Sorun Polemik

Transkript

Sorun Polemik
İÇİNDEKİLER
SORUN
Polemik
MARKSİST
İNCELEME
ARAŞTIRMA
ELEŞTİRİ
DERGİSİ
25
MART 2007
www.sorunpolemik.com e.posta: [email protected]
Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır
Sayı: 25 (2007)
●
●
●
●
●
Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil)
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk
●
Yönetim Yeri ve İletişim:
Akbıyık Değirmeni Sokak, No: 33/B, Sultanahmet-Eminönü-İstanbul
Posta Kodu: 34122 Telefon : (0212) 638 81 82 Fax : (0212) 638 81 72
●
Posta Çeki No: 98213
Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835
Abonelik Yurtiçi yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı dört katı
Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez.
●
●
●
●
Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta),
Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya
Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir.
Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro
Baskı: Huzur Ofset Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 336/1
Tel: 0212 544 70 36-Topkapı-İstanbul
Yayın Türü: Yerel Süreli
Baskı Tarihi: 21 Mart 2007
ISSN 1303-2402
●
●
●
●
●
●
●
●
●
●
●
0
S.P. F/1
10 Eylül 1920 TKP ve Günümüzde Komünist Hareketin
Hayatî Sorunları Forum’u Değerlendirmesi
10 Eylül 1920-TKP ve Forum Açılış Konuşması
S.P
DİSK’in 40. Yıldönümü–8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
21 Mart NEWROZ Kutlamaları...
Azimet Ceyhan - Karikatür
İsmail Arguvanlı
“Seçim Hesaplaşmasında” Kızılbaş, Alevi-Bektaşi ve
Kürt Ulusal Muhalefeti Nereye?
Ali Özdoğu
TCK’nın 301. Maddesi Terörü ve Sol’un “Politikası”
Hakan Mertoğlu
Marksizmin Tabuları Yok ve II. TTKK
Sırrı Öztürk
“TKP” Ataklarından Sonra “Vakıf” Atağında
Yapılmak İstenen Bir Tarz-ı Siyaset
Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri - 9
Suha Bulut
Dünya Komünist Hareketi’nde Uluslararasıcı ve Ulusal Düzlem
Osman Tiftikçi
Suha Bulut’un Ethem Değerlendirmesi Üzerine Bir Kaç Not
Haşim Kutlu
Kadınıyla Anılan Tek Din: Kızılbaş Alevilik
Suha Bulut - Karikatür
Hıdır Diren
Hrant Dink Cinayetinin Mesajı Kimleredir?
Serhat Munzur
Bilim, Üniversite ve Gerçekler - 2
S.P.
Dergi’mize Yöneltilen Eleştiriler Üzerine
Turgay Ulu - Şiir
Turgay Ulu
F Tipi “Yaşamak”tan Bir Kesit -2
Taner Korkmaz - Karikatür
Zeki Öztürk- Şiir
Sırrı Öztürk
Dersim… Dersim… -4
Bizden Haberler
2
5
9
12
16
17
27
33
43
52
61
77
81
88
89
94
98
102
104
105
106
108
123
10 Eylül 1920-TKP ve
Günümüzde Komünist Hareketin
Hayatî Sorunları Forumuna Çağrı
Proletaryanın evrensel tarihi misyonundan yana, emekçi
halkların ulusal ve sosyal kurtuluş davasını benimsemiş, işçi
sınıfının bağımsız ve taraflı Parti anlayışını savunduğunu
ifade eden birey, grup, çevre ve örgütsel yapıların katılımıyla
tüm kesimlere açık bir forum düzenliyoruz.
Kolektif mirasımız olan 10 Eylül 1920 TKP’sinin tarihsel
örneği ışığında grup, çevre ve örgütlerin kendi sorunlarını
tartışmasının ötesinde bir bütün olarak, günümüzdeki sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin sorunlarının tartışılmasını amaçlıyoruz.
Bu çerçeveye bağlı kalmak koşuluyla forumumuz, başka
hiçbir sınırlamaya bağlı kalmadan Sınıf Partisi’nin oluşturulmasına taraf olan, komünizm davasına katkı getirmeye çalışan küçük-büyük, ünlü-ünsüz demeden tüm kişi, grup, çevre,
örgüt ya da kurumların katılımını amaçlar ve teşvik eder.
Düzenleyenler : Alev Yayınları Kolektifi, Yeni Dünya İçin
Çağrı Dergisi, Sorun Yayınları KolektifiSORUN Polemik Dergisi, Stalin ArşiviKomünist Bakış Kolektifi, Yeni Durum
Kolektifi.
Konuşmacılar : Ahmet Koçak (Alev Yayınları Kolektifi)
Çetin Deste (Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi)
Can Ateş (Stalin Arş.-Komünist Bakış Kolektifi)
Yakup Akbaş (Sorun Yayınları Kolektifi)
Yöneten
: Sırrı Öztürk
Tarih Saat
Saat
Yer
: 18 Şubat 2007. Pazar,
: 10:00-17:00
: Beksav Kültür Merkezi, Caferağa Mah.
Damga Sokak No 17 Kat:5 Kadıköy /
İstanbul, Tel: 0216 349 91 55 - 56.
Kolektif Forum Etkinliğimizin Afişi
Kolektif Forum Etkinliğimizin Davetiyesi
3
4
10 Eylül 1920 - TKP ve
Günümüzde Komünist Hareketin
Hayatî Sorunları Forum’u Değerlendirmesi
Alev Yayınları Kolektifi, SORUN Polemik Dergisi, Stalin ArşiviKomünist Bakış Kolektifi, Yeni Durum Kolektifi, Yeni Dünya İçin Çağrı
Dergisi, katılımı ve örgütleyiciliğinde gerçekleştirilen “10 Eylül 1920 TKP ve Günümüzde Komünist Hareketin Hayatî Sorunları Forumu”nda
geniş bir katılımla, yaklaşık 100 kişi hazır bulunmuştur. Forum’un hazırlanması süreci ve bu sürece gelen eleştiri-katkı-öneriler ayrıca
“http://oneylul.wordpress.com/” internet sitesinde kitlelere açık olarak
yayınlanmıştır. Bu açıklık ve sosyalist demokrasi yöntemi internet sitesine giren dostları sevindirmiş, onları umutlandırmıştır. Aynı hava Forum’a katılan dinleyiciler ve katılımcılar yoluyla Forum’un başarıyla
gerçekleştirilmesine katkı getirmiştir.
Forum’u yöneten Sırrı Öztürk, sınıflar savaşında adlarını tarihe
yazdığımız devrimciler ve komünistler adına saygı duruşundan sonra
bu etkinlik hakkında kısa bir açıklama yapmış ve katılımcılara söz vermiştir.
Forum’da katılımcıların sosyalist demokrasi ve devrimci diplomasi
gereği kendilerine ayrılan süreye uyma çabaları birçok meselenin ayrıntılarıyla açılmasına ket vurmuş ancak eksik kalan meseleler sorular
bölümünde açılmaya çalışılmıştır.
Katılımcılar 10 Eylül 1920 ve Günümüzdeki tarihsel süreci değerlendirirken sunumlarını doğal olarak kendi ideolojik-politik donanımlarının çizdiği çerçeveden gerçekleştirmişlerdir. Farklı düşünce ve yaklaşımların bir kürsüden, kavgasız gürültüsüz izleyicilerle buluşması Devrimci ve Marksist Hareketimizin gelişimi açısından izleyicilere anlamlı
bir mesaj vermiştir. Bu mesaj bazı izleyicilerin, işçi sınıfı hareketi ile
sosyalist hareketin siyasal, sendikal ve sosyal birliği davasına yönelik
umutlarını yeşertmiştir.
Sunum sırasıyla, katılımcıların ön plana çıkardıkları noktaları kısaca belirtmek gerekirse:
SORUN Polemik Dergisi’ni temsilen sunumunu yapan Yakup Akbaş, 10 Eylül 1920’de TKP’nin kuruluşuyla sonuçlanan sürecin tarihsel
önemini, bu güne bıraktığı tartışmaları, sürecin günümüzdeki yanlış algılamalarını, bu sürecin günümüze tuttuğu ışık bağlamında değerlendirmiş; Suphiler’in devrimci program ve Partileşme mücadelesini işçi
sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin birliğini meşru bir zeminde gerçekleştirme yöntemini I. Tüm Türkiye Komünistleri Konresi’nden II. Tüm
Türkiye Komünistleri Kongresi’ne biçiminde formüle ederek günümüz5
de tutulacak ana halkanın Komünistlerin Birliğini sağlamaktan geçtiğini,
ancak bu mücadelenin kazanılması şartına bağlı kalınarak işçi sınıfı
hareketi ve sosyalist hareketin sınıf-devrim-iktidar bağlamında yeniden
diyalektik birliğinin kurularak sınıflar mücadelesinde meşru bir zemin
kazanılabileceğini belirterek sunumunu bitirmiştir.
Alev Yayınları Kolektifini temsilen sunumunu yapan Ahmet Koçak, SSCB deneyiminin çözülmesine bağlı olarak TKP’nin Suphilerin
katlinden sonra programatik hattında bir kırılma gerçekleştiğini,
SSCB’nin çözülmesindeki sorunları SSCB’nin merkezi ve bürokratik bir
yapı oluşturarak işçi sınıfını ve kitleleri politika dışına ittiğini ve ayrıca
çeşitli muhalif unsurları tasfiye yönteminin sosyalist demokrasiye uygun düşmediğini ve TKP’nin de bu sürecin devamcısı olduğunu belirterek, bu sorunları engellemenin yolunun programatik zemini sosyalist
demokrasiye uygun olarak kurulması gerektiğinden geçtiğini ifade ederek, günümüzde aynı hatalara düşmemek için sosyalist demokrasiye
uygun programatik zeminin nasıl olması gerektiğine vurgu yaparak konuşmasını bitirdi.
Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi’ni temsilen sunumunu yapan Çetin Desde ise; Komünistlerin önünde sınıf partisini inşa etme ve yaratma görevinin durduğunu, TKP’nin kuruluşuyla Komünistlerin Birliği tarihsel görevinin gerçekleştiğini, bu anlamda komünistlerin birleştirme
görevinin tamamlanarak kapandığını, günümüzde tutulacak ana halkalardan biri Marksizm-Leninizmin devrimci özünü tanımlayacak bir Dünya Komünist Hareketinin bir platform halinde yaratılarak bu özün netleşmesidir. İkinci ana halka ise bu platformu şekillendirecek Komünist
Partileri Marksizm-Leninizm’in güncel kıstasları gözetilerek inşa etmek
için iki aşamalı evrensel parti anlayışının rotasının izlenmesi gerektiği
ve bu parti inşasının iki aşamasındaki görevlerin uygulanmasına sıkı
sıkıya bağlı kalınarak, işçi sınıfının öncüsüyle bütünleşerek Komünist
Partisi’nin ikinci aşamasında geniş işçi ve emekçi kitlelerini partiye kazanmak olduğunu belirterek konuşmasını bitirmiştir.
Stalin Arşivi-Komünist Bakış Kolektifini temsilen sunumunu
gerçekleştiren Can Ateş ise, konuşmasına günümüzde Türkiye komünist hareketinin durumunu; “işçi hareketinin, kitle hareketinin,
Marksizmin ve uluslararası hareketteki sağlıklı eğilimlerin gerisinde”
şeklinde özetleyerek başladı. Sınıf Partisi yerine kurulan “Komünist”
iddialı Grup Partilerinin iddialarını gerçekleştiremediklerini vurguladı.
Grup particiliği furyasının ilk tohumlarının Türkiye hareketinde 60’larda
TKP’nin “iç ve dış” olarak bölünmesiyle atıldığını, bu bölünmenin ise
söz konusu dönemde açıkça revizyonist konumlara geçmiş olan SBKP
yönetiminin göz yumması ve hatta teşvikiyle yurtdışında bulunan bazı
unsurların Leninist ilke ve normları hiçe sayarak kendilerini TKP ilân
etmeleriyle gerçekleştiğini düşündüklerini saptadı. Leninizmin emper6
yalizm teorisinden sapmalar üzerine kurulan “barış içinde yanyana yaşama”, “Üç dünya”, “sosyal-emperyalizm”, “kapitalist-olmayan yol”,
“süper devletler” başlıkları altında toplanan bir dizi revizyonist teorinin
yaşam tarafından boşa çıkarıldığını, bu teoriler doğrultusunda uluslararası harekette gerçekleşen bölünmeler olduğu gibi, eleştiriden geçirilmeden Türkiye hareketine aktarılmasının günümüzdeki ideolojik
sekterizmin ve ideolojik inisiyatif yoksunluğunun kaynağı olduğunu
vurguladı. Bu durumda Komünistlerin Birliği davasının ancak Marksizm-Leninizmin yaşayan öğretisine dönülerek, “Grup Partilerine karşı
Sınıf Partisinin oluşturulması” şiarı altında gerçekleştirilebileceğini belirterek konuşmasını tamamladı.
Forum’un örgütleyici kolektiflerinden biri olan fakat ilk bölümde sunum yapmayıp ikinci bölümde yazılı bildiri sunmayı tercih eden Yeni
Durum Kolektifi ise, devrimler gibi örgütlerin de ısmarlanamayacağını,
Komünistlerin Birliği ile hedeflenen örgütlülüğün dünya tarihinin, gerici
güçler tarafından verilen yağma, sömürü ve köleleştirme savaşlarıyla
değil, ilerici güçler tarafından emeğin evrensel kurtuluşu için verilen
devrimci sınıf savaşlarıyla yazıldığı ve yazılabileceği düşünce ve anlayışı üzerinde yükselebileceğini vurgulamış, bu anlayışa bağlı olarak
Komünistlerin Birliği için veremeyeceği örgütsel ödünlerinin olmadığını,
buna karşılık verebilecek herhangi bir ideolojik ödünlerinin de olmadığını deklare etmiş, Forum’un olması gerekenden daha dar kalan katılımcılarının iradesinde şekillenen pratiğin yaygınlaştırılarak katılımcıların arttırılması doğrultusunda sürdürülmesi ve niteliksel geliştirilmesi
için 14 maddede özetlediği ve temel ilke-amaç-hedef biçiminde oluşturduğu yaklaşımları belirtmiştir.
Daha sonraki bölümlerde önceden ilân edilmiş olan yönteme uygun olarak Forum’a yazılı bildiri sunacaklara öncelik verilerek izleyicilerin görüşlerini belirtmeleri için kürsü, Forum Yöneticisi tarafından izleyicilere bırakılmıştır. Forum’un örgütlenmesi aşamasında teklif götürülen
ancak bu konuda irade koymayan Köz Gazetesi Forum’a yazılı bir bildiri ile katılmayı uygun bulmuş ve yazılı bildirisini izleyicilere okumuştur. Bildirisinde özetle 10 Eylül 1920 TKP’nin kuruluşuna dair görüşlerinin yanında Günümüz Komünist Hareketinin hayati sorununun Komünistlerin Birliği mücadelesi olduğu vurgulanmış, bu mücadelenin III. Enternasyonalin ilk 4 kongresi çerçevesinde çizilen görüşlere uygun ve
uyumlu yürütülmesi gerekliliğini öne çıkartmıştır.
Ayrıca Forum’un ikinci bölümü’nün başlangıcında Çağrı Dergisi’nin
hazırladığı belgesel gösterilmiş ve Forum’un katılımcı örgütleyicilerinin
yayınları izleyicilere düzenlenen stant ile sunulmuştur. Sonraki bölümlerde yazılı bildiri sunulmamış izleyiciler ve katılımcılar Forum’da irticalen söz almıştır. Söz alanlar ise kendilerini işçi, komünist, Güney Dergisi okuru, Güneşin Sofrası Kolektifi, Çağrı Dergisi Okuru, vb. gibi kim7
liklerle tanıtıp görüşlerini belirli süre disiplinlerine uyarak belirtmişlerdir.
Daha sonra izleyicilerin, Forum’un birinci bölümünde sunumlarını gerçekleştiren örgütleyici katılımcıların temsilcilerine soruları okunmuş ve
bu sorular temsilciler tarafından cevaplanmıştır.
Forum’un bu bölümünde öne çıkan görüş-eleştiri-öneri ve katkıların
ise, kabaca kendi içlerinde şu vurgular etrafında gruplaştığı görülmüştür:
- Benzer panel ve forumlarda ele alınan görüşlerin takip edilmemesi,
söylenip geçilmesi eleştirilmiş, bu Forum’un iradesinde bir sürekliliği
olması dile getirilmiş, Komünistlerin Birliği projelerinin işçi sınıfı içinde
örgütlenerek ele alınması önerilmiştir,
- Tarihsel veri olay ve olgular değerlendirilirken belli kalıplardan kurtulmak gerekliliği üzerine durulmuş, günümüzdeki politik gelişmelerin
doğru değerlendirilerek örgütlenme hattının buna göre çizilmesi gerektiği vurgulanmış, tarihsel geleneklerimizden doğru dersler çıkarılması
doğrularının alınıp yanlışlarının aşılması gerekliliği belirtilmiştir,
- Komünist hareketimizin dağınıklığı karşısında partileşme mücadelesinin ve sınıf partisinin önemi vurgulanmıştır. Komünist norm, ilke ve
yöntemlerin uygulanarak benzer faaliyetlerin kitlelere açık olarak gerçekleştirilmesi özlemi dile getirilmiştir.
Forum’un kapanışında Forum yöneticisi olarak Sırrı Öztürk kendine yönelen soruları cevaplayarak genel bir değerlendirme yapmıştır.
Değerlendirmesinde, izleyicilerin ve katılımcıların farklı görüşlerine
vurgu yapmış, izleyicilerin ve katılımcıların Forum’da eksik kalan yanları hep birlikte giderecek görüş-öneri ve eleştirilerde bulunduklarını belirterek, Forum’daki politik duruşun öneminin izleyicilerce anlaşıldığını
ifade etmiş, hem izleyicilerin etkin katılımı ve sorularla öne sürülen görüşleri açmalarından hem de ilerici kamuoyunun Forum’a ilgisinden anlaşılacağı üzere bu türden kitlelere açık tartışmalara özlem duyulduğunu dile getirerek bu iradenin süreklileşeceğini söylemiş, Devrimci ve
Marksist Hareketimizin yeni nitelikler kazanmasında kitlelere açık tartışmaların önemi belirtmiştir.
Bu doğrultuda Forum izleyicilerin memnuniyeti ve tam bir başarıyla
bitirilmiştir. Forum’un yazılı ve sözlü belgeleri örgütleyici katılımcılar tarafından kitaplaştırılacak, daha ayrıntılı bilgiler bu yolla edinilebilecektir.
Alev Yayınları Kolektifi
SORUN Polemik Dergisi
Stalin Arşivi-Komünist Bakış Kolektifi
Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi
Ortak Forum Değerlendirmesi
8
10 Eylül 1920-TKP ve Forum
Açılış Konuşması *
Dostlar-Yoldaşlar Merhaba!
Beş Devrimci ve Marksist kolektiflerimizin birlikte düzenlediği “10
Eylül 1920-TKP ve Günümüzde Komünist Hareketin Hayatî Sorunları”
Forum’una hoş geldiniz. Gündeme geçmeden önce insanın ve insanlığın sosyal ve evrensel kurtuluşu yolunda bizlerden önce geçenlerin
onurlu anıları için hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz.
(1 dakikalık saygı duruşu...)
-Anıları temiz tutulacaktır. Yaşatılacaktır!
Devrimci ve Marksist kadrolar -bizim cenahımız- çok büyük bedeller ödemiştir. Çok kan kaybetmiştir. Hâkim gerici sınıfların uygulayageldiği baskı ve terör hâlâ devam ediyor.
Devlet tekelci kapitalizmi zora ve kaba güce başvurmadan iktidarda kalamıyor.
Siyasal-ekonomik bunalım dönemlerinde, devrimci durumların olgunlaştığı dönemeçlerde kadrolar iktidara yürüyecek Kurum ve Araçları
yeterince üretemedi, varolanları uyumlandırarak harekete geçiremedi.
Siyasal-sosyal devrim deneyimlerinde bazı kırılmalar ve geriye
dönüşler yaşandı. Günümüzde artık ne Sosyalist Sistem ne de Komünist Enternasyonal gibi kurumsal güvencelerimiz var. Mücadeleye boş
bir sayfadan da başlamıyoruz. Yaşanmış-bedeller ödenmiş bir sürecin
uzantılarıyız. Bilimsel ve serinkanlı bir değerlendirme yapmanın tam
zamanıdır.
Kapitalist-emperyalist sistem bu süreci bilimde, teknik ve teknolojideki ilerleyişleri de yanına alarak vitrinini düzeltmeye koyuldu. Kapitalizmin sosyal-tarihsel ömrü duvara dayanmıştır, fakat ayakta olmasına
rağmen yıkılacağını biliyoruz.
Bilimsel-sosyalizm-komünizm kaynağından beslenen DevrimcilerMarksistler olay-olgu-süreç-verileri doğru değerlendirmektedir.
Kapitalizmin küresel hegomanyasının yıkılması, eşit-özgür-sömürüsüz-sınıfsız-sınırsız bir dünya oluşturma ütopyası asla ham bir hâyal
değildir.
Yerel-ulusal-sosyal ve enternasyonal olgusu devrimci-diyalektik bir
bütünleşmedir.
*
“10 Eylül 1920 TKP ve Günümüzde Komünist Hareketin Hayatî Sorunları”
Formunda Yönetici Olarak Sırrı Öztük’ün Açılış Konuşması.
9
Bir hareket, oluşum, ideoloji-teori, felsefî düşünce-davranış çizgileri arasında fikir ayrılıkları olabilir, Düşünce-davranış çizgileri birbiriyle
çatışabilir. Farklılıkların çeşitliliği birbirini besler. Farklılıklar birbirinin
eksiğini tamamlıyor, yanlışını gideriyorsa nihaî amaçta birliğe bütünlüğe ulaşmalıdır. Ulaşacaktır.
Farklı görüşten yararlanmayan, eleştirel katkılardan korkanlar
Marksizm dışıdır.
Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütlemekten uzak duranlar da devrimci sayılmazlar.
Doğru program-tüzük-kadro-strateji-taktikler, sosyal-pratikte sınanıp-denenir. Bu olgu da devrimci, diyalektik bir bütündür.
150 yıllık sosyalizm tarihimize, özelde yüz yıllık sınıflar mücadelesi
tarih ve devrimci geleneklerimize sahipleniyoruz. Ayrıca bu Forum’un
oluşumu hakkında bilgi verecek olursak, tüm Devrimci ve Marksist kadroları vareden 10 Eylül 1920 geleneğimize bağlı ve saygılı dost-yoldaş
bildiğimiz canlarımıza bu türden bir Forum önerisini götürmek uygun
görülmüştür. 20’ye yakın birey-grup-çevre ve yapılara, katılmaları için
öneri yapılmıştır.
Şu aşamada beş kolektif bu Forum’u düzenlemeyi doğru ve uygun
bularak katılmıştır. Bazı kolektifler de yalnızca katılacaklarını, organizasyonda şimdilik yer almayacaklarını bildirmiştir.
Henüz cevap alamadığımız çevreler de vardır. İsimlerini telaffuz
etmeyeceğiz, zaten buradalar. Forum’un teknik altyapısını bir komite
hazırlamıştır. Bu mütevazı Forum’u ve düzenleyen bileşimi aşınmış ve
aşılmış yöntemlerle hiç kimse hafife alamaz. Bizler hangi süreçte ve
kimlerle ne yaptığımızın bilincindeyiz.
Bir Forum aracılığıyla yan yana durmak, birlikte sorunlarımızı tartışmak, deneyimlerimizi aktarmak, sürecin sorunlarına bakışlarımızı
netleştirmek ve çözüm yöntemi üretmeye aday görüş ve tezleri senteze
kavuşturucu diyalogların iklim ve alt yapısını oluşturmak, sosyalist demokrasiyi gözeterek kitlelere açık olmak, söyleyecek sözü, öneri ve
eleştirisi olan yoldaşlarımıza değer vermek, hayatın ve mücadelenin
öğrettiği bir yöneliştir.
Ayrıca, kendimize güvenin bir ifadesidir. Farklılıklarımızı idealize
ya da dramatize etmiyoruz. Edemeyiz. Bu nedenlerle Forumumuzun
önemli olduğunu düşünüyoruz. Buradan çıkardığımız ders ve sonuçlarla bundan sonra da Forumlarımızı yeni yeni katılımlarla büyüterek sürdüreceğiz. Bu konuda da kararlıyız. Dört konuşmacı yoldaş 25’er dakika konuşacak. Yeni Durum Kolektifi konuşmacı hakkını bir tebliğ sunarak kullanacağını bizlere iletmiştir.
Konuşmacılar ilk turda birbirlerinin görüş ve tezlerine cevap vermeyecekler, ancak ikinci turda bu haklarını 5’er dakikalık sürelerle kullanabileceklerdir.
10
Konuşmak isteyen herkes sözlü-yazılı hakkını kullanabilecek, onlarda 5’er dakikalık sürelerini aşmayacak şekilde görüş ve tezlerini sunabilecektir ve şimdiden isimlerini yazdırabileceklerdir.
Bu mekânı saat: 17:00’ye kadar kullanabileceğimiz için, konuşmacılar ve söz alanlar-hepimiz zamanı yerinde değerlendireceğiz. Forum etkinliğinin amacına ulaşmasını, düzen ve disiplinini birlikte sağlayacağız.
İlk iki konuşmacı arasında 10 dakika ihtiyaç molası verilecek. Öğle
üzeri yarım saat çay molası verilecek. Ardından yazılı tebliğ ve öneriler
sunulacak. Daha sonra düzenleyenler dışındaki yoldaşlarımıza da söz
verilecektir. Öğleden sonra konuya ilişkin film gösterisi yapılacaktır.
Gerek konuşmacılar, gerekse soru-öneri-eleştiri sunanlar yardımcı
olurlarsa ben de bu Forumu çok kolay yönetebileceğim. Sorularınızı
sözlü ve yazılı olarak da sunabilirsiniz. Bunun için hepinize birer soru
kağıdı dağıtılacaktır. Hangi konuşmacının cevaplamasını istediğinizi
sözlü-yazılı olarak iletebilirsiniz.
Devlet tekelci kapitalizminin çıkarlarını gözeten sistem, İlericiDemokrat-Devrimci-Yurtsever-Sosyalist ve Marksist cenahımızı dişine
uygun lokmalar misali bölüp parçalamayı düşlüyor.
Bu Forum sistemin cenahımıza uygulayageldiği düzeneği ters çevirmeyi amaçlayan sade, gösterişsiz olduğu kadar anlamlı ve ileri bir
adımdır.
Hepimizin sorumluluğu bu Forum’da da tartılmaktadır. Sürecin ve
kapitalist anarşinin gündemini ve nelere gebe olduğunu hepimiz biliyorgörüyor ve yaşıyoruz. Bu konuda da uzun tahlillere ihtiyaç duymuyoruz.
10 Eylül 1920 Geleneğimizi-Geleceğimizi ve de Komünist Hareketin Hayatî sorunlarını başlık yapınca bunun içine her şey girmektedir.
İdeolojik, teorik, örgütsel, etik ve sanatsal meselelerimiz de bu kapsamda doğallıkla gündeme gelmiştir. Konuşmacı yoldaşlar kendi özgünlüklerini ve özgürlüklerini gözeterek konuşacaklardır.
Düzenlediğimiz bu Forum’un İşçi ve Komünist Parti olarak 10 Eylül
1920 Tarihî TKP’mizin devrimci tarihini-geleneklerini sömürmeye aday
binbir idealizasyon ile mistifikasyonun bir daha bu düzeyde likide edilmemesi yolunda anlamlı ve ileri bir adım olmasını, TKP adına yapılmak
istenen spekülasyonların izole edilmesini umuyor ve diliyoruz.
Bulunduğumuz coğrafyadaki ilerici sosyal muhalefet dinamiklerinin
birlikteliğini-uyumlandırılmasını gerçekleştirecek Kurum ve Araçların
gecikmeden üretilmesini bilince taşımak istiyoruz. Devrimci ve Komünist kadroların hem burjuvazinin hem de sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünist akımların tahribatının doğru tespit ederek onlara bir ders vermek
üzere program ve projeler üretilmesini diliyoruz.
11
DİSK’in 40. Yıldönümü
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
21 Mart NEWROZ Kutlamaları...
Takvimlerin ay ve günleri anılacak, kutlanacak tarihsel-sosyal süreçlerle dolu... Bu süreçlerin tamamı tarihselden güncele, güncelden
tarihsele diyalektik bağlar kurulacak nitelikte... Devrimci tarih ve gelenekleriyle organik ilişkiler kuramayan düşünce-davranış çizgileri sosyal-pratiğin şaşmaz mihenk taşında işlevsiz duruma düşüyor ve de
açığa vuruluyor. Tutarlı bir tarih ve sınıf bilincine sahip birey, grup, çevre ve örgütlerin işlevsel olması ve birleşip-bütünleşerek yeni nitelikler
kazanması imkân dâhilindedir.
Tarih ve sınıf bilincinden esinlenmeyenler sınıflar mücadelesi tarihimizden bir şey öğrenemezler. Tarihimizden öğrenmek, davranmak ve
geleceği kazanabilmek için Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynağından beslenmek lâzım. Sınıflı, sömürücü toplumlardaki hâkim gerici sınıflar koalisyonunu ve onun gündemini doğru okumak lâzım. Günümüzün kapitalist-emperyalist hegemonyasının siyasî, iktisadî, askerî, kültürel, istihbarî, vb. konumunu, açmazlarını, hegomonlar arası çelişki ve
çatışkıları yerinde değerlendirmek lâzım. İşçi sınıfını politika dışında tutan, politikasızlığı yaygınlaştıran burjuva ideolojisi ve revizyonizmin silahlarını nasıl geri teptireceğimizi öğrenmemiz lâzım. İlerici kılıklı
reformizm, sosyalreformizm, şoven ve sosyalşoven akımlarla nasıl
mücadele edeceğimizi tespit etmemiz lâzım. Bu yolda hangi Kurum ve
Araçların işbaşı yapması gerektiğini bilmemiz ve bu yolda seferber olmamız lâzım. İşçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ilerici gençlik hareketi, Kürt ulusal hareketi, Emekçi Kadın hareketi, vb. sosyal dinamiklerin içine sızmış tüm eloğullarını ‘politik açığa vurma’ yöntemiyle nasıl
teşhis, tedavi, tecrit ve teşhir edeceğimizi kavramamız lâzım. İşçi sınıfı
ve emekçi halkların sosyal-enternasyonal kurtuluşu yolunda bilim, akıl
ve mantık dışı akımların verdiği zararı nasıl aza indireceğimizi görmemiz lâzım. Kendiliğinden, ikâmeci ve keyfî yöntemlerle kurduğu grup
örgütünü parti yerine koyan, parti olmadığı halde parti imiş gibi davranan bütün sol maskeli akımları karşıya almak lâzım.
Lâzım, lâzım, lâzım nakaratına onlarca madde daha ekleyebiliriz.
Fakat, Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı “Öndersizlik Krizi”nin aşılması mücadelesinde “Komünistlerin Birliği” sorunsalının olması gereken yere, yani “Devrimci Oturum” disiplinine kavuşturulmasını, ayrıca diyalog ve tartışmaların sonuçlarına katılmanın ve katlanmanın ne demek olduğunu bilince çıkarmak lâzım.
12
Bu tarihsel ve sınıfsal görevimizi yerine getirdiğimizde “lâzım” nakaratları yerine son derece acil ve hayatî sorunlarımızın çözüm yöntemleri gündeme gelecektir, Sol’un “örgütler anarşisi”ne dönüşmüş konumu gerekli-zorunlu ayrışma ve bütünleşme sürecine girebilecektir.
“Öndersizlik Krizi”nin aşılmasında raydan çıkan tren rayına oturtulacaktır.
Aşınmış ve de aşılmış teori-pratikler yerine, bulunduğumuz coğrafyadan özgün sınıf ve emekçi halklar gerçekliğimiz, çelişkilerimiz,
tezlerimiz tartışılıp senteze kavuşturulmayı bekliyor. Devrimcidönüştürücü çabalarımız ilerici, dinamik ve tarihsel iyimserliğimizi besleyen yöntemlerimizle yorumlanma imkân ve fırsatını yakalayacaktır.
***
DİSK’in 40.yıldönümü, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve 21
Mart NEWROZ kutlamaları bahsinde tarihsel ve sınıfsal bir özeti hatırlatmayı doğru buluyoruz.
Anılan ve tarihsel-sınıfsal önemi büyük bu anma ve kutlamaların
hamaset ve çeşitli niyetlerle özünden saptırılması işçi sınıfı ve emekçilerin doğru bilinçlenmesine katkı getirmeyecektir.
Burjuva ve küçükburjuva “sol” akımların örgütsel güvencesinde(!)
gerçekleştirilen/gerçekleştirilecek olan kitlesel anma ve kutlamaların
tahlilinde şunları söyleyeceğiz:
Bugünkü DİSK yöneticileri 13 Şubat 1967’den bu yana genel başkanlık görevini üstlenmiş, Kemal Türkler, Abdullah Baştürk, Kemal
Nebioğlu, Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi türünden sendikacıların ve
de 40 yılın bilimsel bir tahlilini yapamamıştır. Bu görev onların çapını
aşıyor.
Çünkü sendikacıların bilimsel bilgileri ve bilinçleri, ideolojik-sınıfsal
bileşimleri, meslekleri, özel yaşamları ve sergiledikleri sendikacılık pratiği buna uygun değildir.
Sendikacılarımız işçi sınıfının sendikal birliği mücadelesinden sınıfta kalmıştır. Hele 100 yıllık sınıflar mücadelesi tarihi ve sınıf bilincimizin uzantısında nasıl bir miras üzerinde oturduklarını bir türlü kavrayamamışlardır. 15/16 Haziran’da sendika ve konfederasyon ayrılığına
düşmeden işçi sınıfı bizzat sosyal-pratikte işçi sınıfının sendikal ve siyasal birliğini bu tarihsel eylemi ile doğrudan göstermiştir.
15/16 Haziran’ları üretim birimlerinde örgütleyen Kadrolar, Sıkıyönetim Mahkemelerinde, davayı, tarihsel-sosyal haklılıklarını ve sosyalizmi savunmuştur. Onların polis, işkence, cezaevi sınavları da gerçekleştirdikleri eylem gibi sağlamdır. Sayıları 5 bini bulan proleter Devrimci Kadroları; 15/16 Haziran’ın anlamını kavramamış, sendikacılığı
birer meslek edinmiş sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi ve devletin
13
kurumları beraber uzlaşarak tasfiye edilmiştir. Bir daha herhangi bir işyerinde çalışmaları fiilen engellenerek işsizliğe ve açlığa terkedilmişlerdir. Sendikacılar ise, 15/16 Haziran eyleminde, Sıkıyönetim Mahkemelerinde bu türden bir direngenlik ve kararlılık örneğini göstermeyerek bugünkü sınıf uzlaşmacı, sarı sendikaların tohumlarını atmışlardır.
15/16 Haziran’ların Kadroları DİSK’in üye sayısını 30 binden 650
bine işte bu direngenlikleriyle ve uzlaşmaz sınıfsal tutumlarıyla öne çıkan, tarih ve sınıf bilinçli Proleter Devrimci kadrolar getirmiştir. Devrimci geleneklerini işçi sınıfının, emekçi halkların ve ilerici gençliğin bilincine nakış gibi işleyenler de Onlardır.
Anılan DİSK genel başkanları ve öteki sendikacılar, sendikacılık
meslekleri ellerinden alınmasın diye 15/16 Haziran’ların Kadrolarını
hiçbir etkinliğe, hiçbir yıldönümü anma-kutlama törenlerine çağırmamışlardır. Canlı ve yaşayan bir örneğini verelim: Sırrı Öztürk DİSK’in
düzenlediği etkinliklerin hiçbirine çağrılı olmamasına rağmen katılmak
istemiş ve fakat “davetiyesi yok” gerekçesiyle(!) toplantı salonuna
alınmamıştır. Bu tekil bir örnek dahi İşçi Sınıfı Partisi (İSP)’nin kurmaylığından yoksun sendikacılık anlayışının nerelere vardırıldığını anlatıyor. Sırrı Öztürk ve 15/16 Haziran’ların tarih ve sınıf bilinçli kadroları 40
yıldır boşuna “Biz bu süreçten PARTİ dersini çıkardık...” dememişlerdir.
Programsız partilere, partisiz programlara yüz vermemiş PARTİ için
dövüşegelmişlerdir.
Sağlı “sol”lu burjuva partileri sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi,
reformist, liberal, postmodern “sol”lar, 2. cumhuriyetçi ve bilcümle “demokratik cumhuriyetçi” zevatın kutladığı DİSK ile DİSK’i DİSK yapan
Kadroların kutlama niyet ve amaçları birbiriyle ters orantılıdır. Hele bugünkü DİSK yöneticilerinin burjuvazinin yedeğine düşmüş, sisteme
kalp ilacı olmaya aday reformist bir siyasî partiyi daha kurma çabalarından sonra onlara söylenecek bir şey kalmıyor demektir.
DİSK, 100 yıllık sınıflar mücadelemizin gelenek ve birikimini arkasına alarak oluşturulmuştur. Sendikacılığı kötü bir meslek olarak seçip,
bilinen yöntemlerle DİSK yönetimini işgal etmiş bürokratik sendikacı
anlayışı ile 40. yıl kutlanamaz. Kutlamak söz konusu ise, bunu bedel
ödemiş tarih ve sınıf bilinçli Kadrolar ancak yapar. DİSK bir gelenektir.
Geleneğimizi geleceğe taşıyacak olanlar da bellidir.
***
Daha görkemli, donanımlı bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü kutlamasının özlemini duyuyorduk. 2006 yılının 8 Mart kutlamalarında yaşanan eksikliklerin, hata ve yanlışların bu 8 Mart kutlamalarında aza indirilmesi bekleniyordu. Olmadı. Yine de ciddî, güvenilir ve
donanımlı bir İSP’nin kurmaylığından yoksun olarak kadın örgütleri çeşitli eylemleri gerçekleştirdi. İstanbul Çağlayan’daki eyleme, erkekleri
14
aralarına katmayan ve çoğu Batılı feminist akımların yerli uzantıları ya
da taklitçi örgütleri damgasını vurdu. Kadıköy’de ise, kadın-erkek beraberliğinde ayrı bir eylem gerçekleştirildi. Çeşitli illerde, özellikle Kürt illerinde daha yığınsal ve coşkulu 8 Mart kutlamaları yapıldı. Gündeme
taşınan işçi-emekçi kadınların sorunlarıydı. Cezaevleriydi. Tecritti. İnkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı olan talepleri dile getirmekti, “Barış, demokrasi, halkların kardeşliği” baş sloganlarının yanı sıra “Kürt sorunu” ve “Öcalan’a yapılan tecrit ve zehirleme iddialarını”
protesto gösterilerinin öne çıktığı görüldü.
Kent küçükburjuvazisi ile kır küçükburjuvazisinin “sol” görünümlü ve
de Batı’dan eklektik uyarlamalarla ve ilkesizce Anadolu’ya ve Yukarı
Mezopotamya’ya taşıdıkları feminist akımların görüntüleri 8 Mart’ın adına layık bir anma-kutlama ve talepleri dile getirme “şansını” büyük ölçüde engellemiştir. Kürt-Türk kadın emekçileri kırda ve kentte sosyal kurtuluşları yolunda büyük bedeller ödemişti/ödüyordu. Emek sömürüsünü,
cinsel sömürüyü yerli yerine koymuş, özgürleşme yolunda atılımlar gerçekleştirmişti. Anadolu ve Yukarı Mezopotamya emekçi kadınlarımızın,
özellikle de Kızılbaş Kadın (Ana Kadın, Kadın Ata) geleneklerimizin üzerine yoğunlaşmak, bu sürecin yeni nitelikler kazanmasına çalışmak varken Batılı feminist akımların aşınmış yöntemleriyle 8 Mart’ı değerlendirmeye kalkmak önemli ve terk edilmesi gereken bir yanlışımızdır. Kadın
örgütlerimizin yeni nitelikler kazanması, işçi-emekçi yörüngesindeki hareketlerin koordine edilmesi, “dar grup” anlayışlarının izole edilerek İşçi
Sınıfı Partisi, Komünist Partisi, Proleter Devrimci Parti güvencesinde harikalar yaratacak/yaratmaya aday eylemlere yönelmesi beklenecektir.
ğımsız ve yüzde yüz işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal-enternasyonal
kurtuluşu yolundaki konumumuzla kutluyoruz. Bu mücadelede emeği
geçen ve düşen canlarımıza ebedî saygılarımızı sunuyoruz. Anılarını
temiz ve ilkeli tutuyoruz. Tarihsel iyimserliğimizle kapitalizme-emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele yolunda onlarla boy ölçüşecek Kurum ve
Araç’larımızın işbaşı yapmasını umuyor ve emek güçlerimizi bu yolda
buluşturuyoruz.
6 Mart 2007
SORUN Polemik
***
Yukarı Mezopotamya ve Anadolu’nun büyük kentlerinde, 2007
NEWROZ kutlamalarının gündeme damgasını vurması bekleniyor. Gündemi işçi sınıfı ile emekçi halkların sosyal-evrensel kurtuluşu temelindeki
güncel talepleri belirleyecektir. Belirlemelidir. Devlet tekelci kapitalizminin
süregelen baskı, sömürü, inkâr, imha ve asimilasyona dayalı çürüyen
politikalarını, açığa vurmak için ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist,
yurtsever ve Marksistlerin üzerinde uzlaşıp anlaşacağı bir program ve
projeden yoksun biçimde bu yılki NEWROZ kutlanacak/karşılanacaktır.
Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı “Öndersizlik Krizi” ile Kürt Ulusal Hareketinin de benzeri bir süreci yaşıyor oluşu NEWROZ vesilesiyle
taleplerini haykıracak bizim insanlarımızın bir türlü tükenmeyen özverisini, militanlığını doğru kanallara akıtmak gerekiyor. Birleşik, güçlü ve örgütlü kütlesel çıkışlar faşist-faşizan tırmanışları gerileteceği gibi ilericidönüştürücü hareketleri de bir basamak ileri sıçratmalıdır.
100 yıllık işçi sınıfı tarihimizin devrimci geleneklerinin ürünü olan
DİSK’in 40. yıldönümünü, 8 Mart’ı ve NEWROZ’umuzu yüzde yüz ba15
Azimet Ceyhan - 1 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra-Kocaeli
16
İsmail Arguvanlı
“Seçim Hesaplaşmasında”
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi ve
Kürt Ulusal Muhalefeti Nereye?
-Polemik-
2007 yılı sınıflar mücadelesinin sıcak ilişkilerine gebedir. İşçi sınıfı,
emekçiler, yoksul köylülük, ilerici gençlik, aydınlar, işsizler 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı ile Milletvekili seçimlerine örgütsüz ve güvencesiz biçimde katılacaktır. Çünkü onları bu “seçim hesaplaşmasında”
temsil edebilecek, talep ve ihtiyaçlarını dile getirecek bir PARTİ yoktur.
Sağlı “sol”lu burjuva partilerinin temsil edildiği “seçim” oyununa asla biat etmeyen Devrimci ve Marksist Kadroların bu hesaplaşmalardaki
sorumluluğu bir kez daha sınanıp sorgulanacaktır.
Hâkim gerici sınıfların yüksek çıkarlarına göre dizayn edilmiş bir
“seçim” sosyal sınıfların en anlamlı bölüğünü oluşturan işçi sınıfı ve
emekçilerin talepleri karşısında yalnızca burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını
koruyup kollayan bir uygulamadır. İkiyüzlü bir aldatmacadır. Burjuvazinin seçim, oy, sandık, parti, delege, vb. uygulamaları işçilerin, emekçi
halkların, ezilen ve sömürülenlerin taleplerine cevap vermese de “seçim”ler sınıflar mücadelesinin bir parçasıdır. Bu süreci işçi sınıfı ile
emekçi halkların yararına kullanmak, faşist-faşizan tırmanışlara karşı
kitleleri uyarmak, burjuvazinin kirli oyunlarını, demagojilerini açığa
vurmak, kitlelerin sosyal uyanışına ve bilinçlenmesine katkı sunmak,
işçi sınıfı ile emekçi halkların sosyal-evrensel kurtuluşunun ne demek
olduğunu, hangi Kurum ve Araç’ların işbaşı yapmasıyla baskı, sömürü, inkâr, imha ve asimilasyon gibi burjuvazinin rahatlıkla
uygulayageldiği yöntemlerin nasıl aşılacağını, “sağlı ‘sol’lu burjuva partilerine oy yok” derken, “seçim” aracılığıyla hareketlenen sosyal uyanış
ve bilinçlenmeye yön vermek, kitlelere yol göstermek gerekecektir.
Özetlenen bu görevlerin yerine getirilmesi için de bizzat politika
yapmak gerekecektir. Politikanın araçlarından biri ve en önemlisi de siyasî parti örgütlenmesidir. Siyasî partiler sosyal sınıfların talep ve çıkarları doğrultusunda hareket eder. Türkiye özelinde “siyasî demokrasi”nin ne anayasal, ne yasal, ne de kurumsal kıymet-i harbiyesi vardır.
Burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğünü geri adım attıracak biricik güvence: İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştirme yeteneğine sahip ve böylece İşçi Sınıfı Partisi, Komünist Partisi
veya Proleter Devrimci Parti olmayı hak eden bir PARTİ’dir.
Kitlelerin taleplerini gündem yaparak “tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar -siyasal-sosyal devrim- mücadelesi”ni birlikte yürütecek böyle bir PARTİ aracından yoksunuz.
S.P. F/2 17
İşçi sınıfı ve emekçilerin haklarını savunduğunu iddia eden onlarca
hatta yüzlerce örgüte sahibiz. Açık ya da gizli faaliyet gösteren örgüt ile
PARTİ’nin ayrı şeyler olduğunu biliyoruz.
Ayrıca, işçi sınıfı ile emekçi halkları temsil etmeyen, PARTİ olmadığı halde “dar grup”larını, örgütlerini parti yerine ikâme ederek parti
gibi davranan yüzlerce örgütün (grubun) varlığından da haberliyiz.
Yine ayrıca, burjuvazinin çıkarlarına, yani kapitalist özel mülkiyete,
üretim araçlarına ve paylaşım ilişkilerine dokunmadan işçi sınıfına,
emekçilere “gelecek” vadeden işçi ve komünist isimli sahte ve naylon
partilerinde kitlelerin bilincini çarpıtma işinde rol aldığını da biliyoruz.
Burjuvazinin dizayn ettiği anayasa ve yasaların hini hacette çok
rahatlıkla delindiğinin örneklerini de hatırlıyoruz.
İşte bu “seçim” süreci yaklaştıkça toplumdaki sosyal hareketlenmeler de hararetlenmiştir.
Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı ve henüz çözüme kavuşturulamayan “Öndersizlik Krizi”nin de aşılamadığı bir dönemeçte
“Ne Yapacağız?” sorusu bütün yakıcılığıyla gündeme gelmiştir. Bu
gündemi burjuvazi yapmıştır. Sol kendi gündemini dahi saptayıp davranamamıştır. Burjuvazinin açtığı kanallarda, onun yasaları ve yöntemleriyle hazırlanan “seçim hesaplaşması gündeminde genel olarak
Sol’un ne yapacağı ilgili bütün çevrelerde tartışılmaktadır.
İlerici, demokrat, devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist cenahımız kendi bağımsız gündemi ve iradesi dışında hazırlanan bu sürece
nasıl müdahale edecektir? Müdahale edebilecek midir? Edebilirse nasıl
işlevsel olabilecektir? Daha doğru bir tanımla hangi örgütsel güvencelerle sağlı “sol”lu burjuva partileriyle boy ölçüşüp yarışacaktır?
