06.07.2015

Transkript

06.07.2015
1
Diljen Roni
SÖYLEŞİ
Müzik
bilginin
yoludur
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:61
6 - 12 Temmuz 2015
S15
basnews.com
“Çözüm Barzani
ile mümkün”
Rojava’da tehlikeli tampon!
Grêspî’nin IŞİD’den kurtarılıp Cezire ile Kobanê
bölgelerinin birleşmesinden sonra, Türkiye’de
bölgeye askeri müdahale hazırlıkları gündemi işgal etti. Antep’e sevkedilen binlerce asker ve zırhlı
araç ile Cerablus’a girip tampon bölge kurma
planı bölgede yeni tehlikelere kapı aralıyor.
s09
FERHAT KENTEL
Erken seçim kapıda!
Türkiye’de yapılan 7 Haziran genel
seçimlerinden sonra kamuoyunda en
çok tartışılan ve merak edilen konu
hala netleşebilmiş değil. Koalisyonun kimler arasında ve nasıl olacağı,
ihmaller ve formüllerin 7 Temmuz’a
kadar belirginleşeceği beklentisi
kulislerde hakim. HDP’nin “AKP-CHP
koalisyonuna dışarıdan destek veririz”
söylemleriyle birlikte olası bir AKPCHP koalisyonuna neredeyse kesin gözüyle bakılırken, sonraki gelişmeler bu
ihtimalin zayıfladığı yönünde. Ancak
her türlü ihtimalin sonunun da erken
seçime olasılığı giderek güçleniyor.
Son Şahmaran!
Rojava yetkilileri, Türkiye’nin Suriye’deki
radikal gruplara verdiği desteği devam ettirmek
için bu tür girişimler içinde olduğunu söyleyerek
tehditlerden korkmadıklarını ve topraklarını savunacaklarını ifade ederken, KCK, müdahalenin
Türkiye’yi savaş sahasına çevireceğini duyurdu.
S:14
S: 02-3
Artuklu Üniversitesi
Sınırda oluşum fobisi
İki haftadan beridir önemli siyasal
gelişmelerin yaşandığı Güney Kürdistan’da
arka planında İran müdahelesi olduğu iddia
edilen ve parlamentoda anayasa değişikliği
ve Başkanlık seçimlerini erteleme girişimi
üzerine çıkan krizde taraflar uzlaşmaya
yakınlaşıyor. 23 Haziran’da YNK , Goran
Hareketi ile Yekgirtu ve Komele’nin, İran’ın
Erbil Konsolosu’nu Parlamento’ya davet ederek yasa teklifi sunma girişimlerinin PDK ve
azınlık partileri tarafından protesto edilmesi
ardından siyasi bir kriz baş göstermişti. Sivil
toplum ve akademi çevrelerinden ise ‘Barzani
kalmalı’ çagrısı yapıyor.
Çocukların gelebileceği bir yer
s05
MESUT YEĞEN
SENNUR SEZER
s12
Surlar ve Hevsel
UNESCO
kıyısında! S:12
“Barzani bir dönem daha kalmalı”
Sosyolog-Yazar İsmail Beşikçi Kuzeyli
Kürdlerin, Türkiyelileşerek
Kürdistani olmaktan
koptuklarını söyleyerek,
HDP’nin Türkiyelileşme
projesinin doğru
olmadığını ifade etti.
Güney Kürdistan’daki
gelişmelerle ilgili olarak,
KBY Başkanı
Barzani’nin bir
dönem daha
Başkanlık yapması
gerektiğini söyley-
Ermenistan,
Kürd edebiyatının
vatanı
S:11
en Beşikçi, Barzani gibi demokratik,
Batılı bir liderin bağımsızlık konusunda
önemli bir rol oynadığına dikkat çekti.
Kürdistan bölgesindeki duruma da
dikkat çekerek tüm siyasi tarafların
Barzani’nin göreve devam etmesi
yönünde görüş birliğine varması
gerektiğinin altını çizen beşikçi, en
kısa sürede beklenen referandumun yapılması ve bağımsızlık
yolundaki iç sorunların
giderilmesinin Kürdlerin
geleceği açısından elzem
olduğunu söyledi.
‘Kürdçe TV’lerde
kalitesizlik
dizboyu’
S:13
Anadolu
Kürdlerinin
‘Bablîsok’u S:16
Artuklu’da
tasfiye mi?
S:07
Trans Gazeteci Demishevich:
IŞİD destekçileri
bize terörist diyor
S:14
02
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz 22015
MANŞET
Tampon yeni savaşa yol açar mı?
O
Mehmet Salih Batırhan
rtadoğu’daki siyasi krizlere ve
Kürdistan’ın bağımsızlık sürecine
karşı adeta bir kılıç olarak kullanılan
IŞİD, Güney ve Batı Kürdistan’daki Kürd
kazanımlarına saldırarak büyük tahribatlara
neden oldu. Kürdistan Bölge Başkanı Mesud
Barzani’nin girişimleri ile koalisyon güçlerinden yardım alan Kürdler, Güney ve Batı
Kürdistan’dan büyük oranda IŞİD güçlerine
ağır zayiat vererek püskürttü. Ancak özellikle Grêspî’nin IŞİD’den kurtarılıp Cezire ile
Kobanê bölgelerinin birleşmesinden sonra,
Türkiye’de bölgeye askeri müdahele hazırlıkları gündemi işgal etti.
IŞİD ve Nusra denetimindeki Afrin ve
Kobanê arasındaki Cerablus bölgesinde
tampon bölge oluşturmak için askeri yığınak
yapan Türkiye’ye tepki gösteren Rojava
yetkilileri, Türkiye’nin Suriye’deki radikal
gruplara verdiği desteği devam ettirmek için
bu tür girişimler içinde olduğunu söyleyerek
tehditlerden korkmadıklarını ve topraklarını
savunacaklarını ifade ettiler.
Sınıra askeri yığınak
Kürd güçlerinin Rojava’da Girêspi’yi
IŞİD’ten almasından sonra Türkiye’de
Rojava’ya karşı girişimler devam ediyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında 30 Haziran’da yapılan
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı
sonrasında yayımlanan bildiride, Türkiye
güvenliğine yönelik muhtemel tehditler ile
alınan ve alınacak tedbirlerin hassasiyetle
değerlendirildiği ifade edildi. MGK bildirisi
sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun
süre önce gündeme aldığı Rojava’da tampon
bölge kurma planı tekrar gündeme geldi.
Antep’in Karkamış ilçesine ve Kilis’e binlerce asker ve cephane sevkiyatının yapılması
Türkiye’nin bölgeye müdahele girişimi
içinde olduğu şeklinde yorumlanıyor.
Kürdler kenetlenmiş durumda
Türkiye ile Rojava sınırında yaşanan
askeri hareketliliğe dikkat çeken Kobanê
Kantonu Savunma Bakanı İsmet Şêx Hesen
de, Türkiye’nin oluşturacağı tampon bölgenin ya da Rojava’ya yapacağı her saldırının
karşılık bulacağını açıkladı. Kürd güçlerinin
şu ana kadar Kürd halkını tehdit ve saldırılara karşı koruduğunu ve bundan sonra da
korumaya devam edeceğini ifade eden Şêx
Hesen, “Şu ana kadar halkımızı koruduk.
Bundan sonra da korumaya devam edeceğiz.
Türk yetkililerin açıklamaları çok komik.
IŞİD ile olan kara bağlantılarını sona erdirdiğimiz için çetelere, IŞİD’e artık yardım
yapamıyorlar” dedi.
Kürd güçleri mevzilerde
Cezire’nin Hasekê kentinde yaşanan
gelişmeleri değerlendiren Cezire Kantonu
Yasama Meclisi Eşbaşkanı Ekrem Hiso,
Hasekê’de Kürd güçlerinin yanı sıra Asuri ve
Süryani askerlerin de çatışmalara katıldığını
ifade etti. Suriye rejiminin Hasekê’de IŞİD’e
karşı hava destekli kara operasyonları başlattığını da vurgulayan Hiso, “IŞİD şimdiye
kadar Hasekê’de Kürd bölgelerini doğrudan hedeflemedi. Bölgenin kimi yerlerinde
IŞİD ile Kürd güçleri çatışıyorlar” dedi.
Kürd güçlerinin IŞİD’in ilerlemesine izin
vermeyeceklerini de aktaran Hiso, Rojava’da
yenilen IŞİD’in Hasekê’de de geriletileceğini
aktardı.
Kürdler rejime güvenmiyor
Açıklamasının devamın da Hasekê’de
IŞİD ile Suriye rejimi arasında yaşanan
çatışmalara ve Suriye rejimi ile Kürd güçleri
arasında IŞİD’e karşı geliştirileceği iddia
edilen anlaşmaya da değinen Hiso, Suriye
Hükümeti’ne güvenmediklerini, Hasekê’de
Suriye Rejimi ile defalarca çatışma yaşadıklarını ve onlarla hareket etmeyeceklerini
aktardı. IŞİD’i Hasekê’de yenebilecek güçte
olduklarını YPG ve YPJ’nin bölgeye takviye
birlikler gönderdiğini söyledi.
‘Hasekê çatışması IŞİD’in kaderini
belirleyecek’
Hasekê’de yaşanan şiddetli çatışmaları
gazetemize değerlendiren Gazeteci Ciwan
Nedim ise, Hasekê’de Suriye rejimi ile IŞİD
arasında yaşanan çatışmalı durumun uzun
sürmeyeceğini ve IŞİD’in Suriye Rejimi
uçaklarınca yoğun hava bombardımanına
tabi tutulduğunu belirtti. Kürd güçlerinin
kendi mahallelerini koruduğunu açıklayan
Nedim, IŞİD’in bir kaç kez Kürd mahallelerine saldırı girişiminde bulunduğunu, ancak
Kürd güçleri tarafından püskürtüldüğünü
açıkladı. Hasekê’de yaşanan çatışmanın
IŞİD’in kaderini tayin edecek temel bir
çatışma oldugunu belirten Nedim, “IŞİD,
Deyrazor, Rakka ve Musul’dan getirdiği
tüm silahları Hasekê’de kullanıyor. Hasekê
IŞİD’in merkezine yakındır. Hasekê ve çevresi IŞİD’ten alındığı takdirde IŞİD’in Suriye’deki ömrü uzun sürmez” diye konuştu.
Kobanê’de durum normalleşmeye
başladı
Öte yandan IŞİD’in 25 Haziran’da
Kobanê’ye saldırarak ve 300’ün üzerinde
kişinin ölmesine ve 350’ye yakın kişinin
yaralanmasına sebep olduğu katliamın yaraları sarılıyor. Güvenlik önlemlerini artıran
kent yönetimi her mahalleye yeni savunma
birlikleri yerleştirerek, olası IŞİD sızmalarının önüne geçmeye çalışıyor.
HDP Milletvekili İbrahim Ayhan:
Tampon Rojavayı işgal planı
Türkiye’nin girişimi tampon bölgeden
ziyade Rojava’yı işgal planıdır. Gerçekleştirilirse Türkiye için büyük bir felaketin
başlangıcıdır. Bunu hiçbir şekilde kabul
etmek mümkün değildir. Rojavaya girmek
savaşmak, savaşı başlatmak aynı zamanda
türkiyede de bir savaşı başlatmak anlamına gelecektir ki bu Ortadoğu’da daha
büyük krizlere ve kaoslara neden olacaktır.
Türkiye’nin böyle bir şeye girmemesi gerekir. Türkiye Rojava’yı tanımak ve onlarla
dostluk ilişkisini kurmak durumundadır.
Kürdler böyle bir ilişkiyi kurmaktan yana
bir tutum içindedir. Bu nedenle Rojava’ya
girmek beraberinde çok büyük bir tehlike
getirecektir. Umuyor ve diliyoruz ki Türkiye
böyle bir yanlışını içerisine girmez ve büyük
bir felaketin de başlamasını sağlamaz.
Eğer Rojava’yı işgal durumu söz konusu
olursa bu Kürd sorununu çözmek istemeyişi
ve çözümsüzlük politikasından kaynaklı ola-
caktır. Bu nedenle biz bundan yana değiliz.
Bu politikanın çok büyük olumsuz sonuçları
olacaktır. Çözüme hizmet etmekten ziyade
daha fazla savaş ve çatışmayı getirecektir.
SETA Uzmanı Can Acun: Türkiye gelişmeleri izliyor
Türkiye Suriye’nin kuzeyinde yaşanan
gelişmelere yönelik çeşitli hassasiyetler
geliştirdi. PYD’nin tek taraflı hareket ederek
kantonları birleştirme çabası olduğuna dair
bir algı söz konusu. Til Ebyad’ın YPG’nin
kontrolüne geçmesi burada bir demografik
mühendislik yapıldığına yönelik bir algı
Türkiye’yi ciddi anlamda endişeye sevk etti.
Hem PKK hem de PYD’nin Til Ebyad’ın alınmasından sonra yaptıkları açıklamalarda
Fırat’ın batı yakasına da YPG güçlerinin geçeceği ve IŞİD’in ABD tarafından bombalanmasının ardından Azez hattına kadar Afrin
ile birleştirilmesi yönelik bu Türkiye’nin
ulusal güvenliği açısından kabul edilemez
bir şeydi. Bu bir PYD kuşağının oluşması
anlamına geliyor. Bu aynı zamanda Suriye
devrimi açısından da bir tehdit oluşturduğu
manası vardı.
Dolayısıyla Türkiye hem bu süreci desteklediğini düşündüğü ABD’yi hem de sahadaki
yerel aktör olan PYD’ye çekincelerini ifade
etti. Ve bir caydırıcılık olabilmesi adına
da bölgeye askeri tahkimat yaptı. Kırmızı
çizgilerini ilan etti. Bu Türkiye’nin bir anda
Cerablus ve Çebnemiç bölgesine girip orada
bir güvenli bölge oluşturacağı anlamına
gelmiyor. Şu an için gelişmeleri izliyor. Eğer
muhatabı olan aktörler bir hamleye kalkışmazsa yani YPG ciddi anlamda Fırat’ın batısına geçip bu bölgeye doğru ilerlemezse veya
IŞİD Azez hattında muhaliflere yönelik olan
saldırılarını bırakırsa Türkiye’nin herhangi
bir müdahalesi de söz konusu olmayacak.
MANŞET
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
3
SÖYLEŞİ
03
Oytun Orhan:
Suriye’ye girmenin maliyeti ağır olur
O
“Çözüm Süreci başarılı olabilirse
Rojava’da fırsatlar var”
Orhan, Türkiye’de Çözüm Süreci’nin başarıya ulaşması ve gerçek anlamda devlet ve PKK
arasında şiddetin ve silahlı yöntemin araç
olmaktan çıkartılması durumunda Suriye’deki
Kürd bölgesinin tehditten ziyade fırsata dönüşebileceğini söyledi. Orhan, “İstikrarsız Suriye
veya Arap coğrafyası arasına bir güvenli bölge,
Kürdler tarafından oluşturulmuş bir güvenli
bölgenin bile oluşabileceğini düşünüyorum.
Bu aynen Kuzey Irak’taki örnekte olduğu gibi.
Irak Bölgesel Kürd Yönetimi ile geliştirilen
ilişkiler burada da geliştirilebilir. Ama bunun
geliştirilmesi şu an için çok iyimser bir yaklaşım olur” diyerek o noktadan şu an da çok
uzağız diye konuştu.
Zozan Deşti
rtadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Uzmanı Oytun Orhan,
ordunun Suriye’ye girmesinin maliyetinin çok ağır olacağını belirterek, Ankara’nın
uzun diplomatik temaslardan sonra Suriye’yi
ikna edemeyeceğini anladığını ve buna göre
tavrını netleştirdiğini söylüyor. Suriye’deki
olaylar ve Türkiye’nin Suriye politikasına
ilişkin olarak; Suriye’de Mart 2011’de ilk
sivil halk hareketleri başladığında olayların
tamamen rejime yönelik demokratikleşme
talepleriyle ortaya çıktığını ve sivil bir halk
hareketi olduğunu vurguluyor. Orhan, gelişen
süreçle birlikte silahlı direniş hareketine
dönüştüğünü, Suriye’de muhalefet geleneğinin olmadığını, Suriye Rejimi’nin güç yoluyla
olayları bastırdığını, bu gücü kullanırken
her türlü iradeyi gösterdiğini ve karşılığında
çok parçalı muhalif bir askeri yapının ortaya
çıktığını söylüyor.
“Suriye’de otorite zayıflayınca ortam
terörize edildi”
Suriye muhalefetinin Suriye içerisinden değil daha çok Suriye dışından geliştiği değerlendirmesinde bulunan Oytun Orhan, Suriye’de
ki muhalif hareketlerin zaman içerisinde yaşadığı değişim ve dönüşüme dair şunları söyledi:
“Gelişen süreç içerisinde Suriye içindeki iç
savaşın doğası değişmeye başladı. Suriye’deki
olaylar sivil halk hareketinden silahlı boyuta
geçti. Süreç içerisinde Suriye muhalefeti de
kendi içinde bir bölünme yaşadı. Bir taraftan
rejime karşı gruplar varken, bir taraftan da
Nusra Cephesi gibi, sonraki aşamada IŞİD gibi
terör örgütleri de burada giderek zemin kazanmaya başladı. Aktörler zaman içinde hem
artmaya, hem de nitelik değiştirmeye başladı.
Dolayısıyla Suriye kaynaklı tehditler bütün ülkelerin, küresel aktörlerin Suriye’den kaynaklı
tehdit algılamaları değişmeye başladı. Giderek
merkezi otorite zayıflamaya başladı, merkezi
otoritenin zayıflamaya başlamasıyla birlikte
hem bölgesel güçlerin, hem de bölge dışı
aktörlerin soruna müdahalesi dolaylı şekilde
gerçekleşti” görüşünü savunuyor.
“Türkiye çoklu tehditle karşı karşıya”
Türkiye’nin çoklu tehditle karşı karşıya
olduğunu savunan Orhan, “Buradaki sorun
ortaya çıkan Kürd bölgesinin PKK’nin uzantısı
bir güç tarafından kontrol ediliyor olması Türkiye’deki tehdit algılamalarını körükleyen bir
unsur oldu. Dolayısıyla çoklu bir tehdit. Bunun dışında tabi mülteci meselesi yine Türkiye
açısından bir risk unsuru taşımaya başladı.
Bunun yarattığı şuan ki rakamlarla 2 milyon
civarında Suriyeli sığınmacı var. Tabi son
dönemde özellikle ABD’nin IŞİD’le mücadele
koalisyonuna liderlik etmesi bu kapsamda
Suriye’deki IŞİD’le mücadelede yerelde PYD
ve YPG’yi seçmiş olması ve bu bağlamda Tel
Abyad’ın ele geçirilmiş olması belki de Esad
Rejimine yönelik politikası kadar ciddi anlamda bir tehdit algılaması, hatta belki dikkatlerin
Şam’dan daha çok Qamışlo’ya, Kobanê’ye ve
Afrîn’e yönelmesine varacak düzeyde bir etki
yarattı” diyor.
“Suriye’de dengeleri ABD değiştiriyor”
IŞİD’in hala bölgede olması, rejim muhalifleri ve rejime rağmen Kürdlerin bölgede fiili
bir devleti nasıl inşa edebilecekleri sorusuna
yanıt veren Orhan, “Açıkçası dengeleri değiştiren ABD’nin IŞİD’le mücadele kapsamında
YPG’ye destek vermesi bütüwn bu dengeleri
değiştirecektir. Çünkü YPG’nin veya Kürdlerin önündeki en büyük iki engel, bu üç Kürd
nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde, bölgeler
arasında kalan coğrafyada Kürd nüfusun azınlık olmasıydı. Dolayısıyla bu kantonların nasıl
birleştirileceği konusunda ciddi bir sıkıntı
vardı. Bunun dışında askeri açından da baktığınızda YPG’nin karşısındaki güç o boşluklarda IŞİD tarafından doldurulmuştu ki, IŞİD de
askeri dengeler açısından YPG’ye karşı daha
üstün bir konumda. Kobanê’de bunu gördük.
Kobanê sahasında ciddi bir anlamda bir
ilerleme kaydetmişti IŞİD, Kobanê merkezde
uluslararası IŞİD’le mücadele koalisyonunun
desteği ve daha sonra Peşmergelerin gelişi,
ÖSO ve birçok destekle birlikte o püskürtme
başarılı oldu. Kobanê kurtarılabildi. Dolayısıyla askeri dengeler açısından da Kürdlerin
kendi bölgelerini koruma imkanı var, ama
IŞİD’e karşı bir stratejik saldırı boyutuna
geçme imkanı yoktu. Dediğim gibi tüm bu
dengeleri değiştiren ABD’nin şu anda IŞİD’le
mücadele kapsamında YPG’li ittifak yaratması, bu birincisi. İkincisi, Suriye geneli açısından baktığınızda da her ne kadar muhalifler
güçlense de Esad Rejimi’ni yıkamasa da ciddi
anlamda zayıflatmış da olsa bir güç merkezi
olsa da bütün dikkat ve enerjilerini Şam’a
yönlendirmiş durumdalar ve şu anda yeni bir
cephe açmak istemiyorlar. Kürdlerle, YPG’yle
savaşmak düşüncesi içerisinde değiller. Yoksa
bu muhalifler de esasında Suriye’nin bütünlüğü konusunda son derece hassaslar. Kürdlerin
bu tür bölge oluşturma, otonomi veya federal
bölge taleplerine karşı son derece tepkililer
ama bunun öncelikle bir hedef olarak görmüyorlar, bütün dikkatleri dediğim gibi Şam’a
yönlendirmiş durumdalar” dedi.
