- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
ocak 2013 - sayı 22
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
PKK’yi Öcalan’ın
Arkasında toparlama Operasyonu mu?
Gağant
(Gağan)
Kimin
Bayramı?
Paris katliamı!
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan
tel: 0535 38 95 778
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 ocak 2013 sayı: 22
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek / Sakine Polat
Sayfa 06 - BİZ NEREYE TANRI ORAYA / Serkan Güzel
Sayfa 07 - Alevilerin cennette zaten işi yok / Erdal Yıldırım
Sayfa 10 - Aleviler Satılıyor Duydun mu? / Sinan Işık
Sayfa 11 - Bir aylık aşka bir araba sopa / Müjgan Halis
Sayfa 11 - Yerimiz meyhane mescit gerekmez. / Aşık İbreti
Sayfa 12 - Gağant (Gağan) Kimin Bayramı? / H. Karataş
Sayfa 14 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (9) / Adnan Cangüder
Sayfa 18 - Kitap Tanıtımı: Zone ma Zanena?
Sayfa 19 - Yezidiler ile Yezid ibn Muawiya / Kadir Canbek
Sayfa 21 - WEQFA İSMAİL BEŞİKCİ ÇI KIR, DÊ ÇI
BIKE? / Ahmet Önal
Sayfa 23 - Öcalan’la Görüşmek İçin Başvurduk / Demirtaş
Sayfa 23 - İşte Çözüm sürecinin yol haritası...
Sayfa 24 - Silahlar elden mi zihinden mi bırakılsın! / Çetin Çeko
Sayfa 25 - “DERSİM’İN ASİ KIZI SARA’NIN ÖLÜMSÜZ
ANISINA!” / Sarkis HATSPANIAN
Sayfa 26 - PKK’yi Öcalan’ın Arkasında toparlama Operasyonu
mu? / Cemil Gündoğan
Sayfa 31 - SAKİNE’NİN ARDINDAN… / M. Can Yüce
Sayfa 33 - ‘Resmi ideolojinin beynini dağıtan İsmail Beşikçi’dir!’
/ Gülten Madenli
Sayfa 38 - Türklere göre Hıristiyanların hepsi ajan! /
Perwer Yaş
Sayfa 39 - Gökçeada Rumları ve iki yüzlülük / Burçak Güven
Sayfa 40 - Bingeha gelek urf / Kemal Tolon
Sayfa 43 - Arzu Hâlim Süngülenen Koçgiri’nin Sesidir (1) /
Ferhat Aktaş
Sayfa 45 - Selahaddin Üniversitesi’nden Asimder’e Şilt!..
Sayfa 45 - Kılıçdaroğlunun annesinin Ermeni olduğu kesindir /
Miran Gültekin
Sayfa 46 - Çağrı - Duyuru
Sayfa 47 - Bethnahrin ve Dünya Kamuoyuna
Sayfa 49 - DEĞERLİ AĞABEYİMİZ PAYEL GÜLLÜDERE’Yİ
KAYBETTİK… / Sarkis Hatspanian
Sayfa 51 - SOL VE KÖRLÜK / Hüseyn Karataş
Sayfa 52 - O bebeği biz öldürdük!..
Sayfa 53 - Ermeni Soykırımında Said-i Nursi / Recep Maraşlı
Sayfa 55 - Necip Fazıl Kısakürek’in ‘öteki’ portresi... / Prof. Ayşe Hür
Sayfa 64 - Afişler ve Arka kapak
Kızılbaş Yayınevi
K i t a p - D er g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m
G r a f i k- D iji t a l ve O f s e t ba sk ı
i ş l er i n i z i t i na i l e yapı l ı r
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 53
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
let siyaseti içinde sağlıklı bir yaşam
kurulamayacağını, her kızılbaş Alevi
bilir!..
ile
* * *
görmek!..
Sakine Polat
Kızılbaş’ın 21. sayısında yayınladığımız (Dersim Soykırımı Uluslararası Alana Taşındı- Kızılbaş Sayı
21 Sayfa 7 - Aralık 2012) habere bir
eleştiri aldık. Eleştiri sahibi Sayın
Mahmut Karakaya bizden cevap istedi. Kısaca, eleştirisini siz okurlarımıza
özetlemek isterim. “Kürtlerin Dersim
Soykırımını UCM Mahkemesine Taşımalarını Ermeni Soykırımındaki Kürt
ortaklığını inkar etmesine araç olduğu
yönünde olmasından dolayı Kızılbaş
Dergisinin de bu tür siyasete alet olmaması gerektiğini bize hatırlattıyor...
En önemlisi de, “Kürtlerin Ermeni
Soykırımın da ki sorumluluklarından
dolayı özür dileyip ve de özürün gereğini yerine getirmeden Dersim soykırımını bir araç olarak kullanmalarına
çanak tutmuyor musunuz” sorusuydu!...
Aslında biz, birçok kez Kızılbaş’ın Önsöz yazılarında, bu konulara deginmiştik. Dergimizin yazarlarından Ali Sait
Çetinoğlu, konuyla ilgili bir yazısını
çeşitli Kürt sitelerine gönderdi ancak
yayınlanmadı. Kızılbaş bu çalışmayı
yayınladı Kaynak: “Hamidiye Alayları ve Soykırımında Kürtlerin Rolü
Kızılbaş Sayı 3 sayfa 12 Ankara Baskısı Nisan 2011” Kızılbaş’ın her sayısında Ermeni ortak sorunumuza yer
verdik. Bundan sonra da bu tür yazılara yer vermeye devam edeceğiz...
www.kizilbas.biz sitemizde Kızılbaş
Dergisinin PDF dosyaları var.
* * *
Bulunduğumuz coğrafya da yerli
halkların ortak bayramı olan Ğagan
kutlamaları yapılmaktadır. Ğagan’ın
hayırlı, uğurlu ve de başarılı olması dileklerimiz ile can cana diyoruz.
İttihatçı-Irkçı-inkarcı asimilasyoncu
siyasetlerine karşı direniş mevzilerimizden biri olan bayramlarımızın,
ırkçı inkarcıların siyasetlerine malzeme yapılmasına karşı çıkıp, ortak bayramlarımızı dostluğa, barışa, güvene,
dayanışmaya kültür köprüsü yapalım...
***
Kızılbaş Alevilerin kendi içindeki katı
tutumları bize zarar veriyor. Resmi
kuramların türevleri olarak asimilasyona yabancılaşmaya çanak tutuyor.
Şöyle ki; Laik olduklarını söyleyen ve
öyle inanan siyasetçi Kızılbaş Aleviler
kendilerine karşı dürüst degiller. Biz
Kızılbaş Aleviler, aramızda var olan
mitolojik ve kültürel farklılıklarımıza
karşı, hiçte toleranslı hoşgörülü değiliz. Türk olduklarını sananlar Türk
olmayanlara karşı. Kürt olduklarını
sananlar diğer farklılıklarımıza karşı.
Zaza olduklarını sananlar, diğer sosyal
gruplara karşı ürkek ve korkak davranıyorlar. Bir de bu duruma bireylerin
kendi özgül siyasetleri yanında dahil
oldukları örgütlenmelerin kuramı karışınca ayıkla pirincin taşını?!.
Biz Kızılbaş - Alevilerin arasında inaçsal, kültürel, tarihsel ve siyasi farklılıklar var. Bu farklılıklarımız, bizi
ayakta tutan, bizi bugünlere taşıyan
degerlerimizdir. Bu güzelliklerimizi,
birbirine kırdırmadan barışık bir ortak
zeminde üretip geliştirmek sorumluluğunu bilince çıkartmalıyız. Bu hayırlı
ortak işimizi başarmamız yabancılaştırılmaya karşı bizi bütünleştirip güçlendirir kendi demokratik kültürümüzün olgunlaşmasına, yenilenip yeniden
üretilmesine önemli katkılar sunabilir.
Chp, devlet örgütlenmeleri içinde bulunan alevileri, türkleştirme ile devlet
ümmeti müslümanlaştırma siyaseti izlemektedir.
Kızılbaş Aleviler olarak, chp’nin dev-
Chp’li olmayan örgütlenmelerin hemen hemen hepsi Kızılbaş Alevileri
Chp’li kemalist olmakla suçluyorlar.
Kendi devletçiliklerine, Kemalistliklerine bakmadan!..
Koçgiri, Dersim katliam ve soykırımlarından geçirtilmiş bir kısım Kızılbas-Alevi tarafından 1946’ya kadar
tekparti militarist diktatör Chp’ye pasif oylar verilmiştir.
DP seçimlerde Kızılbaş Aleviler tarafından hiç ama hiç beklenmedik boyutta oy almıştır. Hiç bir karşılık ve
pazarlık yapmadan!
TİP örgütlenmesine, Kızılbaş Alevi
gençliği aktif katılıp destek sunmuştur.
TİP’i kendine benzetmiştir solcu söylemleriyle.
TİP’e karşı devlet BP kurmuştur ilk
genel başkanı asker ve MİT’çidir.
Kızılbaş ve Alevi degildir. İttihatçıTürkçü-Irkçıdır...
Ögrenci gençlik hareketlerinin her türünde aktif yer almıştır Kızılbaş gençlerimiz. İşkence, fişlenme, öldürülme
kısacası devletin her türlü kötülüklerinden faydalanmışız!
Askerlerin yaptıkları darbelerden de
faydalanmışız her aileden bir kaç gencimiz fişlenmiş işkence görmüş idam
edilmiş.
Kürtler kendi öz örgütlenmelerini kurmuşlar açık gizli.. Kızılbaş evlatlarımız bu örgütlenmelere de duyarlı olmuşlar katılıp mücadele etmişler, kimi
silahlı kimi barışçıl.
Demokratik kitle örğütlenmelerine katılmışlar aktif işlerde ön saflarda çalışmışlar, ağır işkencelere katliamlara
sürgünlere mapuslara maruz kaldılar.
Kısacası yapılan örgütlenmelere uzak
durmadılar, hemen hemen her türlü örgütlenmelerde aktif yer aldılar.
BU DURUMU BİLMEYEN İYİ KÖTÜ SİYASETÇİ VAR MI?...
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şimdi hal böyleyken, Kızılbaş Aleviler kemalist devletçi diye saldırmak
kimin haddine? Burada ince bir ayrım
var burayı doğru görmek şarttır. Evet
CHP Kızılbaş Alevileri maraba olarak
kullanmıştır!... Hala da kullanmaya
devam etmektedir....
Kızılbaş Alevileri CHP’ye marabalık
yapmalarına hayıflanan da, aslında Kızılbaşların kendilerine maraba olmalarını istemektedir!
***
Evet, Kızılbaş Aleviler olarak en büyük kabahatimiz ve eksikliğimiz şudur; bizim bizden olmayanlara, başkalarına marabalık yapma tiryakiliğimiz
vardır. Bu tiryakiliğimizi terketmek
zamanı gelmiştir.
Koçgir ve Dersim katliam ve soykırımlarının bize, fiziki olarak verdikleri
zararın binlerce katmerlisini, asimilasyonla verdiklerini asla unutmadan,
kendimizle yüzleşmeliyiz. Yenilenip
yeniden örgütlenrek kendimizi siyasal
alana taşımalıyız. Ya başarıp hayatımızın kuruluşunda söz sahibi olacağız
ya da asimilasyon kırım katliam yollarıyla yok edileceğiz. Bizim vicdanımız
yok edilmemize rıza değildir.
Koçgiri ve Dersim Katliam ve soykırımı sonrası var olan örgütlülüğümüz
dagıtılmıştır.
Katliam ve soykırımdan bu yana kendimizi derleyip toplayıp yenileme, yeniden ifade etme fırsatı üretemedik.
Kendi öz-örgütlenmelerimizi organize
etmedik. Kendi adımıza bir yayınevimiz, bir gazetemiz, bir radyomuz, bir
Tv’miz, bir partimiz, vekilimiz olmadı. Peki neden? Bu eksikliklerimizin
giderilmesi yönünde düşünen kendini
sorumlu ve gönüllü gören her bireye
büyük ve mütavazi işler, görevler düşmektedir. Ya insanlaşıp bu işi üslenecegiz, ya da bize ait olmayan, bizi bize
yabancılaştıran asimilasyon degirmeninde, tornadan geçirilip yok edileceğiz!..
***
Osmanlı Şeyh’ül islamı Mehmet Ebussuud Efendi’ye sorulur;
Kızılbaş ailesi kesilip öldürülmüştür
geriye beşikteki veleti kalmıştır ne yapalım?
Şeyhül İslam Mehmet Ebussuud Efendi cevap emir verir:
“madem ki ana babası öldürümüştür.
Ola ki; bu velet büyür ejdadının başına
gelenleri ögrenir, o zaman bize düşman olur. Vurun başını der!...” ve Kızılbaş evladı beşikte boğulur!....
Kaynak: Mehmet Ebussuud Efendi’
in fetvaları. M. Ertuğrul Düzdağ
Enderün Kitapevi
* * *
Tarih, deneyimler ile örülmüş möhkem
bir duvar gibidir. Tabii ki cangözü ile
görenler için.
“Cangözü ile görenlerde, saklı gizli olmaz!...”
Evet Şeyhül İslamın yazılı fetvası ortalıkta duruyor. Bu kanlı fetvaların hepsi
halen yürürlüktedir. Adı geçen fetvanın tam metni Kızılbaş Web sayfamızda bire bir vardır.
Yalnız kazın ayagı hiçte öyle değil.
Elde belge olmadan kesin ve emin konuşmak, yazmak sorunun kendi gerçegini saptırmaya malzeme sunmuyor
mu?
Fransız polisinin konuyla ilgili yaptığı
çalışmanın açıklanmasını beklemeye
bile sabırı olmayan bu kesimin, işin
ciddiyetinden çok çok uzakta olduklarını işaret etmeye yetiyor. Bu çabalar
bilgi kirliliği üretmektedir.
Sakine Cansız, biz Kızılbaşlar açısından çok çok degerli olan bir şahsiyettir.
Gerek mücadelesi içindeki onurlu, dik
duruşu, Devlete boyun eğmemsei gerekse PKK içinde cesur ve eleştirel olması PKK’lı olmayan kızılbaşların da
sevgisini sempatisini kazanmıştı. Tam
da bu noktada Şeyhül İslamın Kanlı
Fetvası akla geliyor!
Öze döner, kendini bilir ve bize engel
olur diye ince bir siyaset işletilmiş olabilir mi diye kendime sormadan edemedim...
Kaynak:
Arif olan....
http://www.kizilbas.biz/belgeler/101seyhuelislam- ebussuud- efendifetvalari.html
Sakine Cansız seni Alişer’e Sey Rıza’ya ugurladık. XALE XIZIR katarından şen olasın!
* * *
Yeni yılın biz kızılbaşlara da birazcık
akıl ile sabır vermesini diliyorz!...
Paris katliamında mütiş bir durum var.
Her önüne gelen münecimlik yaparak
cinayetle ilgili yazıp çizdi. Herkes,
kendince kendisini haklı bulabilir.
Yeni sayılarda buluşmak dileğimle..!
Can Cana...
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BİZ
NEREYE
TANRI
ORAYA
Serkan Güzel
….Kelebekten öncesi tufandı, yazdan öncesi sevgi. Büyüsü olmayanlar yenilenerek temizlendi. Cennet
dediğimiz evreden böyle bir “an” da
kovulmadık mı? Öyle bir zamanda
böyle yaşamak ne mümkün!! En temiz sular içimizde yüzerken, bir tad
alamazdık ısırdığımız meyveden.
Aklımıza gelmeyen başımıza geldi.
Yeniden karşımıza çıktı zaman ve
yelkenle göknehire açıldı karıncalar.
Suç muydu bilemedik yinede kabullendik. Şimdi düşünüyorum da, bizden önce elma kovulmalıydı. Düşünüyorum da, aklımıza gelmeyen akıl
olmalıydı.
Yeniden başlamak ne güzel, yenilenmek derin sularda. Yeni bir “an” a
merhaba demek mutlulukla. Sürgünle geçen binlerce yılın ardından, yine
sürgünden medet umarak yaşlanmak
ne güzel!
An gibi hatırlıyorum, ilk “yok” tan
çıktık yola. Beyaz bir sürgün gibi çıkageldik siyahtan üstelik sürünerek.
Rivayetimiz kendine büründü. Kırmızı tomurcuklarla el eleydik, gövdelerimiz yağmura meftun. Bakınca
yeşil dokununca sarıydı yapraklarımız, mevsimse her dem mavi. Cennetin yalan rüyasında hoş bulmuştuk
kendimizi. Önce rüyadan sürgün
edildik. Utanmamız olsaydı, yenilenmez beklerdik, umutsuz ve gurursuzca ağlardık. Ne mutlu kendinden
utanmayan sahipsiz kuklalara…
Ol dedi önce kendi oldu. Değersiz bir
eşya gibi düşürüldük. Atıldık, solmuş
yapraklar gibi savrulduk. Dalımızdan, yeşilliğimizden uzaklaştırıldık.
O “an”dan itibaren yenilenerek af-
fediyoruz kendimizi. Pişmanlığımızı geride hapsetme tutkusu. İçimize
yerleştirilmiş onca duygudan sadece
birine saplanmak ne acı. Belki de
suça meyilli bir kuklaydık, suçumuz
ipimizden kalın çıktı. Mesele elma
değildi elbette, mesele ipinden taşan
bir kuklanın haddini bilmezliğiydi.
Ne mutlu haddini bilmez kuklalara,
ne mutlu ipinden kurtulan duygusuzlara… Kuklalığından utanan bir tahta
parçasına yeni bir hayat verilmeliydi,
belki birkaç nefes. Yeni bir “an” yolculuğuna hazırlanmalıydı mutlaka.
Öyle bir yer ki; kovulmasak gitmezdik. Tıpkı burası gibi, ölmesek bir
yere gideceğimiz yok. Biz neredeysek orası değerli, neredeysek oradadır hayat. Biz nereye Tanrı oraya...
Nefesin kaynağıyla bağlanmışız yeni
iplerimize. Şimdi düşünüyorum da;
ipin kaderi de benim boynumda. Biliyorum gerçek ölüm yaşama bağlanmaktır… Cellat zorla teslim aldıysa
beni; ölebiliyor olmanın sahte şanını
akıtmam gözlerimden. Bu kez Tanrı
ölsün! Sonsuza dek yaşamak istiyorum; ne ölmek ne de üzülmek. Değer-
liysem eğer; ol desin olsun, mutlu bir
yaşam sonsuz olsun… Bu düşünceler
nereden geliyorsa aklıma, oraya geri
dönsünler. Bilirim ki; düşünce ateşin
söz ise zehir’in imanıdır. Düşünce
zehir’in öznesi, söz ise ateşin.. Düşünce bir sınavdır sürgün olana söz
ise zehir. Yüzen yanar içen geberir.
Düşünce zehir’in, söz ise ateşin zindanı; irademse biriktiremediğim hazinemdir… Bu “an” yolculuğunda en
büyük güç yenilenmektir. Farkında
olmadan yenilenip yankılanırız her
şey ile birbirimizde. Bazen bir dağda
yankılanırım bazen bir çiçekte. Bazen kırlangıç olurum bazen düğüm.
Ne zaman dağ gibi güneşe sarılsam,
çiçekle rüzgara kavuşurum.
İşte yine kelime akıla bir damla su
yaşama eşitlendi. Konuşarak evrildi
düşler ve adımlandık elmadan hicrete. Çölde kum oldu çare, derdim
yaraya tövbe. Gelsem bin dert gitsem
bir nağme. Ah Babil Ah!! Nasılda
sürdüler beni geçmişimin cennetinden. Şükür ölmedik ama yenilendik.
Yıldızları ışığıyla emziren güneş gibi
tükenerek aydınlandık ve konuşarak
kenetlendik. Her kelimeyi yeni bir
yıl, her cümleyi bir ömür yaptık. Hiç
ağlamadık fakat bildik her nefesten
sürgün edildiğimizi… Sabırlı olmamız boyun eğmekten değil, ölümsüzmüş gibi mücadele etmemizden. İşte
yine başladığımız yerdeyiz dimdik
ayakta, avucumuzda irice bir elma.
Bir yıldan daha uzaklaştırıldık, yenilendik coşkuyla. Kahkahalarla ağlıyor, mutlulukla zehirliyoruz birbirimizi. Düşünüyorum da, elmanın
kaderi de avuçlarımda. İki büyük
hata biri ben diğeri elma... Aslında en büyük hatayı Tanrı yaptı, bizi
yarattı. “O”nu mükemmel yapan bizim kusurlarımız. Kelimeye bir akıl
verdi suya bir ömür ve maziyle geleceği “an”da birleştirdi. Bizse daima
kaçtık, yeninin yalan rüyasına kalbimizle saplandık… Düşünüyorum da;
“şimdi” her zaman cahil kalacak…
İlk “O” çizdi sızımızı, ilk “O” buldu
izimizi. “O”nu ilk yapan bizim sonradanlığımız. Öyleyse İlk “O” yok
olmalı sonra biz. Yeninin yalan dünyasında hoş buldun kendini…
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevilerin
cennette
zaten
işi
yok
“cennet – cehennem” gibi bir anlayışımızın da olmadığı gerçeğidir.
Erdal Yıldırım
TRT’de yayınlanan Açı programında
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik
ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz
günlerdir sosyal medyada “Aleviler
cennete gidemez” şeklinde yer alıyor
ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’
diyen kimi basın yayın organları, kişi
ve kurum temsilcilerince de Alevilere
yapılan bir hakaret olarak algılanıyor
ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor.
Burada söylenenleri doğru anlamak
ve buna göre gerekli/doğru tepkiyi vermek için Laçiner’in söylediği
söze bir daha bakalım. “Sadece
Irak’ta değil Körfez’de de Şiiler var,
Kuveyt’te de. Şimdi bir insanın Şii
olması Hıristiyan olmasından kötü,
çünkü Hıristiyan nihayetinde ehli
kitaptır; üç dinden bir tanesindendir.
Allah onu selamete de erdirebilir,
belki(!) cennete de koyabilir. Şiilikte
ise sapkınlık var orada dini bozmaya
çalışmak var” demişti Laçiner.
Öncelikle, Rektörlük payesi alabilmiş
olabilmiş birisinin inançlar arasında
böyle bir ayrımcılık, aşağılama, kötü
gösterme veya küçük düşürücü içerikte değerlendirme yapmış olması, bilim
adamı kimliğiyle ve akademisyenlikle
uyuşmadığı gibi, aynı zamanda sağlıklı bir ruh haline de sahip olmadığını
da gösterir ki, bu tavır şiddetle kınanmalı ve protesto edilmelidir.
Ama asıl üzerinde durmak istediğim
önemli bir ikinci konu vardır ki, o
da rektörün yaptığı değerlendirmeyi
Şiilikle ilgili yapmasına rağmen kimi
Alevilerin, Alevi kurumların temsilci
ve yöneticilerinin söylenen sözleri
“Aleviler cennete gidemez” şeklinde
yansıtmaları ve bu tanım üzerinden
çeşitli tepkilerde bulunmalarıdır.
Sedat Laçiner, hakaret içeren konuş-
masında “Alevi-Bektaşi-Kızılbaş”
sözcüklerini değil “Şii” sözcüğünü
kullanmıştır. Sözkonusu konuşmada
‘Alevi-Bekteşi-Kızılbaşlara’ değil,
ama ’Şiiler ve Şiilik’ mezhebine bir
hakaret olduğu kesindir. Doğal olarak
da Şii - Caferilerin temsilcileri bu konuşmaya kendi pencerelerinden bakıp
“ihtilal döneminde bile kimse bizim
mezhebimize dil uzatmadı” diyerek
tepki göstermiş ve Laçiner’i mahkemeye vereceklerini beyan etmişlerdir.
Bu noktada Alevilere, Alevi kurum
yöneticilerine ve Kanaat önderlerine
seslenmek istiyorum…
Eyy, Alevi örgütü yöneticileri,
Eyy, Alevi aydınlar, yazarlar,
Eyy, Alevi kanaat önderleri,
Bırakın bu Ebu Suud özentili fetva
veren rektörü..
Belli ki, o adam ırkçı, gerici zihniyetin
bir temsilcisi,
Belli ki, o ülkeyi yönetenler misali
kafatasçı,
Belli ki, o kişi rektör olmuş olsa da,
aslında ‘cahil’ olan biri…
Bırakın onu bu haliyle, kendisiyle baş
başa kalsın…
Burada daha önemli olan bir şey var,
gözlerimizden, dikkatimizden kaçan…
Onun söyledikleri ‘Şiiler ve Şiilikle’
ilgili..
Ola ki, o konuşmada ‘Alevi’ sözcüğünü de kullanmış olsun.
Nasıl olur da bizler, bu Şiilik ve Şiilere
hakaret içeren konuşmayı “Aleviler
cennete giremez” şeklinde algılıyoruz, kamuoyuna da böyle yansıtmaya
çalışıyoruz?
Derhal altı kalın çizgilerle çizilmesi
gereken olgu, biz Alevi ve Kızılbaşların, Şii ve Caferi olmadığımız gibi,
Cennete gitmek deyimine gelirsek
göreceğiz ki, Alevilikte ölmek, ‘Hakka
yürümek’,’don değiştirmek’ deyimi ile
ifade edilir. Başka inançlardan farklı
bir ölüm anlayışı vardır ve Alevi Kızılbaşlar bundan ötürü de "ölüm yok",
ya da "ölüm ölür biz ölmeyiz" derler.
Alevilikte öldükten, yani ‘hakka yürüdükten’, ’don değiştirdikten’ sonra
çeşitli biçimlerde yeryüzüne tekrar
gelineceğine, bu yeryüzüne geliş
gidişlerin ‘insanı kâmil’ olana kadar
süreceğine ve olgunlaşan insanın geldiği kaynağa geri dönerek yaradanla
bütünleşileceğine, hakkın varlığına
kavuşulacağına inanılır. Yani her
şeyin bir canı olduğu, her şeyin aslına
döndüğü ‘Devriye’ olgusu vardır.
Alevilikte ‘Devriye kuramı’ ile, ‘Cennet – Cehennem’ olgusuna ilişkin o
kadar çok bilgi, deyiş var ki, bunlardan birkaçını paylaşayım istiyorum.
Alevi ozan Sırrı Baba diyor ki:
“Cihan var olmadan ketmi ademde
Hak ile birlikte yektaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Yaptım tasvirini nakkkaş idim ben
Harabi de Vahdetname’de :
“Daha Allah ile cihan yok iken
Biz ani var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layik mekan yok iken
Hanemize aldik mihman eyledik”
Yunus Emre’nin
“cennet, cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni”
dizelerinde de görüldüğü gibi AleviBektaşi-Kızılbaşlıkta mükâfat veya cezaya dayalı bir ‘cennet – cehennem’
olgusu ya da felsefesi yoktur.
Hallac- Mansur misali “enel hak”
diyen bir felsefede cennet ve cennet
olgusundan zaten sözedilemez.
Kaygusuz Abdal’ın
“Duydum köprü yaptırmışsın
Has kulların geçsin diye
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Onlar şöylecene dursun
Yiğit isen sen geç tanrı”
deyip Tanrıyla konuşan, onu eleştiren;
Ya da Ali Budak’ın
orda sual sorulması yalandır
Cennet cehennem hepsi burda,
orda mahşer kurulması yalandır’
cennet ve cehennem gibi İslamiyeti
çağrıştıran bir söyleme bu kadar prim
veriyoruz?
(Kul Ahmet)
Yapmamız gereken, bizleri yapay polemiklerin içine çekmeye çalışanlara
bilerek veya bilmeyerek pirim vermek
değil; onların yarattığı gündemin
peşinde koşmak hiç değil; yapmamız
gereken bizim ne olduğumuzu, nasıl
yaşamak istediğimizi doğru bir şekilde
ifade etmek ve buna uygun politikaları her platformda hayata geçirmeye
çalışmaktır.
diyerek tanrının insanı kandırdığını
sorgulayan bir anlayışta cennet cehennem olgusu olabilir mi?
•‘Irmaklarından şaraplar akacak’
diyorsun,
Cennet-i ala meyhane midir?
Her mümin'e iki huri vereceğim
diyorsun,
Cennet-i ala kerhane midir?’
(Ömer Hayyam)
•‘Bize aşk şarabında sun saki,
bize cennetteki kevser gerekmez’
İsterseniz devam edelim biraz daha….
(Yunus Emre)
•‘Ölümden korkum yok, o benden
korksun
Cehennem var ise, günahım yaksın
Cennet güzellikleri seyrana çıksın
Sevgi muhabbete özendim, yeter’
Dörtlüklerden de anlaşılacağı gibi bu
felsefe, “cennet de, cehennem de bu
dünyadadır” düsturuna ve “cenneti de cehennemi de başka cihanda
arama’’ diyen bir argümana sahipken
yapay ve ilgisiz cennet-cehennem
tartışmalarıyla neden zaman kaybediyoruz? Neden Devriye kuramı bu
felsefenin olmazsa olmazlarındayken,
“Can içinde canan sensin
Gözlerimde üryan sensin
Cennet cehennem diyerek
Kandıran sen değil misin?”
