isci kardesliği - İşçi Kardeşliği Gazetesi

Transkript

isci kardesliği - İşçi Kardeşliği Gazetesi
ya işçi - yoksul köylü hükümeti, ya kıyamet!
İSCİ
KARDESLİĞİ
..
.
Sayı 51 • Şubat 2011 • 1 TL
İŞÇİ KARDEŞLİĞİ PARTİSİ’NİN
MERKEZİ GAZETESİDİR
mazluma dini, milliyeti sorulmaz!
DÜNYA
DEVRİMİNİN
NABZI
TUNUS’TA
ATIYOR!
Emperyalizmden
ve Siyonizmden
bağımsız Egemen
Kurucu Meclis
Seçimleri!
İşçi Kardeşliği Partisi (İKP) Merkez Yürütme Kurulu
B
ir yüzyılı aşkın bir süredir kapitalizmin en çürümüş ve kokuşmuş biçimi olan emperyalizmin
hâkimiyeti altındaki bir dünyada
yaşıyoruz. Bu kokuşma her geçen gün daha tahammül edilmez bir hal alıyor. Teknolojideki
gelişmeye rağmen insanların satın alma gücü
her geçen gün daha azalıyor, sendikalılık oranı
düşüyor, taşeron çalışma neredeyse esas çalışma
biçimini almaya başlıyor, dünya çapında sağlık
hizmetleriyle eğitim paralı hale geliyor, tarım
çökertiliyor, işçilerin yanı sıra köylüler de sefalet koşullarına sürükleniyor, işsizlerin sayısı gün
geçtikçe artıyor, emekliler emeklilik maaşlarıyla
ayın ancak ilk haftasını geçirebiliyorlar. Bunların
hepsi büyük patronların kârlarını güvence altına
Sürekli devrim
Tunus’ta
başladı
Mısır’da
devam
ediyor.
ABD, AB
kanlı
ellerini
Mısır’dan
Tunus’tan
çek!
almak için yapılıyor. Hükümetler bütün çalışmalarını büyük patronlar sınıfının çıkarlarını kollamak için sürdürüyorlar. Büyük patronlar sınıfı
büyük patron hükümetleri sayesinde varlığını
koruyor. İşte devletlerin ve hükümetlerin bütün
bu politikalarına rağmen dünyanın bütün ülkelerindeki (ister zengin olsun ister fakir) işçi sınıfı
ve sömürülen halklar her yerde kendi hükümetlerine karşı isyan halindeler. Ama bu isyanlara
rağmen yıllardır emperyalist rejimin hizmetkârı
olan kendi hükümetlerini ne yapıp edip bir türlü deviremiyorlar. Ta ki Tunus devrimine gelene
kadar. Evet ABD ve AB emperyalizminin uşağı
Tunus diktatörü Bin Ali, Tunus’ta başını işçi sınıfının, gençlerin ve işsizlerin çektiği bir işçi devrimiyle yıkıldı. Devrim başladı ve süreklilik kaza-
narak devam ediyor. Üstelik Mağrip’ten Maşrık’a
bütün Arap ülkelerini sallayarak. Başta Mısır
olmak üzere her yerde isyan var. Bundan çıkartılması gereken birinci sonuç şu: Demek ki işlerin
bu hale gelmesinden ne işçi sınıfı ne de halk kitleleri sorumlu. Gerçekten de eğer kitleler kendilerine yol gösterecek partilere ve örgütlere sahip
olmadıklarında bile harekete geçip emperyalizm
uşağı rejimleri yıkabiliyorlarsa, suçlu değiller demektir. Eğer burada bir suçlu aramak gerekirse,
bu olsa olsa ya emperyalizmin ve büyük patronların hizmetindeki işçi örgütleridir ya da onları
bile kuramamış olanlardır.
Tunus’ta devrim başlatan kitleler sınıf mücadelesinin yaratıcılığını bütün dünyaya ve tabii
devrimcilere de gösterdiler:
devamı sayfa 2’de
GÜNCEL
DİSİPLİN
B
başyazının devamı
Yalansız Dolansız
in Ali rejiminin denetimi altında bulunan Türk-İş benzeri bir işçi konfederasyonunu zorla devrimin başına geçirdiler. Çünkü kitlelerin tek dayanağı
her şeye rağmen işçi örgütleriydi ve onlar da bu aracı
kullandılar. Hatta o kadar iyi kullandılar ki, adının
önüne komünist sıfatını alan partiler eski hükümetin
devamcılarıyla işbirliği yapmayı sürdürmeyi içlerine
sindirirken, onlar sendika yönetiminin eski hükümete verdikleri bakanları geri çektirttiler. Tabii her
şeye rağmen UGTT, yani Tunus Genel İşçi Sendikası
işin devamını getiremedi ve şu an bakan vermemiş
olsa bile yeni hükümeti dışardan destekliyor. Üstelik
tabanının çoğunluğunun bu desteğe karşı çıkmasına rağmen. Buradan ilki kadar önemli ikinci sonuç
çıkıyor: Demek ki devrime girişen işçi sınıfının ve
ezilen kitlelerin kendilerine ait ve patronlardan, onların devletinden ve emperyalizmden bağımsız bir
siyasi partiye ihtiyaçları var. Tunus devriminin şimdi
ihtiyaç duyduğu en önemli araç böyle bağımsız bir
işçi partisinin inşası. İşçi sınıfının topluma kendi
sesini duyurması ancak böyle bir partiyle mümkün.
Bu partinin inşasında en önemli imkânsa işçi sendikalarının varlığı. Ve işte Türkiye’nin öncü işçilerine
Tunus işçi sınıfından bir hatırlatma: Yıl sonunda gerçekleşecek Türk-İş Kongresine şimdiden dikkat!
Mısır; hem nüfusu, hem stratejik konumu, hem
Arap dünyası içindeki yeri ve hem de emperyalizmin
Ortadoğu’daki koçbaşı olan siyonist İsrail’le ilişkileri yüzünden Tunus’a göre çok daha önemli bir ülke.
Ama Mısır’da henüz Tunus’ta olduğu gibi bir devrim
yaşanmıyor, söz konusu olan halkın kahramanca
ayaklanması. Kitlelerin başını kimin çektiği bile belli değil. Baradey’den Müslüman Kardeşler’e uzanan
“koalisyon”dan ya da “muhalefet”ten söz ediliyor.
İşçi örgütleri ya da partileri devrede değil. Genel
grev çağrısı yapan ve yeni kurulduğu söylenen bir
Bağımsız İşçi Sendikasından söz ediliyor, ama hepsi
o kadar. Dolayısıyla örgütlenme imkânları açısından
Mısır işçi sınıfı en azından şu an için Tunus işçi sınıfının oldukça gerisinde. Tabii yarın ne olacağı bilinemez.
Son söz olarak şunu söyleyelim: Ne Tunus’taki
ve ne de Mısır’daki İslâmi hareketler İran’daki kadar
bile emperyalizmden kopuşa hizmet edebilecek hareketler değiller. Müslüman Kardeşler daha şimdiden ABD emperyalizmiyle masaya oturma sevdasında, Tunus’taki ise AB’nin tümüyle dümen suyunda.
Yani ne Tunus ve ne de Mısır halklarının kurtuluşu
dini kökenli hareketlerden geçmiyor, tam tersine onlar Tunus’un ve Mısır’in AKP’leri olmaya soyunmuş
durumdalar. Dolayısıyla tek yol emperyalizmden kopuşu önüne koyacak bir egemen kurucu meclis için
mücadeleye atılacak bağımsız bir işçi partisinin etrafında ülkenin bütün ezilenlerini toplamaya çalışmak.
Bir işçi ve köylü hükümeti aracılığıyla işçi sınıfının
iktidarının yolunu açabilecek olan tek yol budur. Ve
zaten sürekli devrim de bu demektir.
İşçi kardeşliği
Sayı:51 • Şubat 2011
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri
Müdürü: İşçi Kardeşliği Partisi
adına Engin Bodur
Yönetim Yeri:
İKP Genel Merkezi
Öncebeci Mh. İncesu Cd.
Doğan Apt. 7/B
Çankaya/Ankara
Tel: (312) 430 32 68
İstanbul İl Merkezi:
Rasimpaşa Mh. Nüzhet Efen­di
Sk. No: 36/5 Kadıköy Tel/Faks:
(216) 700 16 30
2 İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
Eskişehir İl Merkezi:
Cumhuriye Mh. Porsuk
Bulvarı, Dilem Sk. Çağlayan
İş Merkezi, Kat 5, No: 47/d
İnternet: http://www.ikp.org.tr
[email protected]
Hesap No: PTT Posta Çeki:
1051319 ING Bank, Soğanlık
Şubesi: TR63 0009 9008 4616
8400 1000 0
Baskı: Ofis Matbaa Yayın Kağıt
Sanayii Ltd.
Davutpaşa Kışla Cd. Güven
Sanayi Sitesi No: 388 Topkapı/
İstanbul Tel: (212) 576 47 15
Şadi Ozansü
Tayyip Erdoğan’ın
Neden Ödü Patladı?
İ
ki üç CHP milletvekili “gerekirse sokak
sokak, mahalle mahalle direniriz!” der demez
Tayyip Erdoğan’ın beti benzi attı. Uzun
zamandır ilk kez her konuşmasında kendisine akıl
veren danışmanlarının görüşlerine bile başvurmadan
saldırıya geçerken şöyle laflar ediverdi: “Eşkiya
mısınız? Ne demek sokak sokak direniriz? Rahmetli
Menderes’in başına ördüğünüz çorabı benim başıma
mı geçirmek istiyorsunuz?” Hayret ki ne hayret!
