Beşir Ayvazoğlu - Osmanlı İstanbulu

Transkript

Beşir Ayvazoğlu - Osmanlı İstanbulu
Fâtih, Bellini ve Rönesans
Beşir Ayvazoğlu
I
Sultan II. Murad, başta şair ve musikişinaslar olmak üzere sanatkârları koruyup kollar, fırsat buldukça onlarla bir araya gelip eğlenirdi. Bursa ve Edirne saraylarında değerli musiki âlimleri yetişmiş ve
bazıları eserlerini ona sunmuşlardır. Böyle bir padişahın çocuklarının
estetik terbiyesine de özen göstermesi tabiidir. O halde çok sevdiği
şehzadesi Mehmed’in ciddi bir sanat eğitimi aldığı düşünülebilir. A.
Süheyl Ünver tarafından Fâtih’in Çocukluk Defteri adıyla yayımlanan
müsvedde defterindeki temrinler şehzadenin sadece şiire değil, resim,
hat ve tezhip sanatlarına da ilgi duyduğunu göstermektedir. Özellikle
bu defterdeki portre denemeleri onun daha sonra su yüzüne çıkacak
bir merakına dair önemli ipuçlarıdır.1
Şehzade Mehmed’i çeşitli sanat dallarında eğitenlerin kimler
olduğunu bilmiyoruz. Bilinen şu ki, Osmanlı padişahlarının çok azında rastlanan derin bir müsamahaya sahipti ve açık görüşlüydü. Dukas’a
inanmak gerekirse, muazzam bir zafer alayı ile Ayasofya’ya geldiğinde
bu kilisenin mozaiklerini ganimet malıdır diye sökmekle meşgul bir
1 A. Süheyl Ünver, Fatih’in Çocukluk Defteri, İstanbul, 1961. Daha geniş bir
değerlendirme için bk. Yaşar İliksiz, “Saraydaki Karalama Defterinin Esrarı”,
1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi, nr. 1, Mayıs 2007, s. 66-77.
559
OSMANLI óSTANBULU
yeniçeriye asâsıyla vurarak “Binalar benim malımdır, ne hakla onu bozuyorsun?” diye öfkeyle bağırmıştı.2 Ayasofya’da mozaiklerin Fâtih’in
hassasiyeti sayesinde tahrip edilmekten kurtulduğu şüphesizdir.
“Avnî” mahlasıyla şiirler yazan Fâtih’in başta resim olmak üzere
plastik sanatlara özel bir ilgi duyduğu, fetihten hemen sonra “Rumeli
ve Anadolu taraflarından [...] ashâb-ı sanayi ve hıref ehl ü ıyali ile
pâyitahta irsâl oluna” diye hükümler göndererek önemli sanatkârları
İstanbul’da toplaması ve sarayında bir Nakışhane kurmasından anlaşılıyor. Baba Nakkaş’ın yönettiği, çalışmalarına Eski Saray’da başlayıp
Topkapı Sarayı’nda devam eden ve şüphesiz Ehl-i Hıref teşkilâtının
temelini teşkil eden bu Nakışhane hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa
da ürettiği çok sayıda eser günümüze ulaşmıştır. Müzehhibinden mücellidine, hattatından nakkaşına kadar yüz civarında sanatkârı çekip
çeviren ve bir bakıma Fâtih’in estetik müşavirliğini yapan Baba Nakkaş,
muhtemelen onun seçkin ilim ve sanat adamlarının katıldığı özel meclislerine de kabul ediliyordu. Bu meclislerde dinî ve ilmî konuların yanı
sıra, önemli felsefe, sanat ve edebiyat meseleleri de tartışılmış olabilir.3
II
Sarayda kurduğu meclislerde ulemayı tartıştırarak belki de iki
farklı dünyayı birleştirmenin yollarını arayan Fâtih, Bizans mirasına çevresindekilerden çok farklı bir gözle bakıyor, bazılarının iddia
ettiği gibi Rönesansçı, yani hümanist bir padişah değilse de, belli ki
İtalya’da gelişmekte olan resim sanatına, özellikle portreciliğe derin
bir ilgi duyuyordu. Çocukluğunda kullandığı müsvedde defterindeki
portreler, onda bu merakın çok erken başladığını göstermektedir. Nitekim fetihten sekiz yıl sonra, 1461 yılında, Rimini valisine bir mektup
gönderterek Pisanello’nun öğrencisi Matteo de Pasti’den resim ve
heykel konusunda yararlanmak istediğini bildirmiştir. Matteo yola
çıkar, ancak casus olduğu gerekçesiyle Venedikliler tarafından tutuklandığı için İstanbul’a ulaşamaz. Pisanello’nun başka bir öğrencisi,
