dünya ekonomisi ve türkiye

Transkript

dünya ekonomisi ve türkiye
DÜNYA EKONOMİSİ VE TÜRKİYE: NASIL BİR GELECEK?
Konu: Dünya Ekonomisi ve Türkiye: Nasıl bir gelecek?
Konuşmacılar: Prof. Dr. Sinan Sönmez
Prof. Dr. Erinç Yeldan (Bilkent Üniversitesi)
Doç. Dr. Ahmet Alpay Dikmen (Ankara Üniversitesi SBF)
Dr. Galip Yalman (ODTÜ)
Yer: Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Konferans Salonu
Tarih: 29.04.2009
Sunucu: Değerli Başkanım, Değerli Akademisyenler, Çok Değerli Konuklarımız,
Sevgili Öğrenciler; Atılım Üniversitesi İktisat Bölümü tarafından düzenlenen “Dünya
Ekonomisi ve Türkiye: Nasıl Bir Gelecek?” konulu panele hoş geldiniz. İktisat Bölüm
Başkanı Prof. Dr. Sayın Sinan Sönmez‟in oturum başkanlığını yapacakları panele
Prof. Dr. Sayın Erinç Yeldan, Doç. Dr. Sayın Ahmet Alpay Dikmen ve Sayın Dr. Galip
Yalman panelist olarak katılmaktadırlar. Kendilerini yerlerine davet ediyorum.
Oturum Başkanı Prof. Dr. Sinan Sönmez: Değerli Meslektaşlarım, Sevgili
Öğrenciler hoş geldiniz. Bugün konuşmacı olarak çoğunuzun tanıdığı üç
akademisyeni, üç bilim insanını davet ettik, sağ olsunlar kabul ettiler geldiler Atılım
Üniversitesine. Şöyle bir sıra izleyeceğiz. Öncelikle Prof. Yeldan, Bilkent
Üniversitesi‟nden, kendisi Cumhuriyet Gazetesi‟nde de haftalık köşe yazılarını
yazıyor ve bugünkü yazısını da getirdim, zaten ona da değineceğim kısaca.
Konuşmacı değilim, sadece birkaç sözcük söyleyeceğim. Erinç Hoca ile
başlayacağız, arkasından Galip Hoca ikinci konuşmacı olarak çıkacak. Galip Yalman
Hocamız da ODTÜ Siyasi Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü‟nden ve aynı zamanda
Türk Sosyal Bilimler Derneği‟nin Başkanlığını yapıyor. Sonuncu konuşmacımız ise
Doç. Ahmet Alpay Dikmen, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden, onun
da tabii heybesinde çok farklı özellikler var. Hem Sosyolog hem Siyaset Bilimci
Dolayısıyla zannediyorum „Dünya Ekonomisi ve Türkiye nasıl bir gelecek?‟ başlığı
altında iktisatçılar ve siyaset bilimciler bir arada bir çözümleme yapacaklar.
Prof. Dr. Erinç Yeldan: Geçtiğimiz 1950‟li 60‟lı yıllar,
sosyal refah devleti fordist üretim tarzı genişleyici
para ve genişleyici maliye politikaları, istihdamı
arttırıcı politikalar kapitalizmin altın çağı ve sosyal
devlet besleyen politikalar 1970‟lere doğru artık
tıkanma noktasına geliyor. Fordizmin biliyorsunuzdur,
iki anahtar öğe üzerine kuruludur. Bir Henry Ford‟un
1920‟lerde kurduğu voltaj hattı, yani seri üretim,
kitlesel tüketim için kitlesel üretim, standart mallar
kitlesel olarak sürekli üretiliyor ucuz sürekli kitlesel tüketim için. Henry Ford‟un çok
ünlü bir sözü vardır. “Benden istediğiniz renk ve model araba isteyebilirsiniz. Siyah bir
T modeli olmak koşuluyla” der. Siyah bir T modeli sürekli üretiliyor. Bunun satılması
lazım tüketici bulması lazım.
1
Kitlesel tüketimin ana koşulu da göreceli
olarak yüksek alım gücü, yüksek ücretli
bir orta sınıfın hazmedilebilir koşullarda
biraz örgütlenmiş işçi sınıfının varlığı, o tip
endüstriyel
ilişkilerinin
varlığı
sendikalaşmış grevli toplu sözleşme hakkı
elde etmiş güçlü bir işçi kitlesinin kitlesel
tüketim sağlayabilmesi için kapitalizme
sunulması gerekiyor. Ford‟un gene çok
ünlü
bir
sözüdür,
1926‟da
Ford
Fabrikalarında ozamana değin adı sanı
duyulmamış saat başı 5 dolarlık ücretler
vermeye başlar Henry Ford ve bu çok
yüksek ücretleri “benden iyi ücret alan işçi aynı zamanda iyi tüketici olacaktır” diye
savunur. Şimdi bu sistem 1970‟lerde artık çökmüş. Fordizmin sonuna gelinmişti.
Japonlar daha sonra Koreliler, şimdi Çinliler artık bu standart teknoloji malları taklit
edebiliyorlardı sanayi de rekabet kızışmıştı vs. Artık dünyada sanayii kârları
gerilemekteydi, mavi eğrinin hızla aşağıya doğru inmesi. Kapitalizmin kendini
besleyebilmesi için yatırımlarla yeniden canlandırabilmesi için önemli dönüşümlere
ihtiyaç vardı. 1973‟lerde finansal baskıya son finansal serbestlik, yaşasın
kuralsızlaştırma deregülasyon, serbestleştirme, esnekleştirme politikaları bir yerde bu
sanayi kârlarının düşmesine tepki olarak kapitalizmin önce metropollerinde daha
sonra Turgut Özal‟la Türkiye‟de, Çin‟de Hindistan‟da yeni küreselleşme mantığıyla
peş peşe sıralandı.
Finansal kârlardaki yükseliş sanayi kârlardaki
Fransa: Finansal ve Finans-Dışı Şirketler Kar Oranları %)
daralmayı bir yerde telâfi etti. Bu resmin bir
diğeri Fransa için de var, sadece Amerika‟ya
özgü değil bu resimler. Fransa‟da hatta kırmızı
eğriyle finansal kârların ekside olduğunu çok
yoğun bir şekilde vurguladı. 1980‟den sonra
Fransa‟da finans kesiminden elde edilen kârlar
sanayi kesimindeki daralmayı azalmayı telâfi
ediyor ve işte konuşmanın başında belirttiğim
gibi artık sanayi sonrası toplum üst hizmet
toplumu olduk imajını veya mitolojisini bir
yerde meşru kılıyordu.
ABD: Finansal ve Finans Dışı Şirketler Kar Oranları (%)
20
18
Finans Dışı Şirketler
16
Finansal Şirketler
14
12
10
8
6
4
2
0
1960
1965
1970
1975
1980
1985
1990
1995
25
Finans Dışı Şirketler
20
Finansal Şirketler
15
10
5
0
1970
1975
1980
1985
1990
1995
-5
-10
Bu Frankenstein resmi sadece sermayenin ömrünü
uzatması sermayenin kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi
için sanayici veya sermayeder açısından gerekli bir olay
olgu değildi. Bu Frankenstein de başta Amerika‟nın orta
sınıfları olmak üzere bütün dünyanın işçisi emekçisi orta
sınıfları da yararlandı. Frankenstein‟in bize öğrettiği
olgulardan bir taneside şu:
2
Bu resim 1820‟den başlıyor
günümüze kadar geliyor.
Burada her bir kutucuk 10 yıllık
ortalamaları veriyor. 10 yıllık
ortalamalar
halinde
Amerikan
ekonomisindeki reel ücretlerin artış
hızını
veriyor.
1820–1830
ortalaması
yaklaşık
%3,5
kapitalizmin krizi 1929 1930. Dikkat
ederseniz
meşhur
depresyon
döneminde bile 1920–30 aralığında
bile Amerika‟da reel ücretler çok
düşükte olsa hala pozitif yönünde
artmasını sürdürmüş. Yaklaşık 150
senelik Amerikan işçi sınıfının tarihi var bu resimde. Ücretlerin düşmeye başladığı ilk
dönem 1970–80 ve 1980–1990 aralığı bu da 1970‟lerin ikinci yarısından itibaren.
İkinci yarıdan itibaren Amerika‟da Ronald Reagan ve Paul Walker ikilisi, İngiltere‟de
meşhur Demir Lady, maden işçilerinin bastırılması dönemi, Türkiye‟de Turgut Özal 12
Eylül dönemi, Almanya‟da Coal dönemi, 1975 sonrası 1980 sonrası dünya bütün
ülkelerde gerek metropolde gerek çevre ülkelerinde bu dönemleri yaşar. Gelişmiş
veya gelişmekte olan bütün dünya
ekonomilerinde işçi ücretlerinin gerilediği
Türk İmalat Sanayiinde Üretkenlik ve Ücretler (1950 = 100)
topyekün olarak sermaye kârlarının,
finansal kârların da yükselirken bunun
bedelini gerileyen ücretler olarak ödendiği
bir
dünya
konjonktürüdür.
Amerika
açısından bu resim son derece çarpıcı;
Amerikan kapitalizmi ilk defa reel ücretlerin
orta sınıfın, “filmlerde gördüğünüz geniş
aileler, havuzlu villalar büyük arabalar
mutlu çocuklar bir adet köpek veya iki üç
tane de kedi, sincap” o resmin artık
çöktüğü dönem. Şimdi dolayısıyla bu
finansallaşma süreci sadece sermayenin değil, aynı zamanda gelirleri azalan orta
sınıfların ve işçilerin tüketim masasına tekrardan tüketici olarak sürdürülebilmesi için
gerekli borçlanma olgusunu yaratıyor. Bütün dünyada orta sınıfların ve işçilerin
gelirleri gerilerken, üretilmiş malların stoklarda kalmaması satılabilmesi için yeni
finansal enstrümanlar, hane halkı borçlanması, kredi kartları, özel tüketici kredileri,
konut kredileri, araba kredileri, dayanıklı tüketim kredileri, bugün al, üç ay sonra
ödeme başla, bugün al altı ay sonra öde, 12 taksit 5 taksitte biz veriyoruz. Bugün
satın al öde, istersen ödeme, yeter ki satın al borçlan. Ankara‟yı görüyorsunuz,
Eskişehir Söğütözü yolu bir korku tüneline dönüştü. Bir tarafta Armada‟yla başlıyor,
Cepa‟yla devam ediyor, yanında yeni binalar, otobanlarla birbirine bağlanan alış veriş
merkezlerinden oluştu. Sadece Ankara değil, İstanbul‟da öyle. Tokyo‟da öyle, bütün
metropol veya çevre ülkeleri, kentleri birer alım satım merkezleri haline dönüştürüldü.
Nerede üretiliyor bu mallar? Çin‟de üretiliyor. Nerede tüketiliyor? Endüstri sonrası
toplumlarda hayali kâğıtlar karşılığı tüketiliyor. Fakat o tüketimin yapılması lazım. O
tüketim yapılamazsa yani Ayşe Teyze gidip şu Cepa‟da alış verişini yapmaz ise
üretilen mallar stoklarda kalacak. Üretilen finansal kağıtların karşılığı olmayacak.
Kapitalizm belki hem finansmanıyla hem sanayisiyle bir çökme içine girecek.
900
800
İşçi Üretkenliği
700
600
500
400
reel
ücretler
300
200
100
0
1950
1955
1960
1965
1970
1975
1980
1985
1990
1995
3
Şimdi bu resim artık sürdürülemez hale geldi. Finansal sistemlerde bir şişkinlik öyle
bir noktaya geldi ki borçların birikmesi tekrardan servis edip dönüştürülmesi ve
finansal sistemin sürekli yüksek kârlar sağlayan o şişkinliğini sürdürülebilmesi
olanaksız duruma geldi. Riski dağıtıyoruz diyerekten yaratılan bu finansal
mühendislik oyunları birden bire ortaya çıktı -ki meşhur çocuk öyküsü artık halk deyişi
haline geldi iktisadi bir terimde oldu- „Kral çıplak‟. Kâğıdın değeri 100 dolar falan değil
arkadaşlar, bu kağıt bir iki centlik üzerinde sadece bir imza olan bir iki de cici bici
resim olan bir kağıttan ibaret, bunun karşılığında herhangi bir altın standardı herhangi
bir şeyi yok içinde de bir yığın toksik materyal var, zehirli materyal var yani
kanserojen bir kağıt bu.