Sorulacak soru çoktur. Yazının hacmi ölçüsünde sorunları sınırlı
tutuyoruz.
Kolektifimiz’in PARTİ ve Partileşme Sorunu hakkındaki tezlerimizin ne derece haklı olduğunu hayat ve mücadele de doğrulamaktadır.
Tezlerimizin eleştirel katkılarla senteze kavuşturulması mücadelesinde
Devrimciyim-Komünistim diyenlerin de sorumluluğu vardır. Hepimizin
sorumluluğu bu “seçim hesaplaşmasında” da sınanıp sorgulanacaktır.
Sorgulanmaktadır. PARTİ’mizin işbaşı yapamayışı sürecinde neler olmuştur?
1.
İşçi sınıfının sendikal birliği sağlı “sol”lu, hatta kara gerici, ırkçı ve
faşist partilerce bölünüp parçalanmıştır.
2.
Faşist tırmanışlara karşı Birleşik İşçi Cephesi (BİC) gerçekleşememiştir.
18
3. Toplu sözleşme ve grev hakkı önündeki yasal ve fiilî-keyfî uygulamalar geriletilememiştir.
4. Özelleştirme yağması yüzünden işsizliğe ve açlığa mahkûm edilenlerin sosyal güvenceleri ellerinden alınmıştır.
5. Kamu emekçilerinin grevli ve toplu iş sözleşmeli hakları tanınmamıştır. Bu yolda emeği geçenlerin işten atılma ve sürgünleri önlenememiştir.
6. İşçi sınıfının, emekçilerin, kamu emekçilerinin, işsizlerin, kır yoksullarının asgarî geçim şartları daha da gerilemiştir.
7. Kirli ve haksız savaş sonucunda, “iç savaş” koşullarında kırdan
kente göç, göçe zorlama artmıştır. Konut sorunu çözümsüzlüğe
itilmiştir.
8. Büyük kent varoşlarını kuşatan kır yoksulları, zaten çözüme kavuşturulmamış kapitalist anarşi ortamında çok yönlü sorunlarla
boğuşmaya terkedilmiştir. Toplumsal travmalar, ruhsal çözülmeler
çoğalmıştır.
9. Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kapitalist avanta ve yağmaların
gelişmesine imkân ve fırsat tanınmıştır.
10. Kapitalizmin-emperyalizmin yoz ve kozmopolit “kültürü”, modası,
sporu, cinselliği, şiddeti ve yanıltıcı propagandasıyla kitlelerin uyutulmasında bayağı başarılı olmuştur.
11. Toplumsal tahribat insandan sonra doğayı, çevreyi, suyu ve her
şeyi sel misali önüne alıp götürmüştür.
12. İlerici kitap, şiir, resim, sanat ve estetik kapitalist anarşiden büyük
oranda etkilenmiş kitapsız, okumayan, araştırmayan, sanat-estetik
duyguları köreltilmiş yaratıklar üretilmeye başlanmıştır.
13. Toplumsal hafıza, duyarlılık ve dayanışma anlayışları zayıflatılmıştır. Bireyci, benmerkezci insanların sayısı arttırılmıştır.
14. Sigara tiryakiliği, alkolizm, uyuşturucu gibi alışkanlıklar ilkokul çağındaki çocuklara kadar taşınmıştır.
15. Kapitalizmin eşitsiz, adaletsiz ve ahlâksız bir sistem olduğu, tekelleşmenin mafyatik ilişkiler, gizli cinayet şebekeleri, “derin devlet” ağıyla
ebedî kılınmak istediği kör gözlerce anlaşılmaya başlanmıştır.
16. Kapitalizmin-emperyalizmin “demokrasi-özgürlük” zokası altında
sömürücü, yeni sömürgeci, istilacı, işgalci, savaşçı ve emekçi
halkların düşmanı olduğu saklanamaz biçimde bilince çıkmıştır.
17. Anadolu ve Yukarı Mezopotamya emekçi halklarının tarihî, dinî,
inançları, dili, gelenek ve görenekleri, coğrafyası, masalları, mitolojileri, kültürleri inkâr, imha ve asimilasyon yöntemleriyle resmî
ideolojilerin eline teslim edildiğinin kaba örnekleri somutlanmıştır.
19
18. Devlet tekelci kapitalizminin kaba güce ve zora başvurmadan iktidarda kalamayacağı militarist polis devleti yöntemleriyle daha da
açığa çıkmıştır.
19. Finans kapitalin insanımızı içerideki-dışarıdaki tecrit koşulları ve
hapishane anlayışıyla nasıl bir “demokrasi, özgürlük ve barış” düşlediği tüm çıplaklığıyla öğrenilmeye başlanılmıştır.
20. Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına endeksli ırkçı, faşist anlayışların
açığa vurulduğu, aynı zamanda kitlelerin bir yandan kara gerici,
öte yandan ırkçı ve faşist örgütlenmelerin azımsanamayacak düzeyde eğitilip organize edilerek kışkırtılmış olduğu görülmüştür.
21. Sol’un düşünce hamallıklarından kurtularak ayağını bastığı toprakların tarihini, coğrafyasını, kültürünü, dilini, dinini, masallarını, mitolojilerini, inanç, gelenek-göreneklerini öğrenmesinin önemini kavraması; bu çerçevede “ezber” ve alıntı mantığından kurtulup, “dedi
ki” diye söze başlama, devrimci tarihimizdeki önderleri ve sosyalist
uygulamaları eleştirel katkıdan geçirmeden kopya, şablon ve taklit
yöntemlerinden şiddetle arınarak özgün sınıf ve emekçi halk gerçekliğimiz üzerine kafa yormasını, senteze kavuşmaya aday tezlerimizi derinleştirmesini, bu yöntemin doğal uzantısında yeni tipte
bir örgütlenmeye girmesini büyük acılarla, kırım ve kıyımlardan
sonra, bir daha yeri asla doldurulamayacak canlarımızın katledilmesinden ders ve sonuçlar çıkarıp ve de zaman-kadro kayıplarından sonra nihayet Kadrolar arası yaratıcı diyaloglara girilmesini
hayat ve mücadele öğretmiştir.
22. Anadolu ve Yukarı Mezopotamya toprakları emperyalizmekapitalizme nihaî darbenin vurulduğu bölgelerden biri olma niteliğini korumaktadır. Bu bölgede denenip sınanmış yanlışlığı büyük
ölçüde açığa vurulmuş teori-pratikler, yol-yöntemler yerine Bilimsel
Sosyalizm-Komünizme daha sıkıca bağlanıp program-proje üretilmesi öne çıkmıştır.
23. Kızılbaş, Alevi-Bektaşî inanç, gelenek ve kültü gibi çok önemli bir
sosyal muhalefet dinamiği sağlı “sol”lu burjuva partilerinin binbir
kuşatma ve sömürüsüne terkedilmiştir.
24. Kürt Ulusal Hareketi de yaşadığı “Öndersizlik Krizi” yüzünden kendi başının çaresine bakmaya itilmiş ve yeni nitelikler kazanamadan
emperyalizmin kuşatmasında politikasızlığa düşmüştür.
25. Kitlelerin politize olduğu ve devrimcileştiği süreçlerde devrimci politikayı sosyal sınıf zemininden kaydırıp din, tarikat, ırk, milliyet,
inanç gibi ayrımlar temelinde götürmekten yana burjuva politikalarını açığa vurmak, politikasızlığı, işçi sınıfını politika dışında tutan,
burjuva görüşlerine çanak açan “sol” söylemli revizyonist, reformist, sosyalreformist, şoven, sosyalşoven gibi oportünist ve resmî
20
anlayışların teşhis, tedavi, tecrit ve teşhiri Devrimci ve Marksist
Kadroların üzerindedir. Bu görevi üstlenmeye aday kurumsal disiplinli araçların üretilmesi ve bilince çıkarılması en devrimci bir
adımdır.
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi Kuruluşları Siyasallaşıyor
Uluslarötesi tekelci sermaye küreselleşirken, bu sürece tutunarak
ayakta kalma mücadelesi veren TC Devleti de krizlerden kurtulmaya
çabalıyor. “Siyasî İslâm”ın örgütlerinden AKP’nin uyguladığı politikalardan en çok rahatsızlık duyan kesimlerden biri de Kızılbaş, AleviBektaşi topluluğu ve kuruluşlarıdır.
Toplumdaki siyasal-sosyal uyanışları örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip ciddî, güvenilir ve donanımlı bir PARTİ’nin oluşturulamayışı ve hâkim gerici sınıflar koalisyonunun rahatlıkla uygulayageldiği
baskı ve terör yüzünden kitleler sınıfsal aidiyetlerine göre değil, din, tarikat, aşiret, şeriat, cemaat ve milliyet temeline dayalı biçimde örgütlenme arayışına terk edilmiştir.
Sağlı “sol”lu burjuva partileri de ideolojik, sınıfsal çıkarları birbirine
zıt sınıf ve katmanları bir potada eritme (!) program ve projeleriyle kitlelerin sosyal uyanışını perdelemektedir.
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi topluluğu 20-25 milyon kütlesiyle taleplerini
politika arenasına taşımaya çalışıyor. Mevcut siyasî partiler bu topluluğun oylarını alabilmek için “yeni” atraksiyonlara giriyor. Onlar ise bu
türden bir siyasal işleyiş yerine kendi örgütleriyle bütünleşerek siyasallaşmanın yol ve yöntemlerini arıyor.
Aleviler yüzlerce yıllık deneyimleriyle kendilerini sömürenlerezulmedenlere oy vermek istemiyor. Aleviler kimlere oy vermedi ki...
1965’te l. TİP’e, Birlik Partisi’ne, Barış Partisi’ne ve geleneksel olarak
da CHP’ye oy verdiler.
Burjuvazinin “seçim” aldatmacası yolu bazı kesimleri hareketlendirse de sistemin “seçim” yoluyla dönüştürülmesinin kapalı olduğunun
bilincindeyiz. Burjuva hayallere de siyasette yer yoktur.
“Türk İslâm Sentezi” ile Alevileri Sünnîleştirme politikalarıyla Alevi
topluluğunda büyük gedikler açıldı. Kapitalist yabancılaşma canlarımızı
bölüp parçalamayı başardı. İlerici, demokrat ve devrimci nitelikli insanlarımız kara gerici, ırkçı ve faşist partilere girmeye zorlandı. Tarihsel kırım ve katliamlardan sonra özellikle K. Maraş, Çorum ve Sivas kırımlarından sonra faşist partilerin koruyuculuğuna sığınanlar dahi çıktı.
Alevilerin yoğun bulunduğu köyler, ilçeler ve iller birer birer boşaldı.
Avrupa ülkelerine göçenler, büyük sanayi kentlerine, varoşlara göçenler
giderek arttı. Kızılbaş, Alevi-Bektaşi kökenden gelenler arasından büyük
21
burjuvalar da Proleter Devrimciler de çıktı. Avrupa, Afrika, Asya ve yakın
Doğu’da Alevi patronlar yeni yeni işletmelere, inşaat komplekslerine imzalarını attı. İşçi sınıfının grev, işgal, boykot gibi eylemlerinde, 15/16 Haziran Direnişinde Proleter Devrimci Kızılbaşlar öne atıldı. Harikalar yarattı işkencelerde, hapishanelerde, mahkemelerde militanlık yaptı. Kahramanlık destanları yarattı. Aynı geleneğin çocukları öğrenci gençliğimiz
de ha keza Pir Sultan Abdalları, Şeyh Bedreddinleri aratmayan direngenlikleriyle tarihe önemli kayıtlar düşürdü.
Alevi toplumundan inanç, kültür ve geleneklerine ihanet edenler de
çıktı. Sosyal sınıfların tarih sahnesine çıkıp sınıfsal ve ideolojik silahları
ile yerini alınca Aleviler de bu süreçten etkilendi.
“Siyasî İslâm”ın kara gerici iktidarları ile resmî tarih anlayışları ve
resmî ideolojilerin binbir çeşit kuşatmasıyla Kızılbaş Batınî-Rafızî kültü
de hem ayrışmaya hem de bütünlüğe yöneldi. Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da Komünal ve Komünizan inanç, gelenek ve kültler yeni
nitelikler kazanmaya yöneldi. Genç araştırmacılar, arkeologlar, dil bilimciler, sosyologlar, iktisatçılar Devrimci ve Marksist gelenek ve birikimleriyle önemli teorik çalışmalara yöneldi. Sanat, estetik alanlarında
bu birikimi yansıtan eserler üretildi. Resim, roman, şiir dallarında değerli sanatçılar yetişti.
Fakat sağlı “sol”lu burjuva partilerine alternatif olacak, onlarla tarih
ve insanlık hesaplaşacak Devrimci ve Marksist program ve projeler
henüz üretilemedi. Yeri zor doldurulacak militan ve önder canlarımızın
yaşamını koruyamadı. Koruyamadık...
Günümüzde ve de “seçim hesaplaşması”, sürecinin dayatmasıyla
bu topluluğun yöresini burjuva ve küçükburjuva “sol”lar kuşattı. Bu asalak kuşatmayı geri teptirip bir “çıkış yolu” veya “çıkış hattı” üretebilecek
inisiyatiflere gidilemedi. Devrimci deneyim ve gelenekleriyle Kızılbaş
kültünü devrimci-dönüştürücü proje ve niyetleriyle kimi canlarımız hareketin içinde özne -nüve- olarak bulunmaktadır. Onlar inanç temeline
dayalı örgütlenmelerin yerine sosyal sınıf temeline dayalı örgütlenmelere, yani İSP ya da KP’nin oluşturulması davasının yörüngesine çekmekten yana bir yöneliş içindedir. Şimdilik azınlıktalar, fakat önemli çalışmalar içindedirler.
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi topluluğunu Türkleştirme-Sünnîleştirme,
hatta camiye sokma girişimleri içinden ve dışından büyük tepkilerle
karşılaşmıştır. Kimi Dede ve Vakıf kurucuları devlet tekelci kapitalizminin inkâr, imha ve asimilasyon gibi uğursuz projelerinin taşıyıcısı olarak
hareketin içinde roller üstlenmiştir. AKP iktidarı, Diyanet İşleri Başkanlığı, MİT ve öteki istihbarat birimleri Cemevi gibi kuruluşları denetim altına alma niyetindedir. CHP, DSP, SHP, ÖDP gibi siyasî partiler ise,
Alevi oylarıyla yeniden “gerdeğe girecek damat” misali acul davranmaktadır.
22
Aleviler ise, burjuva partilerinden ağızlarının payını almış ve de bu
sömürüden büyük oranda dersler-sonuçlar çıkarmıştır. 20-25 milyonluk
bir kütlenin oyunu namus bilerek doğru bir adrese çekmek istiyorlar.
Aralarında tıpkı sol cenahımızda olduğu gibi onulmaz rahatsızlıklar ve
hararetli tartışmalar yapılıyor. Büyük bedeller ödeyerek Cemevi, Vakıf,
Dernek ve Kurumlar oluşturmuşlardır. Kimi yasaklar delinmiş, saflardaki düşünce-davranış farklılıkları telif edilmeye yüz tutmuştur. Gazete,
radyo ve televizyon kurumsallaşmasına gidilmiştir. Bu türden araçlar
konuyu ve sorunları meşreplerince tartışmaya açmıştır. Ne var ki, Alevi
televizyon kanalları, tıpkı Kürt ulusal hareketinin teri ve kanıyla oluşturulduğu Ülke-Gündem gazetesinin başına gelenler bu kanalların da
şimdiden başına gelmiştir.
“Sol” kulvarlarda pek çok eşik aşındırmış garip bir insan malzemesi Alevi tv.’lerinin başına çöreklenmiştir.
Kimler mi? Burjuva ve küçükburjuva sanat, siyaset kulvarlarında
nal eskitmiş ne kadar sanatçı, yazar, çizer, politikacı varsa, “sol” adına
bu kuruluşların birer “köşe taşı” olmayı becermişlerdir. Türk ya da Kürt
kökenli küçükburjuva avantüryeler Ülke-Gündem gazetesinin GAZETE
olmasını, ideolojik-sınıfsal körlükleriyle nasıl önlemişlerse aynı şey Alevi tv. kanallarının başına da gelmiştir. Gelmektedir.
Devlet tekelci kapitalizminin bilinçli sözcüleri de sosyal sınıf ve
emekçi halklar sosyolojik gerçekliği üzerine oturtulması gereken siyasî
mücadeleyi, din, tarikat, aşiret, inanç, cemaat ve milliyet esasına dayandırmak istemektedir. Burjuvazinin satılık ve kiralık sözcüleri “vatan,
millet, ezan, Kur’an, bayrak” söylemli tarz-ı siyasetlerini bu “seçim hesaplaşmasında” ise, Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına indirgeyeceği
anlaşılmaktadır. Aynı zamanda Kıbrıs, Irak, Kerkük-Musul ve PKK argümanlı aşınmış politikalarla emekçi halklarımızın karşısına çıkılacaktır. Alevi kökenli insanlarımızın burjuva-proletarya kimliğine ve kişiliğine
bakmadan salt “Alevi” ortak çarpanında kurumsallaşarak siyasallaşması neye yarayacaktır? En başta AKP’ye ve uluslarötesi tekelci sermayenin diktatörlüğünün daha da pekiştirilmesine katkı getirecektir. Hele
inanç temeline dayalı Alevi sosyal muhalefetine “sol” siyaset kulvarında
ve de sosyal-pratikte asla doğrulanmamış idealist-metafizik görüş ve
tezlerle halvet olmuş küçükburjuva ham hayallerle bezenmiş politikalar
Alevi canlarımıza yeni acılar tattıracaktır. Bunun maddî işaretleri şimdiden alınmaktadır.
Bu olgularda da Devrimci ve Marksist Kadroların sorumluluğu sorgulanacaktır. Çünkü cenahımız Marksizmin yorumu -özümlenmesi- ve
pratikte yeniden üretimi konusunda nasıl açığa düşmüş ise, KızılbaşAlevi-Bektaşi inanç, gelenek ve kültünü özümleme ve politika üretme
konusunda da çok gerilerdedir, Ayağını bastığı toprağı, insanını tanı23
mayan Sol’lar bizim insanlarımızı da inanç temelinde örgütsel arayışlara itmiştir.
Görünen odur ki, Alevi sosyal muhalefeti sağlı “sol”lu burjuva partilerinden CHP, DSP, SHP, ÖDP’nin yanı sıra işçi sınıfının sendikal birliği davasını kavrayamamış, fakat siyasete de soyunmuş sendikacıların
aşınmış ve de aşılmış politikaları uzantısında parselasyona uğratılıp
harcanacaktır.
Not: Özetle değindiğimiz bu konu üzerinde ve kitlelerle buluşmak,
onlara doğru bilinç taşımak amacıyla 5. Bursa Kitap Fuarı (3-11 Mart
2007)’nda, ve 12. İzmir Kitap Fuarı (21-29 Nisan 2007)’nda, “Anadolu
Alevi Kültü ve Sol’un ‘Politikası’” başlıklı iki ayrı Panel-Söyleşi düzenledik. Konunun kendi alanında uzmanlarından Turabi Saltık, Suha Bulut,
Esat Korkmaz ve Tolga Ersoy konuşmacı olarak, Sırrı Öztürk de yönetici olarak katılacaklardır,
Kürt Ulusal Örgütlülüğü Nereye?
Kürt ulusal örgütlenme anlayışları da Alevi örgütlenme arayışları
gibi sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halk gerçekliği dışında “Kürt” ortak çarpanında buluşmuş burjuva, küçükburjuva, yoksul köylülük ve
proletaryadan oluşturularak örgütlenmek istenmektedir.
“Kürt Sorunu” ile “Kürdistan Sorunu” Bölgemizin can alıcı konularından biri olma özelliğini korumaktadır.
Milliyet farkı gözetmeyen Anadolulu Devrimci ve Marksist Kadrolar, Proleter Devrimci Enternasyonalist dayanışmasını gösterecek, ciddî, güvenilir ve donanımlı bir Kürdistan Komünist Partisi ile ne tanışabilmiş ne de dayanışmasını gösterebilmiştir. Aynı şey tersi için de geçerlidir. Kürdistan proletaryası ile dayanışmaya girebilecek ne İSP ne
de KP vardır.
Modern sosyal sınıfların teşekkül ettiği coğrafyamızda Komünistlerin işi zor ve karmaşıktır. Fakat anlaşılır düzeyde açık ve nettir de.
Marksizmin yorumu pratikte yeniden üretimini düşünen Kadrolar açısından da sorunlarımız asla çözümsüz değildir.
“Kürt sorunu”nu hâkim gerici sınıflar koalisyonu çözmeyecektir.
Sosyalistler-Komünistler çözüm yöntemleri üretebilecektir.
12 Eylül 1980 askerî faşist darbesi Kürt taleplerini inkâr, imha ve
asimilasyon yöntemleriyle “iç savaş” koşullarına ve PKK’yi gerilla savaşı yöntemlerine itmiştir. Kürdistan İşçi Partisi (PKK) görece Marksizm’den esinlenmiştir, fakat sosyal sınıf, emekçi halklar gerçekliğini
görememiş, uluslararası kuvvet ilişkilerini, güçler dengesini, iç ve dış
dinamikleri hesaplayamamıştır. Ulusal kurtuluş yerine sosyal kurtuluşun önemini kavrayamamıştır. Kimi “sol”lar PKK’ye KP muamelesi dahi
24
yapmıştır! Örgüte hâkim olan kadrolar kent küçükburjuvazisinin ideolojik-sınıfsal özelliklerini taşımaktadır. Kürdistan proletaryası ile yoksul
Kürt-Türk köylülüğünün sınıfsal taleplerini politikasının temeline oturtamamıştır. Program ve projeleri, strateji ve taktikleri sosyal-pratikte
denenip sınanarak kitleleri kucaklayamamış ve güçlü emperyalistkapitalist kuşatmalar karşısında gerilemiş, sistemle buluşup bütünleşme yöntemlerini benimsemiştir. Kürtler, “İç barış” ve “sosyal barış” istenmektedir!..
PKK ile açık faaliyet alanlarını kullanmak isteyen DEP-HADEPDTP çizgisi de kara gerici, ırkçı ve faşist kuşatmalara karşı politika üretememiş “demokratik cumhuriyet” ve “barış, demokrasi, halkların kardeşliği” slogan ve projeleriyle devlet tekelci kapitalizminin baskı ve terörüne “defne dalı” uzatmış, fakat uzatılan el sıkılmamıştır. Kürt sosyal
muhalefetinin “barış” önerisi muhatabı ile buluşamamıştır. Kürt ulusal
hareketi de tıpkı Devrimci ve Marksist Karoların yaşadığı “Öndersizlik
Krizi”nin benzerini yaşamaktadır.
Telif Kitap ve Dergi’lerimizde sıkça gündeme getirip ayrıntılı işlediğimiz gibi: Gerek işçi sınıfı hareketinin, gerek sosyalist hareketin, gerekse ilerici gençlik hareketinin ve Kürt Ulusal Hareketinin, ayrıca,
Emekçi Kadın hareketimizin yeni nitelikler kazanamayışından tek sorumlu Türkiyeli Devrimci ve Marksist Kadrolardır. Öyle burjuvaziye topu
atıp Öcalan’ın “vukuatını” hedef tahtasına oturtan sözüm ona “sol”
eleştiriler yerini bulmayan ve “suyuna tirit” eleştirilerdir. Burjuva ve
küçükburjuva “sol” akımlar 12 Eylül 1980’lerde yenilmiş, bozgunlardan
bozgunlara uğratılmıştı. PKK’nın çıkışı ve kimi kurumsallaşma çalışmalarına başlamasıyla birlikte O’na tutunarak varlığını bir süre daha korumaya çalışan “sol”ların “vukuatını” da unutmadık. PKK’ye tutunarak
varlığını koruma anlayışı sosyalist solun da yeni nitelikler kazanmasının engeli oldu, PKK’nin de...
Özetlersek, Kürt ulusal talepleri uluslarötesi tekelci sermayenin
has adamlarından faşist Kenan Evren ile “bin operasyon yapmış” faşist
Mehmet Ağar’ın hayırlı ellerine-inisiyatiflerine kadar düşürülmüştür.
Kürt halkı, özellikle de yoksul Kürt köylülüğü, emekçiler, işsizler, göçe
zorlanan bizim insanlarımız bu süreçten büyük kırım ve kıyımlarla, acılarla çok zararlı çıkmıştır. “İç Savaş” devlet tekelci kapitalizminin faşizmin- zaferi ile sonuçlanmıştır. “Kürt sorunu” faşist kafalarla âdeta
kangrene dönüştürülmüştür.
Sağlı “sol”lu burjuva partileri, emekli ve emeksiz paşalar, “derin
devlet”in eli kanlı milisleri, basın-yayın ve tv.’ler kara gerici, ırkçı-faşist
bütün ağrızlar, “Kürt Sorunu” gündeme yakıcı olarak geldikçe küfür ve
hakaret dışında bir şey söyleyememektedir. Sövmenin, tehdit etmenin
serbest; bilimsel ve düzeyli tartışmanın resmen yasak olduğu bir süreçte daha çok “olay” gerçekleşecektir.
Her şeye rağmen, burjuvazi ile bürokrasinin her iki kanadı bu süreçte yıpranmıştır. Çözümsüzlük içindedir. ABD ve AB’nin kıskacında
NATO’cu PENTAGON’cu, IMF’ci politikalarıyla bir arayışa girmiştir.
“Barış” elini devlet tekelci sermayesinin yüksek çıkarları uzantısında bir
ara formül ile sıkmaya zorlanmaktadır. Burjuvazi ve bürokrasi arasındaki uzlaşır çelişki ve çatışkılar mutlaka bir yerde buluşacaktır. Sonra?
“Biz bu filmi çok gördük” denilecektir. Uzlaşan tekelci, kara gerici, ırkçıfaşist güçler Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığından gelip “Kahrolsun Komünistler!..” histerileriyle cenahımızı “günah keçisi” yapmaya yeltenecektir.
1 Mart 2007
PKK’ye ve onun yöneticilerine atılan “tariz oku” sosyalist ve komünist geçinenlerin bu konudaki politikasızlığının üstünü örtmeye yetmez.
Konuya ve soruna “Öndersizlik Krizi”ni aşamayan, sınıfsallık ve ulusallık temelindeki sosyal dinamiklere kurmaylık edemeyen ve de bu makası giderek açmak için araya giren eloğullarının, kimi meçhul adamların açığa vurulması işinde cenahımız kusurludur. Hatta suçludur.
PKK ile DEP-HADEP-DTP surecinde Devrimci ve Marksist Kadroların yapageldiği eleştirel katkı, uyarı, öneri ve dayanışma kır ve kent
küçükburjuva unsurların Sovyetler Birliği düşmanlığı, Marx-EngelsLenin karşıtlığına, sosyalizm, komünizm düşmanlığına sıçratılmak istenmiştir. Proleter Devrimci örgütlenmelerin kurmaylığından uzak bütün
ulusal kurtuluş talepleri ve örgütlenmelerin başarıya ulaşma şansı sancılı ve tartışmalı bir süreçtir.
25
26
Ali Özdoğu
TCK’nın 301. Maddesi Terörü ve
Sol’un “Politikası”
-Polemik-
“Siyasî İslâm” geleneğinden AKP iktidarının pek çok konuda olduğu gibi adalet, hukuk ve yargı konusunda da vukuatı ayyuka çıkmıştır.
TCK’nın 301. Maddesinin uygulamalarında açmaza düşen iktidarı açığa vurup geri adım attıracak siyasî bir irade henüz oluşturulamadı.
Uluslarötesi tekelci sermaye sosyalist kuruculuk örneklerinin birer
birer içinden ve de dışından iğdiş edilmesiyle görece rahatlığa kavuşmuş, İşçi Sınıfı ve Komünist Partilerin iktidara gelmesini önlemeye matuf “sosyal devlet” tavizlerini ve projelerini de askıya almıştır.
Uluslarötesi tekelci sermaye Sosyalist Sistem ve “Komünizm Heyulası” baş belasından kurtuldu. “Sosyal devlet” tavizini askıya alıp ondan
da kurtuldu. Kapitalizmin krizini “özelleştirme” yağmasıyla görece rahatlatmak istedi. Şimdi bunlar da yetmeyince kriz nasıl aşılacaktır?
ABD, AB, Japon emperyalizmi serbest-pazarın yeni ortağı Çin’in rekabetini banka, borsa, kota, ambargo, döviz, kur, vb. oyun ve hesaplarla
hizaya getirmek için mi bu mekanizmaları harekete geçiriyor? Hegemonların bir beyanatı dünya borsalarını altüst etmeye yetiyor da artıyor bile.
Yalnızca bu örnek bile kapitalizmin “şık” görünümüne rağmen ne
kadar çürük siyasal-ekonomik temellere dayalı olduğunu göstermeye yetiyor.
Kapitalist-emperyalist hegemonlar iktidarlarını daha doğru bir tanımla sömürülerini “özgürlük-demokrasi-barış” söylemleriyle götürmekten yana görünüyor. Bu söylemler insanın ve insanlığın sosyalevrensel kurtuluşunu gerçekleştirmeye aday Devrimci ve Marksist oluşumların yeni nitelikler kazanarak iktidara gelmesini önlemek ya da geciktirmek içindir. 21. yüzyılın faşizmi “özgürlük-demokrasi-barış” söylemlerinin demagojik ve ikiyüzlü propagandasına ihtiyaç duymuştur.
ABD ve AB’nin hegemonları Anadolu ve Yakın Doğu emekçi halklarının emperyalist-kapitalist kuşatmalara bir gün mutlaka büyük bir
darbe vuracağının bilincindedir. Paris Komünü, Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Latin Amerika, Asya, Afrika emekçi
halklarının devrimci deneyimlerine günümüzde bulunduğumuz coğrafyadan anlamlı ve ileri bir katkı yapılarak Dünya devrimlerine yeni bir
halka ekleneceğinin bilincindedir. Hegemonlar sömürücü, yeni sömürgeci, kara gerici, ırkçı, faşist ve faşizan yöntemleriyle iktidarda uzun süre kalamayacaklarının bilincindedir.
27
Emperyalistler tarihsel ve sınıfsal deneyimleriyle TC Devletine
onun için “akıllı olun, TCK’nın 301. Maddesini kaldırın veya değiştirin!”
uyarısında bulunuyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçlarına kısmî, palyatif çözümler geliştirin, daha doğrusu kimi ağızlara bir
parmak bal çalın demek istiyorlar.
TCK’nın 301. Maddesi toplumu, düzeni, rejimi ve sistemi devrimci
yoldan dönüştürmeye aday birey, grup, çevre ve örgütsel yapılar üzerinde âdeta terör estirilerek uygulanıyor. Yeri geliyor “burjuva demokrasisi”ne tapınmış olanlara da acımasızca uygulanıyor.
Üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine dokunmadan, devlet tekelci kapitalizmini dönüştürmeden “barış, demokrasi ve halkların kardeşliği”ni hayal edenler sermayenin değirmenine has buğday akıtıyor.
Kitlelerin sınıfsal, bilimsel bilinçlenmesine ve de sosyal uyanışına
“sol”dan da darbe üstüne darbe indiriyor. Burjuvazinin yedek cephaneliği görevi bihakkın yerine getiriliyor.
“Sistemin bekası” yani kapitalist anarşinin bir süre daha ayakta
kalması için cansiperane dövüşenler “düşünce ve ifade özgürlüğü” terennüm ediyor da Devrimci ve Marksist Kadroların ÖRGÜTLENME özgürlüklerinden bilinçli olarak söz etmiyor. Kaçıyor ve kaytarıyor.
Hâlbuki Devrimci ve Marksist Kadrolar düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerini bütün süreçlerde özgürce kullanmaktan, bu yolda
büyük bedeller ödemekten asla kaçmamış ve geri durmamıştır.
10 Eylül 1920 Tarihî TKP’nin kadroları Mustafa Suphilerin vahşice
katledilişinden bu yana Devrimciler-Komünistler daima çifte kilit altında
tutulmuş, ömür boyu takip edilmiş, tecrit hücrelerinde, askerî ve özel
cezaevlerinde işkence görmüştür. İşsiz bırakılmış, açlıkla terbiye edilmek istenmiştir. Kırda ve kentte kuşatılıp arkadan vurulmuş ya da darağaçlarını süslemişlerdir.
Burjuvazi devlet eliyle geliştirilip güçlendirilmiştir. Finans oligarşisinin diktatörlüğü daha da perçinlenmiştir. Devlet tekelci kapitalizmi,
uluslarötesi tekelci sermaye ile yerli ortaklıklar kurmuş, emperyalistlerin
taşeronluğuna soyunmuştur. Dünyanın jandarması emperyalist devletlerle-örgütlerle yeni ilişki ve ittifaklar geliştirmiştir. Dünya Bankası, IMF,
NATO, CIA, PENTAGON devlet tekelci kapitalizminin artık “kan kardeşi” olmuştur. CIA-MOSSAD-MİT ortaklık içindedir. TUSİAD-OYAKMÜSİAD-ANADOLU KAPLANLARI, sınaî, askerî kompleksleriyle burjuva diktatörlüğünün köşe taşıdırlar. Hâkim gerici sınıfların koalisyonu
kaba güce ve zora başvurmadan iktidarda kalamıyor.
Faşist-faşizan rejimlerini-sistemlerini “demokrasi” diye yutturmaya
yelteniyorlar. Onların hiçbir zaman gerçekleşmeyen, gerçekleşmeyecek olan yalancı meme misali “burjuva demokrasisi” en “kötü” sosyalist
demokrasiden milyon kere daha geride faşizm demektir.
28
TC Devletinin hakikî sahibi burjuvazinin hiçbir zaman demokrasiye
ihtiyacı olmamıştır. İşçi sınıfı ve emekçi halkların ihtiyaç duyduğu uyduruk “burjuva demokrasisi” değildir. Asla! “Demokrasi mücadelesinde”
tutulacak “Ana Halka”nın tutarlı olabilmesi, ancak ve ancak “tutarlı bir
iktidar mücadelesi” ile eşgüdümlü olmak zorundadır. Buna bağımlıdır.
İktidar programı ve projesi olmayan bu iki ayağı diyalektik biçimde götüremeyen teori-pratiklerin en sonunda liberal, reformist bir kanala
düşmesi kaçınılmazdır. Bunların “yeni” örnekleri hızla çoğalmaktadır.
Bir zamanların “en devrimci” sloganlarıyla tarz-ı siyasette bulunan
örgütlerin günümüzdeki “barış, demokrasi, halkların kardeşliği” söylemine terfi edişi ve asıl ana fikrimiz olan TCK’nın 301. Maddesinin cenahımıza uygulanması karşısındaki perişanlığı son derece ibret vericidir. Aynı zamanda normal bir durumdur. Ne yakınıyoruz ne de yadırgıyoruz. Açığa vuruyoruz yalnızca...
TCK’nın 301. Maddesinin üstümüzde estirdiği terör nedir ki? Yalnızca TCK’nın pıtrak teli misali tuzakları mı? Medenî Kanun, Borçlar
Kanunu, Ticaret Kanunu, Basın Kanunu ve de yazılı olmayan keyfî ve
fiilî infaz kanunları da hini hacette Devrimci ve Marksist Kadrolar üzerinde acımasızca uygulamaktadır.
TCK’nın 301. Maddesi hakkında sağlı “sol”lu burjuva partilerinin,
hukukçuların, basının, sendikaların, kitle örgütlerinin, sermaye çıkar
gruplarının yaklaşımı birbirinden çok farklıdır.
Uluslarötesi tekelci sermayenin serbest-pazarı ve tatlı kârlar cenneti olan TC Devletine “akıllı olun! 301. Maddeyi ya kaldırın ya da değiştirin” yolundaki uyarısı (siz talimatı olarak da okuyabilirsiniz), henüz
yerine getirilmemiştir. Getirilmesiyle de burjuvazinin terörü eksilmeyecektir.
TCK’nın 301. Maddesi “mağduru” yalnızca popülaritesi bulunan
yazarlarla sınırlı delildir. Böyleleri liberal, reformist “sol” çizgileriyle tanınıyor. Burjuva basını böylelerini öne çıkarıp sistemin ayıbını (!) bir
kaç kişiye indirgeyerek devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını
koruma yarışındadır.
TCK’nın 301. Maddesinin tuzağına takılmış 256 insanımız vardır.
“Demokratik Cumhuriyet”in bu konudaki vukuatını koruyup kollayanlar
sözümona eleştirel katkılarıyla ve ünlü bir deyişle “hamamın
gubbesinin namusunu kurtarmaya” çalışmaktadır!
Devrimci ve Marksist Kadrolara uygulanagelen hukukî, cezaî, malî, idarî, keyfî ve fiilî baskı ve terörünü gündeme taşıyan demokrat bir
inisiyatif dahi yoktur. Siyasal-ekonomik kriz boyutlandıkça korumaya
çalıştıkları “hamamın gubbesi”nin başlarına yıkıldığını göreceklerdir.
Güncel politikadaki olay, olgu, süreç ve veriler bu kaçınılmaz sonun işaretlerini veriyor. Peki “sol” ne yapıyor?
29
TCK’nın 301. Maddesinin terör estirdiği bir dönemde “sol” 12’li askerî faşist dönemlerdekine benzeyen bir konumdadır. “Herkes kendi
amentüsünü okumaktadır. Herkes kendine müslümandır!”
Sol cenahımız ne tutarlı bir ayrışmaya ne de buluşup bütünleşmeye uğratılabilmiştir.
TCK’nın 301. Maddesinden özel bir örneği burada yazıp belgelemeyi uygun buluyoruz: Kolektifimiz yayınları arasında yayımlanan,
Osman Tiftikçi’nin yazdığı “Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi”
isimli inceleme-araştırma kitabı hakkında Genelkurmay’ın talebi (siz
hukuku zorlaması diye okuyun) üzerine Sırrı Öztürk arkadaşımız tam
bir yıldır İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesinde yargılanmaktadır. Osman Tiftikçi 35 yıldır yurt dışında yaşamaktadır. Hakkında ağırlaştırılmış hukukî yaptırımlar bulunmaktadır. Türkiye’ye gelememektedir. Sırrı
Öztürk ise âdeta “rehin” gibidir!.. Burjuva basınının üzerimizde rahatlıkla uygulayageldiği “sinsi kuşatma” yöntemlerine taş çıkarırcasına “sol”
basında ya “sansür” ya da “oto sansür” uygulayarak iştirak etmiştir. Bu
çifte kuşatılmışlığı doğal -olağan- karşılamakla birlikte, elbette kırmak
ve aşmak da istiyoruz. Dergi, Kitap ve internet sitelerimizde kendi haberimizi kendimiz yapmak durumunda kalmaktan kurtulmak istiyoruz.
Bu durumu aynı zamanda “politik açığa vurma” yöntemimizle belgeleyerek bilince çıkarmaya çalışıyoruz. Sol cenahımızın duyarlılığını ve
dayanışmasını hareketlendirmek istiyoruz.
Sırrı Öztürk bir yıldır yargılandığı mahkemeye tek başına, bazen
eşi ve 15/16 Haziran hapishanesinde doğan oğlu ve torunuyla, bazen
de bir iki yoldaşıyla katılmaktadır. Kolektifimiz Çalışanları istesek kimilerinin yaptığı gibi mahkeme salonlarına 50-100 insanımızı taşıyabilirdik. Bu yolu magazinleşme ve sansasyona indirgeyen “sol”ların durumuna düşürmemek için asla denemedik. Denemiyoruz.
Sol cenahımızın sosyal çürümeden ne ölçüde etkilendiğini, kapitalist yabancılaşmanın saflarımızdaki ilginç görüntülerini bilince çıkarıp
aşmak amacıyla belgelemekteyiz.
Tutarlı, sabırlı, sistemli ve sürekli biçimde “Komünistlerin Birliği”
sorunsalını açık faaliyet alanlarında çıkarılan Dergi sayfalarında gündeme taşıyışımız sebepsiz, değildir. Yalnızca hâkim gerici sınıfların
kaba güce ve zora başvurmasını değil, özgün örneğindeki gibi TCK’nın
301. Maddesinden yargılanmamızı haber dahi yapmayan burjuva basınını ve “sol”arımızı açığa vurmak durumundayız.
Devletin Sol’u işlevsiz bırakma, kuşatma, bölüp birbirine karşı konuşlandırma politikasının mantığı da böyledir. Devrimci ve Marksist
Kadro olabilmek en basit ayrıntılarda sınanıp denenir. TCK’nın 301.
Maddesi’nin üzerimizde estirdiği teröre karşı bile Sol’un birleşik, güçlü
bir koordinasyonu örgütleme yeteneğinden yoksun olması acı bir saptamadır. “Demokrasi mücadelesini” liberal, reformist, postmodern “sol”30
lara, sahte demokratlara, kara gerici, “Siyasî İslâm”a, ırkçı, faşistlere
terkeden bir “sol”un örgütlülüğünü bu düzeyde sürdürebilmesinin önü
kesinlikle kapalıdır.
“Tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar-siyasalsosyal devrim- mücadelesini” birlikte düşünemeyen bir “sol”un tarz-ı siyaseti artık aşılmak durumundadır.
Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı ve aşılması şart olan
“Öndersizlik Krizi”ni “Komünistlerin Birliği”ni gündeme taşıyanlar çözecektir.
ri”nin “devrim çağrısı” burjuvaziyi ürkütmediği gibi, ciddî, güvenilir ve
donanımlı Devrimci ve Marksist Kadroları da hareketlendirmiyor.
Sağlı “sol”lu burjuva partileri arasında cereyan eden bu kördöğüşü
sürecine “kama sokup” işçi sınıfı ve emekçi halkların sosyal-evrensel
kurtuluşuna giden yolda etkili olabilecek Kurum ve Araç’larımızı işbaşı
yaptırmanın tam zamanıdır. Politikadaki eksiklik İSP’nin, KP’nin oluşturulmasıyla taşlar yerine oturtulacaktır.
4 Mart 2007
Yalnızca TCK’nın 301. Maddesinin estirdiği terör karşısında değil,
hemen her konuda “Komünistlerin Birliği” sorunsalı nihaî, amacına taşınmadıkça cenahımızın sırtı yerden kalkmayacaktır.
Sistemin hukuk anlayışı, ana ve baba yasaları, cezaî, keyfî, fiilî
uygulamalarıyla, siyasal-ekonomisiyle, askerî-sınaî kompleks ve çıkarlarıyla, kültürel erozyon ve bilimdışı, akıl-mantık dışı yarım-aydın tartışmalarıyla bir çözülme sürecine baştan kara girmiştir. Altemperyalist
ve taşeron kafalarıyla, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla bu iktidarlar uzun boylu idare-i maslahatçılık yapamayacaktır.
Düzeni koruyup kollamakla görevli olanlar bile çeşitli tavır ve beyanlarıyla mevcut yasal düzenlemeleri resmen delmiştir, İktidar paylaşımı kavgası verenlerin yasaları delmesi meşrudur. Devrimci ve Marksist Kadroların bilimsel inceleme-araştırma haklarını özgürce kullanması çok yönlü cezaî, hukukî, vb. yöntemlerle resmen yasaktır!
TCK’nın 301. Maddesi tartışmasında sağlı “sol”lu burjuva partileri,
barolar, sendikalar, kitle örgütleri, basın, tv.’ler, herkes ayrı ayrı tellerden çalmaktadır. AKP bizzat yargıdaki uygulamaları, savcı ve hâkimleri, muhalefeti, baroları, kitle örgütlerini, insan hakları kuruluşlarını ve
basını suçlayarak kıvırmakta ve işin içinden çıkmaya çalışmaktadır.
AKP’yi köşeye sıkıştıranlar ise, sahte demokrat, liberal, reformist,
postmodern, ikinci cumhuriyetçi ve kapitalizmin ebediliğini cilalayan
yöntemleriyle konuyu gündeme getirmektedir. Mevcut yasal düzenlemelerde faşizmin-faşizan yönetimlerle tekelci sermayenin yüksek çıkarlarını koruyup kollayanlar ise, NATO kafalarıyla devlet tekelci kapitalizminin daha kolay yıkılmasına hizmette kusur işlemiyorlar.
Oysa işçi sınıfının, emekçi halkların, ilerici gençliğin ve topyekûn
sosyal muhalefet dinamiklerinin devrimcileştirilmesinin bazı şartları
oluşuyor. “Devrimci Durum”ların oluşması sürecinde bu engin sosyal
muhalefeti uyumlandırarak sevk ve idare etme yeteneğine sahip bir
PARTİ güvencemizden mahrum bulunmaktayız. Örgütsüz, güvencesiz,
donanımsız kitlesel çıkışların kendiliğindenliğini yüceltip hareketimizin
merkezi disiplinli bir otoriteye kavuşmasını engelleyen “grup partile31
Web ve E-posta Adreslerimiz
☼
SORUN Polemik
Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi:
www.sorunpolemik.com
[email protected]
☼
Sanat Cephesi:
www.sanatcephesi.org
[email protected]
☼
Sorun Yayınları Kolektifi:
www.sorunyayinlari.net
[email protected]
☼
Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu:
www.avnimemedoglu.8m.net
[email protected]
32
“Dinler, her yıl aynı ya da benzer argümanları, dogmaları ve ilkeleri
tekrar tekrar öne sürer. Aksi taktirde din olarak var olamazlar. Bu argüman, dogma ve ilkeler sadece her yıl değil, her ay, her gün ve her saat
tekrarlanır.
Statükolarına sıkı sıkıya bağlı olanlar içinde ise tarihsel deneyimlerin,
sosyal-politik yasaların kaldırıp attığı ideolojik, politik, örgütsel hatlarında ısrarda tutuculaşanlardan tutun da; Marksizm-Leninizm’in temel
kaynaklarını tarihsel koşullarında değerlendirip günümüze ışık tutacak
açılımları ve yöntemleri yeniden üretmenin yollarını arayan ve tarihsel
sınıflar mücadelesinin proletaryanın lehine kazanımlarını (SSCB, Çin
ve Halk Demokrasileri...) günahlarıyla ve sevaplarıyla sahiplenmeyi ilke
edinenlere kadar en az ilk durum kadar geniş bir yelpaze bulunmaktadır.
Biz bir din ya da dogma değiliz. Fakat bizim ilkelerimiz, esaslarımız,
temel düşüncelerimiz ve argümanlarımız da tekrarlanmalıdır. Hem de her
yıl değil, her ay değil, her gün ve her saat tekrarlanmalıdır. Çünkü gerçek
bir kere, on kere, yüz kere, bin kere ve bir milyon kere tekrarlanmalıdır.
Eğer mesajın yayılmasını istiyorsak, eğer gerçeğin bilinmesini istiyorsak ve
eğer gerçeğin anlaşılmasını istiyorsak, bu yapılmalıdır.”
Yeniyi savunan ve statükolarına sarılan eğilimlerin içindeki, Marksizm-Leninizm’in her anlamda devrimci pratikte yeniden üretimine katkıda bulunacak eğilimleri senteze kavuşturmak; hayatın ve mücadelenin reddettiği gerici konum ve sapmaları ise ayıklamak için yoğun, sürekli ve bütünlüklü ideolojik, politik, örgütsel mücadele zorunludur.
Hakan Mertoğlu
-DenemeMarksizmin Tabuları Yok!..
II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi
Fidel Castro1
Devrimci ve Marksist hareketimiz içinde son on yıldır iki ana eğilim
ideolojik ve politik düzlemde kendisini kesin olarak dayatmaya başlamıştır. Yeniyi arayanlar ve mevcut konumlarına sıkı sıkıya tutunanlar.
