrgerilla, istihbarat, polis ve devlet bürokrasisindeki etkinlikleri ciddi
boyutlara ulaflt›
20
ma ve gerilimle desteklenmesi bilinen bir burjuva iktidar
oyunudur. Bu çatışmaları destekleyen ideolojik saldırıların
ana eksenini "demokrasi" kavramı oluşturmaktadır. Ülkemizde bir türlü mümkün olmayan demokrasiye geçiş süreci, uğruna her türlü anti-demokratik uygulamanın meşrulaştırıldığı; faşizmin demokrasi, terörün barış, çürümenin
yenilenme ve işbitiriciliğin erdem gibi sunulduğu yerleşik
bir düzene dönüşüyor.
Eski rejimin egemen iktidar odağını oluşturan askeri bürokrasiye tutunarak güçlenen ve TSK'nın yeni düzendeki değişen konumuna bağlı mevzi kaybedenler bile demokrasiden
dem vurmaktadır. Onlar AKP iktidarını, "devletin laik demokratik cumhuriyetçi geleneğinden dinci gerici (‘antidemokratik-karşıdevrimci’) bir kopuş" olarak tanımlamaktadır. Buna göre, AKP kendini her nasıl tanıtırsa tanıtsın, aslında onun "gizli bir iktidar planı" var. Ama takiye yaparak,
koşullar olgunlaştığında çıkarıp uygulamaya koyacağı "radikal İslamcı devlet planını" sürekli gizlemeye çalışmaktadır. Doğrusu, AKP gibi derin tarihsel, toplumsal kökleri
olan İslamcı bir kitle partisinin gizli planlarının olmaması
şaşırtıcı olurdu. En azından, kendisini iktidara taşıyan İslamcı kitlelerin bir bölümünün gönlünde bir İslamcı devletin yattığını herkes bilir. AKP iktidarının sürekliliği, bu kitlelerin belli ölçüde tatmin edilmesine bağlıdır. Öyle ki,
AKP’nin zaman zaman bu kitlelerin kimi beklentilerini
canlı tutacak çıkışlar yapması da, artık sıradan bir iktidar
oyununa dönüştü. Yeri gelmişken, bu sıradanlığı, burjuva
iktidar çatışmalarının “olağan gerilimleri” çerçevesinde değerlendirmek yanlış olur. İslamcı kitlelerin dinsel beklentilerinin karşılanması sürecinde ortaya çıkan siyasal-toplumsal gericiliğin küçümsenmesi, telafisi kolay olmayan zararlara yol açabilir. Ne var ki İslamcı gericiliğin tehlikelerini
S‹YASAL REJ‹M
gösteren bu durum, AKP iktidarının sadece bir yanını oluşturmaktadır.
Öte yandan, zaten direnci kırılmış "asker-sivil devlet seçkinleri"ne karşı yeni iktidarın kapısında sıralanan, İslamcı
hareket, liberaller ve soldan devşirilen "iktidar entelektüelleri", AKP'nin demokrasi projesini, "otoriter devlet geleneğinde demokratik bir kopuş" olarak sunuyor. Hatta kimileri AKP reformlarını "burjuva demokratik devrimin tamamlanma hamlesi" olarak değerlendiriyor. İddialara bakılırsa,
bu süreç tamamlandığında ortaya çıkan yönetsel ilke ve düzenekler sayesinde ülkemizde demokrasi tam anlamıyla
yerleşecektir. Yine iddialara bakılırsa, çağın gereklerine
bağlı olarak, siyasal rejimin ve devletin yaşadığı dönüşüm
süreciyle birlikte, temsil ve katılım krizlerinden kaynaklanan sorunlar giderilecek; merkeziyetçilik, katı bürokrasi,
kapalılık ve hiyerarşi yerini, yerelliğe, katılıma, açıklığa,
şeffaflığa, hesap verebilirliğe, sorumluluğa vs. bırakacaktır.
Böylece demokrasi, toplumun kılcal damarlarına kadar yerleşerek eşitlik, özgürlük, adalet ve kalkınma için de sağlam
bir temel oluşacaktır.
3. AKP iktidar›: ‹slamc› liberal rejim
AKP'nin “Demokrasi Projesi”yle, “otoriter devlet geleneğinde demokratik bir kopuş (açılım)” şöyle dursun, devlet,
daha merkeziyetçi ve otoriter biçimlerde yeniden yapılandırılmaktadır. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme
derecelerindeki aşırılık, egemen sınıflar arası (oligarşi içi)
siyasetin ağırlık merkezini de kaydırmakta; bu da siyasal
rejimde değişikliklere yol açmaktadır. Yeni oluşturulan yapıda halkın siyasal toplumsal katılımı bütünüyle engellenmektedir. İddiaların tersine, neoliberal dönüşümle birlikte
"burjuva demokrasi"lerinin kuvvetler ayırımında "yürüt-
Sömürge tipi
faflizm
Sömürge tipi faflizm kavram› ülkemizde illk kez, Mahir Çayan
taraf›ndan, Politikleflmifl Askeri Savafl Stratejisi’ni (PASS)
kavramlaflt›r›rken, yeni sömürge kapitalizminin devlet biçimini
tan›mlamak için kullan›ld›. Devrimci Yol dergilerinde faflizme karfl›
direnifl savafl› kavramsal çerçevesiyle içeri¤i zenginlefltirildi.
1980’lerden 2000’lere Devrimci Gençlik,Yön, Devrim dergilerinde
kapitalist devletin biçimlenmesine iliflkin, özellikle faflizm,
demokrasi, darbe gibi çal›flmalarda aç›klay›c› bir teorik çerçeve
olarak gelifltirilmeye çal›fl›ld›.
Yeni sömürgelerde devletin genel biçimi faflizmdir. Ancak yeni
sömürgelerdeki faflizm, 20.yy’›n bafl›nda Almanya ve ‹talya’da
görülen “klasik faflizm”den farkl›d›r. Öncelikle, yeni sömürgelerde
faflizm kurulufl evresinde güçlü bir kitle deste¤ine dayanmaz;
temel dayana¤›n› emperyalizm oluflturur. Bu nedenle “afla¤›dan
yukar›” bir kitle hareketiyle de¤il, yukardan afla¤›, devlet kurumlar›
vas›tas›yla örgütlenir.
Yerli oligarflilerin, halk› aç›k bir zorbal›kla yönetmek üzere
gereksinim duyduklar› teknik olanaklar›n büyük bir ço¤unlu¤u
emperyalistler taraf›ndan sa¤lan›r. Emperyalistler bununla da
kalmazlar; devletin faflist bir temel üzerinde örgütlenmesi için iç
güvenlik örgütlenmesinin kontrgerilla örgütü ekseninde flekillenmesini sa¤lamaya çal›fl›rlar. Örne¤in, dünyan›n bütün yeni
sömürgelerine iflkenceci polis flefleri yetifltirilir. Birçok yeni
sömürge ülkedeki yar› askeri faflist terör örgütleri bizzat CIA
taraf›ndan kurulmufltur. MHP de zaman›nda bu tip ifllevler üstlenen örgütlerdendir. Emperyalistlerin yeni sömürge ülkelerin
devletleri içindeki gizli iflgali, faflizmin yukardan afla¤› devlet içinde
kurumlaflt›r›lmas› biçiminde olgunlafl›r. Yeni sömürgelerde düzenli
aral›klarla CIA taraf›ndan gerçeklefltirilen askeri darbeler, faflizmin
yukardan afla¤› kurumlaflt›r›lmas›n›n bafll›ca araçlar›ndand›r.
Egemen s›n›flar›n fliddetli iç çeliflkilere sahip olmas› nedeniyle
aralar›ndaki birli¤i sa¤lamak amac›yla s›n›rl› biçimlerde parlamentarist yöntemlere baflvurulur. Gerçekte devlet iktidar› parlamento
d›fl› faflist kurumlar›n denetimindedir. Temel ifllevi oligarfli içi
çeliflkileri azaltmak olan parlamento, ayn› zamanda faflizmi
gizleyen bir “örtü” oluflturur. Ancak, oligarfli içi çeliflkiler keskinleflip,
tekelci sermaye di¤er müttefiklerinin oluflturdu¤u ayak
ba¤lar›ndan kurtulma gereksinimi duydu¤unda bu örtü de at›l›r ve
faflizmin aç›k icras›na geçilir. Sömürge tipi faflizmin iktidar›n›n hangi
rejim biçimiyle kurulaca¤›, temelde s›n›f çat›flmalar›n›n seyri
taraf›ndan belirlenir.
Özetle temel özelliklerini s›ralarsak, öncelikle, sömürge tipi faflizm
kurumsald›r; yukardan afla¤›ya -devlet eliyle- yap›land›r›l›r. ‹kincisi,
düzenin krizli yap›s›ndan kaynakl› olarak süreklidir; ihtiyaç halinde
ya da zaman zaman baflvurulan bir yöntem de¤ildir. Üçüncüsü, ikili
bir karaktere sahiptir; temsili demokrasi ö¤eleriyle bask› ve terör
ö¤elerinin iç içe geçti¤i, ama özünde bask› ve terör ö¤elerinin
belirleyici oldu¤u bir devlet biçimidir. Koflullara ba¤l› olarak, ard›fl›k
aç›k ve gizli faflizm dönemleri, askeri diktatörlük, savafl rejimi gibi
de¤iflik siyasal rejim flekillerine bürünmektedir. fiimdi de AKP’yle
birlikte “‹slamc› liberal rejim” olarak biçimlenmektedir.
21
S‹YASAL REJ‹M
menin güçlendirilmesi"ne karşılık gelen bir genel eğilim
görülmektedir. Bu eğilim, siyasal partilerin dar anlamıyla
iktidarlarını koruma kaygılarını aşan, sermayenin aşırı merkezileşmesine ve yoğunlaşmasına bağlı sistemsel bir nitelik
oluşturmaktadır. Bu noktada AKP iktidarının sırrı, ne bir
rastlantıda, ne bir fırsatçılıkta, ne halkın bu denli gericileşmesinde, ne de sırf onun öznel başarılarını vurgulayan iktidar oyunlarında saklıdır. Onun sırrı, genel olarak sermaye
iktidarını güçlendiren bu tarihsel-toplumsal eğilimin sırtına
binerek, aynı zamanda kendi iktidarını da güçlendirme yeteneğinde saklıdır. AKP, kendi kurumsal iktidarıyla birlikte sermayenin genel ve ortak çıkarlarını da temsil etmektedir. Burada sömürge tipi faşizmin geleneksel siyasal gericiliği, bu ikili çıkarlara ket vurmayacak şekilde, neoliberal ilkelerce yeniden üretilmektedir. Neoliberal yönetişim düzenekleri sayesinde ortaya çıkan, devlet, toplum ve sermaye
yapılarıyla iç içe geçmiş yeni bürokrasi seçkinleri kadrosu
egemen iktidar odağına önderlik etmektedir. Devletin geleneksel ideolojisinin "antikomünizm, Türk-İslam sentezi"
gibi gerici unsurları, İslamcı-milliyetçi-liberal-piyasacı bir
gericilik perspektifiyle yeniden üretilmekte; işbitiricilik
(pragmatizm) belirleyici bir siyaset tarzı haline gelmektedir. Devletin şiddet aygıtının değişmesine bağlı olarak, eski rejimin şiddet aygıtının çelik çekirdeğinde yer alan
kontrgerilla bir başka merkezde yeniden yapılanmaktadır.
3.1. Derinleflen ba¤›ml›l›k iliflkileri
AKP iktidarı, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini doğrudan bağlantıları çoğaltıp yerleşiklik kazandırarak derinleştirdi. "Yapısal uyum programı" bunun araçlarından birini
oluşturmaktadır.
"Çağdaş küresel dünyaya uyum" söylemiyle parlatılan yapısal uyum programları, emperyalist sistemin yeni zorunluluklarını sömürgelerde içselleştirmekten başka bir şey değildir. AKP ilk yıllarında (2003-2005), iktidar temelini
güçlendirene kadar, gücünü ve inandırıcılığını daha çok
Avrupa Birliği uyum programlarından aldı. Buna göre,
ekonomideki en akılcı düzenlemeleri geliştirebildiği varsayılan uluslararası kurullar, yolsuzluğa karşı "şeffaflık",
hantal devlet işletmelerine karşı da "rekabet" gibi söylemleri öne çıkararak “yerli”sermayenin desteğini kazandılar.
IMF ve Dünya Bankası’nın oynadığı rolü ülke içinde içselleştiren, sözümona siyasetten bağımsız akılcı karar alma işlerini yürütecek "özerk" kurumları dayattılar.
Ancak bu kurumların yapılanmasında, AKP’nin inisiyatifi
ve siyasal çatışmaların belirleyici olduğu göz önünde tutulmalıdır. Aksi durum, emperyalist merkezleri kadiri mutlak
belirleyici güçler ve AKP iktidarını ise onların basit bir işbirlikçisi gibi değerlendirerek, onun özgünlüğünü görmezden gelen yaklaşımlara götürmektedir.
22
Özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında (2003-2005), Avrupa Birliği ve Dünya Bankası programları hızla uygulandı.
Neoliberal ilkeler çerçevesinde ulusal, sektörel ve bölgesel
kurullar oluşturuldu ya da oluşturulması yönünde bağlayıcı
kararlar alındı. Böylece sermaye sınıflarının siyasal karar
alma süreçlerine doğrudan katılması ve neoliberal yeni sömürgecilik sisteminin doğrudan bağlantılarının çoğalması
sağlanmış oldu. Bu bağlantılar sermaye mantığını parlamenter sistemin temeline yerleştirirken, aynı zamanda,
AKP iktidarını güçlendiren sonuçlar doğuruyor. Örneğin
bütün gerilimli doğasına karşın hazırlanan yasalar, hem sermayeyi hem AKP’yi güçlendiriyor. Yine son AKP-IMF
krizinde de görüldüğü gibi, IMF’ye gerek kalmadan IMF
programları AKP tarafından “kahramanca” hayata geçiriliyor. AKP, “dik durarak ama diklenmeden”, emperyalizmi
Rejimin halk deste¤ini
oluflturmak ve sermaye
hareketinin en yüksek
düzeyde
toplumsallaflmas›n›
sa¤lamak için örgütlenen
yönetiflim düzenekleri
köylere kadar uzand›.
Genç Fethullahç› kaymakamlar, hatta valiler,
yerel yöneticiler, yeni
bürokrasi seçkinleri,
cemaat-tarikat önderleri,
hükümet sendikalar› ve
sermaye temsilcileri
rejimin yerel iktidar
a¤lar›n› oluflturuyor. Bu
nedenle bu kesimler,
güvencesiz iflçi
eylemlerinin ve hak
mücadelelerinin hedefi
haline geliyor
içselleştirmiş ve emperyalizmin içselliği olgusunu yeniden
üretmiş oluyor. Elbette burada, bu “uysallığının” ödülünü
iktidarını biraz daha büyüterek alıyor.
Bunun yanında, emperyalist bağlantılar, Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’nun girişimlerinde görüldüğü gibi, bölgede ve ülkemizdeki stratejik sektörlerin paylaşılmasını öngören daha işlevsel pazarlıklar ekseninde oluşturulmaktadır. Üstelik son yıllarda artan Arap sermayesiyle ilişkiler
hem Türkiye’nin bölgesel görevlerinin yerine getirilmesinde, hem de AKP iktidarının özgül çıkarlarının sağlanmasında önemli bir olgudur. Ayrıca emperyalist devletlerin dışiş-
S‹YASAL REJ‹M
leri bakanlıkları, istihbarat servisleri, ünlü tekeller ve üniversitelerin oluşturduğu vakıf, fon, forum gibi yerel iktidarların kılcal damarlarına kadar girebilen, doğrudan emperyalist merkezler tarafından örgütlenen kanallar da giderek
yaygınlaşmaktadır.
3.2. Devletin piyasa eksenli yeniden
yap›lanmas›
Toplumsal barış ve huzur ortamının sağlanması hep "siyasal istikrar"a bağlanır. Liberaller bunun, "devletin küçültülerek ekonomiden elini çekmesiyle" sağlanabileceğini iddia
ederler. Ulusalcılar ise bunun ancak, "üniter, askeri olarak
güçlendirilmiş ve otoriter bir devlet yapısıyla" sağlanabileceğini söylerler.
AKP iktidarıyla gerçekleşen, devletin piyasa eksenli yeniden yapılanmasıdır. Bu yapılanma, ulusalcıların dediği gibi, ulus devletin tasfiyesi değildir. Öte yandan, bu sürecin
sonunda liberallerin beklediği "siyasal istikrar" da hiç gelmeyecek; tersine toplumsal eşitsizlikler daha fazla derinleşerek siyasal istikrarsızlığın nesnel temelini yeniden üretecektir.
Burada slogan düzeyinde "ekonomi ile siyasetin ayrılması"
söylemi ve "ekonomik karar alma süreçlerinin iktisadın evrensel doğrularına dayanan teknik bir mesele olarak ele
alınması" yaklaşımı öne çıksa da, asıl olarak yaşanan "dev-
letin piyasadan elini çekmesi" değil, yeniden yapılandırılan
siyasi karar alma süreçlerinin tüm alanlarına piyasa ilkelerinin yedirilmesidir. Amaç, devletin bir piyasa aktörü gibi
davranması ve şirket mantığıyla yeniden örgütlenmesi; tıpkı Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi, "bir şirket gibi yönetilmesidir." Ne var ki, bu amaca uygun olarak atılan adımlar sancılı dönüşüm süreçlerini de birlikte getirmektedir. Yerel,
sektörel ve ulusal düzeyde olduğu gibi yasama, yürütme ve
yargı kurumlarında da ucu açık, iktidar çatışmalarıyla ve gerilimlerle dolu bir yeniden yapılanma süreci gündemdedir.
Devletin piyasa eksenli yeniden yapılanması, ayrıca, "yönetişim projesi"yle,1 "devletin demokratikleştirilmesi" olarak sunulmaktadır.
3.2.1. Yönetiflim düzenekleri
Yönetişim programları gereği, devletin ekonomik "karar alma ve yürütme işlevleri" yeniden yapılandırılmaktadır. Bu
noktada iki kurul ön plana çıkmaktadır: Yatırım Danışma
Konseyi (YDK) ve Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK). İşlevselliği bakımından, rejimin
işleyişinde genel olarak ikinci planda yer alan parlamento,
böylece siyasal iktidarın yanında, daha etkin sermaye organlarınca da sermaye iktidarını güçlendirecek biçimde
yönlendirilmeye çalışılmaktadır.
"Sermayenin yatırım ortamı standartları evrenseldir!" slo-
23
S‹YASAL REJ‹M
ganıyla hareket eden yeni politik girişimciler, bu yönde "yatırım ortamının iyileştirilmesi" çalışmalarını hızlandırdılar:
Daha ucuz iş gücü, bedelsiz arazi tahsisleri, sorun yaratmayan çevre standartları, vergisiz kazanç olanaklarıyla iyileştirilen yatırım ortamı, bu konsey ve kurulların denetiminde
mali-siyasi bürokratlarca oluşturulmaktadır. Konseyin katılımcıları yabancı ve yerli sermaye çevreleri, başbakan ve
bakan düzeyinde hükümet yetkilileri, IMF ve DB temsilcileridir. Bu toplantılarda sermaye, IMF ve DB temsilcileri taleplerini dile getirir, hükümet ise bu talepler karşısında taahhütlerini sunar. Genelde bunlar stratejik konulardır. Bu noktada AKP’nin iktidar sırrı, bu stratejik yönelimler üzerinden
taktik üstünlükler elde etmesindedir. Özelleştirme programının hızlanması, sosyal güvenlik reformu,
Sürekli politikleflme ve s›n›fsal
örgütlenme yetene¤i engellenen;
kronik iflsizlik durumunda
b›rak›lan; nüfus fazlas› olarak
düzen d›fl›na itilen ve dilencilefltirilme politikalar›yla kendine
sayg›s›n› yitiren halk, art›k iktidar› daha fazla sorguluyor...
Düzene sadakatini sat›n
almak için da¤›t›lan kömürlerde göçük alt›ndaki
güvencesiz maden
iflçileriyle kader
ortakl›¤›n›, direnen
Tekel iflçilerinde
kendine sayg›y›
görüyor
24
sermaye vergi indirimleri, bedelsiz arazi teminine dair genişletilmiş uygulamalar gibi AKP iktidarının son birkaç yıllık ekonomik programı aslında YDK mamulüdür.
AKP’nin iktidarının sürekliliğinin garantisini oluşturan
“yandaş sermaye bloku”nun kayırılması bile bu genel eğilimin içinde anlamını bulmaktadır.
YDK’nin "tavsiyelerinin" ve hükümet taahhütlerinin gerçekleşmesini sağlayan organ ise YOİKK’dir. YOİKK’nin
görevi, YDK’den çıkan kararları yasa tasarılarına dönüştürmektir. YOİKK’nin katılımcılığı da YDK’ye yakındır. Yabancı sermayeyi temsilen Uluslararası Yatırımcılar Derneği (YASED) ve yerli sermayeyi temsilen TOBB, TÜSİAD
ve TİM’nin yanı sıra, AB ve DB temsilcileri, bakanlar ve
müsteşarlar YOİKK toplantılarında neoliberal reformlar
için çıkarılacak yasaları yaparlar. 2003-2006 döneminde çıkarılan İş Yasası, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Yasası, Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Yasa, Turizmi Teşvik Yasasında Değişiklik
Yapılması Hakkında Yasa, Türk Patent Enstitüsü
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Yasa, Sosyal
Sigortalar Kurumu Yasası, Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı
Kurulması Hakkında Yasa,
Kurumlar Vergisi Yasası gibi
yasalar YOİKK tarafından
hazırlanmıştır. Son günlerde hükümet ve YOİKK üyeleri, Ticaret
Yasası’nda yapılacak bazı değişik-
S‹YASAL REJ‹M
likleri gündemlerine aldılar.
3.2.3. STK ve cemaatler
Parlamentoda "yasa hazırlık işlemlerinde" AKP teşkilatçılarının yanında doğrudan sermaye temsilcileri, maliye,
mülkiye ve güvenlik bürokrasisi uzmanları da belirleyici
olmaktadır. Salt bir "el kaldırma indirme" mekanizmasına
dönüşen parlamentonun yasama işlevleri fiilen yürütmeye
daralmıştır. Buna bir de AKP'nin iktidar sürekliliğini sağlamak için anayasa değişikliği gibi yürütmeyi güçlendirme
yönünde müdahaleleri eklenince, ortaya, iddiaların tersine
iyice merkezileşmiş bir yapı çıkmaktadır. Sınıf tercihlerinin çelişkili yapısını doğrudan parlamentoya yansıtan
bu durum, AKP iktidarının özel çıkarlarıyla sermayenin genel çıkarlarının zaman zaman çeliştiği, zaman zaman uyuştuğu noktayı da göstermektedir.
STK'lar ve cemaatler, hem AKP iktidarı hem de sermaye
programları için gerekli kitle manipülasyonunun sağlanmasında son derece işlevseldir. Burada, sermaye mantığının
toplumsallaşması ve AKP iktidarının merkezileşmesi bir ve
aynı süreçte bütünleşmektedir. Bunun araç ve yöntemlerinden biri "STK’laştırma"dır. Emek örgütleri, sendikalar ve
demokratik kitle örgütleri, siyasal-sınıfsal özellikleri tasfiye edilerek neoliberal ilkelerce hareket eden STK'lara dönüştürülmektedir. STK'lar hem de siyasal iktidarın kitle
desteğini oluşturmaktadır. "Yoksullukla mücadele" ya da
"sosyal yardım kampanyaları" gibi etkinlikler, böylece geniş bir toplumsal temele dayanarak yürütülmektedir. İşsizlik, yoksulluk ve sınıfsal-toplumsal kutuplaşmanın artmasının doğurduğu "tehlikeler", "yardımlaşma" ve "hayırseverlik" işlerinin kurumlaşmasıyla düzenin bekası için buralarda yatıştırılmaktadır. Tam bu noktada AKP iktidarı, neoliberal yıkımdan doğan boşluğu, İslamcı liberal dinamiklerle
doldurma becerisi göstermektedir. İslamcı hareketin cemaat, vakıf ve dernek örgütlenmelerinde yarattığı birikim burada değerlendirilmektedir.
3.2.2. Üst kurullar
Hem AKP hem sermaye, şişkin ve hantal devlet yapılarından aynı derecede yakınmaktadır. Bu yapılanma, piyasaların ve siyasal iktidarın gereksinim duyduğu esnekliği ve çevikliği yeterince gösterememektedir. Çözüm için getirilen
"sektörel düzenleyici üst kurullar", sermaye hareketinin bütün "can alıcı" sektörlerinde hızla oluşturulmaktadır. Bu
kurullar, öncelikle, özelleştirme-piyasalaştırma süreçlerinin
merkezinde bulunan sektörlerde kurulmaya başlandı. Enerji, telekomünikasyon, su ve ilaç, üst kurullarca idare edilen
en muteber sektörlerdir. Bunlar, kuruldukları sektörlere dair denetleme, düzenleme ve bunlara bağlı olarak mevzuat
çıkarma ile bu sektördeki uyuşmazlıkları çözme gibi geniş
yetkilerle donatıldılar. Yatırım Danışma Konseyleri, küresel meta zincirinin işleyişini örgütleyip buna uygun biçimde ülkelerde makro düzenlemeleri planlarken, sektörel yeniden yapılanmalar, "düzenleyici üst kurullar" (Bağımsız
Düzenleyici Kurumlar-BDK) sermayenin ve iktidarın gündelik-tikel çıkarlarını kollamaktadır.
Sağlıkta piyasalaştırmanın en ciddi adımlarının atıldığı bugünlerde, İlaç Kurulu Yasası’nın hazırlanması rastlantı değildir. Yine Telekomünikasyon Kurulu, bu sektör piyasalaştırılırken kurulmuştur. Şeker Kurulu, şeker fabrikaları
özelleştirilmesi gündeme geldiğinde; Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu, Rekabet Kurumu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, Kamu İhale Kurumu, Tütün,
Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme
Kurulu, Transit Petrol Boru Hatları Kurulu, Sermaye Piyasası Kurulu oluşumu tamamlanmış üst kurullardır.
Bu anlamıyla "sermaye iktidarının yoğunlaşma ve merkezileşme" eğilimini temsil eden düzenleyici kurulların bileşimi, yoğunlaşan iktidarın sahiplerini de göstermektedir.
Bu kurulların karar alma makamlarında bulunan yeni bürokrasi seçkinlerinin yanındaki koltuklar, yine AKP’li politik girişimcilere ve sermaye temsilcilerine ayırılmıştır.
"Hayırlarda yarışan" dinci gericiliğin bireyci rekabet arzusu, neoliberal yönetişim programlarıyla yeni olanaklarına
kavuşmaktadır. Bu olanaklarla süreç, yalnızca yardım kuruluşlarıyla sınırlı bir süreç olma niteliğini çoktan aşmış durumdadır. AKP artık, muhalefet alanını da kendine bağımlı bir şekilde yeniden düzenlemektedir. Mazlum-Der’le
başlayan bu süreç, gelinen aşamada emek alanı dahil bütün
alanlara yansımaktadır.
Öyle ki, İHH’nin son zamanlarda düzenlediği “Filistin’e
Yola Çık!” kampanyasıyla bu tür örgütlenmeler uluslararası operasyonlara dek uzanabilmektedir. Hak-İş’in güçlenmesi ve yaygınlaştırılması için özel planlar devreye sokulmaktadır. Bu seneye kadar bunlar, diğer muhalefet örgütleriyle uyum içinde bir gelişme çizgisi izlemekteydi. Şimdi
ise, eşcinsellere karşı Aliye Kavaf’a destek veren MazlumDer kampanyasında olduğu gibi, kendi ideolojileri ve iktidar politikaları doğrultusunda etkin bir mücadele çizgisi
yürütmektedirler. Bir süre önce iktidarı ele geçirmek için
kurulan sosyal ağlar, şimdi iktidarı ayakta tutmak ve dincigerici ideolojik-politik projeleri hayata geçirmek için kullanılır oldular.
Burada, “devletten kurtulan” temel kamusal hizmetler ve
sosyal hizmet alanı sözümona "sivilleştirilerek", hem sermayeye fırsat alanları açılmakta, hem de sosyal yardımlaşma ve "sosyal sorumluluk projeleriyle" fatura halkın sırtına
yıkılmaktadır. Böylece piyasalaştırmanın toplumsal yıkımından doğan boşluklar, düzeni tamamlayacak şekilde katılımcılık adı altında STK’lar tarafından doldurulmaktadır.
25
S‹YASAL REJ‹M
3.2.4. Yerel iktidar a¤lar›
İktidar savaşımında "asker-sivil devlet seçkinleri"ne karşı
meşruluk arayan AKP, doğrudan sermayenin temsilcileri,
cemaatler, STK'lar ve yerel devlet görevlilerinden oluşturduğu yeni bürokrasi seçkinleri eliyle kendi iktidarını kurumlaştırmaktadır. İslamcı cemaatlerden devşirilen genç,
iyi eğitim görmüş devlet ve piyasa kadroları, yerel karar alma süreçlerinin merkezine yerleşmektedir. İl özel idaresi,
belediye ve yerel konsey-meclis türü organlar, iktidarın yerel ayaklarını oluşturmaktadır.
Elbette yerelleşmeyle kast edilen, o yöredeki örgütlü halkın
yaşadığı toprak parçası üzerindeki egemenlik hakkı değildir. Tersine yerelleşmeyle amaçlanan, halkı karar alma düzeneklerinin dışına itecek şekilde kurulan siyasal rejimin,
yerel ölçekte yapılandırılmasını sağlamaktır. Bu yönüyle
"yönetişim mevcut iktidar yapılarını görünüşte parçalayan
ama başka bir boyutta merkezileştirerek yeniden kuran bir
özelliğe sahip"tir.2 Bunun çarpıcı örneklerinden biri Bölge
Kalkınma Ajansları’dır (BKA). Tüm BKA’ların ortak hedefi, aynı YDK’lerde olduğu gibi "yatırım ortamının iyileştirilmesi", "rekabete dayanan bir iş çevresinin oluşması"dır.3 Bu tanımlamanın anlamı kimi zaman sınırlandırıcı
olabilen "ulusal çevre, emek piyasası standartları"ndan arın-
dırılmış, birbiriyle rekabet halindeki yerel dinamiklerin sermayeye büyük bir dolaşım gücü katmasıdır.
AKP’nin 2003'te hazırladığı Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nda "bölge kalkınma ajansı" adıyla 26 bölgesel
birim kurulması tasarlandı. Aralarında eğitim, sağlık, sanayi, turizm ve tarımın da olduğu ondan fazla bakanlığın yerel
örgütlenmesinin kaldırılarak, bunların görevlerinin il özel
idarelerine devredilmesi gündeme getirildi. İl Özel İdaresi’nin, BKA’larda yerel yönetimler, özel sektör temsilcileri
ve sivil toplum kuruluşlarıyla beraber çalışması öngörülmektedir. Tasarıda kamu faaliyetlerinin, piyasayı sınırlandırıcı yönde değil, piyasayı destekleyici yönde yürütülebileceği vurgusu dikkat çekicidir.4 Buna benzer yasalar IMF-DB
programlarının uygulandığı ve AB üyelik müzakerelerinin
yürütüldüğü birçok ülkede uygulamaya konulurken, Türkiye’de Kürt sorunundan doğan gerilimler "kamu reformunun" bütünsel olarak uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
5
3.3. Kontrgerillan›n yeniden yap›lanmas›
Kontrgerillanın yeniden yapılanması, en yaygın anlamıyla
"devletin şiddet aygıtının yeniden yapılanması" olarak değerlendirilemez. Kontrgerilla, yalnızca, devlet içinde "basit
bir şiddet odağı" gibi tanıtıldığından, onun yeniden yapılanması da eski ekiplerinin tasfiye edilerek yeni güçlerle
Misyonunu tamamlam›fl eski kontrgerilla ayg›t›n›n tasfiye edilmesinde ve
halka karfl› fliddet ayg›t›n›n yeniden
yapland›r›lmas›nda, do¤rudan AKP
iktidar›na ve Fethullah Gülen cemaatine ba¤l› polis teflkilat›n›n teknik
harekat üstünlü¤ünden yararlan›l›yor
26
S‹YASAL REJ‹M
yeniden yapılandırılması olarak anlaşılmaktadır. Oysa bu
süreç, kontrgerillanın, neoliberal ilkeler çerçevesinde içeriğinin zenginleştirilip pekiştirilmesi süreci olarak görülmelidir. Kontrgerillanın yeniden yapılanması, sömürge tipi faşizmin iktidarının yeniden yapılanmasıdır. Bu bakımdan, somut İslamcı liberal rejim temelinde, uluslararası
bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmesine, ordunun
bölgesel, hatta bölge dışında askeri operasyonlar için
yeniden yapılandırılmasına, devletin piyasa eksenli yapılanmasına, yönetişim düzeneklerine, geleneksel devlet
ideolojisinin yeniden üretimine ve şiddet aygıtının tahkim
edilmesine dek bütün süreçlerle bağlantılıdır.
Tıpkı rejimin öteki yapıları gibi, devletin baskı ve şiddet
aygıtı da piyasalaşma süreçleriyle etkileşim içinde gelişmektedir. 1980'lerde ilkin "güvenliğin kısmen özelleştirilmesi"yle başlayan bu süreç, bugün yaklaşık 300 bin kişinin istihdam edildiği bir pazara dönüştü.6 Yatırımcıların
hedefinde, 800 bin kişinin istihdam edildiği bütün piyasaya yayılmış "adeta bir özel güvenlik ordusu" var.
