Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları
Transkript
Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları
EdirneEðitim Eğitim - Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi Ocak - Haziran Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları Tuna Tuna mavi : gökler gibi. Bir ufuktan bir ufka eser gibi. Koşuyor… Koşuyor Tuna. Coşuyor Tuna. Tuna yeşil: Bahar gibi. Bir ufuktan bir ufka rüzgar gibi. Akıyor… Zorlu akıyor Tuna. Hasretiyle yürek yakıyor Tuna. Tuna kızıl: Kan gibi. Duygulu bir insan gibi. Yanıyor… İçinden yanıyor Tuna. Anıyor Tuna Eski güzel günleri hıçkırarak. Tuna ak, Tuna berrak, Benim göz yaşım gibi! Tuna dertli bugün hummalı başım gibi. Dalgalarda köpükleniyor ak Kısrakların yeleleri… İçimde bir yıldız, Bir hız İçimde çırpıntılar var. İçimde gür bir ses haykırıyor : İleri!... Halide Nusret ZORLUTUNA Şair - Yazar (Edirne Gelini) Sevgili Okurlar, Sayı: 1 Ocak - Haziran 2013 Altı Ayda Bir Yayınlanır. İmtiyaz Sahibi İl Milli Eğitim Müdürlüğü Adına Hüseyin ÖZCAN İl Milli Eğitim Müdürü Genel Yayın Yönetmeni Filiz SUGÖZLEYEN İl Milli Eğitim Şube Müdürü Editör Sedat SAYIN Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Edebiyat Öğretmeni Yayın Kurulu Ebru BOZTÜRK TUNA Şadi KULOĞLU Murat ÇANDIR İsmail KASAPOĞLU Akademik Danışman Yrd. Doç. Dr. Özcan AYGÜN Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kapak İllüstrasyon Soner TUNA Trakya Üniversitesi Tunca Meslek Yüksekokulu Öğretim Görevlisi Yönetim Yeri Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü Vilayet Binası Grafik Tasarım & Baskı [email protected] Bedesten Dış Dük. No: 5 EDİRNE Tel: 0284 225 27 57 Fax: 0284 214 33 31 “www.edirneyenigun.com” Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına, söyleşilerdeki görüşler sahiplerine, yayınlanan ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine ait olup, Edirne Eğitim Dergisi sorumluluk üstlenmez. Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. Edirne Eğitim Dergisi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Milli Eğitim Camiası hayatın ilmek ilmek dokunduğu, bireyin kendisini yetiştirdiği, hayata hazırladığı en yoğun ve yeğin olarak yoğrulduğu dinamik bir camiadır. Bu nedenle aslında birçok etkinliklerin yapıldığı birçok duyguların yaşandığı ama bunların yeterince yansıtılamadığını görmekteyiz. Yer yer çıkartılan okul dergilerinde öğrencilerin nasıl yoğrulduğunu, nasıl kendilerini ifade ettiklerini, nasıl güzel etkinliklerle ne kadar da güzelleştiklerini görmekteyiz. Şair ve yazarlıklarının ilk temellerinin atıldığı bu dönemlerden bu öğrencilerimiz zaman zaman geriye dönüp baktıklarında aslında şimdiki duyarlıklarının temellerini o zamanlarda okudukları şiirlerin, yazdıkları öykülerin, oynadıkları oyunların attığını göreceklerdir. İşte geçtiğimiz günlerde Sayın Valimiz Hasan Duruer'in öncülüğünde ve Sayın Fahri Tuna Bey'in yönetiminde gerçekleştirilen “akademi edirne”nin açılış ve ardından yapılan atölye çalışmalarında öğretmenliğe başladığım ilk günlerin ve ardından çıkarmış olduğum “İzlerimiz” adlı derginin ve o sürecin bana katmış olduğu yetkinliğin ve heyecanın pırıltılarını yeniden yaşadım. İşte yeniden bir etkinlik ortamı, yeniden yeni yeni, pırıl pırıl gençlerin duyarlıklarını geliştirecekleri, güzel sanatlarla kendilerini yoğuracakları bir görkemli ortam dedim kendi kendime… İşte hayat böyle… Ve bizim atölyemizin onur konuğu Şair Haydar Ergülen …Bir duyarlık abidesi… Dışa doğru oluşturduğu o halesinin yanında içe doğru yapmış olduğu deruni yolculuğunun ne kadar da ilerilere uzandığını gördüğüm “Nar'ın Babası”… Su gibi akıp giden neredeyse üç saat… Attila İlhan, Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, Cemal Süreya… Şiir …Yunus Emre… Şiir Atı…Üç Çiçek….Ve okuduğu şiirler…Hatta espiriyle “Şimdi size elli şiir okuyacağım çocuklar….” Okuduğu bir şiirinden kısa bir alıntı: “HARBE GİDEN KELİME'YE SİTEM” “Kelimeler nereye gidiyorsunuz böyle, savaşa mı ölümün kum gibi kaynadığı çöl mü çağırıyor sizi, oysa yenik çıkmıştınız her savaştan, hayli yorgundunuz dinlenecektiniz biraz, birkaç şiirde keyfini çıkaracaktınız kelime olmanın, dilden dile dolaşmanın, mırıldanmanın… … Çünkü önce siz yazıldınız savaşa,silahlardan önce Askerlerden önce kelimeleri gönderiyorlar artık,'düşman'ın üstüne Ve ne tuhaf güle oynaya, yaza sızıla Savaşa gidiyor kelimeler de! …. Kelimeler, kardeşlerim, savaşta işiniz ne, büyük küçük Demeden birer birer kırılacak harfleriniz de Sizi başka savaşlar bekliyor bilmiyor musunuz, aşk Bekliyor işte, savaşların güzeli, evler bekliyor “savaşların çetini”, oyunlar bekliyor bahçeler gibi Kağıtlar bekliyor ki kimse kimseyi beklememiştir öyle üzgün kediler gazeli , Haydar Ergülen İşte tam da bu şiir merkezindeki duyarlığa katılırken tarihimizin acı levhalarından birini dergimizde dosya olarak işledik. Akademisyenlerimizin ve öğretmen arkadaşlarımızın yoğun çabalarıyla hazırladığımız “Balkan Savaşlarının 100. Yılı” dosyasını sizlere sunuyoruz. Süreli yayınlarda da işlenen bu konuyu biz de geçen dönemde hazırlıklarını yapmıştık. Şimdi tamamladığımız bu dosya ile tarihimize yeniden bakmanın ve oradan alacağımız bakışla geleceğe ve günümüze yeniden bakmanın ne kadar önemli olduğunu göreceğiz. Özellikle sanat metinlerinde Milli Edebiyat Dönemi'nin doğuş yıllarını daha iyi algılayarak milli birlik ve bütünlüğün ne olduğu ve o olmadığında nelerin yaşanabileceğini derin bir içsel duyuşla algılıyoruz. Bir daha böyle büyük acıların yaşanmaması ve köklerimizi unutmamamız temennisiyle… Sedat SAYIN 1 Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Kimlik - Editör Yazısı 1 İçindekiler 2 İstiklâl Marşı 3 Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi 4 Edirne Valisi Hasan DURUER ile Mülâkat 5-6 Edirne İl Milli Eğitim Müdürü Hüseyin ÖZCAN Başyazı 7-9 Safiye Erol’un Gözüyle Edirne - Sedat SAYIN 10-15 Benim Edirne’m - Burak ERTAY 16-19 Müzik, Abdallık ve Neşet Ertaş Üzerine - Murat YAMANDIR 20-21 Yalnızlık Üzerine - Cansu YILDIRIM 22 19.Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Yüksek Öğrenim 23-25 Kurumlarının Yapılandırılması - Murat ÇEŞME Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi - Musa ÖNCEL 26 DOSYA: 100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI İllüstrasyon: Soner TUNA 27 Bir Göç Türküsü Kaldı Dudaklarımda - Rıdvan CANIM 28 Büyük Göç - Yılmaz KAHRIMAN 29-30 M.Şükrü Paşa ve Edirne Savunması - Fatmanur AKTAŞ 31-32 Şehit Öğretmen Ressam Hasan Rıza - Mehmet AĞIRGAN 33-34 Balkan Savaşlarında Osmanlı Basını - İsmail KASAPOĞLU 35-37 Birinci Balkan Savaşında Edirne’de Bir Asker Edip: 38-40 Raif Necdet KESTELLİ ve “ UFÛL” Adlı Eseri - Özcan AYGÜN Balkan Savaşında Bir Fizyoloji Profesörü 41-42 Prof. Dr. Kemal Cenap BERKSOY - Mevlüt YAPRAK Birinci Balkan Harbinde Edirne Semalarında Bulgar 43-50 Tayyere ve Balonları - Ayşe ZAMACI “Tarih İçin Bir Hikaye’ye Tahlil Denemesi” - Ebru B.TUNA 51-52 “Balkanlara Veda” Söz Korosu - Derleyen: Sedat SAYIN..... 53-55 İllüstrasyon: Soner TUNA.......................56 Kazım Karabekir Paşa’nın Edirne Hatıraları Şadi KULOĞLU.................................57-59 Aka Gündüz’ün “BOZGUN” Adlı Şiirine Tematik Bir Yaklaşım - Özcan AYGÜN ............................60-65 Savunma Günleri ve Şükrü Paşa - Soner TUNA Ebru B.TUNA .............................................66-68 Edirne Savunmasında Bulgaristan’a Esir Düşen Konyalı Askerler - Ahmet ÇELİK............................69-70 Basında Balkan Savaşları ve Mehmed Şükrü Paşa ...71 Bir Edirne Sevdalısının Vefa Kitabı “Edirne Şairleri” Sedat SAYIN................................72-73 Göz Gazeli - Rıdvan CANIM.............74 Stefan Zweig’ın Üç Büyük Ustası - Umutcan YÜCE.. 75-76 2 Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak, O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak, Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal... Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl! Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın... Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı; Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır, atanı; Verme; dünyaları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ. Ruhumun senden ilâhi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli. Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeliEbedi yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder-varsa- taşım, Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden nâ’şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl! Mehmet Âkif ERSOY 3 Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kı ymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atı lmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! Mustafa Kemal Atatürk 20 Ekim 1927 4 Sayın Valimiz Hasan DURUER İle Bir Mülâkat Sedat Sayın: Sayın Valim, Serhat şehri Edir ne'mize hoş geldiniz. Edir ne'ye gelmeden önce nasıl bir ruh haleti içindeydiniz? Geldikten sonra nasıl bir Edirne sizi karşıladı? - Her Türk vatandaşı gibi ben de Osmanlı'nın ikinci başkenti Edirne'yi bilir, severdim. Vali olarak göreve başladığım 17 Ağustos 2012'den itibaren Edirne'yi şöyle yakından incelediğimde ise hem sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim: Buram buram estetik, mimari, tarih, kültür kokan, Türk-İslam medeniyetinin şaheserlerini bünyesinde barındıran bir şehir Edirne. Üzüldüm; İstanbul'u ve Balkanları fetheden Edirne'de bugün tam anlamıyla bir pejmürdelik, arabesk, sorumsuzluk hakim; mimariden sosyal hayata kadar. Kendime iki misyon seçtim: Biri Edirne'nin dününü yarınlara aktarabilmek, diğeri de Balkanlar. Ebru Boztürk Tuna: Ayağınızın tozuyla “Akademi Edir ne” pr ojesini hayata geçirdiniz. Öncesinde neler düşündünüz? Projenin açılışı ve uygulamasına dair neler düşünüyorsunuz? Bundan sonra da bu tür projelerin devamı gelecek mi? -Danışmanım Fahri Tuna ile birlikte geliştirdiğimiz bir sütün yetenekler eğitim projesidir Akademi-Edirne. Kendisiyle Mardin Valiliğim döneminde benzer bir projeyi Akademi-GAP ve Akademi-Mardin adıyla başarıyla uygulamıştık. Akademi-Edirne, edebiyattan düşünceye, iletişimden güzel sanatlara, tiyatrodan sinemaya kadar bir çok sanat dalında üstün yeteneği olan lise kuşağından 144, üniversite kuşağından da 144 olmak üzere; 288 Edirneli yeteneği altı sanat atölyesinde altı ay süreyle Türkiye'nin belirli düzeydeki 40 sanatçısı ile bir araya getirmek ve sanat eğitimi verilmesi projesidir. Amacımız gençlerimizde farkındalık meydana getirmek, ufuk ve vizyon genişlemesi oluşturmaktır. Gelen 40 sanatçıyla tanışmak, iletişime geçmek, ürettiklerini paylaşmak, kısa, orta ve uzun vadede gençlerimize, inanıyorum ki çok şeyler kazandıracaktır. Önümüzdeki on-on beş yıl içerisinde Akademi-Edirne'lerin de katkılarıyla Edirne'mizden de birçok sanatçının yetişeceğine inanıyorum. 2013 yazında Edirne'de, Balkan ülkelerinin üstün yeteneklerinin on gün süreyle Akademi-Rumeli adıyla toplayacağız. Diğer yandan 2013 sonbaharında Akademi-Edirne'nin ikincisini düzenleyerek, gençlerimizi bu kez farklı 40 sanatçıyla buluşturacağız. Edirne Eğitim 5 mücevher kutusu gibi Edirne. Edirnelilerle birlikte el ele vererek en kısa zamanda hak ettiği yere doğru hızla götürmeye çalışıyoruz. Bütün mücadelemiz Edirne'nin dününü yarınlara aktarabilmek. Edirne’deki kültürel mirasın ayağa kaldırılması için bahardan itibaren başta tarihi çeşmeler olmak üzere, türbelerde, camilerde ciddi bir restorasyon hamlesini başlatıyoruz. Aynı zamanda tanıtım konusu başta olmak üzere kültür ve sanata yönelik çalışmalarımız devam edecek. Bunu yaptığımız gün Edirne artık Avrupa Kültür Başkentidir. Sedat Sayın: Edirne ve geçmiş sözcükleri bir araya geldiğinde “şehirlerin sultanı, sultanların şehri” gibi ifadelerle beraber; acıyı, çaresizliği çağrıştıran kavramlar da akla geliyor. Tabii bahsettiğimiz dönem Balkan Savaşları'dır. Dergimizin bu sayısında Balkan Savaşı'nın 100. Yılı münasebetiyle özel bir dosya hazırladık. Bu konudaki görüşlerinizi bizimle ve Edirne Eğitim okurlarıyla paylaşır mısınız? -Balkan Savaşları'nın bende bıraktığı derin yaranın bir kelime ile ifadesi hicrandır. Hicran ve hüzün. Türkülerimize de tüm içtenliği ve canlılığıyla da yansımıştır hüzün. Neredeyse tek kurşun atmadan, ordu içindeki siyasi çekişmelerin neticesinde kaybettik Balkanları. Evet üzerinden 100 yıl, koca bir asır geçti. Bugünkü Edirne sosyolojisi neredeyse tümüyle Balkan Savaşlarının neticesi, eseridir. Yüz yıl aradan sonra Türk milleti, bütün sivil toplum kuruluşlarıyla yeniden Balkanlara yönelmiş, gönül vermiş durumda. İnanıyorum ki gerçekleştirilen ortak çalışmalar neticesinde, dün Yahya Kemâlleri yetiştiren Balkanlar, yeni yeni Yahya Kemâller, Yaşar Nabi Nayırlar, Mehmet Âkifler yetiştirecek, kaybettiğimiz hazineyi fark edip silkinecek ve yeniden kültürel bir diriliş yaşayacaktır. Edirne Valiliği olarak bunda bizim de “çorbada tuzumuz”olabilirse ne mutlu bizlere. Sedat Sayın: Eğitim öğretim faaliyetleri aç ısın d an Ed ir n e' yi h an gi n o ktad a görüyorsunuz? Bu konuyla ilgili olarak hayata geçirmek istediğiniz projeleriniz var mı? -Gerek valiliklerim gerekse kaymakamlıklarıma bir göz atılırsa, en çok üzerinde durduğum konunun gençlik ve gençliğin eğitimi olduğu görülecektir. Kamunun kıt da olsa kaynaklarını, en çok eğitime yönlendirmiş, gençlerimizi sadece örgün eğitimle değil bir çok değerli bilim ve sanat adamlarıyla da buluşturarak, bir çok konferans seminer panel sempozyum,tiyatro ,orta oyunu,meddah,kukla gösterileri ve sergiler izlettirerek eğitimlerine de katkı yapmayı hedeflediğim görülecektir. Edirne'de de yaptığımız, yapacağımız bu yönde olacaktır. Kişisel eğitim konuları; hızlı okuma ve anlama, hafıza teknikleri ve daha nice eğitim projelerimizle gençlerimizin geleceğe daha güvenli bakmalarını, daha hazır hale gelmelerini sağlamak istiyoruz. Ebru Boztürk Tuna: Şehrimiz tarihi açıdan oldukça önemli bir geçmişe sahip. Şehirlerin tarihi geçmişleri bugünkü çehresine elbette tesir ediyor. Bu açıdan bakıldığında Edirne, zenginlikleri olan nadide kentlerimizdendir. Sizin bu konuya ilişkin düşünceleriniz ve elbette projeleriniz nelerdir? -Türk-İslam medeniyetinin kurduğu şehirlerin bercestesi (en muhteşemi) Edirne, dinî/mimarî eserlerin bercestesi de bana göre Selimiye'dir. Selimiye UNESCO'ya alınan yegane Türk eseridir. Ama trajediye bakın ki 1588'de ibadete açılan Selimiye'nin daha rölevesi bile elimizde mevcut değildir,modern tekniklerle yeniden çıkartıyoruz. Kaybolmuş, terkedilmiş, göz ardı edilmiş bir Edirne Eğitim 6 BALKAN SAVAŞLARI’NIN 100. YIL DÖNÜMÜ Hüseyin ÖZCAN İl Milli Eğitim Müdürü “Balkan'ı bildin mi nedir, hemşeri? Sevgili ecdâdının en son yeri. Bir sıla isterdin a çoktan beri Şimdi tamam vakti… uğurlar ola “Balkan'ın üstünde sızan her pınar Bir yaradır, durmaz içinden kanar! Hangi taşın kalbini deşsen: mezar! Gör ne mübârek yerler uğurlar ola. “Eş hele bir dağları örten karı: Ot değil onlar, dedenin saçları! Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı! Durma levend asker, uğurlar ola.” Mehmet Akif ERSOY Balkan Savaşlarını, 100. Yıldönümünde, Balkanların ve Osmanlı'nın en en önemli ve büyük şehirlerinden biri olan Edirne'de anmak, bu savaşın sebepleri ve sonuçları hakkında yapacağımız değerlendirmeyi biraz daha anlamlı kılıyor. Balkanlar, 1299'da Osman Bey tarafından kurulduğu kabul edilen Osmanlı Devleti için nüfuzunu ve gücünü arttırdığı bir alan olmuştur. Bir çok tarihçi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda kurulduğunu ve buradan aldığı güçle Anadolu'nun fethini tamamladığını ileri sürmektedir ki bu iddia geniş çapta doğrudur. Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve kökleşmesi Var na Savaşı sürecinde başlamış,150 yıl kadar sürmüş ve büyük kısmı Balkanlarda gerçekleşmiştir. Buna karşılık Osmanlı'nın çöküşü, Birinci Balkan Savaşı ile İkinci Balkan Savaşı arasında 35 yıl gibi kısa süre içinde gerçekleşmiştir. Dikkat çekici bir husus da Osmanlı Devleti'nin Türkiye Cumhuriyeti şeklini alarak, yeni bir kimlik ve felsefe ile dünyaya açılması yine Balkanlarda İttihat ve Terakki'nin 2. Meşrutiyeti gerçekleştirmesiyle başlamıştır. Osmanlı, Balkanları fethederek, Moğolların zulmünden kaçan göçebe Türkmenlere yeni yaşam alanları yaratmış, bu sayede gücünü ve etkisini kısa sürede artırmıştır. Osmanlı bunu yaparken Moğolların yapmış olduğu tahribattan ve yağmadan Balkanları uzak tutmuş, buradaki insanların kültürüne dinine, diline, yaşam tarzına dokunmamıştır. Bunun en güzel ispatı da bu kültürlerin hala ayakta olmasıdır. Dolayısıyla Osmanlı'nın Balkan Halklarının etnik kimliklerini zayıflattığı ya da yıkıp ortadan kaldırdığı iddiası son derece yanlıştır. Osmanlı'nın Balkanlara getirmiş olduğu bu yeni anlayış, önceki yönetimlerin baskıcı yönetim tarzından çok farklıydı. Balkanların uzun yıllar Bizans'ın baskısına ve zaman zaman yağmalarla neticelenen işgallere maruz kalması, bir güven ortamı sağlayan Osmanlı'nın tercih edilmesindeki en büyük etkenlerden biridir. Bugün Ortodoks inancının ve kültürünün, Katolik baskısına karşı ayakta kalması da Osmanlı sayesinde olmuştur. Unutulmamalıdır ki İstanbul, Vatikan'a karşı ayakta duran Ortodoksluğun bu gün bile en önemli merkezidir. Hak ve adaleti temel prensip olarak kabul eden Osmanlı'nın tebaasındaki bütün halklara eşit davrandığı, bir tarihi hakikattir. Topkapı Sarayındaki Adalet Kulesi ve yine Edirne'de Sarayiçi'nde bulunan Adalet Kasrı, bu anlayışın en somut göstergeleridir. İstanbul'un fethi sırasında Bizans halkının “Latin peruğu yerine Türk sarığını” tercih etmesi de bu adaletten ayrılmayan Edirne Eğitim 7 Bu başarısızlığın arkasında yatan en büyük neden elbetteki Meşrutiyet sonrası yaşanan siyasi gelişmelerdir. Meşrutiyet'e destek veren Fikret'in bile “Kanun diye kanun diye kanun tepelendi” diye eleştirdiği bu dönemde yaşanan siyasi istikrarsızlığın ve şahsi çatışmaların, bu savaşı olumsuz bir şekilde etkilediği gerçeğini bugün herkes kabul etmektedir. Sultanlar Şehri Edirne ise, Balkan Savaşlarının sembol şehri olmuştur. Bu güzide şehir, kısa sürede Çatalca'ya dayanan düşman kuvvetlerine karşı 160 gün süren destansı bir savunmaya şahit olmuştur. 50 günlük bir müdafaa planına göre tedarik edilmiş erzak ve cephaneye rağmen 160 gün boyunca şehri koruyan Şükrü Paşa'nın kahramanlığı, bütün dünya tarafından alkışlanmıştır. 160 gün boyunca süpürge tohumundan ekmek yaparak bu savunmaya karşı direnen ve Şükrü Paşa'ya her türlü desteği veren Edirne halkının bu başarıdaki rolü, elbette takdire şayandır. Mehmet Şükrü Paşa, beklenen yardımın gelmemesi üzerine Türk milletinin onurunu yere düşürmeden teslim olmuş, bu komutanın eşsiz savunması, Türk milletinin nezdinde kendisine büyük bir saygı gösterilmesine sebep olmuştur. Bulgar tarafından bir kahraman gibi karşılanması, bu onurlu duruşun neticesidir. Edirne'nin muhasara edilmesi ve neticesinde Bulgarların eline geçmesi bütün yurtta bir şaşkınlık ve infial yaratmıştı. Osmanlı'nın bu tarihi başkenti artık Bulgarların eline geçmişti. Bu durum Osmanlı'da siyasi bir krize dönüşmüş ve Sadrazam görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı. Fakat sevindirici olan Vatan toprağından koparılan Edirne'nin kısa bir süre sonra tekrar vatan toprağına kavuşmasıdır. Edirne, Osmanlı Hükümetinin üzerindeki ölü toprağından silkelenmesinin de “ilhamı” olmuştur. Edirne'nin geri alınışı bütün yurtta coşku ve heyecanla karşılanmıştır. Bulgarlar 19 Temmuz 1913'ten itibaren Edirne'yi “geldikleri gibi” boşaltmaya başlamışlardır. Balkan Savaşları sırasında Türklerin uğramış olduğu zulüm ne yazık ki dünya devletlerinin ilgisizliğinin kurbanı olmuştur. Şehrini kahramanca savunan halka ve askerlere büyük bir zulüm uygulanmıştır. “Edirne de Tunca Adasında 5000 esir Türk askeri katledilmiştir. Sarayiçi'nde 15000 esir Türk Askeri ve 5000 ahalinin ekserisi açlık, süngü darbeleri ve kurşunla şehit edilmişlerdir. Yabancı kaynaklarda bu durum şöyle anlatılır: “Esir efrat, ağaç kabuklarını ateş yakmak için değil, çiğnemek, gevelemek için kopardılar. Evet… Bedbaht Türk askerleri yediler, ellerine ne geçtiyse yediler ve öldüler. Dizanteri, o kadar müthiş felaket verdi ki , Bulgarlar, kolera var..” diye kaçtılar. Yalnız Sarayiçi'nde köprübaşında nöbetçi bıraktılar. Hâlbuki hastalık, metid bir gıdasızlık üzerine soğuk Osmanlı'nın bu anlayışının bölge halkını ne kadar etkilediğini gösteren bir tercih olarak tarih kayıtlarına düşülmüştür. Tarihçilerin “Osmanlı Barışı” olarak niteledikleri Osmanlı hakimiyeti dönemi, bölgenin en huzurlu dönemi olmuştur. Çok farklı etnik ve kültürel yapının bir arada olduğu Balkanlar'da bütün bu farklı unsurları çatışma ortamından uzak tutarak yaklaşık 400 sene barış içinde yaşatmak, Osmanlı'nın en büyük başarılarından biridir bana göre. Osmanlı sonrasında bölgede hiç bitmeyen savaşlar ve çatışmalar, bu barış ortamının bölge için ne kadar hayati bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim yakın dönemde dünyanın gözleri önünde yüz binlerce Müslüman, bu çatışmanın ortasında katledilmiş, büyük işkencelere maruz bırakılmıştır. Bu gün Balkan devletleri, kendilerine bir geçmiş yaratmak adına Osmanlı'yı kötüleyip, efsaneler üzerinden yeni bir tarih inşa etmeye çalışsalar da ilmi çevreler, bütün bu karalamalara karşılık Osmanlı'nın oluşturduğu güven ortamı ile üretimde ve ticari hayatta büyük bir canlılık sağlandığını, Balkanlardaki şehirleşmenin bu dönemde yaşandığını ve bölgenin refah düzeyinin arttığını belirtmektedirler. Bugün Balkan Savaşlarının sebepleri ve sonuçları üzerinde bir değerlendirme yapılırken bütün bu anlayışın dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. “Bütün bu gelişmelere rağmen neden Balkan Devletleri birleşip Osmanlı'ya karşı saldırdılar?” diyebilirsiniz. Osmanlı'nın son dönemlerde Balkanlar'da yaşadığı sıkıntıların kaynağı elbette İmparatorluğun en uzun yüzyılı olan 19. asırda yaşamış olduğu sıkıntılardır. Gücünü ve nüfuz alanını yitiren bir İmparatorluğun tam anlamıyla bölgeye hakim olması elbette zordu. Osmanlı'nın kendi içinde yaşamış olduğu bu sıkıntılar ve yeni siyasi gelişmeler Balkan Savaşı’nın en önemli nedenleri olarak kabul edilebilir. Balkan Savaşları, Osmanlı idaresi sırasında kurulan Balkan Birliği'ne ve bu birliğin temelinde yatan dinsel, kültürel hoşgörüye son vermiştir. En azından Müslümanlar, dinsel farklılıklar ve Türkiye ile olan dil ve tarih bağları nedeniyle neredeyse tamamen yabancı olarak görülmüşlerdir. Ne yazık ki, Batı Dünyası da sıklıkla yinelediği insan haklarına saygı taahhütlerine rağmen, Balkan Müslümanlarının medeni ve insan haklarını korumak amacıyla düzenlenmiş Uluslararası ikili anlaşma ve sözleşmeleri değersiz kılacak şekilde Balkan Müslümanlarına karşı takınılan tutumları göz ardı etme eğiliminde olmuştur. Osmanlı'nın bu savaşta başarısız oluşu, büyük devletler tarafından bile şaşkınlık yaratmıştır. Edirne Eğitim 8 Bunun en iyi göstergesi de elbette Erzurumlu bu vatan kahramanının Edirne'deki anıtıdır. Balkanlarda yaşanan zulme tanık olmak istiyorsanız mutlaka Emine Işınsu'nun Azap Toprakları'nı okuyunuz, Balkan Türklerinin hangi şartlarda “Ak Topraklar”a kaçmak zorunda kaldıklarına tanık olunuz. Bugün Türkiye'nin nüfusunu ciddi anlamda bu muhacirlerin torunları oluşturmaktadır. Selanik'te doğan ve doğduğu şehirlerin düşmanların eline geçtiğine tanık olan Mustafa Kemal'in ve onun silah arkadaşlarının Milli Mücadele’de göstermiş oldukları eşsiz mücadelede, Balkan savaşlarında yaşanan trajedinin etkisi o kadar fazla ki… Vatansız kalmanın ıstırabını onlar kadar daha iyi anlayan başka kimse yoktur sanırım. Balkan Savaşlarının 100. Yıldönümünde bütün bunları intikam arzusu ile dile getirmiyorum. Türk milletinin bu savaşlarda yaşadığı trajediyi dikkate almadan Birinci Dünya Savaşı'nda ve Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan olayları anlamanız mümkün değildir. Hiçbir tarihi olay tek başına bağımsız bir olay gibi değerlendirilemez. Bize düşen Balkan Savaşlarını, öncesi ve sonrası ile değerlendirmek, sebep ve sonuçlarını gözden geçirmek ve buna göre gelecek adına bir strateji oluşturmaktır. Tarih bilimi geleceğimize yön vermediği sürece hiçbir anlam taşımaz. Bakın, Atatürk 1931 yılında İkinci Balkan Konferansında Ankara'da ne diyor; “… Denilebilir ki, Türkiye Cumhuriyeti dahil olduğu halde son asırlarda vücut bulan bugünkü Balkan devletleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun yavaş yavaş parçalanmasının ve nihayet tarihe gömülmesinin tarihi neticesidir. Bu itibarla Balkan milletlerinin asırlara şamil müşterek bir tarihi vardır. Bu tarihin elemli hatırları varsa da, onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar müşterektir.” Her ne olursa olsun, Balkanlar'ın, tarihin acılarını, küskünlüklerini ve intikam duygularını bir yana bırakarak geleceğe yeni, insani ve barışçı bir gözle bakması gerekir. Son Balkan Savaşı'ndan sonra geçen kanlı, acıklı 100 yıllık acı tecrübelerden sonra gelecek yüzyılların Osmanlı idaresi zamanında olduğu gibi barış, hoşgörü ve kardeşlik içinde geçmesini beklemek yerindedir. Türkiye bu amacı gerçekleştirebilirse hem dünyada hem de bu bölgede büyük itibar kazanacağı gibi kendi güvenini ve ekonomik gelişimini daha da sağlama bağlayacaktır. Zira Balkanların en büyük ve güçlü ülkesi Türkiye'dir. Balkanlarda etki sahibi olmak için Türkiye stratejik, ekonomik, kültürel ve demografik bir çok unsura sahiptir. Bu vesile ile Balkan Savaşlarında mücadele eden gazilerimizi ve şehit olan bütün kahramanlarımızı minnet, rahmet ve şükranla anıyorum. ve açlık idi. Sarayiçi'nde sağ kalanlara çadırlar, ölenlere de oradaki taş sütunun şark tarafındaki saha, ebedî bir medfen oldu.” Türk evlerinin kafes arkasında korku ile bekleşen kadınların gölgelerini sezen askerler, tekme ve dipçik darbeleriyle içeriye saldırdılar. Ellerine ne geçerse aldılar. Mücevher, halı, elbise, ayna ve her şey…Her tarafta açlık başlamıştı. Selimiye'nin kapısında ve Konak Meydanı'nda Bulgar ordusu ekmek dağıtıyordu. Ancak “dağıtmayı” sadece kelime olarak kullanmak daha doğru olacaktı. Feracelerin altında ağlayan çocuklarını susturmayı bile unutan kadınlar, ekmek verilen arabaların kapısında hakaretin her türlüsüne şahit oluyorlardı. Ertesi gün bunun neticesi görüldü. Aylardır sadece süpürge tohumu yemiş olan bu gururlu insanlar, Bulgarların dağıttıkları ekmekleri almaya gitmediler bile… Malzeme ellerinde kalmıştı. Askerî yenilgi, gururun zafer kazanmasını önleyememişti.'’ Pierre LOTİ, Edirne'ye yolculuğunda yollarda sağda solda gördüğü insan cesetlerinden başka kimsecikleri görmediğinden, Havsa'ya vardıklarında su kuyularından insan cesetlerini çıkartmaya çalışan korkmuş birkaç kişiye rastladığından bahseder. İzlenimlerini birçok defalar batı basınında paylaşır. Avrupa ve Rus basınına demeç veren gazeteciler, askeri ve sivil gözlemciler de benzer manzaraları sadece Tr a k y a ' y a d a i r d e ğ i l , t ü m B a l k a n l a r panaromasından duyurmaktadır. Evet bizler bile ne yazık ki bütün bu zulümlere sağırız. Bir türlü bu öldürülen yüz binlerce Türkü, tehcir edilen bir milyon Türkü görmek istemiyoruz. Tıpkı 93 Harbinde yaşadıkları topraklardan koparılarak sürgün edilen bir buçuk milyon Türkü görmediğimiz gibi… Bilmiyorum kaçımız şu anda süngülenen dedelerimizin iniltilerini duyuyoruz ? Ömer Seyfettin'in Beyaz Lale başta olmak üzere bu dönemi anlatan hikayelerini kaçımız okudu ? Hakkın Sesleri'nde Mehmet Akif'in Balkan Savaşları sırasındaki haykırışından kaçımız haberdar ? Yazımın başında alıntıladığım şiir bu dönemde yazılmış: “Ot değil onlar dedenin saçları” diye bu hisli yürek olmasa belki de bu trajedinin farkında bile olmayacağız. Akif dönemindeki insanların bu ilgisizliği karşısına feryat ederken, Edirne Kahramanını esaret dönüşünde adeta halktan kaçırarak evinde yaşamaya mecbur eden dönemin yetkilileri elbette kendi sorumluluklarını bu kahramanın omuzlarına yüklemenin telaşını yaşıyordu. Fakat bu gün başta Edirne halkı olmak üzere bütün Türk milleti bu kahramana layık olduğu değeri vermektedir. Edirne Eğitim 9 SAFİYE EROL'UN GÖZÜYLE EDİRNE Sedat SAYIN Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 4 “nankörlüğün tarihi ” olarak nitelendirir Selim İleri . Türk edebiyatında yakın zamanlara kadar adını pek duymadığımız, eserlerini tanımadığımız ve tanımakta da geç kaldığımız bir aşk ve hüzün yazarıdır Safiye Erol … İşte bu yazının amacı da Edirne'ye bu kadar tutkulu bir yazarımızın tanıtılmak ve Serhat şehrimizle ilgili duygu ve düşüncelerinin neler olduğunu ifade etmektir. 2002 yılında Türk edebiyatının öykü ve roman yazarı Selim İleri ile Edirne'de yapmış olduğum mülakatın ardından Edirne ile ilgili yazdığı “Edirne 1 Dönüşü” nün dipnotunda karşılaştım Safiye Erol adına. Selim İleri'yi ortaokul çağlarından yıllar sonra büyüleyen “yalınlığın görkeme dönüşmesini soluk 2 soluğa özümse ”ten Selimiye ile ilgili Safiye Erol şöyle demektedir : “Bana gelince anlıyorum ki Selimiye bir ufuktur. Etrafımızda fırıl fırıl dönüyor, kainat 3 Selimiye kesilmiş .” Gerek Türk edebiyatında gerekse dünya edebiyatında kent ve kentin dokusu yazarının muhayyilesini besleyen önemli merkezlerdir. Yazar çocukluğundan itibaren biriktirmiş olduğu yaşantıları zamanı gelince anı, şiir, öykü ,roman türlerinde dile getirir. Şehrin kültürel, sosyal dokusu yazarın benliğinde bir duruş ve bakış olduktan sonra üslubuyla ünsiyet kurduğu kelimelerle metin haline gelir. Edebiyat Tarihimizde de pek adına rastlamadığımız bir yazarımızdır o. Edebiyat tarihimizi İşte Safiye Erol çocukluğunda yaşadığı Balkan Savaşlarının açtığı acıları hem Edirne'den hem de benliğinden silip atmak için bir dizi makale kaleme almıştır. Bu makalelerden 4'ü 1957 , 4'ü 1961, 5'i de 1962 yıllarına ait olmak üzere toplam 13 makale yazmıştır.Ayrıca “Dineyri Papazı” adlı son romanın “Akça Bardak” adlı son bölümünde (12 sayfadır bu bölüm ) kahramanları Gülbün ile Ercüment'i Kırkpınar mevsiminde Edirne'yi gezdirir.5 1 4 2 5 Selim İleri'nin referans verdiği Safiye Erol ile ilgili öğrencilerimle birlikte hazırlamış olduğumuz “İnci Kültür Sanat Edebiyat Yıllığı”nda (80.Yıl Cumhuriyet Anadolu lisesi) “Edirne ve Safiye Erol” bölümü oluşturarak Edirne sevdalısı yazarımızı tanıtmaya çalıştık. Selim İleri ,Cumhuriyet gazetesi ,17 Mayıs 2002 A.g.e. 3 A.g.e . A.g.e Safiye Erol,Dineyri Papazı ,İstanbul ;2007,321-333 Edirne Eğitim 10 Safiye Erol'un makalelerini şu üç ana başlık altında değerlendireceğim . onurlu geçmişini düşünüp : 1-GENEL EDİRNE SEVGİSİ Gama tebdil olmuş ülfetin çağı” dizeleriyle içinde yaşanılan zaman diliminden duyduğu acıyı dile getirir. “Laleyi sünbülü gülü har almış 2-TARİHİ YAPILARA DUYULAN SEVGİ a-Selimiye Camii Yazarımızın gözüyle şehrimizin o günler için manzarası böyle… Fakat Safiye Erol bu durumu kabullenemez. Şehrimizin sosyal, kültürel, ekonomik yönden kalkınması için harekete geçer. Ve işe 8 eğitimden başlar. “Edirne Üniversitesi” adlı makalesinde bu üniversitenin kurulması için yaptığı mücadeleleri anlatır. Müteşebbis heyetten Şücaattin Tunca, Prof. Dr. Süheyl Ünver, İstanbul Komitesi Başkanı Sıdık Sami Onar gibi kişilerle batıda olan bilim anlayışını tesis etmek amacıyla girişimlerde bulunur. Türklerin batıda kurdukları ilk ilim akademisinin (Dar'ül Hadis) yanına o günkü modern anlayışta bir bilim yuvasını hayal etmektedir. b-Dar'ül Hadis Camii c-Muradiye Camii d-Eski Çeşmeler. 3-ŞAHISLARA DUYULAN SEVGİ a-Tarihi Şahıslar b-Gerçek Şahıslar 1- GENEL EDİRNE SEVGİSİ Safiye Erol'un Edirne ile ilgili ilk yazısı “Sıla 6 Yolunda” adlı makalesidir. Bu makale daha sonra yazacağı makalelerin çekirdeğini taşır niteliktedir. Bu makale sevgi ve hüznü iç içe barındıran bir eserdir. Yazarının Edirne'ye, Selimiye'ye, şehrin tarihsel serüvenine, sosyal yaşantısına, imar edilmesi gereken boyutuna değinmektedir. Aralara serpiştirilen şarkı dizeleri ki bunlar daha çok hüzün ve gözyaşını terennüm eden dizelerdir- ile acısını dile getirir. Bazen duygu ve düşüncelerini daha üst bir dilde sanatsal imge ve duyarlılıklarla ifade eder. “Edirne benim de Atalar yurdumdur. Ömrüm öz sevgi besisini o topraktan bulur. Baba himayesi, ana şefkat, sanki iki kutsal ağaçtır, Edirne'de biter, sonra bütün Trakya'ya, oradan bütün Türkiye'ye gölge salar ve ben vatan sınırları içinde kendimi soy obasında bulurum . Dünyanın öteki ucuna gitsem Edirne benimle gidecekti ..Yahut bir başka deyimle Uşak'ta da olsam , yine Edirne'de kalacaktım.” “Her sene bahar aylarında Edirne'yi ziyaret etmeden duramam. Kâbe niyetine Selimiye'yi dolanırım…” “…Mukaddes şehrim yine de Balkan faciasının cılk yarasını taşıyor.” “Büyük devlet görmüştü, Bursa'nın oğlu ,İstanbul'un babası s a y ı l ı rd ı . H o r h a k i r o l d u , h ü v i y e t i n i kaybetmemek için döğüştü, savaştı , ne yaman şehit verdi. Kurtarabildiği tek sıfatı Türk toprağı 7 adıdır.” “Çok tatlı ve kuvvetli ruhlu bir kırmızı katmerli güle benzeyen Edirne bizim annemizdir.”9 Bütün özneliğiyle dile getirdiği bu cümleler Edirne'ye olan tutkusunu üst bir dille ifade ettiği stilize ifadelerdir. Radyolardan da söylenen şarkılar içli yaralarını yeniden nüksettirir. Bazen Edirne karşısında hissettiklerini ifade etmede zorlanır. “Edirne Mevsimi” adlı yazıyı yazmadan önce “saatlerce dalıp gid”er. Duygularını ifade edecek cümleleri içine gömüp Niyazi Akıncıoğlu'nun dizelerine başvurur: “Vardım ki yurdumda ayak göçürmüş Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı.” Görkemli bir geçmişe sahip Edirne'nin Traklar'dan Hadirya'ya, Murat Hüdavendigar'dan Avcı Mehmed'e, Damat İbrahim Paşa'ya kadar 6 7 “Bir yerde görürsen ki Ağır ve edalı akar 8 Safiye Erol ,Makaleler ,İstanbul ,Kubbealtı Neşriyatı ,s.136 A.g.e. 9 A.g.e 226.s A.G.E S.226 Edirne Eğitim 11 13 “Yediveren” adlı yazısında. Ve şöyle devam eder: “Bu çapta bir siparişin altından kalkabilen Edirne'nin o zamanlar nasıl boydan boya bir gülistan olduğunu göz önüne getirmek güç değil. Benim garip, güzel Edirne’m.” Dal dal söğütleri öperek, Samur üç belik gibi. Üç koldan sular, Müjdeler olsun efendim, 2. TARİHİ YAPILARA DUYULAN SEVGİ Edirne'desin.” A-SELİMİYE Edirne'nin kendine özel dünyasını yine kendi içine gömerek Kırkpınar Mevsiminde Edirne'yi anlatmaya koyulur. Meriç'in, Tunca'nın sularından, turistlerin akınından, davul, zurna seslerinden, Mehter takımından, cazgırların naralarından, Kırkpınar Ağası Muhittin Ağaoğullarından ve onun niteliklerinden söz eder. Safiye Erol ister Edirne'de ister başka bir şehirde olsun tarihi yapılarımızın şaheseri, estetik abidesi Selimiye'dedir. Selimiye daima ona ilham veren, hayat veren bir ab-ı hayattır. Edirne gezilerinde her şeyi bir kenara bırakıp soluk soluğa Selimiye'ye koşar. Edirne'den ayrılsa bile Selimiye'nin büyüsünden, görkemli atmosferinden kendini alıkoyamaz. Başka tarihi dokularla bezenmiş illere gittiğinde Selimiye'yi andıran en küçük bir benzerlikten yola çıkıp hemen kendini ruhen Selimiye'nin serinletici, lahuti aleminde bulur. Sadece makalelerinde değil “Dineyri Papazı” adlı romanında da Selimiye'yi ön plana çıkarır: 10 “Küçük Sebil” adlı makalesinde yıkık , virane bir çeşmeden yola çıkarak 17. yüzyılda bir Rumeli dilberi olarak gezinir. Edirne'nin daha önceki yüzyıllarda yaşadığı görkemli tarihini aktarır . “Bilindiği gibi Edirne aslında (Orestios) adlı önemsiz bir kasaba idi. 20. M. yüzyılda Roma İmparatoru (Hadrian ) burayı imar edip büyütünce Hadrianapolis adını aldı. 763 H.Yılında Hüdavendigar Gazi kumandanlarından Lala Şahin Paşa fethetti. 90 sene müddetle Türkiye'nin başkenti kaldı . Şimdi Kırkpınarla başlayan ve Kurtuluş Bayramı'na (25 11 Kasım)kadar sürecek bir fetih sezonu kutluyor.” “Minareler süratle yerden biter gibi ufukta yükselmeye başlayarak ardından baş ve gövde de belirdi. Selimiye, göklere nakşedilmiş bir cihangir tuğrası yahut dünya üstü alemlerden bir aşk ve deha hamlesiyle yakalanıp beşer uğruna dondurulmuş bir peygamber hayali yahut… Söz yok.