2 Dukas, Bizans Tarihi (çev. Vl. Mırmıroğlu), İstanbul 1956.
3 A. Süheyl Ünver, “Baba Nakkaş”, Fatih ve İstanbul, C. II, nr. 7-12, İstanbul
1954, 169-177; a.y., Fatih Devri Saray Nakışhanesi ve Baba Nakkaş Çalışmaları,
İstanbul, 1958. Baba Nakkaş hakkında ayrıca bkz. Evliya Çelebi Seyahatnamesi
VI (haz. Seyit Ali Karaman-Yücel Dağlı), İstanbul 2002, s. 88.
560
FÂTóH, BELLóNó VE RÖNESANS
Constanzo da Ferrera, Napolili Ferdinand tarafından muhtemelen
1477-78 yıllarında İstanbul’a gönderilmiş ve bu sanatçı tarafından
Fâtih için bronzdan madalyonlar hazırlanmıştır
Constanzo da Ferrera’nın madalyonlarından biri 1481 tarihlidir
ve bir yüzünde Fâtih’in profilden kabartma portresi vardır. Fâtih Albümü’ndeki bir portrenin bu madalyondaki portreye benzediği için
Ferrara tarafından yapıldığı tahmin edilmektedir. Mustafa Âli’nin
Menâkıb-ı Hünerverân’ında gül koklayan Fâtih minyatürüyle tanınan
Sinan Bey’in Venedikli ressam Maestro Paolo’nun öğrencisi olduğuna dair bir kayıt vardır.4 Paolo mu İstanbul’a gelmiştir, Sinan Bey
mi Venedik’e gitmiştir, bilmiyoruz. Ancak erken Rönesans’ın önemli
ressamlarından biri olan Gentile Bellini’nin İstanbul’a geldiği belgelerle sabittir. 1479 yılında Venediklilerle yapılan anlaşmanın ardından
yarı resmi elçi olarak Venedik’e giden bir Yahudi tacir, Doj Pietro
Mocenigo’ya Fâtih’ten bir mektup götürmüştür. Mektupta Fâtih’in
torunlarından birinin İstanbul’da yapılacak sünnet düğününe davet
edilen Doj’dan ayrıca insan tasvirleri yapabilen iyi bir ressam, bir
heykeltıraş ve bir bronz dökümcüsü göndermesi rica edilmektedir
(1 Ağustos 1479). Venedikli sanatçılara gösterilen bu teveccühten çok
memnun olan Doj, beş yıldan beri sarayında çalışan Gentile Bellini’yi İstanbul’a göndermeye karar verir. Bellini bu vazifeyi kabul etmiş,
fakat İstanbul’a gitmeyi kabul eden heykeltıraş ve bronz dökümcüsü
bulunamamıştır.
Gentile Bellini,5 3 Eylül 1479 tarihinde iki yardımcısı, iki tane de
dışarıdan bulduğu sanatkârla beraber bir kalyona binerek yola çıkar ve
eylül sonlarında İstanbul’a ulaşır. Osmanlı’nın yeni payitahtında çok iyi
karşılandığı, Venedik elçisi tarafından Fâtih’e takdim edildiği ve yeni
sarayda, yani bugün Topkapı Sarayı dediğimiz Saray-ı Cedid’de itibarlı
bir misafir olarak ağırlandığı biliniyor. Franz Babinger’e göre, Fâtih,
Bellini’den sadece kendisini ve çevresindekilerin portrelerini yapmasını değil, sarayının duvarlarını da fresklerle bezemesini de istiyordu.
Bellini de onun hususi dairelerinin duvarlarına “cinsel içerikli” resimler
4 Âlî, Maestro Paolo’dan Mastori Pavli diye söz eder. Bkz. Hattatların ve Kitap
Sanatçılarının Destanları (Menâkıb-ı Hünerverân), haz. Dr. Müjgan Cunbur,
Ankara 1982, s. 118.