Güvenliğin özelleştirilmesi, devletin "güvenlik işlevi"nin
zayıflamasına değil, tersine pekişmesine hizmet etmektedir. Ayrıca her şeye müdahale eden devlet görüntüsünü
ortadan kaldırdığından, "devletin tarafsızlık görüntüsü"ne
ilişkin yanılsamaları da güçlendirmektedir. Stratejik alanlarda, doğrudan siyasal-askeri amaçlarla geliştirilen özel
güvenlik şirketleri egemendir. Bunun yanında, stratejik
olmayan sektörlerde, güvenliğin, güvencesiz taşeron işçilerce ucuz emek sömürüsüyle üretilen bir meta haline dönüştürülmesi olayın çelişkili yanlarını da göstermektedir.7
Neoliberal dönüşümle birlikte, TSK’nın kurmay merkezinden bütün sistemi belirleyen kontrgerilla yapılanması
terk edilmektedir. Emperyalist odaklarca yönlendirilen
uluslararası vakıf, enstitü ve düşünce kuruluşlarıyla medyanın kullanımı, istihbarat, fonlama, satın alma ağları, tahakküm araçlarının etkinliğini ve zenginliğini artırmaktadır. Ayrıca bugün yönetişim düzeneklerinde sermaye ve
STK'larla iç içe geçen devlet kadrolarından oluşan yeni
bürokrasi seçkinleri, kontrgerillanın karmaşık ve yaygın
temelini oluşturmaktadır. Eski rejimde olduğu gibi,
TSK'nın kurmay merkezine konumlanmış sınırlı kontrgerilla çekirdeğiyle sömürge tipi faşizmin iktidarının tek
merkezden yönetilmesi artık olası değildir.
TSK'nın bir neoliberal yeni sömürge ordusu olarak profesyonelleştirilmesinin (Bak. TSK yazısı) yanında polisin ve
yeni bürokrasi seçkinlerinin öne çıkması, askeri bürokrasinin etkinlik alanının değişmesi ve kontrgerillanın ağırlık
merkezinin kayması gündeme gelmektedir. MİT'in yeniden
yapılandırılması, gözetleme denetleme araçlarının güçlendirilmesi; kimlik numarası, adrese dayalı nüfus kaydı sistemi, TMK'da yapılan değişiklikler (2006), Polis Vazife ve
Salahiyetleri Kanunu'nda (2007) polise genişçe zor kullanma yetkisi veren değişiklikler, toplum destekli polis uygulamaları (2006) gibi adımlar bu eğilimin örnekleridir. En
son yasalaşan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'yla
kontrgerillanın hareket merkezinin siyasal-yasal-hukuksal
olarak, AKP iktidarını güçlendirecek biçimde kaydırılmasını hedefleyen çalışmalar bu sürecin en önemli adımıdır.
4. Sonuç: AKP iktidar› ve rejim
krizinin yeniden derinleflmesi
Erdoğan, neoliberal kapitalizmde içinde yetiştiği İslamcı
hareketin yenilenerek iktidar olmasının koşullarını buldu.
Bu koşullarda kişisel iktidarını güçlendiren dinamiklerle
buluştu. Neoliberal kapitalist düzen ise Erdoğan’da, derinleşen krizinden bir süreliğine çıkış olanağını buldu. Çürüyen devlet sistemi, neoliberal piyasayla kaynaşan İslamcı
politik girişimcilerin taze kanıyla bir süreliğine daha canlanmış oldu. Neoliberal yeni sömürgeciliğin ağır baskı ve
sömürü koşullarında sürekli güvencesizleştirilen halk, Erdoğan’da büyük kurtarıcısını gördü. Kendi yok oluşunu hazırlayan düzeneklere bir süreliğine daha bağlandı.
Krizden yenilenmeyle çıkıp halka kurtarıcı görünen AKP
ve Erdoğan’ın büyük başarısı, aynı zamanda krizin daha
fazla derinleşmesinin koşullarını yarattı. İslamcı hareketin
künyesine, şimdi bir de piyasacı neoliberal gericilik eklendi. Önceleri adam kayırmacılık ve hortumculuktan
yakınan halk, AKP’yle yükselen İslamcı burjuvazinin ve
devletin hızla yozlaşmasına tanıklık ediyor.
AKP’yle sömürge tipi faşizmin iktidarını oluşturan İslamcı liberal rejimin inandırıcılık temelleri sürekli zayıflıyor.
Ezilenleri düzenle bütünleştirme gücünü sürekli tüketiyor.
Eski rejimin bir eleştirisi ve aşılması olarak neoliberal kapitalizmin iktidarına gelen AKP, ömrünü tüketmiş statükocu düşmanlarını çok kolay altetti ve halkın politik muhalefetini bir süreliğine de olsa denetim altına aldı. Ancak
o büyük iktidar başarısının kaçınılmaz sonucu olarak, her
geçen gün kendi krizini biraz daha derinleştiriyor.
Dipnotlar:
1
2
3
4
5
6
7
“Yönetiflim”, neoliberal çevrelerce, “yönetsel bir devrim” diye tan›mlanmaktad›r. Kavrama, afla¤›dan kat›l›m› ça¤r›flt›ran "yönetiflmek" ("ça¤d›fl› yönetmek
de¤il, ça¤c›l yönetiflmek") gibi bir anlam yüklenmektedir. Kavramla bu denli
oynanmas›, onun, halk› aldatan ideolojik ifllevinden kaynaklanmaktad›r.
Sonay Bayramo¤lu, Yönetiflim Zihniyeti-Türkiye'de üst kurullar ve Siyasal ‹ktidar›n Dönüflümü, ‹letiflim Yay., ‹stanbul 2005sf. 197
Kayasü,S, P›narc›o¤lu,M,Yaflar,S.S. ve Dere,S., Yerel/Bölgesel Ekonomik Kalk›nma ve Rekabet Gücünün Art›r›lmas›: Bölgesel Kalk›nma Ajanslar›, ‹stanbul,
‹stanbul Ticaret Odas› Yay., 2003.
Mustafa Sönmez, "2000'ler Türkiye'sinde Hâkim S›n›flar ve ‹ç Çeliflkileri", AKP
Kitab›, Der. Bülent Duru, ‹lhan Uzgel, Phoenix Yay., ‹stanbul, 2009
Bak. "S›n›f mücadeleleri ekseninde Ergenekon ve kontrgerilla gerçe¤i", Halk›n
Devrimci Yolu, s.1-2
P›nar Bedirhano¤lu, “Türkiye’de Neoliberal Otoriter Devletin AKP’li Yüzü”, AKP
Kitab›, Der. Bülent Duru, ‹lhan Uzgel, Phoenix Yay., ‹stanbul, 2009
Baz› alanlarda "özel güvenlik iflçileri"nin sendikalaflma çabalar› görülmektedir.
27
REJ‹M
TSK'n›n iktidar
çat›flmalar›n›n gölgesinde
kalan dönüflümü
TSK, neoliberal devletin silahl› gücü olarak düzeni tehdit eden toplumsal
hareketlere karfl› koyacak flekilde yeniden yap›land›r›lmaktad›r. Orduya,
emperyalizmin bölgesel gücü olarak, sömürgeci iflgallerde ve bölgenin sistemle bütünlefltirilmesi operasyonlar›nda etkin görevler verilmektedir
Esen Özdemir
28
Art›k demir almak günü
gelmiflse zamandan,
Meçhule giden bir gemi
kalkar bu limandan.
R›ht›mda kalanlar bu
seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka
bakar gözleri nemli
REJ‹M
T
ürk Silahlı Kuvvetleri (TSK) AKP'yle yaşadığı
iktidar savaşımıyla anılır oldu. Muhtıralar, gizli
görüşmeler, brifingler, görevdeki subaylardan,
emekli komutanlara uzanan darbe iddialı polis
operasyonları bu savaşın yansıdığı çatışmalar
oldu. Ordu siyasetin bir aktörü olarak gündemden hiç düşmedi. Fakat tüm bu çatışma ve gerilimlerle eşzamanlı olarak
TSK içinde de bir değişim yaşandı. AKP iktidarı döneminde
ülkenin yaşadığı neoliberal dönüşümden TSK da nasibini aldı. Profesyonel orduya geçiş, tek tip askerlik, ordunun küçülmesi gibi ‘kod’larla tartışılan değişiklikler, TSK'nın neoliberal dönüşümünün adımlarını oluşturmaktadır.
I. Bir emperyalizm projesi olarak
TSK'n›n dönüflümü
Neoliberal dönüşüm egemenlerin ‘güvenlik’ ve ‘tehlike’
anlayışını da değiştirdi. Emperyalistlerin silahlı birliği NA-
TO ‘güvenliği tehdit eden’ yeni gelişmeleri tespit edebilmek için yeni bir stratejik plan yapmaya çalışıyor. Bu yeni
arayış "Neoliberalizm için tehdit unsuru nedir?" sorusuna
verilecek cevaplarla kendi güvenlik kavramını tanımlıyor.
Yoksulluk yeni ‘tehdit’in odağını oluşturuyor. Güvenlik
sorununun tanımı değişirken ülkelerin güvenliğini sağlamakla sorumlu olan kurumlar ve ordular da bu yeni ‘güvenlik’ konseptine uygun bir biçimde yeniden yapılandırılıyor.
Önceki dönemde devletlerarası çatışmalara, askeri saldırılara, nükleer saldırı ihtimaline karşı donatılan ordular, artık
yeni çatışmalara göre de yapılandırılmaktadır. Yoksulların
isyanı, enerji kaynakların sömürgeleştirilmesi, çevrelerinin
tahribatıyla birlikte mülksüzleştirilen köylüler, güvencesiz
işçilerin başkaldırıları bunlardan bazılarını oluşturmaktadır. Ayrıca ordular, su, gıda, enerji nedeniyle yaşanacak
bölgesel gerilimlere müdahale edecek donanıma ve kabiliyete sahip olmak üzere de yeniden yapılandırılmaktadır.
Türkiye’nin güvenlik stratejilerini de belirleyen emperyalizmin silahlı gücü NATO'da 1991’de başlayan yeni strateji çalışmaları, bugün hazırlanmakta olan ‘Yeni Stratejik
Konsept’ belgesiyle sürmektedir.
NATO kuvvetlerinin dönüşümü için 1999’da NATO Savunma Yetenekleri Girişimi kurulmuştur. Bu girişimin tarif ettiği ordu modeli şu vasıflara sahiptir:
n “Hareket kabiliyeti ve konuşlandırılabilirlik”: İttifak sahası dışındaki alanlar da dâhil, kuvvetleri ihtiyaç olan
yerlerde süratle konuşlandırabilme yeteneği;
n “İdame ettirme”: ana üslerinden uzakta konuşlanan
kuvvetlere ikmal ve bakım sağlamak ve uzun süreli
operasyonlarda yeni birliklerin hazır olduklarını garanti
etme yeteneği;
n “Etkili savaşma”: yüksek yoğunluktan alçak yoğunluğa,
her tür operasyonda düşmanla etkili şekilde savaşabilme yeteneği;
n “Yaşayabilirlik”: mevcut ve gelecekteki tehditlere karşı
kuvvetleri ve altyapıyı koruyabilme yeteneği;
n “Birbiriyle uyumlu iletişim”: değişik ülkelerden gelen
kuvvetlerin birlikte etkili şekilde çalışabilmelerine olanak sağlama
Bu hedefler doğrultusunda 2002 yılında Prag’da gerçekleşen NATO zirvesinde üye ülkeler, ordularının dönüşümü
konusunda ‘Prag Yetenekler Taahhüdü” metni etrafında
uzlaşmıştır. 2004 yılında “NATO'nun 21. yüzyılda yeni
tehditlere karşı koyabilecek bir örgüte dönüştürülmesinin
simgesi” olarak nitelenen "NATO Mukabele Gücü" (NRF)
kurulmuştur. İlk kurulduğunda 6 bin askerden oluşan NRF
küçük ama etkili bir askeri birliktir ve NATO’nun yaşadığı
dönüşümün merkezi olarak tanımlanmaktadır. NRF, Riga
29
REJ‹M
Zirvesinde “operasyonel bir güç” olarak tanımlanmıştır.
Asker sayısının 24 bine çıkarılması hedeflenmiş ve dünyanın herhangi bir bölgesindeki bir ‘çatışmaya’ beş gün içerisinde müdahale edebilecek yetki verilmiştir. Kasım
2006’da gerçekleşen Riga zirvesinde aynı zamanda Kapsamlı Siyasi Yönerge Belgesi oluşturularak değişim stratejisine şekil verilmiştir. İttifakın gelecek 10 ila 15 yıl süresinde izleyeceği stratejilerin, değişim sürecinin ve hedeflerinin ele alındığı bu belge, NATO kuvvetleri için “dengeli,
esnek ve çevik olmaları, aynı zamanda yüksek yoğunluktan
en az yoğunluktakine kadar NATO görevlerinin tümünü
üstlenebilmeleri gerektiği” görüşünü ortaya koymuştur.
Dengeli, esnek ve çevik olmalarından kastedilen NATO’nun misyonunu yeniden oluştururken bu dev silahlı gücün sadece ittifakın sınırları içinde değil, onun sınırları dışında da hareket etmesi kararıdır. Bosna-Hersek’le beraber
NATO, üye ülkelerin sınırları dışında operasyon yapmaya
başlamıştır. Afganistan, Lübnan, Kosova gibi NATO güçlerinin yer aldığı bölgeler emperyalist projeler açısından
stratejik noktalarda yer almaktadır. Özellikle enerji hatları
ve yaşam kaynakları etrafında yaşanan çatışmalarda NATO
kuvvetleri emperyalizmin çıkarları doğrultusunda bölgelere müdahale etmekte, hatta yerleşmektedir. Düşük yoğunluklu görevler de bu "yerleşmeyle" gelen görevlerdir.
Türk Silahlı Kuvvetleri de NATO’nun giriştiği operasyonlarda etkin görev almaktadır. TSK’nın NATO kapsamında
aldığı görevlere baktığımızda, emperyalizmin son 20 yıl içerisinde giriştiği açık işgallerde ve sömürgeleştirme, yeniden
sömürgeleştirme savaşlarında konumlandırıldığı görülmektedir. Türkiye’nin, ABD’nin Ortadoğu ve Asya stratejisi açısından can alıcı öneme sahip olan Afganistan’da işgal kuvveti olan ISAF’ın komutanlığını yürütüyor olması bunun en
belirgin örneğini oluşturmaktadır. ISAF görevi dışında Türkiye NATO çerçevesinde, Kosova’da Kosova Gücü (Kosovo Force – KFOR), Avrupa Birliği çerçevesinde Bosna-Hersek’te ALTHEA, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, Lübnan’daki Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Gücü ve Somali denizlerinde CTF 151 içerisinde asker bulundurmaktadır.
2. Neoliberal ilkelere ba¤l› dönüflüm
TSK’nın emperyalist işgaller ya da emperyalistleri ilgilendiren çatışmalara müdahale görevleri halen sürmektedir.
Ayrıca artık bir güvenlik sorunu olarak tanımlanan ve
özünde ABD emperyalizminin sarsılan hegemonyasının
yeniden inşası için kaçınılmaz olan enerji kaynaklarının
kontrolü ve Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesi projesinin
bir gereği olarak bu bölgedeki tek ve etkili NATO üyesi
olan Türkiye ileri görevler almaktadır. Emperyalizmin taşeronluğu anlamına gelen bu görevler TSK’nın dönüşümünü kaçınılmaz kılmaktadır.
30
Uluslararası ilişkilere bağlı olarak kendini hissettiren dönüşüm dünya çapında neoliberalizmin yeni ‘güvenlik’ algısının bir gereği olarak da kendini dayatmaktadır. Ordular küçülerek etkinleşirken bu küçülme beraberinde yeni kar
alanları açmaktadır. Dünyada ‘özel ordu’ ve ‘özel güvenlik’ birlikleri oluşturulmakta bu yeni sektör 110 ülkede faaliyet yürüten 90’dan fazla askeri şirketle dev bir ekonomik
pazar yaratmaktadır. Özel orduların yıllık toplam cirosunun
100 milyar dolara ulaştığı tahmin edilmektedir. Türkiye ve
Ortadoğu’da yaygınlaşan bu pazardan nasibini er ya da geç
alacaktır.
Bu bağlamda Türkiye Prag Yetenekler Taahhüdü’ne (PCC)
imza sunmuştur. Bu anlaşma ve beraberinde imzaladığı
AB’nin Avrupa Yetenekler Eylem Planı kapsamında
TSK’nın dönüşümü, ‘modernizasyonu’ ve NATO’nun öngördüğü diğer konularda taahhütlerde bulunmuştur. Prag
taahhüdü kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer saldırılara karşı savunma; komuta iletişim ve istihbarat üstünlüğünün korunması; konuşlandırılmış kuvvetlerin birlikte çalışabilme yeteneklerinin ve muharebe etkinliklerinin önemli boyutlarının iyileştirilmesi ve muharebe kuvvetlerinin
hızla konuşlanabilir ve idame ettirilebilir olmalarının garanti edilmesi şartlarını içermektedir.
Bu şartların yerine getirilmesi ve NATO vizyonuna uygun
bir ordu yapısı için TSK’da son on yıldır çalışmalarını sürdürmektedir. Ordu 2004 yılında başlattığı ve bu yıl içerisinde tamamlamayı düşündüğü "TSK Personel Yönetimi Sistemi 2010" projesi ile profesyonelleşme ve dönüşüm sağlama yolunda etkili bir adım atmayı umuyor. 5 safhadan oluşan ve altı yıldır adım adım uygulanan proje TSK’nın verdiği bilgilere göre “insan gücü ve ihtiyacının saptanması,
personel temini, personel yetiştirme, istihdam, ücret ve sosyal politika” başlıklarından oluşuyor. Ordunun karşı karşıya olduğu ‘problemleri’ tespitine göre personel yapısının
esaslarının oluşturulması, personel yetiştirilmesi ve konumlandırılması yapılıyor.
TSK Personel Yönetimi Sistemi 2010 projesi kapsamında
ortaya bir prototip de yavaş yavaş çıkıyor. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamada TSK’da şu ana kadar 5’i Kara
Kuvvetleri Komutanlığı, 1’i Jandarma Genel Komutanlığı’na ait olmak üzere toplam 6 komando tugayının profesyonelleştiği belirtiliyor.
TSK’nın değişimini Kara Kuvvetleri Komutanı Işık Koşaner, Silahlı Kuvvetler dergisinin Nisan 2010 sayısında ‘güvenlik ve askerî harekât ortamının değişen durumlarına süratle uyum sağlayabilen esnek, karşılıklı çalışabilir bir teşkilat yapısına sahip olmak’ şeklinde tanımlıyor. Bu tanım
NATO’nunkine paralel bir hedefi yansıtıyor. Bu yeni ordu
modeli bugüne dek tümen-alay esasına dayalı kuvvet yapısını tugay-tabur esasına göre şekillendiriyor. Bu yeni kuv-
REJ‹M
vet yapısı modeli ordu personelinin azaltılması, daha fazla
profesyonel askerin görevlendirilmesi anlamına geliyor.
Modelde profesyonelleşme tugayın eğitiminden geçirilmiş
subay, astsubay ve uzman erbaşlardan oluşması anlamına
geliyor. NATO’nun öngördüğü küçülen; ama küçülürken
etkinleşen birimler oluşturuluyor.
Yine Koşaner, değişimin diğer yapısal hedeflerini şöyle sıralıyor: “Kara Kuvvetleri’nin ateş gücü yüksek, nicelikten
çok niteliği esas alan kuvvet çarpanlarına sahip, modern silah sistemleri ile teçhiz edilmiş, gece ve gündüz kesintisiz
harekât icra edebilecek, komuta kontrolü kolay bir teşkilat
yapısı içinde, bilgi çağının ihtiyaçlarına cevap verebilecek,
şekilde eğitilmiş, başından itibaren caydırıcılığı sağlayabilecek, daha küçük ancak daha etkin bir yapıya kavuşturulması…” Bu yeni tanım aynı zamanda eskisinin nasıl bir şey
olduğunu da ironik biçimde anlatmaktadır.
TSK’nın bu ‘etkin’ yapıya kavuşmak için ihtiyacı olan donanım ve ekipman NATO’nun ‘önerileri’ doğrultusunda
belirleniyor. NATO’ya ait kurullar tarafından diğer tüm ülkelere önerildiği gibi Türkiye’de de orduya önerilen silahlar genelkurmay tarafından hazırlanan bütçe içerisinde yer
alıyor. Bu bütçenin onaylanmasından sonra Milli Savunma
Bakanlığı tarafından silah ve ekipmanlar tedarik ediliyor.
Türkiye bu konuda da NATO’nun çizgisinin dışına çıkmıyor. Ülkenin silahlanmaya ayırdığı bütçe NATO ihalelerinin yüzde 25`ini oluşturuyor.
Kısacası TSK, neoliberal kapitalist devletin silahlı gücü olarak düzeni tehdit eden toplumsal politik hareketlere karşı
koyacak şekilde yeniden yapılandırılmaktadır. Ayrıca
TSK'ya, emperyalizmin bölgesel askeri gücü olarak, sömürgeleştirme işgallerinde ve bölge devletlerinin sistemle bütünleştirilmesi operasyonlarında da etkin görevler verilmektedir. Bu görevler TSK'nın yeniden yapılandırılmasının
önemli ayaklarından biridir. Fakat bütün bunlardan önce bir
konu daha var ki, o da TSK'nin yeniden yapılanmasının en
ciddi temelini oluşturmaktadır. Yaklaşık 30 yıldır süren Kürt savaşı, TSK'yı yenilenmeye
zorlayan
deneyimler
üretmiştir.
31
SERMAYE
Oligarflide
yükselen s›n›flar
fliddetlenen
çat›flma
ANAP döneminin ard›ndan geleneksel tekelci sermaye öncülü¤ünde
kurulan sermaye gruplar› aras› ittifak bozulmufl ve bir koalisyon hükümetleri dönemi yaflanm›flt›. AKP iktidar›yla birlikte, ‹slamc› sermayenin daha belirleyici oldu¤u bir ittifak
do¤du. AKP’nin ikinci iktidar dönemi
ise sermaye içi mücadelenin öne
ç›kt›¤› bir dönem olarak yaflan›yor
Azer Ulafl
E
gemen sınıf fraksiyonları arasında ciddi bir çatışma olduğu yeni bir tespit değil. Bu durum sıcaklaşan siyasi çatışmalar ile egemen sınıf fraksiyonları arasındaki çatışmalar arasındaki bağlantı noktalarını kurmayı gerekli kılıyor.
AKP iktidarı kriz koşullarında bir sermaye uzlaşması olarak gündeme geldi. 2001 krizi sonrasında neoliberal kapitalizmin toplumsal hegemonyasını sağlayabilecek tek seçenek olarak öne çıkan AKP’nin, toplumsal temelinin omurgasını, yükselen yeni sermaye sınıfının muhafazakâr kesimleri oluşturmaktaydı. Diğer taraftan AKP, geleneksel tekelci sermaye de dâhil tüm sermaye kesimlerinin talep ettiği bir dönüşümü yürütmeye aday olabildiği ölçüde zoraki
bir uzlaşmanın merkezinde yer aldı. Ancak bu uzlaşma içsel kriz dinamiklerini bünyesinde taşıyan bir uzlaşma oldu.
AKP’nin ilk iktidar döneminde sağladığı “geniş tabanlı”
sermaye uzlaşması, içindeki potansiyel kriz dinamiklerini
öteleyebilmekte, krizi yönetme yeteneğini gösterebilmek-
32
teydi. Ancak sermaye birikim koşulları zorlaştıkça ve
AKP’nin omurgasını oluşturan sermaye, geleneksel sermayenin alanına girdikçe egemen sınıfların iktidar mücadelesi kızışmaya, krizi yönetmek de giderek zorlaşmaya
başladı.
Sermaye içi mücadelenin taraflar›
Çatışmanın taraflarını tanımlayabilmek açısından öncelikle
tespit edilmesi gereken konu, sermaye içi mücadele ve bunun siyasi karşılıkları açısından kristalize olmuş, netleşmiş,
bloklaşmış, homojen iki taraf olmadığıdır. Sermaye içi mücadele açısından, sıkça yapıldığı üzere, “İstanbul sermayesi” ve “Anadolu kaplanları” şeklinde bloklaştırarak basitleştirilemeyecek kadar karmaşık çıkar çatışmaları ve çıkar
birlikleri mevcuttur. “Anadolu kaplanları” da, “İstanbul
sermayesi” de bu ifadeleri aşan heterojenliktedir ve iç içe
geçmiş ilişkiler ağına sahiptir. Bu nedenle ne AKP tek başına “Anadolu Kaplanları”nın partisidir, ne de asker-sivil
SERMAYE
bürokrasi “İstanbul sermayesi”nin partisi olmaya adaydır.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi AKP, egemen sınıfların
tamamının talep ettiği bir dönüşümü uygulamaya aday olabilen tek sermaye partisidir. AKP’yi iktidara taşıyan sermaye uzlaşmasını “zayıf” kılan ise siyasi tekliğin üzerinde
yükseldiği toplumsal temelin homojen olmayışı, çatışmalı
doğasıdır.
“Yandafllar”›n yükselifli
AKP, iktidarının birinci döneminde, hem TÜSİAD’da
bloklaşan geleneksel tekelci sermayenin hem de o güne kadar büyük oranda MÜSİAD çatısı altında toplanan İslamcı
sermayenin desteğini alarak iktidara yürümüştür. Ancak
zamanla hem TÜSİAD içerisindeki pozisyon alışlar değişmeye başlamış hem de İslamcı sermaye grupları arasında
da farklılıklar, ayrışmalar baş göstermiştir.
1990 yılında kurulan ve daha çok küçük ve orta boy işletmeleri bünyesinde barındıran MÜSİAD’ın üye profilinin
önemli bir bölümü, '80'li yıllarda ANAP döneminde kuruluşunu gerçekleştiren yeni firmalardan oluşmakta, bu profil
Milli Görüş geleneğinin siyasi olarak üzerinde yükseldiği
temel olmaktadır.
Bu profilin hatırı sayılır kısmının, Konya, Kayseri, Denizli, Antep gibi yeni sanayileşen kentlerin organize sanayi
bölgelerinde, ihracata yönelik emek-yoğun sektörlerde, güvencesiz çalıştırmaya dayalı orta ve büyük sermayedarlardan oluşması kendilerini “Anadolu Kaplanı” olarak nitelendirmelerine neden olmaktadır.1 İslamcı sermaye grupları, büyükşehirlerde ise daha çok ticari sermaye olarak görülmektedir. “Cemaatin büyüklüğüne bağlı olarak garantilenen müşteri kitlesi” İslamcı ticari sermayenin en önemli
avantajı olmuştur.
MÜSİAD’ın en hızlı büyüdüğü dönem büyükşehir belediyelerini Refah Partisi’nin almasının ardından, İslamcı sermayenin büyüdüğü yıllara rastlar. Belediyelerce yürütülen
kamusal hizmetlerin sermaye birikiminin konusu olmaya
33
SERMAYE
lerine girse de, siyasi patronaj ilişkilerinden bir dönem için
mahrum kalsalar da, kısa zamanda toparladılar ve AKP’nin
de kurucu direği oldular.
Hac› neden yatmaz
İslamcı sermaye gruplarının yeniden yükselişe geçişinin arkasında AKP iktidarı ile oluşturulan patronaj ilişkilerin etkisi kuşkusuz oldukça önemli bir faktördür. Ancak burada
daha da önemli soru, omurgasını İslamcı sermaye gruplarının oluşturduğu AKP’nin nasıl olup da tüm sermayenin ortak seçeneği haline gelmeyi başardığıdır. Veya bir başka
ifadeyle Refahyol’a karşı topyekûn ayağa kalkan geleneksel sermaye kesimlerinin nasıl olup da bu partiden çıkan bir
siyasi aktörü iktidara taşımayı kabul ettiğidir. Bunun sırrı
neoliberal yeni sömürgeciliğin öngördüğü dönüşümlerde
gizlidir.
Sermaye gruplar› ve iktidar “geniflletilmifl yeniden üretim”
süreçlerinin devam› için ilgilerini yükselen sektörlere yönlendirdiler
başladığı ve kentsel rantların giderek önem kazandığı bu
yıllarda, bahsedilen sermaye grupları devasa birikimler elde etmişlerdir. Ancak örgütün büyümesinin tek dinamiği
bu değildir. MÜSİAD üyeleri, yeni birikim kanalları arayan
Arap sermayesinin petrodolarlarının aktığı İslamcı finans
kuruluşlarıyla genişleyen kredi havuzu sayesinde ölçeklerini hızla büyüttüler. Bunların yanı sıra çoğunluğu yurtdışındaki Türkiyelilerden oluşan binlerce “küçük tasarruf sahibi”nin birikimini kullanan Yimpaş, Kombassan gibi İslamcı holdingler MÜSİAD’ın etkinliğini ve genişliğini arttırmıştır.
Refah Yol iktidarı ile beraber bu gruplar daha da etkin hale gelmişlerdir. Bunun en açık örneklerinden birisi Kombassan’ın bir kamu kuruluşu olan PETLAS’ı 1997 yılında
almasıdır. 1988 yılında kurulup çok kısa süre içinde 10 sektörde 56 fabrikaya ulaşan Kombassan’ın bu “başarı”sı o
yıllarda İslamcı sermayenin yükselişinin simgelerinden birisi olmuştur. İslamcı sermayenin yükseldiği dönemler
TÜSİAD’a bağlı şirketlerin ülkedeki etkinliklerinin göreli
olarak azaldığı dönemler olarak dikkat çekmiştir.
28 Şubat süreciyle beraber, İslamcı holdingler başta olmak
üzere kimi MÜSİAD üyeleri genelkurmayın ambargo liste-
34
AKP’nin ve AKP’nin temsil ettiği İslamcı sermaye gruplarının bu noktadaki en önemli avantajı neoliberal dönüşümle beraber “mutlak sömürü”yle karşı karşıya kalan emekçi
sınıfların hoşnutsuzluklarını yönetebilme yeteneğidir. Sınıfın hoşnutsuzluklarını dinsel söylemlerle, cemaat ilişkileriyle ve Deniz Feneri, Kimse Yok Mu Derneği gibi kurumsallaşmış sadaka ağlarıyla (İnanç Temelli Organizasyonlar)
zararsızlaştırma yeteneği, burjuvazi saflarında İslamcı sermayeye ve siyasete önemli bir üstünlük sağlamaktadır. Gülen’in ifadeleriyle, “başkaldırmaya müheyya bir sınıfın
önünü kesmek” ve “malını sağlam kalelerinin arkasına almak” için birikimlerinin çok küçük bir kısmını İslamcı hayırseverlik için kullanmaya çağırılan yeni zenginler, bahsedilen faaliyetlerin finansal kaynağını oluşturmuşlardır.
Sadece AKP’nin dilencileştirme politikaları değil, emek
sürecinde de İslam önemli bir araç olarak kullanılmış; bu
durum İslamcı sermayeye sömürü oranını yükseltme olanağı vererek kayda değer bir “rekabet gücü” sağlamıştır.2
Sendika, toplu sözleşme, sigorta gibi “belaları” ikame eden
paternalist-otoriter ilişkiler, emek maliyetlerinin asgari düzeyde tutulmasına olanak vermiştir.
Kısacası neoliberal dönüşümle beraber cumhuriyetin giderek inandırıcılıktan uzaklaşan “sınıfsız, imtiyazsız bir kitle”
iddiası İslam kardeşliği bağlamında yeniden üretilmektedir.
“Müslümanların içtimai hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele söz konusu değildir” iddiasını
öne süren F.Gülen’in, “emek ile sermaye arasında kopmaz
bir bağ” kurulmasının İslam ile mümkün olduğunu söylemesi, neoliberal kapitalizmin gelişmesinde İslamcı akımların ve sermaye kesimlerinin neye aday olduğunu göstermesi bakımından anlamlı bir örnektir. Büyük bir proleterleştirme dalgasıyla Anadolu’nun en ücra köşelerindeki emek,
“soyut emek” haline getirilirip emek gücü formuna sokulurken, din, emek gücünü sunan için insani var oluşun
SERMAYE
Yarg›n›n da hükümetin tam denetimi alt›na girdi¤inde yükselen sektörlerin
paylafl›lmas›nda devre d›fl› kalabilece¤inden korkan TÜS‹AD, “oyunun
kural›na göre oynanmas›”n› istemektedir
tek biçimi, “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak oldukça işlevsel bir yönetişim aracı oluyor.
Neoliberal yeni sömürgecilik düzeninin toplumsal meşruiyetini sağlamanın yanı sıra, yukarıda bahsi geçen petrodolarların büyümekte olan İslamcı sermaye kesimlerine akması AKP döneminde de devam etmiş, AKP iktidarı döneminde mobilitesi yeniden hızlanan küresel fonlardan aslan
payını Arap sermayesiyle yakın ilişkiler kuran İslamcı sermaye grupları almıştır.3 Genellikle ticarette ve sanayide
güçlenirken “finans” ayağı eksik olan İslamcı sermaye
AKP iktidarı döneminde İslamcı “katılım” bankalarına ortak olmaya başlamıştır. AKP’nin omurgasını oluşturan sermaye grupları içinde finans ayağı en güçlü olan ise Fethullah Gülen cemaatidir. Gülen cemaati bir yandan hızla yükselen Bank Asya’yı kurarken, diğer yandan da o güne kadar birlik halindeymiş gibi görünen İslamcı sermaye içinde
yeni bir oluşuma gitmiştir. AKP’nin iktidara gelmesinin ardından Fethullah Gülen geleneğinden gelen sermaye grupları MÜSİAD’ın siyasi vurgularını “aşırı” bularak TUSKON adı altında örgütlenmiş ve zamanla MÜSİAD’ı geçen
bir kapsayıcılığa kavuşmuşlardır. Bünyesinde daha çok
emek yoğun sektörlerin ihracatçılarını barındıran TUSKON ile Milli Görüş geleneğinden gelen ve “Anadolu
Kaplanları” tanımlamasını daha çok kullanan MÜSİAD
arasında dahi ciddi mücadeleler zaman zaman gündeme
gelmektedir. Örneğin cumhurbaşkanının yurtdışı gezilerinde genellikle yanına Fethullah Gülen cemaatine yakın
TUSKON üyesi patronları alması üzerine alttan alta eleştiri konusu olabilmektedir. TUSKON’un cazibesini arttıran
bir diğer etken de Afrika, Ortadoğu, Kafkaslar gibi emekyoğun mal ithalatçısı bölgelerde cemaatin okullar vasıtasıyla kurduğu ilişki ağlarıdır. Bu ağlar küçük ve orta ölçekteki ihracatçılar için büyük bir imkân olarak görülmektedir.