(Ali İzzet Özkan)
•‘Ey dostum ölenler geri dirilmez,
TBMM'de
Alevi siteleri yasaklandı!
TBMM'nin bazı Alevi örgütlerinin
internet sitelerine erişimi engellendiği ortaya çıktı. Yasağa ilişkin CHP'li
Nazlıaka'nın soru önergesi vermesi
sonrası yasak birdenbire kalktı.
TBMM'nin internet sistemi üzerinden bazı Alevi örgütlerinin internet
sitelerine "güvenlik gerekçesiyle"
erişimin engellendiği ortaya çıktı.
CHP'li Aylin Nazlıaka soru önergesi
verince, bu sitelere erişim yasağı ve
"güvenik gerekçesi" bir anda ortadan
kalktı.
CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, TBMM Başkanı Cemil Çiçek'e,
"TBMM ve diğer kamu kurumların-
da yasaklanan internet siteleri hangi
kriterlere göre yasaklanmaktadır?"
diye sordu.
Nazlıaka, TBMM Başkanı Cemil
Çiçek'in yanıtlaması istemiyle verdiği
soru önergesinde, "Ülkemizde iletişim
özgürlüğü konusunda yaşanan önemli
bir sorun da kamu kurum ve kuruluşlarında iktidara muhalif olan ve dünya
görüşünü paylaşmayan bazı sivil toplum örgütlerinin internet sayfalarına
yasak getirilmesidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden
Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu www.kizilirmak.org.tr ve Sivas
Dernekler Federasyonu www.sidef.org
Aleviliği kendine özgü kuralları,
ritüelleri olan, insanı, yaşamı, tanrıyı
algılayışı ve kavrayışı farklı olan,
sosyal konulara da cevap veren ayrı
– özgün bir kültür, felsefe ve yaşam
biçimi’ gibi tarif etmeyen her türlü
düşünce ve bu düşüncenin savunulmasına hizmet etmeyen anlayış, Alevi
Kızılbaşlığa değil, ancak ve ancak
asimilasyona hizmet eder.
09 Ocak 2013
internet sitesinin erişime kapalı olması bu konuda yaşanan olumsuzlara
ilişkin önemli bir örnektir. İki önemli sivil toplum kuruluşunun TBMM
servis sağlayıcısı tarafından yasaklı
olması, iletişim özgürlüğü ve demokrasi ile bağdaşmamaktadır" dedi.
"Sivas Dernekler Federasyonu internet siteleri neden erişime kapatıldı"
TBMM ve diğer kamu kurumlarında
yasaklanan internet sitelerinin hangi
kriterlere göre yasaklandığını merak
eden Nazlıaka, şu sorulara yanıt aradı:
"Bu kapsamda kaç sivil toplum kuruluşunun web sayfası engelli durumdadır?
Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu kizilirmak.org.tr ve Sivas Dernekler Federasyonu sidef.org internet
sitelerinin erişime kapalı olmasının
gerekçesi nedir?
Bu durum Birleşmiş Milletler tarafından 4 Haziran 2011'de yapılan genel
oturumda internet erişiminin korunmasının 'temel bir insan hakkı' olarak tanımlanmasına ve İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi'nde '3. Kuşak
insan hakkı' belirlenmesine ilişkin
karara aykırı değil midir?
Yaşanan aksaklıkların giderilmesi
için ne tür önlemler alınacaktır?"
AKŞAM - 20 Aralık 2012
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
YÖK'ten
Kendine
Soruşturma,
RedHack'e
Suç
Duyurusu
YÖK, üniversitelerdeki yolsuzluklara ilişkin dosyaları paylaşan
RedHack hakkında suç duyurusunda
bulunurken, kendi içinde de soruşturma başlattı.
Ankara - BİA Haber Merkezi
Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK),
RedHack hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu.
RedHack'in YÖK'e ait "Elektronik
Bilgi Paylaşım Portalı"nı hackleyerek üniversitelerin yolsuzluk soruşturmalarıyla ilgili "gizli" ibareleri
belgeleri paylaşmasının ardından,
söz konusu belgelerin YÖK'e ait olduğunu doğrulayan YÖK yetkilileri,
resmi açıklama yapmadı.
CNNTürk'ün haberine göre, YÖK,
özel bir güvenlik sistemine sahip
olmasına rağmen nasıl hacklendiğini
ortaya çıkarmak için de kendi içinde
de soruşturma başlattı.
Yıl boyunca çok sayıda eyleme imza atan
Kızıl Hackerlar, yeni yıla da eylemle girdi.
RedHack önce YÖK’ü, sonra Bitlis ve
Yozgat üniversitelerini hackledi, ODTÜ’
lülere destek mesajı yayımladı.
Kızıl Hackerlar yeni yıla eylemle girdi. Bugün sabaha karşı 04.30 sularında
YÖK’ün internete dayalı eğitim (ide.yok.gov.tr) sayfasını hackleyen RedHack,
ardından da Bitlis ve Yozgat üniversitelerinin sitelerini hackledi. Kızıl Hackerlar sayfada ODTÜ’lü öğrencilerle dayanışma mesajı içeren bir bildiri yayımladı.
Bildiride “Duyduk ki ‘haraç’ mafyası YÖK, ODTÜ’yü kınıyormuş… ODTÜ
bir kaledir. 68’den bugüne.” diyen RedHack, ODTÜ için de şunları söyledi:
“[ODTÜ] Parasız bilimsel eğitim isteyenlerin; Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbrahim’lerin, Sinan’ların, Taylan’ların ve daha birçok devrimcinin; uzaya, komşu
devletleri tehdit etmek, savaş çıkarmak için değil bilim için ‘uydu’ gönderenlerin; okulda dizilerden bahsetmeyen, ülke sorunlarına kafa yoranların; karizma, para kazanmak, ‘mevki’ için arkadaş satmayan, arkadaşı için ölüme
yatanların; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Asuri vb demeden halkların kardeşliği, eşitliği ve mücadele birliği idam sehpasında kendi sehpasına tekme
atanların; ‘dünyanın sonu geldi’, ‘ideolojiler öldü’ diyerek gençliği uytmaya
çalışanlara ‘nanik’ yapanların; diktatörlere, padişahlara, elinde jop bulunanlara, ‘kral çıplak’ diyerek dalga geçenlerin; orantısı ‘şiddet’ gösterilerine ‘orantısız’ zeka gösterenlerin yıkılmaz kalesidir!”
“2013’te de ‘dokunmaya’ devam edeceğiz”
Grubun yayınladığı bildiride YÖK’ün hacklenmesinin bir başlangıç olduğu
söylendi. RedHack bildirisi, “2013’te ‘kendini erişilmez, dokunulmaz sananlara’ dokunmaya, ‘siz busunuz’ demeye devam edeceğiz” denildi.
"Noel Baba yok diye üzülmeyin"
Yayınladığı mesajla “Kavga dolu bir 2013 dileyen” RedHack, bildirisini şu
şekilde sonlandırdı:
“Para olmasaydı herkes eşit olurdu! Noel Baba yok diye üzülmeyin, Şirin Baba
burada. Şirinleyeceğiz hepinizi… ‘ODTÜ’ye gitme solcu olursun’ dediler, gittik RedHack olduk…” (soL-Haber Merkezi)
♥ RENKLERİN VE SESLERİN PARADİGMASI ♥
RedHack, eylemi ODTÜ direnişçisi
öğrencilere ve 17 yıl önce polis tarafından dövülerek öldürülen gazeteci
Metin Göktepe'ye ithaf ettiğini
açıkladı.
Paylaşılan dosyalarda Gazi, Kastamonu, Fırat, Giresun, İstanbul,
Marmara, Hacettepe, Adnan Menderes ve Uludağ üniversitelerindeki
yolsuzluklarla ilgili soruşturma
evrakları bulunuyor. (EKN)
Müzakereci lider özgür olmalı!
özgür olmayan öcalan görüşmelerden çekilmelidir!
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ALEVİLİK
SATILIYOR
DUYDUN MU?
Bolca laf eyledik ol İzzetine
Asıl bakmalı gizli İzzetine
Gelmeyelim bunlarında fendine
Alevilik satılıyor duydun mu?
Piyasada çoktur onun karşıtı
Bu yüzden yaparlar çokça lakırdı
Fırsatı bulunca vurur tokatı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Ağızlarda pelesenk olmuş adı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Yeni çıkmış allı pullu türlüsü
Alevilik satılıyor duydun mu?
Tarihlere çınar olmuş gövdesi
Damar damar akıyor reçinesi
İnsanlıktır en nadide meyvesi
Alevilik satılıyor duydun mu?
Seksen küsur sene böyle uyumuş
Saz çalmış söylemiş semah yürümüş
Bilmez ki kazılan derin kuyuymuş
Alevilik satılıyor duydun mu?
Dut olmuş ta sazlar vermiş ozana
Tellerinde deyişleri gezine
Yaprakları direniyor hazana
Alevilik satılıyor duydun mu?
Yezide okumuş milyonca lanet
Sanmış ki hep bundadır ol keramet
Sövdükçe başına gelmiş melanet
Alevilik satılıyor duydun mu?
Güller açmış girmiş insan gönlüne
Yuva olmuş dertli öten bülbüle
Simsar olan bu değeri ne bile
Alevilik satılıyor duydun mu?
Dağda köyde iken inmiş şehire
Yaşam savaşını vermiş habire
Horlanıp itilmiş dönmüş kevgire
Alevilik satılıyor duydun mu?
Turna olmuş gök yüzüne süzülmüş
Katarlanmış ardı sıra dizilmiş
Düz ovada akbabaya yem olmuş
Alevilik satılıyor duydun mu?
38 Dersim görmüş katliam
Devlet böylelikle sağlamış nizam
Kızılbaşlar ölmüşse kimlere gam
Alevilik satılıyor duydun mu?
Direnmiştir her türünden zalime
Tarihlerce uğramıştır zulüme
Hep batmıştır yönetenin gözüne
Alevilik satılıyor duydun mu?
Gitmiş mekteplere almış diploma
Sağı hiç sevmemiş meyletmiş sola
Hak için hizmet etmiş yüce yola
Alevilik satılıyor duydun mu?
Ne badirelerden gelmiş bu güne
Baş eğmemiş ateş ile zincire
Kafa tutmuş padişaha vezire
Alevilik satılıyor duydun mu?
CHP-ye kızmış gitmiş kır ata
Sağcıymış sahip koşar şeriata
Kimin aklı ersin teferruata
Alevilik satılıyor duydun mu?
Yavuz vermiş katlimize fermenı
Şeyhül İslam tamamlamış idamı
Karşı koymuş dilememiş amanı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Olmuştur dede-miz kır ata seyis
Yemini yedikçe getirir geviş
Çıkarı oldukça yok bunda beis
Alevilik satılıyor duydun mu?
İslamda ki adı zındık ile mülhid
Dinsizdir ediyor İslamı tehdit
Tiz vurula boynu yok tereddüt
Alevilik satılıyor duydun mu?
Dede-mizden miras kalmış oğla
Oğul prof olmuş büyük okula
Gamalı haçını takmış koluna
Alevilik satılıyor duydun mu?
Osmanlıdan gelmiş Cumhuriyete
Sanmış ki çıkılacak keravete
Kapılmış epeyce hoş rehavete
Alevilik satılıyor duydun mu?
Kurmuş tezgahını pazarlar beni
Azıya alınmış kıratın gemi
Katile otağ Kızılbaşın cemi
Alevilik satılıyor duydun mu?
Verilmiş kimliği din adı İslam
Kimseler dememiş yok bunda anlam
Emir yüksek yerden kesilmiş ahkam
Alevilik satılıyor duydun mu?
Devlet ile yapar her dem pazarlık
Okumuştur amma bilmez yazarlık
Fetullaha takacakmış nazarlık
Alevilik satılıyor duydun mu?
Laik devlet sulh çün kesmiş ahkamı
Uygun görmüş halkına Türk İslamı
Düşünmemiş Alevi-ye uyar mı?
Alevilik satılıyor duydun mu?
İftar sofrasında gerdan kırıyor
Hedefi hep onikiden vuruyor
Bilmez ki KORAY-ın kanın içiyor
Alevilik satılıyor duydun mu?
Buna ses etmemiş garip Alevim
Dememiş ki dince ben İslam-mıyım
Eskisinden iyidir daha neyleyim
Alevilik satılıyor duydun mu?
Sağcıdan yanadır solun düşmanı
Bileğini kessen yeşildir kanı
Onun umurundamı hak divanı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Birisi ÖKER-dir biri de ÖZDİL
İş lafa gelince papuç gibi dil
Mesele koltuksa fark etmez menzil
Alevilik satılıyor duydun mu?
ÖKER bir zamanlar arslan gibiydi
Konuşunca evde ekran titrerdi
Koltuk için süt dökmüşe benzedi
Alevilik satılıyor duydun mu?
ÖZDİL denen şahış oldukça HAİN
Çıkar gereğince oluyor şahin
Onun izlerini DERİN arayın
Alevilik satılıyor duydun mu?
Yeni başkanımız soyadı BALKIZ
Düzeni döndüren uyumlu çarkız
Elhamdülillah hepten Müslümanız
Alevilik satılıyor duydun mu?
Başkan derki kimse tanım yapmasın
Aleviyi şuna buna katmasın
Pazarlık yaparken terslik olmasın
Alevilik satılıyor duydun mu?
Hani Alevilik İslam dışıydı
Bu söyleme neden sahip çıkıldı
Koltuk sallanınca kale yıkıldı
Alevilik satılıyor duydun mu?
İnanç tanımından korkuyor başkan
Böyle biri önder olur mu şaşkın
Senden daha cesur o meşhur düşkün
Alevilik satılıyor duydun mu?
Pazarlık uğruna doğrudan kaçtı
Namert sofrasında metaın saçtı
Yaptıkları çoktan boyunu aştı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Yoktur bunların ufağı irisi
Birisi ne ise o dur gerisi
İzoş-a karşı ULUSOY efendisi
Alevilik satılıyor duydun mu?
Eyyyy Alevim uyan bakıver camdan
Gör neler oluyor pazarlıklardan
Kurtul artık şu hain simsarlardan
Alevilik satılıyor duydun mu?
İster içiyim de istersen dışı
Sonunda buluruz elbet çıkışı
Fark et artık şu topyekün satışı
Alevilik satılıyor duydun mu?
Kral Çıplak sözün söyledi hakça
Daha söylenecek söz vardır çokça
Yalanlara doyduk karnımız tokça
Alevilik satılıyor duydun mu?
Sinan Işık
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir aylık aşka
bir araba sopa
Pir Sultan Abdal Derneği sekreteri
Ali Galip Kabasakaloğlu; kısa süreli
aşk yaşadığı dernek yöneticisi Havva
Arslan'ı terk edip karısına geri dönünce diğer yöneticiler tarafından öldüresiye dövüldü...
Güncel 13 Ocak 2013, Pazar
Etiketler: Pir Sultan Abdal Derneği ,
Ali Galip Kabasakaloğlu , Oktay Kandemir, Songül Kabasakaloğlu
Gönül ilişkilerindeki şiddet kadınerkek ayırt etmiyor. Pir Sultan Abdal
Derneği Genel Merkezi'nde de önceki akşam aşk linci yaşandı. Derneğin
genel merkez yöneticilerinden Basın
Yayın Sekreteri Ali Galip Kabasakaloğlu (44); dernek genel başkanı Kemal
Bülbül, genel başkan yardımcısı Oktay
Kandemir ve genel merkez yöneticisi
Havva Arslan tarafından öldüresiye dövüldü. Karısıyla ayrı olduğu dönemde
Havva Arslan'la kısa bir gönül macerası yaşayan Kabasakaloğlu bu nedenle
derneğin genel merkezindeki bir odada
dövüldü ve 3 gün iş göremez raporu
aldı. Ali Galip Kabasakaloğlu'nun dövüldükten sonra baygın bırakıldığı ve
tesadüfen bulunduğu öğrenildi.
ÜÇÜNDEN DE ŞİKAYETÇİYİM
"Haysiyetimle oynadılar, beni öldür-
http://www.youtube.com/
watch?v=91LKRTIKdmo
mek istediler, üçünden de şikayetçi
olacağım" diyen Kabasakaloğlu, "O
kadın beni taciz ediyordu, reddettiğim
için bunlar başıma geldi" şeklinde konuştu. Songül Kabasakaloğlu ise olayın gündeme gelmesiyle birlikte derneğin genel başkanı Kemal Bülbül'ün
hem eşinin hem de Arslan'ın istifasını
istediğini, ancak eşinin istifa etmeyi
reddettiğini anlattı. Eşinin, Bülbül'ün
dernekteki tek adamlığına muhalefet
ettiği için olayı bahane ederek istifasını istediğini öne süren Songül Kabasakaloğlu lince dönüşen gelişmeleri
şöyle dile getirdi:
TELEVİZYON FIRLATMIŞLAR
"Eşim hafta sonu Alanya'da bir şiir
etkinliğine ve panele katıldı. Ancak
Kemal Bülbül bunu engellemiş. Eşim
buna tepki gösterince genel merkezde
aralarında bir tartışma çıkmış ve üçü
eşimi dövmüşler, kafasında sandalye
kırmışlar, televizyonu bile üstüne fırlatmışlar ve kanlar içinde bırakıp gitmişler."
'HAYATIMIZI ZİNDANA ÇEVİRDİ'
Geçen yıl eşi Ali Galip Kabasakaloğlu'na boşanma davası açtığını söyleyen
Songül Kabasakaloğlu, 6 ay ayrı kaldıklarını, ancak daha sonra barıştıklarını belirtti. Ayrı kaldıkları dönemde
eşi ile Havva Arslan'ın 1 aylık gönül
ilişkisi yaşadığını, ancak barışınca
eşinin bu ilişkisini bitirdiğini anlatan
Kabasakaloğlu, şöyle konuştu: "Eşimle
2012'nin Eylül ayında tekrar bir araya geldik. O günden sonra hayatımız
zindan oldu. Kadın bana mesajlar attı.
Uzun süre sessiz telefonlar geldi. Eşimi ve beni taciz etti. Dayak olayından
sonra buna izin vermeyeceğiz."
Kaynak:
http://www.takvim.com.tr/
Guncel/2013/01/13/bir-aylik-aska-biraraba-sopa
Müjgan HALİS
Yerimiz meyhane mescit gerekmez.
"Ezel bade-i aş kile mestiz.
Yerimiz meyhane mescit gerekmez.
Saki kevser kandık elestiz
Kuranı natıka sahip gerekmez
Cennet irfandan remzini bildik.
Bari bismillahtan dersimizi aldık
Cemali dil deryasını kar gördük
Cennette huri gılman gerekmez."
Bize lazım değil, müftü fetvası
Ehli aşk olmanın aşinası
Ademi hor görüp olmayız asi
İnsandan er eden şeytan gerekmez
Anarız mevlayı her anımızda
Allah aşikardır seyrenımızda
Türk dili okunur irfanımızda
Arabi farisi lisan gerekmez.
Gitmişiz cananın asi tanesine
Sıdk ile sarıldık dost zamanına
Canlar baş koymuşuz aşk meydanına
Hayvan kesmek gibi kurban gerekmez
İbreti Allah seni etmesin izzetli
Anlamak istersen ilm ile hikmeti
Ehli harabata eyle hizmeti
Aşktan başka din ve iman gerekmez."
Aşık İbreti
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gağant
(Gağan)
Kimin
Bayramı?
algılamak için, dinler ötesine gitmek
gerek. İmam Bakır hikayesini bilirsiniz, uzun bir zamandır bu hikayenin
versiyonlarını toplarken, Maraşlı bir
Alevi dedesi ile, Tokat, Elazığ ve Dersim Alevilerinin hikayeyi yer yer farklılaştırdıkları gibi, özünde getirip bir
Keşiş’e yani Ermeni bir Papaza bağlarlar. Buradan da kendileri ile Ermeniler
arasında bir akrabalık kurarlar. İmam
Bakır hikayesini, resmi Şia İslam Tarihi, Zeynel Abidin’in oğlu olarak yazar
ancak Anadolu, onun kesik başını alıp
bir Keşiş’in evinde misafir etmiş, o başı
elleyen Keşiş’in genç kızını Ehli-Beyt
soyu sürsün diye hamile bıraktırmıştır.
Haydar Karataş
Mitelojiden günümüze gelen bir Bayram! Gağant
Halklara, gruplara arka tarihçe öyküsü
oluşturulmasına başından beri mesafeli duran biriyim. Bu mesafenin gerekçelerini açıklamak konunun meraklısı
olmayan arkadaşları sıkacağı için, kısaca şu kadarını demekle yetineyim.
Bir geleneği, söylenceyi yazarken, etnik, dinsel tabirler yerine, öncelikle
coğrafik yapıyı, o yapı içerisinde insanı anlatmak gerektiğine inanıyorum.
Milliyetçi söylem, öncelik olarak coğrafyayı isimlendirmekle işe başlıyor
ve kendisinden önceki izleri yok etme,
onlardan arınma yoluna girilerek, teoriler üretiyor ve coğrafyanın geleneğini tarihsel olarak kendine mal etme
uğraşı veriyor.
Türklere oluşturulan arka tarihçe budur, Orta Asya’nın Ergenekon Hikayesi! Buradan bir hikayeyi alıp
Anadolu’ya eklemlediğinizde, yerel
kimlikleri yok sayarsınız, oysa göç
eden topluluk kendisiyle beraber getirdiğini, gittiği yere katar ve karma bir
kültürel yapı meydana getirir. Arka aidiyet tarihçesi oluşturulacağına, coğrafyanın tarihini açıklamaya çalışılsa
ve o coğrafyaya gelen gruplardan birinin de Türkler olduğunu vurgulasanız,
sanırım ne böyle bir sorun ve ne de bu
tarz bir milliyetçi söylemle uğraşıyor
olacaktık.
Bir başka tanımlama da Kürdistan
tanımlamasıdır, Kürtler Mezopotamya’nın yerli halklarından sadece biri,
ancak bu coğrafyaya Kürdistan dediğinizde, Türklerin Anadolu’ya Türkiye
dediği gibi, oradaki yerel kimlikleri,
diğer halkları bir ulusla anılan coğrafya ile anıyor ve buna da gerekçeler aramaya başlıyorsunuz. Ermeni toprakları neresi, Süryani topluluğu, Ezidiler,
Araplar vs...
Son zamanlarda böyle bir eğilimi Dersim yöresinde görmekteyim.
Bilinir Anadolu’daki yayılmacı Hıristiyanlık Yıldız Dağlarından ötesini
uzun yıllar kontrol altına alamamıştır.
Daha çok pagan grupların yaşadığı bu
bölgeleri ele geçirmeyi Hıristiyanlar
onların ziyaret yerlerine kiliseler inşa
etmekte bulmuş çareyi. Böylelikle Sivas, Dersim, Erzincan ve Bingöl dağlık bölgelerinde yaşayan insanlar, Hıristiyan yayılmacılığına rağmen eski
geleneklerini sürdürmüşlerdir.
Pagan gelenekleri ile, Semitist din yayılmacılığı arasındaki en büyük fark,
biri hikayelerini mitsel bir olguyla
açıklarken, örneğin, her ziyaretine,
taşına bir hikaye verirken, tek tanrılı
dinlerde ise, ‘tanrı yaptı’ ile açıklanır.
Düzgün Baba ziyareti mi dediniz, bir
hikayesi vardır, Sultan Baba dağı mı
dediniz onun da hikayesi vardır, Munzur suyunun doğduğu gözelerin de,
Bingöl, Karakoçan ve Nazimiye sınırını oluşturan Silb u Tari dağının da...
Bu hikayeler, Zaza, Kürt ve Türk ya da
Ermeni gibi etnik nüveler taşımazlar,
aksine coğrafyaya aittirler, gelen bir
öncekinden almış, Surp ve Sitin hikayesini, aydınlık ve karanlık olarak
kendi diline uyarlamıştır.
Bu dağların ardında yaşayan halkları
İmam Bakır hikayesini bu bölgenin
yaşlılarına sorduğunuzda, neden Alevilerin Ermeni olaylarına karışmadığını, onları ölümün elinden neden almak
gerektiği hikayesiyle karşılaşırsınız.
Bu sebeple, Gağant’ın anlamını yazmaya çalışan arkadaşların neden, bu
kutlamayı coğrafyadan koparıp, etnik
ve dini temele oturtmaya çalıştıklarını
anlamak zordur. Kaldı ki, bu dağların
ardında yaşayan insanların gelenek
ve görenekleri henüz tam olarak anlaşılmamıştır. Bırakalım bunları, daha
1990’lara kadar Dersimliler konuştukları dilin başka nerelerde konuştuğunu
dahi bilmezdi.
Madem Gağant ayındayız, topladığım
dokuz Gağant hikayesinden en mantıklı bulduğumu buraya aktarayım.
2002 yılında Cezaevinden çıktıktan
sonra, boşaltılan köylülerimizde yaşayan insanları arma derdine düştüm.
Bugün felçli Elazığ şehrinde bir yatakta yatan, babası Baba öldürüldükten sonra, Seyit Rıza’nın kucağında
büyümüş Ali Ekber Amca, ki biz ona
Alekber-e Babay derdik, buluşmaya gittim. Elazığ’da havuzlu kahvede
buluşmuşuz, tarihi şöyle not etmişim,
2002’nin bir Ağustos günü buluşmuşuz.
Köyümüzde Gağant bayramını en güzel o kutlardı. Yedi kapılı konağı sırtını Sıncık Dağına dayamıştı.
Bizim evde bütün aile ahalisi kat kat
gömmesi, hadi bilemediniz şir-zılfet
yemeği yerdi, oysa Ali Ekber Amca’nın
evinde kurban da kesilirdi.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şöyle anlatmış:
“Gağandı Ermeniler de kutlardı. Büyük dere ile Taner’den gelen küçük derenin birleştiği, mahallede onlar suya
haç atarak bayramlarına son verirlerdi.
Biz Höys’e gider, niyaz verir, çıla denen mumu yakardık. (Höys, mezarların olduğu yerdir ve baş konan yastık
anlamına geldiği gibi, uykuya dalınan
yer de denebilir. Bu rituelin eski Mısır’daki Ra kabilesine bire bir uyması
ayrı bir tartışma konusu.)
Ali Ekber Polat ile, Elazığ şehrinin o
izbe kahvehanesindeki duygusal buluşmamıza, ocakta çay dağıtan oğlu
Sultan’da dahil oluyor. İkide bir lafın
arasına, “Epe,” “Epe” diye katılmış.
Çocukları dağın dibinde yankılanan
o “Epe,” “Epe” söylemini kendileriyle
alıp Elazığ şehrine getirmişler.
Eyber kalesi hikayesini de daha bacak
kadar çocukken ondan duymuştum.
hayvanlar üzerinden anlatılmaz, hayat
ironisi, hayvan da insanla özdeşleştirilir ve öyle anlatılır, ki devamı da bizi
batı yorumundan farklı bir noktaya götürür.
Öyleyse siz köyde kurban keserdiniz,
ahıra buğday serperdik, akşam yemeğin içine üç ağaç koyardık onlar...
“şimdi ambarları doldurmuşsun, kışa
hazırsın, kurban keserek toprağın bereketini (o heqa herd, yani toprağın
hakkı demiş ben anlamını yazayım)
kutsuyorsun. Ermeniler sadece kiliseye gidermiş, annem öyle diyordu, biz
Höys’e ölülerin huzuruna gideriz, mal
davara pişirilmiş buğday verilir, bir
avuç buğday ahırlara, mereklere serpilir, üç ayrı ipe buğday tanesi geçirilir
ve ahıra asılır.
Niye soruma,
“bereketli olsun, denmiş.”
Amca, hatırlıyor musun diyorum, Ali
Kadir ve ağabeyim Seyit Ali yüzlerini
boyarlardı, sakal takarlardı, Ale Hus,
gelin olmup senin kapına gelmişler. O
mutlu günlerini hatırlamış gibi, demli
çayından bir fırt alıyor. Gelenlerin hala
onu, “Rayber” diye selamlamaları insanın içine dokunuyor. O dağın dibinde, bir orduyu besleyecek kudrete sahip olan Ali Ekber Amcamız, aç naçar
düşmüş, köyümüzün gençleri ona ne
şakalar yapmışlardır, ne şakalar!!!
Bölgedeki Ermeni kültürü kesintiye
uğradığı için, orada da Gağant’ın bir
hikayesinin olduğunu söylemek mümkündür. Zira, 1848 ve 1874 yılları büyük nüfus değişimlerine yol açmış
bölgede, bu sebeple mitolojik hikayeler kesintiye uğramış, bölgenin yerli halkından olan Ermeniler göç edip
gitmiştir. Ancak Gağant, Gağant-i köken olarak Ermenice bir terim. Rize
Hemşin dilinde, yenilik, toprağın yüz
değiştirmesi anlamına geliyor.