Sayın Başbakan, sen bu iki üç CHP milletvekilinin kuru sıkı savurdukları ve zaten daha sonra sorumluluğunu bile üstlenmedikleri laflardan mı korktun?
Referandumun gösterdiği gibi halkın yüzde 58’i senin
yanındayken, polisin neredeyse tümü senin yanındayken, TSK’nın yönetimi senin yanındayken, Obama ve
Clinton sana tam destek vermişken neden korktun?
Gerçekten de CHP’nin muhalefetinin bir ciddiyeti olmadığını bildiğin halde ve geriye kalan bütün kurumlar ve hepsinden önemlisi Washington ve Brüksel
senin arkandayken sen neden korktun?
Galiba bu sorunun tek bir cevabı var ki, o da Tu-
nus ve Mısır yöneticilerinin karşı karşıya kaldıkları
kitle hareketinin bir benzerinin Türkiye’de de patlak
verme endişesi olsa gerek. Liberaller, unutmuş ya
unutturmuş olabilirler ama emperyalizm çağında yaşamaya devam ediyoruz ve dünyanın her ülkesinde
devrimlerle karşı-devrimler hâlâ içiçe. Ve bu demektir ki dünyanın her ülkesinde her an her şey olabilir.
Devrim; işçilerin bağımsız sınıf partisi yoksa da patlak
verebilir, onun yokluğunda sadece zafere ulaşamaz.
Ama bu durumda bile iktidardaki hâkim sınıfları ve
onların temsilcilerini tir tir titretir. Bir referandumda
elde edilmiş hiçbir başarı kalıcı bir önem arzetmez.
Hele hele «Evet» oyu doğrultusunda ileri sürülen bütün iddiaların ne kadar büyük bir yalan olduğu bu
kadar çabuk ortaya çıkmışken. Nerede referandum
öncesinde ortaya atılan iddialar nerede insanların karşısına çıkartılan «Torba Yasa»?
Erdoğan yönetimi Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında bütün direktifleri Clinton’dan ve Obama’dan
alıyor. Mısır’ın ve Tunus’un İslâmcı hareketlerini
emperyalizmin dümen suyunda tutabilme misyonunu üstlenmiş durumda. Bunun günümüzde kuşkusuz bir de ek kolaylığı var çünkü gerek Mısır’daki ve
gerekse Tunus’taki İslâmcı hareketler AKP’den bile
önce emperyalizmle uzlaşmış durumdalar. AKP Ortadoğu’daki kitle hareketi karşısında sarsılmakta olan
emperyalizmin ve dolayısıyla siyonizmin çıkarlarının
korunması için mücadele ediyor.
Çünkü AKP’nin Türkiye’deki çıkarları ana muhalefet partisininkiler gibi emperyalizme ve siyonizme
endekslidir. Torba Yasa ve Türk-İş’in Tavrı
İ
şçi sınıfı, Özal hükümetinden bu yana haklarına bu kadar taarruz edildiği bir dönem
yaşamadı. Emeklilik yaşının yükseltilmesiyle başlatılan saldırı süreci; sağlıktan eğitime her
alanda, gencinden emeklisine her kesime, kadroludan güvencesize, sağlıklısından silikozis hastasına,
madencisinden TEKEL işçisine, Alevisinden Sünnisine, Kürt’ünden Türk’üne ayrım gözetmeden devam ettiriliyor. Son torba yasa tasarısının da bu bileşimi taşıdığını, bir bütün olarak işçi sınıfına yönelik
olduğunu, birinci dereceden belediye işçilerinden
kamu emekçilerine kadar herkesin canını yakacak
maddelerin aynı torbaya konduğunu bir kez daha
gördük. Evet, hükümet söz konusu işçi-emekçi haklarıysa ayrım yapmıyor! AKP hükümeti, yeri geldiğinde Mısır devlet başkanı Mübarek’i eleştirecek
kadar demokrat, silikozis hastası kot kumlama işçilerinin durumuna ağlayacak kadar duyarlı, içki konusunda hassas, sanata karşı ilgili ve yeri geldiğinde
işçilerin-emekçilerin ayrım gözetmeden haklarını
ellerinden almak için aynı torbaya koyacak kadar
birleştirici! AKP hükümetinin işçi sınıfına bir bütün
olarak saldırdığı oranda işçi sınıfının da daha birleşik mücadelede vermesi beklenir değil mi?
Özellikle işçi örgütlerinin öncülük ettiği,
örgütler içinde merkezi önem taşıyan Türk-İş’in
bu işin başını çektiği eylemlerin yapıldığı bir
süreçten bahsetmek isterdik. Ama ne yazık ki
garip ve acı şeylerden bahsedeceğiz. “Birleştiren”
AKP’nin karşısında mücadeleyi bölen Türk-İş’ten
söz edeceğiz. İşçi hakları masa başında nasıl satılır
bundan söz edeceğiz. Bir konfederasyon kendisine
bağlı bir sendikanın haklarını, diğer sendikası
için nasıl feda eder bunu söyleyeceğiz. TEKEL
işçilerinin mücadelesiyle iyice açığa çıkan sendikal
bürokrasinin, Kumlu ve hempalarının nasıl işçi
sınıfına ve Türk-İş’e ihanet ettiğini çekinmeden
ifade edeceğiz.
Foto: http://www.yilmazkizilirmak.com
Bütün bunlar nasıl yaşandı? Madde madde
bunları sırasıyla anlatalım:
• AKP tarafından belli aralıklarla gündeme getirilen
saldırı planı “Torba Yasa” adıyla 29 Kasım 2010
tarihinde TBMM’ye sunuldu. Türk-İş, daha
doğrusu Kumlu ve hempaları ne yaptı? 8 Aralık
2010’da torba yasaya ilişkin görüşlerini yayınladı.
Hükümet yetkililerinin kendileriyle görüşmesini
bekledi. Açıkça işçilere saldırı niteliği taşıyan ve
cepheden karşı çıkılması gereken torba yasayı
müzakere edilebilir görerek kendileriyle temasa
geçilmesini beklemeye başladı.
• O da ne?! Kendileriyle kimsecikler görüşme
zahmetine girmedi. Bunun üzerine Türk-İş, 24
Aralık 2010’da bir basın toplantısı yaptı. Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın böyle bir tasarı
hazırlığında Türk-İş ile diğer sosyal tarafların
görüşlerine başvurmamasına üzüldüklerini belirtip,
süreçte ise görüşlerinin dikkate alınmadığını dile
getirerek sitem etti. Onlara göre sosyal diyalog ciddi
bir işti. Ama kendilerinden başka bunu ciddiye
alan da yoktu! Bunun üzerine sözde “resti” çekerek
4 Ocak 2011’de yapılacak Türk-İş Başkanlar Kurulu
toplantısını işaret edildi. Bir yandan da Başbakan’a
mektup yazılarak randevu istendi.
DİSİPLİN
GÜNCEL
• “Resti” gören Tayyip ne tesadüftür ki 4 Ocak’ta
Türk-İş ile görüştü. Bu görüşmede Türk-İş Genel
Başkanı Mustafa Kumlu, Türk-İş Genel Sekreteri
Pevrul Kavlak ile Yol-İş Genel Başkanı Ramazan
Ağar yer alıyordu. Bu bileşimin nedeni sonradan
anlaşılıyor. Toplantı öncesi başlıyor diyalog!
Türk-İş yöneticileri, kendilerine bağlı Belediyeİş sendikasının başkanı ile aralarının bozuk
olmasından aldığı güçle; belediyelerde çalışan
“ihtiyaç fazlası işçiler”in Milli Eğitimin, Emniyetin
taşra teşkilatına ve ihtiyacı olan mahalli idarelere
gönderilmesini kabul ediyor. Yani 174 bin belediye
işçisini torbaya sokuyorlar. Karşılığını ise İl Özel
İdarelerinde çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin sadece
karayollarına gönderilmesi olarak alıyorlar.
• Herkesin gözü kulağı Türk-İş Başkanlar Kurulu
toplantısından çıkacak kararlarda iken sonradan
anlaşılıyor ki Tayyip’le “olumlu” geçen görüşme
neticesinde “Torba Yasa Tasarısı”na karşı yapılması
planlanan eylemler erteleniyor.
• Belediye-İş yöneticilerinin, şubelerinin ve
işçilerinin 11 Ocak’ta fiiliyata dökülen tepkilerini
Türk-İş yöneticileri umursamıyor. Belediye-İş
Genel Merkezinin 12 Ocak’taki açıklamasına ise
Türk-İş yönetimi bir genelgeyle cevap veriyor. 20
Ocak tarihli genelgede, Belediye-İş Genel Başkanı
ile aralarında olan husumet gerekçe yapılarak
izahat veriliyor. Bu izahatta suçlama var, doğru
yapıldığı savunusu var, tüm işçiler için çalışıldığı
yalanı var ama en küçük bir yüz kızarması, utanma
yok!
üst yönetimi (neden Ankara ve Kırıkkale diye
sormuyoruz bile), toplantıdan kısa bir süre önce,
toplantıyı iptal ediyor. Üstelik (çağrıyı imzalayan
Türk-İş Teşkilatlandırma Sekreteri’nin bile imzası
olmadan) imzasız bir yazıyla. Ama tepkileri kırmak
için de bu iptal yazısının sonuna, 25 Ocak’taki
KESK eylemlerini, şubelerin desteklemesini
eklemeyi ihmal etmiyor. İşçi sınıfına saldıran torba
yasaya karşı tepkileri büyütüp çoğaltması gereken
Türk-İş dalgakıran rolünü oynuyor. Evet, Türk-İş
bölücülük yapıyor.