Bu güncel kutuplaşmanın tarihsel arka planında SSCB’nin, Çin
Halk Cumhuriyeti’nin, Halk Demokrasileri’nin içeriden-dışarıdan çözülüşünün günümüze bıraktığı sorunların analizi ve sınıflar mücadelesinin
zengin-özgün pratiklerin özümsenmesi ve aşılması çabası; Coğrafyamızdaki örgütsel parselizasyon ve “örgütler anarşisi” konumu; Kapitalist-emperyalizmin, kendi iç çelişkilerinin uzantısında coğrafyamız ve
çeperinde kesişen-keskinleşen çıkarlarının dayattığı güncel politik saflaşmalar ve ayrıca derinleşmeye-netleşmeye başlayan birbirine karşıt
iki sınıf olan burjuvazi ve işçi sınıfının konumlanışı bulunmaktadır.
Bu hareket halindeki tarihsel arka plan, Devrimci ve Marksist hareketimiz içinde mekanik anlamda birbirinin karşısında konumlanmış
gibi görülen yeninin ve mevcut durum’un (statüko) ya da sınıflar mücadelesi kazanımlarının, ideolojik-politik mücadelesini gerçekte, diyalektik
anlamda parçalamakta, birbirinin içine geçirmekte ya da birinden birini
dışlamaktadır.
Bu hareket halindeki tarihsel arka planın zorunlu sonucu olan verili
konum, henüz Devrimci ve Marksist hareketimiz içindeki donanımlı
kadroların, çevre, grup ve örgütlerin kolektif iradî müdahalesiyle ayrıştırılamamış, diyalektik olarak bütünleştirilememiş, karşıtların birliği ve
mücadelesi ilkelerince senteze kavuşturulamamıştır.
Yeniyi arayanlar içinde Marksizm-Leninizm’i inkârdan, O’nu günümüzün tarihsel, sınıfsal ve iktisadî dönüşümleri ışığında devrimci
sosyal-siyasal-pratikte yeniden üretmeyi önüne koyanlara kadar geniş
bir yelpazeye dağılmış ideolojik, politik, örgütsel bir hat bulunmaktadır.
S.P. F/3 33
Umutlandırıcı ve tarihsel davamıza sıkı sıkı sarılmamızı koşullayan bir tarihsel gerçeklik olarak belirtmek gerekir ki; coğrafyamızda her
iki cepheden de Marksizm-Lenininzm’in pratikte-yeniden üretimine katkı getirmeye aday grup, çevre ve örgütlenmeler son on yıllık süreç
içinde ideolojik ve örgütsel bir meşruiyet kazanmaktadır. Gören gözler
ve ben fetişizmine tutulmamış olanlar için bu durum nesnel bir veridir.
Bu nesnelliğin sonucu olarak “Komünistlerin Birliği ve Bütünlüğü” konusu etrafında hararetli tartışmalar yürütülmektedir. Aynı sosyalsiyasal meşruiyetin hem olumlu hem de olumsuz tarafları vardır. Bu
sosyal-siyasal meşruiyet grup, çevre ve örgütlenmeleri ortak ve kolektif
pratik faaliyet etrafında birlikte iş yapmaya zorlarken; kendi içinde “en
doğru benim projemdir” narsizmini, beliren sosyal-siyasal meşruluğun
içinde yeniden üreterek, yeni sektlerin doğmasına da ortam hazırlamaktadır. Karşıtlığın en önemli ayracı ise keskin ve katı Marksist düşünce ve davranış diyalektidiğidir. Her şeye rağmen “Komünistlerin
Birliği ve Bütünlüğü” tartışmaları ekseninde oluşan sosyal-siyasal
meşruiyetin ve devrimci yasallığın zorlamasıyla pratik iş üzerinde
biraraya gelen kolektif iradeler düşünce ve davranış diyalektiği ekseninde kendiliğinden ayrışmakta ya da bütünleşmektedir.
Sonuç olarak kolektif iş yapma pratiklerinin ve faaliyetlerinin,
“Komünistlerin Komünist Olması” gibi bir sosyal-siyasal meşruluk
temelinde kurgulanan iklimle çoklaştırılması, Devrimci ve Marksist Hareketimizin, işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin birliği ve bütünlüğü ekseninde tarihsel verili koşullarını aşmasının nesnel altyapısını
oluşturmaktadır.
Bu nesnelliğin kuvveden fiile çıkması yani sınıf, devrim ve iktidar
bağlamında dağılmış olan hatlarımızı birleştirip bütünleştirme, kolektif,
dayanışmacı, sosyalist demokrat iradelerin, ideolojik politik örgütsel
mücadelesi ya da daha açık söylemek gerekirse Devrimci ve Marksist
34
Hareketimizi İşçi Sınıfının Partisi, İşçi Sınıfının Devrimi, İşçi Sınıfının İktidarı ekseninde buluşturup bütünleştirecek KP’nin inşası şartına
bağlıdır. “Komünistlerin Birliği ve Bütünlüğü” sosyal-siyasal meşruluğunda beliren iradeler henüz dağınık özgün hatlarında mücadele
verseler de birleşip bütünleşme eğilimi göstermektedir. Devrimci pratik
iş, bu eğilimleri açığa çıkarmakta, onları birbirine yakınlaştırmaktadır.
Karşıtların birliği ve mücadelesi diyalektiği ekseninde MarksizminLeninizm’in pratikte-yeniden üretimi için yeninin ve statükonun içinde
ayrışacak ve birleşecek eğilimleri görmek, anlamak, hareketlerini izlemek ve bu ayrışmaya kolektif iradî müdahalede bulunmak gerekmektedir.
Yeniye Dair...
“Marksist kurama göre, egemen sömürücü sınıf, gücünü korumak
ve pekiştirmek için sadece açık zorbalığa başvurmaz; kendisine karşı
olan sınıfın ve toplumsal grupların siyasal ve psikolojik eğilimlerini, çeşitli
kurnaz yöntemlerle değiştirir.”2
Kapitalist-emperyalist sistemin varlığı ve devamlılığı, öncelikle, işçi
sınıfı ve onun ekseninde tüm ezilen ve sömürülen emekçi sınıfları
varolan toplumsal düzen ile uzlaştırmaya dayanmaktadır. İktisadî, siyasal ve askerî güce sahip olan egemen ideoloji, tüm ideolojik baskı
aygıtlarından, kültürel ortamdan ve toplumsal tabular sisteminden de
yararlanarak siyasal, politik ve toplumsal bir meşruiyet yaratmaya çalışır. Bu siyasal, politik ve toplumsal meşruiyet biçimi gerçeklikteki toplumsal düzene karşı çıkmayacak ve kendisine verilenle yetinecek özelliktedir. Bu anlamda kapitalist-emperyalist sistemin “meşruluğu” korunduğu sürece süreklilik ve devamlılık garanti altına alınmış olur.
SSCB’nin kapitalist-emperyalist sistemin “meşruluğunu” yeniden
üretici revizyonist sapmaları (“barış içinde yanyana yaşama”, “üç dünya teorisi”, “sosyal-emperyalizm”, “kapitalist-olmayan yol”, “süper devletler” vb) sonucu içeriden ve dışardan çözülmesi, peşi sıra bu çözülmeyi Çin Halk Cumhuriyeti ve Halk Demokrasileri’nin çözülmesinin takip etmesi sınıflar savaşının proleter devrimci ideolojisi olan MarksizmLeninizm’in fiilî-cismî varlığını ayakları havada bırakmıştır. Sınıflar savaşının yeni evresinin zorunlu sonucu olan bu nesnellik Anti Sovyetizm
temelinde şekillenen muhalefetin öznel-idealist yorumlarının yaygınlaşmasını tahrik etmiştir. Burjuvazi bu çelişkiyi kendi lehine çevirmesini
iyi bilmiştir. İşçi sınıfı ve onun ekseninde tüm ezilen ve sömürülen
emekçi sınıfları düzenle uzlaştırmanın yolu, öncelikle işçi sınıfının en
ileri örgütlenme biçimi olan Komünist Partileri düzenle uzlaştırmaktır.
Bunun yolu da Marksizm-Leninizm’i akademik incelemelerinin konusu
haline getirerek yaşayan devrimci özünü soyutlamaktan geçmektedir;
ya da O’nu kadın hareketi, gençlik hareketi, çevre hareketi, ezilen sömürülen halk hareketlerine indirgeyerek Marksizmin ana öznesi olan
35
işçi sınıfı aleyhine yaymaktan geçmektedir. Bu süreçte dişleri ve yeleleri sökülmüş filozof, sosyolog, felsefeci ve iktisatçı “marx” tipolojilerinin
yanında proleter devrimci kimliği makyajlanmış “büyük” siyasetçi ve
uluslarası diplomasi “dehası” “lenin” portreleri birbirini takip etmiştir.
Egemen ideolojinin satılık kalemleri -ki kendileri daha çok Troçkist ve
Frankfurt Okulu mezhebine dahildir- Marx’ı ve Lenin’i akıllarınca kolay
lokma haline getirerek daha sonra düzenle uzlaştırma “teorileri” ekseninde yutmayı planlamışlardır.
Onlar sınıfsal konumlarına uygun davranarak patronlarının onlara
biçtiği görevi yerine getirmişlerdir. Ancak Avrupa’nın anlı şanlı Komünist
Partileri Devrimci ve Marksist sosyal-siyasal meşruluk zemininin sapması nedeniyle bu zokayı kolayca yutmuştur. Komünist Partilerin bu zokayı
yutması onları birer sosyaldemokrat parti hâline dönüştürürken, peşi sıra
“akıl tutulması”na (!) uğratılan işçi sınıfı sendikalarının ekonomizm ekseninde düzenle uzlaştırılması projeleri hayata geçirilmiştir. Ancak bu proje
ortak düşman(SSCB)a karşı bütünleşmiş kapitalist-emperyalist sistemin
aşırı kâr rantını ve sömürgeci anlayışla kendine bağımlı kıldığı ekonomilerin yeni sömürgeci projelerle bu rantı süreklileştirilmesiyle yürütülmüştür. Kapitalist-emperyalist düzenin ortak düşmanı artık içeriden ve dışarıdan çözülerek kendilerine rakip yeni bir sömürgeci güce dönüşmüştür.
Yani kapitalist-emperyalist sistemin sömürge konusunda birbirleriyle rekabet hâlinde olmaları ve kendi iç çelişkeleri sonucu pervasız ve zincirlerinden boşalırcasına sömürge projelerine girişmeleri varolan Dünya ekonomi politiğinin statükosunu değiştirmiştir. Sıfatta “komünist” olan yeni
sosyal demokrasisinin bu gelişmeler karşısındaki hazımsızlık sorunu hâlâ sürmektedir.
Sözde “yeni” marksizmin “yeni” sınıfsal konumlanışlara uyarlanması olan akademik marksizm tartışmayı “Marksizmin Tabuları Yok”
söylemiyle açmıştır. Devrimci ve Marksist-Leninist çizgide ısrar eden
devrimci pratikte yeniden üretim taraftarları ise tarihsel utangaçlıkla
“Marksizmin Tabuları Yok! Ama!” diyebilmiş çöküşün ve çözülüşün
kaynağını Marksizm-Leninizm’in temel eserleri ve kazanımlarında
aramaya bugünün sorunlarına bu devrimci çerçeveden yanıtlar bulmaya yönelmişlerdir. Ancak hâlâ kendilerini Marksist-Leninist sanan bazı
eğilimler ise akademik marksizmin açtığı bu kanala çok çabuk girivermişler, “ezilen”, “varoş”, “ulusal kurtuluş” söylemleriyle sınıf ayracının
altını boşaltmışlardır. Yeninin içindeki bu ayrışmada MarksizmLeninizm’in devrimci pratikte yeniden üretimi savunucularına
Devrimci dayanışma statükonun, sınıflar mücadelesinin proleter
devrimci kazanımlarının taşıyıcıları tarafından “Hayır Marksizm’in
Tabuları Var! En azından işçi sınıfının tarihsel eylemi sınıfları ortadan kaldırıncaya kadar” anlayışıyla getirilecektir.
36
Tabu, çok kısa tanımıyla toplumların tarihsel süzgeçlerinden geçerek özelleşen toplumsal yasaklar sistemidir. Kavramın özü kesinlikle
yapılmaması gereken ve müeyyidesi (yaptırım) yapan(lar) açısından
toplumdışı ilan edilmek (öldürülme de dahil) olan yasak davranışlardır.
Tam anlamıyla kavramın özü keskinleştirilmiş, ağırlaştırılmış yasaklar
sistemine dayanır.
Toplumsal tabuların bir başka özelliği ise “özel toplumsal yasaklar
sisteminin varlığı, toplumun yapısını pekiştirecek ve sürekli etkisiyle o
toplumun temel özelliklerini yeniden üretecek toplumsal karakterin bi3
çimlendirilmesini kolaylaştırır.”
Nasıl ki toplumların yaşamsal devamlılığı, varolabilmelerinin sınırlarını çizen, o toplumu tanımlayan tabularının varlığına bağlıdır; ki tabuları kırılan toplum artık başka bir toplumdur. Toplumsal sistemlerdeki
bu yadsıma ve karşıtını aşma nihayetinde bilimde, felsefî düşüncede
ve ideolojide kendi ifadesini bulur. Tabuları olmayan bilim, felsefe ve
ideoloji sade, basit ve ard arda dizilmiş çelişkili akıl yürütmelerdir. Bilimsel ve felsefî düşünce birbirinin karşısına çıkarak, birbirini yadsıyarak, birbirine karşı sınırlarını çizerek ve yaptırımlarını o sapmanın kendinden olmadığını kanıtlayarak ortaya koyar ve gelişir. Tıpkı toplumların hareket halindeki maddî varlıklarının tarihsel dönüşümleri gibi...
Bu anlamda Proletaryanın Devrimci ideolojisi olarak MarksizmLeninizm’in de çizilmiş sınırları, genelleşmiş bir yasaklar sistemi ve bu
yasaklara uyulmadığında uymayanları sınırları dışına çıkaracak bir
meşruiyet dağıtıcısı temelleri ve kaynağı olması elzemdir.
Henüz bu meşruiyet dağıtıcısı III. Enternasyonal gibi cisimleşmiş
devrimci dönüştürücü bir pratikle oluşturulamasa da devrimci pratikte
yeninin üretilmesinde Marksizm-Leninizm’in tarihsel sınıflar mücadelesi
ile biçimlendirilmiş sınırlar ve yasaklar sisteminin temelleri bellidir:
Kapitalist-emperyalizmin hüküm sürdüğü bir tarihsel kesitte ki içinde bulunduğumuz dönem bu nesnelliği yansıtıyor; tarihin dönüştürücü,
varolan koşulları aşacak etkin öznesi işçi sınıfıdır. Dolayısıyla işçi sınıfı
yerine ikâme edilebilecek ve işçi sınıfını düzenle uzlaştırma projelerine
terk edecek her türlü açılım Marksizm-Leninizm dışıdır.
Burjuvazinin iktidarını toplumsal, bilimsel, siyasal, politik, iktisadî,
ideolojik ve askerî zor aygıtları ile koruduğu her düzlemde kapitalistemperyalist sistem, karşı zor aygıtları oluşturularak, öncüsünün proletarya olduğu ve içinde çeşitli sınıfsal ittifaklar (yoksul köylülük, işsizler
ve emekçi katmanlar, ilerici devrimci asker tabakası, ilerci gençlik hareketi, işçi sınıfı ve devrimci geleneklerle ilişkili organik aydın hareketi
vb.) barındıran proletarya devrimleriyle aşılacaktır.
Proleterya devrimleri yoluyla iktidarı ele geçiren işçi sınıfı, sosyalist kuruculuğa ve proletarya devrimlerini Dünya ölçeğinde süreklileş37
tirmeye her türlü burjuva demokrasisinden binlerce kat daha adil olan
yönetim biçimi olarak Proletarya Diktatörlüğü ile iktidarını yürütecektir.
Bu iktidar Komünist Partisi’nde, ülke yönetiminin iktisadî-siyasaltoplumsal-askerî her alanınıda şuralar-sovyetler eliyle işçi sınıfı ideolojisinin ve işçi sınıfının kendisinin hâkim kılınması demektir. Ayrıca bilimde ve sanatta işçi sınıfı ideolojisinin eğemenliği bu iktidarın doğal
sonucu ve uzantısı olacaktır.
Tarihsel bir özne olan işçi sınıfının sınıflar mücadelesi, meta dolaşımının ve sahipliğinin; kapitalist-emperyalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin evrensel karakteri gereği ulusal ve bölgesel coğrafyalara sıkıştırılmayı dışlaması nedeniyle enternasyonal bir mücadele olacaktır. Bu
mücadeleye katkı ulusal ve bölgesel çerçevede proletarya devrimlerinin gerçekleştirilmesi için her türlü iktisadî-politik-ideolojik-askerî işbirliğinin ve ortaklaşmanın sağlanması; gerekirse güçlü ve zayıf halkaların
uluslararası işçi sınıfı hareketi lehine kırılması için ulusal proletarya
devrimleri uğruna gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bu ana eksendeki her
ulusal sapma eğilimi işçi sınıfını II. Enternasyonal çizgisiyle buluşturarak oportünizmi yeniden üretecektir.
İşçi sınıfının sınıflar mücadelesinde işçi sınıfına rehberlik edecek
araç, onun en ileri politik-ideolojik-askerî nitelikleriyle donatılmış olarak
ona öncülük etme kabiliyetini sosyal-siyasal meşruiyetini ve devrimci
yasallığını kazanmış Komünist Partisi ve Komünist Partilerin üstünde
bir Enternasyonal Komünist Partileri Birliğidir.
Komünist Partisi ulusal eksende işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketin hem kendi içinde hem de birbirne karşı birliğini ve bütünlüğünü
ifade eder. Bu sosyal-siyasal meşruiyeti kazanamamış bir Komünist
Partisi düşünülemez. Bu sosyal-siyasal meşruiyeti sağlayamamış ama
ablemine KP ismini yakıştırmış her örgüt ayrıştırılacak, tasfiye edilecek, kapsanacak olan ulusal çerçevedeki sınıflar mücadelesinin bir
hizibidir. Hizayı bozan bir örgüttür. Benzer durum Enternasyonal Komünist Partileri Birliği için de geçerlidir. Dünya çapındaki sınıf mücadelelerini ve onların öncü müfrezeleri olan ulusal Komünist Partilerini hem
kendi içinde hem de birbirine karşı birleştirememiş bir enternasyonal
düşünülemez. Bu sosyal-siyasal meşruiyet zemini şimdiye kadar olan
enternasyonal deneyimlerini değerlendirmede bir ayraçtır.
Yerel ve enternasyonal bağlamda “Komünistlerin Komünist
Olması” onların birlik ve bütünlüğüne bağlıdır. Bu birlik ve bütünlük
kendi içinde çatışma eğilimleri taşıyan sonsuz ve bitimsiz bir süreçtir.
Her tarihsel dönemeçte bu birlik ve bütünlük ideolojik bir ayraçtır. Sosyal-siyasal meşruiyeti işçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından kanıtlanmış bir partinin olmadığı koşullarda bu birlik ve bütünlük sürekliinatçı bir çabanın sonucu ayrışarak ve birleşerek gerçekleşecektir. Partinin mevcudiyeti koşullarında ise stratejik, taktiksel karar süreçlerinde
38
bu ayrışma ve birleşmeler doğal sonuçtur. Komünist Parti hiçbir zaman
yekpare küt bir düşünce ediminin ürünü olmamıştır. Parti yaşayan devrimci pratiğin ve karşılaşılan sorunların yüzlerce ve binlerce aklın süzgecinden geçen optimum birliğidir. Bu noktada ayraç tartışmada özgürlük, alınan kararların uygulamasında birlik bakışıyla demokratik ve
sosyalist merkeziyetçiliğin işletilmesidir. Başka bir ayraç ise düşünce
ve davranış diyalektiği ile bu sancılı ama sonuçları yararlı olacak süreçlerin sınıf bilinçli proletaryanın öncüsü olduğu işçi sınıfının hakemliğinde gerçekleştirilmesidir.
Sayılan bu temel nitelikleriyle oluşturulmuş bir Komünist Parti ve
Komünist Partileri Enternasyonal Birliği maddenin tabiatı gereği sınıf
düşmanları tarafından yok edilmesi gereken ilk hedef olarak bellenecektir. Bu bağlamda Komünist Parti sınıflar mücadelesinin politik, örgütsel, idelojik konumlanışı temel alınarak mücadelenin bütün biçimlerine hazırlıklı ve donanımlı olmak zorundadır.
Yukarıda bahsedilenler sınıflar mücadelesinin tarihsel deneyimlerinden süzülmüş, bu süreçten çok yönlü ders ve sonuçlar çıkarmış,
Marksist-Leninist düşünce ve eylem klavuzunu tanımlayan ve sınırlarını çizen temel ayraçlardır. Yeni bu temel hareket noktalarını
Marksizmin devrimci pratikte yeniden üretimi bağlamında pratiğine içselleştirmezse artık Marksizm olarak tanımlanamaz. Artık yeni, Marksizm değil başka bir şeydir.
Mevzilerimizi Savunmak Savaşı Kazandırmaz
Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden
geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya
bakın. Ne sebeple olursa olsun hatalarınızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.
Aldous Huxley4
Sınıflar mücadelesindeki sosyalizmin kuruculuk deneyimlerinin içine düştüğü tarihsel hatalar ve yanılgılar, yeninin üretilmesinde inkârcılığa varan sapma ve eğilimleri tetiklemiştir. Bu sapmalar hemen kendi
karşıtını, varolan konum ve mevzilerine sıkı sıkıya tutunan başka eğilimleri üreterek, oluşturmuştur. İşçi sınıfını düzenle uzlaştırmaya yönelen her “yeni” eğilim, yani sağ oportünizmin karşısına sol sekterizm çıkarak devrim ve iktidar bağlamında yeni arayışlardan ayrışırken bu ayrışmayı işçi sınıfı hareketinde varetme imkânlarından soyutlanmıştır.
Bu örgütsel, politik soyutlanma Marksizmi-Leninizm’i teorik-ideolojik
kopmaların malzemesi hâline getirmiş işçi sınıfı ayracında sapmalara
yol açmıştır.
Oportünizm düzenle işçi sınıfını uzlaştırırken sol sekterizm işçi sınıfından soyutlanarak onu düzenle uzlaşma projelerine terk etmiştir.
Sonuç sınıflar mücadelesi açısından farksızdır.
39
Coğrafyamızdaki sınıflar mücadelesi hareketinin yerel ve enternasyonal örgütsel güvencelerinden yoksun olduğu bir nesnellikte hareketimizin dağınık mevzilerden varolma mücadelesini, ortaya atılan sınıf
uzlaşmacı her “yeni” söyleme karşılık gelecek biçimde kurgulanan savunma refleksi ile yeni sektler oluşturarak gerçekleştirmektedir. Sonuçta “nur topu” gibi yeni hiziplerimiz ve sektlerimiz oluşmuştur. Bu durum
sosyalist hareketimizin dağınıklığını ve parçalanmışlığını daha da derinleştirmektedir.
Mesele ideolojik-teorik bağlamda SSCB’nin ve Stalin’in ve de diğer
sosyalizm kuruculuk deneyimlerinin savunusu ya da Sovyetler Birliği’nin
ve diğer deneyimlerin çözülüşünün nerede, ne zaman başladığının teorik tespitini yapmak değildir. Bu tespiti ideolojik bir zemine taşıyıp bu ideolojik tespiti sınıflar mücadelesi hareketimize bir ayraç olarak empoze
etmek de değildir. Bu çaba ancak kendi nesnelliğini işçi sınıfı hareketi ve
sosyalist harekete dayatmak olur ki bu da Marksizm dışılıktır.
Kuruşçev revizyonizmini tanımlamak ve ondan ayrışmak SSCB’nin
ve Kuruşçev’in esamesinin okunmadığı bir tarihsel kesitte anlamını yitirir.
Sosyal olgular ve olaylar deneyimler aynen tekerrür etmez; tarihsel olarak aşılmadıklarında yeni biçimlere bürünerek kendilerini yeniden üretirler. Kuruşçev revizyonizmini tanımlamak ancak revizyonizmi anlamak
açısından yararlıdır. Ama revizyonizmin ve oportünizmin yeni biçimlerini
tanımlamak, revizyonizmle oportünizmle mücadele etmek ve bu eğilimleri teşhir ve tecrit etmek için Kuruşçev revizyonizmini anlamaktan öte niteliklere ihtiyaç vardır.
İdeolojik-teorik ayrımlar kendilerini bir örgütsel formda ifade ettiklerinde eğer işçi sınıfını ve sosyalist hareketi kapsamıyorlarsa ve bu anlamda bir sosyal-siyasal meşruiyet zemini yaratamıyorlarsa, Onlar da
artık eskidir. Ve bu eskimenin zamansal bir boyutu vardır. Bu boyut da
öyle birkaç nesil sürmez. Dolayısıyla devrimci pratikte yeniden üretimin
Marksist-Leninist çizgisi tarafından aşılacaktır.
Marksist eleştiri devrimci pratikte yeniyi üretmek için yapılır yoksa
arınmanın yolu çamurda yuvarlanmak değildir. Sorun, tarihsel sapmaların bu gün aldığı biçimleri tanımlamak, onları teşir ve tecrit etmek ve
işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketimizin hem kendi içinde hem de
birbirine karşı birliği ve bütünlüğünü sağlayacak örgütsel güvenceleri
sınıf, devrim, iktidar bağlamında yeniden üretecek mekanizmaları yaratmaktır.
Her şeye rağmen sınıflar mücadelesinin kazanımlarına sıkı sıkıya
sarılanlar yani statükocular, Marksizm-Leninizm’in bir çizgi olarak öğrenilmesini ve olduğu gibi yaşatılmasını sağlamışlardır. Bu da sınıflar
mücadelesi açısından yabana atılacak bir nesnellik değildir. Ancak sı40
nıflar mücadelesini zafere taşıyacak olan devrimci dayanışma
Marksizm-Leninizm’in yukarıda saydığımız temel ayraçlarını devrimci pratikte yeniden üretiminden yana olan, iyimser, dinamik,
düşünce hamallıklarından kurtulmuş yeninin savunucuları tarafından gelecektir.
Diyalektik Devrimci Pratikte Yeniden Üretim
II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi
Yazımızın başında da bahsettiğimiz yeninin ve statükonun ya da
sınıflar mücadelesi kazanımlarına sıkı sıkıya sarılmış eğilimlerin parçalanmış, birbirinin içine geçmiş ya da birinden birini dışlamış ideolojikpolitik mücadelesi henüz devrimci, kolektif, tutarlı, sürekli, iradî bir proje
ile ayrıştırılamamıştır. Bu ayrıştırmada ilk adım olarak kendini ayırarak
varolan eğilimleri ideolojik-politik biçimde tanımlamak yeni sektler oluşturmaktan öteye gitmez. Yeni dönemdeki ayrışmaları kendini üst bir
konuma yerleştirerek merkezci eğilimler, devrimci demokrat eğilimler,
komünist eğilimler, tavırda komünist ancak ideolojik olarak devrimci
demokrat eğilimler gibi tanımlamak doğru değildir.
Ayrışma ve bütünleşme Marksist-Leninist bir sosyal-siyasal meşruiyet dağıtıcısı yerel ve enternasyonal Komünist Parti’nin olmadığı koşullarda öznel kalacaktır.
Çünkü at izi it izine karışmıştır.
Çünkü oluşturulan ideolojik-teorik saflaşmalar işçi sınıfı saflarında
sosyal siyasal bir meşruiyet kazanmamıştır ve sınıf bilinçli proletaryanın öncüsü olduğu işçi sınıfının hakemliğinden yoksundur.
Ayrışma ve bütünleşme, devrimci düşünce ve davranış ekseninde
pratik, kolektif ve sürekli iş üzerinden olacaktır. Komünistler diğer komünistlerin akıl ve kolektif iradesine muhtaçtır. Hiçbir grup, çevre ve
örgüt yalnızca kendi amentüsünü okuyarak kendini komünist diğerlerini
öteki ilan eden ben narsizmiyle bir yere varamaz.
Bu yüzden Kolektifimiz hiçbir komünist nüveyi dışarıda bırakmayan bir proje olan II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi söylemini
bayrak yapmıştır.
Kolektifimiz II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi ile coğrafyamızdaki en ileri sınıflar mücadelesi mevzisi olan I. TTKK’ne atıf yaparak statükoyu savunuyor. Aynı zamanda coğrafyamızdaki devrimci
pratikte yeniden üretim eğilimlerini dışlayan diğer kongreleri reddederek yeninin savunuculuğunu, onun ileri yanlarını kapsamayı gündemine
alıyor.
Kolektifimiz Komünistlerin hazırlık faaliyeti, devrimci oturum, konferans, kurultay, kongre yöntemiyle yerelde işçi sınıfı hareketiyle sos41
yalist hareketi buluşturup bütünleştiren evrensel pratiklerini temel ilke
sayarak bu yöntemi coğrafyamızda yeniden üretmeyi gündemine alıyor.
Bu yüzden çeşitli hazırlık çalışmalarıyla kendini komünist diye tanımlayan nüvelerin kendi tanımlarına güvenmeyi bir devrimci tutum sayarak bu nüvelerin samimiyetini, ilkeli oluşunu çeşitli kolektif iradî işler
üzerinde sınamayı kendine yöntem ediniyor.
Kolektifimiz kendi dışındaki nüvelerle kolektif devrimci oturum, forum, kurultay disiplinleri oluşturmayı ve sonuçlarına katlanmayı bir yöntem olarak devrimci pratikte yeniden üretmeyi ve kendilerini komünist,
komünizan diye değerlendiren birey, grup, çevre ve örgütlerin samimiyetlerini komünist devrimci tutum ve davranış ekseninde ayrıştırmayı
ve bütünleşmeyi ilke ediniyor.
Kolektifimiz, yeninin ve statükonun ilerici yanlarını bu türden faaliyetlerle çarpıştırmayı ve bütünleştirmeyi coğrafyamızdaki işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketin buluşup bütünleşmesinde, tartışmanın sınıf bilinçli proletaryanın öncüsü olduğu işçi sınıfının koruyuculuğu ve
hakemliğinde gerçekleştirilmesi doğrultusunda, “Komünistlerin Komünist Olması ve Tek Parti, Tek Sendika, Tek Gençlik Örgütü” şiarlarıyla alt yapısını, iklimini ve ideolojik mevzisini inşaa etmeye çalışıyor.
Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak çeşitli hazırlık çalışmalarının kolektif bir biçimde hiçbir komünist nüveyi dışlamadan gerçekleştirmesinin ideolojik-politik-örgütsel hazırlıklarını örmeye çabalıyoruz.
Yeninin ve sınıflar mücadelesi kazanımları savunucularının devrimci diyalektik birliğini sağlamak için II. Tüm Türkiye Komünistleri
Kongresi yöntemini kendi dışımızdakilerle isim ve öncülük fetişizmine
düşmeden tartışmayı coğrafyamızdaki sınıflar mücadelesinin yeni bir
kalıba dökülmesi için olmazsa olmaz bir koşul olarak görüyoruz.
14 Mart 2007
Dipnotlar:
1 Derleyen: Mehmet Aslan, Fidelce, Diyalektik Kitap Dizisi 1, Adımlar Yay.
s.33, 1. Bas., 2005.
2 V.İ. Dobrenkov, Marksizm ve Pisikoanaliz, Erich From’un ve YeniFreudçuluğun Eleştirisi Yeni-Freudçular “Hakikati” Ararken, Çev.: Ali
Özdoğu, Sorun Yay., 3. Baskı, s.101, 1999.
3 A.g.e., s. 95.
4 Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, Önsözü çev. Ümit Tosun, İhtaki Yay.
s.5, 4. Bs., 2006.
42
Sırrı Öztürk
-Polemik“TKP” Ataklarından Sonra “Vakıf” Atağında
Yapılmak İstenen Bir Tarz-ı Siyaset*
Türkiye’de “sol” siyaset kulvarında gözünü açan pek çok kişi ve
grubun sosyal pratikteki serüveni oldukça öğretici (ibret verici) örneklerle doludur.
Genellikle kendi alanında bir dalda hiçbir becerisi ya da uzmanlığı
olmayanlar “sol” siyaset kulvarından bir türlü kendilerini uzak tutamıyorlar. Böylelerinin ille de “sol”da bir tutunacak yer aramalarının çeşitli
sebepleri olsa gerek?
Adam “marksizm-leninizm-bolşevizm” diye söze başlamış, tip demiş, tekape uvertürleri yapmış, sonradan tebekape telaffuz etmeye
başlamış, ideolojik-teorik-örgütsel alanlarda binbir kılığa girip çıkmış,
derken yeni bir “vahiy” gelmiş adamcağıza, bu sefer söze “vakıf” diye
başlayıvermiş!.. Şimdilerde de kafasını K. Marx’a takıvermiş!.. Leninizm kötüymüş... Marx haklıymış!..
Oh ne âlâ memleket!
“YDD”nin akıl daneleri de “ne yazık ki, Marx haklı” diyorlar, kapitalizmin sosyal ömrünün sona erdiğini kavradıkları için. Kapitalizmin kiralık kalemleri Marksizm’e sataşırken, K. Marx’ın insanlığa bir yöntem, bir
anahtar üretip armağan ettiğini kavramadan, büyük bir ikiyüzlülükle
O’nu, bir falcı, kâhin veya öngörüleri gerçekleşmeyen bir ütopyacıya
indirgemek istemektedir. Geçmişlerinde “sol” siyasete şu ya da bu gerekçelerle bulaşıp, sonradan kapitalist anarşinin kaba güce ve zora
başvurması karşısında pes ederek, sistemle “barış akdi” yapılmasının
çok daha “akıllı” bir yol olduğunu kavrayanlar da, emperyalizmin ebediliğini propaganda edenlerin safındaki yerlerini almaya başlamıştır. Böyleleri kapitalizmin ideolojik cephaneliğine, Lenin, Stalin vb. kimliklere
şurasından burasından saldırarak katkıda bulunmaktadırlar! Batının
“akıllı” teorisyenleri “Marx-Engels ve Lenin’e saldırmayın. Troçki, Mao,
Che Guevera’ya sahiplenin. Stalin’i karşıya alın, SB deneyimine saldırın!” yolunda öğütler veriyor.
Batının azılı komünizm düşmanı politikacıları, “artık CIA’ya bir ihtiyaç kalmadı, niçin bu alana yatırım yapalım, Gorbaçov bu işi karşılıksız
yapıyor!” demekten kendilerini alamıyorlar... Bu mealde laflar ediveriyorlar.
“Glasnost-Perestroyka” söylemleriyle dünyanın bütün komünistlerini şaşırtan Bay Gorbaçov’un tarz-ı siyaseti, önceleri yanılsamalı görüş
ve yorumlara sebep olmuştu. Yeterince bilgiye sahip olamayan komünistler (hepimiz) âdeta şaşkına dönmüştük. SSCB’ye olan saygı, em43
peryalizmin karşısındaki sisteme olan bağlılık ve güven, zaman zaman
“la hevlâ” çekmemize rağmen, sosyalist kuruculuğa karşı çıkmama geleneğimiz vb. etkenler komünistlerin zamanında tavır alamayışının başlıca sebebiydi.
Bay Gorbaçov ve onun meşrebinden kimilerinin emperyalizmle
olan ‘göbek bağı’ veya ‘angajmanı’ herhalde sonradan değil, daha ana
rahmindeyken başlamıştı. SSCB, sistemdeki çürümenin aşılması için,
kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek dahi bir ‘rota düzeltmesi’ yapamıyordu.
SSCB’nin çözülüp başka bir yapıya dönüşmesi sürecinin getirdiği
geriye sıçrama dönemi, komünistleri ikiye böldü.
Birinci kümede yeralanlar “YDD”, “Küreselleşme”, yani “serbest
pazar-piyasa”ya teslim olup sağ bir kavis çizdiler. Sosyal ömrünü tüketen kapitalizme teslim olup, onun bir süre daha ‘vitrin değişimi’ yapmasına katkıda bulunmayı yeğlediler. Dönüş ve dönekliklerini ‘teorize’
ederek, akıllarınca ‘hamamın kubbesinin namusunu kurtarma’ yolunu
seçtiler, uzun bir sessizlik ve suskunluk, bir ‘kuluçka’ dönemi yaşayarak. Böylelerinin Türkiye’deki taklitçileri Gorbaçov’un taktiklerine büyük
bel bağlamıştı. Fakat bu taktiklerin ne işe yarayıp yaramayacağı kuşkuluydu.
İkinci kümede yer alan komünistler ise, SSCB, Çin, Halk Demokrasileri ve öteki sosyalist ya da ulusal kurtuluş mücadelesi veren
“Üçüncü Dünya Ülkeleri”ndeki geriye dönüşün ne demek olduğunu
kavramaya çalıştılar. Sosyal kurtuluş deneyimlerinin evrensel ölçüde
gerçekleşebilmesi ve yetkinleşebilmesinin yol, yöntem ve araçlarını
yeniden üretmenin çabasına girdiler. Marksizm’in yorumu ve pratikte
yeniden üretimine daha özenle ve dört elle sarılmanın önemini kavradılar. SSCB’nin başaramadığının çok daha yetkinini ve donanımlısını hayata geçirmenin sevdasına tutuldular. Emperyalizmin ikiyüzlü, yanılsamalı illüzyon ve görüntülerine aldırmadılar. Çileli, çetin ve binbir zorluklarla dolu uzun yürüyüşlerinin gereklerini yerine getirmeye koyuldular.
İkinci kümede tanımlanan komünistlerin yaptığı saptamaların doğruluğuna bizler de inanıyor ve bu yoldaki ödevlerimizi, her şeye rağmen, yerine getirmeye özen gösteriyoruz. Devrimci ve Marksist Kadroların başka bir seçeneği yoktur, eğer ilkeli, dürüst ve samimi komünist
iseler...
Komünistler elbette ilkeli, dürüst ve samimi kimliklerden oluşur. İlkesiz, yanardöner, ikiyüzlü, sahtekâr, ahlâksız, entrikacı, lumpen,
entellumpen komünist olur mu? Olmaması lâzım. Fakat ne hazin cenahımızda mütalaa edilen ve hâlâ kendilerini komünist sanan pek çok
maskeli asalak, burjuvazinin açtığı kanallarda ve birinci kümede anılan,
44
bizim “naylon komünistler” olarak tanımlamamızla ifade ettiklerimiz hâlâ ortalıkta dolaşabilmektedirler.
Bay Gorbaçov, Hacivat-Karagöz oyunundaki özdeyişdeki gibi:
“Yıktık perdeyi eyledik viran, gidip sahibine haber vereyim hemen!” dedikten sonra, saati 50 bin dolar karşılığı reklâmlara tv. röportajlarına
başladı. Ardından görüşlerini daha da sistemleştirmek ve ‘hizmet’lerini
geliştirmek için bir “vakıf” kurdu. Anlaşılıyor ki, emperyalizmin bir süre
daha ayakta durabilmesi için onun cephaneliğine eski SB’den yapılan
katkı yetmemiştir; daha pek çok katkı yapmak gerekiyor!
Gorbaçov, kimliği, kişiliği ve birikimiyle insanın ve insanlığın sosyal
ve enternasyonal kurtuluş mücadelesine hangi bilimsel katkıyı yapmıştır? Yapabilmiş midir?
Ciddî, güvenilir ve donanımlı komünistlerin bu sorulara vereceği
cevaplar son derece bilimsel, açık ve nettir. Bay Gorbaçov’un dönemi
ve ‘görevi’ sona ermiştir. Komünistler bu ‘kirli’ sayfayı kapatmış, yeni
bir sayfa açmıştır; sınıflar mücadelesi tarih ve geleneklerimiz arasında
“gelenekten-geleceğe” uzanan köprüde, geçmişte yapılan yanlışları bir
daha yapmamanın yoluna koyulmuştur, bilinç, inanç ve kararlılıklarıyla.
Bir zamanlar ‘Sovyet dalkavukluğu’ derekesinde, SSCB’nin dış politikasının kötü bir ‘aleti’ olan ve “TKP” taklidi yapan Harici Büro elemanları, sudan çıkmış balık misali, büyük bir şaşkınlık ve pişkinlikle
yeni ‘koruyucu’lar bulmuştur. Gorbaçov taklidi şemsiyeler artık onları
koruyamamaktadır. SSCB dış politikasının ardına yatıp “TKP” taklidi
yapmak, ‘siyasî mülteci’liğin verdiği avantajlarla(!) tarz-ı siyaset artık
mümkün değildir.
Peki bu adamlar şimdi ne yapacak? En doğrusu Gorbaçov’u taklit
etmektir.
“O ‘vakıf’ mı kurdu, biz de ‘vakıf’ kuralım. Yenilgiye doymayan kumarbaz kafasıyla bu sefer ‘TKP’ iddiamızı, kamufle ederek vakıflarda
deneriz! Vakt-ı keraat gelince solucan misali başımızı kaldırır, kaldığımız yerden ‘TKP’ taklit ve uvertürlerine yeniden başlarız! Geçmişte
‘TKP’ adına devirdiğimiz çamlar mı, işçi sınıfını, emekçileri, yoksul köylülüğü, gençliği, aydınları bölüp parçalayan oportünist siyasetimiz mi,
PARTİ meselesini, SSCB’nin saygınlığını sömürerek sulandırmamız mı
sorgulanacak? Disk, ikade, igede, Baro, T. Yazarlar Sendikası, Barış
Derneği, Tös, Töb-Der, kitle örgütleri, meslekî örgütler vb. kuruluşlarda,
basın-yayın faaliyetlerinde, ‘Bizim Radyo’ serüveninde, tekape patentli
bütün girişimlerde, burjuva partileriyle yapılan sahte ittifaklarda,
udecelerde, sahte tekape Moskova ve Konya konferanslarında, tekape
tevkifatlarında, cezaevlerinde, mahkemelerde sergilenen profillerde,
tebekape ataklarında, Tarihi TKP’nin ideolojik-siyasal-örgütsel konumu
ve saygınlığının sömürülmesinde, komünistlerin birbirinin dilinden anlamaz bir duruma getirilmesi ve varolan örgütlerin emperyalizmin dişine
45
göre binbir parçaya bölünüp parçalanmasında, işçi sınıfını politika dışı
tutan, emekçileri politikasızlaştıran niyetlere yapılan katkılarda üstlendiğimiz rol ve sorumluluklarımızın hesabının sorulması mı?” “Geç beyim geç! Türkiye köpeksiz bir köydür. Ne yaparsan yap serbesttir!
‘TKP’ adına devirilen çamlar unutulur gider. ‘TKP’ aşkına en büyük
çam devirenler ise, 50 yıl sonra romanlara konu olur. Bu da mı tasa?
Toplumsal hafıza mı? dediniz? O da ne ki? Türkiye’de toplumsal hafızanın ömrü bilemedin iki, üç gündür, unutulur gider! Geriye ne kalıyor?
Geriye; Gorbaçov mukallitlerinin bir türlü hesaba ve “kervana” katamadıkları Sorun Yayınları Kolektifi’nin (çalışanlarının) bu konulara değinen
sürekli, ısrarlı, inatçı, iflah olmaz ve oportünizmi açığa vuran siyasî yayın çizgisi kalıyor! Bu Kurum’u artık kimse ihbar da edemiyor, çok yönlü ‘sinsi kuşatma’ politikaları da birşeye yaramıyor. Burjuvazinin bu Kurum’u işlevsiz bırakma politikası da artık gerilere tepiyor. Çeşitli komünist parti atak ve uvertürleri de Sorun Yayınları Kolektifi’ni ne teslim
alabiliyor, ne de ikna edebiliyor. İyisi mi, gidip onları da ‘vakıfa dahil
edelim, öneri götürelim. Nasıl olsa “vakıf” müemmen üyeleriyle kendini
güvenceye almıştır. Meşruluk ve yasallığı tartışma konusu değildir.
Burjuvazinin güvencesi de sağlanmıştır. Tip, tebekape, tekape adına
ne kadar tüyleri dökülmüş komünizm taklidi yapan kesimler varsa,
hepsi burada cem olmuştur. Tip’i mi eleştirmek istiyorsun, tekape veya
tebekape’yi mi, sendikaları mı, sorgulamak istiyorsun, bir başkasını mı,
tek tek istediğin kişileri bu “vakıf”ta istediğin ölçülerde eleştirebilirsin.
Fakat “vakıf” siyasetle iştigal etmemektedir. Tarihle uğraşmaktadır. Tarihimizi öğrenmek istiyoruz. Sosyal mücadele tarihimizin bütün belgeleri, tekape vb. örgütlerin arşivleri elimizdedir.”
SSCB dağılırken Kızıl Ordu ile KGB’nin arşivlerinin dolar karşılığında ABD, AB, CIA vb. istihbarat örgütlerine satıldığını ibretle gazetelerden okumuştuk. “Vakıf” kuranlar da kapitalist bir ülkenin kütüphanesine, tekape’nin ellerindeki arşivlerini 20 yıllığına satmış veya kiralamışlardı. Uluslararası kapitalist sistemin elindeki bu malzemelerin Türkiye’de açıklanıp-açıklanmaması üzerine büyük bir tartışma da açmıştı,
bizim naylon komünistlerimiz. Ki, onlar tekape aşkına o kadar fazla adres kaydırması yapmıştı ki, neden tartıştıkları dahi anlaşılmıyordu.
Doğrusu tekape’nin adresi neredeydi? Ödepe’de mi, sip’te mi, emep’te
mi, kimi “sol” gazete ve dergilerde yapılan çağrışımlarda mı, burjuva
basınında boy gösteren hamaset dolu yazı dizilerinde mi, hesapsız
tekape kurma çağrılarında mı, kimi kapalı toplantılar yaparak tarihimize
sahiplenmek, örgütler anarşisine dönen tekape mukallitlerinin özlem ve
iddialarını kursaklarında bırakmak isteyen çevrelerde mi?
Şimdilik “vakıf” diye söze başlayanlar o kadar iddialı ki, aralarına
katılan bütün eski komünistlerle, âdeta bir tarikat mensubu gibi hasret
gideriyor, toplantı ve paneller düzenliyorlar. Bu etkinliklerinde kazara
bir münafık ses çıkarsa onu da, prof. tarihçi görevli arkadaşlarının ma46
rifetiyle “terbiyesizlik yapma, otur yerine!” diyerek azarlayabilmektedirler. Kendilerini o kadar güvenceye almış olmalılar ki, artık bizleri de bu
“kervana” dâhil etmenin zamanının geldiğine karar vererek “ikna” turlarına başlamış oluyorlar. Gerekçeleri de şöyle: “Siz her kitabınızda şu
an yaptığınız işin -görevin- Bilim Kurulu, Enstitü, Akademi’ler tarafından yapılmasının daha doğru olduğunu söylemiyor musunuz? İşte ‘Vakıf’ kuruldu. Sizin de yeriniz artık burasıdır. Gelin sizler de katılın. ‘Vakıf’ sizin 25 yıllık hülyanızı gerçekleştirdi, burası da bir Bilim Kurulu,
Enstitü ve Akademi demektir!”
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, Kolektifimiz şekilsiz, herhangi
bir enstitü, bilim kurulu, akademi dememiştir; İSP’nin güvencesi ve disipliniyle oluşturulmuş Enstitü, Akademi vb. kurumların önemini ve
oluşturulmasını bilince çıkarmak istemiştir. Bunun kavgasını vermiştir.
Tarihî TKP geleneğimizi çarpıtıp sulandıran ve de sömürenlerin
Gorbaçov vari dönek, naylon komünistlerin tepeden, paşa gönüllerince
kurulmuş ve bu doğrultuda tahkim edilmiş bir “vakıf” kurumlaşmasına
kimileri gibi timsah gözyaşlarıyla nasıl katılır ve böylelerine nasıl kan
veririz? Leninizme dil uzatan, bir zamanlar sıktığı eli şimdi ısırmaya
kalkan, sahte sosyalist demokrasi numaralarıyla burjuva basın-yayın
ve tv.’lerinde arz-ı endam edenlerin kervanına nasıl katılırız?
Anlaşılan o ki, bu baylarımız hayatlarında ne kendilerine, ne hitap
ettiği kimselere ve ne de topluma karşı ilkeli, dürüst ve samimi olmuşlardır. İlkeli ve tutarlı olmak ise bilcümle naylon komünistlerin harcı değildir, olamaz.