“Türkiye için IŞİD ve PYD aynı biçimde
tehdit”
Türkiye’nin hem IŞİD’i hem de PYD’yi
tehdit olarak gördüğünü belirten Orhan,
“IŞİD bir terör örgütü olarak Türkiye tarafından kabul edilmiş durumda. PYD her ne
kadar bir terör örgütü olarak kabul edilmese
de Türkiye tarafından terör örgütü olarak
görülen PKK’nın uzantısı olduğu kanaati ve
hatta aynı örgüt oldukları konusunda genel
bir kanaat var. Dolayısıyla her iki yapının da
Türkiye tarafından bir tehdit olarak algılandığı ortada, ama Türkiye’nin buradaki kaygısı
bu iki güçten birinin diğer güçlere diğer güce
karşı Kuzey Suriye’de tamamen zafer elde edip
orada tek başına bir kontrol elde etmesi, şu an
baktığınızda nispeten bir denge olduğunu görüyorsunuz. Tel Abyad öncesi böyle bir denge
vardı. Kürd güçleri ve IŞİD kendi aralarında
çarpışıyorlardı ve Kuzey Suriye hattı boyunca daha parçalı bir yapı vardı. Kürtler bazı
bölgeleri kontrol ediyordu. IŞİD belli bölgeleri
kontrol ediyordu. Ama gidişat tek bir gücün ki
bu güç YPG şu anda tek bir gücün tüm Kuzey
Suriye hattını kontrol edip çok ciddi bir güç
merkezi oluşturacağını ortaya koyuyor. İşte
o zaman Türkiye açısında tehdit bu noktada
ortaya çıkıyor“ diyor.
“Türkiye, Suriye ilişkisinin kopmasını
istemiyor”
ABD, Rusya ve İran’a rağmen Türkiye’nin
Suriye’nin kuzeyinde bir tampon bölge oluşturabileceğini söyleyen Orhan şöyle diyor:
“Maliyeti çok yüksek olur, son derece riskli
ama Türkiye oluşturabilir tampon. Bunu
gerektiğinde yapabilir, bunun meşru zemini
de var. Birincisi mülteci hakkı meselesi, artık
sürdürülemez Türkiye yetkilileri ifade ediyordu. Tampon bölge isteğinin birkaç nedeni
var. Bu sadece Kürd bölgesinin birleşmesiyle
ilgili değil. Bu, işin bir boyutu. Diğer boyutu
Suriye’yle olan Türkiye’nin bağının kopmasının engellenmesi. Biliyorsunuz Suriye muhalefetiyle yakın ilişkileri var. Halep’e ulaşımı
ortada kalacak. Suriyeli muhaliflerle olan
bağlantı ortadan kalkacak. Türkiye bunları da,
bu riskleri de bertaraf etmek istiyor; çünkü
IŞİD’in belki Azaz’ı ele geçirmesi söz konusu
olabilir. Azaz çevresinde çatışmalar var. Veya
sonrasında YPG bu bölgeleri ele geçirmek
isteyebilir. Burada sadece IŞİD yok. Azaz
bölgesinde muhalifler de var.”
“Türkiye yaşamsal çıkarlarını gözetiyor”
Sınırın YPG’nin ya da IŞİD’in kontrolüne
geçmesi durumunda Türkiye’nin Suriye ile
tüm bağının kopacağını ifade eden Orhan
sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye bunu da
engellemek istiyor. Bir de mülteci meselesi
var, gerçekten bu da bence ciddi bir neden. Bir
gerekçe kullanıldığını düşünmüyorum, gerçek
ve samimi bir neden. Türkiye artık mültecileri
Suriye tarafında karşılamak istiyor. Bunun
artık sürdürülemez olduğunu düşünüyor.
Türkiye tamamen kendi yaşamsal çıkar alanıyla ilgili ve sınırlarıyla ilgili bir konuda tek
taraflı olarak adım da atabilir, onay alınmadan
veya bir uzlaşıya varılmadan bir adım atılırsa
bunun maliyeti Türkiye açısında daha ağır
olacaktır.”
04
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz 42015
HABER
“Çözüm Barzani ile mümkün”
İ
ki haftadan beridir önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı Güney Kürdistan’da
arka planında İran müdahelesi olduğu
iddia edilen ve parlamentoda anayasa değişikliği ve Başkanlık seçimlerini erteleme girişimi
üzerine çıkan krizde taraflar uzlaşmaya yakınlaşıyor. 23 Haziran’da Kürdistan Yurtseverler
Birliği (YNK), Goran Hareketi ile Yekgirtu
ve Komele’nin, İran’ın Erbil Konsolosu’nu
Parlamento’ya davet ederek yasa teklifi sunma
girişimlerinin PDK ve azınlık partileri tarafından protesto edilmesi ardından siyasi bir kriz
baş göstermişti.
23 Haziran’da YNK’nin parlamentoya
sunduğu ve Bölge Başkanı’nın parlamento
tarafından seçilmesini öngören yasa tasarısının PDK’nin boykotuna rağmen Goran
Hareketi ile diğer iki İslami partinin desteğiyle parlamentoya sunulmasıyla patlak veren
kriz ve restleşmeler, Barzani’nin tüm partilere
uzlaşma önerisi ardından, YNK ve Goran’ın
yasa tasarısının iptal edilebileceği yönünde
beyanatları ile uzlaşma olasılığı belirdi.
KBY’nin IŞİD’le amansız savaşın yanı sıra,
bğdçe yokluğu, savaş mağduru 2 milyon
göçmen ve büyük bir ekonomik krizle de baş
etmeye çalıştığı bir zamanda Goran ve İslami
partiler destekli YNK’nin bu tutumu İran’ın
KBY’ye karşı Parlamento darbesi girişimi
olarak değerlendiriliyor. Bu girişimin ardından bağmsızlık planlarının sekteye uğraması
gibi büyük tehlikeler barındırmakla birlikte,
tüm siyasi tarafların koalisyonu ile kurulu
hükümette de çatlamalara yol açacak nitelikteydi. Nitekim geçtiğimiz hafta görüşlerine
başvurduğumuz çoğu PDK parlamenteri de
hükümeti oluşturan diğer partilerin bu yasa
teklifini ulusal mütabakat oluşmadan apar
topar parlamento onayından geçirmelerinin
kendileri açısından aynı zamanda hükümeti
yıkma girişimi olarak algılandığını, dolayısıyla
bu partilerin yasa teklifini geri çekmemeleri
durumunda mevcut hükümetin ömrünün
çok uzun olmayacağı ve bir seçime gidilmesi
konusunda hemfikirdi.
‘Çüzüm için komisyon oluşturuldu’
Gelişmeler sonucunda krize çözüm üretme
girişimlerine de hızla başlandığı Güney
Kürdistan’da krizin çözümü için görüşmeler
gerçekleştirip diyalog kapılarını açmak için
Başbakan Nêçirvan Barzani, Kürdistan Genel
Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani ve PDK
Parti Meclisi Sekreteri Fazıl Mirani gibi isimlerden oluşan bir heyetin oluşturulduğu bildirildi. Meclis kulislerinde PDK’nin üzerinde
müzakereler yürütülebilecek bir proje hazırladığı da gelen bilgiler arasında. Konuyla ilgili
görüşlerine başvurduğumuz PDK Milletvekili
ve PDK’nin Dış İlişliler Komisyonu Üyesi Liza
Felekeddin, PDK’nin siyasi krize çözüm arayışları çerçevesinde çözüm önerilerini içeren
bir proje taslağı hazırladığını doğrulayarak,
bu projenin içeriğindeki bazı eksikliklerden
dolayı kamuoyuna açıklanmadığını, eksikliklerin giderilmesi ardından kamuoyuyla
paylaşılacağını söyledi. Felekeddin, Kürdistan tarihinin en büyük ve köklü partisi PDK
olarak Barzani’nin dıştalandığı hiçbir girişimi
olumlamalarının mümkün olamayacağını,
zaten Kürdistan kamuoyu vicdanının da böyle
bir şeyi kabul etmeyeceğini sözlerine ekledi.
Liza Felekeddin, çözümün sadece Barzani ile
olabileceğini söyledi.
‘Görüşmeler sürüyor’
Şimdiye kadar bazı şahısların özel beyanatları dışında yasa tasarısını parlamentoya sunan ve bunu onaylayan diğer siyasi partilerin
konuyla ilgili resmi bir açıklama yapmadıklarını ama PDK’li ve bazı hükümet yetkililerinin
katılımıyla oluşturulan komisyonun taraflarla
görüşmelerinin devam ettiğini aktaran Liza
Felakeddin, bu krizin aşılması için beklentilerinin bütün siyasi tarafların ortak bir noktada
buluşması olduğunu söyledi. Bu girişimden
sonra bahsi geçen siyasi partilerin Barzani’nin
halk nezdindeki gücünün farkına vardıklarını
dile getiren Felekeddin, bundan dolayı bu
siyasi partilerin Barzani’yle 2 yıl daha seçeneğini kabul edebileceklerini tahmin ettiklerini
belirtti.
“PDK komisyonu işlemez hale getirdi”
Konuyla ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan Goran Hareketi Milletvekili ve Anayasa
Hazırlık Komisyonu Başkan Yardımcısı Bahar
Mahmud Fettah da PDK’nin takındığı tutumun yasal prosedürlere uymadığını, Anayasa
Hazırlık Komisyonu çalışmaları esnasında
da diğer bütün siyasi partilerin konuyla ilgili
önerilerini komisyona sunduğunu, PDK’nin
buna direnç gösterdiğini, bu durumun
Anayasa Hazırlık Komisyonu’nu işleyemez
duruma getirdiğini, dolayısıyla belirlenen
tarihte anayasa yazımının tamamlanmasının
mümkün olamayacağı görüldüğü için bu yasa
tasarısının parlamentoya sunulmak zorunda
kalındığını iddia etti. Fettah, Anayasa Hazırlık
Komisyonunun Bölge Başkanı’nın seçimi
usulünü, Başkanın görev süresinin biteceği 20
Ağustos’a yetişmesi için yoğun çaba harcadığını ama PDK’nin diğer partilerin önerilerini
dikkate almayıp kendi seçeneğinde diretmesi
sonucu, partilerin böyle bir yola başvurmak
zorunda kaldıklarını savundu.
“Goran’ın iddiaları gerçeği dışı”
Selahadîn Üniversitesi İletişim Fakültesi
Öğretim Görevlisi Dr. Rêzwan Badini ise gerçeğin Bahar Mahmud Fettah’ın söyledikleriyle
çeliştiğini, zira bu yasa teklifinin Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışmalarında yeteri kadar
tartışılmadığını, partilerin kendi aralarında
gizli görüşmelerle bu kararı aldığını ve ne
PDK yetkilileri ne de kamuoyuyla paylaşılmadan alelacele parlamentoya sunulduğunu ve
kendileri tarafından onaylandığını savundu.
Bu krizin ortaya çıkmasında dış güçlerin parmağının olduğunun aşikar olduğunu söyleyen
Badini, basına yansımamasına rağmen bu
patilerin konuyla ilgili kendi aralarında bu
trafiğin ve alınan tutumun yanlış olduğunu
ve yasanın geri çekilmesi gerektiğini savunan
şahsiyetlerin yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlladıklarını söyledi. YNK’nin Politbüro Sözcüsü
İmad Ahmed’in bunlardan biri olduğunu
sözlerine ekleyen Badini buna karşı çıkışların
ünümüzdeki günlerde artmasının beklendiğini
belirtti.
“Kamuoyu Barzani kalmalı diyor“
Barzani’nin ömrünü Kürd halkının üzgürlüğüne adamış, savaşın en ön cephelerinde
Peşmerge’yi yalnız bırakmayıp ona mücadele
ruhu aşılayan, uluslararası arenada Kürdleri
ve Kürdistan’ı büyük bir başarıyla temsil edip
Kürd mücadelesini tanıtan kişi olduğunu
ve buna rağmen böylesine etik olmayan bir
şekilde bertaraf edileceğini zannedenlerin
yanıldıklarını aktaran PDK Milletvekili Felekeddin, yediden yetmişe, tüm siyasi çevrelerin
tabanları, yani Kürdistan halkının Barzani’sizliği kabul etmediğini, YNK’nin televizyon kanalı NRT’nin gerçekleştirmiş olduğu ‘Barzani
kalsın mı, gitsin mi’ anketinde katılımcıların
yüzde 80’ine yakınının ‘kalsın’ şeklinde cevap
vermelerinin de bunun en bariz örneği olduğunu vurguladı.
Barzani: Aranızda uzlaşın
Krizin patlak vermesi akabinde günlerce sükunetini koruyan KBY Başkanı Mesud Barzani
ise, 6 gün sonra yazılı bir açıklama yayınlayarak tüm partilere, ortaya çıkan krizin ülke çıkarlarına büyük zararlar verebilecek tehlikeler
taşıdığını hatırlatarak ‘Kendi aranızda uzlaşıp
bu krizi çözün’ dedi. Daha öncesinde de
konunun hassasiyetini ve çözüme kavuşturulmasının gerekliliğini siyasi partilere ilettiğini
vurgulayan Barzani, meselenin ülke çıkarlarını tehlikeye atacak ve toplumsal huzursuzluğu
körükleyecek kriz boyutuna varmasının hiç
kimsenin yararına olmadığını söyledi. Parlamento ve siyasi partilere karşılıklı saygı ve
uzlaşının tüm zamanlardan daha çok kendini
dayattığını hatırlatan Barzani Kürdistan’a
karşı büyük saldırıların devam ettiği ve bu
saldırılara karşı tarihsel bir direnişin sergilendiği bir zamanda bu meselenin çözülememiş
olmasının kaygı verici olduğunu ve konunun
en geç 20 Ağustos’a kadar çözüme kavuşturulmasının şart olduğunu söyledi. Tüm tarafların
uzlaşıyı prensip eyleyip buna göre hareket
etmeleri durumunda kendisinin de üzerine
düşen görev ve sorumluluğu layıkıyla yerine
getireceğinin garantisini verdi. Barzani ayrıca
ekonomik krizin topluma ve özellikle IŞİD’e
karşı büyük bir kararlılıkla mücadele yürüten
Peşmerge’ye yansımalarına da değinerek
Parlamento ve siyasi partilere bu sıkıntıların
aşılması için daha fazla çaba harcamalarını
istedi.
Erbil’den Bağdat’a ultimatom
Geçen haftalarda Kürdistan Bölge
Hükümeti’nin bağımsızlık ekonomisi açısından tarihi bir adım atarak, kendi petrolünü
kendi başına satma kararı almıştı. Hükümet yetkililerinin siyasi parti temsilcileriyle
gerçekleştirdiği toplantıda alınan bu kararın
ardından siyasi parti temsilcileri Bağdata son
bir şans verilmesini dile getirmişlerdi. Bu son
şans seçeneği çerçevesine KBY petrol satışıyla
ilgili Bağdat’a 3 seçenek sunacak. Haziran başından beri Irak Petrol Ajansı SOMO üzerinden ihraç edilen petrol miktarının düştüğüne
dikkat çeken KBY yetkilileri, Bağdat’ın bu
anlaşmayı uygulamasını isteyecek. Diplomatik
kaynaklar, Erbil’in Bağdat’a sunduğu birinci
seçeneğin ‘Bağdat’ın mevcut anlaşmayı olduğu
gibi uygulaması, ikincisinin Bağdat’ın o günün
fiyatı üzerinden Erbil’den petrol satın alması,
üçüncüsünün de anlaşmanın feshedilerek
KBY’nin kendi petrolünü bağımız bir şekilde
satması olduğunu belirttiler.
Maliki’ye, Barzani’nin Musul uyarısı
IŞİD’in Musul’a saldırıya geçmesi ardından
Irak ordusunun Musul’da IŞİD’e direnmeden
kentteki ordunun bütün ağır silahlarını kentte
bırakıp kenti terk etmesi ardından Irak Parlamentosunda olayın aydınlatılması için Musul
Olayını Araştırma Komisyonu kurulmuştu.
Olayla ilgili komisyonun sorularını cevaplayan
KBY Başkanı Mesud Barzani, IŞİD’in Musul’a
gelişinden önce Bağdat’ı uyardıklarını ve
merkezi ordunun kenti terk etmesine rağmen
Peşmerge güçlerinin Musul’daki saldırılara
karşılık verdiğini söyledi.
HABER
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
5
SÖYLEŞİ
Mesrur Barzani:
Kürdistan’ın bağımsızlığı IŞİD’i bitirir
G
üney Kürdistan’da, Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin
(YNK) 23 Haziran’da İran destekli, Bölge Başkanı’nın
parlamento tarafından seçilmesini öngören yasa teklifini
Kürdistan Demokrat Parti (PDK) boykotuna rağmen diğer
siyasi partilerin desteğiyle parlamentodan geçirmesi ardından
ortaya çıkan ve Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud
Barzani’nin olaya el atmasıyla yumuşama evresine giren siyasi
kriz gündemdeki yerini korurken, Ortadoğuyu kasıp kavuran
IŞİD’e karşı en ağır yükü Kürdlerin omuzladığı savaş ve bu
savaşla ortaya çıkan siyasal ve askeri denklemlerle ilgili önemli
açıklamalar KBY Genel Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani’den
geldi.
El Monitor’dan Amberin Zaman’a
verdiği uzun mülakatta özellikle
Güney Kürdistan ve Rojava’da IŞİD’e
karşı verilen mücadele, Türkiye’nin
son gelişmelerle ilgili takındığı tutum,
KBY ile Irak merkezi yönetimi arasında devam eden anlaşmazlıklar ve bu
anlaşmazlıkların IŞİD’le mücadeleye
olumsuz etkileri ile Kürdistan’ın
bağımsızlığının bölge barışına sağlayacağı katkıları değerlendiren Mesrur
Barzani, Bağımsız bir Kürdistan’ın
IŞİD’i bitireceğini söyledi. IŞİD’e
karşı yürütülen savaşta Kürdler kadar
bedel ödeyen kimsenin olmadığını, bu
mücadelenin daha etkili yürütülebilmesi için KBY’nin büyük ve
ağır silahlara ihtiyacı olduğunu, Merkezi yönetimin gerekli ağır
silahları göndermeme tavrının savaşın en ağır yükünü sırtlamış
Kürdlerin elini zayıflattığını dolayısıyla bağımsızlığını ilan etmiş
bir Kürdistan’ın kendi başına kendisi için gerekli her türlü ağır
silahı temin edebileceğini ve bu şekilde IŞİD’in belini bükebileceğini vurguladı.
‘Irak uygulanabilir bir proje değil’
Başbakan İyad Alavi’nin düzeltmek için uğraştığı Irak’ta,
Kürdistan Bölgesi’nin Kürdlerin Şii bölgelerin Şiilerin ve Sünni
bölgelerin de IŞİD tarafından kontrol edildiğini, bu ayrışmanın
Irak’ı bir arada tutmayı imkansızlaştırdığını dolayısıyla Irak’ın
uygulanabilir bir proje olmadığını belirten Barzani, kendilerinin zorla ayrılmadan ziyade anlaşmalı bir boşanmadan yana
olduklarını söyledi. Merkezi yönetimin ısrarla anayasanın,
sorunlu bölgelerin referandumla istedikleri yönetime bağlanmasını öngören 140. Maddesi’ni uygulamadığını sözlerine ekleyen
Barzani, Irak’ın diğe bölgeleriyle var olan sorunların diyalogla
çözülmesinden yana olduklarını ama IŞİD’in diyalog arayışlarının dışında olduğunu ve zaman alsa da IŞİD’in yenilmesi
gereken bir güç olduğunu söyledi.
IŞİD’le savaşın başladığı geçen yılın Ağustos ayından bu güne
1.280 Peşmerge’nin yaşamını yitirdiğini, 7000’e yakınının da
yaralandığı bilgisini veren Barzani, buna karşılık Peşmerge’nin
IŞİD’e 11.000 kayıp verdirttiğini ve merkezi yönetim ile
üzerlerinde uzlaşıya varılmamış sorunlu bölgelerin de içinde
bulunduğu 20.000 kilometre karelik bir alanın IŞİD işgalinden
kurtarıldığı bilgilerini verdi. Koalisyon uçaklarının desteğinin
önemine de vurgu yapan Barzani, IŞİD karşıtı savaşın yavaş
sürdürülmesinin daha çok masum sivillerin ölümünü beraberinde getirdiğini, dolayısıyla uluslar arası toplumun IŞİD’e karşı
daha kararlı bir tutum takınıp IŞİD’i yenilgisini hızlandırabileceğini belirtti.
‘Türkiye, Kürdlerden değil IŞİD’den kaygılanmalı’
Rojava’da Kürd güçlerinin Burkan el Fırat güçlerinin katkısıyla Grê Spî’yi IŞİD’den kurtarması ve Cezire ile Kobanê Kantonlarını birleştirmeleri, ardından PKK yöneticilerinin ‘Fırat’ı aşıp
Afrin’in de Rojava’nın coğrafi bütünlüğüne katacaklarını belirt-
meleri ardından Türk Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkilileri ile
havuz medyasının dozajı yüksek beyanatlarda bulunup PYD’yi
IŞİD’den daha tehlikeli atfederek Fırat’ın hemen ötesindeki
Cerablus’un karşısındaki Karkamış’a ağır silahlar yığmasıyla
devam eden gerginlikten dolayı Türkiye’nin bu tavrına da değinen Kürdistan Bölge Genel Asayiş Müsteşarı Mesrur Barzani,
Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO’nun kendi içinde Türkiye’nin
IŞİD karşıtı mücadeleye katkı sunacak pozisyona getirmesi
gerektiğinin altını çizerek, Suriye’deki gelişmelerin yol açabileceği sıkıntıların sadece orayla sınırlı kalmasından ziyade, bunun
Türkiye’deki barış sürecini de sekteye uğratmasından kaygılandıklarını belirtti. Barzani, “Türkler sınırın tüm dünyanın
düşmanı olan IŞİD yerine Türklerin
dostu olan Kürtler tarafından kontrol
edilmesini memnuniyetle karşılamalı” dedi. Kürdlerden kastının sadece
PYD olmadığını da hatırlatan Barzani,
daha ılımlı Kürd güçleri ve siyasi partilerden söz ettiğini belirterek, IŞİD’in
yenildiğini ve Türkiye’deki barış sürecinin hızlandığını görmeyi çok istediklerini, dolayısıyla Türkiye’nin PYD’ye
ilişkin kaygıları varsa, ABD’nin de
teşvik ettiği ve ılımlılar koalisyonunun
kurulmasını destekleyebileceğini de
sözlerine ekledi. Rojava’nın, başkenti
Erbil olan bir bağımsız Kürdistan’a
dahil edilmesi konusunu spekülasyonlara yol açmaması gerekçesiyle yanıtsız bırakan Barzani, kendilerinin Irak Anayasası’na
göre meşruluğu belirlenmiş ve uluslararası tanınırlığı bulunan
Kürdistan Bölge Yönetimi’ne odaklandıklarını ve bu çerçevede
komşu ülkelerle dostane ilişkiler kurmayı umduklarını söyledi.