• Türk-İş, 26 Ocak tarihinde Meclis Genel Kurulu’na
gelen torba yasayı göstermelik olarak protesto
etmek amacıyla AKP İl Başkanlıkları önünde
basın açıklaması gerçekleştirdi. Göstermelik
diyoruz çünkü ortada bir eylem planı, programı
yoktu. KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin
“Torba Yasa Tasarısı’na karşı ortak eylem” (Türkİş de davetliydi) kararına ilişkin de bir tek söz
söylenmedi.
• Bu gidişin bir sonraki adımı kıdem tazminatının
yok edilmesi ve bölgesel asgari ücretin hayata
geçirilmesi iken; Türk-İş yöneticileri kıdem
• İşçilerin ve şubelerin baskısı karşısında Ankara
ve Kırıkkale’deki Türk-İş’e bağlı sendikaların
şube başkanlarını toplantıya çağıran Türk-İş
tazminatı konusunda haber ajanslarına göstermelik
beyanatlar veriyor. Diyor ki zatı muhterem
“Türk-İş’in, kıdem tazminatına dokunulması
halinde bunun genel grev sayılacağına dair
Genel Kurul kararı vardır. Biz kıdem tazminatı
tartışmalarının tarafı olmadık, olmayız.” (27
Ocak 2011). Türk-İş Başkanı bu açıklamasıyla
yüreğimize su serpemedi. Yaptıkları bundan
sonra yapacaklarının göstergesidir. Bu sözleri
efelenmenin ötesinde değerlendirmek mümkün
değil. Kaldı ki Kumlu başkanlığındaki Türk-İş’in
zorla da olsa TEKEL işçileri için alınan 1 günlük iş
bırakma eylemini de nasıl gerçekleştirdiğini geçen
sene 4 Şubat’ta gördük. Ne kadar da caydırıcı bir
eylemdi! Daha sonraki açıklamalar, yapılanlar
iyice cesaretlendirdi, ama maalesef işçileri değil
hükümeti! O zaman gereğini yapmayanlar,
bugün torba yasanın gelmesinden de bir o kadar
sorumludurlar.
• Son olarak sınıf dayanışmasından kaçan Türk-İş
bürokrasisinin, Başbakan’ın ayak izinden gitmeyi
kendilerine tek çıkar yol olarak gördüklerini
söylemek gerekiyor. Somutlarsak; Türk-İş 3
Şubat’ta KESK, DİSK, TMMOB ve TTB tarafından
yapılan “Torba Yasa Tasarısı’na karşı ortak
eyleme” katılmadığı gibi polis zorbalığına karşı
da bir çift söz söyleyememiştir. Haklarını savunan
emekçilere reva görülen şiddete sessiz kalan Türkİş, OSTİM’de yaşanan patlamalara ilişkin olarak ise
hükümetin ardından 4 Şubat’ta açıklama yapmayı
ihmal etmemiştir. Açıklama yapması gereken
hükümettir, hesap sorması gereken ise Türk-İş’tir,
diğer sendikalardır. Hesap sormak hükümetin
güdümünde açıklama yapmakla olmaz, alanlarda
bütün baskılara, polis şiddetine rağmen hak
mücadelesi yapmakla olur.
KESK ve Türk-İş Genel Kurulları Penceresinden Sınıfın Geleceği
T
ürkiye işçi sınıfı grevlerle, direnişlerle,
ölümlerle elde ettiği tüm kazanımlarının
neredeyse tamamını (kıdem tazminatı hariç) kaybetti. Özellikle ikinci dönem AKP hükümeti
bütün toplumu kullaştırırken; işçi sınıfı ve onun örgütlerini de paramparça etti. Kamu emekçilerini özelleştirme, 4-B, 4-C, taşeronlaştırma gibi saldırılarla
böldü. Kadrolu çalışanları ise kapıkulu yapmak için
bütün yasal düzenlemeleri bir bir Meclis’ten geçirdi.
Zayıf da olsa var olan işçi örgütlerine saldırılarını hiç
kesmedi. Bazılarını ya doğrudan kendine bağladı ya
da marjinalleştirmek, bürokratik kastlara dönüştürmek için bütün kirli oyunlarını sergiledi. Bütün bunlar olurken işçi sınıfının sendikal örgütlerinin neredeyse buna dünden hazır bir görüntü sergilemesi ise
dramın en acı yüzüdür. AKP hükümeti döneminde;
bırakın sermayeden ve devletten bağımsız sendikaları
doğrudan hükümete bağımlı sendika ve konfederasyonlar oluştu!
Bütün bu olumsuz hava içinde kamu emekçilerinin en dinamik ve örgütlü gücü olan KESK ve işçilerin
en örgütlü olduğu Türk-İş Konfederasyonu genel kurul
sürecine girdiler. Sendika genel kurulları var olan durumdan kurtulmak için her zaman önemli dönemeçlerdir. Tabandan gelen yeni ve mücadeleci bir gücün
tarihin akışını değiştiren bir iradeyi yarattığına sınıf
mücadeleleri tarihinde defalarca tanık olundu. Peki,
bu iki önemli konfederasyonumuzun şimdiye kadar
gerçekleşen kongrelerinde böyle bir iradenin ortaya
çıkabileceğine ilişkin emareler görebildik mi? Cevabımız ne yazık ki “Hayır”. Oysa bu iki konfederasyonun öncülüğünde oluşturulacak olan bir “Birleşik İşçi
Cephesi” tek çıkar yolumuz. Devletten ve sermayeden
bağımsız bir cephenin kurularak; işçi sınıfının kazanılmış haklarını korumak ve kaybedilenleri yeniden
kazanmak için Türk-İş ve KESK’e önemli görevler düşüyor.
KESK’e bağlı sendikalar bir yandan şube ve genel merkez kurullarını yaparken bir yandan da Ocak
ayında KESK Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Bu
“olağanüstü şartlarda” gerçekleşen kurulun asıl genel
kurulun bir provası olduğunu söylemek sanırım yanlış
olmayacaktır. Çünkü şimdi yönetime girmeyen bazı
grupların asıl seçimde göstereceği “pazarlık başarısına” bağlı olarak şu anki 7 kişilik MYK’da 1-2 isim değişecek. Yine asıl sorunların değil; kimin, kaç kişiyle
temsil edileceğine boğulmuş bir kongre süreci yaşanacağını şimdiden görmek zor değil. KESK geçmişine ve
yarattığı fiili-meşru mücadele geleneğine uygun olarak
kendini yenilemelidir. Yönetimlerde sendika içindeki
bütün eğilimlere temsil imkanı veren bir yönetim tarzını oluşturmalıdır. Bunun için tüzüğün 7 kişilik MYK
öngörmesi engel değildir. Emekçiler kendi hukukunu her zaman yaratmasını bilmiştir. Şubelerde işyeri
temsilciler kurulunu aktifleştirip yarı-karar organına
dönüştürerek, merkezi düzeyde GYK’ları aktif olarak
çalıştırarak daha kapsayıcı bir temsiliyet mümkündür.
Yine bazı şube genel kurullarında önerge olarak kabul
gören doğrudan seçim ilkesi de gerçekleştirilemeyecek
bir uygulama değildir. Bütün bunlar KESK’i daha demokratik ve daha aktif hale getirecektir. Alınan kararlarda bütün eğilimlerin görüşleri olacaktır. Geri çağırma ilkesinin yaşam bulması da ancak böyle kapsayıcı
ve demokratik bir yönetim anlayışında mümkündür.
Türk-İş’te Mustafa Kumlu ve hempalarının yönetiminin işçi sınıfına ihanetleri deneyimle sabittir.
Bunun en trajik ve tarihi örneği TEKEL direnişi oldu.
Bugün Türk-İş’e üye işçiler ve tüm işçi sınıfı bu büyük
ihaneti gördüler. Devlete ve patron hükümetlerine
bağlı olmanın işçi sınıfı için nasıl ağır bedellere sebep
olduğunu daha iyi anlatan bir örnek olamaz. İhanetin
sınırı yok. Kumlu yönetimine destek veren Belediye-İş
de torba yasa ile aynı ihanetin kurbanı olmak üzere.
İşçi sınıfının mücadelesinin önünde aşılması gereken engel niteliğinde olan bu güruh, köklü ve militan
mücadele olmaksızın Türk-İş’ten defedilemez. Bunun
olabilmesi içinse işyerlerinden başlayan sendikal bir
gelenek yaratmak zorunludur. Bu gelenek şube ve genel merkez genel kurullarında kendini ifade etmelidir.
Nasıl bir sendika? Nasıl bir Türk-İş sorusunun yanıtı
genel kurulda bir seçenek olarak verilebilmelidir.
İşçileri torbaya sokan bir Türk-İş mi yoksa torbaya karşı mücadele eden bir Türk-İş mi?
Hükümetin ayak izinden giden bir Türk-İş mi
yoksa ondan yanlışları için hesap soran bir Türk-İş mi?
Mücadeleyi diyalog ile sınırlandırıp masa başında
işçileri satan bir Türk-İş mi, alanda faaliyet yürütüp diğer sınıf örgütleri ile birleşik mücadele vererek hakkını
söke söke alan bir Türk-İş mi?
Hükümete sözde efelenen bir Türk-İş mi, sözü
ciddiye alınmak durumunda kalınan bir Türk-İş mi?