5 Gentile Bellini’nin babası Jacopo Bellini ve kardeşi Giovanni Bellini de
ressamdır. Geniş bilgi için bkz. Nurullah Berk, Bellini’ler, İstanbul 1951.
561
OSMANLI óSTANBULU
yapmıştı.6 Babinger’in herhangi bir kaynak belirtmeden dile getirdiği
bu iddiası -o devrin şartları ve zihniyet dünyası göz önünde tutulduğu
takdirde- kesin bir belge gösterilmedikçe kabul edilemez.
Bellini’nin İstanbul’daki faaliyetleri ve Fâtih’le ilişkisi hakkında
tek kaynak, Giovanni Maria Angiolello’nun yazdıklarıdır. Eğriboz
seferinde esir alınan ve İstanbul’a getirildikten sonra Şehzade Mustafa’nın hizmetine verilen Venedikli Angiolello, Fâtih’in bahçeleri ve
resimleri çok sevdiğini, bu sebeple bir mektup yazarak Venedik’ten
getirttiği Gentile Bellini’den Venedik’in ve sevdiği bazı kişilerin resimlerini yapmasını istediğini söyler. Yakışıklılığı ve güzelliğiyle meşhur yakınlarının resimlerini yapmasını isteyen Fâtih, bir gün Bellini’den bir dervişin de portresini yapmasını istemiştir. Bedesten’de bir
sedire oturup padişahın kahramanlıklarını anlatan dervişin portresini
yapan Bellini ile Fâtih arasında, Angiolello’ya göre şöyle bir diyalog
geçer. Ahmed Refik Altınay’ın Fâtih Sultan Mehmed ve Ressam Bellini
adlı eserinden aktarıyorum:
“- Jantil, bilirsin ki hakikati söylemek şartıyle her ne olursa
olsun söylemene müsaade etmişimdir; söyle bakalım, şu adem neye
benziyor?
- Şevketpenah, madem ki zat-ı şahanelerine serbestçe idare-i
efkar etmekliğime müsaade buyuruluyor, o halde söyleyeyim, bendenizin fikrimce bu adem bir mecnundur.
- Pek doğru. Bak, alaim-i cinnet gözlerinden nasıl belli oluyor.
- Fakat şevketmeab, bizim taraflarda da böyle birtakım adamlar
vardır ki bir sıra üstüne oturup rical-i muhtelifenin medayihini okur
dururlar; zat-ı şahaneleri ki bu derece ulvisiniz -zira İskender’in bile
muvaffak olamadığı fütühata nail olmuşsunuz- nefs-i şahanelerinin
medholunmasını arzu etmeyişiniz beni mütehayyir ediyor.
Bunun üzerine Fâtih şu cevabı verir:
- Bu adem fikren salim olsa idi, tarafından medholunmağı arzu
ederdim; fakat bir mecnunun hakkımdaki medayihini hiçbir vakit
arzu etmem.”7
6 Franz Babinger, Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı (çev. Dost Körpe), Oğlak
Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 425.
7 Ahmed Refik, Fatih Sultan Mehmed ve Ressam Bellini, İstanbul, 1325, s. 40-41.
562
FÂTóH, BELLóNó VE RÖNESANS
Angiolello, Bellini tarafından İstanbul’da birçok güzel tablo yapıldığını ve hepsinin saraya konulduğunu, bu tabloların daha
sonra Sultan Bayezid tarafından pazarda sattırıldığını anlatıyor. Bu
portrelerden en meşhurunun -20 Kasım 1480 tarihini taşır- Venedik’e götürüldüğü, 1877-1880 yılları arasında İstanbul’da İngiliz sefiri
olarak görev yapmış bir İngiliz olan Henri Layard tarafından satın
alındığı, onun ölümünden sonra karısı tarafından Londra’ya götürülerek National Gallery’ye hediye edildiği biliniyor.8 Bellini’nin Fâtih’i
şehzadelerinden biriyle gösteren başka bir tablosu daha vardır.9 Aynı
ressama izafe edilen ve National Gallery’deki portreye çok benzeyen
başka bir Fâtih portresi de 1933 yılında Moskova’dan Paris’e kaçan
Zacharij Byrtschanski adında bir Rus tarafından Amerikalı bir koleksiyonere satılmıştır. Bir çar sarayından çıktığı tahmin edilen 21x16 cm.
boyutlarındaki bu portrenin diğer portreden en önemli farkı, sarığın
ucunun padişahın omuzlarına kadar sarkmasıdır. Bu sebeple, sonraki
yıllarda Bellini’nin portresi esas alınarak başka bir ressam tarafından
yapılmış olabileceğini söyleyenler de vardır.