Dış Borç Stoku (Milyar Dolar)
2002.Ç4
2008.Ç3
2008Ç3 - 2002Ç4
Toplam Artış
Toplam Dış Borç Stoku
129.5
289.3
159.8
Kamu Sektörü + TCMB
86.5
93.1
6.5
Özel Sektör: Finansal
10.3
70.0
59.7
Özel Sektör: Finans Dışı
32.7
126.2
93.5
Şimdi sözü Türkiye‟ye getirmeye
çalışıyorum burada. Türkiye‟de bu
oyundan nemalandı. Bu tabloda
2002‟nin sonunda, 2002 dördüncü
çeyreğin sonunda, 2003‟ün başında,
2008‟in Eylül ayı itibariyle toplam dış
borç stokumuzdaki değişmeler var ve
bunları kimler yapmış onun altındaki
göstergeler var.
Kaynak: TCMB veri dağıtım sistemi, www.tcmb.gov.tr
Türkiye‟nin 2002 sonunda dış borçları
129 milyar dolar. 2008‟in Eylül ayı
itibariyle toplam dış borcumuz yaklaşık
290 milyar dolar. Arada yaklaşık 160 milyar dolar, yani 159.8 milyar dolar net gelir dış
borçlanma gerçekleştirilmiş Türkiye‟de. Böyle bir dış borçlanma yani Cumhuriyet
tarihi boyunca birikmiş olan borçlarımızı dolar bazında ikiye katlamıştır bu son 5,5
sene kabaca. Böyle bir finansman olayı olgusu ne petrol zengini Arap dünyasına
meşhur petrol krizi niteliğinde, ne 1980‟deki IMF borç ertelemelerinde, ne de
Cumhuriyet tarihinin herhangi döneminde veya herhangi bir ülkeye böyle bir şey
nasip olmamıştır. 5 sene içinde dış borçlarınızı ikiye katlayacaksınız ne olarak?
Türkiye‟nin milli geliri 2002‟de yaklaşık 140 milyar dolar, toplam milli geliriniz dolar
cinsinden de yani milli geliriniz kadar bir büyüklüğü bu son 5 sene içinde borçlanmış
durumdayız. Böyle bir olgunun yarattığı alım gücünün Cepa‟larda, Armada‟larda,
Ankamall‟larda vs. görüyorsunuz hissediyorsunuz zaten.
Şimdi bunu kim yaptı? Bunu gerçekleştiren olguya bakarsanız. Kamu sektörü,
Merkez Bankası dahil bu 160 milyar liranın sadece 6.5 milyar dolarından söz
ediyorum. Özel şirketler yaklaşık 93 milyar dolarını, yani üçte ikisinden sorumlu, yani
reel sektör borçlanmış durumda finans sektöründen ziyade o yüzden 2001 krizinden
farklı bir olguyla karşı karşıyayız. Türkiye‟nin 2000 sonrası dünyada bu finansallaşma
oyununa 2000 sonrası 2002 sonrasında daha doğru ifadeyle eklemlenme biçimi
bankacılık sektörü veya finansal sektörün üzerinden değil, doğrudan doğruya şirketler
kesimi reel sektörün bizzat kendisinin borçlanması neticesinde olmuş. Peki, bu
borçlanma yavaşlarsa ne olur?
Bu resimde imalat sanayinde ithalat kutucuklar
ve imalat sanayindeki üretim endeksi var mavi
çizgili. Borçlanıyor, şirketler ithalat yapıyor.
Ucuz ithalatla tornavida sanayileri deniyor.
4
Montaj hattında hafif ticari araçlar üretiliyor. Dayatım tüketim malları üretiliyor.
Televizyonlar üretiliyor. Parçası Çin‟den, Malezya‟dan, Vietnam‟dan, Brezilya‟dan,
Kore‟den, bir parça Almanya‟dan geliyor. Montaj hattında üretiliyor. Sanayi üretimi
olarak Avrupa‟ya pazarlanıyor. Böyle de bir sanayi, ithalatın durması yani dış
borçlanmanın durmasıyla beraber doğrudan doğruya krize sürüklenecektir ve
Türkiye‟de yaşanan krizde geçmişi de bu oldu.
Türkiye‟yi kriz, bir finans krizi olarak vurmuyor. Bankacılık kesiminin sağlıklı önemli
reformları yapılmış olması ve iyi denetleniyor olması Türkiye‟nin bu krizden teğet
geçeceği anlamına gelmiyor. Çünkü Türkiye 2002 sonrasında uluslararası iş
bölümünde finans sektörü üzerinden değil, reel sektörlerin dış borçlanması üzerinde
eklenmiş durumda. Bu dış borçlanma durduğu anda Türkiye‟de ilk etkilenecek olan
olgu bankacılık veya finans sektörü değil. Bunu beklemiyoruz zaten. İlk etkilenecek
olan olgu doğrudan sanayi kesimi. Bu bakımından çok ilginç başka bir tür krizle karşı
karşıyayız. 2001‟de finans sektörü bankacılık kesimini vurdu, açık pozisyonları vardı
risk almışlardı. Batan bankalar battı. Onlar biraz IMF parasıyla biraz hükümetin iç
borçlanma sekteleriyle kurtarıldılar. İşte bir dövizde %100‟lük %150‟lik devalüasyon
yaşandı iki ayda oldu bitti. Şimdi şirketler daralıyor. Yatırım paraları erteleniyor,
istihdam yavaşlıyor, onların alım gücü düşüyor, uzun vadeye yayılmış bir durgunluk
ve bir kriz ortamı standart politikalarla gittikçe yaygınlaşıyor.
Sanayi üretim endeksi; burada diyagramları
var. Bir başka olgusu bu reel krizin çok
Cari İşlemler Açığı ve Toplam İşsizlik
meşhur cari işlemler açığıyla işsizlik oranı
arasındaydı. Buradaki resimde kutular milyar
dolar olarak cari işlemler açığını gösteriyor.
Türkiye‟de yaklaşık 50 milyar dolara kadar
tırmanmış bir cari işlemler açığı var.
Deniyordu ki cari işlemler açığı Türkiye‟de
sıcak parayla değil soğuk parayla finansa
ediliyor. Yurtdışından
gelen
sermaye
girişleriyle finanse ediliyor kalıcı olarak
finanse ediliyor. Artık yarına umutla
bakıyoruz Türkiye‟nin böyle cari işlem açığı vermesi sorun değildir.
Sorun şuradaydı cari işlem açığı ne demek siz üretmiyorsunuz dışarıdan borçlanma
yoluyla başkasının üretimini tüketiyorsunuz. Cari işlem açığı yani kamuda dış ticaret
açığı bu demek. Onların ürettiği malları tüketiyorsunuz ve o tüketimi yapmak için de
bir yeni Türkiye kadar yeni dış borçlanmışız. Finanse ediş biçimi çok tehlikeli dış
borçlanmaya dayalı, fakat tezahürü içeride üretim yapmadığınız için de içerde
istihdamı daraltan işsizlik yaratan bir olguydu. Sayın Mehmet Şimşek bu yaz başında
şöyle bir demeç verdi daha kriz başlamamışken; finansal çalkantılardan ibaret bu
türbülans denen yere. Dedi ki; “Türkiye cari işlemler açığını bir iki üç sene daha
sürdürebilse, finanse edebilse düzlüğe çıkacağız”. Hayır, bir düzlüğe falan
çıkmayacağız. Eğer bu kriz olmasaydı şu cari işlemler açığı artmaya bu şekilde
devam etseydi, bunun getirdiği dış borçlanma ve istihdam daralması muazzam bir
sorun olacaktı. Şimdi artık cari işlem açığını finanse edemediğimiz için muazzam bir
işsizlik baskısıyla karşı karşıyayız. Ben sonuç bölümünü bundan sonra sizlerden
gelen soru cevap bölümüyle birleştirmeyi düşünüyorum. Sonuç olarak ne
çıkartabiliriz, bu kriz bize ne öğretti biraz da sizden gelen katkılarla birlikte
birleştireceğim. İlginiz ve dikkatiniz için çok teşekkür ediyorum.
40
17.0
Cari Açık (Milyar $) (Sol eksen)
35
16.0
Toplam işsizlik oranı (Sağ eksen)
25
15.0
20
14.0
15
10
13.0
Toplam İşsizlik Oranı (%)
Cari Açık (Milyar $)
30
5
0
12.0
2002
2003
2004
2005
2006
2007
5
Prof. Dr. Sinan Sönmez: Erinç hocaya çok teşekkür ediyoruz bu ilginç ve öğretici
açıklamaları için. Şimdi sözü Galip Yalman Hoca‟ya veriyoruz.
Dr. Galip Yalman: Teşekkürler. Erinç Hoca genel bir çerçeve çizdi ve özellikle de
içinde yaşadığımız sürecin arkasında yatan nedenleri dünya ekonomisindeki
gelişmeleri ve buna bağlı olarak da Türkiye Ekonomisinin gelişmelerine ilişkin genel
bir çerçeve çizdi. Şimdi ben ondan da yararlanarak birkaç hatırlatma yapmak
istiyorum ve biraz kriz konusu üstünde, kriz kavramı, krizin nasıl tanımlandığı nasıl
algılandığı, bunun zaman içinde nasıl değiştiği, ekonomik kriz, finansal kriz, siyasal
kriz zaman zaman farklı bir şekillerde ayrıştırılan şeyler arasındaki ilişkiler üstüne
bazı saptamalarla başlayacağım sonra sözü Türkiye‟ye getirmeye çalışacağım.
Şimdi değişik perspektiflerden baktığınız zaman şunu da söyleyelim. Daha çok da
dünya ekonomisindeki gelişmelerin Türkiye gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan
ülkeler üstündeki etkilerini inceleyen bir literatür ki, bu en azından 1930‟larda Türkiye
bağlamında kadro hareketine kadar götürdü. 1950‟li yıllardan başlayarak Latin
Amerika ülkelerinde ve diğer az gelişmiş ülkelerde gelişkin bir literatür var bağımlılık
ekonomileri vs diye tartışılan. Bütün o tartışmalara baktığınız zaman iki tür şey var. 1krizin nereden kaynaklandığı, eğer sistemi bir krizse 1930‟lar krizinin bu son
dönemde de onun için gönderme yapılıyor ve bugün son bir bir buçuk yıldır yaşanan
krizinde böyle bir sistemik niteliği olduğu vurgulanıyor. O zaman bu tür krizlerin bizim
gibi ülkeler arasındaki etkileri nedir? Bu önemli bir soru haline geliyor ve özellikle eski
tartışmalarda 1930‟lara ilişkin tartışmalarda, Türkiye‟de de devletçilik diye tabir edilen
döneme baktığınız zaman, sisteme bağımlı ya da dünya kapitalist sisteminin
öngördüğü iş bölümü çerçevesinde o günkü koşullarda özellikle daha çok hammadde
ya da tarım ürünleri ihracatına dayalı bir yapısı olan ülkelerin farklı bir takım gelişme
dinamiklerine sahip olmasına olanaklı kılacak daha içe dönük diye ifade edilen daha
sonraki betimlemesiyle sanayileşme politikalarıyla ifade edilen şeylere de kapı açan
bir şey var 1930‟lara bakıldığı zaman. Dolayısıyla bu kimisine göre görece bağımsız
sistemin o günkü koşullarda sistem çerçevesinde kriz öncesinde sahip olmadıkları bir
takım şansları o ülkelere tanıdığı bir tartışmanın 1960-70‟li yıllara uzanan bir biçimde
yapıldığını görüyorsunuz. Bu krizin bir anlamda sistemik bir krizin sisteme bağımlı
konumda olan çevre yüklü konumdaki şeylere daha olumlu bir etkisi olabilecek.