Kahl ve Fatık, bütün yazı eğlenerek
geçirir, ağaçlar yaprak döker, havalar
soğur ama genç kadına sevdalanmış
Kahl’ın aklına gelmez kışa hazırlık
yapmak. Kış bastırınca, aç kalırlar,
insanların kapısına gitmeye utanırlar.
Fatık’ın yüzünü kapatır, koçekinin yüzünü boyar ve yüzüne yünler yapıştırarak yaşlı bir adam, kapı kapı dolaşır,
yiyeceği de kendisine istemez, “kış
bastırdı fakir fukara için gönlünüzden
ne koparsa,” toplamaya gelir. Onları
tanıyan, sesinden bilen olursa çıralığını vermez, “hadi oradan, bütün yazı
eğlenerek geçir, sonra gel yiyecek topla,” derler. Bütün yazı tembel geçirmiştir, Fatık’ı da aç naçar bırakmıştır,
kadını onu elinden almak isterler...
Bunun dışında, Gağant kutlamaları bütün alevi Kürtler arasında, Adıyaman
Türkmen toplulukları içinde kutlandığı gibi, yakın zamana kadar Sünni Zazalar tarafından da kutlanıyormuş.
Rituel olarak Ağustos böceğine benzese de, Anadolu mitolojisinde, La
Fontiane masallarında olduğu gibi,
Gağant’ta ağaca ip bağlama da vardır,
ve 512’de batı Roma doğu Roma’ya
yazdığı mektupla bu ağaç süslemeyi
Antep alevisi bir nenenin anlattığı Gağant hikayesi ise daha farklı.
Ola ki, daha mantıklı bir hikayesi vardır.
Şu yeryüzü bir kültür bahçesidir, bir
şeyin bir gruba ait olduğunu söylemekten ziyade, coğrafyalara ait olduğunu
anlar ve oranın içinde aidiyet kimliğimizi oluşturduğumuzu fark edersek,
belki bu mitolojik hayatın kökenlerini
bulmuş oluruz.
pagan çağından alıp modern çağa taşır.
Batı akılcılığına da uygundur bu.
Benim fikrime gelince, kanımca bu
bayramın kökeni 21 Aralık gecesidir,
en uzun gecedir, günler bu tarih sonrası hızla kısalır, eski insanın kabusu
olan kara kış başlar. Yıl ve toprakla
vedalaşmadır. Toprak yüz değiştirir,
beyaz bir örtüyle kapanır, bu kara günlerin imdadına Hızır gelir ve hayatı bir
birine bağlar.
Eski halklar, önemli günleri kalıcılaştırmak için hikayeler oluşturmuşlardır.
Sorun Dersim ve yöresinin bu hikayelerini bugüne taşımaması, taşıyamamasıdır. Keşke dört koldan Anadolu
insanı eski atalarına ait hikayeleri toplasa da, farklılıklar gelenek ve görenekleriyle bilinse.
Ha sanılmasın ki, modern uluslar bu
hikaye oluşumu dışındadır.
Dersimlilere önerim, geleneklerine
teoriler uydurmak yerine, yaşlılarına
sormak, onlara kimlik veren hikayelerini karanlık odalarından alıp gün
yüzüne çıkarmak olmalı. Muhtemeldir
ki, her köyde, hikaye başkadır. Bundan
daha güzel, daha kıvançlı bir şey olabilir mi?
Teoriler dağın arka köyünü size yabancılaştırır, hikayeleriniz sizi birleştirir.
İyi Gağantlar, Gağant yemeğinin içine,
işaretli üç çubuk konur, bunlardan biri,
mal davarın sahibi, biri ekin, yemişlerin, diğeri evin sahibidir. Üç gün yemek yapıp her gün biri içine konabilir,
üçü aynı anda da konur.
Yüz boyama, bilmem sakal takma işin
eğlence tarafıdır. Her geleneğin aslı evlerde kutlanan, aileyi bir araya getiren
kısmıdır. Çünkü kültür orada varlığını
sürdürür. Hikaye orada oluşur.
Madem toprak kaydı, köyler kalmadı,
evlerinizde Gağant yemeği yapabilir,
yaşlı anne babanızı, dedenizi onların
kutladığı o günün hatırına sofranıza
katabilirsiniz, içine işaretli küçük bir
çubuk da koyun, yılın şanslısını not
edin, eski günlerin anısına…
Kaynak:
htt p://w w w.dersimnews.com /news/
Dersim-Mitolojisi /gagant-(gagan)Kimin-Bayrami_-1268.htm
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (9)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
ON BİRİNCİ TABLET
Gılgamış ona, uzaktaki (102) Utnapistim’e dedi: ”Utnapistim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin.
Evet,benden ayrı değilsin, benim gibisin! Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır! Nasıl oluyor da böyle sırt üstü yatıyorsun? Anlat! Tanrıların toplantısında
yaşamı aramaya nasıl karar verdin?” Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi: ”Gılgamış, sana gizli bir şey açayım Tanrıların
gizini söyleyeyim: Suri pak (103), senin
bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır.
Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu
kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına
bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlik,
büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında
yer aldı. Ea, tanrıların verdikleri kararı,
kamıştan bir çite anlattı: “Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar! Kamış çit dinle,
duvar anımsa (104)! Surippaklı UbarTutu’nun (105) oğlu (106), evi sok. Bir
gemi yap. Serveti bırak. Yaşamı ara!
Mülkten nefret et! Canını kurtar! Canlı
yaratıkların her türünden geminin içine
yükle. Yapacağın geminin her yanı
uyumlu bir ölçüde olsun. Onun eni ve
boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı
onun her yanına bir çatı kur.” Ben, bunu
anlar anlamaz Ea’ya, efendime dedim:
“iyi, anlaşıldı efendim. Simdi bana ne
dedinse iyi dikkat ettim. Ben yapacağım.
Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne
diyeyim?” Ea, konuşmak için ağzını açıp
bana, kölesine dedi: ”Be adam, insanlara
söyle dersin: Sanırım Enlil benden nefret
etmeye başladı. Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım. Enlil’in toprağına artık ayak basmayacağım. Apsu’ya (107) inmek istiyorum. Orada beyim,
Ea’nın yanında kalacağım. Ea, üzerinize
bir bereket yağmuru yağdıracaktır. Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını size getirecek ve bol urun alacaksınız. Bulutları
güden bey, üstünüze gerçek bir buğday
yağmuru yağdıracaktır.” Halk çevresine
toplandı. (Bundan sonraki 4 satırda yaş-
ADNAN CANGÜDER
lıların ve gençlerin gemiye gerekli gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.) Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlar
dı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste
getiriyorlardı. Besinci günde geminin
kaburgasını oluşturdum. Geminin temeli
(omurgası) bir iki (108) genişliğindeydi.
Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış
(109) yüksekliğindeydi. Üst güvertesi de
alt güverteye tümüyle eşitti. Bunun da
her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı. Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını) hazırladım ve onları boyadım. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin
alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza boldum. Ortasına da su kazıkları çaktım (110). Güzel
kürek seçtim. Ve geminin yedeklerini
ambara koydum. Eritmek için kazana
21600 ...... zift döktüm). Bunun yarısını
saf zift olarak gemiye sakladım. Tekneciler, gemiye 10800 sırlık (112) getirdiler. Bunun üçte biri peksimet kızartmak
için harcandı; üçte ikisini de gemici sakladı.isçilere çok sığır kestim. Ve her gün
koyun boğazladım. Ustalara,Irmak suyu
gibi bira, rakı, sırlık ve şarap akıtıldı.
Bunlar, Nevruz bayramına benzer bir
bayram kutladılar. Ustayı yağlamak için
kendi elimi de bulaştırdım. Gemi yedinci günde tamam oldu. Gemiyi kızaktan
indirmek güç oldu. Çünkü, geminin üçte
ikisi suya girinceye dek, onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı. Elime gecen her şeyi içine
yükledim. Elime gecen her gümüşü içine
yükledim. Elime gecen her altını içine
yükledim. Bütün soyumu, sopumu ve
kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım. Samas, bana
bir sure verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye.
O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar
ağzı) kapa diye. Bu sure yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne
baktım. Hava, akılmayacak kadar korkunçtu. Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici Pusur-Amurri’ye,
gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her
şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara
bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad
(113) gürledi. Sullat ve Hanis (114), tanrıların kafilesini çekiyorlardı. Saray Ulaları, bunların pesi sıra dağları ve ovaları
asıyorlardı. Büyük ira (115), bütün bentlerin kazıklarını çekti. Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı.
Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı
kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları ışın
ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu.
Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı. Bir gün karayel esip hepsini sildi
süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip
ülkenin altını üstüne getirdi. Rüzgârlar
insanların tepesinde savaş edercesine
çarpıştılar. Kimse kimseyi göremiyordu.
Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak
geri çekildiler. Ve göğün en yüksek katına kadar cılktılar. Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı. Göğün en son
eteklerinde büzülüp yatıyorlardı. istar
çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu: Yazık o güne. O gün çirkef olsun.
Benim, tanrılar meclisinde kötülük buyurduğum o gün. Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük buyurdum?
Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu
savaşsımı buyurdum? Benim sevgili insanlarım, denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi doğuyordu? Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı. Onlar,
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı. Dudakları çatlamıştı (116). Ve ağızlarından
buhar çıkıyordu. Fırtına ve tufan, altı
gün, yedi geceyi geçti. Fırtına yurdu silip süpürüyordu. Artık yedinci gün gelince tufan fırtınası savaşımı durdurdu.
Önceden dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, simdi dinginleşti. Kotu
rüzgâr dindi ve tufan sona erdi. Havaya
baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı.
Ve bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun
bastığı yüzey, dümdüzdü. Bunun üzerine
hava deliğini açtığım zaman, günesin sıcağı burnumun kanatlarına vurdu. Diz
çöküp oturdum ve ağladım. Göz yaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu.
Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını
aradım. Her yana on iki kez on iki defa
bakınca denizden bir ada yükseldi. Sonunda gemi Nissir (117) dağına oturdu.
Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya
bırakmadı. Birinci gün, ikinci gün Nissir
dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Üçüncü gün, dördüncü gün,
Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Besinci ve altıncı gün
Nissir Dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Yedinci gün gelince,
dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum. Güvercin gitti, geldi. Onca konacak bir yer
belli olmayınca geri dondu. Dışarı bir
kırlangıç çıkarıp uçurdum. Kırlangıca
gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli
olmayınca geri dondu. Dışarı bir karga
çıkarıp uçurdum. Karga gidip bir kediyi
(118) gagaladı. Bundan sonra dört rüzgâr
yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim. Dağın tepesinde bir tütsü
süngü hazırladım. Artık yedi ve nice
yedi sungu küpleri yerleştirdim. Bu küplerin taslarına güzel kokulu kamış, katran sakızı, ve mersin kokusu (myrte)
doktum. Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar. Tanrılar, kurban verenin tepesinin
üstünde sinekler gibi toplandılar. Büyük
tanrıca oraya gelir gelmez kendi zevki
için yaptığı büyük gerdanlığı yukarı kaldırdı: “Siz oradaki tanrılar! Ben boynumda taşıdığım bu gerdanlığın taşlarını
nasıl unutmuyorsam, bu günleri de sonsuza dek anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim. Bütün tanrılar
bu güzel koku sungusuna gelsinler. Ama,
Enlil bu sunguya gelmesin! Çünkü koru
körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma
uğrattı!” Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öf kelendi. igigi tanrılarına
son derecede kızdı: “Buradan bir can
kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!” Ninurta, konuşmak için
ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi: “Böyle
bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi, her hileyi yalnızca
Ea bilir.” Ea, konuşmak için ağzını açtı
ve Enlil’e, yiğite dedi: “Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur
da sen körükörüne tufan yaptın? Onun
sucunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin. Yine kelepçesini
çek ki daha gevsek olmasın (119). Senin
yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp
insanları azaltsa daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı daha iyiydi! Senin
yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı
kalkıp insanlara ulaşsaydı daha iyiydi!.
Ben, büyük tanrıların gizini açığa vurmadım! Aklı pek çok olan (120) bir düş
gösterdim. O, böylece tanrıların gizini
öğrendi. Simdi onun için bir karar vermek sana düşer!” Enlil, geminin içine
binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı. Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü. Alınlarımızı elledi ve aramızda
durarak bizi kutladı. “Utnapistim, bundan önce bir insandı. Fakat simdi, Utnapistim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar! Utnapistim otursun! Uzakta.
Irmakların denize döküldüğü yerde!”
Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların ağzına oturttular. Simdi sana tanrıları kim toplayacak?
Aradığın yasamı nasıl bulacaksın? Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!” O,
dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku
ona, sis gibi yavaş yavaş soluğunu verdi
(121). Utnapistim ona, karısına dedi:
“Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku
ona sis gibi, yavaş yavaş soluk verdi!”
Karısı ona, Utnapistim’e dedi: “Sen onu
elle de, adam uyansın! O, geldiği yoldan
esenliğe geri dönsün. O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!” Utnapistim
ona, karısına dedi: “insanoğlu kotudur.
Ve o, sana kötülük eder. Haydi onun
günlük ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy! Uyuduğu günleri de duvara
çiz!” O, onun günlük ekmeklerini pişirdi
ve her gün onun başı ucuna koydu. Uyuduğu günleri de ona imledi. Birinci ekmeği kupkuruydu. ikincisi büzülmüştü.
Üçüncüsü yaştı. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Besinci ekmek küflenmişti. Altıncı ekmek pişmişti. Yedinci bu
anda adamı elledi ve o, uykusundan irkilip uyandı. Gılgamış ona, uzaktaki
Utnapistim’e dedi: “Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen
beni uyandırdın.” Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi: “Haydi Gılgamış, günlük
ekmeklerini say! Ve iste su duvar, sana
uyuduğun günlerin sayısını göstersin!
Birinci ekmeğin kupkurudur. ikincisi
büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştır. Besinci
ekmek küflenmiştir. Altıncısı pişmiştir.
Yedinci bu anda sen uykudan irkilip
uyandın!” Gılgamış ona, Utnapistim’e
dedi: “Bana yardımcı kal! Nereye gideyim? Bütün organlarımı kotu ruhlar kapladı! Yatak odasında olum bekliyor; neye
baksam, o, olumdur (122).” Utnapistim
ona, gemici Ursanabi’ye dedi: ”Ursanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın. iki kıyı
arasında gidip gelen gemi senden nefret
etsin! Her zaman, erişmek istediğin denizin kıyısından her seferinde yoksun
kal (123)! Buraya getirdiğin adamın gövdesi kirden kabuk bağlamıştır. Giydiği
post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir.
Ursanabi, onu alıp yıkanacak yere götür.
Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun
kabuk bağlayan kirini suyla yıka! O, sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün. Onun güzel bedeni parlasın! Yepyeni olsun başındaki külâh. Bir kaftan
giymiş olsun. Görkemli bir giysi! O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca,
yurduna varıncaya dek, kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın (124)”. Ursanabi
onu alıp yıkanma yerine götürdü. Kutsal
bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk
bağlayan kirini suyla yıkadı. O, sırtındaki postu attı ve deniz onu götürdü. Onun
güzel bedeni parladı. Yepyeni oldu basındaki külâh, bir kaftan giymiş oldu.
Görkemli bir giysi. O, ülkesine giderken,
yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni
kaldı. Gılgamış ve Ursanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp
gittiler. Karısı ona, uzaktaki Utnapistim’e
dedi: “Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük
çekti. Ona ne verdin ki o yurda donuyor?” Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya yanaştırdı
(125). Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi:
“Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük
çektin. Sana ne verdim ki yurduna donuyorsun? Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik
otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı
deve dikenine benzer, ama dikenleri gül
dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar.
Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline
batacağından korkma!” Gılgamış bunu
duyar duymaz derin bir kuyu kazdı. Ve
ayaklarına ağır taslar bağlayıp kuyuya
indi. Ayağına bağladığı taşlar onu yerin
altındaki tatlı su denizinin dibine kadar
batırdı. Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı.
Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı. Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı. Gılgamış ona,
gemici Ursanabi’ye dedi: Ursanabi, bu
ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır. Bu ota, “yaslı genç olur”
denir. Bunu Uruk’a yanımda götürmek
istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm.
Ve onu parça doğrayalım. Sonra da kendim yiyip tam çocukluğuma doneyim.”
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
iki kez yirmi saatten sonra biraz yemek
yediler. iki kez otuz saatten sonra kendilerini aksam dinlenmesine bıraktılar.
Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu
gördü. Suda yıkanmak için aşağı indi.
Bir yılan otun kokusunu aldı. Ve tasların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü
(126). Gılgamış geri donduğu sırada yılan gömleğini atmıştı! Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu. O, gemici
Ursanabi’ye dedi:
“Ursanabi kollarım kimin için yoruldu?
Kimin için yüreğimden kanlar boşandı?
Kendime iyi bir şey kazandım. Yer aslanI (127) için iyilik yapmış oldum. Simdi
denizin kabarması, beni iki kez yirmi
saat, o yere geri götürse bile, gereçler
kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü. Burada isime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim? Olmaz! Yurduma
geri dönmeliyim.” Gerçekten Gılgamış
gemiyi kıyıda bıraktı. iki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. iki kez
otuz saatten sonra kendilerini aksam
dinlenmesine bıraktılar. Onlar Uruk pazarına geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Ursanabi’ye dedi:
“Ursanabi, Uruk duvarının üstüne çık!
ileri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla
duvarı gözden geçir! Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir? Temeli yedi
bilge kurmamış mıdır? 3600 donum
kent. 3600 donum hurma bahçesi, 3600
donum kerpiç kuyu. Üstelik istar tapınağının çukuru. Bunların topu üç kez 3600
donum. Ve iste bunların hepsi Uruk’tur.”
tanrıçası istar’la barışmak için, ona olağanüstü iyi ve değerli ağaçtan yapılmış
bir taht sunmak istiyor. Bu amaçla çok
yaşlı ve kalın bedenli bir Huluppu (128)
ağacını devirmeye gidiyor. Bu ağacın
tepesindeki yaprakların arasında, unlu
fırtına kuşunun yuvası bulunuyor. Kimi
Sümer söylencelerinde yavrusuyla birlikte gecen bu kus, kartal ve aslanın bileşimi olan bir yaratık olarak betimlenir.
Ağacın kökleri arasında, hiçbir büyünün
etkileyemediği yılan yuvası bulunuyor.
Ağacın gövdesindeyse Bakireler Tanrıçası Lilit’in evi vardır. Gök Tanrıçası,
sonraki Babil dininde en korkunç bir
gulyabani olan bu Lilit’e, söylencemizde
ilgi gösterip iyi davranıyor ve Lilit, Gılgamış’ ın bu ağacı devirmesiyle hemen o
anda özgürlüğüne kavuşuyor: Gılgamış,
serüvenini başarıyla bitirdikten sonra,
bir ganimet olarak bu ulu ağacın hem
gövdesini, hem de dallarını Uruk’a getiriyor. Fakat yeraltI dünyasının tanrıçası
Ereskigal, istar’a sunulacak bu armağanı kıskanıyor. Ve yeraltından yeryüzüne
dek bir çukur acıyor; gerek ağacın gövdesi, gerekse dalları bu çukurdan cehenneme düşüyor. iste bu noktadan sonra
12’nci tabletimizin arkası geliyor. Sümer
yazmasına göre Engidu, Gılgamış’ın arkadaşI değil, kölesidir. Efendisinin çukurdan aşağı, cehenneme düsen değerli
ağaçlarını geri çıkarması için, bu ise
hazır bekliyor. Engidu, efendisine, göreceği hizmetle ilgili olarak, su sözleri
söylüyor (129):
ON İKİNCİ TABLET
Gılgamış destanı 11’inci tablette sona
ermiştir. 12’nci tablet ancak bir ektir.
Ve destanla hiçbir ilgisi yoktur. 1’inci
tabletten 11’ncitablete dek olan bolumu
serbest bir koşuktur ki, eski kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın,
bunlardan bağımsız olarak değiştirilip
yeni bir kalıba sokulmuştur. 12’nci tablet ise, İsa’dan önce yaklaşık 2000 yılında yazılmış olan Sumerce bir metnin
aslına bağlı çevirisidir ve bu tabletin
çevirmeni, metinde en küçük bir değişiklik yapmamıştır. Bu Sumerce metnin
birinci kısmının yarısı, bundan birkaç
yıl önce elimize geçmiştir. Bunun nasıl
bittiğini bilmiyoruz. Olasılıkla birkaç
yüz satırdan oluşan bu Sumerce metnin
içinde, Akatlı çevirmen ancak 154 satırı çevirmiştir. Bundan dolayı bu tablette
anlatılan olaylar, bütünlüklerini yitirmiş
demektir. Görünüşe göre bu çeviri, yer
altı dünyasını heyecanlı betimlemesi ve
bu dünyanın yaşamının anlatımından
oluşmaktadır. Yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesini ve bu dünyanın yaşamını su nedenle veriyor: Gılgamış, gök
I
“Ağacın bedeni hemen bugün, Nacar’ın
evine bırakılmış olacaktır. Ağacın dalları Nacar’ın keseri için hazır olacaktır.
Efendim, niçin ağlıyorsun? Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım. Dalları cehennemden
yukarı getireceğim.” ”Eğer bugün yeraltı
dünyasına gidersen, kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin. Temiz bir gömlek giymemelisin. Yoksa hemen senin bir
yabancı olduğunu anlarlar. Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin. Yoksa onlar güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar. Gürzünü
(130) yeraltı dünyasına düşürmemelisin.
Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar hemen
çevrene toplanırlar. Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar senden titrerler.
Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde
gurultu etmemelisin. Sevdiğin karını öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin. Sevdiğin çocuğunu
öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin
çocuğunu dövmemelisin. Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar.”
Bu Sumerce şiirin deyiş özelliği; olayla-
rın birbirini düzenli olarak izlememesidir. Örneğin, simdi Engidu’nun yeraltına
gittiği anlatılıyor; ancak, birdenbire de
çıplak bir tanrıçanın betimlemesi yapılıyor. Burada betimlenen Tanrıca NinAsu’dur. Bu bitkiler tanrısallığını çok
iyi tanıyoruz. Bu tanrısallık, her yerde
bir tanrı olarak görüldüğü halde, bizim
destanımızda birdenbire tanrıca olarak
karşımıza çıkıyor. Simdi burada biz doğrudan doğruya birbirine bağlı olmayan
sahneleri birbirine şöylece bağlamayı
deneyeceğiz: Engidu yeraltına iner inmez, adı gecen Tanrıca Nin-Asu’nun
kutsallığına ayak basıyor. Engidu, çıplak
tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun
parlaklığından dolayı kendinden öyle
geçiyorki, Gılgamış’ın kendisine verdiği
bütün öğütleri unutuyor. Böylece o, yer
altı dünyasında yakalanıyor ve Gılgamış,
değerli ağacından başka, kendisine bağlı
olan kölesi Engidu’yu da yitiriyor.
II
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaşıyor. Onun
parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü.
III
Engidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce, bu tanrısallık önünde başını eğdi. Temiz bir gömlek giydi. Hemen
onun bir yabancı olduğunu anladılar.
Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu
surundu. Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar. Gürzünü yer
altı dünyasına düşürdü. Gürzle öldürülmüş olanlar çevresine toplandılar. Eline
sopa aldı. Ruhlar ondan titrediler. Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gurultu etti.
Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü. Sevdiği çocuğunu
öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu
dövdü. Cehennem onun için sokuştu ve
homurtu yaptı.
IV
O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya,
yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaştı. Onun
parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti.
Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü
(131).
V
O zaman Engidu yeryüzüne çıkmak isteyince, onu ne belâ getiren ruh, nede hastalık ifriti yakaladı; onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı.Onu,
yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler
alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının
kendisi oldurdu.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
VI
O zaman Ninsun’un oğlu, kölesi Engidu
için ağladı. Ve tek başına kalkıp Enlil’in
Ekur evine (132) gitti. ”Enlil baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen
Engidu’yu, onu, ne belâ getiren ruh, ne
de hastalık ifriti yakaladı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu, cehennem
kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o,
yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu.” Bunun üzerine
Enlil Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi. Gılgamış, Sin Baba’ya başvurdu:
“Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin
altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu, onu, ne belâ
getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, cehennem kralının amansız bir
şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp
ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu.”
Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi.
VII
Gılgamış tek başına kalkıp Ea’nın E-Apsu evine (133) gitti: “Ea Baba, bugün
ağacımın bedeni yerin altına düştü.
Ağacımın dalları da yerin altına düştü.
Bunları çıkarmak için yerin altına inen
Engidu’yu, onu, ne belâ getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı;
onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu,
cehennem kralının amansız bir şeytanı
yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o, yiğitler alanında düşüp ölmedi;
onu, yeraltının kendisi oldurdu.” Ama,
Ea Baba ona su yanıtı verdi: “Cehennem
kralı yiğit Nergal’a başvur! Ereskigal’ın
(134) ağabeyi Kral Nergal’a başvur! Eğer
cehennemin kralı yiğit Nergal yeraltının
hava deliğini açacak olsaydı, o zaman
Engidu’nun ruhu hafif bir yel gibi yerin
altından çıkardı.”
VIII
(Bu yazınsal deyişe göre, simdi Engidu’nun ruhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne çıktığı kendiliğinden anlaşılmış
oluyor.) Bunlar birbirleriyle kucaklaştılar. Bir turlu birbirlerinden ayrılmakistemediler. Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar. “Arkadaşım (135),söyle bana!
Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat
bana!” “Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem! Sana yeraltI dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam, sen oturup
ağlamalısın. Ve ben de oturup ağlayayım. Ellemekle zevk duyduğun benim
güzel bedenimi, simdi böcekler, eski bir
giysiyi yer gibi yiyor. Ellemekle zevk
duyduğun benim güzel başım, bir çamur
teknesi gibi toprak doludur.”
IX
Engidu, söyle diyerek büzülüp toprağa
çömeldi.”Arkadaşım, yeraltI dünyasında
şunları gördüm: (Tablette, Engidu’nun
yeraltI dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır. Söylenen bu sözler
yaklaşık 30 satırdır.)
X
(Bu sahne, Gılgamış’ın, yer dünyasının
ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları ve Engidu’nun buna verdiği yanıtları
içermektedir ki bu bolumun, yaklaşık
ilk 15 satırı kırıktır.) “Sehpaya asılmış
olanı gördün mu?” - “Evet gördüm. Eğer
işlediği günahtan pişman olsaydı, çivinin kopmasıyla kurtulurdu.” - “Eceliyle
öleni gördün mu?” - “Evet gördüm. Gece
yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor.”
- “Savaş alanında öleni gördün mu?” “Evet gördüm. Ana ve babası onun için
uğraşıyorlar. Karısı da onun için çalışıyor.” - “Cesedi kırda bırakılmış (mezara
gömülmemiş) olanı gördün mu?” - “Evet,
gördüm. Onun
ruhu yeraltI dünyasında uyumuyor.”
- “Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini
(136) gördün mu?” - Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı ve sokağa atılan
yemek artıkları onun besinidir.” (Destan
burada sona erdi. Destanın son tableti
nasıl tutarsız bağladıysa yine tutarsız
olarak böyle biter.)
.........................................
(102) Nuh Peygamber, dağların, denizlerin ve olum suyunun arkasında bulunduğu için, kendisi böyle
niteleniyor. (CN).
(103) Surippak, Uruk’un yaklaşık 30 km.
kuzeybatısında, bugün Fara denen bir
örendir (CN).
(104) Ozan burada, bir masal örgesinden yararlanmıştır. Yelden sallanan
kamışlar, sesi insanlara iletiyor.
(105) Ubar-Turu: Babillilerin geleneğine göre, 18000 yıl saltanat suren
Tutan’dan önceki son söylencesel kraldır (Prof. Landsberger).
(106) Nuh Peygamber’i çağırıyor.
Tanrılar toplantısında verilen kararı,
gevezelik edip Nuh’un kulağına iletiyor
(CN).
(107) Apse: yerin altındaki tatlı su okyanusudur; aynı zamanda yerin üstündeki
yağmur suyunun da havuzudur. Ea, hem
bu havuzun ve hem de bu okyanusun
beyidir (Prof. Landsberger).
(108) 3528 metre kare.
(109) Kamış: bir olcudur; yaklaşık üç
metre uzunluğundadır.
(110) Geminin bu parçasının ne olduğu
açık olarak anlaşılmıyor; “su kazıkları”
diye sözcük sözcüğe cevirdik.