Diğer taraftan AKP’nin omurgasında, giderek büyüyen ve
tekelci sermaye saflarına katılan Çalık, Albayraklar, İpek,
Sancak, Boydak, Sanko gibi sermaye grupları da vardır. Bu
gibi gruplar giderek hem İslamcı sermaye içindeki örgütlerde, hem de iktidar saflarında belirleyiciliklerini arttırmaktadır. Bunlar gibi sermaye yoğun sektörlere sıçramış sermaye gruplarının soluğu giderek TÜSİAD sermayesine yaklaşmaktadır. Aradaki fark kapanmaya başladıkça da iktidara yakınlıklarından doğan üstünlük, aradaki farkı tersine çevirebilecek önemli bir faktör olmaktadır.
Geleneksel tekelci sermaye ile
sertleflen rekabet
“Küresel fabrika”ya çoğunlukla otomotiv, beyaz eşya gibi
sektörlerle eklemlenen geleneksel sermaye kesimlerinin
başat oyuncularının önemli bir bölümü son zamanlarda
“yandaş sermaye” söylemini sıklıkla kullanıyorlar gibi görünmektedir. Ancak bu düzeye ulaşmış sermaye grupları
içinde de AKP’nin omurgasını oluşturan, yani “yandaş”
olarak anılanlar olduğu gibi, AKP ile sürekli ve uzlaşmaz
çatışma halinde olan da yoktur. Bunun en açık örneği 2008
yılı sonuna kadar yapılan 37 özelleştirmenin en büyüklerinin TÜSİAD üyesi geleneksel sermaye kesimlerine gitmesidir. Tüpraş’ı Koç grubu, Erdemir’i OYAK, Petrol Ofisi’ni İş Bankası-Doğan ortaklığı, İstanbul’daki karayolları
arazisini Zorlu grubu, Araç Muayene İstasyonları ihalesini
ise Doğuş-Akfen ortaklığı almıştır. Büyük özelleştirmeler
içinde bu durumun tek istisnası Suudi Oger grubuna verilen
Türk Telekom’dur. 2008 sonrasında hızlanan elektrik dağıtım ihalelerinde de Sabancı, Akkök, Alarko gibi büyük sermaye gruplarının çok özel bir ağırlığı vardır. Bu grupların
önemli bir bölümü özellikle 1990’lı yıllardaki devletin yüksek borçlanma faizleri sayesinde yaşanan hızlı spekülatif
birikim döneminde elde ettikleri büyük birikimleri özelleştirme ihalelerinde kullanmaktadır. Ancak giderek büyüyen
35
SERMAYE
ve Körfez ülkelerinin petrodolarlarını da finansmanda kullanan İslamcı sermayenin “büyükbaşları”nın devreye girmesiyle bu paylaşım giderek daha çatışmalı bir mecraya
ilerleyecek gibi de görünmektedir.
Geleneksel sermayenin alanlarına yeni sermaye gruplarının
girmesiyle artan bu rekabet iktidar açısından idare edilmesi gereken bir gerilimi ifade ettiği kadar, bir olanağı da yaratmaktadır. AKP ile en kanlı bıçaklı gibi görünen Doğan
grubunun, AKP’nin iktidara geliş sürecinde verdiği destek,
sonrasında enerji sektörü yatırımları ve İstanbul’daki imar
kavgaları nedeniyle yaşanılan çatışma ve en nihayetinde
vergi cezası sopasını gördükten sonra gözlemlenen “uyum”
dikkat çekicidir.
AKP’nin kendine yakın sermaye gruplarını “kayırma” çabaları ne kadar gündemde olsa da, aradaki fark kapanmaya
başlasa da Türkiye’de “sermaye haritası”nda radikal bir alt
üst oluş yaşandığını söylemek de mümkün değildir. Örneğin Türkiye’nin toplam ihracatı içinde TÜSİAD üyelerinin
payı 2000 yılından 2007’ye kadar yüzde 47’den yüzde
44’lere gerilese de ihracatın yarıya yakını geleneksel sermaye tarafından yapılmaktadır. Üretilen toplam katma değer içerisinde daha büyük bir gerileme görülmektedir. Üretilen katma değerin 2000 yılında yüzde 47’si, 2007’de yüzde 37,6’sının TÜSİAD üyelerine ait olması bir gerilemeyi
ifade etmekle beraber süregelen bir üstünlüğe de işaret etmektedir. İstanbul Sanayi Odası’nca hazırlanan Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu listesindeki ilk 10 firmanın 5 tanesi de Koç grubuna bağlıdır (Tüpraş, Tofaş,
Ford Otomotiv, Arçelik ve Aygaz). 10 firma arasında Oyak
grubuna bağlı üç kuruluş bulunmaktadır (Erdemir, OyakRenault ve İsdemir) ve bu iki gruba ait sekiz firma, 500 büyük sanayi kuruluşunun satışlarının dörtte birini yapmaktadır. Forbes dergisinin en zengin Türkler’e dair yaptığı araştırmada da AKP’ye yakın sermaye sahipleri ilk 10’da varlık gösterememekte, ilk 100’de ise azınlıkta kalmaktadırlar.
Finans sektöründe de manzara farklı değildir. Türkiye’deki
en büyük beş bankanın biri kamuya aittir, geri kalan dört tanesi ise geleneksel sermaye gruplarına aittir. Kamuya ait
Ziraat Bankası’nı, İş Bankası, Sabancı grubuna bağlı Akbank, Doğuş grubuna bağlı Garanti Bankası, Koç grubuna
bağlı Yapı Kredi Bankası izlemektedir. Bu dört banka sektördeki mevduat ve kredilerin neredeyse yarısını ellerinde
tutmaktadır. Diğer taraftan Fethullah Gülen cemaatinin kasası olarak bilinen Bank Asya’nın 2009 yılında %40 kârlık
rekor bir büyümeye ulaşması, borsadaki hisse senetlerinin
bir yıl içerisinde 2 katı değere ulaşması ve 2010 için de
benzeri bir büyüme beklentisi açıklaması, geleneksel sermayenin her geçen gün daha fazla hissettiği rekabet basıncı hakkında ipucu vermektedir.
Bu aktörlerin yanına mutlaka uluslararası sermayeyi de ek-
36
Türkiye'de 1980’li y›llardan 2009 y›l› sonuna kadar uygulanan
özellefltirmelerin toplam de¤eri 38,6 milyar dolara
ulaflm›flken, sadece bir y›lda 10 milyar dolarl›k özellefltirme
yap›lacakt›r ve bunun özellefltirmeler gene enerji
sektöründe yo¤unlaflmaktad›r
lemek gerekmektedir. Türkiye’de hemen her sermaye grubu hem uluslararası yatırımlarında hem de ülke içerisindeki yatırımlarında bir uluslararası ortak bulma çabası içindedir. Uluslararası ortaklar, bir yandan yeni yatırımlar için gerekli olan sermayenin sağlanması açısından yatırımların ve
hedeflenen pazarların ölçeği büyüdükçe önem kazanmakta,
bir taraftan yeni pazarlara ulaşma açısından ve teknolojik
ihtiyaçlar yüzünden giderek daha fazla istenmektedir. Türkiye sermayesinin küresel tekelci mali sermaye ile bütünleşmesi giderek derinleşirken, yabancı sermaye de ülke içerisinde YASED gibi örgütlenmeler aracılığıyla belirleyiciliğini artırdı. Özellikle 1990’lı yıllarda yüksek devlet iç
borçlanmasından nemalanan sermaye gruplarının büyük bir
çoğunluğunun (Sabancı, Koç, Şahenk ve Gülen Cemaati
hariç) bankacılık sektöründen çıkması/çıkarılması ve satın
almalar/ortaklıklar yoluyla sektörde yarı yarıya yaklaşan
yabancı sermaye payı bahsi geçen bütünleşmeyi arttıran en
önemli faktördür. (2001 krizi sonrası bankacılık operasyonlarının hedefi olan Çukurova, Uzan gibi gruplar dışında
Doğan, Zorlu, Oyak, Tekfen gibi gruplar bankacılık sektöründen çıkarlarken, Akbank ve Garanti gibi büyük banka-
SERMAYE
yani bir diğer ifadeyle “gerçek burjuvazi”yi kendilerinin
temsil ettiğini iddia eden İslamcı sermaye kesimleri için bu
ironik durum “MÜSİAD’ın TÜSİAD’laşması”, savunduğu
çizgi de “abdestli neoliberalizm” olarak tanımlanmaktadır.4
lar Citibank ve GE gibi uluslararası firmalarla ortaklık kurdular.) Bu finansal el değiştirmeyle beraber, haddini gören
Türkiye sermayesi uluslararası tekelci mali sermayenin birikmiş fonlarının yeniden değerleneceği yükselen birikim
alanlarının (enerji, gayrimenkul, inşaat vs…) “kapatma”sına girişti.
S›n›f içi mücadelenin konular›
AKP’nin gücü de zafiyeti de günümüzdeki sermaye birikiminin doğasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye’de sermaye gruplarının tamamı “genişletilmiş yeniden üretim” süreçlerinin devamı açısından ilgilerini yükselen sektörlere yönlendirdiler. Finans sektörünün 2001
krizi sonrası yeniden yapılanmasıyla beraber büyük oranda
yabancı sermaye egemenliğine girmesinin ardından Türkiye’deki sermaye gruplarının büyük bir bölümü için en cazip sektörlerin başında ise enerji, gayrimenkul ve inşaat
gelmektedir. Bu üç sektör de (Doğan ve AKP kavgasında
görüldüğü gibi) yerel ve merkezi iktidar gücünü yanına almanın oldukça önemli olduğu, birikim sürecinde devlet
destekli ilkel birikim yöntemlerinin önem kazandığı sektörler olarak dikkat çekmektedir.
Birikimi daha güçlü olan sermaye kesimleri karşısında, birikim eksikliği olan kesimler iktidara yakınlık sayesinde bu
dezavantajlarını aşmaya çalışmaktadır. TÜSİAD’ı “devlet
beslemesi” ilan ederek “Anadolu’nun girişimci gücü”nü
İşte bu durum, AKP’nin zafiyetini oluşturmaktadır. Daha
önceden farklı alanlara (emek yoğun ihracat) yöneldikleri
için büyük sermaye ile ciddi mücadeleleri yaşamayan düşük sermaye birikimine sahip kesimler şimdi aynı kulvarda
yarışa girmek istemektedir. AKP’nin omurgasını oluşturanların önemli bölümü de daha zayıf sermaye kesimleri olduğu için iktidardan talepler yükselmekte, AKP’nin “sermayenin genel çıkarlarını savunan bir parti” görüntüsü bu taleplerin basıncı ile zaman zaman bozulmaktadır. Özellikle
yükselen sektörlerde iktidar gücünün artan önemi, siyasi
çatışmaları da kışkırtmaktadır. AKP’nin ikinci döneminde,
krizin de etkisiyle bu taleplerin giderek artması iktidarı oldukça büyük bir basınç altında soktu. Kendini sağlama alma kaygıları artarak sermayenin genel çıkarlarının ötesinde
bu taleplere de kulak vermek zorunda kalan iktidar için
“AKP’nin reform yorgunu”, “AKP kendi gündemine döndü”, “yandaş basın”, “yandaş sermaye” gibi söylemler bu
süreçte daha fazla dile getirilmeye başlandı. Örneğin,
AKP’nin 2008 yılında Kamu İhale Kanunu’nda yaptığı değişiklikler ve 2009’da Kamu İhale Kurumu’nun özerkliğini ortadan kaldırması sermayenin kimi kesimlerinde ciddi
hoşnutsuzluklara yol açtı. Çalık grubu, Ak Enerji, Ülker ve
Tamince5 yandaş sermayenin en çok adı telafuz edilen örnekleri arasındayken, ATV-Sabah ihalesini bir devlet bankası olan Halkbank ve Vakıfbank'tan aldığı kredilerle kazanan Çalık grubu da yandaş medyanın oluşturulmasının tipik örneği olarak sıklıkla hedef tahtasına çıktı. Komşu ülkeler, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik dış ticaret hızla artarken, hükümetin TUSKON’a özel pazarlama kolaylıkları,
ortak dış geziler vs. geleneksel sermaye tarafından endişeyle takip edildi.
TÜSİAD’ın son günlerde “yasama-yürütme-yargı” arasındaki güçler ayrılığı ilkesine dikkat çekerek Anayasa değişikliğine dair sorunlara dikkat çeken açıklaması bu açıdan
anlamlı bir örnektir. Yargının da hükümetin tam denetimi
altına girdiğinde yükselen sektörlerin paylaşılmasında devre dışı kalabileceğinden korkan TÜSİAD, “oyunun kuralına göre oynanması”nı istemektedir. Zira oyun kuralına göre oynandığında “sermaye birikim düzeyi” yüksek olanların diğerlerini “oyundan” eleyebilmesi daha mümkün olacaktır. Ancak, örneğin yargı tamamen AKP’nin denetimine
geçtiğinde neler olabileceği konusunda geleneksel tekelci
sermayenin ciddi endişeleri mevcuttur. Yargının egemenler-ezilenler arasındaki mücadelede “bağımsızlık” iddiası
çok inandırıcı görünmese de “yargı bağımsızlığı” denen şeyin asıl olarak değil egemenler arasındaki mücadelelerde
37
SERMAYE
Sermaye içi mücadeleleri k›z›flt›ran ve bunu iktidar çat›flmalar›na yans›tan alanlar, ayn› zamanda temel kamusal hizmetler
baflta olmak üzere halk›n hak mücadelelerinin yükseldi¤i alanlar olarak dikkat çekmektedir
bir hakemliği tarif ettiği bilinmektedir. TÜSİAD ise hakemin tarafsızlığından endişe etmektedir.
Benzer şekilde TÜSİAD’ın birkaç yıldır ısrarla “kayıt dışı
ekonomi”nin önlenmesi vurgusunu dile getirmesi ve bunu
“haksız rekabet” eleştirisiyle gündeme taşıması da tesadüf
değildir.6 En güvencesiz çalıştırma biçimlerinin doğurduğu
rekabet gücü karşısında TÜSİAD, emeğin hakkını değil
kendi hakkını savunmakta, bu çalıştırma biçimlerine iktidar
olanaklarıyla göz yumulmasını değil, bu biçimlerin yasallaştırılıp genelleştirilmesini istemektedir. TÜSİAD’ın vergi
idaresinin özerkleştirilmesini isteyen IMF anlaşmasının
imzalanması için çok daha istekli davranırken, MÜSİAD’ın “bağımsızlıkçı” kesilmesi, AKP’nin de en nihayetinde organik tabanının sesini dinlemesi bahsedilen sıkışmanın çeşitli güncel yansımalarındandır.
Sermaye ve iktidar iliflkileri aç›s›ndan
örnekler: Enerji sektörü
AKP’nin, birikimde iktidarın rolünden doğan, gücünü ve
zafiyetlerini gösteren önemli sektörlerden biri enerjidir.
1990-2005 arasında elektrik üretiminde devletin payı yüzde 86’dan yüzde 54’e gerilerken, özel üretim şirketlerinin
payı yüzde 0.1’den yüzde 28’e çıkmış, bu agresif özelleş-
38
tirme süreci sermaye grupları arasında sertleşen bir rekabet
yaratmıştır. Forbes dergisine göre, Türkiye’nin en zengin
100 kişisinin 75’i enerji sektöründe de faaliyet göstermektedir. Bunların çoğunluğu “doğuştan” enerji sektöründe
olan gruplar değillerdir. Eski “tekstilci, perakendeci” olup
yeni yükselen sermaye kesimleri de otomotiv ve beyaz eşya gibi daha büyük birikim gerektiren sektörlere odaklanan
geleneksel sermaye de bu alana gözünü dikmiş durumdadır.7 Sabancı 2010 yılındaki planlanan yatırımlarının yüzde
80’ini (1,2 milyar dolar) enerji sektörüne yapacağını duyurmuştur. Henüz giremeyenler ise stratejik hedeflerini enerji
olarak ilan etmektedir. Örneğin daha önceden bu sektörde
olmayan Alarko Holding elektrik üretimi için 2,5-3 milyar
dolarlık yatırım planladığını açıklamıştır.
Bu sektör yabancı sermayenin de ilgi alanına girmiştir ve
genellikle yerli ortaklarla hareket etmektedirler. Örneğin
Almanya'nın üçüncü büyük enerji şirketi olan EnBW AG,
Türkiye'de yenilenebilir enerji üretiminde eşit ortaklıklı bir
işbirliği için Borusan Holding ile anlaşmıştır. Tuncay Özilhan’ın patronu olduğu halkın tepkisine neden olan ve ÇED
raporu alamayan Gerze enerji santrali için 3-4 yabancı
grupla görüşmelerinin sürdüğünü duyurmuştur. Anadolu
Grubu da Alarko Holding ise ortaklık için Avrupalı,
SERMAYE
Fethullah’›n “emek ile sermaye aras›nda kopmaz bir ba¤” kurulmas›n›n ‹slam ile mümkün oldu¤unu söylemesi, neoliberal
kapitalizmin geliflmesinde ‹slamc› ak›mlar›n ve sermaye kesimlerinin neye aday oldu¤unu göstermesi bak›m›ndan anlaml›d›r
ABD’li ve Uzak Doğu’lu firmalarla görüşmelerinin sürdüğünü açıklamıştır.
Bu sektör açısından “iktidar” gücünün önemi büyüktür. Basit anlamda ihaleyi kapmak bir yana devlet aktif olarak bu
süreçte “kamulaştırma” silahını kullanmakta, örneğin akarsu etrafındaki arazileri kamulaştırıp enerji şirketlerine vermektedir. Türkiye’nin tüm akarsuları üzerinde 1700'ün
üzerinde irili ufaklı firmaya HES kurma yetkisi satılmış durumdadır. AKP açısından buradan, kendisini destekleyen
daha güçlü bir sermaye bloku yaratma olanağı vardır; ancak bu durum dışarıda kalanları da rahatsız edecektir.
Bu alanda gürültü çıkaran son gelişmeler de hatırlanırsa,
nükleer enerji ihalesinde Ciner’in devre dışı bırakılarak
karşılığında “yandaş” Çalık’ın ortağı olduğu Samsun-Ceyhan petrol boru hattına Rus petrolü sağlanması, Doğan grubuna santral izninde ayak sürçülürken Çalık’a kolayca izin
verilmesi bu alanda akla gelen diğer örneklerdir. 2010 yılı,
bu sektörde “dananın kuyruğu”nun kopacağı bir dönemdir.
Türkiye'de 1980’li yıllardan 2009 yılı sonuna kadar uygulanan özelleştirmelerin toplam değeri 38,6 milyar dolara
ulaşmışken sadece bir yılda 10 milyar dolarlık özelleştirme
yapılacaktır ve bunun özelleştirmeler gene enerji sektöründe yoğunlaşmaktadır. Öncelikle elektrik dağıtım özelleştir-
meleri tamamlanacak, İstanbul'un da içinde bulunduğu ve
Türkiye nüfusunun üçte birine elektrik taşıyan 4 dağıtım
şirketi için (Boğaziçi, Gediz, Trakya ve Dicle Elektrik Dağıtım) yaz ortasına kadar teklifler alınacak. Ayrıca Başkent
Doğal Gaz ve İGDAŞ da satılacak.
Birikimde öne ç›kan di¤er sektörler ve
Kamu Özel Ortakl›¤›
Sadece enerji değil, FORBES dergisine göre Türkiye’de
enerjiden sonraki en gözde sektörler olan inşaat ve gayrimenkul sektörü de yerel ve merkezi idarelerinin etkisinin
en kuvvetli olduğu sektörler olarak dikkat çekiyor. Bu alanda devletin özellikle TOKİ eliyle kamulaştırma hamleleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Son dönemde gündeme gelen,
Çalık grubunun aldığı İstanbul Ayvansaray-Balat projesinde ve Tarlabaşı projesinde kamulaştırma silahı oldukça pervasız biçimde gündeme gelmişti. TOKİ’nin 2002-2007 arasında verdiği 16 milyar dolarlık ihalenin büyüklüğü devletin birikimdeki artan önemini gösterirken, bu ihalelerin 10
milyar dolarının AKP’ye yakınlığıyla bilinen sermaye
gruplarına gitmesi sermaye içi huzursuzlukların nedenini
göstermesi bakımından anlamlı bir veridir.
Sermaye açısından önem kazanan sağlık, çevre, konut, ula-
39
SERMAYE
şım, madencilik ve su gibi kimi sektörlerde de “Kamu Özel
Ortaklığı” (PPP: Kavramın İngilizce karşılığı olan Public
Private Partnership’in kısaltılmasıdır) adı verilen uygulamalar giderek öne çıkıyor. Başbakanlık Özelleştirme Dairesi Başkanlığı Kamu Özel Ortaklığı’nı şöyle tanımlıyor:
“Kamu hizmetlerinin devletçe klasik yollardan teminiyle,
tüm hizmet temininin tümüyle özel sektör aracılığıyla yapılması arasındaki yelpazede yer alan bir üst kavram.”
"PPP", “Devletin işlev ve yetkilerinin piyasayla paylaşılması” olarak da tanımlanıyor. “Yap-işlet-devret” modelinden daha ileri biçimde burada devlet “özel sektör” mantığıyla, bir piyasa oyuncusu gibi devreye girip riske ortak
oluyor, tüm altyapıyı sağlıyor, finansör oluyor ve en önemlisi kamulaştırma yoluyla devletin gücünü birikimin hizmetine sunuyor. Sonrasında ise işletmeyi, genellikle belirli bir
gelir garantisi de sunarak parça parça özel sektöre veriyor… "PPP" finans kesimi açısından da cazip olanaklar sunuyor. Devletin içinde bulunduğu bir ortaklığın fonlanması, finans tekelleri açısından rizikosuz ve karlı bir plasman
alanı oluyor.8
Kamu Özel Sektör İşbirliği modelinin bir başka özelliği,“doğrudan özelleştirmeye karşı yönelebilecek tepkileri
bertaraf etmeye uygun nitelikte olması ve kamunun varlığını sürdürmesinde yarar olan hallerde bile kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesine olanak sağlaması” olarak ifade ediliyor. Özellikle sağlık alanında yaşanan dönüşüm, kamu
hizmetlerinin ticarileşmesinde özel sektörle işbirliği modelleri işletilerek yürütülmektedir. Sadece 2009 yılında merkezi bütçe ve SGK’dan hizmet satın alınan özel sağlık kurumlarına olan transferin 7 milyar TL’ye ulaşması bu alandaki ticarileşmenin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Sağlık sektöründe Kamu Özel Ortaklığı’nın önümüzdeki dönem daha aktif olarak uygulanması bekleniyor.9
2010 yılında yasalaşması planlanan Kamu Özel Ortaklığı
genel kanun tasarısından sonra hazırda bekleyen çok sayıda “sağlık kampusu projesi” hayata geçirilecek. Bu projelerde devlet yine istediği arazide istediği gibi sağlık kampusu kurduracak, inşaatçılar kazanacak. Bu kampuslarda alışveriş merkezlerinden otele, sinemaya kadar her şey bulunacak. Ve bu kampusların her birimi modüler olarak özel sektöre devredilecek. Özel Hastanecilerden bir bölümü, özellikle de küçükler ve iktidara daha az yakın olanlar sağlıkta
"PPP"ye itiraz ediyor. Bu uygulama ile özel hastaneciliğin
tehlikede olacağını söylerken aslında iktidar gücünü yanlarına alacak rakipleri karşısında kendi varlıklarının tehlike-
Kamu özel ortakl›¤›nda, “yap-ifllet-devret” modelinden ileri olarak, devlet “özel sektör” mant›¤›yla, piyasa oyuncusu gibi devreye girip riske ortak oluyor, altyap› sa¤l›yor, finansör oluyor, kamulaflt›rmayla devletin gücünü birikimin hizmetine sunuyor
40
SERMAYE
de olduğunu dile getiriyorlar. Sektörün iktidara yakın olan
kesimleri ise sağlıkta "PPP" modelini canhıraş destekliyor.
Hükümet, önümüzdeki günlerde "PPP"lerin önünü açacak
bir yasal düzenlemeye hazırlanıyor.
Dipnotlar:
1
Sonuç
ANAP dönemindeki geleneksel tekelci sermaye öncülüğünde kurulan sermaye grupları arasındaki ittifak bozulduktan sonra Türkiye uzun yıllar koalisyonlarla idare edilen bir ülkeydi. 1990’larda belediyelerin ele geçirilmesiyle,
Körfez ülkelerinin petrodolarlarının sağladığı ucuz kredi
olanaklarıyla, ticaret alanındaki cemaat ağlarıyla, emek süreçlerindeki paternalist ilişkilerden doğan üstünlükleriyle
birikimini hızlandıran İslamcı sermaye, 2003 yılındaki
AKP iktidarıyla kendisinin daha belirleyici olduğu bir siyasi ittifakın doğuşunda merkezi bir rol oynadı. İkinci dönem
AKP iktidarıyla beraber birikimi daha da büyüyen İslamcı
sermaye grupları giderek geleneksel tekelci sermaye açısından rakip haline geldi. Bunda İslamcı sermayenin büyüyen
ölçeği kadar geleneksel tekelci sermayenin, örneğin finans
alanında zayıflayarak, benzeri alanlara (enerji, inşaat, sağlık gibi) yönelmesinin de etkisi büyüktür.
2
3
4
5
Sermayenin bugünlerde öne çıkan değerlenme alanlarının
tamamında iktidar gücünün belirleyiciliği önemlidir. Bu
nedenle, geleneksel tekelci sermaye açısından alternatif
arayışları veya en azından iktidarı tehdit edecek ve göreli
olarak dengeli olmasını sağlayacak siyasi alternatiflerin
varlığı giderek önem kazanmaktadır.
6
Sermaye içi mücadeleleri kızıştıran ve bunu iktidar çatışmalarına yansıtan alanlar, aynı zamanda temel hizmetler
başta olmak üzere halkın hak mücadelelerinin yükseldiği
alanlar olarak dikkat çekmektedir. İslamcı sermaye grupları, merkezi hükümetin avantajlarını özellikle temel hizmetlerin özelleştirilmesiyle ilgili alanlarda kullanmaya başlamış görünmektedir. Bu nedenle, önümüzdeki dönem hak
mücadeleleri açısından çeşitli olanakların yanı sıra kritik
tuzaklarla da karşılaşabiliriz. Mağlup sermaye fraksiyonlarının manipülasyonlarına ve galip fraksiyonların yönetişim
mekanizmalarına karşı dikkatli olmak gerekmektedir.
8
7
9
*
Önce Milli Görüfl’ün sonra da AKP’nin siyasi olarak omurgas›n› oluflturan sermayedarlar›n önemli ölçüde ticaret sermayesi ve ya ticaret sermayesinden
sanayi sermayesine yeni “terfi” etmifl, daha küçük birikimi sahip kesimler
oldu¤u aflikard›r. Büyük bir bölümü “Küresel fabrika”ya veya “küresel meta zincirlerine” tekstil, g›da gibi daha emek yo¤un sektörlerle eklenmektedir. Ancak
bu, birikimin bu aflamas›ndaki sermaye kesimlerinin tamam›n›n “yandafl” olarak
tan›mlanaca¤› anlam›na gelmemektedir. Bugün dahi TOBB hala bu ölçekteki sermayenin en kapsay›c› örgütü durumundad›r. Di¤er taraftan TÜS‹AD’›n
öncülü¤ünde kurulan TÜRKONFED, laiklik, cumhuriyet gibi vurgular› öne ç›karan
Anadolu’daki küçük ve orta ölçekli iflletmeleri bünyesinde toplayan bir örgüt
olarak dikkat çekmektedir.
“Her çoban›n güttü¤ünden sorumlu oldu¤u”nu dile getirerek iflverenleri “iyili¤e”
davet eden Fethullah Gülen’in cemaat üyelerine fetvas›nda dile getirdi¤i flu
görüfller emek sürecinin yönetimi ba¤lam›nda ‹slamc› sermayenin avantajlar›n›
gözler önüne sermektedir: “Patron iflçinin yan›ndad›r. Yemesinde, giyinmesinde
ve bütün meflru isteklerinde. Bir aile efrad› gibi, yedi¤inden yedirir, giydi¤inden
giydirir, takat›n›n fevkinde ifl tahmil etmez. ‹flçi ise, o da iflin ve iflverenin
yan›nda; servet ve patron düflmanl›¤›ndan uzak, sa’yin ve gayretin misali olma
yolundad›r. ‹flin en iyisini yaparken, kan-ter içinde ceht edip bo¤uflurken, yüceler aleminde kendine alk›fl tutuldu¤unu ve Hakk kat›nda tebcil ve takdir edildi¤ini
bilir, yapt›¤› her fleyi gönül hofllu¤u içinde yapar”.
Tayyip Erdo¤an’›n Sudan diktatörü El Beflir’e sürekli kol kanat germesi, El
Kaide’nin finansman›yla suçlanan ve mal varl›klar›na yönelik tedbir istenen Suudi
petrol prensinden “arkadafl›m” diye bahsetmesi bu yüzdendir.
Muhammed Mert Korkmaz, AK Parti ‹ktidar›nda Sermaye Birikim Modeli ve
‹slami Burjuvazinin Kaynaklar›, Do¤udan, Ocak-fiubat 2010
2001’e kadar sadece bir oteli olan Tayyip Erdo¤an’›n yak›n dostu, Gülenci
ifladam› Fettah Tamince’nin 8 y›lda 14 otele, Ethem Sancak'la ortak olarak bir TV
kanal›na (24) ve bir gazeteye (Star) sahip olmas› en göze batan yükselifl öykülerinden biridir.
Bu flikayetlere dair en ilginç örneklerden biri ‹fl Bankas› yay›nlar›ndan ç›kan bir
kitapta fievket Pamuk’un hükümeti ve yerel yönetimleri kendine yak›n sermaye
gruplar›n›n kay›td›fl›, sigortas›z iflçi çal›flt›rmas›na göz yummakla elefltirebilmesidir.
Sanko Holding Yönetim Kurulu Baflkan› Abdülkadir Konuko¤lu: fiimdi “sen tekstilcisin, ne iflin var elektrik sektöründe” diyeceksiniz. Çünkü herkes böyle
bak›yor. Tekstilde beflinci, elektrikte birinci kufla¤›z. Y›llarca barajlar yap›lm›fl biz
bakm›fl›z ama flimdi gözümüz aç›ld›. Bunu da herkes bilsin (Radikal Gazetesi, 10
Eylül 2008).
Dexia/Denizbank Kamu ve Proje Finansman› Genel Müdür Yard›mc›s› Wouter
Van Roste, Türkiye‘ye kamu ve proje finansman› alan›nda lider olmak ve yerel
yönetimlere finansman imkanlar› yaratmak için geldiklerini belirterek, alt-üst
yap› yat›r›mlar›, çevresel yat›r›mlar, kentsel dönüflüm projeleri, ulafl›m flebekeleri
gibi kamunun finansmana ihtiyaç duyabilece¤i her türlü yat›r›mdan etkin pay
almak ve finans sektörünün lideri olmay› hedefledi¤ini aç›klad›.
Sa¤l›k Bakanl›¤›, bünyesinde “Kamu Özel Ortakl›¤› Daire Baflkanl›¤›” kurulan ilk
baflkanl›k olarak dikkat çekiyor.
Bafll› bafl›na bir inceleme konusu olarak Kürt sermayesi bilinçli olarak yaz›n›n
d›fl›nda b›rak›ld›. Kürtlerin neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle bütünlefltirilmesi ve emperyalist Ortado¤u projeleri temelinde inisiyatif almaya çal›flan Kürt
sermayesi, ayn› zamanda oligarfli içindeki iliflki ve çeliflkilerin de de¤ifliminin
etkin öznesi durumundad›r.
Bugün gelinen noktada AKP iktidarı, “yandaş”larına yönelik giderek artan bir korumacılık yöntemlerini devreye sokarken diğerlerini de idare etmeye çalışmaktadır. Bu idarenin bir yönünde, askeri teçhizat ihalesini Koç Grubu’na,
elektrik dağıtım ihalesini Sabancı’ya verilmesi örneklerinde de görüldüğü gibi, havuç bulunmaktadır. Diğer yönünde ise, Doğan grubunun başında gezinen vergi sopası bulunmaktadır… Ama her halükarda AKP yükselen sektörlerde tarafını daha açık gösterme eğilimindedir. Bu nedenle önümüzdeki dönem çok çarpıcı çatışmalara ve uzlaşmalara gebe gibi görünmektedir.
41
‹fiÇ‹ HAREKET‹
Bir dönüflümün öyküsü olarak Tekel direnifli
78 günde devri âlem
AKP’nin ve neoliberalizmin dayatt›¤› güvencesizli¤e karfl› kurulan direnifl çad›rlar›, toplumsal muhalefetin sürükleyici halkas› ve iflçi s›n›f›n›n, yoksullar›n
ve ezilen halklar›n ortak sesi oldu. Meflrulu¤unu, AKP iktidar›na ve neoliberal
politikalara karfl› toplumsal muhalefeti ortaklaflt›rma gücünden ve halk›n
deste¤inden ald›
Celal K›raç
T
ekel işçilerinin 78 gün süren Ankara direnişi, 2
Mart'ta sona erdi. 2009 yaz aylarına uzanan hazırlık dönemini ve marttan bugüne süren artçı eylemleri de sayarsak, uzun ve öğretici bir süreç oldu.
