adsız prenses
Transkript
adsız prenses
EDİZ, BEDİZ, EFSUN, OZAN VE AYBÜKE ADSIZ PRENSES 4. ve 5. NURAY BİLGİLİ FÜSUN OZAN 1 BEREN EDİZ BEDİZ 2 Altın sarayda adsız bir prenses yaşardı. Adı olmadığı için herkes ona “Adsız Prenses” diye seslenirdi. Prensesin en iyi arkadaşı ve yardımcısı Cankız idi. Cankız, her gün prenses kalkmadan önce o gün ne yapacaklarını planlardı. Prenses her sabah saat 7:00 ‘de uyanırdı. Cankız prensesin uzun saçlarını tarar ve örgü yapardı. Kahvaltıdan sonra prenses ile birlikte Altın Ormanda ata binerlerdi. Sarayın seyisleri herzaman olduğu gibi o sabahda atları eyerledi ve kuyruklarını bağladı. Prenses atına bindi. Cankızda ona kendi atıyla eşlik ediyordu. Cankız Prensese merakla bir soru sordu; — Prensesim, atların kuyruğu neden bağlanır biliyormusunuz? — Evet biliyorum.. Bizim kültürümüzde atların kuyruğu bağlanır, bu atın manevra kabiliyetini artırır, dedi prenses. Prenses ve Cankız atlarıyla birlikte ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Orman sık ağaçlar ve bitki örtüsü ile kaplıydı. Dört bir yandan kuş cıvıltıları geliyordu. Gün ışığı yaprakların arasından ormanın karanlık ve kuytu köşerlerine kadar süzülüyordu. Cankız atından aşağı indi. Ağaçların gövdelerindeki yosunlar dikkatini çekmişti. — Prensesim bir kitapta okumuştum, bu yosunlar ağaçların sadece kuzey yönüne bakan tarafında oluşuyormuş. — Aaaa, evet evet. Eğer ormanda yolumuzu kaybedersek yönümüzü bu şekilde bulabiliriz. Yönümüzü bulabileceğimiz, bize yardımı olacak şeylerden bir tanesi de, Demir Kazık ya da Altın Kazık yıldızı. Daima kuzeyi gösterir. — Yıldız isimlerini biliyorum ama o söylediğiniz yıldızın adını daha önce hiç duymadım.. — Demir Kazık mı? Yani Kutup Yıldızı. Küçükayı takımyıldızının en parlak yıldızıdır. Yeri hiç değişmez. Gece gökyüzüne baktığımızda, bütün takımyıldızlar onun etrafında dönerler. Bu yüzden ona Kutup Yıldızı denir. Kutsal At Kazığı olarak da bilinir. Etrafında dönen yıldızlarda at olarak düşünülür. Konuşmaları bu şekilde devam ederken tekrar atlarına bindiler. Bir süre daha ilerlediler ve çalılıkların içinde bir hareketlenme farkettiler. Derken bir kafa gördüler. Bu çok sevimli bir geyik yavrusuydu. Pembe tüylerinin üzerinde yıldız işaretleri vardı. Küçük mavi boynuzları kulaklarının arkasından uzanıyordu. Geyik yavrusu çok ürkek idi. Her an kaçıp gözden kaybolacak gibiydi. Prenses KUTUP YILDIZI KÜÇÜKAYI TAKIMYILDIZI BÜYÜKAYI TAKIMYILDIZI atından indi ve yavaşça ona doğru yaklaştı. Fakat geyik yavrusu arkasını döndü ve koşmaya başladı. Biraz uzaklaşınca tekrar arkasını döndü. Sanki “beni takip edin” demek istiyordu. — Ne kadar güzel bir geyik yavrusu annesini mi kaybetti acaba? dedi prenses. Prenses tekrar atına bindi ve onu takip etmeye başladı. Önde geyik yavrusu, arkada prensesin atı koşmaya başladılar. Cankızın atı oldukça arkada kalmıştı. Uzun bir süre bu kovalamaca devam etti. Geyik altın dağın içindeki mağaraya doğru koştu ve gözden kayboldu. Prenses de atından aşağı indi ve geyiğin peşinden koştu ve mağaraya girdi. Mağaranın adı Bezeklik mağarası idi. Bu mağarada Uygurların çizdikleri ve boyadıkları resimler vardı. Bu yüzden mağaraya “Bezemek” anlamına gelen “Bezeklik” adı verilmişti. Mağaranın üstündeki açıklıktan ışık içeri süzülüyordu ve mağaranın duvarlarındaki renklere yansıyordu. Duvarlardaki resimlerde Uygur beyleri ve prenseslerinin resimleri vardı. Resimler 9. ve 13. yüzyıllarda Orta Asyada hüküm süren Uygur Kağanlığı döneminde yapılmıştı. Bögü Tekin bu uygarlığın kağanıydı. Prenses, resimlere büyük bir hayranlıkla bakıyordu. Sevgiyle resimlere tek tek dokundu. Bo- yaların renkleri