İnsan bütün varlığıyla titriyor. Sus konuşma…”(S. 322) Bu makalede ayrıca Edirne Üniversitesi'nin açılmasının önüne dikilen engelleri sıralayan Erol, şehrin ekonomik yönünün zayıflığına hayıflanır. Bu ziyaretinde Edirne Valisi Sadri Sarptır ile görüşüp şu sözleri alır : “Selimiye'nin güzel canından kopan dirim yeli her tarafı bürümüştür. İnsan gurbete düşse , günün birinde hayale dalıp camii ziyaret için yola çıktığını düşünse, hayali bile yeter, görürüz ki arınıp hafifliyor, güzelleşip soylaşıyor, fikriyle yöneldiği o sevgili merkezden ruhuna hayat akıyor.” (S. 325) “ Bedesten tamirden sonra sanat müzesi haline getirilecek , resim ve heykel galerisi için yer ayrılacak. Sinan yapımı Sokollu Hamamı eski kıyafetleri teşhir eden bir manken müzesi olacak, eski Edirne Sarayı'nın tek kalıntısı Adalet Kasrı 12 da saray müzesi yapılacak.” “Fırıl fırıl dönüyorsun… Bu ilahi cevelan nereden nereye? Ey güzel Sultanım Selimiye… Edirne'nin bağrında kök salmış gibi görünüşün senin bu diyara olan ihsanından bir remizdir. Anladım ki senin asıl hüviyetin ne varlık ne de yokluk tanıyan aşk perisinin kendininkinden bile habersiz kalacak kadar bir vecde düşerek tutturduğu ilahi raksın füyuzanında kaynar durulur, coşar, aşar yatışır. Ey Kabe timsalim benim… Hazret-i Selimiye! Senin manan Kur'an tefsirine susamışlık; senin suretin, Peygamberimizin ashabına mir'acı anlattığı demdeki çehresine yanmışlıktan başka ne olabilir?” (S. 327) Edirne'den “Vali'nin not defterinde bir küçük filizim kaldı, boy verir inşallah. Ümit dünyası!”diyerek ayrılır 1962 yılında . Yazar, şehri hem ekonomik hem sanat ve bilim yönünden kalkındırmak için bir aydın kişiye düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışmıştır. Edirne'nin kırık kalbini onarmak ve bükük boynunu kaldırmak için bir dizi projelerle gelir Edirne'ye. Zaman zaman sözü Edirne'nin geçmişinde yaşadığı altın zaman dilimlerine getirir yazar. Zamanında 200 kantar kırmızı gül , 200 kantar sakız gülü siparişini bildiren Sultan 3. Murad Han'ın buyruğundan söz eder.17.600 okka gül fidanının Topkapı Sarayı'nın ihtiyacını karşıladığını nakleder “Edirne'den Ayrılış” adlı yazısını Şile'deyken yazar. Ve ruhu “Trakya'da dolanır.” Oradan Selimiye sevdasını şöyle dile getirir: 10 A.G.E. S.387 A.G.E. S.387 12 A.G.E. S.388 11 13 A.G.E. S.404 Edirne Eğitim 12 Safiye EROL hem Edirne'de gördüğü virane çeşmeleri, tarihi eserleri hem İznik'te gördüklerini asla oldukları gibi görmek istemez. Zihninde hayal ettiği mamur bir şekilde görür. Hatta bazen yaşanılan zaman diliminin yüzyıllar öncesinde kendisine hayal eder. Viraneliği görmeyi yüreği kaldıramaz. “Karadeniz'in mavi yaygısında billur bir sedeften dökülmüş bir Selimiye hayali süzülüyor. Şile semalarında sanki rüzgar ve dalga türküsüne karışmış Edirne yusufçuklarının dem çekişi aşk makamından fasıl geçiyor.”14 “Gözümün Nuru” adlı makalesinde yine Selimiye Camiini ön plana çıkarır. Bir anısını nakleder. Yıllar önce Nezihe Araz ile geldiklerinde Selimiye'yi göstererek “ Bak bu benim annem” der. Ardından “ Beyazıt Külliyesi de babamdır.” der. Derin coşkuları yaşadığı bu estetik görkem karşısında “can t a z e l e ” r. B u s e y a h a t ı n d a Selimiye'yi insanı maddi kirlerinden arındıran ,küskünlüklerinden yalıtan bir ilahi nefes olarak g ö r ü r. İ n s a n ı n psikolojisini d ü z e l t e n , d ü n y a n ı n k a h r ı n d a n uzaklaştıran “zaferinin sesini” gösteren bir çağlayandır Selimiye ona göre. B) DAR'ÜL HADİS Bir Edirne gezisinin ardından “Tekrar Kavuşsam” adlı bir makale yazar. Bu makale daha çok Dar'ül Hadis Camii ve onun tarih içindeki görevini dile getirmeye yöneliktir. Osmanlı'nın Rumeli topraklarındaki en eski akademilerinden olan burada; sade, harapça bir camii bir de türbe k a l m ı ş t ı r. F a k a t gördüğü “kudretle letafetten dökülmüş harika” dır. Camiinin avlusunda manevi bir boyut yaşar. Hâlâ orada talebelerin ders aldıklarını hisseder ve niyet taşına çıkıp bu camiinin yanına bir ilim yuvasının kurulmasını hayal eder. “Edirne'de Eski Eserler” adlı makalesinde Edirne'deki tarihi e s e r l e r i n restorasyon çalışmalarına değindikten sonra son sözü yine Selimiye'ye getirir. C) MURADİYE Muradiye Camiinden de az önce bahsettiğim yazının FOTO-ORHAN KAYMAK sonunda bahseder. Arkadaşı Tombilik Hanımla akşamüstü “Büyük sanat eseri ne demek giderler Muradiye'ye. Daha önce de olduğunu bir kere daha derin derin geldiği bu mekanda “Harabezar” da oturup ağladığını yaşadım, şuur alemini delip geçen bir hadisedir bu….” dile getirir. Fakat onarılmış olması onu mutlu kılar. “Dün gece rüyada kendimi Selimiye'de “Onarılmış dilber Muradiye, yeniden gördüm . Başımı kubbeye kaldırmış ,efsaneye levend endamıyla boy vermiş.” (S.141) Muradiye'yi göre 999 olan pencerelerden nur gibi sızan ışıkla 15 dilbere ve yeniden imar edilmiş halini levend askerine tertemiz yıkanıyordum.” yani denizci subaylarına benzetmesini, ruhunda Yazar “Müze Şehir İznik”16 atlı makalesinde yaşattığı sanat ve Balkanlardaki hakimiyet tutkusuna İznik gezisinde yaşadığı tarihi özellikler karşısında bağlayabiliriz. Orada kuzu otlatan çocuklarla hissettiklerini ifade ederken Selimiye Cami karşısında oynarlar. Onları da “Edirne'nin yavrularıyla can cana hissettiklerini dile getirir. “Vaktiyle Edirne'de söyleştik” diye anlatır. Selimiye'yi ilk görüşte başımdan geçmişti; içim D) ESKİ ÇEŞMELER dışım zevk ve saadet kesilir, dalga dalga ürperir, kalırım, aşkın bir mücizesi indi tepemden aşağı, Safiye EROL zaman zaman Selimiye karşımdaki harabeyi can gözü ile bakarak mamur Camiinin çekiminden uzaklaşıp diğer tarihi yapıları gördüm. Seyrek mavilerle damalanmış, mor dile getirir. Bu durum çeşmelerin kitabelerini okuma, çiniler binayı kaplamıştı. Saçak altlarında ince eserlerinin yıpranmışlığına, yıkılmışlığına, altın zırhlar seçiliyordu.”(S.452) bakımsızlığına üzülme ve içinde bulunulan atmosferden, zaman diliminden uzaklaşıp 16.ve A.G.E. S.147 17.yüzyıllarda kendini ve etrafını hayal etme A.G.E. S.147 14 15 16 A.G.E. S.450 Edirne Eğitim 13 Sezai'nin türbesinin yanındaki yıkık minareye içkili bir biçimde çıkıp orada ezan okuyan iki delikanlının hikayesini türbedar teyzeden nakleder. Trakya ağzının özelliklerini yansıtması açısından bu diyalogları sunuyorum: “Arkadaşım Tombilik Hanımla Gülşenî makamından tam ayrılmak üzereyken türbedar teyzeden bir tuhaf hikâye dinledik. Gâlibâ Ramazandaymış... Yatsı zamanı mahallenin yabancısı iki genç, başı dumanlı halde çıka görünmüş. "Bu yıkık minarede artık ezan okunmuyor mu? İçime dokundu, çıkıp sala vereceğim" demiş birisi. "İçki de içtik. Abdestimiz de yok. Ama Sezâî Hazretleri bizi affeder" demiş öteki. Uygunsuz hâli ve çok muhtemel kazayı önlemek için türbedar kadın atılmış: "Amanın evlâtlarım sakın hâ... Minare çatlaktır" demiş. Basmışlar cevabı: "Biz minareden daha çatlakız tiyze". "Te etmeyin be kızanım! Baksanıza ne merdivan var, ne küpeşte. Leylek de yuva kurmuş. Te bozmayın günahtır." "Tasalanma be tiyze, biz karıncayı bile incitmeyiz" demişler, dediklerini yapmışlar. Akıl alacak iş değil, ama çatlak ve çarpık minareye çıkmışlar, leylek yuvasını usûletle kenara kaldırıp şaşakalan mahalleliye karşı gürül gürül ezan okumuşlar. Sonra yuvayı tekrar yerli yerine getirip çekmiş gitmişler. (s146) biçiminde meydana gelir. “Edirne'de Eski Eserler”(S.245) ve “Küçük Sebil” adlı makaleleri bir yıl arayla yazmıştır. Ve birbirinin devamı niteliğindedirler. İlk makalesinde gördüğü sebilin kitabesini okumaya çalışır. Orada Büyük Amirallerimizden Barbaros Hayrettin için “Daldı rahmet denizine kapıdan” mısraını okur. Ve kendini 16.yüzyılın görkemli günlerinde görür. “ O küçük sebilin, ömrünün saadet devresinde, muhabbet ve itina gördüğü z a m a n l a rd a , a k m e r m e r l e r i n i n r u h u , minarelerinin, nakışlarının, altın yaldızdan süslerinin ihtişamı içinde, bir ruh-ı revan gibi dirim suyu dağıttığını hayal ettim. 16.asrın Türk kadını idim o dakikada. Ferace kuşanmış kar gibi beyaz yaşmak tutunmuştum. Gözlerim sürmeli, parmaklarım kınalı idi. Yanımda çocuğum vardı. İçinde ayet-i kerimeler yazılı parlak pirinç taslardan evvela çocuğuma su içirdim. Sonra kendim içtim.” (s.385) Bu günden 16.yüzyıla gittiği zaman dilimini anlatırken tam bir Rumeli dilberi olarak bol sıfatlı cümlelerle duygularını anlatıyor. Fakat o zaman diliminde kalmıyor. Önündeki realitenin değişmesi içinde Vakıflar Müdürü ile görüşüp Küçük Sebil'in imar edilmesi için teşebbüste bulunur. Küçük Sebil adlı makalede de yine az önce anlattığımız Sebil'den söz eder. Etrafının kirlenmesine, ilgisizliğe rağmen “Kusursuz bir güzellik” olarak düşünür onu. Bu sefer kendini 17.yüzyılda yaşayan “Fidan boylu, alımlı çalımlı bir Rumeli Hanımı” olarak hayal eder. İçi yazılarla süslü pırıl pırıl yanan bir tastan su içirir. Sonra kendisi de edeple yaşmağının altından su içer. Bu çeşmenin imarı için yetkililerle görüşür. “Sezai Sultan” adlı makalesinde “Sıla Armağanı” risaleciyi andıktan sonra türbenin etrafındaki görüntünün üzüntüsüne kaptırır kendisini. “Eski Mescid çoktan yıkılmış” tır. Kalan zarif minare de çatlaktır. Geçmiş zaman dilimindeki işlevsel 3) ŞAHISLAR A) TARİHİ ŞAHISLAR 1) HASAN SEZAİ GÜLŞENİ Aslında Safiye EROL'un Edirne'yi anlatan ilk eseri “Sıla Armağanı” adlı makaledir. Bu makalenin konusu İstanbul'da geçmekle beraber Edirne'yle alakadardır. Edirne'de Hasan Sezai GÜLŞENİ'nin postnişi Şehy Şuayb efendinin yazmış olduğu bir risaleciği sahhaftan alma mücadelesini anlatır. Bu risalecik Sezai Sultan'ın bir kıtası üzerine yazılan tasavvufi bir yorumdan ibarettir. Bu eser ona “annesinin ak sütü gibi bir gıda” olmuştur. Bu makalenin sonunda “Edirne'ye her seyahatimde adetimdir evvela Selimiye Camiini, sonra Sezai Sultan türbesini ziyaret ederim. Şimdi bildim ki yaymacıdan aldığım kitap bana o Hazretin ana yurdumdan gönderdiği bir Sıla Armağanı'ymış.” özelliklerini anlatır. “Arkadaşım Tombilik Hamınla eski zamanları, bahçenin gülistan olduğu, fıskiyenin çağladığı, Gülşeni dervişlerinin ârif zarif gidip geldikleri, maddi refah ve güzelliğin her şeyden üstün bir manevi kumanda emrinde üsluplaştığı, sözün saz, sazın söz kesildiği ve insanın insanlığından tam tatmin duyduğu günleri düşüneduralım, radyoda yayın başladı: “Gülzâra nazar kıldım virâne misâl olmuş...” (s143) (s.135) “Edirne'den Ayrılış”17 adlı yazısında Hasan 17 A.G.E. S.146 Edirne Eğitim 14 ve yazar yetiştirmiş balkanlara açılmanın ,kültürel anlamda da bir açılmadır bu, beşiği olmuş bir şehrimizdir. Yahya Kemal de 1921 yıllarında “Eğil Dağlar”adlı eserinde Edirne'nin tarihsel serüveni içerisindeki yeri ve önemini dile getiren makaleler kaleme almıştır. “Yine Edirne İçin” adlı makalesinde Selimiye Camiinden söz eder ve Anadolu'nun Trakyasız Trakya'nın da Anadolusuz yaşayamayacağını dile getirip şöyle der: “Bu devlet tam manasıyla Edirne'de kuruldu ve Edirne fütühat devremizin tecelligahı olan şehirdir”. Daha önce doğduğu, büyüdüğü, çocukluk ve fetih rüyalarını gördüğü, akıncı cedlerinin ihtirasını duyduğu ve bu duyarlılıklarını dile getirdiği “Açık Deniz” adlı şiiri ruha gem vurulmayacağının açık bir göstergesidir. Denizin dalgalarını ufkunu, hayalini sınırlandırmış bin başlı ejdere benzeten şair sonunda denizle arasındaki benzerliği şöyle ifade ediyor: 2)EBUSSUUD EFENDİ “ Edirne Üniversitesi”18 adlı makalede ünlü din bilgini Ebussuud Efendi'nin Edirne'ye çocuk yaşlarda gelip ilim yolunda geçtiği sınavları menkıbevi özelliklerle anlatmaktadır. B) Gerçek Şahıslar : Safiye Erol, Edirne'ye geldiği zaman dilimlerinde daha önce de belirttiğim gibi birçok bürokrat ve esnaflarla görüşmüştür. Bunlar Edirne Valisi Sadri Sarptır, esnaflardan Kemal Dönertaş, Prof. Dr. Süheyl Ünver, Ağaoğulları (Aile olarak numunelik vatan evlatları olarak nitelendiriyor), Türbedar Teyze … Bu değerli insanlar ve daha önceleri bahsettiğimiz kişilerle normal bir insani iletişim kurmanın yanı sıra Edirne'nin kültürel ve ekonomik yapısına yaptıkları veya yapacakları katkılar nedeniyle candan sevmektedir. Şehrin maddi manevi dokusuna sirayet etmiş özü adeta bu şehir için yaşamaktadır. Özellikle Edirne Mevsimi adlı makalesinde torunu Sami Erol'u aile içerisinde Kırkpınar Ağası olarak çağırdıklarını naklettikten sonra Kırkpınar zamanında Kırkpınar Ağası Muhittin Ağaoğullarıyla karşılaşma anını espritüel bir bağlamda anlatır. Zihni torununun ağalığına alışan Erol karşısında “Rüstem Zal yapılı bir Herkül” görünce şaşırır ve latife olarak “ Efendim ben Kırkpınar ağasının büyükannesiyim” der. Aralarında geçen sohbet ortamıyla ne demek istediğini ifade eder. Görüldüğü gibi Erol İstanbul'da yaşamasına rağmen Rumeli kültür ve geleneklerini aile içinde yaşatmaktadır. Mehmet Nuri Yardım onun İstanbul'da Selimiye semtinde yaşamasını şöyle güzel bir ifade ile dile getirir. “Safiye Erol, hayatının son yıllarını Üsküdar Selimiye'de geçirmiştir. Acaba, onu bu semte çağıran ses Edirne Selimiye'nin ruhaniyeti midir bilinmez.”19 “Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü Şekvanı dinledim , ezeli mustarip deniz Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı Bir bitmeyen susuzluğa benzeyen bu ağrıyı” Yahya Kemal'in Üsküp ve balkan coğrafyası için hissettiği duygu ve duyarlılıkları balkanlardaki son toprak parçamız Edirne için hissetmiştir Safiye Erol. Nerede olursa olsun Edirne'ye her anlamda hizmet etmiştir. Kalemiyle ve bütün kültürel birikimiyle bizi anlatmıştır. Yahya KEMAL için İstanbul ne ise Safiye EROL için de Edirne aynı değeri taşır. Kendini var eden bir kültür deryasıdır ve o bu deryada beslenmekten çok memnundur. Kendi deyimiyle Selimiye annesi, Beyazıd külliyesi de babasıdır. Şimdi Safiye Erol bizden bu şehrin tarihi, manevi, kültürel dokusunu anlamamızı ve şiirle, hikaye ile deneme ile anlatmamızı ve yeni yeni kalemler yetiştirmemizi bekliyor . SONUÇ Safiye Erol bu toprakların yetiştirdiği ,Trakya , Edirne, Türkiye sevdalısı bir yazarımız ve kökümüzü besleme mücadelesi göstermiş bir Rumeli aydın i n s a n ı m ı z d ı r. C i ğ e r d e l e n , Ü l k e r F ı r t ı n a s ı Kadıköyü'nün Romanı, Dineyri Papazı ve gazetelerde yazmış olduğu yazılarının toplandığı Makaleler adlı eserleriyle günümüz okur kesimine seslenen bir Edirneli yazarımızdır. Bu eserleri geçmiş zaman dilimlerine ışık tutarken aynı zamanda bir aydın portresi de gözümüzde canlanmaktadır .Tarihinin köklü değerlerinden beslenen ,yurduna olan sevdasını devamlı dile getiren , yaşanan faciaların yaralarını sarmak için devamlı gayret gösteren , yazı dilinin sanatsal zirvesini bulurken diğer yandan da mahalli dil özelliklerini kullanmaktan gocunmayan bir Rumeli aşığıdır. Edirne tarihsel serüveni içerisinde bir çok şair 18 19 Safiye Erol A.G.E. S.229 Mehmet Nuri YARDIM, Safiye Erol Kitabı, İstanbul, 2003 S.133 Edirne Eğitim 15 “ BENİM EDİRNE’M ” Burak ERTAY Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Öğrencisi Yaşadığım şehir hakkında gezi yazısı yazma fikri, işe başlamadan önce çok garip gelmişti; fakat hazırlıklara başlayıp tarihi mekânları gezerken içinde doğduğum ve bu zamana kadar hayatımı sürdürdüğüm şehre ne kadar yabancı olduğumu anladım. Bu yabancılık, bir bakıma işe yarayarak bana büyük bir mutluluk veren keşfetme duygusunu ortaya çıkarmamı sağladı. Edirne’ye ilişkin bir gezi yazısı yazmanın tek olumsuz yanı gezi yazılarında çok önemli bir yere sahip olan seyahat bölümünü tecrübe edememiş olmamdı. Bu tür yazılarda en çok hoşuma giden kısımlar seyahat ederken yaşanılanlar, çekilen zahmetler ve her şeyin sonunda yeni şeyler keşfetmenin verdiği mutluluktur. Benim bu aşamada yaptığım tek şey ise babamdan beni daha önceden belirlediğim yerlere götürmesini rica etmekten ibaret oldu. Sonradan kendimi kolaya kaçmış gibi hissederek günümün geri kalan kısmını yürüyerek ve Edir ne’yi keşfetmeye çalışarak geçirdim. yıllarında ne kadar muazzam olduğunu hayal edebiliyorum. Külliye; cami, tıp medresesi ve darüşşifa olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Aslında özele inildiğinde tarihçiler yapının dokuz bölümden oluştuğunda ortak karar almışlar. Külliye mimari olarak ustalıkla planlanmış. Özellikle ruh hastalıklarının tedavisine elverişli bir ortam hazırlaması için ışıklandırma, merkezi sistem, havalandırma ve akustik yapıya büyük önem verilmiş. Öncelikle çeşitli bilimlerin okutulduğu, cerrahi müdahalelerin uygulamalı olarak öğretildiği medrese kısmını dolaşıyorum. Medrese bölümü çok geniş olmadığı için hakkında çok fazla şey anlatamayabilirim; fakat içinde ilgi çekici ve önemli bilgiler içeren kısımlar bulunuyor. Gördüklerim oldukça gurur verici; çünkü medresede yapılan çalışmalar günümüze ışık tutacak biçimde ve çağın ötesinde. Külliyenin kurulduğu döneme bakıldığında Osmanlı ile Avrupa’nın anlayışı arasındaki farkı açıkça görmek mümkün. Akıl hastaları Osmanlı’da büyük bir ilgi ile tedavi edilirken Avrupa’da içine kötü ruh girdiği gerekçesiyle yakılıyordu. Osmanlı’daki tıp eğitimin ve tedavi yöntemlerinin bu kadar gelişmiş olması gerçekten gurur verici bir durum. Yapının her alanında bir ferahlık söz konusu olduğu için hiç sıkılmadan tüm odaları dolaşıp, ilgili açıklamaların hepsini okuyorum. Beyin ameliyatı, ortopedik sorunların dağlama ile düzeltilmesi ve yılan zehrinin bir horoz üzerinde etkilerinin test edilmesi yoluyla hazırlanan panzehir ilgimi çeken kısımlardan. Kullanılan mankenlerin gerçekle örtüşüyor olması ve odaların dönemin özelliklerine göre hazırlanması, Gezime İkinci Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’nden başlamaya karar veriyorum. Giriş ücreti oldukça uygun, öğrenci olmamın getirdiği avantajla yalnızca bir liraya bu mükemmel yapı hakkında bilgi sahibi olabiliyorum. Evliya Çelebi "Orada bir Darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalemler ile yazılmaz " demiş. Gerçekten de Evliya Çelebi’nin söylediklerinde abartı olmadığını düşünüyorum; çünkü müze halinde iken bile beni bu kadar etkileyen bir yerin bünyesinde şu anda bulunmayan bazı bölümlerin var olduğu hizmet Edirne Eğitim 16 yaratıyor. Biraz ilerleyince ilaçların hazırlanıp hastalara deva olsun diye bedava dağıtıldığı eczaneye rastlıyoruz, tam da kendi kendime bedava ise bundan faydalanmak isteyenler olacaktır diye düşünürken bir yazı gözüme çarpıyor ki bu kitabe ünlü seyyah Evliya Çelebi’nin de dikkatini çekebilmiş. Kitabe şöyle diyor: "Sağlıklı bir âdem bu ilaclardan bir kırat alır ise hastalanub Fir'avn ve Kârun'un laneti üzerine ola!". Sanırım o zamanlarda insanları bazı şeylerden uzak tutmak için beddua yeterli olabiliyordu, ya da diğer bir deyişle gelişmiş bir toplumsal kontrol ve dine bağlılık vardı. Oradan çeşitli hastaların yatırıldığı odalara geçiyorum mankenler ve dekor o kadar güzel hazırlanmış ki bazı akıl hastalarının size saldıracağını düşünebiliyorsunuz. Odalarda kara sevdaya tutulanlar, sara hastası ve kronik psikozlu bir hasta bulunuyor. Bu odaların yanı sıra girişin karşısında musiki topluluğu bulunuyor ve açıklamada bu topluluğun belirli zaman aralıklarıyla hastaların kendini iyi hissetmesi için konser verdiği yazıyor. Burada çalınan müzik, hazırlanan mükemmel akustik yapı sayesinde külliyenin her bir köşesinden dinlenebiliyor. Ayrıca burada karşılaştığım ilgi çekici bir bilgi de her makamın farklı hastalıklara deva olması. Musiki sahnesini de inceledikten sonra Bayezid Külliyesinde dolaşacak yerim kalmıyor ve istemeyerek de olsa ayrılmak zorunda kalıyorum. Burada geçirdiğim sürede bir yerin güzelliğini ve tarihi yapısını anlayabilmek için orada uzun bir zaman geçirmenin ve gezilecek yerin mümkün olduğunca yalnız ve sessiz, kendini de dinleyerek gezilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha önce katıldığım gezilerde Bayezid Külliyesi’ni uzun uzun inceleme fırsatı bulamamış, şu anda hissettiklerim bir kenara gördüklerim beni sıkmıştı. burayı ziyaret eden insanların ilgisini daha da artırıyor. Saatin ilerlemesi ile birlikte medrese bölümünde çok fazla kaldığımı fark ediyorum ancak kalan birkaç kısmı da dolaşmadan edemeyeceğim, buralarda medresede kullanılan kaynaklar ve önemli müderrislerin isimleri bulunuyor. Medreseden yavaş yavaş ayrılıp kendinden daha çok bahsettiren ve herkesin Bayezid Külliyesi denince özelliklerini anlatmaya başladığı Darüşşifa bölümüne geçiyorum. Darüşşifa hakkında bahsedilecek daha çok şey var; çünkü külliyenin bana göre en ilgi çekici bölümü burası. Darüşşifa iki avlu ve şifahane olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Avlunun bulunduğu birinci bölümde geçmişte poliklinik (göz mütehassısı, cerrah, nöbetçi odaları) olarak kullanılan odalar bulunuyor. Ayrıca bu avluda hizmet odaları olan mutfak, çamaşırhane, eczane ve ilaç deposu yer alıyor. İkinci avluda geçmişte yöneticiler için ayrılmış odalar var ve bu odalardan bazıları personel ve müze müdürü tarafından kullanılmakta. Şifahane, hastaların yatılı tedavi edildiği bölümdür. İçinde ziyaretçi ve hasta kabul odası, hasta odaları, musiki sahnesi ve çeşitli ilaçların hazırlanıp bedava olarak sunulduğu, günümüzdeki adıyla, bir eczane bulunuyor. Müthiş bir akustik yapıya, ışıklandırma ve havalandırma sistemine sahip. Açıkçası şifahanenin büyüsüne kapılıp avluları çok fazla inceleyemedim, buralarda daha çok mutfak, şuruphane vb. hizmet odaları bulunuyor. İkinci avluda Külliye ve Edirne hakkındaki bilgiler görsel olarak çok fazla şey sunmasa da ziyaretçilerin buradan büyük oranda faydalanabileceğini düşünüyorum; çünkü duvardaki yazıların her birinde bilmediğiniz bir şeyle karşılaşmanız olası. Avluları da dolaştıktan sonra sıra nihayet şifahaneye geliyor. Kapıya yaklaşırken sizi alıp götüren bir müzik ve su sesiyle karşılaşıyorsunuz. İçeri adımınızı atar atmaz ferah ve biraz da nemli bir hava sizi büyülüyor. Şifahanenin işe yararlılığından şüpheniz kalmıyor; çünkü bütün dertleriniz bu ferahlık, müzik ve su sesiyle aklınızdan uçuveriyor. İçeri girdiğinizde sol tarafınızda sıra bekleyen hastalar gayet gerçekçi bir şekilde sizi izliyorlarmış havası Külliyeden ayrıldığımda eve gitme planları yapıyordum; çünkü gezimi günlere bölmüştüm ancak dönerken aklıma Şükrü Paşa Anıtına uğramak geliyor. Anıtı daha önce dolaşıp istediğim verimi alamamıştım bu yüzden bu sefer elimden geldiğince dikkatli olup gözlemci ruhumu ortaya çıkaracağım. Şükrü Paşa anıtına varınca mükemmel bir esinti yüzünüze çarpıyor ve Edirne’yi yüksekten izleyince daha bir güzel buluyorsunuz. Gezi güzergâhı ve süresi tabelalarla bizlere kolaylık olması için belirlenmiş. Edirne Eğitim 17 Okları izleyerek gezime başlıyorum öncelikle Balkan Savaşı’nda gösterdiği cesaret ve yararlılıkla adından söz ettiren Şükrü Paşa’nın heykelinin ve vasiyetinin bulunduğu anıt mezar bölümündeyim. Şerefli Türk ordusunun ve şerefli bir komutanının vasiyeti: “Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu mahale gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.” Vasiyeti okurken halkımızın içinde bulunduğu kara günlerde bile umudunu yitirmeyip kahramanlığını koruduğunu anlıyorum. Bulunduğum bölümden ayrılıp tabyalara geçiyorum. Sığınaklara girince kendinizi savaşın ortasında hissediyorsunuz; çünkü yemek yiyen, uyuyan ve savaşan Türk askerleri çok gerçekçi bir şekilde canlandırılmış. Her bir odada öğretici bilgiler bulunuyor. Özellikle Balkan savaşlarında Türklerin maruz kaldığı haince saldırı ve Bulgar zulmü hakkında daha önce geniş bir bilgi birikimim yoktu. Bu zulüm, çok özenle seçilmiş cümlelerle adeta bize resmediliyor cümlelerden birisini belki de yaşananları en iyi anlatan cümleyi paylaşmak istiyorum: “Artık, havan mermisi ile şarapneli daha yaklaşmadan ayırt ediyoruz… Ölüm bir piyangoya dönüştü. Herkes ben öleyim, yeter ki yakınlarım yaşasın diye dua ediyor. Bulgarların, sessiz sedasız, sulh içinde yaşayan masum bir halkı, çoluk çocuk ayırt etmeden öldürmeleri vahşetin delili değil mi?” Bu cümleye bakarak çarpışmanın savaş alanının dışına çıkarak Edirne halkına dehşet veren bir katliam haline geldiğini çıkarabiliyoruz. Savaş hakkında bilgi veren her şeyi okuduktan sonra diğer sığınaklara giriyorum ancak aradığım şeye ulaşamıyorum. Sığınakları ayrıntılı bir şekilde anlatmayı lüzumlu görmüyorum; çünkü bunlar askeri ihtiyaçları karşılamak için yapıldığından tek tip olmak zorundalar ve bu doğal bir şey. Diğer sığınaklarda daha çok resimler ve Edirne hakkında genel bilgiler bulunuyor. Son olarak çıkışa yakın bir yerde oturarak manzarayı seyrediyorum ve gezimin ilk kısmını sonlandırıyorum. Ertesi gün gezime Selimiye Camii ile devam ediyorum. Edirne denince akla ilk gelen yerlerden biri olmasına rağmen Selimiye’yi ikinci güne bırakmamın nedeni Edirne’nin Selimiye’den ibaret olmadığını göstermekti; ancak Selimiye’nin Edirne için ayrı bir önemi olduğuna da katılmadan edemiyorum. Genel düşünceye karşı çıkarak ona küstüğümü zanneden Selimiye, sanki bana kaşlarını çatıyormuş gibi lacivert bulutların oluşturduğu arka planda tüm asaletiyle dimdik duruyor. Selimiye Edirne’de yolunu kaybedecek biri için kutup yıldızı görevini üstlenecek kadar büyük bir öneme ve ihtişama sahip, eser şehrin hemen hemen her yerinden görünebiliyor. Caminin sadece görünümü ile ilgili bilgi ver mem yeterli olmayacağından harekete geçiyor ve Selimiye Camii Arastasına girip oradan merdivenler vasıtasıyla avluya çıkmayı planlıyorum. İçeri girip on metre kadar yürüdükten sonra derin bir üzüntü hissediyorum çünkü çocukluğumda sürekli olarak alışveriş yaptığımız, içinde gezerken canımızın sıkılmadığı ve esnafının güler yüzüyle mutlu olduğumuz Selimiye Camii Arastası büyük mağazalara yenik düşmüş durumda. Yazdıklarımdan burada alışverişin çok azalmış ya da bitmiş olduğunu çıkarmayın ancak alışveriş yapanlardan büyük bir kısmının Türkçe konuşmadığının farkına varmak zor olmuyor. Kısacası kendi halkı tarafından terk edilen esnaf geçimini turistlerin yoğun ilgisi ile sağlıyor. Arastanın ortasında bulunan merdivenlerden Selimiye Camii’nin avlusuna giriyorum. Çok önemli bir mimari eser olduğu için farklı farklı yerlerden gelen turistlere rastlıyorum. Caminin içine girince insanlar bu güzellik karşısında nereye bakacağını şaşırıyor, kimileri meşhur ters lale figürüne bakarken kimileri ise oturup muazzam kubbeyi inceliyor. Öncelikle kubbedeki müthiş çiniciliği ve ardından büyük ilgi çeken lale motifini inceliyorum. Caminin müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altında bulunan ters lalenin hikâyesine gelecek olursak: Rivayete göre, caminin yapılacağı arsa üzerinde bir lale bahçesi bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının satılmasını istememiştir. En sonunda, camide bir lale motifinin olması şartı ile arsanın satılmasını kabul etmiştir. Mimar Sinan da lale motifini ters olarak yapmıştır. Lale motifi bu arsada bir lale bahçesi olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil etmektedir. Bu gözlemlerimden sonra Caminin tarihi Edirne Eğitim 18 Süleyman Çelebi tarafından başlanmış ve Fetret devrini sona erdirerek adeta Osmanlı’yı yeniden kuran Çelebi Mehmet döneminde tamamlanmıştır. Ayrıca Eski Cami’ de Hacı Bayram Veli’nin vaaz verdiği söylenir ve Hacı Bayram Veli’ye duyulan saygıdan dolayı vaaz kürsüsünde vaaz verilmez. 18. ve 20. Yüzyıllarda Eski Cami’nin duvarlarına devrin önemli hattatları yazılarını yollamıştır. Yapı, depremlerden ve yangınlardan hasar görmüş ve onarımı yapılırken duvarlarına yazılar eklenmiştir. Eski Cami şehre gelen turistler tarafından Selimiye’den sonra ikinci bir seçenek olarak görülse de Eski Cami Osmanlı döneminden zamanımıza ulaşan ilk abidevi eserlerden olması bakımından oldukça önemli bir yere sahiptir. Hemen hemen Selimiye kadar ilgi çekici olan caminin oldukça güzel bir yapısı var ve duvarlarda hat sanatının muazzam örnekleri bulunuyor. Her bir duvarını inceledikten sonra Eski Cami’ den ayrılıp Üç Şerefeli Cami’ye gidiyorum. Cami ilginç özelliklere sahip olmadığı için gezimin bu kısmı kısa sürüyor. Caminin tam olarak ne zaman inşa edildiği hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen birçok kaynak II. Murat zamanını işaret ediyor. Üç Şerefeli Cami’nin dört minaresi olup bunlardan en yüksek olanının üç şerefesi vardır ki bu da esere adını vermiştir. Ayrıca büyük ve gösterişli kapısı da görülmeye değer. Camiden ayrılıyor ve evimin yolunu t u t u y o r u m . Ya z ı m ı n sonuna geldiğimde bu gezi sayesinde neler kazandığımı düşünüyorum. Gezi yazısı yazdığım için tüm eserleri dikkatle incelemem gerekliydi, bu nedenle yaşadığım şehir ve şehrin tarihi dokusu hakkında daha geniş bir bilgi sahibi oldum. Sadece yüksek bir not almak amacıyla başlayan bu serüvenim yaşadığım şehri daha iyi anlamama vesile oldu. Her gün yanından geçip gittiğim eserlerin tarihi açıdan ne denli önemli olduklarını fark etmemi sağladı. Bakmak ile görmek arasındaki farkı bir ödev sayesinde bu kadar net algılayabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sanırım yaşamımın bundan sonrasında gözüme çarpan her yeni mekâna daha bir alıcı gözle bakmaya gayret edeceğim. ve mimari özelliklerinden bahsetmek istiyorum: Selimiye Camii bir Edirne aşığı olan II. Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış olup hem Mimar Sinan’ın hem de Osmanlı’nın en önemli eserlerinden biridir. Mimar Sinan bundan daha önce dünyadaki en büyük kubbe rekorunu elinde bulunduran Ayasofya’yı aşarak altı senede mükemmel bir cami inşa etmiştir. Mimari özelliklerden bahsedecek olursak, Selimiye her bir özelliğiyle ayrı ayrı ilgi çekicidir. Çeşitli yerlerden yaptığım araştırmalarla bazı bilgilere ulaşıyorum. Eser Mimar Sinan'ın yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı örneğidir. Yapıyı, kubbe kasnağında 32 küçük pencereyle, yüzlerdeki üst üste 6 dizide çok sayıdaki pencere aydınlatılmaktadır. Caminin 3.80 m. çapında, 70.89 m. yüksekliğindeki üçer şerefeli dört zarif minaresi vardır. Giriş yönündekilerle şerefelere tek yolla, diğer ikisinde ise üç şerefeye ayrı ayrı yollardan çıkılmaktadır. Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer, çini, ahşap, sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece önemlidir. Mihrap ve minberi mermer i ş ç i l i ğ i n i n b a ş yapıtlarındandır. Selimiye Camii 43,25 metre yüksekliğinde, 31,25 metre çapında, tek bir lebi ile örtülmüştür. Kubbe 8 sütuna dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, fil ayaklarına 6 metre genişliğinde kemerlerle bağlıdır. Sinan, bu şekilde örttüğü iç mekâna verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekânın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda caminin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler. Caminin içini bir kez daha inceleyip gezime nereden devam edeceğimi planlıyorum. Edirne Gezisi hakkında fikrini sorduğum kişilerin büyük bir kısmından “Eski Cami’nin yazısı, Üç Şerefeli'nin kapısı, Selimiye'nin yapısı...” ifadelerini duyuyorum. Bu yüzden incelemek üzere Edirne’nin diğer önemli camileri olan Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami’ ye doğru yürüyorum. Eski Cami Selimiye’ye çok yakın bir konumda ve hakkında bahsedildiği üzere duvarlarında bulanan yazılar özellikle turistlerin çok fazla ilgisini çekiyor. Cami hakkında biraz bilgi verecek olursam: Eski Cami’nin yapımına Fetret dönemi padişahlarından FOTOĞRAFLAR - BESTE ÖZDEN Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Öğrencisi Edirne Eğitim 19 Murat YAMANDIR MÜZİK, ABDALLIK VE NEŞET ERTAŞ ÜZERİNE... 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Müzik Öğretmeni Köyden gelmiş bir kentli olarak, müzikle yaşayan bir öğretmen, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını abdallarla neredeyse iç içe yaşamış bir taşralı ve ilk türkülerini annesinden dinlemiş bir türkü dostu olarak sesleniyorum. Elbette “bir varmış bir yokmuş” deyip, iki nokta koymayacağım üst üste. Biraz gerçek, biraz masalsı, biraz da kurmaca ama samimi. Neşet Ertaş'ı konuşanların saman alevi gibi parlayıp söndüğü şu günlerde müzikten, abdallıktan ve Neşet Usta'dan yana benim de söyleyecek birkaç sözüm var. En soyut sanattır müzik. Sokakta, tarlada, dolmuşta, okulda, farikada yaşam akıp giderken bizi ziyaret eden ezgilerin çoğunun farkında dahi olamayız. Bazen dilimize takılan bir ezgiyi gün boyu yineleyip dururuz, nereden geldiğini bilmeden. Ezgi ister güzel olsun; ister çirkin, ister sevelim ister sevmeyelim mutlaka bir tepki veririz. Bazen iyi hissettirir, bazen kötü. Bazılarımız bilinçli bir tavır takınarak(!) falanca müziğin kötü, filanca müziğin iyi olduğu konusunda kişisel yargılarda bulunur. Bazları saray müziği, bazıları yoz müzik, bazıları köylü müziği, bazıları çağdaş müzik nitelemelerinde bulunur. “Ben Türkçe müzik dinlemiyorum” diyenlerin sayısı da azımsanamayacak durumda aslında. Bir yandan müziğin evrenselliğinden bahsederken diğer yandan ülke, bölge, dil ayrımı yapmanın nasıl bir tatsız durum yarattığını düşünmek gerekir. Neşe, hüzün, korku, coşku gibi duygular, dünyadaki her insan tarafından aynı şekilde algılanırken, dinlenilen farklı bir müziğin hiç anlaşılamaması elbette yalnızca bize ait bir olumsuzluk değil. Bu, bütün dünyada üç aşağı beş yukarı aynı. Ama bizde farklı bir durum var. İnsanlar, siyasi görüşlerine göre müzik seçebiliyorlar. Bu kesinlikle öğrenilmiş-öğretilmiş bir tavır. Hangi koşullarda üretilirse üretilsin bir müzik eserinde aranması gereken özellik, en başta nitelik olması gerekirken, siyasi bir noktadan bakarak müzikte bir tercih yapmak şuursuzluk, cahillik, canilik veya hödüklük, adına ne derseniz deyin geri kafalılıktır. Cumhuriyet tarihi boyunca doğal tarihsel sürecini bir türlü yaşayamayan müziğimiz sürekli müdahalelerde kendinden uzaklaşmış başka bir şeylere benzemiştir. Oysa müziğin en makbulü kendiliğinden gelişmiş olandır. Burada kendiliğinden sözünün anlamı her türlü baskıdan ve dayatmadan uzak kalması anlamındadır. Doğal bir gelişim süreci izleyen müzikler kendi yasalarını kendileri yaratıp yaşama olanağı bulduklarında nitelikleri ve lezzetleri daha güzel olur çünkü. Örnek vermek gerekirse ABD'de üretilip bütün dünyayı kasıp kavuran pop müzik bizdeki gibi iki üç yıllık operasyonla patlamadı. Birlikte çalışanların ortak iş şarkılarından “Blues”,”Ragitime”, bunların ardından da cazz ve rock'n roll gelişti; daha doğrusu dönüştü ve en sonunda bugünkü halini aldı. Bizdeki gibi radyolarda müzik yasaklamalar olsaydı, “tu-kaka” müzikçi diyerek birileri itilip kakılsaydı, bu noktaya gelebilirler miydi? Sonuçta onlar kendi kültürlerinden istedikleri ölçüde beslendiler ve bu noktadalar. Biz de kendi kültürümüzden yeterince beslenseydik belki de bugün yapay ayrımlardan uzak olurduk. Türk müziği de dâhil olmak üzere her türden müzik daha kaliteli ve kişilikli olurdu. İletişim hızının tavan yaptığı şu günlerde, sadece “tıklama” kriteriyle yapılan değerlendirmeler, aralarında gerçekten iyi örnekler olsa da porselen dükkânına girmiş fil gibi ortalığı tozu dumana boğuyor, kırıp döküyor. Üstelik bu kirin tozun içinde nereye basacağını hiç düşünmeden gezinen bizler, umursamazlığın sınırlarında dolaşıyoruz. Sosyal paylaşım sitelerinin görüntü hizmeti vermeye başlamasıyla müzik dinleme eylemi, neredeyse müzik izleme eylemine dönüştü. Bu çok mu kötü bir şey? Hayır, teknolojinin bize bu hizmeti sunmasına bir diyeceğim yok, üstelik gerekli de. Takıldığım nokta şurası, göze hitap eden ve sürekli değişen görüntü, Edirne Eğitim 20 olarak telaffuz eden insanlar var; ne kadar üzücü bir durum. Bir görüşe göre abdal, Allah'tan başka her şeyden vazgeçmiş kişi; zayıf ve zorda olanlara, ezilenlere yardım edendir. Selçuklu ve Osmanlı otoritesine karşı çevre halkının şikâyetlerini dile getirirler. İslam öncesi şamanizmi ve bugünkü İslam'ı birleştirerek bugünkü “abdal kişiyi” yarattılar. Orta Asya'dan Anadolu'ya nefes taşıdılar, hava taşıdılar, hatır gönül taşıdılar. İşte bu taşıyıcılardan olan Neşet Ertaş geçtiğimiz yıl aramızdan ayrıldı. Son nefesine kadar görevini en iyi şekilde yaptı. Ortak dil oldu, ortak nefes, sağlam bir maya oldu topluma. Popülizmin bu kadar öne çıktığı günümüzde türkü söylemek kolay değildi; o türkülerini hep söyledi; ne bir eksik ne bir fazlalıkla… Öykünmesizdi, kendisi gibiydi, sahici ve samimiydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından teklif edilen devlet sanatçısı ünvanını “ben halkın sanatçısıyım” diyerek geri çevirmişti. İstanbul Teknik Üniversitesinden fahri doktoralık ödülünü aldığı törende “Efendim dikilen bir heykel bir gün sökülür, ama ekilen emek hiçbir zaman sökülemez” demişti. 2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “üstün hizmet ödülü verildiğinde de benzer sözler söylemiş, alçak gönüllülüğün en güzel örneklerini kendi üslubuyla dile getirmişti. Hemen her kesimce Anadolu abdallık geleneğinin son temsilcisi olduğu düşünülen Neşet Ertaş Usta'ya sağlığında verilmiş enbüyük ödül bence 2010 yılında Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (Unesco) tarafından verilen “Yaşayan İnsan Hazinesi” ödülüdür. Neşet Usta, sağlığında heykeli dikilmiş ender insanlardan biridir. Türkiye'de bir halk ozanına bugüne kadar verilmiş en güzel ödüllerdir bunlar. İyi ki vardın Neşet Usta!, iyi ki yaşadın aramızda. Bizlere gönülleri bir etme olanağı verdin. Gönüllerimizi şad ettin. Bizi 2000 yıllık geçmişimizle buluşturdun. Emin ol görevini layıkıyla yerine getirdin. Aramızdan ayrıldın, huzursuz olduk. Sen huzur içinde yat. Gönül dağım yağmur oldu boran oldu, kar oldu. Akar can özümden yaş gizli gizli... müziğin kendisiyle ilgili değerlendirmenin ö n ü n e g e ç e b i l i y o r. İlginç, çok renkli görüntüler yüzünden hiç hak etmeyen bir müzik göklere çıkartılabiliyor. Doğal olarak iyi örnek bulmak zorlaşıyor. diyeceğim yok, üstelik gerekli de. Takıldığım nokta şurası, göze hitap eden ve sürekli değişen görüntü, müziğin kendisiyle ilgili değerlendirmenin önüne geçebiliyor. İlginç, çok renkli görüntüler yüzünden hiç hak etmeyen bir müzik göklere çıkartılabiliyor. Doğal olarak iyi örnek bulmak zorlaşıyor. Geleneksel müziklerimize bakacak olursak durum orada da hemen hemen aynı. Pop müzikte ne kadar kötü örnek varsa geleneksel müziklerimizde de bir o kadar var. Her ne kadar “pop” sözcüğü “popüler” sözcüğünden geliyor olsa da günümüzde ayrı anlamlarda kullanılıyor.”Pop müzik” deyince günlük tüketime dayalı eğlencelik bir müzik anlaşılırken “popüler müzik” deyince öne çıkmış, yaygınlaşmış müzikleri anlıyoruz. Yani popüler olan müzik dün arabesk, bugün rock, yarın ise türkü olabilir. Burada sorun olarak görmemiz gereken, sırf satış kaygısıyla poplaştırılmış geleneksel müziklerimizdir. Hepsinde çok çirkin örnekler görmek mümkün. Poplaştıkça aslından uzaklaşıyor ve kalitesiz hale getiriliyorlar. Özellikle THM, anonim eserlerin çoğunlukta olması sebebiyle sahipsiz gibi görünebilir. Belki birazda öyledir ama, durum, türkü icracısına, Türküde istediği her değişikliği yapma hakkı verir mi, vermez mi? Bu sorunun cevabı her dönemde tartışılan bir konu olmakla birlikte herhangi bir uzlaşma ortaya çıkmış değildir. Peki, türküler değişmez mi? Değişir elbette. Dünya değişirken, yaşamlarımız değişirken, duygusal dünyalarımız değişirken türkülerin değişmesini beklememek doğru olmaz. Ama bu değişim herhangi bir ticari kaygı olmadan doğal bir seyir izleyerek olursa ya varlığını değişerek devam ettirecek, ya da değişim sırasında halk tarafından beğenilmeyip yok olup gidecektir. Zaman içerisinde kulaktan kulağa aktarma sırasında değişim kaçınılmazdır; bunu böyle kabul etmek lazım. Yaşayan ozanlarımız ve türkü dinleyicileri, bu değişim sürecine bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunurlar. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun geleneksel usullerde yürümeye çalışan âşıklık, ozanlık, abdallık gelenekleri bugün Anadolu'da hâlâ varlığını sürdürüyor. Örneğin uzun yıllar göçer olarak yaşayan abdal aşiretlerinin tamamı bugün Kırşehir, Keskin, Hatay, Kırıkhan, Gaziantep, Adana, Kahramanmaraş taraflarında yerleşik bir hayat sürerek aktarmacı rollerini devam ettirmektedirler. Büyük ölçüde cahillikten biraz da ayrımcı bakış açısından olsa gerek abdal sözcüğünü ''aptal'' Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın, Ben de gülemedim yalan dünyada Sen beni gönlümce mutlu mu sandın Ömrümü boş yere çalan dünyada. Ah yalan dünyada, yalan dünyada Yalandan yüzüme gülen dünyada... Edirne Eğitim 21 YALNIZLIK ÜZERİNE Cansu YILDIRIM 80.Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Öğrencisi Bireyin iz düşümünden, toplumun dışa vurumuna uzanan yolculukta, el ele tutuşup koşan bebekler gibi sevemedik yaşamı. Çünkü yaşamın da kabusları vardı. Bir cami avlusunda ansızın bir ürperişle her şey biter mi? Ani bir rüzgâr çıkar, unutuluşa varan yolculukta. Ve sorulacak sorular vardır. Cam parçalarını toplar gibi. Ne yaparsak yapalım yalnızlığın çoğalmasıdır bu. Kaç kere insan olmak adına kapanıp gitmek. O dakika bulantı bir yaşamı sürdürebilmenin yansıması. Yani ölümün ilk şafağı. Yalnız yaşamak avuç içlerinde çiçek yetiştirmek gibi bir şey. Giderek çoğalıyoruz, unutulmuş mezarlara bırakılan karanfil kızıllığında. Ya anıları kim getirecek. Yaşama yoksulluğunda, yoklama kaçağıyız. Sıradışı bir oylamada bir hiç partisi. Yorgunuz yaşam adına. Ağaca bakmadan ormana bakmanın yanlış muhasebesi bu. Ne yapacağız şimdi kimsesizler ormanında yalnızlığın ötesinde?. Sonbahardır bunun adı bir böceğin vaziyet vızıltısı, bir bebeğin duaca ağlaması, hüznün başkaldırışı. Akşam desen hiç olmuyor olduğunda ise bir gül kokusunda biberona sığıyor ancak. İnsanlar desen yaşama hasret. Bir tortu, bir pas lekesi gibi dualarda eriyor yaşam. İşte bütün bunların tek bir nedeni var, o da yalnızlık. Bana yalnızlığın tanımını yapabilir misiniz? Nedir yalnızlık? Sessizliği delen sizden başka bir sesin olmaması mı yoksa bir gürültünün içindeki kendi sessizliğiniz mi? Soluk alıp verirken aslında yaşamaya çalışırken, sizinle beraber atan bir kalbin sesini duyurtamamak mı? İnsan olarak biliriz ki; büyük kalabalıkların içinde yükselen uğuldamalara inat içimizdeki kimsesizliktir. O sessizce, dudaklarını kımıldatmadan, üzgünce bir köşede gömülüp yanında kimin olmasını, istediklerini hayal edenlerin evidir yalnızlık. Yine yalnızlık en çok eğlenilmesi, gülünmesi gereken yerde dahi kaplumbağa gibi kabuğuna çekilip kimi zaman hıçkırıklara boğularak ızdıraplı akşam üstlerine bir yenisini daha ekleyenlerindir bir bakıma. Yalnızlık bazen huzurdur, bazense hüzün. Bazen korkudur. Bazense insanın kendi kendini arayışıdır, tüm hayatı boyunca. Yalnızlık en büyük acıyı, aynaya her baktığında artık kendi yüzünden başka bir yüz göremeyeceğini bildiğinde, en çok sevdiğinin artık olmadığını bile bile yaşamak zorunda kaldığında verir insana. Çünkü yalnızlık insanın mutlu olduğunda gözlerindeki ışığın yansımasının bir başka insanında gözlerinde görememesidir. Çünkü yalnızlık hüznünü sadece kendinle paylaşabilmendir. İki yüzlü bir hastalıktır yalnızlık, tıpkı o kıpkırmızı zehirli elma gibi... Tatlıdır tadımlık olsun diye istenir ama bir kere ısırdın mı damarlarında dolaşmaya başlar. Kısacası yalnızlık ölümüne kardeşlik etmektir. Yalnızlık bütün bunlarsa bizi yalnız bırakan şey nedir? Karanlığın sessiz gözyaşları mı? Size yüksekten bakmayı öğreten kibir mi? Yoksa içinizde bir yerlerde soluklandığını hissettiğiniz kıskançlığınız mı? Siz ağlarken başınızı yaslayabileceğiniz, mutluyken de sizinle birlikte sizden daha çok sevinecek bir arkadaştan mahrum kalmak ister misiniz? Öyleyse her şeyi geride bırakıp biraz gülümser ve hoşgörülü davranırsanız hepiniz tahmin edemeyeceğiniz kadar fazla arkadaşa sahip olursunuz ve yalnızlık denen siyah boş odadaki parmaklıklar ardından izlediğiniz büyük, mutlu ailelere, güzel arkadaşlıklara yakından bakıp onların içine girebilirsiniz. Unutmayalım ki yalnızlığımızın kapısını çalışımızın emeli, ne olursa olsun, ona sonsuz bir sevdayla bağlanmamız, silkinip gülen gözlerle hayata bakmamız, yolumuza çıkan engellerle yalnızlığı bir tarafa atarak çarpışmamız gerekir. Hayat tüm bunlara değecek kadar güzel çünkü. Neden mi? Bakın şair bizi uyarıyor bu konuda: “Notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık...” Edirne Eğitim 22 Sayfa Fotoğrafı: Beste ÖZDEN 19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA OSMANLI YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMLARININ YAPILANDIRILMASI* Murat ÇEŞME 80.Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılda, Abdülmecîd Hân devrinde, ilköğrenim hususunda, Sıbyân ve Rüşdiyye okullarını «dinî usûl dairesinde, toplumdaki herkes için öğrenilmesi zarurî olan ilim ve fenlerin öğretileceği bir tarzda ve zamanın gereklerine uygun bir biçimde» şekillendirip iyileştirmek için Meclis-i Maârif-i Umûmiyye'yi ve ardından da Mekâtib-i Rüşdiyye Nezâreti yerine Mekâtib-i Umûmiyye Nezâreti'ni kurarak İstanbul'da «Rüşdiyye» denilen okulları temellendirmiş; ortaöğrenim hususunda ise özellikle II. Abdülhamîd Hân devrinde 1885 yılı itibâriyle yeni İ'dâdîler kurarak ortaöğrenim teşkilâtını da yapılandırmıştır. (Hukuk Mektebi vs.) yapılandırılmış olan Osmanlı yükseköğrenimine ait yirmi yedi kurumun alanını, açılış amacını esas aldığımız tasnife göre şöyle sıralayabiliriz: a. Öğr etmen yetiştir mek yapılandırılan yüksekokullar: için İstanbul Dârü'l-Muallimîni (1874) ve Menşe-i Muallimîn Mektebi (1875). Bu okullarda «Sıbyân, Rüşdiyye ve İ'dâdiyye Mekteplerine muallim» ve «Askerî okulların asker hocalarından sivil muallim» yetiştirmek amacı taşınmıştır. 1850-1899 döneminde ilk ve ortaöğrenimde bir takım ıslahât yapan Osmanlı Devleti, maârif ıslahâtını (1850'ye kadar kurulmamış olan Osmanlı yükseköğrenim kurumlarını da kurmaya çalışarak) yükseköğrenim sahasında da uygulamak suretiyle siyasî, hukukî, tıbbî, eğitsel ve kültürel alanda tahsilli insan yetiştirebilmek için yükseköğrenim kurumları oluşturmuştur. b. Çeşitli alanlara personel yetiştirmek için yapılandırılan yüksekokullar: Telgraf Mektebi (1860), Lisân Mektebi (1864), Müze Mektebi (1874) ve Dilsiz ve Amâ Mektebi (1889). Bu okullarda «Telgraf memuru, Bâb-ı Âlî Terceme Odası ile Tahrîrât-ı Ecnebiyye Odası'na gereken Fransızca Mütercimler» yetiştirmek, «Osmanlı ülkesindeki âsâr-ı atîkanın bulunup incelenmesi ve korunması» ve «dilsiz ve amâ öğrencilere meslek edindirmek» amacı taşınmıştır. Bu cümleden olmak üzere, bazıları Abdülmecîd Hân, Abdülazîz Hân, V. Murâd Hân ve II. Abdülhamîd Hân devirlerine erişip yapılandırılan ve bazıları da isimlerini zikrettiğimiz bu dört padişahın devirlerinde kurulup teşkilâtlandırılan yirmi yedi yükseköğrenim kurumunun XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapılandırılışı açısından bu okulların özellikle kuruluş amaçlarını muhteva eden “mektep nizâmnâmeleri, irâde-i seniyye, sâlnâme ve ta'lîmâtnâmeler”den edinilen bilgiler göz önüne alındığında Osmanlı Devleti'nin temellendirmek istediği yükseköğrenimin ve yükseköğrenim mefkûresinin büyük bir çaba gerektirdiği daha iyi anlaşılmaktadır. Kullandığımız veri ve bulguların ışığında, 1850-1899 dönemindeki Osmanlı yükseköğrenimi çerçevesinde kurulan veya yapılandırılan yirmi yedi kurumla ilgili olarak vardığımız sonuçlar genel olarak şunlardır: c. Yönetici eğitimi için yapılandırılan yüksekokullar: Şehzâdegân Mektebi, Mülkiyye Mektebi (1859) ve Aşîret Mekteb-i Hümâyûnu (1892). Bu okullarda «şehzâdeleri ve zâdegân çocuklarını eğitmek», «kaza kaymakamlıkları, İstanbul'da Hükûmet merkezi daireleri, vilâyet merkezindeki kalem reislikleri ile bu derecedeki diğer memurluklara ve Devlet Şûrası A'zâ Mülâzımlığı, Sefâret Kâtiplikleri, Şehbenderlikler gibi önemli memuriyetlere memurlar» ve «Arabistan'da açılacak okullara muallim, kazalara kaymakam ve taburlara zâbit olarak görevlendirilebilecek zâtlar» yetiştirmek amacı taşınmış; «Aşîret Mekteb-i Hümâyûnu'na önceleri Arap aşîretlerinin sonraları ise diğer aşîretlerin de çocuklarının devamı» esas alınmıştır. 1. Osmanlı Yükseköğreniminin Yapılandırılış Alanları: Bu çalışmamız boyunca, İstanbul'u merkez alarak incelemiş olduğumuz ve bazıları taşrada da Edirne Eğitim 23 Ç. Hukuk eğitimi için yapılandırılan yüksekokul: Hukuk (1878). Mektebi Bu okul, Tanzîmât Dönemi'nden beri hukuk alanında yeni uzmanlara ihtiyaç duyulması sebebiyle ve ayrıca Adliyye Nezâreti'ndeki memuriyet ve hizmetlerde bulunmak için 1292 (1875) yılında bir Hukuk Mektebi açılmasına karar verildikten sonra kurulmuştur. d. Maliye-Ticaret eğitimi için yapılandırılan yüksekokullar: g. Dârü'l-Fünûn kurma amacını taşıyan bir bilim kurulu (Encümen-i Dâniş / 1851) ile yüksekokullar: Fünûn-i Mâliyye Mektebi (1878), Ticâret Mektebi (1882) ve Gümrük Dârü't-Ta'lîmi (1892). Dârü'l-Fünûn-i Osmânî Mektebi (1845), Dârü'l-Fünûn-i Sultânî (1874) ve Dârü'l-Fünûn-i Şâhâne (1900). Bu okullarda «güçlü ve bilgili maliye memurları» ve «Osmanlı ticareti ve maliyesine hizmet edecek erbâb-ı ma'lûmât» yetiştirmek, «gümrük memurlarını yalnız tarife işlerinde ihtisas sahibi yapmak» amacı taşınmıştır. Bu okullar, önce «Rüşdiyye ve orta tahsili almış olan kimseleri daha üstün bilgilerle donatmak», daha sonra «üniversite seviyesinde kurumlar oluşturmak» için ve II. Abdülhamîd Hân devrinde ise «Rüşdiyye ve İ'dâdîlerin sayılarında büyük bir artışın olması sonucunda yurtdışında tahsil görüp siyasî, fikrî ve ahlâkî yönden farklılaşmaya başlayan öğrenciler için İstanbul'da bir Dârü'lFünûn açılmasının faydalı olacağı görüşünün kabul edilmesi» sebebiyle yapılandırılmıştır. Nitekim, 1850-1899 sürecinde yapılandırılan bu Osmanlı yükseköğrenim kurumlarından mezun olan öğrencilerin, okullarının alanlarına uygun görev ve meslekleri yapabileceği ifade edilmiştir. e. Sağlık eğitimi için yapılandırılan yüksekokullar: Tıbbiyye-i Mülkiyye Mektebi (1866), Eczâcı Mektebi (1866), Mülkiyye Baytâr Mektebi (1887), Aşı Me'mûrları Mektebi (1892) ve Gülhâne Askerî Tabâbet Tatbîkâtı Mektebi ve Serîriyyâtı (1898). Bu okullarda «her şehir ve kasaba için tabip», «eczacı», «veteriner», «çiçek aşısını halka da uygulayabilecek aşı memurları» yetiştirmek ve «Askerî Tıbbiyye Mektebi'nden çıkan doktorların staj görmesini sağlamak» amacı taşınmıştır. 2 . Ya p ı l a n d ı r ı l a n O s m a n l ı Yükseköğreniminde Ders Programı, Bina, Bütçe, Öğretmen, Öğrenci ve Personel Temin Edilmesi: f. Mühendislik-Mimarlık eğitimi için yapılandırılan yüksekokullar: İncelemiş olduğumuz bu okullarda açılış amaçlarına uygun derslerin okutulması kararlaştırılmış ve müstakil bir Lisân Mektebi açılıp bazı okullarda bazı lisânların (Ticâret Mektebi'nde “Fransızca”nın) öğretimi zorunlu tutularak genelde «lisân eğitimine»; yine bu yükseköğrenim kurumlarında da (Mülkiyye Mektebi, Eczâcı Mektebi, Dârü'l-Fünûn-i Sultânî, Aşîret Mektebi Hümâyûnu vs.) «dinî ilimlerin öğretimine» büyük önem verildiği saptanmıştır. Zirâat Mektebi (1847), Orman Mektebi (1858), Ma'den Mektebi (1872), Fenn-i Resm ve Mi'mârî Mektebi (1876) ve Hendese-i Mülkiyye Mektebi (1884). Bu okullarda «basma fabrikasında işlenecek pamuğun yetiştirilmesi ve pamuk ziraatinin uygulamalı olarak öğretilmesi», «Osmanlı ülkesindeki ormanların yeni tarzda yapılandırılması», «orman memurları, ikinci sınıf Ma'den Mühendisliği raddesinde talebe ve mülkiyye mühendisleri yetiştirilmesi» ve «mimarlık eğitimimin verilmesi» amacı taşınmıştır. Hizmete başlayan okulların birçoğunda bina bulma sorunu meydana gelmiş ve açılması düşünülen okulların bazısı sarayda (Şehzâdegân Mektebi, Topkapı Sarayı'ndan sonra Yıldız Edirne Eğitim 24 4. Osmanlı Yükseköğreniminin İncelenmesinde Dikkate Alınması Gereken Hususlar: Sarayı'nda); bazısı özel yeni binasında (Dârü'lFünûn-i Osmânî Mektebi); bazısı çeşitli binaların tamir edilip okula dönüştürülmesiyle (Gülhâne Askerî Tabâbet Tatbikatı Mektebi ve Serîriyyâtı) hizmet vermeye başlamıştır. Yine bu okulların bazıları (Orman Mektebi, Hukuk Mektebi, Hendese-i Mülkiyye Mektebi, Dilsiz ve Amâ Mektebi) çok kez yer değiştirmiş, bazıları da başka okulun bünyesinde (Eczâcılık Mektebi, Mekteb-i Tıbbiyye'nin bünyesinde; Hendese-i Mülkiyye Mektebi ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn'a bağlı olarak) eğitim-öğretime başlamıştır. Söz konusu okullar içinde bütçesini, Hazine'den karşılayan da (Dârü'l-Muallimîn) olmuştur. Bu yükseköğrenim kurumları dönem dönem çeşitli nezâretlerin (Zirâat Mektebi, Nâfıa Nezâreti'nin; Mülkiyye Mektebi, önce Dâhiliyye Nezâreti'nin daha sonra ise Maârif Nezâreti'nin) yönetimi altında bulunmuştur. Yeni yüksekokullara alınacak talebeşâkird, muallim-hoca ve diğer personelin hangi vasıfları taşıması gerektiğini ve yapılandırılan her okulun tahsil süresini özellikle mektep nizâmnâmelerinde ayrıntılı bir şekilde belirten Osmanlı idârecileri bazen Osmanlı ülkesinin taşra bölgelerinden öğrenciler; bazen de Amerika ve Avrupa'dan (Orman Mektebi'ne Fransız muallim ve mütehassıslardan; Gülhâne Askerî Tabâbet Tatbîkâtı Mektebi ve Serîriyyâtı'na Almanya'dan) teknik ve bilimsel yardım kabul etmek suretiyle bu yeni okullarını yapılandırmıştır. Bu kapsamda şunu da belirtebiliriz: Osman Nuri Ergin'in bu tezimizin Kaynakça'sında da adı geçen “Türk Maarif Tarihi” adlı eserinin 1-2. cildinin 540., 541. ve 542. sayfasında, 19. yüzyılda Mekteb-i Tıbbiyye'de haftada iki gün «Avrupa'dan gelmiş olan iki kadın ebenin, sadece kadınların bulunmasına izin verilen bir ortamda ebe kadınlara, tatbikatında maketlerin kullanıldığı bir ebelik kursu verdiği» de ifade edilmektedir. Her gelişme, meydana geldiği ortamın toplumsal değerleri ve imkânları dikkate alınarak incelenmelidir. Bu durumda, yani XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'nin «meslekî ve akademik okulları yapılandırmasındaki hedef ve sonuçlar»ın incelenmesinde de Osmanlı Devleti'ndeki «dinî kurallar», «sosyal, siyasal ve kültürel değerler» ile «ekonomik imkânlar» dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda İslâm'a ve Türk kültürüne bağlı olan «Osmanlı maârifinin ıslahâtçı zâtları», Osmanlı eğitim teşkilâtının her kademesinde «Müslüman Türk kültürünü esas alarak» ve «Osmanlı Devleti'nin mâlî imkânları dâhilinde» ıslahât yapmaya çalışmıştır. 5. Osmanlı Padişahları ve Osmanlı Yükseköğrenimi: Osmanlı Devleti'nin XIX. yüzyılın ikinci yarısında Abdülmecîd Hân, Abdülazîz Hân ve V. Murâd Hân devirlerinde birçok yüksekokul kurulmuş ve yükseköğrenimin teşkilâtlanışı bağlamında önemli tecrübeler kazanılmıştır. Fakat bu süreçte eğitim-öğretim sahasında yapılan çalışmaların çoğu, süre olarak da tezimiz boyunca incelediğimiz 50 yılın son yarısını kapsayacak kadar geniş bir yer tutan II. Abdülhamîd Hân devrinde gerçekleşmiştir. Döneminde yaptığı maârif hizmetlerinden dolayı “Pâdişâh-ı Maârifperver” diye anılan ve Defter-i Masârifât-ı Hümâyûn adlı deftere göre «yetmiş milyondan fazla altın sarfıyla sayısı bin beş yüz elliyi aşan hayır ve eğitim kurumu» yaptıran II. Abdülhamîd Hân'ın padişahlığı boyunca ilköğrenim, ortaöğrenim ve yükseköğrenime önem verip dikkat etmesi, hem devrinde kurulan ve yapılandırılan yükseköğrenim kurumlarına dair arşiv belgelerinden hem de döneminde yayınlanan eserlerin gitgide “bilimsel, edebî ve teknik konulara” yönelmesinden kolaylıkla anlaşılabilmektedir. 3.Osmanlı Yükseköğr eniminin Yapılandırılmasının Temelindeki Asıl Amaç: Arşiv belgeleri üzerindeki tetkiklerimiz neticesinde, 1850-1899 döneminde yapılandırılan ve bu tezimizin konusunu oluşturan «Osmanlı maârif teşkilâtındaki 27 yükseköğrenim kurumu»nun yapılandırılmasıyla ilgili «maârif teşebbüslerinin ve harcanan çabaların temelindeki» asıl amacın «Osmanlı eğitim sisteminde var olan ya da tesis edilmesi düşünülen yükseköğrenim kurumlarını özellikle hem o günün şartlarını dikkate almak koşuluyla o çağın insanî gereklerine hem de İslâm inancıyla bezenen Türk kültürüne sâdık kalıp Osmanlı maârif teşkilâtının yükseköğrenimine yeni bir basamak meydana getirmeye çalışmak» olduğunu tespit etmemizi sağlayan birçok emarenin bulunduğunu gördük. Osmanlı Devleti'nde XIX. yüzyılın ikinci yarısında yapılandırılmış olan ve bu çalışmamızın konusunu oluşturan Osmanlı yükseköğrenim kurumlarının «insanlığın hayatını iyilik, dürüstlük, adalet, şifa ve hikmetle devam ettirebilmesi ve ilimden lâyıkıyla faydalanabilmemiz için önemli çabalar sarfedilerek yapılandırılmaya çalışıldığı» kanaatine varabiliriz. * Yazarın adı geçen Yüksek Lisans Tezi’nin sonuç bölümünden alıntılanmıştır. 495 Nuri Doğan, (1994): Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-1918), Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 31 Vahit Çabuk, (2004): Hedefteki Sultan II. Abdülhamid, Truva Yayınları, İstanbul, s.284 497 Fatmagül Demirel, (2007): II. Abdülhamid Döneminde Sansür, Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 153 496 Edirne Eğitim 25 SELİMİYE YAZMA ESER KÜTÜPHANESİ Musa ÖNCEL Kütüphane Müdürü Efendi'nin Kütüphanesinin iki yıl sonra Selimiye Kütüphanesine devredilmesiyle kütüphane daha da çok zenginleşmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunda sultanlar, paşalar, devlet adamları ve ilim adamları topladıkları kitapları kütüphane haline getirip vakfederek, insanlara faydalı olmaya çalışmışlardır. Edirne Türk Ocağı, Edirne Barosu, Edirne Lisesi, Edirne Kız Öğretmen Okulu gibi kurumlar kütüphanelerini ve kitap dostları da kitaplarını Selimiye Kütüphanesine bağışlamasıyla bugünkü haline ulaşmıştır. Selimiye Kütüphanesi 1.75 x 4.20 m ebadında küçük bir oda ile 9.00 x 6.65 m ebatlarında geniş bir salondan oluşmaktadır. Kütüphane Müdürlüğü tarafından yazma eserlerin tamamı, basma eserlerden de 4750 adedi dijital ortama (yazma ve basma eserler dijital kamera ile fotoğrafları çekilerek, bilgisayar ortamına JPEG formatında görüntü olarak) aktarılmıştır. Bu gün itibariyle Selimiye Yazma Eser kütüphanesi Müdürlüğünde 2600 Cilt'te (3384 adet) yazma, 5617 adet basma olmak üzere 8217 adet eser mevcuttur. Teşkilatlanmada Edirne Selimiye Yazma Eser Kütüphane Müdürlüğü, 30/12/2011 tarihinden itibaren İstanbul Yazma Eserler Bölge Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet vermektedir. E d i r n e , O s m a n l ı İmparatorluğu'nun ikinci başkenti olmakla kalmamış, aynı zamanda imparatorluğun, sosyal, siyasi ve k ü l t ü r e l özelliklerini XVIII.yüzyıla kadar s ü r d ü r m ü ş t ü r. İstanbul'un fethinden sonra da zaman zaman II. Başkent gibi padişahlar buradan imparatorluğu yönetmişlerdir. Edirne'nin hükümet merkezi olmasından sonra Sultan II. Murad'ın kurduğu Darulhadis Medresesi ve Saatli Medrese'de müderris ve talebeler için oluşturulan kütüphaneler, Gazi Mihal Bey'in ve Fazlullah Paşa'nın kurduğu kütüphaneler Edirne'nin ilk kütüphaneleridir. Selimiye Kütüphanesi; Osmanlı padişahlarından Sultan II. Selim'in Edirne'de Selimiye Külliyesi'nde, Selimiye Camii'nin içinde, sağ ön tarafta mahfil kısmında kurduğu kütüphanedir. (Selimiye Külliyesi, Sultan II. Selim emriyle, Mimar Sinan tarafından 976-982, (M.1568-1574) yılları arasında inşa edilmiştir.) Sultan II. Selim'in emriyle Hazine-i Amire’den temin edilen kitaplar, kütüphanenin nüvesini oluşturmaktadır. Sultan III. Selim'in gönderdiği kitapların ilave edilmesiyle Selimiye Kütüphanesi bir hayli zenginleşmiştir. 1222, (M.1807) yılında Sadrazam Çelebi Mustafa Paşa kendi kitaplarını Selimiye Kütüphanesine bağışlayarak kütüphaneyi zenginleştirmekle kalmamış, camekanla camiden ayırarak kütüphaneyi bugünkü haline getirmiştir. Sonraki yıllarda Edirne’de bulunan Sultan II. Murat ve Sultan II. Bayezıt'a ait Kütüphaneler ve Medrese, Camii, Tekke ve Zaviye'lerde bulunan kitapların Selimiye Kütüphanesinde toplanmasıyla daha da zenginleşmiştir. Ahmet Badi Efendi Selimiye Kütüphanesini 1890’larda mükemmel bir kütüphane olarak tanımlamaktadır. 1333, (M.1917) de açılan İttihat ve Terakki kütüphanesine bağışlanan Ahmet Badi KAYNAKÇA 1-http://www.yazmalar.gov.tr 2-Erünsal İ.E. (1991); Türk Kütüphaneleri Tarihi II, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını: 3-Kazancıgil R., Gökçe N. (2006). “Osmanlı Dönemi Edirne Kütüphaneleri” Edirne Eğitim Tarihi, İlk-Orta-Lise (1361-2006) Edirne Valiliği Yayınları, 4.Bilar E., (1998). “Edirne'de Bir Kitap Hazinesi: Selimiye Yazmalar Kütüphanesi” Türkiye İş Bankası, Kültür ve Sanat Dergisi, Edirne Özel Sayısı, Sayı:39, 5-Soysal, Ö.; T (2001), Türk Kütüphaneciliği, C:II, Kültür Bakanlığı, Kütüphaneler Genel Müdürlüğü yayınları, 6-Cumhuriyetin 50. Yılında Edirne; 1973 Edirne İl Yıllığı, İstanbul, 1973, 7-H:1309/M.1891-92 yılı Edirne Vilayet Salnamesi, 8-H:1319/M:1901-92 yılı Edirne Vilayet Salnamesi. 9-Kazancıgil R., Gökçe N., (2005). Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi Yayınları No:41, 10- Dr. Rıfat Osman, (1999). Edirne Evkâf-ı İslâmiyye Tarihi “Camiler ve Mescitler” Sadeleştiren Ülkü (Ayan) Özsoy,Ankara, T.C. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları 11-Ahmet Badi Efendi, Riyaz-ı Belde-i Edirne Edirne Eğitim 26 Dosya: 100.YILINDA BALKAN SAVAŞLARI Yangın söndü gün açıldı parçalandı zulmeti, Sen bizimsin ey Edirne ey Rumeli cenneti... 27 Doç.Dr.Rıdvan CANIM Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Bin dokuz yüz on iki uzunca bir misafirliğin bitiş tarihi kim bilir etin tırnaktan ayrılışı belki de büyük dedem Hasan’ın doğduğu toprağa son bakışıydı... Yıl iki bin on iki... kan sızıyor uykularımda yaramdan hala rüyalarımda öküz arabaları üstünde büyük ninem, birkaç tavuk, yatak, yorgan yorgun ve şaşkın öküzler yere düştü düşecek bir emanet kaldı ardımda ucu oyalı bir mendil miydi orada, neresiydi kim bilir geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu kızılca kıyametin koptuğu geceydi toplanın gidiyoruz işte o beş buçuk asırlık rüya yarım kaldı sevdalar daldaki meyve, tarladaki buğday beyaz badanalı kerpiç evlerin duvarlarında çocuk elleri, yarım kaldı oyunlar türküler donakaldı dudaklarda... geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu yüreğimi altına gömdüğüm o gül fidanı büyüdü mü kim bilir gitsem bulur muyum, gitsem yine dedemin çığlıklarını duyar mıyım o dağlarda sorsam “bir fasıldı unut gitsin !” mi derler yoksa bir gün oralara döner miyim kim bilir geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu savruldu birdenbire uykulu bedenler koşuşturmalar, ağlaşmalar el atmalar sağa sola ne varsa hatıralar sonra heybelere sığmayacak kadar çok taşınmayacak kadar ağır, yorgun hatıralar gömdüler toprağa hepsini birer birer bulmasınlar, görmesinler deyip yürüdüler gözyaşı yürüdü gözlerinden bir de... geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu birden bir muhacir hüznü kapladı dağları ben diyeyim binlerce hıçkırık siz ayrılık türküsü anlayın onu / ya da çığlık üstüne çığlık... geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu yollardaydık hasreti harmanlayan şu uzun, şu ince yollar gözyaşından çamura dönmüş yollar ben muhacir kızı Hayriye kim getirdi beni buralara / söyleyin kim şimdi neden kovuldum bağımdan, bahçemden dedemin yurdundan, evimden, barkımdan sabahı beklemeden hem de, bir gece yarısı neden / neden Edirne Eğitim 28 Yılmaz KAHRIMAN E.Ö.Subaşıay Ticaret Meslek L. Tarih Öğretmeni Büyük Göç BALKAN SAVAŞI Meşrutiyetin ilanından sonra, Balkan Savaşına kadar olan dört yıllık süre içinde, Osmanlı Devleti içeride ve dışarıda huzursuzdu. İçeride 31 Mart isyanı, parti çekişmeleri, Arnavut ayaklanması, azınlıkların devletten ayrılma faaliyetleri, dışarıda ise Bosna Hersek'in Avusturya tarafından işgali, İtalya'nın Trablusgarp'a asker çıkar ması, Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi gibi buhranlar, Meşrutiyet yönetiminin liderlerini zor durumda bırakmıştı. 1912 yılına gelindiğinde h a l k İ t t i h a t v e Te r a k k i iktidarından yüz çevirmiş, daha kötüsü ülkenin içinde bulunduğu durumdan ümitsizliğe düşmüş bulunuyordu. Ordu içerisinde siyası gruplaşmalar başlamıştı. İktidardaki İttihat ve Terakki, hükümet olma otoritesini kaybetmiş, Maliye, Bahriye ve Harbiye bakanlarının görevi bırakması sonucu 16 Temmuz 1912'de hükümet istifa etmek zorunda kalmıştı. İttihat ve Terakki iktidarının sona ermesi üzerine, ülkenin içinde bulunduğu duruma çare olması için herkesin güven ve takdirini kazanmış Ahmet Muhtar Paşa sadrazamlığa getirilmiş, tarafsız “ Büyük Kabine” adı ile yeni bir hükümet kurulmuştur. Büyük Kabine ilk iş olarak ordunun yetersizliği ve ekonomik gerekçelerle 65.000 askerin terhisine karar vermiştir. Trablusgarp Savaşının devam ettiği, Balkanların kaynadığı bir dönemde böyle bir kararın alınması büyük bir hata idi. Balkan Devletleri, Osmanlı Devletinin bu durumundan yararlanarak harekete geçme zamanının geldiğine karar verdiler. Tarihi politikası olan boğazları ele geçirme konusunda diplomasi yolu ile bir şey elde edemeyeceğini anlayan Rusya, Balkan birliğinin kurulmasına destek verdi. Aralarındaki siyasi ve ekonomik ayrılıklara rağmen Balkan Devletleri bir araya gelerek ittifaklar oluşturmaya başladılar. İlk olarak Bulgaristan ve Sırbistan 13 Mart 1912 de dostluk ve ittifak antlaşması imzaladı. 29 Mayıs 1912 de Bulgaristan ile Yunanistan arasında bir antlaşma yapıldı. Antlaşmalardaki ortak nokta, Balkanlardaki Osmanlı egemenliğine son vermekti. Bu üç devlet arasındaki yakınlaşmaya Karadağ'da Edirne Balkan Şehitliği Anıtı dahil olmuş ve böylece ittifak tamamlanmıştır. Artık Osmanlı'ya saldırmak için bahane arayan Balkan Devletleri, Makedonya ve Trakya' da Islahat yapılması bahanesiyle h a r e k e t e g e ç t i l e r. Balkanlardaki bu gelişmeler karşısında Avrupalı Devletlerin sessiz kalması, İttifak Devletlerini cesaretlendirmiştir. Balkan İttifakı 13 Ekim 1912'de ültimatomla Osmanlıdan resmen toprak talep etmişler, Osmanlı bunu reddedince önce Bulgaristan ve Sırbistan daha sonrada Yunanistan ve Karadağ savaş ilanında bulunmuşlardır. Osmanlı Devleti bu savaşta ordusunu ikiye ayırmıştı. “Doğu Ordusu” Trakya'da Bulgarlara karşı, “Batı Ordusu” Makedonya' da diğer Balkan Devletlerine karşı savaşacaktı Bulgaristan ile yapılan ilk savaşta Osmanlı Ordusunun bir bölümü yenilgiye uğramış, bunun üzerine Doğu Ordusu harekete geçmiştir. Ancak Bulgar kuvvetleri karşısında hezimete uğranılmış ve bütün Trakya kaybedilerek, Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kalınmıştır. Sırplar, İşkodra, Manastır, Yunanlılar, Selanik ve Yanya'da, Karadağlılar ise Yenipazar bölgesinde galip gelince Makedonya'nın tamamı kaybedilmiştir. Denizlerde yapılan savaşlarda da Osmanlı Devleti başarılı olamamıştır. Yunanlılar Ege adalarını işgal ettiler. Sadece Rauf (Orbay) Bey komutasındaki Hamidiye kruvazörü düşmana karşı kahramanca kaz Edirne Eğitim 29 savaşmış, ancak Karadeniz ve Adriyatik'te yapılan savaşlar da başarısızlıkla sonuçlanınca Ahmet Muhtar Paşa hükümeti istifa etmiştir. Yeni sadrazam Kamil Paşa da duruma çare olamamış, Avusturya ve İtalya'nın kışkırtması ile Arnavutluk' da devletten ayrılıp bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı Devleti Avrupa Devletlerinin girişimi ile barış yapmayı kabul etmiştir. 30 Mayıs 1913 de Londra`da imzalanan antlaşma ile Midye Enez çizgisinin batısında kalan tüm topraklar Balkan Devletlerine bırakılmıştır. Ege denizinde hakimiyet kaybedilerek, burası Yunanistan ve Bulgaristan'ın kontrolüne geçmiş, Sırp ve Karadağlılar, Makedonya bölgesinde büyük kazanımlar elde etmişlerdir. GETİRECEĞİ TECRÜBE, VERECEĞİ DERS AÇISINDAN MAĞLUBİYETLER, ZAFERLERDEN PEK DE AŞAĞI DEĞİLDİR. Ancak Balkanlarda kurulan bu statü hiçbir devleti memnun etmedi. Bu da II. Balkan savaşına sebep oldu. Bulgaristan'ın daha çok pay aldığını iddia eden müttefikler, Romanya'nın da kendilerine katılması ile II. Balkan Savaşını başlattılar. Tüm cephelerde yenilgiye uğrayan Bulgaristan'ın bu durumundan faydalanan Osmanlı Devleti saldırıya geçerek Doğu Trakya'yı geri almayı başarmıştır. Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşında Türkler, Anadolu'dan sonra ikinci yurt olan Rumeli'yi kaybettiler. Bu Coğrafyada bulunan Makedonya, Batı Trakya, Ege Adaları, Balkan Devletlerinin eline geçmiş, Arnavutluk' da İmparatorluktan ayrılmıştır. 93 Harbinde görülen göç ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi bu savaş sırasında yaşanmıştır. Ancak Balkan Savaşı sadece savaşan devletleri değil bütün Avrupa'yı etkilemiş, bloklar arasındaki gerginlik artmış ve neticede I. Dünya Savaşının yakın nedenlerinden biri olmuştur. Edirne'de Balkan Jandarma Şehitliği BALKAN SAVAŞINDAN ÇIKARILAN DERSLER 1-Orduya siyaset, siyasete ordu bulaştırılmamalıdır. 2-Barış zamanında ordunun, eğitim ve öğretimin tam anlamıyla gerçekleştirilmeli, daima savaşa hazırlıklı olunmalıdır. 3-Azınlıklara hiçbir zaman güvenilmemeli, onların daima ihanet edebilecekleri unutulmamalıdır. 4-Dış politikada planlı, tutarlı, ulusal çıkarlar doğrultusunda bir siyaset izlenmeli, dış devletlerin politikalarına mahkum olunmamalıdır. 5-Savaşta ve barışta psikolojik harekat önemsenmeli, moral motivasyon üst düzeyde olmalıdır. 6- Savaşlarda askeri kuvvetlerin kullanacağı iaşe, yol, silah cephane ve haberleşme araç gereçleri önceden tedarik edilmelidir. 7- Ne kadar iyi ilişkiler içinde bulunulursa bulunulsun hiçbir zaman Avrupalı Devletlere güvenilmemelidir. 8-Türkiye’yi yurt dışında temsil eden büyükelçi, konsolos, askeri ateşeler gelişmeleri yakından takip edebilmelidir. Türk Kadının Çilesi Bu Savaşta Hiç Bitmek Bilmedi. Kaynak: Siyasi Tarih: Fahir ARMAOĞLU Osmanlı Tarihi Kronolojisi: İ.H.DANİŞMEND Osmanlı Tarihi : Hammer Şükrü Paşa Anıtı - Büyük Lauresse Edirne Eğitim 30 MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA VE EDİRNE SAVUNMASI etmiş, ancak her türlü imdat ve yardım ümidinin kalmaması üzerine Selimiye Camii vb. ecdat şaheserlerinin tahribini önlemek kaygısıyla teslim olmayı uygun bulmuştur. Teslim alınan Şükrü Paşa'ya kılıcı daha sonra Bulgar kralı Ferdinand tarafından resmi tören ile iade edilmiştir. Yokluk ve sefaletin kol gezdiği, yiyecek olarak sadece süpürge tohumlarının kaldığı, cephanenin bittiği o günlerde Şükrü Paşa'nın hâl ve tavırları herkese cesaret kaynağı oldu. Cephede can pazarı olmasına rağmen o tebliğler yayımlayarak halka moral verdi. Harbin en çetin anında; “Düşman hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu mahalde gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir âbide dikeceklerdir.” diyerek son karakolun bekçisi olarak en güzel tavrı ortaya koydu. İmkânsızlıklar içinde hiç şikâyet etmeden sadece vazifesini yapan Şükrü Paşa'nın söylediği bu sözler, yiğitliğin âdeta tarifi oldu. Etrafında hâlelenen askerlerin her biri bu inançla düşmana mukavemet edince, Edirne Müdafaası tarihe altın harflerle yazıldı. Bu kahramanlığa düşman bile hayranlığını gizleyemedi. Şükrü Paşa'nın Edir ne'de imkânsızlıklar içinde yapmış olduğu müdafaa, o dönem âdeta bir ümit adacığı teşkil etti. Çünkü savaşın ilk günlerinden itibaren bütün cephelerden bozgun haberleri gelirken, teslim olmayan, bozguna uğramayan sadece Edirne vardı. Bu direniş milletin mücadele azminin canlı kalmasını sağladı, imkânsızlıklar içinde de bir şeylerin yapılabileceğini gösterdi. Şükrü Paşa ecdad yâdigârı eserlerin zarar görmemesi için, teslim olup, esir olsa da, yaktığı ümit meşalesi sayesinde, birkaç ay sonra 2. Balkan Savaşı'yla Meriç nehrine kadar olan topraklar geri alındı. Balkan Savaşı sırasında sadece Edirne düşmekle kalmadı, Düşman orduları Çatalca'ya kadar ilerledi ve gözünü İstanbul'a dikti. Devlet-i Âliye'nin Rumeli'deki toprakları çoktan paylaşılmıştı. Evlad-ı fatihan ise medeniyet ve insanlık götürdüğü, komşuluk ettiği milletlerin insanları karşısında düştüğü zor durum, onlardan gördüğü zulüm karşısında Anadolu'ya dönmek üzere yollara dökülmüştü. Doğdukları, büyüdükleri, evlendikleri ve ölülerini gömdükleri toprakları arkalarında bırakarak, sefalet içinde yollara düşmüşlerdi. Fatmanur AKTAŞ İlhami Ertem Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni Mehmet Şükrü Paşa Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında birçok mühim kumandanlıklarda bulunmuş ve 1912-1913 Balkan Harbi'nde "Edirne Müdafaası" ile şöhret kazanmıştır. Erzurumlu Ayabakan ailesinden Kolağası Mustafa ile Muhsine hanımın oğlu olarak 1857'de Erzurum'da doğmuştur Harp okulundaki eğitimi sırasında zekası ile dikkatleri çekerek, Almanya'ya askeri eğitimini tamamlamak için gönderilmiştir. Şükrü Paşa, topçu komutanı olarak tayin edildiği ve Tuğgenerallikten Orgeneralliğe kadar olan askerlik hizmetlerini Edirne'de geçirmiştir. Ordu Müfettişliği görevi sıralarında Türk gençliğinin yetişmesi için gösterdiği büyük ilgi yüzünden konağının dönemin en mümtaz genç kur may subayları ile dolup boşalması sebebiyle, saraya jurnal edilen Şükrü Paşa 1905 senesinde Selanik'e sürülmüştür. Prusya ordusu misali üstün bir disiplin içinde eğittiği Edirne'deki İkinci Ordu'dan sonra Selanik'teki Üçüncü Ordu da kısa bir zamanda değişmiş ve askerlik hayatındaki aşırı disiplin merakı ve titizlikleri dolayısıyla, ileride alacağı "Edirne Müdafii" lakabından önce, ordu çevresinde "Deli Şükrü Paşa" olarak ün salmıştır. Balkan Savaşlarının başlamasıyla, Edirne Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na tayin edilmiştir. Askerlik hayatının son ve en şerefli vazifesine tayin olunduğu zaman, Şükrü Paşa'ya verilen yazılı emirde, Edirne'nin muhtemel bir kuşatması halinde, yalnız kırk gün müdafaa edilmesi kendisinden istenmiştir. Müstahkem Mevki'deki cephane bolluğuna rağmen, süpürge tohumundan yapılmış ekmek, at eti, kurbağadan başka yiyecek bir şey olmadığı, düşmanın teslim tekliflerini reddederek hükümetlerinin her türlü desteğine nail olmuş vaziyette ve refah içindeki Bulgar ve Sırp ordularının saldırılarına 5 ay 5 gün mukavemet Edirne Eğitim 31 Edirne'nin Düşüşü ve Yağması kendisi de kolbaşında olarak, kılıç çekmiş durumda şehre girdi ve Hıristiyan vatandaşların alkışları arasında ana caddeden geçerek Saraçhane köprüsüne kadar ilerledi. Biraz sonra da Bulgar Piyade Birlikleri yürüyüş kolunda, önlerinde bandoları olduğu halde Kıyık mahallesinden içeri girerek Edirne caddelerinde ve sokaklarında gösteri yürüyüşleri yapmışlardı. 27 Mart 1913’te Bulgar kralı Ferdinand Edirne'ye gelmiş öğleden sonra Bulgar birlikleri Saraçhane başında kralın önünde bir geçit remi yapmışlardır. Geçit resminden sonra, kral Müstahkem Mevkii Komutanı General Şükrü'yü kabul etti ve kılıcını kendisine verdi. (Tahribat emri ile bütün subayların kılıçların kırılmış olduğundan kralın kılıç iadesi merasimini yapabilmesi için, zorlukla ancak bir kılıç bulunabilmişti4. Bulgarların Edirne'ye girmesinden sonra yaptıkları, yabancı gazete muhabirleri tarafından da insanlık için bir leke olarak vasıflandırılmıştır. Cephelerden gelen subayların bir kısmı Hıdırlık tabyasında toplandılar. Buradan Karaağaca ve sonra Sofya ve Filibe'ye gönderildiler. Erler ve bir kısım subaylar Tunca üzerindekileri adacıkta Sarayiçi'nde toplattırılmıştı. Kısmen bataklık olan bu adacıkta binlerce insanın toplanması, Bulgarlarca bir emniyet tedbiri olarak tefsir olunabilirse de, bu tedbir pek zalimane olmuştur. “Edirne de Tunca Adasında 5000 esir Türk askeri öldürülmüştür. Sarayiçi'nde 15000 esir Türk Askeri ve 5000 ahalinin ekserisi açlık ve süngü darbeleri ve kurşunla şehit edilmişlerdir.” Yabancı muhabirlerin, ölüm ve elem adası adını verdikleri bu adacıkta, Türk esirlerinin durumu, tüyler ürpertici facialarla doludur. Dr. Rıfat Osman'ın hatıralarından: “Sukutun 2. Günü, Mihal Köprüsü üzerindeki hanemden, misafirin Dilâver Hazar Bey'le birlikte, on Bulgar neferi ile alınarak Sarayiçi'ne götürülmek üzere uzaklaşırken, eşyalarımın, kitaplarımın yağma edilmekte olduğunu görüyordum. Sarayiçi'nde adalet kasrının yanına vardığımızda şark cephesi zabitan ve efradının ekserisinin yerlerde yatmakta ve yağmakta olan hafif yağmur altında ıslanmakta olduklarını gördüm. Kaputlarının gasptan kurtarmaya muvaffak olan zabitan ve efradımız bahtiyarlar sırasına geçmişler ve bütün geceyi aç oldukları halde yağmur altında geçirmişlerdir. Sarayiçi'nde başlayan tahammülsüz esaret hayatının ikinci günü, zabitana bir ekmeğin dörtte biri verildi. Efrat ise aç.. Bir kaç saat ıslanması ile yenilmesi mümkün olan bu ekmekler kim bilir kaç gün evvel pişmişler, üst kabukları yemyeşil, içleri küf kokulu, kurtlu… Sarayiçi'ndeki efrat arasında yevmiye 2030 5 kişi ölmeye başladı.” B u l g a r ordusu 24 Martta Edirne'ye saldırdı. Çetin ve sürekli top ateşleri ve saldırılarla 26 Mart'ta kenti ele geçirdiler. 