Dolaylı olarak da olsa yeni bir gelişme dinamiklerinin önünü açabileceği konusu
tartışması 1930‟lardaki bu tartışmanın 1960-70‟li yıllarda bu sefer sistem krizde
değilken ama sistemle olan ilişkileri bağlamında ödemeler dengesi sorunları diye
ifade edilen çerçevede yine sistemle ilişkileri buysa ülke ekonomilerinin kendisinden
kaynaklanan biçimde yaşadıkları sıkıntılar sonucunda yine benzer birçok durumda
ithal ikameci diye ifade edilen politikalara başvurmakla birlikte bunda da yeni gelişme
dinamiklerinin önünü de açmadı. Yani sistemle bağımlılık ilişkilerinin bir başka deyişle
devam ettiği tartışması yapılageldi 1960-70‟li yıllar boyunca baktığınız zaman bu işin
bir yanı. Dolayısıyla günümüzdeki krizin niteliklerine baktığınız zaman acaba
neredeyiz, ne tür olanaklar açılımlar var ya da yok ülkelerin gelişme dinamikleri
açısından. Ama 1980 sonrası dünya kapitalist sisteminin işleyişine ilişkin bir takım
temel parametrelerin önemli biçimde değiştiği özellikle 1945–70 döneminin ve bazı
sistemlerin önemli ölçüde dönüştürüldüğü bir dönem 1980 sonrası dönem. Ona bağlı
olarak devletin bir kapitalist piyasa ekonomisi çerçevesindeki işlevlerinin yeniden
tanımlandığı bir dönem finansal serbestleşme deregülasyon vs sözünü ettiği ne
diyeyim bir takım yeni terimlerle ifade edilen bu dönüşüm sonucunda ilginç bir şey
6
oluyor. Bu ülkelerin o sisteme uyum çabaları çerçevesinde ortaya çıkan sorunları yeni
biçimler alıyor. Örneğin 80‟lerde daha çok bir dış borç bunalımı biçiminde alınıyor.
90‟larda yeni isimler takılmaya başlanıyor. Çünkü 80‟lerin sonlarından itibaren
sermaye akımı serbestleştirilmesi yeni bir evresi söz konusu finansal serbestleşme
sürecinin. Türkiye‟de de 1989 da 32 sayılı kararla gündeme gelen yeni bir dönem
başlıyor ve o çerçevede de yalnız bu tip ülkelerin ekonomilerinin kırılganlıkları artarak
devam ediyor ve periyodik denebilecek bir şekilde yeniden bu ülkeler dış ödemeler
dengesi krizlerini ama artan bir biçimde de kendi finansal sistemlerin krizleriyle
yaşamaya başlıyorlar. Literatürde de bir isim veriliyor onlara ikiz krizler diye
Türkiye‟deki 2001 krizi örneğinde olduğu gibi.
Şimdi bu çerçevede bakıldığında da bu ülkelerin yalnız bu krizlerden etkileniş biçimi
çerçevesinde yeni açılımlar sistemle ilişkileri yeniden tanımlama olanakları diye bir
tartışmanın çok fazla da gündeme gelmediğini görüyoruz. En azından 2000‟li yılların
başlarına kadar gelindiğinde tekrar o krizlere büyük ölçüde yol açmış olan
kestirmeden neoliberal politika paketleri demetleri diye ifade edilen şeyin daha fazla
giderek daha yapısal reformlar diye ifade edilen politikalarla sağlamlaştırılması, o
toplumların ekonomilerin yapısını çok daha geri dönülmez bir biçimde adeta
değiştirmesine yönelik olarak devam edilmesi diye ifade edilebilecek önermelerle ve
politika stratejileriyle aşılmaya çalışılıyor. Dolayısıyla kriz bu açıdan da sistemle olan
ilişkilerden değil, o güne kadar sisteme yeterince uyum gösterememekten
kaynaklanan bir biçimde sunuluyor. O anlamda da isterseniz akademik dünyada yine
literatüre bakın, isterseniz bunun değişik ülkelerdeki yansımalarına politika üzerindeki
uyarlamalarına bakın. Burada da çok geniş bir mutabakat var. Bu anlamda hem
kuramsal düzeyde isterseniz hem de ekonomik ve sosyal politikalar düzeyinde de
öyle ifade ediliyor. Bir neoliberal hegomenyadan söz ediliyor. Tartışılmaz doğrular
tartışıldığı ölçüde de tartışanların ne diyeyim biraz geçmişte kaldığı toplumsal
gerçeklikleri dünyanın geldiği yeni noktaları yakalamaktan kavramaktan aciz oldukları
anlamda bunlar yaşandı son 20-30 yıllık süreçte ve dolayısıyla da ne lazım? Aslında
bu toplumların ve bu ekonomilerin yeni döneme ayak uydurabilmeleri için belli yapısal
reformlar ya da piyasa reformları diye ifade edilen dönüşümleri gerçekleştirmesi
lazım. Ama nasıl olacak? Büyük ölçüde de bunu uygulayacak unsur ya da aktör
esasında o güne kadar ki o ekonomilerin yaşadığı sıkıntıların, istikrarsızlıkların vs
sorumlusu olarak da ifade edilen o ülkelerdeki devletler. Dolayısıyla en başta da
reforma tâbi olması gereken şey devlet, devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Yani
devletin yeniden yapılandırılması sadece kendi başına bir amaç değil, aynı zamanda
da o ekonomilerin o neoliberal finansal serbestleşme sürecine daha iyi ayak
uydurmaları 90‟lardaki ifadesiyle küresel dünyanın daha aktif ve ondan da üstelik
pozitif olarak yararlanacak unsurları olarak tarafları olarak faaliyet gösterebilmeleri
için de gerekli görülüyor. Çok ciddi bir literatür doğuyor, Dünya Bankası OECD
Liberal Avrupa
Birliği‟nin genişleme süreci içinde iktisadi kriterlerine de yansıyor. Kopenhang iktisadi
kriterleri diye baktığınız şeyler üç aşağı beş yukarı bir durumunda yahutta kendisinin
Mastrit kriterleri diye baktığımız şeyin de genel olarak bu parametrelere çok uygun bir
takım düzenlemeler ya da kısıtlamalar getirdiğini görüyoruz..
Sonuçta öyle bir noktaya geliniyor ki Türkiye gibi ülkelerde iktisadi ve finansal nitelik
kazanan krizlerin aşılması için de aynı politika paketinin daha katı bir biçimde daha
güçlü bir biçimde uygulanması zorunluluğu var. Böyle bakıldığında ilginç bir biçimde
şunu da görüyoruz: Sadece bizde değil dünyanın benzer uygulamalarına sahne olan
7
başka ülkelerin de üç aşağı beş yukarı bu politikaları uygulayan iktidarlar eğer seçim
yoluyla iktidara gelmişlerse bir süre sonra o politikaların bedelini ödüyorlar. Seçim
sandıklarında büyük ölçüde de bir sonraki seçimde değilse bile, sonraki seçimde
iktidardan uzaklaştıklarını görüyoruz. Bu 1990‟lar boyunca Türkiye‟de olduğu gibi
2002 seçimlerine kadar olan süreçte başka ülkelerde örnekleri de var. Şu da bir
gerçek bu politikların iktidar değişikliklerine rağmen devam ettiğini de görüyoruz.
Bunu sanırım şu masada oturan herkesin belli bir biçimde bir asgari müştereklerini
oluşturan bağımsız sosyal bilimcilerin iki yıl önceki kitabının başlığına da yansıyan bir
biçimiyle farklı iktidarlar aynı siyaset diye ifade etmiştik. Bu dolayısıyla üstünde
durulması gereken ve tartışılması gereken bir boyutu oluşturuyor. Nasıl oluyor da
farklı iktidarlar siyasi şeyleri kâğıt üstünde en azından ya da programları itibariyle
baktığınız zaman birbirinden çok farklı gözüken iktidarlar aynı şeyleri uygulamak
zorunluluğunda karşı karşıya geliyorlar, bu çok önemli bir şey. Dolayısıyla iktisat
politikalarının bu anlamda neoliberal hegemonyanın kendini sürdürülebilirliğinin
nedenleri üstünde de durmamız gerekiyor ve günümüzdeki krize gelindiği zaman da
özellikle Amerika ve İngiltere gibi bu anlayışın dünyadaki şampiyonluğunu yapan
ülkelerin devletlerinin karşı karşıya geldiği konum onların bir sürü finans
kuruluşundan günümüze General Motors gibi dünya sanayinin devlerinin
kamulaştırılması aksi takdirde iflasa gidebileceği tartışmalarının yapıldığı günümüzde
farklı bir anlayışı getireceğine neoliberal hegemonyanın kurulmasına yol açabileceği
tartışılır.
Bence henüz çok kesin bir hüküm vermek için erken ama Türkiye‟ye geldiğimizde çok
ilginç bir şey var. Bütün bu krizleri en yoğun yaşayan ülkelerden birisi olmasına
rağmen Türkiye‟nin, 2001 krizi sonrasında da Kemal Derviş‟le özleştirilen güçlü
ekonomiye geçiş programına başlayan ve AKP iktidarı boyunca da çok yakın zamana
kadar büyük bir sadakatla sürdürülen programında gösterdiği gibi bunun Türkiye gibi
ülkelerin yaşadığı ekonomik ve toplumsal sıkıntıların, giderek bozulan gelir
dağılımının, artan yoksulluğun ve dünyadaki benzer ülkelere kıyasla baktığınız
zaman artan cari işlemler açığının nedeni olarak bu politikaların gösterilmemesiydi.
Aynı yola devam ettiğimiz ölçüde de Türkiye‟nin esenliğinin geleceğinin daha aydınlık
olacağı üstüne de sürekli bir söylemin tekrarlandığıydı. Dolayısıyla şöyle bir soru
gündeme geliyor: Peki, böyle bir şey bugüne kadar nasıl varlığını sürdürebildi ve
özellikle de son altı yedi yıllık dönemde AKP iktidarı döneminde de bunun aynı
zamanda da önceki dönemlerden farklı olarak, 2007 itibariyle bakarsanız, o
politikaları uygulayan iktidarın zayıflamasına değil de en azından, seçim sonuçları bir
veri ise farklı nedenleri de olsa bile daha güçlenerek çıkmasına ve aynı politikaları da
devam etmektende geri kalmadığını en azından söylemesine, daha fazla özelleştirme
yapılacağı, bugüne kadar uygulanan politikalara devam edileceği ve bunun bir
toplumsal destek aldığını da gözlemek durumundayız. Son belediye seçimleri
tartışması bunun ne kadar kırıldığının ifadesi değildir, onu tartışabiliriz ama
vurgulamak istediğim nokta şu, yaşanan ekonomik krizlerin yol açtığı dönüşümlerin
siyasi alandaki yansımalarında çok fazla da tek boyutlu olmadığını görüyoruz.
Dolayısıyla her ekonomik krizin ve son yirmi yıldaki biçimiyle finansal krizlerin, ne tür
toplumsal dönüşümlere ona bağlı olarak dediğim gibi eşitsizliklere toplumsal hatta
bütünlüğün o güne kadar yaşandığı biçimiyle temelini ya da kimisinin deyimiyle
çimentosunu oluşturan unsurların giderek çatlamasına sarsılmasına neden olan
sonuçlarına rağmen bu politikalar nasıl devam edip geldi. Türkiye gibi bir ülkede
bence fazla üzerinde durulmaı gereken yanlardan bir tanesi bu.