‘Şengal’deki PYD güçleri misafirimizdir’
IŞİD’in Kürdistan’a saldırması sürecinde Türkiye’nin KBY’nin
beklentilerini karşılamaması ardından Şengal’e PDK ile PKK
arasında vuku bulan hadiselerde arabuluculuğa soyunmasına
da değinen Barzani, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaması
ardından Şengal’deki hadiselerde rol üstlenmek istemesini
geç kalınmış bir girişim olarak değerlendirdi. Şengal’in KBY
sınırları içindeki bir yerleşim birimi olduğunu ve Peşmerge
güçlerinin sayesinde buradaki sorunun çözüldüğünü vurgulayan
Barzani, PYD’nin bu bölgedeki varlığının da Kobanê’ye giden
Peşmerge Birlikleri gibi misafir statüsünde olduğunu ve Kürdistan halkının beklentisinin de bu güçlerin gerektiği zamanda
kendi bölgelerine geri dönmesi olduğunu söyledi. IŞİD’e karşı
bütün Kürdistan parçalarındaki silahlı unsurların birleştiğini
ama Tüm parçalar temelinde birleşik bir Kürdistan Ordusu’nun
sahadaki gerçeklik göz önüne alındığında bunun için daha erken
olduğunu sözlerine ekledi. Süreç itibariyle diğer parçalardaki
Kürdlerin KBY’ye destek vermelerinin gerekliliğine de vurgu
yapan Barzani, Kandil ve Şengal’in KBY’nin bir parçası olduğunu ve burada PKK’ye düşen bir rolün olmadığını dile getirerek,
şartların uygun olması durumunda PKK ve PYD güçlerinin
bölgeden çekilmeleri gerekeceğini söyledi.
‘Kürdistan’da Haşdi Şabi’ye geçit yok’
Haşdi Şabi ve İran’ın bölge ile ilgili siyasetlerini de değerlendiren Mesrur Barzani Haşdi Şabi’nin Irak’taki yasal statüsünün
netleştirilmesi, anayasa gereği Kürdistan Bölgesi’nin Peşmerge
denetiminde olduğundan dolayı da buna riayet edilmesi gerektiğine dikkat çekti. Bazı bölgelerde Peşmergeleri astları olarak
görme eğilimleri gösterdiklerini ama Kürdlerin de buna müsaade etmeyeceklerini dile getiren Barzani, bölgedeki bazı güçlerin
üçüncü taraflara bağımlılıklarının olduğunu ama KBY’nin temel
hedefinin komşularına saygılı müreffeh ve demokratik bir Kürdistan yaratmak olduğunu vurguladı.
05
Artuklu Üniversitesi
MESUT YEĞEN
2009’da başlayan çözüm
sürecinin dişe dokunur birkaç
sonucu olduysa biri TRT 6, biri
de Yaşayan Diller Enstitüsü
gibi garip bir adla ve lisansüstü seviyede de olsa, birkaç
üniversitede ucundan kıyısından Kürtçe eğitimin başlaması
oldu. İzleyebildiğim kadarıyla
Bingöl, Siirt ve Van gibi birkaç
Kürt şehrinde ardı ardına Yaşayan Diller Enstitüleri
kurulduysa da, sunulan sınırlı mevzuat içinde Kürtçe
eğitim ve Kürtçe eğitime hazırlık işini hakkıyla yapan
bir tek Mardin Artuklu Üniversitesi oldu. Hem hükümetin vitrin ihtiyacına cevap verebilmesi için aldığı liberal tutumdan hem de ve daha önemlisi üniversitenin
yönetiminde Serdar Bedii Onay ve Kadri Yıldırım gibi
işinin ehli akademisyenlerin olmasından ötürü, Artuklu
Üniversitesi benzerlerinden hızla ayrıştı ve diğer Kürt
şehirlerindeki üniversitelerden oldukça farklı bir çehre edindi. Üniversitenin bu vaatkar hali Türkiye’nin ve
dünyanın iyi üniversitelerinden pek çok kaliteli akademisyeni Artuklu’ya çekti. Yaşayan Diller Enstitüsünün
yanı sıra iyi sosyal bilimler bölümleri ve iyi bir mimarlık
fakültesi oluşturuldu. Bu haliyle Artuklu Üniversitesi
Mezopotamya’nın kuzeyinde evrensel standartta ve ama
bölgesel karakteri de kuvvetli bir üniversite olmaya doğru ilerliyordu.
Ama anlaşılan Artuklu’nun bu hali birileri için kabul edilemez oldu ki, önce üniversitenin yöneticileri
garip adli soruşturmalara muhatap oldu, şimdi de üniversitenin çekip çevrilmesinde kilit önemde olduğu söylenen beşi Kürt, biri Arap sekizi kadın 14 yabancı akademisyen işten atıldı. Bu tasarrufları gerçekleştirenlerin
tasarruflarına yasal zemini çoktan bulduklarına, oluşturduklarına eminim. Ama zaten işin hukuki kısmının
çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Ortada belli
ki başka bir şey, başka bir rahatsızlık var. Anlaşılan o ki,
Mardin Artuklu Üniversitesinin Kürt şehirlerindeki muadillerinden bu kadar farklılaşması hoş bulunmadı ya da
hoş bulunduğu zamanlar geride kaldığı için artık bilinen
haliyle Mardin Artuklu Üniversitesine ihtiyaç kalmadı.
Belli ki soruşturmalarla başlayan süreç bugün geldiği
yerde de kalmayacak ve Artuklu Üniversitesi uygun çerçeveye oturana kadar devam edecek.
Bu da şu demek oluyor: Artuklu Üniversitesinin
bölgedeki muadilleri gibi, bulunduğu şehrin valiliğinin,
askeri garnizonunun devamı gibi çalışan bir devlet dairesine dönmesinin önü açılıyor. Halbuki, beklenen, hele
de 7 Haziran seçim sonuçlarından sonra beklenen ve bu
sonuçlara yakışan, bölgedeki üniversitelerin yurttaşlarca
bildirilen iradenin oluşturduğu atmosferi soluyan kurumlara dönmesiydi. Kürt şehirlerindeki üniversitelerin
bulundukları şehirlere açılmalarını beklerken, Artuklu
Üniversitesinde olup bitenler aksini, bu üniversitelerin
bulundukları şehirlere kapalı olma hallerinin pekişeceğini gösteriyor. Belli ki, Kürt şehirlerindeki üniversitelerin bulundukları şehirlerin ‘yabancısı’ olma halleri
devam etsin isteniyor.
Halbuki, çözüm süreci denen şey hava civa değilse
eğer, beklenen şeylerde biri de Türk devletinin Türkiyelileşmesi olsa gerek. Valiliklerin, bürokrasinin Türkiyelileşmesi eninde sonunda bu pozisyonları dolduranların
seçimle gelmesini sağlayacak mevzuat değişikliklerini
gerektirdiğinden hemen becerilebilir işlerden değil kabul, ama Kürt şehirlerindeki üniversitelerin Türkiyelileşmesi Artuklu örneğinde görüldüğü üzere mevcut
mevzuatla bile mümkündü. Artuklu’da olan bitense
devletin Türkiyelileşmesi işinin şimdilik gündemde olmadığını gösteriyor.
Bitirirken Kürt siyasetine de bir davette bulunayım:
Kürt şehirlerindeki üniversitelerin bulundukları yerlerin
atmosferini solumama halinin Kürt siyasetinin gündemine girmesinin zamanı geldi geçiyor.
06
HABER
Kürdler, milliyetçilik
ve militarizm
BİLAL SAMBUR
7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşması, yeni bir tehlike ve bölücülüğün
toplumsallaşması gibi gösterilerek yıkıcı
bir milliyetçilik, toplumda yükseltilmeye çalışılmaktadır. Meclis başkanlığı seçimleri sırasında MHP’nin kullandığı
söylemler, bu partinin HDP’ye tepkisellik
temelinde milliyetçiliğin kışkırtılmasından
başka bir politik anlayışa sahip olmadığını
göstermektedir. MHP, HDP ve Kürt karşıtlığından beslenen ve var olan bir partidir. MHP, olası bir
koalisyonda iktidar ortağı olma yeteneğine sahip olmadığını 7
Haziran gecesinden beri ifade ettiği söylemlerle göstermekte
ve kalıcı pozisyonunun muhalefette kalmak olduğuna toplumu ikna etmek için HDP ve çözüm süreci karşıtlığı temelinde
argümanlar ileri sürmektedir. MHP, hükümete muhalefet etmek isteyen bir parti değildir. MHP, çözüm sürecine ve HDP’ye
muhalefet etmek için muhalefette kalmak isteyen bir partidir.
MHP’nin HDP’ye muhalefet etmek şeklinde kendisine siyasi bir pozisyon belirlemesi, Meclis başkanlığı seçiminin son
turunda gösterdiği tutumla ete kemiğe bürünmüş durumdadır.
Meclis başkanlığı seçimlerinde MHP , HDP’nin desteklediği
hiçbir adaya oy vermeyeceğini ifade etmiştir. MHP’nin siyasi
tercihlerini, HDP belirlemektedir. Bu anlayışın sonucu olarak
MHP, son tura kalan CHP’nin adayı Baykal’ı desteklememiş ve
boş oy kullanmıştır. MHP, çözüm sürecinin mutlak bir şekilde
bitmesi ve HDP’nin yok sayılmasını, koalisyon kurma şartı ve
kırmızı çizgisi olarak dillendirmektedir. MHP, çözüm süreci ve
Kürt karşıtlığı söylemleriyle Türkiye siyasetinde uzlaşmazlık
ve çatışmanın partisi olma konumunu güçlendirmiştir.
Türkiye siyasetinde koalisyon senaryolarının konuşulduğu, Kürdofobi ve milliyetçiliğin köpürtüldüğü bugünlerde
Rojava’da Kürtler, DAİŞ çetelerine karşı büyük mücadele
vermektedirler. Yaşadıkları toprakları ve hayatlarını DAİŞ’e
karşı korumak için Kürtler, büyük mücadeleler vermektedirler.
Rojava Kürtleri, DAİŞ’in elinde bulunan Tel Abyad’ı kurtararak buradaki çete işgaline son verdiler. Kürtler, Tel Abyad’ı
kurtarmakla aynı zamanda Akçakale sınır kapısını da DAİŞ
işgalinden ve kontrolünden kurtarmış oldular. Tel Abyad’ın
DAİŞ’ten kurtarılmasının en önemli sonucu Kobani ve Cizire
bölgesi arasındaki bağlantının tekrar sağlanmış olmasıdır. Başka bir ifade ile faşist Baas rejimi tarafından Kürtleri ayırmak
için oluşturulan Arap Kemeri parçalanmış bulunmaktadır.
Tel Abyad’ın Rojava Kürtleri tarafından özgürleştirilmesi, Türkiye’de bazı çevreler tarafından bir tehdit olarak
sunulmaktadır. Rojava’da bir Kürt devletinin kurulacağı veya
Akdeniz’e Kürtlerin inmesinin yolu açılacağı gibi senaryolarla
Rojava Kürtleri, Türkiye’ye düşman ve tehdit olarak sunulmaktadır. PYD’nin IŞİD’ten daha tehlikeli olduğu propagandası
yapılmaktadır. Bütün bu propagandalar eşliğinde Türkiye’nin
Rojava’ya askeri olarak müdahale etmesi ve geniş bir tampon
bölge oluşturması sıcak bir şekilde gündeme getirilmektedir.
DAİŞ’i Türkiye’nin güvenliğine tehdit olarak değerlendirmeyen bakış açısının, asıl tehlikenin Kürtlerden geldiğini
hararetle gündeme getirmesi düşündürücüdür. Rojava Kürtlerinin varlıklarını korumak için DAİŞ’le mücadele etmesinin
bir güvenlik sorunu olarak sunulması anlaşılır bir şey değildir.
Rojava Kürtleri tehdit gösterilerek milliyetçilik, militarizm ve
savaş dalgasının kamuoyunda yaratılmaya çalışılması, büyük bir
felakete davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir.
Milliyetçilik, militarizm ve savaş çığırtkanlığının Türkiye’ye
hiçbir faydasının olmadığı açıktır. Türkiye’de militarizmi ve
milliyetçiliği besleyen sosyal ve siyasal zeminin kurutulması gerekmektedir. Türkiye’nin milliyetçilik ve militarizmden kurtulması için Kürtler konusundaki algısını, bakış açısını ve anlayışını değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin içte ve dışta barışını
ve istikrarını korumasının yolu, her alanda Kürtlerin varlığının
ve var olma haklarının tanınması ile Kürtleri Türkiye’ye düşman ve tehdit olarak gören bakış açısının değiştirilmesinden
geçmektedir.
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
Erken seçim sinyalleri güçleniyor
Bese Çelik
K
oalisyon tartışmaları, Meclis Başkanlığı seçimi ve 29
Haziran’da yapılan MGK toplantısı ile birlikte Ankara
gündemi yoğun bir haftayı geride bıraktı. Hafta boyunca
Türkiye, Suriye sınırında tampon bölge oluşturacak mı sorusuna
yanıt aranırken, Rojava’da ki sıcak gelişmeler ve koalisyon konuları
başkent gündeminin ayrı ayrı önemli tartışma başlıkları olarak öne
çıkıyor.
7 Haziran genel seçimlerinden sonra kamuoyunda en çok
tartışılan ve merak edilen konu hala netleşebilmiş değil. Koalisyonun kimler arasında ve nasıl olacağı, ihmaller ve formüllerin
7 Temmuz’a kadar belirginleşeceği beklentisi kulislerde hakim.
HDP’nin “AKP-CHP koalisyonuna dışarıdan destek veririz” söylemleriyle birlikte olası bir AKP-CHP koalisyonuna neredeyse kesin
gözüyle bakılırken, sonraki gelişmeler bu ihtimalin zayıfladığı yönünde. “HDP ile aynı cümle içinde bile olmak istemiyoruz” diyerek
olası koalisyon formüllerine kapılarını kapatan MHP, 45 gün içinde
hükümet kurulamazsa Anayasa gereği kurulacak geçici hükümette
HDP ile aynı kabinede yer alabilir. İkinci koalisyon ihtimali MHPAKP iken, MHP’nin ileri sürdüğü şartların AKP tarafından olumlu
karşılanmaması sebebiyle MHP’nin ihtimaller dışında kaldığı
yorumları yapılmakta.
yerek, “Öyle görünüyor ki koalisyonu belirleyecek olan AKP, CHP
ya da MHP değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan olacak. Erdoğan da bir
erken seçim istiyor. Ancak Türkiye, son bir yılda üç seçime gitti ve
bu ekonomik olarak ciddi bir sıkıntı, bıkkınlık” yarattığını söyledi.
MHP’nin HDP’ye yönelik tavrının yanlış olduğunu söyleyen Özsoy,
“Bu bir siyaset değildir, karşıtlık üzerinden yapılan bir siyasettir.
Bu, Türkiye için içler acısı bir durumdur. Genel seçimlerde 6 milyon
oy almış ve yüzde 13’lük bir oy oranıyla barajı aşmış bir partiyi yok
saymaları siyasi açıdan doğru ve etik bir tavır değildir” dedi.
CHP İstanbul Milletvekili Eren Erdem: Erken seçimde
MHP baraj altında kalacak
AKP-CHP koalisyonu tartışılırken MHP’nin Meclis Başkanlığı’ndaki hamlesini sorduğumuz CHP İstanbul milletvekili Eren
Erdem şu değerlendirmelerde bulundu: “Koalisyonla ilgili çok fazla
tartışma söz konusu. Kamuoyunda büyük bir koalisyon düşüncesi
vardı, bu da AKP-CHP koalisyonuydu. Biz de bunu tartışıyorduk.
Meclis Başkanlığı seçiminin ardından MHP her zaman yaptığı şeyi
yaptı ve AKP’nin önünü açtı. MHP, mecliste AKP’ye altın tepsiyle
Meclis Başkanlığı’nı hediye etti. Bana göre bunun demokrasiyle,
siyasetle bir ilgisi yok” MHP’yle ilgili eleştirilerini sürdüren Erdem,
şunları dile getirdi: “Türkiye demokrasisinde MHP’nin temsiliyeti
hak etmediğini görüyoruz. Olası bir erken seçimde MHP baraj
altında kalacaktır ki, bizim de temennimiz o yönde.
Çözüm Süreci’nin ismi değişebilir
En sıcak açıklama Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’tan
geldi. MHP-AKP koalisyonu için Çözüm Süreci’nin isminin
değişebileceğini, süreçte bazı revizyonların olabileceğini söyleyen
Kurtulmuş, “Hükümet olarak, ‘bu iş bitmiştir, kapanmıştır’ diye bir
irademiz yok. Çözüm Süreci’nin yanında duran üç partinin aldığı
oylar da ortada. Tereddütler, güvensizlikler çıkmış olabilir ama
seçim sonuçları çözüm iradesini pekiştirmiş bir iradedir. Buradan
kolay kolay kimsenin geri dönmeyeceğini düşünüyorum. Çözüm
Süreci’ni Türkiye halletmek mecburiyetindedir. İsmi değişebilir,
adımların şekli değişebilir” dedi.
HAK-Par Genel Başkanı Fehmi Demir
Parlamentodaki partilerin çözüm üretme konusunda yetersiz
kaldıklarını dile getiren HAKPAR Genel Başkanı Fehmi Demir, dört
partinin de somut çözüm önerileri olmadığını en fazla bir içinde
erken seçim olacağını ifade etti. Demir görüşlerini şöyle sürdürdü:
“Dört partinin de somut çözüm önerileri ve koalisyon önerileri yok.
Meclis Başkanlığı seçiminde MHP’nin tutumu nedeniyle, bir AKPMHP koalisyonunu ihtimalinin güçlü olduğu söyleniyor. MHP iktidar ortağı olmak iktidarın nimetlerinden faydalanmak isteyecektir.
Bu çerçevede AKP-MHP koalisyonu olasılığı yüksek görünüyor ama
AKP-CHP koalisyonunun da kapısı kapalı değildir..”
Erken seçim mi geliyor?
Cumhurbaşkanı dışında erken seçime sıcak bakan partilerden
biri de HDP. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş basına
verdiği bir demeçte, “Taşların yerine oturması için yeni bir seçim
gerekiyor. Koalisyon kurulabilir ama asla uzun ömürlü olmaz”
diyerek erken seçim sinyali verdi. CHP Genel Başkan Yardımcısı
Mehmet Bekaroğlu da geçtiğimiz hafta içinde bir gazeteye yaptığı
açıklamada, Cumhurbaşkanı’nın erken seçim istediğini söyledi.
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş
MHP-AKP koalisyonunun birçok sorunu içinde barındıracağını
söyleyen ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, aynı zihniyette olanların çakıştığını belirtti. Taş: “7 Haziran seçimler öncesi zemin oluşmuştu
zaten. Özellikle Çözüm Süreci’nin bitmesi, masanın reddedilmesi,
devlet içinde yerleşmiş cemaat kadrolarının yerine MHP’li kadroların konumlandırılması aslında MHP ve AKP arasında 7 Haziran
öncesinde ilişkilerin başladığını nesnel olarak ortaya koyuyor.
Meclis başkanlığı seçimlerinde de bu açığa çıktı. Birkaç aşılması
gereken konu var, onları da aşacaklardır. Ama bu koalisyona karşı
HDP, CHP ve parlamento dışındaki sol ve sosyalist partilerle birlikte bir muhalefet koalisyonu kurmalı ve yüzde 60’a karşı yüzde 40’ın
muhalefetinin kurulması gerekiyor. Ama bu öyle bir muhalefet
olmalı ki AKP ve MHP tabanında fikrini değiştirebilecek ve daha demokratik bir Türkiye’ye çekme konusunda ikna etme ve kazanmaya
yönelik bir koalisyon olmalı.”
Anayasa’ya göre ne olacak?
Anayasa’ya göre TBMM Başkanlık Divanı oluştuktan sonraki 45
gün içinde yeni Bakanlar kurulmazsa ya da kurulsa bile güvenoyu
alamazsa Cumhurbaşkanı’nın TBMM Başkanı İsmet Yılmaz’a danışarak, seçimlerin yenilenmesine karar vermesi gerekiyor.
Mevcut hükümetle seçime gidilebilir
45 günlük Anayasal süre, sonuna kadar kullanılmadan seçenek
kalmadığı gerekçesiyle Meclis’te bir erken seçim kararı alınması
durumunda ise, seçime mevcut hükümetle gidilebilecek. Bunun için
Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin yenilenmesine karar vermesi yerine,
TBMM Genel Kurulu’nun toplanarak erken seçim kararı alması
gerekiyor.
HDP Bingöl Milletvekili Hişyar Özsoy: Erdoğan erken
seçim istiyor
Sorularımızı yanıtlayan HDP Bingöl milletvekili Hişyar Özsoy,
koalisyonu ve olası erken seçim tartışmalarını parlamentodaki
partilerin değil de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın belirlediğini söyle-
PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik
Kürd sorunu ve demokrasiyi algılama biçimleri üzerinden konuyu değerlendiren PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik, MHP’nin
daha ırkçı ve şiddetten yana olduğunu öte yandan AKP ile siyaseten
köklü farklılıkların olmadığını ifade etti. Özçelik, “Mevcut parlamento tablosundan AKP-CHP’de, AKP-MHP’de çıkabilir, bir erken
seçim de çıkabilir. Bu anlamda AKP-MHP koalisyonu ebetteki
sorunun farklı bir eksene kaymasına neden olabilir. Bizce Türkiye
devletinin çıkarlarını ön plana alacaklardır, bu anlamda bir beklenti
içerisinde olmamak gerektiğini düşünüyorum. Erken bir seçim şuan
ki parlamento tablosunu değiştirecektir.” diye konuştu.
BasHaber
HABER
6 - 12 Temmuz 2015
Artuklu tasfiye mi ediliyor?