Bellini’nin İstanbul’da gezerek çeşitli abidelerin krokilerini ve
insan tiplerini çizdiği biliniyor. İngiltere’de, British Museum’da korunan bir albümde bazı desenler vardır; mesela oturmuş halde tasvir edilen bir yeniçeri, bir Türk kadını, yaşlı bir Türk, bir şehzade,
aralarında iki yeniçerinin de bulunduğu bir grup insan, çeşitli kadın
tiplerinin ve kıyafetlerinin tasvir edildiği bir eskiz... Bellini bunlardan başka Theodisius Sütunu’nun bir resmini yapmış, Arkadius Sütunu’ndan da Arkadius’un Gotlara karşı kazandığı zaferlerin tasvir
edildiği kabartmaların resimlerini on sekiz levha halinde çizmiştir.
Bu diyalog için ayrıca bkz. Giovanni Maria Angiolello, Fâtih’in İçoğlanı Anlatıyor: Fâtih Sultan Mehmet (çev. Pınar Gökpar), Profil Yayınları, İstanbul
2011, s. 124-125.
8 Bu portre, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. Yıldönümü vesilesiyle
İstanbul’a da getirilmiş ve Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde 7-13 Aralık 1999
tarihleri arasında sergilenmiştir.
9 Bellini’nin İstanbul’da bulunduğu tarihte Şehzade Mustafa çoktan ölmüş
bulunuyordu. Bayezid Amasya’da, Cem de Konya’daydı. O halde bu tablo
yapılırken Mustafa’ya veya Cem’e çok benzeyen bir genç, Franz Babinger’in
tahminine göre, Bosna-Hersek kralının Fâtih’in sarayına gönderdiği oğlu
İshak modellik etmiş olabilir. Bkz. Franz Babinger, “Fatih ve Ressam Gentile
Bellini”, Hayat Tarih Mecmuası.
563
OSMANLI óSTANBULU
Bu resimler XVII. yüzyılda Fransa’ya ulaşır ve on sekiz levha halinde
gravür olarak basılır.10
III
Angiolello, Fâtih’le Bellini arasında geçenleri anlattıktan sonra
Bâyezid’in babası Fâtih’i inançsızlıkla suçladığını da iddia eder.11 Son
yıllarında oğlu Bâyezid’le arası açık olan Fâtih’e karşı ciddi bir muhalefet vardı. Ardı arkası kesilmeyen seferler, uygulanan maliye politikası ve akçedeki gümüş oranı sürekli azaltıldığı için satın alma gücünün
zayıflaması halkı; vakıflara ve şahıslar elindeki emlâke el konularak tımarlı sipahilere verilmesi de tarikat çevrelerini ve ulemayı çok rahatsız
etmişti. Bu rahatsızlık ifade edilirken, muhtemelen, “kâfir” ressamlara
portresini yaptırdığı ve sarayını “mücessem” tasvirlerle doldurduğu
abartılarak kulaklara fısıldanıyordu. Sinan Paşa’nın Tazarruname’sindeki “İlâhî! Cümle-i nakkâşân-ı âlem ve müsavvirân-ı benî-âdem
bir nakış tasvîr ve bir suret tahrîr itmek isteseler...”12 diye başlayan
bölümün satır aralarında Fâtih’in İtalyan ressamlara ve portrecilik
sanatına duyduğu ilginin eleştirildiğini söylemek aşırı bir yorum olur,
fakat bu hiç de ihtimal dışı değildir. Sinan Paşa’nın sadrazamlıktan
azledilerek hapsedilmesi, ulemanın gösterdiği şiddetli tepki üzerine
cezasının sürgüne çevrilmesi belki de bu “estetik” kavgasının bir sonucudur. Osmanlı kaynaklarında Bellini’den ve Fâtih’in sarayında görev