8
Şimdi böyle bakıldığı zaman şöyle bir şey çıkıyor. Türkiye‟de AKP iktidarında daha
doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin kendi geçmişi, kökenleri, yönetici kadrolarının
kimlikleri üstünden de bildiğiniz gibi giden bir tartışma var. Ama aynı zamanda da bu
partinin kendi geçmişiyle ilişkilerini büyük ölçüde gömlek değiştirme diye ifade
ettikleri, kendilerini bir ayrıştırma çabası da söz konusuydu. Bu ayrıştırma çabası ne
kadar inandırıcıdır değildir onlara girmeyeceğim o konuların uzmanı olduğumu hiçbir
zaman düşünmüyorum. Ama gelinilen noktada şu bir gerçek başka örnekleri de var
bizdeki kadar net belirgin olmasa bile, çünkü bizdeki kadar güçlü bir iktidar
konumunda bir benzer partiler Endonezya‟da Kuzey Afrika‟nın bazı ülkelerinde vs.
ama şöyle bir şey çıkıyor ortaya dünyadaki neoliberal küreselleşmeye, finansal
serbestleşmeye vs. ayak uydurabildikleri ölçüde de toplumsal destek bulabildiklerini
görüyoruz. Türkiye o anlamda ilginç bir örnek, tabii Türkiye‟yi bir bakıma farklılaştıran
başka da bir şey var: Türkiye‟nin son on yılının yaşadığımız bir başka şeyi de
Türkiye‟nin Türkiye Avrupa Birliği‟yle olan ilişkilerinde ucu açık bir biçimde de olsa
tam üyelik garantisi olmasa da bir aday üyelik sürecine girmesi katılım anlaşmaları
çerçevesinde, bir takım yasal düzenlemelerin yapılması vs döneminin de içinde
bulunduğumuz ve hala sürmekte olan en azından formel olarak resmen sürmekte
olan bir süreçte acaba Türkiye‟deki bu dönüşüm kendine özgü bir takım nitelikleriyle
beraber dışarıdan bakıldığında ve oldukça da yüzeysel analizler çerçevesinde sanki
olmazmış, bağdaşmazmış gibi gözüküyor. Bir İslam topluluğuyla bir demokratik
rejimin bir aradalığının adeta özgün bir örneğini oluşturuyor ve bu demin başta
koyduğumuz çerçeve içinde de yani neoliberal bir dönüşüm projesi çerçevesinde de
ne anlama geliyor? Zaten 1990‟lı yıllardan beri devam eden Türkiye‟deki devleti de o
anlamda dönüştürme projesi diye ifade edilen Kemal Derviş‟in “on beş günde on beş
reform” diye ifade ettiği bir takım zorlamalarla gündeme getirilen bir süreci, AKP‟nin
iktidar çerçevesinde alabileceği nitelikler neler; bu anlamda, AKP‟nin devleti
dönüştürme projesi ki işte onun bir sürü şeyi çıktı iktidar döneminde yaşandı. Kamu
yönetiminin yeniden yapılanması, yerel yönetimler reformları vs ne ifade ediyor?
Şimdi bu üstünde durulması gereken ve dediğim gibi acaba Türkiye‟de neoliberalizmi
güçlendiren mi, yoksa ona farklı biçim veren hatta kimisine göre sakatlayan dış
dünyayla batı dünyasıyla olan ilişkilerini zayıflatan bir nitelik mi kazanıyor. Bu
bildiğiniz gibi değişik biçimlerde son yıllarda giderek artan bir biçimde tartışılan da bir
başka konu ve bundan sonrasını anlamamız açısından da bence önemli ama bunun
bir de öteki yüzü var. O da deminde söz ettik Türkiye‟deki gelir dağılımı
bozukluklarına bağlı olarak toplumsal uçurumların giderek keskinleşmesine bağlı
olarak siyasi iktidarın ve siyasi iktidar olmaktan kaynaklanan elindeki imkânları
kullanarak sadece seçim hesabı olarak değil, yani işte oy aldığı, buzdolabı verdiği
fırın dağıttı meselesi değil, Türkiye‟deki bu toplumsal farklılaşma sadece ekonomik
açısından değil, yine benim çok sevmediğim bir dille farklı yaşam tarzlarının
yaşanmaya başlandığı, hatta savunulan farklı yaşam tarzlarının birlikteliğinin
demokratik bir yapının olmazsa olmazı olarak sunulmaya başlandığı bir süreçte ne
anlama geldiğidir. Çünkü öyle baktığınız zaman demokratik bir yapının son yirmi yıllık
süreçte giderek artan bir biçimde liberal düşüncenin de kendine göre farklı biçimler
alması, yeni iç tartışmalarını beraberinde getirmesi sonucunda sadece bireysel hak
ve özgürlükler temelinde değil, kolektif hak ve özgürlükler ama emek, sermaye
farklılaşması ya da çelişkisi üstünden kolektif hak ve özgürlüklerin savunulması da
değil. Onların büyük ölçüde zaten neoliberal dönemde devredışı bırakılması, bir
başka deyişle sınıf temelli siyasetin artık tamamen gündemden düştüğü bir ortamda
kimlik kanallı siyaset üstünden bir demokratikleşme projelerinin gündeme taşınması
9
da ona bağlı olarak da devletin dönüştürülmesinin, bunla birlikte düşünüldüğünde ne
anlama geldiği.
Şimdi Türkiye‟nin gündemindeki bu yaşadığımız dünya kriziyle birlikte bir miktar arka
planda kalmakla birlikte, önümüzdeki dönemi belirleyecek önemli tartışma
noktalarından bir tanesi de bu. Dolayısıyla tekrar demokrasi nedir, demokratik haklar
ve özgürlükler nasıl, hangi temellerde tartışılmakta bunu tanımlanmak durumundayız.
Bunları da yeni baştan düşünmek ve son dönemin, son dönem derken de sadece
AKP dönemi değil de 1990‟lardan gelerek devam eden bir biçimde ve Türkiye‟nin çok
temel çok acılı çok fazla sayı da insanın yaşamına da mâni olan bir takım çelişkilerin
çatışma ortamlarınında aşılması için neler yapmamız gerekiyor. Bunları düşünmek ve
tartışmayı daha açık yüreklilikle yaparak ama esas itibariyle de bir kapitalist toplumda
yaşadığımıza göre dünya kapitalist sistemine eklemlenmiş ve büyük ölçüde ona
sadık neoliberal anlayışa uygun politikaları sonuna kadar sürdüren örneğin 2000‟li
yıllarda Latin Amerika‟nın bazı ülkelerinde olduğu gibi farklı arayışlara girmeyen bir
ülke olmak gibi bir özelliğimiz de var son dönemde. Bundan sonrasını ne yapabiliriz
diye düşündüğümüz zaman tekrardan 1961 Anayasasının en azından çerçevesinde
sağlanan hakların demokratik hak ve özgürlüklerin yeniden tartışma gündemine
getirilmesinin önemli olduğunu da düşünüyorum.
Prof. Dr. Sinan Sönmez: Teşekkür ediyoruz. Galip Yalman Hoca gerçekten çok
önemli bir boyut getirdi tartışmamıza. Sağ olsun hem kurumsal olarak hem de dünya
pratiğinde Türkiye bağlamında çok önemli noktaları gözönüne serdi. Tekrar sorularla
geri geleceğiz. Evet, son olarak da değerli arkadaşımız Ahmet Alpay Dikmen
konuşacak.
Doç. Dr. Ahmet Alpay Dikmen: Şimdi ben öncelikle en son söyleyeceğimi başta
söyleyeyim. Sonra tekrar buna döneceğim. Bu krize bana göre Türkiye‟nin ekonomik
bir çözümü yoktur. Türkiye‟nin ekonomik krizi siyasidir, hazırlanmakta olan çözümdür.
Konuşmamın bundan sonraki bölümünde üç tane hipotez ileri süreceğim ve bunların
altını doldurmaya çalışacağım.
Birinci hipotezim şöyle şekillenebilir; kapitalizm uzun zamandan beri ironik bir söylem
tutturmuştur. Yani mevcut bir şeyin tam tersini söyleyerek dalga geçer. Verimlilikten
bahsediyorsa sistem verimsizdir. Rasyoneliteden bahsediyorsa irrasyoneldir,
demokrasiden bahsediyorsa demokrasi biteli çok olmuştur. Bu söylemin
tutturulmasında 1945 sonrası ABD‟nin önemli bir başarısının payı büyüktür diye
düşünüyorum. 1945 sonrası Amerika Birleşik Devletleri aslında demokrasi ve
özgürlüklerle hiç alakası olmayan bir modeli dünyaya demokrasi ve özgürlükler
modeli olarak lanse etmiştir. Kapitalist sistem demokrasi ve özgürlükler modelidir diye
lanse etmiştir ve bunda başarılı olmuştur. Dünyadaki ironik söylemin yani bir şeyin
tersini gösterip dalga geçme halinin hız kazandığı ve bugünlere kadar hızlanarak
geldiği şey budur. Kriz teğet geçmiştir vs. lafların altında ironiği görmek mümkündür
diye düşünüyorum bir şeyin tersini söyleyerek dalga geçme hali. Bu süreci 1945
sonrası Amerika Birleşik Devletleri‟nin kapitalizmi demokrasi ve özgürlüklerin
merkezine oturttuğu söylemin nesnel koşulları da 1945 sonrası hepinizin bildiği gibi
ortaya çıktı refah devletleri olarak. Dolayısıyla daha özgürlükçü insana daha çok
değer veren, toplumsal örgütlenmelerin çok yükseldiği, demokrasinin iyi örneklerinin
yaşandığı işsizliğin büyük oranda ortadan kaldırıldığı vs. dönem bu 1945 sonrası
Amerika Birleşik Devletleri‟nin kapitalizmi özellikle de sosyalist sisteme karşı
10
özgürlüklerin ve demokrasinin merkezi söylemi olarak sunmasının nesnel temellerini
de hazırladı, birinci hipotezim bu. Sistem ironik bir söylem üzerine oturur dalga
geçer.
İkincisi özellikle refah devletleri ve daha sonradan da bu sistemin yani refah
devletlerin altını dolduran örgütlenme devlet örgütlenmesinin temelinde bürokrasi
yatar. Yeni bir bürokratik örgütlenme de bir bürokratik örgütlenme refah devleti
anlayışı uygun bir devlet örgütlenmesi yatar. O dönemde emek ve sermaye arasında
bir uzlaşma dönemi yaratılmıştır. Erinç Hoca onu çok güzel anlattı. Krizleri aşmak için
özellikle 1929 krizi bir talep krizidir. Fordist üretim tarzı aşırı artar. Bunlar vurguna
uygun talep yaratmanın yolu da refah devletleridir. Keynes‟in söylediği budur zaten.
Aslında çukur açtırın çukur kapatın, insanlara para verin tüketimi kışkırttın.
Dolayısıyla refah devletlerin döneminde bu işi üstlenen yapılanma devlet
örgütlenmesinin kendisidir ve büyüyen güçlenen kaynaklarıyla istihdam olanaklarıyla
önemli bir boyuta ulaşan bir örgütlenmeden bahsetmeye başlarız. Sadece bu değil
bir bürokratik elit ortaya çıkar. Bu bürokratik elit, eski bürokrat tiplerini falan düşünün,
ketum yasalara, yönetmeliklere göre hareket eden vs bir adam tipidir. Bunu daha
sonra açmaya çalışacağım. Bunun yerine ne getirildi? Şimdi buraya gelmişken biraz
teoriden bahsetmekte fayda var. Teoride bürokrasi tartışmaları iki boyut üzerinden
gider, birisi Weber‟in bürokrasi yaklaşımıdır ya da bürokrasiye böyle bir otoritenin
parçalanması hiyerarşik bir düzen içerisinde anonimleşmesi görünmez hale gelmesi,
dolayısıyla iki kişinin veya bir kişinin dudağının arasında bir iktidar değil,
uzmanlaşmaya hiyerarşik iş bölümüne dayalı bir iktidarın ortaya çıkmasını görür ve
onu kutsar, tabii ki bunu çok olumlu bir şey olarak sunar bizlere. Der ki bu sistem, bir
kişinin veya bir grubun bir zümrenin çıkarına hizmet etmemektedir, genel çıkara
hizmet etmektedir. Çünkü toplumdaki herkes bürokratların kendileri de dahil bu
yapıya aynı uzaklıktadır. Yasal yönetsel çerçeve herkesi bağlar. Dolayısıyla genel
çıkara hizmet eder. Bunun tersinde duran kişi tabii ki Marx oluyor. O şunu söyler,
sistem gizlenerek açan bir sistemdir. Bürokrasinin hiyerarşik yapılanması sanki genel
çıkara hizmet ediyormuş gibi gösterir, ama özel çıkara hizmet eder. Bunu da
siyonistlere benzetir. İsa‟nın kadavrasını üstüne öyle bir sistem kurulur ki, bütün
Hıristiyanlık sistemini düşünün İsa‟nın kadavrasını da bayrak eder, İsa‟nın ölüsünü de
bayrak eder. Ama o sistem bütün feodal yapı dönemi boyunca hatta günümüzde de
inanılmaz bir çıkar üretir kendi yandaşlarına kendi içerisinde bulunan sistemi
siyonistlere.