Ekonomiye can verme derdi ile patronların emrinde bir Türk-İş mi, krizin sorumlusunun işçiler olmadığı bilinci ile hareket eden bir Türk-İş mi?
Gücünü hükümet nezdinde “olumlu” görüşmelerden alan bir Türk-İş mi yoksa kendi üye sendika ve
işçilerinden alan bir Türk-İş mi?
Bugünden bu sorulara verilen net cevaplar ışığında, Türk-İş bürokrasisinde sembolleşen sınıf uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal anlayışa karşı harekete geçme
zamanıdır. İşyerlerinden başlayarak Türk-İş genel kuruluna kadar mücadeleyi yükseltmek hepimizin boynunun borcudur.
İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
3
ULUSLA
DİSİP
Afganistan işgalinin onuncu yılında
savaş Pakistan’a sıçradı
Afganistan işgalinin gerçek sonuçları
Afganistan dünyadaki eroinin yüzde 93'ünü karşılıyor. 2001'deki işgalden bu
yana 33 kat büyüyen, yaklaşık 200 milyar Dolarlık bu pazar şimdi ABD'nin elinde.
G
eçtiğimiz Ekim ayında Afganistan’daki Amerikan işgali 10. yılını geride bıraktı.
Bölgede halen NATO komutasında 150
bin işgal kuvveti bulunmasına karşın ülkenin herhangi bir bölgesinde istikrar
sağlanmış değil. Üstelik savaş Pakistan’a
sıçradı. Emperyalizmin Ortadoğu politikası, Pakistan’ı özellikle Hindistan kıtasını sonu gelmez bir savaşın içine sürükleyerek istikrarsızlaştıracak.
Emperyalizm Afganistan’da çıkmaz
yola girdi. Yüksek rütbeli Amerikan ve
İngiliz ordu yöneticileri durumu “uzun
süreli bir felaket” olarak değerlendiriyor. Geçmişte Pakistan’ın Hindistan’dan
kopmasına öncülük eden emperyalizm,
kontrol edemediği Pakistan’ı, Taliban ve
Karzai’nin kontrolünde iki bölgeye ayırmayı planlıyor. Bir taraftan da Hindistan
ve Pakistan arasındaki çatışmaları kaşıyarak, bölgeyi istikrarsızlaştırmak için suni
çatışmalar yaratmaya devam ediyor.
Geçtiğimiz yıl Afganistan büyük bir
sel felaketi yaşadı ve bu nedenle ülke IMF,
Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların yardımına muhtaç hale geldi. Ancak,
Afgan hükümeti özelleştirme ve devlet
sübvansiyonlarını kesmek gibi IMF’nin
dayattığı koşulları geçekleştiremediği için
yardımlar askıya alındı. Pakistan halkı bu
mali yardımlarla işsizlikten, yoksulluktan
kurtulabileceğini sanıyorlarsa çok büyük
yanılgı içindeler. Emperyalizmin mali
yardımları karşılığında çalışma yasaları
uygulanmayacak, ülkenin yer altı ve yerüstü kaynakları özelleştirilecek, baskı artacak ve her şeyden önemlisi Afgan halkı
esaret altında yaşamak zorunda kalacak.
Bölgede yaşayan Afgan, Pakistan,
Hindistan ve Bangladeş halklarının emperyalist işgalden kurtulmak için hep birlikte direnmekten başka çareleri yok.
Avrupa Birliği çatırdıyor
Kriz, Yunanistan ve İrlanda’nın ardından İspanya’yı da vurdu. İspanyol
hükümeti kemer sıkma politikalarını hayata geçirmeye hazırlanıyor.
45 milyonluk ülkenin toplam borcu
320 milyar Dolar. İşsizlik oranı ise yüzde
20’lere ulaştı. Bu rakam, Avrupa ortalamasının iki katı. Her dört çalışandan biri
sözleşmeli olarak iş güvencesi olmadan
çalışıyor. İspanyol hükümeti de İrlanda
ve Yunan hükümetleri gibi krizden çıkış
yolunu, IMF ve Avrupa Birliği’nden (AB)
gelecek mali yardımlarda görüyor. Ancak, İspanya’nın bu yardımları alabilmesi
için AB’nin direktiflerini harfiyen uygulaması, tıpkı Yunan hükümetinin yaptığı
4 İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
gibi kamu harcamalarını kısması ve maaşları düşürmesi, vergileri arttırması gerekiyor. İspanya’daki Zapetero hükümeti
şimdiden ailelere verilen 2 bin 500 Euro
olan çocuk yardımını kaldıracağını açıkladı.
Avrupa Birliği refahı değil krizi, işsizliği,
yoksulluğu ortaklaştırıyor, genelleştiriyor.
Spekülatörlerin, şirketlerin, bankaların,
borsanın neden olduğu krizin faturasını
tüm Avrupa halklarının sırtına yüklüyor.
Bağımsız Avrupa halklarının özgür
birliği için emperyalist AB’ye hayır!
Dünyanın Bütün Hükümetleri, Ha
Çok değil bundan henüz iki ay kadar önce Cezayir’in başkentinde Cezayir
İşçi Partisi’nin (PT), ILC (UluslararasıBağlantı Komitesi) ve Cezayir Genel İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (UGTA) ile
ortaklaşa düzenledikleri ve dünyanın 62
ülkesinden gelen emek militanları, politik
militanlar ve sendikacılarla gerçekleştirdiği Savaşa ve Sömürüye Karşı Açık Dünya Konferansı’na İKP delegeleri olarak
katıldık (Geniş bigi için İşçi Kardeşliğinin Ocak 2011 tarihli 50. sayısına bakılabilir). Üç gün boyunca 97 konuşmacının
söz aldığı bu toplantıda, geçtiğimiz ay
Tunus’ta başlayan devrimin ve onun sonrasındaki gelişmelerin haberini veren bir
deklarasyon yayınlanmış ve sonuç olarak
şöyle denmişti: “Savaşın ve yoksulluğun sorumlusu olan bütün hükümetler,
halklarınızın isyanından korkun! Kahrolsun Savaş, Kahrolsun Sömürü!”.
İşte daha şimdiden Tunus devriminin patlak vermesiyle beraber dünyanın
bütün hükümetleri kendi halklarının gazabından korkar hale geldiler. Tabii bu
hükümetlerin başında da dünya jandarması ABD emperyalizminin yönetimiyle
siyonist İsrail hükümeti yer alıyor. ABD
emperyalizmi Magrip ve Maşrık ülkelerindeki egemenliğini Avrupa Birliği ile
beraber sürdürebilmek için her türlü şaklabanlığı yapmak zorunda kalıyor. Bugüne kadar kılına bile dokundurmayıp her
türlü desteği verdiği Mübarek’e, “Ne yapalım bari git artık” diyor. Obama daha
da utanmazca, “artık Mısır’da demokrasi
hâkim olmalı” diyor. Peki bugüne kadar aklın neredeydi? Bir memlekette demokrasi olması gerektiğini kitleler ayağa
kalkınca mı akıl ediyorsun? Bu demektir
ki, emperyalizmin bir ülkenin demokratik bir yönetime sahip olup olmamasıyla
uzak yakın hiçbir ilişkisi yok! Onun derdi
varsa yoksa kendi emperyalist çıkarları.
Zaten Ortadoğu’daki esas müttefiki İsrail hükümeti hiçbir sakınca duymadan ve
son derece arsızca, “İsrail için en tehlikeli
Sudan ikiye bölündü
9 – 15 Ocak tarihlerinde gerçekleştirilen referandumun gayri resmi
sonuçlarına göre Güney Sudan ayrılık kararı aldı. İlk kez bir Müslüman
Arap ülkesi bölünmüş oldu.
Referandum
sonucunda ağırlıklı olarak Hıristiyanların yaşadığı,
petrol kuyularının
bulunduğu zengin Güney, Müslümanların
çoğunlukta olduğu
yoksul Kuzey’den
ayrılmaya
karar
verdi.
Ülkenin
zengin petrol yataklarına
sahip
Abyei bölgesi, Kuzey ile Güney arasındaki anlaşmazlığın temelini oluşturuyor. Bu bölgenin
hangi tarafa dahil olacağı henüz netlik kazanmadı. Petrol yatakları Güney
Sudan’da olmasına karşın petrolü Kızıl Deniz’e ulaştıran boru hatları kuzeyden geçiyor. Taraflar arasında bir
anlaşma olmadığı takdirde referandum kuzey ve güney arasındaki soruna çözüm getirmeyecek. Öte yandan
güney bölgesinde homojen bir nüfus
yapısı yok. Bu bölgede Hıristiyanlar
ve animist inançlı kesimler yaşıyor.
1983–2005 yılları arasında yaşanan,
22 yıl süren iç savaşta 2 milyon kişi
hayatını kaybetti, 4 milyon kişi ülkesini terk etmek
zorunda
kaldı.
Referandumun
ardından mültecilerin geri dönmek
istemeleri, vatandaşlık hakları, iş
ve toprak talep etmeleri, petrol gelirinin paylaşımı
gibi etnik çatışmalara neden olacak
sorunlar varlığını
sürdürüyor.
ABD ve AB
emperyalizmleri, Afrika’nın toprak
bakımından en büyük, 40 milyon
nüfusa sahip ülkesi Sudan ile zengin
petrol yatakları nedeniyle yakından
ilgileniyor. Bölge, Birleşmiş Milletler
askerlerinin işgali altında. Petrolden
pay almak isteyen ABD ve AB, özelleştirme yapacak ve serbest ticaret
politikalarını uygulayacak Batı yanlısı
bir hükümetin kurulmasını garantiye
almaya çalışıyor.