yapan diğer İtalyan ressam, heykeltıraş ve bronz dökümcülerinden hiç
10 Ahmed Refik, age., s. 41-42.
11 Angiolello, age., s. 126.
12 Sinan Paşa’nın İslam sanatlarının estetiğine dair ipuçları da taşıyan cümleleri
şöyledir: “İlâhî! Cümle-i nakkâşân-ı âlem ve müsavvirân-ı benî-âdem bir
nakış tasvîr ve bir suret tahrîr itmek isteseler, bir vâsi’ ü rûşen makamda, bir
sâkin nesnenün üstinde iderler. Sen ol musavvir-i ezelsin ki, bir katre müteharrik âb üzerinde, rahm ü şikem-i teng ü tarîkte, bir sûret-i âdem tasvîr
ittün ki, cümle-i nakkâşân-ı Çîn ve sûret-gerân-ı rûy-ı zemîn -ki hâme-i
çehre-güşâ ve sûret-i ibret-nümâları cân-ı Azer’i gayrete bırağur ve akl-ı
reng-âmîz ü tab’-ı sûret-engîzleri hâtır-ı Mânî’yi hayrette kor- hîç ol sûretün
tasvîri keyfiyyetinde suret tasavvur u vicdan idemediler ve ol nakş u nigârun
hüsn-i zîbâsında hayran ü nigerân kaldılar ve cemî’-i vassâfân-ı cihan ve
müşebbihân-ı devrân anun teşbihinde âciz ü ser-gerdân oldılar.” Bkz. Tazarruname (haz. Mertol Tulum), İstanbul 1971, s. 52.
564
FÂTóH, BELLóNó VE RÖNESANS
söz edilmemesi, daha da önemlisi, bu sanatçılar tarafından yapılmış
hiçbir eserin İstanbul’da muhafaza edilmemiş olması, Fâtih’e karşı
duyulan öfkenin büyüklüğü hakkında sarih bir fikir veriyor.
İtalyan kaynaklarına göre, Bellini bir gün Fâtih’in arzusu üzerine aynaya bakarak kendi portresini yapar; resmin sahibine şaşırtıcı
derecede benzediğini görerek hayran olan padişah, onun böyle bir
harika yaratmasını sihre bağlar.13 Bu anekdot eğer doğruysa, Fâtih’in
portre ressamlığını bir çeşit hünerbazlık olarak görüp sadece eğlendiğine hükmedilebileceği gibi, fethetmek istediği Roma ve Venedik
hakkında bilgi almaya çalıştığı da düşünülebilir. Nitekim Angiolello’nun yazdığına göre, Fâtih, Bellini’den Venedik’in resmini (Babinger
“haritasını” diyor) yapmasını da istemişti.14
Rönesans ressamlarının bile ne yaptıklarının tam idrakinde olmadıkları bir devirde, Fâtih’in bu tarihî dönüşümü fark ederek Bellini’yi İstanbul’a davet ettiğini, yani bir Rönesans padişahı olduğunu
iddia etmek doğru değildir. Tarih dönemlerinin birbirinden kesin çizgilerle farklılaşmasına yol açacak sert kopuşların hiç yaşanmadığını,
Alexandre Koyre’nin Yeniçağ Biliminin Doğuşu adlı kitabını yayımladığı tarihten beri biliyoruz. XIX. yüzyıl Fransız tarihçisi Michelet’nin
“Rönesans” diye adlandırdığı dönemde antikiteye ilgi duyan aydınlar
ve sanatçılar, özellikle erken dönemde, başlattıkları hareketin nelere
yol açacağını bilemezlerdi. Fâtih’in de böyle bir sürecin şuurunda olması imkânsızdır. İtalya’da gelişmekte olan resim sanatıyla ve Antikite’yle ilgilenmesine bazı tesadüflerin yol açtığı söylenebilir.