Şimdi baştan söylemeyi belki unuttum. Ben bu sunumuma en başta devlet
örgütlenmesi üzerinden gideceğim ve devlet örgütlenmesi üzerinden giderken nasıl
bir siyasi çözüm üretildiğini deşifre etmeye çalışacağım. O yüzden bürokrasinin ne
olduğunu bir parça tartışmamız gerekiyor. Çünkü AKP veya bugünkü örgütlenmenin
temelinde bürokratik örgütlenme vardır. Bunu da bir saptayalım, buraya daha
geleceğiz. Marx iki üç sayfalık bir çalışmasında bunu söyler, bürokrasi makalesinde.
Bürokrasinin ilkel biçimi Napolyon Bonapart iktidarında hırsızlar, katiller
üçkağıtçılardan oluşur, iktidarı alır, Napolyon Bonapart‟a verir, Napolyon Bonapart‟a
da verdikten sonra da bir saygınlık arayışı içine girer. Benzer bir şey Roma tarihinden
beridir kollezyum denilen şey böyle bir örgütlenmedir. Marc Antonius, Oktavyus,
Sezar arasındaki çelişki de kavga da yine hırsızlar katiller üçkâğıtçılar grubu
Roma‟nın ve bu iki grubun taşeronluğunu yapmışlardır. Bunların güçlenmesine imkan
sağlamışlardır. Gelen gemilerin mallarına el koymuşlardır. Hatta önemli aileleri
öldürüp Marc Antonius ve Oktavyus, Sezar arasında bunların mallarının pay
11
edilmesinde hizmet etmişlerdir. Daha sonradan da bu ilkel örgütlenme kollezyum diye
bilinen örgütlenme Roma‟daki önemli kıtlık döneminde bir saygınlık arayışı içerisinde
gitmiştir.
İkinci saptanması gereken şey bürokrasinin ilkel tarzının ya da ilkel ruhunun kendi
içerisinde gizli olduğu ve her zaman bunu çağırabileceği olasılığıdır. 1930‟lu ve 40‟lı
yıllarda Alman Faşizminde, İtalyan Faşizminde vs bu ilkel ruhun çağırıldığına bizzat
dünya şahit olmuş durumda. Dolayısıyla tekrar refah devletlerine geri dönecek
olursak refah devletleri dönemi yine Engels‟in “Ailenin özel mülkiyetiyle devletin
kökeni” kitabında bahsettiği gibi sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğu dönemde uzlaşır
kılan bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor, diye analiz edebiliriz. Sistemin ortasına
yerleşmiş ve sistemi işler kılmıştır. 1929 krizinden sonra olarak sistemin kırılmasını
komünist bir bloka kaymasını, -bütün Avrupa kominizme bir sisteme doğru
kaymaktadır zaten- engellemek için sınıf çelişkilerini uzlaşır hale getiren bir
yapılanma olarak 1945-75 döneminde karşımıza çıkmıştır diyebiliriz. Şimdi demek ki
bürokratik bürokrasi ve devlet örgütlenmesi çok saygın ve sistemin motoru olan bir
yapıdan hırsızlar, katiller üçkâğıtçılar ifadesine kadar giden bir yelpazede hareket
edebilir diyebiliriz.
Üçüncü hipotezim her iyimserlik içerisinde gizlilik karamsarlık barındırır hipotezidir.
1980‟lerin neoliberal dünyası, 1970‟lerin kârlılık ve verimlilik krizinin devamıdır. Hatta
1929 krizinin o tahrip edici ruhunu da kendi içerisinde barındırır. Dolayısıyla 1980
sonrası ortaya çıkan kapitalist sınıf saldırgan açgözlü bir an önce birikim sağlamaya
niyetlenmiş nerede ne görürse ele geçirmek isteyen bir sınıf olarak karşımıza çıkar.
İlk talan ettiği 1945-75 döneminde palazlanmış olan devlet örgütlenmesidir.
Özelleştirmelerle başka şeylerle ilkel birikim tarzında bir birikim modeline doğru gitmiş
ve devlet örgütlenmesini parçalayarak kendisine bir birikim sağlamaya çalışmıştır.
Şimdi 1980 sonrası,1945-70 hatta 1920‟lerden başlatmak lazım. Yani Cumhuriyet
dönemi 70‟lere kadar bürokrat elitle 1980 dönemini yürütmek mümkün değildi.
1983‟ten itibaren Özal Hükümetinden sonra bürokrasi bilinçli olarak yeniden
yapılandırılmıştır. İlk örnekleri Özal‟ın prensleri diye bilinen kişilerdir. DPT‟nin üç tane
kurulu eliyle Türkiye Ekonomisi yönetilmeye başlanmıştır. Bu kurulların başında da
yurtdışında eğitim görmüş Özal Prensleri getirilmiştir. Daha sonraki aşama hazinenin
Maliye Bakanlığından kopartılması ve bir baraka örgütlenme gibi devletin hemen
hemen her önemli işinin hazine üzerinden yürütülmesidir. Sigortacılık Genel
Müdürünün hazineyle ne işi vardır? Hazine devletin paraya ihtiyaç duyduğunda para
sağlamakla yükümlü bir kurumudur. Sigortacının ne işi vardır? Bir, hazine 1980‟den
2000‟e kadar bu devletin yeniden yapılandırılması sürecinin motoru olmuştur.
Washington Consensus diye bilinen bu üç tane aracı vardır; liberalization,
privatization, the deregulation. Yani özelleştirme, liberalleştirme, kuralsızlaştırma.
Devletin her taraftan elini eteğini çekmesinin istendiği dönem. bu dönemde temel
tesisi şudur biliyorsunuz: Devlet nereye dokunursa orada bir başarısızlık yaratır,
devlet başarısızlığı fikri. Dolayısıyla önce kurullarla başlayan sonra hazineyle devam
eden bir süreç devletin küçültülmesi süreci olarak karşımıza çıkmıştır. Bu dönemdeki
bürokrat tipi genellikle yurtdışında eğitim gören mastır veya doktorasını yurtdışında
yapan iyi ingilizce bilen, suşi yiyen, -hatta bir örnek vereyim; hazinede departmanlar
arasındaki iletişimi güçlendirmek için ne faaliyet yapıyorlar diye sorsam size. Ne
dersiniz? Fenerbahçe Galatasaray arasında futbol oynanır. Departmanlar arasındaki
iletişimi güçlendirmek için bir bowling oynuyorlar. %50‟nin üzerindedir hazineden
DPT‟den Merkez Bankası‟ndan yurtdışına gönderilip mastır yaptırılanlar, aylık 2500
dolarla gönderilirler. Sorun gönderilip gönderilmemesi değildir. Sorun şudur;
12
1970‟lere kadar mevcut bürokrasi şununla uğraşır. Sistemin temelinde yasalar
yönetmelikler vardır. Bürokrat, yasalar yönetmelikleri iyi bilen adamdır ve yasalar
yönetmelikler çerçevesinde siyasiler hükümete icraa heyetine der ki başka şeylere
müsteşarlara şunlara bunlara der ki; “sen bunları yaparsın yapamazsın”. Dolayısıyla
tutucudur ketumdur üstadlık ilişkileri vardır. Kendi içinde bir yapılanması vardır.
Tutucu olması da normaldir. Tutucu olması da sistemin gereği mutlaka elzem bir
şeydir, olması gereken bir şeydir. Weber‟de böyle ister. Ama 80 sonrası bürokratik
elit, yasalardan nefret eder yönetmeliklerden nefret eder. Ayak bağı olarak görür.
Uluslararası normları sever. Onları Türkiye‟ye getirmek ister. Evet, öyle yeni bir
bürokratik elit tipi ortaya çıktı 1980 sonrasında. Hazine Merkez Bankası vs bunun
başını çekiyor bürokratik elitin başını çekiyor.
Daha sonra 1997 ve 98 yıllarında ve 1993-94 hatta 90‟ların başında başlatılan bir
süreç, başka bir trend gelişti 1997-98 Asya ve Rusya krizinde bunu ateşleyen şeyler
oldu. Post Washington Consensus diye bilinen şey. Post Washington Consensus‟un
da yine üç ayağı vardır. Bir tanesi üst kurullar, yani klasik bakanlık örgütlenmesi
üzerine dayalı devlet örgütlenmesi, nedir bu? Bir hükümet oy alır, bakanlık bakanını
atar. Bakanlık teşkilatı -siyasi sorumluluk da vardır- hükümetin programını teşkilatla
beraber uygular. Dolayısıyla hükümet siyasi bir projeyle (ekonomik projede zaten bir
siyasi projedir bunu atlamamak lazım) ekonomik projeyle gelir ve bunu klasik
bürokrasi eliyle yürütür. Üst kurullaşma süreci siyasilerden ve klasik bürokrasiden
bürokratik yapılanmayı kopartıp uluslararası kuruluşlara uluslararası yapılanmaya,
uluslararası normlara, uluslararası piyasalara eklemlenmiştir. İlk önce dikkat
ederseniz özellikle özelleştirilen alanlarda kurulur Türkiyede. Dünyanın her tarafında
da aynı süreç söz konusu olmuştur. Üst kurullaşma süreci birinci aşaması, daha
doğrusu hepsi birlikte devreye giriyor. İkinci boyutu yönetişim, ironiktir terimiyle sivil
toplum vs tartışmaları üzerinden işlem görür. Daha toplumsal hegonomik bir blok
üretilir. Onu sivil toplum örgütlenmesi hegonomik bir blok örgütlenmesi için devlet
bazında açığa çıkmış bir yapılanmadır. Bu tabii daha böyle hegonomik bürokrasidir.
Üçüncü ayağı ise dünyanın her tarafında ortaya çıkan kamu reformları sürecidir.
Devletin yeniden yapılandırılmasına gelindi. Aynı zamanda da bir yandan memur
sayısının azaltılmasına hizmet ederken, öbür taraftan da özellikle AKP‟yle de
yürütülen bu süreç şimdi bir kadrolaşma sürecidir. Performans yönetmeliği
gerektirmesi vs üzerine oturtulmaya çalışılan önce AKP‟le belediyelerde başladı.
Daha sonra hemen hemen bütün bakanlık teşkilatlarını ele geçirdi. Biraz Dışişleri
Bakanlığı‟nda zayıf kaldığı için Sayın Erdoğan‟ın monşerler diye sinirlendiği bir
yapılanmaya doğru götürür sistemi. Şimdi bu üçayak üzerinden geldiğiniz yapının bir
uluslararası boyutu var. Yani uluslararası bir sistemin uzantılarının burada
yerleştirilmesi mesela Türkiye üç yıllık bütçe sistemine geçiyor. Ne demektir bu? Çok
basit, bir sonraki hükümetin bir önceki bütçenin bağlanması demektir. Bütçesi
olmayan bir hükümet hiçbir şey yapamaz. Elinde parası bütçesi kendi belirlediği bir
bütçe olmayan hükümet hiçbir şey yapamaz. Yani siyasilerden, klasik bakanlık
teşkilatından uzaklaştırılmaya çalışılan bir devlet örgütlenmesiyle karşı karşıyayız.
Bunun işleyiş tarzı karar alma mekanizması yönetişim olmaktadır. Kamu reformları
süreciyle de bu sistem performans denetlemesine yani kamusal
hizmet
süreçlerinden kopartılmaktadır. Bizdeki memuriyet siyasi bir sorumluluktur siyasi bir
görevdir, Anayasada, siyasi haklar arasında düzenlenmiştir. Dolayısıyla da
vatandaşlık hakkıdır devlet memuru olmak, oysa ekonomik bir hakka doğru itilmeye
çalışılmaktadır. Bu süreç bunu yaparken de performans denetlemesi vs üzerinden de
örgütlenilmekte bir iktidarın temel taşları örgütlenmektedir.