solmuş olsada resimler seçilebiliyordu. “Eski insanlar bu resimleri ne kadar güzel yapmışlar” diye geçirdi içinden. Tam bu sırada ayağı kaydı ve düştü. Mağaranın içindeki uçurumun kenarında asılı kalmıştı. Aşağısı çok derin ve karanlıktı. Eli tutunduğu taştan kaymaya başlamıştı. Aniden bir el prensesi elinden tuttu ve yukarı doğru çekti. Prensesi yukarı çeken Ay Kağandı. — Çok teşekkür ederim, beni kurtardın adın ne? dedi prenses. — Adım Ay Kağan. Senin adın ne? Prenses üzgün gözlerle yere baktı. — Malesef benim adım henüz verilmedi...Prenses olduğum için adımı sadece Hızır verebilir. — Hızır’ı bulman oldukça zor olacaktır, ama onu bulmaları için Ediz, Bediz, Füsun, Ozan ve Beren ile konuşabilirim. Ne dersin? — Çok sevinirim.. Bu sırada yanlarına prensesin peşine düştüğü geyik yavrusu geldi. Ay Kağan geyik yavrusunu kucağına aldı. Prenses çok şaşırmıştı — Bu yavru geyiği kovalarken mağaraya girdim. O senin mi? — Evet benim, ama sana hediye edebilirim. Adı Puğra.. Prenses Puğra’yı hemen kucağına aldı. Onu çok sevmişti. Bu sırada Cankız’ın sesi duyuldu — Prensesim, prensesim!... Neredesiniz!... diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Prenses ve Ay Kağan Cankız’ın sesinin geldiği yöne doğru yürüdü. Cankız prensesi gördüğüne çok sevinmişti. — Sizin için çok endişelendim prensesim dedi. Prenses Cankız’ı, Ay Kağan ile tanıştırdı. — Cankız seni Ay Kağan ile tanıştırıyım, mağarada ayağım kaydı ve tam uçurumdan aşağı düşmek üzereyken beni kurtardı. — Ah prensesim ben de sizi çok merak ettim. Hadi artık başımıza daha fazla bir şey gelmeden buradan çıkalım. Mağaradan çıktılar ve atlarına bindiler. Mağaranın çıkışına geldiklerinde, Ay Kağan ile vedalaştılar ve Puğrayı da yanlarına alarak saraya doğru yol çıktılar. Ay Kağanda prensese söz verdiği gibi, beş arkadaşın boş vakitlerini geçirdiği çadıra gitti. Çadırda onlara olan biteni anlattı. — Çocuklar sizden bir şey isteyeceğim. Altın sarayda yaşayan adsız prensese bir ad verilmesi gerekiyor ve bu adı sadece Hızır verebilir. Hızır’a da ancak siz ulaşabilirsiniz. — İyi ama biz bunu nasıl yapacağız? Yani Hızırı nasıl bulacağız? Nerede yaşar bilmiyoruz, dedi Bediz. — Bence bunu Cada Taşından öğrenebiliriz, dedi Efsun. Efsun kemerindeki Cada Taşını eline aldı, bağdaş kurup yere oturdu. Gözlerini kapattı ve taşa yoğunlaşarak Hızır’ı nasıl ve nerede bulacaklarını sordu. Cada Taşı parlamaya başladı. Bir süre sonra çadırın aydınlık açıklığından içeri Ozan’ın evcil hayvanı olan Bürküt girdi. Bürküt kulaklı bir kartaldı. Pençelerinde bir kağıt tutuyordu. Ozan Bürkütün getirdiği kağıdı aldı. Kağıdın üzerinde bir harita vardı. — Bildiğim kadarıyla bu Piri Reisin çizdiği bir harita. Piri Reis 16. yüzyılda yaşamış Osmanlı denizcisi. 1513 tarihinde çizmiş. Çok gizemli bir harita bu. Öyle ki Pizarro henüz Peru’yu keşfetmemiş olmasına rağmen, Piri Reis Ant Dağları’nı haritasında göstermişti. Harita, dünyayı uzaydan görünüyormuş gibi çizilmiş, dedi Ozan. Piri reisin çizdiği haritayı elden ele dolaşrıp incelediler. Harita oldukça eski görünüyordu ve keçi derisi üzerine çizilmişti. Çok yıpranmıştı ama üzerindeki eski yazılar okunabiliyordu. — Aaaaa bakın haritanın bir yeri yuvarlak içine alınarak işaretlenmiş. Acaba Hızırı arayacağımız yer bu işaretli alan mı?. — Evet sanırım öyle. Ama oraya sadece Tulpar adı verilen uçan atlar gidebilir, onları nasıl bulacağız?..diye sordu Ediz. — Ben biliyorum, saraya gidelim, prensesin yardımcısı, Cankız’ı bulalım, dedi Ozan. — Nasıl yani? Tulparları Cankızdan mı alacağız? diye sordu Ediz. Ozan devam etti. — Hayır. Tulparları sadece Keloğlan çağırabilir. Cankız