Direniş hakkında çok şey söylendi, yazıldı, çizildi.
Söylenen olumlu şeylerin tümünü sonuna dek hak etti. Türkiye
işçi sınıfı tarihinde Tekel gibi özgün etkileriyle anılan, çığır
açan, eşik atlayan pek az eylem vardır. Kavel, 15-16 Haziran,
Yeni Çeltek, Tariş, Zonguldak ilk akla gelenlerdendir. Tekel direnişi, daha tarih olmadan, işçi sınıfı hareketinde bir "tarihsel
dönüm noktası" diye anılmaya başlandı.
Tekel direnişi bir dönüşümün öyküsüdür. Tekgıda-İş'te
(Türk-İş) örgütlü Tekel işçileri, 78 günde, taşlaşmış bir geleneksel devletçi sendikal kabuğu çatlatıp, kendi sınırlı ufuklarından hak mücadelelerinin ve yeni işçi hareketlerinin geniş
âlemlerine açıldılar. Dönüştüler. Dönüştükçe, uzun zamandır
hasret kalınan "kazanma umudunu" yeniden ateşlediler. Dönüşümü "küçük" kazanımlarla pekiştirdiler. Özlük haklarını
koruma çabaları işçilerin hak mücadelesine dönüştü. Sektörel
bir işçi eylemi, hak mücadelesine dönüştükçe, halkın çoktandır unutulmaya yüz tutmuş "dayanışma eğilimlerini" canlandırdı. AKP iktidarının Tekel işçilerine dayattığı ucuz ve güvencesiz çalışma statüsü olan "4C", neoliberal dönüşümün
getirdiği güvencesiz yaşamın ortak simgesi haline geldi. Halkın ortak sorunlarının ve çıkarlarının da sesi haline gelen Tekel direnişçileri, halkın saygısını ve güvenini kazandılar. Bu
noktada, örneğin taşeron çalışma gibi güvencesizlikten değil,
güvencesizleştirilmeye karşı tepkiden doğan Tekel direnişi,
kendisiyle aynı neoliberal saldırıya uğrayanlar üzerinde yarattığı sarsıcı nesnel etkiyle önemlidir.
42
Sektörel bir işçi eyleminin, hak mücadelesiyle, içerik olarak genişleyip toplumsal olarak yaygınlaşması, eylemin politikleşme ve işçi sınıfının özneleşme gücüne güven tazeledi. Hak mağdurunu etkin bir direnişçiye dönüştüren bu süreç, epeydir kendisinden umut kesilen devrimci öznenin
yeni bir işçi hareketi olarak çok yakındaki dönüşünü haber
vermektedir. Dayanışma eğilimlerinin bu denli yaygınlığı,
toplumsal muhalefetin yeni politikleşme eksenini göstermektedir. Halkın parçalanmış gücünü birleştiren güvencesizliğe karşı mücadele, toplumsal muhalefetin sürükleyici
politik halkalarından biri haline gelmektedir. İşçi sınıfını,
yoksulları ve öteki ezilen halk kesimlerini ortak bir çatışma
ekseninde politikleştiren Tekel çadırı, kısa zamanda AKP
iktidarına karşı ortak bir muhalefet çadırına dönüştü. Tekel
direniş çadırı, meşruluğunu esas olarak, sınırlı bir "AKP
karşıtlığı"ndan ya da haksızlığa uğrayanların "iktidardan
hak ve adalet talebi"nden almamaktadır. Haklarını kesinlikle pazarlık konusu yapmayan direnişçilerin, "Ölmek var,
dönmek yok!" ve "Çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakmak istiyoruz!" sloganlarıyla dile getirdikleri talepler, meşruluğunu, AKP iktidarına ve neoliberal politikalara karşı
toplumsal muhalefeti ortaklaştırma gücünden ve halkın
desteğinden almaktedır.
"Anlat›lan senin hikâyendir!"
"Ancak eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin
durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya'da
işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa,
ona açıkça şunu söylemeliyim: 'De te fabula narratur!'" ("Anlatılan, senin hikâyendir!") Marks Kapital'in Almanca birinci
baskıya önsözünde Alman işçi sınıfına böyle seslenir… Dire-
nişe son yılların en yaygın kitlesel desteğini verenler, Tekel
işçilerinin aynı zamanda kendi hikâyelerini de anlattığının bilincindeydiler. Ama AKP iktidarı, direnişe omuz verenlerden
daha çevik bir şekilde durumun farkına vardı. Yaklaşan tehlikeyi bir toplumsal muhalefet hareketine dönüşmeden, pervasızca saldırarak ve psikolojik harekat yöntemleri kullanarak
kuşattı.
Abdi İpekçi Parkı'nda işçilere pervasız polis saldırısının ardından sıkışan AKP'nin, toparlanarak, saldırıyı çok boyutlu
bir kuşatma operasyonuna dönüştürmesi karşısında işçilerin
direnişi, halkın, özellikle AKP’ye karşı toplumsal muhalefetin desteğini artıran dönüm noktasıdır. İktidarın saldırısı, uzun
bir kuluçka döneminin ardından ürkek adımlarla yolunu arayan Tekel işçilerini ateşleyerek, kararlı bir direnişe yöneltti.
Ülkeyi gerilimlere sürükleyen onca "yüksek politika gündemini" yararak Ankara'nın merkezinde iktidara meydan okuyan Tekel işçileri, AKP'nin mağduriyet silahını tersine çevirip onun emek düşmanı saldırgan yüzünü gösterdi.
AKP’den canı yanan kitleler ve toplumsal muhalefet örgütleri, saldırıya uğrayan Tekel işçilerini desteklediler. Ancak bu
anlamlı destekler, neoliberalizme karşı işçi sınıfı siyaseti, bir
toplumsal muhalefet hareketi düzeyine sıçratılamadı. Direnişi ve bunu “istismar eden” desteği, şahsına ve partisine karşı
“ideolojik bir harekât” olarak değerlendiren Başbakan Erdo-
ğan, bu yüzeysel AKP karşıtlığını, her zamanki gibi toplumu
kamplaştırmak için kullanmaya çalıştı. AKP karşıtlığının sınıfsal politik özünü çarpıtarak antikomünist, İslamcı-gerici ve
liberal bir kuşatmayla yeni bir kutuplaşma ekseninde direnişçileri yalnızlaştırmaya çalıştı.
Bunun için başlıca üç yöntem kullandı. Birincisi, bildik, "masum işçi eylemine, sol, terörist, komünist, muhalif sızmalar"
söylemine bu sefer de başvuruldu. Amaç, direnişçileri bölüp
çevrelerindeki desteği kopararak, AKP lehinde gerici-faşist
bir saflaşmanın ideolojik meşruluğunu oluşturmaktı. İkincisi,
AKP il örgütlerinden cemaatlere, İslamcı medyadan büyük
oranda emek yoğun (ucuz, güvencesiz) işçi çalıştıran İslamcı
sermayeye, işçi ailelerinden çeşitli vakıf ve derneklere geniş
kesimler seferber edildi. Kuşatma ülke çapına yaygınlaştırıldı. Kuşatmanın sol gösterip sağ vuran üçüncü öğesi, direnişin
yüzeysel AKP karşıtlığını yüceltip ardındaki sınıf politikasını
gizleyen sermaye medyasından parlamenter muhalefete herkesi kapsadı. Bunlar, "sosyal patlama tehlikesinin" canlı kanlı habercisi olarak Tekel direnişini iktidar çatışmalarının malzemesi yaparken, en korktukları şey, neoliberal dönüşümü tökezleten -sermaye iktidarını kesintiye uğratan- süreçlerin
önünün açılmasıydı.
İşte direnişin tam bu noktadan ilerletilmesi; AKP karşıtlığının
işçi sınıfı siyaseti olarak politikleştirilmesi, yaygın-popüler
43
D‹S‹PL‹N
Direniflin,
neoliberalizme karfl›
gerçek bir hareket
olarak Tekg›da-‹fl
çat›s› alt›nda
yaflan›yor olmas›,
güvencesizlefltirmeden
do¤an dinamizmin
Türk-‹fl’i bile köklü bir
biçimde
etkileyebildi¤ini
göstermektedir
desteğin toplumsal muhalefete dönüştürülmesi, bu temelde
destekçilerin Tekel işçileriyle kaynaşarak ortak devrimci özneye dönüşmeleri direnişin seyrinde başlıca kırılgan noktayı
oluşturmaktaydı. Tekel işçileri, (kimi zaman Tekgıda-İş’e
karşın) sırf kendi gücüne dayanarak bu çok boyutlu saldırılara karşı onuruyla direnen işçiler olarak tarihe geçtiler. Kuşkusuz, sınıf mücadelesinde özgücüne dayanarak egemen iktidar
odaklarından bağımsız bir çizgi izlemenin doğruluğunu ve erdemlerini göstermesi bakımından yüreklendirici ve derslerle
dolu bir davranıştır bu. Ne var ki bu çizgi, yalnız başına direnişin kaderini değiştirecek bir sıçrama yaratamadı.
Bu süreçte, Hak-İş ve Memur-Sen'in tavırları, bir kez daha
onların hükümet yanlısı çizgilerini gösterirken, Türk-İş,
KESK ve DİSK gibi konfederasyonların, meslek odaları ve
kitle örgütlerinin destek eylemleri etkili olamadı. (Bu arada
"Türk-İş'in sol sendikaları"ndan beklentilerin de ne denli boş
olduğu ortaya çıktı.) "Bir günlük iş bırakma" ya da "işe bir-iki
saat geç gelme" gibi simgesel destekle ilaç, gıda, battaniye,
odun yardımları belli sınırları aşamadı. Oysa halkın bireysel
gönüllü yardımları, yoksul mahallelerden kadınların, Karadeniz balıkçılarının, hatta Sakarya esnafının ve bar emekçilerinin "örgütsüz katkıları" örgütlü kesimlerin sınırlarını aşmış
durumdaydı. Belki de toplumsal muhalefetin örgütlenme ve
seferberlik kanallarının yaygın kitlesel desteği kucaklayabilecek donanım ve yetenekten yoksun olmasının en can yakıcı
duyumsandığı eylem Tekel direnişi oldu. "İş güvencesi", "insanca yaşam", "'4C'ye karşı mücadele" gibi kavramların giderek toplumsal muhalefetin gündemine yerleşmesine karşın
ocaktan şubata kadar kriz tedbir paketi, zamlar, kitlesel işsizleştirme uygulamalarına karşı ortak mücadele fırsatları kaçırıldı. Şubatın sonlarında direnişin kader anında, ta 26 Mayıs
(!) için alınan genel eylem kararı, direnişin yalnızlığını mutlaklaştırıp kırılganlığını artırdı.
"4C": güvencesizli¤e karfl› ortak
politikleflme köprüsü
Tekel direnişinin ve verilen desteğin işçi sınıfı siyaseti olarak
44
gücü, neoliberal dönüşüme yerleşiklik kazandıran AKP iktidarına karşıt eğilimleri politikleştirme potansiyelinden gelmektedir. Bu potansiyelin, Tekel eylemi özgülünde kısmen açığa
çıkmasında Tekel işçileri ve Tekgıda-İş'in yürüttüğü "4C" karşıtı mücadele, bir politikleşme köprüsü oldu.
Ücretlerin aşağı çekilmesi, temel kamusal hizmetlerin piyasalaşması ve büyük kitlesel işsizliğin "lüzumsuz bir nüfus kitlesi" ("artık nüfus") olarak işçi sınıfının yapısal bir parçası haline getirilmesi, AKP iktidarının işçi sınıfına dayattığı "4C" statüsünde somutlaşmaktadır. "Yattığı yerden para kazanmak"
suçlamasıyla gözden düşürülmeye çalışılan Tekel işçileri, direniş çadırını "4C" köprüsüne kurarak, kendi haklarıyla birlikte, işçi sınıfının yüzlerce yıllık toplumsal mücadelelerine
dayanan sosyal haklarını da cansiperane savundular.
Yitirilmekte olan iş güvencesi hattına kurulan savunma taktiğiyle, ücretleri bir talep olarak neredeyse hiç gündeme getirmediler. Eylemin genelleşerek toplumsal muhalefetle buluşmasında bunun avantajları çok oldu. (Yeri gelmişken belirtelim. Ücretlerin birinci planda gündeme getirilmemesi taktiği, Devrimci Sağlık-İş'in taşeron sağlık işçileri örgütlenmesinde de sık sık görülmektedir. Ancak, "insanca yaşam için
yeterli bir ücret" talebi, örgütlenme sürecinin başlarında iş güvencesi gibi yakıcı bir talebin yanında dile getirilmese de, ileriki aşamalarda güvencesizlikten doğan ileri bir talep olarak
gündeme gelmektedir.) Miadı dolmuş "geleneksel sendikacılığa" sıkışmadan, güvencesiz çalışmaya ("iş güvencesi","çalışma hakkı") ve bunun toplumsal yansıması olan güvencesiz
yaşama ("insanca yaşam") karşı mücadele ettiler. Tekel işçilerinin bu denli cansiperane direnişi ve halkın yaygın desteğinin temelinde, neoliberal yeni sömürge kapitalizminin bütün
halkı güvencesizleştiren ve bütün ücretlileri güvencesiz işçiye
dönüştüren saldırı stratejisine karşı kendini savunma hakkı ve
zorunluluğu bulunmaktadır. İşte direnişi belli bir işçi grubunun kısmi çıkarlarını korumaya dönük bir savunma refleksi
olmaktan çıkaran; Tekel işçilerinin, bütün halkın ortak ve genel çıkarlarını temsil eden "ortak devrimci misyonu" bu noktada oluşmaktadır.
Geleneksel sendikac›l›¤›n fiili elefltirisi
olarak iflçilerin hak mücadelesi
Tekel direnişi tipik geleneksel bir sendikal çatı altında; ama
geleneksel sendikal bir eylem çizgisinde değil, daha çok güvencesizliğe karşı işçilerin hak mücadelesi çizgisinde gelişti.
Neoliberal dönüşümün fiilen etkisizleştirdiği "geleneksel sendikacılığın" resmi bıktırıcı işlemleri bu eylem sürecinde pek
görülmedi. Tersine geleneksel sendikacılığa karşı işçilerde
yerleşmiş bulunan tepkiler, olumlu-fiili bir eleştiriyle bir yenilenme enerjisine dönüştürüldü. Daha çok "sosyal devlet politikaları" döneminde karşılığını bulan geleneksel sendikal
taktikler (örneğin ücret yükseltme taktikleri), neoliberal dönüşümle birlikte işçi sınıfının büyük kitleler halinde güvencesizleşmesinin önüne geçemedi. Yalnızca, sınırlı bir sendikal seçkinler bürokrasisinin çıkarlarının sürekliliğini sağlayan bu
sendikal çizgi, emek hareketinin devrimci potansiyelinin sendikal bürokrasinin denetimi altına girmesine yol açtı. Tekel
işçilerine yönelen bunca sempati ve desteğin temelinde, "geleneksel sendikacılığın" çürümüşlüğünden kaynaklanan bıkkınlığın da payı bulunmaktadır.
Güvencesiz iflçiler: yersiz yurtsuz,
ama art›k çad›r› s›rt›nda
Geleneksel sendikal işlemler ve resmi mevzuatın tersine, basit,
kolay uygulanabilir ve sonuç alıcı oluşu nedeniyle Tekel direnişinin yarattığı mücadele yöntemleri, başta İSKİ, İtfaiye, Marmaray olmak üzere, güvencesiz ve güvencesizleşmekte olan işçilerde hemen karşılığını buldu. Tekel derslerini çabuk öğrenen
işçi sınıfı, öncelikle bu yöntemleri taklit etmeye başladı. Öyle
ki haksızlığa uğrayan işçiler, patronlarını,"Ankara'ya yürümek"le, "yol kesmekle", "çadır kurmak"la tehdit eder oldular.
Benzer bir etkiyi, sendikal hareketin yapısında da görmek olasıdır. Direniş sürecinde sendikal hareketin işyeri temsilcileri,
delegeler ve bazı şube yöneticilerinde belli bir canlanma gözlenirken, yönetici katmanlarındaysa, çoğunlukla güvensizlik
ve tedirginlik yarattı. Sendikal bürokrasi giderek daha fazla
sorgulanır duruma düştü. Öne çıkardığı yenilenme dinamikleriyle Tekel direnişi, yeni işçi hareketine olan gereksinimi
pratik ve ivedi bir sorun olarak gündeme getirdi.
Direniş sürecinde bir nevi "fiili üyelik" ilişkisi geliştirmesi
Tekgıda-İş'i, geleneksel sendikal hareketin giderek eriyen ve
üyeleri üzerinde sırf bir çıkar ve denetim düzeneğine dönüşen
"resmi üyelik" ilişkisinden ayıran bir yenilenme dinamiğidir.
Elbette bunu değerli kılan bir özellik de, bu deneyimin tipik
bir geleneksel devlet konfederasyonu olan Türk-İş'e bağlı
Tekgıda-İş sendikasında yaşanıyor olmasıdır. Bu durum, gerçek bir hareket olarak yenilenme dinamizminin, gücünü, sahiciliğini ve nerelere kadar ulaşabildiğini göstermektedir.
Sınıf mücadelesi tarihi, üyelik aidatı ödemediklerinden sendikaları tarafından yüzüstü bırakılan işçilerin öyküleriyle doludur (Sendikanın toplu sözleşme yetkisi düştüğünde çok rastlanır). Sendikanın yönetimine, söz ve karar süreçlerine katılamayan bu işçiler, hep bir satılmışlık duygusuyla sendikaya
düşman kesilmişlerdir. Geleneksel sendikalar -hâlâ- zor durumlarda hep yasal mevzuatı-tüzük hükümlerini uygularlar.
Bunun karşısında ağırlıkla güvencesiz işçilerin örgütlenmesini yürüten Devrimci Sağlık-İş gibi devrimci sendikalar, bırakın aidat ödemeyenlerin dışlanmasını, "resmen ilgi alanına
girmeyen, ama işkoluna bağlı bütün işçilerin örgütlenmesiyle
uğraşmaktadır.(**) İşte Tekel direnişinde, sendikanın yetkisinin
düşmüş olmasına karşın bu geleneksel alışkanlığı aşan bir
ilişki tarzının kurulmuş olması, eylemi dinamik kılan önemli
bir hareket tarzıdır.
Burada işçi hareketinin gelişimini engelleyen sermaye-iktidar
saldırılarının ve geleneksel hareket kalıplarının kırılmasında
fiili, meşru ve militan sendikacılığın önemini bir kez daha belirtmek gerek.
Direnifl çad›rlar›: Fiili bir direnifl
örgütü ve iflçi demokrasisi prati¤i
Tekel eyleminde dönüm noktası, polis saldırısından sonra
Türk-İş'in önünde toplanan işçilerin, "çadırkent" kurarak,
45
Geleneksel iflçi hareketinin cinsiyetçi
miras›n›n tersine,
Tekel direniflinin
yeni iflçi hareketlerine ve hak mücadelelerine özgü
eflitlikçi tavr›, onun
dinamizmini oluflturdu
beklemeyi bir direniş biçimine dönüştürmeleri oldu. Böylece
ailelerin, halkın ve ilerici emek örgütlerinin katılımıyla,
eylem, geniş bir toplumsal hareket zeminine uzandı.
Direnişin meşruluğunda taleplerin militan bir tarzda gündeme
getirilmesinin yanında, hem destekçilerle kurulan etkileşime
ve güven tazelemeye açık ilişki tarzı, hem de direnişin ortaya
çıkardığı fiili durum belirleyici oldu. Tekgıda-İş'in nihai
kararlarına yansıması, eylemin kaderinin tayin edilmesi noktasında belirleyici olamasa da direniş çadırlarında yaşanan
deneyim, işçi sınıf bilincinin, kültürünün ve demokrasisinin
yaratılması bakımından olumlu-olumsuz son derece öğretici
deneyimler ortaya çıkardı.
Bütün direniş süresince eylemin çatı örgütü ve son karar verici Tekgıda-İş sendikası olmakla birlikte, çadırların kurulmasından itibaren, çoğu zaman sendikaya karşın, direnişin
örgütsel omurgasını, bir işçi demokrasisi pratiği gibi gelişen
direniş çadırları oluşturdu. İşçi sınıfının ortak belleğine yer
etmiş konsey, komite, meclis tarzı gibi doğrudan-devrimci
demokrasi örnekleri, Tekel işçileri tarafından çabucak hünerli bir el yatkınlığıyla direniş çadırları pratiğine aktarıldı.
Bu örgütlenme tarzının, tartışma, karar alma ve etkileşim
süreçlerini genişletmesi bakımından değeri yadsınamaz. İl
çadırlarının birer "işçi konseyi" gibi direniş yaşamının sosyal
temelini oluşturmasını başlı başına bir kazanım saymak
gerekli. Sendika yöneticilerinin sırf merkezi kararları
yaygınlaştırmak için bile olsa çadırları dolaşması, karar alma
süreçlerinin genişlemesi yönünde fiilen zorlayıcı etkiler
yarattı. Ne var ki, sendikal bürokrasinin eski güdümleme
alışkanlığını belli bir düzeye kadar sürdürmesi ya da işçiler
çadırlarda sabahlarken yöneticilerin otellerde kalmaları gibi
alışkanlıkları ciddi eleştiri kaynağı oldu; güven ve saygınlık
yitimine yol açtı. Bu bakımdan fiilen bir "doğrudan
demokrasi" pratiği gibi gelişen çadır pratiklerini pürüzsüz bir
süreç olarak değerlendirmek doğru olmaz. Sınıf kültürünün
gelişimi bakımından olumlu katkıları olan bu süreçte, işçilerin
görüş ve beklentileri sendika yönetimine (Türkel'e) her
zaman doğrudan yansımadı. Kararsızlık anlarında Türkel'in,
sınıfın gücünden çok Türk-İş yönetimine bel bağlayan
tavırları, işçilerin tepkisini çekti.
46
Burada geleneksel sendikacılığın sınırları dışına taşan nesnel
pratik önemlidir. Eylemin planlanmasından ülke sorunlarına
kadar renkli, dinamik tartışmalar yaşandı. Çadırlarda örgütlenen yeni yaşamda, gündelik hayatın planlanmasından
işçilerin özel-ailesel sorunlarına kadar sınıfsal bir dayanışma
ve işbölümü kültürü yaratıldı. Bu bakımdan direniş çadırları,
işçilerin, ortak iradesini ve çoğul, zengin enerjisini ortaya
çıkaran bir işçi demokrasisi pratiği-okulu oldu. Çadırlarda
örgütlenen yeni yaşamı, işçilerin, eski bağımlılık
konumlarından sıyrılarak bütünsel bir sınıf bilincine,
kültürüne ve kimliğine sahip özgür-bağımsız öznelere
dönüşmelerinin pratiklerini yaratması açısından başlı başına
değerli saymak gerekir.
Parçalanm›fll›ktan birleflik s›n›f
hareketine
Tekel direnişini etkili kılan dönüşüm ve yenilenme iradesinin
en parlak kanıtı, neoliberal stratejilerin ve AKP iktidarının parçalama-kamplaştırma siyasetine karşı, parçalanmaya itilenlerin emek eksenli bütünleşme duyarlılıklarını güçlendirmesidir.
Esnek çalışmanın işçi sınıfını farklı çalışma statülerine ve işsiz kitlelerle bölerek sınıf içi rekabeti kışkırtması, işçi sınıfının birliğini zorlaştıran nesnel zemini oluşturmaktadır. Ayrıca neoliberal kimlik siyasetinin işçi sınıfının etnik, dinsel,
mezhepsel, cinsel kimliğinin "gerici öğeleri"ni öne çıkarması
parçalanma sürecini iyice derinleştirmektedir. Üstelik sömürge tipi faşizmin iktidarında bulunan İslamcı liberal AKP rejiminin, iktidar savaşımlarında kullandığı kamplaştırma yöntemi ve Kürt sorununda kullandığı şoven yöntemler, bu çok
katmanlı parçalanma sürecine sürekli taze kan taşımaktadır.
Birleşik sınıf hareketi, yine bu çok katmanlı parçalanmışlığın
içinde, güvencesizliğin ortaklaştırdığı (türdeşleştirdiği) kitlelerden doğan gücün örgütlenmesinden geçmektedir. Bu konuda Tekel direnişinin yarattığı olumlu deneyimlerin katkısı
yadsınamaz.
Sürekli AKP iktidarını güçlendiren kamplaştırma taktikleri,
direniş sürecinde bu sefer başarılı olamadı. Yıllardır özlenen
bir tablo ortaya çıktı. Kamplaşmaya zorlananların işçi sınıfı
siyasetinde bütünleşme eğilimleri güçlendiği gibi, AKP ikti-
Direnifl çad›rlar›,
geldikleri yerde
rekabet, gerilim ve
kamplaflmalar›n
taraf› olan insanlar›n, iflçi s›n›f›
kültürü etraf›nda
oluflturduklar›
küçük bir kardefllik
ülkesiydi
darının emek düşmanı politikaları biraz daha teşhir oldu.
2009 Aralık, 2010 Ocak, Şubat ve Mart aylarında gündeme
getirilen DTP'nin kapatılması, Bülent Arınç'a suikast, kontrgerilla karargâhının (Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı) aranması, Ergenekon operasyonlarının sürmesi, subay intiharları, Alevi açılımı, Kürtlere yoğun baskı, tutuklama ve şiddet uygulanması… halkın Tekel direnişine ilişkin duyarlılığını değiştiremedi. Hatta bizzat başını Erdoğan'ın
çektiği içinde bolca "peygamber", "aile" gibi dindarların duyarlı olduğu kavramların geçtiği "türban kampanyası" bile etkili olamadı. Kampanyada, Emine Erdoğan'ın yıllar önce hasta ziyaretine gittiği GATA'ya alınmaması bahane edilmişti.
Oysa gerçek sebep, direnişte öne çıkan türbanlı Tekel işçisi
kadınların, İslamcı bir simgeyi AKP'nin elinden alarak, onun
inandırıcılığını sarsmalarıydı.
Tekel işçileri, egemenlerin kendi iktidar hesapları lehinde halkı saflaştırmaya dönük politikalarını en azından direniş çadırlarında kırdılar. Burada, emekten yana eğilimlerin birleştirici
gücünün harekete geçmesi, işçi sınıfının politikleşmesi yönünde yüreklendirici etkiler yarattı.
Ankara Sakarya Caddesi'nde kurulan direniş çadırları, geldikleri yerde rekabet, gerilim ve kamplaşmaların etkin öznesi ya
da tarafı olan insanların, işçi sınıfı kültürü etrafında oluşturdukları küçük bir kardeşlik ülkesiydi. Trabzon ve Tokatlı işçiler arasında vakti zamanında faşist harekete katılmış en
ılımlısı MHP'ye oy vermekle övünen kişiler vardı. AKP'nin
Kürt açılımına karşıydılar. İzmir çadırında, laik-ulusalcı duyarlılıklarıyla kendini tanımlayan işçiler vardı. Bunlar da
AKP'nin Kürt açılımına karşıydılar. Kürt illerinden gelenler
arasındaysa, hem Kürtlük hem de İslamcı duyarlılığıyla hareket edenler vardı. Bütün çadırlarda hatırı sayılır AKP destekçisi, hatta AKP saflarında etkin çalışan işçiler vardı. Bununla
birlikte, geldikleri yerlerde birbirlerine belki de "hasmane
duygularla" yaklaşan Tekel işçilerinin tamamı, AKP'nin
emek düşmanı politikalarına karşı direniş çadırlarında bütünleştiler. AKP iktidarına, "Kürt-Türk burada AKP nerede?"
sloganıyla meydan okudular.
Direniş çadırları, sınıf içi rekabetin aşıldığı ve ayrışmaya zorlanan halkların yeniden kardeşleştiği bir mücadele okuluna
dönüştü. Direnişçiler, kimlik gerilimlerinin, bastırılarak ve
ayrıştırılarak değil, demokratik, barışçıl ve birleştirici biçimlerde çözülebileceğine ilişkin umutlandırıcı örnekler verdiler.
"Dinci-laik", "ulusalcı-liberal", "Türk-Kürt", "Alevi-Sünni"
kutuplaşmalarından doğan gerilim öğeleri, önceleri küçük tedirginlikler olsa da, ortak direnişe engel olamayacak kadar
gerilere itildi. Kürt işçiler, "ezen ulus şovenizminin etkisindeki" laik-ulusalcı İzmirli işçilerin sosyal yeteneklerini; Tokat'ın
ve Trabzon'un MHP'li işçileriyse, Kürt işçilerin direniş kültüründen gelen özelliklerini daha çok vurgular oldular. Elbette
bunda, Kürt hareketinin direnme kültüründen türettiği genel
özellikleri, aynı güvencesizlik saldırısı altındaki sınıf kardeşlerine aktarma, istek ve kararlılığını mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir.
Kendilerini tanımlarken, önceleri daha çok, İslamcı, Kürt,
ulusalcı, Alevi gibi kimlik özelliklerini vurgulayanlar, direniş
sürecinin sonlarına doğru, ezilen ve sömürülen bir sınıfın üyesi olarak işçi kimliğini vurgulamaya başladılar. Cinsiyetçi, şoven, ayrımcı yaklaşımlar; sınıf içi rekabet eğilimi, siyasal gerilimlerden gelen önyargılar, yerini sınıf içi dayanışma ve kardeşleşme eğilimlerine bıraktı. En belirgin dönüşüm işçi kadınlarda gözlendi. Şu ya da bu derecede bütün farklı gruplarda yer etmiş olan kadının ikincil konumu, kadın militanlığının öne çıkmasıyla özgürleştirici bir dönüşüm sürecine girdi.
(Bak. “Tekel Direnişinin Sürükleyici Gücü Kadın İşçiler”, bu
sayıda) İslamcılardaki gerici, antikomünist önyargılar; Kürtlerdeki ezen ulus şovenizmine karşı tepkiler, ulusalcılardaki
ve MHP'lilerdeki Kürt düşmanlığına varan tavırlar, solculardaki kendini "marjinal" hisseden ruh hali, hepsindeki kadının
ezilmişliğini mutlaklaştıran yaklaşımlar belli sarsıntılar geçirdi. Demokratik bir sınıf ve siyaset kültürü filizlenmeye başladı. Ülkenin yakıcı, karmaşık sorunları, direnişçi ve yaratıcı bir
enerjiyle ustaca demokratik mücadele kültürünün çözücü süreçlerine yönlendirildi.
S›n›f mücadelesinin diyalekti¤inde
Tekel ders notlar›
1. Tekel direnişi, ne tam geleneksel emek hareketi ne de tam
yeni işçi hareketidir; ne tam hak mücadelesi ne de tam sendikal
eylemdir; ne tam eskiyi temsil ediyor ne de tam bir yenilenme
47
‹fiÇ‹ HAREKET‹
hareketi olarak gelişiyor. Barındırdığı melez dinamikler ve
içsel çelişkilerle, her adımda yeni bir sınıf hareketine
dönüşümün yaratıcı gerilimlerini, gelgitlerini, kararsızlık ve
ileri atılımlarını yaşayan; bu yanıyla da devrimci öznenin güncelliğine ilişkin umutları daha fazla tazeleyen gerçek, inandırıcı
bir harekettir. Direnişin içsel çelişkileri ve etkileşim olanakları
(Tekel direnişinin diyalektiği) eylemin sınırlarını, kırılma noktalarını ve ilerletici yanlarını göstermektedir.
Örneğin Tekgıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel'in Gandhi
tarzı. Sırf bu tarzın gündeme getiriliş biçimi bile, geleneksel
sendikal yöntemlerle (çıkar ve alışkanlıklar), yeni işçi
dinamikleri arasına sıkışan bir sendika başkanının başarılarını,
açmazlarını ve kararsızlıklarını yansıtmaktadır. Gandhi tarzı
(Mahatma Gandhi'de simgeleşen "pasif direniş"), AKP iktidarının saldırgan yüzünü göstererek eylemin meşruluğunu
oluşturdu. AKP'nin "mağduriyet silahını", yine kendine çevirdi. "Tipik sol eylem"le ayrım noktası koymaya çalışarak
"masum ve haklı işçi eylemi görüntüsü"nü koruyup kamuoyu
ve kitle meşruluğunu artırdı. Ankara’da metro seferlerini
tıkayan eylemlerle İstanbul metrobüs eylemlerini başarılı istisnalar olarak değerlendirirsek, özellikle 4 Şubat genel eyleminin cılızlığından da cesaret alan iktidarın, çok boyutlu bir
kuşatmayla direnişçileri yalnızlaştırma taktikleri karşısında,
polis şiddeti karşısında etkili sonuçlar doğuran pasif direniş
taktikleri durağan ve etkisiz kaldı. Özellikle konfederasyonların olası büyük desteğini bekleme, açlık grevi gibi taktikler
kuşatmayı kırarak eylemi genelleştirebilecek atılımlardan yoksundu. Üstelik beklenen örgütlü destek de hiç gelmedi.
Durağanlaşan eylemin yırtıcı atılımlarla geliştirilememesi,
ileri, öncü, hareketli işçilerde huzursuzluk, farklı arayışlar ve
giderek tepkisel çıkışlara yol açtı. Direnişin çözülme eğilimlerini besledi.
Oysa yeni işçi hareketlerine ve hak mücadelelerine özgü militan taktikler, direnişi zenginleştiren, etkisini ve meşruluğunu
artıran pratikler yarattığı gibi direnişçilerle halkı birbirine
yakınlaştırdı. Eylemin gerektirdiği esneklik ve anlık inisiyatiflere yatkın olan bu eylem tarzı, AKP iktidarını tavır almaya
zorlayıp teşhir ettiği gibi halkta da yaygın sempati oluşturuyordu. 17 Ocak'ta Ankara Tekel mitinginde kürsünün işgali, Türkİş binasının işgali, AKP binalarına baskın, bina önünde zincirleme eylemi, bakanları yumurtalı protesto, İstanbul Boğaz
Köprüsü'nde yol kesme, İzmir'de vapur işgali gibi eylemin
durağanlaşma eğilimini kıracak kıvrak eylemler buna örnektir.