A
rtuklu Üniversitesi’nde geçtiğimiz hafta çoğunluğu kadın
14 yabancı öğretim üyesinin görevlerine son verilmesine
yönelik tepkiler devam ediyor. Konuyla ilgili bir basın
açıklaması yapan Mardin Artuklu Üniversitesi Bağımsız Üniversite Platformu bu uygulamanın hukuk dışı olduğunu söylemiş ve
uygulamanın bir an önce durdurulması talebinde bulunmuştu.
Bir süre önce Kürdoloji bölümünde yapılan çalışma ve araştırmaların özellikle resmi devlet refleksini rahatsız ettiği ve bölüme
dair bir temizliğin yapılacağı konuşulmuş, ardından da bölümün
müdürü Kadri Yıldırım alakasının olmadığı anlaşılan bir mevzudan gözaltına alınmış ve siyasi hesapların üniversiteyi karıştıracağının işaretleri verilmişti.
Üniversite yönetimi ise, yabancı öğretim üyesi kontenjanının
aşılmış olmasını gerekçe göstererek uygulamayı savunmuştu.
Felsefe, Sanat, Antropoloji, Doğu Dilleri, Yaşayan Diller Enstitüsü gibi birçok bölümden, öğretim üyelerinin görevlerine son
verilmesi ve görev sürelerinin uzatılmamasına gerekçe olarak
gösterilen, YÖK tebligatına, itiraz eden Bağımsız Üniversite Platformu, bu uygulamanın yasal prosedürlere uymadığını savundu.
Son yıllarda Kürd, Süryani, Arap gibi birçok etnik aidiyete
sahip akademisyeni ile asimilasyona uğramış dil ve kültürler üzerine yaptığı araştırmalarıyla ilgi odağı olan Artuklu Üniversitesi,
kimi zaman siyasi iktidarın hedefine aldığı, kimi zaman siyaset
arenasındaki gelişmelere kurban edilmeye çalışılan üniversitelerden biri oldu. Eski Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü ve şimdiki
HDP milletvekili Prof. Dr. Kadri Yıldırım’a karşı, yetkisi ve ilgisi
olmayan bir konu üzerinden soruşturma açılması ve Yıldırım’ın
gözaltına alınması, yine üniversite içerisindeki bazı yönetici ve
akademisyenleri tarafından Yaşayan Diller Enstitüsü’nün bazı
öğretim görevlilerine yönelik uyarı raporları hazırlanması ve etik
olmayan yollarla bürokratik yaptırımlara maruz bırakılmaları
gibi uygulamalar yaşanmıştı. Üniversite yönetiminin değişmesi
ile birlikte geçtiğimiz hafta çoğu farklı kimlik ve ülkelerden öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesi de ‚üniversite bünyesinde yeni bir operasyon mu yapılıyor‘ sorularını akla getirdi.
Öğretim görevlileri mağdur edildi
Üniversite bünyesindeki farklı fakülte ve bölümlerde eğitim
veren akademisyenler sözleşmeleri bitmeden ve kendilerine
danışılmadan alınan bu kararın yanlış olduğunu ve düzeltilmesi
gerektiğini belirterek bu uygulamanın üniversitenin çoğulcu
yapısına yönelik bir operasyon olabileceğine dikkat çekti. İşine
son verilen öğretim üyelerinin 8’i kadın olmak üzere 6’sı Batı
ülkelerinden, 5’i Kürt ve birinin de Arap olduğu dikkat çekerken, öğretim üyelerinin yabancı uyruklu olması ve çoğunun da
kadın olması nedeniyle cinsiyetçi ve yabancı karşıtı bir tavrın söz
konusu olabileceği dile getiriliyor. Üniversite yönetimi tarafından
alınan bu karara tepkiler devam ederken, Artuklu Üniversitesi
Öğretim Üyeleri Perwiz Cîhani, İbrahim Bor ve Mikail Bülbül öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesi hakkında BasHaber’e
değerlendirmede bulundu.
Görevine son verilen öğretim görevlilerinden Kürdoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Perwîz Cîhanî, bu uygulamayla öğretim
görevlilerinin mağdur edildiğini ve hukukun çiğnendiğini söyle-
yerek, kimseye işlerine neden son verildiğiyle ilgili bir açıklamanın yapılmadığını ifade etti. Bu uygulamadan dolayı kaygılı
olduklarını ve hem maddi hem manevi açıdan mağdur olduklarını dile getiren Cîhanî, “Ev tuttuk, yurtdışındaki evlerimizi kiraya
verdik, dönmemiz de zorlaştı. Çünkü yurt dışında çalıştığımız
kurumlardaki sözleşmelerimizi feshetmiştik. Bu uygulamaya
itiraz edip bunu gerçekleştirenler hakkında şikayetçi olacağız.
Mevcut yasalara göre haklıyız ve hakkımızı savunacağız. Avukat
tuttuk, bu işin peşini bırakmayacağız ve sonuna kadar buna karşı
direneceğiz” dedi.
“Üniversite tek tipleştiriliyor”
Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı ve Bağımsız Üniversite Platformu Sözcüsü Doç. Dr. İbrahim Bor ise bu uygulamanın dünyanın hiçbir yerinde kabul edilemeyeceğini, görevlerine
son verilen hocaların üniversiteye önemli katkılar sağladıklarını
ifade ederek, görevlerine son verilen öğretim üyelerinin hepsinin
yabancı olmasının akla yabancı düşmanlığını getirdiğini söyledi.
Öğretim üyelerinin hepsinin alanlarında çok yetkin olduğuna
dikkat çeken Bor, “Artuklu Üniversitesi için planladığımız şey,
önümüzdeki 10 yılda vizyon sahibi Türkiye’den ve yurtdışından
başarılı akademisyenleri buraya davet etmek idi. Özellikle Kürd,
Süryani, Arap dili ve kültürü üzerine çalışmalar merkeze alınınca
kısa sürede Artuklu bir cazibe merkezi haline geldi. Çok güçlü
bir akademik kadro oluştu. Öyle anlaşılıyor ki yeni yönetim
bu çoğulcu akademik kadroyu haz edemiyor. Kafalarındaki
üniversitenin nasıl olduğunu bizde bilmiyoruz. Ciddi olumsuz
sonuçlar doğurabilecek uygulamalarla karşı karşıyayız.” diyerek,
üniversitedeki çoğulcu yapının yok olacağına yönelik kaygılarını
dile getirdi. Üniversite bünyesinde çok farklı dünya görüşlerinden başarılı akademisyenlerin olduğunu ve hem dünyada hem de
Türkiye’de birçok akademisyenin Artuklu Üniversitesine yöneldiğini dile getiren Bor şöyle devam etti: “Mimarlık Fakültesi’nde
yapılan çalışmalar bu başarı örneklerinden bir tanesidir. Türkiye
ve dünyanın farklı üniversitelerinden birçok akademisyen bu
fakülteye geldi ve bir anda Türkiye’nin en prestijli fakültesi haline geldi. Ama yeni yönetimin başa geçmesinin hemen akabinde
bu hocalardan sekiz tanesi ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü eski
demokratik ve çoğulcu yapının devam etmeyeceği kanaatine
vardılar. Tek tipçi, belli bir politik grubun yönetimde hakim olmasından sonra üniversitede sıradanlaşma eğilimine girdi. Belki
amaç ta buydu. Yavaş yavaş bu duruma doğru gidiliyor.”
Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Kültürü öğretim üyesi Mikail
Bülbül ise söz konusu öğretim üyelerinin işten çıkarılma yönteminin usulen yanlış olduğunu ve bunun öncede istişare edilmesi
gerektiğini söyleyerek, “Umarım bu yanlıştan geri dönülür, zira
görevlerine son verilen öğretim üyelerinin hepsi de alanlarında
çok başarılı öğretim üyeleridirler” dedi.
‘Siyasi yönünün olduğunu düşünüyoruz’
Elde ettiği başarılardan dolayı mevcut siyasi iktidarın da hedef
tahtasına giren Artuklu Üniversitesinde hem öğretim üyelerinin işten çıkarılma yöntemleri hem de yönetimin öne sürdüğü
gerekçeler bu uygulamanın siyasi bir tavırdan kaynaklanabileceği yönünde şüphelere neden oldu. Perviz Cîhanî de bu konuya
dikkat çekerek bu uygulamanın siyasi yönünün olabileceğini
dile getirerek, işten çıkarılmalarıyla ilgili yönetimin herhangi
bir açıklama yapmadığını söyledi. Daha önce üniversitede görev
yapan Prof. Dr. Kadri Yıldırım’ın da siyasi nedenlerle hedefe
alındığını hatırlattığımız Cîhanî, üniversite yönetimiyle şimdiye
kadar görüşmediklerini ama görüşmeyi düşündüklerini dile getirerek, “Olayın siyasi bir zemine taşınmasını istemiyoruz. Konuyu
aramızda tartışıyoruz. Geçen sene Kadri Yıldırım Hocaya da
ciddi sorun çıkarmışlardı. Kadri Hoca güçlü tutumuyla saldırıları
bertaraf etti. Bu da ona benzer bir uygulama gibi” dedi.
07
Meclis Başkanı seçimleri
ve restorasyon
HAKAN TAHMAZ
AK Parti’nin adayı İsmet Yılmaz’ın
Meclis Başkanı seçilmesinden yeterli ders
çıkarılırsa 7 Haziran seçim sonuçlarını fırsata dönüştürmek mümkün olacak. Seçimler restorasyon veya normalleşme ihtiyacına imkân sunuyor. Geniş tabanlı koalisyon
hükümeti kurulmasını hükmetti.
Bununla AK Parti’nin 13 yıllık tek
parti iktidarının dayatmalarına, toplumu
kutuplaştırıcı, parçalayıcı siyasetine, hukuku ayaklar altına almasına, mezhepçiliğine ve padişahlık özentisine son verilebilir.
İlk önce AK Parti karşıtlarını bir cephede toplama yaklaşımının yanlışlığı kavranmak durumunda. Çünkü normalleşme ve
restorasyon, yüzde kırk birlik AK Parti’yi sürecin dışında tutarak
başarılamaz. Ayrıca geride kalan yüzde altmışlık CHP, HDP ve
MHP’nin bir blok olarak hareket etmelerinin imkânı yok. Meclis
Başkanı seçimlerinde bu görüldü.
HDP ve MHP iki ayrı dünyanın partileri. AK Parti karşıtlığı
dışında ciddiye alınabilir ortak noktaları yok.
Bu neden muhalefet seçimlerden “yüzde altmış blok” çıktı
diye düşünmek, buna göre beklenti içine girmek ve siyaset oluşturmak çok yanlış ve isabetsiz.
Aslında bu siyaset tarzı, Recep Tayyip Erdoğan’ın 13 yıldır
seçimlerde toplumu kutuplaştırarak başarı elde etmesinin benzeridir. Erdoğan, bu tarzı ile ilk kez bu seçimlerde istediği sonucu
elde edemedi. Muhalefet, Meclis Başkanlığı seçimlerinde bunu
uygulamak istedi, başarısız oldu.
Bu nedenle AK Parti adayının Meclis Başkanı seçilmesine
neden şaşılıyor anlamak mümkün değil. MHP’nin Meclis Başkanı seçiminde sergilediği tutumu ayıplamayı da anlamak zordur.
Şimdiye kadar hiç başka türlü davranmadı.
MHP’nin HDP’nin demokratik meşruiyetini hiçe sayan bir
tavrını sessizce izleyenlerin AK Parti’den farklılıklarının belirsizleşmesini göze almaları, 13 yıllık hoyratça kullanılan iktidar
olanaklarının sonucu. Ancak bu korku üzerine inşa edilen bir
gelecek olamaz.
Siyaset, yalnızca AK Parti’yi ve Erdoğan’ı zayıflatmaya indirgendiği için HDP ile MHP aynı blokta görme yanlışına düşülüyor.
MHP, AK Parti’den oldukça fazla statükocu, sağcı ve iki
partinin Türk milliyetçiliği ise karşılaştırılamaz. Buna rağmen
MHP’den beklenti içinde olmak, MHP kavramamak ve ırkçılığının derinliğini göz ardı etmek ciddi bir sorundur. MHP ile
birlikte normalleşmeyi ve restorasyonu gerçekleştirmek mümkün değildir. Ya da demokratikleşme adına bunu savunabilmek
mümkün değildir.
7 Haziran sandık sonuçları AK Parti ile normalleşme ve
restorasyon sürecini gerekli kılıyor. Bunu doğru okuyamamak
ya da “hiçbir koşulda AK Parti ile birlikte olmayız” gibi seçim
öncesi isabetsiz çıkışların esiri olarak arayışlar içerisine girmek
AK Parti’nin işini kolaylaştırıyor. Meclis Başkanı seçimlerindeki
hezimet, AK Parti’nin zayıflayarak çıktığı seçimlerden başarı elde
etmesini sağladı. Meclis Başkanı seçimlerinden AK Parti güçlenerek çıktı.
Kısa süre sonra koalisyon görüşmeleri başlayacak.
Türkiye’nin duran barış sürecini işletecek, demokratik restorasyonu yapacak, Türkiye’nin bölgede felakete sürüklenmesini önleyecek ve MHP’yi koalisyondan uzak tutacak koalisyona ihtiyacı
var.
MHP’nin içinde yer aldığı bir koalisyon ülkede Kürdlerle
çatışmayı, bölgede savaşı getirecektir. HDP’ye karşı alınan tavır sürdürülebilir değildir. Ancak Kürd düşmanlığı, Rojava’da
yaşananlar AK Parti ile MHP’yi bir birine yaklaştırıyor. Eğer 7
Haziran gecesi ilan edilen pozisyonlarda değişikliğe gidilmezse,
geriye erken seçim tercihi kalıyor. AK Parti, bunu tercih etmişe benziyor. Bunu engellemek ise muhalefetin marifetine kalmış
durumda.
Meclis Başkanı seçimlerinde düşülen yanlışa düşülmemesi
ve savaştan uzak durulması CHP’nin ezber bozan tutumuyla olasıdır. Deniz Baykal’a seçimlerinin son turunda 50 oy veren HDP,
bu yolda CHP’yi cesaretlendirmek istedi. HDP ile ilişkilerinde
cesaretli davranan ve Kürd korkusunu tam yenen CHP’yi, masada AK Parti karşısında güçlü kılacaktır.
08
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz 82015
SÖYLEŞİ
İsmail Beşikçi:
Barzani bir dönem daha
Sosyolog-Yazar İsmail Beşikçi Kuzeyli Kürdlerin,
Türkiyelileşerek Kürdistani olmaktan koptuklarını
söyleyerek, HDP’nin Türkiyelileşme projesinin
doğru olmadığını ifade etti. Güney Kürdistan’daki
gelişmelerle ilgili olarak, KBY Başkanı
Barzani’nin bir dönem daha Başkanlık
yapması gerektiğini söyleyen Beşikçi, Barzani gibi demokratik, Batılı bir liderin
bağımsızlık konusunda önemli bir
oynadığına dikkat çekti.
“Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar/Göçebe Alikan Aşireti”
üzerine hazırladığı tez ile doktor
ünvanı alan Sosyolog-Yazar
Yeter Polat
Kürdistan meselesinin mağdurusunuz, uzun yıllar Kürdlerle ilgili
yaptığınız araştırmalar nedeniyle
cezaevinde yattınız. Kürdlerin mücadelesini kısaca anlatır mısınız,
nasıl başladı bu mücadele ve şu
anda hangi aşamaya geldi?
1960’lar ve 2010’lar söz konusu olduğu
zaman, küçük bir karşılaştırma yapıldığı zaman, Kürdlerin mücadelesinde,
nereden nereye gelindiği görülmektedir.
1950’lerde, 1960’lara, 70’lerde ve sonrasında, Kürdler, Kürd dili inkar ediliyordu.
Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk
boyu olduğu vurgulanıyordu. Kürdçe diye
bir dil olmadığı, ‘Kürdçe denen dil’in,
Tükçe’nin ilkel bir ağzı olduğu söyleniyordu. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükler yasaktı. Kürdlerden, Kürdçe’den söz
edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyordu. Kürdlerin Türklüğe
asimilasyonunu gerçekleştirmek için çok
yoğun ve yaygın asimilasyon programları
uygulanıyordu. Kamu yönetimi, siyasal
partiler, basın, eğitim kurumları, kışla,
üniversite, yargı kurumları, din, aile
asimilasyon yolunda etkin bir şekilde kullanılıyordu. Kürdlerin, Kürdçe’nin inkar
edilmesi, resmi ideolojinin çok önemli bir
boyutudur. Resmi ideolojinin herhangi bir
ideoloji olmadığını, devletin, idari ve cezai
yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir
ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir.
Resmi ideolojinin, bilimin ve siyasetin
kavramlarıyla eleştirilmesi çok önemlidir. Özellikle 1970’leden sonra, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri
Mahkemesi’nde gerçekleşen duruşmalardan sonra, yani 12 Mart rejiminden sonra,
bu eleştiriler yoğun bir şekilde sürdürülmüştür. Kürdlerin, Kürdçe’nin, Kürd kimliğinin savunulmasında, Devrimci Doğu
Kültür Ocakları’nın rolü, 1971 savunmaları çok önemlidir. 1980’lerin ortalarında
başlayan, 30 yılı aşkın bir zamandır süren
gerilla mücadelesi şüphesiz vurgulanması gereken bir süreçtir. Bugün durum,
kuşkusuz çok değişiktir. Kürdçe’nin çeşitli
lehçeleriyle ilgili yayınlar artmaktadır.
Kürdçe kitap yayımlayan yayınevlerinin sayısı gittikçe artmaktadır. Kürdçe
öğrenenlerin, Kürdçe öğretenlerin sayısı
artmaktadır. Üniversitelerde, Kürdoloji
bölümleri açılmaktadır. Kürd, Kürdistan,
adıyla siyasal partiler kurulabilmektedir.
Bu partiler siyasal mücadele yürütebilmektedir. Partiya Azadiya Kurdistan
(Kürdistan Özgürlük Partisi) 2014 yılında
çok büyük ve kararlı mücadeleler sonucunda kurulabilmiştir. Genel seçimlerde
ve yerel seçimlerde, siyasal partiler Kürdçe propaganda yapabilmektedir. Bugün,
kültürel ve demokratik hakları geliştirmek
için yoğun ve yaygın bir mücadele yürütülebilmektedir.
Kürd meselesini toprak ve devlet sorunu olarak görüyorsunuz,
hakim Kürd siyaseti Kuzey’de bu
taleplerinden neden vazgeçti?
Kürd sorunu toprak sorunudur. Bu
bakımdan ‚Kürdistan sorunu‘ olarak değerlendirmek daha doğrudur. Kürd/Kürdistan sorunu. Kürdistan’dan vazgeçmek
mümkün değildir. Dünya uluslar ailesinin
eşit bir ferdi olmaya çalışmak önemli
olmalıdır. Bugün dört devlet birbirleriyle işbirliği yaparak Kürdleri yönetiyor.
Kürdlerin geleceğini bu devletler belitliyor. Kürdlerin hakları ve özgürlükleri için
yürüttükleri mücadeyi bastırmak için her
yolu deniyorlar. Halbuki, Kürdlerin kendi
kendilerini yönetmeleri, kendi geleceklerini bizzat kendilerini belirliyor olması
esastır. Önemli olan budur. Bugün nüfusu
çok küçük olan halklar kimlik sahibiyken,
uluslar ailesi içinde eşit konumda olma
mücadelesi yürütüyorken, Kürdlerin bunu
küçümsemesi sağlıklı bir durum değildir. Uluslararası planda, dört yılda bir
düzenlenen Olimpiyatlarda nüfusu çok
küçük olan halklar da temsil edilmektedir.
İsmail Beşikçi Kuzeyli Kürdlerin hayatına da bu kitapla
girmiş ve Sarı Hoca lakabını lakabıyla her Kürd evinin
adeta onur konuğu sayılmaya başlanmıştı. 1970’de
görevine son verilen Beşikçi, 1971 yılında Diyarbakır’da
tutuklandı. Bu aynı zamanda uzun yıllar sürecek hapis
ve yargılama sürecinin de başlangıcı olacaktı. Kürdler
üzerine kitaplar yazan Beşikçi, resmi ideolojinin
bilime ve Kürdlere yönelik politika ve uygulamalarına
yine bilimi refere ederek eleştiriler yöneltti. 17 yıl 2 ay
cezaevinde yatan Beşikçi, resmi ideolojinin Kürdleri
inkar politikasını eleştirmekten hiç bir zaman vazgeçmedi. Kürdçe’nin ve Kürdistan’ın varlığını her platformda dile getiren ve savunan Beşikçi ile Kürd ve Kürdistan
mücadelesinin dününü ve geleceğini konuştuk.
Yakındoğu’da, Ortadoğu’da, nüfusu 50
milyondan fazla olan Kürdlerin, böylesine uluslararası bir yarışmada temsil
edilmemesi, gelecekte, Kürd kuşaklarının
kabul edebileceği bir durum değildir. Hele
hele bazı sportif yarışmalarda, üstünlük
kazanan, madalya kazanan Kürdlerin
bu başarılarını, Türklere, Araplara veya
Farslara kaydedilmesi, gelecekteki Kürd
kuşaklarını elbette çok rahatsız edecektir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti
döneminde, Yakındoğu’da, Ortadoğu’da
kurulan statükoda Kürdlere/Kürdistan’a
bir statü verilmedi, Dönemin iki emperyal gücü Büyük Britanya ve Fransa ve
Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü
devleti Osmanlı İmparatorluğu ve onun
devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve
İran İmparatorluğu ve devamı olarak
yeni İran Şahlığı, Kürdlerin/Kürdistan’ın
bölünmesini, parçalanmasını, paylaşılmasın sağladı. Kürdleri/Kürdistan’ın
bölen, parçalayan, paylaşan devletler
Kürdlere hiçbir hak tanımadan veya hak
tanıyormuş gibi görünerek bu statükonun
aynen devam etmesini istemektedirler.
Bu statükonun sürdürülmesi için her
önlemi alıyorlar. Örneğin, ‘Kürdlere bir
çakıl taşı bile vermeyiz ‘demektedirler.