(111) Bu olcunun ne olduğu belirtilmiyor
(Prof. Landsberger).
(112) Susam yağlıdır. Bu yağla güzel
börek kızartılır. Nitekim Nuh peygamber
de bununla peksimet kızarttırmış olduğunu söylüyor (CN).
(113) Fırtına Tanrısı.
(114) Sullat ve Hanis: Fırtına Tanrısı’nın
yanında olan iki küçük tanrı.
(115) ira: savaşı ve hastalığı insanların
başına saran bir tanrıdır (Prof. Landsberger).
(116) Korkularından (Çeviren).
(117) Nissir Dağı: Bugünkü Irak ve İran
sınırında, Rumiye Golü’nün güneyinde
bulunan yüksek dağlardan biri olsa gerekir. Bu yazma, israil oğulları yazmasından ayrılıyor. israilogullarI yazmasına göre, Nuh’un gemisi, Ağrı Dağı’nın
üstüne oturmuştur (Prof. Landsberger).
(118) Keli: Suların, bataklıkların,
çamurlu tarlaların ortasındaki kuru
yerlere dendiği gibi, su altI olmayan dik
tarlalara da “keli tarla” denir (CN).
(119) Ea, insanlara kızıp tufan yapan
Enlil’e, bu seslenişiyle adalet yolunu
salık veriyor. Herkesi sucuna göre
cezalandırmayı anımsatıyor. Ve yaptığı
tufanla gösterdiği adaletsizliği Enlil’in
yüzüne vuruyor.
(120) Akarcası “Atrahasis” olan sözcüğü böyle cevirdik. Bu sözcük, Nuh
Peygamber’in şanlarından biridir.
(121) Uyumak için çömeliyor ve böylece
kendi kendini zorluyor; ancak, uyku sis
gibi soluğunu ona karsı ufluyor ve uyku,
onu soluğuyla boğarak yeniyor (Prof.
Landsberger).
(122) Ekmek sahnesinin anlamı şudur:
Utnapistim, taşıdığı kan dolayısıyla
yarI-tanrı olan
Gılgamış’ı , tanrılık niteliğini göstermesi için, sınava çekiyor. Bu sınav,
Gılgamış’ın bir hafta uykusuz kalmasıdır. Gılgamış, uyumamak için oturmayıp
çömeliyor. Fakat son derece yorgun
olduğundan, hemen uykuya dalıyor.
Utnapistim’in karısı uyuyan Gılgamış’ın
sınavı başaramadığını görünce, kocasına onu uyandırıp ülkesine geri göndermeyi salık veriyor. Ancak Utnapistim,
onun da her insan gibi kotu huylu olduğundan, uyuduğunu yadsıyarak sonunda
bir kavga çıkarmasından çekiniyor ve
Gılgamış’ın ne kadar uyuduğunu kendisine göstermek amacıyla ortaya bir
kanıt koymak istiyor. iste bundan ötürü,
konuğun günlük ekmek payI, uyumasına
karşın pişirilip başucuna konuyor. Ve
konukevlerinde hep yapıldığı gibi, hesabI da duvara çiziliyor. Gılgamış, ken-
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
disine yüklenen bütün görev günlerini
uykusuz geçireceği yerde, bastan sona
uykuyla geçirdikten sonra, Utnapistim
onu uyandırıyor. Utnapistim’in önceden kestirdiği gibi, Gılgamış gerçekten
uyuduğunu yadsıyor; ama, başucuna
konan ekmeklerin geçirmiş olduğu
değişimler ve çizilen çizgilerle, uyuduğu hemen anlaşılıyor. Bunun üzerine,
yaşamı aramaktan vazgeçerek umutsuzluğa kapılıp talihinden yakınıyor (Prof.
Landsberger).
(123) Gılgamış’ın acıklı durumu, Nuh
Peygamber’i üzdüğünden, gemicisi
Ursanabi’ye yukarıdaki
gibi ileniyor. Çünkü gemicisi Gılgamış’a
yol göstermekle onu başına belâ ediyor.
(124) Nuh Peygamber, Gılgamış’ın kılığını düzelttikten sonra ülkesine yollamak istediğinden, gemicisine böyle bir
buyruk veriyor (CN).
(125) Nuh Peygamber’in karısı, bindir
güçlükle sonsuz yaşamı aramak için kocasının yanına gelen ve kocası tarafından sırtına güzel bir giysi giydirilip yine
ülkesine geri yollanan Gılgamış’a açıyor
ve kocasına böyle sorduktan sonra
Gılgamış’a geri çağırtıyor.
(126) Yılan; suyun, yaşamın ve sağlığına
tanrısı olan Ningiszida’nın simgesidir.
Yılanın çok yasayan bir hayvan olması
bu otu yemiş olmasına yorulur.
(127) Yer aslanı: Yılanın başka bir adıdır (Prof. Landsberger).
(128) Bu ağaçtan, özellikle araba dingili
yapılırdı. Nasıl bir ağaç olduğu pek belli
değildir (Prof. Landsberger)
(129) Numaralarla gösterilen bölümleme, metnin kıtalara ayrılmış olduğunu
göstermektedir. Bu kıta bölümlemesi,
genellikle Akan şiirine yabancıdır. Buna
karşılık, Sümer koşuğunun bir özelliğidir. Sümerce kıtalar, denebilir ki, ayrı
ayrı sahneler halinde hazırlanmış olurlar. Her sahne tam bir birlik oluşturur.
Ancak, kıtaların bölümlemesiyle ilgili
olayların akışı, kimi zaman kesilir. Yani
olayların arasındaki bağlar, çok kez
gözardı edilmiş olur.
(130) Bu uygun bir çeviri değildir. Doğrusu, günümüzde ilkellerin kullandığı
“bumerang”a
benzeyen, ağaçtan yapılmış bir “atma”
silahıdır (Prof. Landsberger).
(131) Okurun da dikkatini çekmiş
olduğu gibi, burada II. kıta sözcüğü
sözcüğüne yineleniyor. Bunun anlamı
ve sanatçının bundan amacI, söyle
açıklanabilir: Engidu’nun yazgısının
değişmesi, yani onun ruhlara katılması,
bir yıldırım hızıyla oluyor. Sanki, hiçbir
şey olmamış gibi, yeraltı dünyasında
alışılan durum sürüyor ve yine, hiçbir
şey olmamış gibi, Tanrıça Nin-Asu
kendi tanrısal dinginliğini koruyor.iste
böylece, insanın olumluluğu tanrıların
değişmeyen ölümsüzlüğüyle bir karşıtlık
oluşturuyor (Prof. Landsberger).
(132) Dağ evi.
(133) Yeraltındaki tatlı su okyanusu
(Prof. Landsberger).
(134) Doğru bir metin onarımı değildir.
(135) Akatça yazmada görüldüğü gibi,
Engidu burada birdenbire Gılgamış’ın
arkadaşI oluyor. Bu bolumun Sümerce
özgün metni elimizde olmadığından,
değişikliğin nasıl ortaya çıktığını bilemiyoruz. Acaba bu değişiklik Sümerce
özgün metinde mi vardı; yoksa Akatlı
yazar, her şeye karşın burada, metin
üzerinde kesin bir değişiklik mi yaptı?
iste, söylediğimiz gibi, bunu anlayamıyoruz (Prof. Landsberger).
(136)
Ruhuyla ilgilenilmeyen kimsenin olusu:
Kalırcılarınca, ruhu için adak adanmayan bir olu demektir (CN).
kimileri. „Dil sadece bir iletişim aracı
değil, candır, kültürdür, tarihtir, ruhtur“ diyen Mesut Keskin de bunlardan
biri. Almanya’nın Frankfurt kentinde
yaşayan ve Zazaca üzerine çeşitli çalışmalar yürüten Mesut Keskin, inkarcı zihniyete karşı anadilde direnişin
önemine dikkat çekiyor.
Dilbilimci Mesut Keskin ile çalışmalarını ve Zazaca (Zazaki, Kırmancki,
Dımılki) ilk ders Kitabını tanıtacağız.
MESUT KESKİN:
Kitap Tanıtımı:
Zone ma Zanena?
Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve
Kültür Örgütü’nün (UNESCO) tehlikede olan dillere ilişkin çalışmasının
içinde, Zazaca (Zazaki, Kırmancki,
Dımılki) da bulunuyor. Ancak „Güvensiz durumda olanlar“ kategorisindeki Zazaki’yi yaşatmaya çalışıyor
Mesut Keskin 1973 yılında Dersim-Pülümürlü bir ailenin çocuğu
olarak İstanbul’da dünyaya gelir.
Ardından ailesi ile birlikte 1975 yılında Almanya’ya gelir. Son 13 yıldır
Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşamakta olan Keskin, Yüksek Teknik Okul (Fachhochschule) makine
mühendisliğini ön lisans ile sonuçlandırıp, Goethe Üniversitesi’nin karşılaştırmalı Hint-Avrupa dilbilimi bölümüne yatay geçiş yapar. 2009 yılında
eğitimini Magister Artium ünvanı ile
bitirdikten sonra „Zazaca için şiveler
üstü bir yazı dilini oluşturmanın temelleri üzerine“ konulu doktora tezine
başlar. Yan iş olarak da Frankfurt’ta
metro kullanmakta olan Keskin, hala
Frankfurt kentinde bulunan Goethe
Üniversitesi’nde Zazakî dil kursu veriyor.
w w w.kizilb as.biz
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yezidiler ile Yezid ibn Muawiya .....
Arapça iki köyde konuşuluyor, digerleri Kurmanci…1928 de Empson yaziyor: “ Yezidileri iki gruba tasniflemek
mümkün; bir kismi (coğunlugunu kasdediyor olmali) Indo-European (IndoAryan-Ari…demek istiyor, neticede
o anlama gelmesi gerekiyor, ethnic
tarifin) …Çoğunlukla beyaz derili,
yuvarlak kafatasli, mavi gözlü ve açik
renk saçli…Arap görünümlü olanlarsa,
koyu esmer deri rengi, iki göz aralığı
geniş, kalin dudakli ve koyu renk saclilar…”
Elbette Yezidileri ilk ziyaret eden bu
araştırmacı değil; batili akademisyenler icin bu “ tuhaf” inançli topluluk
esasen bin sekizyüzlü yillarin başlarinda ilgi odagi oluyor
Layard, henuz yüz yılın ortasi olmadan araştırmalarını yapiyor ve devami
geliyor bile.
Bu arada ne Osmanli’nin ne de bizatihi bu toplulukla ayni irk ve dili konuşanlarin Yezidiler hakkinda yüzlerce
yıl, belkide irkdaşlarınca bir kaç millenyumdur klişeleşmis ve genelde de
felaket negatif, haksiz suçlamalardan
oluşanlar haricinde, pek bir bilgileri
yok…
Bunlar ayri bir makale, hatta toparlanilabildiğinde, başlıbaşına bir calışma
konusu…Mamafih, her yeni çalışmanın, halihazirda eldeki bol materyal
goz onune alindiginda, elde edilecek
hasilatin, eskilerden müteşekkil ,
periferisi taze renklerle bezeli, içeriği
bayat bir ürünü pazarlama tehlikesi ve
ayibida mevcut…
Şahsen, Kurmanciye (Yazadi dili) de
hakimiyeti tamamen negatif sinyaller
veren biri olmak hasebiyle, bazen batili akademisyen ve arastirmacilarin
o mükemmel , özverili ve başlıbaşına
her biri bir diğerinden daha heyecanlı olduğu anlaşılabilecek çalişma ve
çabalarindan, bazı spesifik sonuçlar
çıkarmanın zorluğu belli.
Akademik kariyer eksikliğinin, her
alanda ihtiyaç duyulan disiplin yokluğundan muzdarip husule gelebilecek
arızi keşmekeşin içersinde, yalpalama
ve savrulmaya yol açabileceği ihtima-
linin de kabus misali başa gelebileceğinin farkındayım.
Ingilizce noksanlığıyla
nükseden
okuma-idrak zorluklari devasa problemler yaratsada, sanki Kurd olmanin
ve hayatımda ilk defa Türkçeye nisbeten hakimiyetin çok küçükte olsa,
bazi avantajlarini sezme şansini elde
edebildiğimi itiraf etmeliyim…Mesela
Yezidiliğin bu muhtesem , ilgi cekici
tarihini batili kaynaklardan anlamanin
zorluklari, esasen bu insanlarin akademik görev ve kariyerlerini mümkün
mertebe duygularinin önünde taşımaları ve en azindan gayret etmelerinin
öğretici yanlarinin varlığına değinmek isterim…Öyleki, şu an Osmanli
dilinden kullandığımız Türkçeye geçen bir çok kavramin , sadece Farsça/
Kurdçe kökenliler haricinde, bir de
Kürdçe olanlarina rastlamak bir yana,
onlarin kökenlerinin Kürdçe olduğunu
bizzat Kürdlüğünden dolayi hissedebilme ve giderek te görmek gibi firsatlar sunuyorlar bizlere…
Kim derdiki Turkcede çobanlarla
eşdeğer tutulan ve “ Kaval “ denen
muzik aletinin, esasen Yezidiligin en
onemli dini kurumlarindan biri olan
“ Qawl” ile icracilari “ Qawwal” dan
geldigi ve esasen Kaval olarak yanlis biçimde Türkçede kullanilanin da
Kürdçesinin “ shibab” “ Şibab” olduğunu bir batili Iranistten öğrenebilecegiz…
Kreyenbroek elbette Türkçe bilmiyordu ve bu kelimenin- kavramin zamanla dönüşen kullanimindan da bihaberdi…Oysa bizler zaten zorunlu Türkçe
bilmekle kalmiyoruz... Bir de kulağa
tınlayan sesler var; onlarda bağlantılara ilişkin merakları körükleyebiliyor... Olguları kavrayabilme umuduyla
devam ediyorum.
Yezit ibn Muawiya, bilindigi , yazıldığı
kadariyla o günahkar meşhur Peygamber torunu katili…Bin dört yüz
yildir Islam aleminin bir kesimince
şeytan, kalanincada tedirginlikle anilan, Peygamberin torunu Huseyin’i rivayet odur ki susuz birakip, işkenceler
sonucu öldürtebilecek kadar dinden
imandan çıkmış biri…
Ustelik su an Alevi olarak anilan, ismi
Kadir Canbek
Kurdce Alici, Ali’yi takibeden anlaminda Kurdlerce Kurdlere verilen ya
da Kurdlerce bizzat edinilen bu inancin mensuplari için Yezit, siradan bir
Şii’nin öf kesinden daha az kizginliği
barindirmiyor yürekler ve ruhlarda…
Burada çok tuhaf ve karmaşık, bir o
kadar da ilintisiz olansa, Muslumanlikla öz ve biçim olarak hic bir ilgisi
olmayan, ustelik bu yüzden de Müslümanlarca alenen soykirima surekli
uğratilan bir inancin takipcilerinin ,
Yezidilerin, en önemli Islam Hanedani olan Emeviligin ikinci halifesi Yezit
‘in takipcisi olarak anilmalari…
Burada asirlardir , isim benzerliginden umutsuz bir takiyyeye sarilan,
onunda zannedilenin aksine hic bir
faydasini görmeyen bir inançtan bahsetmek mumkun belkide…Bu arada
Yezidiligin kutsal kitaplarindan Meshafa Reş’te bazi ibarelerin varligindan
bahsediliyor, söyle deniyormus :
“Muhammed’in Muawiyya isminde bir
hizmetkari varmis…Tanri , karşısında
dik durmadığı için Muhammed’e bir
baş ağrısı derdi vermis…Muhammed,
hizmetkari Muawiyya’dan kafasini
traş etmesini istemis…Saçı kesilirken,
peygamberin kafası kanamış…Kanin yere damlamasindan korkan hizmetkar, diliyle kani yalamış…Bunun
uzerine Peygamber kendisine şunu
soylemis :
- ¨ Sen simdi gunaha girdin, mezhebimin muhalifi olacaksin.¨
Muawiyya cevap vermiş: ¨ben artik
öbür dünyaya girmeyeceğim, evlenmeyecegim.¨
Daha sonra Tanri Muawiyaya akrepler göndermiş, her tarafini sokmuslar,
surati yaralarla dolmus…Doktorlar ölmeden evvel evlenmesinde israr etmisler, Muawiyya bunu duyunca, razi olmus.Hic bebek doğurmamasi icin ona
seksen yaşında bir kadin getirmisler.
Muawiya karisini bildigi icin, Tanrinin
gücüyle yirmibeş yaşında görünmüş.
Ve daha sonra da Yezidilerin Tanrisi
olacak Yezid’e hamile kalmis.Ve Yezidle baglantili olarak, iddia edildigine
gore “ yedi tanridan “ biri, Yezidilerin
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
standardini oluşturmuş; ve bu tanriya
bunlari Süleyman’a vermesi için itimad edilmiş…Tanri Yezid doğduğunda, bu semboller kendisine büyük bir
saygi, huşuyla verilmis, o da bunlari
aşiretine ihsan etmis …Yezid’in görüntüsü, standardi olan Tawus kuşu
biciminde devam etmis “
Yukarida naklettiğim masalımsı hikaye, elbette mitolojik…Ancak, Yezit
ibn Muawiya’nin tarihteki pozisyonuna kisaca bakmak, bu garip ve ilginç
rastlantiyi veya uyarlamayi anlamamiza yardimci olabilir.
Her seyden evvel Halife Yezit’in, cok
kisa olan politik kariyerinde ( 630633), topu topu üç –üç buçuk yillik,
ne Yezidilik gibi yeni bir inanç, ne
de Muhammed’in görüşlerini yaymak
gibi fonksiyona kendini verdiğine dair
hic bir delil yok…Tam tersine bir de
Peygamberin torununu öldürme lekesini taşıyor.Ustelik bir sonraki eylemi
ise, Medine’yi kuşatıp, Peygamberin
seksen yakin arkadaşı-takipçisi ile
o zamanlar kurani kerimi okuyabilen tam yedi yüz adami öldürtmekten
sorumlu…O da yetmiyor, Halifeliginin
son senesinde de bir de Kabe’ye hücum
ediyor!
Yetmez; ve Halife Yezit, yetenekli
bir avci, zampara, şarap icen, muzik
ve sporla ugrasan, kisacasi adi geçen
inanç olsun, bizzat islamiyet olsun, yaşamina hic girmedigi belli olan biri…
kabulleniliyor, bu da daha ilginç bir
husus...Ayrıca Yezidilik gibi bir inançta Şeyhlik kavraminin, halis Kurd/Aryan olan Pir’liğe galebe çalan pozisyonuna dikkat cekmeliyim.
Inanca hukmeden, yön veren güçlü bir
Arabi damar sozkonusu…Bir söylentiye görede, Muslumanligi kabullenen
Araplar, kabullenmeyenleri “ al-jahilin
– cahiller” ilan ediyorlar ve yine inanmayanlarin icinde Yezit ibn Muawiyayida sayiyorlar.Bunun uzerine bazı
pagan Arap kabileleri, Yezidilige katiliyor …Daha degisik iddialar girla
gidiyor; ama hic biri Yezid kelimesinin kökenini açıklamaya yeterli gelmiyor…Bazilarida Yezidiligi , Lalishteki
tapinagin eski Hristiyan mimarisinden
esinlenerek, bunlarin aslinda Hristiyan ama cehalletten oturu bir sapmaya
düştüklerini iddia ediyorlar…Ancak,
her ne kadar Yezidilikte Hristiyanlik
izleri gorunsede, her seyden evvel “
reinkarnasyon (ruh’un ölümden sonra
bir başka bedene geçmesi) , Meleki Tawus ve cosmos’un yaratılmasındaki
metafor ¨ durr- inci“ gibi çok belirgin temel prensipler, hiç te uygun bir
hipoteze işaret etmiyor…Ayrıca bu
prensipler Hakkari dağlarında mesken
tutmuş Kürdler arasında , daha bir çok
gelenek ve rıtüellerle, Arap Şeyh Adi
bin Musafir henüz Lalish’e gelmeden
çok önce antik bir inancın varlığına
kuvvetle işaret ediyor...
Kaldiki, tüm faraziyelerin hala Yezidi
kavraminin kökenini açıklamakta yetersiz kaldığıda
aşikar…
Nereden geliyor bu kavram
Yezidi, Ezdi, Ezid, Ezda ve Ezi…Bunlari bir sonraki makalede tartismaya
acacagim.
http://www.gelawej.net
dersim’de
avcılık yapanları ihbar ediniz!
tel: 0554 45 381 437
tel: 0542 247 30 88
Yani diyesim geliyor ki, bizim Aleviciler belliki bu adamin hayati hakkinda, küfür etmekten başkaca hic bir şey
bilmiyorlarmis… Bilselerdi, belkide
toptan Yezitci olurlardi, Kemalistliklerinede gayet uygun düşerdi , kanaatimce…
Oyleki, bu şartlar altinda Yezidi inancinin, Yezit ibn Muawiyya’dan kaynaklanmasi pek te inandirici gelmiyor,
isterse Yezidilerin kendileri veya bir
kismi iddia etsinler…
Unutmamamiz, akılda tutmamiz gereken bir realite var; takriben son dokuz
yüz yildir taninmiş haliyle bulunan
modern Yezidi inancina, bir Sufi ( mutasavvuf mu desek ) Arap, Seyh Adi
bin Musafir’in biçim verdigi gerçeğide göz önüne alinmali… Ve bu Seyh
Adi’nin Halife Yezit soyundan geldiği
ÖNEMLİDİR LÜTFEN PAYLAŞINIZ....
DOĞAMIZIN GÖZBEBEKLERİNİ KATLEDENLERİ İHBAR
EDENLERE 1000 TL ÖDÜL. GEREKLİ BİLGİ İÇİN ARAYINIZ.
05545381437
İHBAR EDİNİZ; DERSİM GENELİNDE GÖRDÜĞÜNÜZ
AVCILIK FAALİYETLERİNİ, YOL BOYUNCA AV YAPANLARIN
ARAÇ PLAKALARINI LÜTFEN İHBAR EDİNİZ. GÖNÜLLÜRLE
ARTIK BU KATLİAMA DUR DİYECEĞİZ.
MUNZUR DOĞA AKTİVİSTLERİ
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Birêzan
WEQFA İSMAİL BEŞİKCİ
ÇI KIR, DÊ ÇI BIKE?*
xwe digîhîne kataloga Pirtûkxaneya
Lêkolînê ya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî û
di vê bibliyotekê de çî heye û çî nîne
dikare bibîne.
Hûn weke şêwirmend, mêvan û
xwedîyê vê weqfê, xêr hatine ser seran
û ser çavan hatine!
Wekî hûn jî baştirîn dizanin ku Îsmaîl
Beşîkcî wijdana mirovetîyê ye.
Remza helwêsta rewşenbîrîyê ye.
Afrinêrê çand û hûnerê, zanyarê siyaset û civaknasîyê ye.
Îsmaîl Beşîkcî di etîk û paqijîya
têkilîya mirovayetîyê de minakek
sereke ye.
Mamosta Beşîkcî; ji bo wan nirxan
berxwedan û bedêleki giran daye û
hîmê xwe li cihanê jî nişanî da ye.
Armanca me jî ev e ku, em ev nirxên
ku Îsmaîl Beşîkcî di jîyana xwe de pêk
anîye, ji xwe re bikin minak û di nav
xwe de bi cîh bikin û heta pêşve bibin!
Ji wê bone me salekî berê ev weqfa
damezrand. Bila ji mirovetiyê re, ji
cihana bindestan re, û bi taybeti gelê
Kurd û Kurdistaniyan re pîroz be.
Ev roj bi taybetî roja ji dayîkbûna
Memosta Îsmaîl Beşîkcî ya 74 salî ye.
Ji wê bonê jî gelekî watedar e.
Memosta Îsmaîl Beşîkcî, tu rind ku ji
bo mirovatiyê hati cihane û dijî. Jiyana
te ya bi rumet herî dirêjtir be!
Tu rûmeta me hemûyanî û tu her bijî.
Tenduristîya te herî baş be û em tevî
hev rojên xweştirin bibînin. Daku me
hemûyan jî ev heq kirîye!
Vê Weqfê, armanc kirîye ku; nêrin,
helwêst û kiryarên Îsmaîl Beşîkcî jindar bihêle, zindî bike û pêşve bibe.
Me saleke ku ev Weqfa amezrandîye..
Daku gelek hezkiri û dostên Mamosta
Îsmaîl Beşîkcî, dilxwazîyên Weqfa
Îsmaîl Beşîkcî, keda xwe kirin vê
sazîyê. Me jî weke desteya rêvebir
A h m e t
Ö n a l
ya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî ev keda we
şikirand û ev dezgeheya bi xebateke
kelecan derxist meydanê?
Gelo me di nav salekî de, ango di
navbera sala 2012yî de çi kar kir, çi
pêk anî?
Dixwazim hinekî qala van kiryaran
bikim û agahîyan bidim we Birêzan!
- Me li Stenbolê, Stocholmê, Berlin û
Amedê ji bo danasîna weqfê kampanya û civîn bi darxistin ku ev civînana
gelekî bi coş derbas bûn. Ji bo wan
dilxwazîyên weqfê ku bi kelecan di
van civînên dannasînê de piştgirî dan
weqfa me, em spasdar û minetdarê
wan in.
- Pirtûkxaneya Lêkolînê Ya Îsmaîl
Beşîkcî weke kutupxane hate damezrandın (ku xwedî 15 hezar pirtûk,
800 kovar û 3 hezar cîldên rojnameyê
tê de bi cîh ne) û çavkanîyên vê
pirtûkxaneyê her diçe zêde dibin
û gelek kes bi dilxwazî belge û
arşîvên ku komkirine tînin û diyarîyî
pirtûkxaneyê dikin. Weşanxaneyên
Kurd hemû kîtêbên ku çap kiribûne
ji weqfê re dîyari kirine. Daku ev
pirtûkxane herî dewlenmenditir
dibe. Em dixwazin li gel bibliyoteka
kurdî û ya bi zimanên ditir jî di vê
pirtûkxaneyê de dewlemendîtir bikin.
Ji bo wê ji hewildanên me berdewam
in. Daku her likolînêr lêgerînên xwe
bi asanî di vê pirtûkxaneyê de bibine
û jê suud bistîne.
- Ev kesên ku bixwaze, îro dikare
li ser rêya datayê ango Internetê jî
- Malpera Weqfa me ya Îsmaîl Beşîkcî
ku “www. ismailbesikcivakfi.org”
e weke medya civakî ango “sosyal
medya” îro bi kar tê. Her kes dikare
me li ser wê malperê bişopîne. Disa li
ser “twitter” û “facebook”ê ji dikare ji
Weqfa Îsmaîl Beşîkcî re têkildar bibe.
Agahîyan bide û bistine!
- Êdi dîyare ku ev salona me ji bo
cûr be cûr civîn, semîner, guftugoh,
guhdarî û pêşengeyan û ji bo çand û
şêwirmendiya me xizmetê bide, dîyare
ku amade ye!
- Me Radyoya Dengê jîyanê pêk anî
û em cûr be cûr bernameyan di wê
radyoyê de biweşînin. Vê demê ev
kesên ku bixwazin li ser datayê ango
Internetê dikarin van bernameyên me
yên ku em pêk tînin guhdarî bike. Em
dixwazin radyoyê ji bo dîtîn û temaşekirina smoltine (smoltine görüntülü
izleme ) ji amade bikin. Di vê radyoyê
de em dixwazin weşanekî pir zimanî
û pir çandi, bernameyên dengbêjan,
dannasına pirtûkan, bi nivîskaran re
guftugoh, bi kesên ku di mijarên xwe
de pısporin re seminer, roportaj û
agahîyan bistinin û biweşînin. Her kesek dikare radyoyê li ser rûyê cihanê,
kû derê dibe bila bibe, di navnîşana
“www.yaşamradyo.com.tr” yê de
guhdari bike.
- Em hemû dizanin ku Weqf nikarin
ticaretê ango bezirganîyê bikin. Ji kar
û xebatê ji dahati dive hebe. Heyanî
nûha gelek dost û hevalan keda xwe
kire vê Weqfê. Û me bi wan pişgiriyan ev karînana pêk anîn. Ji vir
şûnvetir jî em dixwazin her dilxwazi
û hezkirîyên Mamosta Îsmaîl Beşîkcî,
her mirovhez û Kurdhez dive ji keda
xwe kêm an zêde, mehane an salane
alîkariyeki bide weqfê, ku em jî ev
bernameyên ku li pêş me ne, bi hev re
bimeşinin û serkeftî bibin.
- Diyare ku Kekê İbrahim Gurbuz;
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ev xana ji bo xebatên Weqfê tasis
kirîye û du qat (qata 1’emin û 2’emin)
jî diyari weqfa Îsmaîl Beşîkcî kiriye. Kekê Necip Yeşil hemû xan û
pirtûkxane ji serî heta binî restore
kir û ev ked û mesrefa xwe hemû ji
Weqfê re bexşandiye. Kekê Mahmut
Metin hemû tar û raf dane çêkirin.