Keloğlanın arkadaşı, yerini o biliyordur. Ozan kucağındaki kartalı sevdi . — Desenize yeni bir maceraya daha yelken açıyoruz, dedi Ozan. Bir süre konuştuktan sonra, hem prensesle tanışmak, hemde Cankız’a Keloğlanı sormak için saraya doğru yola çıktılar. Hem konuşuyorlar hem de bisikletleriyle yarışıyorlardı. Sarayın önünde bisikletlerinden indiler. Büyük giriş kapısının önünde bekleyen askerlere, prensesi görmeye geldiklerini söyleyerek içeri girdiler. Prenses onları bahçede bekliyordu. Sarayın bahçesinde rengarenk çiçekler vardı. Çiçeklerden mis gibi kokular geliyordu burunlarına. Şadırvandaki sular şırıl şırıl akıyordu. Puğra’da bahçedeydi. Hayvanları çok seven Efsun hemen eğildi ve Puğrayı sevmeye başladı. — Hoşgeldiniz ben de sizleri bekliyordum. Ay Kağan bana yardım etmek istediğinizi söyledi. Çok teşekkür ederim. Sizde biliyorsunuz adımı vermesi için Hızır’ı bulmanız gerekiyor. — Evet bizde onun için geldik. Fakat Hızır’a gitmek için Tulparlara ihtiyacımız var. Tulparları çağırmak içinde Keloğlanı bulmamız gerekiyor. Sanırım Cankız Keloğlan’ın nerede olduğunu biliyordur, dedi Ozan. Prenses Cankız’a seslenerek yanına çağırdı. Cankız koşarak prensesin yanına geldi. Prenses; — Cankız, bunlar Ediz, Bediz, Ozan, Efsun ve Aybüke. Bana adımı vermesi için Hızır’ı bulacaklar. Fakat oraya gitmek için Tulparlara, Tulparları çağırmak içinde Keloğlan’a ihtiyacımız var. Sen Keloğlan’ın yerini biliyormusun? — Evet biliyorum prensesim, dedi ve ağlamaya başladı. Bir yandan hıçkırıyor ve gözyaşlarını siliyor, bir yandan da konuşuyordu. — Keloğlan Kiştey cadısı tarafından Bakır dağdaki mağarada tutsak ediliyor. — Bak şu Kiştey cadısının yaptığına. Şehirdeki herşeyi çaldığı yetmiyormuş gibi, Keloğlanı da mı çalmış, dedi Bediz ve kıs kıs güldü. — O zaman ilk önce bakır mağaraya gidip Keloğlan’ı kurtarmamız, daha sonra Hızır’ı bulmamız gerekiyor, dedi Efsun. — Fakat size yol gösterecek ve bu tehlikeli mağaraları çok iyi tanıyan biri lazım, dedi prenses ve eğilerek Puğra’yı sevdi. — Puğracığım sen mağara bulma konusunda çok yeteneklisin, çocuklara yol gösterebilirsin değil mi? dedi. Böylece beşli, Puğra’yı da yanlarına aldılar. Bisikletlerine binerek Bakır dağdaki mağaraya doğru yola çıktılar. Önde Puğra onlara yol gösteriyordu. — Dünyada neden kötü insanlar var anlamıyorum, bize sürekli sorun çıkarıyorlar, dedi Aybüke. Efsun ona bilgece cevap verdi. — Eğer kötü insanlar ve kötü şeyler olmasaydı, iyi insanların ya da iyiliğin değerini anlayamazdık. Dünyadaki her güzel ya da kötü şeyi, zıttıyla anlayabiliriz. Tüm birbirine zıt olan şeyler kendi zıtlarıyla açığa çıkar ve görünür. Ediz; — Benim biraz kafam karıştı, örnek verirmisin Efsun, dedi. — Elbette, eğer dünyada hiç ölüm olmasaydı yaşamın kıymetini anlayamazdık, ya da gece olmasaydı gündüzün ve güneşin değerini ölçemez ve bilemezdik, Yani siyah olmasaydı beyazda olmazdı. dedi. — O halde, yaşasın kötülük ve kötü insanlar, iyiki varsınız!.. diye gülerek bağırdı Bediz, öteki arkadaşlarıda ona eşlik etti. Bakır dağa geldiklerinde bisikletlerinden indiler ve mağaraya girdiler. Etraf çok karanlık olduğu için Füsun cada taşını kemerindeki yerinden çıkardı ve onun yaydığı ışıkla yol almaya devam ettiler. Bir süre sonra havada uçan bir cisim gördüler. Hepsi hemen bir taşın arkasına saklandı. — İşte bu Kiştey cadısının küp’ü, onu indirmek için Cada taşının gücünü kullanacağım, dedi fısıldıyarak Efsun. Gözlerini kapatıp, taş’a yoğunlaştı ve Cada taşını havaya kaldırdı. Kiştey cadısının içinde olduğu küp ters döndü ve Kiştey cadısı yere düştü. — Evet, hadi şimdi çocuklar! Kiştey cadısını küpün içine tekrar