ARARASI
PLİN
alklarınızın Gazabından Korkun!
gelişme Arap ülkelerinin demokratik yönetimlere kavuşmalarıdır, çünkü halklar
bize düşman, sadece o halkların hükümetleri bizim yandaşımız” diyor.
Evet Tunus devrimiyle Ortadoğu’da
emperyalizmin çıkarları tehdit altında.
Tunus’la birlikte bölgede sürekli devrim
süreci başlamış bulunuyor. Emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri bu süreci geri çevirmek için, işçi sınıfı ve halklar
ise sonuna kadar götürmek için mücadele
edecekler. Sürekli devrim ülkelerin emperyalizmden kopuş süreçleriyle başlamak zorunda. Emperyalizmden kopuş
ve bağımsızlık talebinin nasıl önemli olduğunu ve kitle seferberliğini hızlandırıcı bir etki yapacağını görmek şimdiden
mümkün. Dolayısıyla egemen bir Kurucu Meclis talebi kadar acil bir başka talep
olamaz. Unutmayalım: Tunus’un ya da
Mısır’ın geleceğiyle ilgili kararlar büyük
bir yüzsüzlükle ABD Senatosu’nda alınıyor. Ve hem Tunus hem de Mısır kitleleri
bunun fazlasıyla farkındalar.
Ama devrim süreci aynı zamanda
emperyalizmden, onun işbirlikçilerinden
ve siyonizmden bağımsız bir işçi partisinin inşasını da beraberinde dayatıyor.
Çünkü ezilen milletleri emperyalizmden
koparıp onlara öncülük edecek tek güç
işçi sınıfıdır ve işçi sınıfı da ancak bağımsız örgütleri aracılığıyla bu müdahaleyi gerçekleştirebilir. Egemen bir kurucu
meclis için mücadeleye geçecek işçi sınıfı
devrimci sürecin gelişimi içinde ülkenin
bütün ezilenlerini (yoksul köylüleri, işsizleri, gençleri, kadınları, emeklileri, vs.)
harekete geçirerek hem emperyalizmden
bağımsızlığı sağlayacak ve hem de üretim
araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimine
son vererek sürekli devrimi gerçekleştirecektir.
alon ve Flamanlardan oluşan
Dolayısıyla sadece emperyalist ülke11 milyon nüfuslu Belçika’da 8
lerin hükümetlerinin değil Türkiye gibi
aydır hükümet kurulamıyor. Irak’ın hüyarı-sömürge ülkelerin hükümetlerinin
kümetsiz geçirdiği 289 günlük süre rede halkların gazabından ödü patlasın!
korunu Belçika’nın kırmasına kesin gözüyle bakılıyor.Belçika’da Kral II. Albert
tarafından hükümet kurma çalışmaları
için arabulucu olarak görevlendirilen senatör Johan Vande Lanotte, yeniden istifa
40 bin protestocu 23 Ocak’ta
Belçika’nın parçalanmasına
karşı başkent Brüksel’de
toplandı.
V
Fildişi Sahilleri’nde tehlikeli çatışma
F
ildişi Sahilleri’nde yapılan
seçimler sonucunda, seçimi
kazandığı açıklanan Alassane Ouattara’ya karşı seçimi kazandığını
iddia eden eski cumhurbaşkanı Laurent
Gbagbo’nun yönetimi devretmemesiyle
başlayan çatışma devam ediyor. On bin
Birleşmiş Milletler (BM) askerinin olduğu ülkede yaşanan bu gelişmeler İngiliz ve Fransız emperyalizminin bu çatışmadan nemalanmasının önünü açtı ve
2 bin BM askeri daha Fildişi Sahilleri’ne
çatışmayı bastırmak adı altında göreve
çağrıldı.
Gazetemizin geçtiğimiz sayısında,
Cezayir’de gerçekleştirilen, 52 ülkeden
delegelerin katıldığı Savaşa ve Sömürüye
Karşı Açık Dünya Konferansı’nın sonuç
metnini yayınlamıştık. Bu konferansta
Fildişi Sahilleri’nin işçi delegeleri, Fildişi
Sahilleri halkının birliklerine ve ulusal
bağımsızlıklarına derinden bir bağlılık
duyduklarını ve barış özlemi içinde olduklarını anlatmışlardı.
olduğu gibi Fildişi Sahilleri ve halkının doğal zenginlikleri (kakao, kahve
üretimi ve yeni keşfedilen kıyıdan uzak
petrol yatakları), yıllardır halkları boğan borçların ödenmesi adı altında
yapısal uyum planları, IMF ve Dünya
Bankası’nın özelleştirme politikalarıyla
talan ediliyor. Bu politikalar ile sözde
“etnik” ve dini çatışmaları kışkırtarak
ülkeyi bölme girişimleri arasında bir
bağlantı bulunuyor.
Bu çerçevede, Açık Dünya
Konferansı’nın sonuç metnindeki şu
bölümü tekrar etmek istiyoruz:
“Savaşa karşıyız. Savaş, tüm
dünya alklarına ve işçilerine katlanılmaz acılar yaşatır. Savaş hem
asgari müdahaleleri yapan hem
de bunlara maruz kalan ülkelerde
tüm sanayi sektörlerinin imhasına, genel işsizliğe, kuralsızlaştırmaya, eğitim ve kültürün imhasına, kırsal bölgelerden toplu göçe
yol açacak ormansızlaşmaya yol
Savaş ve BM dahil yabancı askeri
açar. Bizler tüm yabancı müdahabirliklerin işgali, Fildişi Sahilleri’ne
lelere, tüm askeri müdahale tehdemokrasi getiremez.
ditlerine ve ulusların egemenliğini tehdit eden tüm emperyalist
Bu hiç kimsenin inkâr edemeyeüslere karşıyız.”
ceği bir gerçek. Tıpkı tüm Afrika’da
Avrupa Birliği’nin
başkenti bölünecek mi?
etti. Ekonomik krizle boğuşan Belçika
halkı 8 aydır siyasi krizle boğuşuyor. Hükümetsizlikten bıkan halk, Ocak ayında
meydanlara inerek siyasileri protesto etti.
Emperyalist AB’nin sözde başkenti Brüksel, Avrupa halklarına bölünmeden, yoksulluktan, işsizlikten başka bir şey sunmuyor.
Kahrolsun AB emperyalizmi!
Amerikan
ve Fransız
Emperyalizminden
Bağımsız
Haiti
Depremin 1. Yıldönümünde Haiti
K
arayipler’in en fakir ülkesi olan
10 milyon nüfuslu Haiti’de,
12 Ocak 2010 tarihinde meydana gelen
depremde, 200 binden fazla kişi hayatını
kaybetmiş, bir milyonu aşkın kişi evsiz
kalmıştı. Haiti, hala Ekim ayının ortasında patlak veren kolera salgınının pençesinde. Dünya Sağlık Örgütü, Ekim’den bu
yana 3 bin 651 kişinin öldüğünü, 171 bin
304 kişinin de hastalandığını açıkladı.
Haiti’de depremin ardından 12 bin
Birleşmiş Milletler (BM) askerinin işgali
altında. Askerler, ülkeye kolerayı getirmekle suçlanmış ve bu nedenle saldırıya
uğramışlardı. Halkla askerler arasındaki
çatışmalarda 6 sivil ölmüştü. BM askerlerinin güvenliklerini sağladıkları siyasiler
ise seçimlerde koltuk kapma peşinde.
Depremin
vurduğu Haiti’de
BM askerleri
işgal karşıtı gösterileri ateş açarak
bastırıyor.
İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
5
DİSİPLİN
ULUSLARARASI
Röportaj
Tunus İlkokul Öğretmenleri Sendikası Genel Sekreteri Hafaiedh Hafaiedh:
“Tunus Genel işçi Sendikası (UGTT ) yalnızca adalet ve ilerlemeyi savunduğu sürece var olabilir.”
(Aşağıdaki röportaj, 2 Şubat 2011 tarihinde, Fransa
Bağımsız İşçi Partisi tarafından çıkartılan haftalık
“Informations Ouvriéres” gazetesinde yayımlanmıştır.)
Bu bir demokrasi sorunu değil. Bu, ülkemizin
işçi sınıfına ait bağımsız bir birlik olan UGTT’nin
varlığını belirleyen temel ilkelere dair bir sorun. Bugün biz, Ghannouchi hükümeti muhalifleri olarak
Tunus halkının ezici bir çoğunluğunun takındığı politik tavrı temsil eden çoğunluk olmamıza rağmen
UGTT’de muhalefetteyiz.
UGTT yönetim kurulu geçtiğimiz günlerde,
eski hükümetten, biri başbakan olmak üzere iki
bakanı barındıran Ghannouchi Hükümeti’ni
tanıdı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kurul, UGTT’nin üst düzey yöneticileri ve yeni
hükümet arasındaki müzakerelerin sonuçlarını
onaylama görevini yerine getirdi.
21 Ocak’ta toplanan UGTT yönetim kurulunun,
eski hükümetin bakanlarının dahil olduğu bir hükümeti tanımayacaklarını bildirdiğini hatırlatmak gerekir. Ancak müzakerelerin son aşamasında UGTT
önderliği������������������������������������������
, eski Ben Ali rejiminde yer almış, başbakan Ghannouchi de dahil iki bakanın varlığını tanıma kararı aldı. Bu teklif, UGTT yönetim kurulunda
da oy çokluğuyla kabul edildi.