Kolektifimiz çalışanları ne geçmişte ne de günümüzde, işçi sınıfı
ve emekçi halklarımızın davasını sulandırıp çarpıtan, komünistleri
binbir atak ve entrikacı yöntemlerle bölüp birbirine düşüren bir girişimin
içinde olmuştur. Kolektifimiz, PARTİ yerine ikâme edilmeye çalışılan
kamufle edilmiş kuruluşlar yerine, öteden beri angaje olduğu “Komünistlerin Birliği” sorunsalını gündeme getirmiştir. Bu duruşunun gereklerini yerine getirme çabasındayken, ne sağ teslimiyetçi, ne de “sol” teslimiyetçi oportünizme yeşil ışık yakmış ya da açık kapı bırakmıştır. Hele devrimci tarih ve geleneklerimizi sömüren kesimlere, Marksizmi çarpıtmada burjuvazinin yanında yer alanlara, reformizm veya sosyalreformizme kayanlara, şoven veya sosyalşovenizme terfi edenlerle
herhangi bir ilişkimiz olmadığı gibi, bu akımlara karşı olduğumuz gerçeğini yeterince gösterdiğimizi sanıyoruz.
Türkiye’de Marksizm ve PARTİ adına yapılmak istenen çarpıtmaları açığa vurup etkili olmanın yolu, ‘Bağımsız Sınıf Tavrı’nı sergileyip
gözetenlerin yukarıda anılan iki tür kümelenme arasındaki farkı kalın
çizgilerle bilince çıkarıp ayrışmalarından geçiyor. “Komünistlerin Birliği”ni gerçekleştirmek isteyenler yığınağı bu cenaha yapmak durumundadır. Şekilsiz, amorf örgüt ve kurumlarda nefes tüketip zaman kaybe47
denleri, bu cenaha çekmek gerekiyor. Sağ teslimiyetçi oportünizm, bir
yandan burjuvazinin yedeğinde kendi konumunu tahkim etmek isterken, öte yandan Devrimci ve Marksist Kadroların, bu türden niyetlerinin
önünde en büyük engel olduğunu biliyorlar. İlkesiz ilişki ve duruşlarıyla,
içtensiz önerileri de zaten bunu gösteriyor.
***
10 Eylül 1920’de Tarihî TKP’nin oluşturulmasını sağlayan kadroların 28 Ocak 1921’de katledilmesinden daha sonra ve büyük ölçüde Dr.
Şefik Hüsnü Değmer ve arkadaşlarının yönetime gelmelerinden başlayarak TKP, resmî tarih anlayışı ve resmî ideolojilerin (“kemalizmin”) yörüngesine girmiştir. TKP’nin bu kanadının bıraktığı kötü mirasın izleri
günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
10 Eylül 1920’nin devrimci geleneği, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının TKP’si, Dr. Şefik Hüsnü Değmer ve arkadaşlarının TKP’si, resmî
tekapeler geleneği, devletle bütünleşme numaraları, muvazaa partileşmeleri ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken konulardır. Hele hele bu
sürecin uzantısı olduğunu iddia eden Laz İsmailgillerin tekape’si,
tebekape’si, bu sürecin dürüstçe değerlendirilebilmesi mücadelesinin
üstüne tüy dikivermiştir!
Naylon komünistler tekape ve tebekape serüvenlerinden sonra
“ydd”ye uygun bir yaşamı seçmişlerdir. “Vakıf”ları da bu seçimlerinin bir
ifadesidir. Devletle bir çelişkisi olmayanların sistemle bütünleşme atraksiyonları son derece doğaldır.
Yaşamları boyunca, sistemin kaba güce ve zor’a başvurduğu tüm
koşullarda, “özeleştiri” yapıp “kemalizme” sığınarak savunma pozisyonlarına giren bilcümle naylon komünistler, elbette tarihsel haklılığın gururuyla dik durup karşı taaruza geçemezdiler. Böylelerinin günümüzdeki “son durağı” Leninizmin reddiyesidir.
Çok sıkça tekrarladığımız bir cümleyle naylon komünistleri cevaplayalım: Birgün gelecek, işçi sınıfı, kendi adına ve sosyalizm adına ahkâm kesen bilcümle avantüryenin tabelasını indirecek, hem kendini,
hem de sizleri kurtaracaktır!
Son sözü devrimci işçi sınıfı söyleyecektir.
Bilimsel sosyalizmin teori-pratiğine sataşıp reddedenlere tarihsel
ve sınıfsal cevabı modern proletarya verecektir. Bizler de bu kavganın
içinde olacağız!..
20 Haziran 2000
48
*
SORUN Polemik’in Notu:
“‘TKP’ Ataklarından Sonra ‘Vakıf’ Atağında Yapılmak İstenen Bir
Tarz-ı Siyaset” Başlıklı yazı Sorun Yayınları Kolektifi’nce Ocak 2001 yılında, Kolektifimiz adına Sırrı Öztürk imzasıyla yayınlandı. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sırrı Öztürk, Devrimci Siyasî Terbiye-Diplomasi-Ahlâk,
Sorun Yayınları, 2001, s.72-79)
Harici Büro “TKP” kadrolarından Bay Yaşar Nabi Yağcı (namı diğer Haydar Kutlu)’nın temsil ettiği ve anılan partinin hiziplerinden biri
TÜSTAV (Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı)’da kümelenmişti.
Dokuz adet hizbe ayrışmış bir siyasî hareketin ne bilimsel bir tahlili ne
de özeleştirisi yapılmıştı. Hayat ve mücadele Bilimsel SosyalizmKomünizmin temel referans ve ilkelerinden ve de 10 Eylül 1920’lerin tarihsel devrimci geleneklerinden yararlanmayanların örgütlenme ataklarının hayat ve mücadelede likide edilişinin ilginç örneğini sergilemiştir.
PARTİ ve Partileşme Sorunu konularında ilke, kural, yöntemleri kaldırıp atan, kendi içinde sosyalist demokrasiyi uygulamayan, MarksizmLeninizm ve Proletarya Enternasyonalizmi’nden yararlanmayan; normları işletmeyen bir örgütlenmenin, özgün adıyla “1973 Atılımı”nın dram
ve trajedisi Devrimci ve Marksist Kadrolar arasında çeşitli ve çok yönlü
tartışmaları getirmiştir. Bu türden bir örgütlenmede son derece iyi niyetli, bilinçli, militan, özverili ve çalışkan kadrolar bu sürece eleştiri yöneltmiştir. Yapılan eleştiriler; 10 Eylül 1920’lerin devrimci geleneklerini,
partileşmedeki yöntemlerini bir türlü kavrayamayan küçükburjuva
kariyerizmini ve ihanetlerini bir türlü açığa vurmaya yetmedi. Bu sürecin hesabı sorumlularından sorulamadı. Yaşanan likidasyon ve çıkarılan derslerle sonuçlar sorumlulukla ve de olması gereken yerde tartışılamadı.
Komünizm adına tarihimizdeki yaşanan yanlışlardan kopuş deneyimleri de (THKO, THKP-C, TKP (ML) vb.) başarısızlıklarla sonuçlanmıştır. Süreklilik içinde kopuş ancak tutarlı bir hazırlık çalışması ile I.
TTKK’den II. TTKK ( II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi)’ye taşınacak kadroların “Komünistlerin Birliği”ni gerçekleştirmesiyle ancak
aşılabilecektir.
“TKP”nin günümüzdeki hizipleri, hayat ve mücadelenin açığa vurduğu “dar grup”laşmaların kanalına girdi. Görenekleri liberal, tasfiyeci,
reformist, yeni-sol, postmodern sol, “ulusal” sol örgütlere parsellendi.
Bazı Devrimci ve Marksist Kadroları ise, “dar grup” çağının aşılıp, hareketin merkezi otoriteye kavuşturulması için geleneklerini koruyup
sürdürdü. Tarihî TKP’nin devrimci geleneğinden geleceğe uzanan yürüyüşünde örgüt ile PARTİ’nin, sınıf ile iktidarın ve DEVRİM’in ne demek olduğu bilinçlerde yeniden şekillenmeye başladı.
“TKP”nin likidasyonu sürecinde ve öncesinde sosyal meşruiyeti ve
devrimci yasallığı olan bir partileşmenin yolunu döşemeye aday kadroS.P. F/4 49
lar da bu süreçlerde boş durmadı. Anılan-anılmayan etkinlikleriyle, basın-yayın araçlarıyla Partileşme Sorunu’nun bir daha bu düzeyde sömürülmemesi için nelerin yapılabilirliğini bilince taşıdı. Uyarı, öneri ve
eleştirilerden geri durmadı (Telif Kitap ve Dergi’lerimizde ayrıntılı bilgi
ve belge vardır). Yerli iç deneyim birikim zenginliğimizi 10 Eylül 1920
geleneğimizle yeniden buluşturmayı amaçlayan etkinliklerimiz hem sistemi hem de küçükburjuva kariyerizminin “parti kurma ataklarını” düşündürüp harekete geçirdi. Doğallıkla trenin makası likidatörlere açıldı.
Devrimciler, Marksistler çifte kilit altında tutuldu...
SİP örgütü, Harici Büro “TKP”sinin likidasyonunu “yerinde” değerlendirerek, “siyasî mülteci” kimlikleriyle ve de “1973 Atılımı” yöntemleriyle kendi gruplarını hemencecik, kendiliğinden ve de keyfî yöntemlerle TKP ilân ediverenlerin serencamını gördükten sonra, onlar da hemencecik örgütlerini “KP” olarak, ardından “TKP” olarak ilân etmekte
bir sakınca görmedi! Devrimci tarihimizi, geleneklerimizi binbir
idealizasyon ve mistifikasyon yöntemleriyle sömürmek artık “umur-u
adliyeden” işlere dönüşmüştü!..
Oysa Tarihî TKP geleneği I.Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi
(I.TTKK)’ni örgütleyerek partileşmişti. I. TTKK hiçbir komünisti dışarıda
bırakmamak üzere çeşitli hazırlık çalışması, istişari toplantı, konferans,
kurultay, vb. temas ve etkinliklerden sonra KONGRE’de oluşturulmuştu, İnşa edilmişti. Kurulmuştu. Tarihî TKP’nin sosyal meşruiyeti ile devrimci yasallığı uyguladığı yöntem sayesinde asla tartışılmamıştır. Programı, tüzüğü, strateji-taktikleri, kadroları yasal ve meşru idi. Dönemin
en ileri ilkelerini kolektif olarak üretmişlerdi.
SİP örgütü devrimci geleneklerimizin isim, sıfat ve geleneklerini
çalma işinde ya da “alan kapatma”da Troçkizmden-entrizm yöntemlerinden oldukça fazla yararlanmıştı. Aynı zamanda İ. Bilen’in parti kurma “atak”larından ve de o dönemin kadrolarının kariyerizm duygularını
kullanma geleneğinden ve kariyerist kimlikleri içine alma yöntemlerinden de yararlanmıştı. Sosyalizm-komünizm aşkına sosyal-pratikte ne
kadar nal eskiten kişi ve grup varsa bunların tamamı SİP’in “TKP”sine
inkılâp edişinde rol ve sorumluluk ta almıştı!
Sözü fazla uzatmadan konuya gelelim.
SİP tekapesi şimdi de TÜSTAV’ı bilinen yöntemleriyle ele geçirdiğini duyurmuştur. Nasıl mı? Artık orasını karıştırmayın; 100 kişilik bir
‘hazır kıtayı’ TÜSTAV’a hile-i şerriye yöntemiyle üye kaydedersin, kendi meşreplerinden Y. Nabi Yağcı’nın şeriki ve tebekape başkanı Nihat
Sargın’ı ve TÜSTAV’ın içindeki görevlileri yanına alırsın, TÜSTAV üyelerinin haberi dahî olmadan kongre toplar ve “Vakfı” ele geçirirsin. O
kadar basit işte!..
SİP tekapesi Tarihî TKP’mizin yalnızca adını çalıp kullanmıştır.
“Alan kapatma”, isim ve sıfat çalma işinde Kolektifimiz çalışanlarının da
50
içinde olduğu “Sanat Cephesi”nin de ismini çalmıştır. (Bkz. Ahmet
Temizel, “Oportünizmin Yeni Emek Hırsızlığı ‘Atak’ları”, SORUN Polemik, Sayı:20, Mart 2006, s. 120-122. “...Şimdi kalk, 10 Temmuz
2005’de gerekli işlemlerini tamamlayarak kaydını yaptırdığımız
www.sanatcephesi.org internet sitemizin ve bu yoldaki hazırlık çalışmalarımızın önünü kesmeye matuf aynı isimde bir dergi çıkartmayı dene. Gerektiğinde kemalist, gerektiğinde antiemperyalist, işçilere vatanperverlik aşılama meraklısı zevatın pragmatist politika manevralarına
bir halka daha...”)
Aynı zamanda kendilerine yapılan uyarılar karşısında iki meçhûl
adamını Kolektifimize göndererek “TKP’nin emri(!): Neşriyatınızı durdurun!..” tebligatında(!) bulunacak kadar “cürretkâr” olmuştur... (Ayrıntılı
bilgi için bakınız: SORUN Polemik, Sayı:4, Güz 2002, s.146-149,
“Devrimci ve Marksist Sol Kadrolara Açıklama”)
TÜSTAV; belge tekelciliği, belge fetişizmi ile hakikî bir Komünist
Parti’nin yokluğunda ahkâm kesen bir yerdir. Sistemin ve AB’nin kirli
koruyuculuğuna sığınanların karargâhıdır. 10 Eylül 1920 Tarihî
TKP’mizin Devrimci mirasından korkanların, bu tarihi yeniden ayakları
üzerine oturtacak Proletaryanın tarih ve sınıf bilincini köreltip çarpıtmak
isteyen görevlilerin yeridir. Tüm naylon komünistler gibi TÜSTAV’cılar
da elbette hakikî Komünistlerle, Proletarya Devrimcileriyle karşılaşacak, tarih ve sınıf bilinçli kadrolarla mutlaka yüzleşeceklerdir.
TÜSTAV’ın “el değiştirilmesi” bizlere bu süreç ve örgütlenmeler
karşısında asla sessiz kalmadığımızı, en azından “politik açığa vurma”
konusundaki görevimizi anında yerine getirdiğimizi belgelediği için,
Dergi’mizin bu sayısında yeniden yayınlanması uygun görülmüştür.
22 Şubat 2007
51
Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri - 9
-Polemik-
Neleri anımsayıp neleri anımsamayacağımıza kim karar veriyor,
peki ya unutacaklarımıza ya da daha da ötesinde yok sayacaklarımıza? Bu “karar süreci” nasıl bir müdahaleyi içeriyor? Belki de yanıtlanması daha acil bir soruyu “bu sürecin neresinde olduğumuz” oluşturuyor. Durduğumuz, olduğumuz yerin belirlenmesi önemli, çünkü ancak
bu saptamadan sonra ideolojinin kendisini yeniden üretme sürecindeki
işlevimizin daha net bir şekilde çözümlenmesi olanaklı hale gelebiliyor.
Yoksa neleri unuttuğumuzu sorgulamamız olanaksızlaşıyor; “neleri
unuttuk” sorusu, bu türden bir sorgulamanın başlangıcı için yeterli sayılabilir, en azından hâlâ sorgulama yeteneğine sahip olunduğunu gösterir, yitip gitmek üzere olan.
İdeolojinin en önemli dayanaklarından, savunma mekanizmalarından birisidir “kolektif hafıza” denen şey, onu öyle övüp, abartıp fetiş
“nesnesi” haline getirmeyelim. Çünkü resmî ideolojinin kendisini var
etme, yeniden üretme yollarından birisini de nelerin anımsanıp nelerin
anımsanmayacağına ya da nelerin yok sayılacağına dair toplumsal hafızaya yönelik müdahalesi oluşturur. Hafıza konusundaki indirgemeci
(=bireysel?) yaklaşımın yol gösterici olacağını düşünüyorum, çünkü bilimin sağladığı olanaklarla birlikte eldeki veriler herhangi bir şeyin herhangi bir şeyi ile ilgili anımsayışın tümüyle bireysel olduğunu göstermektedir. Anımsanan, anımsandığı haliyle bireye özgüdür, bireyseldir
ve ancak bireyle birlikte var olmaya bağımlıdır. Anımsanan bireye özeldir; formel ve informel bir yığındır, bu yığının içinden çekilip alınandır.
İdeolojinin işlevi ve müdahalenin amacı bu yığın içinde formel alanın
alabildiğine geniş olmasını sağlamaktır. Bu genişlik kolektif hafıza denen olgu ile doğrudan bağımlıdır. Burada onun aygıtları işin içine girer.
Eğitim ile, şartlandırma ile ya da gerektiğinde zor ile bireysel hafızadaki
söz ettiğimiz alanın ideoloji açısından işlevsel olmasına özen gösterilir.
Bu bağlamda işlevsellik nedir? Yanıtımız, “imgeler-simgelerle karşılaşıldığında, egemen ve resmî ideoloji tarafından, eğitim, şartlandırma,
zor vesairelerle dayatılmış bilginin sorgulanmaksızın erk tarafından belirlenmiş haliyle anımsanıp ‘kendisini doğrulatmadaki’ becerisidir” şeklinde olabilir. Böylece ideolojinin bu bağlamdaki dayatmalarına maruz
kalan tüm bireylerde, bu bireylerin oluşturduğu topluluk ve toplumlarda
ortak bir anı birikiminin oluşturulması sağlanır. Bu öyle bir anı birikimidir ki çerçevesi kesin hatlarla çizilmiş, sınırları ve içeriği net bir şekilde
belirlenmiştir. Ne kadar çok bireyin beynine bu yolla ulaşılmış olursa
olsun şaşılacak bir şey: herkesin anımsayışı birbirinin tıpatıp aynısıdır.
52
Anımsayışlardaki bireysel farklılıkların en aza indirgenmesi, benzeşmesi ya da benzer kılınması ideolojik müdahalenin başarısının göstergesidir. Örneğin otuzlu yılların sonlarında “on dokuz mayısın” ne anlama geldiğini devletin kurucu kadrosu bile unutmuştu, kendilerine anımsatılmasına karar verildi ve bu anımsatmanın biricik kaynağına (Nutuk)
işaret edildi ve böylece “cumhuriyetin” kuruluşundan on dört yıl sonra
kutsal metine gönderme yapılarak yeni bir bayram ilân edildi ve “kolektif hafızanın oluşturulması” yönünde ideal bir örneğe sahip olmamız
sağlandı.
“Konumuza” dönersek resmî ideolojinin kolektif hafıza dayanağı
neredeyse bir tanedir; diğerleri ya yanlıştır ya da bu veya vesaire nedenlerle unutulmaya mahkûmdur; ya da belki de en önemli olanı, zaten
yoktur. Resmî ideolojinin gücü bu “yok sayma” konusundaki ikna ediciliği ya da becerisi ile de doğru orantılıdır diyebiliriz. Bu güç yeni okumayı olanaksız kılarken yeniden okumayı dayatır, en iyimser yaklaşımla dayatılan eski okumaların yeni müsveddeleridir. Ve resmî tarih temel
metne göre yeniden okumalardan oluşur, hiç kuşkusuz kopya her zaman için aslından kötüdür ve çoğu zaman bu “kötülük” durumu metinlerdeki çelişkilerin derinliği ile kendisini gösterir. Yeni okumalar önceleri
zor yoluyla önlenirken, zaman içinde, yeni okumalara ancak yeniden
üretilen bilginin yargısı ışığında olanak sağlanacaktır. Bugün “İstiklâl
Harbi” ile ilgili olarak resmî tarihin temel kitabı Nutuk’tur ve harbin tarihi
bu metinde gösterildiği biçimde üretilmiş ve bu üretim doğası gereği
tartışma dışında bırakılmıştır. Kaldı ki bu bağlamda yapılan tartışmaların “kolektif hafıza” olgusunu değiştirecek gücü kalmamıştır. Zaman olgusu paradoksal olarak “resmî tarihin kendisini yeniden üretmesi işine”
yaramıştır. Resmî tarih üzerine yapılan sorgulamaların çoğu resmî ideolojinin kalkanlarından biri saydığımız kolektif hafıza engeline takılmaktadır. Zaman totaliter üretimin koruyucusu olmuştur. Bu bağlamda
resmî ideoloji/tarih eksenli yapılan tartışmalar-polemikler ancak demokratik bir hak durumuna indirgenmektedir ve söylenenler dile getirdiğimiz türden dayatmalarla arındırılmış beyinler için bir şey ifade etmemektedir: “ha öylemi...” “doğrusu bu değil miydi...” vs... Resmî ideolojinin temel politik yaklaşımının indirgemeci pragmatizm olduğu anımsanırsa reel-politik denen şeyin kolektif hafızayı sağlam tutan bir unsur
olduğu da görülecektir; “bireysel hafızamıza” güvenmek istiyorum!
“İstiklâl Harbimize” dönelim; 1914/1919-1923/1925 süreci için hangi anlatım toplumun hafızasına kazınmayacak şekilde yazılmıştır? Tabi
ki iktidarı ele geçirenlerin, iktidar mücadelesini kazananların böyle bir
hakkı olabileceği iddia edilebilir! İddia edenlerin hakka sahip olanlar olduğu da unutulmamalı! Ya kaybedenler neler anlatıyor; savaşı kazanmış ancak iktidar mücadelesini kaybetmiş olanlar ne anlatıyor, bırakın
ne anlattıklarını bu pozisyonda olanların isimlerini anımsıyor muyuz?
Bu soruya yanıt ararken atlanmaması gereken iki soru daha var ki en
53
az ilki kadar önemli: “anımsadıklarımız resmî ideolojinin/resmî tarihin
müdahalesinden ne kadar bağımsızlaşabiliyor?” bu bir, ikincisi “iktidar
mücadelesini kaybetmiş olanların ‘geride kalan zamanlarında’ bu müdahaleden ne kadar bağımsızlaşabildikleri.” Okuyucu bu soru dizisini
dilediğince uzatabilir tek bir sorumluluğunu yerine getirmek kaydıyla:
sorgulamak!.. Hiç kuşku yok ki bu sorular dizisinde yer alacak sorulardan biride başta sorduğumuz soru olmalı: biz neredeyiz? Günlük yaşamın her anında bu soruyu kendimize sorarken bulursak kendimizi,
şaşırmayalım. Şaşırmamız gereken şey bu sorgulamanın nedeni olmalı. Yaz aylarında “billboard’ları” süsleyen bir afişte “Lozan onurumuzdur, sahip çıkalım” diye yazıyordu. Lozan denince kolektif hafızanın
hangi resmî gördüğünü kısaca “anımsayalım”; hem bir imge hem de bir
simge olarak Lozan’ın çağrıştırdığı: tam bağımsızlık, antiemperyalizm,
devletçe tanınma vs. argümanlar ve retoriklerdir. Lozan’ın çağrıştırdıkları arasında “emperyalist dünya düzenine biatla” ilgili konular “dayatılmış-ezberletilmiş kolektif hafızanın” içinde kendisine yer bulamaz ancak bir lütuf edasıyla demokrasilerde tartışma hakkımızın saklı olduğundan söz edilir ki bu hakkın da bir sınırı vardır ve oldukça dardır.
Oysa resmî ideoloji/söylem resmî tarihimizin temel argümanlarından biri oluşturan Lozan’ın sadece adını anarak söylemek istediği her şeyi
söylemekte ve anımsatmak istediği her şeyi -daha önceden iyi bir şekilde yazdığı için ya da her türlü zor unsurunu kullanarak ezberlettiği
için- anımsatmaktadır. İlân tahtasındaki slogana dönersek şimdi bunu
faşist bir parti aracılığıyla yapmaktadır. Bu iş için “ilân tahtası” yerine
“billboard” kullanması ise yalnızca bir ironi olup hiç kuşkusuz tam bağımsızlık söylemi ile çelişmemektedir. Onunki böyle bir bağımsızlıktır.
Kış aylarında aynı yerde karşımıza çıkan bir diğer afiş ise yazının ilk
bölümünün “nedenini” oluşturmaktadır; ancak yakından bakınca zemindeki resmîn ne olduğunu anlayabiliyoruz, doğal olarak “slogan” ön
plana çıkıyor; o da şöyle: “AB yolu Sevr’e çıkar, savunanlar ya gafildir
ya hain” imge ve simge tercihleriyle özel olarak incelenmesi gereken
bu sloganı biz ele aldığımız “hafıza” olgusu bağlamında kısaca irdelemeye çalışacağız. Öncelikle belirtilmesi gereken bir konu var; dil itibariyle tümüyle resmî ideolojinin kutsal metinlerinden fırlayıp günümüze
düşmüş gibi duran bu afişin altında “devletçi” ya da faşist bir partinin
imzası yok; imza bizden gibi gözüküyor. Diğer taraftan naçizane kişisel
görüşümü de ifade etmek istiyorum, sosyalist olduğunu iddia eden partilerin adındaki “HALK” ibaresinden rahatsızlık duyulması gerektiğini
düşünüyorum. Bunu ister paranoyama, isterseniz solun “derin teorileri”
konusundaki bilgisizliğime verin, eleştirileri kabule razıyım ancak tekrarlamakta sakınca görmüyorum: siyasî argüman olarak “halk” unsurunun kullanılmasından rahatsızlığım devam edecek. Önce okuyucuya
bir soru soracağım ve ardından bir sözlüğe danışacağım: resmî tarihin
kutsal metinlerinde en sık tekrarlanan iki sıfat hangisidir? Şimdi sözlü54
ğümüze dönelim ve afişteki sloganı biraz açalım: hain: hıyanetten
(Arapça) geliyor, anlamı, hıyanet eden, vatan haini olarak gösteriliyor.
İkinci sıradaki anlamı (!): zarar vermekten veya üzmekten hoşlanan kötülükçü... Gafil: ihtiyatsız, çevresinde olup bitenleri sezmeyen, gaflette
bulunan anlamında Arapça kökenli... Bu kadarla kalınmamış, afiş hazırlayıcılarımız işi daha sıkı tutmuşlar; aslında bu iki tanımlama/sıfat
kolektif hafızamızın nakşedildiği beyin hücrelerimizin yeterince uyarılmasını sağlıyor artık leb demeden leblebi anlaşılacakken leblebi arzı
endam ediveriyor: Sevr.
Sevr resmî ideolojinin temel metinlerinde Lozan’ın karşıtını oluşturarak ünlenen bir emperyalist sözleşmenin adı. Hiç kuşku yok ki emperyalizmin çıkarlarına hizmet amacıyla birinci paylaşım savaşı sonucunda hazırlanan çok sayıda plandan yalnızca ve yalnızca birisi. Ancak
“her nedense” diğerlerine resmî tarihte pek yer verilmiyor. Ve onun gibi
bir emperyalist program olan Lozan ile karşılaştırmalı değerlendirmelerde Sevr öcüsü dillendiriliyor. Evet Sevr bir emperyalist programdır,
projedir tıpkı Lozan gibi. Sevr sakat doğmuş bu nedenle yaşama şansı
bulamamıştır, kaldı ki en baştan itibaren Sevr programının emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını yeterince koruyamayacağı, emperyalistler
arası çatışmaları körükleyeceği görülmüş daha sonraki tartışma süreçleri dışında da pek gündeme getirildiği görülmemiştir. Nisan 1920’de bir
dizi toplantının ardından Osmanlı yetkililerine dayatılan Sevr devletin fiilen sonu anlamına geliyordu ve Osmanlı delegeleri önce imzalamamış
ardından zor kullanılarak oluşturulan yeni delege kuruluna imzalatılmıştır. Sevr denince kolektif hafızamıza değişmez biçimde gelen ilk görüntü tarih atlaslarındaki paylaşım haritasıdır ki hakkını vermek lâzım,
yeterince ürkütücü bir görüntüdür. Ancak “ne kadar uygulanabilir olduğu” ya da “uygulanabilme potansiyeli” söz ettiğimiz gibi temel sorumuzu oluşturmalıdır. Sevr anlaşmasının Osmanlı delegesine zorla imzalatıldığı günlerde, bu anlaşma ile Adana-Maraş-Antep başta olmak üzere
geniş bir toprak parçasını verdiğimiz Fransızlarla bir anlaşma imzalanarak görüşmelere başlanmış ve bölgede süre giden yerel mücadelenin de itelemesiyle bir süre sonra Fransızlar Sevr ile aldıklarından daha
fazlasını terk ederek çekilmişlerdir, aynı şekilde “turizm cennetimiz”
Akdeniz bölgesini ele geçiren İtalyanlar da neredeyse daha çıkamadan
bölgeyi terk etmiş bulunmaktadır. (Birinci Savaş sonrası zayıflayan ve
sosyalist hareketlere karşı politika geliştirmek zorunda kalan iki emperyalist devlet) Sevr ile Fırat’ın doğusu Ermenilere bırakılmaktadır; burada amacın Sovyetlere karşı bir koz kullanımı olduğu açıktır. Ermenilerle Yunanlılar bu süreçte millîyetçi hezeyanlarının ve bu hezeyanları iyi
kullanan emperyalistlerin oyununa gelmişlerdir (diyebilir miyiz? Yunan
ve Ermeni sosyalist devrimcilerinin bu süreçteki mücadelelerinin ne olduğu hakkında kışkırtıcı bilgiler resmî ve resmî olmayan resmî tarih tarafından büyük bir özenle saklanmaktadır, bu dilleri bilen aydınlarımıza
55
bu türden metinleri gün ışığına çıkarma görevi düşmektedir.). Ancak
Sevr ile ilgili olmak üzere Sevr Anlaşması ile ilgili temel soru ya da sorun bunlar değildir; Sevr ile İngiliz hakimiyetine bırakılan toprakların ne
kadarının, ancak ne kadarının ve niçin geri alınabildiğidir ki, “emperyalizmin öcü masalı” olarak tanımlamakta bir sakınca görmediğim Sevr
anlaşması eksenli bu sorunun yanıtı bir “antiemperyalizm masalı” olan
Lozan eksenli verilmektedir ve bu bağlamda Lozan, Sevr anlaşmasının
devamını oluşturmaktadır. Lozan ile bölge -petrol- hakimiyeti İngiliz
emperyalizmine bırakılmıştır ki Sevr ile İngilizlerin de istediği zaten
bundan ibarettir; daha fazlasında zamanla alacaklarını düşündükleri
için Lozan sürecinde ısrarcı davranmadıklarını biliyoruz. Hiç kuşku yok
ki afişteki sloganla harekete geçen “kolektif hafızamız” bunları sorgulamıyor, afiş hazırlayıcılarının da bu sorgulamadan uzakta durduklarını
düşünüyorum çünkü uyarı özneleri böyle bir özellikte değil. Bu sloganla
bireylerin kolektif hafızasına sığınılarak “derin” ulusalcı kanallara akılmaktan başka bir şey yapılmıyor. Kullanılan dil seçilen imge-simgelerle
bu slogan bireylere Lozan “şahlanışını” anımsatıyor tabii resmî tarihin
tarif ettiği şekliyle; masal. Göndermeleri de unutmayalım: Lozan=antiemperyalizm ya da bağımsızlık vesaire, Sevr=emperyalizm ya
da AB=emperyalizm. İki doğru bir yanlış, ancak bilimsel bir bakışta bir
yanlış iki doğruyu götürüyor!
Soluklanmak için bir ara not: afişteki sloganın gizemli çekiciliğine
takılıp kaldığım için zemindeki resmî inceleme fırsatım olmamıştı. Bu
bir fırsat; dikkatlice incelememi tamamladım: sollamanın serbest olduğu bir yol fotoğrafının üzerine iliştirilmiş bir dizi fotoğraftan oluşuyor.
Fotoğraf dizisi Sevr haritası ile başlıyor, “kurtuluş savaşı” görüntüleri
hemen bu haritanın yanında, bunu 12 Eylül sonrası hükümetlerin emperyalistlerle birlikte çektirdikleri fotoğraflar izliyor ve dizi ülkede büyük
infial uyandıran Amerikalıların Ortadoğu haritası -yenisi!- ile son buluyor. Anlayana...
Bu sloganın/afişin, adından hiç söz etmeden resmî ideolojinin temel argümanlarını/değerlerini olumladığını söyleyebiliriz. Çünkü bir
yerde haklı olarak Sevr’e yüklenen olumsuz vurgu, kendisinden hiç söz
edilmemesine rağmen Lozan hakkındaki söylemi anımsatmaktadır.
Unutulmamalıdır ki Lozan’da, emperyalizmin Ortadoğu için çizdiği çok
sayıdaki haritadan/projeden birisidir ve zamanın koşulları göz önüne
alındığında “reel politik” açısından en uygun olanıdır. Sevr’den söz etmek hiç bir şey yapmadan, sorgulamadan ve sormadan Lozan’ı olumlamak anlamına gelmektedir ki bununda pek doğru bir şey olduğunu
söyleyemeyiz. Lozan mevzuuna daha önce değinildiğini anımsadığım
için tartışmayacağım ancak kolektif hafızamız, bunu “resmî ideoloji
örüntüsü-örnek modeli” olarak da tanımlayabiliriz, yalnızca Lozan’ı
anımsamakla yetinmez, Lozan zihnimizde büyük bir kapının açılmasına aracılık ederek resmî ideolojinin-resmî tarihin birçok söyleminin kar56
şımıza çıkmasına yol açar. Bu onlar ve onlar adına isteyerek ya da istemeyerek tarih yazanlar için (!) istenilir bir şeydir. Girişte yazmıştık
ancak tekrarlamakta sakınca yok, İngiltere Sevr ile almak istediğini büyük oranda Lozan’da almıştır. “Alınan” bölge üzerindeki egemenliğinin
korunması için fazlasıyla yeterlidir; Lozan, İngiltere emperyalizminin
Ortadoğu hakimiyetinin pekiştirildiği bir yerdir, buna Lozan ile onay verilmiştir ve hiç kuşku yok ki bu onayı antiemperyalizm masallarıyla süslemek-gizlemek olanaksızdır. Amerikan emperyalizminin 21. yüzyılda
Ortadoğu haritasını “yeni dünya düzeninin” gereksinimlerine göre yeniden çizme çabası ve bu süreçte yaşanan Musul-Kerkük eksenli tartışmalar -her nedense bu tartışmalarda misak-ı millî vurgusunun dozu
azaltılmış görünüyor!- eski yeni dünya düzeninin kurgulandığı 1920’li
yıllardaki olup bitenlerin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü Lozan “anlaşması” ile Musul’un geleceği -ve bölge petrolleri- bölge halklarına değil sömürgeciliği ve emperyalist saldırganlığı
egemen emperyalist devletler adına hukukileştiren Milletler Cemiyeti’nin inisiyatifine -yani İngiltere’nin- bırakılmış olunmaktadır. Sözde antiemperyalist kadro bu derin müdahalesi ile tümüyle bir sömürge olan
Irak’taki manda rejiminin yirmi beş yıl daha sürmesine ve petrol sahâlârı üzerindeki emperyalist yağmaya izin vermiş ve Sevr ile İngiltere’ye
verilmesi öngörülen Hakkari’yi geri alarak büyük bir başarının (!) altına
imza atmıştır.
Türkiye’nin retoriklerinin arkasına saklanmaktan başka yapacağı
hiçbir şey -ne yazık ki- yoktur. Burada sürekli tersyüz edilmesinde sayısız yarar umulan retorik ise “misak-ı millî” söylemidir. Nerdeyse yüzyıldan bu yana sürdürülmeye çalışılan “çakıl taşı edebiyatının” başlığıdır misak-ı millî ve onun hakkındaki en doğru tanımlardan biriside Mustafa Kemal’e aittir: “Misak-ı Millî şu hat, bu hat diye hiçbir vakitte hudut
çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin
isabet-i hazarıdır. Yoksa haritası mevcut bir hudut yoktur.” Sonuç itibariyle 1925’te ya da 1960’ta veya 1995’te ya da 2006’da hiç kuşku yok ki
“yurtta barış dünyada barış” şiarı ile şekillenen milletin menfaatleri nasıl
bir hudut öngörüyorsa misak-ı millîde bundan ibaret olacaktır. İşte bu
nedenle “heyeti celilenin” 20’li yılların başında milletin menfaatlerini dikkate alarak çizdiği misak-ı millî sınırları içinde Musul, Batum yer alırken
1923 yılında bu menfaatler Musul’un misak-ı millî dışında bırakılmasında bir sakınca görmemiştir. Aynı “menfaatler” 1939’da Antakya’yı
yeni misak-ı millîye dahil etmekte bir sakınca görmemiştir. Misak-ı millî
konusunun değişkenliğini bir pragmatizm olarak değerlendirmekten
başka çaremiz yok! Diğer taraftan burada söz edilmesi, anımsatılması
gereken bir unsur daha var, o da millet adına milletin menfaatlerinin koruyuculuğunu üstlenen ve hiç kuşkusuz bunu hakkıyla yerine getirenlerin olduğu. Böylece milletin kendi menfaatleri konusunda kuşkuya kapılmasının da önüne geçiliyor olmalı, yataklarımızda güvenle uyuyabili57
riz! İşte bu nedenle misak-ı millî konusu Lozan sürecinde Türk delegasyonunun dikkate aldığı bir unsur olmamıştır. Çünkü bu retorik söz
ettiğim niteliği ile ancak içte ve ancak gerektiğinde dillendirilebilir özelliklere sahiptir. İzleyen yıllarda dile getirildiği gibi “Musul, Lozan’da
dünya sulhunu tehdit edecek bir mesele” olmayıp ve dünya sulhu ile
kastedilen de emperyalist kurgunun sürdürülebilirliliğinden başka bir
şey değildir. Türkiye’nin emperyalizme biatının, uluslararası kapitalizme entegrasyonunun koşulu Musul’un, Lozan ve izleyen süreçte emperyalizme, sömürgeciliğe terk edilmesidir ki bu bağlamda “dünya barışı” konusu “millî menfaatlere” galebe çalmış olmaktadır ya da olmamaktadır; (galebe çalmak: yenmek, üstün gelmek... Osmanlıca’dan...)
çünkü dünya barışı millî menfaatleri öncelemektedir ve bu şartlarda bir
Musul’un ne önemi var ki? Benzer şekilde Suriye sömürgeciliği Fransa’ya, adalar Yunanistan’a ve İtalya’ya bırakılmamış mıydı? Ya da Kuveyt ve Mısır üzerindeki “emperyal haklarımızdan” İngiltere lehine vazgeçmemiş miydik? Burada başa dönüp bir kez daha AB’nin niteliğinin
bu bağlamda sorgulanmasının anımsatılması zorunlu oluyor. AB üzerine tartışmaların dönüp dolaşıp geldiği yer ise emperyalizm mi ulusalcılık mı sorunsalı. Ulusalcılık ve onunla ilgili “değerler” tartışılmaya başlandığı andan itibaren kapitalizm ve sınıf tartışmalarının tümüyle unutulduğunu görüyoruz. Ortaya bir “alt metin sosyalistliği” çıkıyor ki bu durumu ancak -ve en iyimser yaklaşımla- “vahim” kelimesiyle özetlemek
mümkün! (Vahim: Arapça vahamet kelimesinden: korkulu, çok tehlikeli)
Korkumuzun ve durumun korkunçluğunun birçok nedeni var, bunların
başında birçok kere tekrarladığımız gibi ulusalcı savrulma geliyor ki bu
durum aynı zamanda hiçbir şey öğrenilmediği anlamına da gelir. Soldaki bu bilgisizliğin temeli sosyalizme ait bilgisizliktir. “Sol ve resmî tarih” ilişkisi bu bilgisizliğin yalnızca küçük bir örneğini oluşturmaktadır ve
başka bir polemik dizisinin başlığını oluşturacaktır. Ve burada benim
kişisel bilgisizliğim “halkçılık” ve “halk” kelimelerine olan saplantılı duruşumu körüklemektedir. Acaba diyorum vahametin nedenlerinden biriside ulusalcılık kadar baskın olmayan ancak nüfuz yeteneği en az
onun kadar etkili olan halkçılık söylemi “siyaset dünyamızı” nereye kadar, ne kadar etkiliyor?
Kemalist halkçılık yaklaşımının özeti Lozan günlerinde alel acele
hazırlanan ve kapitalizme “bizde sizdeniz” mesajını büyük bir çaresizlik
ve ilkellikle vermeye çalışan İzmir İktisat Kongresinin sloganı ile yapılabilir: “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz...” Devamı metinlere
yazılmamış ancak fiiliyatta etkin bir yer bulmuştur: “kaynaşmazsanız
kaynaştırırız.” Sonuçları itibariyle özellikle resmî ideolojinin kimi değerlerine sıcak bakan sol tarafından yeterince analiz edilmediğini düşündüğüm İzmir İktisat Kongresinde belirlenen temel ilke bir burjuva sınıfının yaratılması ve uluslararası sermaye gruplarıyla ilişkinin “geliştirilmesidir.” Buradan bir diğer vahim durumu gözlemleme şansına sahip
58
olabiliriz: ciddî bir fetişizasyona tabi tutulup yüceltilen, onurlandırılan
“devletçilik”. Resmî ideolojinin devletçilik anlayışının temelinin “devletleştirerek sermaye aktarımının sağlanması ve sermayenin oluşum sürecindeki altyapı sorunlarının devlet eliyle çözümlenmesi” olduğunu
anımsatıp yeniden halkçılılığımıza -ve halka- dönelim. Halk, egemenlik
sınırları ve sınırları içinde yaşamaya razı olmuş bütünün adıdır. Heterojendir ve bu durumun neden olacağı karmaşanın sorunları egemen
tarafından ve zor yoluyla çözülür. Kemalist-pragmatist siyaset bu durumu birçoğumuzdan daha iyi anlamıştır. Kemalizm’de sınıfların varlığı
görmezden gelinmekte, görünür olduğu anlarda da sorun zor yoluyla
çözülmektedir. Halkçılık, bu ahval ve şerait altında her türlü çatışmanın
yok edilmesinin adıdır ve uygun bir adlandırmadır. Çünkü bu halk herkesi kapsamakta ve doğası itibariyle sermayeyi korumaktadır. Kurtla
kuzuya aynı bahçede eşit haklar verdiğinizi iddia ettiğiniz andan itibaren kurtlara sınırsız yeme özgürlüğünü de bahşediyorsunuz demektir
ki; bu ideanın/felsefenin postmodernizmi öncelediğini söyleyebiliriz;
teşbihte hata olmazmış! Halkı bütünlüklü bir değer olarak görmenin
sonunda ulaşacağı nokta sınıfı yok saymadır; faşizm ile flört, tıpkı ulusalcılıkta olduğu gibi ve hiç kuşkusuz her ikisinin de sosyalizmle ilgisi
yoktur. Toplumun bir unsuru olarak toplumun içinden bireyi ön plana
çıkararak ona düzen içinde sorumluluklar yükleyen “halkçılık umdesi”
bu özelliğiyle batı faşizmlerinin korporatizmi ile benzeşmektedir. Bir bütün olarak halk, pragmatizmin temel öznesi olarak görülür. Kemalist
halkçılık yaklaşımının süreç içinde kendisini geliştirip resmî ideolojinin
pragmatik siyaset anlayışına uygun olarak resmî ideolojinin “orta karar”
bir argümanı olarak kullanıldığını söyleyebiliriz ve bir parantez açıp kimi “sol” unsurların bu gelişim sürecindeki her hangi bir noktada bu kavrama takılıp kaldıklarını da iddia edebiliriz. Ancak bir gerçeğin kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekir ki bu argüman hiçbir şekilde sınıf kavramını kabul etmez, onun görevlerinden birisi “sınıfın” kavramsal düzeyde mas edilmesi ve sınıfa yönelik zor kullanımının meşruiyetinin
oluşturulmasına aracılık edilmesidir. Tanımlanan, üstelik merkezlerde
bir yerlerde tanımlanan halk kavramının ve bu kavramın çoğul öznesi
halkın, tüm gereksinimlerinin devletlu bir avuç “elit” ve “bilirkişi” tarafından tayin edileceği ilkesi halkçılığın politika uygulamasını özetler. Böyle bir şekilde tanımlanan halkın özgürlüğe, eşitliğe gereksinimi yoktur.
Bizatihi merkez tarafından belirlenen ilkelere göre halkın gereksinimi
“dayanışma ve işbölümü ile ülkesi ve milleti ile devletini, ülkesinin ve
milletinin biricik sahibi devletini gönence erdirmekten” başka bir şey
değildir. Bu halka verilmiş bir görevdir. Halkçılık, bir anlamda halkı
egemenler adına görevlendirmenin adıdır ve halkın bu görevi hakkıyla
yerine getirip getirmediği de altıok’un en okkalılarından biri olan “millîyetçilik” tarafından kontrol edilir. Devlet bu kontrol üssünün adıdır ve
devlet adına bu kontrol görevini üstlenenler ve tüm halk adına devleti
59
sahiplenenler bu bağlamda halkın halk tarafından temsil edilmesinin
gereksizliğini savunurlar ki bu da “cumhuriyetçiliği” tanımlar. Kemalist
cumhuriyetçilik anlayışında halka Kemalist halkçılık dışında yer yoktur,
bu kadarı da zaten fazlasıyla yeterlidir! Halkın tek bir görüşü vardır ya
da olmalıdır, o halde bu tek görüş bütün halkın katılımına gereksinim
duyulmadan halk adına katılacaklarla-atanacaklarla siyasette temsil
edilir, bu kadarı da zaten fazlasıyla yeterlidir! Siyasî meşruluğu belirleyen bu koşullarda çizilmiş sınırlardır ve kimi zamanlarda bunu bile fazla
geniş bulan devletlu büyüklerimiz olsa bile haliyle çok dardır. Devlet tarafından sahiplenen/devleti sahiplenen seçkinler/egemenler ile halk
arasında yukarıdan aşağıya doğru dayatılmış bir ilişki, bu şartlarda tanımlanmış demokrasinin ilkel oyunlarıyla sürekli kendisini meşrulaştırır
ki bu yukarıdakiler açısından her zaman gerekli olmayabilir. Halk bu
politikaya sınıf eksenli bir muhalefet gösterirse ya da gösterebileceği
düşünülürse gerek halkçılığın, gerekse cumhuriyetçiliğin yeni duruma
göre gözden geçirilmesinde bir sakınca görülmez; her şey halk için olduğuna göre bu türden müdahaleler halk tarafından anlayışla karşılanacaktır, zaten beyinleri resmî ideoloji tacizine maruz kaldığı için, çoğunluk tarafından olup bitenlerin sorgulanması dahi imkânsızdır. O,
patronuyla, ağasıyla, mafyasıyla, katiliyle, arsızıyla, hırsızıyla, yolsuzuyla ve orospusuyla imtiyazsız sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle olmanın
(=halk) mutluluğu içinde -ve büyük bir çoğunluğuyla- aç, yoksul ve sefil
yaşamına devam edip gitmektedir; vatan, millet Sakarya...
Halkçılık derken hemen aklımıza düşüveren bir fetişi anımsatarak
sonlayalım: Halkevleri. Kemalist seçilmişlerin/seçkinlerin halka ideolojiyi ve bu arada halkçılığını anlatmaları, daha doğrusu öğretmeleri ve
eğitmeleri için planlanmış Kemalist Ülkü Ocaklarının eski zamanlarda
(Türkiye solu için antik) solun kimi fraksiyonları için nasıl da bir amaca
dönüştüğünü anımsadım. Hazırlanmış bu mekânlarda “devrimci” ideolojilerini “halka” anlatacaklar, onları eğiteceklerdi. İlk gençliğimde, yetmişli yıllarda bu “eğitim-öğretim” programlarına katıldığımı anımsıyorum. Müslümanların ramazan ayında bir gün devyolcuların egemenliğidenetiminde olan Halkevimiz faşistler tarafından küçük bir bomba tacizine uğradı. Halk ise iftar saatinin geldiğini sanıp orucunu bozdu...