Yine direniş çadırları, başlı başına bir taktik üstünlük aracına
dönüştü. Eylem, bir fabrika direnişi, iş bırakma ya da bir kenar
mahallede işyeri önü protestosu biçiminde gelişmedi. Tekel
işçileri, kendilerini yaşama bağlayan bütün değerlerini geride
bırakıp Ankara'ya yürüdüler. Direniş, sırf kendi gücüne
güvenerek ülkenin dört bir yanından gelip devletin mekânsal
merkezinden devlete meydan okuma olarak gerçekleşti.
Gandhi tarzının meşruluk gücü bile ancak bu meydanda gerçek
anlamını bulabildi.
2. Türkiye toplumunun hızlı bir politikleşme ve solun yükselme dönemi yaşadığı 1960-1980 arasındaki ilişki tarzının tersine, bugün Tekel direnişi sol için ön açıcı, sürükleyici, yüreklendirici bir etki yarattı. Tekel, özellikle işçi sınıfının yeni yönelimlerine ilişkin epeydir gündem oluşturamayan solun, işçi
"Turuncu atk›l›lar", direniflçilerin yarat›c› etkinliklerinin ve inisiyatiflerinin a盤a
ç›kmas›na özen gösteren destek tarz›yla, Tekel iflçilerinin sayg› ve sevgisini
kazand›lar. Direnifl komiteleri, iflçi konseyleri, amfi komiteleri ve hak
mücadelelerinden tafl›d›klar› direnifl ve halk demokrasisi deneyimlerinin yarat›c›
dinamizmini, Tekel iflçileriyle paylaflt›lar
48
‹fiÇ‹ HAREKET‹
sınıfına ilişkin gündemini ve güvenini tazeledi. Bizzat eylemhareket süreci, solun ve Tekel işçilerinin karşılıklı birbirini
tanıdığı, etkilediği ve dönüştürdüğü, ama bunun sınırlarını da
gösterdiği pratikler üretti. Burada solun Tekel direnişiyle
kurduğu ilişkiyi değerlendirirken mutlaka bu ilişkinin nesnel
sınırlarını ve eylemin özgül gelişim seyrini hesaba katmak;
olabildiğince nesnel-genel eğilimlere odaklanmak gerekli.
Bu bakınmadan, öncelikle, eylemin ortaya çıkardığı karşılıklı
güven vurgulanmalı. Solun, eylem karşısındaki duyarlılığı,
eyleme desteği, eylemle bütünleşme çabaları bakımından
olumlu gelişmeler yaşandı. Elinden geldiğince orada bulunmaya, desteklemeye, kaderini paylaşmaya çalıştı. Gene de bunlar sol tutukluğun açılması için yeterli olanaklar sunmadı.
Birkaç görece daha olumlu katkıyı saymazsak, solun direnişe
katkısı bunun ötesine geçmedi. Eylem kendi pratik sınırları
dışında, tarihsel-nesnel bir gereklilik olarak, devrimci öznenin
oluşumunda yeni işçi dinamiklerinin önemini solun gündemine
taşımış oldu. Direnişin tıkandığı, durağanlaştığı, çözülmeye
yüz tuttuğu anlarda, direnişin toplumsal muhalefet olarak
genelleşmesi-politikleşmesi, hak mücadelesi pratiklerinin
çoğaltılması ve güvencesiz-yeni işçi eylemlerinin örgütlenmesiyle direnişe ilerletici katkıların eksikliği hep hissedildi.
sundu. Kendisi bir yenilenmiş bir işçi hareketi olmasa da,
nefesinin tükendiği her yerde, pratik bir sorun olarak, devrimci
bir işçi hareketine olan gereksinimi ortaya çıkardı.
4. Tekel direnişi hâlâ sürüyor. Direnişin kaderini, eylemin
ardından Ankara'dan sökülen direniş çadırlarını tek tek kentlere
kuran Tekel işçilerinin yaratıcı eylemi belirleyecek…
*
Elbette ki, “aidat” sisteminin, sendikal ba¤›ms›zl›¤›n, iflçi kimli¤inin ve s›n›f bilincinin oluflumunda önemi yads›namaz. Geleneksel sendikal ifllemler a¤›rl›kla üyelik, yetki, toplu sözleflme ve aidat s›ralamas›ndan oluflmaktad›r. Ne var ki,
güvencesiz çal›flt›rma biçimleri bu ifllemleri fiilen ifle yaramaz k›lmaktad›r.
Geleneksel sendikac›l›¤›n bir elefltirisi olarak Devrimci Sa¤l›k-‹fl’in yapt›¤›, aidat
sistemini reddeden bir tav›rdan çok, güvencesiz iflçilerin örgütlenmesindeki bir
taktik aray›fl› olarak de¤erlendirilmelidir.
** Tekel Direniflinin ›fl›¤›nda Gelenekselden Yeniye ‹flçi S›n›f› Hareketi, Nota Bene
Yay., Ankara, May›s 2010 adl› kitaptan yararlan›larak haz›rland›.
Tekgıda-İş/Türk-İş gibi geleneksel sendikal harekete ilişkin
çoğunlukla haklı yargılarına karşın, gene de, Tekel işçilerinin
yaşamı kesintiye uğratan şaşırtıcı iradesinin nesnel sonuçları
solun bundan sonraki yöneliminde de heyecan verici ve yüreklendirici oldu. Özellikle işçi sınıfının gücüne olan güvensizliğe
ve AKP iktidarının gücünün abartılmasına eğilimlerine karşı
sarsıcı sonuçlar yaratan bir deneyim oldu.
Benzer şekilde, Tekel direnişinin, sola yönelik işçilerde ve
sendikacılardaki güvensizliğin aşılması açısından da öğretici
derslerini vurgulamak yaralıdır. Solun "eyleme müdahalesinin"
iktidarın ve halkın gözünde meşruluk kaybına yol açacağına;
eylemin "masum işçi eylemi" olmaktan çıkarak
politikleşeceğine inanan işçilerin eylem içinde "politikleşmesi"
kayda değer bir gelişmedir. İşçiler, direniş çadırlarına destek
için giden; orada sabahlayan solu misafirperverlik duyguları ve
minnetle karşıladı. Güvendiği dağlara kar yağan kimi sağcıdindar işçinin "Eskiden günde beş vakit namaz kılıyorduk;
şimdi günde beş vakit komünistlik yapıyoruz!" demesine benzer öyküler anlatılır. Bu gibi öykülerden de anlaşıldığı üzere
gerek işçiler ve sendika yönetimi, gerekse soldan birbirine karşı
güven tazeleyici, etkileşime açık olumlu adımlar atıldı.
3. Tekel direnişinin devrimcilerin ders çıkarması gereken temel
açmazı, politikleşme, destek ve özneleşme kavramında
düğümlenmektedir. Desteğin, toplumsal muhalefet hareketi,
yeni işçi hareketi ve hak mücadelesi olarak örgütlenme zorunluluğu, solun ve devrimcilerin, bu sürecin öznesi olmaları
bakımından eylemle kurduğu ilişkiyi gözden geçirmelerini
gerektirmektedir. Tekel direnişi bu yönde önemli ipuçları
Tekel direnifline
deste¤in, bir
toplumsal
muhalefet
hareketi, yeni iflçi
hareketi ve hak
mücadelesi
olarak örgütlenmesi, devrimcilerin
özneleflmesine
ba¤l›d›r. Tekel
direnifli, nefesinin
tükendi¤i her
yerde, pratik bir
sorun olarak,
devrimci bir iflçi
hareketine olan
gereksinimi
ortaya ç›kard›
‹fiÇ‹ HAREKET‹
Tekel direniflinin sürükleyici gücü
Kad›n iflçiler
Tekel direnifli, kad›n militanl›¤›n›n s›n›f hareketinin yeniden oluflum
sürecinde temel bir dinamik olarak ortaya ç›kt›¤›n› gösterdi. Tekel kad›n
iflçilerinin özgün deneyimleri, ezilenlerin mücadelesinde yeniden sahneye
ç›kan kad›n›n toplumsal özne olarak konumunun nas›l sürekli hale
getirilece¤ine dair ipuçlar› veriyor
Elif Y›ld›z
‹fiÇ‹ HAREKET‹
G
üvencesizliğe karşı yükselen hareketler, sınıf
mücadelesinin yeni bir dönemini haber veriyor.
Bu yeni dönemde, işçi hareketinde olduğu gibi
hak mücadelelerinde de kadın militanlığının
dikkat çekici biçimde öne çıktığı görülüyor. Tekel direnişiyle Sakarya Meydanı, sınıf hareketindeki bu yenilenmenin habercisi olarak kadın militanlığının öne çıkmasına tanık oluyor. İşte bu nedenle, Tekel direnişindeki
işçi kadınların deneyimlerinin ışığını süzmek, hak mücadelelerinde yeni yeni beliren kadın militanlığına ilişkin yol
gösterici ipuçları sunabilir.
1. S›n›f hareketinin yeniden oluflum sürecinde temel bir dinamik olarak kad›n
ve kad›n militanl›¤›n›n ortaya ç›k›fl›
Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfı hareketi tarihsel olarak
yeniden oluşuyor, yeniden politikleşiyor. Kadınlar bu yeniden oluşum ve yeniden politikleşme sürecinde temel bir dinamik olarak yer almaya başladı.
Ülkemizdeki işçi sınıfı hareketinin yeniden oluşum sürecinde, güvencesizleştirmeye karşı mücadele öne çıkıyor.
Tekel işçilerinin direnişi bu gelişim seyrinin en belirgin örneğini oluşturdu. Kadınlar, güvencesizliğe karşı hak mücadeleleri ekseninde gelişen sınıf mücadelesinin bu yeni biçim ve niteliğine kolayca uyum sağlıyorlar. Bu sayede mücadelede etkin rol alıyorlar. Çünkü kadınlar, güvencesizliğin yaygınlaştığı temel alanların başlıca toplumsal aktörleridir. Kadın katılımının geniş bir yer tuttuğu Tekel direnişinde kadınlar, sayıları kadar dinamik etkileriyle de kendilerini gösterdiler. Bunun yanında, eylemlerde sürekli ön sıralarda yürüyen kadınlar, sendikanın geri tutumları karşısında her zaman yüreklendirici ve ateşleyici oldular. Direnişin sürekli kılınmasında, kadının cinsel-toplumsal olarak
ezilmişliğine de meydan okuyarak mücadeleye katılması,
onu mücadele içinde hızla politikleştirirken, bir yandan da
yaşam içindeki eşitsizlik ilişkilerini sorgular hale gelmesinde etkili oldu.
Neoliberalizmin temel stratejilerinden ikisi olan güvencesizlik ve kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması süreçleri,
en çok kadınları etkilemektedir. Çünkü güvencesizliğin
yaygınlaştığı alanlar çoğunlukla kadın emeğinin yoğun olarak kullanıldığı alanlardır. Bunlar hizmet sektörü (özellikle
özelleştirilen kamusal hizmet sektörü), tekstil, gıda, metal,
elektronik gibi yeni sömürgelere kaydırılan ucuz ve yoğun
emeğe dayalı geleneksel işkollarıdır. Bunun yanı sıra temel
kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması da kadın emeğine
dayalı yeniden üretim alanına yönelmektedir. Kadınlar bu
iki saldırının hedefinde bulunan toplumsal aktörler olarak,
işçi sınıfı hareketinin bu yeni tarihsel döneminde önemli bir
role sahip hale geldiler.
Tekel direniflinin ilk
k›v›lc›m›n› çakan Abdi
‹pekçi’deki sald›r›n›n
ard›ndan Türk-‹fl Genel
Merkezi önünde toplanmaya bafllayan iflçiler
aras›nda kad›nlar vard›.
O gün kad›nlar›n gözlerinden okunan
kararl›l›k, sendikal
bürokrasinin
çürümüfllü¤ünü
aflacakt›
Güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştığı hizmet alanları,
ağırlıkla kadın emeğinin özgül niteliğini istihdam eden
alanlardır. Kadınların zaten cinsiyete dayalı toplumsal iş
bölümü nedeniyle yapmakta ustalaştığı ev işlerinin bir benzeri olduğu iddia edilen hizmet ve üretim alanlarında çoğunlukla kadın emeği kullanıyor. Bu gibi işlerin "kadın işleri"ne benzerliği, kadın emeğinin topyekûn değersizleştirilmesiyle paralel biçimde ve işin niteliğinden bağımsız
olarak 'ucuz-güvencesiz' emek kullanımına zemin hazırlıyor. Elbette bu 'ucuz-güvencesiz' emek kadınınki oluyor.
Güvencesizliğe karşı gelişen tepkilerde kadınları en önde
51
‹fiÇ‹ HAREKET‹
görmek bu yüzden şaşırtıcı değil. Aksine işçi sınıfının "en
saf ve sahici" direniş eğilimlerini kadınlarda daha çok görmek mümkün.
Üstelik Tekel direnişinin gösterdiği gibi, çalışma yaşamının "görece özgürleştirici özelliği"nin güvencesizlikle beraber kaybediliyor olması, kadın militanlığını yaratan temel
dinamiklerden biridir. '80'lerde henüz özelleştirme süreçleri başlamadan, ücretli bir iş ve çeşitli sosyal haklarla Tekel’de 20 bin kadın işçi istihdam edildi. Bugün geriye kalan 10 bin işçinin içinde hala önemli bir orana sahip olan
kadınlar için, "4C" ile birlikte ellerinden alınanları savunmak, fabrikalarının satılması, maaşlarının düşürülmesinden
çok daha fazla bir anlam içeriyor. Çalışma yaşamına katılarak elde ettikleri ileri toplumsal konumlarını, özgürlüklerini ve "üretken" olma koşullarını savunmak anlamını da içeriyor.
Çünkü Tekel işçisi kadınlar tarımda çalışan aile işçisi konumundan sosyal haklarıyla birlikte işçi statüsüne geçtiklerinde, sosyal ilişkiler içinde özgürleşme olanağı da buldular.
Kamuda kadın istihdamının kadınların yaşamındaki kolaylaştırıcı etkileri bugün yaşanan işsizlik ve güvencesizlikle
birlikte düşünüldüğünde kaybettikleri tek şey elbette ki işleri değildi. Toplumsal yaşamda kadın olarak var olmanın
bütün zorluklarına katlanmış, bir nebze de olsa özgürleşme
olanağı bulmuş kadınların yeniden “eve kapatılmaları” ile
bütün yaşamları güvencesizleştiriliyor demekti. Bu yüzden
Tekel direnişinde kadınların toplamda bütün işçilerin direncini belirleyecek kadar güçlü bir etki yaratması, kadın olarak kaybedeceklerinin bilincinde olmalarındandı. Dolayısıyla, bugün işçi hareketindeki yeni oluşumu tarif ederken
işçi sınıfının çok cinsiyetli olduğu gerçeğini göz önünde
bulundurmak gerekmektedir. İşçi sınıfının militanlığı, sömürüye en çok maruz kalan cinslerin refleksleriyle, hareketin bütününü güçlendiren gerçek bir özneye daha kavuşmaktadır.
Esnek çalıştırma koşulları içinde sermaye tarafından sömürülmenin ağırlığı altında ezilen kadınların çalışarak elde ettikleri "ayrıcalıklar" ellerinden alınırken, bir yandan da kamusal hizmetlerden faydalanamamanın yarattığı toplumsal
yaşamdan dışlanma sorunu ile karşılaşıyorlar. Bu durum,
yoksul mahallelerde toplumsal yaşamı teneffüs edemeyen
geniş bir alana yayılmış -üstelik de eğitilmiş- işsiz kadın
topluluklarının derinleşen bir sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Her türlü sosyal haktan mahrum kalan; ancak ev işi,
çocuk ve hasta bakımı gibi temel hizmetler söz konusu olduğunda emeğine en önce ihtiyaç duyulanlar yine kadınlar
oluyor. Dolayısıyla güvencesizlik ve sosyal hak gasplarıyla yüz yüze bırakılan kadın, yaşadığı sıkışmadan kurtulmanın yolunu bulduğu bütün ilerici hareketlerde hızla politikleşip öne çıkıyor.
52
Hak mücadelelerinde yükselen kadın militanlığının niteliği
ve sürekliliği önemli bir sorundur. Kadınlar, işyerleri veya
mahallelerine, yani bir kamusal alan olarak var ettikleri mekânlara dışarıdan gelen her türlü saldırı karşısında ilk refleksleri
vermektedir.
Kızılay’da,
Okmeydanı
Hastanesi’nde, Mersin ve Adana’da taşeron sağlık
işçilerinin güvencesizliğe karşı mücadelesini örgütleyen
Dev Sağlık-İş’in işyeri direnişlerinde mücadelenin sürükleyicisinin kadın işçiler olması, güvencesizlige karşı
mücadelede kadın işçi militanlığının önemli nüveleri oldu.
Tekel direnişinde de görüldüğü gibi, güvencesiz çalıştırma
ve buna bağlı olarak kadınların "tarihsel rolleri"ne geri dönmeleri beklentisi, egemenlerin düşündüğü kadar kolay gerçekleşmemiştir. Bunu Fransız Devrimi’nde rastladığımız
balıkçı kadınların krallığı basıp ekmek fiyatlarına yapılan
zammın durdurulmasını istemesinden, barınma hakkı mücadelesi veren kadınların evini yıkmaya gelen polis karşısında barikat olmasından ve Tekel işçisi kadınların "özlük
hakları" için emzirdiği çocuğunu, eşini, evini bırakıp kendini sokağa fırlatacak
kadar hızla mücadeleGüvenceli ifl
talebinin kad›n›n
nin bir parçası haline
özgürleflme
gelmesinden biliyomücadelesinde
ruz. Çünkü sosyal hakönemli bir
tümleyen olma
ları gasp edilen kadınlar,
özelli¤i çok say›da
hak mücadelesi içinde
kad›n›n Tekel
erkek egemenliğine
direnifliyle
dayan›flma ve
karşı bir yeniden vadestek ba¤›
roluşun mücadelesikurmas›nda
ni de veriyor. Mücaetkili oldu.
dele içinde kendilerine
atfedilen toplumsal rollerden sıyrılırken, aynı
zamanda bir özgürleşme iradesi kazanıyorlar.
2. Hak mücadelelerinde ve s›n›f
hareketinde etkin
bir özneye dönüflen kad›n›n bu rolünün süreklili¤i nas›l sa¤lanabilir?
Sınıf hareketlerinin inişleri ve
çıkışları içinde yükselmeye
başlayan kadın militanlığını
süreklileştirmek, kadının
“tarihsel yenilgi” kaderini
de değiştirecektir. Kadın
‹fiÇ‹ HAREKET‹
yaşamın her alanında söz sahibi olduğu bilincini, ancak
kendi taleplerini yarattığı ve örgütlediği politikleşme süreçlerinde kazanabilir. Yani mücadele içinde kazanılan dönüşümlerdir esas olan.
Yeni bir sınıf hareketinin kuruluş aşamasında kurucu bir
özne olarak kendini var eden militan kadın, bu konumuna
rağmen ideolojik olarak çeşitli kısıtlamalara da maruz kalıyor. Yani iki gün önce polise taş atan, meydanlarda "su
hakkımı istiyorum" diye haykıran kadınlar, geleneksel rollerinden tam anlamıyla kopamazlarsa, toplumsal alanda söz
hakkının arttığı meclislerde yer alamazlarsa, dayanışma
ilişkilerinin geçici bir öğesi olarak var olurlarsa, kendi ilerici toplumsal politik dinamikleriyle çelişkiye düşerler. Bu
nedenle kadının erkek egemen toplumsal düzene karşı özgürleşme mücadelesi, sınıf-hak mücadeleleriyle el ele gitmelidir. Hak mücadelesi örgütlerinin, kadınların toplumdaki ikincil pozisyonunu yıkarak onları söz ve karar mekanizmalarına dâhil ettiği bir biçimin zorunluluğu, Tekel direnişinde de kadın işçi-sendika ilişkisinde kendini gösterdi.
Tekel direnişindeki kadınların zaman zaman evlerine gitmek istemelerinin altında geleneksel roller yatmaktadır.
Ama buna rağmen, haftalarca evinden
uzakta, Ankara'da, çadırlarda
kalan kadın işçiler bu
süreçte gele-
neksel rollerinin hayli dışına çıkmışlardır. Toplumsal rollere direnme ve onlarla mücadele etme konusunda örnek olmuşlardır. Kendisi direnişe gelirken çocuğunu yurda veren,
çocuğunun karne gününü unutan; ama onun geleceğini almadan da Ankara’dan ayrılmamaya söz veren kadınlar toplumsal rollere karşı direnme ve mücadele potansiyeli ile
önce kendi bilinçlerindeki zayıflıkları aşmanın olanaklarını
göstermişlerdir.
Kadınlar sınıf hareketinin ve genel olarak “direniş”lerin bir
parçası, sürükleyicisi olduklarını da göstermişlerdir. 60
gündür evine bir kez bile gitmediği halde kimi erkek işçilerin evine dönmesine sinirlenerek inadına direnen kadınlar,
"erkeklik gururu"nun zayıf noktasını kaşıyarak, erkeklerin
sadece bu nedenle bile direniş alanını terk edememelerine
sebep olmuşlardır.
AKP karşıtı bir toplumsal hareket olma özelliğini aldığı
desteklerle ispatlayan Tekel direnişinde, kadınların kendi
inisiyatiflerini kullanarak Emine Erdoğan’la görüşmeye
gitmesi de, ele alınması gereken özgünlüklerden biridir.
Bugüne kadar yaşadıkları toplumsal kuşatmaların dışına çıkarak, Emine Erdoğan’la evinde görüşmenin sebep olacağı
olumsuzluklara rağmen direnişe kendi özgünlüklerini katmışlardır. Görüşmede Tayyip Erdoğan’la karşılaşınca bütün işçilerin sözcüsü gibi taleplerini ifade eden kadınlar, geri döndüklerinde görüşmenin arkasından gelen olumsuz
açıklamalar neticesinde yaşadıkları hayal kırıklığı yetmezmiş gibi, görüşmeyi sendikadan habersiz örgütledikleri için
bir anda erkek işçilerin ve sendika yöneticilerinin gözünden
düştüler. Bu nedenle kadınların mücadele içinde varlık nedenleri sorgulanmaya başlandı. Ama kadınlar bu geri yaklaşımlara ödün vermediler. Geri dönmeye niyetleri yoktu.
Diğer işçiler gibi "özlük hakları"nı savunuyorlardı; öyleyse
kalmak için daha direngen olacaklardı. Oldular da.
Kadınlar yan yana gelmekten veya önde durmaktan, her
gün evi gibi gidip geldiği çadırlarda yatıp kalkmaktan önceleri çekinseler de, çadırda tek kalma pahasına alanı terk
etmediler. AKP il binasında gerçekleşen eylemi erkek işçilerle birilikte sendikadan habersiz örgütlediler. Bu durum,
sendika bürokrasisi içinde sıkışmış örgütsel kanalların, işçilerin giderek zenginleşen dinamizmlerini taşıyamadığını
göstermekteydi. Sendikayla gerçek anlamda ilk defa tanışan kadınlar, bunca zamandır çağırılmadıkları eğitimlerin ve toplantıların acısını adeta direnişle birlikte kazandıkları deneyimlerle çıkarıyorlardı. Öğrendiklerini
sendikayla tartışabiliyor, tepkileri hızla politikleşiyordu. Hatta sendikanın inisiyatifsiz kaldığı zamanlarda, direnişin sürekliliği için daha çabuk bir
araya geliyor, karar alıyor ve eyleme geçiyorlardı.
Toplumsal muhalefetle, kadın hareketleriyle
53
ve direnişteki kadın öznelerin birbirleriyle kurduğu ilişki
açısından ele alındığında Tekel direnişi, politik bir kadın
hareketi yaratma perspektifine sahip olan kadınlar için ders
çıkarılacak önemli deneyimlere sahip bir direniştir.
Kadın örgütlerinin bundan önceki Novamed ve DESA gibi
direnişlerde kadın işçilerle kurduğu ilişki deneyimi, direnişi destekleyen başka bir çeşitlilik olarak Tekel’e yansımadı. Kadın taleplerinin buluşturulacağı bir eylem alanı gibi
görülmedi. Hatta kadın örgütleri bu konuda son derece çekingen davrandılar. Direnişin neresinde durmaları gerektiği konusunda net değillerdi. Bu durum, güvenceli iş talebiyle kadın hareketlerinin kurduğu politik bağın zayıflığını
gösterdi. Oysa bugün, artan sosyal hak gaspları kadına yönelik şiddeti derinleştirirken, birbirinden ayrı başlıklar olarak değil, bütünlüklü bir kadın politikasının birbirini bütünleyen parçaları olarak görmek gerekiyor. Kadın hareketlerinin sınıf hareketleriyle buluştuğu zeminlerde, destek bir
yana, toplumsal baskıya karşı ortak çıkış reflekslerine hiç
rastlanmadı. Daha aktif bir tutum alarak içeride kurulması
mümkün "kadın dayanışma çadırı" bir fikir olarak bile tartışılamadı. Kadının ezilmişliği, kadın bilinci ve mücadelesi
üzerine toplantılar bu çadır vesilesi ile örgütlenebilirdi. Tekel işçisi kadınların direniş deneyimleri, pek çok kadının
toplumsal yaşamın her alanında özlem duyulan kolektif yaşamı örgütleme çabasıyla karşılaştırılabilir; kadınlar buralardan ortak talepler üretebilirlerdi.
Mücadelenin öznesi kadınlar çadırlar kurulana kadar daha
çok birbirleriyle temas ederken, çadırlar kurulduktan sonra
temasları azaldı. Direnişin başında, farklı kültür ve inançlara sahip olmak bir tehdit gibi en önce kadınları tedirgin etti. Bir dizi engeli aşıp mücadeleye katılmış olmanın yarattığı ortak duygu kadınların kolayca direniş alanını sahiplenmesini sağlarken, çadırları evleri gibi gören kadınlar, kadınlık rollerini hızlıca yeniden ürettiler. Temizlik, yemek,
çay yapmak gibi işler yine kadınlar tarafından örgütlendi.
Farklı çadırlardan birbirleriyle sürekli iletişim içinde olan
az sayıda kadın vardı. Ancak bu az sayıda olan kadın, yeri
geldiğinde bütün işçileri ayağa kaldırabilecek eylemleri örgütleyecek kadar da öncü özelliklere sahipti.
Direnişin içinde kurulan yeni yaşamın özgürleştirici etkisini hisseden en çok kadınlar olmuştu. Onun için, bu mücadeleyi farklı hak mücadelelerinde yer alan kadınlarla buluşturmak, kadınların gündelik yaşamda karşısına çıkan sorunlara karşı mücadelenin öznesi olarak hak arayan ve kazanan, kendisi ve toplumun bütün bireyleri için mücadele
ettikleri inancına Tekelci kadınların kararlılığının da eklenebilmesi açısından önemliydi. Tekel işçisi kadınların 78
günlük direnişi, güvenceli iş, sağlık hakkı ve kreş talepleriyle kadınların ortak eylemler, direnişler örgütlemesinin
önemini gösterdi. Genel bir işçi direnişi içinde bile kadın
54
“Yine neffir-i amm oldu uzun saçl›lar / Arkas› feraceli koynu
tafll›lar / Yüzleri yaflmakl›, yaprak bafll›lar / Vurun aslanlar›m erlik sizdedir.” *
*Âfl›k Halil
18. yüzy›lda Bursa’daki dokumac› kad›n iflçiler için...
taleplerinin neden özel olarak örgütlenmesi gerektiği şimdi
daha iyi anlaşılmaktadır.
3. Gericilik ve cemaat iliflkileri
karfl›s›nda kad›n nas›l bir güç, kad›n
militanl›¤› nereye do¤ru yöneliyor?
Toplumsal ilişkiler içinde kadının kendini gerçekleştirebilmesi, gericiliğe güçlü bir karşı çıkışla mümkündür. Bu yine, ancak kadın militanlığının toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşmesiyle olacaktır. Gericilik (dinci gericilik); kadının emeği, kimliği ve bedeni üzerinde kurduğu tahakküm ile özgürleşme olanaklarının tümünü ele geçirmektedir. Piyasanın kadına sunduğu metalaşma-değersizleşme sonucu kadın, özgürleştirici bütün ileri unsurlardan
saparak, yeni bir kadın kimliği aramakta ve sistemin tahakkümü altında muhafazakâr ilişkiler bütününe (cemaatlere,
tarikatlara) teslim olmaktadır.
Öte yandan bu gerici ilişkiler, kadını hedefleyen güvencesizleştirme stratejisinin kolaylıkla hayata geçmesine hizmet
etmektedir. Gericilik ve erkek egemenliğinden beslenen
kadının ikincil pozisyonu, kadın emeğinin değersizleşmesi
ve güvencesiz çalıştırma biçimlerinin yerleşmesine olanak
sunmaktadır. Evde çalışma, geçici, yarı-zamanlı çalışma
“kadının yeri evidir”, “kadın evdeki sorumluluklarını aksatmamak kaydıyla çalışabilir” fikriyle beslenir ve kendine
bir emek deposu yaratır. Öte yandan sosyal hizmetlerin tas-
la da, kadını “kapatan” gerici erkek egemen zihniyetle de
bir hesaplaşmaydı. Kendi memleketindeki bir barın önünden geçmeye çekinen, biranın kokusuna bile tahammül edemeyen kadınlar, barları barınak yaptılar. Her seferinde de
“ailem duyarsa ne yaparım” endişesi taşıdılar. Barda kaldıkları basına yansıdığında ise bunu gururla savundular. Kiminin ailesi "hakkını helal etmedi"; kimininki "hakkını almadan dönme" diyordu. Açlık grevine katıldıklarında çevresindekilerin “günaha giriyorsun” demelerine rağmen koşullar
ne gerektiriyorsa ona göre hareket ettiler. Kadınlar bu gerilimleri, onları kuşatan bütün baskı ilişkilerini sorgulayarak
aştılar. Bildikleri tek şey haklarını almadan bir yere gitmeyecekleriydi. Çünkü başlarına gelen her şeyin tek bir sorumlusu vardı; o da AKP. Bu, kadınların kendi yaşamlarında
söz hakkına sahip oldukları bilinciyle toplumsal alanda kendilerini varedişlerinin ilk göstergesiydi.
fiyesiyle beraber yaşlı ve çocuk bakımı sorumluluğunun
karşılıksız olarak kadına yüklenmesi, ulaşım başta olmak
üzere temel kamusal hizmetlerin piyasalaşması kadınları
sosyal hayatın dışına iter. Yoksulluk ve yoksunluk nedeniyle eve hapsolan kadınlar için erkek egemen gerici ideolojinin cevabı hazırdır: “Kadın kısmı dizini kırıp evinde
oturmalıdır!” Böylece gericilik ve erkek egemenliği ittifakı
hem güvencesizliği yaygınlaştırmakta hem de kadının kamusal alana özgürce çıkış yollarını kısıtlamaktadır. Kadının emeği, kimliği ve bedeni üzerinde söz sahibi olmasının
bir yolu da, güvencesizliğin ve yoksunluğun yarattığı cendereyi kırmasıyla mümkündür.
AKP’ye gelince, türbanı burada işçileşen kadının namus değerlerini koruyan bir simge olarak sunar ve çözülen toplumun ahlaki değerlerinin bir simgesi olarak cemaat toplumuna göre kadını kendi sosyal ağları içerisinde militanlaştırır.
Tekel işçisi kadınların büyük bir çoğunluğunun türbanlı ve
AKP’li, hatta AKP kadın kolları üyesi olmasının sebebi de
budur. Kadın, her bir ileri adımında ciddi gerilimler yaşamıştır. Daha önce "kul" olan kadın kendi yaşamında özne
olmaya doğru yol alırken, ait olduğu cemaat ilişkilerinden
dışlanma korkusu ile karşı karşıya kalmıştır. Direnişin başlarında Emine Erdoğan’dan destek istediklerini ellerindeki
dövizlerle ifade eden kadınlar, Başbakan’ın direnişle ilgili
olumsuz söylemleri ile birlikte ("Yan gelip yatıyorlar", "Yetim hakkı yiyorlar", Türbanlı "kadınların ne işi var orada?"
gibi) AKP karşıtı sloganlar atmaya başladılar. Evle iş arasında gidip gelme dışında “sokağa” adım atmakta zorlanan kadınlar sokakta kadınıyla erkeğiyle“sınıf kardeşleriyle” birlikte uyudular. Tanımadıkları kişilerin evinde banyo yaptılar. Yabancı erkeğe elini vermeyenler desteğe gelenlerle kucaklaştılar. Tekel direnişi aynı zamanda “namus” anlayışıy-
Tekel direnişi, türbanlı ve türbansız kadınların el ele vererek yürüttüğü ortak bir mücadeleydi. Egemen inançların bütün ayrıştırıcı müdahale ve yaptırımlarına karşın bir araya
gelmeyi başardılar. Gericiliğe ve erkek egemenliğine yaslanarak büyüyen neoliberal yıkıma karşı kadınlar, özgürleşme
süreçlerini, kadın dayanışmasının ileri örneklerini kendi bireysel dönüşüm süreçleri olarak yaşadılar. Kadınlar, hemen
hemen her gün çadırları ziyaret eden siyasi partilerin ve demokratik kitle örgütlerinin kadın temsilcileri, feminist kadınlarla tanıştılar. AKP kadın kollarından bir kişinin dahi
ziyarete gelmemesi, AKP’li olduğu için kendini ayrıcalıklı
hisseden pek çok kadın işçi için bir hayal kırıklığı yarattı.