26 Mart saat 8:30'da Edirne M ü s t a h k e m Mevkii'nin bütün doğu cephesi savunma mevziileri Bulgar kuvvetlerinin eline geçmiş bulunuyordu. Öteki cephelerdeki Türk kuvvetleri ise, muharebe ileri karakol mevziilerini kaybetmelerine karşın hala savunmaya devam ediyordu. Bununla beraber cephane depolarının yakılmaya başlaması kalenin genel direnme gücünün kırıldığını göstermekteydi. Nitekim çok geçmeden, harekâta son vermeyi kararlaştırmış bulunan müstahkem mevkii komutanları bu amaçla, her cepheden çıkarılan konuşma memurlarını, taarruz etmekte olan Bulgar ve Sırp komutanlarının yanı gönderdiler. İki taraf arasındaki ateş 26 Mart 1 09:45’te kesilmiştir . Hafız Rakım Ertür'ün anılarında; “Çarşamba sabahı verilen karar gereğince emre uyularak Arda Demiryolu köprüsünün havaya uçurulmasından sonra öğleden evvel saat 8:15 (alafranga) da Hızırlık'ta genel karargâh önündeki telsiz telgraf merkezinin yüksek direğine asılan düzbeyaz bayrak hakikatin faciasını ilân ediyor ve kahraman Edirne tam beş aylık kuşatma fecaatına sabır ve tahammülden sonra şan ve şerefiyle teslim olunuyordu2. Şehirde büyük bir insan kalabalığı toplanmıştı. Şehirde bulunan Hıristiyan halk ise Türk'ün kötü gününü sevinçle karşılıyorlardı. Türk mahallelerine hücum ederek cana, mala ve ırza saldırdılar. Bulgarlar Edirne'nin ele geçirilmesi Türk kuvvetlerinin ve komutanlarının tutsak edilmesi şerefini tam olarak kendilerinde kalmasını istiyorlardı. Sırplara hiçbir hak tanımıyorlardı. Bulgar kuvvetleri Edirne Doğu Cephesini tam olarak ele geçir miş, bir kısım birlikleri şehri kuzey mahallelerinin sınırlarında toplanmıştı. Düşman eline geçmesin diye ateşlenen cephanelerden çıkan duman bütün şehri kaplamıştı3. Bulgar Doğu Bölgesi Komutanı önce süvarilerin şehre girmesini uygun bularak, büyük kısmıyla Karabayır’da bulunan süvari müfrezesine emir gönderdi. Emri 26 Mart saat 09:20 de alan müfreze komutanı Albay Marhalef, birliğini şase boyunca hızla hareket ettirdi. Saat 10-20 sıralarında kendisi de kolbaşında olarak, kılıç çekmiş durumda 1 Şadi ŞÜKAN Balkan Harbi Edirne Kalesi ve etrafındaki muharebeler s.335 Ratıp KAZANCIGİL,Balkan Savaşlarında Edirne Savunması Günleri, Kırklareli 1986, s.88. 3 Tosyavizade Dr. Rifat Osman, Edirne Rehnüması(Edirne Şehir Kılavuzu yayınlayan Dr. Ratib Kazancıgil), Edirne 1994 s.15 4 Nazım ÇAĞAN, Balkan Harbinde Edirne (TTK) Ankara 1993 s.207 5 İlker ALP, Bulgar Mezalimi Ankara 1990, s.30 2 Edirne Eğitim 32 Şehit Öğretmen RESSAM HASAN RIZA (1858 - 26.3.1913) Kıyık Semti'ne devam eden sokak) hizmet verirken 4 1898 yılında okulun kapandığını tespit ediyoruz. Sahibi bulunduğu Numune-i Terakkî Mehmet AĞIRGAN okulunda Müdürlük yapan Ressam Hasan Rıza; Araştırmacı - Yazar Resim, Fransızca ve Beden Eğitimi derslerini veriyordu. O yıllarda Resim Öğretmenliği'ni kendi Ressam Hasan Rıza 1858 yılında İstanbul okulu dışında Sanat Okulu, Askeri Rüştiye ve İdadi-î 5 Üsküdar'da doğdu. Askeri İdadi'den sonra Sultanî Okulu'nda da(Edirne Lisesi) sürdürüyordu. Harbiye'de iken başlayan Osmanlı-Rus Savaşı'na Kendi okulunda, zamanın bir çok ünlü öğretmeni (1877-78) katıldı. Savaşta tanıştığı İtalyan ressama görev almıştı. Mahzar Müfit Kansu Coğrafya, Dertli muhafızlık yaparak resim sanatının inceliklerini Mustafa beyin oğlu Hacı Nuri Bey (Edirne Lise'si öğrendi. Savaş sonrası Harbiye yerine Bahriye'ye Matematik Öğretmeni idi.1903 yılında Bulgar 6 kayıt yaptırarak Heybeliada'ya yerleşen İtalyan Komitacılar tarafından fidye için öldürülmüştü. ) ressama ziyarete devam etti. Okulu bitirdiğinde Matematik derslerini veriyordu. resim sanatını çok yönlü özümlediği için 1883 Numune-i Terakkî Okulu'nda okuyan yılında askerlikten ayrılarak, önce Bulgaristan'da öğrenciler de o yılların ünlü ailelerinin çocukları idi. Varna ve Pravadi Rüştiyeleri'nde öğretmenlik 1 Eski Cami İmamı Mehmet Bey'in oğlu Rakım Ertür yaptı. Daha sonra İtalyan ustasının da desteğini (Kendisi de daha sonra Eski sağlayarak İtalya'ya gitti. Cami İmamı oldu), sonradan Milli İtalya ve Mısır'da yaklaşık 9 Reasürans Müdürü Rabbani yıldan fazla çalışmalar Tunaman, İbrahim Zara (Edirne yaptıktan sonra tekrar 1892 2 Vilayeti Mektupculuğu da yapmış yılında Türkiye'ye döndü. Siyasal Bilgiler Mezunu), eski Hasan Rıza o yıllarda Jandarma Genel Komutanı Edirne'ye gelerek Karaağaç Kemal Yaşınkılıç, eski Maliye semtine yerleşti. Karaağaç Müsteşarı ve Reji İdaresi Paris Avrupa Demiryolu üzerinde Müdürü Ali Rıza Reymen, ünlü Konsolos Konakları'nın Ord.Prof.Dr.A.Süheyl Ünver, bulunduğu, sinema, cafe, Ressam Hayri Çizel, emekli Amerikan Gazinosu, yabancı Binbaşı Alâeddin Arıman ve ünlü uyruklu okullar (İtalyan, Rum, R e s s a m Ta h s i n K a r a y e l ' i Ermeni ve Avusturya) ile sayabiliriz. eğlence merkezlerinin çok Ressam Hasan Rıza'nın sık rastlandığı bir kültür semti Müdürlük yaptığı ikinci okulu ise, özelliğini taşıyordu. Un ve halkımızın klasik adı ile bildiği ipek üretim fabrikaları ile de (Bugünkü resmi adı: Teknik Lise ekonomide farklı bir ve Endüstri Meslek Lise'si) Erkek alternatife sahipti. Kısacası Sanat Okulu'dur. Bu okul 1877 cazip bir yerleşim alanı Osmanlı-Rus Savaşı (1293 durumunda idi. Harbi) sonunda öksüz kalan Ayna karşısında kendi fırçası ile Hasan Rıza portresi. Ressamlığı yanında çocuklar için Edirne Valisi Rauf en önemli özelliklerinden Paşa tarafından yaptırılmıştı. birisi olan öğretmenliği ile de Islâhâne adını da alan bu okula 180 erkek ve 125 büyük hizmetler veren üstad; Hayri Çizel, Tahsin kız öğrenci alınmıştı. Hoca İvaz Medresesi'nde Karayel ve Emekli Binbaşı Alâeddin Arıman gibi kurulan okulun çevresi de istimlak edilerek 1882 ünlü ressamları yetiştiren Hasan Rıza, Numune-i yılında yeniden o zaman ki Edirne Valisi Kadri Paşa Terakkî isimli (İlk ve Orta bölümü vardı) özel tarafından ahşaptan inşa edilmişti. Daha sonraki okulunu Kadirhane Sokağı'nda (Bugünkü Ziraat yıllarda Melce-î Eytam adını da alan bu okulun ismi, Odası binasında) açtı. Kadirhane Sokağı o yıllarda 1895 yılından itibaren Sanayi-î Hamidiye olmuştur. Meriç Nehri Deltası'na cephe, zenginlerin ve Çeşitli el sanatları ile örgü işleri öğretilen okulda paşaların oturduğu konakların sıralandığı bir semt Hasan Rıza Bey'in 1908 yılından itibaren Müdür 3 7 durumunda idi. Daha sonra okulun bugünkü olarak görev aldığını tespit ediyoruz. Sarıcapaşa Mahallesi Soğuk Çeşme Sokağı'na Belgelere göre kendisi okulun 3. (Kurtuluş İlköğretim Okulu yanından Kıyık Semtine Müdürü'dür. Eski Edirne Valisi Abdurrahman Paşa giden yol) oradan da Zehrimar Camii Sokağı'nda tarafından iki katlı olarak yaptırılan bugünkü (Selimiye Camii arkası Müftülük binası yanından Edirne Eğitim 33 tespit edilerek reprodüksiyonlarının (Tıpkı basım) hazırlanıp onun adına Edirne'de bir müzede sanat severlere sunulması ona olan bir vefa borcumuzdur. Hasan Rıza'nın Fatih'n İstanbul'a Girişi Tablosu-1903 (Sol başta Yeniçeri kıyafetiyle kendisi) binanın üst katında bulunan Müdür odasının (Bugün için bu oda Kütüphane) iki gömme dolabının duvarına o yıllarda Hasan Rıza tarafından yapılan resimler bugünlerde camlı çerçevelerle korumaya alınmıştır. Bilindiği üzere Sanat Okulu 1912-13 Balkan Harbi sırasında Hastane'ye dönüştürülmüş olup Müdürlüğü'ne de Hasan Rıza Bey getirilmişti. Edirne'nin işgal edildiği gün hastane'den her zaman kullandığı Landon'u ile (Bir nevi Fayton) Karaağaç'taki evine (Karaağaç'ta İstasyon yakınında Un Değirmeni yanında) giden ressamı, 8 Bulgar askerleri süngülerle şehit etmişlerdi. Tablolarında imza yerine kendi portresini yapardı. Karaağaç'ta bulunan ve daha sonra yıkılan evinin 9 boş arsası gazete ilanı ile satılığa çıkarılmıştı. Sanatına hayran olduğu Mimar Sinan'ın resmini de İtalya gezisi sırasında bir İtalyan 10 ressamdan adapte etmişti. Resim sonraki yıllarda öğrencileri (Özellikle Kamacı Zabiti Şahançalı Şehit Mehmet Bey) tarafından çoğaltılıp topluma dağıtılmıştı. Hasan Rıza, her sene Mimar Sinan'ın ölüm yıl dönümünde Selimiye Mihrabı yanında saatlerce dua ederek ona olan saygısını gösterirdi. Türk Milli Eğitimi'ne yıllarını veren üstad Şehit Hasan Rıza Beyi; Varna, Pravadi, Numune-i Terakki, İdadi-î Sultanî, Askeri Rüştiye ve Edirne Sanat Okulu öğretmenliklerinde gözlemliyoruz. Yurt içi ve Yurt dışında çeşitli kişi ve kuruluşların ellerinde bulunan şehit Hasan Rıza tablolarının Hasan Rıza’nın Karaağaç Jandarma Şehitliği'ndeki temsili mezarı. 1 Peremeci, Osman Nuri. Edirne Tarihi. İstanbul 1939. Resimli Ay Matbaası. 456s. Art Decor Dergisi. Şehit Hasan Rıza. Tülin Çoruhlu. İstanbul 1995. Sayı:24. S:170-172 3 Edirne Hudut Gazetesi: 17.12.2004 4 Ünver, Prof.Dr. Suheyl. Ressam Şehit Hasan Rıza Hayatı ve Resimleri. İstanbul 1971.S:22+16 5 Erman, Atıl. Türk Milli Eğitimi'nin Ulu Çınarı Edirne Lisesi. İstanbul 2007. 195s. 6 Soyyanmaz, İ.Hakkı. Tulumbacılar Ve Edirne Tulumbacıları. Edirne 2002. Eser Matbaacılık. 198s. 7 Kısaparmak, Necip Fazıl. Milli Eğitim Cephesiyle Edirne. Elazığ 1968. Turan Matbaası. 126s. 8 Yetik, Sami. Ressamlarımız. C:1. İstanbul 1940. S:137. 9 Edirne Milli Gazete: 22.5.1930 10 Edirne Gazetesi:9.4.1991 2 Edirne Eğitim 34 BALKAN SAVAŞLARINDA “OSMANLI BASINI” İsmail KASAPOĞLU Edirne Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Tarih Öğretmeni Balkan Savaşları Osmanlı Devleti'nin yıkılış sürecini hızlandıran üç büyük savaştan ikincisidir. Trablusgarp Savaşı'nın hemen ardından patlak veren bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışındaki bütün Avrupa topraklarını kaybetmiştir. Balkanlar'da yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan durum ile ilgili olarak Leonard RavenHill tarafından 1912 yılında çizilen ve Punch adlı dergide yayınlanan yandaki karikatürde Balkanlar, kaynayan bir kazana benzetilmiştir. Kaynayan ve taşmak üzere olan Balkan kazanının üzerine 5 devlet oturmuş ancak kazanın kapağının kapanmasını ve durulmasını s a ğ l a y a m a m ı ş t ı r. Gerçekten de durum bundan farksız değildir. değişikliğinin kabul edilmeyeceğini, Balkanlardaki statükonun aynen devam ettirileceğini ilân etmişlerdir. Bu bildirinin ilân edilmesinin altında Osmanlı Devleti'nin savaş meydanında dört Balkan devletini birden yeneceği korkusu yatmaktadır. Balkan Savaşları sırasında İstanbul'da bulunan Alman gazeteci Wilhelm Feldmann hatıratında, İttihat ve Terakki'nin ortak miting davetinin reddedildiğini ve bu yüzden sabah saat 10.00'da Hürriyet ve İtilaf yanlılarının, saat 14.00'da İttihat ve Terakkicilerin miting yaptıklarını belirtmektedir. Söz konusu durum savaş sırasında bile particiliğin önlenemediğine bir kanıttır. Osmanlı Devleti'nin bu süreçteki duruşunu anlamak açısından Hariciye Nazırı Gabriel Noradunkyan Efendi'nin İstanbul'da bulunan savaş muhabiri Stephan Lauzan'la yaptığı m ü l a k a t m ü h i m d i r. Noradunkyan “Biz yenilik yaptıkça, ıslahat girişimlerinde bulundukça, Eğer düşman topraklarına girersek yabancı bir yerdeki yabancı bir evdeki misafirler gibi hareket edeceğiz. Eğer yenik düşersek neticeyi namusluca kabulleneceğiz. Hiçbir zaman bize zulüm ve ikiyüzlülük isnat edilemez.” diyerek Osmanlı Devleti'nin duruma karşı tutumunu ortaya koymuştur. Savaşın başlaması İstanbul'da büyük bir heyecan ile karşılanmıştır. Tanin “Muharebe Başladı: Evvela Karadağ!” başlığıyla okuyucularına haber verirken, başyazının başlığının “Hele Şükür!” olması dikkate değerdir. Sabah Gazetesi ise savaşın ilân edildiğini güne kadar olan süreçte “Harp Bizim de İşimize Gelir”, “Yaşasın Harp” gibi başlıklar atarak savaştan çekinilmemesi gerektiğini hatta olası bir 4 Ekim 1912 tarihinde Sultanahmet meydanında iki büyük miting birden düzenlenmiştir. Bu iki miting de savaş yanlısı sloganların atıldığı mitingler olmuştur. Bunlardan ilki sabah saatlerinde Hürriyet ve İtilaf Partisi tarafından yapılmış, öğleden sonra ise İttihat ve Terakki yanlılarının tertiplediği miting gerçekleştirilmiştir. Bu büyük eylem Osmanlı basınında da büyük yankı bulmuştur. Tanin Gazetesi “Dünkü Büyük Nümayişler: Harp! Harp!” başlığı altında verdiği haberlerde “Yaşasın vatan, yaşasın harp” sloganlarının atıldığını ve Osmanlı halkının Balkan devletlerine meydan okuduğunu vurgulamıştır. Osmanlı Devleti'ne verilen mühletin son günü olan 8 Ekim 1912'de büyük devletler adına Avusturya ve Rusya bir bildiri yayınlayarak Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında savaş çıkacak olursa, bu savaşın sonunda Rumeli'de herhangi bir sınır Edirne Eğitim 35 Osmanlı basınında yurt dışı kaynaklarına dayandırılarak verilen haberlerde Edirne önlerindeki Bulgar ordusunun çok zor bir durumda olduğu bildiriliyordu. Bu sırada gerçekte Osmanlı basınında ise Edirne konusunda bir kararsızlık hâkim olmuştur. Cepheden gelen telgrafların hemen hemen tamamında büyük başarılardan ve çok sayıdaki Bulgar kayıplarından bahsedilmesine rağmen bir türlü beklenen zaferin gelmemesi kamuoyunu şüpheye düşürmüştür. Basında Edirne sorunu Fransa ile Almanya arasında sorun olan Alsace Lorraine sorununa benzetilmeye b a ş l a n m ı ş t ı r. İ k d a m ' d a Osmanlı Devleti'nin sunmuş olduğu şartların Balkan devletleri tarafından esas itibariyle kabul edildiği ancak bazı noktalarının müzakere edilmesine ihtiyaç olduğu şeklinde yansıtılmıştır. Osmanlı basınında ise Edirne konusunda halkın moralini yükseltmek amacıyla açıklamalar yapılmaya devam edilmiştir. İkdam Gazetesi'nde Edirne'nin hem maddî hem de manevî olarak gayet iyi durumda olduğu ve Bulgarların yalan iddialarına inanılmaması gerektiği duyurulmuştur. Mahmud Şevket Paşa 27 Mart 1913 sabahı Edirne'nin düşmekte olduğunun gazetelere ilân edilmesi emrini vermiş ve bu haber İstanbul'a bomba gibi düşmüştür. 27 Mart tarihli gazeteler Edirne'nin düştüğüne dair haberlerin yalan olduğunu, Bulgar saldırıları altında olan Edirne'nin direnişini sürdürdüğünü ilan etmelerine rağmen ertesi günkü nüshalarında acı haberi duyurmak zorunda kalmışlardır. Gazeteler, Edirne'nin Bulgar işgali altına girişi sürecini aydınlatmaya çalışırlarken, Edirne'nin gerek kuşatma altında olduğu dönemde ve gerekse işgal sürecinde Şükrü Paşa'nın başarılı faaliyetlerini anlatarak ve Şükrü Paşa hakkında yabancı basın organlarında çıkan övgü dolu haberleri aktararak Mehmed Şükrü Paşa'yı kahramanlaştırmışlardır. Örneğin; Sabah Gazetesi'nde yayınlanan başyazı “Kahramanlığın Kıymeti” adını taşımaktadır. Hemen ertesi gününde de başyazıya “Şükrü Paşa” başlığı atılmış ve övgü dolu sözlere yer verilmiştir. İkdam Gazetesi'nin 30 Mart tarihli başyazısı da “Şükrü Paşa” başlığını taşımakta olup kendisini öven sözlere yer verilmiştir. savaşın Osmanlı'nın çıkarına olacağını savunmuştur. Osmanlı Devleti'nin doğal sınırlarının Tuna kıyıları olduğunu savunan gazete, savaşın başladığı gün ise halkı silahlarının başına davet etmiştir. (Nazım Paşa: Sofya, Belgrad, Çetine ve Atina'da şöyle bir dolaşacağım. Bir bilet istiyorum. Bilet memuru (İngiliz elçisi): Yalnız mısınız? Nazım Paşa: Hayır! Şimdilik yedi, sekiz yüz bin kişi. (Ortadaki Karikatür) İkdam Gazetesi de diğer gazetelere benzer bir tavır takınmıştır. İkdam, “Harp İstiyorlarsa Harp Ederiz”, “Vazife Başına” gibi başlıklar atarak savaşa taraftar olduğunu alenen g ö s t e r m i ş t i r. A y r ı c a Balkan birliğini küçümseyen gazete, bu ittifakın temelsiz bir biçimde inşa edildiğini ve dağılmaya mahkûm olduğunu iddia etmiştir. Savaşın ilân edildiği gün olan 8 Ekim 1912 tarihinde Tanin'de Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti'nin Avrupa toprakları üzerindeki hedeflerini açıklayan bir harita yayınlanmış ve üzerine “Nasıl Paylaşacaklarmış?” başlığı atılarak, müstehzi bir çizimle büyük boy bir Türk askerinin yanına ancak beline kadar gelebilen dört Balkan devletinin askeri resmedilmiştir. Edirne'den Ahmet Şerif Bey'in Tanin Gazetesi'ne çektiği telgraf önemlidir. Telgrafta Edirne etrafında ilerlemek isteyen düşmanın şiddetli çarpışmalar neticesinde geri çekilmeye mecbur kaldığı anlatılmakta ve gelen bu telgrafa yorum olarak gazetede “Ahmet Şerif'in bu telgrafını her halde bir nişâne-i muvaffakiyet olarak kabul edebiliriz” denilerek bu harekâttan övgü ile bahsedilmektedir. İkdam Gazetesi'nin Edirne'deki özel savaş muhabiri Kenan'ın 25 Ekim tarihli telgrafında Bulgarların bin bir türlü hileye başvurduğu bildirilmekte ve Osmanlı sancağı göstermek, namaz borusu çaldırmak, “padişahım çok yaşa” diye bağırmak gibi hilelerle Osmanlı askerini taciz ettiğini haber vermektedir. Bulgarlar bütün savaş boyunca psikolojik harekâta devam edecek ve şehre attıkları beyannâmelerle Osmanlı askerinin direncini kırmaya çalışacaktır. Edirne Eğitim 36 Edirne'nin Bulgar işgali altına girmesi tüm Osmanlı topraklarında büyük bir üzüntüye sebep olmuştur. Her ne kadar Tanin Gazetesi “Edirne Sükût Etti, Fakat Millet Manen Yükseldi” manşetini atsa da İstanbul başta olmak üzere bütün ülke büyük bir yas havasına bürünmüştür. Yurtdışından Osmanlı Devleti'ne destek veren bir ses olarak Pierre Loti'nin beyanatı Osmanlı basınında yer almıştır. Pierre Loti, Edirne ziyareti sonrası Bulgar vahşetini Daily Telegraph Gazetesi'ne gönderdiği telgraf aracılığıyla tüm dünyaya da duyuracaktır. Pierre Loti söz konusu beyanatında Edirne kalesi içerisinde mahsur kalanların aylardan beri imkansızlıklar içerisinde kahramanca mücadele ettiklerini, ancak “kanlı katillerin” şehre girişine mani olamadıklarını belirtmektedir. Basın, savaş öncesindeki iyimser ve gerçekdışı yorumlarından seferberlik ilanı ile sıyrılabilmiş ve hemen arkasından savaşı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Harp, güle oynaya karşılanmış ve Osmanlı Devleti'nin kesin olarak galip geleceği iddia edilmiştir. Savaş sırasında sık sık hayali zafer haberleri yapılmıştır. Ancak, Osmanlı ordularının kısa sürede yenilmeye başlaması şaşkınlık yaratmış, gazeteler kamuoyunu teskin etmek ve ümitsizliği engellemek için olayları farklı şekilde okuyuculara aktarmaya çalışmışlardır. Edirne'nin geri alınmasına kadar geçen sürede Edirne'de yaşananlara dair haberler vermeye gayret gösteren Osmanlı basını aynı zamanda kuşatma esnasında şehirde bulunanların günlüklerini yayınlamaya başlamış ve böylece Edirne'nin kuşatıldığı sürece dair ayrıntılı bilgileri okuyucularına ulaştırmışlardır. Bu kapsamda Edirne Valisi Halil Bey ve Edirne'deki Fransız konsolosunun günlükleri yayınlanmıştır. II. Balkan Savaşı sırasında Edirne'nin geri alınışı esnasında basında da heyecanlı bir bekleyiş hâkimdir. Tanin “Edirne'ye!” başlığı ile Osmanlı ordusunun harekete geçişi konusunu işlemekte ve “Ordu Edirne Yollarında” gibi şiirlerle de Türk halkının duygularına hitap etmektedir. 23 Temmuz 1913 günü Edirne'nin Türk ordusu tarafından kurtarılması büyük bir sevinç yaratmıştır. Tanin “İkinci Büyük Bayram: 10 Temmuz Edirne ve Kırkkilise'nin İstirdâdı” manşeti ile Doğu Trakya'nın kurtarılışını manşetine taşımıştır. İkdam ise Osmanlı ordusunun ileri harekâtını “Osmanlı Ordusu İlerliyor” manşeti ile verirken, Edirne ve Kırklareli'nin geri alınışını resmi bildirilerle okuyucularını müjdelemiştir. İkdam Gazetesi'nin özel muhabiri Macid'in verdiği bilgiye göre 23 Temmuz günü tüm şehir bayraklarla süslenmiş ve bir Osmanlı tayyaresi Dimetoka yönünden Edirne'ye gelerek şehrin üzerinde bir uçuş gerçekleştirmiş ve halktan büyük alkış almıştır. Edirne Selimiye Camii Şerifi'nde: Karagöz: “Artık bizim için buradan çıkmak yok Hacivat: Çünkü muhterem Enver Bey, kesin sözünü buraya çekti: “Buradayız, burada kalacağız.” KAYNAKÇA Togay Seçkin BİRBUDAK, Balkan Savaşlarında Edirne Wilhelm, FELDMANN, İstanbul'da Savaş Günleri BirAlman Gazetecinin Balkan Savaşı Hatıratı Ahmet HALAÇOĞLU, Balkan Savaşları Stephan LAUZAN, Osmanlı'nın Bozgun Yılları Oral ONUR, XVI.'dan XX. Yüzyıla Belgelerle Edirne Nilüfer UĞRAŞ, Osmanlı Basınında Balkan Savaşları Sırasında Osmanlı Devleti'nde Yaşanan Siyasal Gelişmeler Edirne Eğitim 37 BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI'NDA EDİRNE'DE BİR ASKER EDİP: RAİF NECDET KESTELLİ VE “UFÛL” ADLI ESERİ Yrd.Doç.Dr.Özcan AYGÜN Trakya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 19. asrın son çeyreğinde doğan ünlü Türk ediplerinden birisi de Raif Necdet Kestelli'dir. İstibdat, meşrutiyet ve cumhuriyet devirlerinde yaşamıştır. Asıl sahası, makale, musahabe ve mektup şeklindeki edebi yazılar olmakla beraber o her türde eserler vermiştir. Raif Necdet Kestelli, edebî sanatın millet ve beşeriyet hayatına mutlak surette fayda temin edecek bir vasıta olmasını, gaye edinmiştir. Bu nedenle yazar, sosyal bir ülküyü dile getirmeyen gayretlerin mahsulü olan eserleri, birer sanat eseri olarak kabul etmez. Kendisi bu düşüncelerini, maruz kaldığı şiddetli taarruzlara rağmen, sonuna kadar muhafaza etmiş, her zaman da savunmuştur. Türk edebiyatı içerisinde özellikle tenkitçiliğiyle haklı bir şöhrete kavuşmuş olan bu edebiyatçımız, değişik türlerde eserler vermiştir. Hikâye, roman, tiyatro, hatıra, çeviri ve mektup bu türlerin ilk akla gelenleridir. Fakat biz, yazımızda, onun Balkan Savaşı yıllarında yazdığı ve verdiği bilgiler açısından oldukça fazla değer arz eden “Ufûl” adlı eseri üzerine yoğunlaşacağız. Bu eserle ilgili bir takım bilgiler vereceğiz; değişik açılardan bazı tespitler yapmaya çalışacağız. Fakat eseri incelemeye geçmeden önce yazarın hayatı ve eserleri hakkında bilgi vermemizin uygun olacağı kanaatindeyiz. Şimdi yazarın hayatı ve eserlerini ayrı alt başlıklar halinde kısaca ele alalım. A. HAYATI Yazarımız, İzmir'li bir ailenin çocuğu olarak 1881 yılında dünyaya geldi. Babası İzmir in eski ve köklü ailelerinden Kestellioğulları 'na mensuptur. Şeyh Eyyüb Sabri ismini taşımaktadır. İlk tahsilini İzmir’de tamamlayan Raif Necdet, orta tahsilini Kuleli Askeri Rüştiye ve İdadisinde yapmış buradan da Harbiyeye geçmiştir. Harbiyeyi bitirdikten sonra askerliği hiç sevmemesine rağmen orduda kalmış ve 1912 de çıkan Balkan Harbine iştirak etmiştir. Harbiye Mektebini bitirdikten sonra çeşitli liselerde edebiyat başta olmak üzere öğretmenlik görevinde bulunmuştur. Raif Necdet, 1900'lü yılarda yazı hayatına başlamış ve ikinci Meşrutiyet döneminde yeni çıkmış kitapları tenkit süzgecinden geçirerek edebiyat dünyasına tanıtmıştır. İkinci meşrutiyet yıllarında Duyun-ı Umumiye reisi Hacı Şefik Efendinin kızı Peride Hanımla evlenmiştir. Üç çocuk sahibidir. ! Yazar, hayatının bir bölümünü Osmanlı'nın buhranlı dönemlerinde yaşamıştır. Başta Balkan Harbi olmak üzere bazı savaşlarda bulunmuştur. Cephede savaşmış, Edirne muhasarasında şehri savunmuştur. Ardından esir düşmüş ve esaret hayatını da yaşamıştır. Dolayısıyla yazar, eserlerinde eleştirinin yanı sıra savaşlardaki durumu hakkında bilgiler vermiştir. O zamanki devlet yönetim tarzını, meşrutiyeti ve daha birçok şeyi kaleme almıştır. Gerekli gördüğü durumlar için eleştirilerde de bulunmuştur. Bunu yaparken ise realist tavrını kaybetmemiştir. Sade, tarafsız yazılarıyla bizleri aydınlatmaya çalışmıştır. Onun edebi cephesi gözden geçirildiğinde ise, Fecr-i Âtî topluluğunun “Sanat, sanat içindir” anlayışına karşı çıktığını görmek mümkündür. Bu konuda yazılar da yazmıştır. Bunlardan bazılarını “Hayatı-ı Edebiye (1922)”de toplamıştır. 1908-1914 arasında Resimli Kitap'ta yazılar yazmış ve şöhret kazanmıştır. Bu yazıları ciddi bir eleştiri anlayışının ilk örnekleridir. Fecr-i Âti sanatçılarının tarafsız olarak değerlendirildiği yazılardır. İkinci Meşrutiyet sonrası bu tür tarafsız yazılar yazmaya devam eder. İskender PALA, köşe yazarlığını yaptığı Zaman gazetesindeki bir yazısında Raif Necdet'ten şu şekilde söz eder: “Edebiyata biraz âşina olanlar Raif Necdet (Kestelli) adını pekâlâ bilirler. Roman, hikâye, mektup, çeviri vs. eserleri içinde onun Balkan Harbi'ne iştiraki ve esaret hayatını günü 1 gününe tespit eden Ufûl adlı bir günlüğü vardır. ” R.Necdet makale, mektup, antoloji, eleştiri ve roman türlerinde eserler vermiştir. Tolstoy'dan da iki çevirisi vardır. Yazılarının çıktığı dergiler şunlardır: Servet-i Fünun, Resimli Kitab, Aşiyan, Bahçe, Musavver Muhit, Resimli İstanbul, Tenkid, Genç Kalemler ile Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi Dergisi. Raif Necdet Kestelli, 1920 tarihinden sonra, yazılar yerine kitaplar yazarak edebi faaliyetine devam eder. Bu kitaplarda çeşitli konular ele alınmıştır. 1 http://arsiv.zaman.com.tr/2003/11/27/yazarlar/iskenderpala.htm Edirne Eğitim 38 B. ESERLERİ Raif Necdet'in türlerine göre başlıca eserleri şunlardır: Hikâye: Ziyâ ve Sevdâ (1924) Romanları: Yirminci Asır (1932), Semavî İhtiras (1933). Oyunu: Tiraje (M. Rauf ile, 1919). Tenkitleri: Hisler ve Fikirler (1910), Hayat-ı Edebiye (1908-1914 arasında Resimli Kitapta çıkan sohbet ve tenkitleri, 1922). Mektupları: Fikrî ve Ahlâkî Mektuplar (1925), Talebe Mektupları (1927). Sözlük çalışması: Resimli Türkçe Kamus (Hasan Bedreddin ile, 1927; yeni yayını: Recep Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu, Seyfullah Türkmen, 2004). Derlemeleri: Süzme Sözler (vecizeler / Üç cild 1935,1935,1936 ) , Yaşayan Mısralar (1936). Hatıraları: Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl)-Edirne Savunması (Yay. Haz. Veliye Özdemir 2001). Osmanlı İmparatorluğunun Batışı(UFÛL)Edirne Savunması (Yay. Haz. Esra Keskınlıç İst.2002,Benseno Yay.) Çevirileri: Bir İzdivacın Romanı (Tolstoy'dan, 1910), Anna Karanina (Tolstoy'dan, 1912). 5 6 UFÛL VE ÖNEMİ 1910 yılında Edirne'de redif taburu kumandanlığını yapan Raif Necdet'in bu görevi sırasında gözlemlerine dayanan olayları ve 1911'de esir düştükten sonraki Bulgar topraklarında geçen altı aylık esaretini anlatan önemli bir eserdir. Eser, tarihi olaylara, gözlem merkezli eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmıştır. Uyarıcı ve eğitici bir nitelik taşır. Ufûl, gençliğe ithaf edilmiş olan bir eserdir. Raif Necdet, cephede yaşadığı önemli olayları, bir edebiyatçı duyarlılığıyla ve eleştirmen dikkatiyle günü gününe kaydetmiştir. Dolayısıyla söz konusu olan eser, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu çok trajik dönemi için birinci elden son derece önemli bilgiler içeren bir anıkitap olma özelliğine de sahiptir7. Eser; Ufûl ( Batış ), Sofya'da, Yıkık Mihrap, Mukaddes Ana, Plevne'de, Kanlı Mektup, İsyan, Anadolu'nun Mezarı, Şitab Batışa Karşı ( Ufûla Karşı) başlıklarını taşıyan kısımlardan oluşur. Eserde verilen önemli bilgilere bakınca, durumun kötülüğünü anlamamak mümkün değildir. İşte buna bir kaç güzel bir örnek : “10 Kasım / Öğleden sonra bombardıman başladı. Bugün de pek çok ev harap, birçok aile perişan oldu. Şehirde acı bir sefalet, büyük bir korku hüküm sürüyor... Bütün dükkânlar, mağazalar kapalı... Sokaklarda mezar sükûneti, havada kâbus 8 ağırlığı var... ” “26 Ocak / Askere verilen ekmek biraz daha küçüldü. İçinde biraz un bulunan ekmeklere, süpürge tohumu, kuşyemi, kepek, kızılca arpa, çavdar, yulaf vesaire karıştırılıyor. Böyle karışma sahip bir ekmek kimye gibi kıymetli. Bazen elli 9 dirhemin beş kuruşa satıldığı oluyor!. ” 11 Şubat / Kar fırtınası zalimce devam etmekte... İleri karakolda, karla tamamen dolmuş siperlerde erler, tabiatın şiddetine olduğu gibi maruz... Vatan için yaşanılan bu müthiş hayat, 10 zaruriyet ve sefalette ulvi ve vahşi bir şiir var. ” * * * Altı ay Edirne'de mahsur kalan yazar daha sonra Bulgarlara esir düşmüş ve altıay Sofya'da esir olarak kalmış; daha sonra da İstanbul'a dönmüştür2. Raif Necdet, ilk Avrupa seyahatine 1920 yılında çıkar. Seyahati, Fransa'yadır. Daha sonraları da birkaç defa daha Fransa'ya gider. Avrupa'ya yaptığı son seyahatinde 1937 yılında Londra’da bir otelde kriz geçirerek vefat eden yazarın cenazesi, İstanbul'a getirilir ve Zincirlikuyu mezarlığına defnedilir3. Şimdi yazarın Edirne muhasarası ve Sofya esaret süreci içinde yazdığı “Ufûl” adlı eserini tanıtmaya ve bunun üzerine bir takım tespitler yapmaya başlayalım. Konu: Konu açısından ele alındığında Ufûl adlı eserde, Balkan Savaşı'nın, “Sofyada“ise harbin neticesinde yazarın Sofya'daki esaret hayatının anlatıldığını görürüz. Edirne muhasarasında kendisi de 4 2 Hayat1 Edebiye s, 288 dip not. Uzun müddet şeker hastalığından muztariptir ve bunun ölüm sebebi olması ihtimali kuvvetlidir. 4 Râif Necdet; Ufûl (Anı), Resimli Kitap Matbaası, İstanbul 1913, 261 s. 5-6 Râif Necdet; Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl)-Edirne Savunması (Yay. Haz. Veliye Özdemir ), 2001, 171+V s. 3 7 Çeşitli kaynaklarda "roman" olarak gösterilen Ufûl, aslında hatıra, mektup, günceyi andıran bir yapıttır. Özdemir; a.g.e., 31. 9 Özdemir; a.g.e., 62. 10 Özdemir; a.g.e.,, s. 66. 8 Edirne Eğitim 39 manevi durumun gelişmelerini tasvir ve tahlil etmektedir. Güzel bir haberi askerlerine ileten bir habercinin"Sevinen ve kendisine yeniden hayat ve kuvvet gelen asker, dudaklarında saf bir tebessüm ve gurur ile: Zaten ne olacak diyordu, gavur bu, bundan ziyade dayanabilir mi?."şeklindeki cevabını, güzel, sağlam, milli bir itimad olarak niteliyor .Fakat bu itimadın nasıl terbiye edilmesi gerektiğini de belirterek ortadaki fikri izaha muhtaç bırakmıyor. Konuştuğu düşman zabitinin tavır ve hareketini dikkatle takip ederek düşüncelerini bize açıklar: "Biraz durdu..sonra dudaklarında pıhtılaşan düşman bir tebessümle ..." Öte yandan tabiat tasvirlerine de yeri geldikçe değinir. Böylece yazar, kendi duygu ve düşünceleri ile birlikte, tabiat ve beşeriyetin menfi ve müsbet yönlerini de açıklamaya çalışır : "Oh yarabbi Tabiat, ne kadar temiz ne kadar şirin idi. Bu güzel tabiatın sinesinden bu saf ve temiz köyün havasından yükselen ulvi koku,vahşi medeniyetin hasta ciğerlerimle doya doya teneffüs etmekte ne pak, ne samedânî bir zevk duyuyordum." Her olayla birlikte bu olayların kendi dimağında yarattığı fikirleri, tepkileri, ortaya döker ve onları hisleri ve heyecanları istikametinde bir senteze tabi tutar. Kuru ve donuk bir anlatımdan okuyana gerekli zevki verecek bir kalıba dönüştürür. Eser dil ve uslûb açısından incelendiğinde ise şunları söylemek kolaylaşır: Kısa ve anlaşılır cümlelerin yanında bazen bir paragraf tutacak cümleler de mevcuttur ve sayıca çoktur. Yazı Türü bakımından, sanat ve terkib yapamaması, diğer eserlerine kıyasla hatıratlarındaki cümleleri daha düzgün kılar. Cümleler normal sentaksa uygundur, cümlelerin çoğu üç nokta veya ünlemle bitirilir. Cümle öğelerini yerli yerinde kullanarak herhangi bir bozukluğa meydan vermez. Edebi sanat ve terkibler hatırat türünde azdır. Aslında yazar terkipsiz ve yabancı kelimesiz pek yazı yazan biri değildir. Eserde günlük hatta birkaç saatlik olaylar sıralanır ve anında verilir. Cümleler genel olarak kolay anlaşılır bir açıklıktadır. Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür: 1. Eser tarihi ve askeri bilgiler içerir. 2.Avrupa ile Osmanlı arasında yaşayış kültür ve medeniyet açılarından mukayese yapılan bir eserdir. 3.Balkan savaşı hakkında gerçek bilgiler bir asker-edip tarafından verilir. 4.Edirne'nin yakın tarihte yaşadığı savaş, muhasara gibi sıkıntılı dönemlerine ait bilgiler içerişi ve dikkat çekişi açısından son derece önem arz eder. 5.Bütün bunlar göz önüne alındığında her zaman önem arz edecektir. 6.Yazarın eleştirel bakış açısı ve değerlendirmeleri açısından da oldukça önemlidir. subay olarak bir bölüğü kumanda eden yazar Râif Necdet Kestelli, kuşatma süresince yaşadığı hatıraları günü gününe yazmıştır. İstanbul'dan Edirne'ye kadar gidişi esnasında gördüğü manzaraları, sosyal bünyemizin sefalet ve cehaletimizin acı neticelerini tabiatın bakirliği içerisinde köhne evler ve sefil hayatlarla mukayese ederek anlatmıştır. Eski ve ihtişamlı bir maziye sahip payitahtın o günkü vaziyetini tasvir eder: “Cephede kanla boğuşan askerlerin sadece hisle, fakat eğitimden ve bilhassa idealden yoksun olarak mücadele ettiğini belirterek itiraf etmek lazım ki askerlerimiz, pek ibtidaidir.(Vatan perver ve necip olmakla beraber). Cidden muhtaç-ı tenvir ve tekamüldür.” Diyor. Düşmana sadece bedeni bir kuvvetle karşı koymanın kat'i surette kifayet etmeyeceğini ifade eder.Ona göre her asker döğüşmesini lüzumlu kılan sebepleri bilmeli ve hisle olduğu kadar akıl ve mantıkla da hareket etmelidir. Bütün bunlara sebep olan idareyi, heba edilen yılları acı bir dille tenkid eder. Altı ay süren Edirne savunması neticesinde Edirne'nin Bulgar ve Sırp ordusuna teslimini ve bundan duyduğu sonsuz üzüntüyü anlatır. Fikri bakımından yetiştirilmemiş hangi ideal uğruna çarpıştığını bilmemiş bir ordunun düşman silahına hedef olmaktan başka bir şey yapamayacağını anlatır. Yıllarca kan dökülerek alınan Rumeli'nin kısa bir müddet zarfında düşmana terk edilişini, tahammül edilmez bir acıyla, derin bir üzüntüyle karşılar. Bunca fedakârlığa, acıya ve meşakkate rağmen şehir yine de düşmüştür. Sonrasında yazar kendisi gibi birçok subayla esir olarak Sofya'ya götürülür. Burada Bulgar ırkının kaba mizacından yakınır, kana susamış vahşi ruhunu tenkit eder, Avrupa medeniyetini de bu vahşet ve gaddarlığa göz kırptığı için eleştirir. Hem de kendi milleti ve ordusundan en ufak bir haberin hasretiyle, o muazzam imparatorluğun payitahtını Sırp ve Bulgar askerlerinin çizmeleri altında ezildiğini düşünerek bu zulmet kasırgasını beşeriyet önünde protesto eder, medeniyet adına işlenen yüz binlerce cinayete de lanet yağdırır. Yazar her şeye rağmen bizdeki uyuşukluk ve ideal noksanlığına karşılık, onlardaki çalışkanlık ve cesareti de takdir eder. Neticede bir milletin kendisini, o zamanki Prusya gibi 9 yılda kalkındırabileceğini de iddia etmeden duramaz ve hatıratını Alfred Düvin'in şu sözüyle sona erdrir; Tarih bir romandır ki müellifi millettir. Kompozisyon: Bu esere tür olarak bakıldığında belirli bir kalıp ve bir plan çerçevesinde mütalaa etmek mümkün olmaz. Zira savaş hatıralarını günlük hatta daha kısa müddetlerle tutmak, yazıyı belli bir plana sokmayı önler. Ancak yazar, aşağı yukarı bütün eserlerinde hâkim olan fikirleri gerekli yerlere yerleştirmiş, hatta tasvir ve tahlil bakımlarından da yazılarını zenginleştirmiştir. Mesela, “2 Kasım, öğleden sonra şehir yine müthiş bir şekilde bombardıman edilmeye başlandı..." diyerek çarpışmayı sıcağı sıcağına kaleme aldığını hissettirmiştir. Hem kendi ruh halini ve hem de askerlerin hareket tarzını, cephedeki Edirne'nin I.Balkan savaşında muhasara sürecindeki yaşantısını ve şehrin vahim durumunu gözler önüne seren bir eserdir. Edirne Eğitim 40 BALKAN SAVAŞINDA BİR FİZYOLOJİ PROFESÖRÜ: PROF. DR. KEMAL CENAP BERKSOY* Dr. Mevlüt YAPRAK Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Bölümü Balkan Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra kuşatılan Edirne 26 Mart 1913 günü teslim olur. 30 Mayıs 1913 günü imzalanan Londra Barış Anlaşması ile Balkan Devletlerine verilen kent, kazandıkları toprakları paylaşma konusunda anlaşamayan Balkan Devletleri arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanılarak 21 Temmuz 1913 günü bir kez daha kurtarılır. Kuşatma ve işgal altındaki Edirne'de tutulmuş çok sayıda günlük mevcuttur. Bu günlüklerden biri de Gustave Cirilli'nin 1913 yılında Journal Du Siege D'Andrinople (Edirne Kuşatması Günlüğü) adıyla yayınladığı günlüktür. Cirilli günlüğünde; Karaağaç semtinde sağlık hizmetlerinin koordinasyonuyla görevli fizyoloji profesörü Kemal Cenap ile tanıştığını yazmaktadır. Dr. Celal Ferdi Kocal Ömrümün 90 Yılından Bazı Hatıralar adlı kitabında Tıp Fakültesinde fizyoloji derslerine giren Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy zaman zaman Balkan Savaşı sırasında Edirne'deki esaret günlerinden söz ettiğini yazmaktadır. Biri Kazancıgil ve Hatemi, diğeri Akgün tarafından hazırlanan iki önemli biyografi denemesinde de Kemal Cenap Berksoy'un 1912 yılında Edirne'de olduğu bilgisi mevcuttur. 1876 yılında Üsküdar'da doğan Kemal Cenap 1897 yılında Mekteb-i Tıbbiye'den mezun oldu ve Fizyoloji Kürsüsü'ne asistan girdi. Şakir Paşa'nın 1909 yılında ölümünden sonra Fizyoloji Kürsüsü başkanı oldu ve bu görevi kısa bir ara dışında 24 yıl sürdü. Bilinmeyen bir veya birkaç nedenle 1933 Üniversite Reformu ile kadro dışı kalan Kemal Cenap yine bilinmeyen nedenlerle kısa bir süre sonra görevine iade edildi. Söz konusu kısa dönemde Fizyoloji Kürsüsü direktörlüğüne Prof. Dr. Hans Winterstein getirilmiştir. Kemal Cenap'ın göreve iadesi sonrasında kürsü ikiye bölünmüş, Genel Fizyoloji Kürsüsü direktörlüğüne Prof. Dr. Hans Winterstein, Beşeri Fizyoloji Kürsüsü direktörlüğüne Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy atanmıştır. K e m a l C e n a p Berksoy'un sindirim ve dolaşım sistemi fizyolojisi ile ilgili önemli çalışmaları m e v c u t t u r. S e k r e t i n çalışmaları yoğun ilgi görmüştür. Atrial Natriüretik Peptid (ANP) ile ilgili ilk çalışmalar Kemal Cenap tarafından “Kalp Hormonu” adıyla gerçekleştirilmiştir. Kemal Cenap Berksoy; Türkçe, tıp dili ve tıp eğitimi ile de yakından ilgiliydi. Hücre sözcüğü yerine “Göze” sözcüğü Kemal Cenap tarafından önerilmiştir. Hüseyinzade Ali Bey ile birlikte hazırlamaya başladıkları Tıp Sözlüğü bitirilememiştir. 1932 yılında endokrin sistem fizyolojisi ile ilgili çalışmaları nedeniyle Hamdi Suat (Aknar) tarafından Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü için aday gösterilen Kemal Cenap daha sonraki yıllarda kendisi aday gösterici olarak görev yapmıştır. 1943 yılında yaş haddinden emekli olan Kemal Cenap Berksoy ertesi yıl İstanbul Milletvekili seçilir. Daha sonra da Yozgat milletvekili seçilen Kemal Cenap Berksoy 28 Kasım 1949 günü vefat etmiştir. Uluslararası çalışmalara imza atmış bir fizyoloji profesörünün Balkan Savaşı gibi önemli bir savaş sırasında cephedeki en önemli kent olan Edirne'de sağlık hizmetlerinin koordinasyonu ile görevlendirilmesi ilginç bir durumdur. Benzer bir durum Türk fizyoloji tarihinin bir numaralı ismi Şakir Paşa'nın başına da gelmiştir. Şakir Paşa (1840-1909); 1892 yılında İran sınırındaki bir kolera salgınına müdahale edecek sağlık ekibinin başında söz konusu yöreye gönderilmiştir. Tıp doktoru da olsa bir fizyolojistin savaş meydanında sağlık hizmetlerini düzenlemekle ya da uzak bir yurt köşesindeki bir salgın hastalıkla mücadelede görevlendirilmesi ilginçtir. O günlerde, o görevi daha iyi yapacak pek çok kişi varken Kemal Cenap'ın Balkan Savaşı sırasında Edirne'de görevlendirilmesinin bir veya birkaç sebebi olsa gerektir. Söz konusu görevlendirmenin nedeni bir kıskançlık ya da bir nefret olabileceği gibi Kemal Cenap Berksoy'un yabancı dil bilmesi de olabilir. Edirne Eğitim 41 Eğer bir komplo söz konusu ise, bu, Kemal Cenap'ın başına gelen tek komplo değildir. 