Hevaleki Scêner, Yeki hemu data, yeki
qilîma, yeki perde û xalî, yeki kamera û televizyon, yeki sarince û tiştên
hwd. ji bo weqfê diyari kirin e. Hinek
hevalan Wêneyên buhagiran diyarî
kirine. Gelek heval û dostan ji weke
naqît pere dane û me ev kara heya îro
meşandîye. Gelek heval û dostan jî ji
bi xebatên xwe yên fiili biştgirî dane
weqfê û xebitîne . Hasbelqader min jî
depoya xwe ya 20 salan ya Weşanên
Pêrî ku taqriben 100-120 hezar pirtûk
tê de heye hemû diyarî Weqfê kir ku
bila bingehîna Weşanên Weqfa Îsmail
Beşîkcî çê bibe û bimeşe, pişgirî
daye. Daxwazîya min jî ji we heye
ku bila her dilxwaziyê Weqfa Îsmaîl
Beşîkcî û hezkiriyê Îsmaîl Beşîkcî jî
destê alîkarîyê gor wijdana xwe dirêjî
Weqfa Îsmaîl Beşîkcî bike. Ku em gor
etîka Mamosta Îsmaîl Beşîkcî karê
xwe bi serbilindî bimeşînin û pêşve
bibin.
Gelo ji me, gelek kes nikarin ku her
meheyekî 20 TL’yan bi istiqrar bavêje
kontoya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî? Dema
ku hezar kesekî di her meheyekî de
20 TL’yî bide, ev dike 20 hezar û
pêvistiya me bi tu tişteki namîne û ev
kara dê bimeşe.
- Me li Amedê ji bo Weqfê bi 225
hezaran xanek kirî daku em paşerojê
de Amedê bikin navend. Lê hin ji bo
wê 95 hezar deynê me ma ye. Û ev
deyn li ser stuyê me bar e. Hêvi dikim
ku bi alîkarîya gelê me, em şermezar
nebin!!!
Qasî wan kiryarên me, em dixwazin
gelekî tiştên din jî di demekî kûrt de
bikin:
- Ji bo arşiv û dukumantasyonê dive
desteyek taybeti bê damezrandin. Em
dixwazin ku belgeyên dirokî û nivîsî
kom bikin û wan materyalan scener
bikin û daxinin ser datayê, biparêzin
û belav bikin.
- Ji ko ku em hişmendîyek şîrik pêk
binîn û bernameyên xwe yên paşerojê
bi hev re bimeşînin, em dixwazin
meclîsa şêwirmendiyê damezrînin!
- Em dixwazin ji bo xebatê, mijar û
cihên taybet tayin bikin û weke grup
karê lêkolîn û zanyarîyê pêk bînin.
- Em dixwazin ji bo dannasîna Weqfê
civînan berdewam bikin. Minak;
di hedefa me de civina Dêsrsim ê û
Wanê heye. Disa em dixwazin li her
parçeyên Kurdistanê yên dîtir civînan
bi darxînin û dan û standinan daynîn!
- Em dixwazin lêkolinên akademîk
yên kolektif – gurubî û şîrik ji
bo mijarên cûr be cûr yên Kurd
û Kurdistanî çêbikin û xebatan
bimeşînin.
- Li ser film û sînemaya Kurdî xebatên
me hene. Em dixwazin ku filmên
balkêş yên di mihrîcanan de serkeftî
bûne li vê salonê û cihên ditir nîşanî
bidin.
- Di bin sîvana Weqfa Îsmaîl Beşîkcî
de bi navê Ronî şîrketek hate damezrandin û Weşanên Weqfa Îsmaîl
Beşîkcî dest bi karê weşana pirtûkan
kirîye. Em dixwazin vê salê kitêbên
Mamosta İsmail beşikci hemûyan çap
bikin. Pirtuka me ya yekemin çap
bû. Yên ditir jî weke tevayî heyanî
Newroz an dawîya avrêlê dê bêne weşandin. Daku di Pêşengeha TUYAPê
ya Amedê-IV’miin de bi balkêşî cîhê
xwe bistine. Ji bo çapa wan pirtûkan jî
çendin kesan xwest ku bibin sponsorê
wan pirtûkan. Lê dîyare ku ev têr nakin. Em dixwazin kesên dilxwaz derkevin û bibêjin “Ez dixwazim mesrefa
filan pirtûkê bidim ser xwe!” Em jî
weke desteya revebir ya Weqfê ji wan
dilxwazîyan re ji nûka ve spasdarbin!
Xêricî pirtûkên Mamosta Îsmaîl
Beşîkcî jî em pirtûkên akademik û
zanistî, edebi, folklori û her cûreyî
bes bijare û balkêş çap bikin. Em
dixwazin Weşanxaneya Weqfa me, bi
baldarî karê weşangerîyê bimeşîne!
- Di paşerojê de em dixwazin li ser
nave Mamosta Îsmaîl Beşîkcî Xelatan bidin akademisyen û lekolineran
û pişgiriyê bidin xebatên zanistî û
teşwik bikin..
- Em dixwazin pirtûkên Mamosta
Îsmaîl Beşîkcî bi nû ve binirxînin.
Daku geleki kêm kesan Mamoste
Îsmaîl Beşîkcî xwendiye û nirxandiye. Divê li ser her pirtûkeki civînan
bi darxinin û gengeşîyan bikin ku
nêrînên Mamoste Îsmaîl Beşîkcî bi
perspektifeke rexne û rexnegiri bê
şirovekirin. Ez bixwe di wê bawerîyê
de me ku ji me gelekî kesan mamosta
fêm nekiriye.
Divê em Mamosta Îsmaîl Beşîkcî bi
nû ve fêm bikin.
Weke Minak; li ser “Kanuna
Tunceliyê û Jenosida Dêrsimê” li
Dêrsimê, Li ser “İdeolojîya Fermî û
Metoda Zanyarîyê” li Stenbolê, Li
ser “ Teza Dirokê Ya Roj û Ziman” li
Wanê. Li Ser “Reşenbiriya Kurdi” li
Amedê û li cûre cûre cîyan civînan bi
darxînin. Bi van civînan em dixwazin
belku nirxên kiritikkirina pirtûk û
ramanan di nava me de belav bibe.
Bi hêviya jiyanek xweş, karên baş û
serbilindayîya me û we rûmetdaran!
Ji bo guhdarî , ihtiram û beşdarbûna
we, em weke Desteya Revebir ya
Weqfa Îsmaîl Beşîkcî ji we re pir
spasdarin!
Axaftina şeva ji dayikbûna Mamosta
İsmail Beşikci û salvegere damezrandına Weqfa Îsmaîl Beşîkcî!
Adres
Kuloğlu Mah. İstiklal Cd.
Ayhan Işık Sok.No: 21/1
Beyoğlu /İstanbul
Telefon: +0212 245 81 43
Fax: +0212 245 71 40
[email protected]
Kütüphane Çalışma Saatleri
Her gün (Pazartesi hariç)
10:00-19:00
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Demirtaş:
Öcalan'la Görüşmek İçin Başvurduk
BDP Eşbaşkanı Demirtaş, BDP ve
DTK Eşbaşkanları olarak PKK lideri Abdullah Öcalan'la görüşmek için
Adalet Bakanlığı'na başvurduklarını
söyledi.
Ankara - BİA Haber Merkezi
İMRALI AÇILIMI: BDP de Görüşmelere Katılacak mı?
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)
Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, BDP
ve Demokratik Toplum Kongresi
(DTK) eşbaşkanları olarak PKK
lideri Abdullah Öcalan'la görüşmek
için Adalet Bakanlığı'na başvurduklarını açıkladı.
Daha önce de Öcalan'la görüşme
talepleri olduğunu ama Adalet
Bakanlığı'ndan olumlu yanıt alamadıklarını, ancak üç gün önce yaptıkları başvuru sonucunda olumlu yanıt
beklediklerini söyledi.
"Bu sürecin sağlıklı gitmesi ve yol
alınması için İmralı adasına BDP
ve DTK'nin eşbaşkanları olarak
gitmemiz gerekiyor. Şimdi Adalet
Bakanlığı'ndan gelen yanıtı bekliyoruz. Eğer olumlu bir yanıt alırsak,
BDP ve DTK eşbaşkanları olarak
İmralı adasına gidip Abdullah Öcalan ile görüşeceğiz.
"İmralı'da Öcalan'la Ahmet Türk ve
Ayla Akat Ata ile görüşmesi tüm
Türkiye'de pozitif bir hava yarattı.
Tüm kesimler sorunun çözümü için
Öcalan dahil bütün kesimlerle görüşülmesini istiyor.
"Demek ki, sorunun çözümü için
diyalogun esas alınması ile bugüne
kadar ilgili bir sıkıntı yokmuş. Bu
nedenle Kürt sorununun demokratik
ve barışçıl yollarla çözümü konusunda yaratılan bu atmosfer heba
edilmemelidir." (EKN)
İşte Çözüm
sürecinin yol haritası...
Önce MİT, ardından BDP'li vekillerin İmralı temasları. Kürt sorununun
siyasi çözümü bu iki gelişmeyle yeniden hız kazandı.
BDP heyetinin İmralı'ya giderek
Öcalan'la görüşmesi, 'Kürt sorunu'nun
çözüm sürecinde yeni bir sayfa açtı.
Peki, İstihbarat birimlerinin ayrıntılı
hazırlığıyla başlatılan bu yeni süreçte, hükümet nasıl bir yol izleyecek?
İşte cevabı...
NTV'nin haberine göre, somut bir
takvime bağlanmamış olsa da devletin yol haritası hazır.
İşte Ankara'da çözüm sürecine ilişkin
devletin yol haritasına dair konuşulanlar...
EV HAPSİ DÜŞÜNÜLMÜYOR
Bunlar arasında infaz kanununun değiştirilerek Abdullah Öcalan'ın yakınları ve avukatlarıyla daha rahat
görüştürülmesi var. Ancak Öcalan'ın
ev hapsine alınması bu aşamada düşünülmüyor.
SIRADA KANDİL VAR
Öcalan'la görüşmenin seyrine göre,
istihbarat birimlerinin Kandil'le bağlantıya geçmesi de seçenekler arasında.
lahlı unsurların sınırdışına çekilmesi,
son olarak da silahsızlanma öngörülüyor.
'PİŞMANLIK' ETKİLİ OLMADI
Adı 'pişmanlık' olan bir yasanın etkili
olmayacağı düşünülüyor. Suça karışmadığı tespit edilenlerin 'pişmanım'
demeden teslim olması ceza almamaları için yeterli olabilecek.
KCK TUTUKLULARINA TAHLİYE UMUDU
Şiddet içermeyen suçların ceza olmaktan çıkartılması için terörle mücadele yasasının 6 ve 7. maddelerinin değiştirilmesi planlanıyor. Süreç
olumlu giderse bu düzenleme 4. yargı
paketi içine sokulacak.
Bu durumda KCK operasyonlarında
tutuklanan aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda
kişinin tahliyesinin önü açılacak.
MAHMUR BOŞALTILACAK
Federal Kürdistan'daki Mahmur
Kampı’nın boşaltılarak burada kalanların Türkiye'ye dönmesi de sürecin
bir başka ayağı.
ÖNCE SINIRDIŞI SONRA SİLAH
BIRAKMA
Sürecin bir adımı da Ankara'nın Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına
koyduğu çekinceleri kaldırması olacak.
Örgütün hemen silah bırakması beklenmiyor. Uzun süreli bir eylemsizlik
dönemi ardından Türkiye içindeki si-
h t t p : // w w w. i l k e h a b e r. c o m / h a b e r/i st e - c oz u m - s u r e ci n i n -yolharitasi...-24847.htm
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Silahlar
elden mi
zihinden mi
bırakılsın!
Çetin Çeko
Devletin PKK’nın “silah bırakması”
için müzakereye giden yol olarak tanımladığı ve Abdullah Öcalan ile yapılan görüşme bizzat Başbakan Erdoğan
tarafından açıklandı. Ardından DTK
Eş Başkanı Ahmet Türk ve BDP milletvekili Ayla Akat İmralı Cezaevinde
Abdullah Öcalan’la görüştüler.
Gerek taraflar gerekse siyasal analizciler geçmişte yaşananları göz önüne
alarak bu gelişmelere ihtiyatlı iyimserlikle yaklaşıyorlar. Görüşmelere
“müzakere” demenin erken olduğunu
bu açıdan “müzakereye” giden yolda
“istişare” demenin daha doğru olacağı
değerlendirmesinde bulunuyorlar.
Devlet atılan adımı “silahların bırakılması, terörün son bulması” olarak
adlandırırken, Kürtler “barış”, “ulusal
ve demokratik hakların tanınması yolunda görüşmelere giden adım” olarak
görüyorlar. Atılan adım olumlu olmakla birlikte Kürt sorunun içeriği ve
tanımlanması konusunda hükümetin
geleneksel devlet literatürünün esiri
olmaktan kurtulamadığını görüyoruz.
Görüşmenin ilanında "terörist başı ile
görüşme, terör örgütü, terör" ve benzeri kıriminal, öteleyici ve aşağılayıcı
kavramların “Türk kardeşlerimizin
gözünü korkutmamak” ve suni olarak
yaratılmak istenen “Türk sorunu” argümanını bertaraf etmek için kullanıldığı yorumları yapılmaktadır. Bu
hükümet ve ona destek veren medya
açısından taktiksel bir söylem olsa bile
-ki değil- Kürtlerin bu söyleme itiraz
etmeleri gerekir. Onurlu adil bir barış
için, müzakereye giden yolda bu tür
kavramları kullanmama konusunda
taraflar prensip anlaşmasına varmalıdırlar. Dünyada örnekleri olan barış
ve müzakere deneyimleri göstermiştir
ki, kullanılan dil ve tarafsız mekanlar
müzakerelerin istenilen sonuca varmasında önemli ayrıntılardır.
Tony Blair, IRA ile yapılan barış görüşmelerinde silahların tahribatı veya
ortadan kaldırılmasının pek bir anlam
ifade etmediğini vurgular. Barışın
aslında silahların tahribatında değil,
zihinlerin tahribatından geçtiğini,
IRA’nın silahları bırakmaya değil,
kullanmamaya razı olduğunu söyler.
Kürtleri silahları bırakmaya değil, kullanmamaya razı etmenin yolu da sivil
siyasetin önünü açmak, ulusal ve demokratik hakları sigorta altına almaktan geçiyor.
Son on dokuz yılda legal Kürt partileri
yaklaşık üçer yıl arayla yedi kez kapatıldılar. Türk siyasal sisteminde Kürt
legal siyasetinin ömrü en fazla üç yıldır tespiti bu açıdan yapılır. Bu gün ise
aralarında seçilmişlerin de bulunduğu
on binlerce Kürt siyasetçi zindanlarda
esir tutulmakta. Onlarca BDP milletvekilinin dokunulmazlıklarının kalkması için de fezlekeler işleme konulmuş durumda.
Tüm bunlara karşın demokratik legal
Kürt siyasetinin Kuzey, Güney ve Batı
Kürdistan’daki gelişim ve performansı eksik ve aksağına rağmen bölgesel
güçler tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu güç artık kabına sığmamaktadır ve bölgedeki değişme öncülük eden önemli aktörlerden biridir.
Başbakan Erdoğan son gelişmelerin
2009 yılında startı verilen “Kürt Açılımının” bir devamı olduğunu söylemekte. AKP’nin üç yıl önce başlattığı
“Kardeşlik ve Milli Birlik Projesi”nin
altından maalesef çok sular aktı. Doğu
Akdeniz ve Ortadoğu’da deyim yerindeyse taşlar yerinden fırladı.
Kürtlerin bir bütün olarak elleri daha
da kuvvetlendi. Geçen üç yıllık süre
zarfında Batı Kürdistan’da Kürtler siyasal birliklerini oluşturarak topraklarını Beşar Esad ve Suriye muhalefetine
karşı koruma ve pazarlık etme yetene-
ği yarattılar. Güney Kürdistan’da dünyanın belli başlı petrol şirketlerinden
Exxon, Chevron, Total, Gazprom’la
anlaşmalar imzalandı. Kürdistan petrolünün Kürtlerin ve kadim kardeş
halkların siyasal ve ekonomik bağımsızlığında kullanma becerisi kazanıldı.
Maliki’nin tehditlerine karşın Güney
Kürdistan’ın bağımsızlığı çözüm alternatiflerinden biri olarak tartışılmaya
başlandı.
Türk devletinin seçilmiş Kürt siyasetçilerini zindanlara atma becerisi karşısında, Kürt halkının Kürt ulusal demokratik hareketiyle yakınlaşması bir
o kadar yükseldi. BDP teşkilatları kadro açısından zayıflamasına karşın nicel
olarak büyüdüler. Eğer gerçekleşirse
devlet masaya eskisinden daha güçlü
ve donanımlı Kürt muhalefetiyle oturmak zorunda kalacak. Masada Türk ve
Kürt tarafı dışında üçüncü hatta dördüncü bir gücün Güney Kürdistan Federe Hükümeti, Amerika veya benzeri
güçlerin olması da muhtemeller dahilinde gözükmektedir.
Sorunu çözmek için herkesin oyunun içinde kalması genel kuralından
hareketle, hükümetin müzakere sürecini tekrardan başlatma girişimine
CHP’nin verdiği destek ise önemlidir.
Kürtler açısından ise ulusal ve demokratik hakları savunmada Öcalan’ın
takınacağı tavır, çıtayı olduğunca dik
tutma niyet ve gayreti en hassas nokta
ve sınavlardan biridir. Bir diğer önemli nokta ise PKK-BDP dışındaki Kürt
hareketi, sivil toplum kuruluşları ve
kanaat önderlerinin bu sürecin içinde
aktif yer almaları için demokratik ortamın yaratılmasını sağlamaya yönelik
mekanizmalar oluşturmaktır.
Erdoğan ve ekibi yıllar önce de Kürt
sorununda ellerini taşın altına koyduklarını söylediler. Daha sonra o el taşın
altından çekildi. Çekilen el Roboski’de,
Kazan Vadisi’nde Kürt kanına bulaştı.
AKP bu kez o taşın altına vücudunu
koyduğunu söylüyor.
İşte “ihtiyatlı iyimserlik” bu açıdan!
“Muharebeler vaizle kazanılmaz” sözünden yola çıkarak Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarının samimiyet sınavını çok yakında göreceğiz.
http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“DERSİM'İN ASİ KIZI
SARA'NIN ÖLÜMSÜZ ANISINA!”
Sarkis HATSPANIAN / Yerevan, 12.ocak.2013 / DOĞU ERMENİSTAN
1990'lı yılların sonuydu. Paris'te yaşa- yakınen bildiğim 1980'li yıllarının ilk Tİ ADIM ADIM GEZMİŞ BİRİYİM,
yan Dersimli bir Ermeni dostum Kürt
KIZILBAŞLARIN BİZİM ÖZBEÖZ
dönemleriyle ilgili olarak yaptığımız
özgürlük hareketi için değerli hizmetKARDEŞLERİMİZ OLDUĞUNU İYİ
sohbette, kanımca değişik siyasal güç
leri olan hemşehrisi Sakine Cansız'ın
BİLİRİM... BİZ BİR ELMANIN İKİ
merkezlerinin 'yönlendirme ve güdüFransa'ya politik iltica talebinin olum- münde' bulunduğunu belirttiğim üyesi YARISI GİBİYİZ” deyişini de, babalu yanıtlanması ricasıyla başvurunun
ma "BU TOPRAKLARDA ÖZGÜRolduğu hareketin savunduğu çizgisiyyapıldığı devlet kurumu OFPRA'nın
LÜK RÜZGARI ESTİĞİNDE, ÖZÜ
le, hemfikir ol(a)madığımız politikaüst derecedeki yetkililerinden olaERMENİ OLAN İNSANLARIN ARları hakkında konuşurken bile, benim
nün iversiteden yakın bir arkadaşıma
pek sert eleştirilerime çok olgunca bir TIK BAŞKA KİMLİKLER ARDINA
başvurmuş ve onun hem 1915, hem
SAKLANMADAN KENDİ ETNİK
davranış sergileyen duruşuyla, 'tüm
de 1938 soykırım mağduru bir ailenin
hataları ve sevaplarıyla birlikte' içinde AİDİYETLERİNİ KORKMADAN,
evladı olmakla beraber, politik tutuklu yoğrulduğu mücadelenin ne denli saLAYIKIYLA YAŞAYACAKLAolarak bulunduğu uzun mahpusane
RI GÜNLER DE GELECEK, BİZ
dık bir yandaşı olduğunu gözlemleme
yıllarında çok ağır işkencelere maruz
BUNUN İÇİN DE KAVGA VEREimkanım olmuştu.
kalmış olduğunu da anlatmıştı.
CEĞİZ" diyen Sakine'nin ifade ettiği
güven verici sözlerindeki samimiyeti
İkinci karşılaşmamız Almanya'da
Değerli SARA'yla (Ben Sakine
de hiç unutmadım.
ve bu kez büyük bir tesadüf eseri
Cansız'ı bu ismiyle tanıdım) ilk kez
O'nu Doğu Ermenistan'a davet edeanamla-babamın ikamet ettiği iltica
Paris'te, Silopi'nin Ermeni Varto aşire- yurdunda, bizimkilerin hemen kapı
rek, SARA nenesinin soydaşlarının
tinden sınıf arkadaşıma ait işyerinde,
yaşadığı devleti ziyaret etmesini can-ı
komşusu, Diyarbakır zindanındaki
zamanında onun iltica başvurusunun
gönülden arzulamış olduğum halde,
işkencehanelerden geçirilmiş eski
kabul edilmesi için yardımını esirgememlekete değerli Sara yerine, ne
PKK üyesi bir Kürt bayanın tek
meyen Dersimli Ermeni arkadaşım
acıdır ki onun Paris'te haince katledilodalı dairesinde olmuştu. Gerçek
vasıtasıyla tanışmıştım. Onunla nerediği haberi geldi. Hayatımda pek kısa
ismi olmadığını işte o gün öğrendideyse bütün bir gün Ermeni davası,
da olsa tanıma şerefine nail olduğum,
ğim SARA adını Ermeni kimliğini
Doğu ve Batı Ermenistan sorunları,
belleğim ve yüreğimde derin bir iz
hiç yaşayamamış nenesinin hissetmiş
Dağlık Karabağ özgürlük mücadelebırakan değerli insanlardan birisi olaolduğuna emin olduğu tarif edilemez
si, kendi doğup-büyüdüğü Dersim'in
rak hep anacağım unutulmaz SARA
acılara duyduğu saygıdan dolayı,
yüzlerce Ermeni köyleriyle hısımlık
onun anısını canlı tutmak için gururla Sakine Cansız'ın ölümsüz anısı önünilişkileri olduğunu bildiği aşiretlerdede saygıyla eğiliyor, Dersim'in bu asi
taşıdığı hakkında bilgilendirilmemle
ki Ermeni insanlar, yaşamış olduğu
kızının omuzladığı acı ve kavga dolu
Sakine'ye çok derin bir saygı duyKharbert (Elazığ) ve tutuklu bulundu- dum. Rahmetli babamın da katıldığı
yaşamının ACIYI BAL EYLEYEN
ğu Tigranakert (Diyarbakır) mahherkese örnek olmasını diliyorum.
bu sohbet esnasında ona “ASLINIZA
pusanesinden yakınen bildiği ortak
“DERSİM'İN KİRAKOS (BATMAN)
SAHİP ÇIKIN KIZIM, ASLINIZ
dostumuz, çocukluk ve okul arkadaHAKKINDA OTURUP ARAŞTIRIN, ERMENİ KÖYÜNDE DOĞMA-BÜşım Liceli Garbis hakkında uzun uzun BİLGİLENİN, ÖZÜNÜZÜ, SOYUYÜME YİĞİT İNSAN (SARA)
konuşup durduk.
SAKİNE CANSIZ'IN ANISI ÖLÜMNUZU ÖĞRENİN VE KİMLİĞİNİKürt özgürlük hareketinin benim de
ZE SAHİP ÇIKIN, BEN MEMLEKE- SÜZDÜR!”
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PKK’yi Öcalan’ın
Arkasında toparlama Operasyonu mu?
PKK’yi vuracağım derse o zaman da
Paris’e kadar gitmesine gerek yok; PKK
merkezi kendisinin yanı başında. Ne yapacaksa orada ve legal kılıflar altında
yapar. Bu ve buna benzer diğer nedenlerle Maliki’yi de ciddi katil adayı olarak görmek zorlaşıyor.
Uzun laf gerekmez; Sakine, Kürt halkının en direngen evlatlarından biriydi ve
Kürt kadının yüz akıydı. Adı, hiç kuşku
yok, gelecek nesiller tarafından şerefle
taşınacaktır.
Ne yazık ki o da güzel bir ata bindi ve
o güzel insanların arasına karıştı. Yüreğimiz kanıyor. Tek tesellimiz, mahşeri adaletin ayan-beyan hükmüdür. Ki
orada Sakine’yi kurşunlattıran kalleşlerin esamisi okunmazken Sakine’nin,
Hallac-ı Mansurların mahallesinde mesken tuttuğu yazılıdır.
Sakine’yi ve arkadaşlarını asla unutmayacağız.
***
Sakine, yukardaki güzel insan. Peki, insanlığın lanetlediği katilleri kim?
Bilmiyoruz; çünkü Fransız polisinin konuyla ilgili bir açıklaması yok. Muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Siyasi cinayetlerle ilgili tecrübeler bizi böyle
düşünmeye götürüyor. 1986’da öldürülen İsveç başbakanı Palme’nin cinayeti
bile hâlâ vurulduğu yere dikilmiş küçük
bir taşın bir adım ötesine gitmiş değil.
Hal böyle olunca, konuyla ilgili söylenecek sözler tahminden veya spekülasyondan ibaret kalıyor. Nitekim son 2-3
gün içinde muazzam sayıda yorum ve
spekülasyon yapıldı. O kadar ki, bugün
itibarıyla bizzat bu yorum ve spekülasyonların kendisini inceleme konusu yapmak bile mümkün. Aşağıda, kısmen bu
tür bir okumadan da beslenen yeni bir
soru bulacaksınız.
Soracağım soru, muhtemelen bazı okurlara afaki gelecek ve daha ilk adımda
spekülasyon olarak nitelendirilecektir.
Bu ihtimali bile bile yazmamın nedeni,
bu ve buna benzer soruların, bizi, İmralı Görüşmeleri diye adlandırılan barış
sürecine ilişkin daha gerçek sorunları
düşünmeye sevk edebilmesi ihtimalidir.
Kısa yoldan gitmek için cinayetin arkasında olduğundan şüphelenilen güçleri
sayıp bunların böyle bir cinayeti işleme
imkân, kabiliyet, istek ve iradelerine bakalım.
İran:
Cemil Gündoğan
Muhtemel failler arasında şunlar sayılıyor: Suriye, Maliki yönetimi, İran,
Türkiye’de kavganın sürmesini isteyen
Batılı bir devlet, PKK ve Türk devleti.
Yukarıda sözünü ettiğim soru, yazının Türkiye’yle ilgili bölümde fromüle edilmiştir. Zamanı olmayanlar
veya uzun yazı okumak istemeyenler
doğrudan Türkiye bölümüne atlayabilirler.
Suriye:
Cinayet onun en iyi bildiği işlerden ve
Türkiye’deki muhtemel bir barış sürecini baltalamak onun için hayati önemde.
Bu açıdan bakıldığında gerçek bir katil
adayıdır. Fakat şu sıralar bırakalım Paris’te eylem yapma kabiliyetini Şam’ın
banliyölerinde bile kafasını siperin dışına çıkarabilecek hali yok. Ayrıca böyle
bir eylem, dışardan müdahale için bahane kollayan devletlere muazzam bir
fırsat yaratacağı için de mümkün görünmüyor. Bütün bu nedenlerle onu ciddi
bir katil adayı olarak düşünmek ikna
edici değildir.
Maliki yönetimi:
Durumu Suriye’ninkine benziyor. Her
gün cinayet işleyen bir makine ve Türkiye’deki süreci baltalamada hayati çıkarı
var. Fakat çaylak bir devlet olduğu için
uluslararası alanda operasyon yapmak,
Bağdat’a bir numara büyük bir gömlek
geliyor. Dahası, Bağdat’ın böyle bir kabiliyeti olsa bunu, PKK’den önce Güney Kürdistan, Türkiye veya Katar’da
faaliyet gösteren kendi muhaliflerine
karşı kullanması beklenir. Ama illa da
Bu cinayetten kâr umabilecek devletlerden biri de İran’dır. Buna ilaveten
Fransa’da cinayet işleyebilecek tecrübe,
güç, örgütlenme ve eylem kabiliyetine
de sahiptir. Bu açılardan bakıldığında,
İran en güçlü katil adaylardan biri olarak
görünüyor. Fakat Suriye için geçerli olan
problem bir ölçekte İran için de geçerlidir. Sokaktaki insanın bile “Suriye’den
sonra sırada İran var” dediği bir dönemde, Paris sokaklarında cinayet işlemek
demek, İran’ı “terörist devlet” olarak
damgalayıp tecrit etmeye çalışan İsrail
ve Amerika gibi devletlerin saldırgan
politikalarına çanak tutmak demektir.