Tunus İlkokul ������������������������������
Öğretmenleri������������������
Sendikası temsilcisi olarak ben öneriye red oyu verdim. Bildiğim
kadarıyla Ortaokul Öğretmenleri Sendikası, Posta
İşçileri Federasyonu, Kamu Sağlığı �����������������
İşçileri���������
Sendikası, Çocuk ve Bebek Sağlığı İşçileri Sendikası ve bölgesel Sfax, Bizerte ve Jendouba Sendikaları temsilcileri de bu teklife karşı oy kullandılar. Hepimiz, işçi
sınıfının talep ve çıkarlarını düşünerek öneriye karşı
çıktığımızı ve UGTT yönetim kurulunun 21 Ocak’ta
aldığı kararlardan hiçbir şekilde geri adım atmayacağımızı beyan ettik.
Sfax ve sanayide çalışan işçi sınıfının kalesi olan
Bizerte’deki yerel sendikalar ve işçi ayaklanmalarına
öncülük eden Jendouba Bölgesel Federasyonu gibi
yeni hükümeti tanımayı reddeden tüm bu sendikalar, UGTT üyesi sendikaların yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyor. Bu da, Tunus’ta sendikaların büyük
bir kısmının UGTT yönetim kurulunun 21 Ocak ���
kararlarının arkasında durduklarını gösteriyor.
Bugün UGTT içinde derin bir çatlağa sebep
olan hükümeti tanıma kararının ciddi bir şekilde
tartışılması gerekiyor.
UGTT önderliğinin bu son önerisine karşı oy
kullanan ve eski hükümet temsilcilerini bertaraf
etme hareketine dahil olan tüm UGTT üyesi sendi-
Eski düzenle bağları net bir şekilde kopar�
mak için verilen bu savaşta, RCD’den gelen iki
temsilcinin yeni hükümetten ayrılmasını sağ�
lamak için UGTT�����������������������������
içerisinde ve���������������
tüm ülkede ne�
ler yapılmalı?
Tunus’taki eylemlede UGTT üyesi
kadınlar en ön safta yer alıyor
kalar, yadsınamayacak büyüklükte bir toplumsal tabana sahipler. �����������������������������������
Şu anda����������������������������
İlkokul �������������������
Öğretmenleri�������
Sendikası 50 bin, Ortaokul Öğretmenleri Sendikası ise 55
bin üyeye sahip; bahsettiğim diğer sendikalar da oldukça güçlü kitle desteğini arkasına almış durumda.
İşçi
sınıfının
tamamının
Ghannouchi
Hükümeti’ni tanımayı reddettiğini, onu Ben Ali
rejiminin yardakçısı, devamı olarak gördüğünü biliyoruz. Bu hükümetin tanınması kararı; gerçekleşen devrimin amaç ve taleplerinin yok sayılması ve
UGTT önderliğinin kendi kural ve kararlarını halka
dayatması anlamına geliyor.
Bugün Tunus’ta gerçekleşen her ayaklan�
mada insanlar “Ghannouchi’yi devirelim!
RCD’yi (Ben Ali, Ghannouchi ve yandaşları)
devirelim!” sloganı etrafında birleşiyor. Sizce
Tunus��������������������������������������������
işçi sınıfının, gençliğin ve tüm halkın
����������
se�
sini duyurabilmek için ne yapılmalı?
UGTT, demokratik kurallar çerçevesinde hareket eden bir oluşum. Fakat şunu da belirtmeliyim ki,
UGTT yönetim kurulunun dayattığı ve sendikamızın hedefleriyle örtüşen ilkelerle bağdaşmayacak bir
demokrasi anlayışını kabullenemeyiz. Çünkü UGTT
üyelerinin yarısını oluşturan bizler, açıkça ve defalarca söylediğimiz gibi, eski rejimden tek bir temsilcinin bile dahil olduğu bir hükümet istemiyoruz.
İstanbul’un Finans Merkezinin Göbeğinde
Nemtrans İşçilerinin Direniş Çadırındaydık
İş Bankası’nın sermayedarı olduğu lojistik şirketi Nemtrans A.Ş. işçileri 27 Aralık tarihinde DİSK’e bağlı
Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten atıldırlar. Bunun üzerine 27 Aralık tarihinde Gemlik’te başlattıkları
direnişi, 14 Ocak’tan itibaren İş Bankası’nın Levent’teki Genel Müdürlük binasının önünde kurdukları
çadırda devam ettiriyorlar. Direnen işçiler ve Nakliyat-İş Gebze Şubesi Başkanı Erdal Kopal ile direniş
öncesi yaşananları ve devam eden direniş sürecini konuştuk.
Cemalettin Güzel ve Tuncay Alkan (Ağır VasıDirenişe başlamanıza sebep olan işveren uy�
ta Şoförü): Biz şoförlere 7 yıl boyunca doğru düzgün
gulamalarını anlatır mısınız?
Erdoğan Bayrak (Operatör): Ben Nemtrans’ta, limanda çekici operatörüydüm. Krizde 36 arkadaşımız
kriz bahane edilerek işten atıldı ve fazla mesai ücreti
verilmeden günde 12 saat çalışmak zorunda bırakıldık.
İzin günlerimizde bile telefon edip işe çağırdılar bizi.
Birçok kez sıkıntılarımızı anlattığımız toplantılar yaptık
işverenle, ama “bütçe uygun değil” diyerek taleplerimizi
geri çevirdiler, yalanlarla oyaladılar bizi.
6 İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
zam yapmadılar. Şirkette “yemek yemeyin, yol harcırahlarınıza yansıtalım yemek parasını” dediler, kabul
ettik. 2009’un başında Şişecam’dan gelen Cem Akgül
Genel Müdür oldu. Harcırahlarımızı düşürdü, şirkette yemek yememizi yasakladı, yemek yedik diye zabıt
tutturdu. Erzak yardımı, doğum ve evlenme yardımı,
kandillerde dağıtılan kandil simidi, çikolata gibi yan
haklarımızın tamamını kaldırdı.
devamı sayfa 7’de
Daha önce de söylediğim gibi, UGTT içerisinde çoğunluğa sahip olmamıza rağmen aynı durum
yönetim kurulu için geçerli değil. Örneğin, benim
dahil olduğum sendika 50 bin üyeye sahipken, yönetim kurulunda yalnızca tek bir temsilci bulunduruyor. Bazı 700-800 üyeye sahip kuruluşlar ise
yönetimde bizimle eşit ağırlığa sahip.
Şimdi artık ayaklanma, gösteri ve grevlerle
sokağın sesini duyurma zamanıdır. İlkokul
öğretmenleri, 24-25 �����������������������������
Ocak tarihlerinde iki gün süren iş bırakma eylemi gerçekleştirdi.
Hükümet ve basın, eylemci öğretmenlere
karşı velileri şiddetli bir kışkırtma kampanyasına
girişti. Bu yüzden, insanlarla aynı sorunları
paylaştığımız mesajı vermek amacıyla şimdilik
grevleri durdurma kararı aldık ve şu anda veliöğretmen görüşmeleri düzenliyoruz. Bu çabamızı
Ghannouchi Hükümeti düşene dek sürdürmeyi
planlıyoruz.
İlkokul öğretmenleri tamamen kazanmaya,
demokrasi ve ilerlemeyi sağlamaya odaklanmış
durumdalar. Paris ve Londra’da kapalı kapılar ardında mücadeleleri durdurmak için müzakere yürütenlerle aynı safta değiller.
Biz sendikacılar; UGTT’nin kurucusu; ilerleme, adalet ve özgürlüğün savunucusu olan
gerçek demokratlar Hached ve Hammed Ali elHammi’nin mirasçılarıyız. 1977’de verilen bağımsızlık mücadelesinde ve 1978’deki genel greve
giden yolda izlenen ilkelere bağlı kaldığı sürece
UGTT’nin var olabileceğine inanıyoruz.
PARTİ
DİSİPLİN
Bu sırada işler sürekli arttı, yeni müdür “kârı yüzde 30 arttırdık” diye övünüyor. Sabah 5’te başlıyor mesaimiz, gece 11-12’ye kadar çalıştığımız oluyor. Aylık
hareket sayısı 350’den 1.350’ye çıktı. Bizim istediğimiz
haklarımızı geri almaktı, ama yeni müdür “şartları
kabul etmeyen çeksin gitsin” diyerek bizi tehdit etti,
işittiğimiz azarlar ve küfürler de cabası. Çalışırken 12
kişi işvereni mesai ücretlerimizi ödemediği için mahkemeye verdik ve sendikaya üye olduk. Dört sene boyunca Gemport’ta örgütlü Türk-İş’e bağlı Liman-İş’e
üye olmak istedik, izin vermediler. Şimdi Nakliyat-İş’e
üye olduktan sonra “gelin Liman-İş’e üye olun” demeye
başladılar. Şu ana kadar verdikleri sözleri tutmadılar,
samimiyetlerine inanmıyoruz.
Ahmet Akbulut (İşçi): Güvenlikçilik, çaycılık,
bahçıvanlık, şoförlük, servis şoförlüğü dahil birçok
işte çalıştırdılar beni. Hatta raporluyken bile çalıştırıldım. Biz işçiler 680 TL maaş alıyorduk, yeni müdüre
dertlerimizi anlatmaya gittiğimizde “Ben de 2.500 TL
yıla burada girdik. 12 Ocak’ta Gemlik’ten yola koyulduk ve yürüyerek 2 gün sonra İstanbul’a ulaştık.