13
Şimdi başta söylediğim hipotezlere dönecek olursak hemen iki tane şey
söyleyeceğim ve bitireceğim. 1-AKP bürokrasiyi ele geçirdi dedik. 2-Yeni bir şeye
dikkat etmenizi isterim. Samanyolu TV‟ye bir bakın, ATV‟ye bir bakın. Samanyolu TV
eskiden daha böyle ölünce öbür dünyada karşınıza neler çıkacağını üzerinde
programlar yaparken şimdi Tek Türkiye, Ölümsüz Kahramanlar gibi programlar
yapıyor,, çok ilginç bu. Son olarak da son bir hipotez ileri sürerek bitireyim hocam.
Türkiye‟de ekonomik kriz derinleştikçe bürokrasi ve devlet örgütlenmesi içerisinde
kendini bulan bazı çevreler o tartıştığım kolezyum da Napolyon Bonapart‟tın 18
Brumaire‟ini tartıştık. Bürokrasinin ilkel ruhunu geri çağırabilir ve bu krize çözüm öyle
siyasi biR çözüm olabilir. O yüzden ne diyelim? Dikkatli mi olun. Teşekkürler
Öğretim Görevlisi Özgür Bor: Ek olarak ben Erinç Hoca‟ya bir soru soracağım.
İmzalandı imzalanacak olan IMF anlaşmasından ne bekliyoruz? Bir 20 30 40 milyar
dolar geleceği söyleniyor ama yani yama mı yapılacak yoksa başka bir beklenti mi
var? Birde ek olarak benim aklıma gelen bir soru daha var. Katılımcıların da
görüşünü merak ediyorum. Yani bu neoliberal uygulamaların bir dönem paradigma
yer aldı. Varsayalım ki bu yarayı bir şekilde sağlatamadılar. Bir on yıl sonra yeni
paradigmamız ne olabilir? Yani aslında bakıyoruz, 1982, 2008 bir paradigma
öncesinde de başka bir paradigma, yeni para paradigmamız ne olacak? Olabilecek
mi? Teşekkürler.
Soru: Erinç Hoca‟ya sormak istiyorum. Hocam aklıma takılan bir şey var. Benim evim
Honda‟nın yanında ve durmadan arabalar doluyor, boşalıyor, doluyor, boşalıyor, ÖTV
indirimiyle alakalı ben şunu merak ediyorum: bunun bize nasıl katkısı olacak krizi
aşmamızda yardımcı olabilecek mi bize? Çünkü Honda‟nın üreticisi Türkiye değil.
ÖTV‟de yani vergiyi biz kendi cebimizden o da iniyor. Nasıl olacak yani krizde bize
yardım edebilecek mi? Diye de sormak istiyorum.
Soru: Ben bu krizle ilgili soracağım yine. 2008 yılında başlamış olan kriz 2009‟a yine
yansıdı. Ama 2009‟da üçüncü enflasyonun biteceği yani daha çok azalacağı
söyleniyordu. Ama görüyoruz ki 2009‟da bir kayıp yıl, 2010‟da belki aynı şey söylenir
yani. Belli bir tarih var mı yani verebileceğiz çözüm analizi onu soracaktım. İkincisi
yine bu ÖTV‟yle ilgili, ÖTV indiriminde para tüketimini canlandırmak istediler. Ama
şimdi bakıyoruz, kriz var para yok diyorum ben. Ama bir yandan da bu kadar tüketim
yapılıyor. Peki, bu para nereden geliyor? Bunu sormak istiyordum. Teşekkür
ediyorum.
Araştırma Görevlisi Mehmet Gürsan Şenalp: Alpay Hoca ile Galip Hocam daha iyi
yanıt verebilir belki bu konuda. Şimdi krizin sadece ekonomik boyutu yok yani
sonuçta bugün bu kadar gündemde olması hepimizin hayatını bire bir etkilediği için
belki, ama çok ciddi bir sürdürülebilirlik krizi yaşadığı ortada, yani sadece iktisadi
siyasi krizler, çok ciddi temsil krizi, parlamenter sistemlerin krizi, ideolojiler krizi benim
sormak istediğim şu; bu mimaride bu derin kriz bağlamında Ergenekon meselesiyle
ilgili bunu nasıl okumak mümkün? Yani bu uluslararası krizle ilgili bürokrasi
tartışması, sınıf tartışması bürokrasiyi ele geçirmek anlamında askeri anlamda nasıl
bir sızma görüyorsunuz ?
Türkiye Devlet dönüşü bu devleti kim dönüştürüyor? Bence genelde -az önce laf
arasında geçti- Koç falan diyoruz ama ben Koç üzerine biz tez yazıyorum şuanda,
14
Koç‟la ilgili tez yazmak istiyorsanız da belgeselci Can Dündar‟ın topladığı
dokümanlara bakmak durumundasınız. Çünkü bu konuda yapılmış gerçekten bunu
söyleyebilirim ki çok kayda değer derinlemesine incelemeler siyasetle ilişkileri bu
yasal süreçlerdeki etkileri üzerine Türkiye‟de böyle bir şey oluşmuş değil. Yani
sıkıntılar var bu anlamda dünyayı kim dönüştürüyor? Hangi mekanizmalarla
dönüştürüyorlar? Bence bunun üzerinde iyi düşünmemiz gerekiyor. Sizin fikrinizi de
almak isterim. Çok teşekkür ederim.
Soru: Benim sorum Erinç Hoca‟ya olacak. %4‟lük bir büyüme beklenirken şunu
görüyoruz ki %-3.8‟lik bir küçülme var. Bu küçük istatistiksel sapmayı nasıl
yorumluyorsunuz?
Soru: Hocam aynı şekilde ben de Erinç Hocaya soracağım ama şuanda hazırlıksız
geldim. Geçen hafta Cumhuriyet‟teki yazınızda, dünyadaki işsizlik sadece bizi
etkiliyor gibi bir sonuca varmışız. Mesela Moldova‟da %20‟lerin üzerinde (Moldova
mıydı ülke adını tam hatırlayamadım) olan işsizlik %13‟lere kadar gerilerken, bizde
çıkan işsizlik oranını tekrar nasıl yorumlarsınız? Bizim diğer bu zayıf ekonomilerden
farkımız nedir?
Prof. Dr. Sinan Sönmez: Evet. Başka soru var mı? Başka soru yoksa evet yanıtlara
geçelim. Erinç Hoca‟dan başlayalım.
Prof. Dr. Erinç Yeldan: Çok teşekkür ederim değerli arkadaşlar en son sorudan
başlayım bu soruların bir bölümü de işsizlik üzerine
Geçen hafta ki grafik buydu. Artık bunu
tamamlayan ikinci bir grafiği kullanmak
istemedim. Ama bu bana gelen
soruların birçoğunu açıklayan bir
grafik, yani örneğin Kübra‟nın sorusu,
tüketim talebi ithalat ithal edilen mallar
üzerine olan talebi canlandıracak
önlemler, ÖTV‟nin azaltılması gibi,
Türkiye‟nin krizi atlatmasında yardımcı
olabilir mi? Ya da Uğur arkadaşın
sorusu işsizlikle küresel kriz arasındaki
ilişki
nedir?
Türkiye
açısından
bulabilirsiniz. Şimdi bu resimde belli
başlı gelişmekte olan ülkeler veya işte emerging markets denebilir. Yani arkada böyle
bir bam bam bam müzik sesi, elde bir mikrofon ve anchor man veya anchor woman
telaş içinde bir takım ülkelerden bahsettiler, emerging markets deniyor. Dikkat
ederseniz artık gelişmekte olan ülkeler demiyorlar bu literatürden kalktı. Gelişmekte
olan ülkeler hepsi yükselen piyasalar oldu, yükseliyor. Yükselmek de yüksek faiz
vererek oluyor. Şimdi bu yüksek faiz meselesine Özgür‟ün sorusunda bu IMF
programı bize yardımcı olur mu bu bağlamda geleceğim. İşsizlik rakamlarına
bakarsanız, Polonya krizden fırsat çıkarmak diye bir klişe üretildi 2006‟nın birinci
çeyreği başlangıç değeri ve günümüzde Polonya hızla aldığı tedbirlerle açık işsizlik
oranları düşürülmüş durumda.
Türkiye ve Seçilmiş Gelişmekte Olan Ülkelerde
İşsizlik Oranı (%)
20.0
18.0
Macaristan
Kore
Meksika
Polonya
Romanya
Tayland
Türkiye
Arjantin
Brezilya
16.0
14.0
12.0
10.0
8.0
6.0
4.0
2.0
0.0
15
Diğer çeşitli ülkeler var işte kimler olduğu yazılı bizim ülkemizde koyu renk kırmızıyla
çizilmiş.
En son Ocak işsizlik rakamlarını da buraya ilave ettim. Bu rakam toplam işsizlik
özellikle bütün Türkiye‟deki açık işsizlik oranı tarım dışı işsizlik oranı şuanda %18‟e
çıkmış durumda. Sizler arasında yani üzülerek söylüyorum veya buradan keyif
duyarak yani eğitimli, kentli nüfus genç işsiz oranı da %29 oranında Herhalde bu
rakam sizi şaşırtmadı yani bunu bilerek geldiniz. Birden bire Erinç Hoca bizi mahvetti
diye çıkmayın buradan, tekrar hatırlatmaktan keyif duymuyorum ama gerçek bu.
Şimdi bahsettiğim gibi konuşmamda bu bir finansal kriz olarak Türkiye‟de tezahür
etmiyor. Amerika‟daki çıkış noktası finans piyasasının çökmesi şeklinde olabilir. Fakat
durumun dünya ekonomisine yansıması ve bizim gibi arada kalmış taşeron ülkelere
yansıması doğrudan doğruya sanayi üretimi sanayi üretim için gerekli olan ithalat
finansmanını kuruması ve o çarpık sanayileşmenin dışa bağımlı ithalata bağlı
tornavida sanayinin durması şeklinde tezahür ediyor. IMF programı böyle bir krizi
Türkiye‟ye atlatmakta yardımcı olur mu? Şimdi TÜSİAD dahil bütün hemen herkesin
tespitleri üç aşağı birbirine benziyor. İşte aşırı spekülatif finansal şişkinlik sanayici
önünü görememesi, artan belirsizlikler, kredi fonlarının durması ithalatın daralması,
fakat çözüm noktasına gelince birden bire herkes papağan gibi, herkes derken yani
İstanbul burjuvasını ve finans kesimini kastediyorum. Biz adam olmayız IMF gelsin
bize doğru yolu öğretsin savına dönüşüyor. Şimdi bir iktisatçı olarak ben IMF
programından şunu anlıyorum. IMF‟nin temel makro ekonomik kurgusu Türkiye‟nin
uluslararası iş bölümüne yüksek reel faiz sunan ucuz işgücü sunan ve ucuz ithalatçı
olarak eklenen bir ekonomi yaratma projesidir. Yurtdışından sermaye girişi yaşansın
İstanbul bir finans merkezi olarak Ortadoğu bölgesinde Dubai petrol dolarlarıyla
Avrupa‟nın ve Amerika‟nın sermayesini birleştirsin, böyle bir mistik deniz
medeniyetler buluşuyor hoşgörü ortamında aslında. Buluşan olgu Avrupa
sermayesiyle Arap sermayesi ve Ortadoğu sermayesinin İstanbul‟un mistik denizi de
bir medeniyetler buluşması haline dönüşmesi, yani Büyük Ortadoğu Projesi finansal
ayağının bizzat yüksek faiz veren, yüksek spekülasyon altında işleyen, uluslararası
sermaye hareketlerinin her türlü denetiminden açık bir şekilde gidip geldiği bir merkez
olma projesi için iktisadi boyutu, bu bakımdan IMF programının temel hedeflerine
bakarsanız, faiz dışı fazla hedefi, enflasyon hedefi, reel faiz hedefi, kur, aman kura
dokunmayın kur piyasaya kalsın hesaplar karışmasın. Merkez Bankası iki de bir kur
hedefi şudur budur der ise Washington‟daki o papyonlu beylerin hesapları karışır,
onların tahminleri şaşar. Bu bakımdan Merkez Bankası bir köşeye çekilecek. IMF
teker teker sinyalleri verecek ve Türkiye böyle bir program karşılığında sadece işte
sanayi bir parça daha tornavida çevirerek bir parça daha ithalata devam etsin diye bir
30 40 milyar dolarlık kredi sağlanacak beklentisi var. O 30 40 milyar dolar kaç olursa
olsun, ister 3, ister 30 ister, 33 IMF kredisi hiç bir zarar için net buyur masanın
üzerinde nakit efendim demez. James Bond filmlerinde vardır; kötü adam gelir şak
açar içinden yeşil dolarlar çıkar. IMF kredisi böyle bir şey değil. IMF kredisi geldiği
vakit Merkez Bankası‟nın rezervler bölümüne girer ola ki bir tehlike anında Merkez
Bankası benim rezervlerim güçlü merak etmeyin arkadaşlar diye bilsin diye açılan bir
kredidir. Yoksa hiç cebimize 70 milyon insanız 30 milyar dolardan belki bir 500 dolar
da bize düşecek diye böyle bir beklenti için falan girmedik sanayice girilmesin.