girmeden yakalamalıyız, diye bağırdı Efsun ve hep birlikte Kiştey cadısına doğru koşup onu yakaladılar. Hemen yanlarında getirdikleri iğneyi elbisesinin yakasına sapladılar. Böylece bütün cadılık güçleri yok oldu. Kiştey cadısı; — Ne istiyorsunuz benden? Sizde kimsiniz? Bırakın gidiyim, dedi. — Tabiki bırakacağız seni, merak etme. Ama ilk önce bize Keloğlanın yerini söyle, dedi Ediz. Kiştey cadısı elini küpüne doğru salladı fakat hiç bir hareket olmadı. Tekrar denedi, ama yine bir şey yoktu. —Yakamdaki bu iğneyi çıkarırsanız size yardım ederim, bu iğne cadılık güçlerimi engelliyor, dedi. — İyi o zaman, ama sakın kaçmaya çalışma, yoksa bu küpü senin başında kırmak zorunda kalırız, dedi Ozan. Efsun Kiştey cadısının yanına yaklaştı ve yavaşça iğneyi çıkardı. Kiştey cadısı tekrar elini küpüne doğru salladı, küp ters döndü. Hemen ardından derinden gelen bir bağırma sesi duydular. Ses gittikçe yükseldi. Derken küpün içinden biri düştü. Bu Keloğlandı. Düşerken kafasını yere çarpmıştı. Heybesi bir tarafa kendi bir tarafa savruldu. Keloğlan elini hemen başına götürdü. Çok acıdığı ekşittiği yüzünden belli oluyordu. — Oooof! başım başım, kel başım, Tarak tutmaz benim başım. Girdim Kiştey mağarasına, Gür çıksın diye saçım, — Demek ki Keloğlan saçının çıkması için Kiştey cadısının mağarasına girmiş, dedi Bediz. — Ama öyle görünüyorki hiç faydası olmamış, diye karşılık verdi Aybüke. Çocuklar Keloğlan’ın bu komik durumuna çok güldüler. Daha sonra Kiştey cadısını, söz verdikleri gibi serbest bıraktılar. Kiştey cadısıda tekrar küpün içine girdi ve havalanıp gözden kayboldu. Çocuklar gülümseyerek Keloğlanın yanına yaklaştılar. Heybesini yerden alan Keloğlan biraz zorlanarak da olsa ayağa kalktı. Çocuklar kendilerini tanıttılar. — Keloğlan adsız prensese ad almak için Hızır’ı bulmamız, ona ulaşmak içinde Tulparlara ihtiyacımız var. Onları sadece sen çağırabilirsin. Umarım bize yardımcı olabilirsin, dedi Ozan. — Beni kurtardınız, hepinize teşekkür ederim. Benim burada olduğumu nereden biliyordunuz? — Cankız söyledi, dedi Ozan. — Cankız mı? Tamam size yardım ederim ama önce şu karanlık ve korkunç mağaradan çıkalım, sonrada beni Cankız’a götürün dedi Keloğlan. Hep beraber mağaradan dışarı çıktılar. Güneş iyice yükselmişti. Yanlarına Keloğlanı da alarak prensesin sarayına doğru yola koyuldular. Sarayın büyük kapısından geçerek içeri girdiler. Puğra hemen prensesin yanına koşarak ona doğru sokuldu. Prenses de çocukların ve Puğranın sağ salim dönmesine sevinmişti. Onu hemen kucağına aldı. Cankız ve Keloğlan da birbirlerine sarılıp hasret giderdiler. — Keloğlan Keleş oğlan, Herkesin yoldaşı oğlan, Kalbimin sahibi oğlan, Hoşgeldin serkeş oğlan. Bir de tekerleme söyledi Cankız. Daha sonra Keloğlan söz verdiği gibi uçan atları çağırmak için, yere bağdaş kurup oturdu. Heybesinden uzun at kılları çıkardı. Sonra heybesinin içinde başka bir şey aramaya devam etti. Ama aradığı şeyi bir türlü bulamıyordu. Sağına soluna bakındı kel kafasını kaşıdı. Çocuklar merakla Keloğlanın ne yapacağını izliyorlardı. — Keloğlan, ne oldu ne arıyorsun ? dedi Cankız. —Tulparları çağırabilmem için, bu at kıllarını yakmam gerek, ama çakmağımı bulamıyorum, dedi Keloğlan. Aybüke Aslan burcuydu ve ateş unsurunu temsil ediyordu. Bir elini hafifçe havaya kaldırdı ve parmaklarını şıklattı. Parmaklarının arasından ateş çıktı ve at kıllarını yaktı. At kıllarından çıkan duman yukarı doğru yükseldi ve gökyüzünü kapladı. Gökyüzünde şimşekler çakmaya başladı ve bir süre sonra dumanların içinden kanatlı uçan atlar göründü. Birer birer süzülerek aşağı indiler. Çocukların hepsi ağızları açık, büyük bir