Bu yürüyüşünüz sırasında diğer işçilerden ve
örgütlerden destek gördünüz mü?
Kopal: Biz en çok Petrol-İş, Genel-İş, Birleşik
Metal-İş üyeleri destek oldular. Ayrıca Azot işçileri,
Gemport işçileri, Gemlik halkı, Yalova halkı ve Orhangazi halkı da ciddi destek oldular basın açıklamalarımız ve yürüyüşümüz sırasında.
İstanbul’daki bir haftalık direniş sürecini an�
latabilir misiniz?
Kopal: 14 Ocak günü İstanbul’da gösterilerimize başladık. Öncelikle Aksaray’da Nakliyat-İş Genel
Merkezi’nden Taksim’e kadar yürüdük ve Taksim’de
demokratik kitle örgütleri ve DİSK yöneticilerinin de
katıldığı bir basın açıklaması yaptıktan sonra yine yürüyerek Levent’e geldik. Burada da basın açıklamamızı yapıp direniş çadırımızı kurduk.
Burada 50’ye yakın işçi arkadaşla
birlikte tüm gün çadırımızdayız ve
sendika yöneticileri ve avukatlar
işverenle görüşmeleri sürdürürken
biz, buraya gelen emek dostlarına ve
gazetecilere tüm süreci anlatıyoruz.
Akşam mesai çıkışlarında İş Bankası kulesinin önünde toplanıyoruz ve
banka çalışanlarına el ilanları dağıtıyoruz, sloganlar atıyoruz, onların
da bilgilenmelerini sağlamaya çalışıyoruz.
Temel talepleriniz neler?
ev kirası veriyorum, zor geçiniyorum” diyordu bizimle
dalga geçer gibi. Kısacası direniş tırcıların harcırahlarına 5 TL zam, operatörlerin 3 vardiya istemeleriyle
başladı.
14 Ocak tarihinden beri İstanbul’un finans
merkezinin göbeğinde, Levent’te dev banka ku�
lelerinin arasında çadırınızı kurarak hakkınızı
almak için mücadele ediyorsunuz. Bu noktaya
nasıl geldiniz, direniş sürecini anlatır mısınız?
Erdal Kopal (DİSK Nakliyat-İş Gebze Şube Başkanı): Arkadaşların da detaylarını anlattığı kölece çalışma düzeni gerekçesiyle 12 Nemtrans işçisi örgütlü
mücadeleyi başlatabilmek için yaklaşık iki ay önce bizle temas kurdular. Kısa süre içerisinde toplam 46 üyeye ulaştık ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na
çoğunluk tespiti için başvurduk. İşveren işçileri önce
mücadeleden vazgeçmeleri için tehdit etti, ardından ilk
olarak 12 işçiyi işten attı. Diğer işçilerle görüşmelerinde işçiler geri adım atmayınca toplam 46 Nakliyat-İş
üyesi Nemtrans işçisi arkadaşımız işten atıldı. İşveren
ekonomik gerekçeler gösteriyor ancak aslında işten çıkarmaların altında yatan temel sebep bu işçilerin örgütlenmesinden korkmalarıdır. Kalan işçileri de ana
şirket olan Gemport’a Liman-İş üyesi olarak geçmeye
ikna etmek için uğraşıyorlar.
27 Aralıkta 14 işçinin, 29 Aralık tarihinde de geri
kalan tüm işçilerin iş akitleri feshedildi. Bunun üzerine 27 Aralık tarihinde Gemlik Limanı’nda direnişimize başladık. Gemlik Meydanı’nda yaptığımız basın
açıklamasında muhatabımızın Gemport Şirketi’nin ve
onun taşeronu olan Nemtrans Şirketi’nin sahibi olan,
ülkenin en büyük finans kapitalisti ve para babası olan
İş Bankası’nın muhatabımız olduğunu, mücadelemizi
de İş Bankası’nın merkezinde sürdürüp büyüteceğimizi duyurduk. 31 Aralık günü ilk eylemimizi İş Bankası
genel müdürlük binası önünde gerçekleştirdik ve yeni
İşçiler ve
İşçi Örgütleri
Kopal: Öncelikle işten atılan tüm
arkadaşlarımızın işe geri alınmaları.
Ama anayasal demokratik bir hak
olarak istedikleri sendikaya üye
olarak işe alınmaları. Gerekirse
bir ek protokolle bu arkadaşların Nakliyat-İş
üyeliklerinin devam etmesi ve toplu iş sözleşmesinden
yararlanabilmeleri.
Şu anda görüşmeler sürüyor. İş Bankası bu direnişimizden çok rahatsız oldu. Mücadelemizin bir
kazanımı olarak şu anda işveren atılan tüm işçileri
Liman-İş üyesi olmaları koşuluyla kadroya almayı kabul etti. Ancak işçi arkadaşlarımız bu dayatmaya karşı
çıkıyorlar. Şunu belirtmek isterim; buradaki arkadaşların çoğu daha önce sendikal mücadele tecrübesi
olmayan arkadaşlar. Çadırımızda birlik ve beraberlik
içinde direnişimizi sürdürüyoruz ve tüm taleplerimiz
karşılanana kadar meşru direnişimize devam edeceğiz,
buradan ayrılmayacağız.
Genel Başkanı’nın parti kongresinde taşeron çalışma sistemini kaldırma sözü verdiği CHP’nin sermayedar olduğu İş Bankası’nın, kendisine bağlı şirket çalışanlarını taşeron şirkette kölelik şartlarında çalıştırıyor
olması ve anayasal haklarını hiçe sayması tüm gerçekleri apaçık ortaya koyuyor. Nemtrans işçileri, aslında
sermayenin çıkarlarının bir olduğunu, “sağcı” ve “solcu”
tüm patron partilerinin temelde patronların çıkarlarına
hizmet ettiğini bizlere bir kez daha göstermiş oldu.
NOT: 11 Şubat 2011 tarihinde Nakliyat-İş Sen�
dikası tarafından yapılan duyuruda işverenin işçile�
rin tüm taleplerini kabul ettiği açıklandı. Böylece 27
Aralık 2010’da başlayan Nemtrans işçileri direnişi,
işçilerin ve sendikanın kararlı duruşları ve net talep�
leri sayesinde zaferle sonuçlandı. Sendikaya üye
oldukları işten atılan tüm işçiler sendika üyelik�
leri de kabul edilerek işe geri alındı. İKP olarak
Nemtrans işçilerini ve Nakliyat-İş Sendikası’nı,
kararlı sınıf mücadelesinin er ya da geç zafere
ulaşacağını bir kez daha ispatladıkları için kut�
luyoruz.
Engin Bodur
Katiller serbest
devrimciler hapiste
B
u devlet katilleri serbest bırakmışsa mutlaka onları halka karşı kullanacak demektir. Dün Kürt illerinde devlet korumasında katliamlar yapan Hizbul-kontranın yöneticileri
işleri bitince tutuklanmıştı, şimdi yine Kürt halkına
karşı ülkenin parçalanması ve iç savaşta kullanılmak
için serbest bırakıldılar.
İşte, ülkemizde yaşanan hukuk tartışmalar da
siyasi tartışmalardır, çünkü hukuk siyasetin bir uzantısıdır. Anayasa değişikliği ile bu daha da ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde tutukluluk süreleri çok uzundur, tutukluluk adeta bir cezalandırma aracı olarak uygulanmaktadır. Ülkeyi soyanlar, işkenceci polis tutuksuz
yargılanıp işkencelere devam ederken gazeteciler ve
düşünce suçluları tutuklanmaktadır.
Özel yetkili mahkemeler kaldırılmalıdır. Özel soruşturma ve yargılama usulleriyle, savunma hakkının
kısıtlanması niteliğindeki gizlilik kararlarıyla, binlerce
sayfalık iddianameleriyle yargılama yöntemleri tartışma konusu olan özel yetkili ağır ceza mahkemeleri
kaldırılmalıdır. Farklı yargılama hükümlerine tabi
olan özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin varlığı kanun önünde eşitlik ilkesine, yargılama birliği ilkesine
ve adil yargılanma hakkına aykırılık teşkil etmektedir.
Geçmişteki devlet güvenlik mahkemelerinin devamı
niteliğindeki bu mahkemeler temel hak ve özgürlükler yönünden ciddi bir tehdit teşkil etmektedir.
Gizli tanık uygulaması kaldırılmalıdır. Tam bir
senaryo haline gelmiş bu uygulama ile uydurma suçlara yalan tanıklar üretilmektedir.
Yasal olmayan delil üretenler ve buna göre işlem
yapanlar meslekten çıkarılmalıdır.
Siyasi partiler ve yöneticileri anayasal haklarını
kullanabilmelidir. Siyasi parti yöneticilerini tutuklayıp başka suçlamalarla yargılamak kara yargının göstergesidir. Partinin yaptıklarını değerlendirecek olan
halktır. Hırsız, taciz ve tecavüzcü, dolandırıcılar mecliste dokunulmazlık zırhıyla korunurken anayasal kurumlar olan siyasi partiler, halktan ve işçi sınıfından
yana olduğunda türlü oyunlarla politika dışına itilmeye çalışılmaktadır.
Adaletin gecikmesi en büyük adaletsizliği doğurmaktadır. Ülkemizde yargı organları kendilerini ağır
bürokratik hantal anlayıştan kurtarmalı, yargı organları mensupları sistemi ve devleti koruma refleksiyle hareket etmekten vazgeçmelidir. Yargının önceliği yasaları hızlı, tarafsız biçimde uygulamak, insan hak
ve özgürlüklerini korumaktır.