Kürdlerin de ‘biz zaten istemiyoruz ki’
demeleri çok yanlıştır. 1920’ler, Milletler
Cemiyeti dönemi. Kürdlerin, Kürdistan’ın
bölünmesi, parçalanması, paylaşılması…
Bölünme, parçalanma, paylaşılma… Bu,
Kürdlerde, Kürdistan’da, bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağıtılması
gibi bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Bu bir
ulusun, bir ülkenin başına gelebilecek en
büyük felakettir. Bu dönemin, anti-Kürd
uluslararası nizamının bilincine varmak,
bilimle, siyasetle bu durumla mücadele etmek gerekir. 1920’lerin, Kürdleri,
Kürdistan’ın, üçüncü bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması olduğunu da
unutmamak gerekir.
Türkiye’nin demokratikleşmesi sü-
reci Kürdlerin temel sorunu haline
nasıl geldi, bu nasıl oldu?
Kürd dinamiği, Türkiye’nin çok önemli
toplumsal ve siyasal bir dinamiğidir.
Kürdlerin, hakları ve özgürlükleri için yürüttükleri mücadeleler, bu mücadelelerin
getirdiği fiili kazanımlar Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol oynamaktadır. Kürdlerin bu mücadelesi Türkiye’yi
demokratikleştirir. Ama, Türkiye’yi
demokratikleştirecek esas süreç, Türk
siyasal partilerinin, yani Türkiye partilerinin, Kürd haklarının ve özgürlüklerinin
kazanılmasında gösterecekleri çabadır.
Gerek Türkiye’de, gerek Kürdistan’da
Kürdlerle birlikte yürütülecek bu mücadeleler demokratikleşmenin kalıcılaşmasını
da sağlayacaktır. Devlet, Kürdlerin hak ve
özgürlük mücadelesini bastırabilmek için,
fiili kazanımları geriletmek için büyük bir
çaba içindedir. Bu baskı şüphesiz demokratikleşmeyi engeller. Kürdler, Türklerle
birlikte olduğu sürece, yani, Kürdler,
Türkler tarafından yönetildiği sürece,
SÖYLEŞİ
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
9
SÖYLEŞİ
a görevde kalmalıdır
bu baskı eksik olmaz. Kürdleri,
Kürdçe’yi inkar, resmi ideolojinin
çok önemli bir boyutuydu. Bugün
artık inkar yok. Ama asimilasyon
devam ediyor. Kürd diliyle eğitime
karşı çıkılması asimilasyonu sürdürmek anlamına gelmektedir. Asimilasyon ancak baskı yöntemleri yaşama geçirilerek uygulanır. Devletin,
okul, basın, din gibi ideolojik baskı
araçları, karakol, mahkeme, cezaevi
gibi zorlayıcı baskı araçları etkin bir
şekilde kullanılır. Demokratikleşmeyi engelleyen, demokratik toplum
kurulmasına engel olan esas unsur
budur. Kürdlerin kendi kendilerini
yönetir bir hale gelmeleri, kendi
geleceklerini bizzat kendilerinin
tayin etmeleri, Türkiye’yi demokratik
bir hale getirecek esas süreçtir. O zaman, artık, sistematik baskıya ihtiyaç
duyulmayacaktır.
Kürd kimliğinin HDP ile sol
siyasetin etki alanına girdiği
tartışmaları yürütülüyor, sizce
Kürdler kimlik mücadelesini
bıraktılar mı?
Kürdlerin ve Kürdçe’nin inkarı
artık söz konusu değil. Ama Kürdçe
ile ilgili olarak hala sorunlar var.
Kürd diliyle eğitimin olmaması
elbette önemli bir sorun. Ama,
Kürd dili ile ilgili hala sorunlar var.
Örneğin, içinde X, W, Q gibi harfler
içeren sözcüklerin çocuklara isim
olarak verilmesinde hala sorunlar
var. Nüfus idareleri, bu isimler, Türk
alfabesinde yoktur diye bu isimleri kabul etmiyorlar. Bu konuda,
Bulgaristan’ın 1984-1988 yılları
arasında, Bulgaristan’da yaşayan
Türklere, uygulamaya çalıştığı
politikaya işaret etmek gerekir. O
zaman Bulgaristan yönetimi, Türklere Türk isimlerini terk etmelerini,
Bulgar isimleri almalarını öneriyordu. Bulgar isimleri alırsanız,
Bulgaristan Komünist Partisi’nde
Bulgaristan devlet bürokrasisinde
görev alırsınız, bu görevde hızla
yükselirsiniz, ama Türk isimleriyle
devam ederseniz, günlük yaşamınızda sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz...”
diyordu. Bulgaristan’da yaşayan
Türklere, Bulgar isimleri verme konusunda yoğun operasyonlar vardı.
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin
çok büyük bir kısmı bu uygulamalara
şiddetle karşı çıktılar. Bulgar isimler
almadılar, Türkiye’ye göç edenler
oldu. Türkiye’de de çeşitli kurumlar,
basın, yargı organları, üniversiteler,
vs. bu uygulamalara karşı çıktılar.
Batılı devletler ve uluslararası kurumlar da bu uygulamalardan dolayı
Bulgaristan’ı şiddetle eleştirdiler.
Bulgaristan bu politikadan, uygulamalardan 1988 yılında vazgeçti.
Bulgaristan’da Türkler, Haklar ve
Özgürlükler Partisi’ni kurdu. Bu
parti hükümete ortak oldu, daha
sonra, Bulgaristan Avrupa Birliği
üyesi oldu. Türkiye’de, Kürdçe alfabe
konusunda hala sorunlar olması
dikkate değer bir durumdur. Hem de
Avrupa Birliği üyesi Türkiye’de böyle
sorunlar yaşanması dikkatlerden
uzak tutulamaz. Bunlar, hep kimlikle
ilgili sorunlardır. Kürdçe, Ermenice,
Süryanice yer isimlerinin değiştirilmesi, Türkçeleştirilmesi üzerinde
durulması gereken bir sorundur.
Kürdistan’da, iş yerlerine Kürdçe
tabelalar asılabiliyor mu? Kimlikle
ilgili sorunlar devam ediyor.
Seçimler sonrası ortaya çıkan
durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin siyasi
geleceğine dair görüşleriniz
nelerdir?
7 Haziran seçimleri, ortaya şunu
koymuştur: Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin öteki Türk partileri
gibi, öteki Türkiye partileri gibi,
Kürdistan’da siliniyor olması
önemlidir. Kürdlerin Batı illerinde,
AKP’den vazgeçip yönünü HDP’ye
yöneltmesi yine çok olumludur.
Kürdler, Kürdistan’da, CHP, MHP
gibi siyasal partilere zaten oy vermiyorlardı. Bu partiler Kürdistan’da
silinmişlerdi. AKP’nin de silinmeye
yüz tutması şüphesiz çok önemlidir.
Ama, HDP’nin Türkiyelileşme projesi olumlu değildir. Türkiye’de AKP,
CHP, MHP, TKP, Selamet Partisi
vs. bütün partiler Türkiye partisidir.
Kürdleri de Türkiye partisi yapmaya
çalışmaları anlamlı değildir, yanlıştır. ‘Türkiye partisiyim’ demek, ‚ben
de Türkiye partileri gibi olacağım’
demektir. Bütün Türkiye partileri,
örneğin, Filistinli Arapların bağımsız
bir devlete sahip olmalarını savunurlar, ben de savunuyorum. Bütün
Türkiye partileri, Kürdlerin bağımsız
bir devlete sahip olmalarına karşı
durular. Ben karşı durmuyorum.
Halbuki, Kürdler, Kürdistani olmalıdır. Türkiyelileşmenin olumsuz
yönü, Kürdleri Kürdistani olmaktan
koparması, Türk siyasal kültürüyle,
Türk değerleriyle bütünleştirmeye
çalışmasıdır. Yukarıda, Kürdlerin/
Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda
1920’lere, Milletler Cemiyeti dönemine işaret edilmişti. Türkiyelileşme,
Kürdleri, bu dönemi anlamaktan, bu
ilişkileri sorun yapmaktan alıkoyar.
Halbuki, Kürd/Kürdistan sorununun
esası budur.
‘En kısa zamanda referandum’
Kürdistan’ın Güneyi’nde Mesud Barzani bağımsızlık ilan etmenin koşullarını arıyor, öte yandan görev
süresi de önümüzdeki günlerde dolacak. Ortadoğu’da
Mesud Barzani’nin olmaması, Kürdistan meselesinde
nasıl sonuçlara yol açar?
Mesut Barzani, Batılı, demokratik bir liderdir. Batılı devletlerle
sağlıklı ilişkileri vardır. Bir dönem daha Kürdistan Başkanlığı
görevinde kalmasında yarar vardır. En kısa bir zamanda referanduma gitmek Kürdlerin işini kolaylaştıracaktır. Kürdler, bağımsızlık konusunu Batılı devletlerle konuşarak, görüşerek yoluna
koyabilirler. Mesut Barzani gibi demokratik, Batılı bir liderin bu
konudaki rolü şüphesiz çok büyük ve olumludur.
09
“Sınırımızın ötesinde
oluşum” fobisi
FERHAT KENTEL
Çin’in el koyduğu topraklarda
Doğu Türkistan’ın Urumçi şehrinde
polis, devletin “terörist” ilân ettiği Uygur’ları göz altına alırken, devletlerine
bağlı bir takım yaratıklar da polisin
üzerinden aşıp gözaltına alınan insanlara ellerindeki sopalarla vuruyor.
Öfke içindeler... “Hain” ve “bölücü” ilân edilen Uygurlara nefretle
bakıyorlar...
Belli ki “milliyetçi hassasiyetleri” kabarmış.
Muhtemelen gazeteler ertesi günü şöyle manşetler atmışlardır: “Teröristlere vatandaşlardan öfke seli” ya da “Halk
hainleri affetmedi”...
Güzide memleketimizin her döneminde sık sık karşılaşılan manzaralar yani... Düşmanlarıyla varolabilen bir
devletin “vatandaşlarına” büyük başarıyla öğrettiği bir dersten
manzaralar. Devletin ve onun polisinin, askerinin gölgesine
sığınıp, adeta “bak ben de hainleri cezalandırıyorum; n’olur
sev beni!” diye yalvaran; kendini o devasa acımasız aygıta
beğendirmeye çalışan, örselenmiş bir zavallı kimliğin “vatandaşlarının” performansı...
Bir takım yaratıklar Sivas Madımak’ta insanları nasıl
yaktılar? Daha önce, 90’lı yıllardaki Kürt katliamlarını satır
fotoğrafıyla yadeden ve cumhurbaşkanının nikah şahitliğini
yaptığı bir yaratık (yani hiç sıradan biri değil; hiç istisnai,
marjinal ya da münferit bir vaka değil; tersine epey mühim bir
temsiliyet kapasitesi var) bugün Sivas katliamının yıldönümünü de neşe içinde kutlamış...
Bu yaratığınki nasıl bir ruh halidir? Nasıl bir tornadan
geçip, bu ruh haline varmıştır? Kimler bu ruh haline sahiptir?
Acaba, her halükârda “ötekiler” diye bir kategori yaratma kapasitemizden ötürü mü “sınırlarımızın hemen yanı
başında, maliyeti ne olursa olsun, bir oluşuma izin vermeyiz”
öfkesi dile geliyor? Ya da sınırlarımızın ötesinde şimdiye
kadar hiç “oluşum” yok muydu? Var olan eski “oluşumlar”
nasıldı? Katil Esat ailesinin başında oturduğu terörist devlet
Suriye “oluşum “değil miydi? O devletin (her anlamda)
kimliksiz bıraktığı Kürtlerin bugün “oluşum” yapma çabaları
neden rahatsız etti? Ya da bizim “oluşumumuzun” bedeni
sınır ötesinde de devam mı ediyor?
Biz bu olaydakine benzer şekilde, bedensel, kimliksel
sınırlarımızın ötesindekilere, bizim gibi olmayanlara neden
tahammül edemiyoruz? Mesela, bir takım karanlık kafalı
yaratıklar HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlayan bombalardan sonra, hangi ruh haliyle ve nasıl “kendi kendilerine
patlatmışlardır, gebersinler!” diyebiliyorlar? Şimdi, biraz
düşünelim. Bu ve benzeri “geberme” dillerini kullanabilen yaratıklar mı; çizgi roman kahramanları gibi, “HDP ile olmaz da
olmaz!” diyerek yerinde tepinen MHP dili mi daha bölücü ve
tehlikeli; yoksa Taksim’in ortasında soyunup, aklı sıra ilginçlik
yaptığını zanneden translar mı?
Hangisi daha ahlâksız?
Öncelikle, ilginçlik yaptığını zanneden, ruhları ve bedenleri kuşkusuz sürekli tahribata uğrayan translara bakmazsınız,
kafanızı çevirirsiniz... Hatta biraz çaba gösterirseniz, belki
onların neden kendi bedenlerini bu kadar teşhir edip, adeta
silah olarak ortaya koyabildikleri üzerine kafa yorabilirsiniz.
Ama biraz daha mesafe alıp, Türkiye’de ideoloji ve siyasal akım olarak ortaya çıkan hareketlerin hangisinin pür-i pak
olduğunu; hangisinin travmatize olmamış, pek bir rasyonel
takılan temiz aile çocuklarından oluştuğunu sorgulayabiliriz.
O zaman fark edeceğiz ki, öyle bir hareket yok...
Bugün AKP kadroları içinde yer alan nefret dolu, yaralı
ve rövanşist kesimleri, bizim nefret içindeki devlet oluşumumuz yarattı... Şimdi devletin yarattığı, otoriter ve sosyal
mühendis AKP kadroları da nefret diliyle, karşısındakileri
yaratıyor. LGBT onur yürüyüşünde yer alan bir takım yaralı
ve nefret dolu insanlar, AKP’nin muhafazakarlığını delice bir
teşhircilikle ve rövanşist bir performansla ti’ye alıyorlar.
Bizim yüzümüzden “sınırların ötesi” haline gelmiş insanlara “aman da ne kadar kötü şeyler bunlar!” demeden önce,
kendi içimizdeki “tehlike” ve “kir”e dikkat etmekte daha çok
yarar olabilir.
10
ÇEVRE
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
Surlar ve Hevsel artık dünya mirası
D
iyarbakır’ın kültürel mirasları
olan Diyarbakır Kalesi ve Hevsel
Bahçeleri dünya kültürel mirası
listesine alındı. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel
Bahçeleri Kültürel Peyzajı Alan Yönetimi
Başkanlığı tarafından hazırlanan Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçelerine ilişkin
rapor, UNESCO’nun yılda bir kez topladığı
Dünya Mirası Komitesi’nde, Diyarbakır’ın
tarihi mirasları olan surlar ve Hevsel
Bahçeleri Dünya Kültürel Mirasları olarak
kabul edildi.
Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri
Almanya’nın Bonn kentinde düzenlenen UNESCO 39. Dünya Miras Komitesi
Toplantısına sunulan dosyanın ardından
resmen kabul edildi. 8 Temmuz’a kadar
sürecek olan toplantıda Diyarbakır hakkındaki karar 4 Temmuz’da verildi. Çalışmaları 2012 yılında Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi tarafından kurulan Diyarbakır
Alan Yönetimi ve gönüllü akademisyenler
tarafından yürütülen, Diyarbakır Kalesi ve
Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı UNESCO
başvuru dosyası 2014 yılında tamamlanıp
UNESCO Dünya Miras Merkezi’ne sunulmuştu.
Yaklaşık 5,5 km uzunluğu ile Çin
Seddi’nden sonra dünyanın en uzun
surlarına sahip olan Diyarbakır Kalesi
duvarları 10-12 metre yüksekliğinde ve 3-5
metre genişliğinde insan eliyle yapılmış en
görkemli ve büyük anıtsal yapılardan biri
olarak kabul ediliyor. Diyarbakır’ı çevreleyen surların doğu kısmında, Dicle Nehri
kıyısında, yaklaşık 10 bin dönümlük alana
yayılan Hevsel Bahçeleri ise 180’den fazla
kuş türü, susamur, tilki, sansar, sincap gibi
birçok memelinin de barınağı olmasının
yanı sıra hem kuşların göç yolları üzerinde
bulunması hem de Mezopotamyanın en
eski tahıl ambarı olarak bilinmesi nedeniyle UNESCO’nun Dünya Mirası olarak kabul
edildi.
“Görüşmelerimiz olumlu sonuç
verdi”
Diyarbakır’dan Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi Eşbaşkanları ile Sur ve Yenişehir Belediyesi Eşbaşkanları, Diyarbakır
Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı
Alan Yönetimi Başkanı Nevin Soyukaya,
İmar ve Şehircilik Daire Başkanı Murat
Alökmen’nin de aralarında bulunduğu kalabalık bir heyetin katıldığı toplantıda konuştuğumuz, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel
Bahçeleri Alan Yönetimi Danışma Kurulu
Başkanı Necati Pirinççioğlu şimdiye kadar
yapılan görüşmelerden olumlu tepkiler
aldıklarını belirtti. Pirinçcioğlu, “Görüşmelerimiz sırasında onların kaygı duydukları şeyleri paylaşıp toplantılar yaptık.
Kültür Bakanlığı’nın uzmanları da bizimle,
koordineli görüşmeler yapıyor. Toplantının
sonucu olumlu oldu” dedi.
UNESCO restorasyona müdahale
etmişti
Diyarbakır dosyası dışında 95 doğal ve
kültürel varlığın korunma durumunu ve
tehdit altındaki dünya mirası listesindeki
46 yerin durumu olmak üzere toplam 141
dosyanın da gözden geçirileceği zirvede ev
sahibi Almanya da Dünya Mirası Listesi
için iki aday gösteriyor. Hamburg’un simgelerinden biri olan, liman bölgesindeki
dünyanın en büyük bitişik bina kompleksi
Speicherstadt ile Naumburg Katedrali,
Kültür Mirası Listesine dahil edilmeyi
bekliyor.
Diyarbakır dosyanın görüşüleceği bu
süre içerisinde lobi faaliyetleri yapılarak,
UNESCO’nun Danışma Kurulu olan ICOMOS tarafından Miras Alanı ve Tampon
Bölgenin de içerisinde yer aldığı tüm alan
sınırı için istenen bilgi ve yanıtlanmasını
istedikleri soruların cevapları hazırlama
çalışmaları tamamlanmıştı. Bunun yanı
sıra daha önce Diyarbakır Alan Yönetim
Başkanlığı tarafından hazırlanan yayınlar
ve dokümanlar UNESCO delegasyonuna
sunuldu. Delegasyonda oy kullanılacak 21
alan içerisinde Türkiye’nin de olduğu yeni
adaylıkların dışında tehlike altında miras
alanlarının da görüşüleceği komite toplantısında, özellikle son dönemlerde Suriye,
Irak ve Afganistan’daki saldırılar nedeniyle
yıkılan ya da tahribata uğrayan miras alanları için devletlere çağrı yapılacak.
Daha önce Diyarbakır Kalesi’nde yapılan restorasyonlarda teknik yanlışlıklar
nedeniyle hatalı restorasyon yapılmış ve
UNESCO surların özgünlüğünü kaybetme
ihtimaline karşı restorasyonların durdurulmasını ve yapılan hataların düzeltilmesini
istemişti. Bunun üzerine Kültür Bakanlığı
surların restorasyonunu durdurmuş, bir
koruma planı hazırlayarak UNESCO’ya
göndermişti. Geçen yıl Ağustos ayında
UNESCO’nun uzman bir ekip gönderip
yerinde inceleme yaptırması ile birlikte
Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin
Dünya Mirası Komitesi tarafından yapılacak olan toplantıda görüşülmesi kesinleşmişti.
Kürdistan’da Dünya Mirasları
Kürdistan, Mezopotamya coğrafyası
üzerinde bulunması, birçok medeniyete ev
sahipliği yapması ve Asya ile Avrupa ara-
sındaki geçişin kavşağı niteliğinde olması
nedeniyle üzerinde en eski tarihi yapıları
ve benzersiz doğal zenginlikleri barındırıyor. Büyük savaşlara ve toplumsal felaketlere sahne olan bu coğrafyada bulunan
birçok zenginlik de zamanla bakımsızlıktan
harabeye dönüşmüş, yok olmuş veya sahip
çıkılmadığı için kendi haline terk edilmiş
durumda. Ancak son yıllarda gerek Kürdistan’daki tarihi bilincin yükselmesi gerekse
de Kürdlerin uluslar arası alanda seslerinin
daha gür çıkmasıyla birlikte birçok tarihi
alan ve yapı korumaya alınıp, yeniden gün
yüzüne çıkarılıyor.
Kürdistan’da 4 Dünya Mirası
Geçtiğimiz yıl Güney Kürdistan’da bulunan Hewlêr Kalesi UNESCO’nun Dünya
Mirası listesine alınmıştı. Bu yılın Mayıs
ayında ise Doğu Kürdistan’da Palingan
Köyü UNESCO’nun Dünya Mirası listesine eklenmiş ve bir köyün tamamının
Dünya Mirası listesine eklenmesi dünya
medyasında büyük yankı uyandırmıştı.
Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin
de Dünya Mirası listesine alınması ile
birlikte Kürdistan’da UNESCO tarafından
Dünya Miras listesine alınan tarihi alan ve
yapıların sayısı 4’e yükseldi. Kürdistan’daki bu yapıların Dünya Mirası listesine
girmesinin önemi büyük. Nitekim, Dünya
Mirası Listesinde kültürel varlığı bulunan
devletler, bu varlıkları ilgilendiren çalışma,
koruma, yeniden işlevlendirme ve miraslar
çevresinde gelişim ile değişime neden olan
imar faaliyetlerini uluslararası denetime
açmak zorundadırlar. Ayrıca bu listede yer
alan kültürel varlıkların görünürlüğü de
artıyor.
BasHaber
DİASPORA
6 - 12 Temmuz 2015
11
Ermenistan, Kürd edebiyatının vatanı
K
Ermenistan nüfusunun yüzde 1,3’ü yani
38.571 kişi Kürdler oluşturuyor.
Çimen Gümüş
afkasya, Ermenistan ve Rusya Kürdleri...Kimilerine göre
Kürdistan’ın 5. parçası, kimine göre
ise Kürd varlık sahasının kayıp halkası.