1932 yılında Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülüne aday gösterilen kişilerden biri olan Kemal Cenap tuhaf bir şekilde 1933 yılında Üniversite Reformu ile kadro dışı bırakılmıştır. Sarı ve Akgün; Kemal Cenap ve Bahaeddin Şakir Beylerin Osmanlı Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti Edirne Sağlık Heyeti üyesi olduklarını ve madalya ile taltif edildiklerini yazmışlardır. Bahaeddin Şakir'in Balkan Savaşında Edirne'ye geldiği ve Karaağaçta Küçük Zabit Mektebini Hilal-i Ahmer Hastanesine dönüştürdüğü bilinmektedir. Edirne işgal edilince Dr. Bahaeddin Şakir Cenevre Sözleşmesi hükümlerine aykırı olarak hapis ve esir edilmiş, Edirne'nin geri almasından sonra Kızılay hastanesi yeniden faaliyete başlamıştır. Kemal Cenap Beyin Kızılay Sağlık Heyetiyle birlikte gönüllü olarak Edirne'ye gitmesi ve o günlerde esir düşmüş olması da mümkündür. Birkaç kaynakta söz edildiği için Balkan Savaşı sırasında Kemal Cenap Berksoy'un bir süre Edirne'de bulunduğu kesin gibidir. Sadece bir öğrencisinin hatıralarında söz konusu edilen Kemal Cenap'ın Edirne'de esareti ve tutukluluğu konusu yeni bilgi ve belgelere muhtaç gibidir. KAYNAKLAR: 1. Birbudak TS: Balkan Savaşları'nda Edirne (Yüksek Lisans Tezi), Gazi Üniversitesi, Ankara, 2008. 2. Bali, N. R: Edirne Muhasarası Sırasında Tutulmuş Bir Günlük I II III IV. Tarih ve Toplum, S.: 190 191 192 193, Ekim Kasım Aralık 1999 Ocak 2000. 3. Cirilli G: Journal Du Siege D'Andrinople, Paris, 1913. 4. Kocal C F: Ömrümün 90 Yılından Bazı Hatıralar. İstanbul, 1983 5. Kazancıgil A, Hatemi H: Türkiye'de Fizyoloji Bilimi ve Kemal Cenab Berksoy. Tarih ve Toplum, Cilt VIII, No:51, Mart 1988, s:137-146. 6. Akgün B: Üsküdarlı Bir Hekim: Ord. Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy (18761949). http://www.uskudar.bel.tr/trTR/bilgi/Lists/Sunumlar/Attachments/1436/T74.pdf 7. Yaprak M: Türk Fizyolojisinin Üç Büyükleri. Docere, S:6, s:16-17, 2009. 8. Yaprak M: Hans Winterstein: Turkiye years and social aspects. I. International Cngress on the Turkish History of Medicine, 20-24 May 2008, Konya. 9.http://nobelprize.org/nobel_prizes/medicine/nomination/nomination.php?act ion=show&showid=1351 10. Kahya E: Osmanlı İmparatorluğunda Deneysel Fizyolojinin Kuruluşu. OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi) Sayı: 2, 130-40, 1990. 11.Sarı N, Akgün A: 20. Yüzyıl Başlarında Darülfünun Tıp Fakültesi müderris ve Muallimlerinin Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti İşbirliği ile Savaş Yaralı ve Göçmenlerine Hizmetleri. 5. Balkan Tıp Tarihi ve Etiği Kongresi (11-15 Ekim 2011) Özet ve Bildiri Kitabı. S: 7-45. 12. Çapa M: Balkan Savaşında Kızılay (Hilal-i Ahmer) Cemiyeti. OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi) Sayı: 1 Sayfa: 089-115; 1990. *5. Balkan Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Kongresinde sunulmuştur. Journal Du Siege D'Andrinople (Edirne Kuşatması Günlüğü, Gustav Cirilli 1913, Paris) Ömrümün 90 Yılından Bazı Hatıralar (Celal Ferdi Kocal) Edirne Eğitim 42 I. BALKAN HARBİ'NDE EDİRNE SEMALARINDA BULGAR TAYYARE VE BALONLARI* Ayşe ZAMACI Araştırma Görevlisi Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. Osmanlı Devleti, 1912 yılı Ekim'inde başlayan I. Balkan Harbi'ne, askerî ikmal ve seferberlik konularında oldukça hazırlıksız yakalanmıştır. Harpten önce kurulan Balkan İttifakı'nı ciddiye almamıştır. Bu ittifak karşısında kısa zamanda mağlubiyete uğrayan Osmanlı Ordusu'nun direnişini beş ay sürdürebildiği Edirne Kalesi, muhasara boyunca Harbiye Nezareti'nden beklediği tayyare yardımına bir türlü kavuşamamıştır. Buna karşılık Bulgar tayyarelerinin Edirne semalarındaki uçuşları, muhasara sonuna kadar devam etmiştir. 8 Ekim 1912'de Karadağ'ın Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesiyle başlayan I. Balkan Harbi'nde1 Osmanlı Devleti Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile savaşmak zorunda kalmıştır. Harp, doğu ve batı olmak üzere iki cephede yapılmış olup doğuda Bulgarlar'la, batıda ise tüm müttefiklerle savaşılmıştır. Balkanlı müttefikler, harpten önce her türlü hazırlıklarını yaptığı halde, Osmanlı Ordusu oldukça zor şartlar içerisinde bulunuyordu.2 Bölgede görev yapan yaklaşık 75.000 deneyimli asker terhis edildiği gibi takviye olarak gönderilen askerler de tecrübe sahibi değillerdi. Öyle ki Osmanlı askerî gücünün yalnızca 1/5'i tecrübeli askerlerden oluşurken, geri kalanı henüz silah altına alınmış acemi erlerdi. Ordudaki mevcut askerler eğitim ve savunma düzeni bakımından çok kötü durumda olup itaat, sabır, dayanıklılık ve cesaret gibi başarının temel şartlarını oluşturan unsurlar unutulmuştu. Subaylar arasında görülen siyasî fikir farklılıkları ayrılıklara dönüşerek, şahsî düşmanlık boyutuna ulaşmıştı. Tüm bu disiplinsizliklere ilaveten nakliye ve ikmal hususlarında da büyük bir kargaşa yaşanmıştı.3 Zira Doğu Ordusu'nun toplanma yeri olarak Kırklareli-Hasköy seçilmişti. İkmal kaynakları Anadolu'da bulunan bir ordu için bu kadar uzak bir mesafenin seçilmiş olması, doğru bir karar sayılamazdı.4 Denizlerde Yunan donanması son Osmanlı adalarını ele geçirerek Adalar Denizi'nde üstünlük kurdu. Böylece Osmanlı Doğu Ordusu'nun, Batı Ordusu ve Makedonya ile bağlantısı kesildi. Hazırlığını tamamlayamamış olan Doğu Ordusu, daha ilk taarruzda Bulgarlara yenilerek Vize-Burgaz hattına, 29 Ekim'de aldığı ikinci mağlûbiyet üzerine de Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kaldı. Balkanlı müttefiklerin bu kolay ve beklenmeyen başarıları ve Osmanlı Ordusu'nda yaşanan bozguna rağmen, üç Osmanlı kalesi düşman işgâline dayanmayı sürdürüyordu. Bunlar, Karadağ muhasarası altındaki İşkodra, Yunan muhasarası altındaki Yanya ve Bulgar muhasarası altındaki Edirne kaleleriydi. Osmanlı Devleti'nin 1 Ekim 1912'de seferberlik ilan ettiği haberi, aynı günün akşamı Edirne Kale Komutanlığı'na ulaşmış ve bir sonraki gün (2 Ekim 1912) bütün şehre hitaben yayınlanan bir bildiri ile halka duyurulmuştu. Seferber olma devresi sonunda Edirne'deki birliklerin mevcudu, 926'sı subay olmak üzere 50.650 idi. 21 Ekim 1912'de 11. Piyade Tümeni'nin katılmasından sonra bu sayı 60.139'a ulaştı. Bununla birlikte seferberlik ilanına kadar yapılması gereken pek çok iş tamamlanamamıştı. Özellikle Anadolu redif tümenlerinden gelen ikmal personeli, mesafenin uzak oluşu, ulaştırma imkân ve araçlarının yetersizliği, sefer görev pusulalarının yanlış birliklere göre tanzimi gibi nedenlerle, görev yerlerine çok geç ve güç ulaşabildi. * Bu makale Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi C. 1, S. 2 (Temmuz 2011)'de yayımlanmıştır. 1Savaşın nedenleri ve cereyan eden mücadelelerin ayrıntıları ve sonuçları için bkz. : Mahmud Muhtar Paşa, 3. Kolordu ve 2. Doğu Ordusu'nun Muharebeleri Balkan Savaşı, İstanbul 2003; Leon Troçki, Balkan Savaşları, (çev. Tansel Güney), İstanbul 1995; Aram Andonyan, Balkan Savaşı, (çev. Zaven Biberyan), İstanbul 2002; Gustav von Hochwächter, Balkan Savaşı Günlüğü “Türklerle Cephede”, (çev. Sumru Toydemir), İstanbul 2008; Stèphane Lauzanne, Uçurumun Kenarındaki Türkiye I. Balkan Savaşı ve Çekilen Acılar, (çev. Teoman Tunçdoğan), İstanbul 2005; Richard C. Hall, Balkan Savaşları 1912-1913 I. Dünya Savaşı'nın Provası, (çev. M. Tanju Akad), İstanbul 2003; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarih (1789-1914), Ankara 1997; Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), C. 5, İstanbul 1992, s. 23-25; Ahmet Halaçoğlu, “Balkan Savaşları (1912-1913)”, Türkler, C. 13, Ankara 2002, s. 296-307; Mehmet Okur, “Balkan Savaşları”, Balkanlar El Kitabı, C. 1, Ankara 2006, s. 612-624. 2 1904 yılında Bulgar-Sırp antlaşması ile başlayan Balkanlarda Slav ve Ortodoks halkları bir birlik etrafında birleştirme fikri, II. Meşrutiyet'in ilanı ile daha belirgin bir hal almıştır. 1911 yılında Bulgar ve Sırplar, Karadağlıları da yanlarına çekmişlerdir. Trablusgarp Savaşı'nın Osmanlı aleyhine seyir izlemeye başlamasından sonra Mayıs 1912'de birliğe Yunanistan da katılmıştır. Osmanlı Devleti'ne karşı yapılacak herhangi bir savaşta dört ülke beraber hareket etme kararı almıştır. Balkan Birliği hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. P. A. Lavrov, Balkanskiy Soyuz, Serbiya, Peterburg 1913; İ. E. Geşov, Balkanskiy Soyuz, Petrograd 1915 (Kaynakların ilgili yerlerinin tercümesi için Hasan Demiroğlu'na teşekkür ederim). 3 Durmuş Yalçın, Yaşar Akbıyık, D. Ali Akbulut, Mustafa Balcıoğlu, Nuri Köstüklü, Azmi Süslü, Refik Turan, Cezmi Eraslan, M. Akif Tural, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C. 1, Ankara 2005, s. 59-60, 62. 4 İhsan Ilgar, “Balkanlılar'a Neden Yenildik?”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 2, S. 8, İstanbul 1972, s. 45. Söz konusu şartlar altında Balkanlı müttefiklerin başarı haberleri çok geçmeden gelmeye başladı. Osmanlı Batı Ordusu 23-24 Ekim'de Komanova'da Sırplara yenilerek Manastır'a çekilirken, 8 Kasım'da Yunan Ordusu Selanik'e girdi. Edirne Eğitim 43 Almanya'dan bombalarıyla beraber iki tayyare alınarak bunlar için iki makinistle beraber iki tayyareci de mukaveleye bağlandı. Böylece toplamda 11 tayyare satın alındı. Dışarıdan alınan tüm bu tayyarelerin korunması amacıyla Yeşilköy'deki mektep meydanında iki hangar inşa edildi14. Osmanlı hava kuvvetlerinin harbin başında sahip olduğu tayyare sayısı hakkında kaynaklarda muhtelif rakamlar mevcuttur. Örneğin Balkan Harbi'ni bizzat kumanda edenlerden biri olan Mahmud Muhtar Paşa hatıralarında, 1911 yılında siparişi verilen 17 tayyareden 12 tanesinin harpten üç-dört ay önce İstanbul'a getirildiğini fakat bunları sevk ve idare edebilecek subaydan yoksun bulunduğumuzu ifade eder15. Stuart Kline ise Balkan Harbi başladığında Osmanlı hava gücünün 17 tayyare ve iki tecrübeli tayyareciden ibaret olduğunu belirtir16. Süreyya İlmen de dışarıdan satın alınan ve hediye edilen tayyarelerle birlikte bu rakamın 17'ye ulaştığını belirtir17. Başka bir esere göre ise Balkan Harbi başlarında Osmanlı Ordusu'nda 10 adet çeşitli türde (Bleriot, REP, Bristol, Harlan) tayyare bulunuyordu. Yeşilköy'deki Hava Mektebi'nde de dört tayyare vardı. Bunları kullananlar Türk subayları olmakla birlikte aralarında Fransız ve Alman tayyareciler de mevcuttu. 9 Ekim'de seferberliğin ilânı ile birlikte Kıta'at-ı Fenniye Müfettiş-i Umumiliği'ne altı tayyarenin seferber edilmesi emri geldi. İki tayyareden oluşan birer takımın doğu ve batı ordularına, diğer takımın da Edir ne Müstahkem Mevkî'ne gönderilmesi planlanıyordu18. 21 Ekim'de Bulgarlara taarruz eden Osmanlı Doğu Ordusu çeşitli sebeplerden19 dolayı mağlup olup çekilmeye başladığında ilerleyen Bulgarlar kısa sürede Edirne'yi kuşatarak 29 Ekim'den itibaren Edirne'ye yoğun topçu ateşine başladılar. Anılan tarihte Osmanlı kuvvetleri bazı mevzîleri geri alabilmek için batıya doğru güçlü bir çıkış girişiminde bulundu. Ancak tayyare ve balon gözlemleriyle yönlendirilen Bulgar topçusu, bu kuvvetleri tekrar sığınaklarına geri dönmeye mecbur etti. Hatta bu çıkış Osmanlı Ordusu'nda 1.200 kişilik bir kayba neden oldu20. Zor durumda kalan Edirne Kale Kumandanı Şükrü Paşa, özellikle topçu atışının tanzimi ve düşman mevzîlerine gerekli keşfin yapılabilmesi için en azından bir Üstelik gelen askerlerin büyük bir kısmının çıplak denecek kadar eski ve yırtık elbiseler içinde bulunması, bunları giydirebilme imkânının kısıtlı olması, beslenme ve barınma işlerinin yetersizliği, komutanlıkta büyük moral bozukluğuna yol açtı6. Acemi ve eğitimsiz oldukları da bilinen bu askerlerin muhtemel bir kale savunmasında yeterli kuvveti oluşturamayacakları çok açıktı. Nitekim Bulgar Ordusu'nun kazandığı galibiyetlerle Osmanlı Ordusu'nda başlayan gerileme ve bozgun, kısa sürede Edirne'deki kuvvetlere de sirayet etti ve buradaki kuvvetler de 25 Ekim günü kaleye çekilmeye başladı. Bulgar kuvvetlerinin 26 Ekim'de şehri güney ve güneydoğudan çevirmesinin ardından, Kasım ayı başlarından itibaren Edirne muhasara altına alındı7. XX. yüzyılın başlarından itibaren askerî yönden ehemmiyeti anlaşılan tayyareler, Avrupa ordularında yeni bir savaş aracı olarak kendini göstermeye başlamış ve tayyarecilikte büyük bir inkişâf devresi açılmıştır. 1911 yılı başlarında ülkelerinde tayyareciliği kurmak ve geliştirmek adına bir komisyon teşkil eden Bulgarlar, kendi tayyarelerini üretmek teşebbüsünde bulundukları gibi dışarıya da tayyare siparişi vermişlerdi. Bu maksatla Fransa'dan üç tayyare satın almışlardı. Harp esnasında Bulgarların kaç adet tayyareye sahip olduğu konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte bu rakamın 208 ila 259 arasında değiştiği görülmektedir (I. Balkan Harbi'nde Bulgarların kullandıkları çeşitli türden tayyareler ve bunları kullanan havacılar için bkz. Resim IV, Resim VI, Resim VII, Resim IX ve Resim X10). Fakat bu rakamların mübalağalı olduğu ve sadece on adet Bulgar tayyaresinin bulunduğu da ifade edilmektedir 11 . Bunların dışında Bulgar Ordusu'nda hava aracı olarak iki adet de balon vardı12. Aynı yıllarda havacılık konusunda Osmanlı Devleti'nde de bazı gelişmeler yaşandığı görülmektedir. Çağın yeniliklerini takip eden ve tayyarelerin harp alanlarındaki fayda ve lüzumunun idrakine varan devlet, bu alanda uzman yetiştirme girişimlerine başlamıştı. Ordudan gönüllü olarak seçilen subaylar (tayyareciler kara ordusundan, makinistler de meslekleriyle ilgisinden dolayı deniz ordusundan tercih edildi) Fransa ve İngiltere'ye tahsil amacıyla gönderildi13. Fransa'ya iki zabit gönderilmiş olup bunlar, altı aydan fazla burada kalarak eğitim gören Yüzbaşı Fesa Efendi ve Mülâzim Kenan Efendi idi. Bu zabitler yurda dönecekleri sırada Fransa'dan biri tek kişilik mektep tayyaresi olmak üzere küçük ve diğeri de iki kişilik askerî nitelikte olmak üzere iki tayyare, İngiltere'deki Bristol fabrikasından da beş tayyare satın alındı. Yine aynı fabrikaya iki adet daha tayyare siparişi verildi. O sıralarda devam eden Trablusgarp Harbi'nde kullanılmak üzere 8 Yavuz Kansu, Sermet Şensöz, Yılmaz Öztuna, En Eski Çağlardan 1. Dünya Savaşına Kadar Havacılık Tarihinde Türkler, C. 1, Ankara 1971, s. 130. 9 Mehmet Ali Nüzhet, 1912 Balkan Harbi, (sad. Sadettin Gömeç), Ankara 1987, s. 4 (Yazar burada, pek çok uçak fabrikasının çıkan savaştan yararlanarak ellerinde bulunan eski model uçakları Bulgarlara sattığını, dolayısıyla bunların çoğunun bakımsız olduğunu belirtir. Fakat bu bilgi, Bulgarların Balkan Harbi'ne, askerî teçhizata gereken önemi vererek hazırlandıkları gerçeğini değiştirmez). 10 Resimlerden istifade etmemi sağlayan Bülent Özdemir'e teşekkür ederim. 11 Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 130. 12 Türk Silahlı Kuvvetleri..., s. 41. 13 Avni Okar, Türkiye'de Tayyarecilik (1910-1924), İstanbul 2003, s. 9-10. 14 Süreyya İlmen, Türkiye'de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstanbul 1947, s. 110-111. 15 Mahmud Muhtar Paşa, Aynı eser, s. 17. 16 Stuart Kline, Türk Havacılık Kronolojisi, İstanbul 2002, s. 68. 17 S. İlmen, Aynı eser, s. 111. 18 Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129. 19 Yenilginin en başta gelen sebeplerinden biri, Türk ordusunun seferberliğini tamamlayamadan savaşa girmesidir. Bunun eksikliğini fazlasıyla hisseden askerler, iaşe ve cephane noksanlığından dolayı adetâ bir bozgun halinde geri çekilmişlerdir. 20 Richard C. Hall, Aynı eser, s. 55-56. 5 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 1, İstanbul 2005, s. 154. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Osmanlı Devri Balkan Harbi (1912-1913) Edirne Kalesi Etrafındaki Muharebeler, C. 2, Kıs. 3, Ankara 1993, s. 37, 61-62, 66. 7 Nazmi Çağan, “Balkan Harbinde Edirne”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı), Ankara 1993, s. 200-201. 6 Edirne Eğitim 44 sahip olabilmek için sarf ettikleri çabalarla ilgili, ileride sıkça görülmesi muhtemel askerî balonlara karşı devleti adeta uyarmaktadır. Buna göre, uygun yükseklikten ve arazi elverdiği takdirde, balonlardan çıplak gözle 20 km.lik bir alan rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Dürbün kullanıldığında bu mesafe 60 km.ye kadar çıkabilmektedir. Mevcut bir telefon vasıtasıyla, düşmanın muharebe harekâtı ve mevzîleri, aşağıdaki ordu ve fırka kumandanlarına ihbar edilebilirdi. Ayrıca müstahkem mevki veya büyük şehirlerin müdafaasında bulunanlar, muhasara edenlerin harekâtını gözetleyerek buna göre muharebe planı hazırlayabilirdi27. Bunlara ek olarak, balona yerleştirilecek uzun top veya tüfeklerle, havadan çekilmiş fotoğraflarıyla keşfedilen şehir ve kaleler, kolayca vurulabilirdi. Avrupa'da yapılan balonlar günde 1.000km.lik bir mesafeye gidip gelmekte, 4.000kg. ağırlığında eşya taşıyabilmekte ve 6.000m. kadar yüksekliğe çıkabilmekte idiler28. Osmanlı Devleti'nin askerî maksatla satın alıp harp meydanlarında kullanmayı planladığı ilk balon, yere bir halatla bağlanmak sûretiyle uçurulan sabit Edirne balonudur29 (Harpten önce uçuş tecrübesi yapılan balonun resimleri için bkz. Resim XI, Resim XII, Resim XIII). Bu balon Alman “Parseval Luftfahrt Flugzeug Gesellschaft” firmasına yaptırılmıştı30. Fakat muhasara altında iken çok işe yaraması muhtemel olan Edirne'deki bu balondan istifade edilemedi. Zira balonu havalandırmaya yetecek kâfi miktarda gaz bulunmadığı gibi balonu uçuracak personel de acemiydi31. Yaşanan bu olumsuzluğun halk üzerinde meydana getirdiği hayal kırıklığını, Edirne'nin muhasarası esnasında şehirde bulunan Hafız Rakım Ertür, anılarında şöyle dile getirir: “…Geçen sene bizim ordumuza sabit balon geldi. Yaz günleri balonu birkaç defa çıkarıp denediler. Balon subayları geldi. Baloncu birlikleri kuruldu. Savaşın daha başlangıcında Bulgarların sabit balonları Batı Cephesi'nde görüldü. Bizim balonda hiçbir hareket görülmüyordu. Bu hal birçok dedikodunun çıkmasına neden oldu. Sonunda bir gün bizim balonumuzu da uçurmaya başladılar. Bir türlü başarılı olamıyorlardı. Balon 40-50 m.den yukarı çıkmıyordu. Hâlbuki gerektiğinde birkaç yüz metreye tayyarenin kaleye gönderilmesi konusunda ısrarlıydı. Ancak daha önceden planlandığı üzere Yüzbaşı Refik komutası altında Edirne'ye gönderilen tayyareler, Bulgar ileri harekâtından dolayı ilerleyememiş ve trenle yaptıkları yolculuklarını Isparta Kule'de sonlandırıp çoktan geri dönmüşlerdi. Bu arada hava mektebine geri sevk edilen tayyareler, yükleme ve indirme işlemleri esnasında epey hırpalanmıştı. Bu durumda tayyareler Edirne'ye taşınarak değil uçarak ulaşabilirlerdi. Fakat Yeşilköy'deki tayyareciler Edirne-İstanbul arasındaki mesafeyi uçacak kadar eğitimli değillerdi. Ayrıca tayyarelerin mevcut yakıtla havada ne kadar süre kalabilecekleri de önceden tecrübe edilmemişti. Sonunda bu vazife Fransız Granil'le birlikte Mülâzım-ı Sanî Midhat'a verildi. Ancak Fransız tayyareci uçuştan sonra kalede mahsur kalmak veya Bulgarlara esir düşmek endişesiyle Edirne'ye uçmayı reddetti. Bu hareketi sonucunda Fransız'ın mukavelesi feshedilerek sınır dışı edildi21. Anlaşılacağı gibi harp sırasında Edirne Kalesi'ne, planlandığı halde, tayyare gönderilemedi. Kaledeki tek hava aracı, 27 Haziran 1912'de şehre getirilen 750 m³lük sabit, balondu22. XVIII. yy. sonlarında Fransız Mongolfiye kardeşler23 tarafından icat edilen balon ve bundan sonra Avrupa'da sık sık görülen balon uçuşlarının, çok geçmeden Osmanlı Devleti'nde de yapıldığını bilmekteyiz. İstanbul'da ilk balon uçuşunun 1785 yılında yapıldığına dair bilgiler vardır. Ayrıca Napolyon'un Mısır'ı işgali sırasında (1798) Kahire'de bir uçuş gerçekleştirilmişti. II. Meşrutiyet Dönemi'ne kadar İstanbul'da çeşitli tarihlerde birkaç balon gösterisi daha yapılmıştı. 1801 ve 1802 yıllarında, Mühendishane-i Berr-i Hümayun halifelerinden mühtedî Selim Efendi, toplamda üç balon uçuşu gerçekleştirmişti. 1844 yılında Bolognalı Antonio Comaschi, saray ve devlet erkânının da bulunduğu kalabalık bir halk kitlesi önünde gösteri yapmıştı. II. Meşrutiyet'ten sonra 1909 yılında, İstanbul'da Fransız baloncu Ernest Barbotte tarafından balonla gösteri uçuşları sergilenmişti. Tüm bu girişimlerden, Osmanlılar'da balonun sadece bir gösteri ve eğlence unsuru olarak kabul edildiği ve tayyareler kadar ilgi çekemediği açıkça anlaşılmaktadır24. Osmanlıların ilk tayyarelerini icadından dokuz yıl sonra 1912 yılında almalarına karşılık, ilk balonlarını icadından 126 yıl sonra almış olmaları, bu durumun bir kanıtıdır25. Esasında muharebeler esnasında kullanılan sabit balonlardan oldukça faydalanmak mümkündü. Bu balonlar uygun yükseklikten çektikleri fotoğraflar ve verdikleri işaretlerle düşmanı keşif ve gözlem hususunda, orduya kayda değer bilgiler sağlayabilirlerdi. Bu konuda Osmanlı Devleti'ne değişik tarihlerde gönderilmiş raporlar26, Avrupa'da yaşanan teknik gelişmeler, balonlarla yapılan denemeler ve Avrupalı devletlerin bu yeni harp aletine 21 Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129, 132-133; S. İlmen, Aynı eser, s. 112; Bülent Yılmazer, “Balkan Harbi'nde Hava Gücü, Askerî Havacılıkta Perdenin Açılışı”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C. 2, Ankara 2006, s. 241-242. 22 Edirne Kalesi için son derece lüzumlu olan bu balonun bedeli olan 185.589 Mark, 1324 (1906-1907) senesi fevkalade bütçesine dahil edildiği halde, alımı gerçekleşememişti. Satın alma işlemini hızlandırmak isteyen Harbiye Nezareti ise söz konusu bedelin bu kez 1326 (1908-1909) senesi fevkalade bütçesinden ödenmesini istemekteydi. (BOA, BEO, 3759/281907; BOA, BEO, 3762/282144). 1911 yılında ise Avrupa'dan (Almanya'dan) satın alınan ve Osmanlı Devleti'ne sevk edilmek üzere hazır bekletilen balon, devletin o sıralarda içinde bulunduğu ekonomik dar boğaz nedeniyle, tahsis edilen parası maliyeden bir türlü ödenmediği için yine alınamamıştı. Nihayet bu görev Erkân-ı harbiye miralaylarından Süreyya Bey'e verilmiş ve o da yaptığı girişimler sonucunda gereken parayı bir-iki gün içerisinde maliyeden almayı başararak balonun yurda gelmesine vesile olmuştur. (S. İlmen, Aynı eser, s. 20-21). 23 Ayrıntılı bilgi için bakınız: M. Z., “Balonu İhtira Eden Mongolfiye Kardeşler”, Resimli Tarih Mecmuası, C. 4, S. 45, İstanbul Eylül 1953, s. 2588-2590. 24 Mustafa Kaçar, “Osmanlılar'da Havacılık”, Osmanlı, C. 8, Ankara 1999, s. 699-700. 25 Kahraman Şakul, “Osmanlı'da Balonlar ve Balonculuk, Gökten Çadır Düştü!”, Toplumsal Tarih, C. 19, S. 117, İstanbul Eylül 2003, s. 33. 26 BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16; BOA, Y. PRK. ASK., 254/8. 27 BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16. 28 BOA, Y. PRK. ASK., 254/8. 29 Rezzan Ünalp, “Hava Kuvvetlerinin Tarihî Gelişimi”, Yedinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri (Sunulmayan Bildiriler), C. 2, Ankara 2001, s. 294. 30 Zafer Orbay, Türkiye'de Havacılık ve Uçak Yapımı, İstanbul 2009, s. 20-21. 31 Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129, 132. Edirne Eğitim 45 dövmeye başlıyordu34. çıkacak, düşmanı keşfetmeye çalışacaktı. Mesela Doğu Aslında Bulgarların Cephesi'ne götürülecek, oradan hava u çu ş ve g özlemleri birkaç yüz metre havaya çıkıp hususunda gösterdikleri bu şehri bombardıman eden performans, tesadüf değildi. Zira topların yerlerini keşfedecek, onların havacılık konusundaki telefonla aşağıya haber verecek. gelişmeleri takip etmeye Topçular ateş edecekler, başlamaları, harbin mer milerin ileri ve geri başlamasından beş yıl öncesine düştüğünü gözetleyip yine haber kadar gitmektedir. 28 Mart 1323 verecekler. Kısa topların yerini (10 Nisan 1907) tarihli bir bizim toplara bulduracaktı. İşte, belgeye 35 göre, Bulgaristan bunların hiçbirisi olmadı. Doğru Fransa'dan satın aldığı balon dürüst balonu uçuramadılar. takımları ile askerî hava gücünü İşittiğime göre, balonun oluşturmaya başlamıştır. Ayrıca içerisine doldurulmak üzere bir Bulgar neşriyatından alınan defalık gaz varmış. Kale çabuk bilgiye göre, Bulgar zabitleri kuşatıldığı için, balona gelecek tahsillerini ilerletmek için bundan olan gaz İstanbul'da kalmış imiş. sonra Fransa'ya gidecek ve Kale, sabit balondan hiç burada her türlü askerî kıta ve faydalanamadı. Bulgarlar ise tesislere kabul edilebileceklerdir. önce Batı Cephesi'ne, sonra Yine aynı belgeye göre, yapılan Doğu Cephesi'ne geçirdikleri bir tatbikatta obüs bataryasından sabit balonları ile belki şehrin açılan ateşle, altı-yedi km. fotoğraflarını bile mesafeden, 300 m. yükseklikteki 32 a l ı y o r l a r d ı … ” . E d i r n e Edirne'nin doğusunu gözetlemek için kullanılan Bulgar istihbarat balonu. balonların vurulabildiği Kalesi'ndeki sabit balon g ö z l e n m i ş t i r. D o l a y ı s ı y l a muharebede faydalı herhangi Osmanlı Ordusu'ndaki muhasara bir faaliyet gösterememişse de, gökyüzüne doğru az askerlerinin kullandıkları ateşli silahlar ile şimdiden da olsa yükselmesi, muhasara boyunca dışarıdan balonlar aleyhine atış tecrübelerine başlamaları ve bu beklediği yardımı bir türlü göremeyen ve hayal kırıklığı türden atışlara alıştırılmaları, Berlin sefareti yaşayan Türk askerinin ruhunda meydana gelen ataşemiliteri Erkân-ı harbiye miralaylarından Nazif 33 boşluğu biraz olsun telafi edebilmişti . Bey tarafından tavsiye edilmektedir. Bu belge, Bulgarlar tarafından gelecekte muhasara edilecek Osmanlı Devleti cephesinde sabit balondan Edirne kale savunucularının yaşayacakları tecrübeleri, beklenen fayda sağlanamamasına rağmen, Bulgarlar adeta önceden bilircesine bir uyarı niteliği Edirne semalarındaki hava keşiflerine harbin taşımaktadır. başlamasını müteakip hemen başladılar. Bulgarlara ait ilk balon 16 Teşrîn-i evvel 1328 (29 Ekim 1912) Salı Bulgar Ordusu'nun balon ve tayyarelerden günü görüldü (Edirne'yi gözetlemek için kullanılan keşif vasıtası olarak yararlandığını, Bulgar İkinci Ordu Bulgar istihbarat balonu için bkz. Resim VIII). Henüz Komutanı General İvanof'un ifadelerinde de bulmak 20 m. kadar havalanan balon, topçu ateşine maruz mümkündür. General İvanof kaleme aldığı eserinde bırakıldığından derhal indirildi. İkinci kez Bulgarların hava keşiflerini “…Bugün tayyareler iki havalanmaya başlayan balon, ateş açılarak tekrar yere uçuş yaptı, fakat bir şey keşfedemediler; yalnız indirildi. Yine aynı gün Bulgarlara ait bir tayyarenin Kadınköy arkasında bulunan ve hurucu yapan askerin Tunca Nehri doğusundan gelerek Kadıköy ve takriben birer tabur kuvvetinde 18 grup olduğu, Uruş Yıldızköy cihetine yöneldiği tespit edildi (Keşif uçuşu karşısındakilerin daha az olduğu ve her ikisinin yapan Bulgar tayyareleri için bkz. Resim I). Tayyareyi kuvvetli kale ve sahra topçusu himayesinde olduğu hedef alan yoğun Osmanlı piyade ateşi, hem israf ve anlaşılmıştır… Yarın tayyareler bomba atmak kargaşalığın önünü alabilmek hem de tayyarenin suretiyle bir keşif daha yapacaklar ve belki de Osmanlı Devleti'ne ait olabileceği ihtimaline karşılık Edirne'de ne bulunduğunu daha hakikî surette susturuldu. I.Balkan Harbi'nde kurmay binbaşı keşfetmek mümkün olacaktır…”, “…Alınan esirlerin rütbesiyle Edirne Müstahkem Mevkî Kumandanlığı'na verdiği malûmat da birbirine zıttı. Tayyarelerle bağlı Onuncu Fırka'nın kurmay başkanı olan Kâzım düşmana dair malûmat alınıyorsa da teşkilat itibariyle (Karabekir) Bey'in bildirdiğine göre, balon ve tayyare adedi ve bilhassa hangi kıtaların Edirne'de keşiflerinden sonra, düşmanın cephe ve yanlardaki bulunduğuna dair şimdiye kadar malûmat yoktu.”, kuvvetleri artış gösteriyor ve Bulgar Ordusu taarruza “…Yıldırım mahallesi şarkında ve Tunca Nehri kalkıyordu. Obüs bataryaları ile düşman topçusu da köprüleri civarında da yangın olduğu balon faaliyete başlayarak Onuncu Fırka Karargâhı'nı tarassutundan anlaşılmıştır…”, “…Bugün öğleden evvel Edirne üzerinde iki tayyaremiz uçmuştur. Bunlar Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından Balkan Savaşı'nda Edirne Savunması Günleri, (haz. Ratip Kazancıgil), Kırklareli 1986, s. 71-72. iki bomba ile üç paket beyanname atmaya muvaffak Raif Necdet Kestelli, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batışı (Ufûl) Edirne Savunması, 36 (yay. haz. Veliye Özdemir), İstanbul 2001, s. 25. olmuşlardır… ” şeklinde açıklamıştır. Bu satırlar, 32 33 34 35 Kâzım Karabekir, Edirne Hatıraları, (yay. haz. Ziver Öktem), İstanbul 2009, s. 83-85. BOA, Y. PRK. ASK., 245/59. Edirne Eğitim 46 Bulgar tayyarelerinin “İlân kale savunucularının 1. Bulgarların tayyare mevzîlerini ve şehirde vasıtasıyla öteye beriye meydana gelen beyannâme attıkları değişiklikleri gözetleyip görüldü. takip ettiklerini, ayrıca 2.Mezkûr beyannâmedeki tayyarelerden şehri yalanlara inanılmaması bombaladıklarının bir için mevki-i müstahkem, ispatı niteliğindedir. Rumeli malûmatını ahaliye Yaşanan yoğun ilan eder. bombardımanlar 3.Seyyar ordumuz kemâl-i neticesinde şehrin intizam ile muharebe-i muhtelif semtlerinde Edirne'de uçurulan bağlı tarassut balonumuz. kahramanesine devam çıkan yangınlar, pek çok etmektedir. insanın hayatını, yakınlarını, evini veya dükkanlarını kaybetmesine 4.Ordumuzun Kırkkilise ve Lüleburgaz havalisine sebep oldu. Yangınlar itfaiye ekiplerinin gösterdiği çekilmesi sırf askerî planımız iktizasındandır. büyük fedakârlıklar sonucu söndürülebildi37. Şükrü 5.Kumanova ve havalisinde perişan olan Sırp ve Paşa, Bulgar tayyarelerini yanıltmak için Batı Bulgar ordusu artık başını kaldıramaz bir haldedir. Cephesi'nde Palahor Deresi yakınlarında boş çadırlar kurdurarak burada sahte bir ordugâh oluşturmuştu. 6.Bi-inayetilillah an-karîb kahraman ordumuz Fakat bombardımanlardan bunalan halk, “Şükrü Paşa karşısında sırtını çevirecek olan düşmanın hâlini bize çadır kurdurmuş” diyerek şehirdeki evlerini terk yakında öğrenirsiniz. etmiş ve boş çadırları işgal etmişti38. Bulgarlar Edirne 7.Kalemiz bin top değil on binlerce top ve yüz muhasarasında kullandıkları hava araçlarıyla yalnız binlerce askere karşı koyacak ve aylarca müdafaa şehri gözetleyip bombalamakla yetinmeyip edebilecek bir hâldedir. tayyarelerden Edirne halkının üzerine bildiriler de atmışlardır. Bunlar genellikle propaganda maksatlı 8.Kalemiz her türlü taarruz ve hasardan masundur. broşürler olup askerleri ve halkı teslim olmaya ikna 9.Bulgar beyannâmelerine veya sair işâat-ı bedamacı taşıyordu. Muhasara boyunca görülecek olan hâhâneye kanılarak telaşa mahal yoktur. Zalim bildirilerde şunlar yazılıydı: “Ey Müslümanlar, ey iyi Bulgarların yaktıkları İslâm köylerinin dumanlarını, insanlar! Biz sizinle değil, fena hükümetinizle harp kestikleri İslâm kadın ve ihtiyarlarının kanlarını, ediyoruz. Maksadımız kan dökmek değil, sizi zalim bir ahalinin ekserisi gözleriyle görmüşlerdir. idarenin elinden kurtarmaktır. Komşularınız dört taraftan memleketinizi sardı. Kırkkilise, Babaeski, 10.Kan dökmek isteyenler bunun ne kadar pahalıya Lüleburgaz, Dimetoka, Üsküp, Priştine, Nevrekop, mal olduğunu inâyet-i hak ile az zaman sonra Kumanova ve diğer çeşitli memleketler tamamen öğreneceklerdir. zaptedildi. Edirne tamamen kuşatılmış ve İstanbul ile 11.Mevki-i müstahkem ahâliden sükûnet ve metânet ulaşımı kesilmiştir. Emin olunuz ki Edirne'ye imdat ile sabır ve tahammül bekler. gelmesi ihtimali kesinlikle yoktur. Onun için boşuna Edirne Mevki-i Müstahkem Kumandanı kan dökmek hiç uygun değildir. Edirne'nin etrafında 40 Ferik Mehmet Şükrü” tam bin topumuz var. Eğer teslim olmazsanız Edirne mezar ve harabe olacaktır…39” Bulgar tayyarelerinin havadaki görüntüsü ve Bulgarların attıkları bildirilerle gerek Edirne motorlarından çıkan korkunç ses, o ana kadar halkının gerekse Türk askerinin maneviyatını kırmayı, hayatlarında hiç tayyare görmemiş olan Edirne ahâlisi her iki tarafta endişe, panik ve ümitsizlik havası üzerinde büyük bir tesir uyandırdı. Edirne estirmeyi planladığı apaçık ortadadır. Her ne kadar bu muhasarasını bizzat yaşayan ve yaşadıklarını günü bildiriler bazı gerçekleri ifade ediyor olsa da, hiç kimse gününe kaydeden Dağdevirenzâde Mustafa Şevket kalenin teslimini aklından geçirmiyordu. Buna karşılık Bey, anılarında bu olayı şöyle tasvir eder: “18 Teşrîn-i Müstahkem Mevki Kumandanı Şükrü Paşa, halkın ve evvel 1328 (31 Ekim 1912): Bugün öğleden sonra, askerin moralini yüksek tutabilmek için, 19 Teşrîn-i şehir halkı garip bir olay karşısında titredi. Düşmanın evvel 1328 (1 Kasım 1912) tarihli karşı bir bildiri bir uçağı, şehrimizin üstünden geçti. Pervanesinin yayınlamayı uygun gördü: çıkardığı acayip sesle, halkın çoğunluğu ilk defa duyduğu için, bütün kalpleri bir heyecan sardı. Birçok N. İvanof, Balkan Harbi [1912-1913] 2. Ordunun Harekâtı, Edirne Kalesinin Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev. M. Murat), C. 1, İstanbul 1937, bildiri attı. Herkes gökyüzünde dolaşan uçağa s. 77, 86, 210, 212. bakıyordu. Halk tarafından top tüfek atıldıysa da41, Bekir Sıtkı Baykal, “Edirne'nin Uğramış Olduğu İstilâlar”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı), Ankara 1933, s. 188-189. isabet ettirilemedi…”42. Bulgar tayyaresinin şehrin Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 274. 36 37 38 39 40 R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 22; K. Karabekir, Aynı eser, s. 89-90. K. Karabekir, Aynı eser, s. 90-91. 41 Söz konusu tayyareye kaleden de epeyce ateş edilmiş, bir şarapnel tayyarenin pek yakınında patlamıştı. Mütarekede haber alındığına göre o zaman isabet alan bu tayyarenin bir kanadı kırılmış, tayyarecisi de telef olmuştu (K. Karabekir, Aynı eser, s. 89). 42 Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (çev. Ratip Kazancıgil-Nilüfer Gökçe), Edirne 2005, s. 163. Edirne Eğitim 47 halkına bildiri atmaya devam ettiler49. 17 Teşrîn-i sânî 1328 tarihli, Taş Ocakları Mevkî'ne attıkları bildirinin örneği de şu şekildedir: “Edirne'deki Osmanlı askerine, ey Osmanlı askeri; çoktan beri kuşatılma altında bulunduğunuz için, Edirne istihkâmları dışında ne gibi şeyler olduğunu doğal olarak bilmiyorsunuz. Paşalarınız, büyük subaylarınız bunu size söylemezler. Çünkü her şeyi size anlatırlarsa, o zaman belki kendilerini kurşuna dizersiniz. Hâlbuki Trakya'nın işleri pek fena bir halde bulunuyor. İstanbul'dan başka, Osmanlı Avrupası ile Trakya'nın seri ateşli topları Balkan Hükümetleri eline düştü. Topsuz, tüfeksiz olarak İstanbul'a kaçanlar, Osmanlı askerlerinin arasında her gün binlerce asker koleradan, tifodan ölüyorlar. İstanbul'da en önemli noktalar, Avrupa büyük devletleri denizcileri tarafından işgal edilip, karantina konmuştur. Demek ki şimdi yalnız Edirne kaldı. Edirne'ye de hiçbir yerden yardım gelmez. Ne zamansa o da düşecek. Fakat o zamana kadar kim bilir kaç kişi açlıktan, kurşunlardan, hastalıktan ölüp gidecektir. Eğer şimdi teslim olursanız, hem askerî şerefe uyan koşullar altında kabul olur, hem de gereksiz yere kan dökülmez. Aksi takdirde, hiçbir vakit çoluğunuzu, çocuğunuzu, babanızı, ananızı göremeyeceksiniz. Son defa olmak üzere size ihtar olunur. Bulgar savaş askerleri”50. 24 Kânûn-i sânî 1328 tarihli Fransızca ve Bulgarca bildirinin meali ise bütün Rumeli şehirlerinin müttefiklerin eline geçtiği, sıranın Edirne, Yanya ve İşkodra'ya geldiği, Osmanlı Ordusu'nun Çatalca'da birbirini boğazladığı, harbin sona erdiği ve Türkiye'nin boyun eğdiği şeklinde olup Edirne savunucularının müstahkem mevkîdeki komutanlara karşı ayaklanıp onları öldürmesini, sonrasında ise Bulgarlara teslim olmasını istemekteydi51. semalarında ilk kez görünmesiyle ilgili olarak, Balkan Harbi esnasında Edirne'de redif taburu kumandanlığı yapan Raif Necdet'in hatıralarında da şu satırlar yer almaktadır: “18 Teşrîn-i evvel. Bugün ilk defa olarak havada bir düşman (Bulgar) tayyaresi gözüktü. Tayyare, kanatlı bir yılan şeklinde, uğursuz ve zehirli ıslıklar çalarak, esrarengiz vızıltılarla Edirne'ye doğru uçtu, şehrin sinesine beyaz kağıtlar kustu.”43 17 Kasım 1912 günü Edirne semalarında yeniden görülen Bulgar tayyaresi, kalede bulunan iki uçaksavar topu ile vurulmaya çalışıldıysa da bir sonuç elde edilemedi. Bu durumun asker üzerindeki menfî etkisini, Hafız Rakım Efendi şöyle kaleme almıştır: “…Uçak ufuklara karışarak kaybolup gitti. Uçakların gezmesi askerin moralini bozuyordu. Ne olurdu, savaş devam ettiği süre içinde, bizim o kadar para yardımları yaparak aldığımız bir uçak da Edirne Kalesi'ne gelse idi. Ordunun morali daha çok artacaktı…”44 Burada Hafız Rakım Efendi, Donanma Cemiyeti'nin45 ülke havacılığına katkı sağlamak maksadıyla, toplumsal yardımlaşmayı da teşvik ederek başlattığı, “tayyare ianesi” kampanyası dahilinde, halktan toplanan para yardımlarına atıf yapmaktadır. İlk kez Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa tarafından gündeme getirilen askerî tayyareciliğe ilişkin kanun teklifi ve bir tayyarecilik okulu kurulması düşüncesi, bütçede para olmaması nedeniyle, kaynağın bağışlar yoluyla sağlanması faaliyetine dönüştü. Bu bağış kampanyasına öncülük eden Mahmut Şevket Paşa, 25 lira ve altı ay boyunca maaşının ¼'inin kesilmesiyle oluşacak 37.5 lirayı bağışladı. Sultan Mehmed Reşad, bir tayyare alacak para verdi. Mısırlı Prens Celaleddin, bir Deperdüssin marka uçak hediye etti. Süreyya İlmen'in babası Serasker Rıza Paşa da bir Bleriot uçak aldı46. Söz konusu yardım kampanyasına pek çok vilayet de katılmış ve Ordu-yu Hümayun namına satın alınacak tayyareler için devlete nakdî yardımda bulunmuşlardır. Daha Balkan Harbi başlamadan evvel gerçekleştirilen bu kampanyaya, Edirne Vilayeti'nin 5.255 kuruş yardım taahhüdünde bulunduğunu görüyoruz47. Fakat vilayetteki polis memurlarının maaşlarından kesinti şeklinde toplanan yardım ancak 4.146 kuruşa ulaşabilmişti. Toplanan meblağ da 17 Temmuz 1328 (30 Temmuz 1912) tarihli belgeye göre, Donanma Cemiyeti'ne takdim edilmek üzere posta yoluyla gönderilmişti48. Aslında Bulgar askerleri Edirne civarında girdikleri her Türk yerleşimini yakıp yıktıkları ve Müslüman ahâliyi akla hayale gelmeyen işkence metotlarıyla katlettikleri halde, gerçeği bu asılsız propaganda broşürleriyle gizlemeye çalışıyordu52. Amaçları, Edirne savunmasının boşuna ve faydasız olduğu fikrini Edirnelilere dayatmak, halk arasında korku, panik ve dehşet havası uyandırarak düşündüklerinden daha uzun süren kale muhasarasını en kısa zamanda sona erdirebilmekti. Edirne Kale Kumandanı Şükrü Paşa ise bu bildirileri yalanlamak ve halkın kırılmaya yüz tutan maneviyatını yükseltmek amacıyla karşı bildiriler yayınlıyordu53. Bulgar tayyareleri 17 Teşrîn-i sânî 1328 (30 Kasım 1912) ve 24 Kânûn-ı sânî 1328 (6 Şubat 1913) tarihlerinde Edirne semalarında uçarak, şehir Edirneliler, muhasara öncesinde ve sırasında bekledikleri tayyareye maalesef kavuşamadılar. Bunda Osmanlı Ordusu'nun ikmal kaynaklarının 49 K. Karabekir, Aynı eser, s. 135, 167. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s. 175-176. K. Karabekir, Aynı eser, s. 167; Türk Silahlı Kuvvetleri..., s. 274. 52 Yaşanan Bulgar zulmünün ayrıntıları bkz. İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezâlimi (1878-1989), Ankara 1990; Pierre Loti, “Balkan Savaşı Sırasında Akıllara Durgunluk Veren Bulgar Mezalimi”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 1, S. 2, İstanbul 1965, s. 18-25; İlker Alp, “Balkan Savaşları Esnasındaki Bulgar Mezâliminin Türkler ve Gayrimüslim Azınlıklar Tarafından Tel'îni", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 26, Nisan 1987, s. 44-53; İlker Alp, "Balkan Harbi ve Bulgar Mezâlimi ile İlgili Edirne Müzesi'nde Bulunan Birkaç Hatıra", Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 5, Mayıs 1987, s. 51-52; Ahmet Halaçoğlu, “Bulgar Mezâlimi”, Türkler, C. 13, Ankara 2002, s. 311-312; Nuri Köstüklü, “Türk Arşiv Belgelerine Göre Balkan Savaşı Sırasında Bulgarların Edirne Vilayetinde Yaptıkları Mezalim ve Yerli Rum Halkın Tepkisi”, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, S. 1, Bahar 2005, s. 115-128. 53 Yüzbaşı Nâci, Balkan Harbinde Edirne Muhasarasına Ait Harb Ceridesi, İstanbul 1926, s. 39. 43 R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 22. Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 45. 45 Cemiyetin tam adı; Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti'dir. Osmanlı ordusuna kuvvetli bir donanma kazandırmak arzusundan doğan ve 1909 yılında kurulan Donanmayı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, kısa zaman sonra ordu için bir tayyare filosu kurma teşebbüslerinde bulunmaya başlamıştır. Cemiyetin 1912 senesine kadar uzanan bu teşebbüsleri sonucu, farklı zamanlarda halktan ve hatta padişahtan toplanan “tayyare ianesi”, yurt dışından tayyare satın alınması maksadıyla Harbiye Nezareti'ne teslim edilmiştir. Faaliyetlerine I. Dünya Savaşı esnasında da devam eden cemiyet, her ne kadar amaçladığı gibi bir tayyare fabrikası açmayı başaramadıysa da, Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte kurulan Türk Tayyare Cemiyeti'nin temellerini oluşturmuştur (Selahittin Özçelik, Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Ankara 2000, s. 176-178). 46 S. Kline, Aynı eser, s. 60. 47 BOA, DH.EUM.THR., 77/68 (24 Cemaziyelevvel 1330 / 10 Haziran 1912 tarihli tahrirat). 48 BOA, DH. EUM. THR., 80/5. 50 44 51 Edirne Eğitim 48 yetersizliği son derece etkili oldu. Muhasara esnasında Bulgarların iki kaptif balonu zaman zaman Batı Cephesi'nde Enes Köyü, Döllük ve Doğu Cephesi'nde Güneş çiftliği ve Demirhanlı civarlarında kendilerini gösterdiler. Osmanlı tarafında herhangi bir hava aracı yokken düşman tayyareleri uzaklardan havalanıp kalenin en gizli yerlerini dahi göz hapsinde tutabilmekteydi. Başkomutanlığın, kaleye bir tayyare gönderilmesi talepleri ise her seferinde boş vaatlerle oyalanıyordu54. Ancak Edirneliler hiçbir zaman gelmeyecek olan tayyareyi hasretle beklemeye devam ettiler. Şehirde, kolordulardan bir tayyarenin geleceği söylentisi de eksik olmuyordu. Yine böyle bir gün ahali birbirine tayyarenin geldiği müjdesini vermeye başladığı gibi polisler de kahveleri gezerek beklenen tayyarenin gelişini halka duyurdular. Fakat bu umutlu bekleyişten kısa bir zaman sonra hakikat anlaşıldı. Gelen tayyare Türklere değil Bulgarlara aitti ve tayyareyi kullanan Rus tayyareci yolunu şaşırarak Mustafapaşa Kasabası yerine Edirne'de Hacılarezanı Mevkî'ne inmişti. 8 Şubat 1328 (21 Şubat 1913) günü yaşanan bu olaydan sonra gönüllü Rus tayyareci harp esiri sayıldı ve tayyare de balon hangarına alındı55. Nikolayef ismindeki bu Rus tayyarecinin posta taşıdığı ve Malkara yönünden geldiği anlaşıldı56. Ayrıca Bulgar Ordusu'nda sözleşmeli çalışan Rusların (Bulgar Ordusu'nda görev alan Rus havacılar için bkz. Resim III ve Resim V) yanı sıra Fransız ve İtalyan tayyarecilerin de bulunduğu, yapılacak barışın Edirne'ye bağlı bulunduğu, Edirne'de çekilen yiyecek sıkıntısının Bulgarlarca bilindiği, yine Nikolayef'in ifadesinden anlaşıldı57. İlerleyen zamanda esir Rus tayyarecisinin Edirne'deki balon müfrezesine58, düşen tayyareyi kullanmayı öğretebileceği düşünüldü. Ancak tayyarenin motorunda meydana gelen arızayı tamir edecek kimse olmadığından bundan da vazgeçildi59. Yani Bulgar tayyaresi ve onun esir tayyarecisinden de istifade etmek mümkün olmadı. tayyarenin burada sürekli görev yapmasını sağlayacak yakıt, yedek parça ve teknik eleman gibi lojistik desteğe de ihtiyaç vardı. Ancak yokluklarla ve açlıkla mücadele eden muhasara altındaki Edirne'de, bu tür imkânlardan söz etmek pek de mümkün değildi62. Nitekim 22 Şubat'tan itibaren tipi şeklinde yağmaya başlayan kar, Edirne'ye gönderilecek olan tayyarenin Gelibolu'da hasara uğramasına neden oldu. Bunun üzerine tayyare onarım maksadıyla 6 Mart'ta İstanbul'a sevk edildi. Dolayısıyla gelecek tayyareden umut iyice kesilmiş oldu63. Balkan Harbi esnasında pek bir varlık gösteremeyen Osmanlı tayyarecileri, sadece bazı keşif faaliyetlerinde başarılı olabilmişlerdir. Bunlardan, 17 Mart 1913 tarihinde Çatalca hattındaki Bulgar mevzîlerinin keşfini yapan Yüzbaşı Fesa Bey, Onuncu Kolordu Komutanlığı'nca on altın ile 64 mükâfâtlandırılmıştır . SONUÇ I.Balkan Harbi'nde Bulgarlar, muhasara altındaki Edirne'yi gözetleme balonları ve tayyarelerle sürekli gözetim altında tutmayı başardılar. Gerek Edirne'yi müdafaa edenleri yıldırmak ve gerekse onlara daha fazla baskı yapmak için tayyareleriyle şehre sürekli bildiri attılar. Bu bildirilerde zaferlerinin methiyelerini yaparak Osmanlı Ordusu'nun üst üste uğradığı yenilgileri, kaybedilen kadîm Türk şehirlerini, ordunun ve direnen halkın perişan ve sefil halini vurgulayan Bulgarlar, böylece Edirne ahâlisinin direnme gücünü kırmayı ve teslim sürecini hızlandırmayı hedeflediler. Bulgar tayyarelerinin havadan gerçekleştirdiği bu psikolojik harp, harbin ilk safhasında başlayıp mütarekeden65 sonra da aralıksız olarak devam etti. Yine tayyareler vasıtasıyla şehrin fotoğraflarını çekerek saldırı planlarını ve topçularının atışlarını ellerindeki fotoğraflara göre ayarladılar. Bunların dışında tayyarelerle şehri havadan bombalayarak Edirne halkını dehşete düşürdükleri gibi aynı zamanda Avrupa'ya psikolojik bombardıman tecavüzü ve hava bombardımanı kavramlarını da tanıttılar66. Bulgar Ordusu'nun tayyareleri askerî anlamda oldukça etkin bir şekilde kullanmasına karşılık, Osmanlı Ordusu'nun tüm bu imkânlardan mahrum olduğunu görüyoruz. Zira bu dönemde Türk havacılığı kuruluş aşamasındadır. Harbin başlangıcından itibaren Harbiye Nezareti'nden talep edilen fakat bir türlü kaleye ulaşmayan tayyareler, Edirne'deki halk ve asker arasında bir umutsuzluk kaynağı oldu. Eldeki tek keşif ve gözlem aracı olan sabit balon ise gerek balonu havalandıracak yeterli miktarda g a z ol ma d ı ğ ı nd a n, g e re k s e t e k ni k e l e ma n bulunmadığından âtıl kalmaktan kurtulamadı. Netice itibariyle Balkan Harbi sırasında Osmanlı tayyareleri Selanik ve Çatalca semalarında gerçekleştirdikleri birkaç gözlem faaliyeti dışında önemli bir varlık 67 gösterememişlerdir . Bu durum halk ve asker üzerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşatmasına rağmen İstanbul'dan Edirne'ye kurtarıcı bir Türk tayyaresinin geleceği inancının devam ettiği anlaşılmaktadır. Zira Harbiye Nezareti'nden gönderilen telgrafta, “hava açık olduğu takdirde” kaleye Gelibolu cihetinden iki kişilik bir tayyare gönderileceği bildirilmekteydi. Hatta gelmesi muhtemel bu tayyare için 600 m. uzunluğunda ve 200 m. genişliğinde bir yer hazırlanması ve bu yerin flamalarla işaretlenmesi isteniyordu60. Bunun üzerine şehrin kuzey kısmında mühimmat deposu yakınındaki bir alan, pist inşasına tahsis edildi61. Fakat sorun sadece Edirne'ye gelecek tayyare için bir iniş yeri hazırlanması veya buraya olan uçuş mesafesinin uzunluğu değildi. Hiç şüphesiz şehre gelecek 54 Ali Remzi Yiğitgüden, Balkan Savaşı'nda Edirne Kale Muharebeleri, (yay. haz. Z. Türkmen-B. Turan-A. Kaptan-Ö. Demireğen-T. Kılıç), C. 1-2, Ankara 2006, s. 196-197. Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 70-71; R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 65; K. Karabekir, Aynı eser, s. 183. 56 Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s. 188. 57 Türk Silahlı Kuvvetleri… s. 286. 58 Bu müfreze Edirne'nin işgâlinden sonra Bulgarlar tarafından esir edilerek Bulgaristan'a götürülmüş, esirlerin iadesiyle birlikte İstanbul'a geri dönmüşlerdir (S. İlmen, Aynı eser, s. 134). 59 K. Karabekir, Aynı eser, s. 187-188. 60 Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 78; K. Karabekir, Aynı eser, s. 178. 61 Başkomutanlıktan 17 Şubat'ta alınan telgrafa göre hazırlanan söz konusu pist, şehrin kuzeyinde ve Tunca'nın doğusunda Nümune Çiftliği ile bunun yakınındaki küçük cephane depolarının batısında, bu depolarla Tunca arasındaki çayırlık alandı (Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 286). 62 B. Yılmazer, Aynı makale, s. 245. Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 286-287. R. Ünalp, Aynı makale, s. 298. 65 8 Aralık 1912-30 Ocak 1913. 66 Richard C. Hall, Aynı eser, s. 117 [Burada yazar, her ne kadar Edirne semalarından bildiri atan Bulgarların “Avrupa'ya psikolojik bombardıman tecavüzü” kavramını tanıttığını iddia etse de, bu türden psikolojik bir saldırıyı ilk defa İtalyanların gerçekleştirdiğini biliyoruz. İtalyan tayyarecileri 1911-1912 Trablusgarp Harbi'nde Arapları Türklere karşı kışkırtmak ve psikolojik propaganda maksatlı, havadan bildiri atmışlardı (Hale Şıvgın, Trablusgarp Savaşı ve 1911-1912 Türk-İtalyan İlişkileri, Ankara 1989, s. 88). Yine Trablusgarp Harbi'nde İtalyan tayyarecileri ilk kez havadan Türk ordusunun keşif fotoğraflarını çekmişler ve ilk gece bombardımanını Türk kuvvetleri üzerine yapmışlardı (S. Kline, Aynı eser, s. 60, 68.) ] 63 55 64 Edirne Eğitim 49 I. Balkan Harbi, bir harbin kazanılması için elzem olan cesaret, ustalık, teknolojik silahlara sahiplik, ikmal ve nakliye kollarının mükemmeliyeti gibi faktörler yanında devletlerin bundan sonra yeni bir harp aracı olarak tayyarelere ve bunları kullanabilecek iyi yetişmiş havacılara gereksinimi olduğu gerçeğini de ortaya çıkardı. Bu harpte hava araçları her ne kadar sınırlı olarak kullanılmışsa da dünya tarihine hava araçlarının askerî yönünü tanıtması ve sonrasında tayyarelerin giderek yaygınlaşması açısından önemlidir. Nitekim ilerleyen yıllarda İngilizlerin de hava araçlarından etkin bir şekilde yararlanmaya başladığını görebiliyoruz. Balkan Harbi'nden sadece iki sene sonra, 1915 yılındaki Çanakkale Muharebeleri'nde tayyare ve gözlem balonlarını kullanan İngilizler, tayyarelerden gerçekleştirdikleri bombardımanlarla çok sayıda askerimizin şehit olmasına yol açtıkları gibi, aynı zamanda, Türk askerlerini kendi yanlarına katılmaya davet eden ve İngilizlerin Osmanlı ve İslâm yandaşı olduğunu beyan eden 68 propaganda bildirileri atmışlardır . İstihbarat uçağındaki (forman Hf. 20) uçuş öncesi hazırlık yapan Rus havacılar. Balkan Savaşı'na katılmış Bulgar havacısı S. P. Çerkezov. Birinci uçak mangasının komutanı teğmen Simeon Petrov. Bulgar pilotu Edirne'ye bomba atıyor. 67 Süreyya İlmen hatıralarında bu durumun nedenini şöyle açıklar: “Balkan Harbi'nde kim ne derse desin, iş görecek kadar elimizde tayyarelerimiz ve tayyarecilerimiz vardı; lakin harpte tayyarelerin nasıl kullanılacağını bilen kumandan yoktu. İşte gelişi güzel, Baş Kumandanlık ile Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği mevcut tayyarelerimizi, istedikleri gibi, öteye beriye göndermişlerdi… Tayyare ve tayyarecilerimizden Balkan Harbi'nde layıkıyla istifade edemeyişimizin en büyük sebebi kanaatime göre Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'ce vakt-i hazerde yani Balkan Harbi'nden evvel hazırlanmış olan seferberlik planı mucibince Karargâh-ı Umumî İkinci Şubesi'ne tayin edilmiş olmaklığımdır. Ordumuzda tayyarecilik teşkilâtını tesise memur edilen ve bu işte çok çalışmış olan bir zatın Balkan Harbi'nde de o işin başında bulunmazı iktiza ederdi…” (S. İlmen, Aynı eser, s. 108-109.) 68 On Yıllık Savaş Org. İzzettin Çalışlar'ın Not Defterlerinden Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları, (haz. İzzeddin Çalışlar), İstanbul 2010, s. 99-100, 109, 121, 123, 143, 148, 156. KAYNAKÇA 1. Arşiv Belgeleri BOA, BEO, 3759/281907. BOA, BEO, 3762/282144. BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16. BOA, Y. PRK. ASK., 254/8. BOA, Y. PRK. ASK., 245/59. BOA, DH.EUM.THR., 77/68. BOA, DH. EUM. THR., 80/5. 2. Basılı Eserler -Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, C. 1, İstanbul 2005. -Baykal, Bekir Sıtkı, “Edirne'nin Uğramış Olduğu İstilâlar”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı), Ankara 1933, s. 179-195. -Çağan, Nazmi, “Balkan Harbinde Edirne”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı), Ankara 1993, s. 197-213. -Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (çev. Ratip Kazancıgil-Nilüfer Gökçe), Edirne 2005. -Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından Balkan Savaşı'nda Edirne Savunması Günleri, (haz. Ratip Kazancıgil), Kırklareli 1986. - Hall, Richard C., Balkan Savaşları 1912-1913 I. Dünya Savaşı'nın Provası, (çev. M. Tanju Akad), İstanbul 2003. -Ilgar, İhsan, “Balkanlılar'a Neden Yenildik?”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 2, S. 8, İstanbul 1972, s. 43-46. -İlmen, Süreyya, Türkiye'de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstanbul 1947. -İvanof, N., Balkan Harbi [1912-1913] 2. Ordunun Harekâtı, Edirne Kalesinin Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev. M. Murat), C. 1, İstanbul 1937. -Kaçar, Mustafa, “Osmanlılar'da Havacılık”, Osmanlı, C.8, Ankara 1999, s.698-701. -Kansu, Yavuz, Sermet Şensöz, Yılmaz Öztuna, En Eski Çağlardan 1. Dünya Savaşına Kadar Havacılık Tarihinde Türkler, C. 1, Ankara 1971. -Karabekir, Kâzım, Edirne Hatıraları, (yay. haz. Ziver Öktem), İstanbul 2009. - Kestelli, Raif Necdet, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batışı (Ufûl) Edirne Savunması, (yay. haz. Veliye Özdemir), İstanbul 2001. -Kline, Stuart, Türk Havacılık Kronolojisi, İstanbul 2002. -Mahmud MuhtarPaşa, 3.Kolordu ve 2.Doğu Ordusu'nun Muharebeleri Balk. Sv. İst.2003. -Nüzhet, Mehmet Ali, 1912 Balkan Harbi, (sad. Sadettin Gömeç), Ankara 1987. -Okar, Avni, Türkiye'de Tayyarecilik (1910-1924), İstanbul 2003. -On Yıllık Savaş Org. İzzettin Çalışlar'ın Not Defterlerinden Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşları, (haz. İzzeddin Çalışlar), İstanbul 2010. -Orbay, Zafer, Türkiye'de Havacılık ve Uçak Yapımı, İstanbul 2009. -Özçelik, Selahittin, Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Ankara 2000. -Şakul, Kahraman, “Osmanlı'da Balonlar ve Balonculuk, Gökten Çadır Düştü!”, Toplumsal Tarih, C. 19, S. 117, İstanbul Eylül 2003, s. 30-33. -Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Osmanlı Devri Balkan Harbi (1912-1913) Edirne Kalesi Etrafındaki Muharebeler, C. 2, Kıs. 3, Ankara 1993. -Ünalp, Rezzan, “Hava Kuvvetlerinin Tarihî Gelişimi”, Yedinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri (Sunulmayan Bildiriler), C. 2, Ankara 2001, s. 293-316. -Yalçın, Durmuş, Yaşar Akbıyık, D. Ali Akbulut, Mustafa Balcıoğlu, Nuri Köstüklü, Azmi Süslü, Refik Turan, Cezmi Eraslan, M. Akif Tural, T.C.Tarihi, C. 1, Ankara 2005. -Yılmazer, Bülent, “Balkan Harbi'nde Hava Gücü, Askerî Havacılıkta Perdenin Açılışı”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C. 2, Ankara 2006, s. 229-253. -Yiğitgüden, Ali Remzi, Balkan Savaşı'nda Edirne Kale Muharebeleri, (yay. haz. Z. Türkmen-B. Turan-A. Kaptan-Ö. Demireğen-T. Kılıç), C. 1-2, Ankara 2006. -Yüzbaşı Nâci, Balkan Harbinde Edirne Muhasarasına Ait Harb Ceridesi, İstanbul 1926. Edirne Eğitim 50 “TARİH İÇİN BİR HİKÂYE”*YE TAHLİL DENEMESİ Ebru BOZTÜRK TUNA İlhami Ertem Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Hikaye beş kişinin oluşturduğu bir sohbet ortamı ile başlar. Kosova'dan yeni gelen arkadaşları, başta Aka Gündüz olmak üzere, diğerlerine kendi yaşadığı bir olayı aktarmaktadır. Kahraman yazara ismiyle hitap etmektedir: “ Aka, dedi. Hele sen bunu iyi dinle…” “Sen de Aka, sen de bunu aynen yaz…” Roman kahramanının yazara ismiyle seslenmesi kurguyu gerçek kılmak içindir. Balkan coğrafyası; Balkan Savaşları sırasında bir çok acıya şahitlik etmiş, bu toprakları korumak uğruna bir çok bedel ödemiştir. Hikâyenin bir çok bölümü, bu yaşanmışlıkların gerçekliğini, hikâyede anlatılanların hayal ürünü bir kurgu değil gerçeğe dayalı bir kurgu olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Bunun için yazar karakter çizimine ayrıca önem vermiştir. “ Karakter çiziminde esas itibariyle iki yol vardır. Biri çizilmek istenen kişiyle ilgili bilgilerin bizzat yazar tarafından verilmesi (Açıklama yöntemi); diğeri kişinin davranış, düşünce ve duygularıyla kendi kendini ortaya koyması (Dramatik Yöntem)”(1) Aka Gündüz Tarih İçin Bir Hikaye adlı öyküsünde baş kahramanını dramatik yöntemle bize sunmaktadır. Bu metot olaylara sahicilik kazandırması yönünden önemlidir. Hikayedeki bir diğer kahraman ise yazarın kendisidir. Olayın dinleyici rolündeki kahramanıdır yazar. Aka Gündüz'ün konuştuğu bu bölümler açıklama tekniği ile verilmiştir. “Beş kişi oturuyorduk. Kosova'dan yakasını pek güç kurtarabilmiş, iki gündür İstanbul'da, nefes alabilen arkadaşımız ayağa kalktı ve birden benim karşımda durdu…” “Arkadaşımız dolan gözlerini bizim gibi parmağının ucuyla sildikten sonra sustu ve oturduğu koltukta nöbet gelen bir hasta gibi yaslandı.” Aka Gündüz'ün hikayenin gerçek bir olaya dayandırıldığını vurgulamak için kullandığı bir diğer yöntem de kahramanlarının adlarını zikretmemesidir. Kahramanlar “…Bey, …Beyin haremi, Yüzbaşı ….Beyin karısı” şeklinde anılmaktadır. İsimlerin anılmaması bu kahramanların sayıca çokluğunu, benzer olayların sıkça yaşandığını vurgulamak içindir aynı zamanda. Adı söylenmeyen bir diğer kahraman da hikayeye konu olan kadın kahramandır. Yüzbaşı … 'nın şehit karısı… 'dır. Bir köprünün dibinde perişan halde bulunmuştur. Sonradan hikayenin baş kahramanı olan yüzbaşının yakın arkadaşının eşi olduğunu öğrendiğimiz kadının da a d ı a n ı l m a m a k t a d ı r. Bölgede üst üste bozgunlar ve ihanetler yaşayan Osmanlı ordusuna ait üç asker ailesi beş altı asker eşliğinde güvenli bir bölgeye sevk edilirken pusuya düşerler. Diğer kadınlar ve çocuklar bu pusuda muhtemelen şehit olmuşlardır. Hikâyeye konu olan kadın kahramanımız ise t e s a d ü f e n k u r t u l u r. Bulunduğu zaman korku Soner TUNA ve dehşet içinde aç ve y o r g u n d u r. K e n d i s i n i bulanları tanığında içi rahatlar ve hikâyesini anlatır. Kadın kahraman sonunda büyük olasılıkla emanet edildiği kişilerce kolundaki gümüş bilezik ve parmağındaki yüzük için boğularak katledilmiştir. Yazarın hikâyeyi yazmaktaki asıl amacı Balkanlarda yaşanan dramı gözler önüne sermektir. Kahramanların ruh hallerini yansıttığı bölümler oldukça güçlüdür. Yüzbaşı olan baş kahramanımız dağılan ordular yönünü bilmez bir şekilde oradan oraya savrulurken emrine verilen on iki kişilik bir kuvvetle tam olarak bilinmeyen bir yöne doğru Edirne Eğitim 51 ilerlemektedir. Düne kadar bir arada yaşadığımız milletlerin birbirini izleyen ihanetleri kahramanın ruhunda derin yaralar açmıştır. Hikayenin başındaki şu sözler bu ruh haline çok net tercüman olmaktadır. “Söyleyeceğim şu hikaye hakikatin bile üstünde geçen bir vak'adır. Gözlerim şimdi bile görüyor gibi oluyor. Kim bilir belki iki defa mağlup olmaya katlanırdım, katlanmaya çalışırdım, lakin… Aka, dinliyor musun? Lakin... Bunu görmeseydim. O bir cinayet, bir vahşet değil, bir hasabet, bir ihanet hiç değil idi. O bir şey idi… Söyle bana… bana bir tabir bul… Neydi yâ Rabbi? İblisin kızacağı, Firavunun kızaracağı, hicap ve hacâletin kızaracağı bir şey!” Yolda karşılaştığı eski bir arkadaşının eşine yardım etmek için çabalayan kahraman şartların olumsuzluğu yüzünden derin bir çaresizlik duygusu içindedir. “… Fakat karanlıktan, yalnızlıktan, vasıtasızlıktan ibaret bir çölün ortasında yerde bayılıp kalmış bir genç kadına ne gibi muavenette bulunulabilir?” “Gidelim fakat nereye? Nasıl ? Öyle bir mevkide kaldım ki siz tasavvur ediniz, gitmiş bir güneş, çökmüş bir karanlık, meçhul bir hedef…” Çaresizlikten, imkansızlıklardan ötürü arkadaşının karısını yolda arkalarından gelen ve iki erkekle bir kadından oluşan Arnavut gruba emanet(!) eder. Kahramanımız yanlarına da Manisalı nefer Ahmet'i katar. Ancak bir türlü içi rahat etmez. Sürekli şüpheler içindedir. “Biz konak yerine vardık. Yedi sekiz ağaçtan ibaret bir korucuk, bir toprak yığınına yaslandım. Güya uyuyordum. Fakat hakikatte bütün gecearkadaşım ve bedbaht karısı, rüyalarımı doldurdu. Şimdi kim bilir o nerede idi? Kadın, zavallı kadıncağız da köyün herhalde buradan daha sıcak ve emin bir odasında istirahat ediyordu.Kabuslarımın ortasında beni müteselli eden yalnız bir nokta vardı. Kadının kurtulmuş olması.” Kahraman tereddüt ve teselli duygularını aynı anda yaşıyor. Bir yanda beynini kemiren endişeyi bir yanda kendini teselli edişini şu bölümde görüyoruz: “Budala, dedim. Maiyetini pekala bilmediğin insanlara emniyet olur mu? Budala! Budala! Fakat ne çare bir defa teslim ve emniyet edildi. Etmeseydim ne olacaktı, zavallı kadın sabaha kadar açıkta, toprak üstünde ölüp gidecekti. Acaba iyilik yapayım derken… Elhasıl bin türlü siyah, simsiyah fikirler beynimin içinde birer alev oluyordu.” Olaydaki en önemli çatışma, kahramanımız olan yüzbaşının kendisiyle çatışmasıdır. Arkadaşının karısını mecbur kaldığı için hiç tanımadığı insanlara emanet etmesi, bunun sonunda emanetinin katledilmesi kahramanı derinden sarsmıştır. Bu ruh hali beraberinde şüphe, avuntu, hayal kırıklığı, pişmanlık, dehşet ve nihayetinde ezici bir vicdan azabını getirmiştir. Emanetinin ziyan olduğunu öğrenen kahraman bu ihanetin şokunu şu sözlerle adeta haykırıyor:“Vak'anın iki katlı, dört katlı, bin katlı faciası burada başlıyor. Aka! Dinliyor musun? Bundan sonra bin katlı bir facia… Yâ Rabbi? Ben o gün hırsımdan kinimden, ye'simden, ahmaklığımdan çıldırmadığıma hala hayret ediyorum. Ben o gün çıldırmalıydım. Evet çıldırmalıydım ki ömrüm oldukça bu vak'ayı bir daha derhatır etmeye idim. Ben şimdi kalbimin yerinde sarı bir akrebin takırdamasını ne kadar arzu ediyorum.” Aka Gündüz kahramanın yaşadığı olayları, ruh halini daha netleştirmek için hikâye anlatımında en çok kullanılan tasvir tekniğini de yer yer kullanmıştır.“Tasvir temel niteliği itibariyle anlatma, somutlaştırma demektir. Bir şeyi somutlaştırmak ise onun karakteristik çizgilerini, rengini ve ruhunu canlandırmak demektir. Romancı somutlaştırma işlemini gerçekleştirirken, tasvir yönteminden geniş bir şekilde yararlanır.2” arkadaşının karısının cesedini bulan başkahramanımız bu görüntüyü şu şekilde gözler önüne seriyor: “Çamurlara daldım, omuzlarından tutarak arkası üstü çevirdim. Yâ Rabbi! O ne müthiş manzara idi. Bir gün evvel gördüğüm kenarları kırmızılaşmış mavi gözlü, saz benizli güzel kadın bir gün sonra ne hale gelmişti… Gözlerinin etrafını mor bir hale ihate etmiş, kulakları kamilen simsiyah… İki güzel ve iri gözü çanaklarından fırlamış birer renksiz ve kanlı cam parçası gibi yusyuvarlak bana bakıyor. (Beni niçin bunlara emanet ettin?) diyor gibi bakıyordu. Çenesini parmağımla dürttüğüm zaman boynunun etrafında üç parmak vüsatinde derin bir çürük halkası gözüme ilişti. Bunu bir kayış kaplıyordu… Bir kayış… Bir bel kayışı anlıyor musun? Kadının dün oğdururken gördüğüm par maklarındaki bir çift yüzük parmaklarının derileri soyularak çıkarılmıştı. Sağ elindeki gümüş burma bilezik galiba çıkmamış da kırılmak suretiyle alınmış olacak ki bileğin oynak yeri meçhul, keskin bir aletle yarılmıştı.” Aka Gündüz,1885 yılında - bugün Yunanistan sınırları içinde kalan - Manastır'a bağlı Alasonya ile Katerina arasındaki bir dağ köyünde dünyaya gelmiş; daha sonra Selanik nüfusuna kaydettirilmiştir.Aka Gündüz Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda sahip olduğu Batı Trakya topraklarında dünyaya gelmiştir. O, on dokuzuncu asrın sonlarına doğru dünyaya gelmiş, aydın bir ailenin çocuğudur. Babası, cepheden cepheye koşan bir binbaşıdır. Bu yüzden Batı Trakya'yı, Makedonya ve Bulgaristan sınırını dolaştıkları görülür. Çocukluğu Serez'de geçen Aka Gündüz, o toprakların elimizden çıkışına da şahit olmaya başlar3. Tarih İçin Bir Hikaye adlı öykü de bu duygularla kaleme aldığı hikayelerden biridir. * Aka GÜNDÜZ, Türk Duygusu, Nu: 216-3/7, 9 My. 1329 / 22 My. 1913, s.19-23 1 Mehmet Tekin, Roman Sanatı (Romanın Unsurları), Ötüken Yayınları, 2006, s.7 2 Mehmet Tekin, Roman Sanatı (Romanın Unsurları), Ötüken Yayınları, 2006, s.199 3 Özcan AYGÜN, Edebiyatımızda Popüler Roman ve Aka GÜNDÜZ, T.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi 2002 Edirne Eğitim 52 BU METİN HALUK HARUN DUMAN’IN “BALKANLARA VEDA” ADLI ESERİNDEN O DÖNEMDE YAZILMIŞ METİNLERDEN DERLENİP 2009-2010 ÖĞRETİM YILINDA İL PROGRAMININ BİR BÖLÜMÜNDE EDİRNE YILDIRIM BEYAZIT LİSESİ ÖĞRENCİLERİNCE SAHNELENMİŞTİR. Balkan Þehitlerini Anma Söz Korosu Bulgar yine baş kaldırıyor… Düşmanımızdır... Balkanlar artık yolumuz, meskenimizdir. Ölsek de ne gam, düşman ili medfenimizdir. Hep cenge gider... Cenge gider mürde ve zinde Git söyle bugün beklemesinler beni evde... Turanın ey muzaffer, dehşetli pehlivanı, Serhadde bak açıldı bir mertlik imtihanı, Saldır velev ki ateş olsun önünde düşman. Göster yıldırımdır, Osmanlı’ya Hüma’nın, Bize ezelden olmuş bir şanlı armağanı. Harp etmedeyim her tarafım âteş-i hundur Bulgarla dövüşmek, bana bir zevk-i derundur Ak saçlı ninem beklemesin yollar uzundur Hep cenge gider... Ceng gider mürde ve zinde Git söyle bugün beklemesinler beni evde... Türk ilinin aslanları kan içinde kalmışlar, Uğraşmışlar, çalışmışlar, vatan için emelsiz, Acımadan canlarını ateşlere salmışlar, Savaş olan meydanlarda kandan olmuş bir derya, Vatanını çiğneyecek düşmanlara göğsünü. Siper etti Türk evladı zannetmeyin ölmedi, Kanlar örttü ak alnını, yüzünü gözünü, Bir kerecik ömründe, sevinerek gülmedi... Açıl dağlar açıl ordu yürüsün, Balkan illerini ateş bürüsün. Osmanlı düşmanı vursun sürünsün, Gönüllüyüz, hudut boyu yolumuz, Biz eroğlu Osmanlı’nın oğluyuz. Biz zilletin pençesine girmeyiz, Fazilettir sermayemiz, şanımız; Yurdumuzu kahpe gibi vermeyiz, Halis Türk’tür her bir damla kanımız. Dağ deme, taş deme çık korkma kardaş, At korkma, yak korkma, yık korkma kardaş, Her bir yalçın kayabaşı tahtımız, Gökte duran ay yıldızdır tacımız. Ya gazi, ya şehit; gitmeyiz boşa, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” Dönmeyiz geriye, düşsek ateşe... Gönüllüyüz, hudut boyu yolumuz, Biz eroğlu Osmanlı’nın oğluyuz. Namlumuzun ucundadır bahtımız, Düşmanlardan “İstiklâl”dir baçımız, Dağ deme, taş deme çık korkma kardaş, At korkma, yak korkma, yık korkma kardaş. Toplar atılırken vatanın dört köşesinden, Bayramlaşırız biz yine, ey korkulu Balkan... Katil ve solu gölgeni Tel’in edecek kan, Türk’ün gazabından sızıyor, her kalesinden. Bekler o cebin ordunu binlerce dilâver. Sancağımızı ellere vermek ere düşmez, Türk kanı yere düşse de Türklük yere düşmez, Ölmek var iken bil ki bu yurd ellere düşmez, Yatmak kın içinde, kılıca hançere düşmez, Kanlar dökelim, şan alalım, can verelim gel, Ölmek ne imiş, er kim imiş bildirelim gel... Bulgar, Karadağ, Sırp, Yunanistan ve İtalya! Gelsin... Ve ölüm hareli, kan dalgalı bayrak Uçsun uçurumlarda bütün titresin afak... Türkün... Onu tehdide cesaret, bu ne hülya? Aslanlar onun geçtiği dağlıkları bekler... Uyu yavrum, gözlerinde uyku var, Sen büyürsen, düşmanlara korku var, Baban şehit, yüreğinde oku var, Bu ok vatan kaygısıdır ninni... Borcum evlat saygısıdır ninni... Ahd ettik biz bu sefer, Belgrat durağımız, Atina, Filibe, Niş çetin uğraşımız, Daim ileri gitsin, mukaddes bayrağımız, Eski hududu bulsun, ülkemiz toprağımız, Arş yiğitler tutalım haydi Tuna boyunu, Çok zamandır içmedik Tuna tatlı suyunu... Uyu yavrum tepesinde haç yanan, Camiler var, bu mu seni ağlatan? Dayanamaz çiğnenmeye bu vatan, Camilere götür hilal ninni. Hem yurdu, hem öcünü al ninni... Dağlar başın karaduman bürüdü... Bulgar, Yunan, Sırp, Karadağ yürüdü, Korkak, hain bu bir sürü türüdü, Dağlar yol ver, düşmanımı devireyim... Edirne Eğitim 53 Ey ufuklar, söyleyiniz Türk ordusu geçti mi? Söyleyiniz, “aslan ordu” garba doğru gitti mi? Hep şan saçan o heybetli, gazanferler, askerler, Geçmedi mi garba doğru söyleyiniz ufuklar?... Mihraplara haç asılmış, ezanlar Susturulmuş, güm güm öten çanlar... Camilerin minberleri yıkılmış, Çizme ile çiğneniyor, Kur’anlar! Cihan çıksa karşımıza, zerre kadar korkmayız, Türk oğluyuz, düşmanlardan, kansızlardan kaçmayız Alemleri parçalarız, namuz için fedayız. İster isek naramızla asumanı yıkarız. Arş ileri, arş ileri garba doğru aslanlar Türk için, hazırlayın kahramanca bir zafer. O ne yangın ki: ocak kalmadı söndürmediği! O ne tufan ki: yakıp, yıktı bütün vadiyi! Aşina çehre aradım... O meğer hiç yokmuş... Yalnız bir kuru çöl var ki, ne sorsan hamuş Baba! En sevgili annen; o senin öz vatanın Olacak mıydı feda, hırsına üç kaltabanın Düşman geldi vatan sarardı soldu, Ecdanının mezarına kan doldu, Bu hal nedir? Tanırım Türk’e ne oldu? Osmancığın nerde şimşek bıçağı, Öksüz yurdum, ah anamın ocağı... Dedenin sürdüğü can ektiği toprak gitti! Öyle bir gitti ki hem; bir daha gelmez ebedi... Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba? “Meşhet” in beynine haç saplanacak mı acaba? Ne felaket! Dönüversin de mesacid ahıra, Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstüne hora Bari bir hatıra kalsaydı şu toprakta diri... Yer yarılmış yere geçmiş şüheda türbeleri ... Yas içinde ufuklar inliyor, Yürekleri kanlı bir ok deliyor, Ulu Tanrı bunu elbet biliyor, Viran oldu bu melekler bucağı... İlahi, altı yüz bin müslüman birden boğazlandı... Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı. Seni Hilal, hangi tanrı yarattı? Gözlerini hangi güneş nurlattı? O tubayı saçlarına kim taktı? Büyük hilal, eğil bana öpeyim. Masum kuzum! Müstakbelin yıldızı mı gözlerin? O saf bakış milletin ruhu mudur parıldar, Onda fakat bilinmez bir kırıklık var, keder var Ey nuru semaları dolduran, Geceleri gündüz gibi parlatan, Ey Türklerin ruhlarını yaşatan, Büyük hilal, uğrunda ben öleyim... Ulu mabet hilal doğan kubbesini, Bir vakitler salip çıktı kirletti, Hakanlarla dolu olan türbeni, Düşman bütün çamurlara gark etti. Minarende yüksek hilal parlarken, Düştü yere bir zamanlar horlandı, Yüzünde bir parlak ziya çağlarken, Şerefene sahip çıktı bağlandı... Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor! Issız kalmış bülbülleri ötmüyor, O sevimli ovaları kurt almış, Bir çobancık davarını gütmüyor! Kara toprak kandan olmuş kırmızı, Doğrandıkça Türk kadını, Türk kızı! Can evine canavarca saldırmış Sürü sürü ırz ve namus hırsızı! Edirne Eğitim 54 Türk kovuldu Rumeli’den... Bu mu yavrum kederin? “Rumeli’nden Türk kovuldu dedim ruhun eridi... Parça parça ateş sanki yüreğine bağlandı: Sen ağlama... Ağlayayım, haykırayım ben şimdi! Her Rıza! Ne acep sevdaya düştün, Asıl fasıl yok bir davaya düştün, Vatan uğrunda bir belaya düştün, Hep mezarlık olmuş vatan kalmamış... Müslüman’ı Türk’ü düşman sürümüş, “Altındağ” üstünü duman bürümüş, Ruhlar melekler ufka yürümüş, Başını çevirip bakan kalmamış... Ağla gözüm ağla hicran yaraşır... Vatansız erkeğe zindan yaraşır! Issız dağ başını duman bürümüş, Yine Rumeli’ne düşman yürümüş, Kervan gelmiş yel gülleri sürümüş, Dertli Meriç akar kervanım diye! Acep nerde kaldı aslanım? Diye! Meriç’in üstünde köprü kurulur, Düşman geçer hep yiğitler vurulur, Hepsini anlatsam dilim yorulur, Dertli Meriç akar kervanım diye! Acep nerde kaldı aslanım? Diye! “Hak güneşi midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? Sen misin sen misin ey garip vatan? Ellere satılmış ırzın yaşmağın, Harap edilmiş otağın bağın, Ağla gözüm ağla hicran yaraşır, Erkeksiz vatana düşman yaraşır, Akşam ovalarda duman yayılır, Meriç’in suları susar, bayılır, Nilüferler ölür, güller ayrılır, Dertli Meriç akar kervanım diye! Acep nerde kaldı asanım? Diye! Akan sularında kanlar çağlıyor, Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor, Çoluk çocuk gelin civan ağlıyor, Düşman bayrağını yırtan ararım... Namus ocağını kuran ararım, Ağla gözüm ağla hicran yaraşır, Figansız cihana tufan yaraşır... Düşmanların çanlarını duydukça, Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim! Bulgar mescitlere salip koydukça, Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim! Dedi: Oğlum bu dünyada artık nedir umudum? Allah senden hoşnut olsun! Ben köyümden hoşnudum. Hepsi yalan geldi geçti fani dünya bir düştür! Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür. Kıble tarafından dört minaresi, Göklere erişmiş ulu kubbesi, Mislini görmemiş dünya ülkesi, Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim! Gelen gitti konan göçtü kervan geçti ben yalnız kaldım. Yalnızlıktan olsa dilsiz oldum ıssızlıktan bunaldım. Şimden sonra nerde olsam benim için mezardır! Nerde ölüm pençesinden kurtulacak yer vardır? Bak ben artık sararmış bir kurumuş yaprağım, Emir eyledi Sultan Selim kurdurdu, Kubbesini Mimar Sinan durdurdu, Şimdi düşmanlar da görüp bu “yurdu” Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim! Ey Meriç ağlama göz yaşını sil, İntikam ateşi kalbimizde bil, Ey dağ Türk ordusu geliyor eğil, Sana geliyoruz ah Sultan Selim... Burada rahat ölmek için ölenlere ağladım. Nice candan ayrı düştüm kara yazma bağladım. Aslan gibi üç oğlumu kurban ettim uğrunda, Çifti sattım, evi barkı viran ettim uğrunda, Altmış sene oldu belki ben bu köyden çıkmadım. Ormanından deresinden kuşlarından bıkmadım. Altı yüzyıl Rumeli’ye hâkim olan Türk adı, Silinecek Avrupa’da son ışığı hilalin, Sönecekti fakat hakkın adaleti parladı, Aydınlattı çehresini bu karanlık hayalin. Felaket bağını gezdim serseri, Feryad u zârımı duyan kalmamış. Aradım o şahin yiğit erleri, Yattıkları yerden nişan kalmamış. Yangın söndü gün açıldı parçalandı zulmeti, Sen bizimsin ey Edirne ey Rumeli cenneti... Kapılar kapanmış bacalar tütmez, Kimsecik o çölde bir koyun gütmez, Ağaçlar kurumuş bülbüller ötmez, Baykuşlarda bile figân kalmamış... Derleyen: Sedat SAYIN Edirne Eğitim 55 56 KÂZIM KARABEKİR PAŞA'NIN EDİRNE HATIRALARI Şadi KULOĞLU Edirne Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Kâzım Karabekir Paşa'nın kendi el yazısından Edirne Hatıraları adlı kitabı 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları arasında çıktı. Kitap yayına Ziver ÖKTEM tarafından hazırlandı. Kitabı Targan Sipahi aşağıdaki ifadelerle tanıtıyor: Kâzım Karabekir Paşa, Balkan Savaşı sırasında, kurmay binbaşı rütbesiyle, Edirne'nin muhafazası için oluşturulan Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı'nın birimlerinden olan, Onuncu Fırka'nın kurmay başkanı olarak görev yapmıştır. Kitabın baş kısmında; Kâzım Karabekir Paşa'nın kısaca hayatı yer alıyor. Kitabın yayına hazırlanışı ile ilgili ayrıntılar verildikten sonra “İçindekiler” kısmı gelir. İçindekiler; 1) Yayıncının Notu, 2) Seferberlik Devresi, 3) Seferberlik ve Arazi Hakkında Mütalaât, 4) Mütareke Devri, 5) İkinci Devr-i Harp, 6) Esaret Devri, 7) Ekler, 8) Dizin. Ana bölümlerinden oluşuyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun en kötü dönemlerinden biri, Balkan Savaşı sırasında geçirdiği günler olmuştur. Bu harbin en dramatik bölümlerinden biri de Bulgar ve onlara yardımcı Sırp kuvvetlerinin Osmanlı İmparatorluğu'na payitahtlık yapmış olan Edirne'yi kuşatmasıdır. Edirne'nin savunulması için oluşturulan Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı'nın esas muharip (savaşçı) birimlerinden olan 10. Fırka Kumandanlığının erkân-ı harp reisliğini, sonradan İstiklâl Savaşı'nın Doğu Cephesi Kumandanlığını yapacak olan General Kâzım Karabekir, kurmay binbaşı rütbesiyle yapmaktadır. Bu onun askerlik hayatının ilk günlerinde Makedonya'da komitacılar peşinde kazandığı askerlik tecrübesinden sonra edineceği ilk büyük deneyimidir. Edirne'nin Osmanlı Devleti ile irtibatının tamamen koparılmasıyla, teslime kadar yaklaşık beş ay devam eden kuşatma sırasında Kâzım Karabekir bu görevini aralıksız olarak devam ettirmiş, ayrıca aradaki mütareke döneminin görüşmelerinde murahhas (temsilci) olarak bulunmuştur. Okul yıllarından beri hayatı başarılarla dolu bir kurmay subay olan Kâzım Karabekir, Edirne'nin tesliminden evvel savaş ile ilgili bütün evrakın düşman eline geçmemesi için, emirle yakılmasına rağmen, esasen tamamının yazılmasında dahli olduğu bu bilgileri ve bazı evrak suretlerini her görevde yaptığı gibi korumuştur. Bilahare kaleme aldığı bu hatırat, Savaş sırasında, kuşatma altındaki Edirne'de olan olayları, en ince ayrıntısına kadar günbegün ortaya koymaktadır. Bu arada yapılan yazışmaları da suretlerinden yararlanarak ait oldukları bölümlere koymuştur. Kitapta, kuşatma altında bulunduğu dönem içerisinde gerek asker, gerek silah ve cephane, gerek yiyecek hatta ilaç olarak hiçbir yardım alamayan Edirne savunucularının, kontrolleri altında bulunan köprüden geçen, İstanbul tarafından yapılan anlaşma gereği Çatalca'da bulunan Bulgar askerlerine ikmal malzemesi götüren trenlerin geçişini seyretmek durumunda bırakılmaları en dramatik bölümlerden biridir. Kuşatma süresince gelişen olaylar, personelin fedakârlığı, sıkıntılar, zorluklar, bunun yanında yönetim ve bazı personel ile ilgili üzücü olaylar da yer alır. Şehirde bulunan yiyecek maddelerinin yetersizliği, bölüşümdeki düzensizlikler açıkça ifade edilir. Önemli endişelerden biri de zaman zaman karşılaşılan bulaşıcı hastalıklardır. Kâzım Karabekir Paşa, bu savaş sırasında çeşitli askerlik konuları ile ilgili gördüğü eksiklikleri ve ne şekilde düzeltilebileceği ile bilgileri de hatıratına ilave etmekten geri kalmamıştır. Edirne'nin düşmesinden sonra, Sofya'daki esaret Edirne Eğitim 57 imdat.” Karargâh, topçuların ilerisinde, tam Davultepesi'nde idi. Biz bir şey görmüyorduk. Yalnız Sofular Deresi'nde biraz evvel iki tüfek patlamıştı. İşte ne olduğunu anlamaya vakit kalmadan gerimizden süngü parıltılarının bize on, on beş adım yaklaştığını gördük. Derhâl: “Ne yapıyorsunuz, biziz, fırka karargâhı diye haykırıştık. Süngüler yanımıza kadar geldi. Baktık muhafız tayin olunan tabur. ' İyi ki haber verdiniz az kaldı düşman zannıyla hücuma kalkıyorduk.' dediler. Bunlar yerlerine iade oldu ve derhal tahkikat yapıldı. Fakat bir şey anlaşılamadı. Meydanda düşman falan yok. Zaten nasıl olur piyade hatları ilerimizde. Herhalde bir yanlışlık veya bir ihanet olması ihtimalleri verildi fakat amik bir tahkikat icrası gece kabil olmayacağından sonraya bırakıldı.” ( Sayfa: 56-57) “ Karargâh mahalline giderken Onbirinci Fırka cihetinden kıta işaretleri ve cem boruları işitildi. Bu münasebetsizlik bizim cephemizden ve hatta gerimizde Sofular'dan da işitildi. Yakın bulunan alay kumandanlarına bu münasebetsizliğin devam ve tekerrürüne mani olmaları tebliğ olundu.” ( Sayfa: 58) “ Fırka erkan-ı harbi ve bir mülhakla topçu nezdine geldim. Burada Otuzbirinci Alay kumandanı da bulunuyordu. Muharebe nizamında bulunan topçuların muharebe için hiçbir hazırlık yapmadıkları maalesef görüldü.” ( Sayfa: 61) “Anasır-ı Hıristiyaniye'den mecruh ve vefat olması, onların fedakârlığına bir delil teşkil etmedi. Saflar içersine düşen mermilerin tesiratı olduğu anlaşılmalı. 9 Teşrini Evvel gurubdan sonra Sofular Deresi'nden sağ cenah bataryası üzerine ateş ederek kargaşalık çıkarmak istedikleri ve 10 Teşrinievvel'de de bazılarının efradı kaçmaya teşvik ettikleri anlaşıldı. Ve hatta Yirmidokuzuncu Alay Kumandanı sırtında nefer kaputuyla bulunduğundan bir Rum neferin: 'Düşman geliyor kaçalım.' diye kendisine söylediğini ve derdestine muvaffak olamayıp kaçtığını söyledi.”(Sayfa:77) “9.00 öğleden sonra, kıtaat tel örgüsü dahiline girdiler. Hava ziyade soğuk. Düşmandan hiçbir eser yok. Yirmidokuzuncu Alay aksamından iş anlaşıldı: Alay Kumandanı Miralay İsmail Bey ( Bu alay kumandanı daha sonra tekaüde yazılmıştır.) 4.15 raddelerinde şu emri taburlarına vermiş: “Muntazaman arkanızdaki sırtlara çekiliniz.” Buna da sebep, alay ziyade zayiat vermeye başlamış, düşmanın mukabil hücumundan korkmuş. Gündüz açıkta, bunun neye mal olacağını düşünememiş. Fırkaya da malumat vermeyi telaşla unutmuş. Fırka emrini de okumamış veya anlamamış yahut kendi emrinden sonra almış, bir şey yapmamış. Alayın sağ cenahı çekilmeye başlayınca otuzuncu alay taburlarının haberi olmadığından bu alayın sol cenahındaki 1.Tabur da açık kalan cenahından bir tehlike geliyor diye kısmen çekilmiş. Bunu gören batarya da kendiliğinden top bindirmiş, geri atılmış! Halbuki düşmanın katiyen siperlerinden dışarı çıkmadığı anlaşıldı. İleride zabit keşif kollarımız bırakıldığı da anlaşıldı. 29. Alayın hayli mecruh efradı görülüyor.” hayatının şartları ile Balkan ülkeleri ve Osmanlı İmparatorluğu'nda gelişen siyasi ve diğer olayların oraya yansıması ayrı bir bölümde konu edilmiştir. Bu sırada Osmanlı ülkesi dışında bulunan Osmanlı uyruklu bazı kişilerin faaliyetleri ve temasları karşısında esir statüsünde bile olsalar beraber olduğu subayların tepkileri ve tavırları anlatılmaktadır. Aynı bölümde Plevne'ye yaptıkları bir gezide Plevne'de meydana gelen 1878 Osmanlı-Rus Savaşı muharebeleri ve muharebe yerleri ile ilgili de bilgiler verilmektedir. Bulgaristan'da eline geçen Bulgar veya çeşitli ülkelerin gazetelerindeki, Balkan Savaşı ve o sıradaki uluslararası siyasi durum ile ilgili haberleri Türkçeye çevirerek, Şükrü Paşa ve diğer komutanların okumasını sağladığı gibi, bir kısmını da ek olarak hatıratına eklemiştir. Bunlardan bir tanesinde bir Bulgar askerinin ağzından Edirne'nin düşüş günü anlatılmaktadır. (Targan Sipahi) K  Z I M K A R A B E K İ R PA Ş A ' N I N HATIRALARINDAN İBRETLİK BÖLÜMLER Kazım Karabekir Paşa’nın Edirne Hatıraları adlı eserinden ibret alınması gereken bölümleri hiç bir yorum yapmadan sunuyorum: “Ve bu civarda külliyetli askerimiz zannını vermek için muhtelif sırtlara araba ve soba borusu, ağaç gövdelerinden bataryalar tertibi ve şayiatta bulunması tenbih edildi.” (Sayfa:19) “Fırkanın bir günlük yem ve yiyeceğini hesaptan aciz fırka idare reisi Fevzi Efendi Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı'na gönderildi.” (Sayfa:21) “Seferberlik kat'iyyen vakt-i hazardaki cetvellere benzemedi. Dördüncü Kolordu bir an önce kendi tahaşşüt mıntıkasına gideceğinden, Edirne Kalesi'ne ne kadar vesait-i nakliye geldiyse adeta kapanın elinde kalırcasına paylaşıldı.” (Sayfa:27) “Efradın kısm-ı küllisi silah doldurmaktan aciz olduğundan ilan- ı harbe kadar hudut boylarında da talim ve terbiye ile uğraşıldı.” ( Sayfa:27) “Vakt-i hazarda nizamiye efradının bile ne çanta ne de portatif çadırı vardı.” (Sayfa:27) “Yağmurlu bir hava ve çamurlu bir arazide ordunun hareketi çok zor. Dört saatte birçok müşkilatla fırka Havarız Höyüğü'nün üç km. kadar şimalindeki sırtlarda hazırlık tertibatını ikmal etti. Arazi o kadar çamur bir halde idi ki efrat birbirini çamurdan çekiyor, hayvan üzerinde yürünemiyordu. Topçu ise bin müşkülatla yerinden oynuyordu.” (Sayfa:41) “Yağmur dinmişti fakat arazi en az bir karış olmak üzere bataklık haline dönmüştü. Topçular ve arabalar, piyadeler yardımıyla bile güç hareket ediyorlardı. Koşum hayvanatı münavebe ile adi cephane arabalarına koşularak yardım ediliyordu.” (Sayfa:45) “Döllük bağlıklarındaki kıtaat bizimdir. Bir yanlışlığa meydan verilmemesi rica olunur.' Diye yazıldı. Dörtnal mevki-i müstahkem kumandanına bu emir zabitine emir olundu. Yürüyüş tevkif olunmadı. Bu gitti, az sonra Taşocağı Tabyasındaki 12'lik batarya kıtaatımız üzerine ateş açtı ve süvari ve mitralyözün kullandığı mahalle mermi düştü ve orası karıştı. Derhal borular ile kaleye ateşkes işareti verildi.” (Sayfa:51-52) “Garip bir vaka hâdis oldu. Sağ cenahtan itibaren bir ses bütün bataryaları istila etti: 'Düşman bastı piyade (Sayfa: 87, 88) “Kayıplar Edirne'de evi barkı olanlarla şehit veya esir düşmüş olanlardır. Firarlar Rumelili efrattır.” (Sayfa: 89) “212 rakımlı tepe ile Pravadı Deresi arasındaki bazı avcı hatları görüldü. Derhal buralara karşı bir zabit keşif kolu gönderdik. Buradan gelen rapor şayan-ı dikkat Edirne Eğitim 58 görüldüğünden mevki-i müstahkem kumandanlığına da arz-ı malumat olundu: “Başıboş birtakım redif efradının muşmula toplamak üzere dolaştıklarını gördüm. Düşmana doğru da yaklaşmaktadırlar.” ( Sayfa: 106) “General İvanof'un teklifi geri çevriliyor. Bu teklifin bir hezeyan olduğu belirtiliyor. Hezeyanname denen mektubun kopyası: Devletli Efendim Edirne Kale Komutanlığına, Şark ve Garp ordularınız mağlup ve perişan bir haldedir. Yaver Paşa Merhamlı'da 10.600 mevcuduyla teslim olmuştur. Bütün Garbî Rumeli ve Çatalca'ya kadar olan arazi müttefikîn elindedir. Talih-i harp Osmanlılara baht ve sürur göstermemiştir. Edirne müdafileri şimdiye kadar şanlı bir surette müdafaada bulunmuşlardır. Beyhude yere kan dökmekten ve şehir ahalisinin telef edilmesinden ictinab olunmalıdır. Aksi halde dökülecek kanların mesulü zat-ı âlilerine râci olacaktır. (Cümlesi bizzat Şükrü Paşa Hazretlerine söylenmiştir.) Muhasara ordusu kumandanı Edirne'nin teslim olmasını zat-ı âlilerine tavsiye eyler. Fi 19 Teşrinisani, tarzında, altındaki imza da Edirne civarında Bulgar Askerî Kumandanı General İvanof'tur.” 2.35 bunun altına şöyle yazdık ve iki murahhas imzaladık: “Okunmuştur, bu mektubun kabulünde mazur olduğumuz Bulgar heyet-murahhasına tebliğ kılınmıştır.' Kendilerine de şifahen şöyle dedim: “Biz sizi mütareke için geldi bildiğimizden geldik. Maateessüf siz kumandanımıza hitaben bir hezeyanname getirdiniz. Buna kumandan değil kalenin en ufak bir müdafii de cevap vermesini bilir. Kumandanın emriyle gelen bizim söyleyeceğimiz sözlerin aynen kumandanınıza bildirilmesini son derece rica ederiz. Sözümüz şudur: “ Biz karşımızda samimi ve dost veya ciddi düşman isteriz. Bu mektubu ne samimi bir dosta ne de ciddi bir düşmana yakıştıramayız. Henüz kale muharebesinin müştâkı olduğumuz safhalarını göremedik. İleri mevziler kâmilen elimizdedir. Biraz cüret göstersin de karşılıklı olarak kale muharebelerinin müteakip safhalarını görelim. Biz müdafiînin askerce olan bu istirhamının elinizdeki malayânî mektubun cevabı olarak götürmek zahmetinde bulunursunuz. Cevaben: “Belki mütareke emri biz ayrıldıktan sonra gelmiştir. İhtimal bir heyet de yoldadır. Biz böyle ağır bir mektubu getirdiğimizden bizi mazur görünüz. Sözlerinizi aynen kumandanımıza söyleriz.” diyerek ifadelerimi aynen tekrar ettiler. Bendeniz de bir daha tekit ettim. Ve kendilerinin özür dilemelerine mukabil “yorulmuşsunuzdur” diyerek birer sigara ile bir de çikolata verdim. Yeis ve hayretle dönüp gittiler. Biz de hal-i harpte olduğumuzu derhal zat-ı âlilerine bildirdik. (Sayfa: 137- 138) “Öğleye doğru cenup cepheden hafif top sesleri geliyor…Dedeağaca asker çıkarılmakta olduğunu da bildiğimizden ve mütarekeye Bulgarların talip olduğu da anlaşıldığından hile ve desise ile Edirne'yi sukut ettireceklerine şüphemiz kalmadı. Mevki-i müstahkem heyetine de bu kanaatimiz anlatıldı. Başkumandanlıktan gelen şifre de bunu teyit etti. Bulgarların mütareke müzakeratını uzatmaları Edirne'nin sukutunu temin ihtimaline mebni olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki sadaretten vilayete gelen şifrede ise: “Mütarekeyi müteakip Edirne'ye erzak gönderileceği münderiç. Edirne'nin daha iki aya yakın bir zamanlık erzakı var. İleri mevazi de kâmilen elimizde. Mütareke Edirne'yi kurtarmak azmiyle mi oluyor, yoksa seyyar ordumuz mukabeleden aciz mi, layıkıyla anlaşılamıyor.”(Sayfa:138-139) “12 Aralık 1912 Perşembe. Bulgar trenleri bu akşam geçecekmiş. Kâzım Bey en son şunu rica etmiştir: “Bize başkumandanlık açıkça vaziyeti yazsın. Bulgar trenlerinin kaleden geçmesi zaruri desin.” Biz de bilelim ki iğfal olunmuyorlar fakat mahkûmdurlar. İhanete mi, cehle mi yoksa kuvvetsizliğe mi Edirne'nin kurban olacağını bilmekliğimiz şimdiden lâzımdır. Eğer seyyar ordumuz mahkûm bir vaziyette ise bizim de yapacak bir işimiz kalmaz. Fakat diğerleri de hatıra geliyor. Bunu anlamak behemehâl elzemdir. Bir taraftan da şu Maraş Köprüsü'nü gürültüsüzce tahrip edersek büyük bir vazife göreceğiz. Evvelki yazdıklarına cevap geldikten sonra daha kat'i yazacaklarını söylemişler. Köprünün tahribî için de bir tuğyan olsa kenar rıhtımlarını biraz açtırırdık gibi mütalaada bulunmuşlar.(Sayfa:145) “13 Aralık 1912 Bulgar trenleri geçmeye başladılar. Kemal-i yeisle haber alındı.” (Sayfa:146) “Bulgar trenlerinin mütemadiyen ordularına erzak taşıması, Edirne garnizonununda buna bedel mevcut erzakının azalması kuvv-i maneviye üzerinde fena tesir yapıyor.“Eğer trenler geçmese imiş Bulgar seyyar ordusu açlıktan ve son dereceyi bulmuş, kumandanları ağlamış. Bereket mütareke ile kaleden trenler geçirilmiş de Bulgarlar mühlik vaziyetten kurtulmuşlar.” (Sayfa:148) “Tuzsuzluktan karargâhça da sıkıntı çekmekte olduğumuzdan bikarbonat de sud ile kloritrikten tuz yapmasını tecrübe ettik.” (Sayfa:155) “Hurucun düşman tarafından vaktiyle haber alındığına da hiç şüphe kalmadı.” (Sayfa:172) “İşbu lâyiha bizzat Kâzım Bey tarafından Şükrü Paşa Hazretlerine takdim olunarak şu izahat da verildi:” Kale dahilinde yüz yirmi bin kadar ahaliden maada işe yaramaz, serf erzakı istihlâk eden hayli efrat vardır. “Erzak ihtilâki iyi bir tarzda olmuyor. Evvelâ bazı zevat has undan gıda-yı tâmını alıyor, göz önünde yiyor. Saniyen vilayetçe yapılan taharriyatta evlerde mikdar-ı münasip un bırakılıyor. Askerler ve biçare halkın diğer kısmı has un yiyenlerin hissesine isabet etmesi lâzım gelen süpürge tohumu ile kısm-ı küllisi kum olan kuşyemini de yiyor.” (Sayfa:191) Edirne Eğitim 59 AKA GÜNDÜZ'ÜN “BOZGUN” ADLI ŞİİRİNE TEMATİK BİR YAKLAŞIM Yrd.Doç.Dr.Özcan AYGÜN Trakya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü kısmında bulunan ve hafiye teşkilatı şeklinde çalışan öğrencilerin oluşturduğu “bakkallar”'a karşı yapılan isyanın ve direniş hareketinin ele başlığını yapmasıdır. Askerlikten ihraç edilen Aka Gündüz, daha sonra güzel sanatlar ve hukuk eğitimi almak için Paris'e gider. “College de France” adlı okula devam eder. Ardından “Paris Güzel Sanatlar Okulu6” ile “Hukuk Fakültesi”nde dersler alır. Değişik okullarda yaklaşık üç yıl çeşitli dersler alan fakat bir türlü bitiremeyen yazar, sonunda İstanbul'a döner. Böylelikle tahsil hayatına son noktayı koyar7. O günlerde, ülkede önemli siyasî olaylar olmaktadır. 1908'de hürriyet rüzgarları esmeğe başlayınca Jön Türkler, II. Abdülhamid'in bulunduğu Yıldız Sarayı'nı basarlar ve ardından II. Meşrutiyet ilan edilir. Bu olay, Selanik'te olduğu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan ve cemiyetin himayesiyle gazete çıkaran, yazılar yazan yirmi üç yaşındaki Aka'yı da galeyana getirir. “31 Mart Vak'ası8” üzerine gönüllü olarak Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki “Hareket Ordusu”'na katılır ve uzun süren bir sürgün döneminden sonra tekrar İstanbul'a gelir. O sıralarda, Adana'da patlak veren “Ermeni İhtilali” üzerine oraya vali olarak atanan Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve adamları ile birlikte Adana'ya gider. Heyetle birlikte olayları bastırmak için Adana'ya giden yazar daha sonra “Adana Vilayet Meclis-i İdare Başkatibi” seçilir ve aynı şehirde göreve başlar9. On dört ay sonra görevinden istifa eder ve İstanbul'a geri döner matbuat hayatına atılır. O günden sonra da edebiyatın değişik türlerinde eserler vermeye başlar. Bu türlerin başlıcaları; şiir, hikâye, roman, tiyatro, tenkit, inceleme ve fıkradır. Türk Kalbi ile Türk'ün Kitabı Cumhuriyet'in Genç Kalemler mensubu ve asıl adı Hüseyin Avni olan Aka Gündüz, 1885 yılında Manastır'a bağlı Alasonya ile Katerina arasındaki bir dağ köyünde dünyaya gelmiş; daha sonra Selanik nüfusuna kaydettirilmiştir1. Babası, Binbaşı İbrahim Kadri Bey'dir ve kendisi değişik zamanlarda Balkan topraklarında vazife üstlenmiştir. Makedonya-Bulgaristan sınırı ve Osmanlı ile Yunanistan arasında yaşanan Teselya Savaşı ilk akla gelen görev yerleridir. Bu yüzden Aka Gündüz'ün çocukluk yılları, Balkan yarımadasında geçer ve kalbi, Rumeli toprakları için çarpar. Yakın dostu Abdülkerim Paşa'nın tavsiyesine uyan Enis Avni, Ömer Seyfettin'e danıştıktan sonra “Aka Gündüz” müstearını alır. Yazar, o günden itibaren bu takma adla anılmaya başlar. Esas şöhretini de bu adla 2 yakalar . O sıralarda Aka Gündüz'ün yakın arkadaşı olan Ömer Seyfettin de, Eyüp'teki “Askeri Baytar Rüştiyesi”nin subay çocukları için açılan “sınıf-ı mahsus”unda okumaktadır. İkisi de 1896 yılında bu okuldan mezun olurlar. Burada okumaktan doğan haklarını kullanmazlar ve “Kuleli Askerî İdâdîsi”ne gitmek yerine “Edirne Askerî İdâdîsi”ne kaydolurlar. Yazarın bu okulu tercih etmesinde, Ömer Seyfettin ile arkadaşlığının payı büyüktür. İkisinin de birbirlerini 3 etkiledikleri bilinmektedir . Sadık Tural'ın ifadeleri şöyledir: “1896 yılında “Eyüp Askerî Rüştiyesi”ni bitirince “sınıf-ı mahsus”ta okumaktan doğan “Kuleli Askerî Lisesi”ne girme hakkını kullanmayan Ömer Seyfettin, kendi arzusuyla, çok sevdiği Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte, Edirne'deki askeri liseye kaydolur. Mizaç bakımından epeyce benzeştiği Enis Avni ile birlikte 1900 yılında İdâdî'yi bitirip tekrar İstanbul'a gelirler.4” Aka Gündüz “Edirne Askerî İdâdîsi”nde tahsiline devam ederken okul, “Kuleli Askerî İdâdîsi”ne nakledilir. Ömer Seyfettin burada da yanındadır. 1900 5 yılında burayı bitirirler . Mezuniyetten sonra yazarı “Harbiye”de görürüz. Ne var ki ikinci sınıfına kadar okuduğu “Harbiye”yi bitiremeden, hastalığı bahanesiyle Harb okulu'ndan ihraç edilir. Asıl neden, okulun kantin 1 Mecdi Sadrettin, (1929) : Sevdiklerimiz, Milliyet Yayınları, İstanbul, s.53. Yücebaş, 1959 : 5-6. Sadık Tural, (1984) : “Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eserleri”, Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfettin özel sayısı, Marmara Üniversitesi Yayınları, Yayın No:416, İstanbul, s.10. 4 Tural, 1984 : 10; Şerif Oktürk, (1984) : Ömer Seyfeddin / Hayatı, Sanatı ve Eserleri, Gökşin Yayınları (Türk Yazarları Dizisi), İstanbul, s.10-11. 5 Tural, 1984 : 10. 6 Sema Uğurcan, (1989): “Aka Gündüz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi 2, T.D.V. Yayınları, İstanbul, s.208. 7 Henüz hapse atılmamıştır ve Selânik sürgününe yollanmamıştır. 8 Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki kaynağa bakınız: “İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi / II. Abdülhamid'in son Mabeyn Başkatibi Ali Cevat Bey'in Fezlekesi, Yayına Hazırlayan : Faik Reşit Unat, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu / Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1991.” 9 Şerif Aktaş, (1992) : “Aka Gündüz”, Başlangıcından Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yayınları, İstanbul, s.319. 2 3 Edirne Eğitim 60 Asıl şöhret kazanan da bu müstearıdır. Edebiyatın hemen her türünde eserler kaleme alan yazar, 1932 yılına gelindiğinde başka bir resmi sıfat ve görevle karşımıza çıkar. Tek partili siyasi döneme damgasını vurmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altındadır. Dördüncü, beşinci ve altıncı dönemlerde parlamentoda Ankara 14 mebusu olarak görevlidir . Siyasi görev süresi 1946'da biter. Buraya kadar verdiğimiz bilgiler, yazarın Rumeli sevgisinin nedenlerini ve eserlerine niçin aksettiğini anlamaya daha da yardımcı olacaktır sanıyoruz. On iki yaşına geldiğinde, Makedonya-Bulgar sınırı üzerindeki Planga'da aynı yaşlardaki bir Bulgar kızını sever. Bu kızın, onun üzerinde bir başka tesiri olur. Onun fikrî cephesinin ilk oluşumlarını ve Türk milliyetçiliğine yönelişini, aşağıda kendi ifadeleriyle anlattığı olay sonrasında görürüz: “Beni milliyetçi eden bu güzel Bulgar kızıdır. Ben onun sayesinde milliyetçi bir muharrir, has Türkçe yazmaya uğraşan bir insan oldum. Bir gün herkes çay kenarına toplanmış havaya bakıyordu. Sevgilimle beraber biz de gittik. Ne var? Dedik. Gündüz havada bir yıldız görünüyor, dediler. Güzel Bulgar kızı ellerini çırparak oh, oh; diye sevindi. Neye seviniyorsun, dedim? -Ben mi dedi. Ne zaman güpegündüz bir havada yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin başına bir felaket gelir. Ona seviniyorum... O anda o yıldız bütün cüssesiyle, bütün ateşten savletiyle beynime indi ve o saniyeden itibaren Osmanlılıktan Türklüğe davet ettim.15” Abide Doğan'a göre, on iki yaşında bir çocuktaki milliyetçilik duygusunun şiddeti, yazarı son derece etkilemiş ve o hızla memleketi terk etmesine sebep 16 olmuştur . Sema Uğurcan ise Aka Gündüz'ün başından geçen bu olayı, yazarın fikrî cephesiyle birlikte değerlendirir ve şunları söyler: “Aka Gündüz'ün II. Meşrutiyet devrinde yazdığı şiir, tiyatro ve romanlarında görülen hâkim nitelik milliyetçilik, kahramanlık ve vatan sevgisidir. Devrinin en hâkim fikri ve edebî akımı olan Türkçülük heyecanı onu da içine almıştır. Burada şunu belirtmek istiyorum. Sınır boyunda doğan ve ilanından önce çıkan hikâye k i t a p l a r ı d ı r. B u e s e r l e r d e Balkanlarla / Rumeliyle bağlantılar mevcuttur. Yazar'ın en önemli tarafı romancılığıdır. Çünkü o Türk Edebiyatı içerisindeki asıl yerini, özellikle Cumhuriyet'in ilanından sonra yazdığı romanlar sayesinde e d i n m i ş t i r. B ü y ü k o r a n d a kitaplaşan romanları ona, gerçek anlamda edebî şöhretinin kapılarını aralamıştır. Bugüne kadar kitap olarak basıldığı tespit edilebilen 10 yirmi üç romanı vardır . Bunların dışında, çeşitli gazetelerin tefrika köşelerinde kalmış sayıları tam olarak bilinemeyen romanları da mevcuttur. Ilgaz, Ümit Dünyası, Tarpi, Sarı Zeybek, Ocak, F.A.N.Çetesi, Bir Ahlâk Meselesi, Yıldırımlar, Ocaklılar, Güzellik Kraliçesi, Çilingir Sofrası gibi. Aka Gündüz'ün romanları, sayı bakımından çoktur. Bu romanlar dönemlerinde geniş halk kitlelerince tekrar tekrar okunmuş, çoğunun defalarca baskıları yapılmıştır: Bu Toprağın Kızları, Dikmen Yıldızı, İki Süngü Arasında, Üvey Ana, Aysel (Kurbağacık), Çapraz Delikanlı, Zekeriya Sofrası, Odun Kokusu (Hicran), Yayla Kızı ve Bir Şoförün Gizli Defteri gibi. Bu eserlerden Dikmen Yıldızı (1962), Üvey Ana (1967 ve 1971), Bir Şoförün Gizli Defteri (1958-1967) 11 ve İki Süngü Arasında (1952,1973) filme de alınmıştır . Romanlarının veya sinemaya uyarlanmış hallerinin, Türk okuru ve sinema severi tarafından bu denli kabul görmesi, yazarın popüler cephesinin de bir 12 göstergesidir . Fakat bu romanlarda Rumeli'den izler derin değildir. Aka Gündüz, değişik gazete ve dergilerde de yazılar yazar. Hem de elli yılı aşkın bir süre ve elliyi aşkın süreli yayında. Tespit edebildiklerimizin adlarını sıralayalım: Sabah, Tan, İleri, Tanin, Kurun, Servet, Terakki, Hürriyet, Alay, Hizmet, Ahenk, Tercüman, Cumhuriyet, Milliyet, Gece Postası, Haber, Açıksöz, Yenigün, Hakimiyet-i Milliye, Tercüman-ı Hakikat, Mücadele-i Milliye, Karagöz, Adana Vilayet, Yeni Mersin, Zaman, Hak Yolu, Edirne Ahali, Peyâm-ı Sabah, Tarih, Cihat, Guguk, Mecmua-i Edebiyye, Mâlûmât, Âşiyân, Hak ve Kadın, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Türk Duygusu, Halka Doğru, Kadın, Hafta, İrtika, Bağçe/Çocuk Bahçesi, İnci ve Hayat Mecmuası. Muharrir, gazete ve dergilerde değişik adlar kullanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Enis Avni, Enis Saffet, Avni, Muallim (İzmir'de çıkan Ahenk ve Hizmet Gazetelerinde), Seniha Hikmet (kendi başına Selanik'te çıkardığı “Kadın Mecmuası”nda ve kadın meselelerine değindiği başka gazetelerde, dergilerde), Serkengebin /Serkenkebin/Serkenkebin Efendi (Mizahi yazılara imza 13 atarken). Aka Gündüz ise çoğunlukla kullandığı isimdir . 10 Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Özcan Aygün, (2002): Edebiyatımızda Popüler Roman ve Aka Gündüz, T.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Edirne. Giovanni, Scognamillo, (1998) : Türk Sinema Tarihi (1896-1997), Kabalcı Yayınevi, Genişletilmiş 3. Baskı, s.117, 140, 146, 170, 410, 520; Âgâh Özgüç, (1994): 80. Yılında Türk Sineması / Turkish Cinema At The 80th Anniversary (1914-1994), T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.96. 12 Çalışmamızın ilerleyen kısımlarında, yazarın popülerliği hakkında bilgiler vereceğimiz için fazla ayrıntıya girmiyoruz. 13 Doğan, (1989): 11. 14 Kâzım Öztürk, (1973): Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü (23 Nisan 1920-14 Ekim 1973), Önder Matbaacılık Yayınları, Ankara, s.141. 15 Yücebaş, 1959: 19. 16 Doğan, 1989 : 9. 11 Edirne Eğitim 61 büyüyen, Osmanlı İmparatorluğuna dâhil yabancı kavimlerle bir arada yaşamak zorunda kalan insanlarda, milliyetçilik duygusu daha çabuk teşekkül etmektedir. Çünkü onlar, bu farklı kavimlerin bize karşı beslediği düşmanlık duygularını daha erken hisseder ve kendi millî varlığımıza dönmemiz gerektiğini çabucak anlarlar. Meselâ Atatürk, henüz Türklerin elinde, fakat çok kozmopolit bir sınır şehri olan Selanik'te doğup büyümüştür. Milliyetçiliğin en önemli dergisi olan Genç Kalemler yine Selanik'te çıkmış, Gökalp ve Ömer Seyfettin de orada bulunmuşlardır.17” Ali Canip, aynı olayla bağlantılı olarak yazarın doğup büyüdüğü Rumeli topraklarının onun sanatını da, kişiliğini de etkileyişini şu şekilde ifade eder: “O daha pek genç, hatta çocuk denecek çağda iken, Makedonya ovalarını dolaşmış, yeis ve hüsrandan müzâb olup serilen bir kadın kadar bîtâb ve bî-rûh gölleri seyretmiş, bayırların dibindeki ağaç kümesinin içinde davarlarını toplayan çobanın inleyen melül mersiyesini dinlemiş, Balkanların muallâ şahikalarına tırmanmış, sonra kuytularda eğri ve yosunlu bir taşın üstünde gayri muntazam hakkolunmuş nice Mehmetçik kitabeleri okumuştur. Hulâsa bir kere haiz olduğu kabiliyet ve sonra yetiştiği muhit, onu ihtilâlci ve inkılâpçı bir şâir, mefkûreleri arasındaki tezat unutulmamak şartıyla, sanatı telakki noktasından, ikinci bir 18 Nâmık Kemâl yapmıştır. ” Hemen belirtelim ki biz de, Aka Gündüz'ün fikrî ve edebî cephesinin oluşumunda, doğup büyüdüğü toprakların etkisinin oldukça fazla olduğu görüşünü savunmaktayız: Çünkü o, Balkan yarımadasında bulunan ve genel adlandırmasıyla Rumeli olarak bilinen, Osmanlı İmparatorluğu döneminde fethedildiği için “evlâd-ı fâtihân” toprakları olarak anılan diyarlarda doğmuş, büyümüştür. Çocukluğunun ve delikanlılığının ilk dönemleri bu diyarlarda geçmiştir. Türklüğüne ve milliyetçiliğine düşkün olmasına sebep olan ilk aşklarının yaşandığı yerler de yine Rumeli topraklarındadır. Selânik, Manastır, Makedonya Üsküp, Serez, Alasonya, Katerina, Planga, Aka Gündüz'ün değişik sebeplerle ve farklı zamanlarda bulunduğu merkezlerin ilk akla gelenleridir. Aka Gündüz'ün edebî cephesi ve çalışmaları değerlendirilirken Cumhuriyetin ilanı öncesi ve sonrası olarak iki ayrı devre düşünülmelidir. Zira, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte eserlerinde ele aldığı konularda, büyük değişiklikler göze çarpar. İçindeki Atatürk ve cumhuriyet sevgisi, yeni rejimin getirdiği faziletler eserlerine de yansımaya başlar. Rumeli sevgisini büyük oranda hissettiğimiz eserleri de Türkiye Cumhuriyet'inin kuruluşuna kadar olan devreye rastlar. Yazarın Cumhuriyet öncesi devresindeki en önemli dönüm noktalarından biri, İkinci Meşrutiyet'in (1908) 19 ilanından sonra Genç Kalemlere girişidir . Dönemin Türkçü/Turancı anlayışı, ruhunda yıllardır taşıdığı hisleri iyice coşturur. Sade Türkçe ile yazmaya başlar. Aruz veznini bırakır. Hece veznini kullanır. Balkan Harbi başlamak üzere iken (1912), “Tanin”'de hitabeler neşreder. Sade, terkipsiz bir dille, Türkleri coşturan, onları uyandırıcı fikirlere sahip yazılar kaleme alır. Balkan felaketi sonrasındaki üzüntülerini, hece vezniyle, coşkun bir şekilde dile getirdiği şiirlerini “Bozgun” adlı kitabında birleştirir. Aka Gündüz'ün Cumhuriyet öncesi edebî faaliyetlerine bakıldığında şiir, hikâye, piyes, hitabe, mektup ve roman gibi türlerde eserler verdiğini görüyoruz. 1911 yılında çıkan ilk matbu eseri olan “Türk Kalbi”, 1913'te basılan “Türkün Kitabı”, 1914 tarihli “Muhterem Katil” adlı piyesi, 1916 tarihli “Gazi Muhtar Paşa Hazretlerine Açık Mektup”, aynı yıl yazdığı “Ebu Hatırat Sait Paşa Hazretlerine Açık Mektup”, 1919 yılında yazdığı iki eseri olan “Kurbağacık” ile “Yarım Türkler” bu devrenin ürünü olan eserlerdir. Bunların konularına bakıldığında, çoğunlukla Türkçülük/Milliyetçilik, kahramanlık, savaş gibi konuların işlendiği vatan ve millet sevgisinin coşkun bir şekilde dile getirildiği görülür. Bahsettiğimiz konuların, Aka Gündüz'ün II. Meşrutiyet devresinde verdiği 20 eserlerin hemen hepsine fikirce hakim olduğunu söylemek mümkündür. Eserlerdeki hakim duygunun kaynağı yine Rumeli'dir. Bahsettiğimiz eserlerde yazar, doğup büyüdüğü Rumeli topraklarının Balkan Savaşı ile elden çıkmasına derinden üzülür. Kolay kolay kabullenemez. Türk milletini felaketlere sürükleyenlere lanet eder. Vatanın dağılmasına neden olanları suçlar. Onlardan hesap sorulmasını ister. Büyük zaferlere mührünü vuran atalarımıza lâyık evlatlar olamayışımızdan yakınır. Türklüklerini unutmaya başlayanları şiddetle tenkit eder. Türk Kalbi'nde Trablusgarp Harbi'ne dair hikâyeleri, Türkün Kitabı'nda Balkan Harbi ile ilgili hikâye ve hitabeleri bir araya getirmesi, yazdığı mektuplarla devlet büyüklerine hesap sorması, “Yarım Türkler” de yabancılaşanları tenkit etmesi de bu yüzdendir. Balkan felaketi sonrasındaki üzüntülerini, hece vezniyle, coşkun bir şekilde dile getiren ve bu tarz şiirlerini “Bozgun” adlı kitabında birleştiren Aka Gündüz'ün, bu kitaba adını veren Bozgun şiiri işte bu açıdan bakıldığında, son derece önem arz eder. Zira eserde işlenen temalar, çoğunlukla, yoğunlaştığı coğrafi bölge olan Balkanlar ve Rumeli'yle ilgilidir. Yazarın politik hayatı ele alınırken onun doğup büyüdüğü yerlerle, mizacıyla, arkadaş çevresiyle, devletin içinde bulunduğu şartlarla ve o dönemlerdeki devlet yöneticileriyle de bağlantılar kurulması uygun olacaktır. Aka Gündüz'ün Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda sahip olduğu Batı Trakya topraklarında dünyaya geldiğini söylemiştik. Babası, cepheden cepheye koşan bir binbaşıdır. Bu yüzden Batı Trakya'yı, Makedonya ve Bulgaristan sınırını dolaşan, çocukluğunu Serez'de geçiren Aka Gündüz, o toprakların elimizden çıkışına da şahit olmuştur. Ona göre, bunun sebebi 17 Uğurcan, 1987: 35. Sadettin Nüzhet, 1937: 13. 19 Doğan, 1989: 9-10. 20 Uğurcan, 1987:35. 18 Edirne Eğitim 62 Çan sesleri , ezanları susturmuş : Müslümanlık , Osmanlılık utansın ! Kadınları , yavruları boğdurmuş ; O kanlılık o canlılık utansın ! ............... Uçan kuşlar ! ! Ak bulutlar , amanın ! Kosova'dan geçer ise yolunuz , - Çarıkları altındadır düşmanın Hakanımın türbesini bulunuz . yönetimdir, yönetimdeki yanlışlıklardır. Gerekli tedbirler alınmadığı için topraklarımız elimizden çıkmaktadır. Asıl suçlu da Abdülhamid'tir. Çevresindeki kötü yöneticilerdir. Yazar, etrafta çığ gibi büyüyen Turancılık fikrinin ve Genç Kalemlerin zaten içerisindedir. O, Trablusgarp Savaşı'nı (1911), ardından Birinci Balkan (1912) ve İkinci Balkan (1913) harplerini görür. 1914'te bütün dünyayı etkisi altına alacak ama asıl ağır darbesini Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu'na vuracak olan Birinci Cihan Harbi'ni (1914-1918) yaşar. Savaşların üzüntülerini derinden hisseden yazar, Türklük şuuruna daha sıkı bağlanır ve bunu eserleriyle çevresine yaymak ister. Türk Kalbi (1911), Türkün Kitabı (1913), Muhterem Katil (1914) ve Bozgun (1918), onun Türkçülük/Turancılık fikriyle yazdığı eserleridir. Aynı zamanda politik düşüncelerinin de yansımalarıdır. Aka Gündüz, efendi, nazik yapılı, çocukça bakışlı mavi gözleri olan, hitabeti güçlü, konuşması düzgün bir insandır. Yüreği insan sevgisiyle dolu, vatanını milletini seven birisidir. Çevresindeki insanları kırmamaya büyük özen gösterir. Ama haksızlıklara, ihanetlere karşı bir anda arslan kesilir. Oldukça hassas, şair ruhlu bir insan olan yazarın, bu tür durumlarda, “yırtıcı arslan” kesilen “alev adam” hali yadır ganmamalıdır. Çünkü, yetiştiği Rumeli topraklarının elden çıkışı onun ruhunda derin izler, derin hüzünler bırakmıştır. Yaşadığı istibdat yılları, aldığı hapis ve sürgün cezaları, ilk zamanlar fazla romantik ve hassas olan mizacını günden güne sertleştirmiştir. Onun mizacındaki değişim, içinde bulunduğu devrin tarihî, siyasî ve ictimaî olayları ile de bağlantılıdır. Trablusgarp, Birinci ve İkinci Balkan Harplerini gören yazar, doğup büyüdüğü toprakların elden çıkması sonrasında daha da ateşli bir yürek taşımaya başlar. Mondros Mütarekesi devri ve Birinci Cihan Harbi'nin de içinde bulunması, Türklük ateşiyle yanıp tutuşan yazarı her geçen gün hırçınlaştırır. Yaşadığı dönem fırtınalı bir geçiş dönemidir. Dünyada ve Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında, yönetimde önemli değişiklikler olmaktadır. Peyami Safa'nın dediği gibi o ve nesli, herkese nasip olmayacak tarihî, siyasî ve ictimaî olaylara şahit olurlar. “Tarihin en canlı tasfiye ve istihale 21 devirleri”ni yaşarlar, heyecanlarını ve fonksiyonlarını paylaşırlar. İmparatorluktan millî devlete geçişin fırtınalı dönemlerini bizzat yaşayan bir insanın ihtilalci ve inkılapçı bir kişiliğe bürünmesi de tabii karşılanmalıdır. Namık Kemal'e nazire olarak yazdığı iki mısra bile, bize mizacı hakkında bilgi verebilir: “Sövseler, nefyetseler, hatta nihayet assalar 22 Farig olma bir dakika fikrini izhardan. ” Şimdi, Aka Gündüz'ün Rumeli sevgisini dile getirdiği, hatta kimi zaman alabildiğine haykırdığı şiirlerinden bazı alıntılar yapalım ve bu sevgiyi gözler önüne sermeye çalışalım: Ah !...'dan: “............ 21 22 Her yanında örümcekler türemiş , Kapısını yosun tutmuş şüphesiz , Kubbesinde yarasalar üremiş , Ayak ucun etvâf edip deyiniz : Kan ağlıyor , çok zehir var dilinde , Türk kalmamış koca Urumelinde ...” İntikam Türküsü'nden: “............... Akan Meriç bir geçit ver.. Düşmanlara kaldı çok yer. Öç almakçün geçsin asker. Aman Meriç bir geçit ver.. ................. Rumeli'nde vatan ana Mahzun mahzun bakar sana Kıymadan düşmanlar ona Aman Meriç bir geçit ver !..” Seher Yıldızı'ndan: “................ Her ırz etinden sızıyor al kan!. Hani Kosova, Şıbka, hani Çaldıran? Hani gönlündeki nur ile iman? Minbere, mihraba bak! Asılmış çan..” Şehit Türk Kahramanına'dan: “................... Ey Rumeli! Ey şehitler! Bizden size bin selam Gam çekmeyin! Ahd eyledik, alacağız intikam.” Ana Mektupları 1'den: “................ Bir gün harp açıldı Kars'ta, Balkan'da Silahlandı koştu hududa erler .................... Bu al kan Tuna'ya karışmış akmış; Oralarda kalmış arslan bedeni..” Çoban Türküsü'nden: “Güzel çoban! Kuzuların niçin dağıldı? Koyunların memesinden kan mı sağıldı? Urumeli baştan başa sana ağıldı Boynun bükme, için çekme, çal çoban kızı..” Topçu Türküsü'nden: “..................... P.Safa, 1958 : 9 Kasım tarihli Milliyet Gazetesi. Aka Gündüz, 10 Ocak 1920 tarihli Alay Gazetesi. Edirne Eğitim 63 BOZGUN Vatan yalnız toprak değil ! Su değil! Bu sancağın, her seçtiği yer vatan! Müslümanın, yiğit Türkün, o asil Ayağının her geçtiği yer vatan!” Müslümanı , Türkü düşman sürümüş ( Altındağ ) üstünü duman bürümüş Ruhlarla melekler ufka yürümüş; Başını çevirip bakan kalmamış, Tanrı korkusunu duyan kalmamış: Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır, Vatansız erkeğe, zindan yaraşır! ( Hak güneşi ) midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? (Sen misin sen misin ey garip vatan!?) Ellere satılmış ırzın yaşmağın Harâb edilmiş otağın, bağın: Ağla, gözüm ağla! Hicrân yaraşır, Erkeksiz vatana düşman yaraşır! Ey öksüz ocağım! Zavallı ana! Kıydılar mı sana! Kıymadan cana? Kara mı sürüldü eski bir şâna? Rabbin mekânına sanem asılmış, Bembeyaz alnına neler yazılmış! Ağla, gözüm ağla! Figan yaraşır, Kaygısız imana hüsran yaraşır! Ne ettiler sana, ne oldu bana? Kulağımı verdim vurulan çana , Bir gariplik geldi, çöktü her yana, İslâm diyarında Kur'ân ağlıyor; Kur'ânı başında, Turan ağlıyor! Ağla , gözüm ağla! Figan yaraşır, Bülbülsüz bağına hazan yaraşır! Rumeli tutuştu , vatan dağıldı Türk kuzularına altın ağıldı Can memelerinden kanlar sağıldı Kucağını açıp saran nerede? Ertuğrul'un oğlu Osman nerede? Ağla , gözüm ağla! Hicran yaraşır , Goncasız bülbüle figan yaraşır! Utan ey Türk oğlu, halinden utan! Bunu mu diledi senden Kayı Han? Böyle mi emretti ulu yaradan? Hüdâvendigâr'ı soran yok mudur? Fatih türbesine varan yok mudur? Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır, Kurumuş sineye al kan yaraşır! Mabedler değişmiş, atılmış kitap! Ne hânümân kalmış, ne de bir ahbap? Cebr ile katılmlış zemzeme şarap? Kalmamış mı duyan, ağlayan, ölen? Her tarafı sarmış sevinen, gülen? Ağla, gözüm ağla! Figan yaraşır , Kör olası göze tuğyan yaraşır! Akan sularından kanlar çağlıyor; Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor, Çoluk, çocuk, gelin, civan ağlıyor, Düşman bayrağını yırtan ararım, Namus ocağını kuran ararım, Ağla , gözüm ağla ! Figan yaraşır , İmansız cihana tufan yaraşır ! 