Şimdi Özgür arkadaş bir şey daha vurguladı. O vurguyla konuşmamı bitireyim. On yıl
sonra paradigma değişikliğinde böyle bir paradigmaya değişikliğe olacak mı? Şimdi
bir şey çok açık yani bu krizden bir sosyalist devrim olmayacağı olamayacağı
gerçeğini hep beraber kabul ediyoruz. Kapitalizm sonrası toplum nasıl taahhüt edilir.
16
Kapitalizm ve iktisat politikalarında nasıl bir değişiklik olabilir bunları tartışırız. Fakat
tartışmayacağımız bir tek nokta var.
Bu kriz artık serbest piyasanın devlet girişimciliği, devlet müdahalesinin hiçbir şekilde
olmadığı herhangi bir düzenlemeden bağımsız olarak serbestçe çalışan üst kurullar
aracılığıyla Ahmet arkadaşın belirttiği gibi yaratılan üst kurullar aracılığıyla
denetlenen piyasanın kaynakların en uygun en etkin en verimli dağıtacağı savı boşa
çıkmıştır. Şimdi bu boşa çıkmıştır. Yani neoliberal küreselleşmenin serbest piyasanın
ne yaparsa iyi yapar, devlet ne yaparsa kötü yapar, o yüzden serbestleşin,
kuralsızlaşın, esnekleşin, önermeleri geçerliliğini yitirmiştir. Martin Wolf, Financial
Times dergisinin baş ekonomisti. 14 Mart 2008 hatırlayanınız var mı? 14 Mart
2008‟de ne oldu? Çok önemli dönüm noktasıdır. Bear Stearns şirketi iflas ettirilmedi
kurtarıldı ve yasa dışı yollardan kurtarıldı. Bir yatırım bankası Amerikan Merkez
Bankası, Amerikan Federal Rezerv Sistemi hiçbir şekilde sorumluluğunda olmayan
Amerikan yasaları gereği bir yatırım bankası kamu kaynakları kullanılarak yaklaşık 70
milyar dolarlık bir kaynakla iflastan kurtarıldı. Kıyamet koptu Amerika‟da. Financial
Times gibi muhafazakâr bir gazetenin baş ekonomisti dahi isyan etti. Bu ahlaki
tehlikenin artık biz Korelilere Ahbap Çavuş Kapitalizmi Türklere “siz adam olmazsınız
bütün üçüncü dünya ülkelerine kapitalizmi yanlış uyguluyorsunuz” nasihatini verirken
serbest piyasa ideolojisine böyle pervasızca müdahalede bulunması bahsettiğim artık
bu savın yanlışlığını ortaya çıkartıyor. Son bir tespitte şunu belirteyim: Sav kendi
içinde tutarlı yani neoliberal neoklasik sav, fakat varsayımlar şöyle; eğer piyasalar
serbest rekabetçi ise eğer enformasyon herkese açık olarak veriliyorsa bilgi kilidi
yoksa büyük oyuncular küçük oyuncular diye bir ayırım yoksa, piyasada her şey
serbest enformasyonsa, herkes tarafından anında tespit ediliyorsa, belirli ortamda
hakikaten herhangi bir deregülasyon kuralı tehdit eder mi? Böyle bir dünyada elbette
piyasa kendi içinde kaynakları optimal dağıtır. Dolayısıyla iktisat teorisinin özellikle
1980‟lerden sonra ders kitaplarına giren modellerin aslında varsayımları yanlıştır.
Dünyamız eksik rekabetçi bir dünya değil, dünyamız eksik rekabetçi çok uluslu
tekellerin idari kararların, ticari kararların alındığı finansal sistemde büyük
oyuncuların, küçük oyuncuların olduğu enformasyonun kirli olduğu stratejik olarak
yanlış enformasyon verildiği, 3A endeksi de şirketlerin bir bölümünün batık kredilerle
boğulma içinde olduğu, bu bakımdan bundan sonra iktisat dünyasında çok büyük
olasılıkla optimal regülasyon, eksik rekabet koşullarında kaynakların dağıtımı,
tekellerin dizginlenmesi regüle edilmesi biçiminde yeni teoriler sunulacaktır. Bunlar
yok değildi. Fakat disiplinli limonlar teorisi ve 1929 buhranından çıkarılan eksik
rekabetçi ticaret koşulları veya bu sene nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman‟ın
yarattığı eksik rekabetçi ticaret teorileri bunlar birer istisna olmaktan veya iktisadın
ilginç konuları olmaktan çıkıp ana konuları olacak. Bu olgu sadece iktisadi
dönüşümlere yol açmayacak çok büyük olasılıkla ve hatta bahsettiğim gibi İstanbul‟un
finans merkezi olmasının Büyük Ortadoğu Projesi içindeki rolüne ilaveten bölgenizde
coğrafi sınırlar değiştirilme arzusu içinde, petrol tekellerinin çok uluslu şirketlerin veya
emperyalizmin yürütücü kuruluşlarının stratejik çıkarları doğrultusunda sınırlar
yüzyılın başında o cetvelle çizilmiş İngiliz İmparatorluğunun çıkarlarına hizmet eden
sınırlardan bir değişiklik gösterecek. Etnik kimliklere dayalı yeni ülkeler veya yeni
federatif oluşumlar yaratılmaya çalışılacak. Türker Hoca‟nın bir yazısından da
esinlenerek genellikle bu olguyu birkaç defa vurguladım. Bu planın önünde iki tane
unsur duruyor: Birincisi ulus devleti, ikincisi Büyük Ortadoğu Projesinin bu kimlik etnik
kimlik veya cemaatler üzerindeki ayrımına dayanır, yurttaşlık kimliği yerine etnik
kimliği öne koyan planlarına karşı da ikinci unsurda laiklik olgusudur. O yüzden
bugün kimi çevrelerce her ne kadar böyle dudak bükerek eski çağlardan kalma
17
nostalji gibi değerlendirilen bu ulus devlet ve laiklik aslında bugünün antiemperyalist
mücadelesini mihenk taşlarıdır.
Ben Ahmet arkadaşın vurguladığı Türkiye‟nin iktisadi bir çözümü yoktur. Türkiye
küresel krize bir siyasi çözüm sunan bir oyuncu, bir aktör olarak piyasaya itilmektedir
olgusunu biraz da bu gözle değerlendiriyorum. Bende hem sorularınız hem de bu
olanağı bana verdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.
Dr. Galip Yalman: Polonya 2006 2004 1 Mayıs‟ından itibaren Avrupa Birliği üyesi
olan on ülkeden biri ve o günden sonrada İngilizce‟de özellikle İngiliz basınında şöyle
bir laf çıktı: Polish Plummer. Yani her Avrupa ülkesi değil ama İngiltere kendi
gereksinmeleri olarak yeni üye olan ülkelere kapılarını açtı. Yani serbest emeğin
serbest dolaşımı mümkün oldu. Polonya‟nın sanırım ki bu kadar çarpıcı biçimde
inmesi Polonya‟da işsizlik sorununun inmesinde bunun önemli bir rol var ve bu artık
espri konusu haline geldi. Yani Polonyalı kalifiye işçilerin özellikle musluk tamircisi
diyelim ifade edilen kalifiyeli işçileri simgeleyen bir şey benzetme başta İngiltere bir
takım Avrupa Birliği ülkelerine gidip çalışabilmesi, sonra aynı şey sanırım Romanya
ve Bulgaristan için de gündeme geldi, son finalde bu bir bağıntıdır. Diğeri eğer bu
neoliberal çerçeve şurada ona aykırı pek bir ülke yok. Arjantin‟in IMF‟yle ilişkileri
meselesini bir yana koyarsanız o ayrı bir tartışma. Türkiye‟den farklılığı gösteriyor
2001 krizi sonrasında ama şu tablo da bu şu ülkeler neoliberal çerçevenin dışında
politikalar izlediler Türkiye‟den daha başarılı oldular da diyemeyiz. Ona da dikkat
çekmek lazım bunlar hepsi neoliberal çerçeve içinde. Dolayısıyla Türkiye‟nin farklılığı
varsa görece çarpıcı bir biçimde işsizlik oranının daha fazla onun üstünde ayrıca
düşünmemiz lazım. Çünkü zaten işsiz ya da istihdamsız büyüme denilen şey Türk
İktisatçılarının haklı olarak kullandığı benimsediği bir kavram olmakla birlikte Latin
Amerika tartışmalarından gelen bir iş bu, dolayısıyla yani Türkiye özgü bir olay değil,
niye bu niteliksel değil de niceliksel ayrıca düşünmek lazım. Onu bir eklemek istedim.
Şimdi Gürsan‟ın son ikinci sorusundan başlayalım. Burjuvazi devlet ilişkisini nasıl
çözümleyeceğiz? Fehmi Koç‟tan da araştırma yaptığına göre belki hepimizden daha
fazla bu soruyu daha iyi yanıtlayabilirsin de. Yanıltsama ve bilinçli olarak da bu
Türkiye‟deki tartışmalarda var. Özellikle de gündeme gelen bir şey son dönemdeki
sadece AKP iktidarı değil, daha öncesinden gelerek Türkiye‟deki devleti sınıflardan
soyutlayarak böyle bir güçlü devlet geleneği vs diye ifade edilen bir biçimde sadece
ekonomik alanı değil, toplumsal alanın bütünlüğünün sınıfsal mücadelelerden,
sınıfsal ilişkilerden, toplumsal mücadelelerden, ayrıca sınıflar da değil yalıtılan ve
onun dışında ona büyük ölçüde de hükmedebilen ve bunun da simgesel olarak da
devletin baskı aygıtlarıyla, ordusuyla, polisiyle diğer şeyiyle son dönemde yargılar,
üniversiteler falan da eklendi bildiğiniz tartışmalar bağlamında, böyle soyut bir devlet
anlayışı yüce devlet ulus devlet her şeyin tepesinde ulu devlet anlayışı var. Bu bir de
ulus devletlerle özleştirildiği ölçüde de betimlemesini yapıyor. Yani başka yerlerde
dönüşümler var biz buna ayak uyduramıyoruz. Dolayısıyla devletin dönüştürülmesi
meselesinde bu ayak uydurmayla birlikte kurgulanan Türkiye‟ye özgü ya da Türkiye
gibi varsa başka örneklere özgü yapının da dönüştürülmesi diye bir şey var. Ama bu
olaylar söyleyenleri büyük ölçüde hayal kırıklığına uğratan bir şey. Çünkü kurdukları
kurgu gerçeklikle yansıdığı ölçüde de bunun nasıl dönüştürüleceği konusunda da
çaresiz kalıyorlar. Türkiye herhangi bir toplumun dinamiklerine bağlı olarak
yapılabilecek bir şey değil, bu bir mücadele değil. Dolayısıyla neye gereksinim
olmuyor. Çok moda olan dış çıpalara ihtiyaç duyuyor. Bir ara IMF çıpasına ihtiyacınız
var, öbür yandan AB çıpasına ihtiyacınız var ki iş dinamiklerine dönüştüremediğiniz
18
bir şeyi dış dinamikler yardımıyla dönüştürebilirsiniz ve bu çerçevede de senin haklı
olarak söylediğin gibi zaten sınıf temelli siyaset dışlanmış, diğer çalışanların
emekçilerin siyasal ağırlığı sıfırlanmış, büyük ölçüde 12 Eylül sonrası politikalar ve
kurulan anayasal çerçeveyle yasal düzenlemelerle geriye kim kalıyor? Burjuvacı,
Türk Siyaseti, IMF ve AB politikalarını destekler gözükmekle birlikte oldukça ikincil ve
büyük ölçüde de yine o dış dinamiklere bağımlı bir konuma da sunuldu. Diğer bir
deyişle onlarında çok fazla böyle sanki yokmuş gibi en fazla işte şöyle olsun, böyle
olsun, öyle yapmayın da diye özetleyebileceğimiz bir tavır içindeler. Dolayısıyla
Türkiye‟deki devletin sınıfsal niteliğini bir kapitalist devlet olduğu burjuvazinin bir
egemen sınıf olduğu meselesi de büyük ölçüde arka plana atılmış oluyor. Dolayısıyla
haklı olarak sen de diyorsun ki peki bu devleti kim dönüştürüyor? Şimdi görünüşe
bakılırsa dışarıdan ve Türkiye‟nin kendi bütün toplumsal bütünlüğü açısından gerekli
bir dönüştürme Türkiye‟nin iyiliği için yapıyor. Ama Türkiye‟nin kendi dinamikleri de
bunu gerçekleştiremiyor. Bunun bence teorik olarak temelleri çok zayıf olmakla
birlikte Türkiye‟deki olup bitenleri anlamamıza çok yardımcı olan bir kurgu olduğunu
düşünmüyorum. Tam da senin sanırım işaret etmek istediğin gibi Türkiye‟deki
devletin de toplumsal yapıyla ilişkilerinin sınıfsal niteliklerinin açık bir biçimde ortaya
konması lazım. Ama bu devletin sadece bir sınıfın aracı bir baskı aygıtına da
indirgemeden de yapılması lazım. O toplumsal bütünlüğün bir tarihsel blok diye ifade
edilen şeyin nasıl oluştuğu çözümlenmesinin de yapılması lazım. Ama egemen bakış
benim bir zaman ifade ettiğim şeyle muhalif ama hegonomik çevreler bunun bu
şekilde algılanmasına ve doğru sağlıklı çözümlemeler yapılmasına da bilinçli olarak
engelleyici bir kurguyu sürekli olarak yeniden ürettikleri için buraya geliyoruz.