Kürdistan tarihinin en eski sürgünleri, en
eski trajedileri ve yıkımlarını kucaklayarak
kuzey steplerine doğru belirsiz bir yolculuğa çıkan on binlerce Kürdün vatansızlık
ıstırabını, burayı yurt kılarak gidermeye
çalıştığı ikinci ya da artık asıl vatan. Sayısız
akademik çalışmaya konu olmuş, sayısız
çalışmaya daha konu olacağı kuşkusuz
olan Ermenistan Kürdleri ya da ‘Ermenistan Kürdistanı’nın bariz ve belirgin
öznelliklerinden biri Kürdçe edebiyat ve
folklorün ambarı olması. Zira kulaklar
hala, “Rojbaş vira Dengê Radyoya Erivanê
ye” anonsunu bir besmele gibi duyumsar,
Erebê Şemo’nun ‘Şivanê Kurmanc’ eseri
tarihe ilk Kürd romanı olarak kazınır ve
onlarca dengbêjin tınıları yankılanıp durur.
Bu açıdan Ermenistan’daki Kürdistan’ın
tarihimizde edebiyat ve folkloromuzun
vatanı, dölyatağı olması gibi bir elzemiyet
barındırır.
Ermenistan Kürdleri de tıpkı Azerbaycan, Gürcistan ve diğer ülkelerdeki Kürdleri gibi yaşadıkları ülkelerin isimlerine tabi
olmuşlardır. Fakat Kafkasya Kürdlerinin
özellikle Ermenistan ve Azerbaycan arasında bulunan Kızıl Kürdistan bölgesinde 3
bin yıla yakındır yaşadıkları tarihi gerçeklerden. Bu bölgede Milattan önce kurulan
Mihrani Kürd Devleti ve yaklaşık 90 yıl
önce kurulan Kızıl Kürdistan, bu coğrafyada Kürdlerin tahmin edildiğinden çok daha
fazla köklerinin geçmişe uzandığını ve bu
toprakların sahiplerinden biri olduğunu
göstermektedir.
Ezdi Kürdler Ermenistan’a göç eder
Sovyetlerin dağılmasından sonra bulunduğu ülkelerin coğrafyası arasında kalarak
sürgünlere mahkum edilen Kürdlerin,
sonrasında da bu trajik hikayeleri devam
eder. Rusya imparatorluğu döneminde bu
toprakların yerel sakinleri olan Kürdler,
Kafkasya, Yelizavetpol, Erivan ve Tiflis
Kürdleri olarak bilinir. Çoğunlukla Ezdi
Kürdlerden oluşan Kürd nüfusu, bölgedeki siyasi ve askeri gelişmeler sonucunda
Kürdlerde yoğun bir sürgün ve göç dalgası
yaşanmıştır. 18. ve 19. yüzyılda müslüman
olmadıkları için Osmanlı’nın baskısına maruz kalan Ezdi Kürdlerin Kafkasya’ya göçü
artar. 20. yüzyılın başlarında Kafkasya’da
artık 65 Kürd aşiretinin olduğu yapılan
çalışmalar sonucu ortaya çıkar. 1914-1918
yılları arasında Türkiye’de Ermenilere
yapılan katliamdan Ezdi Kürdleri de zarar
görmüş ve Antep, Kars ve Van’daki Ezdiler
Kafkasya’ya göç eder.
Yoksul ve göçebe Kürdün vatanı
Bu coğrafyada yaşayan Kürdlerin ortalama yüzde 30’u yerleşik yüzde 70’i ise göçebe olarak uzun zaman yaşadı. Genellikle
kır yaşamı sürdüren Kürdler, on yıllar boyunca ağır ekonomik-sosyal zorluklar, açlık
ve sefalet içerisinde yaşadı. 19. yüzyılda,
Aleksandrapol, Şerur-Derelez, Nahçıvan,
Novobayazit yörelerinde yaşayan Kürdler
yerleşik bir yaşam sürerken, aynı dönemde Erivan, Eçmiedzin, Surmeli kazalarına
yerleşmiş Kürdler, yarı göçebe yaşayarak
hayvancılıkla uğraşmaktaydı.
Kızıl Ordu’ya öncülük eden Ermenistan Kürdleri
Ermenistan’da 1918-20 yılları arasında Daşnaktsutyun Partisi döneminde,
Kürdlere Çar döneminde ellerinden alınan
siyasi hakları geri verilir ve kurulan ilk
Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na
Ezdilerden Surmeli’den Timurlu Yusuf Beg
Kürd temsilcisi olarak seçilir. Yine bu dönem birçok Kürd yüksek subay rütbesi alır.
Oluşturulan Kürd gönüllü askeri birlikler
Kürdlerin komutasına verilir. Ermenistan
Kürdleri Sovyetler Birliği’ne sıcak yaklaşır
ve başta Pampa Kurda Kürdleri olmak
üzere, Kızıl Ordu’ya da öncülük yapar.
Ermenistan’daki Kürdler
Büyük çoğunluğu Ezdi ve geri kalanı ise
Müslüman Kürdlerden oluşan Ermenistan
Kürdleri, 1937 yılında Stalin tarafından
yapılan büyük sürgünün kurbanı olurlar.
Ezdi Kürdler Müslüman olmadıkları için
diğerleri kadar
zarar görmez
ancak Müslüman olanlar
zorunlu göçe
tabi tutularak
Kazakistan’a
sürgün edilir.
Geriye kalan Kürdler,
Sovyetlerin
dağılmasının ardından
yaşanan ağır
ekonomik sıkıntılar nedeniyle göç eder.
Yine Kızıl Kürdistan’da yaşayan Kürdlerin
çoğunluğu Azerbaycan-Ermenistan savaşı
nedeniyle sürüldü ya da göç etti.
Ermenistan’da Sovyet dönemi boyunca
çok sayıda okul ve radyo açıldı. Sovyet
Ermenistan, Kürd edebiyatının merkezi
oldu. 1925 yılına gelindiğinde elliden fazla
Kürd okulu mevcuttu. Ermenistan Kürdleri
Sovyetler döneminde kazandıkları haklar
ve eğitim olanağı nedeniyle Kürdistan’ın
diğer parçalarındaki Kürdlere göre bazı
konularda çok daha fazla edebiyat ve
sanatla iç içe olabildiler. Özellikle ilk Kürd
romanını yazan Erebê Şemo ve yine Kürd
tarihinin aktarılmasında mihenk taşı
olan Kürd dengbejlerin radyo üzerinden
yapılan yayınlarla seslerinin duyurulması
Kürdistan için oldukça önemli bir adımdır.
Ermenistan’da önde gelen Kürdler, Ereb
Şemo Şamilov (Yazar), Samand Siyabendov (Yazar, Sovyetler Birliği Kahramanı,
Milletvekili), Heciyê Cindî (Yazar), Eskerê
Boyîk (Yazar), Xelîlê Çaçan Muradov
(Gazeteci-Yazar), Ordîxanê Celîl (Kürdolog
Yazar), Têmûrê Xelîl (Gazeteci-Yazar),
Çerkezê Reş (Yazar), Fêrîkê Ûsiv (Şair),
Firîda Hecî Cewarî (Yazar-Doktor), Emînê
Evdal (Yazar) ve daha ismini yazamadığımız çok sayıda Kürd var.
Ermenistan’daki Kürd nüfusunda
hızlı düşüş
2001 yılında yapılan sayıma göre Ezdi
nüfusunun 55 bin olduğu, bu nüfusun 5 bininin Erivan’da
yaşadığı, geriye
kalanın ise Aragats, Armavir,
Aştarak, Talin,
Artaşak, Abovyan, Eçmiyazin
ve Masis bölgeleriyle Erivan
çevresindeki
bazı köylerde yaşarlar.
CIA’nin 2009
verilerine göre
Ermenistan’ın bugünkü
Kürd politikası: Ayrıştırma
Ermenistan Parlamentosu, 1990’da
Ezdilerin devlet anayasasında farklı bir
ulus olarak tanımlanması kararı alarak,
Ezdilerin Kürd olmadığı tezi yoğun bir şekilde işlenir ve bu durum Kürdler arasında
bir parçalanmışlığa yol açar. Müslüman ve
Ezdi Kürdlerin bu şekilde ayrıştırılmasının
çok az olan azınlıkların hükümet yoluyla
kendi aralarında bölünmelerini sağlar.
Karabağ savaşında Kürd nüfusunda büyük
bir azalma yaşanmışken, Ermenistan
yönetiminin azınlık politikalarının da Kürd
nüfusunun azalmasındaki etkisi büyüktür.
En uzun süreli Kürd Gazetesi:
Riya Teze
Sovyetler Birliğinde Hagop Xaraziyan
1921 yılında Ermeni alfabesini “Şems”
adında Kürdçe alfabeye uyarlar. Aynı dönemde İshak Morogulor tarafından Kürd
Latin alfebesi hazırlanır ve 1930 yılında
Kürdlerin en uzun süreli yayın olanı “Riya
Teze” gazetesinde kullanılır. 1944 yılında Rus merkezi hükümetinin baskısı bu
alfabenin kullanımı durdurulur ve Heciyê
Cindî başkanlığında bir komisyon oluşturularak Kiril Alfabesi Kürdçe’ye uyarlanır.
Radyodan, dergilerden, kitaplar Kürdçe
olarak yayınlanır. Bu dönemde Kızıl Ordu
mensubu olan Kürd aydını ve yazarı Erebe
Şemo ilk Kürd romanını yayınlamakla
birlikte, öykü ve şiir de yayınlar. 1928’den
itibaren Ermenistan’da oluşan Kürdçe
edebiyat bugün yok olmayla yüz yüze.
Tüm Kürdlerin sesi Erivan Radyosu
Ermenistan’da 20. Yüzyılın başlarından
itibaren, Sovyetler Birliği’nin de desteğiyle
Kürdçe edebiyatın önü açılır. Bu süreçte
Kürtçe okulların yanı sıra çok sayıda kitap
yazılır. Yine aynı zamanda günde 1.5 saat
Kürdçe yayın yapan Erivan Radyosu sadece
Ermenistan’da değil Kürdçe’nin yasaklı
olduğu birçok parçada da dinlenerek Kürdlerin soluğu olur.
5 Kürd devleti kuruldu
Kafkasya’da yer alan Kızıl Kürdistan 16
Temmuz 1923 tarihinde Sovyet yönetimince Laçin, Kelbecer, Zengilan, Kubatlı,
Cebrail ve Zengezur bölgelerinde kurulur.
Selahattin Eyyubi’nin de bu bölgeden
göçen Şedadi Aşireti’nden olduğu biliniyor. Tarihte de bu bölgede Kürd devletleri
kurulmuştur. Bunlar; 590-705 yılları arasında Mihrani Devleti, 9. yüzyılda Deysemi
Devleti, 951-1164 yılları arasında Şeddadi
Devleti ve Revandi devletleridir.
12
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz12
2015
ÖTEKİLER
Sadece çocukların
ve annelerin gelebileceği
bir yer
SENNUR BAYBUĞA
Sabah kızım ile vakit geçirirken
Kamp Armen’e ziyaretimizle ilgili
randevu yaptığım arkadaş aradı. Sonrasında da, Kamp Armen arazisinin
satın alındığı tarihten başlayan tüm
olayları 10 yaşında bir çocuğun anlayacağı daha da vahimi tüm çıplaklığı ile
kavrayacağı şekilde, yetim çocukların
kampta çalışmasını da anlatan tüm
süreçle birlikte uzun uzun anlattım.
Gözleri dolu dolu suratıma bakarak konuşmanın sonunda ‘onlar da adaya gelseydi ne yapayım ben şimdi’dedi. Zira ada Roza
için dünyadan bağımsız, kimsenin ona ve hiç kimseye bulaşamayacağı, doğup büyüdüğü, ormanında koşturduğu bahçesinde
oyunlar oynadığı yalıtık bir coğrafya. Adaya gelselerdi.
Küçük kızımı bahane ederek anlattığım bu olay aslında ruhumun her derinliğinde uzunca zamandır yaşadığımı bildiğim
bir çıplak kötülükten kaçma ve insanları da kaçırma arzusunun
tezahür ettiği bir cümle, biliyorum. Seçimlerin şedit atmosferinden kurtulur kurtulmaz siyasetin günlük rutini ile tüm ilişkimi neredeyse kestim. Ne okumuyor ve ne de izlemiyor değilim
ne yazık ki bunu başaramadım ama olan biten hiçbir şeye artık aklım ve vicdanım ermediği için, sağalmam ve ufaklığı da
ayakta tutabilmem için başka bir yolumun olmadığını gördüm.
Erkeklerin iktidar kavgasından bıktım artık, erkekleşen kadınların iktidar kavgasından da bıktım. Ve bu kavganın mal olduğu
sonuçları, kaçtığım o sayfalarına iştahla oturttukları çocuk ölülerini, pazarlarda satılan kadınların zincirli fotoğraflarını koyabilen insanlardan da bıktım. Hiçbir şey yapamamaktan, yapmaya çalıştığım en küçük bir şeyin aslında istediğimden başka bir
şeye hizmet ediyor olduğunu görmekten, kanın kırmızı iktidar
boyasından başka bir şey olmadığını düşünen tüm insanlardan
yoruldum. 25 milyonluk İstanbul’un bir ilçesinin bir caddesinin
150 metrelik bölümünde, uzak bir coğrafyada dökülen kanın,
yaşanan kızgın sıcak savaşın acılarının serinlik çıktıktan sonra
pankartlarla ve sözle protesto edilmesinden dolayı yaşadığım
derin yeis yordu beni. Kötüsü o yürüyüşlerin çoğuna bile gitmiyorken.
Sivas katliamının anmaları yapıldığı dün,22 yıldır yaşadım
koma hali gece 24.00 a kadar devam etti, bütün günü aşamadığım derin kırgınlıkla geçirdikten sonra, haberleri izlemeye
başladım sosyal medyada. Gülümseyen suratlı anma yürüyüşçüleri ve aynı yüzler, aynı biz buradayız bağışları, yaptıkları
işin farkında olmadıklarını düşündüğüm sevgili dostlar, sevgili
insanlar. Oturduğum yerde yaşadığım insan olmanın, birlikte
yaşamanın dayanılmaz ağırlığı ve yine kendimi sadece müziğe
kapattığım, gözlerimi kapatarak yaşadığım ada dışında hiçbir
şey düşünmemeye çalıştığım o saatler. Halsiz düştüm, çaresiz
düştüm, anlatamıyorum. Ben bir canlı, bir insanım ve bir canlının bir insanın bu dünyaya gelmesine vesile oldum, bir çocuğu
dünyaya getirdikten sonra, bu dünyada yaşayan tüm canlıların
benim kızım kadar kıymetli olduğunu her gün duyumsayarak
ve bunun vicdan ağırlığı ile yaşadım, tüm neşemi kaybetmem
bu tarihten sonradır. Umudum umutsuzluğum yapmak istemelerim ve tüm motivasyonum tüm canlıların anneliği üzerinden
şekillenmeye başladı ve tüm yetim çocukların, tüm hayvanların
ve neredeyse tüm bitkilerin de annesi olarak zorunlu bir acıya
kendimi kapattım. Bahçede çıkan ayrık otlarını bile yolarken
iki kere düşünür oldum. Ve tüm bunların karşısında faaliyet
edişimizin içinde barındırmadığı ve belki de marazi olduğunu
bana zorunlu olarak düşündürten bu duygunun git gide beni
esir alan ağırlığı altında yok oldum, acı çekiyorum.
Herkesi adada tutmakla kurtaracağını sanan küçük kızın
gözü ile dünyaya bakarken, tüm yetimlerin, kanlar içinde fotoğrafları yayınlanan tüm çocuklarının, şiddet pornosu düşkünü bu
insanlardan kurtarılmasının bir yolu var mı diye düşünüyorum
tekrar tekrar. Ve tüm çocukların annesi olmayı başarabilirse
kadınlar, belki bu adamları, adamızın dışına atıp yeni bir hayat
kurmayı başarırız diye umud ediyorum. Bunların bulunduğu
tüm mevzileri terk ederek ve onları kendi silahları ile baş başa
bırakarak.
Trans muhabir Michelle Demishevich:
IŞİD’e destek verenler bize terörist diyor
O
Yağmur Çetin
na baktığımda aramızda hiçbir fark göremiyorum. Hatta kırmızı ruju, saçları, davranışları
ve fiziğiyle benden daha gerçek bir kadın. Tek
farkımız benim ya da kadın olarak doğanların her ay
çektiği regl sancıları. Onun hayatında bir tek bu sancılar
yok. Ama bundan çok daha büyük sancıları var. Barınma
hakkının elinden alınması, istediği gibi ev bulamaması,
sürekli nefret söylemlerine ötekileştirmeye maruz kalması, şiddeti, tacizi, tecavüzü her an yaşama ihtimalinin olması ona tanrının verdiği en büyük sancılar sanırım. Onu
gördüğümde “neden yanlış bir bedende doğdu ki” diyen
düşünmekten kendimi alamadım. Bahsettiğimiz kadın
Türkiye’nin ilk trans gazetecisi Michelle Demishevich.
Michelle Demishevich, erkek adaletin, ataerkilliğin
ve erkek medyanın ülkesi Türkiye’de bir ilki yaşatıyor
Trans gazeteci olarak. Aslında translık sadece lafta
kalan bir durum çünkü o gerçek bir kadın. Bu yıl 13.sü
düzenlenen Onur Yürüyüşü’ne yönelik polis şiddetinin
gerçek nedenlerini, hayatını ve medyada trans bir kadın
ne gibi sorunlar yaşıyor sorusuna cevap bulmak için
buluştuk Michelle Demishevich ile. Tuhaftır ki görüşmemiz Michelle’nin doğum gününe denk geliyor. “Michelle
olarak 1 Temmuz 1999’da doğdum diyor” öncesini haklı
olarak yok sayarak…
Hem gazeteci hem LGBTİ aktivisti
“Ben adam öldürmedim ya da kötü bir şey yapmadım.
Sadece ait olduğum kimliğe ve cinsiyete döndüm. Ailem
bu nedenle kabullendi. Ama toplumun bunu kabullenmesi çok zor. Toplum Bülent Ersoy’u alkışlarken bize küfrediyor. Biz yine de var olmaya çalışıyoruz. Bize yıllarca
karakollarda işkence yaptılar, tecavüz ettiler, dövdüler
öldürdüler. Yine de her şeye rağmen var olma mücadelemizi sürdürüyoruz” diye anlatıyor hayatına dair kısa bir
kesiti. Michelle, Beyoğlu Karakolunda tecavüze uğrayıp
darp ediliyor. Buna rağmen hayattan vazgeçmeden mücadelesini sürdüyor. Önce kendi işine yani gazeteciliğe
dönüyor, ardından da LGBTİ ve insan hakları aktivizmine.
“Onur Yürüyüşüne saldırı ikinci Gezi’nin başlangıcıdır”
Türkiye, yıllarca Bülent Ersoy gibi trans bir kadını
ya da Huysuz Virjin’i ayakta alkışlayıp saygı duyarken
LGBTİ bireylerine yönelik hep bir saldırı içerisinde. Bunun son somut örneğini de 28 Haziran Pazar günü LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne
aralıksız 8 saat boyunca kimyasallarla,
plastik mermilerle, biber gazı ve tazyikli su
ile saldırmasında gördük. Ortadoğu’da en
büyük LGBTİ topluluğuna sahip ülkede yaşanan
bu polis şiddetine gerekçe olarak yürüyüşün
Ramazan ayında yapılmış olması gösterildi.
Oysa Michelle Demishevic bunun gerçek
nedeninin 7 Haziran’da iktidar partisinin düşüşe geçmesi, MHP ile koalisyona zemin hazırlayıp “Türklerden
eşcinsel olmaz” mesajı vermeye
ve LGBTİ bireylerinin politize
oluşuna bağlıyor. “Hükümet
dönme olmamızdan korktu”
diyen Demishevich, şöyle
devam ediyor; “Gayler ve
dönmelerden korktu bu ülke.
Çünkü anladı ki evet “bunlar” varmış. Ramazan
kutsallıktır bu ülkenin vatandaşların inançlarıyla alakalıdır. Resmi devlet kategorisinde bir gerekçe olamaz. Bir
valinin ramazanı gerekçe göstererek bir etkinliği engellemek istemesi endişe verici. Bir muhafazakarlık var
ama bunun altını iyi okumak gerekiyor. Yanlış bir gruba
saldırdı polis. Bugüne kadar şarkı söyleyen eğlenceli,
aşktan, sevgiden mutluluktan bahseden eğlenceli gay ve
translardık. Ama artık öyle değil. Politik insanlarız. Bu
saldırıyı unutmayız. Şimdi başlıyor asıl direniş. Bizim
Gezi olaylarında politize olduğumuz düşündüler. Oysa
biz Gezi’den önce de vardık. Gezi’de biraz daha görünür
olduk. Gezi’de en öndeydik biz. Çarşı grubu bile LGBTİ
bireylerinin arkasındaydı. Ama Çarşı grubuna dava
açıldı. Çünkü bize dava açılmış olsaydılar bizi meşrulaştıracaklardı. Onur Yürüyüşüne saldırarak Türkiye’de
ikinci Gezi’nin başlangıcını LGBTİ’lilerin start vermesine
sebep oldular. İstanbul Ortadoğu’nun da LGBTİ merkezidir. Ancak bunu görmek yerine İslam ülkesiyiz diyerek
LGBTİ bireylerinden korktuklarını belirtip bir yandan
da IŞİD’e destek verip bizi terörist olarak görüyorlar. O
gün saldırı olmasaydı Türkiye’nin ne kadar demokratik
ve barışçıl bir ülke olduğu mesajı verilecekti. Ama olmadı
yine bir kişinin egosu ve kompleksine yenik düştük.
Bundan sonra çok sert bir LGBTİ aktivizmi gelecektir.
Ayrıca bizim karşımıza çıkartılan polislerin içerisinde
de Gay olanlar var. Askeriye de keza öyle. Ayrıca madem
Müslümanlık, kutsallık ve inanç deniliyor. Trans kadınlara neden tecavüz ediliyor polis araçlarında ve emniyette.
Eşcinsellik global birşeydir. Herkeste olabilir.”
“Transız diye dinden uzak değiliz”
Ramazanın bahane edilerek LGBTİ bireylerine saldırıda, kendilerinin inançsız olarak lanse edildiğini belirten
Demishevich, “Transız diye dinden ve kutsallıktan uzak
değiliz” diyor. Türbanlı transların da olduğuna dikkat
çeken Demishevich, Türbanlı trans arkadaşlarımız var.