18 Kanûn-ı sâni 1328 Mısralar son derece berrak bir Türkçe ile yazıldıkları için oldukça açıktır. Aka Gündüz'ün Rumeli sevgisi, hatta sevdası gibi... Bozgun adlı şiir kitabında, Aka Gündüz'ün doğup büyüdüğü Rumeli topraklarının Balkan Harbi'nden sonra elden çıkışını bir türlü hazmedemediğini ve derin üzüntüsünü- şiirlerinde- dile getirdiğini görürüz. Bozgundan bozguna giden bir milletin uğradığı felâketin ve çektiği acıların dile getirildiği elli üç manzumelik eserde, vatanın dağılmasına sebep olanlar suçlanarak, atalarımıza olan sorumluluğun yerine getirilemeyişinden dolayı utanç duymamız gerektiği hususu vurgulanır. Dört bölümden oluşan eserin ilk bölümünde yer alan şiirler şunlardır: Bozgun, Ah, Dertleşme: Gençlik Terennümü, Seher Yıldızı, Redif ve Hakikatin Rüyası. İkinci bölüm, Beş şiirden oluşur ve “Birkaç Mersiye” başlığını taşır. “Mukaddesat” başlığı altında on yedi şiirin bulunduğu Üçüncü Bölüm'ü, yirmi beş şiirin yer aldığı Dördüncü Bölüm takip eder ve “Millî Türküler” adını alır. Şiirlerin tamamı hece vezniyle yazılmıştır. Edebî sanatlardan uzak, sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınmışlardır. Eserde şâir, bazen bir hatip olarak karşımıza çıkar ve hezimetin suçlularından hesap sorar. Kimi zaman derin derin düşüncelere dalar, yer yer inler. Fakat asla ümidini kaybetmez. Şimdi, şairin bu eserde yer alan ve tahlil edeceğimiz Bozgun adlı şiirinin Osmanlıca metnini verelim. Ardından bu şiiri günümüz harflerine aktaralım. Edirne Eğitim 64 yakalandığı mısralardır bunlar. Zira ona göre İslâm diyarında Kur'ân, Kur'ân'ı başında da Turan mefkûresi ağlamaktadır. Hazan düşmüş bülbülsüz bağlara bakıp tekrar figana davet eder. “Rumeli tutuştu, vatan dağıldı” mısralarıyla o günlerde oraların ne halde olduğunu gözler önüne sererek, ardından o diyarları vatan haline getirenleri hatırlatır bizlere.”Ertuğrul'un oğlu Osman nerede ?” mısraı ise bu hatırlatmanın en bariz göstergesidir. Rumeli'nin bu perişan haline bakarak, bu duruma sebep olanları utanmaya davet edişi de yine bu düşünceler doğrultusunda söylenmiş mısralardan biridir. Rumeli'nin Türk-Müslüman diyarları haline gelmesini sağlayan Murâd-ı Hüdâvendigâr'ı, Fatih'i hatırlatışı, onları soranların, başta Fatih olmak üzere türbelerine varıp ziyaret edenlerinin bulunup bulunmaması da şair için son derece önemlidir. Çünkü Müslümanların mabedleri, Hıristiyan ibadet yerlerine çevrilmiş, kutsal kitabımız “Kur'ân-ı Kerîm” ibadethanelerden atılmıştır. Kutsal zemzem suyuna bile zorla şarap katılmıştır. Üzüntüsü doruğa çıkan şair, bu durum karşısında da sorular sorarak duyarlı insanlara seslenme yoluna gider. Duyan, ağlayan, ölen hiçbir kimse yok mudur? Sorusunu sorma ihtiyacı duyar. Zira her tarafı bu duruma sevinenler, gülenler sarmıştır. Kanaatimize göre, kurumuş sineye al kan, kör olan gözlere tuğyan yakıştırmaları da bu düşünceler doğrultusunda yapılmıştır. Şair, şiirin sonunda, vicdanları dağlayan Rumeli'nin durumuna üzülüşünü dile getirir. Kendisiyle birlikte, çoluk, çocuk, gelin, civan herkesin ağlayışına şahit oluruz. İmansız kalan dünyaya tufan yakıştırması yine bilinçli olarak yapılmıştır. Çünkü şair mevcut olan bozgun halinden kurtuluşa inanmıştır ve bir kurtarıcı bekler gibidir. Düşman bayrağını yırtan, namus ocağını kuran arayışı da bu yüzdendir. Sonuç olarak, şiirin millî tarihe yönelik yazılan, duygu ve düşüncelerin açık bir şekilde dile getirildiğini söylemek kolaylaşır. İşte bu açıdan bakıldığında, savaş sonucunda kaybedilen Rumeli topraklarına dair duyulan derin hüzün de göz önüne alınınca Romantik akım etkisiyle yazılan bir şiir olduğu da gayet belirginleşir. Milli tarihe nostaljik şekilde yöneliş, lirik söyleyiş ve milli tarihin şaşalı devirlerinin hatırlatılması göz önüne alındığında Romantik akımın etkisi daha da netleşir. Şiirde göze çarpan bir başka nokta da sonsuz Rumeli sevgisinin dile getirilişidir. Aka Gündüz, Dikmen'deki evinde iken 6 Kasım 1958 tarihinde, Perşembe gecesi, saat 03.45'te vefat etmiştir. Ardından Ankara Cebeci Asri Mezarlığı'ndaki kabrine defnedilmiştir. Ama vefatına kadar onun bu Balkan coğrafyasına ve Rumeli'ye olan sevgisi artarak devam etmiştir, hiçbir zaman eksilmemiştir. Mekânı cennet olsun ve kabri üzerinde esen rüzgâr da Rumeli diyarlarından olsun... Şimdi de şiire tematik açıdan yaklaşmaya ve Aka Gündüz'ün duygularını çözümlemeye çalışalım. Şiirin başlığından da anlaşıldığı gibi, ele alınacak konu bir savaş bozgunudur. Söz konusu savaş ise 1912 yılında Balkan devletleri ile Osmanlı arasında yaşanan I. Balkan Savaşı'dır. Şair, şiirin giriş mısralarında, Balkan yarımadasında, özellikle de Rumeli topraklarında olan o günlere ait gelişmeleri gözler önüne serer gibidir: Müslüman Türkü, düşman ata yadigârı olan diyarlardan sürmüş, evlâd-ı fâtihân diyarı olan topraklardan göç etmeye zorlamıştır. Altındağ üstünü duman bürümüş ve ruhlarla melekler ufka doğru yürümüştür. Bu duruma sebep olan yöneticiler ise duruma kayıtsızdır. Başını çevirip bakan, Tanrı korkusunu duyan kalmamıştır. Bu yüzden şair, hüzünler içerisindedir ve kendisi gibi duyarlı kişilere, özellikle de vatansız erkeklere seslenir: “Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır Vatansız erkeğe, zindan yaraşır !”. Verdiğimiz mısralar ise bu seslenişin en güzel ifadeleri olarak karşımızdadır. “Hak güneşi midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? Sen misin sen misin ey garip vatan! ?” mısralarıyla garip ve kimsesiz kalmış vatana soru sorması da yine bu yüzdendir. Otağın, bağın harap edilmiş hali, namusun düşmanlar tarafından ele geçirilmesi de bu üzüntüsünü derinden derine hissetmesine yeterli bir sebeptir. Erkeksiz vatana düşman, vatansız erkeğe de zindan yakıştırması da kanımızca kurtuluş için bir an önce harekete geçilmesini teşvik etmeye yönelik bir davranıştır. Kurtuluşa yönelmeyi sağlamak için söylenmiş mısralardır. Şiirin devamında şair, öksüz kalmış ocağına ve zavallı bir anaya benzettiği şanlı Rumeli diyarlarına seslenerek eski ama bir o kadar da şanlı devirlerine dair telmihte bulunarak o güzel günleri hatırlatır gibidir. Şanlı ve tertemiz düşünceler doğrultusunda yapılan fetihler ve zaferlerle süslü olan “evlâd-ı fâtihan” diyarlarının alnına bu bozgun sonucundaki olumsuz gelişmelerle birlikte karalar yazılmıştır. Müslümanlığa düşman tavırlar sergileyenlerce Allah evi olarak tanımlanan cami ve mescitlere putlar konulmasına ve çan diyarları haline getirmesine adeta isyan eder gibidir de. Şair, bu duruma kaygı duymayan iman sahiplerine de hüsran yakışacağını ardından ekler. Ağlamaya, ah ile figana davet eder. Sonraki mısralarına ise tekrar o diyarlara sorular yönelterek başlar: “Ne ettiler sana, ne oldu bana? Kulağımı verdim vurulan çana, Bir gariplik geldi, çöktü her yana, İslâm diyarında Kur'ân ağlıyor; Kur'ânı başında, Turan ağlıyor !” Şairin şiirdeki asıl hüzün kaynağını gösteren ve siyasi görüşüne dair önemli ip uçlarının Edirne Eğitim 65 Edirne Valiliği İçin Hazırlanmıştır. Soner TUNA Ebru B. TUNA SAVUNMA GÜNLERİ ve ŞÜKRÜ PAŞA “Düşman savunduğumuz hatları geçdikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın, etimi kuşlar ve itler çeke çeke yesinler. Fakat, savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu yere gömeceksiniz ve gelecek nesiller üzerime bir abide dikecekler” emâkin-i mu'azzezimîzle Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşlere boğarak harâbe-zâra döndüreceğim. İçeride ateş, dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerlerim işte o zaman velev ki muhâsımlar bir milyon olsun, onu yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veyahut mukaddes payitahtı ecdadını şanla terk edecektir.” Uzun ve kanlı bir mücadelenin ardından 26 Mart 1913'te Bulgar ve Sırp ordularına teslim edilen Edir ne, Bulgar askerleri tarafından üç gün boyunca yağma ve talan edilmiştir. Edirne halkı kadar tutsak Osmanlı askerleri de Bulgar zulmüne maruz kalmışlardır. Sarayiçi mahalinde tutsak edilen binlerce Türk askerinin söz konusu dönemdeki hali oldukça vahimdir. Öyle ki, açıklık ve çamur kaplı bir arazide bulunan bu esir Türk erleri hem insanca bir muamele görmemiş hem de açlık, sefalet ve hastalıklarla boğuşmak zorunda bırakılmışlardır. Bu dehşet sahneleri arasında en çok dikkati çeken şey ise esir askerlerin açlıktan bulundukları yerdeki ağaçların kabuklarını yemeleridir. Bu olay Bulgar işgali ardından şehirde yaşanan zulmün bir simgesi haline gelmiştir. İşgal sırasında Sarayiçi kampında açlık ve hastalıktan ölen asker sayısı yaklaşık 15.000'dir. Mütareke döneminden hiçbir yardım ve fayda elde edememesine rağmen Mehmed Şükrü Paşa, kentin muhafazası konusunda büyük bir kararlılık örneği sergilemiştir. Londra'da görüşmelerin devam ettiği günlerde Edirne'nin teslim edilmesi konusunun Osmanlı heyeti tarafından kabul edildiğine dair çıkan söylenti üzerine İstanbul'a telgraf gönderen Mehmed Şükrü Paşa, aşağıdaki sözleriyle kenti korumak ve düşman işgali altına sokmamak adına her yolu deneyeceğini bildirerek büyük bir cesaret ve fedakârlık örneği sergilemiştir. Söz konusu telgrafında Şükrü Paşa şunları yazmaktadır. Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevkiinden ma'dûd bir şehr-î mukaddesi, denî ve hunhar bir düşmana teslim edecek alçak bir kumandan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de irtîkâb etmeyecek son neferimi kendi tabancama, kendimi de son kurşunuma tevdi' edeceğim. Şehirde imkân-ı mukavemet kalmadığını görünce muhasara altında bulunan âciz, çocukları ve kadınları, konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek, onların himayesine tevdî'an şehirden çıkaracağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da onların medeniyyet gözleri önünde isterlerse imha etsinler. Ba'dehu toplarımı meşhür-ı âlem mebanî ve Edirne Eğitim 66 Tarih:28 Aralık 1912 - Yer: Doğu Cephesi, Aktaran: Ömer Seyfettin yardım geleceği ümidiyle başlayan heyecanlı bekleyiş, hiçbir zaman sona ermemiş ve savaş yeniden başlayana dek bu ümit korunmuştur, Ancak Osmanlı başkentinden beklenen yardımın gelmeyişi Edirne'de bulunan herkesi büyük bir üzüntüye sevk etmiştir. Halkın ve askerlerin moralini bir kat daha bozan, direncini bir kat daha kıran bir diğer durum ise muhasara altındaki Edirne'ye tek bir yardım vagonu gelmezken, Bulgarların Edirne içerisinden geçirdiği vagonlar sayesinde askerî birliklerini takviye etmeleri olmuştur. Balkan Savaşları'nda Edirne redif taburu komutanlığı yapan Raif Necdet Kestelli, hatıratında, bu durumu ve ümitsiz bekleyişi şu şekilde yazmaktadır: "Ah, Edirne. Ne elim, ne dayanılmaz bekleyiş safhaları geçiriyor, Evvelce harp saplantılı bütün dimağlar ateşli bir heyecanla Şark Ordusu'nun başarısını, kaleye yaklaşmasını bekliyordu. Şimdi de aynı heyecanla trenin ulaşmasını bekliyor. Daima mahkûm bekleyiş! Fakat bu ikinci bekleyişbirinciden çok sabır kırıcı, ümitsizlik arttırıcı!... Artık tren meselesi cidden bir facia, bir trajedi oldu. Beş altı gündür Bulgar trenleri Edirne istasyonundan, yani kalenin savunma hattının içinden, mesut ve nümayîşkâr geçerek bilmem nerede bulunan ordusuna sürekli erzak taşıyor. Sonra iki aydır kuşatmada ve erzakı bitmekte bulunan kaleye, resmen verilen müjdeye rağmen hâlâ tren gelmiyor. Bu ne elim, bu ne müstesna bir vaziyet ya Rabbî!" Şehrin yani Edirne'nin sefaleti kalbimizde yaralar açıyor, Camiler, medreseler, hatta harabe ve viraneler muhacirlerle dolu. Sararmış çehreler, bükülmüş boyunlar, öyle feci ve dayanılmaz levhalar yaratıyordu ki. Aç... Herkes aç. Muhacirler, sokaklarda açlıktan yürüyemeyecek kadar takatten düşmüş hayvanlarını akla sığmayacak kadar ucuz bir paraya vermek için sadaka ister gibi yalvarıyorlar. Ve ağlaya ağlaya sattıkları hayvanın parasını alır almaz kim bilir kaç günden beri, açlık ıstırabı ile ağlayan ve kıvranan yavrularına yiyecek bir şey bulmak için dükkanlara koşuyorlar. Fakat dükkanlar da boş. Artık satılan şeyler de sınırlı. Kimsenin ciddi ihtiyacına yarayacak bir şey yok. Eser-i hayat, yalnız fırın önlerinde ve kahvelerde. Bu sefaleti görmemek için kati bir ihtiyaç olmadıkça sokağa çıkmamağa karar verdim... Tarih; 29 Aralık 1912 - Yer: Batı Cephesi, Aktaran: Ömer Seyfettin "Gece yeni çıkarılan obüs attı. Biraz top muharebesi oldu. Şimdi tüfek ve top sesleri fasıla ile devam ediyor. İki taraf da isteksiz. Sanılır ki onlar da bizim gibi tam mütarekeyi bekliyorlar. Fırka kumandanımız dün hariçteki kuvvetlere kumanda etmek üzere bizden ayrıldı. Bizi 19. Fırka'ya verdiler. Şimdi yeniden mürettep bir fırka yapacaklarmış. Bugünkü efsaneler: iki gün sonra, yani efrenci yılbaşında mütareke olacakmış... Avusturya (Edirne) konsolosu mütarekenin, pek yakın olduğunu temin etmiş... Mahmud Şevket Paşa'nın, muzafferiyetlerinî Rum gazeteleri yazıyormuş. Tabii bunlara kimse inanmıyor... *** Mütareke döneminde Edirne'de halkın ve askerlerin gözü hep tren yolunda olmuştur. Öyle ki Kaynak: Naif Necdet Kestelli; O s m a n l ı İmparatorluğu'nun Batışı Ufül), Edirne Savunması, Arma Ya y ı n l a r ı , İ s t a n b u l 2001. 23 Aralık günü İstanbul'dan gelen telgrafta kalenin erzak durumu sorulmuş, aynı zamanda kaleye erzak gönderilmesinin mümkün olmadığı v e e l d e k i imkanlarla Edirne Eğitim 67 Tablo 1: Edirne Kalesi'nde Görev Yapan Askerlere Verilen Yemekler: yetinilmesi gerektiği belirtilmiştir. Zamanla temel tüketim malzemeleri tamamen tükenme noktasına gelmiştir. Giderek küçülen ve kararan ekmeklere zamanla süpürge tohumu, kuşyemi, kepek, kızlca, arpa, çavdar, yulaf karıştırılmaya başlanmıştır. Meclis-i vükala tarafından Edirne Vilayeti'nin yemeklik olarak satın aldığı süpürge tohumlarının ithalat vergilerinden muaf tutulması kararı bile alınmıştır. Savaşan askerlere verilen yemeklerde de besin değeri ve kalite açısından azalmalar yaşanmıştır. Kaynak: Yüzbaşı Naci`; Balkan Harbinde Edirne Muhasarasına Ait Harp Ceridesi, Askeri Matbaa, İstanbul 1922. Gün Sabah Akşam Savaşın Başlangıcından 1 Aralık Tarihine Kadar 50 gram peynir Bulgur lapası Sirkeli un çorbası 80 gram peynir 50 gram peynir Peksimet paparası Sirkeli un çorbası 80 gram peynir Çarşamba 50 gram peynir Bulgur lapası Perşembe 50 gram peynir Sirkeli un çorbası Sirkeli un çorbası 80 gram peynir Sabah Akşam Cumartesi Pazar Pazartesi Salı Cuma Gün 4 Ocak - 30 Ocak Arası Dönem Sirkeli un çorbası 100 gram peynir 60 gram peynir Bulgur lapası Sirkeli un çorbası 100 gram peynir 60 gram peynir Peksimet paparası Sirkeli un çorbası 100 gram peynir Çarşamba 60 gram peynir Bulgur lapası Perşembe 60 gram peynir Bulgur lapası Gün Sabah Akşam Cuma Cumartesi Pazar Pazartesi Salı 30 Ocak’tan Sonra Cuma Sirkeli un çorbası 120 gram peynir 90 gram peynir Bulgur lapası Sirkeli un çorbası 120 gram peynir 40 gram peynir 100 gram kavurma Sirkeli un çorbası 120 gram peynir Çarşamba 90 gram peynir Bulgur çorbası Perşembe 90 gram peynir 180 gram peynir Cumartesi Pazar Pazartesi Salı “Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslâv araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumlarıdır, Bizim içimizdeki insanların millî tarihlerini yazıp, milli şuurlarını uyandırdığı zaman biz Balkanlarda Trakya hudutlarına çekildik.” Edirne Eğitim 68 M. Kemal Atatürk EDİRNE SAVUNMASINDA BULGARİSTAN'A ESİR DÜŞEN KONYALI ASKERLER Ahmet ÇELİK Eğitimci Araştırmacı - Yazar 1913’te Konya’da yayınlanan “Babalık” gazetesinin esir askerlerimiz ile ilgili haber küpürü. Edirne 1829 ve 1878'de yılında Ruslar tarafından, 1912'de de Bulgarlar tarafından işgal edildi. 22 Eylül 1912'de Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan temsilcileri, Sofya'da toplanarak saldırıya yönelik bir ittifak anlaşması imzaladılar. Müttefikler, Ekim ayı ortalarında Osmanlı Topraklarına saldırdılar. 9 Ekim 1912'de de Bulgarlar'ın Edirne saldırısı başladı. Edirne'yi müdafaa eden Şükrü Paşa her türlü yokluk ve yoksunluğa rağmen 155 gün düşmana karşı Edirne'yi savundu. 26 Mart 1913'te kent Bulgarlar'a teslim edilmek zorunda kalındı. Uzun ve kanlı bir mücadelenin ardından Edirne'yi ele geçiren Bulgar askerleri üç gün boyunca şehri yağma ve talan ettiler. Yerli Hıristiyan halkın bir kısmı da bu yağmaya katıldı. Öyle ki Bulgar askerleri Edirne'deki Müslüman halkın evlerini yağma ettikten sonra kapılarına tebeşirlerle bir haç işareti çiziyorlar ve bununla arkadan gelen yağmacılara söz konusu evde ırza geçilecek kadın ve yağma edilecek mal kalmadığını haber veriyorlardı. Halka vermiş oldukları zararla yetinmeyen Bulgarlar, kentteki Osmanlı'yı simgeleyen kurum ve kuruluşlara da saldırdılar. Selimiye Camii'ne gelen Bulgar askerleri bu mabede hiçbir saygı göstermeden çamurlu postalları ile baskında bulunuyordu. Cami içerisindeki kütüphane de Bulgar baskınından nasibini aldı. Sultan Selim Kütüphanesi'ne giren Bulgarlar pek çok paha biçilemez eseri gasp ettiler. Bulgar askerleri bununla da yetinmemiş Edirne Merkez Vilayet Hapishanesi'ni bile yağmalamış ve burada bulunan bütün defterleri ve kayıtları imha etmişlerdir. Edirne'nin Bulgar işgali altına girmesinin ardından esir Türk askerleri Sarayiçi bölgesindeki yarımadaya toplandı. Bu iki tarafı nehir olan bataklık zeminde bir ay süre ile aç ve çıplak bırakıldılar. Öyle ki, buradaki esir Türk askerleri hiç insanca bir muamele görmediği gibi açlık, sefalet ve hastalıklarla boğuşmak zorunda bırakıldılar. Esir Türk askerler açlıktan bulundukları yerdeki ağaçların kabukları yiyorlardı. Bu durum hem ölümleri hem de salgın hastalıkları ortaya çıkmasına sebep oldu. Savaş başlamadan önce 53.000 civarında bir Türk kuvveti Edirne Kalesi'nde konuşlanmıştı. Harbin başlama tarihi olan 9 Ekim 1912'den Edirne'nin işgal edildiği gün olan 26 Mart 1913'e kadar geçen zamanda Türk tarafının toplam kaybı 13.000 kişiye ulaşmıştı. Ayrıca Edirne'nin düşmesinden sonra da 28.500 kişi Bulgarlar tarafından tutsak edilerek esir kamplarına gönderildi. Bu süre içinde ise Bulgar Ordusu 2.364 ölü, 13.386 yaralı ve 827 kayıp vermiştir. Edirne'nin Bulgarlarca işgal edilmesinin ardından vakit kaybetmeden esir edilen Türk askerlerinin üst düzey yetkilileri Bulgaristan'a gönderilmeye başlanmıştır. Edirne Mevki-i Müstahkem Komutanı Mehmed Şükrü Paşa, Edirne Kale Topçu Kumandanı İsmail Hakkı Paşa, Süvari Kumandanı Aziz Bey, Şükrü Paşa'nın nezdinde bulunan Erkân-ı Harb Reisi Fuad Bey, Erkân-ı Harb miralaylarından Ali Rıza Bey, Binbaşı Kazım (Karabekir) Bey, Yüzbaşı Remzi Bey (Yiğitgüden) ve Şükrü Paşa'nın yaveri Eyüp Bey'le birlikte pek çok Osmanlı subayı tren yoluyla Sofya'ya gönderildi. Bu savunmada gösterdiği kahramanlık nedeniyle Şükrü Paşa'ya hayranlık ve saygı duyan Bulgar Kralı Çar Edirne Eğitim 69 Ferdinand, barış yapılana kadar Şükrü Paşa'yı bir esir gibi değil misafir gibi ağırladı. 30 Mart 1913'te imzalanan Londra Barış Anlaşması ile, Türkiye - Bulgaristan sınırı Midye - Enez Hattı olarak belirlendi. Böylece Edirne, Bulgaristan'a terk edilmiş oldu. *** Balkan savaşı ve Edirne Savunması Osmanlı Dönemi Konya basınına nasıl yansımıştır? Bu konuya bir örnek Babalık gazetesinden… 7 Mayıs 1913 tarihli Konya'da yayınlanan Babalık gazetesinde “Ber Hayat (Hayatta) Olan Edirne Askerlerimizden Haber” başlığı altında Ankara, Burdur, Eskişehir, Isparta, Afyonkarahisar ve Kütahya illeriyle birlikte Edirne savunmasından sonra Bulgarlara esir düşmüş Konya il ve ilçelerine ait 25 askerin durumuyla ilgili bir haber yayınlanmıştır. Verilen habere göre Edirne savunmasında Bulgarlara esir düşmüş askerlerimizin Haskova'da bulunduğu ve durumlarının iyi olduğundan bahsedilmektedir. 30. Nizamiye Alayı'na mensup esirler doktoru Kolağası Hacı Hakkı Bey tarafından Konya Belediye Başkanı Hacı Ali Efendi'ye gönderilen bir mektuba dayandırılan haber metni şöyledir: “Ber Hayat (hayatta) Olan Edirne Askerlerimizden Haber: Edirne kalesinin sukutundan (düşmesinden) sonra Bulgar hükümetince esir edilmiş ve Bulgaristan'a nakl ve sevk kılınmış (gönderilmiş) olan askerlerimizden esamisi (isimleri) ber vechi züvvanın (aşağıda adı geçen şahısların) Haskova Kasabasına gönderdikleri ve kendilerinin ber-hayat (hayatta) ve hal-i istirahatta (istirahat halinde) bulundukları 30. Nizamiye Alayına mensup esirler tabibi (doktoru) Kolağası Hacı Hakkı Bey tarafından (Konya) Belediye Reisi muhteremi Hacı Ali Efendi'ye bit-tahrirat (yazı ile) bildirildiğinden aynen derc ediyoruz: -Konya'nın Sarnıç mahallesinden Abdurrahman oğlu Ali, -Konya'nın Hacı Yusuf mahallesinden Mehmet oğlu Kadir, -Beyşehir kazasından Manastır karyesinden Yağbacı oğlu Durmuş, -Beyşehir kazasından Fasıllar karyesinden Torun oğlu Alime'nin Mehmed Çavuş, -Ilgın kazasından Derib karyesinden Çiftliközü karyesinden Süleyman oğlu İsmail, -Ilgın kazasından Geçid karyesinden Yubyin Süleyman, -Kadınhanı nahiyesinden Ladik karyesinden Mevlüd oğlu Mustafa, -Kadınhanı nahiyesinden Şahviranlı mahallesinden Hüseyin oğlu Mehmet, -Hatunsaray nahiyesi Akviran karyesinden Esil oğlu Mehmet'in Mahmut Onbaşı, -Akviran karyesinden Sarı Mehmed'in Kadir'in Ahmet, -Çukurçimen karyesinden Ali Çavuş oğlu Osman, -Bozkır kazasından Gezlevi karyesinden Mevlüd oğlu Hasan, -Bozkır kazasından Sacı karyesinden Raşid oğlu Recep Çavuş, -Bozkır kazası Belviran nahiyesinden Sarıoğlan B o y a l ı karyesinden Ali oğlu İsmail Onbaşı, -Alibeyhüyüğü karyesinden Hacı Ahmet oğlu Mustafa, -Mehmet Ali karyesinden Hacı Veli oğlu Abdullah, -Elmalık karyesinden Mustafa oğlu Halil İbrahim, -Karasınır karyesinden Mehmet oğlu Ramazan, -Karasınır karyesinden İbrahim oğlu İsmail, -Apa karyesinden Hüseyin Çavuş oğlu Bekir, -Kızören karyesinden Ömer oğlu İsmail, -Yalıhüyük karyesinden Osman bin Hasan, -Belviran karyesinden Kızılözlü Mehmet oğlu Ali, -Akşehir'in Eleviriz karyesinden İsa oğlu Hasan, -Seydişehir kazası Çalmanda karyesinden Mustafa oğlu Mehmet, - Karaman kazası Aladağ nahiyesinden Kırbas karyesinden Gül Mustafa oğlu Hasan'ın İbrahim Çavuş, -Karaman kazasının Bozgöz karyesinden Hayta Abdullah'ın oğlu Seyyid Onbaşı, -Ermenek kazasında Mihat karyesinden Hampat oğlu Süleyman, -Turcular karyesinden Evliya oğlu Evliya, -Karkara karyesinden fakir oğlu İbrahim'in Mehmet Ali, -Görmeli karyesinden Koca İbrahim oğlu Mehmed, -Kişipar mahallesinde Leşci Hacı Ali oğlu Hilmi, -Altuntaş aşiretinden Hakkı oğlu Derviş (?) -İlemus karyesinden Hacı Bekir oğlu Mehmed b. İbrahim,…” *** Bu askerlere ne oldu?. Acaba esir askerlerimiz memleketlerine dönebildiler mi? Onlardan hatıralar nakledecek veya tanıyacak bir kimse var mıdır? Şimdilik bilmiyoruz. Ama Balkan Savaşı neticesinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan elde ettikleri toprakları paylaşamayan Balkan Devletleri, bu kez kendi aralarında savaşmaya başladılar. Bulgaristan, bir süre sonra Romanya ve Sırbistan'ın saldırısına uğradı. Osmanlı Devleti de bundan yararlanarak Edirne'yi geri almak için harekete geçti ve Bolayır ordusunun Edirne'ye girmesini kararlaştırıldı. 19 Temmuz 1913'te ordunun Lüleburgaz'a girdiği haberi Edirne'ye ulaştığında, Bulgar makamları şehri bir gün içinde boşalttılar. Şehri terk etmeden önce de bütün hapishaneleri açmış, tahıl ambarlarını ateşe vermiş ve Karaağaç'taki tren istasyonunu da yakmışlardı. Ama 20 Temmuz günü geldiğinde Türklerin hala kente girmemiş olmaları büyük bir şaşkınlığa sebep oldu. Çünkü Osmanlı ordusu Edirne'ye ancak 23 Temmuz'da girecekti. Bunun sebeplerinden biri İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin, Edirne'nin geri alınmasını Meşrutiyetin ilanının 5. yılına denk getirerek bunu bir propaganda malzemesi yapmak istemesiydi. 29 Eylül 1913'te Bulgaristan'la imzalanan İstanbul Anlaşmasıyla da fiili durum resmiyet kazanmış oldu. Kaynaklar: Güney Dinç, Mehmed Nail Bey'in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı (1912 1913), İstanbul, 2008, NTV Tarih, Temmuz 2009, Sayfa:65 **Ahmet ÇELİK Eğitimci, araştırmacı ve yazar olan Ahmet Çelik,1989-1995 yılları arasında Edirne İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri öğretmenliğinde bulunmuştur. Halen Konya'da görevine devam etmektedir. Edirne Eğitim 70 BASINDA BALKAN SAVAŞLARI ve MEHMED ŞÜKRÜ PAŞA Edirne Eğitim 71 BİR EDİRNE SEVDALISININ VEFA KİTABI “Edirne Şâirleri” Sedat SAYIN Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Bir kimliğin tesbiti ise, o yere ilişkin kültür varlıklarının ve bunlara dair bilginin yaygınlaştırılması ile mümkündür. Zaman zaman şehirlerin sahip oldukları bu kültürel varlıklarının gözler önüne serilmesi bir zorunluluk, bazen de insanların doğup yetiştikleri topraklara karşı bir vefa borcu haline gelmektedir. Bu düşünceden hareketle, Edirne'nin çağlar boyunca Türk kültürüne şiir alanında kazandırdığı şahsiyetleri, terennüm ettikleri manzumelerle coğrafyayı vatan haline getiren şairlerini yeniden ele alıp değerlendirmeyi ve günümüz insanına sunmayı amaçladık.” Giriş yazısında Edirne'nin tarihi serüvenini anlatan Canım Hoca şairlerin hayat hikayeleriyle birlikte 237 şaire yer verdiklerini kaydetmektedir. Bunlar arasında : Avni (Fatih Sultan Mehmed), Cem Sultan, Ahmet Paşa, Necati Bey, Hayali, Sehi Bey, Aşki, Neşati Dede, İbrahim Gülşeni, Levni, Şeyh Hasan Sezai, Vasfi, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Uluğ Turanlıoğlu, Süreyya Eryaşar, Mustafa Hatipler gibi 15. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla kadar 237 şairin biyografisini ve şiirlerinden seçmeler vermiştir. İçinde yaşayıp hayaller kurduğumuz , acılar çektiğimiz Serhat Şehrimiz Edirne; tarihsel süreci içerisinde yüzlerce şaire de yarenlik etmiş, onların hayallerini süslemiş, onlara ilham kaynağı da olmuştur. İşte böylesine zorlu bir görevi bir vefa duygusuyla Rıdvan Hoca kendisine görev addetmiş. Kitabın önsözünde şöyle diyor: Böylesine uzun soluklu bir çalışmayı gerçekleştirmek yüreği engin Edirne ve tarih sevgisiyle dolu olan Rıdvan Hoca'ya nasip olmuştur. Bu kitabı elimize aldığımızda içinde yaşadığımız toprakların ne kadar velut olduğunu öğrenmiş bulunuyor ve “kökü mazide olan ati”liğimizi yeniden duyumsuyoruz… “Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi birer kültürel kimliği olduğu bilinen bir gerçektir. Tarih sahnesine bu kimlikle çıkan şehirler var oldukları sürece de bu kimlikle bilinirler. Şimdi kitaptan tadımlık şiir alıntılarıyla okurlarımızı taçlandıralım: Edirne Eğitim 72 “Sevdin ol dilberi söz eslemedin gönül Eyledin kend'özini âleme rüsvây gönül Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül Cevre sabr eyliyemezsin nideyin hây gönül Gönül eyvây gönül vây gönül eyvây gönül” Süngümüzle serdik toprağa yası Sınırda can veren yaman buradadır Bir şehir değildir vatan burası Mermerde yıkanan zaman buradadır Yıkılmaz bir dağdır Selimiye Cihana sunulan eşsiz hediye Tarihi okuyoruz bilmem ne diye Nef'iler Fatihler her an buradadır AVNİ Gül istedim diken oldu yerim ne çare kılam Meğer libâs-ı hayâtımı pâre pâre kılam N'olaydı sihr bileydim ki hicre doymak için Yüreğimi yüreğin gibi seng-i hâre kılam ULUĞ TURANLIOĞLU Sultanlık olmaz ise dervişlik de hoştur Gör nice terk edindi taht ile tâcı Edhem Olsan şehinşah-ı Rûm olmazdı hac nasîbin Bin şükür k'oldu rûzi bu devlet-i mu'azzam AHMET PAŞA Harâb olupdur ol âbâd gördüğün gönlüm Gamınla dopdoludur şâd gördüğün gönlüm Cihânda başıma sultân iken benim servim Kul oldu sen şehe âzâd gördüğün gönlüm CEM SULTAN Bir uysal gezgindir Edirne Bir yaralı bıldırcın belki de Ya da bir bulut akşamı rengi Alıp terkisine çılgın gönülleri Bırakır usulcana Yıkıntılarını yamadığı Barış ülkesinin kıyılarına HAYALİ Ey gönül âyân-ı devlet içre himmet kalmadı Kimden umarsın kerem ehl-i mürüvvet kalmadı ASKERÎ SÜREYYA ERYAŞAR Tut atalar sözün kalbi selim ol Gönülden gönüle yol var demişler Gider yavuzluğun tab'ı halim ol Sert sirke kabına zarar demişler Yaprağı kuru güldeyim Kâh batakta kâh göldeyim Kaçırdım yazı güzdeyim Yunus bende ben nerdeyim LEVNİ EROL YILMAZ Aşık olan kişinin sînesi sûzân olur Gözü yaşı demadem akıben ummân olur Sabr u karârı gidip yarin eden cüst ü cû Subha değin cünbüşü âh ile efgân olur Yâ Rab ol düşman bakışlı yâra n'etdim n'eyledim Sevdiğimden gayrı ol dildâra n'etdim n'eyledim NECATİ BEY Kendini yok eyleyen yâr ile ol vâr olur Yârı ile olanın sözleri cânân olur Derk edemez nefsini ma'rifeti olmayan Kuş dilini bilmeyen nice Süleyman olur Gitmen bir hançerin saplanmasıydı yüreğime Ve bir hıçkırıktı ayrılık kokan gelişlerin, Ne kalem yazabilir ve ne kitap söyler, ancak Bir pembe şafak tazeliğindeydi gülüşlerin Ölüm ki kavuşmak içindir en sürekliliğe Senin bir isyanı giyinirdi hep ölüşlerin ŞEYH HASAN SEZAYİ MUSTAFA HATİPLER Edirne Eğitim 73 Doç.Dr.Rıdvan CANIM Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Göz Gazeli Dalından koparılmış taze bir karanfildir gözlerin Bir tatlı hüzün ve sahilsiz bir denizdir gözlerin En deli yağmurlarla gelen bir bahar mevsiminde Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bademdir gözlerin Umut iklimlerine sevinçle kanat açarken bütün kuşlar Annesini kaybetmiş bir yavru pelikandır gözlerin Hasretin en dayanılmaz ateşlerine düştüğüm o günde Bana hayat veren pınar ve serin bir gölgedir gözlerin Ve en güzel baharlarda saçlarıma kara yağarken şimdi Gönül hanemi viran eyleyen bir haramidir gözlerin Kim demiş şefkati yok hem merhametsizdir diye Âh, yavrusuna keder emziren bir annedir gözlerin Yakub gibi Yusuf'unu hasretle beklerken ben Bir gece yarısı ansızın çıkıp gelen eceldir gözlerin Not: Rıdvan Hocamız bu şiiri geçtiğimiz aylarda kaybettiği sevgili eşine ithafen daha önceki yıllarda yazmıştır. Eşine Allah’tan rahmet, kendisine ve yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyoruz. Edirne Eğitim 74 STEFAN ZWEİG'IN ÜÇ BÜYÜK USTA’SI Stefan ZWEİG Umutcan YÜCE Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Öğrencisi “Hayat, her şeye rağmen, güzeldir.” O toplumların gelenek, göreneklerini inceleyip kültür çevresini de göz önünde bulundurmaktadır. Zweig'ın bunu yapması onun biyografilerinin daha ger ç ek ç i ve zengin g ö r ü n ü m kazanmas ı n ı sağlamıştır. Zweig'ın bu çalışkan ruhunun yanı sıra, kendisinin iyi derecede, felsefe, sosyoloji, psikoloji özellikle psikanaliz bilgisinin olması onu çok yetenekli bir araştırmacı ve yazar yapmıştır. Sezgi gücü oldukça güçlüdür, sanat dallarının hepsi hakkında bilgisinin olması onun sezgi gücünü y ü kseltmi ş tir ki zaten sanat ı alg ı lamam ı z duyumlarımız ve sezgilerimizle olmaktadır. Bir başka özelliği ise mükemmel bir empati gücünün olmasıdır. Öyle ki Dostoyevskiyi acılar içinde, Stendhal'ı bencillik içinde, Casanova'yı çapkınlık içinde görerek onları kendi beyninde bağdaştırmasıyla empati yeteneğini kullanmıştır. Zweig'dan bu kadar bahsettikten sonra size kendisinin en güzel eserlerinden biri olan ''Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski'' isimli kitabından bahsetmek istiyorum. Kitap 224 sayfadan oluşmakta. 224 sayfanın içine üç dünyaya şekil vermiş usta yazarın hikayesini nasıl sığdırdı diye soruyor olabilirsiniz. Ancak Zweig bunu öyle ustaca yapmış ki, 224 sayfanın içinde her yazarın hikayesinde hissetmedi ğ iniz duygu yok. Betimlemeler öyle dolu ve yoğun ki, belki de edebiyata yeni başlayan birinin dört-beş cümlede anlatabileceği bir hissi ya da konuyu, kendisi sadece bir betimlemeyle anlatmayı başarmış. Zweig'ın kitap boyunca olan cümleleri öyle zengin ve yoğun ki, bir ressamın eserini inceliyormuş hissi veriyor. Dickens'ın ingiliz sokaklarına dalışını, Balzac'ın sabahlara kadar çalışmasını ve yüzündeki mimikleri, Dostoyevski'nin cenaze törenini öyle harikulade betimlemi ş ki bunlar ı n hepsini bir film izliyormuşçasına mümkün kılıyor. Eserin dili oldukça süslü,ama bu kötü anlamda anlatımı zorlaştıracak tarzda bir süs değil. Bu hissedilen duyguları arttıracak tarzda etkili güzel bir süs. Şimdi bu kitabın en sevdiğim ve üzerinde en çok durduğum bölüm olan Dostoyevski'nin hayatı kısmı hakkında Stefan Zweig'ın görüşlerini Dünyayı kuranlar, onlara yol gösteren kimlerdir bilir misiniz? Onu ş ekillendiren, mükemmelliğe götüren, yanlışı düzeltmek için uğraşan, toplumun bozulmuş yönlerini ortaya çıkarmak için kendini feda eden, sürekli düşünen kişilerdir onlar. Peki ya kimlerdir bu kişiler? Yazarlardır elbet. Sanatın her dalı insanlara bu faydaları sağlamak için doğmuştur. Estetik doğada bulunur, felsefe ise insan beyninin dahiyane düşünce sisteminden doğmuştur. Bütün bu yazarlar, fikir adamları tarihimiz boyunca rönesans, fransız devrimi, sanayi devrimi, makinele ş me ve sayılabilecek birçok değişik olayda en önde olmuşlardır. Fikirler yeterince güçlendiğinde ve temellendirildiğinde radikal değişikliklere yol açacak kadar güçlüdürler. En başta bir fikir vardı ve fikir hareket kazanınca eyleme dönüştü, kendini somut gerçeklikte bulduğunda ise değişiklik başlamıştı. İşte size bütün bu değişimi yaratan ve toplumun duygular ı n ı n ve ger ç eklerinin farkındalığını sağlayan yazarlar hakkında yazan bir üstadın kitabını tanıtacağım. Biyografi okumak, usta yazarların, fikir adamlarının, sanatçıların biyografisini okumak zevkli bir iştir. Ancak bu biyografileri biyografi üstadı ve iyi bir yazar olan Avusturyalı yazar Stefan Zweig'ın kaleminden okumak bir biyografi hayranının zevk alabileceği en üst noktalardan biri. O biyografiyi bir insanın hayatını anlatmak olarak görmedi. O insanın yaşamını bir sanat eseri gibi gördü ve onu edebiyatın ve şiirin sağladığı bir incelikle yorumlamayı başardı. Dünya edebiyatında Stefan Zweig biyografi türünün ustası olarak görüldü. Mükemmel bir tekniği vardı.İlk olarak Zweig, biyografisini yazacağı kişilerin üzerinde derinlemesine bir inceleme yapardı. O kişi ile ilgili her türlü bilgiyi, belgeyi toplamakta, makalelerini, mektuplarını, hatıralarını, hakkında yazılmış her türlü yazıyı, el yazılarını tek tek incelemekteydi. O kişinin hayatını etkileyen bedensel ve ruhsal olan bütün değişiklikleri teker teker alıp tahlil etmiştir. Aynı zamanda o kişilerin yaşadığı toplumu, kültür çevresini gelişimini de aynı titizlikle incelemektedir. Edirne Eğitim 75 menfaati için de orjinalliğini feda etmiştir. Hayatı boyunca kişiliğindeki ikiliğin acı gerginli ğ ini duyduktan sonra, Tanr ı' ya ulaşabilmek ve hayatın anlamını bulabilmek için kendi varlığının en derin katlarını eşeledikten sonra bütün bir bilgi yığınını bir yana iterek yepyeni bir insanlığa doğru gitmek O sırrını, en son ve unutulmaz formülünü a çı klam ış t ı r: '' Hayat ı n anlam ı ndan ç ok, hayatın kendisini sevmek gerekir.'' İşte bu paragraf bence bütün bir kitabın özelliğini en güzel açıklayan ve en hoşuma giden paragraf olmuştur. Zweig, her ne kadar Dostoyevski'nin acı çekmiş olduğunu bilmesine rağmen, Dostoyevski'yi bir şekilde ölümden alıkoyan o düşünceyi ortaya koymayı ustalıkla ba ş arm ış ve bunu okuyucuya betimlemeyi başarmıştır. Hayatın anlamından çok, hayatın kendisini sevmek gerekir. Bu görüşe hem Dostoyevski'nin hayatını göz önünde bulundurarak Goethe'nin şu sözüyle karşılık vermek istiyorum: yorumlamak ve aktarmak istiyorum. Stefan Zweig'ın gözünde Dostoyevski, acının kelime anlamıdır. Kendisini böylesine feda eden, böylesine halkına saklayan, tanrıya ilginç bir ilişkiyle bağlanan başka bir yazar görmemiştir. Dostoyevski öylesine karmaşık bir insandı ki, onu anlatmak Zweig'ın ağzıyla,” güç ve cüret gerektiren bir işti”. Onun dünyasına girmek, onun evrenine girmek ve anlayabilmek bile, kolay olmamıştır. Dostoyevski'nin hayatını ve yaşadıklarını tam olarak sindirmeden, kendi içimizde yeniden yaşamadığımız takdirde Dostoyevski bizim için hiçbir şey ifade etmez. Dostoyevski'yi anlamak için aşırı olunmalıdır, ki kendisi ölçüsüz ve aşırıydı. Duyguları en uçlarda hisseder, en kötüyle en iyi arasında gidip gelirdi. Dostoyevski'yi anlamak ve hayatın ona karşı işlediği suçları anlamak için Zweig'ın şu betimlemesine bir bakın: “Bu koca devin kalbinin en derin köşelerine girebilmek için ne uzun bir iniş yapmamız, ne labirentler aşmamız gerekecektir! Bu güçlü, bu büyük, bu korkunç ve bizden bu kadar uzak olan bu eşsiz dünya, sonsuz derinliğine inmeye çalıştığımız ölçüde, bizim için gittikçe daha esrarlı bir hal almaktadır.'' Gördüğünüz gibi Zweig gibi yüce bir sanatçı bile kendini kaybetme korkusundadır. Zweig, Dostoyevski'nin hayatını daha iyi anlayabilmemiz için, mizacının her bir parçasına, bilinçaltının her etkisine kitabında yer vermiştir. Bu bizim Dostoyevski'yle bütünleşmemizi sağlayan ve onun vardığı bilgeliğe her ne kadar varmanın mümkün olmamasına rağmen, aynadan bakmamızı sağlamıştır. Bu bölümler yüzü, hayatının trajedisi, kaderinin anlamı, Dostoyevski'nin aldığı insan modeli, düşündüğü gerçeklik ve hayalgücü, yaratma sanatı, tutkusu, sınırları aşması,Tanrı'nın ona acı vermesi ama aynı zamanda ona sevgiyle bağlı olması gibi birçok bölümden oluşmaktadır. Stefan Zweig'ın bütün bu üslup, ele aldığı usta yazarlar, kültürü ve yeteneği birleşince ortaya çıkan bu kitap, herkesin kütüphanesinde bulunması gereken bir başyapıttır. Kitaptan bazı yerleri bellemiştim ve onları sizlerle paylaşmak istiyorum. Zweig'ın ağzından Dostoyevski'yi anlatan bir paragraf: “İnsan düşüncesinin tarihinde manevi benli ğ in bu ş ekilde yok edili ş ini ve karşıtlıklardan hareket edilerek zengin bir ideale ulaşılmasını gösterecek başka bir örnek yoktur. Dostoyevski kendi kendisini haça mıhlamış gibidir; Tanrı'ya olan inancına tanıklık etmek üzere bilgisini, sanat sayesinde yeni insanı yaratabilsin diye bedenini, herkesin “Hayat, her şeye rağmen, güzeldir.” Edirne Eğitim 76 Tuna Tuna mavi : gökler gibi. Bir ufuktan bir ufka eser gibi. Koşuyor… Koşuyor Tuna. Coşuyor Tuna. Tuna yeşil: Bahar gibi. Bir ufuktan bir ufka rüzgar gibi. Akıyor… Zorlu akıyor Tuna. Hasretiyle yürek yakıyor Tuna. Tuna kızıl: Kan gibi. Duygulu bir insan gibi. Yanıyor… İçinden yanıyor Tuna. Anıyor Tuna Eski güzel günleri hıçkırarak. Tuna ak, Tuna berrak, Benim göz yaşım gibi! Tuna dertli bugün hummalı başım gibi. Dalgalarda köpükleniyor ak Kısrakların yeleleri… İçimde bir yıldız, Bir hız İçimde çırpıntılar var. İçimde gür bir ses haykırıyor : İleri!... Halide Nusret ZORLUTUNA Şair - Yazar (Edirne Gelini)