Fâtih’i üstün ve farklı kılan, kendini sadece Türk hakanı ve
Müslümanların sultanı olarak değil, aynı zamanda “Kayser-i Rum”,
yani Roma İmparatoru, dolayısıyla Roma’nın varisi olarak görmesi,
daha da önemlisi Avrupa’da olup bitenleri yakından takip etmesidir. Bu amaçla yabancı danışmanlarından çok faydalandığı anlaşılıyor. Avrupalıların Haçlı Seferleri sırasında karşılaştıkları Türklere
kendilerinin de kabul edebilecekleri bir kök aradıklarını ve sonunda
onları Troya kralı Priamos’un oğlu Turkos’a bağladıklarını onlardan
öğrenmiş olmalıdır. Bu yakıştırmaya göre, Turkos’la birlikte Kafkasya’ya kaçan Troyalılar Türklerin atalarıdır. Troya’nın intikamını alan
13 Ahmed Refik, age., s. 41.
14 Giovanni Maria Angiolello, age., s. 124.
565
OSMANLI óSTANBULU
Roma İmparatorluğu, ne yazık ki, doğuda Konstantinopolis’i başkent
yaptıktan sonra Yunanlılaşmıştır, dolayısıyla şimdi intikam alma sırası,
Asya’nın derinliklerine sığınmış Troyalıların torunları olan Türklerdedir.
Kritovulos’un tarihinde, Fâtih’in Midilli seferi sırasında Troya’yı ziyaret ettiğinden, Homeros’un İlyada’sında isimleri zikredilen
kahramanlardan ve yaptıkları hizmetlerden övgüyle söz ettikten sonra
başını hafifçe sallayarak “Geçen bunca yıldan sonra, bu şehirle insanlarının intikamını almayı Allah bana nasip etti. Düşmanlarına boyun
eğdirdim, şehirlerini fethettim ve ülkelerini Mysialıların yağmasına
çevirdim. Şehri kuşatanlar Hellen, Makedon, Teselyalı ve Peloponezliydi. Onların soyundan gelenleri bunca yıldan sonra, o dönemde ve
daha sonraki yıllarda bu Asyalılara küstahça davrandıkları için cezalandırdım” dediği belirtilir.15 Montaigne de bir denemesinde Fâtih’in
Papa II. Pius’a yazdığı bir mektupta, “İtalyanların bana düşman olmalarına şaşıyorum. Biz de İtalyanlar gibi Troyalıların soyundanız.
Yunanlılardan Hektor’un öcünü almak benim kadar onlara da düşer;
onlarsa bana karşı Yunanlıları tutuyorlar” dediğini iddia etmiştir.16
15 Kritovulos Tarihi (çev. Ari Çokona), İstanbul 2012, s. 538-539.
16 Montaigne, Denemeler (çev. Sabahattin Eyüboğlu), İstanbul 1970, s. 209. Sabahattin Eyüboğlu’nun M. Ş. İbşiroğlu’yla birlikte Fatih Albümü’nü değerlendirdiği kitabın önsözünde de Montaigne’nin mektubundan söz edilir ve Fatih
devrinde sarayda hümanist bir davranışın bulunduğu, Osmanlı kültürünün
II. Bayezid döneminde kendi içine kapanarak Avrupa’daki Rönesans hareketlerinin dışında kaldığı iddia edilir. Bk. Fatih Albümüne Bir Bakış, İstanbul
1955, s. IX-XII. Eyüboğlu, bir gün Montaigne’nin cümlelerini Yahya Kemal
ile Mükrimin Halil’e okuyarak görüşlerini almak ister. Fakat onlar güler ve
bunu Montaigne’nin uydurmuş olabileceğini söylerler. Geniş tarih bilgileriyle
tanınan bu iki adamın gerçeği kabul etmek istememelerine epeyce içerleyen
Eyüboğlu şöyle devam ediyor: “Birkaç ay önce bir anıt jürisiyle Dumlupınar’a
gitmiştim. Dumlupınar Savaşı’nda bulunmuş emekli bir albay bize Mustafa
Kemal Paşa’nın meydan savaşına kumanda ettiği yerde, zaferin nasıl kazanıldığını anlatıyordu. Başkumandanın ağzından o günlerde duyduğu sözlere
birden şunu da ekledi: ‘Dumlupınar’da biz Yunanlılardan Troyalıların öcünü
aldık!’ Fatih’le Mustafa Kemal’i buluşturuveren bu söz yerimden hoplattı beni