19 Şubat 2007
(Devam Edecek)
60
Suha Bulut
Dünya Komünist Hareketi’nde
Uluslararasıcı ve Ulusal Düzlem
-Değerlendirme-
İşçi Sınıfı ve Sosyalist/Komünist Hareket tarihine baktığımızda
“enternasyonalist ideoloji”nin, teorik olarak uluslararasıcı iddialı çıkışına rağmen pratik siyasette kendini hep ulusal/cı düzlemde yaşattığını
görüyoruz.
İlk Enternasyonal olan “Uluslararası İşçi Derneği”nin tüzüğünü
okuyabiliriz. Burada işçi sınıfının kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir
sorun değil de modern toplumun varolduğu bütün ileri ülkeleri kapsayan toplumsal (evrensel-sb) bir sorun olduğu yazılıyor. Akabinde bu ül1
kelerin “Avrupa’nın sanayi ülkeleri” olduğu da ayrıca belirtilmiş.
1889’da Paris’te kurulan II. Enternasyonal de, oportünist dogmatik-revizyonist ideolojisi ve sosyal-şoven siyaseti bir yana, I. Enternasyonal’in aynı Kıtasal Avrupa coğrafyasında görevini sürdürmeyi üstlenmişti.
Evet, ilk iki Enternasyonal Batı/Avrupa ulusal proletarya damgalıydılar. I. Enternasyonal’de birbiriyle çatışan akımlar yani Marksizm,
Proudhonculuk, Lassallecilik, Blanquisme ve -rezervle söyleyeyimBakününcülük ile II. Enternasyonal’deki Ortodoks Kautskyci ve revizyonist Bernsteinci “Marksist” akımlar keza bu minval üzerindeydiler.
Şüphesiz burada, “modern” sanayi devrimine paralel gelişen vahşi
kapitalist birikim süreci ve karşıt sınıfsal kutup proletaryanın oluşumunun ve buradan dayanak alarak Alman felsefesi, İngiliz ekonomipolitiği, Fransız ütopyacılığı birikimini bir üst sentezde yeniden üreten
Bilimsel Sosyalizmi (Marksizmi) doğurtan alan nesnelliği var. Çünkü
dönemin koşullarında “gelecek de kurabilecek” kapasiteli “ezilen dünya” Avrupa sınaî işçi sınıfı olarak kendini gösteriyordu.
Ancak, II. Enternasyonal’in ilk dünya savaşı arifesinde aldığı Basel
Kongresi kararlarını kağıt üzerinde bırakarak, herbir ülke işçilerine birbirini boğazlattıran hain pratiğine tepkisellikle doğarak tüzüğüne “Bütün
Ülkeler Proleterleri”ne Ek ve “ezilen halkları”da birleşme ve mücadeleye çağıran III. Enternasyonal gerçekten ilk uluslararası içerik ve kapsamda bir örgüt olarak doğmuştu.
Çünkü, belirttik. “Marx-Engels Çağı”nda “Bütün ülkelerin işçileri”,
Avrupa “beyaz” işçileriyle özdeşleşmişti. Ancak, “Lenin”ci, III. Enternasyonal’le birliktedir ki, ilk defa olarak “emperyalizmin sömürdüğü” sarı-siyah-kırmızı renkli bütün ezilenler, yani “sömürge/yarı sömürge”
Doğu dünyasının emekçi hakları ve köylüleri ve yoksulları da, Batı
61
dünyasının beyaz ezilenleri yanında uluslararası işçi sınıfı devrimi ze2
minine çağırılıyordu.
Tek Sosyalist Ülke ve Komüntern
Ancak buna rağmen “dünya devrimi” ile “Tek ülkede proleter devrim/işçi-yoksul köylü sovyet cumhuriyeti/sosyalizm kuruculuğu” sarkacında salınım gösteren işbu komünist enternasyonal de tarihi boyunca
hep ulusal/cı çizgisi ile mündemiç oldu.
Nasıl olmasın ki. Komüntern Mart-1919’da Moskova’da kurulmuştu. Yani 1917-Rusya’da gerçekleşen Ekim proleter-sosyalist devrim’in
emperyalist-kapitalist beyaz-ordularınca istilası ve içerdeki burjuvazitopraklı mülkçülerle süren içsavaş hercümerçliğinde. Haliyle, varolan
ilk ve tek sosyalist ülkeyi yaşatmak Komüntern ve bağlı-seksiyon partilerinin canalıcı görevi olarak gündeme oturuyordu.
Bunun tercümesi, Lenin döneminde tek ülkedeki-Birleşik Rusya
ulusal çerçevedeki Sovyetler iktidarı-devrim sürecinin ve devamla Stalin döneminde sosyalizm kuruculuğu vb.nin, diğer ülkeler komünist ve
işçi partilerince, kendi devrimlerini bile ikinci plana atmaları veya ertelemeleri pahasına destek vermelerine endekslenme olmaz mıydı?
Tersinden ifade edersek, Batı/Avrupa proletaryasının beklenen
devrimi gerçekleştiremediği koşullarda Sovyetler Birliği KP iktidarının
“dünya devriminin tüm yükünü de omuzlarında taşıyan Atlas” pozisyonu-algılanması dış-ülkeler KP’lerince biricik sosyalist ülkeyi yaşatmak
kaygısını içselleştirmelerini besliyor ve bu “proleter dayanışma”yı kendi
devrimci görevlerinin önüne almalarına yol açıyordu.
Bu gerekçeye, Komüntern’nin aşırı-merkezi yapılanması da tuz biber ekince üye herbir ulusal-komünist partiler “Sovyet dış politikası”nın
birer öğesi durumuna düşebileceklerdi şüphesiz ki.
Lenin ve Dimitrov’a da referans vererek “İşçi Sınıfının Enternasyonalci Öğretisi-Marksçılık Lenincilik” adlı eserinde görüş belirten Sovyet
KP “ideolog”u M. A. Suslov yoldaş, Komünist Harekette uluslararası
görevin tek tek ülkelerdeki ulusal ayırdedici koşullardan ve hareketin
somut ulusal biçimleri içinden ancak çözülebileceğinin altını çiziyor.
Sonra Dimitrov’dan aktardığı şöyle: “Tek tek ülkelerdeki proletarya sınıf
mücadelesinin ve işçi hareketinin ulusal biçimleri, proletarya enternasyonalizmi ile çelişmez; tersine kesin olarak, bu biçimler içinde proletar3
yanın uluslararası çıkarları başarıyla savunulabilir.”
Enternasyonalizmi, dünya devrim süreci merkezi olarak algılanmaktan da kaynaklansa, tek sosyalist ülke-Sovyetler Birliği çıkarına
endekslememek şartıyla böyle bir yaklaşım ayrı kapitalist ülkelerde
mücadele eden yerli komünistlere, cansız ezberciliği aşmalarını sağlayan bir inisiyatif, özgüven ve yaratıcılık verir, tabii ki.
62
Yazımın başında dikkat çekmiştim. Dünya komünist ve işçi hareketinde uluslararasıcılık, hep ulusal(cı)lıkla içerikli olagelmiştir. Dolayısıyla proletaryanın genel-uluslararası çıkarı ile özel-ulusal çıkarı bir realite olması yanında, bu ikisi arasında bir açı da bulunmaktadır ve galiba bir tarih dönemini kapsayarak da sürecektir.
Bu açısal durumu neden-sonuç ilişkileriyle ve kısaca irdeleyelim.
Burada başlıca iki temel neden var gibidir.
Kanaatimce bunlar, kapitalizmin dünyayı (dolayısıyla dünya proletaryasını da) parçalara ayırdığı eşitsiz gelişim yasası ile tarihsel gelişmenin önümüze bir hülasa (özet) olarak getirdiği birikim ulusalcı ögeyi
hep beslemesidir.
Ulusallık Nesnelliği:
A-) Eşitsiz Gelişim Dinamiği / B-) Tarihin Özeti
Önce eşitsiz (ve bileşik) gelişme yasasının rolünü, kendi içinde bilimsel yetersizlik taşısa da metodolojik olarak yeterli olacağından, ansiklopedik ekonomi-politik bilgi dağarcığımla açıklamaya çalışayım.
“Marx-Engels Çağı” kapitalizmi, temel olarak mal (meta) üretimiihracı idi. “Lenin dönemi” kapitalizmi ise, artık belirleyici olarak sermaye
(kapital) birikimi-ihracıdır. Sermaye artık dünyanın her yöresine girerek,
emeği karmakarışık bileşimlere uğratıp en uygun (kârlı) ortamda sömürüyor. Böylece üretim ilişkilerini uluslararasılaştırıyor. Ama, burada bile
bir parantez açarak müdahale edeyim. İşbu uluslararası arenaya dalarak
bulduğu emek bile kendi “Avrupa anavatan”daki saf hür ücretli emek biçimi yanında çeşitli pre-kapitalist ve kölemsi somut-ulusal emek biçimlerinin de bir terkibidir aynı zamanda. Neyse, devam ediyorum.
Ancak bu uluslararasılaşma sermayenin kâr güdüsü nedeniyle
uyumlu-dengeli olmayıp, ilişkiye girdiği-hükmünü sürdürdüğü her birimalanda eşitsiz gelişiyor. Böylece bir dünya kapitalist sistemi de oluşuyor, ama aralarındaki ilişkiler hiyerarşik dursa da sistem, ulusalkapitalist ülkeler toplamıdır aynı zamanda. Emperyalist gelişmiş-az/orta
gelişmiş kapitalist ülkeler var. İçinde nüve halinde kapitalist “gelişimi”
olan eski sömürge-yarı sömürge ülkeler var. Sıvı-su nasıl saf H2O değilse, somut bulaşıklı çeşitli kapitalizm biçimleri-tipleri vardır.
Tüm bu biçimleri altında kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadeleleri de
farklı biçimler altında, farklı tempolu, özgül ağırlıklı oluyor.
Sömürü, baskı ve eşitsizliğe uluslararası pencereden, yani dünyasal-evrensel bakarak son vermek isteyen komünistleri yerli-ulusal davranış-duruşa zorlayan bir nesnellik işbu “eşitsiz-gelişim”dir.
Peki, eşitsiz gelişme yasası olmasaydı komünistlerin önüne ulusal/cılık problematiği çıkmaz mıydı?
63
Bu soruya “Hayır, çıkmaz” diye cevap vermek doğru olmaz. Çünkü
çeşitli ülkeler devrimci ve sosyalist önder kişiliklere referansla vereceğimiz bir örnek demeti bu konuda “eşitsiz gelişme” alakalı görülmüyor.
Vietnam devrim önderi Ho Şi Minh’i yorumlayan Le Duan, “4000 yıllık
tarihimizin yoğurduğu halkın ruhsal değerlerinin özü”nden, “ulusumu4
zun en iyi niteliklerinden” dem vuruyor . Kore sosyalist devrimi önderliği emperyalist kuşatma karşısındaki “bağımsızlık ve kendi özgücüne
güven”i ülkelerinin tarihi derinliklerindeki Cuce felsefesi ile açıklıyorlar.
Dün de bugün de, Latin Amerika’nın devrimci Marksistleri Castro’dan
Chavez-Morales’e kadar “ulusal birlik ve özgürlük” simgesi
Bolivarcılık’tan da besleniyorlar.
Bizzat, Komüntern’in genel sekreterliğini de yapmış olan Georgi
Dimitrov bile, Faşizm konusundaki sağ ve sığ tahlilleri ayrı, Fransız
ulusal kahraman kadını Jan Dark’ı ve İtalyan ulusal birlik sembolü
“kahraman”ı Garibaldi’yi bu ülkeler faşistlerine bırakmamaları konusunda komünistleri uyarıyor. Washington ve Lincoln’in bağımsızlık savaşı geleneğini Amerikan faşistlerine, Vasil Lavsky ve Stephan Karej
gibi ulusal özgürlükçü sevilen kahramanları da Bulgar faşistlerine teslim etmeme konusunda aynı uyarıyı sürdürüyor. “Faşistler, diyor geçmişte büyük ve kahraman ne varsa onların mirasçısı ve sürdürücüsü
olduklarını gösterebilmek için her ülkenin tarihini didikliyorlar.” Ekliyor:
“Buna boşveren komünistler ulusun tarihinde geçmişinde değerli olan
devrimci geleneklere bağlanmazlarsa kitleleri faşist aldatmacalara tes5
lim ederler.”
(Buna biz, Türkiye (Anadolu-Mezopotamya) ve Doğu-Avrasya
dünyasının komünistleri olarak Mevlana, Yunus, Nesimi, Hacı
Bektaş’tan Nasreddin Hoca’ya, Baba İshak, Şeyh Bedreddin, Börklüce’den Mazdek Babek Karmat’a, Hasan Sabbah’a, Ömer Hayyam Sadi’den İbni Rüşd, İbni Haldun, Farabi’ye, İbni Sina’dan Biruni’ye tarihimizden kaynaklı ve hem ulusal hem de özgürlükçü-toplumcu devasa
kişilikler olarak topraklarımızdan fışkıran zenginliğimizi evrensel Marksizm ile yoğurarak yeniden üretmek görevimizi ekleyebiliriz.)
Demek ki her bir kapitalist ülkenin çok yönlü özgün koşulları, salt
eşitsiz gelişimden değil, ek olarak binlerce yıllık ilksel komünal, antikAsyatik, köleci ve feodal toplumlar evrim ve gelişim dinamiğinin önümüze yığdığı tarihsel birikimden de kaynaklanıyor. O zaman, ulusal
özelliğin tarihin en genel ürünü veya özet sonucu olduğunu söyleyen
6
Troçki haksız sayılamaz. Dolayısıyla gelecek kurmak için bugün kavga veren devrimci ve Marksist sol güçlerin geçmişin halkçı, ilerici, aydınlanmacı, özgür düşünceci ve devrimci geleneklerinden de beslenmeleri gerekiyor. Bu durumda, çıkış doğası gereği dünyasal ve evrensel-uluslararasıcı olan sosyalist bilimsel ideoloji ve kuramı millî-ulusal
biçim ve siyasetlere çevirebiliyor.
64
Komünist Enternasyonal VI. Kongre “Ulusal” Programı
Dünya Komünist Hareketi’nde ulusal biçim bağlamında
programatik dönüm noktası, Komüntern’in 1928’de VI. Kongresi’nde
kabul ettiği program belgesidir denilebilir.
Komünist Enternasyonal’in bu programının Marx-Engels’in Komünist Manifesto’sundan sonra dünya proleter devrim sorunsalına “somut
biçimlerde” bir çözüm getirmek için bir ilk girişim olması bakımından da
7
tarihi değeri belirtiliyor.
Ülkemizde, tek tek ülkelerin özgün ve farklı koşullarını hesaba
katmayan kimi ultra-enternasyonalist yorumcu komünistlerce kâh
“aşamalı devrimci ulusal sapma” kâh da “dünya devrimini tekil bölmele8
re-kompartmanlara ayırma” diye eleştirilmektedir anılan program.
Anılan programa bakılınca “Kapitalist Dünya Sistemi, Gelişimi ve
Zorunlu Çöküşü”, “Dünya Devriminin İlk Evresi”, “... Nihai Hedef: Dünya Komünizmi” gibi altbaşlıklarında bile enternasyonal bakış açısı netlikle görülüyor.
Ancak, “Kapitalizmin emperyalizm döneminde daha da artan eşitsiz gelişimi, birbirinden daha da büyük farklılıklar gösteren kapitalizm
tiplerinin ortaya çıkmasına, olgunluk derecesinde farklılıkların doğmasına ve devrim sürecinin tek tek ülkelerde çok çeşitli, özel koşullara
sahip olmasına yol açmıştır.” saptamasını yapıyor. Doğrudur.
VI. Program’da dünya kapitalist ekonomisi, 1. “gelişkin üretici güçler ve burjuva-demokratik siyasal rejimli çok gelişmiş kapitalist ülkeler,
2. sosyalizmin inşaası için minimum maddî önkoşullara sahip orta derece gelişmiş kapitalist ülkeler, 3. nüve halinde sanayiye sahip ancak
feodal-asyatik kalıntılar da barındıran sömürge ve yarı-sömürge bağımlı (geri kapitalist-sb) ülkeler, 4. ücretli işçinin hemen hemen hiç bulunmadığı, nüfusun çoğunun kabile koşullarında yaşadığı daha da geri
ülkeler şeklinde belirtilerek tasnif edilmiştir.
Program bu maddî şartlara bağlı olarak, proletaryanın iktidarı ele
geçiriş yollarının çeşitliliği ve temposunun değişik olmasından hareketle işbu tek tek kapitalizm tipli ülkelerde devrim ve sosyalizmin
inşaasının da değişik biçimlerde olacağına hükmediyor. Birinciye doğrudan, ikinciye kimi demokratik görevlere bağlı sovyetik-sosyalist devrimler, üçüncüye anti-emperyalist, anti-feodal demokratik “ulusal” damgalı sovyetik devrim tipi ile dördüncüye “proleter diktatörlüğü”, yani
Rusya sovyet-sosyalizmi, yardım ve aracılığıyla “kapitalist aşamayı atlayarak sosyalizme geçiş” tipinde devrim öneriyor.
Aslında, teoriden sapan ilk “ulusal yorum”u Marx-Engels’in “Komünist Parti Manifestosu”nun Rusça çevirisine yazdıkları önsözde de
görebiliriz. Rusya’da toprağın yarısını kaplayan ilkel ortaklaşacı mülkiyet olan Rus köy komününden (obsçina) doğrudan komünist mülkiyetin
S.P. F/5 65
üst biçimine geçişi “Batı’da proleter devrim”ce tamamlanmak şartıyla
9
olası görüyorlar. Üstelik bu görüşleri, yukarıda belirttiğimiz Komüntern
10
VI. Kongre Programı’ndaki 4. devrim tipine kaynak oluşturabilir.
Keza, “Lenincilik”de, çeşitli siyaset pratiklerini-stratejiyi teori katına
çıkartarak Marksizm’e “ulusal katkılar” yapmıştır. Çarlık Rusyası muadili
“zincirin zayıf halkaları”, yani az ve orta gelişmiş kapitalist ülke tipleri için
geçerli devrimci siyaset pratikleri, örnek olsun en başta saf proleter devrim iktidarı yerine işçi-yoksul köylü bağlaşıklığı ile iktidar alınması böyle
bir katkıdır. Sovyet iktidarı almak ve korumak uğruna proleter sosyalist
mülkiyet yanına eklenen bireysel köylü mülkiyeti, aynı zamanda kitlelerdeki kolektif bilince, ideolojik olarak bireycilik “aşısı”dır ki, Rusya Marksizm’i olabilir, ancak ortodoks teoride yeri olmadığı kesindir.
1918-1923 Avrupa’da kıta ölçeğinde beklenen proleter devrim denemeleriyle doludur. Finlandiya, Macaristan, Almanya Bavyera ve Münih’te Sovyet-konseyler kalkışma ve iktidara ramak devrimler. Herşeye
rağmen bunlar da yenilince, Leninci Rusya KP önderliği, Yeni Ekonomik Politika (NEP) ile kamusal devlet mülkiyeti yanında sınaî, tarım ve
ticarette küçük ve orta girişimciye alan/Pazar açmaktadır. Sosyalizm’de
özgül ulusal ricat! “Nepman sosyalizmi”nin dünya komünist hareketindeki etkisi büyük olmuştur. Ve günümüzde de sürmektedir.
Ülkedeki devrimle dünya arenasında yalnız kalan Rusya Sovyet
iktidarı, ilk olarak 1925-Aralık’ında toplanan Rusya KP 14. Konferansı’nda, Dünya (Batı sanayi ülkeler işçilerinin) devrimine lâfzen hâlâ
bağlı kalsa da, pratikte ağırlık artık bütün ülkede ulusal düzlemde bir
sosyalizm kuruculuğunun işaretini vermiştir. Nepman ve Kulakların
(NEP ürünü burjuvazi) 1929’da kentlerdeki işçi ve halkı gıdasız bırakan
sabotajları ve sosyalist devleti de atlayarak uluslararası burjuvazi ile
dünya pazarında direkt bağ kurmak şeklinde darbesi sonucu “panik
karşı-atak”la Stalin önderliği hızla Nepmancı mülkiyet birikimini ve pazarı tepeden kolektivizasyonla ezip geçmiştir!
İşte, 1928 Komüntern VI. Kongresi Programı bu koşullar içinde
hayata doğuyordu.
Ayrıca işbu programın, 1928 sonu-1929’da Komüntern’in “aşırı
solcu” sınıfa karşı sınıf çizgisi izlemeye başladığı sıralarda kabul edildiği de dikkate alınırsa, herbir ülke(ler) komünistlerini köktenci (radikal)
sınıf kavgasına kışkırtan bir dayanak olduğu da ifade edilebilir.
Haluk Yurtsever’in Komüntern Programı’nı Eleştirisi Üzerine
Bugün “Yurtsever Cephe TKP”si, yöneticilerinden olan Haluk Yurtsever “yoldaş”, “Enternasyonalist Devrim Dergisi” editörü iken, 1990’lı
yılların başında, Sorun Yayınları arasında çıkan “Marksist Bakış Açı66
sından-Program Yöntemi” adlı kitapta da çıkan bir yazısında 1928
11
Komüntern Programı’nı eleştirmektedir.
Haluk Yurtsever, programın kapitalizmin emperyalizm çağında daha da artan eşitsiz gelişimi sonucu farklı kapitalizm tiplerini doğurduğu,
proletaryanın iktidarı ele geçiriş biçim ve temposunun değişik olduğu,
sonucunda tek tek ülkelerde değişik sosyalizm inşa biçimlerine yol
açacağı gibi saptamalarına itiraz etmiyor. Ama; “Komünist Enternayonal programı öyle bir sınıflandırma getiriyor ki, üye partilere cetvele
bakıp hangi kategoriye gireceklerine karar vermekten başka yapacak iş
kalmıyor! Program düşünmeyi donduruyor.” diyor.
Yani Haluk Yurtsever de tek tek ülkeler KP’lerinin özgün-ulusal
devrim ve sosyalizm tiplerini onaylamalarına değil, bunları özgüryaratıcılıkla değil de şematik-kopyacı bir tarzda yaşam-siyaset pratiğine dökmelerine neden olacağı kaygısından asıl eleştirisini yapıyor. Bu
kaygısında doğrular gibi yanlışlar da var.
Bir kere program okununca görülüyor ki dünyadaki “72 millet” ülkesi yeke yek sayılıp hangisinin hangi kapitalizm tipine girdiği belirlenmiş değildir. Bundan sonraki yazıda Komüntern denkleminde yerini irdeleyeceğiz. Yeri gelmişken belirtiyorum, Türkiye özgülünde TKP/ Komünistler ülkelerini “orta derecede gelişmiş kapitalizm tipi” içinde değerlendirilebilir ve proletaryaya, emekçi-köylülüğe dayalı bir şuralar
sosyalist düzeni programlaştırabilirlerdi. İlke olarak bir engel yok.
Ama yapmamışlar. 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan BirlikTKF’si programı, Türkiye’yi o zaman “yarı-sömürge” olarak saptamış.
Üstelik anılan kongrede genel sekreter Ethem Nejat yoldaşın özellikle
İstanbul-metropolünde proleter ve yarı-proleter sınıflar birikiminden,
içerde Türk burjuvazisi ve ona dayalı “sermayedarlık (nizamın)” ortaya
12
çıktığını belirten bir konuşma yapmış olmasına rağmen.
Peki, TKF’nin Türkiye’deki düzeni böyle geri bir biçimde yansıtmasının Komüntern referansı var mıydı acaba? Evet, var gibi.
Temmuz-Ağustos 1920’de, yani TKF’nin 1. Birlik Kongresi’nden
birkaç ay önce, Petrograd’da (Leningrad) Komüntern’in 2. Kongresi
yapılmış. Burada Lenin “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Komisyonu” adına bir konuşma yapıyor ve isim vererek Türkiye’yi İran vb. gibi “yarı13
sömürge” ülkeler arasında sayıyor.
Peki, 1920 dönemin komünistleri isterlerse bu şablona, “Lenin yoldaş sen ki ‘kendi’ Narodnik-halkçılarını çürütmek için ‘Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ adlı devasa hacimde bir eser yazdın. Rusya’da dur
artık ve ‘Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi’ni yazmayı da bize bırak”
diyemez miydiler?
Şematizmden yaratıcı düşünceye geçmelerine ilke olarak bir “Leninci Komüntern” engeli görülmüyor.
67
Üstelik de, Komüntern literatürü karıştırıldığında “sol sekterler”,
“aşırı solcular”, “dar-sınıfçılar”, “dar-sosyalistler”, “dogmatikler-ortodoks
marksistler” gibi kimi kanat-komünistlere atfedilen kavramlardan da görüldüğü üzere, dünya komünist hareketinin örgütü içinde yoğun görüş
farklılıkları ve kavga var, örgüt yekpare değil pek.
Öyleyse Türkiye’nin ilk komünistleri de, böylesi yaftalara aldırmayarak ülkeleri özgüllüğünde Marksizm’i “özgürleştirebilirlerdi”. Yapa14
madılarsa en başta kendi sorunlarıydı, diyebiliriz.
Tabii buna itiraz edilerek denilebilir ki, bugün artık Sovyet Sosyalist Sistemi’nin çökmüş olması, yerel-ülke bazında herbir komünist partinin önlerini açtı, özgürleştirdi. Çünkü, o zamanlar “gözbebekleri” gibi
sevdikleri Sovyetler Birliği-Sosyalist ülkeleri “korumaktan” kendi ülkelerinde iktidar olmayı, sosyalizmi kurmayı tali plana atmışlardı. Şimdi
15
böyle bir kendini sorumlu sayma yok.
Ancak bugünün “tozpembe” ortamından bakınca doğru gibi görünen bu görüşün önünde o zaman caydırıcı bir engel var. Unutulmamalı, bizzat Komüntern’in aşırı-merkezci yapısı ve otoriter-tasfiyeci işleyişi. Bu işleyiş bağlı KP’lerin içlerine kadar da işlemişti. Dolayısıyla
1920’ler-1930’larda “Marksist yaratıcılık” tasfiyelerden sürgünlere vb.
negatif bedelleri göze almak olabilirdi. Sıradan bir örnek, “sosyalizmin
tek başına Rusya’da tam anlamıyla inşa edilmesinin mümkün olduğunu
savunma” şeklindeki egemen Komüntern çizgisine, döneminde “ulusalsınırlılık teorisi” diye karşı çıkan “Alman sol komünist muhalefeti”,
16
1926’da DKP’den atılmıştı. Diğer benzer örnekler, bir kataloglaştırma
sorunudur.
Yani toparlayıp ifade edersek, özgün topraklarda Marksizm bereketlenmediyse Komüntern/(ulusal) Komünist Partiler diyalektiği içinde
tartışılması gerekiyor sorunsalın asıl olarak. Bunun için de
“Komüntern’den Komünform”a ciltlerine dalmalıyız, ayriyeten.
Millî Sınırlarda Başlayan Troçkist Sürekli Devrim
Başından beri “Tek ülkedeki”, yani Lenin yeniden-üretimli “Rusya’daki sosyalizm”e karşı durduğu ifade edilen Troçkist “sürekli devrim”
teorisinin varlığı biliniyor.
İsaac Deutscher’i kaynak olarak kullanıyorum:
“Troçki, ihtilâlin ‘sürekliliği’nden iki anlamda söz ediyordu. Ona göre, ihtilâl, olayların ve şartların etkisiyle, derebeyliğe karşı (anti-feodal)
dönemden; yani burjuva karakteri taşıyan dönemden, kapitalizme karşı
(anti-kapitalist) döneme, yani sosyalist karakter taşıyan döneme geçecekti. Bu, ihtilâlin ‘sürekliliği’nin birinci anlamıydı... Ama Rusya, tek başına, bu yolda uzun zaman yürüyemeyecekti. İhtilâl, Rusya’nın millî sınırlarında durup kalmayacaktı. Millî sınırlardan aşarak enternasyonal
68
(milletlerarası) dönemine ulaşacaktı... “sürekliliğin” taşıdığı ikinci anlam işte buydu. Batı Avrupa’da Rusya’nın etkisiyle ihtilâller baş göste17
recekti.
Bu teoride, belirli dönemler için bile olsa, Rusya “millî sınırları”nda
devrim realitesinin kabulünden/itirafından öte bir şey göremiyorum. Teorinin tarihsel açmazı, “milletlerarası”nın nefesinin tükenmiş olabileceği
koca bir çağ döneminde, boşluğa düşerek yanlışlanmasıdır.
Stalinci “Ulusal Sosyalizm” ve Bir Yerli Troçki Savunusu
Mahmut Güneş’in “Unutulan Dünya Devrimi Ve Sonuçları”nda bu
18
bağlamda getirdiği Stalin eleştirilerini karşılayabiliriz.
M. Güneş anılan yazısında “Tek Ülkede Sosyalizm” gibi
Marksizmin tahrifatına yol açan teorinin bir zorlamanın ürünü olarak ortaya çıktığını söylüyor.
Lenin Tek Ülkede Sosyalizm’i düşündü mü? Spekülasyonlar bir
yana bir kere Sovyet (Ekim) Devrim süreci 1917 işçi-yoksul köylü bağlaşıklığı, 1923 sosyalist rejimin kontrolü altında-bir dönem sonra eritileceği tasarlanan-Nepman burjuvaziye alan açma ve 1929 Kulak darbesi
üzerine Büyük Millî Sanayileşme-Tepeden kolektivizasyonla “reel sosyalizm”in başlangıç yapması şeklinde üç tarihi dönemle tanımlanan bir
sosyalist devrim süreci olarak okunmalıdır.
Troçki eğilimli Stalin eleştirmenleri, salt 1929 atılımının ürünü olan
“Tek ülkedeki sosyalizm”i dünya çapındaki sınıf mücadelesinden ve
dünya pazarının egemenliğini kırmaktan kopardığı için Sovyet ulusunun çıkarını öne alan bir millîyetçilik olduğunu söylüyor ve ulusal sosyalizm tanımını yapıyorlar. M. Güneş de böyle eksikli “doğru”yu okuyor.
İkincisi yazar, “Ne Troçki ne de diğer Bolşevik gelenekler sosyalizmin ekonomik örgütlenmesine başlayalım demedi... Söylenen şudur.
Biz kendimiz sosyalizmin ekonomik örgütlenmesine girişebiliriz, girişmeliyiz.” Sonra, ileri ülkelerdeki devrimler olmazsa sosyalizmi özgücümüzle kuramayız yollu itirazı dillendiriyor.
Ekonominin örgütlenmesine başlamak, sosyalizmi kurmaya başlamanın da itirafıdır. Yine de “kurtarıcı Mehdi” bekler gibi Batı proletaryası devrimi beklendi. Gelmeyince, özgüçle ve kahramanca “reel millî
sosyalizm” kuruldu. Bu durumda, reel pratikler “güneşi fethedeceğiz”
teorisine de dönüşecekti kaçınılmaz olarak. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” millî emekdar kütleleri “sürekli ateşlemek” için, en azından.
“Teorinin özgün-devrimci pratikle yeniden-üretiminin önünde bugün bile
engel yok” diyoruz.
Ancak, önemle değinmeliyim. Mahmut Güneş’in Avrupa komünistleri ve Sovyet pratiği denklemi bağlamında şu sözleri önemli bir “yaraya” parmak bastığından düşündürücüdür:
69
“(Rusya gibi nispi geri bir toplumda-sb) bu türlü bir sosyalizm ancak düş kırıklığı yaratabilirdi. Batı Avrupa işçi sınıfı bu düş kırıklığını ne
yazık ki yaşadı. İleri kapitalist ülkelerin komünistleri ‘tek ülkede kurulmuş sosyalizmin’ ekonomik-demokratik yönden geri özelliklerini anlatmak için çok uğraştılar, ama çekici olamadılar.”
Evet, işbu yazımızda da irdelediğimiz ve eleştirdiğimiz gibi, özgür
düşün ve teorik yeniden üreticilik yerine Komüntern-Sovyet politikalarına tam adaptasyonlu herbir ülkeler komünistlerinin dramı!
Sovyet sosyalizmi Çarlık Rusya’sına göre her alanda fersah fersah
ileri. Fakat gelişmiş Batı’ya göre kimi alanlarda-hâlâ geri olabilir. Batı
komünistleri, Tek Ülke Rusya düzenini somut bir sosyalizm deneyi yerine, model olarak idealleştirip kendi ülkelerinin işçilerine böyle anlatırlarsa tabii inandırıcı olamazlar. M. Güneş’in bu tespiti bile, Avrupa işçi
sınıfının da kendi toprağının dinamiği üzerinde ulusal harçlı bir sosyalist devrimi gözeterek Sovyetler Birliği’ne ancak bu yoldan yardımcı
olacağını da kanıtlıyor.
Tek Ülkede Devrim Teori Katında
Kimi Marksist-sosyalist yorumlarda, Stalin’in tek ülkede sosyalizmi
kurma deneyimi, Dünya-Avrupa proleter devrim dalgasının artık kesinkes geri çekildiği koşullarda, bir zorunlu seçenek ve cüretli pratik olarak
onaylanıyor. Ama deniyor, keşke “teori katına” çıkartılmasaydı. (Sanki,
Rusya proleter devrimindeki Leninci “köylü bağlaşıklığı” ve NEP teoriye
içerilmemiş.)
Yalçın Atabay’ın da, bugün Yurtsever Cephe-TKP’si önde gelenlerinden Haluk Yurtsever’in yönetimindeki Devrim-Sosyalist Dergi’sinin 2.
sayısına (1991-Ekim) “Enternasyonal-Olmazsa Olmaz) başlıklı bir ya19
zıyla bu meyanda düşünce ürettiğini görüyoruz.
Y. Atabay, Tek Ülkede Sosyalizm’in 1920 yıllarından başlayarak
günümüze kadar gelen tartışmalı bir sorun olduğunun altını çiziyor.
Devamında beklenen Alman devrimi de gelmeyince devrimci dalganın geri çekildiği koşullarda Troçkist “ulusal çapta başlayan devrimin
uluslararası arenada geliştirme”nin pratik değerinin kalmadığından sorunun (çözümün-sb) tam tersine ulusal çerçevede başlayan Ekim Devrimi’nin kazanımlarını korumak olduğunu vurguluyor.
Bu ifadeleriyle Stalin’i tarihsel-doğru okumuş oluyor. Peki, Y.
Atabay’ın eleştirisi nedir? Tek ülkede sosyalizmin politikasını dünya
devriminin karşısına koyup, teorileştirmeyi eleştiriyor.
Benzer şekilde Haluk Yurtsever de konuşuyor ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra hiçbir “Sovyetçi parti”nin devrimlere önderlik yapamadığını ifadeyle “kanıt” sunuyor.
70
Birinciye “teorik yeniden üretim”e referansla cevap verdik. Ama
SSCB-Kızıl Ordu’nun belirleyici-caydırıcı gücüne dayalı olsa bile, II.
Dünya Savaşı ertesindeki Kıtasal ölçek Doğu Avrupa’daki “demokratikhalkçı” sosyalist devrimlerin öncülerinin yerli “D. Avrupa KP’leri” olduğunu ve asıl mimari tasarlayıcısının da SBKP Stalin önderliği olduğu
bilinince bu durum “millî sınırlar içindeki devrim”i savunan komünistlerin “sürekli devrim”i karşılarına almadıklarının birer kanıtı olmuyor mu?
II. Savaş’ta Nazi Dehşeti Ve “Büyük Rusya” Millî Şahlanışı
Komüntern, 1943 yılında kapatıldı. Kruşçev-Brejnev dönemlerini
de görmüş olan, SBKP’nin “ideolog”u M.A. Suslov, kapatılış gerekçesini “Komünist partilerin daha da güçlenmeleri ve sayılarının artmalarının
yanısıra onların son derece farklı koşullarda çalışmaları nedeniyle,
komünist hareketin tek merkezden yönetilmelerinin giderek zor ve gerçek duruma (daha) az uyarlı hale geldi” diyerek açıklıyor.
için, henüz taze olan sosyalist ideolojinin yetersiz kaldığı açık konjonktürde binlerce yılın millî duygu ve motiflerini devreye sokarak halk kütlelerini böylece mobilize etmek!
Bu noktada, işçi iktidarı ve sosyalist düzen kurtarılıyor ama, özellikle tersinden bir ultra-milliyetçilik’in de sosyalist ideolojiye zerkedildiği
ve onu yaraladığı açık.
(Burada, sanki Arjantinli Marksist Ernest Laclau’nun popülerdemokratik öge olduğu iddiasıyla ‘milliyetçi ideoloji’yi sosyalizme eklemleyen teorisinin pratik öncelliği var.)
“Saf işçi devrimi ve düzeni” gerçekleşeceği ve dünyasal-evrensel
egemenliğini sosyalizmin kuracağı tarihsel döneme kadar sosyalist teori, ideoloji ve siyasetin enternasyonalcilik/ulusalcılık denkleminde artılıeksili gelgitlerde kaçınılmaz bir nesnellik görülüyor.
Parantezi burada kapatarak, “Suslov dönemi”ne geri dönebiliriz.
M. A. Suslov yoldaşın, Komüntern’in faaliyetlerinin kimi hataları da
içerdiğini belirttikten sonra şunları da eklemesi oldukça manidardır:
“Suslov Dönemleri”nde Sovyetlerin
Dünya Devrim Süreci Reçetesi
“Çeşitli (komünist-sb) partilerin faaliyet yürüttüğü ülkelerdeki ulusal
ayrılıkları, Komüntern daima yeterli ölçüde göz önünde bulundurmadı
ve bu yüzden de, zaman zaman koşullara tam anlamıyla uygun düş20
meyen tavsiyelerde bulundu.”
Karl Marx’ın doğumunun 150. yılı münasebetiyle yaptığı 1969
Moskova konuşmasında Mihail Suslov yoldaş, Komüntern’nin kapatıldığı-yerine ikâme edilen “danışma işlevli”, Komünform’un da bittiği ve
dünya komünist partileri arasındaki ilişkilerin yine de Rusya KP yönlendiriciliğinde geliştiği dönemde, “anti-emperyalist, barış-demokrasitoplumsal ilerleme-ulusal kurtuluş mücadelesi döneminde”, “ortacı ve
durağan” uluslararası devrim süreç’li sovyetik çizgiyi şöyle
şemalandırıyor;
“Emperyalizm ve başta Birleşik Amerika emperyalizmi, dünya gericiliğinin ana gücüdür... günümüz devrim hareketi, içinde şu üç ana
dalganın birbirine karıştığı güçlü, evrensel bir devrim süreci biçimini
almıştır:
Sosyalizm ve sınıfsız toplum kuruculuğu için savaşan dünya sosyalist sistemi halklarının devrimci faaliyeti,
Kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketi,
Asya, Afrika, Latin Amerika halklarının ulusal kurtuluş mücadelele22
ri.”
Asıl bu cetvel, düşünmeyi dondurur ve sosyal devrimleri buharlaştırır. Çünkü, bir kere burada, ABD, Avrupa vb.leri içerdiği belli-kapitalist
ülkeler kategorisi var ve bunlar işçi sınıfının anti-tekel/anti-kapitalist
devrimi ile değil, ne olduğu belirsiz bir “sınıf hareketi” ile yetinecekler.
Sonra, sömürgecilik sistemi çökmüş, kapitalist ilişkiler emperyalizmin sömürü mekanizmasını içselleştirmesiyle dünyanın her yanına
girmiş. Yani Asya, Afrika, Latin Amerika gibi kıtalarda değil 1969’da,
Komüntern II. Kongresi’nde konuşan Hindistanlı Roy’un daha 1922’de
Açıkça, bizim bu yazımız boyunca altını çizdiğimiz üzere Komünist
Partilerin ulusal özgün duruşlarına set vurduğundan işlevsiz kalan
“dünya örgütü”nün kapatıldığı itiraf ediliyor.
Komüntern’in dağıtılması kararı ile Kıtasal Sovyet Rusya’sındaki
dönemsel millî hava arasında da bir bağlantı olmalıdır. Çünkü,
1942’den başlayarak Nazi Almanya’sı sürülerinin Rusya’ya saldırı, istila ve işgalleri yanında Rus/Slav halkını da “aşağı ırk” diye taciz ve
aşağılamaları sonucu Bolşevik-Stalinci önderlik, kütleleri Nazi faşizminin dehşetine karşı seferber etmek için millî coşkuyu kışkırtmış ve Rus
millîyetçilik anlayışını gündeme getirmişti. Silahlı kuvvetlerde, yönetimde ve toplumsal yaşamda da örnek olsun, Ekim Devrimi’nin tarihin müzesine reva gördüğü Çarlık dönemi apoletleri Mareşal Stalin! kişiliğinin
gösterdiği gibi geri dönmüş, Hitlercilerin millîyetçi değil de emperyalist
oldukları ısrarla propaganda edilerek, Leninci izleyicilerin ideolojik aşağıladıkları bu kavram (milliyetçilik) pozitif anlam yüklenerek onore edilmişti ve sosyalist-enternasyonal ideolojiye içertilmişti. Öyle uç noktalara taşınmış, Fransız proleter Komüncülerinin “Enternasyonal Marşı” da
gitmiş, “Hür cumhuriyetlerinin birliğini kurdu, Büyük Rusya”! diye başla21
yan bir millî marş kabul edilmişti.
İşte burada, daha önce bir yazımızda tartıştığımız bir açmazını görüyoruz “Tek ülke devrimcileri”nin. Sovyet iktidar ve düzenini kurtarmak
71
72
bile saptadığı gibi gelişmiş, azgelişmiş kapitalist ülkeler (ve ek ataerkilfeodal ülkeler) olmak üzere tür tür kapitalizm ve karşıt kutbu proletarya
23
sınıfsal sahneye çıkmış. Yani Türkiye’de, İran, Hindistan, Suriye, Mısır’da, Venezüela, Arjantin, Brezilya’da da. Ne garabet, Sovyet yoldaşlar yarım yüzyıl sonra bile bu tür kapitalist ülkeleri “sömürge, yarısömürge” kategorisinde dondurarak geri aşamalı bir devrim stratejisini,
kapitalist olmayan yol stratejisini dayatabiliyorlar, bu ülkeler komünist
hareketine.
Suslov yoldaş devam ediyor: “Bağımsız hale gelmiş ülkelerin, kapitalizmi atlayarak sosyalizme geçmeleri için nesnel ön-koşullar da
vardı. Ulusal bağımsızlıklarını sağlamlaştırma ve sosyal gelişim yolu
boyunca ilerleyen ülkeler, dünya sosyalist sisteminin politik, manevî ve
ekonomik desteği (ile) kapitalist olmayan gelişme yoluna geç(ebilirler).”
Doğru değil. Bir kere, Türkiye Kurtuluş Savaşı örneğinde bile görebiliriz ki, ulusal bağımsızlık sonrası “sosyal gelişim yolu”, kapitalist bir
tür gelişim yoludur. Böyle deseydi, alternatif olarak proleter sosyal devrimi çağrıştırarak Türkiye komünistlerini de ileri hedefe kışkırtmış olurdu.
Bu bir yana, “sosyal gelişim yoluna girmiş” ülkelere Sovyetler Birliği yardımıyla “kapitalizmi atlatarak” sosyalizme geçiş! stratejisi öneriliyor ki hem ütopik hem de geri içeriklidir.
Sovyet yoldaşlar belki de, Marx’ın Rus köy komünü olan
Obsçina’yı Batı proleterlerinin devrimi yardımıyla, Rusya’da kapitalist
gelişmenin atlanarak “özgün kır sosyalizmi” stratejisinden kaynak aldıklarını söyleyebilirler. Ama, “Karl Marx çağı”nda Avrupa dışında bir kapitalist dünya saptanmıyordu. “Suslov yoldaşlar çağı”nda ise kapitalizmin
Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı da kapsayan ve sosyalist seçeneği olgunlaştıran dünyasallığı düşünüldüğünde bu tür stratejik öneriler trajikomik kaçabiliyor.
Şüphesiz ki, emperyalizmin hoyratça saldırı ve istismarının şekillendirdiği yeni-kapitalist sömürge rejimler yerine sosyalist sistem “himayeli” ulusal-devletçi bir “kapitalist olmayan gelişme” halklar için yeğ
tutulabilir. Bu doğru olmakla birlikte, açık olan kapı kapalı varsayılıyor
ve nispi geri olan bir ulusal-toplumsal ilerleme perspektifi donma noktası baz alınarak, ileri bir sosyalizme gidecek sınıfsal-toplumsal devrim
projesi kaybettiriliyor.
Bu olumsuz durumun pratikte yansımalarını “bizden biri” olarak
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Üniversitelerine “eğitim” için giden R.
Yörükoğlu yoldaş’tan da öğreniyoruz, en son örneklerle.
Anlatıldığına göre, Sovyetler Birliği Parti yöneticileri “sosyalizme
açılan Portekiz devrimi”ni durdurmak için, PKP lideri Alvaro Cunhal
üzerinde baskı kurmuşlar, İtalyan KP’nin iktidara gelmesini emperya73
lizm/sosyalizm dünya dengesini bozar endişesiyle engellemeye çalış24
mışlardır. (İsmail Bilen’den öğrendiklerine göre SBKP’de “oportünistler” güçlü imiş.)
“Suslov yoldaş çağı”nı burada kapatırken belirtirsek, proletaryanın
“enternasyonalci” ideolojisinin, bir de ta II. Kongresi’nden beri
Komüntern dünya stratejisinin bir bileşini olarak “sömürge/yarısömürge” ya da “yeni-sömürge”ler devrimlerinin “ulusallığı”nı da içerdiğini görmüş oluyoruz, haliyle.
Sosyalist Dünya’da Folklorik Ulusallık!
Uluslararasıcılık-ulusalcılık denkleminin örgüt pratiği somutlanmasının bir alanı olarak Komüntern ile Türkiye Komünist Fırkası ilişkilerini
tartışmayı bundan sonraki yazıya bırakıyorum.
Aynı zamanda, Osmanlı-Türkiye’sinde “Türk milletimizin emekdarları”nı İtilafçı-İttihatçı-“Hain Sos.”lardan ayırmayı olduğu gibi “Kürt
milletimizin emekdarları”nı Bedirhani’lerden ve “Ermeni milletimizin
emekdarları”nı da Taşnaksiyun’dan ayırmayı şiar edinen ve “hür milletlerin hür ittihadı (Birliği)” bağlamında amele ve rençber şuralar cumhuriyetini program yapan TKF-önderliğin ulusal-sosyal devrimci hattının
“Sovyet Oktobr”u Kıble/Kâbe yapmasının getirdiği artı-eksileri tartışmayı da.
Burada çalışmaya son verirken, 15-16 Haziran’lardan II. Tüm
Türkiye Komünistler Kongresi tasarısı bileşenlerinden Sırrı Öztürk
yoldaşın benim değerlendirmelerimle de çakışabilecek iki ayrı saptamasını aktarıyorum. Önce şu saptamasını:
“Ulusal komünizm olmaz. Her ülkenin KP’si Dünya Komünist Partisi’nin bir seksiyonudur.” Sonra da, Türkiye Komünist Partisi’nin tarihi
kahırlı önderlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı onore ederken, şunları belirtiyor:
“Kendisi... Anadolu coğrafyasının tarihini, geleneklerini, dilini, dinini incelemek gereğini duymuştur...
Ulusal ölçekte yerli olanı, bize özgü olanı irdeleyen her çalışma
kimi eksiklikleri olsa da, daha ileri adımlar atılması açısından, Mark25
sizm’e bölgemizden katkı getirmek açısından, çok değerlidir.”
Evet, ben de bu yazımda Türkiye topraklarından Marksizme bu
yönüyle ulusal renk çalmayı önerdim. Başka bir şey değil.