İran yönetiminin bu basit ilişkiyi göremeyecek kadar kör olduğunu düşünmemiz için bir sebep bulunmuyor.
Dahası, PKK’nin merkezi üslerinden
biri olan Zele Kampı İran’ın burnunun
dibindedir ve Güney Kürdistan İran
ajanlarıyla doludur. Yani İran, PKK yöneticilerini İmralı süreci nedeniyle baskı
altına almak istese bunu en kolay Güney
Kürdistan’da yapabilir. Ayrıca Güney
Kürdistan’da işlenecek bir cinayetten
veya cinayetlerden ötürü kimse kendisine saldırı tehdidinde de bulunmayacaktır. Bu kadar büyük avantajlar burnunun dibinde duruyorken İran neden
gidip Paris’te eylem yapsın? Tutarlı bir
açıklama yapan olursa biz de oturur hak
veririz.
Türkiye ile PKK’nin barışmasını istemeyen Batılı bir devlet:
Sorunun formüle edilmesinden de anlaşılacağı üzere, bu iddianın işaret ettiği
somut bir devlet yoktur. Daha çok, genel
bir analizin parçası veya vargısı olarak
dile getirilmektedir. Bu nedenle somut
bir devletin cinayet işleme kapasitesiyle
ilgili sorunları tartışamayız.
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çıkarlar ve istekler noktasından ise belki şunlar söylenebilir: Ortadoğu’daki
hesapları, temel noktalarda Türkiye’nin
Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla çakışmayan bütün Batılı devletler, Türkiye’nin Kürt sorunuyla meşgul olmasına en
azından sevinirler. Bu cümleden olarak,
Türkiye’deki barış görüşmelerini sabote
etmenin bu devletlerin işine yarayabileceğini söylemek yanlış olmaz. Fakat bu
genel bağıntıdan yola çıkarak Paris eylemini Batılı devletlere hamletmek boşluğa yumruk sallamak gibi bir şeydir.
Çünkü böyle bir iddia, en fazlasından
eylemin neden bugün yapıldığına dair
bir fikir verebilir; ama eylemi yapan
devletin hangi Batılı devlet olduğu veya
eylem yeri olarak neden Paris’in seçildiği türünden sorulara cevap veremez.
Bu ve benzeri nedenlerle Batılı devletler tezini bu haliyle kaldığı müddetçe
ciddiye almak zorlama olacaktır. Bunun
tek istisnası Amerika’ya yönelik bir iddiayla ilgilidir ki onu, Türkiye’yle ilgili
bölümde özel bir parantez halinde ele
alacağım.
PKK: Böyle bir cinayet işleyebilir mi?
Daha önce onlarca liderini veya kadrosunu kurşuna dizmiş bir örgütten söz
ettiğimize göre, evet.
PKK’nin Avrupa ülkelerinde böyle bir
cinayeti işleme kabiliyeti var mıdır?
Kesin olarak evet.
Peki, PKK’nin bu günkü koşullarda Sakine Cansız’ı öldürmek için gerçek ve
yeterli bir gerekçesi var mıdır?
Hayır, yoktur.
PKK, kendi muhaliflerini, kural olarak,
söz konusu muhalif örgütü bölme tehdidi oluşturduğu zaman öldürmüştür. Bu
koşulun oluşmadığı durumlarda, kural
olarak, muhalif tehdit edilmiş ve örgüte zarar vermeden bir kenarda yaşaması
dikte edilmiştir. Bu kuralı izlersek sormamız gereken soru şu şekle bürünür:
Sakine Cansız şu sıralar PKK’yi bölmeye yönelik bir çaba içinde miydi? Ya da
şu sıralar Sakine Cansız ile PKK arasında sorun olduğunu gösteren bir belirti
var mıdır?
İki sorunun cevabı da olumsuzdur. Cina-
yeti PKK’nin işlediğini iddia eden Türk
devleti bile Cansız’ın örgütü bölmeye
yönelik bir davranış içinde olduğunu
ileri sürmüş değildir.
Bir de cinayet mahalli var kontrol edilmesi gereken:
PKK’nin Sakine Cansız’ı Paris’te öldürmek için bir nedeni var mıdır?
Kesinlikle yoktur.
Çünkü PKK, Sakine Cansız’ı böyle bir
cinayet için çok daha uygun olan bir
yere, diyelim Zele Kampı’na istediği
an götürüp orada kurşuna dizebilecek
koşullara sahiptir. PKK’nin elinde bu
imkân varken ve Fransa daha dün PKK
üst düzey yöneticilerine karşı operasyon
yapmışken, yeni operasyonlar için de
bahane arıyorken, PKK neden Paris’in
göbeğinde cinayet işleyip Fransa’nın
yeni operasyonlarına çanak tutsun?
Eylemin zamanlaması başta olmak üzere daha birçok açıdan incelediğimizde
de benzer bir sonuca varırız: PKK’nin
bugün Sakine Cansız’ı öldürmek için bilinen veya iddia edilmiş vb. bir sebebi
yoktur.
Bütün bunlara rağmen PKK’yi Sakine
Cansız’ın katili ilan etmek, bilmezlikten
değilse muhtemelen gerçek katili gizleme niyetindendir. İşte Türk devleti tam
da bu noktada katiller listesine dahil olmaktadır.
Türkiye
Paris’teki eylemle ilgili olarak Türkiye
denilince birçoklarının aklına devletin
Ergenekon kanadı geliyor. Hükümete
bağlı medya açıkça, BDP içindeki Hükümete yakın kanat da gizlice bu düşünceyi besleyen söylemler yayıyorlar:
“Hükümet Kürt sorununu çözmeye doğru bir adım atınca, Ergenekon yeniden
egemenlik sağlamak için ortalığı karıştıracak bir eylem yaptı.” İddia kabaca
böyle.
İlk bakışta tutarlı gibi görünen bu iddia,
Ergenekon kanadının eylem yapabilme
kabiliyeti açısından ele alındığında bazı
şüpheler uyandırıyor. AKP’nin iktidara
geldiği ve adım adım devleti kontrol altına aldığı 2002’den bu yana geçen süreç
ele alındığında, Ergenekon’u bu tür kanlı
eylemler yapmaya teşvik eden veya kış-
kırtan bir düzine kritik gelişme olmuştu
ama Ergenekon böyle eylemler yapamamıştı. Hükümetin 27 Şubat bildirisine
boyun eğmemesi, Ergenekon davasını başlatması, Askeri Şura kararlarına
önce şerh koyup ardından askerlerin isteklerini açıkça geri çevirmesi gibi kritik adımlar bu nitelikteydi. Ergenekon,
bu adımların her birinde kendi ayakları
altındaki halının çekildiğini görüyordu.
Fakat buna rağmen İnegöl ve Hatay gibi
balonu çabuk söndürülen birkaç kışkırtma dışında yerinden bile kıpırdayamadı.
Deyim yerindeyse felç olmuştu.
Neden?
Herhalde Başbakanın ferasetinden değ
il. Genel olarak iç ve dış güç dengeleri,
özel olarak da Ergenekon’un ağababası
Amerika izin vermediği için. Fakat yukarıdaki iddiaya göre, o mefluç Ergenekon, o günün elverişli koşullarında gösteremediği eylem kapasitesini, bugün,
yani AKP devlet içinde çok daha güçlenmişken ve dengeler polis ve MİT lehine değişmişken gösteriyor ve Paris’in
göbeğinde eylem patlatıyor… Sizce de
burada bir terslik yok mu?
Türk ordusundaki kritik dönüşümü sağlayan YAŞ toplantısından sonra, biri
hariç bütün kuvvet komutanları topluca
istifa edip Ergenekon da içinde olmak
üzere kendilerine bağlı sivil ve resmi
güçleri, ortalığı kıyamet gününe çevirmeye davet ettiklerinde bile eylem yapamayan Ergenekon’un bugün Paris’te
ortalığı uluslararası çapta karıştıracak
bir eylem yaptığı iddia ediliyorsa ya bu
iddiada bir sorun vardır ya da aradan
geçen zaman içerisinde Hükümetle Ergenekon ilişkilerinde Ergenekon lehine
radikal bazı değişiklikler yaşanmıştır.
Peki, şimdiye kadar bu yönde bir güç
değişikliği yaşandığına dair bir belirti
görüp duyan oldu mu?
Şahsen ben ne gördüm ne de okudum. Ne
içerde ne dışarda, ne Hükümet kanadından ne Ergenekon kanadından… Benim
gördüğüm ve okuduğum, Ergenekon’un
yavaş yavaş bozgun devresine girmeye
başladığıdır. Çevik Bir’in Karadayı’yı
ihbar etmeye karar vermesi, bunun işaretidir; yargılanan düşük rütbeli subayların yargılanan büyük rütbeli subayları
topa tutmaya başlamaları bunun işaretidir; Ergenekon sanıklarının, yavaş
yavaş “nasıl daha az ceza alabilirim?”
hesabıyla gözlerini sağa sola çevirmeye
başlamaları bunun işaretidir…
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kısacası, Ergenekon çöküyor! Ama bu,
derin devletin çökmesi demek değildir.
Son beş yıldır adını duyduğumuz Ergenekon, derin devletin AKP’yi iktidardan
indirmeyi isteyen devletçi kanadına dinci ve liberal medyanın taktığı bir addı.
Yani bu Ergenekon, bizim Ergenekon
davasından evvel adını duyduğumuz
gerçek Ergenekon’la, diğer adıyla söylersek “derin devlet”le tam olarak örtüşmüyordu. Bu gerçeği, eski Ergenekon’u
deşifre eden Can Dündar defalarca yazdı. Hatta bu tür laflar ettiği için az kalsın
Ergenekon savcıları tarafından tutuklanacaktı.
Her ne ise, yeni Ergenekon bozguna
doğru gidiyor. Oradan geriye kalan derin devlet ise istikrara kavuşturulmuş
ordu, polis, MİT ve idari bürokrasinin
ana gövdesinin temsilcisi olarak ve artık AKP’nin koordinasyon ve yönlendirmesinde klasik görevinin başına geçmiş
bulunuyor. Son iki yıldır Kürtlere karşı
yürütülen savaş bu koalisyonun marifetidir. Liberallerin, “Başbakan Ankaralılaştı” diyerek teşhir ederken, devlet-içi
kapışmadan doğan fırsatları koklayarak
meşhur olmuş bazı Kürt yazarlarının
gizlemek için çırpındıkları şey budur.
Ergenekoncu kurtçuklarının sağda solda çat-pat yapmalarına göz yumabilir.
Paris’teki eylem de bu çerçevede belki
bir anlam kazanabilir. Ama bu durumda
Paris’teki eylemin gözdağı verdiği özel
olarak Hükümet değil, genel olarak Türk
devleti olur ki bu da yukardaki teze bir
kanıt özelliği taşımadığı gibi bizi bambaşka bir konuya götürür. Şimdilik, kekeme iki habere bakarak bu vadiye dalmayalım.
Özetlersek, henüz ciddiye alınabilecek
bir durumda olmayan bu küçük soru işareti bir yana bırakılırsa bugün Ergenekon ile Hükümet kanadı arasındaki güç
dengelerinin radikal biçimde Ergenekon
lehine değiştiğini gösteren hiçbir veri
yoktur. Olmadığı için de “Ergenekon
Paris’te Hükümete karşı eylem yaptı”
mealinde bir iddia, ya bilgi yetmezliğinin ya da kasıtlı bir çarpıtmanın ürünü
olabilir.
Bir nokta daha:
Peki, böyle bir ihtimal veya durum var
mı?
Eğer Hükümet, gerçekten de iddia edildiği gibi dirilmekte olan Ergenekon’un
Paris’ten kendilerine bir mektup yazdığını düşünseydi Başbakan ve onun
partisi, cinayet sonrasında, okların sivri
ucunu Kürt hareketine değil, tehlikenin
geldiği gerçek adrese yöneltirdi. Fakat
Başbakan’ın bir Afrika ülkesinde dile
getirdiği ilk günkü sözleri dışında (ki
açıkça ortalığı yatıştırmaya ve zaman
kazanmaya yönelik sözlerdi) bu yönde
bir şey duymadık. Daha doğrusu duyduk, ama bu sözler bu tür durumlarda
sistemli biçimde bu tür demeçler veren
Bülent Arınç’a ait olduğundan hesaba
katmamız gerekmedi. Çünkü Başbakan
Türkiye’ye döndükten sonra yeniden
cinayeti PKK’ye yıkan iddiaya hem de
daha katı biçimde sarılınca, Arınç’ın
sözlerinin Papaz rolüyle ilgili repliklerden ibaret olduğu ortaya çıktı.
İşte burada Amerika’yla ilgili yukarıda
sözünü ettiğim paranteze geliyoruz:
Kısacası, Ergenekon Hükümete karşı
eylem yaptı tezi temelsizdir.
Hatırlanacağı üzere, bir süredir Türk ve
Amerikan medyalarında Güney Kürdistan petrolleri konusunda Amerika ile
Türkiye arasında bir problem yaşandığına dair bazı haberler çıkıyor. Bu haber
kekeme oldukları için ne kadar gerçeği
yansıtıyorlar, ne kadar önden pozisyon
kapma savaşlarının gereği olarak sarf
ediliyorlar belli değil. Eğer gerçekten
böyle bir çekişme başlamışsa Amerika,
Peki, bu durumda Türk devletini katiller listesinden çıkarmamız mı gerekiyor?
Bütün bu gerçekler orta yerde duruyorken, Ergenekon’un, Paris’in göbeğinde
Hükümete karşı eylem yaptığını söylemek sadece Hükümetin propagandasını
yapmak anlamına gelebilir.
Peki, Ergenekon’un uluslararası planda
eylem yapma şansı hiç mi yok?
Var, fakat bunun için dün onun eylem
yapmasını engelleyen uluslararası güçlerin bugün onun önünü açmış olmaları
gerekiyor.
mevcut andaki en kritik adımına bakmamız gerekiyor:
Denildiğine göre, MİT ve Öcalan, PKK’nin silah bırakmasına gidecek sürecin
genel çerçevesinde anlaşmışlar. Geriye
ne kalmış? PKK’yi, BDP’yi ve Avrupa
kanadını bu işe razı etmek. Kritik nokta
işte burası. Çünkü bu noktada işler pek
MİT’in ve Öcalan’ın istendiği gibi yürümüyor. Dikkat ederseniz, İmralı görüşmeleri kamuoyuna ilan edildiği gün,
Kandil, BDP ve Avrupa kanadı ortak
bir mesajla konuştular: Bu iş, bir tarafla
konuşup diğerini dışlayarak çözülmez.
Yani demek istediler ki bu işi Apo’yla
ucuza kapatacağınızı sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Biz de bu işin sahibiyiz,
bizi dışlayamazsınız.
Bu talepleri haklı mıdır, değil midir?
bu tür sorularla ilgilenmiyorum. Bunlar ayrı yazıların konuları. Şimdilik
kayda geçirmek istediğim, dağdaki örgütün, legal planda siyaset yapan kanadın ve Avrupa’daki PKK’nin Abdullah
Öcalan’ın denetiminden devletin hiç
arzu etmedikleri kadar uzak bir noktada
durduklarıdır. Siz bakmayın PKK muhalifi Kürtlerin sabah akşam bu güçleri
Öcalan’ın basit piyonlarıymış gibi resmetmelerine. Muhaliflerin bu sözlerinin
büyük çoğunluğu temelsizdir, “siyaseten söylenmiş”tir.
Yarın ne olacağını bilemeyiz, ama bugün PKK ve onun çeperindeki güçler
kendilerinin dışlanmasına karşı direnmektedirler. İşte Öcalan’la Türk
devleti arasında kotarılmak istenen
anlaşmanın önündeki en temel engel şu anda budur. Başka türlü ifade
edecek olursak, Öcalan bugün bütün
PKK’yi birleştiren tek yegane semboldür, ama aslında altında gerçek manada bir örgüt yoktur. Bir anlamda
hayali bir örgütün üzerinde oturmaktadır.
Hayır. Aşağıda özetlemeye çalışacağım
soru işareti böyle yapmak için zamanın
henüz çok erken olduğunu söylüyor.
Onun bugünkü halini belki on sene evvelki Türk genel kurmay başkanının
haliyle karşılaştırabilirsiniz. O gün bir
Türk Genelkurmay Başkanı (örneğin
Hilmi Özkök) vardı, ama altında gerçek manada bir ordu yoktu. Yemeğini
bile karargahta yemiyor, evden getirtip
yiyordu. Bir bakıma hayali bir ordunun
üzerinde oturuyordu. Çünkü
Bu soru işaretini sergileyebilmek için
İmralı Görüşmeleri denilen sürecin
Orduyu Ergenekoncular, darbeci generaller, Jitemciler, eroinciler, ülkücü maf-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ya vs. parsellemişti. Hal böyle olunca,
Ordunun merkez kanadının yapması gereken ilk iş, Orduya karşı bir operasyon
yaparak onu genelkurmay başkanına
gerçekten bağlı bir organizasyona dönüştürmek oldu. Ordunun merkez kanadının Ergenekon davasının açılmasına
razı olmasının altında bu istek ve uzlaşma yatıyordu. Bu nedenle üç yıl evvelki
“Bir Restarasyon Operasyonu Olarak
Ergenekon Davası” başlıklı yazımda,
(Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları) Ergenekon davası, Ordunun siyasetteki
vesayetçi konumundan geri çekilmesi
karşılığında genelkurmay başkanının
altına bir ordu verme operasyonu olduğunu yazmıştım. Üç yıl sonra rahatlıkla
şunu söyleyebilirim ki Hilmi Özkök’ün
baktığında altında göremediği Ordu, bugün iyi-kötü yamanmış bir halde Orgeneral Özel’in altında durmaktadır. Ama
Genelkurmay, bu kazancın bedeli olarak
siyasetteki vesayet hakkından geri adım
atmıştır.
Sanıyorum şimdilerde aynı oyunun Kürt
versiyonunu seyrediyoruz. Bu kez deyim yerindeyse “ordusuz general”e dönüşmüş olan Abdullah Öcalan’dır. Evet
altında bir örgüt vardır. Ama bu örgünün
kendisinin göstereceği ve işin tabiatı gereği diğerlerininkinden daha fazla Türkiye yanlısı olacak olan çözüme ne ölçüde uyacağı belli değildir. Türk devleti
ise tahmin edilebilir nedenlerle mutabakatı onunla yapmak istemektedir. Gerçi
oyun daha başından böyle kurulmuştu
ve Öcalan da ABD’den bu koşulla devralınmıştı. Fakat devlet, o dönemde farklı
hesaplar yaptı ve Öcalan kartını başka
biçimlerde kullandı. Şimdi ise devlet en
kârlı çözüm yolu olarak Öcalan’la anlaşmayı görmektedir. Fakat bu kez de
karşısındaki Öcalan eski gücünde değildir. Örgüt ve onun çeperindeki yapılar,
aradan geçen yıllar içinde kendi ayakları
üzerinde durmayı biraz daha öğrenmiş,
böyle davranmalarının imkânları da
biraz daha genişlemiş, uluslararası güç
dengeleri PKK açısından “Türk kapısını açık tutma” politikasını eskisi kadar
önemli olmaktan çıkarmıştır. Bütün
bunların sonucu olarak MİT’in mutabakata varmaya çalıştığı kişinin altı pek
sağlam görünmemektedir.
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Elbette ilk yapılacak iş, muhatabın
altını doldurmaktır. Buna, devletin
Öcalan üzerinden Kürt karnını deş-
mesi de diyebilirsiniz. Yeni taktik
budur. Düne kadar, Kürt hareketinin
tek birleştirici sembolü durumunda olan
lideriyle ilişkisini keserek bu hareketi bölme hesabı yapan devlet, iki yıllık
uygulamadan sonra hareketi bu yolla
bölemediğini görünce karar değiştirmiş,
eline Öcalan kamasını almıştır.
Devlet, yakın zamana kadar tam tersini yapıyordu: PKK’nin muhalifi olan
kişi ve grupları kama olarak kullanıp Kürtlerin karnını onlar üzerinden deşmeye çalışıyordu. Bu politika
o kadar fütursuzca hayata geçirildi
ki ekmeğini Kanal 6’dan çıkaranlar,
gece gündüz PKK’nin ve Apo’nun
Ergenekon mamülü bir şey olduğunu propaganda ettiler; PKK muhalifi
partilerin liderleri VİP salonlarında,
PKK’nin Ergenekon emriyle karakol
bastığı yolunda basın açıklamaları
yapmaya davet edildiler; PKK muhalifi kimi bağımsız aydınlar, altlarında
duranın polis panzeri olduğuna bakmadan, ellerinde PKK’nin işlediği cinayetlerin listesini alıp tank üzerine
çıkmış Yeltsin pozlarında özgürlük
bildirileri okudular; diğerleri devletin komisyonlarına PKK’nin devletin
örgütü olduğunu öğretmeye koştular;
PKK’den kopmuş muhalifler, PKK
liderlerine küfretsinler diye kendilerine uzatılan mikrofonlara doğru
koştururken birbirlerini çiğneyecek
oldular...
Bunların hepsi oldu. Devlet, bu yoldan
gidebileceği yere kadar gitti. Uluslararası koşullar elverseydi belki bir süre
daha devam ederdi. Fakat olmadı. Çünkü PKK bu siyasete karşı direndi ve
Ortadoğu’nun yeniden şekillenmeye
başladığı konjonktüre birliğini korumuş olarak girmeyi başardı. Bu, siyaseten muazzam bir başarıdır.
Bu başarı sayesindedir ki artık ne Cemil Bayık’ın bilmem hangi Ergenekon
generaline dosya verdiğine dair haberler
vardır medyada, ne de Duran Kalkan’ın
MİT’teki kayıt numarasını biliyormuş
edasında yazı yazan muhalifler itibar
görmektedir. Hâlâ zaman zaman böyle
şeyler söyleyip yazanlar olsa da bu tür
sözlerin, kendi sözcüklerinden oluşan
dünyalarında PKK ile ölümcül bir kavgaya tutuşmuş oldukları hissiyatıyla kılıç çalmaya devam eden kişiler ve küçük
arkadaş grupları dışında alıcısı kalmamıştır.
Böyle olmasının bir nedeni de devletin
yeni bir gündeme geçmiş olmasıdır. Fakat küçük bir pürüz var: yeni gündemin
ana figürü olan Öcalan’ın bugün örgüt
üzerinde eski etkinliği yoktur. Evet, ağzını açan “Yaşasın Başkan!” diye söze
başlamakta, “Başkan bizi bağlar.”
diye bitirmektedir. Öcalan da bir yandan sanki hiçbir şey değişmemiş gibi
davranarak, öte yandan da örgütü
birleştiren yegane sembol olmasının
avantajını kullanıp kaybettiği mevzileri tekrardan ele geçirmeye yönelik
adımlar atarak bu sözlerle dile getirilen durumu gerçeğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Böyle bakınca ortada sanki bir sorun yokmuş gibi görünmektedir.
Oysa gerçek böyle değildir. Gerçekte bu
sözler, Müslüman olmak veya Müslüman kabul edilmek için Eşhed getirmeye benzemektedir. Eşhed’i getirdikten
sonra evinin yolunu tutan Müslümanlar
olabileceği gibi camiye veya meyhaneye giden Müslümanlar da çıkmaktadır.
Öcalan’la yapılan mutabakatın işlemesi
içinse “Yaşasın Başkan!” diyenlerin,
burunlarının gösterdiği istikamete değil, Öcalan’ın gösterdiği istikamete yürümeleri gerekiyor. İmralı görüşmeleri
adı verilen sürecin şu andaki en sorunlu
noktası burasıdır.
İşte bu noktada yazının başında sözünü
ettiğim soruya geliyorum: Türk devleti, Paris’teki eylemle, PKK’ye ve
onun çeperindekilere: “Ya Başkan’la
yaptığımız mutabakata uyarsınız ya
da sizleri bekleyen bir cehennemdir”
mesajı vermek istemiş olamaz mı?
Özellikle de PKK’deki eski sosyalist çizgiden geldiği, Alevi bir aileye
mensup olduğu, cezaevi direnişlerinde başı çektiği ve koskoca PKK içinde Abdullah Öcalan’a “Terbiyesizlik
etme” deme cesaretini gösteren tek
örgüt üyesi olduğu gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde Sakine, bu tür bir
mesajı vermek için iyi bir hedef değil
midir? Çünkü bu üç özelliğin üçü de,
Kürt toplumunda, Öcalan’ın yaymaya
çalıştığı itirafçı benzeri diskurdan en
fazla rahatsız olan sosyo-politik kaynaklara işaret etmektedir: Sosyalistler, Aleviler ve Cezaevi direnişçileri.
Bu kaynakların, yeni dönemde de,
PKK’yi ve Kürtleri Öcalan’ın arkasında toplama ameliyesine karşı en
fazla direnecek veya ayak sürüyecek
güçler arasında olacakları kuvvetle
muhtemeldir. Devletin yaygınlaştırmaya çalıştığı ve PKK muhalifi bazı
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürtlerin de bilmeden veya bilinçli
olarak katkıda bulundukları “Ankara PKK’si”, “Alevi PKK”, “Zerdüşt
PKK” lafları, devletin tam da böyle
bir analizden hareket ettiğini gösteriyor. Devletin bu laflarla vurmak istediği hedefler ile, Sakine Cansız’ın kişiliğinde temsilini bulan sosyo-politik
kaynaklar, milim şaşmaz biçimde üst
üste düşüyor. Bütün bunlar bir tesadüf müdür?
Yazının başında işaret edilen soru işte
budur.
Ve bu soru “pis pis düşünürken” birden
aklıma düşmüş değildir. Beni böyle düşünmeye yönlendiren bizzat Başbakanın
başdanışmanı Yalçın Akdoğan olmuştur.
Kısaca şöyle:
Murat Karayılan, BDP milletvekillerinin İmralı’yı ziyareti ertesinde durumu
değerlendirirken, şu mealde bir konuşma
yapmıştı: “Öcalan’la anlaşmak yetmez,
hareketin bütün bileşenlerinin uzlaşmaya dahil edilmeleri gerekir. Bu nedenle
bizim Öcalan’la görüşmemizi güvenceye alın ki biz de kendi sözümüzü uzlaşmaya katabilelim.”
Akdoğan, Karayılan’ın bu makul sözlerini değerlendirirken, “Barış ne kadar
geniş kesimleri kendine ortak ederse o
kadar iyi gelişir ve o kadar kalıcı olur”
mealinde bir şeyler söylemek yerine,
biz Kürtleri PKK’nin dağ kadrosuna
saldırmaya davet etti. Hem de bunu en
kışkırtıcı olduğunu düşündüğü silahını
kullanarak yaptı: Ey Kürtler, görüyor
musunuz? Karayılan, lideriniz Öcalan’a
racon kesiyor!
Elinde Öcalan kamasıyla yapılan bu
konuşmanın hemen öncesinde Diyarbakır’da bir gerilla katliamı yapılmıştı. Bunu düşününce midem kalktı.
Akdoğan’ın konuşması bütün Türk medyası tarafından cafcaflı biçimde verildikten hemen sonra ise Çukurca’daki
karakol basıldı. Ne oluyor? demeye kalmadan, Paris’te Sakine ve arkadaşları
kurşun yağmuruna tutuldu. Onun hemen ertesinde de Fetullah Gülen’in sesi
olduğu söylenen Hüseyin Gülerce’nin
sözlerini duyduk: “bizimle de konuşulsun, falanlar da konuşulsun” diyorlar, “
Barış için mi uğraşacağız, rol kapmaya
çalışanlar mı tatmin” edeceğiz diyordu,
özetle.
Mesele galiba aydınlanıyor dedim kendi
kendime. Devlet, AKP’siyle Fetullahçısıyla yani değişik kanatlarıyla ortak bir
mesaj veriyordu. Akdoğan’ın jargonuyla ifade edersem şöyle bir mesajdı bu:
“Derdimiz Kürtlerle gerçek bir barış
yapmak değil. Biz Başkan’la uzlaştık. Size kölece boyun eğmek düşer.
Başkan’a racon kesene bundan sonra
doğrudan biz racon keseceğiz ve bu
raconun illa dağda kesilmesi de gerekmez. Ya Başkan’ın dediğine uyacaksınız, ya da Paris’te bile yaşasanız size
kan kusturacağız!”