hayranlıkla atları izliyordu. Atlar teker teker yere indiler ve çocukların yanına doğru yürüdüler. — Evet, hadi artık Hızır’ı bulmanın zamanı geldi, dedi Ozan. Sarayın bahçesinde Prenses, Cankız ve Puğrayı bırakarak atlara bindiler. — Bekleyin! beni unutmayın burda, ben de geliyorum, dedi Keloğlan. — Keloğlan’ın sürekli başının belaya girmesi normal, baksanıza her macerada başrol oynamak istiyor, dedi Ediz. Yanlarına Keloğlanı da aldılar ve atlarıyla birlikte havalandılar. Atlar sanki Hızır’ın nerede olduğunu biliyormuş gibi, kararlı bir şekilde aynı yöne doğru uçuyorlardı. Hepsi çok heyecanlanmıştı. Ayakları yerden kesilmişti. Bulutların arasından geçerken rüzgar saçlarını savuruyordu. Uzun bir yolculuktan sonra yere indiler. Yerde onları biri bekliyordu. Adam gülümseyerek yanlarına yaklaştı. Çocuklar ve Keloğlan da ona doğru yürüdüler. Acaba O Hızırmıydı? İlk öne çıkan Keloğlan oldu. — Merhaba benim adım Keloğlan, bunlarda arkadaşlarım Ediz, Bediz, Ozan, Efsun ve Aybüke. Altın şehirden geliyoruz . Prensesimize adını verecek olan Hızır’ı arıyoruz, siz Hızır mısınız? dedi. Karşısındaki kişi; —Hayır Dazoğlan, ben Sümer ülkesinin kralı Marduk’um. Buraya kadar Tulparlarla geldiniz ama buradan sonra yolu size ben göstereceğim. Beni takip edin dedi. — Benim adım Dazoğlan değil Keloğlan, dedi Keloğlan. — “Daz” ve “Kel” eşanlamlıdır. Hatta saçı olmayan kişilere bazen kel anlamında “Dazlak” denir dedi Marduk. Ediz bu konuşmaları bölerek araya girdi. — İyi ama siz Hızır’ı nereden tanıyorsunuz? arkadaşımısınız? diye merakla sordu. — Bizler zamanın sahipleriyiz, yani zamanda yolculuk yapabiliriz. Işık hızıyla hareket edebilir, zamandan ve mekandan ayrılıp başka zamanlarda ve yerlerde bulunabiliriz. İletişim biçimimiz de sizinki gibi değil, telepati yoluyladır. Bizler birbirimizi çok iyi tanırız, dedi Marduk. — Kahramanın sonsuz yolculuğu, diyerek araya girdi Efsun. — Bu Einstein’in “Görecelik Kuramı” gibi. Uzay’a çıkan bir gemideki astronot, ışık hızıyla hareket ederse, dünyaya döndüğünde kendi yaşıtı olan arkadaşları yaşlanmış, ama o hala genç olacaktır. Yani, Einstein, “Işık hızını aşarsanız zaman size göre yavaşlar” diyor, diyerek Ozan yine bilgece bir açıklama yaptı. — Peki ya Sümerler? Onlar bu dünya zamanına göre nerede yaşadılar? diye sordu Ediz. Marduk da çocuklara Sümerler hakkında bilgi vermeye başladı. — Çocuklar Sümerler, M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000 yılları arasında Mezepotamya denilen yerde yaşadılar. Bu yer Dicle ve Fırat nehirlerinin arasındaydı. Yerleşik hayat sürüyorlardı ve tarım yapıyorlardı. İlk yazıyı, çivi yazısını buldular ve kullandılar. Yazıdaki semboller, yani harfler çiviye benzediği için “çivi yazısı” ismi verildi. Bu yazılar önce taşlar üzerine, sonra yumuşak kil tabakaları üzerine yazıldı. Bu şekilde hem yürüyorlar hemde konuşuyorlardı. Marduk elindeki, üzeri çivi yazılı tableti çocuklara gösterdi. — Evet çocuklar işte geldik. Hızırı bulmak için, bu denizin içinden geçip karşıdaki adaya gitmeniz gerekiyor, dedi Marduk. — İyi ama, neden tekne yada sandalla gitmiyoruz adaya? diye sordu Aybüke. — O adanın kıyılarındaki kayalar çok yüksektir, sadece deniz dibinden gidebilirsiniz. Deniz altından yüzerek adadaki mağaraya açılan bir kapıdan geçmeniz gerek. Bu geçiş kapısında sizi Hızır’ın yasakçısı olan Su İyesi karşılar. Kapıdan ancak onun istediği şeyi vererek geçebilirsiniz, dedi Marduk. — Tamam ama denize dalmak için dalgıç giysilerine ihtiyacımız olacak, dedi Efsun. — Giysileri deniz kıyısında bulacaksınız. Size bol şans dilerim, zor bir yolculuk olacak, dedikten sonra Efsun’un sözü