Komüntern modelli yeni bir Dünya KP sorunsalına gelince. “72
renkli gökkuşaklı” tarihsel hülasa, “Kızıl”ın yanında her daim baki olacak gibi, ona bir zenginlik katacak. Bunun ötesinde kapitalizmin malum
yasası dünyayı da, sınıfları da ve sınıf mücadelelerini de “eşitsiz” kompartımanlara ayırdığından “farklı gelişmeler” içinde “eş-benzer gelişmeler”in bölgesel-kıtasal enternasyonalleri daha yakın bir seçenek gibi du74
ruyor. Yani, “Doğu Enternasyonali”, “Latin Amerika Enternasyonali”,
“Akdeniz Ülkeleri Enternasyonali”, “ABD-Avrupa Enternasyonali”nin
Komünist ve İşçi Partileri.
İleride, dünya devrim sürecinin ve sosyalizmin geri dönüşsüz
egemenliğinin yerküremizde kurulduğu tarihsel dönemeçte, nispi eşit
bir dünyadaki farklı bir düzlemde hem merkezi, hem demokratik, hem
yekpare, hem rengârenk saçılmış bir Dünya Enternasyonali hep ülküsel-ütopyamız olsun.
Bu eşitlik-özgürlük-kardeşlik dünya ütopyasına, ancak toprağımızdan (sınıf-devrimci) kalkışla katkı yapabiliriz, görünür vadede.
05-12 Şubat 2007
Manisa
Kaynakça:
1 Der. Herman Weber, III. Enternasyonal-Belgeler 1919-1943, Belge Yay.,
İst., 1979, s.23 vd.; Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C.
I, İletişim Yay. Ek.
2 Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Belgeler, C. I, Maya Kitap, İst.,
1997, s. 18-19
3 M. A. Suslov, age, Konuk Yay., İst., 1976, s.146
4 Le Duan, Vietnam Devrimi, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ank., 1978, s.14
5 G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay., 1989, s.203-204
6 Aktaran ve karşıt görüş belirten Metin Çulhaoğlu, Gorbaçov Atılımları ve
Enternasyonalizm, Gelenek/10 (Eylül-87), s.90
7 Komünist Enternasyonal Programı, Aydınlık Yay., İst., 1977, s.7-8; III. Enternasyonal, Der. H. Weber, Belge Yay., İst., 1979, s.125-195
8 Komünistler Hangi Geleneğe Sahip Çıkmalı?, Maya Kitap, İst., s.203-204;
Haluk Yurtsever, Markist Bakış Açısından Program Yöntemi, Sorun Yay.,
İst. 1995, s.48-53
9 K. Marx-F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, Aydınlık Yay., İst., 1979,
s.17-18
10 Hatta, 1950-1970’ler Kruşçev-Brejnev dönemlerindeki emperyalizme karşı
kurtulmuş azgelişmiş ülkelerin Sosyalist Sovyetler Birliği desteği ve “ilerici
devlet kapitalizmi” eliyle “Kapitalist Olmayan Gelişme Yolu”na girerek sosyalizme geçiş “teorisi”de kaynağını Marx-Engels’in işbu Ruşça önsözüne
dayandırabilir.
11 Haluk Yurtsever, age, Sorun Yay., İst., 1995, s.48-51
75
12 Komüntern Üyesi TKP-Üstü Örtülen Geleneğimiz, Maya Kitap, İst., 2003,
s.35-88; Aynı kongrede konuşan Mustafa Suphi yoldaş ise Türkiye sanayi
itibariyle zengin olmadığından bir proletarya memleketi sayılmaz diyerek,
“Millî şekilde” başlayan devrimin ancak proletarya hareketini içine aldıkça
süreç içinde giderek ekonomik (sınıfi-sosyal devrim-sb) içeriğe bürüneceğini belirtiyor. (bkz., s.65)
13 Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal-Belgeler, C. I, Maya Kitap, İst.,
1997, s.205
14 Kaldı ki, 1920’lerde “Türkiye’de İşçi Hareketi” ve “İşçi Sınıfının Durumu”nu
okuyan Sovyet Komüntern’deki Marksist P. Kitaygorodski, Türkiye’de
1880’lerde duyulmaya başlayan “Sanayi Devrimi”nden, 1908 Jön Türk devriminden sonra Millî burjuvazi oluşturmak için başlayan Millî Sanayi, anonim şirketler ve bankalar kurulduğundan, “yabancı, karma ve saf millî sanayi”de sadece şehirlerde 200 bin ücretli proletaryadan ve Kemalist iktidar
altında işçi sınıf mücadelelerinden tasviri bahisle Türk komünistlerinin elini
“yerli kapitalizm” çözümlemesi yapmaları doğrultusunda güçlendiriyor. Bkz.
P. Kitaygorosdski, ag. makaleler, “Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi”, Aydınlık Yay., İst. 1979, içinde sayfalar.
15 Tabii, çarpık “enternasyonalist” yorum. Çünkü, ancak kendi ülkesinde proleter-iktidarıyla dünya devrimine can verilirken hem de tam bu yolla Sovyetler Birliği, bir halkası daha kopan dünya burjuva zincir etkisinden kurtarılabilir.
Ancak çarpıklık olsa da, “iyi niyetli sovyet sevgisi” var, kesin.
16 H. Weber, III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Yay., İst., 1979, s.113-116
17 I. Deutscher, Stalin, C. I, Ağaoğlu Yay. İst., 1969, s.409-410
18 Mahmut Güneş, agm., Devrim/5, Ocak-Şubat 1992, s.57-61
19 H. Yurtsever, Süreklilik ve Kopuş I, Devrim Sosyalist Dergi, I. Eylül/91,
s.18-23
20 M. A. Suslov, age, s.148
21 I. Deutscher, Stalin II, Ağaoğlu Yay., İst., s.276
22 M. A. Suslov, age, s.36-37
23 Roy, “Doğu Meselesi Üzerine Tartışma”, Komüntern Belgelerinde Türkiye
Kurtuluş Savaşı, (içinde makale), s. 126-vd., Kaynak Yay., İst., 1985.
24 Irmak Gibi-Mektuplar 1974-1978, Nihat Akseymen (R. Yörükoğlu), Tüstav
Yay. İst. 2003, s.34
25 Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971’den Portreler II, s.25-26, Sorun Yay., İst., 1994.
Bugün “şarlatanlık” gibi taciz deyimler kullanarak, kendilerini ulusallıktan
“azade etmeye” itina eden SİP/TKP’si önder-ideolog kimi “yoldaşlar” bir
zamanlar sosyalist mücadelemizi zenginleştirmek için kadrolarına “ulusal
derinleşme” çağrıları yapıyorlar ve tek başına içeriksiz-cansız olan genel/uluslararasıcılığın reel varlığını (yani içerikli-canlı varlığını-sb) ancak
özgün/ulusallıkla kazanabileceğini propaganda ediyorlardı. Bkz. Aydın Giritli/alias Genel başkan Aydemir Güler/Gelenek 30, Temmuz-90 ve Metin
Çulhaoğlu yoldaş/Gelenek 10, Eylül 87’de ilgili makaleleri. Hey gidi “ulusal”
günler!
76
Osman Tiftikçi
-AçıklamaSuha Bulut’un ‘Ethem Değerlendirmesi’
Üzerine Bir Kaç Not
SORUN Polemik’in Ocak 2007 24. sayısında, Suha Bulut’un
“Çerkes Ethem” üzerine bir yazısı yayınlandı. S. Bulut yazısında,
Kuvva-i Seyyare Komutanı Ethem’in 1947 yılında yazdığı ve yeni yayınlanan bir kitabının değerlendirmesini yapıyor, Ethem’le ilgili yargıları
tekrar gözden geçirmiş.
Suha Bulut yazısının son dip notunda benim “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” çalışmama da atıfta bulunarak, Ethem’i “vatan
haini” ilân edenler listesine beni de dahil etmiş. Ethem değerlendirmesinde resmî tarih yazıcılarıyla aynı yere konulmaktan rahatsız olduğum
için bu kısa notu yazmayı gerekli gördüm.
M. Kemal Ethem’i düzenli ordunun kurulmasına karşı çıktığı, yani
Batı Cephesinde de resmî ordunun kurumlaşmasını zora soktuğu, M.
Kemal’e kafa tuttuğu, resmî ordu güçleriyle çatışmaya girdiği, “başıbozuk” birliklerini dağıtmak istemediği için hain ilân etmiştir. Ethem Yunan
güçlerine sığınmadan önce M. Kemal ve çevresi tarafından hain ilân
edilmiştir. Ben bu süreci “Osmanlıdan Günümüze Burjuvazinin Evrimi”
başlıklı çalışmamda anlatmaya çalıştım (s. 441‘den s. 467‘e kadar olan
bölüm.) M. Kemal’in ve daha sonraları resmî tarihin “hain” ilân ettikleri
noktada Ethem hain değildir. Ne elindeki milis güçlerini dağıtmayı reddetmenin, ne Ankara’ya karşı çıkmanın hatta ne de Ankara’nın resmî
güçlerine karşı haklı gerekçelerle savaşmanın vatana ihanetle bir ilgisi
olamaz. Türkiye solu tarih karşısında Ankara Hükümeti’ne karşı böyle
bir ihaneti(!) gerçekleştiremediği için, yani bu hükümetten bağımsız, işçi ve köylü kitlelere dayanan emperyalist işgalin yanısıra yerli egemen
sınıflara ve Osmanlının kalıntısı asker ve bürokratlara da yönelmiş bir
milis gücünü örgütleyemediği için boynu bükük durumdadır!
Ben önce kardeşi Reşit’in sonra da Ethem’in Yunan güçlerine sığındıktan sonraki davranışlarını hainlik olarak niteliyorum. Düne kadar
savaştığı düşmanın saflarına geçmenin, Yunan Genelkurmayı’nın bir
dediğini iki etmemenin, bildiriler yayınlayıp, düne kadar savaştığı işgalci orduyu övmenin, Türkiyeli asker ve subaylardan Yunan ordusuna
karşı savaşmamalarını istemenin bence adı budur. Üstelik bunlar birer
iddia değil. Ethem anılarında bunları bizzat anlatıyor. Ben Ethem’in
Kuvay-i Seyyare dönemindeki davranışlarını, sürgün yıllarında yaptıklarını vs. değil sadece bu davranışını hainlik olarak nitelendirdim. Haklı
olduğumu sanıyorum.
77
Ethem ne ararsak bulabileceğimiz bir kişiliktir. Yurtseverlik,
gözüpeklik, kahramanlık yanısıra, keyfilik, kendi siyasî dava arkadaşının (İzmir Valisi İttihatçı Rahmi) çocuğunu fidye için kaçırma, yalancılık
(Ethem Anılarında insanın gözünün içine baka baka yalan söyler.), savaştığı düşmanın safına geçmek, yani ihanet de vardır Ethem’de. İlkeli
ve dürüst biri değildir Ethem.
Suha Bulut’un yazısıyla ilgili olarak bir iki noktaya daha değinmek
istiyorum:
Suha Bulut kimi marksist-sosyalist analizlerde Kuvva-i Seyyare’nin
yoksul küçük köylülüğe dayalı devrimci, demokrat bir hareket olarak,
Ethem’in de böyle bir hareketin lideri olarak gösterildiğini ama bunun
doğru olmadığını söylerken (s. 61) haklıdır. Ama Suha Bulut 64. sayfada; “Kuvva-i Seyyare güçlerinin (ki köylü temelli yerel bolşevizan örgütlenmelerdi)” diye yazıyor. Yazısını da Ethem’i “Sol’a ve sınıfına‚ “ihanet”
şeklinde sosyalist kürsüden yargılayabiliriz” cümlesiyle bitiriyor.
En başta şu gerçekleri unutmamak gerekir: Kuvva-i Seyyare ve işgale karşı kurulan direniş örgütleri, bağımsız bir köylü hareketinin ürünleri değildi. Bunlar Osmanlı egemen sınıfları, İttihatçı yerel örgütlenmeler ve geride kalan İttihatçı kadrolar tarafından kurulmuştu. Kuvva-i
Seyyare de Enver’in ve İttihat Terakki merkezinin kararları doğrultusunda Kuşçubaşı Eşref’in Salihli’deki çiftliğinde depolanan silahlar ve
para sayesinde kurulmuştu. Rauf (Orbay) da subaylıktan istifa ederek
bu bölgenin örgütlenebilmesi için uğraşmıştı.
Zorda kalındığında halktan milis güçler oluşturmak ve bunlarla çete savaşı vermek İttihatçıların yabancı olmadıkları, sık sık başvurdukları bir yöntemdi. İtalyanlar Libya’yı işgal ettiğinde özellikle de 1912 Balkan savaşı sırasında, I.Dünya Savaşı sırasında İran ve Kafkas bölgesinde İttihatçılar bu yöntemi başarılı biçimde kullanmışlardı. Hatta başarılı oldukları bölgelerde yerel cumhuriyetler bile ilân etmişlerdi. Savaş
bitip de Mütareke antlaşmasının koşullarına göre İstanbul’a dönen
Osmanlı paşaları ellerindeki silah, subay ve askerleri oluşmakta olan
yerel direniş örgütlerine devretmişlerdi. Çerkes Ethem ve ona bağlı silahlı güçler de işte bu süreçte ortaya çıkarılmıştı.
Kuvva-i Seyyare’yi köylü temelli bolşevizan örgütlenmeler olarak
nitelemek gerçekleri abartmak olur. O dönemde islâmcıları hatta Osmanlı ordusundan arta kalan birlikleri bile etkisi altına alan bolşevizm
modası, doğal olarak Ethem’in güçlerini de etkisi altına almıştı. Fakat
görünen o ki bu etki kendiliğindenlik düzeyindeydi, örgütlü programatik
bir biçim almamıştı. Bu güçler ve çevreler içinde çalışma yapan,
Ethem’le ilişki içinde bulunan komünist çevreler vardı. Ama inisiyatif
bunların değil, Ethem kardeşlerin ve Ankara hükümetinin elindeydi.
Ethem ise malikâne sahibi zengin bir ailenin çocuğu idi. Kardeşleri
Ankara’da milletvekiliydi. Ethem güçlerinin yaptığı iş, Ankara Hükümeti
78
düzenli ordusunu kurana ve bürokratik mekanizmasını ülke genelinde
oluşturana kadar, ya da devlet Ankara merkezli olarak yeniden örgütlenene kadar ortaya çıkan engelleri temizlemek olmuştur. Üstelik bu işi
bilerek, isteyerek yapmışlardır. Dolayısıyla Ethem’in “sola ve sınıfına
ihanet” etmesi gibi bir durum ortada yoktur. Çünkü Ethem ne solcudur
ne de işçi sınıfı ve yoksul köylü diye derdi olan biridir. Hatta şunu da
iddia edebiliriz: Eğer işçi sınıfının özel mülkiyete karşı, yoksul köylünün
büyük mülk sahipliğine karşı bağımsız bir örgütlenmesi ve eylemi olsaydı Ethem ve kardeşleri buna karşı savaşırlardı.
Burada bir nokta daha: Suha Bulut; “Ethem’de hiç sınıfsal bakış
bulunmuyor.” (s.61) diye yazıyor. Bu tespiti de ihtiyatla karşılamak gerekir. Sınıfsal bakıştan ne anladığımız önemli. Bence sınıfsal bakış
demek toplumsal olguları sadece sınıf adı koyarak örneğin burjuva,
proletarya, küçükburjuva vs. kavramlar kullanarak çözümlemeye çalışmak değildir. Eğer böyle kabul edersek sosyalistler dışında hiç kimsenin sınıfsal bakışa sahip olmadığını kabul etmemiz gerekir. Ne patronlar, ne büyük mülk sahipleri ne de devlet adamları, bakanlar, bürokratlar bu kavramları hiç kullanmazlar. Bunun yerine ülkenin çıkarları,
milletin selameti, halkın çıkarları vs. türünden geneli kapsayan kavramlara başvururlar. Bu nedenle bir kişi ülkenin, halkın, milletin menfaatleri
üzerine, ya da genel ekonomik- toplumsal bir sorun üzerine bir şeyler
söylüyorsa bana göre sınıfsal bir görüş bildiriyor demektir. Onun kendisinin hangi sınıf adına konuştuğunun farkında olup olmaması bu gerçeği değiştirmez.
görüşler onun da kulağına çalınmıştır. Ethem ne anılarında ne de Suha Bulut’un yazısından öğrendiğime göre- son yayınlanan kitabında
sınıf kelimesini ağzına almıyor. Askerî güçleri içinde bir tane “Bolşevik
Taburu” bulunan, “İslâmî Bolşevik” gazete çıkaran, (M. Kemal’in bu gazeteyi önce gaspedip sonra kapatmasına Ethem gıkını çıkarmamıştır.)
Sovyetlerle ve Türkiye’deki sol çevrelerle ilişki içinde olan Ethem, sınıf
kelimesini, işçi sınıfı, burjuva vs. kavramları ağzına dahi almıyor. Bunun yerine “islâmî kıstaslarla,” vatanımız, milletimiz kavramlarıyla, Ankara’yı “M. Kemal diktatörlüğü” diye nitelendirerek derdini anlatmaya
çalışıyor. Bu bilinçli bir tercihtir ve Ethem’in sola uzaklığının bir göstergesidir. Ethem sınıfsal bir bakışa sahiptir ve bu sınıfsal bakış özünde
M. Kemallerin, Kazım Karabekirlerin, daha öncesinde Enverlerin, Talatların sınıfsal bakışıyla aynıdır, yani burjuvadır.
Son olarak diyeceğim şudur: Kuvva-i Seyyare içindeki bolşevik etkilenmelere, Ethem’in sol ile ilişkisine ve M. Kemal karşıtlığına bakarak, ortaya neredeyse bolşevik bir hareket ve devrimci, demokrat bir
köylü lideri çıkarmaya çalışmak doğru değildir. Bu tavrın, kimi sosyalistlerin yaptığı gibi, M. Kemal’in sınırlı ve koşullara bağımlı antiemperyalizmini abartarak, “bugün yaşasa sosyalist olurdu” şeklinde bir sonuç
ortaya çıkarmalarından farkı yoktur.
24 Ocak 2007
Türkiye solunda özellikle asker kişileri sınıflardan bağımsız gösterme türünden yaygın bir hastalık var. M. Kemal sınıfsal bakıştan yoksun, üstelik ekonomi de bilmiyor, 1960 darbesini yapanlar da sınıfsal
bakıştan muaf! Şimdi de Suha Bulut Ethem’in sınıfsal bakıştan yoksun
olduğunu yazıyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Ethem İttihatçı olarak yetişmiş, Teşkilatı
Mahsusa faaliyetlerinde görev almış, ilk örgütlenmesini de yine
İtthatçıların sağladığı imkânlarla ve onların planları doğrultusunda yapmış biriydi. Ethem İttihatçılarla ilişkisini hep sürdürdü. Onun tasfiye
edilmesinin nedenlerinden biri de buydu. Ethem’i Atina’dan alıp götüren de yine Teşkilatı Mahsusacı Kuşçubaşı Eşref’ti. İttihatçılar burjuva
devrimcileriydi. Net siyasî yani sınıfsal görüşlere ve programlara sahiptiler. Bu sınıfsal görüşlerinin en önemli yanlarından biri, belki de en
önemlisi; İttihatçılar Osmanlı’nın sınıflı bir toplum olduğunu reddediyorlardı. Böylece sosyalizme karşı daha en başından cephe alıyorlardı. Bu
görüş M. Kemal ve çevresi tarafından da hararetle savunuldu. (Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi kitabının “Yöntem Üzerine“ başlıklı
bölümünde bu görüşün gelişim süreci hakkında bilgiler vermeye çalıştım.) Gelelim Ethem’e. Ethem ne kadar cahil olursa olsun mutlaka bu
79
80
Haşim Kutlu-Kızılbaş Meydanı
-RöportajKadınıyla Anılan Tek Din: Kızılbaş Alevilik
akımlarını düşündürüp bilimsel ve dönüştürücü bir yola getirebilmesi
açısından işlevsel olacaktır.
Röportaj Sorusu:
Sınıflı toplumların proletaryası olan KADININ gerçek özgürlüğüne
kavuşması mücadelesinin pek çok saptırıcı engeli bulunmaktadır, Birincisi sistemin "rahatlıkla" uygulayageldiği çok yönlü baskı ve terörü,
ikincisi burjuva ideolojisinin besleyip ortaya saldığı "feminizm" gibi
akımlar, üçüncüsü de, ne yazık ve ne hazin Sol cenahımızın bu toprakların tarihini, kültürünü ve insanını yeterince tanıyamayışı(mız).
"Kızılbaş Kadın" isimli kitabınızda verdiğiniz mesajınızı, bizler
kendi payımıza aldık. Bu çalışmanızdan büyük ölçüde yararlandık.
Okuması gerekenlerin okumasını sağladık.
Kitabınız çeşitli konuların tartışılmasını gündeme taşıyor.
Anaerkil Kadın-Ata kültürünü her açıdan inceliyor. Kızılbaşlık,
“Anadolu Aleviliği” ve Bektaşi inanç, kültür, folklor ve gelenekleri üzerine çok önemli bilgileri içeriyor.
Bu türden sağlam bir gelenek malzemesini tanımak, özümlemeye
çalışmak gibi bir işlevi yerine getirirken, sistemi ve sistemin rahatlıkla
kullanageldiği gerici, yoz ve kozmopolit düşünce akımlarına karşı bir
"karşı kültür"ün pratikte-yeniden üretilmesi mücadelesini de beraberinde getiriyor.
Kitabınız ayrıca, üzerinde yaşadığımız toprakların tarihini, kültürünü, coğrafyasını, sosyoekonomik yapısını, ilerici geleneklerini, din,
inanç, örf ve adetlerini, folklorunu, müziğini, sanat anlayışını, masal ve
mitolojisini, vb. yeterince öğrenemediğimizi de ortaya koyuyor.
Özellikle de sol cenahımızdaki ülkeyi yeterince tanıyamamak, insanımızı insan yapan birikimleri tahlil edememek gibi eksikliklerimiz
yüzünden teori-pratiklerimizde de onulmaz yanlışların, yanılgıların boy
verdiğini görüyoruz.
Yine ayrıca Kızılbaşlık konusunda, sistemin baskıcı, saptırıcı, bilim
ve akıldışı yöntemlerini karşıya alma, geri adım attırma ve aşma mücadelemizde de yararlanacak bir kaynak niteliğindedir.
Ayrıca, Kızılbaş, Alevi, Bektaşi kuruluşlarında siyasî örgütlenme
konusunda hararetli bir tartışma açılmıştır. Bu tartışmalar hakkındaki
görüşlerinizi de öğrenmek istiyoruz. Marksist kökenli ve incelemearaştırma konularında uzman canlarımızın bu tartışmalarda etkileyici
olabilmesi için nasıl bir yol-yöntem geliştirmelidirler?
Biraz uzunca bir soru yöneltmiş olduk. Sizin uzunca bir cevabınızı
alabilmemiz mümkün müdür?
Cevap:
SORUN Polemik Dergisi’nden arkadaşlar, ilgili olduğum alanla
bağlantılı olarak bana, genel bağlamda kimi sorular yönelterek, bir tür
röportaj yerine bir yazı istediler. Bana yönelttikleri soru kapsamlı görünüyordu ama yine kendilerinin deyimiyle benden “uzunca bir yanıt” almayı düşündükleri için genel ve kapsayıcı bir soru yöneltmeyi uygun
bulmuşlardı.
Kitabınızın, diğer yandan kapitalist Batı'dan bilinçli -çarpıtıcı- biçimde ithal edilen "feminizm" akımlarının karşısında yararlanılacak,
senteze kavuşturulacak tezlerin üretilmesinde etkili olacağına da inanıyoruz.
Önümüzdeki süreçte “8 Mart Emekçi Kadınlar Günü” de vardı ve
bana yönelttikleri sorular bağlamında bu konu da vardı. Dahası bir de
“burjuva feminist yaklaşımlar” konusu vardı tabi. Genel ve kapsayıcı bir
zeminde, bu istekleri de göz önünde bulundurarak kadın konusuna dair, özellikle güncel olarak ne söylenebilirdi!.
Kapitalizmin kullanageldigi "feminizm" akımları, öteki düşünce
akımları gibi insanımızın kafasını oldukça karıştırmıştır. Yerli iç deneyim birikim ve geleneklerimizin iyimser, dinamik bir yorumla sunulması,
politikada, sanat ve estetikte pratik-yeniden üretim mücadelemizde ışığımız olacaktır. Eklektik, aşırma tezlerle yapılmaya çalışılan etkinlikler
sosyal-pratikte tökezleniyor. İşçi sınıfı ve emekçi halklarımızın talep ve
ihtiyaçlarının karşılanması mücadelesine katkı getirmiyor.
Tabi ki güncel olandan kopmamak gerekiyordu ama, çalışmalarımın girdiği güzergah, yakın geçmişle dahi, beni sınırlamıyordu. İnsanlık, doğal olgunluk sürecini henüz tam olarak yaşamadan müthiş bir kırılmaya uğramış ve böylece doğal olgunluk sürecinden kopmuştu. Bu
durum, tarihsel sapmanın da başlangıcını oluşturuyordu ve içinden
geçmekte olduğumuz tarih evresine göre insanlığın uzak hafızasıyla ilgiliydi.
"Kızılbaş Kadın" kitabınız, özellikle de sol cenahımızın yeni nitelikler kazanabilmesi mücadelesinde, gerek "özüne dönme" ve tanıma
açısından, gerekse kapitalist anarşinin yörüngesine giren "feminizm"
Tam da bu noktada, konuya henüz girmemişken bir hususa dikkat
çekmek istiyorum; bundan sonra ifade edeceklerim, konumuzun da
bağlamından kopmadan kendi iç evrimimin hal tercümesini de bir bi-
S.P. F/6 81
82
çimde içerecek. Okuyucunun ifade edeceklerime yabancı kalmaması
açısından bunu gerekli gördüm.
Devam ediyorum:
Günü ve günceli doğru kavrayabilmek, onun deney ve tecrübelerinin ışığında geleceğe daha doğru bir şekilde yönelebilmek için, açıktır
ki, insanlığın yakın geçmişi de yeterli olmuyordu. Kapitalizmle birlikte
insanlığın içine itildiği yabancılaşmanın öncelikle ve ivedilikle zihinsel
kuşatmasından sıyrılmadıkça, ne günü ne de günceli, doğrudan olguların dilinden anlamak ve çözümlemek mümkün değildi. Zihnim bu gerçeğe bir biçimde çarptığında, uzak hafızaya yönelme zorunluluğu kendiliğinden beliriyordu ki, bu da, doğal olarak beni yabancılaşma gerçeğinin kaynağına, tarihsel sapmanın doğuş kapısına yönlendiriyordu,
öyle de oldu.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Modern Komün Toplumu’nun
nasıl olacağına ilişkin bir soruya Marx; yaklaşık olarak, sınıflı toplumların ürünü olduğumuzu, aldığımız öğretinin ve bu öğretiye dayalı olarak
oluşan mantığımızın, tümüyle sınıflı toplum gerçeğine dayalı olduğunu,
bu bağlamda da, bu mantıkla komünist toplumu düşündüğümüzü, onu
anlamaya çalıştığımızı ifade ederek, bu yaklaşımla onu anlamanın ve
tarif etmenin mümkün olmadığını, doğru da olmadığını belirtiyor, Komünist toplum için, “o kendisi olacaktır” dedikten sonra da onun için en
fazla, “o toplumda herkes ihtiyacına göre yaşayacaktır” ilkesinin geçerli
olacağına işaret ediyordu. Bu belirlemenin yapıldığı yerde, “herkese ihtiyacına göre” prensibini ilk kez kendisinin belirlemediğini de özellikle
belirtiyordu.
İnsanlığın uzak hafızasına yönelme gereksinimi duymamda, açıkça ifade etmem gerekirse, Marx’ın bu belirlemesi çok ciddî rol oynadı.
Bana göre, özellikle Kapitalist sistemin bütün boyutlarıyla çözümlenmesine yönelen Marx, kapitalizm öncesi toplumlarla yeterince ilgilenemediği, özellikle de “üst yapılar” bağlamında bize çok fazla bir şeyler
bırakmadığı izlenimi edindim. Dahası, ilgilendiği sınırlar içerisinde de
tarihi “Ortaklık Toplumu”na, tarihsel toplum biçimleri sıralamasında yer
aldığı kadar yer vermişti.
Yöntem açısından, ilk ortaklık toplumunu, olabildiği kadar, bütün
boyutlarıyla anlamak; tıpkı Kapitalist toplumu anlamak bakımından,
onun en küçük yapıtaşı “Meta”yı anlamak kadar, belki de çok daha fazla bir anlama sahipti. Ama tabi ki Marx’a yollama yaptığım Modern ortaklık toplumuna ilişkin Marx’ın yaklaşımını doğru anlamak koşuluyla.
Eğer, geleceğin toplumu ki, bu toplum, insanlığın topyekûn kurtuluşa ulaştığı “Özgürlükler Dünyası” anlamına kavuşacaksa ve “Özgürlükler Dünyası’nın gönderinde “Herkese İhtiyacına göre” yazılacaksa,
dahası, bu ilkeyi gerçek anlamda duyabilmek ve yaşayabilmek için insanlık, özgürlükler dünyasına ulaşmayı beklemeyecekse, gelecekte
83
ulaşılacak bu toplumun kaynakları olan, bir geçmiş sürek de olmalıydı.
Çünkü, bu ilkeyi belirttiği yerde Marx, “bunu ilk kez ben söylemiyorum
benden çok önceleri söylendi” diyordu ve bu, bu topluma ait olan bir
çok özelliği bilme, bilgi alanına taşıma kapısına işaret ediyordu. İnsana
dair hiçbir şey gökten zembille inmemişti gelecekte de inmeyecekti.
Bir nokta daha vardı üzerinde önemle durulması gereken; Marx,
sınıflı toplumlar ürünü olarak zihinsel yapılanmamızla Komünist toplumu anlamamızın mümkün olmadığını, onun kendisi olacağını, bu bağlamda da, o toplumun zihinsel yapılanmasının da tamamiyle farklı olacağının altını çiziyordu. Bu bana, bu süreğin köklerini tarihsel geçmişini
anlamak bakımından yeni bir kapı daha açıyordu, çünkü, içinden geçmekte olduğumuz sistemlerin tarih öğretisinin önümüze koyduğu geçmiş, diğer temel belirlemelerin yanında “vahşi”, “geri”, “ilkel” gibi kavramların ördüğü bir tarihti! Bir adım sonrası ve en doğrusu diyalektik tarih anlayışıydı ama o da, bir yandan aydınlanma döneminin lekeleriyle
doluydu, diğer yandan, kendi doğal olgunluk sürecini henüz yaşamadan; “ilerlemecilik”, “çizgisel tarihcilik”,”sınıf indirgemeciliği ve ekonomizm” gibi olumsuz etkenlerin kuşatması altına girmişti. Bütün bu baskılanma altında oluşmuş bir mantık ile “Ortaklık Toplumu” nun ne tarihselliğini ne de günümüz zeminindeki evrimini anlamak, bilgilenme zeminine taşımak mümkündü, kaldı ki geleceğini anlamak!..
Tabi ki aktardığım bu bilgiler, ne genel olarak yazacaklarımın ne
de bu bölümün konusudur. Ama, hem bu bölümde söyleyeceklerimin
hem de daha sonraki yazacaklarımın doğru anlaşılması bakımından,
mantığımı ve çalışmamı şekillendiren bu noktalara değinmeden geçemezdim.
***
Yukardan beri ifade ettiklerim bağlamında belirtecek olursam, hem
köken olarak aidiyetim bakımından hem de konum bakımından, önümde inceleyebileceğim çok önemli bir toplum yapısı duruyordu. Kızılbaş
Alevilik. Çocukluğum ve gençliğimin önemli bir bölümü Hünkâr Bektaşı
Veli Dergahı’nda geçmişti ve kendimiz hakkında epeyce güçlü bir birikime sahiptim. 20. yüzyılın başlarından itibaren, özellikle de ikinci yarısından itibaren, otantik yapısından tam çözülmeye uğrayarak, ciddî bir
kopuş sürecine girmiş olmasına karşın, kalıntı düzeyinde de olsa, “Ortaklık Toplumu” na ilişkin bir çok ögeyi bünyesinde taşımaktaydı. Bunu
doğrudan yaşadığım için biliyordum.
Genel olarak Ortaklık toplumu süreğini takip edenlerin kendi gerçeğinden sinikçe kaçışı yaşadıkları, yenilgili yılgınlık günlerinin yaşandığı 1990’lı yılların başlarında, kısa aralıklarla iki olay yaşandı. Birisi,
1993 Temmuzunda Sivas’da gerçekleşen olaydı ve insanlar, bütün
dünyanın gözü önünde organize güçlerce cayır cayır yakılmıştı.
84
Olay, ortaklık Toplumu süreğinin önemli bir şahsiyeti olan Pir Sultan Abdal’ı anma gününde yaşandı. Ancak, Sivas’ta gerçekleştirilen cinayetin öngününde, benim açımdan hiçte es geçilmemesi gereken
ama kamuoyu açısından ayrıntıda kalan bir olay daha yaşandı. Şöyle
yaşandı: Star adlı televizyonda gerçekleştirilen ve Alevileri konu edinen
bir açık oturumda, İstanbul vaizlerinden olduğu ifade edilen, soyadı
Buldanlı olan konuşmacı, Alevilik için, “din de değil mezhepte, Alevilik
sapık bir inançtır” şeklinde bir değerlendirme yaptı. Bu saptama Aleviler arasında pekte açığa vurulmayan ama küçümsenmemesi de gereken bir homurdanmaya neden oldu.
İkinci büyük olay ise herkesin de bildiği gibi İstanbul’un Gazi mahallesinde yaşandı. Yine devletin resmî ya da gayri resmî organize
güçlerince gerçekleştirildi. Bu olayın ön gününde de, bu olaya giden
yolları döşeyen bir küçük olay daha yaşandı. Tabi ki yine Star adlı televizyonda yaşandı. Sulu programlardan birinde, sunucu muhatabına
belden aşağı bir espri için “Kızılbaş gibi” örneğini verdi. Ama bu kez,
öncelikle gençlerden, gerçek anlamıyla buluşmamış, belli belirsiz bir
anlamla dışa vurulmuş bir tepkilenme geldi. Çünkü, gençlerin ezici çoğunluğu ne Kızılbaşlık hakkında ne de “Kızılbaş gibi” yle kastedilen şey
hakkında doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadan tepkilenmişlerdi.
Bu olaylar, bu günde biliniyor ya da en azından hatırlanıyor olmalı.
Benim için bu iki örnek, yukarıda belirttiklerimin yanında, Kızılbaşlık olgusuna yönelmem için son derece ciddî bir itme görevi gördü. Bir çok
Alevi aydın ve yazarının o günlerde, biraz da paçayı ucuz sıyırmak kabilinden, “biz de Müslüman’ız, hatta Öz Müslüman’ız, bu gibi iftiralar
neden yapılıyor” şeklinde savunma psikolojisi içine girmelerinin yarattığı eziklik bir yandan, “Kızılbaş gibi” söyleminin ne arkasını ne de önünü
bilmeden tahrik olup sokağa dökülen gençlerin, sonuçta kendileriyle ilgili doğru dürüst hiçbir bilgilenmeye ulaşmadan heder olmalarının yüklediği sorumluluk duygusu, diğer yandan kuşatmıştı beni. Karşıdan gelen küfür de olsa, etkilenip tepkilenmeden, küfrü üreten aklı, tarihsel ve
toplumsal olanı, bu bağlamda da olayları ve olguları anlamanın artık
kaçınılmaz bir görev olduğunu gördüm.
Bundan on yıl önce kitaplaştırdığım Kızılbaş Kadın, böylece gündemime girdi. Bugüne göre son derece sınırlı kaynaklarla çalışmasına
başladığım Kızılbaş Kadın, incelemelerim boyunca gördüm ki, hem Ortaklık Toplumu gerçeğini hem de Kadın gerçeğini, üstelikte iç içe örülmüş bir şekilde önüme koymuştu. Tarihin gerisine doğru bütün kapılarımı açan son derece başat iki kavram vardı elimde. Birisi “küfür”, bir
diğeri “inkâr” dı. Küfrün yolunu izledikçe inkârı kavrıyordum. Çünkü,
inkâr örtüsünün altında Kadın Ata gerçeği vardı. İnkârın örtüsünü araladıkça Ortaklık Toplumu’na ulaşıyordum. Ortaklık Toplumu’na ulaştığım her tarihsel durakta ise küfür ve inkâr karşıma çıkıyordu. İnsanın
85
kendisine, insanın doğasına, insanın “Dünya Ana”sına ve nihayet bir
tekmil evrenine ve evrensel gerçeğine yabancılaşmasına giden yolların
taşları küfür ve inkâr taşlarıyla örülmüştü.
Küfrün ve inkârın doğrudan üreticileri olanlar, her tarihsel dönüş
noktasında arkalarına dönüp geridekilerini ya da alttakilerini “küfür ehli”
ya da “sapık” diye suçluyorlardı!..
***
Bugün, düne göre, hem genel anlamda kadını, özel anlamda da
Kızılbaş kadını, hem de Ortaklık Toplumu’nu anlamak bakımından çok
daha elverişli bilgilere ulaşılmış durumda. Son on-onbeş yıllık zaman
dilimi içerisinde, özellikle tarih ve arkeoloji alanında yapılan sıra dışı
çalışmalar, kadim geçmişe dair daha doğru bilgilere ulaşabilmek bakımından sanıldığından da fazla veri sunmuş durumda.
Bu bağlamda, çalışmalarımın beni de ulaştırdığı bilgiler; gerek Ortaklık Toplumu hakkında gerekse, ilk yaratıcı ustası olması bakımından
kadını ve Kadın Ata gerçeği hakkında, bunca yıllık yürüyüşüm süresince edindiğim bilgilenmeleri, her defasında yıkmama yeniden kurmama
yol açtı. Kendim için çok şey bildiğimi sandığım bir yerde hiçbir şey
bilmediğimi gördüm.
Bu süreç devam ediyor. Başımın bağlı olduğu Ortaklık Toplumu
süreğinde, “Yol” için belirlenmiş bir temel öğreti erkânı vardır. Buna göre kişi, “bildiğinin Piri, bilmediğinin talibi” olacaktır. Söz konusu bir bütün insanlık tarihi olduğunda, açıkca ifade etmem gerekiyor ki, bildiğimiz bilmediklerimizin yanında denizde damla bile değildir.
Kendim için ifade ediyorum; öğrenmeye çalıştığım, konumuz açısından bir başka bağlam da, tarihsel Ortaklık Toplumu, Kadın Atanın
eseri olarak, tarih sahnesindeki müstesna yerini alır. Tarih sahnesine
taşırdığı bu eseri, insanlık için bir uygarlık düzeyine ulaştırdığı uğrakta,
bütün bildikleri ve öğrendiklerini kendisine borçlu olan karşı cinsi tarafından bu yürüyüşü kesintiye uğratılır. Bu, tarihsel sapmanın başlangıcıdır.
Erkek Ata ile başlayan bu süre, erkeğin egemenliği ve onun örgütlü düzeyi olan devletle, özel mülk ve sınıf egemenliğiyle iç içe örülen,
kapitalizmle en gelişmiş ve en yaygın zeminine oturan, zıt bir uygarlık
süreğinin de başlangıcını oluşturur. Ortaklık Toplumu süreğinin, dolayısıyla, onun ustası Kadın Atanın önceliği ve önderliği kırılmaya ve kopuşa uğrar ama ortadan kalkmaz. Diğeriyle zıt iki uygarlık çizgisi olarak, her toplumsal değişim ve dönüşüm uğrağına bağlı olarak, günümüze dek evrilerek, zenginleşerek devam edip gelir. En genelde, tarihsel sapmadan bu yana yaşanılan en temel çelişki, bu iki zıt sürek arasındadır.
86
Kızılbaş Alevilik, tarihi Ortaklık Toplumu bağlamında, dünden bugüne değişip dönüşerek gelebilmiş en kadim Ortaklık Toplumu varisidir. Çünkü, Coğrafyamızda uygarlık beşiği olarak kabul edilen dört büyük uygarlık merkezinin; Kadim Mısır, Kadim Mezopotamya (SümerAkad), Kadim Arappa (İndus) ve Kadim Anadolu (Hatti-Luvi) uygarlıklarının ilk filiz verdiği alanda, “Eden”de maya tutmuştur. Eden (ya da
Aden), Kadın Atanın insanlığı ulaştırdığı bir uygarlık düzeyi olarak insanlığın yitirdiği ve yeniden bir daha ulaşmayı düşlediği “yitik cenneti”dir. Yaşanmış ve yitirilmiş Eden, Kızılbaş süreği literatüründe “Rızalık
Şehri” ya da “Işık Bahçeleri” olarak hâlâ yaşamaktadır.
Bu bağlamda Kızılbaş Alevi süreği, bütün zamanlarından günümüze kadar Kadim Kadın Ata öğretisini, bilinenin aksine, hem de bilgelik düzeyinde, günümüze dek insanlığın en eski mirası olarak taşıya
gelmiş bir “Serçeşme”dir.
Kızılbaşlık deyince; dostunun da düşmanının da ilk aklına gelenin
kadın gerçeği olmasının nedeni budur. Nereden nereye örneği, bu gün
Türkiye gerçeğinde yaşanan tekmil çürümenin ve kadına yönelik yaygın aşağılamanın kaynağında bu gerçek yatar. Aşağılama ile yabancılaşma arasında doğrudan bağlantı vardır. Erkek egemenliği ile başlayan ama iç içe, özel mülk, sınıf ve devlet ile birbirini örerek devam
eden sürek, bu tarihsel sapmanın başladığı yerde, ilkin kadını aşağılayarak ve öteleyerek, kendini tarih sahnesine oturtmuştur.
Zor ve onay bağlamında, meşruluğunu sağlamanın temel bir yolu
olarak aşağılama ve öteleme bilgisine ulaştı. Aynı uygarlık süreğinin
bugünkü varisi, kapitalizmde yaşanan başat yabancılaşmaya giden yolların taşları ise, hep bu aşağılama kültürü ile döşendi. Yabancılaşmanın en modern biçimlerine giden yolların döşeniş kuralı, kapitalizmin
ana ülkesinde de böyle oldu, geç kalan kapitalizmlerde de böyle oldu.
Türkiye gerçeğinde ise söz konusu yabancılaşmanın bayrağı, hiçte küçümsenmeyecek ölçekte lumpenleşme ile atbaşı göndere çekilmektedir.
27 Şubat 2007
(Devam Edecek)
Suha Bulut - Manisa
87
88
Hıdır Diren
-PolemikHrant Dink Cinayetinin Mesajı Kimleredir?
Siyasî suikastlar sadece bir kişiyi değil, katledilenin üzerinden daha
geniş kitleleri hedefler. Simge niteliğinde seçilen kişilerin öldürülmesi üzerinden bazı mesajlar oluşturulur. Hrant Dink cinayeti üzerinden kime, nasıl
bir mesaj verilmek istenmiştir? Türkiye’deki kitlelerin bilincine neler kazınmak istenmiştir? TC için artık bir tehlike arz etmeyen 50 binlik Ermeni toplumu mudur acaba mesajın asıl muhatabı, yoksa diğer azınlıklar ve sosyal
muhalefet dinamikleri de buradan kendine bir pay çıkarmalı mı?
Resmî ideolojisini Ermeni, Rum ve Kürt milliyetlerine düşmanlık
üzerinden oluşturmaya başlayan TC egemenleri, ulusal pazarını içteki
milliyetlerin sermayesine el koyarak ve onların üzerinden oluşturduğu kine dayalı başka milliyetleri aşağılayan ulusal bilinçle varetmiştir. Daha
başlangıçta farklı renk ve seslerin muhalefetini “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz” tezi üzerinden reddeden ve bu reddin ayakta kalması için emekçi halkların tüm istemlerini faşizan uygulamalarla bastıran
TC egemenleri varlığını kaba güce, zora başvurarak inkâr üzerinden
oluşturmuştur. İşte bu anlayışın ürünüdür “derin devlet” denilen gerçek.
Yüksek bir sınıf bilinci ile hareket eden burjuvazi kimin, niçin karşısında
olduğunun farkındadır. Nitekim Mustafa Suphilerin daha Anadolu’ya
adım atar atmaz katledilmesi bu sınıfsal bilincin nasıl bir organizasyon
içinde olduğunu ele verir.* Ermeni ve Pontus Rumlarına karşı uygulanan
bir dizi katliamda, Koçgiri Kürt İsyanı’nda köylerin yakılıp yıkılmasında ve
Suphilerin katliamından sorumlu Kahya Yahya ile ilişkilerde adı geçen
Topal Osman’ın Muhafız Kıtası olarak Ankara’da görev alması devlet olgusunun niteliğini çok açık ortaya koymaktadır. Buradan yola çıktığımızda bile devlet olgusunun salt görünenden ibaret olmadığını ve devletin
kimilerinin sıkça vurguladığı gibi “derin” kısmını da kapsayan bir bütünlük
içinde olduğuna varabiliriz.
*
Aslında olay olgu ve süreçleri doğru değerlendirenler için hiçbir “derin”liği olmayan
ve bütün ilişkileriyle günyüzünde olan devletin cinayet şebekelerinin günümüze
uzanan kolları daha o zamanda atılmıştı. Daha Ocak 1921’in başında Suphilerin
Erzurum’a geleceği haberi üzerine “Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti” adıyla antikomünist bir örgüt Erzurum’da kurularak halkın, komünizm
etkisinde kalmasını önlemek için faaliyetine başlıyor. Bu cemiyetin kurulması ve
örgütlenmesi BMM’si ve onun Reis’inin bilgisi dâhilinde Kazım Karabekir Paşa,
Erzurum Valisi Hamit Bey ve Eski İttihatcı ve Teşkilatı Mahsusa uzantılı Cafer Bey
tarafından gerçekleştirilir. Bu örgütün inisiyatifiyle Kars’tan Trabzon’a kadar aşağılanma ve hakaretlere maruz kaldıkları yolculuk ve Suphilerin Trabzon’da katledilmesi gerçekleşmiştir. Bkz: Yavuz Arslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu
ve Mustafa Suphi, TTK Yay., s. 305-350, Ankara, 1997.
89
Burjuva devlet örgütlenmesi askeri, polisi, mafyası, camisi, okulu ve
onlarca gizli örgütlenmeleriyle birlikte zaten budur. Hemen her mahalle,
köy ve kasabada kontrgerilla nüveleri üreten bu iç içe geçmiş yapı, nihaî
olarak sermayenin diktatörlüğünün devamı için çalışır. Gerisi, demokrasi
oyununun (burjuva diktatörlüğünün) birer figüranı olanların kuru laf kalabalığıdır.
Bu coğrafyanın emekçi insanı, egemenlerin demokrasi afyonunun
sınıflar mücadelesinde ne anlama geldiğini Mustafa Suphilerin katlinde,
6-7 Eylül Olaylarında, Kanlı 1 Mayıslarda, 12’li darbelerde, cezaevi tecrit,
operasyonlarında, faşist katliamlarda, sokak ortası linçlerde ve tüm keyfî,
fiilî infazlarda, siyasî cinayetlerde yaşayarak fazlasıyla gördü. Cumhuriyetin ilk günlerinden beri siyasî cinayetlerin “faili meçhul” bırakıldığı ve
bu faillerin devletin kadrolu elemanları olarak zamanı gelince nasıl gün
yüzüne çıktığını zihinsel aktiviteleri köreltilmemiş herkes görüyor.