Olayları bu şekilde sıralayınca, AKP
sözcüsü Hüseyin Çelik’in, daha Sakine
ve arkadaşlarının cesetleri morga yetişmeden “Katil PKK’dir” diye bağırması
da anlam kazanıyordu. Pek de hazırlıksızlıktan söylenmiş sözler değilmiş meğer. Nitekim Erdoğan da Afrika gezisinden dönünce kelimesi kelimesine aynı
sözleri tekrarladı. Bütün bunların ardından, ben de kalkıp karın ağrıları içinde
bu yazıyı yazmaya oturdum.
Karnım ağrıdı, çünkü AKP’nin başında bulunduğu derin devletin planı bu
ise İmralı görüşmelerinden barış falan çıkmaz. Hep birlikte bir cehenneme doğru gideriz. Bunu bilmek ve söylemek için sadece vicdanı sahibi olmak
gerekir, Einstein filan olmak değil.
***
Hep birlikte cehenneme doğru yol almak istemiyorsak yapılması gerekenler
var. Bunlar başka yazıların konuları
olmakla birlikte, asgari nitelikte olanları anmadan geçmek, yukarıda yapılan
analizin bazı noktalarının yanlış anlaşılmasına veya çarpıtılmasına yol açabilir.
Bu nedenle satır başları halinde eklemek
istiyorum:
-Barış sürecine sağlıklı biçimde girebilmek için Kürtlerin kesinlikle
bölünmemesi gerekiyor. Bunun için
ödenecek bedel, Öcalan’la veya korucularla işbirliğine razı olmaksa bunlar bile göze alınmalıdır. Beni ister
korucuların işbirlikçisi olmakla suçlayın, ister Öcalan işbirlikçisi olmakla.
Gerçek değişmiyor: Orta-doğu’nun
cehenneme dönmeye başlayan ortamında kurda kuşa yem olmamanın
asgari şartı bu birliktir.
-Devletin bir gün Öcalan’ı diğer gün
onun muhaliflerini Kürtlere karşı bir
kama olarak kullanma siyasetinden vaz
geçmesi gerekiyor. Bu, iğrenç bir siyasettir. Barışmaya niyetiniz varsa bu iğrençlikleri bırakacak Öcalan da dahil
Kürt liderlerini gerçek bir siyasi muhatap gibi kabul edeceksiniz. Hepsiyle
başbakan düzeyinde oturup görüşmeniz
gerekmiyor. Ama isterseniz bunu sağlayacak mekanizmaları oluşturmak zor
değildir.
-Sadece Kürt siyasi partilerinin değil,
bütün Kürt toplumunun değişik (politik
olmayan) kesimlerinin de kendi seslerini bu sürece katabilecekleri mekanizmaların yaratılması gerekiyor. Çünkü
sadece Apo’yla anlaşmak hiçbir şeyi
çözmeyecektir. Apo’dan geçtik, sadece
PKK ile anlaşmanız bile yetmeyecektir. Avrupa’daki bütün Kürt aydınlarını
tek tek öldürtseniz de yetmeyecektir.
Ortadoğu’nun nereye gitmekte olduğuna
bakarsanız niye yetmeyeceğini anlarsınız.
-Ortadoğu’nun bugünkü koşullarında
cehennem vadisine yuvarlanmamanın
ön koşulu, Kürtlerin kendi kaderleri
hakkında kendilerinin karar verme
hakkının garanti altında olduğunu
onlara göstermektir. Kürtler bu garantiyi hissetmediği müddetçe önümüzdeki yollar mayınla döşeli olarak
kalacaktır. Bu hakkı garantiledikten
sonra, Kürtlerin bu hakkı birlik yönünde kullanmalarını sağlamak için
meşru yollarla çalışmaya herkesin
hakkı vardır ve Kürtlerin bundan
ötürü rahatsızlık duymaları gerekmez.
-Bütün bunların olabilmesi için devletin öncelikle ve kararlı bir şekilde Türk
milliyetçiliğinin ve ırkçılığının üzerine
gitmesi gerekmektedir. En acil husus
budur.
Bunlar asgari koşullardır. Bunları yapmak yerine, üstte görüşüyormuş gibi
yapıp, altta, toparlanmış olan yeni derin
devlet maharetiyle Ergenekon artıklarını oraya buraya saldırtarak barış sürecinde gerçek bir adım atılamaz, sadece
bir barış oyunu oynanır. Hepimiz için
çok pahalıya patlayacak bir oyun.
14-01-2013
[email protected]
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SAKİNE’NİN
ARDINDAN…
M. Can Yüce
O’nu katlettiler…
Paris’in orta yerinde…
İki kadın yoldaşı ile birlikte…
Hunharca, vahşice…
Bir direniş simgesinin şahsında, Kürdistan Davasına var olan tarihin karanlık dehlizlerinden sınırsız kan içiciliğiyle gelen kin ve vahşetiyle katlettiler
Sakine’yi… Bu vahşi ve kanlı cinayet,
aslında, TC’nin Kürdistan Davası karşısındaki duruşunun, özünün kanlı
özetidir!
“İyi Kürt ölü Kürt’tür”, işte, her türlü güncel değerlendirmenin ötesinde
“bizim” TC için anlamımız, bu dört
sözcükte özetlenmiştir! TC’nin kanlı Kürdistan tarihi de bundan başkası
değildir!
Her gün bilincimize, bilinçaltımıza ve
belleğimize kazınan bu yalın ve bir o
kadar da basit gerçeği kavramadan
bugünü, geleceği kazanmak, dahası
onurlu ve dik duruşu bir yaşam tarzına
dönüştürmek mümkün değildir…
Böyle acılı günlerde yazmak çok zor;
kelimeler boğazınızda düğümleniyor,
göğsünüzde derin bir sıkışma hissediyorsunuz; acı öfkeye karışıyor, belleğiniz hüzünle ortak anıların derinliklerine uzanıyor… Bütün bu acılara
rağmen O’nun anısına yazmak, O’nu
sevgi, saygı ve hüzünle anmak O’na
karşı sorumluluğun, ortak anıların bir
gereği…
Sonraları “Yollarımız” ayrılsa da bu,
paylaşılan ortak anıları, ortak yaratılan, paylaşılan değerleri, direniş yıllarının örsünde şekillenen duyguları
ortadan kaldırmıyor; tersine onlar yaşamımızın bir paçası ve değeri olarak
yaşamaya devam ediyor…
Bu ortak duygular ve anıların mayasında bir davaya inanmışlık ve kendini sınırsız veriş vardı; sözcüğün
tam ve gerçek anlamıyla “adanmış
yaşamlar”dı… 1970’li yılların bu hiç-
bir beklenti ve kayıp endişesi yaşamadan kendini ortaya koyma düşüncesi
ve pratiği, ortaya güçlü bir yoldaşlık ve
arkadaşlık kültürünü şekillendirdi. Bu,
Zindan Direnişinde sınavdan geçti ve
bir döneme damgasını vurdu…
ve açık kabul gördüğü “Tarafların” Politik Temsilcileriyle yürütülür; yoksa
gizli kapaklı, istihbarat örgütleri eliyle
yürütülen süreçler, gerçek alamda politik çözüm süreçleri değildir, tam anlamıyla tasfiye süreçleridir.
İşte Sakine bu kuşağın simge isimlerinden biriydi; onun vahşice katledilişinin en temel nedeni budur! Güncel
gerekçeler ve değerlendirmelerin ötesinde Sakine’de simgeleşen Kürdistanî
direniş ve adanmışlık, O’nu da aşan bu
simgesel gerçek, düşmanlarının vahşiliğinin de özünü anlatmaktadır.
Dolayısıyla Sakine ve arkadaşlarını
katleden politik irade ile Kürt halkını
her açıdan aşağılayan “sürecin” ardındaki politik irade, yani Kürdistan Davasını tasfiye stratejisi, anlayışı bir ve
aynıdır. Bu, güncel değerlendirmeleri
aşan Kürdistan sorununun da özünü
anlatmaktadır.
Diyarbakır Zindanında neden tarihin
tanık olduğu en büyük işkence vahşetlerinden biri dayatıldı ve uygulandı?
12 Eylül Darbesinde cisimleşen TC,
Kürdistan’ı, Kürdistan Davasını nihai
olarak bitirmek ve tarihin karanlığına
gömmek istiyordu; bunu çok kısa bir
süre içinde ve “yoğunlaştırılmış bir
süreç” olarak gerçekleştirmek istiyordu; amacı bu kadar vahşi olan bir devletin araçlarını da vahşet boyutunda
ve niteliğinde seçmesi ve kullanması,
amaç ile araç arasındaki vahşi bağlantıdan kaynaklanmaktadır. Bu vahşi politikaya ve onun araçlarına karşı
PKK’li devrimci tutsaklar direndiler,
her şeylerini ortaya koyarak bu vahşeti püskürttüler ve Kürdistan Özgürlük
Davasının önünü açtılar…
Dar ve güncel anlamda bu TC’nin tarihsel ve güncel planda işleyen temel
anlayış ve iradesinin güncel versiyonları, taktik boyutları, yöntemleri ve
kullandıkları “enstrümanlar” bakımından farklılıklar var elbette. Ama
bu, vurgulanan temel gerçeği ortadan
kaldırmaz.
Sakine Cansız, bu tarihsel direniş sürecinin simge isimlerinden biri oldu; bu,
tarihsel bir roldü ve bunu layıkıyla oynadı. O’dan bunun intikamını almaya
çalıştılar ve yıllar sonra bunu Paris’in
orta yerinde gerçekleştirdiler…
Burada “Hedefin” ne kadar özenle seçildiği çok açıktır; bu, aynı zamanda
verilmek istenen mesajın da açık ve
netliğini anlatmaktadır. Bu noktada
hiç kimse kendisini kandırmamalıdır.
Ortada Kürtleri eşit bir taraf olarak gören, tanımlayan ve bu temelde yürüyen
bir “Barış ve çözüm süreci” yok; tam
tersine tam anlamıyla bir tasfiye ve
Kürt halkını aşağılayan bir süreç var.
TC Başkanının açıklamalarına bakın,
resmi medyaya, özellikle iktidar yanlısı basına bakın, bunun böyle olduğunu
çok net bir biçimde anlarsınız. İçeriğinden bağımsız “Barış ve çözüm süreçleri”, politik zeminde, açık, tarafların meşruiyetinin ve eşitliğinin hiçbir
tartışmaya yer bırakmayacak kadar net
Yine bu noktada, yani Kürdistan Davasını tasfiye yöntemleri ve güncel uygulamaları konusu TC içindeki iktidar savaşının da önemli bir aracı olmaktadır.
Ama unutulmamalıdır ki, Oslo sürecini yürüten irade ile KCK operasyonları
adı altında binlerce Kürt siyasetçiyi bir
bakıma sürek avı ile zindanlara atan
irade, her gün ülkemizin dağlarını,
ovalarını bombalayan, yüzlerce gerillayı katleden irade aynıdır; ama bu iradenin kendi içindeki iktidar savaşı da
çok açıktır ve bu daha önce Ergenekon
Davalarında, daha sonra MIT Müsteşarını yargılama girişiminde çok net
ortaya çıktı.
Bu anlamda Paris kanlı cinayetinin
arka planında vurguladığımız bu iktidar savaşına uzanan bir boyut var.
Olayın güncel boyutunun açığa çıkarılması, deşifre edilmesi ve mahkûm
edilmesi bakımından bu iktidar savaşını deşifre etmek gerekiyor. Bu çok
net, ama buradan yanılgı sonuçlar çıkarmanın bedeli ağır olur. O da şudur:
Sakine Cansız’ın hunharca katledilişinin ardındaki politik özü gözden kaçırmak, bu cinayeti sadece anılan iktidar
kavgasının taraflarından birine yükleyip diğerini gözlerden kaçırmak gibi
bir yanılgıdır!
Elbette bu ayrıntı önemsiz değildir,
ama her dönemde Kürdistan sorunu-
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nun TC’nin iç iktidar savaşında bir
malzeme, bir dayanak noktası olarak
kullanılageldiğidir; bununla birlikte
değişmeyen bir öz var:
Bütün tarafların inkâr ve imha çizgisinde tartışmasız buluşmaları ve bunu
iktidar savaşında bir avantaja dönüştürme yarışına girmeleri gerçeğidir.
Unutmayalım ki, Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim
Mahkemeleri, Askeri Darbeler, Olağanüstü Hal Yasaları ve en son Özel
Mahkemeler temelde Kürdistan davasını bastırma araçlarıdır, ama aynı zamanda iç iktidar savaşının da en temel
silahları olmuştur. Bu bağlantıyı hiçbir
zaman gözden kaçırmamak gerekir.
Daha açık bir ifadeyle KCK operasyonlarını gerçekleştiren irade ile Paris
cinayetinin arkasındaki irade aynıdır; hem politik ve stratejik anlamda,
hem de güncel uygulama ve taktikler
anlamında bu böyledir ve bu, TC’nin
geleneksel kanlı, inkâr ve imha çizgi-
http://www.radikal.com.tr
sini olduğu gibi sürdürme çizgisinden
başkası değildir. Yani bu, “İyi Kürt ölü
Kürt’tür” çizgisinden başkası değildir.
Buradan TC’nin geleneksel temel
çizgisini ve bunun uygulama araç ve
yöntemlerini görmek, kavramak, yani
doğru bir TC ve Kürdistan bilincini
canlı tutmak ve geliştirmek ilk planda
alınması gereken temel önlemdir, bunun dışındaki yaklaşımlar yanılgılıdır
ve başka cinayetlerin önünü açık hale
getirir…
Görülmeli ve unutulmamalıdır ki, bu
cinayetler kampanyası, yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor ve arka planında
hazırlıkları yapılıyor, Polis Akademilerinde, medyada, Özel Mahkemelerin
karanlık dehlizlerinde… Buralarda
sürdürülen iç iktidar savaşı, kazanılan
mevzileri güçlendirme çabaları ile bu
tasfiye planları at başı yürütülmüş ve
yürütülmektedir… Başka bir ifadeyle TC’nin iç iktidar dengelerinde yeni
bir yapılandırma olmaktadır ve bu halen sürmektedir, bunun bir boyutu da
Kontrgerilla ayağıdır… Ama değişmeyen yan ise inkâr ve imha siyasetidir
ve bunun iç iktidar ve iç tasfiyede her
dönemde çok önemli bir üstünlük sağlama aracı ve bahanesi olarak kullanıldığıdır.
Cinayetler kampanyası, aynı zamanda
yeni bir döneme işaret etmektedir. Bunun bilinciyle hareket etmek kaçınılmazdır!
Direnişin sembolü ve bir davaya adanmışlığın simgesi güzel arkadaşımız
Sakine Cansız’ı katleden irade, özet
olarak vurguladığımız bu siyasetin en
kanlı özetidir; somut kanlı katiller kim
olursa olsun bu yine böyledir…
Sevgili Sakine, kendini adadığın topraklarda rahat uyu; emin ol ki direnişin ve bir davaya adanmışlığı en soylu
örneklerinden biri olan yaşam anıların
kuşaktan kuşağa yaşayacak, yeni yaşamlara maya olacaktır!
Seni sevgiyle, özlemle, saygıyla anıyorum… Pazar, 13 Ocak 2013
Kaynak: http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
'Resmi ideolojinin beynini dağıtan
İsmail Beşikçi’dir!'
İbrahim Gürbüz, ‘Kürt aydınının akıl
edemediğini o akıl ediyor’ diyor…
Gülten Madenli / Demokrat Haber
Türkiye’de “aydın” kelimesinin yanına
en yakışan isimlerden biridir İsmail Beşikçi.
Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve
yazılarıyla tanınan Çorumlu sosyolog
Beşikçi, yazılarından dolayı sekiz kez
cezaevine girdi ve 17 yılını cezaevinde
geçirdi.
Sarı Hoca lakabıyla da tanınan Beşikçi
için geçtiğimiz yıl İstanbul’da bir vakıf
kuruldu...
Bir yılı aşkın bir süredir kuruluş çalışmaları devam eden İsmail Beşikçi Vakfı, Resmi Gazetenin 29 Kasım günlü
sayısında yayınlanan tescil ilanıyla birlikte tüzel kişilik kazanarak çalışmalarına başladı.
Vakıf bünyesinde İsmail Beşikçi Araştırma Kütüphanesi de oluşturuldu. Bu
kütüphanede Beşikçi’nin 60 yıldır büyük bir emekle biriktirdiği onbinlerce
eseri, kitap, dergi, gazete koleksiyonu
ve özel arşivini bilime ve kültüre ilgi
duyan araştırmacıların, öğrencilerin
hizmetine hazır hale getirdiler.
Vakfın kuruluşu 29 Kasım’da tescil
edilmesine rağmen, ‘Sarı Hoca’nın 7
Ocak günü doğduğunu hatırlatan kurucu ve yöneticiler, bu nedenle kuruluşu 7
Ocak olarak belirlemenin özel anlamını
vurguluyorlar.
İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde
Ayhan Işık Sokak 21 numarada çalışmalarını yürüten İsmail Beşikçi Vakfı
Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz ile birinci yılına giren çalışmalarını
konuştuk…
Kendinizle tarihiniz arasında, farkındalık oluşturan arayışlarınızda, İsmail
Beşikçi’nin yaşamınıza, varoluşunuza
katkılarını nasıl tanımlarsınız?
Kars Sarıkamış doğumluyum. 1960 yı-
lında 5 yaşındayken ekonomik nedenlerle İzmir Tire’ye göç etmişiz. 1971-72
yılında Tire Lisesi’ni bitirdim.
Kürdistan’daki göçlerin bir kısmının
nedeni her ne kadar ekonomik de olsa,
aslında temelinde asimilasyon ve siyasal nedenler vardır. İnsanları yokluk,
yoksulluk, açlık içinde bırakırsanız doğal olarak yaşadıkları topraktan kopacaklardır. Türkiye’nin, il- ilçe köylerine
gidecek, kendi köklerinden ve kültürel
değerlerinden uzaklaşacak ve asimile
olacaklardır.
Ailemin de göç serüveni ekonomik görünse de temelinde siyasal nedenler var.
Yüz yıldır yürütülen sömürgeci politika, Kürtleri esas olarak asimile etmeye
yöneliktir.
“KUYRUĞUNUZ NEREDE!”
Tire’ye geldiğimizde ağır sözlerle aşağılandık, ulusal baskı yaşadık. Mahalledeki çocuklar bizimle alay edip “Kuyruğunuz nerede!” diyorlardı. Henüz
Kürtlük bilincim yoktu ama 5-6 yaşlarında ilkokulda “Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım” andını söylettiklerinde,
farklı bir halk, farklı bir kültür olduğumuzu anlıyordum. Dudaklarım öyle
söylese de içimden, “Kürt’üm, doğruyum, çalışkanım” diyordum.
Aslında kimlik anlamındaki duygunun,
bir embriyon halinde şekillenmesinin
o yaşlarda filizlendiğini söyleyebilirim. Lise çağlarına geldiğimde 1968
Kuşağı’nın mücadelesi vardı. Mahir-
leri, Denizleri duyuyorduk. Edebiyat
öğretmenim solcuydu. Bana Ant, Türk
Solu, Varlık dergilerini verirdi. Yaygın
olan Halkın Sesi vb. dergileri okuyor,
kimliğimi keşfetmeye çalışıyordum.
1973-74 yıllarında üniversiteye başladığımda Türk Solu yaygındı. Kürt sorununu da tartışıyorduk. Ulusal sorun
adı altında yapılan tartışmalar, teorikakademik altyapısı olmayan tartışmalardı. Türk solunun hemen hemen tümü
Kürdistan diye bir ülkenin olmadığını,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin, Türkiye’nin bir bölgesi olduğunu,
Batı’da ise kapitalist üretim ilişkilerinin
egemen olduğunu, Doğu- Güneydoğu
bölgesinde üretim ilişkilerinin feodal,
yarı feodal olduğu gibi tespitler yapılırdı.
Bunlar tartışılırken Kürt sorununa
ilişkin 1976-78 yılları arasında İsmail
Beşikçi’nin de yazılar yazdığı Rızgari
dergisi çıkıyordu. Dergiden önce elimize zaman zaman ulaşan teksir kâğıdına
basılmış yazılar, broşürler geçerdi.
Orada Beşikçi’nin Cumhuriyet Halk
Fırkası’na ve bazı makalelerine rastladım. Beşikçi’yi okuyunca ufkumun değiştiğini söyleyebilirim. O, bende köklü
değişikliklere neden oldu. Dünyaya,
Türkiye’ye ve Kürt sorununa bakışım
değişti. İzmir’deyken anlatılanlar genellikle, Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş
önderi ya da küçük burjuva devrimcisi
olduğu biçimindeydi.
Kürtlere yapılan baskılar, isyan süreçlerinde yapılan katliamlarda Mustafa
Kemal’in hiç payı yokmuş gibi davranı-
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lıyordu. Bu beni arayışlara yönlendirdi.
Beşikçi’nin o dönemlerde bile Kürt sorununa yaklaşımı bilimseldi. Sol hareketlerin Kürt sorununa yaklaşımı, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını kabul
ancak bunun Türkiye’ de yapılacak devrimle çözülebileceği şeklindeydi.
Türk solunun Kürt sorununu devrimden sonraya ertelemeye çalışması,
Kemalizm’e yaklaşımındaki şoven ve
sosyal şoven tespitleri, Beşikçi yazılarıyla bertaraf edildi. Beşikçi’nin Kürt
sorununu akademik olarak çözümleyişini, 1970’li yıllarda beynimizdeki resmi ideolojinin yarattığı bütün karakolları berhava etmesi olarak görüyorum.
Beşikçi’nin ruhumuzda, beynimizde,
belleğimizde çok derin etkileri vardı.
Bunu burada teslim etmekte yarar var
diye düşünüyorum. Mutlaka başka etkiler de olmuştur ama Beşikçi’nin kitapları bilimsel bilgiyle yazıldığından,
bilincimizde bir neşter gibi köklü değişiklikler yaparak, beynimizi, ruhumuzu
etkiledi. Beşikçi’ye olan bağlılığımız,
adını eserlerini düşüncelerini yaşatma
isteğimiz herhalde buradan olsa gerek.
İsmail Beşikçi 1960- 61 yıllarında KürtKürdistan çözümlemelerine başlıyor.
Kemalist resmi ideolojiyle geçen uzun
örtük karanlık bir dönem var. Kürt-Türk
aydınlarından da örnek verebileceğiniz
birileri var mı?
1961’de Beşikçi, Keban’da kaymakam
vekiliyken Kürtleri tanıyor. Sosyolog
olduğu için bilim merakıyla araştırmaya başlıyor. Staj sonrası askere gidiyor
ve özellikle Bitlis’e becayiş yaparak
gidiyor. Amacı Kürtleri daha yakından tanımak. Aşiret ilişkilerini, sosyo
ekonomik üretim ilişkilerini daha yakından görüp araştırarak tezlere varmak için. Askerlik bitince Erzurum
Üniversitesi’nde çalışıyor ve tezini de
Alikan aşireti üzerine yapıyor. Alikan
aşiretiyle birlikte aylarca yaşıyor, incelemeler yaparak bütün Kürdistan’ı
büyük oranda soğuk, kar, kış demeden
karış karış bir derviş gibi geziyor.
Kendisi Çorum’da yaşamış varlıklı eğitimli bir ailenin çocuğu. Babası
Osmanlı’da müderris. Bilime olan bağlılığı ve gerçeğin peşinde olma isteği,
zor koşullar onu rahatsız etmiyor. Forum dergisinde çıkan 3 makalesi o dönem için çok önemlidir. Kürt sorununa
akademik bilim metoduyla yaklaşıp,
çözümlemelere gidip, deklere ediyor.
Dönemin bütün üniversitelerinde yankı yaratıyor. “Bu çılgın kim, Bu ne cüret?” gibi kavramlar kullanılıyor. İnandığı doğrultuda hiçbir sınır tanımayan
Beşikçi’yi ayrı kılan da bu zaten.
“Kürt”, “Kürdistan” dersem başıma bir
felaket gelir mi, diye hiç düşünmüyor.
Bilimin gereği bunların mutlaka yazılıp yayınlaştırılması gereğine inanıyor.
Çok karanlık bir istibdat dönemidir,
Kemalizm’in en karanlık dönemidir,
Kürt kelimesini ağza almak bile risktir.
Aba altından da sopa göstererek, “bu
meseleye karışma sana her türlü koşulu
sunarız…” Tehditler Beşikçi’nin umurda değil.
O yıllarda Kürt aydınları bile korkuyor, Kürt sözcüğünü açık bir dille ifade edemiyorlardı. Beşikçi’nin bu yanı
da çok ayırt edici bir özelliktir. O dönemde 49’lar gurubu var, savunmaları
da ortada. 1970’te DDKD savunmaları
var. Beşikçi’nin bu dönemi de çok ayırt
edici. Ocak Komünü’nde Tarık Ziya
Ekinci, Fegi Hüseyin gibi birçok Kürt
aydını var. Beşikçi o dönemde “Kürtçe siyasal toplu savunma yapılmalıdır”
diyor. Müthiş bir şey bu. DDKO davasında “Kürtçe toplu siyasal savunma”
yapılmasında ısrar ediyor, tartışıyor.
Beşikçi’ye armağan kitabında yazısı olan Recep Maraşlı’nın da belirttiği
gibi, Beşikçi Kürtçe savunmada ısrar
ediyor. Ancak toplu savunma Türkçe
yapılıyor.
DDKO SAVUNMASI KÜRTÇE YAPILABİLSEYDİ, KCK DAVALARI
KÜRTÇE YAPILACAKTI
1970’te DDKO savunması Kürtçe yapılabilseydi eğer, şimdi KCK davaları
tartışmasız Kürtçe yapılacaktı. Biliyorsunuz, Türkiye’de Kürt sorununu,
TİP yarım ağızla, THKP-C, THKO çok
soyut yüzeysel kavramlarla, siyasal bir
söylemin ötesine geçemediler. Çoğu
Kürt sözcüğünü dahi kullanmadan yerine Şark, Doğu kelimelerini kullandı.
Kürt, Kürdistan kavramını kullanan
çok az insan vardı. O dönemde devrimci gençlik içinde İbrahim Kaypakkaya
var. Kürt realitesinin altını çizerek söylediğinden, çok ağır bedeller ödeyerek
işkencede öldürüldü.
KÜRT AYDINININ AKIL EDEMEDİĞİNİ O AKIL EDİYOR
Şöyle de tanımlayabilir miyiz Beşikçi
Hoca’yı? Kendisine verilenlerle değil de
verilmeyenlerle, kendisinden de beslenerek, tarihin gömüsünden çıkarıyor ve
çözümlüyor.
Evet, kendinden besleniyor. Hiçbirimizin akıl edemediğini, hiçbir Kürt aydınının akıl edemediğini o akıl ediyor. O
dönemdeki öngörüsüne bakın, “Kürtçe
toplu siyasi savunma yapmalısınız,” diyor. Çünkü senin dilin kimliğindir, toprağın, vatanın ve özgürlüğündür. Beşikçi nirengi noktasını 40 yıl öncesinden
keşfetmiş tespitlerde bulunmuş. Şimdi
ise Kürt sorunu dil sorunudur, toprak
sorunudur deniyor ve tartışılıyor.
Türkiye Kürdistan’ı, İran Kürdistan’ı,
Irak Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı
var. Dört coğrafyanın Kürdistan’ı var
ama “Kürtlerin bir Kürdistan’ı” yok
diyor. Bu Kürtlerin geleceği açısından
çok önemli bir tespittir. Diğerlerinden ayırt edici olarak, resmi ideolojiyi,
Kemalizm’i akademik bir dille bilimsel
metotlarla, anti Kürdoloji- gizli Kürdoloji tezlerini çürüten, yerle bir eden
Beşikçi’dir.
Kapsamlı şekliyle Mecburi İskân, Güneş Dil Teorisi, Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi, Devletler Arası Sömürge Kürdistan gibi bir yığın kitaplarla,
Aziz Nesin ile olan polemiklerle, bütün
bunları topladığınızda resmi ideolojiyi
Kemalizm’i, en bütünlüklü, derinlikli,
detaylı bilimsel metotla yerle bir eden,
beynini dağıtan yine Beşikçi’dir.
Şu tespiti de çok önemlidir. Kürtlerde
milli duygu eksikliği vardır, diyor altını
çizerek. Bu da çok doğru bir belirleme.
Ulus, milli burjuvazinin önderliğinde
geliştirilir, derinleşir, şekillenir. İdeolojisi, kültürel alt yapısı oluşmadan sağlıklı olmaz. Ulusun altyapısını oluşturmadan da sosyalizmi bekleyemezsin,
özürlü olur, önce bu sürecin yaşanması
lazım. Bugün Kürtlerin maalesef milli
burjuvazisi yok. Altını çizerek Kürt hareketinin de milli duygu konusunda çok
yetersiz olduğunu söylüyor. Kürtlerin
milli burjuvazisi olsaydı bugün onlarca
kütüphaneleri, kültür merkezleri, enstitüleri olurdu.