bitmeden, aniden yok oldu. Çocuklar birbirlerine bakakaldılar. — Biz Su İyesinin ne istediğini nereden bileceğiz? diye devam etti Efsun, ama sorusu cevapsız kalmıştı. Denizin kıyısında giysilerini değiştirerek dalgıç kıyafetlerini giydiler. Bu sırada Keloğlan kumların içinde parlayan bir şey gördü. Eğilip onu yerden aldı. Altın bir taraktı bu. Tarağı hemen başının üstüne koydu ve şöyle bir tekerleme söyledi. — Kel başıma altın tarak, Benim kafam cascavlak, Bu başa üç tel saç bırak, Tekerleme biter bitmez Keloğlanın başından saç çıkmaya başladı. Keloğlan sevinçten hoplayıp zıplıyordu. Herkes şaşkın gözlerle bu durumu izliyordu. İlk konuşan Aybüke oldu; — Prensese Hızır’dan ad almaya geldik, ama sanırım Keloğlanın kel kafasına sihirli tarak bulduk, dedi. — Hey çocuklar hadi daha fazla oyalanmayalım. Zaman kaybediyoruz, diye arkadaşlarını uyardı Ozan. Dalgıç giysilerini giyen çocuklar denizin berrak ve ışıltılı sularına daldılar. Deniz dibi balıklar ve diğer deniz canlıları ile rengarenkti. Önlerinden soğuk renklerin tonlarını taşıyan bir balık sürüsü geçti. Mavi-Yeşil-Mor. Keloğlan şaşkın şaşkın balıklara bakıyordu. İşaret parmağını balıklara doğru yöneltti. — 1,2,3,4,5...1, 2, 3, 4....Üfff yine karıştırdım, diyerek tekrar tekrar balıkları saymaya çalışıyordu. Derken önlerinden kocaman bir deniz anası geçti. Deniz anası jöle gibiydi ve saydamdı. Keloğlan kollarıyla deniz anasının taklitini yapıyordu. Bir süre sonra bir mağara ağzına geldiler. Mağaranın girişinde kocaman bir istiridye vardı. Hepsi is- tiridyenin içinde ne olduğunu çok merak etmişlerdi. — Eminim bu istiridyenin içi binlerce inci ile doludur, zengin olduk çocuklar, dedi Bediz. Keloğlan istiridyeyi açmaya çalıştı fakat başaramadı. Sonra Ozan ve Ediz yardıma geldi, fakat yine olmadı. İstiridyenin etrafında yüzerek nasıl açılabileceğini bulmaya çalıştılar. Keloğlanın aklına cebindeki sihirli tarak geldi. Sihirli tarağı istiridyenin ağız kısmına götürdü. Ve ardından istiridye ağır ağır açıldı. İçinden Marduk’un bahsettiği Su İyesi çıktı. Su İyesi olağanüstü güzellikteydi. Üst tarafı insan görünümlüydü ama alt tarafı balık kuyruğu idi. Çocuklarla telepatik olarak iletişim kurdu. “Söyleyin bakalım bana, Neden geldiniz buraya...” Çocuklar zihinleriden Hızır için geldiklerini geçirdiler. Su İyesi gülümseyerek onlara yanıt gönderdi. “Hızır’ı görmek için, kapıdan geçmek gerek, Kapıdan geçmek için altın bir tarak gerek,” Keloğlanın eli, cebindeki tarağa gitti. Onu asla kaybetmek istemiyordu. Yavaşça çocukların arasından ayrılarak, tekrar geriye doğru yüzmeye başladı. Bunu gören çocuklar da onun peşinden yüzdü. Keloğlan’ı yakalayarak tekrar geri getirdiler. Ne kadar dirense de Ozan, Keloğlanın cebindeki tarağı çıkardı ve Su İyesine verdi. Su İyesi tarağı alır almaz, istiriyenin içinde kayboldu ve istiridye yavaş yavaş kapandı. İstiridye kapanırken mağaranın kapısı açıldı. Açılan kapıdan birer birer geçtiler. Mağaranın karanlık sularında bir süre yüzdükten sonra su üstüne doğru çıktılar. Ortada, bir su kanalıyla çevrili bir ada vardı. Bu su kanalı da çemberimsi bir adayla çevrilmişti.Tümü iç içe, dokuz su ve dokuz da kara çemberi bulunmaktaydı. — Atlantis mi acaba burası, diye mırıldandı Ozan. Çocuklar kıyıda elbiselerini değiştirdiler. Keloğlan da elbisesini değiştirdi ve elini hemen başına götürdü. Çıkan saçları yok olmuştu. Bu duruma çok üzüldü. Onun bu üzgün halini gören Aybüke yanına yaklaştı, — Keloğlan lütfen üzülme, biz seni böyle tanıdık ve değişmeni istemiyoruz. Olduğun gibi görünmen bizim için çok daha önemli. Hem eminim Cankız da senin bu halini diğerine tercih edecektir, dedi. Keloğlan