Üye kartlarını yırtmayı düşündüler; ama memleketine döndüğünde bunun hesabını verme cesaretini kendilerinde bulamadıkları için yırtamadılar. Hala umutluydular; AKP’li
milletvekilleri ile kurumsal olmayan görüşmeler örgütlüyorlardı. Onların da bir şey yapamayacağına ikna olduklarında ise, onlar için bir daha çalışmayacaklarını söylüyorlardı. Bu, seçimlerde AKP için kapı kapı dolaşan kadınlar açısından kabul edilmesi zor bir gerçekti. Ancak bu onları direnişte daha aktif olmaya teşvik etti; dinci gericiliğin bu zamana kadar yarattığı “değerler”i tek tek sorgulamaya başlamalarını sağladı. Çünkü kurtuluşun, kendi mücadeleleriyle
ve özgüçleriyle geleceğini kavramışlardı.
Sınıf hareketinin ve hak mücadelesinin öznesi kadınlar, bu
yanıyla yeni oluşan sınıf hareketlerinin temel kurucu öznesi olarak, kadının ve toplumun özgürleşmesinin nesnel koşullarının yaratılmasında, daha önde olacaklar. Kadınların
içinde olduğu her mücadele alanı, bu dinamizmi örgütleyen
kadın örgütlülükleri ile gericiliğin karşısında kendi hayatında söz sahibi olan kadınları yaratacaktır.
Bugünün ihtiyacı, kadınların taleplerini aynı özgüvenle savunabilecekleri militanlığı, hak mücadeleleri içinde daha
görünür hale getirmektir.
55
‹fiÇ‹ HAREKET‹
Toplumsal hareket sendikac›l›¤›:
Güney Afrika örne¤i
Tekel iflçilerinin direnifliyle yeniden gündeme gelen, emek hareketinin krizi, iflçi s›n›f›n›n yenilenme dinamikleri ve hak hareketlerine iliflkin tart›flmalara küçük bir katk› olmas› amac›yla toplumsal hareket sendikac›l›¤›
üzerine haz›rlanm›fl bir çeviri yaz›s›n› sunuyoruz
Karl von Holdt*
‹fiÇ‹ HAREKET‹
T
oplumsal hareket sendikacılığı (THS) kavramı
ilk kez, ilerici akademisyenler tarafından
1980’lerde Brezilya, Güney Afrika, Güney Kore ve Filipinler’de ortaya çıkan militan, hareketli sanayi sendikalarını anlamak için geliştirildi.
Yeni sendikal stratejiler THS olarak adlandırmaya başlanırken, bu akademisyenler yüzlerini bu örgütlenmeleri incelemeyi sağlayacak kavramsal bir çerçeve geliştirmek üzere,
toplumsal hareket kuramına çevirdiler. Önemli sorunlarla
karşı karşıya kalan Kuzey’deki sendikaların da Güney’deki
yeniliklerden birşeyler öğrenebileceğini savundular.
Güney’in THS deneyimi, bu deneyimin gidişatı ve yarattığı kuramsal sonuçlar daha kapsamlı biçimde çözümlenmelidir. Bu durumun en önemli nedeniyse, bu hareketlerin de
kendilerini yaratan politik, ekonomik ve işyeri koşullarının
değişmesiyle birlikte yeni zorluklar; hatta bir kriz yaşıyor
olmalarıdır.
THS’den halk›n
haklar› hareketine
“Toplumsal hareket sendikac›l›¤›” kavram›, Türkiye’de ilk kez
1990’l› y›llar›n ortalar›nda yayg›nlaflan “sendikal kriz” ba¤lam›nda,
“S›n›f Hareketinde Yön” dergisi sayfalar›nda gündeme geldi.* S›n›f
mücadelesinin ve iflçi s›n›f› hareketinin yaflad›¤› politik-örgütsel kriz,
faflist devlet fliddeti ve sermayenin maddi üretim koflullar›na
yönelik sistemli müdahaleleri taraf›ndan tek tarafl› biçimde belirleniyor gibi göründü¤ü koflullarda, THS, kapitalist sald›rganl›¤a karfl›
yükselen ilk militan iflçi tepkileri dalgas›n›n örgütsel ifadesi oldu.
Ba¤›ml› kapitalist ülkelerde gerek bafll› bafl›na birer sendikal model
(Brezilya, Güney Kore, Güney Afrika), gerekse iflçi s›n›f›n›n gerçek
bir e¤ilimi (1991 Zonguldak kenti direnifli) olarak ortaya ç›kan
“toplumsallaflm›fl iflçi hareketi” örnekleri, henüz “elvada proletarya”
sözünün hakim say›ld›¤› bir dönemde, iflçi s›n›f›n›n dünya çap›ndaki
yeniden do¤uflunun ilk iflaretlerini verdiler. THS, 1990’l› y›llar›n ikinci
yar›s› ve 2000’lerde Türkiye’de giderek daha yayg›n biçimde
tan›nan ve sa¤-sol yorumlara konu olan bir kavrama dönüflürken,
yukar›da say›lan “klasik” THS örneklerinin ana mücadele konusu
olmayan bir sorun da, dünya iflçi s›n›f›n›n bafll›ca gündemine
dönüfltü: yayg›n mülksüzlefltirme ve güvencesiz çal›flt›rma.
Öte yandan toplumsal hareket sendikac›l›¤›n›n, merkez ülkelerin
statükocu sendikal modelinin tarihsel-pratik bir elefltirisi olan klasik
örnekleri, 2000’li y›llarda yayg›nlaflan güvencesizleflme sald›r›s›na
karfl› mücadelede ve dolay›s›yla iflçi s›n›f› hareketinin tarihsel krizini
aflmada baflar›s›z oldular. THS modellefltirmesine temel oluflturan
Brezilya, Güney Kore gibi örneklerde, bir dönemin militan
sendikalar›, yeni ortaya ç›kan güvencesiz iflçiler hareketlerini
kucaklamakta önemli eksiklikler sergilediler ve yeni statükocu
yap›lara dönüfltüler. Bir baflka deyiflle, belirli bir tarihsel döneme
(1980’lere) özgü THS örnekleri de, ortaya ç›kan yeni güvencesiz
iflçi hareketleri ve neoliberal sald›r› ma¤durlar›n›n radikal do¤rudan
eylem hareketleri taraf›ndan tarihsel-pratik bir elefltiriye tabi tutuldular. 2000’li y›llar›n neoliberalizme karfl› geliflen toplumsal
hareketleriyle yeni iflçi hareketlerinin birli¤inden do¤an halk
hareketleri, klasik toplumsal hareket sendikac›l›¤› kab›na art›k
s›¤mamaya bafllad›lar. Ba¤›ml› kapitalist ülkelerde 1980’li y›llar›n
özgün koflullar› alt›nda oluflan politik halk muhalefetinin flemsiye
kavramlar›ndan birisi olarak gündeme gelen klasik “toplumsal
hareket sendikac›l›¤›n›n” bilinen örnekleri krize girerken, iflçi
s›n›f›n›n oldukça farkl› maddi, toplumsal ve politik koflullarda
ortaya ç›kan hak mücadeleleri, klasik THS kavram›n› aflan yeni
politik kavramlaflt›rmalara ihtiyaç duyuyor. Güney Afrika örne¤ine
dair tart›flmalar dönüflümün önemli yönlerine dikkat çekerken, bir
yandan da THS modellefltirmesinde neyin biçim, neyin öz
oldu¤unu anlamam›z›n ipuçlar›n› sunuyor. ‹flçi s›n›f› hareketi ise,
1905 Rus devriminden bu yana bize ayn› ipucunu gösteriyor: “Kitle
grevleri ve kitle mücadelesi baflar›l› olacaksa, gerçek bir halk
hareketine dönüflmeli, yani proletaryan›n en genifl kesimlerini kavgaya çekebilmelidir”. (Rosa Lüksemburg, “Kitle Grevi”)
*
Bak. “Sendikal Krize Güneyin Yan›t›: Toplumsal Hareket Sendikac›l›¤›, SHY,
fiubat 1995, S. 1; http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=1078
57
‹fiÇ‹ HAREKET‹
Bu makale, Güney Afrika THS örneğini, Johannesburg yakınlarındaki Witbank’taki Highveld Çelik fabrikasında yapılan etnografik bir vaka çalışması temelinde çözümlemektedir. Highveld Çelik, ülkenin yılda bir milyon ton çelik
üreten en büyük ikinci çelik fabrikasıdır. 5-6 bin işçi istihdam etmektedir. Şirketteki sendikalar ırk ekseninde bölünmüştür. Güney Afrika Metal İşçileri Sendikası (The National Union of Metalworkers of South Africa-NUMSA), 3
bin siyah üyeli çoğunluk sendikasıdır. Siyah sendikal hareketin genelinde olduğu gibi NUMSA’da da işyeri temsilcileri komitesi, sendika tüzüğünün resmi merkezi bir yapısıdır. İşyeri, komiteye birer işyeri temsilcisi gönderen birimlere bölünmüştür. 200 bin üyeli bir sanayi sendikası ve Güney Afrika Sendikalar Kongresi’nin (Congress of South
African Trade Unions-COSATU) en büyük bileşenlerinden
biri olan NUMSA, 1970’lerin başlarında siyah işçileri örgütlemeye başlayan yeni sendikalar grubunun kilit bir üyesidir. Fabrika ise hem militan mücadele tarihiyle, hem de
NUMSA’nın 1990’larda benimsediği yenilikçilik stratejisinin pilot projesi olmakla bilinir.
THS kavram›: belirsizlikler ve ihmaller
Ulusal gerçekliklerin barındırdığı çeşitliliklere odaklanan
farklı analizlerde, THS’nin farklı yönlerinin vurgulanmış
olması şaşırtıcı değildir. Güney Afrika açısından en anlam-
lı olan tanıma göreyse THS, yeni sanayileşen ülkeler denilen ülkelerdeki otoriter rejimlere ve baskıcı işyeri koşullarına karşı bir muhalefet olarak ortaya çıkmıştır. Yarı vasıflı imalatçılık işlerinin önemli ölçüde yaygınlaşmasına dayanan, hareketli bir sendikacılık formudur ve mahalli-siyasi bir ittifaklar ağının içine gömülüdür. Hem sendika içi demokrasi pratiklerini, hem de otoriter toplumların demokratik ve sosyalist yöndeki dönüşümü destekler.
Güney Afrika THS örneğinde, son derece politikleşmiş mahalle örgütlenmeleriyle ve ulusal kurtuluş hareketiyle kurulan popüler ittifaklar, örgütlenmenin tanımlayıcı özellikleri
olarak vurgulanmıştır. Brezilya ile Güney Afrika’yı kıyaslayan Seidman, THS’yi, otoriter sanayileşme bağlamında
işçi sınıfının yaşam standartlarını bir bütün olarak yükseltme mücadelesi olarak tanımlamaktadır. Moody ise sınıfa
odaklanmakla birlikte THS’nin tabana dayalı faaliyetler,
hiyerarşik olmayan ilişkiler ve sınıf-dışındaki hareketlerle
eklemlenme gibi “yeni toplumsal hareketlerle” özdeşleştirilen özelliklerini vurgulamaktadır. Geniş bir yelpazede yer
alan farklı tanımlardan doğan sonuç, THS teriminin kullanımında yüksek bir belirsizlik derecesinin olduğudur.
Güney Afrika’da ortaya çıkan sendikal pratiklerle ilgili yapılan analizlerin de bir dizi eksikliği vardır. Bu analizlerde
sendika içi ilişkilerden ve itilaflardan ziyade, sendikanın
devletle, mahalli topluluklarla ve politik hareketlerle kur-
‹fiÇ‹ HAREKET‹
duğu dışsal ilişkilere odaklanılmıştır. Ayrıca işyeri dışında
gelişen kimliklerin, sendikaların kolektif kimliklerini ve
pratiklerini biçimlendirme yollarına yeterince dikkat gösterilmemiştir. Güçlü geleneksel kültürel formasyonlara sahip
göçmen işçiler arasında işyeri dışında gelişen kültürel dayanışmalar ve anlamlar hakkında yapılan zengin çalışmalar, THS analizine dâhil edilmemiştir. Analizlerin önemli
bir bölümü, THS’nin yeni bir sınıf bilincini yansıttığını varsaymakta; sınıf dışı kolektif kimliklerin stratejiler, pratikler
ve sendika içi itilaflar üzerinde yarattığı etkileri dikkate almamaktadır. THS’nin esas farkı politik ve mahalli ittifaklar
ağıyla tanımlanırken farklı işyeri pratikleri ihmal edilmiştir.
Bu vaka çalışması Güney Afrika’daki militan siyah sendikacılığı anlamak için merkezi önemi olan pratikler, stratejiler ve anlamlar üzerinde yaşanan sendika içi itilaflara işaret
etmektedir. Geleneksel kırsal topluluklar, kentsel topluluklar ve apartheid’a (ırkçı ayrımcılık) karşı ulusal politik mücadele içinde oluşmuş olan kolektif kimlikler, sendikal hareketin hem sendika içi itilaflarını, hem de strateji ve pratiklerini anlamakta yaşamsal öneme sahiptir.1
Bu makalede kullanılan “sendika toplumsal yapısı” kavramı, hem sendikanın tüzüğü, büroları, kuralları ve prosedürleri gibi resmi kurumsal cihazlarını, hem de gayrı resmi
ilişkilerini, kodlarını ve pratiklerini içermektedir. Sendika
toplumsal yapısı, işyeri içinde gelişenlerin yanısıra, işyeri
“Toprak yoksa,
ev yoksa;
oy da yok!”
Bar›naklar›ndan, gerçek
yaflam koflullar›ndan
kopar›lm›fl, neoliberal
politikalar, ucuz ve
güvencesiz iflçilik, ›rk
ayr›mc›l›¤› ve devlet
bask›s› alt›nda insanl›k
d›fl› yaflam koflullar›na
mahkum edilen iflçi s›n›f›,
kendinin itildi¤i her
ma¤duriyet durumunu
eflitlefltirici ve
özgürlefltirici toplumsal
bir mücadele mevzisine
dönüfltürüyor
dışında gelişen kimlik oluşumu süreçleri karşısında da geçirgen bir niteliğe sahiptir ve tarihseldir. Yani sadece güncel yapılardan ve pratiklerden değil, geçmişin bugünküleri
biçimlendirmeye devam eden kolektif değerleri, anlamları,
söylemleri ve eylem repertuarlarından da oluşur. Sendika
toplumsal yapısı üyeler, işyeri temsilcileri, yöneticiler arasındaki güç dağılımını yönetir ve sendikanın pratiklerini,
karar alma süreçlerini, stratejilerini, hedeflerini ve örgütsel
kültürünü şekillendirir.
Siyasetin merkezili¤i
THS analizlerinde toplumsal hareketlerle ve mahalli örgütlenmelerle kurulan ittifaklar, THS kavramının merkezine
konulmuştur. Ancak, ittifaklar, özerk örgütlenmeler ya da
hareketler arasındaki dışsal ittifaklar olarak görülmüş ve bu
nedenle ittifak politikasının sendikal hareket üzerindeki etkisi araştırılmamıştır. Highveld Çelik vaka çalışması, siyasal ve ırksal kimliğin Güney Afrika sendikal hareketinin
kolektif kimliğinde taşıdığı önemi vurgulamaktadır. Sendikalarla siyasal ve mahalli örgütlenmeler arasındaki ilişki,
özgün ve ortak çıkarlara sahip özerk örgütlenmeler arasındaki ittifaklardan ziyade, ulusal kurtuluş mücadelesi kanalıyla iç içe geçen karmaşık ve dinamik bir politik, mahalli
ve işyeri mücadeleleri ağından oluşmuş; hareketler birbirlerine nüfuz etmiştir.
İşyeri ilişkilerinin apartheid tarafından köklü biçimde yapılandırılmış olması da önemlidir. Meslek yapısı, beyazların
vasıflı yöneticilik konumlarını, siyahların ise vasıfsız ve
yarı vasıflı konumları oluşturması biçiminde ırk ekseninde
tanımlanmıştı. Bütün gözetmenler beyazdı ve gözetim pratikleri de saldırgan bir ırkçı aşağılama kültürüyle karakterize ediliyordu. Bütün birimler, apartheid yasaları uyarınca
ırk eksenine göre bölünmüştü. Bu yapılar ve pratikler
“apartheid işyeri rejimi” olarak adlandırılabilecek rejimi
oluşturuyordu. Siyah işçilerin sendikal mücadelesi, işyerindeki beyaz iktidara karşı bir mücadele biçimine büründü.
Daha geniş apartheid yapılarıyla ve ulusal kurtuluş hareketiyle bağlantılar kolaylıkla kurulabildi. Sendikalar isyancı
nitelikli geniş bir karşı hegemonik hareketin parçasıydılar.
Bu ilişki aynı zamanda pratikti. Hem işyeri temsilcileri,
hem de sıradan üyeler mahalle ve gençlik örgütlenmelerinde aktif olarak yer alıyor, resmi ve gayrı resmi bağlantılardan oluşan bir koza örüyorlardı. 1980’lerin ortalarında,
halk ayaklanmaları yaygınlaşırken, sendika içi politik hareret de yükseldi. Birçok işyeri temsilcisi ve aktif sendika
üyesi sendikal faaliyetlerini politik bir faaliyet olarak görmeye başladı. İşyeri temsilcilerinin ve işçilerin sözleriyle:
“Amaç siyasiydi. Günün hükümetini devirmeyi amaçlıyorduk. Direnme biçimlerinden birisi endüstriyel eylemdi. Güney Afrika ekonomisinin zarar görmesini istiyorduk; çünkü
59
‹fiÇ‹ HAREKET‹
bizim için tek önemi, apartheid sistemini ayakta tutmasıydı. Ana fikir mücadelenin kentte son bulmaması, fabrikalara taşınmasıydı. Bu ülkeyi yönetilemez hale getirmek gerekiyordu. Mandela’yı serbest bırakmazlarsa müzakereye
girmeyip çalılıklara gideceğimizi söylüyorduk”. 2
Sonuç, işyeri düzeninin sürekli çatışma konusu haline gelmesi ve apartheid rejiminin reddiydi. Sendika, işyeri düzeni hakkında müzakereler yürüten bir aracı olmaktan ziyade,
çatışmayı işyeri ilişkilerinin tüm cephelerinde yaygınlaştırmanın aracına dönüştü. Siyah halkın sömürgeciliğe ve
apartheida karşı onlarca yıl süren, ulusal mücadele tarafından yaratılan birliği, sendikanın kolektif kimliğinin merkezi bileşenine dönüştü. Aslında sendikayı karakterize eden,
sınıf bilinci kadar, hatta ondan da çok popüler bilinçti. Siyasal ve sendikal mücadeleler arasındaki bu etkileşim, siyah işçiler arasında 1980’lerdeki dayanışma ve işçi militanlığını yarattı. THS’nin toplumsal yapısı Güney Afrika toplumunda beyaz sömürgeciler ve sömürgeci baskı ilişkilerine karşı yürütülen politik mücadelenin büründüğü biçim
olan ulusal kurtuluş hareketi tarafından biçimlendirildi.
Göçmen iflçiler ve kentli iflçiler
1980’de, Highveld Çelik tarafından istihdam edilen 5 bin kadar siyah işçinin yarıdan çoğu, yakınlardaki kasaba yurtlarında kalan göçmen işçilerdi.3 Büyük çoğunluğu en zor ve düşük ücretli işlerde istihdam edilirken, kasaba sakinleri daha
“yumuşak” ve vasıflı işlerde çalışıyordu.
Karmaşık faktörlerin biraraya gelmesi, kasaba sakinleriyle
göçmen işçilerin farklı deneyimlerini yarattı. Göçmen işçiler
farklı emek piyasası koşullarıyla karşı karşıya kalıyor ve işyerinde farklı işlerde çalışıyordu. Sıkı sıkıya kontrol altında
tutulan yurtlarda ayrı bir hayat yaşıyorlardı. Birçokları kırdaki üretken kaynaklarla bağlantılarını koruyordu. Kent ekonomisiyle ilişkileri, aile yapıları ve geleneksel kültürel-toplumsal kurumlarla olan ilişkilerine dayanan “köylü gururlarını”
koruma stratejisinin parçasıydı. Bütün bunlar Zulu kökenli
yerlilerle, Pedi kökenli göçmenler arasındaki etnik bölünmelerin şiddetini artırdı.Apartheid siyasetleri de farklılıkları kurumsallaştırmayı ve derinleştirmeyi hedefliyordu.
Sonuçta, kasaba topluluklarıyla bunların çevresinde yer
alan yurt toplulukları arasında gerilimli bir tarih ortaya çıktı. Bu gerilimin hatları dile, yaklaşım biçimlerine ve gündelik etkileşim pratiklerine sinerken, politik ve toplumsal militanlığın yükseldiği dönemlerde de kendisini çatışma biçiminde ortaya çıkardı.
Pedi göçmenleri, kırsal topluluklarında derin köklere sahip
olan kültürel pratiklerini ve erkeksi disiplin-kolektif dayanışma yaklaşımlarını sendikal dayanışmayla eklemlediler.
Yurtlara kgoro diyorlardı. Kgoro, Pedi dilinde, erkeklerin
mahallede, köyde ya da semtte toplanarak sorunları tartış-
60
tıkları ve itilafları çözdükleri mekânlara verilen addı. Suçlu
bulunanlara kgoro tarafından verilen en yaygın cezalandırma biçimleri sjambok’la 4 dayak atmak ya da sürüden ceza
olarak hayvan vermekti.
Yurtlar da erkek mekânlarıydı. Yurtlara kgoro deme alışkanlığının, sendikaların toplumsal yapısı üzerinde önemli
sonuçları vardı. Kgoro, erkeklerin erkekçe disiplin, dürüstlük, güven ve cesaret kodlarına göre hareket ettiği, tartıştığı ve karar aldığı bir mekândı. Kentli erkekler başkaydı; sorunlarını eşleriyle tartışacaklar, kgoro disiplinini ihlal edeceklerdi. Bu nedenle sendika önderliği açısından güvenilir
değillerdi. Pedi göçmenlerinin yanlarında getirip yeniden
Kitle grevleri ve
kitle mücadelesi
baflar›l› olacaksa,
gerçek bir halk
hareketine
dönüflmeli, yani
proletaryan›n en
genifl kesimlerini
kavgaya çekebilmelidir
Rosa Lüksemburg,
“Kitle Grevi”
ürettikleri geleneksel erkeklik kavramları, kendileriyle kasaba sakini kentli işçiler arasında gerilim kaynağına dönüştü.
Göçmen işçiler geleneksel kolektif disiplin-cezalandırma
biçimleriyle gönüllülüğe değil, topluluk üyeleri açısından
zorunluluğa dayanan geleneksel kolektif dayanışma kavramlarını yanlarında taşımış; bunları işyerindeki yeni kolektif örgütlenme biçimlerine uygulamışlardı. Sjambok, siyah dayanışmasını inşa etmenin aracına dönüştü. Göçmen
işçileri yerli kentli işçilerden ayırdı ve siyah işçilerin kendi
toplumsal yapısı içinde çatışma kaynağı haline geldi.
Göçmenler, kasabalıları güvenilmez, kararlı olmayan kimseler olarak görüyorlardı. İş bırakmalarda, kasabalardaki
şirket otobüsleri kasabalıların işe gitmesini engellemek için
militan gençler tarafından yakılıyor; yurtlardaki otobüslerin
yakılması gereksiz görülüyordu. Çünkü yurtlardakilerin zaten sağlam duracakları tahmin ediliyordu. Öte yandan, kasabalılar da, yurtlarda kalanların grev yapma arzularının
“sorumsuzluklarından” kaynaklandığına inanmaya başladılar. Sendikanın toplumsal yapısı yerlilerle göçmenler arasındaki çatışmayı yeniden üretti ve karşılıklı önyargılarını
‹fiÇ‹ HAREKET‹
pekiştirdi. Kasabalılar güvenilmez, sözünün eri olmayan,
zayıf kişilerdi; göçmenler ahmak, katı, medeniyet yoksunu,
cahil ve mantıksızdılar.
Çat›flan düzenler, çat›flan anlamlar
Sendika, 1980’lerde yurtlarda örgütlenmeye başlamıştı. İşçilerin farklı mekânlarda yaşadıkları hayatlar arasındaki gerilim, NUMSA’nın toplumsal yapısına kazınmıştı. Bu fark
işyerindeki meslek yapısında da yansımasını buluyordu. Bu
durum da sonraki on beş yıl içinde, sendikanın anlamı ve
kime ait olduğu konusunda bir dizi iç itilafa neden oldu:
“Yurtlarda yaşayan kimi işçiler sendikayı yurt sakinlerinin
çıkarlarını savunması gereken kendi örgütlenmeleri olarak
görüyorlardı; çünkü sendika yurtlarda doğmuştu. Önderliğin yurtlara geri verilmesini istiyorlardı. Dışarıdan gelen
birini seçmek sendikayı kgoro dışına taşımaktı”.
Göçmen işçiler içinse, NUMSA, yalnızca onları fabrika yönetiminin baskılarından koruduğu için değil, onları güçsüzleştiren ve aşağılayan kent toplumunda, çıkarlarını kolektif
biçimde ifade etmelerini sağladığı için de önemliydi. Kasabadan gelme daha bilinçli ve bilgili işyeri temsilcileri, işyeri temsilcileri komitesine hâkim olmaya başladıklarında,
gayrı resmi grev komitesi, yurtlardaki göçmen işçilerin temel aracı haline geldi. Kasaba sakinleri ise, sendikanın
yurtların denetimi altında olduğunu ve kendi düşüncelerinin bastırıldığını düşünüyorlardı.
Grev komitesi 1980’lerin ortalarında işyeri temsilcilerinin
rolünü güçlendirmek ve özellikle grevlerde disiplini sağlamak amacıyla, (işyeri temsilcilerinin de desteğiyle) bir grup
işyeri militanı tarafından kurulmuştu. Ancak hızla göçmen
işçi dayanışmasının aracına dönüştü. Kasabadaki halk hareketlerinin politik pratiklerini cisimleştiren bir zemin haline
geldi. Bu gelişmeler komiteyi, işyeri temsilcileri komitesiyle karşıtlığa sürükledi. Yurt militanları, doğrudan militan
eylemi, işyeri temsilcileri komitesinin uğraştığı karmaşık
müzakere süreçlerine tercih ediyordu. Grev komitesi, demokratik karar alma konusundaki sendika içi prosedürlere
riayet etmeden, fiili grevler örgütlemeye başladı. Bu eylemlere katılmakta tereddüt gösterenler, sjambok’la tehdit
edilmeye başlandı. İşyeri temsilcilerinin kendisini satmakta olduğundan kuşkulanan grev komitesi, işyeri temsilcilerinin kendisine hesap vermesini talep etmeye başladı; oysa
gelenek bunun tam tersiydi.
Aynı dönemde, fabrika ve topluluğun dışında, güvenlik
güçleri ve Birleşik Demokratik Cephe’nin mahalle ve
gençlik örgütlenmeleri arasındaki çatışmalar şiddetleniyordu. Halk hareketi, Güney Afrika toplumunu yönetilemez
hale getirmeyi hedefleyen bir çatışma stratejisini benimsemişti. Göçmenlerin pratikleriyle kasabanın militan gençliğinin kültürü arasında paralellikler mevcuttu. Militan gençlik, içerideki hainlere yönelik aşırı ve neredeyse ayinsel bir
şiddet uygulama eğilimindeydi. Bu şiddet “topluluğun” birliğini ve dayanışmasını güçlendirmeyi amaçlıyordu. Bu
kültür ve pratikler militan kasaba gençliğiyle, polis baskınlarından kaçarak sığındıkları yurtlardaki göçmen işçiler
arasında bir ittifak temeli yarattı.
Grev komitesi, popüler mücadelenin çatışma taktiklerini
apartheid sistemini yönetilemez hale getirmek için işyerine
taşıyan ve işyeri temsilcilerinin gömüldükleri müzakere süreçlerinden sıkılan göçmen ve genç işçiler açısından odak
noktasına dönüştü. Sonuçta, dönemin işyeri temsilcileri
başkanının da söylediği gibi, yüksek bir gerilim düzeyi hâkim oldu: “Yavaş yavaş devasa kontrol edilemez bir devin
üstümüze geldiğini gördük. Ellerinde sopalarla gelen 800
61
‹fiÇ‹ HAREKET‹
kişiyi hayal edebiliyor musunuz? Konuşurken 800 kişi ellerini çırpmaya başlarsa, emin olun altınıza edecek kadar
korkarsınız”. İşyeri temsilcileri grev komitesinin taktiklerinin gelişimini “kontrol edilemez” bir durum, yani sendikadaki düzenin dağılması olarak görüyordu. Aslında bu niteleme, işçilerin farklı sendika toplumsal yapısı kavrayışlarının bir ifadesiydi. Grev komitesi üyeleri kendilerini sendikanın muhalefeti olarak değil, kendilerine hesap vermeyen,
sözünün eri olmayan ve yönetime fazla yakın buldukları iş-
yeri temsilcilerine karşı “gerçek” sendikanın savunucuları
olarak görüyorlardı. Grev komitesini ise, işçiler arasında
düzeni, birliği ve disiplini sağlamanın (yani kendi toplumsal yapılarını korumanın) ve işyeri temsilcilerinin işçileri
satmasını engellemenin güvencesi olan meşru bir yapı olarak görüyorlardı. Sendikal yasa kavrayışları kırsal temelli
komünal kültür ve Pedi savaş disiplini kavramlarından olduğu gibi, beyaz ezenlere karşı verilen kurtuluş mücadelesi içinde ortaya çıkan siyah dayanışması düşüncelerinden
ve pratiklerinden de türemişti. Sjambok, grev komitesi açısından, dayanışmayı ve sendikayı inşa
etmenin aracıydı. Militanlardan birinin sözleriyle: “Başkaları mücadele ederken oturursanız çok
ciddi olarak cezalandırılırsınız. Bu biz siyahlar
açısından kurucu bir durumdur. Böyle yapınca
cezalandırılacağınızı bilirsiniz. Anlaşmamız
böyledir.” İşyeri temsilcileri önderliği açısındansa, sjambok, sendikaya yönelik bir tehditti.
Sendika içinde tırmanan şiddet, toplumsal düzen,
meşru pratik ve önderlik konusunda baş gösteren
birbiriyle uyumsuz kavrayışların zayıflattığı sendika toplumsal yapısının parçalanmakta olduğunun işaretiydi. Nihayet 1990’da, yurtlardan gelen
grup, işyeri temsilcileri önderliğinin askıya alındığını açıkladı ve yeni yöneticilerini seçti. Bunun “tüzüğe aykırı” olduğunu söyleyenlere, sendika tüzüğünün de “askıya alındığını” belirttiler; çünkü
“Highveld Çelik’te olağanüstü durum vardı”. Ancak bu
açıklama, apartheid toplumsal düzeni saldırıya uğrarken,
apartheid rejiminin dile getirdiği retoriğin manidar bir biçimde uyarlanmasıydı. Bu durum sendikanın toplumsal yapısında kesin bir parçalanmaya işaret ediyordu. Sendikanın
anlamı ve toplumsal düzeni hakkındaki farklı kavrayışlar
arasındaki mücadele artık tüzük tarafından yönetilemiyordu; Highveld Çelik’teki NUMSA ikiye bölünecekti: “Kasabanın sendikası ve yurdun sendikası”.
Bölünme, sendika genel merkezinin müdahale edip yeni bir
işyeri temsilcileri seçimini örgütlemesiyle çözümlenebildi.
Ancak bölünme ve itilafların bıraktığı miras ve birbirleriye
uzlaşmaz pratikler repertuarı, Highveld Çelik’teki sendikanın toplumsal yapısındaki varlığını sürdürdü.
Bütün bunlar sendikanın toplumsal yapısının sürekli itilafa
konu olup yeniden inşa edildiğini ve sendika dışında ortaya
çıkan dayanışma ve pratiklerin THS’nin toplumsal yapısını
köklü biçimde etkilediğini göstermektedir. Grev komitesi
ile işyeri temsilcileri komitesi arasındaki çelişki, göçmen ve
yerli işçiler arasında mevcut olan gerilimler ve yarı isyancı
bir tarihsel bağlamda yürütülen sendikacılığın taşıdığı yapısal çelişkiler tarafından biçimlendirilmişti. Çakışan politik,
mahalli, sınıfsal ve etnik kimlikler birbirini pekiştiren bir
‹fiÇ‹ HAREKET‹
dayanışma içinde güçlenirken, bir yandan da sendikanın
toplumsal yapısında, acılı ve zaman zaman da şiddetli çelişkilerin patlak verebileceği eksenleri tanımlıyorlardı.
Sömürgecilik sonras› demokrasiye
geçifl
1990’da, apartheid rejimi, apartheid karşıtı hareketin yarattığı uluslararası ve yerel basınçlar karşısında, ANC’yi resmen tanıdı. 1994’te yeni demokratik anayasa kabul edildi
ve Güney Afrika’nın ilk demokratik seçimleri yapıldı. Seçimleri ANC kazandı.
Demokrasiye geçiş, siyah sendikaların toplumdaki konumunu köklü biçimde değiştirdi. Bu sendikaların üyeleri artık oy hakkına sahip yurttaşlardı. Sendikaların direniş hareketi içindeki müttefikleri de artık iktidardaki siyasal partiyi
temsil ediyorlardı. 340 yıl sonra sömürgecilik ve apartheid
dönemi sona ermiş ve demokratik bir sömürgecilik sonrası
yeniden inşa dönemi başlamıştı.
Bu durumun, ulusal kurtuluş hareketi içinde önemli bir özne olarak ortaya çıkan THS üzerinde ciddi bir etkisi oldu.
İşyeri rejimi pek değişmese de, politik iklim değişti. Hükümette NUMSA’nın bağlı olduğu COSATU kökenli sendikacılardan bir üye vardı. Mahalli örgütlenmeler ve ittifaklar ağı, ANC ve yerel-ulusal hükümete eklemlenmişti.