(...) İster yakışsın, ister yakışmasın, bana olağan gelmekle kalmıyor bu söz:
Atatürk’ün tarih görüşüne ve bilinmedik bir yanına ışık tutuyor. Üstelik Fatih’in mektubuyla birlikte İlyada’yı, Batı kültürünün kaynağını benimsemenin
566
FÂTóH, BELLóNó VE RÖNESANS
Stefanos Yerasimos, İstanbul’u 1437 yılında ziyaret eden Pero
Tafur adında bir Katalan’ın o tarihte Bizanslıların ağzında gezen
“Türkler Troya’nın intikamını alacaktır!” sözünü not ettiğini hatırlatır
ve Kritovulos’un cümlelerini naklettikten sonra bu rivayetin Fâtih’in
kulağına da gitmiş olabileceğini söyler. Troya’yı ziyareti sırasında İlyada’nın Yunanca bir kopyasını yaptıran ve Roma’nın vârisi olmayı
kafasına koyduğu anlaşılan Fâtih, yine Yerasimos’un yazdığına göre,
kendisiyle İstanbul’da görüşen Floransalı Benedetto Dei’ye İskender,
Kserkses, Kartacalı Hannibal, Afrikalı Scipion, Pyrhus ve bugüne kadar gelmiş geçmiş binlerce hükümdarın gücünü kendisine toplamak
istediğini söylemiştir.17
Bu rivayetleri birilerinin Avrupa’daki siyasî dengeleri gözeterek ürettiği, Osmanlı Devleti’ni Roma’nın vârisi ilân ederek mesela
Almanların böyle bir iddiayla ortaya çıkmalarının önüne geçmek istedikleri bellidir. Fâtih’in de bunu iyi kullandığı, tereddütsüz benimsediği Roma varisliğinden bir “imperium” projesi çıkardığı anlaşılıyor.
Sarayını sadece İslâm dünyasının âlim ve sanatkârlarına değil, İtalyanlara da açması, Bizanslı ve Venedikli danışmanlar edinmesi bu
projeyle ilgilidir. Babasının da yakın çevresinde bulunan Anconalı
Ciriaco ve Bizanslı tarihçi Kritovulos, onda bu ilgilerin uyanmasında önemli bir rol oynamış olabilirler. Babinger, güneydoğu Avrupa
ülkeleriyle Osmanlı topraklarında siyasi ve arkeolojik amaçlarla sayısız yolculuklar yapan, gittiği her yerde geçmişin kalıntılarını arayıp
günlük tutan Ciriaco’nun II. Murad ve Fâtih’le ilişkilerinden genişçe
söz etmiştir.18 Fâtih’in Yunanca öğrenmesi, mitolojiden ve İliada’dan
haberdar olması da aynı şekilde açıklanabilir. Eğer iddia edildiği gibi
bir hümanist olsaydı, bu konudaki görüşleri kırıntı kabilinden bile
olsa şiirlerine akseder ve kendi İstanbul’unu Rönesans tarzı binalarla
bir yolunu gösteriyor bize.” Bk. Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara, İstanbul,
1967, s. 283 vd. Eğer Eyüboğlu doğru söylüyorsa, Yahya Kemal ve Mükrimin
Halil Yınanç’ın Kritovulos Tarihi’ni okumamış olmaları şaşırtıcıdır. Çünkü Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Hristiyan yazmaları arasında
bulunan bu tarih Karolidi Efendi tarafından Türkçeye çevrilerek 1910-1912
yılları arasında Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası’nın ekinde parça parça
yayımlanmıştır.
17 Stefanos Yerasimos, “Türkler Romalıların Mirasçısı mıdır?”, Toplumsal Tarih,
nr. 116, Ağustos 2003.
18 Franz Babinger, age., s. 46-47, 57-58.
567
OSMANLI óSTANBULU
donatırdı. Hâlbuki, Fâtih, bir şair olarak devrinin estetik sınırları
içindedir ve felsefî görüşleri de İslamî esaslara dayanır. Hocazade’nin
onun arzusu üzerine bir Tehafüt, yani Yunan felsefesinin Avrupa’da
yeniden keşfedilmesine, dolayısıyla Antikite’ye karşı ilginin uyanmasında önemli bir rol üstlenen Müslüman filozoflara (felasife) reddiye
yazdığını unutmamak gerekir.