üzülse de Aybüke’nin söylediklerini mantıklı buldu. Yürümeye başladılar. Aynı zamanda etraflarını inceliyorlardı. Derken havada uçan bir at gördüler. At yere doğru süzüldü ve indi. Atın üzerindeki kişi beyaz giyimliydi ve hayvan başlı bir asa taşıyordu. — Sanırım Hızır isminin anlamı “Hız” kökünden geliyor. Aramaya fırsat bulmadan karşımıza çıktı. “Hızır gibi yetişmek” deyimi de Hızır’ın hızlı olmasından kaynaklanıyor olmalı, dedi Ozan. — Dur bakalım acele etme. Daha kim olduğunu bilmiyoruz, diye Ozan’a cevap verdi Ediz. — Hayır hayır yanılmıyorsunuz çocuklar. Ben, Boz Atlı Yol İyesi’yim, yani sizin bildiğiniz isimle Hızır’ım. Kimileri “Ak Sakallı Ay Koca”, kimileri “Altın Sakallı Gök Koca” der. Zaman gezginiyim ve insanların yoldaşıyım. Söyleyin bakalım benden ne istiyorsunuz? dedi Hızır. — Şey efendim, bizi yani, hepimizi tanıyorsunuz zaten. Buraya sizden adsız prensese ad almak için geldik, diyerek kekeleyerek de olsa, Efsun neden geldiklerini anlattı. Hızır sanki çocukların aklından geçenleri okuyor- du. Olmuş, olan ve olacak olan şeyleri biliyormuş gibi gülümsedi. Elinde bir kağıt ve kalem belirdi ve kağıda bir şeyler yazdı. — Hadi bakalım çocuklar, bu kağıdı ve yüzüğü alın, prensese verirsiniz. Bu yüzük yolda size yardımcı da olacak. Bir de, Ozan, evet mitolojilerde adı geçen Atlantis burası, dedi. Hızır tulpara binerek uçtu ve gözden kayboldu. Keloğlan hemen Ozan’ın elindeki yüzüğü aldı ve parmağına taktı. Keloğlan kurnazlık yaparak, sözde kendini akıllı göstermeye çalışıyordu. Ama çocuklar onun bu davranışlarına çok gülüyordu. Geldikleri yoldan geri döndüler. Tekrar yüzerek deniz dibinden karaya çıktılar. Keloğlanın heybesinde, Tulparları çağıracak at kılı kalmamıştı. Karada hepsinin gözleri Marduğu aradı ama onu da göremediler. Dönüş yolunu kendileri bulmak zorundaydı. Efsun yine Cada taşına başvurdu. Onu kemerinden çıkardı ve avuçlarının arasına aldı. Cada taşı pusula görevi görüyordu. Bir süre yürüdüler sonra bir mağaranın ağzına geldiler. — Sanırım bu yol kestirme, bu mağaradan geçmemiz gerek, dedi Efsun. Tekrar bir mağaraya girmek fikri çok hoşlarına git- mese de, mecburen teker teker girdiler. Mağaranın kapısı, girer girmez büyük bir gürültüyle kapandı. Kocaman yuvarlak bir kaya giriş kapısını örtmüştü. Neyseki Cada taşı yaydığı ışıkla heryeri aydınlatıyordu. Birden bir ses duydular. Karşılarında tek gözlü, demir giyimli, bir elinde gürz olan, kocaman bir yaratık duruyordu. Bu Tepegöz adıyla bilinen bir devdi. Korkuyla da olsa ona doğru yaklaştılar. — Ne cesaretle benim mağarama girdiniz? Nereden gelip nereye gidersiniz? diyerek gür sesiyle çocuklara soru sormaya başladı. Keloğlan öne çıkarak şunları söyledi. — Benim adım Keloğlan, bunlarda arkadaşlarım. Bizler prensesimize Hızır’dan ad almak için geldik ve şimdi geri dönüyoruz. Eve dönmemize yardım edermisin? — Mağaradan çıkış yolunu size gösteririm. Ama önce sorduğum sorulara doğru cevap vermelisiniz, diye karşılık verdi Tepegöz. — Başka çaremiz yok , bu dev’in sorduğu sorulara doğru cevap vermezsek bizi geçirmeyecek,dedi Ozan ve devam etti. — Peki sor bakalım, bekliyoruz. — Tamam, iyi dinleyin o zaman. Her birinde yedi kedi bulunan yedi ev var. Her kedi yedi fare öldürür. Her fare yedi buğday başağı yerdi. Her buğday başağında yedi buğday tanesi bulunuyordu. Bunların hepsi kaç tanedir? Çok zor ve uzun bir soruydu. Sonunu dinlerken başını unutmuşlardı bile. Neyseki Keloğlan’ın parmağındaki yüzük sihirliydi. Tepegöz soruyu bitirdiği anda yüzüğün üstünde sayılar belirdi. Yüzük hesap makinesi gibi çalışıyordu. Keloğlan hemen soruya cevap verdi. — 7 + 72 + 73 + 74 + 75 = 19,607, dedi. — Peki bunu doğru yanıtladınız. Şimdi, elimdeki bu tahta parçalarından yapılmış, 7 adet geometrik şekilden, 7 farklı anlamlı şekil yapacaksınız, dedi. Elindeki parçaları çocuklara doğru uzattı. Parçalar, bir adet kare, iki adet birbirine eşit büyük üçgen, iki adet birbirine eşit küçük üçgen, bir adet orta boy üçgen, bir adet paralel kenardan oluşuyordu. — Bu oyunun özel bir anlamı ve ismi var mı? diye sordu Efsun. — Evet çok eski bir Çin oyunu “Tangram”. Bu geometrik şekillerin yedi gezegeni sembolize ettiği söyleniyor, diye yanıtladı Ozan. Hepsi yere oturdu ve parçaları bir araya getirip, çeşitli figürler yapmaya çalıştılar. İlk figürü yapan Ediz oldu. Bu bir kedi şekliydi. Efsun bir kuğu şekli yaptı. Daha sonra Ozan bir mum, Bediz dans eden iki insan yaptı. Ardından Ozan bir tavşan veAybüke bir kaz şekli yaptı. Tepegöz şaşkınlıkla çocukları izledi. Daha önce mağaraya girenler bu zor sorulara doğru yanıt verememişlerdi. Tepegöz söz verdiği gibi mağaradaki çıkış yolunu onlara gösterdi. Fakat mağaranın çıkış kapısı bir kaya ile kapanmıştı. Tepegöz elindeki gürz’ü havada birkaç kez salladı ve büyük bir hızla kayaya vurdu. Kaya paramparça olmuştu. Çocuklar mağaradan çıktıklarında ışıktan gözleri kamaştı. Onları mağaranın kapısında Puğra’nın annesi bekliyordu. Hepsini saraya götürmek için gelmişti. Çocuklar bu uzun maceradan o kadar yorulmuşlardı ki, hiç bir şeyi sorgulamadan geyiği takip etmeye başladılar. Adsız prenses büyük bir heyecanla onları bekliyordu. Yeni adınıda çok merak ediyordu. Sarayın bahçesinde sabırsızlıkla dolaşıyordu. Bir süre sonra önlerinde Puğra’nın annesi, çocuklar ve Keloğlan saraya geldiler. — Prensesim merhaba dedi Ozan. — Merhaba, bende sizleri bekliyordum. Söyleyin bakalım Hızır’dan benim için ad aldınız mı? — Evet prensesim. Çok zor bir yolculuk oldu ama başardık, diye devam etti Ozan. Keloğlan elindeki rulo kağıdı prensese doğru uzattı. Prenses ruloyu hemen açtı ve okumaya başladı.Prenses “Aykız” dedi fısıltıyla . Adını çok beğenmişti. Gülümseyerek çocuklara teker teker teşekkür etti. İstedikleri bir şey olup olmadığını sordu. Keloğlan; — Evet prensesim ben bir şey istiyorum sizden. — Söyle bakalım Keloğlan. — Ben de sarayda kalabilirmiyim? Curcunabazlık yaparım size, dedi. Gülünce güller açsın, Tuttuğun altın olsun, Ay arkadaşın olsun, Dolaştığın tepede, Kızıl söğüt bitsin, Tanrı yardımcın olsun, Senin adın Aykız olsun, Adını ben verdim, Yaşını Tanrı versin, Bu ad prensese, Kutlu olsun. Prenses hemen Cankız’ı yanına çağırdı. Eski curcunabaz’ın şapkasını getirmesini söyledi. Cankız, üzerinde püsküller ve küçük ziller olan şapkayı getirdi. Keloğlan şapkayı giydi ve kafasını sağa sola sallamaya başladı. Salladıkça püsküller sallanıyor, ziller ses çıkarıyordu. Hızır’ın verdiği sihirli yüzük hala parmağındaydı. — Prensesim az daha unutuyordum. Bu yüzüğü Hızır size vermemi istemişti. Keloğlan parmağındaki yüzüğü prensese verdi. Yüzük çok güzeldi. Prenses yüzüğü parmağına taktı. Taktıktan sonra parmağındaki yüzük parlamaya başladı ve az sonra Ay Kağan bir at üzerinde çıkageldi. Beyaz çok asil bir attı bu. Tulparlara beziyordu ama kanatlar yoktu. Ay Kağan glümseyerek Aykız’a yaklaştı. — Prensesim size bir at getirdim. Çünki Hızır ad verdikten sonra bir de at verir. Bu at süt ak göldeki yüzebilen yüzgeçli atlar ve uçan kanatlı atların soyundandır, dedi Ay Kağan. Aykız at’a doğru yaklaştı ve başını okşadı. Ay Kağan prensesi at’a bindirdi. Bu sırada beşli de çadırlarına gelmişti. Çok uzun ve yorucu bir yolculuk olmuştu. Her biri bir köşeye çekilmişti. Bir sonraki macerayı dörtgözle bekliyorlardı.