Seks işçiliği yapan translar kandillerde, ramazanda çalışmaz. Kuran-ı Kerim okuyan arkadaşlarımız var. İnsanlara para yardımında, erzak yardımından bulunan, oruç
tutan arkadaşlarımız var. LGBTİ bireylerinin hepsinin
inançsız olduğu lanse edilmesi ve İslamiyete başkaldırı
olarak tanımlamak savaş ve IŞİD kafasıdır” diye yorumluyor.
“Toplumun iki yüzlülüğü medyada da var”
Trans bir kadın olarak yaşamanın ve medyada yer
almanın zorluklarını da konuşan Demishevich,
geceye hapsedilen seks işliğine itilen translara
oranla biraz daha şanslı. O çünkü kendi mesleğini sürdürüyor. Ancak buna rağmen yine de
nefret dilinden ve ötekileştirmeden kurtulamıyor. Hemen hergün nefrete ve ötekileştirmeye maruz kalabiliyor. Medyada kadın
olarak çalışmak zor iken trans kadın
olmanın daha zor olduğuna
dikkat çeken Demishevich,
kendi meslektaşları arasında
bir sorun yaşayabildiğini,
kendisine mesafeli davrananların ve ötekileştirenlerin olduğunu söylüyor.
Demishevich, bunu
“Gece bir trans kadınla
sevişip gündüz onlara
küfreden toplumun iki
yüzlülüğü medyaya
da yansımış” diye
yorumluyor.
MEDYA
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
13
SÖYLEŞİ
13
‘Kürdçe TV’lerde kalitesizlik dizboyu’
T
Kevser Erdem
ürk ana akım medyasında Kürdlere
yönelik kullanılan tekçi ve ayrımcı
dil, gazeteciler, siyasetçiler ve bu konuyla ilgilenen akademisyenler tarafından
tartışılmaya devam ediyor. Türk medyasında kullanılan tekçi, ayrımcı ve propagandist-militarist dil tartışmaları devam
ederken diğer tarafta, Kürd medyasında
kullanılan yayın dili ve program içerikleri
bambaşka bir tartışmayı da gündeme getirdi. Uydu üzerinden yayın yapan onlarca
Kürd TV kanalı, cumhuriyet tarihinden
beri ‘paçoz ve karikatürize Kürd tipolojisi’
yaklaşımının altını dolduran bir yayıncılıkla
meşgul.
Kürd dili ve kültürü üzerindeki baskı
ve yasaklar her alanda olduğu gibi görsel
ve yazılı basında da etkisini göstermeye
devam ediyor. Yakın bir zamana kadar
Türkiye’de Kürdçe TV ve gazete açmak suç
sayılıyordu. Bu sebeple Kürdçe yayın yapan
televizyon kanalları Avrupa ülkelerinde
veya Güney Kürdistan’da yayın yapmak
zorunda kalıyordu. 1995 yılında kurulan ve
ilk Kürdçe yayın yapan televizyon kanalı
Med TV İngiltere’de, Roj TV ve MMC ise
Danimarka’da uydu üzerinden yayın yapan
TV’lere örnek gösterilebilir. 1 Ocak 2009
tarihinde TRT Şeş’in (bugünkü adı TRT
Kurdî) açılması resmi anlamda Türkiye’de
Kürd dili üzerindeki baskıların ortadan
kalktığına emsal gösterilmeye başlandı.
TRT Kurdî ile birlikte uydu üzerinden
onlarca Kürdçe yayın yapan özel televizyon kanalı kurulmuş ve beraberinde bu
kanalların yaptığı yayınlarda kullanılan dil
ve müziğin kalitesi başka bir tartışmayı da
beraberinde getirmiştir.
Kürd dilinin eğitim dili olarak yasak
olması, Kürdlerin yazılı ve görsel basında
yeterince tecrübe sahibi olmaması ve Kürd
dili ile kültürünü korumak ve geliştirmek
kaygısı taşımayan yayıncıların salt reklam
odaklı yayınlar yaparak rant elde etmeleri
Kürd televizyonculuğunda ciddi tahribatlara yol açtığı gözlemleniyor. Bu anlamda
bir avuç televizyon kanalının dışında, Kürd
kültürü, folkloru, edebiyatı, müziği ve dili
üzerinde yayın yapan televizyon kanalı
görmek neredeyse imkansız hale geldi.
Müzisyen Mehmet Atlı: Medya her
yönüyle politiktir
Türkiye’de Kürdçe yayın yapan televizyon
kanallarının çoğalmasını olumlu bulmakla birlikte tek başına bu verinin konuyu
tüm boyutları ile anlamaya yetmeyeceğini
söyleyen Müzisyen Mehmet Atlı, bu konuda
nitel gelişmeye bakmak gerektiğine dikkat
çekerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Sayıca
çoğalma kalite de getiriyor mu? Yoksa gasp
edilmiş hakların kazanımı ve kullanımı
bakımından, Kürdçe yayın yapan mecraların çoğalması zaten olması gereken ve hatta
çok gecikmiş bir gelişme.”
Medyanın her zaman politik olduğunu
ve apolitik yayınlar yapılırken bile bunun bir politika olduğunu söyleyen Atlı,
şunları söyledi: “Sorun çeşitlilikte değil,
olması gereken bu. Sorun fırsat eşitliğinde düğümleniyor. Toplumda her kesimin
sesi medyaya yansıyor mu? Yoksa güçlü
olanların borusunun öttüğü, geniş toplumsal kesimlerin suskunluğa gömülü olduğu
bir yer mi burası? Birileri pekâlâ apolitik
olmayı seçebilir, birileri bal satmayı birileri
de almayı.”
Kürdistan’da bunca acı yaşanmasına
rağmen Kürd televizyon kanallarında hiçbir
şey yokmuşcasına yayın yapmanın nedenlerine değinen Atlı, “Bu da bize ‘Kürd Sorunu’
denilegelen şeyin onu da içerecek biçimde
ama çok ötesinde, bir Kürdistan sorununundan bağımsız değerlendirilemeyeceğini
hatırlatabilir ancak. Kimdir Kürd ya da
Kürdler, yeri yurdu neresidir? Kürdlerin
“aidiyet haritası”na dair bir araştırma yapılmış mı, bunca uluslararası denklem, savaş,
toz, gaz ve kan bulutu arasında Kürdlere
kim oldukları ve kim olmak istedikleri,
nerede ve nasıl yaşamak, yönetilmek
istedikleri sorulmuş şey midir? Sorunuzun
bir ucu bizi Kürdistan sorununa götürüyor
diğer ucu da ‘Kürd Kimliği’ meselesine.
Hiçbir şey yokmuş gibi yayın yapılmasını
da “normal” sayıyorum, oluşmuş “normlar” açısından. Şurada otuz yıldır süren
bir savaş, güneyde yüz yıldır verilen bir
mücadele, onca katliam, onca faili meçhul
cinayet hiç olmamış gibi yaşayıp gitmedi
mi kimi Kürdler; Malatya’da, Erzurum’da,
Elazığ, Batman, Bodrum ya da Mardin’de?
Kürdler ve Kürdistan, bu doğrultuda politikleşmiş Kürdlerin meselesi idi, yine öyle
ve yakın gelecekte de yine öyle olacak. Bu
konuda gerçekçi beklentilerden yanayım.
Toplulukların, cemaat olmaktan çıkıp,
toplum olması kolay değil” diyerek bunların
yanında birey olmanın ve üretimin sanatsal
boyutlarının da tartışma konusu olduğuna
vurgu yapıyor.
yayın yapılıyor
Konuya ilişkin sorularımızı yanıtlayan
müzisyen Nilüfer Akbal, çoğalan Kürd
televizyon kanallarının çoğunun dile ve
kültüre hizmet etmediğini ve rant odaklı olduğunu söyleyerek sözlerini şöyle
sürdürdü: “Bir yanıyla televizyon kanallarının çoğalmasını olumlu görüyorum diğer
yandan da Kürd dili ve kültürüne hakim
olmayan apolitik çevrelerin rant amaçlı bu
kanalları açtıklarını görüyoruz. Tamamen
en alt kültürde yayın yaptıklarını hepimiz
üzülerek görüyor, izliyoruz.” TRT Kurdî’nin
birçok televizyon kanalından daha ilkeli ve
kaliteli yayın yaptığını iddia eden Akbal,
“Halkımızın TRT Kurdî’ye yeteri kadar ilgi
göstermemesine, tüm engel ve karalamalara rağmen TRT, kaliteli bir yayın anlayışıyla
yayınlarına devam ediyor.”
1980’li yılların sonu ile 90’ların başında
Kürdçe şarkı söylemenin zorluluklarını hatırlatan Akbal, o yıllarda çektikleri zorlukları şöyle aktarıyor: “1988-89 ve 90’da Dayê,
Were gibi şarkılar söylediğimiz için yaygara
koparılmıştı. O zamanlar dilimiz yasaklıydı
ama değerliydi de. Ama bugün Kürd dili
üzerinde baskılar kalkmış durumda ve bu
alanda ciddi yayınlar yapılmıyor. Tamamen ticarete dönüşmüş durumda ve bu iş
tüccarlar tarafından yürütülüyor. Yayıncılık
başlı başına bir iştir. Kürdçe yayın yapan
televizyon kanallarında bir ciddiyetsizlik
söz konusu. Stüdyoları adeta dingonun
ahırına çevirmişler. Kürd aydın, entellektüel, yazar, müzisyen ve tüm duyarlı çevrelere
bu hususta bir çağrıda bulunmak istiyorum: Kültürünüze sahip çıkın. Kültürel
kirliliğe izin vermeyin. Yalan yanlış yayın
anlayışına dur deyin. Çekin ellerinizi kültürümüzden ve değerlerimizden! Değerleri
olmayan insanlar tarafından yönetilen bu
kurumlar, insanı insan yapan değerleri
koruyamazlar, değer para ile kazanılmaz.”
Müzisyen Nilüfer Akbal: Rant odaklı
Gazeteci-Yazar Eyyüp Demir: Kürd
televizyonculuğu aşırı uçlar arasına
sıkıştırıldı
Kürd kimliği ve dili üzerinde yasakların
kısmen kaldırılması ya da hafifletilmesi
Kürdlerin kimlik ifadesine göreceli bir
rahatlatma getirdi diyen gazeteci yazar
Eyyüp Demir, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Ancak Kürd yapılarının bütünlüklü olarak
kurumsallaşması Kürd dili ve kültürünün
her yönüyle gelişmesini de sağlayamadı.
Bu kapsam için de yer alan Kürd medyası
ve özellikle de mantar gibi açılan Kürdi
televizyonlar dil açısından tam bir kirlilik
ve fukaralık yaratmaktadır.”
Kürd televizyonlarındaki yoğun politik ve
apolitik halin sakıncalı olduğunu belirten
Demir, “Sağlıklı bilgiden ziyade empoze
edilmeye çalışılan ideolojik argümanlar ya
da pazarlanmaya çalışılan ürünler üzerinde ilerlemekte. Bu nedenle de sağlıklı bir
bilgi akışından ziyade güdümlü bir bilgi
hâkimdir” dedi. Kürd televizyonlarının
geç kurulmasının nedenlerinden birinin
de devletleşememek olduğunu söyleyen
Demir, şunları dile getirdi: “Kürd televizyonculuğu aşırı uçlar arasına sıkıştırıldı;
ya aşırı ideoloji-politik ya da aşırı apolitik.
Kürd yaşamının her alanı kararsız bir
denge içinde olduğu için medyası da bu
kararsızlık içinde gidip gelmektedir. 1995
yılında yayın hayatına başlayan ve ilk Kürd
televizyonu olan MED TV’nin üzerinden 20
yıl geçmesine rağmen bu tek bakışlı anlayış
aşılmış değildir. Kayda değer birikimler
olsa dahi, tek akış üzerinden hareket edilmektedir. Bu sorun aslında Kürdistan’ın
dört parçasında yayın yapan televizyonlar
içinde geçerlidir. ”
Gazeteci Mehmet Taş: Kanallar çoğaldıkça kalitesizlik ortaya çıktı
Kürdçe yayın yapan kanalların çoğalmasının yıllarca gizliden dinlenilen Kürdçe
müziğin özgürce dinlenilmesine katkısı
olduğunu belirten Denge TV Haber Müdürü Mehmet Taş, bununla birlikte Kürd
televizyon kanallarının çoğalmasıyla bir
kalitesizliğin de ortaya çıktığını söyledi.
Taş, özetle şunları dile getirdi: “Bu alanın
içinden biri olarak belirtmek istiyorum ki
Kürdçe kanalların ayakta durması oldukça
zor. Bir yandan Kürdlerin çıkarlarını parti
çıkarından sonra gören, bir yandan ticaret
için açılanlar ve diğer yandan da gizli ambargolarla sesi kesilen kültürel kanallar…
Hal böyleyken sağlıklı yayınlar izlemenin
en azından şimdilik zor olduğunu söyleyebilirim.”
“Kürdlerin katliamlarla karşı karşıya kaldığı bir dönemde Kürdçe yayın yapan birçok televizyon kanalında halayların olması
elbette etik değildir“ diyen Taş, sözlerini
şöyle sürdürdü: “Kürdler Ortadoğu’nun yüz
akı bir halktır. Kürd, kültürü, edebiyatı ve
sanatı ile bu coğrafyada her zaman en önde
olmuştur. Buna rağmen bu yokmuş gibi
yapılan yayınlar sadece Kürdün değerlerini
tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda
Kürde hakarettir.”
14
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz14
2015
YAŞAM
B
ir halkın tarihi, toplumsal yaşamı
ve kültürel argümanları arasındaki
bağları güçlendiren en önemli şeylerden biri kuşkusuz mitolojik anlatılardır.
Bu anlatıların kendini var ediş biçimi farklı
olsa da hepsinin toplum üzerindeki etkisi
aynıdır. Mitolojik anlatıların hayatımıza
kazandırdığı ritüeller bize birçok şey anlatır.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da oldukça
fazla olan bu ritüeller hayatın neredeyse her
alanında görülebilir. Bu anlatıların hikâye ve
kahramanlarını simgeleyen motifler de evlenme çağına gelen kadınların çeyizlerinde,
dini törenlerde kullanılan eşyalarda, evlerin
salonlarına asılan tablo ve kilimlerde, insanların vücutlarına yaptırdıkları dövmelerde
şıkça görülebilir. Toplumsal yaşamda insanların inançlarını besleyen ve ahlaki ilkelere
gönderme yapan bu mitolojik anlatımların
motiflerini işlemek ise o kadar kolay değildir. “Usta olmak gerekiyor. Yapacağınız
motifin hikayesini bilmeniz, ona o ruhu
kazandırmanız ve özen göstermeniz gerekiyor. Zanaatkâr dediğin yaşadığı toplumun
inançlarını, kültürlerini besler.” diyor Hasan
Usta. Motifleri ile Şahmaran efsanesinin son
ressamı diyebileceğimiz, Mardinli Hasan
Özcan ile sanatını, hikâyesini ve bu sanatın
içinde bulunduğu durumu konuştuk.
Mitolojik anlatıların sınırları olmadığı gibi kalıplaşmış bir öyküsü de yoktur.
Özellikle Mezopotamya gibi çok kültürlü ve
çok inançlı bir coğrafyada birçok hikâyenin
coğrafyaya ve halklara göre değişmesi kaçınılmaz. Bu hikâyelerden biri de Şahmaran
efsanesidir. Birçok yerde farklı bir biçimde
dile getirilen Şahmaran’nın hikâyesi özde
insanoğlunun nankörlüğü ve güvensizliği
üzerine kurulu mitolojik bir hikâyedir. Babasından devraldığı sanatı yaklaşık 50 yıldır
devam ettiren Hasan Usta da bu efsanenin
son ressamlarından, “Gözümüzü açtık babamızı zanaatçı gördük, bizde ondan öğrendik
ve bu sanatta kaldık. Çocukken başladım
hala devam ediyorum.”diyen Hasan Usta,
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat
Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş,
abia Çetin / Diyarbakır: Mustafa Turan / Emin
Kan
Hasan Usta
Son Şahmaran!
sanatının tükenme noktasına gelmesinden
ve ilgisizlikten yakınıyor. En çok da teknolojinden ve fabrikasyon ürünlerine olan
ilgiden şikâyetçi olan Hasan Usta, “Makineler ve fabrikalar çıkınca bu meslek de terk
edildi. Bizim yaptıklarımız şimdi süs olarak
kullanılıyor eskiden böyle değildi yaptığımız
her şey kullanılırdı.”diyor.
Şahmaran’ın hikayesi
Yarısı insan yarısı yıllan olan
Şahmaran’ın hikâyesi trajik olduğu kadar
insana dair birçok şeyin de şifrelerini içeriyor. Anlatılana göre Şahmaran yer altında
insanlardan saklanan ve yılanlara hükmeden bilge bir kadındır. Bir gün arkadaşlarının ihanetine uğrayıp kuyuda mahsur kalan
Camsab isimli genç kuyunun dibinden sızan
ışığı görüp kazmaya başlar. Sonunda ışığın
geldiği yere ulaşan Camsab Şahmaranla
karşılaşır. Şahmaran insanlardan korktuğu
kadar acıdığı içindir ki Camsab’ın yanında
kalmasına izin verir. Bir süre sonra dışarı
çıkmak isteyen Camsab Şahmaran’ı kendisini bırakması için ikna eder. Şahmaran
onu bırakacağını söylerken, “ölümüm senin
elinden olacak biliyorum” der ve yerini kimseye söylememesi için onu uyarır. Ancak
dışarı çıkan Camsab, kendi hastalığı için
çare arayan bir kralın zoruyla Şahmaran’ın
yerini göstermek zorunda kalır. Şahmaran’ı
parçalara ayırarak Camsab’a, krala ve vezire
yedirirler. Kral zehirlenen ölür, Camsab ise
yaşamaya devam eder. Ancak Şahmaran
insanoğlunun nankörlüğü ve aç gözlülüğü
karşısında kaybetmiştir. Derler ki yılanlar Şahmaran’ın öldüğünü öğrenirlerse
Tarsus’u basar ve herkesi zehirlermiş.
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi
İdare Müdürü: Esin Alp
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
Son ressamlar Özcan ailesinde
Hasan Usta’nın el sanatı da insanoğlunun kurduğu fabrikalar ve sahip olduğu
tüketim kültürüyle yavaş yavaş ölüyor. Öyle
ki Mardin’de bu işi yapan tek aile Hasan
Usta’nın ailesi. Dükkanında babasının 100
yıllık bakırcı mührü ve desenleriyle binlerce
yıllık bir efsaneleri Camlara, bakırlara resmetmeye devam ediyor. Ustaların tükenişini
acıyla dile getiren Hasan Usta, geçmişte babasıyla bu mesleği icra edenleri hesapladıklarını, 150 bakırcı dükkanında yaklaşık 1500
kişinin çalıştığını söyledi ve şöyle devam
etti: ”Şimdi, ne usta ne kalfa ne çırak ben
ve kardeşlerim kaldık. Bu iş peygamberler
mesleğidir. Demirci Hz. Davut diyor ki; İnsanlar sabırla istediğine nail olur ve Allahın
yolunda olursan demir de sana itaat eder.
Ama artık biz demire itaat ediyoruz.”diyor.
Şahmaran motifinin yanı sıra Ezdilerin
Melekê Tawûs’unu, Süryani ve Hıristiyanların Meryem ve İsa’sını, Müslümanların da
Salavatı’nı cama ve bakıra büyük bir özenle
işleyen Hasan Usta, işlemenin sırrını şöyle
anlatıyor, “Her motifin faklı bir anlamı var.
Eski taşların üzerinde oymalar vardır. Onlara bakarak figürleri çıkarıyoruz. İşlemeyi
bilmek önemli ama işlemenin yanı sıra
efsaneleri de bilmek gerekir. Ruhumuzdan
da bir parça kattığımız için motifin anlamını
bilmek gerekir. Yoksa bir yanı eksik kalır.”
Zanaatımız su üstünde yüzen balık
Babası Aldulhamit Özcan’ın 70 yıllık
mesleğini emanet alan Özcan, okumamış
olmaktan hayıflanıyor; “Keşke okusaydık,
belki daha iyi bir tere gelirdik. Eskiden bu
meslek çok değerliydi. İnanır mısın babamın
yanına gelirlerdi ellerini önünde bağlayıp
‘yahu hacı baba bize bu işi öğret de biz de
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
yapalım’ derlerdi. Ama şimdi ben çalışırken
bazıları, bunlar hala çekiç, cam işinde çalışıyor deyip gülüyorlar. Bunun artık bir yapanı,
çalışanı veya kullananı kalmadı. Bazen eski
ustaların eserlerini görüyoruz, mühürlerinden tanıyoruz. Kim olduğunu figürlerinden ve
mühürlerinden tanıyoruz. Bu o motifin nakledilmesini de sağlıyor. Bu makineler çıktıktan
sonra herkes gitti zanaat bitti. Ölüme çare
bulunmuyor bu da bir evi ölüm.”
El sanatlarının toplumsal kültürü temsiliyeti de söz konusu, Hasan Usta da daha önce
birçok ez yurt dışında Türkiye’yi temsil etmiş.
Temsil etmiş etmesine ama ona bu temsiliyeti
veren devlet ne sanatını korumaya almış ne
de kendisine herhangi bir ödeme yapmış.
“Hiç yoktan sigortamızı yatırsalar, aylık
bir ödeme yapsalar. Diyorum ki bari kalan
ustalar korunsa ama ona da yanaşan yok. El
sanatı zor iştir, değerli iştir öyle herkes yapamaz değerini bilmek gerekiyor. Biz ölüyoruz
ama yaptıklarımız kalıyor.”diyen Hasan Usta
devlet nezdinde bir bakkaldan farkının olmadığını söylüyor. Yaptığı işi su üzerinde yüzen
bir balığa benzeten Hasan Usta, sanatının
ha bugün ha yarın biteceğini ifade söyleyip,
sahip çıkılmasını istiyor.