Bir siyasî katliam olarak Hrant Dink cinayetinin gerçekleştirildiği
zamanlamayı iyi görmek durumundayız. Sürecin nasıl bir bir örüldüğünü biraz geriye giderek incelediğimizde, karşımıza, medyada TCK’nın
301. maddesinden yargılananların protesto edildiği mahkeme sahneleri, toplumsal linç gösterileri, ilerici kurumlara olan baskınları, Mersin’deki bayrak provokasyonunu ve her yere dikilen dev bayrakları, asker gönderme adı altında estirilen ırkçı terörü, toplumun faşist bir şiddet girdabına çekildiği filmleri/yayınları görüyoruz. Zaten ciddî bir tırmanışta olan dünya ve Türkiye’deki kara gerici, ırkçı zemin kitlelerin bilincinde meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Hrant Dink cinayeti devam eden
bu sürecin bir parçasıdır. Bu süreç toplumun hızla militarist/ırkçı bir
zemine çekilerek emekçiler açısından sınıfsal bilinçlenmenin iğdiş
edilmesi ve tamamen teslim alınmak istenmesidir.
Burada cevaplanması gereken soru TC burjuvazisi böyle bir sürece
neden girme ihtiyacı duymuştur? Ayrıca, iktidar paylaşımındaki güçler
arasındaki çelişki ve çatışkılardan nasıl bir yarar umulmaktadır? İçteki ve
dıştaki sömürücü çıkara dayalı gelişmeler neleri dayatmaktadır? ABD’nin
Irak işgali, İran’ı tehdidi, AB’nin TC’den talepleri, içte artan pahalılık ve
işsizlik, TC’nin burnunun dibinde bir Kürdistan devletinin oluşuyor olması, TC burjuvazisinin Kafkaslarda ve Yakın Doğu’daki altemperyalist projeleri ve bunların yanında ABD emperyalizminin başını çektiği İsrailİngiltere savaş ortaklığına TC’nin dahil olması gibi etkenler vardır. ABD
çoktandır İran’a müdahaleden bahsediyor ve Irak işgalinin maliyetleri giderek kabarmaktadır. Üstelik tıpkı I. Paylaşım Savaşı öncesi gibi
hegomonların dünyayı paylaşım planları da ortalıkta dolaşmaktadır.
TC burjuvazisi Bakû-Ceyhan boru hattından sonra şimdi de Ermenistan’ı dışarıda bırakacak Gürcüstan üzerinden Azerbaycan’dan Çin’e
1
kadar uzanacak demiryolu projesi üzerinde çalışıyor. Hatırlıyoruz ki Alman emperyalizmi Osmanlının son döneminde sürekli demiryolu döşü90
yordu. Ulaşım yolları üzerinden sömürü kanallarını geliştiriyordu. Acaba
bu Çin’e kadar uzanan demiryolu neyi işaretliyor? AB ve ABD emperyalizminin TC üzerinden Kafkaslar, İç Asya ve Uzak Doğu’ya mal ve sermayenin ulaşım yollarını mı döşüyor? TC burjuvazisi içte tekelleşmeye
giderken küçük sermaye grupları bir bir yok oluyor ve tekelleşme
altemperyalist yatırımlarla büyüyor. İç politikada milliyetçiliğin temel malzemesi olarak pişirilen Kürt düşmanlığına dayalı Kuzey Irak’ın Kürdistan’a dönüşmesi heyulası dış politikada ve altemperyalist anlamda sermaye yatırımında tam tersi yöndedir. Petrol aramadan, havaalanı, okul,
altyapı, taşımacılık gibi birçok işlerde Türkiye burjuvazisi öndedir. Üstelik
burası ciddî bir pazar olarak vazgeçilmez bir bölgedir.
Milliyetçi zehirlerle birbirine kırdırılan, atomize parçalara bölünen
emekçi halk/işçi sınıfı, emek örgütlerinden mahrum bırakılmakta
varolan örgütlülüklerde etkisizleştirilmektedir. İşgücü maliyeti sürekli
düşürülüyor, ülke ucuz işgücü cennetine doğru evriliyor. Burjuvazi sıkışan ekonomisini böylelikle rahatlatma telaşında. O çok korktuğu “toplumsal patlamalar”a maruz kalmamak için F Tipi tecrit politikalarını
gündelik hayatın parçası haline getirilmeye çalışıyor. Devrimci/ilerici
unsurlara bu çerçevede kendi hukukunu hiçe sayarak baskınlar/kıyımlar yapıyor…
Bütün bu süreç yaşanırken Hrant Dink’in öldürülmesi ve demokra2
tik kesimlerin resmî ideolojiyi eleştirel anlamda “Hepimiz Ermeniyiz ”
söylemiyle acıya empati kurarak olaya tepkisini koyması ırkçı polemiklere zemin açtı. Cenazenin yaratığı kamuoyu etkisinden intikam alırcasına eli kanlı birçok zevat “Hepimiz Türküz” söylemiyle Nazi’lerin iktidara gelme süreçlerini aratmayacak kafatasçı naralar attı. Demek ki bir iki
yıl önce her yerde çok ucuz fiyata satılan Adolf Hitler’in Kavgam kitabı
bu günlerin bilincini oluşturmak içinmiş. Ancak cinayet sonrası burjuva
basın ve tv.’lerinin sürekli yayın yapması -hatta birkaç kanal Taksim’den sürekli canlı yayın yaptı- üzerinde düşünülmesi gereken bir
konu. Cinayet sonrası ilk ağızdan devlet erkânının “basın üstüne düşeni yapacaktır” sözleri acaba bu canlı yayınlara mı denk geliyordu? TC
devletinin hemen hemen bütün istihbarat kurumlarının cinayetin olacağını önceden bilmesi ve cinayet sonrası yaşanan fotoğraf ve kaset görüntüleri devletin kurumlarının hangi kafada olduğunu gösteriyordu. Üstelik bu bilgiler basına bilerek her kesimin çıkarsal konumuna göre sızdırılıyordu. Orduda albayken NATO’ya çalışan ve emekli olunca Danıştay saldırısıyla tanınan Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Derneği’nden
ayrılan Fikri Karadağ’ın kurduğu Kuvayı Milliye Derneği’nin silah ve Kuran’a el basarak “Türk anadan Türk babadan doğmuş, soyunda dönme
olmayan Türk oğlu Türküm ben” diye başlayan yemin törenleri yoruma
mahal vermeden apaçık faşizan bir meydan okuyuştur. Üstelik hemen
hatırlanacağı gibi Karadağ daha önce Türkiye’de tespit ettiği 13 bin
91
500 “hain”den hesap soracağını söylemişti. Bu listenin Komünistler ve
Kürtlerden oluştuğunu anlamamak için siyasî kör olmak lâzım.
Dink’in katledilmesinden hangi siyasî çevreler kazançlı çıkmıştır?
Daha Dink’in kanı kurumadan ve mahkeme sürecindeyken stadyumlarda birilerinin “Hepimiz Samastız” demesi ve başına beyaz bere takanların sokaklarda büyük bir özgüvenle gezmesi neyi işaretliyor?
Kimi aydınlar gelişen olayları ürkütücü bulduklarını ifade ediyor,
ancak yükselen ırkçılık karşısında neler yapılması gerektiği konusunda
dişe dokunur somut öneriler sunmuyorlar. Aslında sunmalarını
beklemekde kendi içinde bir paradokstur. Olayların bütünselliğini görmezlikten gelerek kimi, tv’deki şiddet içeren filmleri, kimi interneti, kimi
işsizliği, kimi dış güçleri, kimi “derin devleti” suçluyor. Kimileri de burjuva demokrasisine taparcasına, kim kimi yargılayacaksa “katiller yargılansın” diyor. Evet, katiller yargılansın, ancak bu tür siyasî cinayetlerde
katilin bir iki kişi olmadığını, asıl katilin sistemin kendini devam ettirmek
için oluşturduğu örgütler ve onun ürettiği zihniyet olduğunu unutmadan.
Siyasî cinayetler bir iki kullanılan insan üzerinde kalır ve onların
cezalandırılması ile kapatılırsa, daha sonra yapılacak siyasî cinayetlerin hem yolu döşenmiş, hem de kitlelerin doğru bilinçlenmesi engellenmiş olur. Yani uzun vadede katilin suç ortağı olunur.
Dink’in katledilişine ilk gün onbin insanımız aktif bir protestoda bulunmuş ve “Katil iktidar” sloganlarıyla doğru bir adres göstermiştir. İktidar ise kendi suçunu “derin devlete” havale etmeye yeltenmiştir. Cenaze töreninin kitlesel antifaşist bir gösteriye dönüşmemesi için uydurma
bir “vasiyet” icat edilmiş, kitlelerin slogansız, sessiz, sedasız hareket
etmesi sağlanmıştır. Kitlelere önderlik etmede liberal ve reformist
“sol”lara trenin makası açılmıştır. 150-200 binlik kitlesel çıkış bir güne
sığdırılmış, çoğalarak yaygınlaşması önlenmiştir.
Hrant Dink’in katledilmesiyle kimlere mesaj verildi?:
“Türkiye Barışını Arıyor” konferansı sonrası bu cinayet Kürt sosyal
muhalefetine açık bir mesajdır.
Nicedir sürekli saldırılar altındaki merkezi bir otoriteden yoksun sola bu cinayet açık bir mesajdır.
Türk kimliğini, militarist geleneğini ve resmî ideolojiyi sorgulamak
isteyen tüm aydınlara bu cinayet açık bir mesajdır.
Ermeniler bu mesajın anlamını zaten 1900’lü yılların başından beri
iyi biliyor…
Herkes payına düşeni almıştır, ancak Devrimci ve Marksist Kadrolar bütün bu süreci iyi değerlendirerek sosyal muhalefet içersindeki yerini ve “örgütler anarşisini” andıran teori-pratik duruşunu sorgulayarak
devrimci sorumluluklarını yerine getirmelidir.
92
Alman faşizminin iktidara gelme sürecinde olduğu gibi önce Hrant
Dink’i öldürdüler… Sonra…
Sonrasını belirleyecek olan sınıflar mücadelesi olacaktır. Ancak
burjuvaziyle boy ölçüşebilecek ve onun politikaları ters yüz edecek
Proletarya Devrimcilerinin kurmaylığındaki bir Sınıf Partisinden yoksunuz.
Öyleyse Devrimci ve Marksist Kadrolar’ın payına düşen görev de
hem “tutarlı bir iktidar mücadelesi”ni hem de “tutarlı bir demokrasi mücadelesi”ni atbaşı yürütecek olan hakikî bir Sınıf Partisini daha fazla
zaman kaybetmeden örgütlemektir.
20 Şubat 2007
Serhat Munzur
-DeğerlendirmeBilim, Üniversite ve Gerçekler - 2
“…Burjuva toplumunda emekçi insan, doğumundan ölümüne dek egemen sınıflar için uygun olan düşünce, duygu ve alışkanlıkların sürekli etkisi altında bulunmaktadır.
Bu, bazen güç seçilir biçimler alarak, sayısız yollaryöntemler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Kilise, okul, sanat, basın, sinema, tiyatro, çeşitli örgütler, hepsi birden
kitlelerin bilincine burjuva dünya görüşünü, burjuva ahlâkını, alışkanlıklarını vb. aşılamak için silah görevini yüklenmektedir...
…Onlar okul eğitimini göz önüne almaktadırlar ki, bu sınırlı bir görüştür. Fakat bir de hayat okulu vardır ve orada
kitlelerin eğitimi durmaksızın yaşanmaktadır. Orada eğitimci bizzat hayattır, ...”
M. İ. Kalinin
Tarih 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde, askerî faşist diktatörlük, açık
bir şekilde ülkede işbaşı yaptı. O gün itibariyle işbaşı yapan askerî dikta, ülkedeki ilerici, demokrat, devrimci ve komünistlere karşı büyük bir
saldırıya geçmiş, adıgeçen kesimden bir çok insanı katletmiş, işkencelerden geçirmiş, sorgulamış, cezaevlerine atmış, sakat bırakmış ve
idam etmiştir. Tüm bunlarla amaçlanan, ülkedeki her türden ilerici anlayışı yok etmek, iktidar perspektifi olan devrimci bir çıkışın önünü kesmek, böylelikle de sınıf sömürüsüne ve emekçi halkların imha ve inkârına dayanan iktidarı korumaktır.
Dipnotlar:
1 Bir BM Projesi daha vardır: “Asya Karayolları Ağı Uluslararası Anlaşması”
2 “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı icadedilirken faşist güruhun ırkçı söylemlerle
“taarruz”a geçtiğini gördük. Serçeşme Dergisi, Sayı: 25, s.25’de Esen Uslu’nun yazısında “Bugün Hepimiz Hrant Dink’iz”, “Bugün Hepimiz
Ermeniyiz” sloganın ortaya atılışına “Bugün Hepimiz Kürdüz”, “Bugün Hepimiz Aleviyiz”, “Bugün Hepimiz Romanız” diyerek bir “tashih” yapma ihtiyacını duymuştur. Çünkü, kitlesel çıkışların örgütlenmesi ve bu çıkışların
sloganları çok önemlidir.
93
Faşist diktatörlük, sınıf sömürüsüne dayalı tekelci sermayenin iktidarını korumak ve iktidarın gelecekteki hakkaniyeti için önlemler almıştır. Bu amaçla, devrimci bir kalkışmanın bir daha yaşanmaması için yasal ve fiilî alanda bir çok değişiklik gerçekleştirmiştir. Bunların başında
elbetteki anayasanın değiştirilmesi gelmektedir. Değiştirilen bu anayasa, askerî iktidarın karakterine uygun olarak açık faşist bir niteliğe sahiptir. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, bu anayasa, sınıf
sömürüsüne ve emekçi halkların imha ve inkârına dayalı gizli devlet iktidarını, daha açık bir şekilde gözler önüne serme özelliği taşımaktadır.
Gelinen bu yeni süreçle birlikte, ülkede, emekçi halklar üzerindeki
baskı ve sömürüyü arttırmak amacıyla köklü değişiklikler gerçekleştirilmiş, darbe ve getirdiği anayasa değişikliği ile yeni kurumsallaşmalar
yaratılmıştır. Bunların başında YÖK, DGM, YHK vb. ilk akla gelenlerdir.
Bu türden bir anayasanın koruyucu çatısı altında oluşacak kurumların
gerek dönemin devrimci güçlerini imha politikasıyla denetim altında
tutması, gerekse gelecekteki sosyal sınıfsal hareketlenmelerin sindirilme yöntemiyle önünün kesilmesi yönünde politikalar yürütmesi kaçınılmazdır. Tüm bunların sonucunda ise politik, sosyal ve kültürel alan94
larda köklü değişiklikler yaşanmış, darbe ile amaçlanan, emekçi halkı
sindirme politikaları görece hedefine ulaşmıştır.
Yaşamın her alanına kısıtlamalar getiren ve bu amaçla kurumlar
yaratan askerî diktatörlük, baskı kıskaçlarını üniversite gençliği üzerine
de kurmuştur. Düşünen, üreten, sorgulayan ve değişimdendönüşümden ve devrimden yana olan üniversite gençliğini kendisi için
en büyük tehditlerden biri olarak gören devlet mekanizması, ilericidevrimci öğrencileri katletmiş, işkencelerden geçirmiş, cezaevlerine
atmış ve hatta idam etmiştir. İleriki dönemlerde ise üniversite gençliğinin siyasal-sosyal bir devrim yönünde çaba sarf etmesinin önünü de
kesebilmek amacıyla YÖK’ü kurmuştur. Temel amacı üniversitelerdeki
her türden ilerici anlayışı ve hareketi yok etmek olan YÖK, üniversitelerdeki en demokratik ve yasal etkinlikleri bile yasaklamış, bu amaca
uygun olarak tarihsel seyri içerisinde, birçok öğretim üyesine ve öğrenciye soruşturmalar açmış, çeşitli cezalar vermiş, üniversitelerden uzaklaştırmış, disiplin cezalarına tâbi tutmuştur.
Faşist her diktatörlükte olduğu gibi, 12 Eylül darbesi de, düşünmeyen, sorgulamayan, toplumsal sorunlar karşısında duyarlı olmayan ve
toplumsal değişim-dönüşüm yönünde her hangi bir aktivitede bulunmayan bireylerden oluşan bir sosyal tabaka yaratmak istemektedir. Bu
isteğini gerçekleştirmek için de, gençliği sosyal-siyasal mücadeleden,
işçi sınıfından, ayırıp apolitikleştirmek yöntemini kullanan sistem, bunun aracı olarak ta üniversite gençliğinin önüne YÖK’ü koymuştur.
Genelde 12 Eylül askerî faşist diktatörlüğünün tüm ülke gençliği
üzerindeki etkisi özelde ise YÖK’ün üniversite gençliği üzerindeki etkisi
(yakın tarihimiz değerlendirilirken politik ve sosyal alandaki farklılaşmayı vurgulamak için milat olarak adlandırılan), 12 Eylül öncesi ile karşılaştırıldığında daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Genelde 12 Eylül
ve uygulamaları özelde ise, YÖK ve uygulamaları ülke gençliği üzerindeki olumsuz sonuçlarını her geçen gün arttırarak devam ettirmektedir.
Üniversitelerde okuyan gençlik -isteyerek ya da istemeyerek- sistemin
çıkarları doğrultusunda hareket etmekte, sorgulamaktansa susmayı ve
itaat etmeyi tercih etmekte, üretmektense tüketmeyi, toplumsal çıkarlardansa bireysel çıkarları ve bencilliği öne çıkarmakta, ilerici-devrimci
bir tutum sergileyerek politik bir tavır almaktansa, âdeta “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” özdeyişini vurgulamakta, sosyal sorunlara
karşı ise, son derece duyarsız kalmaktadır. YÖK’ün üniversitelerinde
okuyan herhangi bir bireyin böylesine olumsuz bir tablonun yaratılmasına vesile olduğunu düşünmek zor olmasa gerek.
Günümüz üniversitelerindeki verili durum değerlendirildiğinde, öğrenci gençliğin etkisizleştirilmesi ve apolitikleştirilmesi hedefi ilede kurulmuş olan YÖK’ün, bu görevini büyük oranda yerine getirmiş olduğunu düşünebiliriz. YÖK’ün kuruluşundan günümüze üniversitelerde iste95
diği gibi bir gençlik yaratmış olmasının yanında, üniversite gençliği içerisinde YÖK uygulamalarının, gençliği pasifleştirmek, toplumun ve ülkenin sorunlarına duyarsız hâle getirmek amaçlı olduğunu bilen, devrimci- ilerici, demokrat, komünist, öğrencilerde mevcuttur. YÖK’ün baskıcı uygulamalarından pek sık nasibini alan bu kesim, soruşturmalara
tâbi tutulmakta, okuldan uzaklaştırılmakta ve hatta YÖK’ten atılarak
eğitimle olan tüm ilişkisi kesilmektedir.
YÖK ve 12 Eylül’ün yarattığı hâkim gerici kültür, tüm toplum üzerinde olduğu gibi gençlik üzerinde de yoz ve kozmopolit bir kültür yaratarak kültürel çürümenin yolunu açmıştır. Sistem ve sistemin uygulamalarının sonucu olarak etkisizleştirilmiş aileler çocuklarının devrimci
politik tutum içerisinde olmalarındansa, gerici ve yoz kültür içerisinde
olmalarını tercih etmektedirler. Sistem devrimci politik davranışlardan
uzak bireyler yaratmak amacıyla kitleleri dine, futbola, uyuşturucuya,
arabesk ve yoz bir cinsel yaşama yönlendirmektedir. Bunun sonucunda ise, kapitalizmin yabancılaştırma politikalarına uygun olarak; her
geçen gün, ülkenin hemen her yerinde seri katiller, tecavüzcüler, çocuk
istismarcıları, gaspçılar, cinnet getirerek ailesini yok edenler artarak türemiştir.
Genel bir değerlendirme yapıldığında görülecektir ki, bilimsel bilgi
üretmek gibi bir amacı olan üniversite, bu işlevini yerine getirebilmek
için her türden baskı ve zorlamadan uzak olmak durumundadır. Bunun
dışındaki bir alternatif, üniversitenin, baskı uygulayan mekanizmanın
denetimi altında olmasını zorunlu kılar. Bilinmelidir ki baskı altında tutulan, bilimsel bilgi üretmekle yükümlü bir üniversitenin, bu türden bir uygulamaya tâbi tutulmasının nedeni politiktir. Politik nedenlerden kaynaklı baskı altında tutulan herhangi bir kurumun, kendisini baskı altına
alan mekanizmanın sınıf çıkarlarına uygun olarak hareket etmesi zorunludur. Böyle bir zorunluluğa tâbi üniversitenin bilim ürettiğini ileri
sürmek, adı geçen baskıcı eğilimin sınıf çıkarlarına hizmet etmek demektir.
Ülke ölçeğinde düşünüldüğünde, üniversiteleri YÖK aracı ile baskı
altında tutan sistem, kendi sınıf çıkarlarının gerektirdiği biçimde hareket etmekte, üniversitelerde bilimsel bilgi ve ilerici düşünceleri anında
yok etme çabası içerisine girmektedir. Askerî faşist bir diktatörlüğün
anayasasının ürünü olan YÖK, dayandığı yasal zemin ve uygulamaları
ile aslında sömüren sınıf çıkarlarını korumak amacıyla hareket eden
politik bir kurum olduğunu tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.
Bu yönü itibariyle üniversitelerin ve üniversite öğrencilerinin politikadan
uzak olmaları gerektiğini vurgulayan hâkim anlayış, egemen sınıfın
hizmetinde olan her türden politikanın üniversitelerde var olabileceğini ki, YÖK başlı başına politik bir kurum olarak bunun en belirgin örneğidir- emekçi halklardan yana olan ilerici ve devrimci her hangi bir politi96
kanın ise, kesinlikle kabul edilemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır.
Tüm bu verili durum göstermektedir ki, ülkemiz üniversitelerindeki bilimsel gelişimin önündeki en büyük engel, kendisini YÖK vasıtasıyla
gösteren devletin ta kendisidir.
Bu anlamda YÖK sisteminin antidemokratik, bilim düşmanı ve faşizan yapısı, üniversite eğitimini, bitirildiği çalışma ehliyeti derekesine
indirgenmiş bir sertifikayla belgelenen herhangi bir kurstan farksızlaştırmıştır. Bu sistemin sınav sistemi, ortaöğretim katsayıları v.b. gibi uygulamaları hukukî olarak değilse bile fiilî olarak üniversitelerin kapılarını emekçi halk çocuklarına kapamıştır. Bu durum burjuvazinin propagandasını yaptığı biçimsel burjuva anayasal eşitlik kavramına bile aykırıdır. İmkânı olan sayılı işçi çocukları için ise üniversite, daha farklı işlerde çalışabilme ehliyeti bakımından sınıf atlama hayallerini besleyen
bir kursa dönüşmüştür.
Tüm bu koşullarda gerçek eğitim ve bilgi edinme, sistemin okullarında değil de, Kalinin hocanın dediği gibi, “hayat okulunda” yani kitlelerin edindiği gerçek eğitim alanında sınıflar mücadelesinin içinde alınmalıdır.
4 Ocak 2007
(Devam Edecek)
97
S.P. F/7
Dergi’mize Yöneltilen Eleştiriler Üzerine
Eleştiri: 15/16 Haziran Hareketi ile ilgili Almanya’da çağrılı olarak
katıldığınız 2006 yılı haziran ayındaki etkinlikleri ve yankılarını izledik.
Kolektifinize yapılan bu çağrıyı yeterince değerlendiremediğinizi gördük. Konuşmacıları aynı karede bütünlük içinde değillerdi. Sırrı Öztürk,
Vahit Tulis ve Nihat Varol ayrı ayrı şeyler söylediler.15/16 Haziran’ın
örgütlenmesinde, eylemde, mahkemelerde, hapishanelerde Proleter
Devrimci bir tavır sergileyen Sırrı Öztürk’ün (SÖ) çizmeye çalıştığı çerçeve Vahit Tulis (VT) ve Nihat Varol (NV) tarafından âdeta provoke
edildi. Gerek Hamburg Radyosunda, gerek Kolektifinizi çağıran sınıf ve
tarih bilinçli işçilerin düzenlemiş olduğu panel-söyleşide ve ayrıca SU
tv'deki programlarda konuşmacılar arasındaki bariz çelişki; 15/16 Haziran Hareketi hakkında büyük bir beklenti içindeki işçileri, sendikacıları,
sosyalist aydınları tatmin etmek bir yana, giderek âdeta skandala dönüştü.
SU tv’nin sunucusu konuşmacılar arasındaki bariz farklılık ve çelişkiyi yakaladı. Ve ÖDP çizgisindeki konumu gereği bu çelişkiyi kullandı. VT “komünist ajitasyon” dışında bir şey söylemedi. Kendisine yöneltilen soruların cevabını SÖ'ye havale etti(!). Sorun Kolektifi’nin gündeminde tutulan “Komünistlerin Birliği” gibi hayatî bir sorun karşısında
âdeta bocaladı. Hareketin kolektif örgütlülüğünü öne çıkarması gerekirken, kendisinden söz etti. VT düzenlenen etkinliklere yeterince hazırlanmamıştı. Oysa bu süreci yaşamış biri olarak daha hazırlıklı ve donanımlı olması kendisinden beklenirdi.
NV ise, bilgi birikimi, bilinç ve donanımı itibariyle bu etkinliklere katılmamalıydı. Salt işçi sınıfından gelmek yetmiyor. Hele 15/16 Haziran
gibi bir konuda söz söyleme yetkisini kendisinde görüp de ÖDP’li sunucunun liberal ve reformist çizgisinin yönlendirmeleri karşısında tuzağa düşmesi bir komediydi. SU tv sunucusu İtalyan patentli “Zeytin Dalı”
projesini Türkiye'de de gerçekleştirmek isteyen bir “proje”nin taraftarıydı. Bütün konuşmacılara bunu empoze etmeye çalıştı. Yalnızca SÖ bu
tuzağa düşmedi. “Komünistlerin Birliği" gibi devrimci ve Marksist Kadroların gündemindeki yakıcı bir sorunu sık sık telaffuz etmeye çalıştı.
Sunucu ise, SÖ’nün sözünü sık sık kesip VT ile NV'ye söz vererek, onların da katkısıyla(!) “Komünistlerin Birliği” söyleminin hangi manaya
geldiğinin kitlelerce kavranmasına meydan vermedi.
Elbette ve doğallıkla Devrimci ve Marksist Kadrolar radyo ve
tv’lerde özgürlüklerini şu aşamada kullanamazlardı Komünistlere, mücadelenin ateşinden gelenlere mikrofon uzatmak öyle kolay değildi. Bu
98
açıdan Kolektifinizi eleştirmiyoruz. Fakat ilk defa pasaport alabilen, ilk
defa uçağa binen ve ilk defa radyo ve tv’de konuşma imkân ve fırsatını
yakalayanlar olarak bu araçları daha yetkin kullanabilirdiniz. SU tv’nin
sizlere ayırdığını daha önceden duyurduğu iki saatlik süreyi yarım saat
kesmesi de çok ilginç bir olaydı. SÖ’nün uygun bir üslup ve yöntemle
çizmeye çalıştığı BİRLİKÇİ söylemi SU tv’nin ve sunucusunun siyasî
çizgisi ile uyuşmuyordu. Bu yüzden SÖ Komünistlerin sosyal muhalefet
dinamiklerine önderlik etmesi ve ileri unsurları, hareketlendirip seferber
etmesi gibi sorunları gündeme getiremedi. Sözü ve süresi kesildi.
15/16 Haziran konulu bir programa katılan VT ile NV ise, SÖ’nün çizdiği tabloya katkı sunmak bir yana, O’nun yapmaya çalıştığının üstünün
küllenmesine yardımcı oluşları gözlerden kaçmadı
Sözün özü: Komünistlerin kendilerini özgürce ifade edebileceği
bağımsız bir radyo ve tv’den, ayrıca günlük bir gazeteden yoksun oluşları henüz demokrat dahi olamayan kimi araçlar tarafından kendi
amaçları doğrultusunda kullanılabilmektedir. Bu durumda Komünistlerin de bu araçları yerinde ve tutarlı biçimlerde kullanmaları açısından,
gerek konuşmacıların seçimi, gerekse hazırlıklı olması hususunda daha özenli hareket etmesi beklenir.
Cevap: Eleştiri ve önerilerinizi Kolektifimiz de kendi içinde ayrıntılı
değerlendirmiş, bu etkinliklerden edindiğimiz sonuçlarla çıkardığımız
dersleri tartışmıştır. Yalnızca sizlerden değil, pek çok birey ve çevrelerden de benzer nitelikte eleştiriler aldık. Kolektifimizin 15/16 Haziran
hakkındaki görüşlerini Sırrı Öztürk yetkili olarak temsil etmeye çalışmıştır. Bir dahaki sefer hem konuşmacıların seçimi, hem de hazırlıklı
olma açılarından daha donanımlı olmaya özen gösterilecektir. Konu
hakkındaki bilinciniz ve duyarlılığınız için sizi kutlar ve teşekkür ederiz.
Eleştiri: Dergi’nizde çok çeşitli eğilimlerden imzalar yer alıyor.
Daha önce yer alan bazı imzalara da daha sonra yer verilmiyor. Neden?
Cevap: SORUN Polemik’in ilk sayısında bu sorunuzun cevabını
vermiştik, Dergi’mizde Yayın Kurulu’nun imzalı yazıları dışında yarın
birlikte yürüyeceğimiz “yol arkadaşları" ile “yoldaş” olmayı özlediğimiz
bizim insanlarımızın imzalarına da yer verilmesi Kolektifimiz’in süzgecinden geçirdiği bilinçli bir tavırdır. Günümüz şartlarında ‘sosyalist demokrasi’yi içimize sindirmemiz gerekiyor. Bu türden bir yayın politikasının hangi manaya geldiğini donanımlı insanlarımız anlamakta gecikmiyor, yayın politikamızın doğruluğuna inanıyoruz. Hayat ve mücadele de
bunu doğrulamaktadır.
99
Kimi imzaların sürekli yer almayışının nedenlerini ise ait olduğu
imzalardan sormanız gerekir. Özel hayatı, işi, üretimi ve donanımıyla
bütünlük içindeki Devrimci ve Marksist Kadrolar Dergi'de rahatlıkla yer
almaktadır. İlişkilerimizi temiz ve ilkeli tutamayanlar ise, bu aracı kullanamamaktadır. Kolektifimiz'de iş ve emek sevgisi ile özveri ve çalışkanlık öne çıkmaktadır. Proleter Devrimcilerin elindeki bu aracı benlik
egosunu tatmin ve kariyerizm açısından bir “atlama tahtası” olarak görenler zaman zaman ve doğallıkla çıkmışlardır. Fakat bu gibilerinin niyetleri hiçbir zaman Kolektifimiz’de vücut bulmamıştır.
Eleştiri: Bir yılı aşkın bir zamandır gündeme taşıdığınız İşçi-Kitle
Gazetesi ve bu konuyu içeren Çağrı Broşüründen sonra, anılan gazete
etkinliği gerçekleşmedi. Niçin?
Cevap: Gerek Dergi'mizde, gerekse çeşitli telif çalışmalarımızda
Devrimci ve Marksist Kadroların bilincine ve yüreğine hitap eden yazılarımızda gündeme taşıdığımız bütün önerilerin arkasındayız. Geri
adım atılması bir yana, önerilerimizin ne derece hayatî ve önemli olduğunu hayat ve mücadele doğrulamaktadır. Sorumluluklarımızı tartarak
gündeme getirdiğimiz İşçi-Kitle Gazetesi projesini dillendirdiğimizden
bu yana hemen hemen bütün siyasî sol eğilimler birer "işçi gazetesi”
çıkarma ihtiyacını duydu(!) Sol cenahta hâkim olan “benim partim, benim gazetem, benim internetim, benim kültür merkezim, benim sendikam, benim kitle örgütüm, benim yayınevim, benim radyom, benim televizyonum, vs.” gibi burjuva mülkiyetini andıran anlayışına yeni bir
halka eklememek için İşçi-Kitle Gazetesi projemizi şu aşamada gündeme getirmiyoruz. Kolektifimiz çalışanları “ben” egosunu yıkıp, "biz"
ve "bizim" denilmesini bilince taşımaktadır. Hâkim gerici sınıfların, faşizmin her geçen gün kaba güce ve zora rahatça başvurduğu bir düzeneği tersyüz etmek için “biz” ve “bizim” diyerek kolları sıvamayı daha
doğru buluyoruz. Kaldı ki, burjuvazi de cenahımıza karşı birlikte hareket edecek düzeyde tarih ve sınıf bilinci ile kaba güce ve zora başvuruyor. Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örebilmenin yolu da “biz” ve “bizim”
diyebilmekten geçiyor. Birlikte iş yapmayı, birlikte yürümeyi, deneyim
aktarımında bulunmayı ve de paylaşmayı gündemine alamayan bir sol
asla SOL değildir. İşçi-Kitle Gazetesi projesi, işçi sınıfının kendi davasına sahip çıkacağı, kendisinin yazacağı, dağıtacağı, örgütleyeceği
araçlardan biridir. Kolektifimiz, maddî-manevî destek ve katkısıyla bu
önemli aracın yalnızca ateşleyicisidir. Gereken hazırlık yapılmıştır. Sıra
birlikte iş yapılmasına kalmıştır.
Gündeme getirdiğimiz bu önemli konu birilerini de öylesine hareketlendirmiştir ki, her siyasî sol eğilim “dergi platformu” ya da “platform”
arayışlarından sonra hızla ve âdeta “Allah söylettirmişçesine” kendi “iş100
çi gazetesi”ni çıkarmaya yönelmiştir! Hatta önemli bir örgütlenme olan
“İlerici Gençlik Sendikası” girişiminde dahi “benim gençlik sendikam”
anlayışı kolektif adımların atılmasını içerden darbelemiştir. Bu “atak” da
yetmemiş şimdi ise herkes kendi “işçi kurultayı”nı örgütlemeye yönelmiştir. SORUN Polemik’in gündemi bellidir. Açılan “ben” merkezli anlayışlardan ve “grup partisi” (örgütü olarak da okunmalıdır) anlayışları
dışında tartışmaya ve eleştirel katkıya açık ve muhtaç tezlerimizin senteze kavuşturulmasının kavgasını vermektedir. Birileriyle asla yarışmıyoruz. Parti olmadığı halde parti imiş gibi davranan eğilimlerle mücadele ediyoruz. Bilimsel Komünizm ve Marksizmin yorumu, -özümlenmesive pratikte yeniden üretimi denildiğinde, bundan "Komünistlerin Birliği”ni gündeme getirmeyi anlıyoruz. Bu yöntemin Devrimci ve Marksist
Kadroları II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II. TTKK)’ne taşıyabilmesi için çeşitli istişari toplantı, konferans, kurultay, vb. etkinlikleri
düzenlemeyi doğru buluyoruz. Bunun gerçekleşebilmesi yolunda ve de
bu tarihi görevi üstlenmeye aday yoldaşlarımızla II. TTKK’yı örgütlemeye aday çeşitli Kurum’ların işbaşı yapmasını arzuluyoruz. Yalnızca
arzulamıyor, bunun iklim ve altyapısını oluşturabilecek etkinliklerden
geri durmuyoruz. Elbette “inşa”, “oluşturma” “iklim ve altyapı” diye diye
ebediyete kadar tren yolu misali birleşmeyen yollar gibi yürüyecek değiliz. Bir yerde yapma fiili ile herkes-hepimiz yüzleşeceğiz. Görüş ve
tezlerimiz sınanacaktır. İşçi-Kitle Gazetesi projemiz de, izahına çalıştığımız araçların üretilmesinde rol alabilecektir. Mevcutların dışında bir
işlevselliği olmasını düşündüğümüz için acele de etmiyoruz. "Bizim”
denilmesini bilincinde tartıp, emek güçlerini buluşturmak durumunda
olan yol arkadaşlarımızın katkısını bekliyoruz.
Böylelikle “grup partisi” anlayışlarını aşıp Sınıf Partisi bilincini
gündemleştirmiş ve de merkezi, disiplinli Kurum ve Araç’larımızı üretmiş olacağız.
SORUN Polemik
ŞAHMARAN
Puslu boranlı bir mapushane sabahında
O dost bakışlı gözlerin karşımda
Anlık bir sevinç
Ama hayır
Bu bir ölüm ilanı
Olmadı TACI
Böyle gitmek olmadı
Diyor
Ve yanık bir hüzün kaplıyor içimi
Anılar döküldü kirpiklerimden
Katre katre
Ah şahmaran yürekli yoldaş
Az rastladım senin gibilere
Firari gecelerde
Güvenle sırt sırta verip
Gardaş gardaşa
Vuruştuk aynı barikatlarda
Emeğin kurtuluş hakkı için
Aynı dolçadan içtik ab-ı kevseri
Aynı dilden söyledik
Bu dağda ceylan gezer
Zülfünü tarar gezer
Türküsünü
Karapapak Karapapak
Terekeme Terekeme
Bodrumdan bozma evin
Bir kervan otağıydı
Her gurbetçinin
Her işçinin
Her işsizin
Konakladığı
Bir rızalık şehriydi
Ortakçıl toplumdan kalan
Lokma ve niyazı eksilmezdi
101
102
Turgay Ulu
F Tipi Yaşamaktan Bir Kesit -2
-Mektup-
Merhaba...
Zalimlerin mengenesine düştüğümde
Hiçbir kerpeten sökemedi dilimden
Ne adını ne adresini
Çünkü biz sır yolcusuyduk
Serini meydana koyan
İşte gazetede resmin
Gene işçi gömleğin kareli
Kutsal ateşe atılmaya hazır
Duruşun rüzgar yeleli
Ve ben onbir yıldır hasretim
Siper sohbetlerine
Şimdi derbeder oldun
Benim yerime
Secdegahım yarim
Gül assın mezar taşına
Biraz daha sabretsen
Olmazmıydı
Birlikte direnirdik
Ölüm denen düşmana
“Kapı dövdüğüm” gerekçesiyle “70 gün mektup ve açık görüş yasağı” cezası verdiler. Hem İnfaz Hakimliği hem de Ağır Ceza itirazlarım
reddedilip cezam “uygun” bulundu.....
Behiç Aşçı’nın temsil ettiği süreç bir şekilde sona erdi. Şimdiden
sonra ne olacak, nasıl olacak göreceğiz artık. Henüz bir bilgilenme
sahibi olamadık. Ortak alanlara çıkanların anlatımına göre, haftada 10
saat uygulaması yapılmıyormuş. Şu anda onları, haftada bir gün, 2 saat görüştürüyorlar. Zaten bakanlığın yayınladığı yeni genelgede, uygulama 10 saat olarak belirtilmiş ama, pratik işleyiş her cezaevinin kendi
idaresine bırakılmış. Genellikle idareler, “personel yetersizliği” vb. gerekçelerle bunu uygulamıyorlar. Mevcut durumda o işleyişi oturtabileceklerini sanmıyorum. Yeni bir organizasyon yapmaları gerekir. Daha
onlarda pratik olarak nasıl uygulayabileceklerini bilmiyorlar. Muhtemelen deneme-yanılma yöntemiyle bir formül bulacaklar. Herhalde pilot
hapishane olarak, Edirne F Tipi’ni seçmişler. Orada denerler. Aldıkları
neticeye göre bir formül bulurlar. Ne kadar doğru bilmiyorum ama, bir
tutuklu arkadaşın aktardığına göre, mevcut durumdaki ranzaların üstüne bir kat daha ekleyip, üç kişiliklere altı kişi yerleştirmeyi düşünüyorlarmış. Altı kişi için buralar fiziki olarak çok kullanışsız olur.
Anlaşıldığı kadarıyla, F Tiplerini o kadar seferber olup yaptılar
ama, şimdi kendileri de işin içinden çıkamıyorlar. Yeni inşa ettiklerinin
çoğu L Tipi. Onlar da tamamen çalıştırma maksadıyla projelendirilmiş
cezaevleri...
4 Şubat 2007
2 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra-Kocaeli
Turgay Ulu
3 Şubat 2007
2 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra-Kocaeli
103
104
OGNYANA
MİTKA GRIBÇEVA
“Karanlıklar en alçak insanı da
en yüz kızartıcı suçları da örter”
Mitka Grıbçeva*
I.
Partizanın Gömütü
Köylük yerden oğlan çocukları
Daha onsekizine girmemiş kır yoksulları
İşliklerden fabrikalardan kız çocukları
Daha onaltısına girmemiş çiçeği burnunda
Süslediler bu baharda kızıl gelincikler gibi
Kayalıklarda koyaklarda gömütlerini
Çakırdikenleriyle yan yana
II.
Partizanın Yüreği
Korkulacak şey mi ölüm
Hele düşünülecek şey mi açlık
Yener her bir şeyi bu bilinç
Yırtılır en karası karanlıklar
Kızıl kanlar karışınca toprağa taşa
III.
Partizanın Yurdu
Taner Korkmaz’ın Kandıra-Kocaeli 1. Nolu F Tipi Hapishanesinden
Kolektifimiz’e gönderdiği kartı aynen yayınlıyoruz.
105
Bunca kurbanlar boşuna mı
Kanlarımızla sulandı ana yurt
Yüreğimiz ağlıyor gizden gize
Ay ışığında kor gibi yanıyor için için
Şafak sökecek neredeyse
Hafiften bir yel esiyor bahar kokulu
Erik ağaçları bu yıl erken çiçeğe durmuş
Al gelincikler süslüyor alkanlarımız üzerinde
Ala çiçek misali ana yurdu
106
Sırrı Öztürk
Dersim… Dersim… - 4
-Gezi Notları-
“Kızılbaş Kadın” ve Batılı Feminizm
12'li faşist askerî darbeler döneminden sonra daha yoğunluklu olarak Batılı Feminizm akımlarının Türkiye’yi kuşattığı görüldü. Kapitalist
Batı’nın büyük ölçülerde kullandığı feminist akımların Anadolu’yaYukarı Mezopotamya’ya bilinçli biçimde sistematik olarak taşındığı ortam ve süreçlerde Kızılbaş Batınî inanç ve kültür geleneğini yani yerlikültürel iç deneyim ve geleneğini doğru değerlendirmeyi öne çıkararak
bu kuşatmayı kırmayı denemeliyiz diye düşünüyorum.
Kapitalist Batı’dan aktarılan ve bilimselliği tartışmalı akımlara kaynaklık eden tezlerin yerine Anadolu-Mezopotamya emekçi halklarını
vareden ve üzerinde yaşadığımız topraklardaki dil, tarih, kültür, gelenek, görenek, inanç ve folklorlarını ayrıntılı incelemek ve bu temeldeki
telif çalışmalara ağırlık vermek yöntemiyle Batılı feminist akımların tahribatına karşı gerekli bir barikat örülebilir. Bu türden nitelikli çalışmaları
özendirip sahiplenmek durumundayız.
IV.
Partizanın İşi
Yerli-kültürel iç deneyim birikim ve geleneklerimizin esin kaynağı
olmasıyla kapitalizmin yoz ve kozmopolit kültür politikaları hem daha
kolay karşıya alınmış, hem kültürel erozyon en aza indirilmiş, hem de
bilimselliği tartışmalı tezlerin yerine düşünce-davranış dünyamıza yeni
bir soluk getirilmiş olacaktır.
Komünistler işbaşı yapsın hele bir yol
PARTİ işini bilir
Bir adım daha ileri atabilmek için
Neyi nasıl temizleyeceğini
Önce karanlıklar aydınlığa kavuşmalı
Halk düşmanı hainler
Ajanlar provokatörler
Faşistler temizlenmeli bir bir
ÖNCÜ/Zeki Öztürk
*
1916 Bulgaristan doğumlu, kadın gerilla. NAZİ faşizmine karşı ülkesinin en önde gelen partizanlarından, namı diğer Ognyana. Yaşadım
Diyebilmek İçin ve Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum adlı
eserleri ile tanınır.
107
İlk (ilkel denilmesini uygun bulmuyoruz, çünkü asıl ilkellik günümüzdeki kendine, doğaya ve topluma yabancılaşmış insanların düşünce-davranışlarında yansımaktadır.) ortaklık toplumu, eşitlik, özgürlük,
kardeşlik gibi komünal ilişkiler temeli üzerine kurulacak moderndevrimci-dönüştürücü atılımlar emek ve kadın sömürüsüne daha rasyonel bir darbe vurulmasının da itici gücüdür. Kadının-erkeğin-insanın
sosyal-evrensel kurtuluşu bu temelde yükselecektir.
Sol'un Ana-Kadın, Kadın-Ata ve "Kızılbaş Kadın" gelenek ve kültünü inceleme durumundaki canlarımızın, iyimser, dinamik, ilerici bir
yorumla senteze kavuşturucu tezlerle bu süreci geliştirip güçlendirme,
yöntemiyle ayağını sağlam biçimde yere basması gerekiyor. Sol'un bu
konudaki politikasızlığı ancak bu yöntemle aşılacaktır diye düşünüyoruz. Batılı feminist akımları eklektik ve alıntı mantığıyla devşirilen malzemeyi Anadolu-Mezepotamya emekçi halklarının gelenek ve kültürleri
üzerine oturtmaya çalışmak kapitalist yabancılaştırma yöntemlerine
hizmet anlamına gelecektir.
108
‘Anadolu Aleviliği’ Sünnileştirilme Kuşatmasında
Dersim gezilerimizde çok açık biçimde gördük: Kızılbaş, AleviBektaşi inanç, gelenek ve kültü Osmanlıdan günümüze büyük bir kuşatma altındadır. Daha da gerilere Yezid ve Muaviye ihanetlerine kadar
gidilecek olursa bu kuşatmaların nedenleri daha ayrıntılı görülebilir.
Bilindiği gibi, ‘Anadolu Aleviliği’, asimilasyon anlayışları dışında,
arının binlerce çiçekten alıp bal eylediği eylemi misali insanlığın tek
tanrı dinleri, mitolojileri, masalları, kült, folk, inanç, gelenek-görenek,
dil, vb. birikimlerinin etkisiyle oluşmuştur. Zerdüştilik/Yezidilik, Budizm’den, hatta Musa, İsa'dan büyük ölçülerde esinlenmiş bir inanç,
kült ve gelenek sistemidir. ‘Anadolu Aleviliği’ bu süreçlerden edinilen
birikimlerden Yukarı Mezopotamyaya Anadolu’daki halklara ve Dersim’lilere ulaştı.
Halkların kültürleri, dışardan gelenler, özellikle de Arap-İslâm'dan
ne kadar etkilendi? Orta Asya'dan getirilen inanç ve kültler ne kadar
korundu? Özsüz, köksüz kültler hangi ölçülerde erozyona uğradı?
Hangi ileri tezler senteze kavuştu? Veya senteze kavuşmaya aday?
Bu ve benzeri "sevimli" tartışmalar uzmanları tarafından hararetle
yapılmaktadır. Dersim’de arkeolojik çalışmalar yapılmamış olsa da dil,
tarih, folklor, masal, vb., konularda önemli çalışmalar gün geçtikçe artmaktadır. Bu yolda yapılan tartışmaların Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inanç,
gelenek ve kültünü tahrip etmeden yeni sentezlere kavuşturulmasını
diliyoruz. Sol cenahtan gelen insanlarımızın bu insan malzemesinin
kültünü doğru değerlendirerek, Modern Yezid ve Muaviyelere fırsat
vermemelerini, düşünce-davranış dönüşümlerindeki gelişmelerin sistemli, tutarlı politikalarla süreç içinde oluşacağını hesaba katmaları
beklenecektir. Kimi "sol"ların gaza bastığı süreçlerde fren görevini yerine getirecek Kurum ve Araç'ların işbaşı yapmasının ne ölçüde hayatî
bir mesele olduğu ortadadır.
Bilimsel-sınıfsal açıdan yapılan tahlil ve değerlendirmelere itibar
edildiğinde; ‘Anadolu Aleviliği’, ezilen, sömürülen yoksul köylülüğün isyan, başkaldırı ve ayaklanma geleneğinin ideolojisidir. Yavuz Selim’in
bu ideolojiyi karşıya alıp 40 bin Kürt-Zaza ve Dersimli Kızılbaşı katledişinin sınıfsal nedeni, hâkim devlet anlayışına ve Arap-İslâma karşı oluşu yüzündendir. Kadın Ata geleneğine ve ortaklık toplumu anlayışına
bağlılığındandır. Millî düşmanlık değildir.