1980’lerde politik mücadelelerin sendikanın toplumsal yapısını biçimlendirmesi gibi, işçi sınıfının hükümetle demokratik yollardan eklemlenmesi de THS üzerinde köklü
bir etkide bulundu. Oy haklarını yeni
kazanmış yurttaşlara dönüşen işçiler,
sendikal etkinliklere farklı biçimde
bakmaya başladılar. Birçok işçi tarafından tekrarlanan bu duyarlılıklar göçmen bir taban militanı tarafından şöyle dile getirilmektedir:
“Şu anda durum farklı; çünkü artık hükümet bizim. Benim
hükümetim varken toyi-toyi yaparsam pek zeki biri değilim
demektir”. 5 Politik ve sendikal mücadelelerin ayrışması işçi militanlığını ve dayanışmasını zayıflattı, sendika toplantılarına katılım düştü.
S›n›f oluflumu ve dayan›flman›n
parçalanmas›
Demokrasiye geçiş, işyeri temsilcilerinin rolü ve işyeri
temsilcileri komitesinin anlamı konusunda, hem işyeri temsilcileri hem de sendika üyeleri açısından köklü bir etki yarattı. Apartheidın sona ermesi ve sömürgecilikten çıkış süreçleri, kristalleşmekte olan yeni sınıf güçleri arasından
hızla siyah bir elitin oluşmasının zeminini yarattı. Yetenekli işyeri temsilcileri vasıfları ve deneyimleriyle bu süreçte
öne çıktılar. İşyeri temsilcileri önderliği ANC şubeleri açmak, ilk demokratik seçimler için hazırlık yapmak ve yerel
hükümet kurumlarının dönüşümü için çalışmak konusundaki gayretleriyle politik bağlılıklarını sergilediler. Ama bu
aktivizm kaçınılmaz biçimde yeni politik kariyer fırsatlarının da önünü açtı. Kimileri de işyerinde gözetmen ve yönetim saflarına yükselme fırsatı buldular. En deneyimli işyeri
temsilcilerinin ve yöneticilerinin bu biçimde kaybedilmesi,
Highveld Çelik’teki kolektif dayanışma üzerinde yıkıcı bir
etki yaptı. İşyeri temsilcilerinin kolektif dayanışma, işçilere hizmet ve mücadeleye bağlılık kavramları dağıldı. İşyeri temsilcileri komitesi, fabrika dışı kariyerlere yükselmenin sıçrama tahtası gibi görülmeye başlandı. Bu da komitenin işçilerin temsilcisi olarak sahip olduğu geleneksel rolü zayıflattı.
Yeni sınıfsal oluşum sürecinin etkileri ilişkileri yeni-
63
‹fiÇ‹ HAREKET‹
den kurarak, yeni kimlikleri devreye sokarak ve işyeri temsilcileri komitesine farklı bir anlam kazandırarak, sendikanın toplumsal yapısının derinliklerine dek ulaştı.
Bu süreç, işçilerin çıkarlarında da farklılaşma ve parçalanma yarattı. İlk demokratik seçimlerin yapıldığı 1994’te,
Highveld Çelik’te grevcilerin işyeri temsilcileri komitesinin önderliğini reddedip, güvensizlik ilanında bulundukları
fiili bir grev dalgası yaşandı. Bu eylemlere önderlik eden
yeni gayrı resmi işçi yapıları ortaya çıktı. Yeni işyeri düzeni içinde çok az ilerleme şansı olan göçmen işçiler, işyeri
temsilcilerini aşmak ve kendilerini korumak için militan
özerk yapılar oluşturdular. Kimi daha vasıflı işçilerse işyeri temsilcisi seçilmek için fırsatçı mücadelelere giriştiler.
Fiili grevlerin altında yatan ve sendikanın toplumsal yapısını derin bir örgütsel dağılma içine sürükleyen de bu parçalanma, dağılma ve zayıflama süreçleri oldu.
THS’nin, apartheid’ın sınıfsal ve ırkçı baskıları çerçevesinde bağrından doğduğu politik, sınıfsal, mahalli ve hatta etnik kimliklerce pekiştirilen olağanüstü yoğun dayanışmasının yerini, değişen sınıfsal hareketlilik ve siyasal yönetim koşullarında ortaya çıkan parçalanmış çıkarlar ve kimlikler aldı. Sendika toplumsal yapısı, değişmesi uğruna mücadele ettiği sosyo-politik koşulların dönüşümü yüzünden
köklü biçimde dönüştü.
THS’ye “Kuzeyli” stratejiler giydirmek
COSATU, demokrasinin gelişimine pasif biçimde tepki
vermedi; tersine yeni gelişen demokratik toplumdaki merkezi rolünü güvence altına alacağını umduğu bir yeniden
inşa stratejisi geliştirdi. Kendisini sol eğilimli bir iktidarın
olduğu yeni kurulan bir demokrasinin tam ortasında bulan
Güney Afrika sendikal hareketi, sanayi ülkelerinde uzun
bir eklemlenme tarihine sahip olan emek hareketlerince geliştirilen stratejileri ve politikaları benimsedi. Kuzeyin gerileyen emek hareketlerinin Güney’deki yaratıcı THS’den
bir şeyler öğrenmesi gerektiğini savunan tartışmaların ışığında bakıldığında bu ironik bir durumdur. Yeniden inşa
stratejisi ise COSATU tarafından başlatılan ve ANC tarafından değiştirilerek benimsenen Yeniden İnşa ve Kalkınma Programı’nda (RDP) kristalize oldu. RDP’nin üç yönü
vardı: Ulusal kalkınma siyaseti, yeni kurumların inşasına
sendikal katılım ve işyerinin dönüştürülmesi.
NUMSA, işyerinin dönüştürülmesi için kapsamlı bir program geliştirdi. Sendikal programın hedefi apartheid işyeri
rejimini dönüştürmek ve işyerinde, “yalın üretim” yerine
işyeri demokrasisine dayanan yeni, ırkçı olmayan bir düzen
inşa etmekti. Highveld Çelik’teki işyeri temsilcilerine göre,
bu strateji, işçilerin şirket içindeki gücünü artıracak, sorumluluk ve karar alma süreçlerini tabana yayacak, otoriter gözetimin yerine işçilerin kolektif üretim denetimini koyacak
64
Siyah iflçilerin sendikal mücadelesi, iflyerindeki beyaz iktidara karfl› mücadele biçimine büründü. Genifl apartheid yap›lar›yla ve ulusal kurtulufl hareketiyle ba¤lant›lar kolayl›kla kurulabildi. Sendikalar isyanc› nitelikli genifl bir karfl› hegemonik hareketin parças›yd›lar
ve işçilerin vasıflarını, kariyer şanslarını ve ücretlerini artıracak olan bir tür radikal demokrasiyi hedefliyordu.
Bu “stratejik sendikacılığın” benimsenmesi, Avrupa ve
özellikle de Avustralya sendikalarına yapılan yaygın çalışma gezilerinin ve görüş alışverişlerinin sonucuydu. İşyeri
temsilcilerinin tümü, bunu, apartheide karşı direnişte ortaya çıkan stratejilerden kesinlikle farklılaşan yeni bir strateji olarak görüyorlardı. Yeni strateji yeni bir örgütsel kültürü ve pratikleri; sendikacılar açısındansa daha fazla uzmanlaşmayı gerektiriyordu. Sendika içindeki iktidarı, hem ulusal hem de yerel düzeylerde uzmanlık sahibi olanlara doğru kaydırıyordu.
Sendikal strateji, toplumsal yapıya gömülü olduğu ve onun
tarafından tanımlandığı için, strateji değişimi sendikanın
toplumsal yapısı üzerinde önemli etkilerde bulunacaktı. İşyeri temsilcileri, bu durumun farkındaydılar: “Ekonomimiz
apartheid tarafından imha edildi; şimdi onu yeniden inşa etmek zorundayız. Bu yüzden kültürün de direniş ve yönetilemezlik kültüründen verimlilik kültürüne doğru dönüşmesi gerektiğine inanıyorum. İşçiler açısındansa bu kültürün
‹fiÇ‹ HAREKET‹
değişmesi zor; işçiler hala yönetimden gelen her şeye direnmeleri gerektiğine inanıyorlar. Direniş kültürü işçilerin
kalbine ve zihnine kazınmış”.
benimsenen “stratejik sendikacılık” biçimini uygulama girişimi başarısız olmuş; aslında bu NUMSA’nın içindeki
THS’nin erimesine yol açmıştır.
Yeni strateji Highveld Çelik’te birçok nedenle başarısız oldu. Stratejinin teknik anlamdaki karmaşıklığı, işyeri temsilcileriyle üyeler, yeni stratejiyi uygulama yeteneği olan küçük bir işyeri temsilcileri azınlığıyla böyle bir yeteneği olmayan çoğunluk arasında büyüyen bir uçurum yarattı. Sendika yöneticilerinin, işyeri temsilcilerinin ve üyelerinin çoğunluğunun anlamadığı ve yeterince tartışılmadığını düşündüğü stratejik sendikacılık, sendikanın toplumsal yapısının merkezi değerleri ve pratiklerini parçalayıp eriterek,
sendikanın zayıflamasında önemli bir rol oynadı. Sanayi
toplumlarının kurumsallaşmış sosyal demokrat sendikaları
tarafından geliştirilen “stratejik sendikacılığı”, THS üzerine giydirme girişimi sendikayı hareketsizleştirdi.
THS teriminin kullanımı açısından sözü edilen belirsizlikler de Güney Afrika’daki siyah sendikacılığın özgünlükleri
tarafından doğrulanmaktadır. Seidman’ın ileri sürdüğü gibi, THS otoriter rejimlerle yönetilen sanayileşen ülkelerdeki yaşam koşullarına karşı gelişen bir yanıt idiyse, bu rejimler demokratikleştiğinde THS’ye ne olacaktır?
Sonuç
Bu çalışma, Güney Afrika toplumunun temel politik itilaflarının, sendikanın toplumsal yapısının derinliklerine kazınmış olduğunu ve bu politik itilafların sendika içi pratikleri ve anlamları olduğu kadar, işyeri stratejilerini ve daha
geniş ittifakları da biçimlendirdiğini göstermektedir. Kolektif sendikal kimlik, yalnızca üretim yapıları ve çelişkileri tarafından belirlenmemekte, işyerinin dışında ortaya çıkan kimlikler karşısında da geçirgenlik göstermektedir. Bu
durum yalnızca siyah ezilen halkın ulusal kurtuluş hareketi
içinde gelişen kolektif kimliği açısından değil, göçmen işçilerin köylerinde ve kentlerdeki yurtlarında ortaya çıkan
geleneksel kırsal kimlikler açısından da geçerlidir. Sendikayı oluşturan farklı kolektif kimlik katmanları da farklı
gruplar arasında THS’nin iç iktidar dağılımı, pratikleri ve
stratejileri hakkında yoğun ve zaman zaman şiddetlenen çelişkiler yaratmıştır.
THS içinde ortaya çıkan kolektif sınıf kimliği, yeni bir kimlik olmakla birlikte, diğer kolektif kimliklerin sömürgeci
baskıyla olan ilişkileri ve bu baskı karşısındaki kendi tarihleriyle de eklemlenmiş ve onlar tarafından da biçimlendirilmiştir. Güney Afrika’da THS, sadece modern proletaryanın
sınıf örgütü değildi. Modernlik öncesi ve sınıf harici dayanışma biçimlerini de kendisine eklemleyen ve bunlar tarafından biçimlendirilen bir halk haretiydi. Aslında canlılığını da büyük ölçüde buradan alıyordu.
Radikal biçimde değişen sosyo-politik koşullar; yani apartheid’dan demokrasiye geçiş ve sömürgecilik sonrası hızlı
sınıfsal oluşum süreçleri de, THS’nin Güney Afrika’daki
gerileyişinin nedenlerinden birisidir. THS tarafından apartheida karşı mücadeleyle geliştirilen toplumsal yapının parçalanması, sendikal örgütlenmeyi de köklü biçimde zayıflatmıştır. Kuzeydeki emek hareketlerinden ödünç alınan ve
THS kavramı hakkında farklı biçimde düşünmemiz gerekli olabilir. THS kavramı, genel bir reçete yerine, sendikacılığın hareket boyutunun, değişen koşullar altında kendisini
nasıl yeniden ortaya çıkardığını anlamanın yolu olarak görülebilir. Toplumsal hareket kuramından türetirsek, bu hareket boyutu, seçkinler, muhalifler ve otoritelerle sürekli etkileşim içinde oluşan ve “ortak amaçlar ve toplumsal dayanışmalara” dayanan “mücadeleci bir meydan okuma” olarak karakterize edilebilir.
Hareket boyutu sendikacılığın bir parçasıdır. Sendikaların
çoğu, baskıcı işyeri rejimlerine ve politik rejimlere karşı
yükselen mücadeleci meydan okumalar içinde ortaya çıkarlar. Ciddi anlamda kurumsallaştıklarında bile, endüstriyel
eylemler gerçekleştirme ya da toplumsal destek elde etme
yeteneklerini korumak için belirli bir sosyal hareket öğesini koruma eğilimindedirler. Ancak sendikaların kurumsallaşması da tek yönlü bir süreç değildir: diğer toplumsal hareketler gibi sendikalar da hareket boyutları değişen tarihsel koşullara yanıt olarak yeniden canlandığında, “mücadeleci devrelerine” girerler.
Dipnotlar:
1
2
3
4
5
*
Apartheid: Afrika dilinde “ay›rma” anlam›na gelen ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde resmi olarak 1948-1994 y›llar› aras›nda hakim olan ›rkç› rejim.
1960-80 y›llar›nda apartheid karfl›t› gerillalar taraf›dan kullan›lan bu terim Türkçedeki “da¤a ç›kmak” anlam›na gelmektedir ve sömürgecili¤e karfl› verilen uzun
mücadelelerden türetilmifltir. Mandela, Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) apartheid döneminde tutuklu olan lideridir.
Göçmen eme¤i Güney Afrika ekonomisinde merkezi bir yere sahipti. 19. yüzy›lda bafllayan geçifl yasaklar› ço¤unlu¤un kentlerde yerleflimini imkans›z k›larken
a¤›r vergiler ve mülksüzlefltirme nedeniyle ücretli çal›flmaya zorlanan Afrikal›lar,
alt›n ve elmas madenlerinde, kentlerdeki sanayi ve hizmet sektörlerinde ve çiftliklerde çal›flmaya bafllad›lar. Bu iflçiler sömürgeci güçlerce kurulup kabile otoriteleri taraf›ndan dolayl› biçimde yönetilen k›rsal bantustanlarda (yurtluk) yafl›yorlar ve bantustanmad, apartheid ekonomisini ayakta tutan ucuz emek havuzlar›na dönüflüyordu. Afrikal› iflçi s›n›f› bu temelde katmanlaflt›r›l›rken kentlerde
yaflama hakk›na sahip olmayan iflçiler yaln›zca kendilerine geçici kimlik kart› verilmesini sa¤layan 12 ayl›k geçici sözleflmelerle kasabalar civar›nda ifl bulabiliyorlard›. Kentlerde yaflama hakk› olanlar daha nitelikli ifllerde çal›flabiliyorlard›.
Sjambok: Bir tür kamç›
Toyi-Toyi: apartheid karfl›t› mücadele y›llar›nda kitle eylemlerini karakterize eden
bir tür savafl dans›.
Work, Employment and Society” dergisinin 2002 tarihli say›s›ndan özetlenerek
HDY taraf›ndan çevirildi.
65
EMPERYAL‹ZM
Türkiye bölgesel bir
emperyalist güç mü?
Türkiye art›k dünyan›n en büyük 17. ekonomisi, sermaye ihraç ediyor, dört
bir yana asker gönderiyor, emperyalistlere ve geleneksel müttefiklere
karfl› ‘diklenmiyor ama dik duruyor’, çok yönlü bir d›fl politikaya yöneliyor...
Yoksa y›llar›n yeni sömürgesi birden emperyalist bir güce mi dönüflüverdi!
T
ürkiye’nin bugünkü uluslararası konumu tanımlanırken, gerek egemenler içinde gerekse
liberal ve ulusalcı eğilimlerin etkisi altındaki
sol çevrelerde çoğu zaman adı konmadan kabul
edilen bir saptama var: “alt-emperyalizm”.
Türkiye egemenleri, Soğuk Savaş sonrası yeni-sömürgeciliğin hedefindeki bölgelerde ekonomik, askeri ve politik faaliyetlerini giderek tırmandırma eğilimine girmiştir. Kafkaslar, Orta Asya, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika artık Türkiye sermayesinin, diplomasisinin ve ordusunun faaliyet
alanındadır. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin
yükselen bir bölgesel güç olduğu ya da olabileceği; yayılmacı bir politikaya yöneldiği, emperyalist hiyerarşide ara
Levent Kara
120
bir konum elde ettiği öne sürülmektedir.
Özal (ve müteakiben Demirel-Çiller) döneminde MusulKerkük hayallerini canlandırarak; Kafkasya’da, Orta Asya’da darbeler tezgahlamaya çalışarak; çevre ülkelerde müteahhitlik yatırımlarına girişerek ilk girişimlerini sergileyen
bu siyaset, AKP döneminde belli bir olgunluğa erişmiştir.
Kafkasya, Ortadoğu ve Afganistan-Pakistan’daki ihtilafların emperyalist sistemle uzlaşmaya dayalı bir çözümü için
diplomasi faaliyetlerine hız verilmiştir. TSK’nın katıldığı
uluslararası operasyonlara Lübnan, Aden Körfezi (Somali),
Afganistan-Pakistan da eklenmiştir. Türkiye sermayesinin
Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Doğu Avrupa’daki faaliyetleri tırmanışa geçmiştir. Fethullah Gülen cemaatinin
EMPERYAL‹ZM
(bağlı sermaye grubu Tuskon’un ve eğitim kurumlarının1)
uluslararası faaliyetleri hükümet desteğiyle yaklaşık 120
ülkeye ulaşmıştır. Bunlara paralel olarak İHH (Ulusalararası İnsani Yardım) gibi yardım/misyonerlik faaliyetleri örgütlenmektedir. Son dönemde de ABD’de, yeni vakıf oluşumları ile desteklenen lobi faaliyetleri geliştirilmektedir.
Bu uluslararası faaliyetlerin bir tür emperyalizm olarak tanımlanmasının bir dizi dayanağı vardır: Tekelci sermayenin belli bir gelişim kaydetmesiyle, Türkiye dünyanın en
büyük 20 ekonomisinden biri haline gelmiş, sermaye ihraç
etmeye başlamış ve G20 ülkeleri arasına alınmıştır. Türkiye ordusunun katıldığı uluslararası askeri operasyonların
sayısı giderek artmakta ve bu operasyonlarda daha ileri roller alınmaktadır. Türkiye dışişleri diplomasisi, bölgesel politikaların şekillenmesinde etkin bir rol edinme arayışındadır ve zaman zaman emperyalist güçlerle ya da geleneksel
müttefikleriyle de ihtilafa düşerek, “çok yönlü” bir dış politika iddiasını ortaya koymaktadır.
Emperyalist kapitalist sistemin, ülkelerin siyasal sınıflandırılması açısından bir değişim yaşadığı nesnel bir gerçekliktir. Üstelik dünyanın politik haritasında reel sosyalizmin
çözülmesiyle yaşanan değişime, “küreselleşme”yle birlikte
sermayenin hareket biçiminde yaşanan köklü bir değişim
de eşlik etmiştir. Türkiye de bu değişimin dışında değildir.
Bir dönem SSCB sınırında emperyalist kapitalist sistemin
ön cephe ülkesi olarak konumlanan Türkiye, reel sosyalizmin yıkılmasının ardından emperyalizmle bütünleşmemiş
Alt-emperyalizm
Alt-emperyalizm kavram› ilk olarak Ba¤›ml›l›k Okulu teorisyenlerinden Ruy Mauro Marini taraf›ndan Brezilya’n›n 1970’lerde
a盤a ç›kan yeni uluslararas› rolünü tan›mlamak için kullan›l›r.
Marini, Brezilya’n›n yüzlerce y›ll›k sömürge geçmiflinin ard›ndan,
emperyalizme ba¤›ml› bir endüstriyel geliflme ile yeni bir
ekonomik yap›ya kavufltu¤una dikkat çeker. “Brezilya’n›n Latin
Amerika ve Afrika’daki yay›lmac› politikas›, yeni pazarlar araman›n ötesinde, hammadde kaynaklar› üzerinde kontrol
kazanma yönünde bir giriflime denk düflmüyor mu? Dahas›,
Arjantin gibi potansiyel rakiplerin bu kaynaklara eriflimini
engellemeye denk düflmüyor mu? Brezilya, yabanc› ülkelere
olan kamu borçlar› sürekli büyürken esas olarak devlet
kanal›yla ama ayn› zamanda çeflitli ülkelerde kaynaklar›
sömürmek için faaliyet yürüten finans gruplar›yla iliflkili sermaye
kanal›yla sermaye ihraç etmektedir. Bu sermaye ihrac›, Brezilya
gibi ba¤›ml› bir ülkenin yapabilecekleri ba¤lam›nda çok özel bir
sermaye ihrac› olarak göze batm›yor mu? 1968’i izleyen y›llarda
mali sermayenin ola¤and›fl› gelifliminin yan› s›ra, son y›llarda
Brezilya’da a盤a ç›kan h›zland›r›lm›fl tekelleflme sürecini ak›lda
tutmak da iyi olur.” Marini, Brezilya’y› emperyalistler ile
sömürgeler aras›nda bir konuma yerlefltiren bu süreci de altemperyalizmin a盤a ç›k›fl›n›n en iyi örne¤i olarak tan›mlar.
Emperyalist-kapitalist sistemin 1960-70’li y›llar›n ard›ndan
yaflad›¤› de¤iflimin, özellikle de reel sosyalizmin y›k›lmas›n›n
ard›ndan, devletlerin uluslararas› konumlar›n› tan›mlayacak yeni
bir s›n›fland›rma ihtiyac›n› ortaya koymas› ve böylesi bir
s›n›fland›rman›n henüz oluflturulamam›fl olmas› alt-emperyalizm
kavram›n›n giderek daha yayg›n biçimde kullan›lmas›n› da
beraberinde getirir. Kavram Ba¤›ml›l›k Okulu’nun takipçilerinden
Troçkistlere kadar pek çok çevre taraf›ndan farkl› ba¤lamlarda
kullan›lmakta; Kanada ve Avustralya’dan Çin ve Rusya’ya,
Hindistan ve Brezilya’dan Güney Afrika ve Türkiye’ye pek çok
ülke alt-emperyalist olarak adland›r›labilmektedir.
Alt-emperyalizm kimi zaman Ba¤›ml›l›k Okulu’nun “yar› çevre”
kategorisini, kimi zaman emperyalist kapitalist sistemin baflat
güçlerine göre geç kapitalistleflmifl ama sonradan onlar kadar
olmasa da emperyalist iddialar›n peflinde koflabilecek belli bir
geliflmifllik düzeyini yakalam›fl bir ülkeyi, kimi zaman da geliflkin
bir yeni-sömürgeyi tan›mlamak için kullan›lmaktad›r. Altemperyalizm, bu üç kullan›m biçiminde de asl›nda farkl› teorik
sistematiklerden yola ç›k›larak yap›lan bir e¤retilemeden ibaret
görünmektedir.
IV. Bunal›m Dönemi’ni karakterize eden temel kriz dinamiklerinden biri, ABD emperyalizminin hegemonyas›n›n çözülmesidir. Alt-emperyalizm de, bugün, as›l olarak IV. Bunal›m
Dönemi’nin krizinden do¤an yeni uluslararas› süreçleri kavramsallaflt›rma aray›fl›n›n bir ürünüdür. ABD hegemonyas›ndaki
çözülme e¤ilimleri, reel sosyalizmin eski merkezlerinin yaflad›¤›
kapitalist dönüflüm süreçleri, bölge devletlerinin bir araya
gelmelerinden do¤an bölgesel güç olma e¤ilimleri, yenisömürgeler kufla¤›nda yaflanan katmanlaflma yeni bir aç›klay›c›
kavramsal çerçeve ihtiyac›n› do¤urmaktad›r.
67
EMPERYAL‹ZM
bölgelerle emperyalist merkezler arasındaki bir köprü olarak öne çıkıp, aracılık rolüyle yüzyüze gelmiştir. Bir yandan emperyalizmin doğrudan müdahalelerine maruz kalırken, diğer yandan da emperyalizmin hedefine giren bölgelere müdahalelerde boy göstermeye başlamıştır.
dan kabullenilmese de, AKP dış politikasını ifade ettiği yönünde yaygın bir kabul vardır.) Bütün iktidarlar, emperyalizme bağımlılığın ve onun IV. Bunalım Dönemi’ndeki özgün bir biçimi olan aktif taşeronluğun gizlenmesi için bu
tür alt-emperyalizm göndermelerine ihtiyaç duymaktadır.
Bu ara konum, emperyalist sistemi, ülkeler arasındaki hiyerarşiye göre tanımlayan “Bağımlılık Okulu” ya da emperyalizm çağında sömürgeci bağımlılık ilişkilerinin son bulduğu ve sadece kapitalizmin eşitsiz gelişimine dayanan bir
hiyerarşiden söz edilebileceğini savunan Troçkist akımlar
tarafından alt-emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Mevcut koşullarda, dünya ölçeğindeki birikim sürecini dikkate
almaksızın emperyalizm tahlilinde bulunan bütün sol yaklaşımlar, kendilerini Bağımlılık Okulu’nun ya da “Troçkizm”in dışında tarif etseler bile kaçınılmaz olarak alt-emperyalizm tahlillerini benimsemektedir. Türkiye’de de solun ulusalcılıktan etkilenen kesimleri yeni dış politikayı
“Osmanlı’ya geri dönüş eğilimi”, liberalizmden etkilenen
kesimleri de “Sömürgeci müdahalecilik” olarak tanımlayarak bu alt-emperyalizm tahlillerine çanak tutmaktadır. Ayrı uçlarda görünen bu iki yaklaşım, emperyalizmin içselliğinin ve bununla bağlantılı olarak Türkiye egemenlerinin
(oligarşinin) emperyalizme hizmet ettiği gerçeğinin ihmal
edilmesi gibi ortak bir yanılgıda buluşmaktadır.
Bölgesel emperyalist güç
tart›flmalar›n›n dayanaklar›
Ekonomik dayanaklar
Türkiye, 2001 krizini takip eden yıllardaki hızlı büyüme sonucunda, IMF verilerine göre 2008’de 730 milyar dolarlık
GSYH ile dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelmiştir.2
Bu durumu önemli kılan bir diğer gelişme de, dünyaya
hükmeden 7 emperyalist gücün oluşturduğu G-7’nin 25
Eylül 1999’da resmen ilan edilen, küresel sistem için
önemli ülkelerden oluşan 20’ler Grubu (G-20) içinde Türkiye’ye de yer verilmiş olmasıdır. Böylece yedi emperyalist güç, emperyalist sistemin yüz yüze olduğu finansal kriz
vb. güçlüklerin aşılabilmesinde gelişmekte olan / yükselen
ülkelerin daha fazla sorumluluk alması ve merkezkaçlaşma
eğilimlerinin frenlenmesi için diğer 13 ülkeyi kontrol altında tutacak yeni bir mekanizma oluşturmuştur.
Oysa Türkiye kapitalizmi, 1945 sonrası koşullarında, emperyalist ülkelerdeki tekelci birikime hizmet eden ekonomik, mali ve askeri araçlar yoluyla doğup gelişmiş ve böylece emperyalizm içsel bir olgu haline gelmiş, Türkiye de
emperyalist-kapitalist sistem içinde bir yeni-sömürge olarak yer almıştır. Türkiye’nin bölgesel emperyalist ya da altemperyalist bir güce dönüştüğü şeklindeki yorumlar da,
emperyalizmin içselliğini gözden kaçıran ampirik tahlillere
dayanmaktadır. Yani kapsamlı, ayrıntılı verilere sahip
olmadan, karşılaştırmalı analizler yapılmadan, kaba
çıkarımlar yapılmaktadır. Yeni sömürgecilik sistematiği ise
bizlere Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin, Soğuk Savaş yıllarında emperyalizmle kurduğu bağımlılık ilişkilerine rağmen değil, o bağımlılık ilişkilerinin bir gereği olarak ortaya çıktığını ve “emperyalist” değil “emperyalizme bağımlı” / “neoliberal yeni-sömürge” bir karakter taşıdığını göstermektedir.
Siyasal iktidarlar bu gerçek karşısında yaşadıkları meşruiyet sorununu çözebilmek için, yeni ideolojik hegemonya
araçlarına gereksinim duymaktadır. Bu bağlamda, Özal döneminde “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” söylemine başvurulurken, AKP döneminde ise referansını [Osmanlı’dan gelen] “tarihi ve kültürel miras”tan alan “çok
yönlü ve aktif bir dış politika” ve “bölgesel güç” söylemi
öne çıkarılmıştır. (Bu politika içerde ve dışarda “Yeni-Osmanlıcılık” olarak tanımlanmaktadır. Kavram AKP tarafın-
68
Emperyalizmin iflbirlikçileri bu ba¤›ml›l›¤›n yaratt›¤› politik
meflruiyet sorunu karfl›s›nda Turanc›l›k, ‹slamc›l›k,
Osmanl›c›l›k gibi ideolojik argümanlara sar›ld›. Ders kitaplar›n›, gazete sayfalar›n› vs. yukar›daki harita gibi ucubelerle
dolduranlar emperyalizme uluslararas› alanda verilen
hizmeti imparatorluk hayalleriyle maskelemeye çal›flt›
EMPERYAL‹ZM
Türkiye’nin dünyanın en büyük 17. ekonomisi olması üzerine çok şey söylense de, emperyalist devletlerle ve BRIC
ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) gibi yükselen ülkelerle bir karşılaştırma yapıldığında söz konusu sıralamanın onu uluslararası etki sahibi bir ekonomik güç yapmaya
yetmediği görülecektir. Türkiye’nin övünülen ekonomik
büyüklüğü 2008’de ABD’nin yüzde 5’i, Çin’in yüzde 18’i,
Brezilya ve Rusya’nın yüzde 50’si, Hindistan’ın yüzde 65’i
kadardır. Hükümetin krizden en az yara alarak çıkan ülkelerden biri olduğunu iddia ettiği Türkiye, Ekim 2008-Eylül
2009 arası dönemi kapsayan 12 kriz ayında yüzde 7,8 oranında küçülmüştür. Kriz öncesi yıllarla kriz yılları büyüme
oranları karşılaştırıldığında fark -9,1 olarak çıkmaktadır ki
bu da, kapitalist dünyanın “gelişmekte olan” ülkeler kategorisindeki en kötü durumu ifade etmektedir. 2009’a gelindiğinde Türkiye sıralamadaki yerini korumakla birlikte
GSMH’de yaklaşık yüzde 15’lik bir kayıp yaşamıştır. Bu,
dünyadaki en kötü küçülme rakamıdır. Krizin merkezi olan
ABD’de ise GSMH kaybı yüzde 2 civarındadır. Aynı dönemde emperyalist ülkeler küçülmelerini frenleyebilmiş,
Hindistan ve Çin ise büyümelerini sürdürmüştür.
Türkiye kapitalizminin övünülen büyüme süreci, küresel
krizle birlikte en kötü küçülme ve işsizlik (yüzde 16) rakamlarına yol açan yapısal sorunlarla maluldür. Türkiye
kendi ekonomisine yön veren sermaye hareketlerini kontrol
edememektedir. Kriz, bunu bir kez daha açığa çıkarmıştır.
Emperyalist ülkeler ve yükselen güçler, dışarıda biriktirdiklerini ülkelerine çekmiş, sermaye hareketleri üzerinde kontrol kurmuş ve kamu harcamalarıyla küçülmeyi yavaşlatmıştır. Dünya çapında kredi bolluğunun yaşandığı ve dünya ekonomisinin spekülatif araçlara dayalı bir büyüme sürecine girdiği 2003-2008 döneminde söz konusu büyümeyi
yaşayan Türkiye ise, kaçınılmaz çöküş geldiğinde, “teğet
geçecek” söylemi eşliğinde bir ekonomik-toplumsal yıkım
yaşamıştır. Büyüme döneminde Türkiye’de değerlenen sermaye geri dönüş yapmış, emperyalist ve/veya yükselen
güçlerdeki gibi “ulusal çıkarları” gözetecek etkin bir koruma ve müdahale mekanizması bulunmadığı görülmüştür.
Krizin olmadığı koşullarda da durum aslında iç açıcı değildir. Milli gelire göre en büyük 17. ekonomi olan Türkiye
dünyanın nüfus olarak en büyük 18. ülkesidir ve kişi başı
milli gelirde sıralamanın 60-65. sıraları arasında salınmaktadır. Gelir dağılımındaki dengesizlik de dikkate alındığında, nüfusun önemli bir kesiminin bu sıralamanın temsil ettiğinden çok daha kötü bir yaşam sürdüğü anlaşılacaktır.
Ekonomik büyüme sürecinde Türkiye burjuvazisi kronik
özkaynak yetersizliği sorununu dış borcunu katlayarak ve
yabancı ortaklıklarla gidermektedir. Türkiye’nin hızlı bir
büyüme yaşadığı süreç, aynı zamanda dış borcun 2001’deki 114 milyar dolarlık sınırdan 2009’da 175 milyar doları
özel sektör borcu olmak üzere 275 milyar dolara tırmandığı bir dönemdir. Düşük kur yüksek faiz politikasıyla dış
borçlanma, ithalat bağımlılığı ve spekülatif sermaye girişi
teşvik edilmekte, bu da işsizliği tırmandıran, yerel ekonomiyi tahrip eden, yüksek faiz ödemelerine yol açan ve emperyalist sistemdeki sarsıntılar karşısında kırılganlaştıran
bir ekonomik tablo oluşturmaktadır.