Ergenekon bunun son iki yıldır aldığı yeni bir şey, yasal bir boyut itibariyle
söylemiyorum. Kazandığı önem: Türkiye‟de en fazla hukuk devletinden yana olması
gereken insanların bir hukuki soruşturma sürecini ne hale dönüştürdükleri, polis
kayıtlarının nasıl gazete haberleri haline ya da televizyon haberleri haline dönüştüğü
ve bunların da artık kanıksandığı bir dönem yaşıyoruz. Dolayısıyla kim suçludur,
nedir, neyin iddianamesidir, ona hiç girmeden bunun toplumsal yapının belli bir
biçimde şekillendirilip bir takım sağlıklı çözümlemelerin ve toplumun gerçek anlamda
ihtiyaçlarına yönelik stratejilerin, politikaların oluşturulması engelleyici bir yanı olduğu
da kuşkusuz. Temsil krizi bence çok temel bir nokta. Türkiye‟deki toplumsal sınıfların
ve diğer toplumsal diyelim kimlik aidiyet temelli mücadele götürenler açısından da
bakarsanız ciddi bir sorunu var. Yani gerek neoliberal politikalar sonucunda
Türkiye‟de 1946 2002 ama çok daha belirgin biçimde de 2007 dönemine baktığınız
zaman kabaca 55 60 yıllık bir sürece geleneksel iktidarı kim oluşturur, başka parti
adlarında o Türkiye‟nin başka özelliği Demokrat partiden Anavatan partisinin uzanan
çizgide baktığınız zaman bir orta sağ diye ifade edilen iktidarlar onların birleşimleri
farklılaşımları falan ama bunun sonunu getiren bir noktaya geldi. Şimdi bunun
sonunu ne getirdi. Büyük ölçüde olduğu zaman ekonomik politikaların yarattığı
yıpranmanın toplumsal yapıda açtığı yaralar getirdi bu açık. Ama buna alternatif karşı
sosyo ekonomik strateji modeli sunabilecek. Ama bu Türkiye‟ye özgü bir zaafta değil
ama herşeye rağmen Türkiye‟de de böyle bir yapı, bir partileşme bir örgüt ortaya
çıkmadığı ölçüde de bu boşluğun nasıl dolduğunu da 2002‟den bu yana görüyoruz.
Şimdi orada bu temsil krizi denen şeyin daha farklı bir biçimde aşılabilmesinin
nasılını, cevabını, herhangi birimizin bildiğini zannetmiyorum. Ama bu ciddi bir sorun
onu da söyleyeyim. Son şey Özgür arkadaşımızın da belirttiği gibi bir paradigma var.
1945 sonrası dünyası Keynesyen diye ifade edilen politikalar, dünya ekonomisinin
dünya mal ve hizmet piyasalarının giderek genişlemesini ve bu sisteme katılanların
da belli iktisat politikaları ve dış ticaret politikaları çerçevesinde yer alması ön
19
görüyor. Ama bunu yapabilmeleri için ve sistemin uzun dönemde istikrarlı olarak
çalışabilmesi için bir yerde içeride devlete bir takım yeni roller biçiliyordu sosyal
devlet refah devleti. Öbür yanıyla da sermaye hareketlerinin kısıtlanması diye ifade
edilebilecek özellikle de iki dünya savaşı arasındaki yaşanan olumsuzlukların ve
krizin önemli bir biçimde unsuru olarak, istikrarsızlık unsuru, kriz unsuru olarak ifade
edilen bu portföy yatırımların türünden denilen yatırımların belli bir biçimde kontrol
altına alması durumu vardı, o dünyanın 45 70 dünyasının. IMF‟sinin vs. işlevleri o
çerçeve de betimlenmiştir. 80 sonrasının farkı bu kısıtlamaların deregülasyon finansal
sistem serbestleştirilmesi denilen şey 45 70 dönemini belirleyen parametreleri büyük
ölçüde ortadan kaldırılmasıyla yeni bir düzenlemenin aslında o da bir düzenleme
biçimi orada da devletin bir takım işlevleri var farklı işlevleri var. Bunun getirdiği bir
anlayış. 80‟lerin başındaki Türkiye gibi ülkelere pompalanan şeyiyle bırakınız
piyasalar belirlesin. Ama onun daha 80‟ler boyunca yarattığı sorunlar ortada olduğu
için Türkiye‟de daha az hissedilen, çünkü Türkiye toplumsal sonuçlar anlamında
söylemiyorum. Dünya sisteminden uyumu açısından söylüyorum. Ama Latinlerde vs
dış borç bunalımının çözümsüz bir hale gelmesi sistemi tehdit eden noktalara
gelmesinin önlenmesi çabalarının yaşandığı bir dünyada nereye geldi? 1980‟lerin
sonunda, çok net bir biçimde 1990‟larda Türkiye piyasa dostu müdahaleler anlayışı
ya da düzenleyici devlet diye ifade edilen yeni tür bir devlet yapılanması ve o
anlamda devletin piyasa dosttu yani devletin müdahalesinin piyasanın daha iyi
işlemesi için gerekli oluyor. Bu nereye özellikle yapıldı. Şimdi en temel şey bence bu
ülke içi düzenlemeler bağlamında yapılıyor, değişik alanlarda emek piyasaları, finans
piyasaları mal hizmet piyasaları, özelleştirme dediği üst kurullarıyla vs. Nereye
dokunmadılar ama farkındaydılar diye kullanılan deyim oydu. 90‟ların sonlarında
özellikle yeni bir uluslararası finansal mimariye ihtiyaç var. Uluslararası finans
hareketlerinin belli bir biçimde düzenlenmesi gereği diye bir şeyin farkındaydılar. Ama
o düzenleme yapılamadı. Wolf‟un söylediği artık bunun zamanının geldiği, bunun
bedelini ağır ödüyoruzdur. Bu anlamda düzenlemeler yapılması buna da nereden
başlayacaksınız. Bu sistemin temel direklerinden bir tanesi olan Amerika‟dan
başlayacaksınız. Amerika‟nın bu anlamda sup prime‟lar vs. çerçevesinde başkasına
lafı vardır. Nasihat verirken kendisinin hiç ders çıkarmadığı bir şey var. Bütün o Erinç
Hoca‟nın bahsettiği krizler aslında Amerika‟da benzeri İngiltere‟de de daha küçük
çapta da olsa yaşandı. Oralarda bu düzenleyici devlet denilen düzenlemelerin
yapılmadığının örnekleri çıkıyor ortaya, bu düzenleyici devlet eğer sağlanabilirse
gündeme gelmesi neoliberal anlayışın sona ermesi midir? Hayır, bence o piyasa
köktenciliği diye çevirebileceğimiz anlayışın katı bir deyişle neoliberal yorumun artık
geçerliliğini büyük ölçüde yitirmesi sonucunda yeniden o piyasa dostu türden
müdahalerle yeni bir düzenlemenin bu sefer bu alana taşınması diye düşünüyorum.
O anlamda da neoliberal anlayışın sonunun geldiğini düşünmüyoruz. Benim kişisel
düşüncem, o tartışmanın devam edeceğin açık olması. Bu yeni düzenleme çabaları
olumsuz sonuçlar verdiği ölçüde de yeni sorunların, yeni tartışmaların da beraberinde
geleceği açık. Ama bana sorarsanız neoliberal dönem sona eriyor diye çok fazla
tabiri caizse dereyi görmeden paçaları sıvamamak lazım. Teşekkür.
Prof. Dr. Sinan Sönmez: Şimdi ben çok teşekkür ediyorum. Bütün katılımcılara
lütfen öğrenci arkadaşlar iki dakika dursun. Ben tabii bir derleme toparlama falan
yapmayacağım konuşmacı değilim. Fakat bu kriz ortamında moral yükseltici bir şey
söylemek istiyorum. Yorum yapmıyorum, siyasi yorum yapmaya çok hevesliyim
şuanda ama zaman ilerledi. Şimdi bu krizle ilgili olarak bağımsız sosyal bilimcilerin
20
Türkiye ve Dünya Ekonomik bunalım 2008 2009 başlıklı bir yayını çıktı, bunun
editörleri de Oktar Türel, Ebru Voyvoda arkadaşımız, akademisyenler ve oradan
sevgili Erinç Yeldan‟ın bugün bir yazısında söz ediyor. Son paragrafı okuyorum. “Kriz
dönemleri; egemenlik iktisat anlayışının kriz dönemleri, egemen iktisat anlayışının
aşılması ve giderek yenilgiye uğratılması için fırsatlar oluşturur. Verici yurtsever
emekten yana sosyal bilimcilerin ortaklaşa düşünme eleştiri ve araştırma çabalarına
girmeleri için kriz konjonktürü uygun bir ortam sunmaktadır. Benzer değerlerin
endişeleri paylaşan tüm fikir insanları arasında kurulacak eleştirel ve yapıcı bir
iletişimin, yarının sömürüsüz, eşitlikçi özgür dünyasını ve Türkiye‟sini oluşturma
mücadelesine katkı yapacağını düşünüyorum”. Ben de düşünüyorum. Teşekkür
ediyorum tüm katılımcılara, akademisyen arkadaşlara, öğrencilere, tabii burada
konuşma yapan değerli dostlara bir plaket sunacağız bugünün anısı olarak Atılım
Üniversitesi‟ni ve bölümümüzü unutmamaları ve tekrar aramızda görmek istiyoruz.
Şimdi ben oturum başkanlığı yaptım. Verilen her plaketi ben de verdim diye kabul
ediyorum. Ama bu arada İktisat Bölümü‟nden arkadaşlarımızı sırasıyla
konuşmacılara vermek üzere davet ediyorum. Erinç Yeldan dostumuza Mustafa
İsmihan‟ı rica edeceğim. Galip Yalman‟a arkadaşa, Fatma Ülkü Selçuk‟u rica
edeceğim ve Ahmet Alpay Dikmen‟e eski okuldaşı Salih Ak Hoca‟yı davet edeceğim.
Biz çok teşekkür ediyoruz. Sağ olun. Çok teşekkür ediyoruz sağ olun.
21

Benzer belgeler