Mevcut yargılama düzeni; yıllarca süren davalarla, ağır işleyen yargı sistemiyle tükenmiştir. Siyasal
iktidarın önceliği yargının yapısal hale gelen, acil, ağır sorunları çözmek yerine, yargı düzenini etki altına
almaya çalışmak adeta kendi yargı sistemini oluşturmaya çalışmak olmuştur. Yargı bağımsızlığını teminat
altına alacak, yargının işleyişini hızlandıracak gerekli olanakları sağlayacak, savunmanın yargı içindeki
konumunu güçlendirecek düzenlemelere acil olarak
ihtiyaç vardır.
Tunus, Mısır ve tüm halk hareketlerinin gösterdiği gibi görev işçi sınıfınındır. Adalet, barış ve özgürlük için görev başına.
İŞÇİ KARDEŞLİĞİ
7
Deklarasyon
KOT KUMLAMA İŞÇİLERİ DAYANIŞMA
KOMİTESİ”NİN İKP’Lİ ÜYELERİNDEN AÇIKLAMA
KOMİTEDEN NEDEN ÇEKİLDİK?
K
ot kumlama işçileri çalıştırıldıkları
insanlık dışı, sağlıksız iş koşulları nedeniyle silikozis hastalığına yakalandılar. Akciğerleri katılaştırıp hastaları
nefessiz bırakan silikozis, dünyada tekstil sektöründe
çalışanlarda ilk kez Türkiye’de görüldü, ilk teşhisler
2004-2005 yıllarında konuldu. İşçi Kardeşliği Partisi
olarak 2008 yılında Kot kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ni kurarak öncülük ettiğimiz ve bugüne
kadar işçilerle birlikte var gücümüzle sürdürdüğümüz mücadelede bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyoruz. Geldiğimiz noktada, Komite’nin içinde
bulunduğu yanlış, yaşanan yenilgi ve önümüzdeki
süreçle ilgili politik tavrımızı açıklamayı, bu mücadeleye maddi ve manevi destek veren, gönüllü emekleriyle yanımızda olan herkese karşı bir borç biliyoruz.
Kot kumlama işçilerinin mücadelesi
şimdilik yenilmiştir
Kot kumlama işçilerinin
dayanışma komitesi aracılığıyla 2008 yılından itibaren yürüttükleri mücadele sırasında
kuşkusuz önemli kazanımlar
elde edilmiştir. Bunlar sırasıyla şunlardır:
Sağlık Bakanlığı, tekstil
sektöründe kumlamayı yasaklayan ve hastaların sağlık
hizmetlerinden ücretsiz yararlanmasını sağlayan bir düzenlemeye gitmiştir, yurt dışından
silika hammaddesinin ithali
durdurulmuştur.
Büyük çokuluslu ve yerli
tekstil şirketleri kendilerinin
teşhir edilmesi üzerine “artık
kumlama yapmayacaklarını”
açıklamak zorunda kalmışlardır.
Komite hukuk sürecinde de önemli adımlar atmış, üçkağıtçı “merdiven altı” işletmelerin patronlarına dava açmış, görevlerini yerine getirmeyen kamu
görevlileri hakkında da ceza davaları açılmasını sağlamıştır. Şu anda yargılanmakta olan Çalışma Bakanlığı
müfettişleri ve belediye yetkilileri vardır.
Komite bunların yanı sıra kot işçilerinin haklarını
arama mücadelesini örgütlü işçi sınıfının imkânlarıyla
bütünleştirmeyi de görev bilmiştir. Bu doğrultuda,
ülkenin çeşitli illerinden ve bölgelerinden Ankara’ya
gelen hasta işçilerle beraber eylemler gerçekleştirmiş
ve bu eylemlerde başta Petrol-İş ve Teksif sendikaları
olmak üzere bir dizi işçi örgütünden destek almıştır.
Komitenin İKP’li bileşenleri olarak, bu sendikalarımıza ve elinden gelen her türlü desteği sunan politik
örgütlerle işçi örgütlerine de teşekkür ederiz.
Ancak iş bu noktaya geldiği sırada komitede yer
alan, özellikle de referandumda “Evet” çizgisini destekleyen komite üyeleriyle aramızda ayrılıklar doğmaya başlamıştır. Bu üyeler mücadelenin gelinen
aşamasında artık daha fazla bir şey yapılamayacağını,
yapılan dayanışma konseriyle olayın kamuoyuna yeterince aksettiğini, bundan sonra yapılması gerekenin
hükümetten bir adım atmasını beklemek olduğunu
ifade etmeye başlamışlar ve komitenin faaliyetini esas
olarak bu yöne kanalize ettirmeyi başarmışlardır. Fakat kot işçilerinin mücadelesini yenilgiye götüren bu
kırılma noktasında belirleyici rolü ne yazık ki eski
İKP üyeleri oynamıştır.
Bizse bu noktada bir sekterlik içine girmeyerek
AKP’yle de her partiyle olduğu gibi görüşülebileceğini, işçilerin sorunlarının onlara da aktarılabileceğini
belirttik. Fakat komitenin “Evetçi” üyelerinin hiçbir
sınıfsal kaygıları olmadığı için, onlar, mücadeleyi
hükümetten “sadaka” vermesini talep etmek biçimine dönüştürmüşlerdir. Sonuçta mücadele yukarıda
sıraladığımız hakları elde etmekle yetinmek zorunda kalmış ve silikozis hastalarının esas talebi olan
“Sadaka değil, malulen emekliliğimizi istiyoruz!”un
yanına bile yaklaşılamamış ve çıkarılan “Torba Yasa”
ile silikozis hastalarının üç yıllık mücadelesi yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bu durumda, AKP’den çalışanlar
lehine bir düzenleme umudunu taşıyan komitenin
“Evetçi” üyeleri ve maalesef
onlarla işbirliği içine giren eski
İKP’lilerle aynı komitede yer
almanın ne kot işçilerinin mücadelesine ne de genel olarak
sınıf mücadelesine bir fayda
getirmeyeceğini, bu durumda olursak kot işçilerinin azılı
bir patron partisi olan AKP ile
ilgili yanılsamalara kapılarak
belki de onun hakkında “iyi”
düşünebilecekleri tehlikesini
hissettiğimizden komiteden
çekilmeye karar verdik.
AKP kimdir?
AKP, Turgut Özal’ın
ANAP’ından sonra Türkiye’de
işbaşına gelmiş hükümetler
arasında başta uluslararası patronlarla onların yerel
uzantılarının çıkarlarını savunan en önemli partidir. Diğer
bir deyişle, AKP sınıf bilinci çok yüksek bir partidir. Nitekim, AKP’lilerle kot
kumlama işçilerinin haklarıyla ilgili yürüttüğümüz
görüşmelerde bize açıkça şunu söylediler: “Aslında
biz taş çatlasa sayıları 5 bini bulacak kot işçilerine
bu hakları veririz, ama iş orada bitmiyor. Onlara bu
hakları verdiğimiz takdirde, Türkiye işçilerinin oldukça önemli bir bölümü bunlarla benzer durumda
olduklarından çok daha geniş bir kitle benzer hakları
elde etmiş olacaktır ki, biz hükümet olarak buna izin
veremeyiz.” İşte bizim “Yetmez ama Evet” diyenlerimizde olmayan yüksek sınıf bilinci budur! İşte bu komiteden çekilmekle doğru yapıp yapmadığımızı hem
kot kumlama işçilerinin hem de Türkiye işçi sınıfının
vicdanına bırakıyoruz.
Gene de mücadele daha bitmedi
Bununla birlikte, işçi sınıfının çıkarlarından
başka hiçbir çıkar tanımayan İKP’nin üyeleri olarak,
bu durumun zaten farkına varmış olan ya da en kısa
zamanda farkına varacak olan silikozis hastası bütün
illerdeki kot işçileriyle çok daha uzun soluklu mücadelelerinde sonuna kadar birlikte olacağımızı Türkiye
işçi kamuoyuna duyurmayı vazgeçemeyeceğimiz bir
görev biliriz.
Fulya AYATA- Engin BODUR
İşçi sınıfı mücadelesinin
inatçı ve sarsılmaz
kavgacısı partili yoldaşımız
MUSTAFA ÇUBUK’u kaybettik
M
ustafa Çubuk, 1949
yılında
Malatya’nın
Akçadağ - Bölüklü
Köyü’nde doğdu. Genç yaşta atıldığı sınıf mücadelesini partimizde
sürdürüyordu. Uzun yıllar İsviçre’de
sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan Çubuk, dönüşünden kısa bir süre
sonra, 19 Ocak’ta aramızdan ayrıldı.
Mersin 68’liler Barış ve Kardeşlik
Ormanı’nda yapılan cenaze töreninin
ardından yoldaşımızın naaşı memleketi Malatya’da toprağa verildi.
Acımız büyük. İşçi Kardeşliği
Partisi olarak anısını mücadelemizde
yaşatmayı görev bileceğiz.

Benzer belgeler

tıklayın - İşçi Kardeşliği Gazetesi

tıklayın - İşçi Kardeşliği Gazetesi Sayı:51 • Şubat 2011 Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: İşçi Kardeşliği Partisi adına Engin Bodur Yönetim Yeri: İKP Genel Merkezi Öncebeci Mh. İncesu Cd. Doğan Apt. 7/B Çankaya/Ankara Tel: (312)...

Detaylı