Hasan Usta’nın Şahmaran yorumu
Hasan Usta halk anlatılarının ressamı
olmaya ve çocuklarını bu yönde yetiştirmeye
devam edeceğini söylüyor. Ama kendisi de
içinde bulunduğu durumun giderek kötüye
gittiğini ve zanaatının biteceği gerçeğini görüyor. Bunun için kimseyi suçlamak istemese
de Şahmaran hikâyesine getirdiği yorumdan
ne demek istediğini anlıyoruz. “Tarsus’ta
farklı anlatılır, İran’da farklı anlatılır, burada
da anlatılır. Çok güzel hikâyesi var ve çok güzel bir figür. Eskilerimiz derler ki Şahmaran
insanlara görünen ve kaybolan bir yaratıkmış, lokman Hekime de görünmüş derler.
Hangi ilaçların hangi hastalığa iyi geldiğini
anlatırmış Lokmana. Tarsus ta da bir insana
yardım etmiş ama insanlar çıkarları için
öldürmüş diye anlatılır. Kızlar da kanaviçelere işlerdi Şahmaran’ı, çeyizlerine bırakırdı
bahtı güzel olsun diye. Ama benim yorumum
Şahmaran’ın insanı tasvir ettiği yönünde, bir
tarafı çok güzel bir insan yüzü, bir tarafı da
yılan olan bir varlık. Sanki insanı tasvir ediyor çünkü insanında bir yılan tarafı vardır.”
MÜZİK
BasHaber
6 - 12 Temmuz 2015
15
SÖYLEŞİ
15
Diljen Roni:
Müzik bilginin yoludur
K
Mehmet Kan
ürd müziğine dair müzik eleştirmenleri ve dinleyicilerin müzikal
kalite konusunda hemfikir oldukları
temel sorunsal, özellikle de Kürdistan’da
savaşlı yılların son bulmasıyla birlikte
‘fason üretim’ ve kalital düşüş şeklinde.
Hem enformasyonel gelişmeler ve hem
de yasakların son bulmasıyla birlikte
Kürd müziği piyasasında canhıraşane bir
hareketlilik görmek mümkün. Lakin bunun
yanında bu güne kadar Kürd müziğini
sırtlamış grup ve isimlerde ise bir durgunluk ve sabitlik olduğunu söylemek mümkün. Müzik eleştirmeni Nail Dilmener’in
deyimiyle Kürd müziğinde Ümit Besen’den
geçilmiyor. Bu disiplinle ilgili umut veren
ve müzikseverleri mutlu eden önemli
bir durum da yok değil elbette. Bu fason
üretimin özellikle sosyal medya aracılığıyla
duman attırdığı bir ortamda, kendi köşelerinde kafa patlatan, Kürd müziğinin arkaik
kodlarına, dengbêjlik geleneğine ve kendi
mayasıyla dünya müziği içinde var olmayı
dert edinen, bunun için de bir çok aktüel
tartışmanın dışında kalarak ontolojisini
müzikle vuruşturan isimler de çıkıyor. İşte
bunlardan biri de kuşkusuz ki ‘Kürd müziğinin pamuk telli gitarı’ Diljen Roni. Kürd
müziğinde bir mihenk taşı olan bir başka
lokasyon ise cerrahi... okurlarımız ne alakası var diyecektir muhtemelen ama Kürd
müziğinde ismi altın harflerle yazılmış
cerrahların, yani tıp doktorlarının mesleki
obsesyonalarını müzikte de konuşturdukları bir ‘iç kanama’ da var Kürd müziğinde.
Bu ‘iç kanama’ kuşkusuz müziği
içeriden besleyen sağlam
bir damar oluyor. Örneğin
Koma Amed. Bilindiği
gibi Koma Amed’in Kürd
müziğindeki yeri, çıtası,
estetik ve müzikal kalitesi,
toplumsal kan dolaşımının
harmanını ezgilerde
attırdığı gerçeği
herkesin, hepimizin kursağında
kalakaldı.
Üyeleri-
nin çoğu cerrahtı ve müziğin cerrahları
olarak Kürd müzik tarihinin en değerli
sayfalarından birine adlarını yazdırdılar.
Bu cerrahi damardan geliyor işte Diljen
Roni de...
Hangi Kürd müzisyene mikrofon
uzatsanız il cümlesinin ‘entegrasyon’ yani
dengbêjlik çeşmesini günümüze uyarlamak olduğu, lakin çoğunun da bunu
yaptığını iddia ettiği düzlemde deyim
yerindeyse müziğe düşmanca zarar verdiği
bir ortamda, müziğimizin geçmişiyle bu
gününü berdel kılan, bunu yaparken de sesindeki naiflikle, özenle ve layıkıyla yapan
isimleren olan Diljen Roni, Kürd müziğinin ‘yeni akımı’ sayılabilecek kervanın bir
parçası. Özellikle Kürdi yapısından bir şey
kaybettirmeden klasikleri modern müzik
içinde yerleştirebilmek zor olsa da Kürdlerin bu yeni akıp kuşağı bu misyonu giderek
daha layıkıyla yerine getirmeye başlamış
durumda.
Müziğini, eskinin duru ve toplumla iç içe
olan sanatıyla mayalayan müzikal çalışmalar giderek artarken, bu çalışmaları bize
sunanlar hem teknolojik imkanlar hem de
sanatlarındaki özgünlükleriyle daha çok
görünür hale geliyorlar. Özellikle Kürdler
açısından, müziğin hayatın vazgeçilmezi olarak değerlendirdiğimizde, bu hızlı
tüketim çağında üretilen sanatsal ürünlerin büyük bir titizlikle yapılması zorunluluğunu da görmezden gelemeyiz. Son
yıllarda adından sıkça bahsettiren ve gerek
ses rengi gerekse müziği ile özgünlüğünü
ortaya koyan Diljen Roni bu sorumluluğun
farkında olan aynı zamanda geçmişe de
borcu olduğunu düşünen sanatçılardan biri. Diljen Roni müzik hayatını,
müziğinde nelere dikkat ettiğini ayrıca
sahip olduğu doktorluk mesleğinin
sanatına etkisini BasHaber’e anattı.
Cizre’de 1981 yılında gözlerini
hayata gözlerini açan ve her kürdün
makûs kaderi diyebileceğimiz göçten
nasibini
alarak
Diyarbakır’a
yerleşen Roni,
hem doktorluk
mesleğini hem de
müzisyenliğini bir
arada yürütüyor.
Diyarbakır’a geldikten sonra, henüz
çocukken müzikle
ilgilenmeye başlar. 12
yaşında, Mezopotamya
Kültür Merkezi’nde tam-
onları dinlemiyor bende bu yüzden böyle
çalışıyorum. Baba Tahirê Hemedanî 1000
sene önce yazmış ama kimse bilmiyor unutulmuş. Ben bunu aldım, reggae formatında okudum ve müzik yaptım şimdi küçük
çocuklar bile bunu dinliyor. Sanatımızın
ve kültürümüzün ayakta kalması için sahip
çıkmalıyız. Müzik her kapıyı açıyor ve
öğrenmenin kapısını da aralıyor.”diyerek,
çalışmalarının bu yüzden geçmiş müziğin
kodlarını da içerdiğini söyledi.
bur eğitimi alan Roni, daha sonra Yüzüncü
Yıl Üniversitesi’nde tıp eğitimi alarak doktorluğa adım atmış. Üniversite yıllarında
da müziğe devam ederek gitar çalmayı da
öğrenen sanatçı, mezun olduktan sonra
doktorluğun yanı sıra profesyonel müzik
hayatına adım atarak, ilk albümü olan
“Çend Gotînên Evînê”yi çıkarıyor.
Tıp ve müzik bir arada
Tıp ve sanatın çok zahmetli ve ilgi isteyen işler olduğunu söyleyen Roni, 8 yıldır
profesyonel müzik yaptığını, doktorluğa
insan yaşamını ilgilendirdiği için daha
fazla zaman harcamak zorunda kaldığını
diğer taraftan müziğin zaten hayatının her
anında olmasından dolayı fazla vaktini
almadığını söylüyor. Müziğin kendisi için
yaşamın damarlarından biri olduğunu
söyleyen Roni, “Müzik yaşamımın ve
kalbimin bir parçası gibi. Müzik ve tıp birer
sanattır aynı zamanda her ikisi de ilaçtır.
Biri insana biri topluma ilaç olur. İnsan
yaşamı benim için her şeyden önce gelir bu
iki parça da insan yaşamının vazgeçilmezleri olduğu için ben yaptığım işlerden keyif
alıyorum.”diyor.
Müzik bilginin yoludur
Klasik edebiyatın karakterleri ve hikayeleri üzerine başarılı bir şekilde müziğini
inşa edebilen sanatçı, Kürd edebiyatının
çok zengin olduğunu ve buradan beslendiğini ifade ederek, bunun modern müzik
için büyük bir alt yapı olduğunu dile getiriyor. Kürd kültürünün klasiklerinin unutulmasını istemediği için çalışmalarında
bunlara yer verdiğini ve modern bir yapıyla
yeniden sunmaya çalıştığının söyleyen
Roni, “Eski efsane, hikaye ve eserler ilgimi
çekiyor. Onların dinlenmesini ve unutulmamasını istediğim için çalışmalarımda
yer verip dinlenmesini sağlamak istiyorum.
Müzik bilginin yoludur. Dengbêjliğin Kürd
tarihi ve geleneğinin taşıyıcısı olmasın sebebiyle, kürd kültürel birikiminin kaybolmasına da engel olmuşlar. Ama artık kimse
Müziğin içinde bulunduğu durum iyi
değil
Müzisyen olmanın eskisi kadar zor
olmadığını imkanların her zamankinden
fazla olduğunu belirten Roni, bunun daha
kaliteli ürünler yaratmak gibi bir sorumluluğu da kendisiyle birlikte getirdiğini
söylüyor. Herkesin, her şeye kolayca
ulaşabildiği bir çağda böyle bir sorumluluğun göz ardı edildiği kanısında olan Roni,
bu yüzden müziğin içinde bulunduğu durumun iyi olmadığını düşünüyor. Sürekli
kalitesiz üretimin müziğe verilen değeri de
azalttığını düşünen sanatçı, “Kalitesiz işler
üretilirken, ekonomik yönden de birçok
sorun yaşanıyor. Müzikten herhangi bir
kazanç sağlanamadığı için teknik anlamda da eksik kalınıyor ve bu da kendisiyle
birlikte farklı ve güzel sanatsal ürünler
üretilmesinin önüne geçiyor. Maalesef ekonomik etkenlerin üretkenliği etkilemesini
göz ardı edemeyiz.”diyor.
Modern müzik üretmeliyiz
Müzikal üretimlerde dinleyicilerin dikkatini çekmek gerektiğini ve rock, regae,
Jazz gibi tarzlara da yönelmenin doğru
olabileceğini ifade eden Roni, Kürdlerin de
artık modern müzikleri dinlemeye yöneldiğini dile getirerek bunun önünü açmak ve
bütün dünya müziği tarzlarını göstermek
gerektiğini söylüyor. Modern müzik tarzlarının Kuzey Kürdistan’da üretilmesinin
şartlarının olgunlaştığına inandığını dile
getiren Roni, Kürdlerin artık bunu yapabilecek kapasitede olduğunu ve bu kadar acı
ve gözyaşından sonra bunu da hak ettiğini
söyledi.
Yeni bir albüm çalışması içerisinde olan
Diljen Roni’nin, “Çend Gotinên Evînê” ve
“Du Demsal” isimli iki albüm çalışması
bulunuyor. Albüm çıkarmak için acele
etmediğini ve adım adım ilerlediğini dile
getiren sanatçı, güzel ve güçlü bir albüm
yapmak istediğini bunun için de bazı şarkıları ve klasik parçaları araştırdığını söylüyor. Araştırmaları bittiği zaman stüdyoya
gireceğini söyleyen Roni, modern tarzda
müzikler üzerine çalışacağını söylüyor.
16
BasHaber SÖYLEŞİ
6 - 12 Temmuz16
2015
SİNEMA
Mustafa Başaran:
Anadolu Kürdlerinin ‘Bablîsok’u
Asırlar önce anayurdundan edilerek Orta Anadolu’ya
sürgün edilen Kürdler, burada ciddi bir koloni
oluşturmalarına ve yıllarca dilini, kültürünü
korumalarına rağmen sinema alanında neredeyse hiçbir
şey üretemediler. Son yıllarda Orta Anadolu Kürdleriyle
ilgili yapılan çalışmalar ise kısıtlı imkânlarla yapılıyor.
Orta Anadolu Kürdlerinden Senarist ve Belgesel Yönet-
meni Haymanalı Mustafa Başaran, Haymanalı
Kürdlerin hikâyesini senaryolaştırıp Kürdçe bir film
çekmiş. Filmin adı “Bablîsok”. Bablîsok, Haymana’da
yaşayan Kürd bir ailenin kültürünü, asimilasyona karşı
verilen mücadelelerinin anlatıldığı; Kürd kadınının
ailesini ayakta tutma çabasının filmidir. Mustafa
Başaran’la Bablîsok’u ve diğer çalışmalarını konuştuk.
görüşüp iletişimde bulunur hale geldi. Bu
durum bizim gibi kendi halkından, kimliğinden kopuk Orta Anadolu Kürdlerine çok
faydalı oldu. Özellikle Kürdistan’ın her yeri,
İç Anadolu, Batı ve Marmara bölgelerindeki Kürdler, Avrupa veya dünyanın başka
yerlerindeki Kürdler birbirleriyle daha
kolay iletişime geçti. Bu tür konular konuşulup, paylaşıldıkça bilinç arttı, bilinmeyen
şeyler öğrenildi. Yine bu sayede insanlarda
özgüven oluştu. Bilinenler eşelendikçe
insanlarda merak oluştu, insanlar nereden
geldiğini, hangi dili konuştuğunu sormaya,
araştırmaya başladı. Dolayısıyla sanat, siyaset, edebiyat vb. birçok alanda çalışmalar
yapıldı.
Özüm Erdem
Öncelikle Bablîsok filmiyle başlamak
istiyorum. Filmi yapma düşüncesi
nasıl oluştu?
Kürd kültürü her zaman benim için bir
merak konusu olmuştur. ‘Sürgün Kürdleri’ olarak nitelendirilen Orta Anadolu
Kürdlerini-özellikle Haymana ve Şêxbizinî
Kürdlerini- bilmeyen birçok kişi var. Ezgi
filmi; Bir şarkıdan, ezgiden yola çıkılarak
çekilen filmlerdir. Bir belgesel ya da bir kısa
film çekerek; hem Haymana’yı, hem de bölgede yaşayan Kürdlerin varlığını diğer bölge
Kürdlerine tanıtarak Kürd Kültürü’ne bir
katkıda bulunmak istiyorum. Ayrıca sinemaya ilk adımımı atabileceğimi düşünerek
bu filmi çekmeye karar verdim.
Filmin başlangıcından ve çekimlerinden biraz bahseder misiniz?
Filmin çekimi Haymana merkezi Balçıkhisar, Esenköy-Gülçeşme Yaylası, Sazağası,
Karapınar ve Evliyafakı köylerinde çekildi.
Film, tamamen amatör bir ortamda ve Kürd
Kültürü sevdalısı arkadaşların bir araya
gelmesiyle oluşturulan bir ekiple yapıldı.
Ufak tefek aksilikler ve nasihatler dışında
çekimler olumlu geçti; fakat amatör bir
ekibe sahiptik. Halk çok olumlu karşıladı
bizi, halktan olumsuz hiçbir tepki almadık.
Cezaevi kısmı biraz zordu, onun prosedürleri vardı, atlattık. Ekipte bulunan Fazıl
Mecnun Alp arkadaşımız dışında neredeyse
herkes tecrübesizdi.
Filmin dili Şêxbizinî ağzıyla. Özellikle bir nedeni var mı?
Tabii ki. İç Anadolu’da Şêxbizinan diye
bir aşiretin varlığının bilinmesini istedim.
Çünkü asırlardır buraya sürgün edilmelerine/yerleşmelerine rağmen halen asimile
olmamış ve dilini kültürünü korumayı
başarmıştır. Bu yüzden bunu anlatmak
istedim.
Bu filmle neyi hedefliyorsunuz?
İlk düşüncem Orta Anadolu’ya göç etmiş
Kürdleri ve kültürlerini tanıtmak. Kürd
yörelerimizi dolaşarak yaşanmış aşk, sevgi,
kahramanlık hikâyelerini kısa ezgi filmi
halinde izleyici ile buluşturmak, bu filmi
çektikten sonra oluşacak kamuoyu desteğiyle ve daha bir özveriyle çalışarak Türk
ve Kürd sinemasına değerli eserler katmak
olacaktır. Ayrıca Haymana’nın yanı sıra,
Orta Anadolu Kürdlerini ve Orta Anadolu’ya
birtakım sebepler sonucu göç etmiş Kürdlerin kültürlerini devam etmelerini sağlamak.
Onları dünyaya tanıtmak ve bu sayede
özgüvenlerini sağlayarak; dil ve kimliklerinin yok olmasını önlemek, asimile olmalarının önüne geçmek gibi birçok düşüncedir
amacım.
Türkiye’de Kürdler adına bir şeyler
yapmak gerçekten cesaret gerektirir. Yıllarca Türkiye sinemasında
Kürdlerin isimlerine dâhil tahammül
yoktu. Bugün –kısmen de olsa- bazı
şeyler atlatılmış gibi gözüküyor.
Bablîsok filminde bu anlamda sıkıntılar yaşadınız mı?
Bizim de birçok çalışmada olduğu gibi
karşılaştığımız sorunlar oldu. Gerek köyler-
Mustafa Başaran kimdir?
1977 yılında Ankara Haymana’da
dünyaya gelen Mustafa Başaran, ilkokulu
ve liseyi Haymana’da bitirdi. 2000-2001
eğitim öğretim döneminde bir yıl ücretli
öğretmenlik yaptıktan sonra bir dönem
Polatlı’da bir dönem de Haymana’da
Elektrik Kurumu’nda arıza birim şefliği
ile Haymana İşletme Şefliği görevinde bulundu. Halen özel bir firmada elektrifikasyon trafo bakım pozisyonunda çalışmakta
olan Başaran, bugüne kadar yörede çekilen birçok belgesel çalışmasında yer aldı.
Şu an belgesel, film senaryolarının yazımı
yanında köşe yazarlığı da yapmaktadır.
de, gerek şehir merkezinde yaşadığım bürokratik ya da sivil zorluklar yaşandı o zorluklara değinmek istemiyorum. Başımızdan
geçen bir hikâyeyi aktarmak istiyorum.
Ekip arkadaşlarımızla şehir merkezinde bir
restaurantta yemek yiyorduk, kadın arkadaşlarımız yöresel kıyafetlerini giymişlerdi,
biz erkekler de puşi takmıştık. Yaşlı ve tatlı
bir amca sonradan Trabzon-Oflu olduğunu öğrendik yanımıza gelerek ‚necisiniz‘
diye sordu. Biz, Haymana Kürdlerinden
olduğumuzu ve Kürdçe bir film çektiğimizi
söylediğimizde, yaşlı amca yüzümüze bakıp
‘’Olsun yavrum, neticede siz de Müslümansınız” dedi.
Teknolojinin gelişmesine paralel
olarak sosyal paylaşım ağlarındaki
sayfalar ve bu sayfaların paylaştığı
haberler, paylaşımlar Orta Anadolu
Kürdlerinde de bir merak uyandırıyor. Bana öyle geliyor ki bu merak
bir ulusal bilinci de ortaya çıkarıyor.
Bu alanda yeni sayfaların açıldığını
ve çalışmaların gün ışığına çıktığını da görüyoruz. Siz bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Özellikle internet ve ulaşım teknolojisinin ilerlemesinden sonra insanlar daha sık
Yaptığınız çalışmalardan bahseder
misiniz?
Bablîsok filminin yanı sıra, Ankara’da
Kurdi-Der’in katkılarıyla ve Haymanalı üç
arkadaşımla beraber Şêxbizinî konuşma dili
dilbilgisi gramer kitabını hazırladık. Avrupa
ve Türkiye’de yayın yapan bir dergide köşe
yazarlığı yapmaktayım. Bunların yanında
derlediğim birçok şarkı ve türkü sözleri
mahalli sanatçılarımız tarafından seslendirilmiştir. Yine basıma hazır Türkçe-Kürdçe
şiir kitabım da var. Polatlı’da çekmeyi
planladığım töre konulu Gulberjîn ile
Haymana, Nemrut, Diyarbakır, Urfa, Cizre
ve Midyat’ta çekmeyi planladığım göç ve
sürgün konulu Güneşin Ülkesine Yolculuk
adlı filmlerimin senaryolarını tamamlamaya çalışıyorum.
Bundan sonraki çalışmalarınız
neler?
Şêxbizinî konuşma ağzı ile Şêxbizinî dili
kültürü ve yaşam biçimi ile ilgili bir dergi
çıkarmayı düşünüyoruz. Bunların dışında yöremizde yaşanmış ve türkülere mal
olmuş hikayeler ve türkülerini derleyerek
Türkü Filmi halinde senaryolaştırarak kısa
film halinde çekmeyi düşünüyorum. Ayrıca
Polatlı’da çekmeyi düşündüğüm “Cennetin
Fakir Çocukları” isimli tinerci ve çöpten
kâğıt toplayarak beslenen aileler hakkında
belgesel çekimi düşünüyorum. Şu an ise
Kulu Kürdlerinde efsane olmuş ve Orta
Anadolu Kürdlerinin Şêx Seid’i olarak bilinen Heciyê Buxurcî ve yine Orta Anadolu
Kürdlerinden olan Mistoyê Tozo, Deli Xelo
ile ilgili “Son İsyancı” adlı bir film çektik.
Bu film yakında yurtdışında gösterime
girecek.

Benzer belgeler

04.04.2016

04.04.2016 daha uygun. Lakin, şu da açık: Bağımsız Güney, federal Rojava”, bugünden yarına becerebilecek gibi de değil. Haddizatında, işler bu mecrada kararlılıkla ilerlemeye başladığında Başur ve Rojava büyü...

Detaylı

26.01.2015

26.01.2015 öldürüldüğünü ve bir o kadarının da esir alındığını belirtti. Rejim tarafından hedef alınan Aziziye mahallesinde bombardımanda ciddi yıkımın olduğuna işaret eden Mohamed, “Aziziye Kürd mahallesidir...

Detaylı