Osmanlı hâkimiyetinin yoksul Kürt, Türk, Zaza Aleviliğine ve
Dersimli Kızılbaşlığa karşı oluşu, feodal despotluğa karşı isyan, başkaldırı, ayaklanma ve hak arama örneği olmasının yarattığı korkudur.
Arap-İslâm ile devletin "Kızılbaş Kadın" kültüne düşman oluşudur.
109
İnsanın insan oluşuna karşı olan Arap-İslâm ile Osmanlı yönetimi
ve günümüzdeki uzantısı TC Devletinin uygalayageldiği inkâr, imha ve
asimilasyon (Türkleştirme-Sünnîleştirme) politikalarına karşı gardını
alan Anadolu ve Mezopotamya emekçi halkları tarihsel, sosyal ve kültürel açıdan olduğu kadar sınıfsal talepleriyle de haklı bir zemindedir.
Tarihsel seyri içinde askere gitmeyen, vergi vermeyen, isyan eden,
başkaldıran, ayaklanan ve hak arayan insanlarımızı sürekli olarak
"suçlu” görüp gösteren bir zihniyetin günümüzde iyice çözülüp çürüdüğünü ilginç örnekleriyle görüyoruz.
Dersimliyi talep ve ihtiyaçlarını dillendirmesi karşısında "suçlu"
göstermek artık eskimiş bir yöntemdir. Ezilen ve sömürülen emekçi
halkların dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’daki sesine kulak
vermek zorundadır, hâkim gerici sınıflar ve onların sağlı "sol"lu politikacıları.
İşçi sınıfı ve emekçi halk hareketlerini kaba güce ve zora başvurup
çeşitli demagojilerle suçlamak artık aşınmış bir politikadır. Bu politikaların hâlâ “işbaşı” nda oluşu cenahımızın kusuru (suçu) yüzendendir.
Kapitalist anarşinin tarihsel-sosyal haklılığından değil.
Dersimli tipolojisi dağı, taşı, ovası, suyu, iklimi, bitkisi, ormanı, hayvanı ve tabiat harikasının da bir ürünü olan halkı da, bu etkenlere uygun, doğal, özgür bir hayat tarzını seçmiştir. Bu tipolojiyi oldukça doğru
resmeden insanlarımızın çıkmış oluşu da sevindiricidir. Aynı zamanda
sistemin çok yönlü kuşatmasını, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını da açığa vuran çalışmaların yetkinleşmesi de olumlu bir gelişmedir.
Dersimli tipolojisinden ürkenlerin "bu çıbanı deşmek" yöntemlerini
sistemli kurumlaşma yöntemleriyle karşıya almadan önce emekçi halkın nabzını doğru tutmak, talep ve ihtiyaçlarını yerinde öğrenmek gerekiyor.
Devletin "Türk-İslâm Sentezi" biçiminde adlandırılan geleneksel
politikasını sağlı “sol”lu bütün burjuva partileri içine sindirmiştir. 12'li faşist askerî darbelerden sonra 3 bin Alevi köyüne cami yaptırılmıştır.
Tahtacı, Göçer Aleviler, özellikle de Maraş katliamından sonra faşist
partilerin içine çekilmiştir. Katliam ve Alevi karşıtlığı karşısında faşist
partileri birer "koruyucu" olarak gören insanlarımızın dram ve trajedilerini, onları suçlamadan doğru değerlendirmek gerekiyor. Sünni asimilasyon Osmanlıdan başlayıp TC Devletinin devlet eliyle burjuva yetiştirme politikaları uzantısında ve özellikle de 1938’den sonra asimilasyon politikalarına hız verilmiştir. Kızılbaş geleneğinde mezar taşlarına
işlenen koç figür ve heykelleri sistemli biçimde tahrip edilmiştir. Hâkim
gerici sınıflar koç figürü ve heykelciklerini gördükçe, demek ki,
Koçgiri’yi hatırlamakta, Koç Uşağı Aşireti’nin direniş geleneğinden
110
korkmaktadır. Günümüzde koç figürlü veya heykelciklerini taşıyan tek
bir mezar taşı bırakılmamıştır. Sistemin bu başarısını, sünni asimilasyonun hangi düzeyde olduğunu nerelere kadar uzatıldığını örnekleriyle
sergilemek zorundayız.
“Kırda Ateş Politik”
Dersimli yazarlardan M. Ali Eser arkadaşı gezilerimiz sırasında,
Festivalin birinci günündeki törenlerde iyi bir rastlantı olarak görmüş ve
ayaküstü sohbet etmiştik. Kendisini 1987 sonu sosyalist basın-yayın
faaliyetleri döneminde çıkan ‘Yeni Demokrasi’ Dergisinin sorumlusu
Tuncer Dilaveroğlu ile birlikte görmüş ve tanışmıştık. Dersim’de karşılaşınca sarılıp kucaklaşmış, aradan geçen zamanın özlemini gidermeye çalışmıştık. Festivalin kortejine güneşten sakınmak için bizzat katılmamış, gölgeden izlemeyi tercih etmiştik. O ise, katılarak sohbetimizi
yarıda bırakmıştı,
M. Ali Eser'i 1987’den bu yana ilk kez görebilmiştim. O tarihten bu
yana hapishanedeki hayatını dışardan izlediğim devrimcilerden biriydi.
Düzgün ve direngen bir hapishane hayatını yaşamış, kimi sağlık sorunlarıyla boğuşmuştu. Kitap ve Dergi faaliyetlerimizi arkadaşları eliyle
kendisine iletiyorduk. Fiziksel ve ruhsal (moral) sorunları olup olmadığının haberlerini alıyorduk. O’da hapishane hayatını yerinde değerlendiren insanlarımızdan biriydi. Düzenli okuyuşu, Devrimci ve Marksist
hareketimizin sorunlarına bakış açısını geliştirip kendi meşrebince
eleştirel katkı sunuşu ve ayrıca direngen kimlik ve kişiliği ile öne çıkışını dikkatlice izliyordum.
M. Ali Eser ile bir de İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Gayrettepe hücrelerinde yanyana bulunmuştuk, 12 Eylül 1980 sonu, 1987–1992 Dergiler Platformu’nun düzenlediği bir etkinlik yüzünden derdest edildiğimizde bazı ortak anılarımız da vardı. Kalp şikâyetlerim üzerine hastaneye sevkim yolunda, kadınlı erkekli bir otobüs dolusu Dergiler Platformu taraftarlarıyla O’da hücre arkadaşı Tuncer ile birlikte demir kapıları kırarcasına protestolarda bulunmuş, polisten gördüğü fiziksel darbelerle başı gözü yarılmış, kanlar içinde bırakılmıştı. Aynı direngenliği
19 Aralık 2000’de Ümraniye F Tipi Cezaevi’ne yapılan baskın ve katliamlar sürecinde de göstermişti.
İçerideki okuma birikimini yazma eylemiyle sürdürüyordu. Dışarı
çıkar çıkmaz çalışmaları gecikerek de olsa yayınlanma şansını yakalayacaktı. Kitapları arasından "Kırda Ateş Politik" isimli olanı Dersim gezilerimizde okumak üzere yanıma almıştım. Öteki kitaplarını henüz edinemedim ve okuyamadım.
111
M. Ali Eser hapiste kendini yetiştirmiş, önüne somut bir iş koymuş
ve bana göre önemli bir romancı ve şair olarak dışarıdaki hapishaneye
adımını atmıştı. Söz konusu kitabını su gibi okudum. Önemli ölçüde de
yararlandım. Özellikle kır faaliyetini seçmiş siyasî bir eğilimin
Dersim'deki etkinliklerinde Bölge halkı, gerilla ilişkilerinde çok önemli
diyaloğu vardı ve gözlemleri oldukça çarpıcıydı. Gezilerimiz sırasında
yer yer bizim de bizzat görüp saptamaya çalıştığımız sağlam Kızılbaş
tipolojileri yerli yerine oturtulmuştu. Bu portreler gerçek hayattan alınmıştı. Soyut kurgulardan oluşmuyordu. Yazar Dersim emekçi halkının
sağlam kalmış kimlik ve kişiliklerini sosyal realizmin çarpıcı yöntemleriyle resmetmeyi başarmıştı. Kitabın ana kahramanı Cemal Aga portresi Sol cenahımızın örnek alacağı bir Kızılbaş erdem ve ahlâkının doruğu niteliğindeydi. Yalnızca düşünmeyen davranan-bilinçlenen bir militanın harekete katılışının eşsiz bir örneği idi Cemal Aga. O'nun dışında
da yine yaşanmış direngenlik örneği göstermiş gençlerin de destansı
öyküleri vardı kitabında. Eli ayağı yakılan, işkencenin en iğrencinin uygulandığı sıralarda konuşmayan, arkasından adam getirmeyen, yoldaşını ele vermeyen bir gencin trajik öyküsü de kitabın çarpıcı sahnelerinden biriydi. Sistemin Dersim "çıbanını" deşmek için uygulanagelen
yöntemleri, keyfî ve fiilî infaz yöntemlerinin belgelenerek açığa vuruluşu, Dersimli insanımızın olumlu ve olumsuz yanları, kırda yaşanan sorunlar, Sol’un çok yönlü ders ve sonuçlar çıkaracağı yaşanmış olaylar
bir romanın akışı içinde işlenmişti.
M. Ali Eser bir süreci belli disiplinler gözeterek belgelerken, sorumlu eleştirel katkısını da ihmal etmiyordu.
"Kırda Ateş Politik" isimli kitap Kardelen Yayıncılık tarafından Eylül 2005 tarihinde yayınlanmış. 480 sayfalık kitabın kapak resmini ise
Aşkın Ayrancıoğlu yapmış. Kapak resminde Munzur'un dağ silsilesi
kayaya hüzünlü bakışlı bir portre işlenirken kayalıklara kızıl bayraklarıyla gerillayı andıran silüetler resmedilmiş, yer yer de ateş kızıllığı öne
çıkarılarak konu idealize edilmiş. Gezilerimiz sırasında bu türden
idealizasyon yerine Devrimci ve Marksist bakış açısıyla gözlem yapıp
değerlendirilecek olay, olgu, veri ve benzeri malzemelerle karşılaşacaktık.
"Kırda Ateş Politik" ismi üzerine bazı eleştirileri de dinlemiştim gezi
süresince. Cenahımızda “politik” sözcüğü, Sol klasiklerin Türkçeye tercümelerinde sıkça rastladığımız "ekonomi politik" sözcüğünü çağrıştırıyor. Türkçe ile Fransızcayı kaynaştıran bu arabesk tercüme anlayışı
yerine bizler "siyasal ekonomi" diyerek biraz daha anlaşılır, dil kurallarını daha az zedeleyen bir tercüme anlayışını tercih etmiştik.
112
Dersim’de politik olmayan hiç bir şey yoktur. Kırdaki ateş de dolayısıyla politik idi. Dil ve ses uyumu açısından kitabına daha uygun gelen bir isim bulabilirdi M. Ali Eser. Bu türden bir çalışmayı üreten yazardan Sol cenahımızın kimi sorunları ve özellikle “Komünistlerin Birliği” ile yaşanan “Öndersizlik Krizi” sorunları karşısında sorumlulukla yararlanacağımız eleştirel katkı yapmasını da bekleyeceğiz. Mücadelenin
ateşinden gelen her insanımızın bir görevi ve ödevi olduğunu da biliyor
ve anlamaya çalışıyorum. Zira ortada bu görevi kendi alanında layıkıyla yerine getirecek roman, şiir, resim, müzik dalında büyük bir boşluk
var. Çeşitli ve çok yönlü idealizasyon ve mistifikasyonları aşarak tarihimize devrimci, iyimser, dinamik yorumlarla nice eserler katılacaktır.
Bunun sevindirici kimi işaretleri de vardır.
Aynı gelenekten Muzaffer Oruçoğlu şair, romancı, ressam ve deneme yazılarıyla M. Ali Eser'lerin öncülü bir konumdadır. Her ikisini de
daha nice çalışmalarında yakından izleyeceğiz. Katkılarını bekleyeceğiz. Eleştirilerimizi de eksik etmeyeceğiz.
Söz kitaptan açılmış iken Ali Taşyapan'ın Duvarın İki Yakası-2 kitabından da söz etmek ihtiyacını duydum. Yazar TKP(ML) Davasının
baştan 4. sanığı. Kaypakkaya, Oruçoğlu, Kılıç ve Taşyapan. Kitap Tohum Yayınları tarafından Şubat 2001'de yayınlanmış. 472 sayfa. Kapak Resmini Aşkın Ayrancıoğlu yapmış.
Ali Taşyapan TKP(ML) hareketini kendi bakış açısıyla olduğu gibi
yazmış. Oruçoğlu da anlamlı bir önsöz eklemiş. Kitap anı ve roman
tekniği açısından oldukça iyi. Nesnel gerçekliği anlatışı bakımından da
başarılı. Sürecin sorgulanması ve kır faaliyetini temel alan çalışma biçimleri ile örgütsel ilişkilere, ideolojik, teorik meselelere yaklaşım olarak
da oldukça yararlı malzemelerle dolu. Örgütsel ayrışmanın öyküsüne
de yer vermiş.
Ali Taşyapan’ın kitabından da önemli ölçüde yararlandım. 35 yıldan sonra dahi olsa TKP(ML) hareketinin oluşumu, cezaevi yaşamı,
mahkemeler ile Türkiye’nin feodal mi kapitalist mi olduğuna ilişkin "sevimli" tartışmalara ve yer yer fiziksel tartışma ve baskılara kadar uzanan çelişkileri ustaca kaleme almıştır. Yazar sosyalizmin yeniden bir
umut olacağına inanmaktadır. Kimileri O'nu dar grupcu açıdan eleştirse
de Ali Taşyapan dar grup partisi ile Sınıfın Partisi’nin ayrı şeyler olduğunun ayırdındadır. Kapitalist Türkiye'de devlet tekelci hegemonyasının ve emperyalist hegemonyaların Bölgedeki çıkar, sömürü ve sömürgeci politikalarının hangi manaya geldiğini görebilmektedir.
TKP(ML) sempatizanlarının Oruçoğlu, Eser, Taşyapan ve şu an
isimlerini anmadığım onlarca mücadelenin ateşinden gelen arkadaşlarının deneyimlerini öneri ve eleştirel katkılarını özenle tartışıp yararS.P. F/8 113
lanmalarını diliyor ve özlüyorum. TKP(ML) geleneği ve uzantısı örgütlenmelerden pek çok devrimci insanımızı tanıdım. Bu geleneğin insanlarının Devrimci ve Marksist Kadroların yeni nitelikler kazanmasına
meşreplerince katkı yapacağına inanıyorum. İnsan malzemesi olarak
da Kızılbaşlık geleneğinin yabancılaşmamış kimi öğelerini taşıdıklarını
biliyor ve görüyorum. Bu insan malzemesinin söze feodalizm ve Çin
deneyiminden esinlenmiş teori-pratik’ten başlamak yerine Bilimsel
Sosyalizm-Komünizm temeline dayalı, aynı zamanda günümüzün sorunlarına çözüm yöntemini özümsemiş çalışmaları öne çıkarmalarını
beklemekteyiz. Ayrıca, bu gelenekten bazı anarşist, troçkist ve
“althusserci” eğilimleriyle koparak ayrışanların durumunu da çeşitli “vukuat”larıyla izliyorduk. Gezimizde bu akımların yankılarıyla tortularının
işaretini de aldık.
Sağlam kalmış Kızılbaş portrelerinin eserlerinde yansıtılması ve
belgelenmesi açısından Qopo ve Çıban isimli kitaplardan da söz etmek
istiyorum. Cafer Demir’de anılan kitaplarıyla Dersimli militan ve sağlam
portrelerin çiziminde oldukça başarılı malzemeleri derleyip sunmayı
denemiştir. Kurgu ve yöntem olarak henüz romancılığın ilk basamaklarında olmasına rağmen, gerekli bir işe soyunduğu için kutlanmalıdır.
Kızılbaş Qopo portresi Dersim’de henüz kaybolmamıştır. Devrimci ve
Marksist Kadrolar bu portrelerden büyük ölçüde esinlenerek, yerli iç
deneyim, birikim ve geleneklerimizden yararlanmayı denemiştir.
Kızılbaş Batınî (Rafızî) Öğretisinin Temelleri
Değerli araştırmacı dil bilimci Haşim Kutlu’nun ‘Kızılbaş Kadın’
isimli kitabından bir alıntı yapma ihtiyacını duyduk. Yazarın çeşitli kaynaklardan derlediği ‘öğreti’ şöyle sıralanmaktadır (Age, s.53):
“(Öğreti) ‘oniki yol erkânı’ olarak adlandırılmakta ve üyelik koşulları
içinde sayılmaktadır. Buna göre, yola giren her Kızılbaş çift;
1) Nefsine göre değil, ihtiyacına göre davranmalıdır.
2) Kendi yol ve erkân ölçülerine göre davranışta bulunmalı, sabır ehli
olmalı, şer minderinde değil; hak ve adalet meydanında olmasını
bilmelidir.
3) Yumuşak huylu, alçak gönüllü olmalı, hal dilini elden ve dilden bırakmamalı, didişmemeli, hal gücü (çözüm gücü) olmalı.
4) Cömert olmalı, yol kardeşine karşı nefis ölçülerine göre değil yol
ölçülerine göre yaklaşmalı, ondan malını esirgememeli. Paylaşmacı olmalı, gereksinimi olana kendinde var olanı esirgememeli.
5) Gözünün gördüğüne ‘görmedim’ dememeli. Kulağının duymadığını ‘duydum’ dememeli. Kimsenin hakkına, canına, malına, dil ile,
kulak ile, göz ile, el ile, ten ile, ruh ile tecavüzde bulunmamalı…
114
6)
İkrar verilen meydandan, Pirden, Rehberden, Musahipten rızasız
ve habersiz iş yapmamalı, yol kardeşini zora sokmamalı.
7) Dövene ve sövene kul olmamalı. Haksız ve zalim kapısına varmamalı. Onlardan adalet dilenmemelidir.
8) Yol sırrını yol düşmanıyla konuşmamalı. Düşmanla dil ve yol sahibi olmamalı.
9) Ne yalan söylemeli ne de yemin etmelidir.
10) Mutlaka bir işin ve bir mesleğin sahibi olmalı, çalışmayı en büyük
ibadet saymalı, hünerle üretip hürmetle tüketmesini bilmelidir.
11) Bildiğine bilmiyorum dememeli. Bildiğini, öğrendiğini, bildirmeyi ve
öğretmeyi zahmetten saymamalı, bildiğinin piri, bilmediğinin talibi
olmalı.
12) Yol dışından yola karşı düşmanca bir yönelme olursa, canı başı
hak yoluna koymakta tereddüt etmemeli.”
Yukarıda yer verilen “öğreti” günümüzdeki Sol cenahımıza neleri
öğretmektedir? Günümüze kadar yer yer varlığını koruyup ulaşan bu
“öğreti” bulunduğumuz coğrafyadaki işçi sınıfı ile emekçi halkların
inanç kültürünün bir parçasıdır. Sosyalizmi inşaa edeceğimiz zemini
tanıyabildiğimiz ölçüde, başarımızın yol-yöntemi de belirginleşecektir.
Eklektik ve aşırma tezlerle idare-î maslahatçıların sosyalizme verdiği
zarar bu yöntemle izole edilecektir. “Çıkış Hattı” arayışları orijinal sınıf
ve emekçi halk ilişki ve çelişkileri arasından çıkacaktır.
Alevi İnancının Farklı Yorumları ve...
Anadolu Alevi-Bektaşi geleneğinin “İslâmiyet’in doğuşundan günümüze dek geçen yaklaşık 1400 yıllık süreçte, Ehlibeyt olmak ve Ehlibeyti seven Alevi olmak hiç kolay olmamış; hemen her dönemde aşağılanmaya, akıl almaz karalamalara ve türlü yöntemlerle bireysel ve
toplumsal kırımlara maruz kalmışlardır.” İslâmiyet’in gelişme ve yayılma dönemine kadar ‘Anadolu Aleviliği’ni inanç, kültür ve gelenek olarak
biçimlendiren pek çok etken olmuştur. Bu süreçte “Muhammed-Ali” diyenler akıl almaz zulüm ve kıyımlardan geçirilmiştir. “Anadolu Selçuklu
Devleti’nden, 1299’da kurulan Osmanlı Devletine gelindiğinde de olumlu bir değişme olmadı. Hatta Osmanlı döneminde en büyük toplu kırımları yedi Ali yandaşı Aleviler, 1517’de Halifelik erkini de alan Yavuz Selim, Anadolu’da köy-köy, kasaba-kasaba tespit ettirdiği Alevilerden 40
bin (kimi tarihçilere göre 80 bin) kişiyi kılıçtan geçirtti. Kuyucu Murat da
bir o kadar masum Alevi’yi diri diri kuyulara gömerek katlettirdi. Alevilerin inanç önderlerinden Hallacı Mansur’u sadece katletmekle kalmadılar, başını gövdesinden ayırıp cayır-cayır yaktılar, külünü nehre attılar.
Seyyit Nesimi’nin derisini yüzdüler. Pir Sultan Abdal’ı darağacında astılar. Yandaşlarına kan kusturdular. ‘Ana-bacı tanımazlar’ diyerek, na115
muslarına namussuzca iftira ettiler. Genelde ise kadınlara en aşağılık
muamelelerde bulundular.”
Osmanlı’dan Cumhuriyete sarkan süreçte de Aleviler devletin baskı ve teröründen nasibini büyük ölçülerde almıştır. Din olgusunu sömürücü-sömürgeci anlayışları için kullanagelen siyasî iktidarlar Aleviler
üzerindeki akıl almaz baskı ve kıyımlarını sürdürmüştür. İster “Arapİslâm, Sünni-İslâm, Siyasî-İslâm. Resmî-İslâm” olarak adlandırılsın, ister ırkçı, milliyetçi açılardan değerlendirilsin, bütün burjuva partileri Alevileri tıpkı proletaryaya olan sınıfsal kin ve düşmanlığı yerine koymuşlardır. “1978’de Kahramanmaraş ve Sivas’ta, 1980’de Çorum’da çolukçocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç, hasta-gebe demeden yüzlerce masum
Alevileri katlettiler. 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta, bir araya gelen Büyük Birlik Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Refah Partisi ile Aczmendi,
İBDA-C, Hizbullah gibi Kürt-Türk kırması ırkçı, faşist İslâmcılar, Madımak Oteli’ni ateşe verip Alevi-Sünni inançlı Türk-Kürt etnik kimlikli 35
aydını ‘Allah-u Ekber’ çığlıkları atarak cayır-cayır yaktılar, 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi ve Ümraniye’de 22 kişiyi ise, bizzat devletin polisleri sokaklarda kurşunladılar.”
“A’dan Z’ye devleti yönetenlerin hemen hepsi seçimlerde oy almak
için Alevileri tanıyıp onlara övgüler yardırdılar, ama seçildikten sonra
Alevilerin inanç ve kimliklerini yasal zeminde tanıyıcı olmadılar.”
“Aleviler, ‘Türk’ ve ‘Kürt’ etnik kimlikleriyle kendilerini bir ‘azınlık’
görmedikleri gibi, inançları itibariyle de bir ‘azınlık’ değillerdir.”
“Aleviler, ne Türk etnik kimliğiyle, ne de Kürt etnik kimliğiyle tanımlanabilirler.”
“Aleviler, Türk ve Kürt etnik kimlikli olarak dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayrımı yapmadan tüm insanları kucakladıkları için egemen olan kısır
dünya görüşlü hem Türk, hem de Kürt etnik kimlikliler tarafından horlanırlar, hakarete uğrarlar ve dahi katledilirler.”
Melezin melezi Osmanlı padişahları gibi uluslarötesi tekelci sermayenin yerli ortağı ve işbirlikçileri kara gerici ve ırkçı kimlikleriyle Kızılbaş, Batınî, Rafızî inanç ve kültürüne bilinçli düşman gibi
saldıragelmişlerdir.
Aleviler, Türk, Kürt ulusal kimlikleriyle kendilerini “azınlık” görmezler. Ulusal ve dinsel-inançsal kimlikleriyle de “azınlık” değillerdir.
Bulunduğumuz coğrafyada yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, vb. emekçi halkları Hıristiyan-Müslüman
ayrımı yapılmadan her etnik grup ve her inanç sahibinin eşit ve özgür
yaşama haklarını kundaklayan resmî tarih anlayışı ile resmî ideolojilerin kuşatmasıdır.
Konu, yeri gelmişken söylemek durumundayız: Devlet tekelci kapitalizmi yıkılmadan, emperyalizmin binbir kuşatmasına karşı sömürülen
116
ve ezilen emekçi halkların mücadelesi bütünleştirilerek tutarlı bir kanala
çekilmeden emekçi halkların sosyal kurtuluşu sağlanmadan, kitaplara
sığdırılamayan bu sorunlar çözüme kavuşturulamayacaktır. Etnik ve
inanç kökenleri ve kültürleriyle halkların eşitliği ve özgürlüğü kapitalizm
altında asla mümkün olmayacaktır. Çözüm sosyalizmdedir.
Ulusal ve dinsel-inançsal kimlikleriyle “Lozan”daki haklarını talep
etmek ile AB’ye bel bağlayan “çözüm” önerileri halkların taleplerini karşılamayacaktır.
Alevilerin Cemevlerinin; Cami, Kilise, Havra ve Sinagog gibi ibadet
yeri sayılması için olağanüstü bir çaba sarfettiklerini biliyoruz. Bu talepler
Resmî İslâm’ın sözcüsü (Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz) tarafından: “Müslüman’ın tek mabedi vardır, o da Cami’dir.
Cemevleri bölücülüktür!” biçiminde karşılamıştır. Diyanet İşleri eski
Başmüfettişi Abdülkadir Sezgin ise, daha ileri giderek: “Aleviler PKK’den
sonra en büyük bölücü tehdit unsurudur.’’ diyerek, resmî ideolojinin,
Resmî İslâm ile nasıl bir ittifak içinde olduğunu göstermektedir. Günümüzdeki Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ise, Alevi talepleri karşısında: “Diyanet Sünni bir kuruluş değildir (...). Sünnileşmek gibi
politikamız yoktur.” diyebilmiştir. (Tırnak içindeki alıntılar Lütfi Kaleli, Şah
Hatayi ve Pir Sultan, Alev Yayınları, s.59-60’tan alındı.)
Sistemin işçi sınıfı ve emekçi halklara karşı uygalayageldiği kaba
güce ve zor’a başvurusunu Aleviler “hak gaspı” olarak görmektedir.
Resmî İslâm’ın uygulamaları farklı etnik ve inanç grupları tarafından birer “hak gaspı” olarak değerlendirmesini, bir adım öne çıkıp bilimsel
yöntemle izah etmek görevini; Devrimci ve Marksist Kadroların Kurumsal, Merkezi, Disiplinli Bilim Kurulu ya da Akademi ve Enstitü gibi
Araç’larımızla ancak yerine getirilebilecektir.
Kimi Alevi kuruluşlarının “Diyanetten pay almak” isteyişini, Aleviliğe “ihanet etmek” biçiminde suçlayan Alevilere de rastlanmaktadır. Bu
türden değerlendirmeler, haklı bir sosyal muhalefetin Kızılbaş, AleviBektaşi geleneğinin sesini kesmek, Resmî İslâmî, resmî ideolojilerin
inkâr, imha ve asimilasyoncu politikalarına katkı vermek anlamına gelmektedir.
“Alevilik İslâm mı, Ayrı Bir inanç mı?” Tartışması
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inancının çeşitli yorumları, inanç temeline
dayalı toplulukları da bölmüştür. Bu bölünmeleri şöyle sıralamak mümkündür:
a) Hz. Ali’nin Tanrı olarak telakki edilmesi, Alevi inancının temelini
oluşturur.
b) “Tanrı benim cismimdedir” Gök Tanrı kavramının Hz. Ali ile özleştirilmesi.
117
c) Hz. Hüseyin etrafında teşekkül eden Kerbela matemi kültürünün etkisi.
d) Kızılbaşlığı bilimsel temeline dayandıran Marksistlerin yorumuna karşı çıkanlar ise, “Ali’yi elimizden alıyorlar” eleştirel tepkilere neden
olmaktadır.
“Nejat Birdoğan da 20-26 Ekim 1994 tarihli Aktüel dergisine verdiği
demeçte ‘Alevilik İslâm dışıdır’ demek suretiyle büyük tartışma yaratmıştır. Arkasından Faik Bulut, 1997’de yayınladığı ‘Alisiz Alevilik’ adlı
kitabıyla bu tartışmayı daha da boyutlandırmıştı.”
Birdoğan özetle şunları söylemişti:
“Anadolu’nun gizli kültürü olmaktan hızla çıkma sürecini yaşayan
Alevilik, içeriğini oluşturan bir takım temel öğelerle İslâm dışındadır. İslâm, kendi alanında kendi üyelerine göre bir dindir. Alevilik ise, İslâm’ın
içeriğiyle bağlantısı olmayan, dünyasal bir inançtır. Kökeni, İslâm’dan
çok öncelere dayanır. Alevilikte, Şaman ve Zerdüşt dininin geleneklerini bulmak zor değildir. Alevi ibadeti ele alındığında müzik, saz eşliğinde
semah, şiir ve çoğu cemlerde içki olduğu görülür. Bunların hangisi İslâm’a uyuyor? Hiçbiri. Alevi namaz kılmaz, Ramazan orucu tutmaz,
hacca gitmez. Bu inançta kıyamet, günah tartımı ve dolayısıyla cennetcehennem yoktur. Alevi, suçunu dünyada işler ve cezasını da bu dünyada çeker. İbadette içki içmek, saz çalmak, semah dönmek hangi
dinde vardır? Allah’ın insan olduğu inancına hangi dinde rastlıyoruz?”
Ünlü Kızılbaşlar “Biz -hacca- ölüye değil, diriye gideriz!”der.
“Terk-i dünya” edene “öldü” demez, ”Hakka Yürüdü” derler. Yemin
etmezler.
Hünkâr Hacı Bektaş (1209-1271) “Bilimle gidilmeyen yolun sonu
karanlıktır.” derken idealist-metafizik görüşleri ta o zamanlarda karşıya
almıştır.
Tasavvuf kanalında akla uygun ve “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” özdeyişine göre oluşturulan “Kırklar Meclisi”de gösteriyor ki, ‘Anadolu Aleviliği’nde, din, dil, ırk, mezhep ve cins ayrımı yoktur. Bu inanç
ve kültür insanı özne yapan bir yaşam biçimidir. ‘Anadolu Aleviliği’nin
ne Arap-İslâm ne şeriata bağlı Mevlevilikle ne de Şiilikle bir ilişkisi vardır. Sünniler, Şiiler Batınî manadaki “Vahdet-i Vücut”, “Vahdet-i Mevcut” inancını ne kavrayabilir, ne de kabullenebilirler.
Bir inancı, kültü ve geleneği olanı karalamaya çalışırlar, sevmezler, dışlayıp kırım ve kıyımlardan geçirilmesini isterler.
Siyasî İslâmcılarla resmî ideolojinin ideologları Kızılbaş, AleviBektaşi inancını onun için camiye sokup işini bitirmek istemektedirler.
Kızılbaşlarda ihtilâlci ideolojilerin önemli etkisi bulunmaktadır.
Anadolu’da Yukarı Mezopotamya ve Dersim yöresindeki halk hareket118
leri, isyan ve başkaldırıların tarihsel-sosyal nedenleri vardır. Hâkim gerici iktidarların baskı ve terörüne karşı Kızılbaş, Alevi-Bektaşi geleneklerinin kendi meşreplerince karşı çıkışını “isyancı-eşkıya” olarak isimlendirip suçlanması, aslında savunulacak niteliklerdir.
“Alevilik İslâm mı, Ayrı Bir inanç mı?” tartışmasında, “Ali Doğan da
benzer şeyler söylüyordu:
“Alevilik, İslâm’ın dışındadır ve kendine özgüdür. Kimsenin Aleviliği yok saymaya hakkı ve yetkisi yoktur. Aleviler inançlarını kendi kuralları ve gelenekleriyle yaşarlar.”
Alevi inancını Resmî-İslâm söylemiyle örtüştüşen, gerici Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. izzettin Doğan’ın yukarıdaki görüşlere tepkisi
şöyleydi:
“Bu düşünceyi savunmak için zır cahil olmak lâzım. Bu tezi, eline
verilen kâğıdı okumaktan aciz olan Ali Doğan’ın kulağına fısıldayan Diyanet’in ajanlarıdır. Maksat da Alevileri antipatik göstermek, AleviSünni çatışmasına çanak tutmak, ya da Alevilerin Diyanet’ten almaları
gereken payın önünü kesmektir. Alevilik İslâm’ın özüdür. Alevi, İslâm’ı
Hz. Ali gibi yorumlayan ve onun yorumlarına itibar eden insanlara verilen isimdir.”
Görüldüğü gibi, Anadolu’ya özgü, insanı düşünce-davranışta merkeze koyan bir felsefî duruşu herkes ideolojik, sınıfsal, kültürel ve ahlâkî
açıdan ve de yaptığı siyasî seçimine göre değerlendirmeye yönelmiştir.
Alevilikte sık sık adı geçen “Batınî sözcüğünün sözlük anlamı: İç,
içyüz, gizli, görünmeyendir. Zahiri sözcüğünün anlamı da: Dış, dışyüz,
her şeyin dış görünenidir.”
“Batınî sözcüğü, bir de ‘tevil’le açıklanır. Tevil: Yorumlama’dır. Yani (tevil etmek) görünen anlamdan başka bir anlamla bakmak. Demek
ki, Batınî sözcüğünün anlamı, bir şeyin görünen yüzünü, görünen anlamından çıkarıp, yeni bir anlama çevirmektir.”
“Kabile yönetiminden feodal devlet yaratma sürecinde İslâm, Araplara Müslüman olmayan halkları sanki aşağılama hakkı veriyordu! Bu
halklar Farslar, Türkmenler, Kürtler, Berberiler, Hintliler, Yunanlılardı.
Yerleşik olmayan ve bir türlü komün hayatı yaşayan bu halkların Müslüman Araplarca aşağılanması, Müslümanlığın dayatılması ve sözü
edilen halk kültürlerinin Arap-İslâm kültürüyle eritilip yok edilmek istenmesi, Batınîliğin gelişip yayılmasına neden oldu.”
“Batınîlik, Arap-İslâm zorbalığına karşı bir seçenektir. Batınîlik, bir
felsefedir, bir düşüncedir, evrensel bir dünya görüşüdür. Bu görüşe göre Evren yaratılmamıştır, kendiliğinde vardır; ne başı vardır, ne de sonu. Ahret yoktur, ne varsa bu evren içindedir. Yeniden dirilme, yargı
günü diye bir şey yoktur.”
119
“Cennet, insanın bu dünyayı gönlünce yaşamasıdır. Cehennem,
yine insanın dünyada çektiği sıkıntıların adıdır. Akıl, insanı insan eden
temel koşuldur. İnsan, iyiyi-kötüyü onunla seçer, onunla ayırır. Bu nedenle en güvenilir ölçü akıldır. İnsan ancak kendi gücüyle erdemli olabilir ve mutluluğa ulaşır. Bütün insanlar kardeştir. Yeryüzünde sınırların
bulunması doğru değildir; doğada sınır yoktur. Sınırı mülk sahipleri
koymuştur. Şeriat, bilgisiz, geri kalmış topluluklar için bir aldatmacadır.
Belli bir olgunluğa, bilgeliğe erişen bir Batınî için ne dinin, ne başka bir
inancın önemi vardır. ” (Yusuf Ziya Bahadınlı’dan aktaran, L. Kaleli,
age., s. 72-73. )
Alevi-Bektaşi inancında “hata”, “yanlış, yanılgı; suç, günah” anlamına gelen İslâm anlayışına gösterilen hoşgörü ile izah edilir.
Günümüz koşullarında uluslarötesi tekelci sermayenin diktatörlüğünün egemenliğinde hegemonlar insana ve insanlığa ait ne varsa kaldırıp atmıştır. “Hoşgörü” yerini ideolojik, sınıfsal kine, artı-değer sömürüsüne ve sömürgeciliğe bırakmıştır. Hâkim gerici sınıfların dünya çapındaki diktatörlügüne karşı sınıfsal kin duymadan da insanî ve insanlığa dair hiç bir düşünce-davranış çizgisi gelişme gösteremiyor. Geleneksel Alevi “hoşgörü “ anlayışının günümüzdeki yorumu Aleviler arasında bir tartışma konusu da olmuştur. Sağlı “sol”lu burjuva partileri Kızılbaş, Alevi-Bektaşilerin ilerici, demokrat ve barışçı, ortaklaşmacı geleneklerini sömürmede bayağı başarılı olmuştur. Alevi oylarını “cantada
keklik” gören burjuva politikalarına karşı olağanüstü bir tepki vardır.
Alevi toplulukları siyasallaşma sürecine -arayışına- girmiştir.
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inanç, kültür ve gelenekleri üzerine yapılagelen tartışmalar, sistemin inkâr, imha, asimilasyon uygalayageldiği
koşullarda yapılmaktadır. Devrimci ve Marksist Kadrolar, binbir çeşit
örgütlenme ve tartışma ortamına itilmiş bizim insanlarımızı bilimsel
doğrularla tanıştırıp eğitmek ve kazanmak durumundadır. Bu görevini
yerine getirebilmek için de ayağını bastığı topraklardaki insanı bütün
değerleriyle tanımak zorundadır.
İdealist-Metafizik-Din Eksenli Egemenler
İşçi Sınıfının-Emekçilerin Sosyal Ahlâkını Köleleştirmek İster
Kızılbaş, Alevi-Bektaşiliğin siyaset felsefesinde materyalist bilimle
bağlaşan, metafizikle hiçbir bağı olmayan derin manalar vardır. Maddî
dünyaya dönük, değişim ve dönüşümü isteyen işçi sınıfı ve emekçilerin
felsefesiyle farklı bir yerde değildir.
Merkezî feodal-sünni Osmanlı devletini düşündüren bu felsefî
inanç, kültür ve gelenek, ezilen ve sömürülenlerin sesi olarak, hâkim
gerici iktidarları kökten sarsmıştır.
Sünni-İslâm’ın din konusundaki bütün söylemlerinin tam tersini
Alevi felsefesinde görebiliriz. Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Nesimî,
120
Şah Hatayî, Pir Sultan, Şeyh Bedreddin ve öteki ilk materyalist bilginler
yaşadıkları dönemin düşünce-davranış çizgilerinden her konuda fersah
fersah ilerdedirler.
Sünni-İslâm’ın şeriatına ve buna dayanan devletine, yoksul emekçi halkların isyan, başkaldırı ve hak araması yolundaki bu öğretiyi anlamak, ilerici, iyimser, dinamik bir yorumla özümleyerek kitlelerin eğitimine katkı getirmek Sol cenahımızın sorumluluğundadır. “Sol cenahımız” derken, kapitalizmi kutsayan, düzeniçi mücadeleyi öne çıkaran liberal, postmodern ve yeni-solları kastetmiyoruz. Mücadelenin bütün
biçimlerine aday, güvenilir, ciddî ve donanımlı Kurumsal Merkezi Disiplinli bir Araç’ın devrimci ütopyasını kuruyoruz. Yani “Tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile atbaşı yürütülecek “Tutarlı bir iktidar -siyasalsosyal devrim- mücadelesini” bilincimizde biçimlendirecek bir düşüncedavranışı gündeme taşımak istiyoruz.
“Aleviliğe Ali’siyle, Hacı Bektaş Veli’siyle ve de mutasavvıf-bilgin
ozanlarıyla din demekte ısrar edenler bilsinler ki, Alevilik yaşamla bütünleşmiş ‘madde’nin dinidir; ‘madde’ye ilişkin bir inanç sistemidir ve
felsefî materyalizm temeli üzerinde yükselmiştir. İnsan canlı maddedir,
hem de evrendeki en gelişmiş maddedir. Alevilik inanç sistemi insanı
ve insanî değerleri doruğa çıkartır. İnsan ve insan sevgisinin üstünde
hiç bir değer tanımaz. İnsan sevgisinin üstün sayıldığı yerde, insan
emeği öne geçer ve emeğin yarattığı işe saygı duyulur. Bu güzel değerler, felsefî materyalizm olan, diyalektik materyalizm üstüne kurulmuş siyasî ve ekonomik sistem bilimsel sosyalizmin, komünizmin yücelttiği en öne koyduğu değerlerdir.” (İsmail Kaygusuz, Görmediğim
Tanrıya Tapmam, Alevilik-Kızılbaşlık ve Materyalizm, Alev Yayınları,
s.12)
“‘Hakk Halktır, Halk da Hakk’tır’ belgisinden yola çıkmış Hacı
Bektaş Veli Hurdanamesi’nde:
‘Şeriatta bu senin bu benim, Tarikatta hem senin hem benim (ya
da seninki de senin benimki de), Hakikatta ise ne senin var ne benim.
Cümle varlık Hakk’ındır, yani Halk’ındır’ buyuruyor. Demek ki, tasavvufta ve onun halka indirilmiş Alevilik inancında ‘dünyanın tek sahibi
var: Hak=Halk. Ve bütün varolanlardan eşit biçimde yararlanılmalıdır.”
“(...)Bir değişik dünyadan, içinde paranın-pulun geçmediği ve bireylerin birbirinden, toplumun bireyden ve bireyin toplumdan razı olduğu bir dünyadan sözedeceğiz. Bu dünyada senin-benim yoktur; bizim
var, herkesin var. Kimsenin malı mülkü yok ve kimse kimseyi sömürmüyor; sevgiyle emeği birleştirmiş, ürettiklerini meydana koymuşlar,
yani ‘canı cana, malı mala katmış’, herkes birbirinden razı ve mutlu yaşıyorlar.”
121
“Marx Manifesto’da şöyle demektedir:
“Mülkiyet ilişkileri sürekli olarak değişikliklere, tarihî dönüşümlere
uğramıştır... Komünistler, teorilerini tek formülle özetleyebilirler: Özel
mülkiyetin ortadan kaldırılması.”
“Marx daha dünyada yokken ve henüz bu sözler söylenmeden, bilinmeyen bir dünyanın bir kentinde; özel mülkiyet ortadan kalkmış,
alım-satım yok ve herşey herkesin, herkes çalışıyor ve her şeyden yararlanıyor.”
“Başımız Buyruk’a Bağlı’ diyen Alevi canlar!
“Aleviliğin ve Alevi toplumunun arzu ettiği dünyayı ve yönetimini,
beş yüz yıl önce İhtilâlci Kızılbaş siyaseti saptamıştır. Rıza şehrini
kurmak! Bu dünya Komünizmin ve komünistlerin de istediği dünyadır.
İşte bunun içindir ki, ‘İşçiler ve Aleviler yol musahibidirler.’ Kızılbaşlığınızı yadsımayın ve İhtilâlci Kızılbaş siyasetine sahip çıkınız! İşçiler ve
Aleviler Omuzomuza Rıza Şehrini Kurmaya!” (Age, s. 170-177)
122
Bizden Haberler
• 10 Eylül 1920-TKP ve Günümüzdeki Komünist Hareketin
Hayatî Sorunları Forumu Gerçekleştirildi
Alev Yayınları Kolektifi, Stalin Arşivi-Komünist Bakış Kolektifi, Yeni
Durum Kolektifi, Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi ve Sorun Yayınları Kolektifi’nin birlikte düzenlediği Forum,18 Şubat 2007 pazar günü, saat:
10.00-17.00’de İstanbul-Kadıköy BEKSAV Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Konuşmacılar: Yakup Akbaş, Sorun Yayınları-SORUN Polemik Dergisi; Ahmet Koçak, Alev Yayınları Kolektifi; Çetin Deste, Yeni
Dünya İçin Çağrı Dergisi; Can Ateş, Stalin Arşivi-Komünist Bakış Kolektifi adına konuşmalarını yaptı. Forumu Sırrı Öztürk yönetti ve bir
açış konuşması yaptı. Saygı duruşunda bulunuldu. Süreci anlatan bir
film gösterildi. Tebliğler sunuldu. Forumu izleyenlerin soru, öneri ve
eleştirilerine yer verildi. Forumu düzenleyenler soruları cevapladı. Sırrı
Öztürk’e yöneltilen sorulara cevap verildi. Forum’un kısa bir değerlendirilmesinin ardından etkinliğe son verildi. Forumu 120 kişi izledi. Forum konuşmalarının kitaplaştırılması düşünülmektedir.
kerenin yenilenmesine, ayrıca duruşmanın 8 Mayıs 2007 tarihinde, saat: 9.30’da yapılmasına karar verildi.
• 12. İzmir Kitap Fuarı (21-29 Nisan 2007 Tarihlerinde)’na
Etkinliklerimizle katılıyoruz
Bu yıl 12.’si düzenlenen İzmir Tüyap Kitap Fuarı’na etkinliklerimizle katılıyoruz. 5. Bursa Tüyap Kitap Fuarı’nda gerçekleştirdiğimiz “Anadolu Alevi Kültü ve Sol’un ‘Politikası’” Panel-Söyleşimizi, Turabi Saltık,
Suha Bulut ve Esat Korkmaz arkadaşlarımızın yanı sıra yazarımız Tolga Ersoy’un da katılımıyla İzmir’de de, gördüğü yoğun ilgi nedeniyle
tekrarlayacağız. Etkinliği Sırrı Öztürk yönetecektir.
• 5. Bursa Kitap Fuarı’nda “Anadolu Alevi Kültü ve Sol’ un
‘Politikası’ Panel-Söyleşi Etkinliğimiz Başarılı Geçti
Bu yıl 5.’si düzenlenen Tüyap-Bursa Kitap Fuarı’na Alev Yayınları
Kolektifi ile ortak stand açarak birlikte katıldık. “Anadolu Alevi Kültü ve
Sol’un ‘Politikası’” Panel-Söyleşimizde ise Turabi Saltık, Suha Bulut ve
Esat Korkmaz konuşmacı olarak katıldı. Etkinliği Sırrı Öztürk yönetti.
İzleyenlerin çeşitli sorularına cevap verildi. Etkinliğe 60 kişi katıldı. Panelimizin gördüğü yoğun ilgi nedeniyle aynı konunun İzmir Kitap Fuarı’na da (21-29 Nisan 2007) tekrarlanması kararlaştırıldı. Sürenin sınırlı
olması yüzünden yeterince cevaplanamayan sorularla diyaloglar Fuar
standımızdaki sohbetlerle sürdürüldü.
• “Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi” Kitabımızın yazarı
Osman Tiftikçi ile Sırrı Öztürk’ün Yargılanmasına Devam...
Ocak 2006 tarihinde Sorun Yayınları Kolektifimizce yayınlanan
“Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi” isimli kitabımızın yazarı Osman Tiftikçi ve Kolektifimiz’in sorumlusu Sırrı Öztürk hakkında Genelkurmayın talebi doğrultusunda TCK’nın 301. Maddesine göre açılan/açtırılan davaya 6 Mart 2007 günü saat; 9.30’da, İstanbul 2. Asliye
Ceza Mahkemesinde yapılan duruşmayla devam edildi. Duruşmaya
yurtdışında bulunduğu için katılamayan Osman Tiftikçi’nin tevkif edilerek getirilmesine ve ihzaren celbi konusunda cevaplanmayan müzek123
SORUN Polemik Dergimiz, Emek güçlerini bilinç ve
kararlılıkla buluşturup bütünleştiren Proletarya Devrimcileri
tarafından üretilmekte ve dağıtılmaktadır. Dergimiz, yurtiçinde ve dışındaki insanlarımızın iş, emek sevgisi, çalışkanlığı, özverisi, paylaşımı ve dayanışmasıyla işlevsel olmaya çalışmaktadır. Başka bir umarımız da yoktur.
Okurlarımızı Dergimiz’in elden dağıtımına katkı sunmaya çağırıyoruz.
124
125