Babinger’e göre, Fâtih’i batı kültürüyle yoğrulmuş bir Renaissance hükümdarı olarak görmek, onun mizacını ve siyasi emellerini
inkâr manasına gelir. Büyük İskender veya Sezar gibi dünyayı yerinden oynatacak büyük zaferler kazanmak isteyen Fâtih’in bütün
amacı, Babinger’e göre, İtalyan hocalarından Avrupa ülkeleri hakkında mümkün olduğu kadar doğru bilgi edinmek, batılıların harp
sanatının ne dereceye kadar işe yaradığını öğrenmekti.19 Halil İnalcık’a göre de, Fâtih’in bir Rönesans hükümdarı olduğunu söyleyenler, gerçeklerden uzak bir görüşü savunmaktadırlar; onun Hıristiyan
dünyaya ilgi duymasının tek sebebi vardır, İtalya’yı fethetmek ve yönetmek...20 Fâtih devrinde Kızılelma’nın tek anlamı vardır: Roma...
Yahya Kemal, şair sezgisiyle kavradığı bu gerçeği “Gedik Ahmed
Paşa’ya Gazel”inde “Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar” diye
ifade etmiştir.
Fâtih’in hayalinin ufukları sadece Batı’ya değil, Doğu’ya doğru
da genişliyordu. Divan ve resmi belgelerin yazılmasında kullanılan
inşa üslûbu onun devrinde teşekkül etmiştir. Başlangıç ve bitirişlerde,
kişi ve kurumlara hitaplarda Farsça ve Arapça yazışma geleneğinden
alınmış klişelerin kullanıldığı resmî üslûp, devletin gücünü ve ihtişamını ifade eden tumturaklı bir üslûptu. Fâtih, babası II. Murad gibi
sade Türkçe peşinde değildi; Anadolu’daki öteki Oğuz devletleriyle
rekabete lüzum görmüyordu, çünkü ilk fırsatta hepsini ortadan kaldırarak devletini bir “cihan devleti” yapmaya kararlıydı. Doğuda rakip
kabul edebileceği tek güç vardı: Timurîler. Maveraünnehir ve Horasan bölgesinde hüküm süren bu büyük Türk devletinde kullanılan
dillere, yani Çağatay Türkçesine ve Farsçaya da Latince ve İtalyanca
gibi ihtiyacı vardı.
19 Franz Babinger, “Fatih Sultan Mehmet ve İtalya.”
20 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), İstanbul, 2003,
s. 189.
568
FÂTóH, BELLóNó VE RÖNESANS
Sadece siyasî alanda değil, her alanda Timurilerle boy ölçüştüğü anlaşılan Fâtih, Maveraünnehir’de yaşayan büyük ilim ve edebiyat adamlarını İstanbul’a çekmeye çalışmıştır. İstanbul’dan zaman
zaman hediyeler alan Ali Şir Nevai, Fâtih ve oğullarının nazarında
çok itibarlıydı ve ricaları asla geri çevrilmezdi. Büyük matematik ve
astronomi bilgini Ali Kuşçu’yu Semerkant’tan getirtmeyi başaran
Fâtih’in Nevai’yi davet edip etmediğini bilmiyoruz, ama onun yakın
dostlarından olan ve Herat’ta yaşayan büyük sufi şair Molla Cami’yi
mutlaka yanında görmek istiyordu; bunun için birkaç defa teşebbüste bulunmuştu. İstanbul sarayında Uygur alfabesi de kullanılıyor ve
Çağatay Türkçesini bilen kâtipler görev yapıyordu.
Gedik Ahmet Paşa kumandasındaki İtalya seferi ve kendi
kumandasındaki Doğu seferi, Fâtih’in Doğu’yu ve Batı’yı içine alan
“imperium” projesini gerçekleştirmek üzere harekete geçtiği anlamına
geliyordu. Esasen onun döneminde Balkanlar büyük ölçüde fethedilerek XX. yüzyılın başlarına kadar devam eden kısmî bir Avrupa
Birliği gerçekleştirilmiş ve İstanbul bir dünya başkenti haline gelmişti.
Büyük bir telaşa kapılan Avrupalıların Fâtih’i ortadan kaldırmanın
yollarını aradıkları düşünülebilir. Bu bakımdan bu büyük hükümdarın
beklenmedik ölümü konusunda yapılan tartışmalarda, doktoru tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü iddia edenlerin gerekçeleri daha
sağlam görünmektedir.
569

Benzer belgeler