Bu “büyüme” sürecinde yabancı sermayenin bankacılık sektöründeki payı da dramatik bir yükseliş yaşamıştır. Bankacılık sektöründe 1999’da yüzde 1 olan yabancı sermaye payı
yüzde 40’lara (2008’de yüzde 42.7) ulaşmıştır. Bu sürecin
trajikomik örneklerinden biri ulusalcıların gurur kaynağı
OYAK’ın OYAK Bank’ı Hollandalı ING’ye satmasıdır.
Bölgesel emperyalist güç tartışmalarının temel dayanaklarından biri, Türkiye kapitalizminin sermaye ihracına yönelmesidir. Kadir Has Üniversitesi ile Columbia Üniversitesi’nin yaptığı ve Aralık 2009’da yayımlanan bir araştırmaya göre, 2007 verileri Türkiye’nin en büyük dış yatırımlarından olan ve aralarında ENKA ile Turkcell’in de bulunduğu 12 çokuluslu şirketin 15.7 milyar dolarlık yurtdışı yatırımına sahip olup, 12 milyar dolarlık dış satış yaptığını
göstermektedir. Aynı araştırmaya göre 61 ülkede 248 bağ-
69
T. Erdo¤an, ‹srail Cumhurbaflkan› fiimon Peres’e ç›k›fl›rken kendisini susturmaya çal›flan moderatöre “One Minute” dedi¤i
Davos flovunun ard›ndan uluslararas› bir sempati kazand›. ‹srail’le bu kadar s›k› iliflkiler kurmak baflka türlü çok zor olurdu
lı kuruluş ve şube bulunduran ve yurtdışında 72.334 personel istihdam eden bu şirketlerin dörtte üçü Avrupa ülkelerine yatırım yapmış olmakla birlikte Afrika, Asya, Latin
Amerika ülkelerine doğru genişleme trendi içindedirler. Ne
var ki, 2007 yılında 12 en büyük dış yatırımcının toplam satışı, Türkiye’nin Almanya’dan ithalatını karşılamaya dahi
yetmemektedir. Aynı yıl Türkiye’nin Almanya’ya ihracatı
9 milyar 844 milyon dolar, ithalatı ise 15 milyar 77 milyon
dolardır. Bir karşılaştırma yapmak açısından, alt-emperyalizm tartışmalarının odağında yer alan Brezilya’da tek başına Petrobras şirketinin 2010 yılı yurtdışı yatırım hedefinin
45 milyar dolar olduğuna dikkat çekilebilir.
Türkiye’nin sermaye ihracı sürecinde, özellikle Ortadoğu’ya yönelik yatırımlarındaki artışa dikkat çekilmektedir.
Hatta son yıllarda AB ile olan ticaret düşerken Ortadoğu ile
olan ticaretin yükselmesi, Türkiye dış politikasında eksenin
Batı’dan Doğu’ya kayması tartışmalarını tetikleyen gelişmeler arasında yer almıştır. 2007-2010 Ocak döneminde
Türkiye’nin AB ile toplam ticareti yüzde 46,52’den yüzde
41,64’e inerken, Ortadoğu ile ticaret yüzde 6,20’den
12,27’ye çıkmıştır. Türkiye, Suriye’deki yabancı yatırımlarda yüzde 14,4 ile en yüksek paya sahip olan ülkedir. Türkiye Irak’la 2009’da 5,2 milyar dolarlık ticaret gerçekleştirmiş, Kuzey Irak’ta yoğunlaşmak üzere 7 milyar dolarlık da
müteahhitlik yatırımı yaparak en çok yatırım sahibi ilk 10
ülke arasına girmiştir. Eylül 2009’da yapılan anlaşmayla 16
milyar dolarlık 145 proje kabul edilmiştir. 2009 Türkiyeİran ticareti 5 milyar dolardır ve bunun 5 yıl içinde 20 milyar dolara çıkarılması hedeflenmektedir. İki ülke arasında
yapılan görüşmelerde İran’ın Hürmüz boğazındaki adalarında Türk işletmeler için serbest ticaret alanları kurulması,
Türkiye’nin doğusunda sanayi alanları kurulması ve
İran’daki bazı havaalanı ve demiryolu yapım çalışmalarının Türkiyeli şirketlere verilmesi üzerinde anlaşılmıştır.
70
İran’da olduğu gibi Irak Kürdistan’ı, Filistin ve Ürdün’de
de serbest bölgeler kurulması hedeflenmektedir. Ayrıca
Türkiye tekstil sanayi Mısır ve Bangladeş’te yatırımlara
yönelmektedir. Mısır’da 2009 yılında ağırlıkla turizm ve
tekstil olmak üzere 1,1 milyar dolarlık yatırım yapılmıştır.
Türkiye kapitalizmi gerek yurt içinde yatırım yaparken gerek “sermaye ihraç ederken”, kendisini yabancı ortaklar
edinmek zorunda hissetmektedir. Perakende satış sektörüne giren Sabancı Fransız Carrefour’u ve İspanyol DİA’yı
Türkiye’ye davet ederek küçük ortaklığa razı olmuş, Koç
da Migros’un çoğunluk hisselerini İngiliz fon şirketi BC
Partners'a satmıştır. TÜPRAŞ özelleştirme ihalesine giren
Koç, Shell’i çağırmış, çay sektörüne giren Ülker, Alman
gıda şirketleriyle ortaklığa gitmiştir.
Türkiye kapitalizmi yalnızca özkaynak yetersizliği nedeniyle değil, teknoloji, patent ve lisans hakkı gibi unsurlarda
da kuruluşundan bu yana dışa bağımlı olduğu için ticari ve
finansal serbestleşme sürecinde başka türlü ayakta kalamamaktadır. Böylece ekonomik zorla tesis edilen emperyalizmin gizli işgali neoliberal biçimlere bürünerek kendini
yeniden üretmiştir.
Dışarıda en çok yatırıma sahip olmasıyla övünülen Turkcell’in yüzde 64,3’ü Fin-İsveç ortaklığı TeliaSonera’ya aittir. Şirket Avea ve Vodafone gibi yabancı telekomünikasyon şirketlerinin girişiyle Türkiye’deki pazar payını koruyabilmek için yabancı sermayeyle bütünleşmiştir. Şu anda
Çukurova Grubu’nun elinde doğrudan ve dolaylı Turkcell
hissesi yüzde 13,5 ile sınırlıdır. Turkcell de diğer sözüm
ona alt-emperyalist ülkelerin dev şirketleri gibi varlığını
sürdürebilmek için New York borsasına girmiş ve çoğunluk
hisselerini emperyalist merkezlere kaptırmıştır. Öte yandan,
Türkiye kapitalizminin emperyalizme bağımlılığı, şirketlerin hisse yapısındaki yabancı payından bağımsız içsel bir
olgudur. Yabancı mülkiyetinin giderek artan ağırlığı, neoli-
Türkiye, Afganistan’da ABD’den
sonra en çok asker bulunduran
ülke. Bir süredir Kabil’e komuta
ediyor. ‹ki askeri ayr›nt›lar› aç›klanmayan bir “kazada” öldü. Bu,
Kabil’in komutas› gibi önemli bir
görevin küçük bir bedeliydi. Bu
savafl› Türkiye bafllatmad›. ABD
bafllatt›. Türkiye Kabil’in komutas›n›n sadece kendisine verilmesini de istemedi. Fransa ve ‹talya
çekilince buna mecbur kald›.
beral yeni sömürgeciliğin bir nedeni değil sonucudur.
Türkiye kapitalizminin yurtdışındaki yatırımları ağırlıkla; liman, havaalanı, karayolu ve inşaat ihaleleri gibi müteahhitlik
alanlarındadır. Avrupa’nın en büyük şirketlerinin yöneticilerinden oluşan Avrupa İşadamları Yuvarlak Masası
(ERT), Türkiyeli inşaat şirketlerinin işleri Avrupalı şirketlere göre yüzde 40 daha ucuza imal ettiğini belirtmiştir. Türkiye’nin Ortadoğu ve Asya’daki bu müteahhitlik faaliyetleri;
ABD ve AB emperyalizminin ucuz işgücünden faydalanmak
ve yeraltı kaynaklarını denetlemek için gereksinim duyduğu
altyapı yatırımları olarak işe yaramaktadır. Yani emperyalizmin kaynak aktarımına hizmet etmekte ve burada yine
“ucuz” işi yaparak geri kalmışlığını korumaktadır.
AB’ye giriş sürecinde, TÜSİAD gibi sermaye örgütleri bu
gelişmenin kendilerini küresel aktör haline getireceğini iddia ederken, Avrupa sermayesinin bu küresel aktörlüğün
çerçevesine ilişkin tarifi dikkat çekicidir. ERT, AB üyelik
müzakerelerinin başlatıldığı 17 Aralık 2004 öncesinde yayınladığı bir raporla Türkiye hakkındaki görüşlerini ortaya
koymuştur. Raporda “Türkiye’nin üyeliğinin daha güçlü,
rekabetçi ve güvenli bir Avrupa hedefi doğrultusunda desteklenmesi gerektiği” ifade edilmektedir. ERT, Türkiye’nin
inşaat, otomotiv, tekstil, gemicilik, perakende ve lojistik
sektörlerindeki potansiyeline dikkat çekmektedir.
Bu sektörler ayrı ayrı incelendiğinde çarpıcı bir manzara
açığa çıkmaktadır. Otomotivde 2000’li yıllarda yaşanan tırmanışın ardında, Avrupalı şirketlerin üretimlerinin önemli
bir kısmının ucuz işgücü potansiyelinden faydalanabilmek
için Türkiye’ye kaydırılması vardır. 15 yıl öncesine kadar
iç pazara üretim yapan Türkiye, artık otomotiv ihracatçısı
haline gelmiştir. DaimlerChrysler, Fiat, Ford, Honda,
Hyundai, Isuzu, MAN, Peugeot, Renault ve Toyota gibi
çok uluslu şirketlerin hâkim olduğu otomotiv sektöründe
şirketler ya yabancı şirketlerin yan kuruluşudur ya da yabancı lisans altında üretim yapmaktadır. Tekstilde markalaşma ile yakalanan başarı ise ithalata bağımlı olarak gerçekleşmiş ve aslında sektör ayakta kalabilmek için milyarlarca dolarlık makine ithalatına gitmek zorunda kalmıştır.
İnşaat ve lojistik alanında daha özgün bir durum söz konu-
sudur. Türkiye ucuz ve gözüpek bir taşeron olarak parlatılmaktadır: “Türk müteahhit firmaları doğalgaz boru hattı inşaatlarını Avrupalılara oranla yüzde 30-40 daha ucuza mal
ediyor.” İşgal altındaki Irak ve Afganistan’da Türk müteahhit şirketleri batılı hiçbir şirketin yanaşmayacağı tehlikeli
projeleri üstlenmektedir. Fakat bu şirketler Afganistan
Kandahar-Kabil otoyol projesinde olduğu gibi, işin büyük
bölümünü üstlendikleri koşullarda bile çoğunlukla alt taşeron olarak kalmıştır. ABD ordusundan sonra Irak işgalinde
en büyük can kaybını veren Türk lojistik3 ve müteahhitlik
şirketleri ise, emperyalistlerin bölgesel stratejilerinde Türkiye sermayesine nasıl bir yer tarif edildiğinin örnekleridir.
Türkiye’yi bölgesel güç haline getirdiği öne sürülen diğer
bir gelişme de, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu petrol ve
doğalgazını batıya taşıyan enerji nakil hatlarının inşası yönünde atılan adımlardır. Bakü-Tiflis-Ceyhan, Mavi Akım,
Nabucco (ve daha eskiye dayanan Kerkük-Yumurtalık) boru hatları ile Türkiye bir enerji köprüsü olma yolunda
önemli adımlar atmıştır. Ancak bu boru hattı projelerinde
de durum pek parlak değildir. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru
hattında BP yüzde 30.1, SOCAR yüzde 25, CHEVRON
yüzde 8.90, STATOIL yüzde 8.71 pay sahibi iken Türkiye’nin (TPAO) payı yalnızca yüzde 6,5’tir. Henüz işler hale getirilemeyen diğer projelerde de Türkiye’nin pozisyonu
belirsizliğini korumakta, petrol devi şirketler ile petrol tedarikçisi ülkelerin belirleyici olacağı bir süreç işlemektedir.
Türkiye’nin bu alandaki yatırımları da ağırlıkla müteahhitlikle sınırlı kalmış, Türkiye sermayesi enerji yatağı ihalelerinin yanından bile geçememiştir. Boru hattı projeleri Türkiye’ye enerji kaynakları üzerindeki hâkimiyet mücadelesinde söz vermemekte, Türkiye’yi bu mücadelede araçlaştırmaktadır. Sömürgecilik haritasının demiryolları ile çıkarıldığı 20. yüzyıl başından 21. yüzyıl başına gelindiğinde,
demiryollarının bu işlevini bugün boru hatlarının yerine getirdiği görülmektedir. İşletmesinden güvenliğine çokuluslu
şirketlerin denetiminde olan bu boru hattı projelerinde topraklarının kullanılması, Türkiye’yi bölgesel güç yapmamakta, aksine kendi toprakları üzerindeki egemenlik haklarını dahi riske atmaktadır. Kaldı ki, bu boru hattı projeleri
de Rusya, ABD ve Batı Avrupa arası çekişmelere konu ol-
71
EMPERYAL‹ZM
makta, Nabucco örneğinde görüldüğü gibi boruları dolduracak gaz/petrol bulamamak da söz konusu olmaktadır.
Çok yönlü ilişki iddiası Türkiye’yi, emperyalistler arası kapışmanın faturasını ödemek zorunda bırakabilmektedir.
Özetle Türkiye’nin ekonomik başarı öyküsünün ardında,
emperyalizme daha sıkı bağlarla bağlanmış, kısmi özerklik
ve iç bütünlüğünü yitirmiş bir yeni sömürge kapitalizmi ve
işsizliğe, yoksulluğa, geleceksizliğe itilmiş bir halk gerçeği
bulunmaktadır.
Askeri dayanaklar
Türkiye’nin uluslararası askeri faaliyetleride, onun bir bölgesel emperyalist güç olarak tanımlanmasında dayanak
olarak kullanılmaktadır. Türkiye şu anda Lübnan’da BM
Barış Gücü bünyesinde, Afganistan’da ve Somali’nin Aden
Körfezi’nde NATO bünyesinde asker bulundurmakta; Kıbrıs’ın kuzeyindeki askeri varlığı4 sürmekte ve dönem dönem Irak’ın Kuzeyine askeri harekâtlar düzenlemektedir.
NATO’da ABD’den sonraki en kalabalık orduya sahip
Türkiye, Afganistan’da 2009 itibariyle ABD’den sonraki
en kalabalık askeri güç haline gelerek başkent
Kabil’in komutasını devralmış
ve askeri istihbarat faaliyetlerini
Pakistan’a da yaymıştır. Türkiye
ayrıca Irak ve ABD ile birlikte
“PKK’ye karşı mücadelede” ortak
tavır esasına dayalı
bir üçlü mekanizma içindedir.
Bunlara ek olarak, ABD ile ihtilaf içindeki bazı ülkelerle
girişilen ortaklıklar da dikkat çekmektedir. 27 Nisan
2009’da TSK ile Suriye ordusu ortak bir tatbikat gerçekleştirmiştir. PKK’nin Kandil’deki varlığına karşı askeri operasyonlarda da İran ordusu ile karşılıklı bilgi paylaşımı ve
iletişim içinde olunduğu bilinmektedir.
Diğer yandan, Türkiye’nin Lübnan, Afganistan, Pakistan
ve Somali’deki askeri faaliyetleri NATO ve BM (doğrusunu söylemek gerekirse ABD) askerliği kapsamındadır.
Kandil’e yönelik askeri harekatların ancak ABD onayıyla
gerçekleştiği ortadadır. 2009’da Suriye ordusuyla TSK’nın
birlikte düzenlediği askeri tatbikat da, doğru okumak gerekirse, bir NATO ordusunun Rusya ile askeri ilişkilerini yeniden canlandırma kartını öne süren potansiyel uzlaşmacı
Suriye’nin elinden tutmasıdır.
Politik dayanaklar
“Adriyatikten Çin Seddine Türk Dünyası” hayallerinin
pompalandığı 1990’larda kontrgerillanın Türkî
cumhuriyetlerdeki başarısız darbe girişimleri ile bu propaganda da iflas etmiş,
ancak yıllar sonra AKP iktidarının “Yeni Osmanlıcılık” yaklaşımı ile birlikte daha inandırıcı ve destekli bir bölgesel politika ortaya konmuştur.
AKP iktidarının “çok yönlü ve aktif dış
EMPERYAL‹ZM
politika” ve “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yürüttüğü
dış siyaset, bölgesel sorunlarda çözücü aktör olarak ve emperyalist kapitalist sisteme entegre olmamış ülkelerin entegrasyonuna (daha doğrusu yeni-sömürgeleştirilmesine)
önayak olarak uluslararası alanda kilit bir konum elde etme
iddiasını taşımaktadır. Emperyalizmle uyumlu bir İslamcıliberal iktidar olduğu için emperyalist devletlerce de tercih
edilen AKP, Türkiye’nin jeopolitik konumunun yanı sıra
“tarihi ve kültürel bağları” sayesinde bölge ülkeleri üzerinde çok daha kolay etki kurabileceğini savunmaktadır.
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da bölgesel etkinlik iddiasını öne çıkaran bu siyaset gereği bölge ülkeleri ile diplomatik, ekonomik ilişkiler ilerletilmeye çalışılmaktadır. Türkiye, İsrail-Suriye sorununun, Filistin sorununun, Kafkasya
krizinin ve İran krizinin çözümünde çeşitli girişimlerde bulunmuştur.
Soğuk Savaş döneminde ABD’nin herhangi bir isteğine
karşı gelmesi ancak bir felaket senaryosu eşliğinde düşünülebilen Türkiye, özellikle Irak savaşının öngününden beri
ABD’nin kimi isteklerine “hayır” diyen bir ülke olarak
anılmaya başlamıştır. Geleneksel müttefiklerine karşı kimi
zaman sert çıkışlar yaparken kimi zaman da geleneksel
müttefiklerinin düşmanları ile aynı karede dostluk pozları
vermektedir. Yurt içinde ve yurt dışında sıkça atıf yapılan
bu politik dayanakların bir kısmı, AKP hükümetinin Irak’ta
savaşa karşı çıktığı ya da Rusya-Gürcistan savaşında
ABD’nin Karadeniz’e müdahalesine engel olduğu gibi gerçek dışı iddialara dayanmaktadır. Ancak Türkiye gerçekten
de ABD’nin İran, Suriye, Hamas ve Sudan gibi hasımları
ile ilişki kurmakta, İsrail gibi sıkı müttefikleri ile atışmaktadır. Özellikle Filistin konusunda AKP hükümetince gösterilen hassasiyet -sözde kaldığı bilinmekle birlikte- İsrail’in tepkisini çekerken, Ortadoğu’da büyük bir sempati
toplamaktadır.
Türkiye’nin dış politikasında kimi zaman ABD’yle, kimi
zaman AB’yle ihtilafa düşer görünmesi ve çok yönlü bir dış
politika iddiasını öne çıkarması, kendi egemen sınıf çıkarları için emperyalist güçlerle ihtilafa girdiği şeklinde yorumlanabilmektedir. Ancak Türkiye, emperyalistler arası rekabetin bir öznesi değildir. Daha çok uluslararası gerilim ve
belirsizliklerden istifade eden, durumu fırsata çevirmeye
çalışan bir pozisyon oluşturmaktadır. Irak Savaşı’nda 1
Mart Tezkeresi konusunda tereddütler yaşanması ve “hayır” denmesine karşın kıyamet kopmaması, aynı zamanda
ABD ile Batı Avrupa’nın anlaşamadığı ve BM ve/veya
NATO gibi kurumların kilitlendiği koşullarda gerçekleşmiştir.
Suriye, İran ve Hamas’la iyi ilişkilerin öne çıkarılması ve
İsrail’e karşı eleştiriler 2006 sonrasında, yani ABD’nin Ortadoğu’da savaşı şiddetlendirmekten çok kontrol altına almak, özellikle İran’a karşı İsrail saldırganlığının fazla ileri
gitmesini engellemek ve uzlaşma olanaklarını değerlendirmek istediği koşullarda ortaya çıkmıştır. Türkiye bu anlamda emperyalist güç değil, emperyalist güçlerin iyi bir elçisi
olarak öne çıkmaktadır ve CIA’nin eski Ortadoğu Masası
Şefi Graham Fuller’in dediği gibi “ABD’ye doğrudan bağımlı görünen bir Türkiye’dense, kısmen mesafeli görünen
bir Türkiye ABD için Ortadoğu’da daha büyük avantajlar
sunmaktadır.” Ancak “Bölgesel güç olduk” iddiasıyla ortaya konan pek çok girişimin başarısız olduğu ya da geri çevrildiği, Türkiye’nin AKP hükümetince iddia edilen dış politika gücünün gerçekte var olmadığı görülmüştür. Ermeni
açılımı, Ermenistan’ı kazandırmadığı gibi Azerbaycan’ı da
kaybettirmiştir. Suriye-İsrail arabuluculuğu başarısız olmuştur. İsrail-Filistin arasında arabuluculuk yapma teklifi
reddedilmiştir. İran’ın nükleer programında garantör ülke /
takas bölgesi olma teklifi önce reddedilmiş, sonra da Bre-
Soldaki resim Kosova’da ülkeyi Avrupa ile bütünlefltirecek
karayolu inflaat›n›n aç›l›fl töreninden. Yolu yapacak
müteahhit firma ise Türkiye’den. Avrupa’n›n en büyük flirketlerinin yöneticilerinden oluflan Avrupa ‹fladamlar› Yuvarlak
Masas› (ERT), Türkiyeli inflaat flirketlerinin iflleri Avrupal›
flirketlere göre yüzde 40 daha ucuza imal etti¤ini belirtiyor.
Türkiye’nin müteahhitlik faaliyetleri; ABD ve AB
emperyalizminin ucuz iflgücünden faydalanmak ve yeralt›
kaynaklar›n› denetlemek için gereksinim duydu¤u altyap›
yat›r›mlar› olarak ifle yar›yor
73
EMPERYAL‹ZM
zilya’nın gölgesinde yürütülen aracılık girişiminde bir anlaşma imzalansa da ABD ve BM GK’nin diğer üyeleri bu
anlaşmayı dikkate almadıklarını açıkladılar. Yani Türkiye
gerçekte bölgesel bir emperyalist güç olmanın uzağında olduğu gibi, bir aktif taşeron olarak da pek başarılı değildir.
‹pler kimin elinde?
Türkiye egemenlerinin uluslararası yönelimi, esas olarak
emperyalist merkezlerce oluşturulan Büyük Ortadoğu Projesi gibi emperalist tasarımlara hizmet etmek ya da bu tasarımların tökezlediği, eksik kaldığı durumlarda tamamlayıcı
bir rol üstlenmek biçimindedir. Türkiye, etkinlik gösterdiği
ülkeleri, kendi “ulusal” çıkarları için değil esas olarak ABD
ve AB emperyalizminin sömürgeci hedefleri doğrultusunda
biçimlendirmeye çalışmakta, bölgesel oyunculuğu da bu taşeronluk rolüyle sınırlı kalmaktadır.
Bu, Türkiye egemenlerine açık zorla dayatılan değil, gerek
ekonomik gerek askeri açıdan emperyalizmle bütünleşik
doğaları gereği kaçınılmaz olarak sergiledikleri varlık biçimidir. Bu bağımlılık nedeniyle, artık emperyalizmin istekleri görünür bir zorlama ve telkin olmaksızın da yerine getirilmektedir. IMF ve DB’nin yönettiği yapısal uyum politikaları sonucunda, Kalkınma Ajansları gibi yönetişim meka-
nizmaları ve stratejik sektörlere dair politikaları belirleyen
özerk kurullar aracılığıyla tekelci sermayenin genel çıkarları güvence altına alınmıştır. Söz konusu yapısal dönüşüm
sürecinin yanı sıra Gümrük Birliği anlaşmasından başlayarak AB’ye uyum için atılan adımlarda da yabancı sermayenin istekleri yerine getirilmiştir. Türkiye kendi iç pazarını
koruyan ve sermaye hareketlerini sınırlandıran düzenlemelerini kaldırarak ve emeği ucuzlatan düzenlemeleri pekiştirerek, ihracata yönelik bir üretim üssü haline gelmiştir.
IMF, DB ve AB düzenlemeleri ile Türkiye sermayesinin
ülke içinde ithal ikameci dönemde sahip olduğu kısmi
özerkliğini dahi elinden alan emperyalizm, yurtdışı faaliyetlerinde de Türkiyeli şirketleri düşük getirili ve riskli sektörlere yönlendirmektedir. Yurtdışında karlı alanlara yatırım yapmak isteyen Turkcell gibi şirketler ise kronik özkaynak yetersizliği nedeniyle bunu ancak yabancı sermayeye yem olarak gerçekleştirebilmektedir.
Askeri alandaki gelişmelerin çerçevesini NATO’nun Soğuk Savaş ordusundan serbest fetih ordusuna dönüşmesi
belirlerken, diplomatik alandaki gelişmeler de ABD emperyalizminin egemenlik krizine çözüm üreterek uluslararası
rol edinme hedefi ekseninde yaşanmaktadır.
Bu haliyle Türkiye’nin etkinlik yürüttüğü bölge üzerinde
1 Ekim 2009’da ‹stanbul’da gerçekleflen IMF toplant›lar›nda, sokaklar›
bofl b›rakmayan muhalefetin sloganlar›ndan biri de “IMF pabucu yar›m,
ç›k d›flar› oynayal›m” olmufltu. Keza, Tayyip Erdo¤an IMF’yi yedi kat yerin
dibine gömmüfltü. IMF toplant›s›n›n gerçekleflti¤i yer alt›ndaki kongre
salonundan türeyen bu ironi bir yana AKP bir süredir IMF’yi tarihe gömmüfl olmaktan dem vuruyor. ‹flin do¤rusu neoliberal politikalar› o kadar
yerleflmifl durumda ki art›k bafl›m›zda IMF olmas›na gerek duyulmuyor
74
EMPERYAL‹ZM
ekonomik, askeri ve politik üstünlük araçlarıyla egemenlik
kuran bir emperyalist güç haline gelmekten çok, emperyalizmin bölgesel planları için araçlaşan bir güç olduğu görülmektedir. Ne var ki, kimileri de bu araçlaşma sürecinin kendisini alt-emperyalizm olarak tanımlamaktadır. Bu durumda
başvurulması gereken yöntem, dünya ölçeğindeki birikim
sürecini ihmal etmeyen bir emperyalizm tahlilidir.
Türkiye kapitalizminin iç ve dış faaliyetleri, emperyalist ülkelerdeki tekelci birikime hizmet eden ekonomik, mali ve
askeri araçlar yoluyla ilerlemektedir. Bu gerçek dikkate
alınmadığında emperyalizm dışsal bir olgu olarak ele alınmakta, Türkiye egemenleri ile emperyalist güçler arasında
bir çıkar farklılığı olabileceği ya da bir başka deyişle Türkiye egemen sınıflarının kendi güçleri ölçüsünde farklılaşmış
bir ulusal çıkar siyaseti güdebileceği varsayılmaktadır.
Oysa günümüz koşullarında Türkiye egemen sınıflarının
gerek yurtiçinde gerek yurtdışında tabi olduğu ana süreç
emperyalist birikim sürecidir. Bu da ABD’nin, 1970’lerin
ardından emperyalist sistem üzerindeki egemenlik kaynaklarının gerilemesine karşı geliştirdiği yanıttır. Tekelci birikim sürecini güvence altına almak için askerileşme ve finanslaşma öne çıkarılmış, emperyalist birikim sürecinde
spekülasyon, mülksüzleştirme yoluyla birikim ve azamivahşi emek sömürüsü yöntemleri başat hale gelmiştir. “Mali serbestleşme, yeni sömürgelerde 1980’lerde patlak veren
borç krizlerinin ardından devreye sokulan neoliberal programlarla birlikte dünya çapında genelleşmiştir. Kısmi kamusal denetim altındaki mali genişlemenin (Keynesçilik)
yerini, kuralsız özel mali genişleme almış, devletin piyasaya müdahale tarzı köklü değişimlere uğramıştır. Aşırı sermaye stoklarının üretimden spekülasyona yönelmesiyle
birlikte, mali varlıkların toplam değerinin üretim ve ticaret
içindeki değerleri onlarca kez aştığı bir ekonomik yapı egemen hale gelmiştir. Emperyalist birikim tarzı içinde spakülasyon hakimiyet kazanmıştır. Yeni sömürgeler başta olmak üzere tüm ulusal piyasalar ve üretken faaliyetler, para
sermayenin ve (sermaye ve mali çıkar sahiplerinin en üst
fraksiyonunu oluşturan) yüksek finans oligarşisinin denetimi altındaki bir güç hiyerarşisine tabi kılınmıştır. Emperyalist sömürgecilik ve sömürü sistematiğinde, ‘ilkel’ (mülksüzleştirmeye dayalı) birikim yöntemleri ve azami-vahşi
emek sömürüsü biçimleri hakimiyet kazanmıştır.”5
Türkiye kapitalizminin yaşamakta olduğu dönüşümün temelinde de bu süreç yatmaktadır. Özelleştirme, finansal ve
ticari serbestleşme, ihracata dayalı ekonomi ve metalaşmanın teşvik edildiği bu süreç, kendi ürünü olan bir borçlanma sarmalı, ithalata bağımlılık, sermaye kaçışı ve yabancı
sermayenin hakimiyetini ilerletmesi ile daha da güçlenmiştir. Özelleştirmeler, serbestleşme ve ihracata dayalı sanayileşme, ithal ikameci dönemde görece yerel birikim olanak-
ları sağlayan az çok bütünlüklü sanayi altyapısını, finansal
korumayı ortadan kaldırmış ve iç pazarı zayıflatmıştır. Bunun halka maliyeti sosyal hakların gaspı, ücretlerin geriletilmesi, mülksüzleştirme, orta sınıfların önemli bir bölümünü de kapsayan bir proleterleştirme, güvencesizleştirme ve
işsizlik olmuştur. Ulusal ekonomi, giderek bütünleşen tek
bir dünya pazarında üretilen değeri, az sayıda emperyalist
merkeze aktarma aracına dönüşmüştür. Bu aracın büyümesi ile övünenler, büyük ya da küçük, içeride ya da dışarıda
emperyalizmin tekelci birikim sürecine hizmet etmekten
başka bir işe yaramadığını gözden kaçırmaktadırlar.
Sonuç
Türkiye egemen sınıflarının kaydettiği gelişmelerin işsizliği, yoksulluğu, güvencesizliği derinleştiren, ortak zenginlikleri yağmaya açan bir toplumsal yıkım pahasına ve emperyalizmin kontrolünde yaşandığı ve yaratılan birikimin nihai
akış yönünün de emperyalist merkezler olduğu görülmektedir. Yeni sömürge kapitalizmi, emperyalist merkezlerin tekelci birikim ihtiyaçlarına göre yeni rolünü belirlemekte;
Türkiye’nin askeri ve politik faaliyetleri de yine eklemlenilen emperyalist hakimiyet planlarının gerektirdiği biçimlerde bir değişim yaşamaktadır.
Bu durum ulusun çıkarlarına rağmen ve/veya ulusun çıkarlarına karşı, emperyalizmin uluslarararası operasyonlarının
hizmetine giren yeni sömürge devlet açısından, politik bir
kriz olarak yaşanmaktadır. Yeni sömürge devleti, ulusun
potansiyelini emperyalizmin çıkarları doğrultusunda uluslararası alanda seferber ederken açığa çıkan politik meşruiyet
krizini, bu uluslararası faaliyetin aslında ulusun çıkarına olduğunu iddia ederek aşmaya çalışmaktadır. Yani alt-emperyalist güç ya da bölgesel emperyalist güç olma iddiası eşliğinde yaşanan değişim, sömürgeci ve/veya emperyalist bir
devletin oluşumu değil, yeni sömürge devletin IV. Bunalım
Dönemi’ne özgü krizidir.
Dipnotlar:
1
2
3
4
5
Fethullah Gülen okullar›n›n dünyaya Türkçe ö¤retti¤i efsanesi de “Türkiye emperyalizmi” iddialar›nda kullan›l›yor. Oysaki bu okullarda e¤itim dili ‹ngilizce,
Türkçe sadece seçmeli ders. ‹HH’n›n yapt›klar› da basit insani yard›m olmad›¤›
gibi kendilerinin de kabul etti¤i üzere ayn› zamanda politik bir faaliyettir. ‹HH,
Haiti’den Filistin’e kadar pek çok yard›m kampanyas›nda ABD ve ‹ngiltere’nin politikalar›na paralel hareket etmektedir.
Milli gelir hesaplar›nda ’yeni seriye’ geçilmesiyle 2008 y›l›nda 941 milyar 584
milyon dolarl›k “sat›n alma gücü paritesiyle gayri safi yurtiçi has›la”ya (SGPGSYH) ulaflan Türkiye’nin, dünyan›n en büyük ekonomileri s›ralamas›nda 19’unculuktan 15’incili¤e yükseldi¤i de belirtilmektedir. Burada GSYH hesaplamalar›ndaki hesap de¤iflimi de etkili olmufltur. Yeni hesapta, milli gelirde reel bir art›fl olmasa da ekonominin asl›nda var olan ama eski seriyle ölçülemeyen üçte
birlik bölümü milli gelir rakamlar›na ekleniyor.
Bu dönemde yap›lan bir düzenlemeyle, Türkiye içinde tafl›mac›l›k yapmas› yasaklanan baz› kamyon-t›r modellerine yaln›zca Irak’ta faaliyet izni verilmifltir.
Bir istisna gibi yans›t›lan K›br›s’taki askeri varl›¤›n kökünde de, NATO’nun aç›ktan karfl› ç›kt›¤› Yunanistan Albaylar Cuntas›’n›n devrilmesine yol açm›fl bir askeri müdahale söz konusudur.
Halk›n Devrimci Yolu, Bildirge
75