Bu tespitlerinizi başka bir sorumla ilişkilendirmek istiyorum. Kkültürel alanda mücadeleyi tercih etmenizin nedenleri neler?
1975-1981 arası dört buçuk yıl cezaevinde yattım. Yattığım süre içinde örgütsel
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yapılanmam bir anlamıyla dağılmıştı.
Birçok Kürt hareketi ve Türk solu çok
ağır darbe yemişti. Kürtlerin özgürlük
mücadelesinde sanat, kültür, bilim alanında boşluk olduğunu düşünüyor cezaevindeyken fark ediyordum. Kürtlerin
kültürel cephesinin boş olduğunu tespit
etmiştim. Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün
bu anlamıyla bilincimi etkilediğini söyleyebilirim. Paris’te kurulmuş; neden
Türkiye’de, Kürdistan’da, İstanbul’da,
Diyarbakır’da bu tür kurumlar olmasın
diye kendi kendime sordum.
Mao Zedung yargılandığım örgütün
önemli bir figürüydü. Bir ulusun özgürlüğü iki orduyla mümkündür, diyordu.
Bunlardan birinin kültür ordusu olduğunu söylüyordu. Kürtler uluslaşma sürecinde olduğu için, kendi kültürlerini,
dillerini çok iyi geliştirmeleri gerekiyor. Eğer bir ulusun dili, kültürü, sanatı, edebiyatı yoksa o ulus varlığını uzun
süre sürdüremez, sonuçta asimile olur.
Çok büyük ordularınız, siyasal örgütlenmeleriniz olabilir ama sizin halkınızın, ulusunuzun kan damarları, can
damarları kültür, bilim ve dille yoğrulmamışsa, bir müddet sonra o olgularınız bir şey ifade etmez.
Mustafa Kemal işadamlarıyla yaptığı
bir toplantıda diyor ki: “Biz Balkanları niçin kaybettik. Balkan halkları önce
dillerini, kültürlerini, sanatlarını öğrendiler, sonra ulusal duyguları gelişti.
Ulusal özgürlük talepleriyle ortaya çıkıp özgür oldular, bizden kurtuldular.”
Bundan dil, sanat, kültür ve bilimsel
çalışmaların çok önemli olduğunu anlıyoruz. Kürtler önce anadillerini öğrenecekler, kültürlerini edebiyatlarını
tarihlerini öğrenecekler. Ulus bilinci,
tarih bilinci, vatan bilinciyle ancak siz
var olabilirsiniz. Bunları yapabilmek
için de mutlaka sanata, kültüre, bilime
önem vermelisiniz.
Maalesef Kürt hareketlerinin bunlara
yeterince önem vermediği ortadadır.
Bu mevcut Kültürel kurumlar kendi güç
ve çabalarıyla ayaktalar. Bu da çok ciddi bir zaaf ve eksiklik. 12 Eylül öncesi
arkeoloji müzesinde mühendis olarak
çalışıyordum. Türkiye’de tarihi eserlerin kimyasal yollarla konservasyon ve
restorasyon laboratuarında, uzun yıllar
saklanması işiyle, yani bilimle uğraşıyordum. Tarihle, kültürle, arkeolojiyle
olan bağlarımdan dolayı bu alanı ken-
dime uygun buldum. Kültürel kurumlar
oluşturulmasında katkıda bulunmayı
düşündüm. Sonraki yıllarımda ekonomik altyapımı örgütledim ve kültürel
arayışlarıma başladım.
MKM, Kürt Enstitüsü kurucularından
olup bir süre başkanlığını da yaptınız.
Tescilleri gerçekleşmeyen Kürt Kültür Vakfı, Mezopotamya Kültür Vakfı,
Şeyh Sait Vakfı kurucularından da oldunuz. İsmail Beşikçi Vakfı kurucularının öznesi olarak mücadele verdiğiniz
vakfın başkanlığını yapıyorsunuz. Uzun
yıllara dayalı bu yürüyüşünüzde İsmail
Beşikçi Hoca katkılarıyla yanınızda olmuş. Öyle oluyor ki canınızın yarısı hocayla geçmiş, geçiyor. Sizde kalan diğer
yarı yanınızla İbrahim Gürbüz kimdir
desem kendinizi nasıl tanımlardınız?
12 Eylül’ü yaşamış, Mamak’ta 25 gün,
İstanbul cezaevlerinde 29- 38-43 gün
açlık grevlerinde bulunmuş, bütün direniş faaliyetlerinde fiilen yer almış
biri olarak duyarsız kalamazdım. Buna
vicdanım elvermezdi. 1985-1989 arası
ticari faaliyetle ekonomimi örgütledim.
Cezaevinde ve sonrasında da düşündüğüm sanat, kültür, bilim alanlarında çalışmalarıma başladım. 1989 yılında her
çevreden aydın kültür insanlarıyla ilişkilere girdim. Kuracağımız bu kurumlar her şeyden önce, Kürt Ulusal Kültür
kurumları olmalıydı. Herhangi bir siyasal çizginin vesayetinde olmamalıydı.
Tamamen özgür, sanat, bilim üreten
birer okul işlevinde olmalıydı. Buna ihtiyaç vardı. Bir kültür merkezini siyasetin uzantısı haline getirirseniz orada
sanat, kültür gelişemez, sadece siyasal
kadrolar oluşur. Orası artık kültürel bir
kurum olamaz.
Kurduğum ilişkilerde bir kısmı olumlu
yanıt verirken uzak duranlar da oldu.
Kürt ve Kürdistan adıyla kültür merkezi kurmak çok zordu. İlk bir yıl Yukarı
Mezopotamya Kültür Merkezi koyduk adını, logosunu da oluşturduk. Bir
gurup aydın ve tiyatrocuyla bir araya
geldik. Ressam Fevzi Bilge, tiyatrocu
Cemil Hoca, gazetede çalışan Cabbar
Gezici ve ben, girişim komitesi oluşturduk. MKM’yi bu şekilde kurduk. İlk
İstanbul Tarlabaşı’ndaki yeri kiraladık.
Daha sonra da İzmir, Adana, Diyarbakır, Erbil, Süleymaniye’de şubeler kurduk. Üç yıl içinde çok hızlı gelişti. Mezopotamya Aile Birliği, Mezopotamya
Çocuk Bölümü, Sanatçılar- Ressamlar
Birliğini kurduk. Ana baba günüydü,
kültür merkezi ilgi odağı olmuştu. Üç
buçuk yıl içinde ulusal kültürel kurumdu. Hiçbir örgütün vesayeti yoktu.
Şöyle böyle yapın diye yönlendirmede
bulunulmadı. Çalışmalarımızı kendi
irademizle yürütüyorduk. Çizgimiz
bu çerçevedeydi. Farklı bir ideolojiniz
farklı bir siyasi çizginiz olabilir, ancak
onu kurumunuz dışında bırakacaksınız.
Bu kurumun içine geldiğinizde hedefiniz sanat üretmek, kültürü yaşatmak
olmalı diye formüle etmiştik. 1994 yılı
sonlarına kadar devam etti.
İnsanın Kürt’üm demeye korktuğu, faili
meçhullerle günde üç- beş insanın öldürüldüğü karanlık bir dönemdi. Başlangıçta kültür merkezini, Sanat, Kültür,
Bilim olarak üç bölümden oluşturduk.
Sanat bölümünde müzik, resim, tiyatro;
Kültür bölümünde komisyonlar şeklinde etnografik- geleneksel ve benzeri bölümler; Bilim bölümün de ise dil, tarih,
edebiyat ve sosyoloji alanında faaliyetler yürütülüyordu. Bilim bölümü başkanı İsmail Beşikçi’ydi. Hocayla tanışmamız da 1991 yılında oldu.
TİYATRO DERSLERİNİ
ERDOĞAN VERİYORDU
YILMAZ
Musa Anter, Abdurrahman Düre edebiyat, felsefe her alanda dersler veriyordu.
Cemşid Bender tarih dersleri veriyordu
ve Fegi Hüseyin Kürtçe ders veriyordu.
Bunların çoğu hayatta yok bugün. Öyle
bir ekipti. Bodrum katında tiyatro çalışmaları yapılıyordu. Tiyatro derslerini
Yılmaz Erdoğan veriyordu. Gösteriler
için küçük bir sahnesi vardı. Dört katlı
bina yetmiyordu artık. Kültür Merkezi
kuruldu, ancak kısa bir zaman diliminde mekânımız yetmez oldu. Bilim bölümünü alarak enstitü biçiminde örgütlemeye karar verdik. Kürt Enstitüsü’nün
doğuşu da böyle oldu.
Enstitüyü Fegi Hüseyin’le birlikte organize ettik. Fegi Hüseyin emekçi,
çalışkan bir insandı. İstanbul, Ankara, Diyarbakır’dan gelen yaklaşık 40
aydınla Rojda Restoran’da ilk toplantımızı yaparak sekiz kişilik kurucular
kurulunu oluşturduk. İsmail Beşikçi,
Musa Anter, Yaşar Kaya, Fegi Hüseyin,
Abdurrahman Düre, Cemşit Bender,
Süleyman İmamoğlu ve benim de içinde
yer aldığım bir kuruldu. 18 Nisan’da da
açılışını gerçekleştirdik.
Nişantaşı’nda Rumeli Caddesi üzerinde
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
büyükçe bir daire kiralayarak kocaman
bir tabela astık. Emniyeti çok rahatsız
etti, indirildi. Kapınızın üzerine küçük
bir tabela koyabilirsiniz dediler. Açılan
davalar takipsizlikle sonuçlandı. Kürt
Enstitüsü 20 yıldır devam ediyor, MKM
de. Bugünkü süreçte bana göre kültürel
ve ulusal kurum olmanın gereklerini yerine getirememekteler. Siyasal söylemlerden uzak durmalıdırlar. Elbette bütün ülkeyi, ulusu ilgilendiren konularda
sessiz kalmamalı ve duruşları olmalıdır.
Bilimle, dille, tarihle, edebiyatla gelişerek asıl rollerini oynamalıdırlar.
Mezopotamya Kültür Merkezi ilk dört
yıllık tempoyla gitseydi bugün kültür
sarayına dönüşürdü. Eğer Ulusal Kültürel kurum rotasında ilerlemiş olsalardı,
bugün iki kurum da çok önemli, üst düzey yerlere gelirdi. Kendi süreçlerini yaşayamadılar. Bu da elbette üzüntü verici
bir durum. Daha doğrusu bu zor dönemde daha fazla eleştiriye gitmeden böyle
ifade edeyim. En kötü ihtimalle bugün,
kurucusu olduğum Kürt Enstitüsü’nün
kitapları Sabancı Üniversitesi’nde okutuluyor ve benim oğlum da orada Kürtçe ders görüyor. Bu da benim için hoş
bir şey, bundan da gurur duyuyorum.
Tescilleri onaylanmayanlar da var değil
mi?
Normalde vakıf kurarak başlamak gerekiyordu, bünyesinde kültür merkezi,
enstitü. O dönemde konjönktürel durum
buna müsait değildi, siz vakıf için başvurduğunuzda bin bir gerekçeyle engellenirdiniz. Dernek olarak kursanız iki
günde kapatılırdınız. Biz de ne yaptık,
tersine yol izledik. Önce limitet şirketi
biçiminde kültür merkezi kurduk. Bu
da ince bir ticari atraksiyon. Şirket bünyesinde bir araştırma merkezi olarak
enstitüyü kurmayı düşündük. Bunların
üzerini şemsiye gibi kapsayacak Kürt
Kültür Vakfı’nı düşündük. Kurucuları
arasında Leyla Zana, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Melik Fırat da var. İşadamları, bizler de varız. Çok geniş bir yelpaze. Dönem çok ağır ve her türlü yöneliş
var. Başvurumuz reddedildi. Kürt adını
kaldırıp Mezopotamya yapalım dedik.
Kurucuların arasından biraz ayıklama
yaptık, yine de reddedildi. Hatip Dicle
parlamentoda gensoru önergesi vermişti neden kabul etmiyorsunuz diye.
O iki kurum böylelikle gerçekleşemedi. Davalar açtık sonuç alamadık. Şeyh
Sait ise önemli bir figür, ailesi de vardı.
Nubahar çevresinden fanatik olmayan
ılımlı Müslümanlar, Kürt kültürel de-
ğerlerine önem veren bir çevre. Sabah
Kara, Kasım Fırat (Şeyh Sait’in torunu).
Kültür merkezinde yaptığımız geniş katılımlı toplantılarla nakdi alt yapısı ve
belgeler hazırlandı, maalesef başvurumuz yine reddedildi. Bu 3 kurum yıllarca tescil edilmedi.
Çocukluk- ilk gençlik yıllarınızda aile
radyonuzun sizde bıraktığı etkiler nelerdi?
Dört yaşımdan itibaren, bizde radyo
imajını yaratan Erivan Radyosu’nu hatırlıyorum. Belleğimize kazınmış radyodur. Köklerimizi orada buluyorduk.
TRT vardı ama ondan bir şey anlamıyorduk. Ezgilerimiz, bizim müziklerimiz Erivan Radyosu’nda vardı. Aram
Dikran, Garabete Haco, Meryem Xan
vs. şarkılar söylüyor ve günün belli
saatlerinde cızırtılı da olsa onları heyecanla dinliyorduk. Büyüklerimiz
özellikle radyo saatini beklerlerdi. Çok
dilli radyonun bende oluşmasında Erivan Radyosu’nun payı büyük.
Yaşam Radyo nasıl bir süreç izledi…
İsmail Beşikçi’yle 19 yıldır tanışıklığımız var. Aramızda bir dönem kopukluk
yaşandı. 1994 yılında ben düşünce suçlusu olarak aranır duruma düşünce hoca
da hapsedilmişti. Bu arada 2002 yılına
kadar görüşememiştik. 2002 yılında
çıkan yasayla cezam ertelendi ve suçlamalardan kurtuldum. Bu arada sürekli
düşünüyorum neler yapabiliriz diye.
Beşikçi’yle de ilgili bir kütüphane, bir
kurum düşüncesi hep aklımdaydı. Bir de
radyo projem vardı. Yaşam Radyo 1995
yılında kurulmuş, yayın çizgisi farklı bir radyoydu; ekonomik nedenlerle
kapatılmıştı. Kurucularından Mehmet
Gözcü bir süre sonra radyoyu tekrar kurabilir miyiz diye benimle iletişime girdi. Frekansını satın aldık. Yaşam Radyo
adını, patentini de alarak 2004 yılında
yayına başladık. Radyonun kurucuları
arasında Mehmet Gözcü, Musa Ağacık,
Cüneyt Uzunoğulları ve ben vardım.
Kendilerinin düşüncesi özgün müzikler
yapan radyo olması yönündeydi. Benim
koşulum ise çok dilli, çok kültürlü bir
radyo idi. Arkadaşlar bu düşüncemi kabul ettiler. Böylece Türkiye’de ilk kez
çok dilli, çok kültürlü yayın yapan bir
radyo doğmuş oldu.
Çok dilli olması bütünüyle yayın politikasını değiştiriyor…
Elbette, sivil ve demokratik bir kurum
olmalıdır. Bütün siyasal parti ve düşüncelere eşit mesafede duran, sorgulayan,
eleştiren, özgür birey, demokrasi kültürü oluşturmaya çalışan, kadın çocuk,
emek haklarını korumaya çalışan, özü
çok dilli ve kültürlü bir radyo. Amacımız; bütün dillerin, kültürlerin mutlaka
sahiplenilmesi yaşatılması idi. Radyoda ilginç sloganlar oluştururduk: “Yok
olmasın Akdeniz sırtlanı, yok olmasın
Anadolu parsı, yok olmasın İstanbul nazendesi” diye.
Sadece diller, kültürler değil, hayvan
ve bitkilerin de soylarının tükenmesine
karşı çıkan bir radyo olsun istiyorduk.
Her dil, her kültür bir tattır; bir dilin,
kültürün yok oluşu, dünyada bir tadın,
lezzetin, kokunun ve rengin yok oluşudur diye düşünüyorduk. Örneğin Lazca
tehdit altında olan bir dil ve yok olmak
üzere. Lazlar ise gaflet ve delalet içindeler. O kadar güzel bir kültürü, dili, müziği var ki. Ama yok oluyor. Sovyetler
Birliği’nde Lenin döneminde Doğa Enstitüleri Merkezi’nde, en küçük dillerin
korunması için enstitüler açılarak diller koruma altına alınmış. Özgürlüğün
ana damarı, yok olmaya giden dillerin,
kültürlerin korunmaya alınmasıdır.
11 dilde yayın yapan radyomuz büyük
zenginlikti gerçekten. Kürtçe, Türkçe,
Süryanice, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Arapça… Çingeneler de program yaptılar. Anadolu’da
ne kadar renk, kültür varsa, belki bizim bilemediğimiz ulaşamadıklarımız
da olabilir, hepsinin radyoda sınırlama
getirmeden program saatleri ve çeşitleri
vardı. Aslında Türkiye’de 11 dilde yayın
yapan ilk radyoydu. Maalesef RTÜK
bizi rahat bırakmadı. Entefre eden yan
frekanslar vardı. RTÜK tüm çabalarımıza rağmen hiç oralı olmadı. Radyonun karasal yayınını sonlandırmamız
için özellikle entefre edilmemize sesiz
kaldılar.
Şöyle de diyebilir miyiz: 89,4 frekanslı
İstanbul Radyosu olan Yaşam Radyo,
toplumsal renklilik ve çok kültürlülük
temelinde yayın yaparak alternatif yayın kuruluşları arasında yerini aldı ve
karasal yayınına son verdi. İnternet radyoculuğuna başlayan Yaşam Radyo ise
sınırları aştı. Günümüzün iletişim dünyasında bundan sonra taşıyacağı vizyonu nasıl görüyorsunuz. Dolayısıyla önceki yayın politikasını da aşarak İsmail
Beşikçi Vakfı ile organik bağ kuran Yaşam Radyo’yu bekleyen sorumluluklar
neler ve Denge Jiyan radyosunun da?
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İyi bir internet sistemi kurarak canlı
yayın yapabiliyoruz. Çok kültürlü, çok
dilli müziklerimiz, programlarımızla,
vakfımızın etkinlikleriyle de bütün dünyaya ulaşmış oluyoruz. İBV, Beşikçi’nin
konferansını canlı yayınladı, dünyanın
birçok yerinde dinlendi. Elbette sorumlulukları daha da artacak, hassas ve
dikkatli, vakfın tüzüğünün konseptiyle
programına uygun olacak. Rehber edindiğimiz Beşikçi’nin duruşuyla tamamen
örtüşerek yayın yapacak. Vakfın aktivitelerine, Beşikçi’nin konferanslarına da
ağırlık veren formatta yayınımız devam
edecek. Bu radyo vakfın radyosu zaten.
Şu an İstanbul’da yayın yapan birkaç internet radyosu var. Hızla radyo ve televizyon da internet yayıncılığına dönüşmek üzere. Belki karasal yayınlar 3-5
yıl sonra tamamen kapanacak, internet
yayıncılığına dönecek, karasal yayına ihtiyaç duyulmayacak. Yayına yeni
başladığımızdan kendini yenileyen,
geliştiren, teknolojiyi de takip eden,
düşünsel yeniliklere açık olan bir radyo
olacak. Bir süre sonra radyoyu internet
TV’ye de çevirebiliriz, bunu denemeyi düşünüyoruz. Radyoyu 2 bölümde
oluşturduk. Denge Jiyan Radyosu, Yaşam Radyo’nun Kürtçe adı. Paket yayın
Kürtçe çevirisiyle yayınlanabilecek.
Hocanın söyleşilerinde de çeviri yapılabilecek. Biliyorsunuz İsmail Beşikçi
Vakfı’nın web sitesi 3 dilde. Türkçe,
Kürtçe, İngilizce (Kürtçenin üç lehçesi
de var). Yakın zamanda vakfın danışma
kurulu oluşacak ve önerilerini de alacağız.
nım, cumhurbaşkanım, genelkurmayım
düşünür” mantalitesidir biat kültürü; birey olmayı engelleyen, özgür yurttaşlık
bilincini körelten, demokrasi kültürünü
yok eden bir düşünce sistematiğidir. Bizim Beşikçi’yi sahiplenmemiz bilimi
sahiplenmek olarak görülmeli. Yoksa
biz onu putlaştırmıyoruz, o da bir insan.
Sonuçta ruhunu, bedenini, her şeyini
bilime adamış bir insan. Onun o güzelliğine sahip çıkmak zorundayız.
“BEŞİKÇİ BİLİMİN NAMUSU, İNSANLIĞIN VİCDANI”
Beşikçi de devlet karşısında asla geri
adım atmıyor, bedelini çok ağır ödüyor.
50 yıldır bir başka halkın davasını kendi
davan yapacaksın, bütün gençliğini, hayatını, feda edeceksin. Vakfa bütün mal
varlığını, 2 evini, kitap, dergi ve arşiv
koleksiyonunu, telif haklarını bağışlayacaksın. İçeriden ve dışarıdan tüm
tehdit, ölüm, saldırılar karşısında asla
duruşundan bir milim geri adım atmayacaksın. Benim gözümde kendisi günümüzün Sokrates’i ve Servetus’udur.
Bir anlamda Beşikçi de, Sokrates gibi
bir okuldur.
Kişisel tarihinizde, İsmail Beşikçi
Vakfı’na hazırlanmış gibi bir görev üstlenmişsiniz.
30 yıldır, belki de Beşikçi’nin kitaplarını okuduğumdan beridir Hoca idolümdü. Yıllardır hayalini kurduklarım
gerçekleşiyor ve daha da büyüyecek.
Beşikçi, son yıllarda Türk entelejiyansı tarafından da keşfedilmeye başlandı.
Beşikçi’ye bilimin namusu, insanlığın
vicdanı diyoruz. Bağlılığımız bir kul,
tebaa ilişkisi değil.
Feodal bölücülüğü de beraberinde getiriyor bu kültür…
Evet, kul olma, biat etme, reaya olma,
“benim yerime ağam düşünür, şeyhim
düşünür, hakanım, başkanım, başbaka-
Bazı söyleşilerinizde dikkatimi çekti,
yürekten katıldığım, inandığım yorumlarınızı okudum. İsmail Beşikçi
bir okuldur diyorsunuz. Bu okul İsmail
Beşikçi’nin kimliğinden süzülerek bir
vakfa evriliyor. Vakfı gelecekte bekleyen okullar neler?
İnsanlık tarihini öğrenmeye çalışırken, İsmail Beşikçi’yle ilişkilendirebildiğim figürleri bulmaya çalışıyorum.
Galileo’ya benzetiyorum, her ne kadar
geri adım atmışsa da mahkeme salonundan çıkarken “Dünya dönmüyor demiş
olsam da dünya yine de dönüyor” diyerek düzeltme yapmıştır.
Michel Servetus, kanda hemoglobin’i
bulan Yahudi bir bilim adamı. Dönemin aristokratları, skolâstik düşünceye
sahip kilise, kitabını geri alıp, düşüncelerinin yanlışlığını belirten yeni kitap
yazacaksın, ölümden öyle kurtulabileceksin dediklerinde, Servetus asla geri
adım atmıyor, kazığa çakılarak, yakılarak idam ediliyor.
Kürt ittifakı rotasında Ahmede Xani’ye
çok benzetiyorum. Ahmede Xani ısrarla Kürtlerin ittifak içinde, birlik içinde
olmalarını söylüyor. Beşikçi de ısrarla
Kürtler arasında birlik ve ittifakı savunurken var olmanın, özgür olmanın
temel koşulu olarak “ittifak” diyor.
Beşikçi bir okuldur, bilimin okuludur.
Bu bilim okulunun içinde Kürtlerin
ulusal okulu da vardır. Kürt ulusal inşasının okuludur, Beşikçi. Kürt gençleri Beşikçi’yi okuyarak kendi ulusal
inşalarını gerçekleştirebilirler. Bizim
kuşak çok olmasa da Beşikçi’yi tanıyor,
fakat genel olarak gençler onu tanımıyor. Beşikçi aynı zamanda bir ekoldür
de. Yaşamının her alanında, üniversitede, mahkemelerde, savunmalarında,
cezaevlerinde, dik duruşuyla kendini
ifade eden bir ekoldür. Kitapları, düşünceleri, felsefesiyle de bir okuldur. Don
Kişot bir roman kahramanıdır, inandığı
değerler uğruna, kötülükleri temsil ettiğine inandığı yel değirmenlerine savaş
açıyor. Bir anlamda doğruluğu, dürüstlüğü temizliği ve saflığı simgeleyen bir
roman kahramanıdır. İnançları uğrunda
savaşması açısından bana Beşikçi’yi
anımsatıyor. Beşikçi son derece mütevazı, samimi, gösterişten uzak bir şahsiyettir. Herhangi bir tehdit ile asla ve
asla inancını söylemekten geri durmaz.
Aslında son derece normal bir insan,
özcesi insan gibi bir insan. Vicdan, adalet, özgürlük en güzel kavramlar ona
yakışıyor. Doğruluk, dürüstlük, erdemli
ve faziletli olmak, bütün bu değerler yakışıyor Beşikçi’ye.
“BEŞİKÇİ TÜM MAZLUM HALKLARIN SESİ VE VİCDANIDIR”
Kürt belediyeleri tarafından parklara,
caddelere vs. adları veriliyor. Verilen
kimlikler elbette değerlidir ama Beşikçi
Hoca’nın öğrencileri de gibidirler. Bu
konuda düşünceleriniz ne?
Tespitinize yüzde yüz katılıyorum. Beşikçi her şeyin en güzelini hak ediyor
bence. Burayı oluşturduğumuzda kütüphane yeterli diyordu kendisi. Fakat
Ruşen Ağabey hayır, İsmail Beşikçi bir
kütüphaneye sığmaz dedi. İsmail Beşikçi ne bir kütüphaneye sığar, ne de
bir üniversiteye dedi. Bize göre Beşikçi ismi Kürdistan’ın en güzel yerlerine
konulmalı. Biraz da buradan sitem edeyim, gönül ister ki belediyelerimiz bu
konuda daha duyarlı olur ve hepimizi
mutlu edecek adımlar atarlar. Beşikçi
bütün mazlum halkların sesidir. Mazlumluğu en çok kim yaşıyorsa onların
insanıdır. Dolayısıyla Kürtlerin tarihi
ona denk geldi. Eğer bu mazlumluğu
Kürtler değil de başka halklar yaşasaydı, onların sesi olurdu. Beşikçi bana
göre, köklerini Anadolu medeniyetinden almaktadır. Beşikçi Anadolu’dur,
Mezopotamya’dır ve tüm mazlum halkların sesi ve vicdanıdır.
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türklere göre
Hıristiyanların
hepsi ajan!
"Open Doors" adlı kuruluşun son raporuna göre dünya çapında 100 milyon Hıristiyan tehlike altında yaşıyor. 50 tehlikeli
ülkeler listesinin 31. sırasına Türkiye'yi
koyan kuruluş, Türklerin Hıristiyanları
"düşmanların ajanları" olarak gördüğünü bildirdi. Federe Kürdistan Bölgesi
ise Hıristiyanlar için en güvenirli bölge.
Kuruluşa göre Irak'tan Federe Kürdistan
Bölgesine sığınan Hıristiyanların en büyük sorunu ise Kürtçe bilmemeleri.
1955 yılında kurulan "Open Doors",
dünya çapında dini inançlarından dolayı
baskı gören Hıristiyanlara yardım eden
ve uluslararası çalışan bir sivil toplum
kuruluşu. Kuruluş yıllık olarak ise Hıristiyanlara yönelik lokal düzeyde yaşanan baskı ve şiddetten devletlerin politikasına kadar bir çok başlıkta "tehlikeli
bölgeler" haritası çıkarıyor. 2011 haritasını açıklayan kuruluş, 50 ülkeyi 'tehlikeli ülkeler' listesine koydu.
Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da listenin birinci sırasında Kuzey Kore yer
aldı. K.Kore'de hiç bir şekilde Hıristiyan
inancına tahammül edilmediğini duyuran kuruluş, Hıristiyanların hapis ile
ölüm cezasıyla tehdit edildiğini ve dini
vecibelerini gizli şekilde yerine getirdiklerini bildirdi. Bu ülkede yaşayan 400
bine yakın Hıristiyan'ın ikinci sınıf görüldüğüne dikkat çeken kuruluş, 70 bin
Hıristiyan'ın çalışma kamplarında esir
tutulduğunu belirtti.
'Tehlikeli ülkeler' listesinde Kuzey
Kore'yi ise sırasıyla şu ülkeler izledi: Afganistan, Suudi Arabistan, Somali, İran,
Maldivler, Özbekistan, Yemen, Irak, Pakistan, Eritre, Laos, Kuzey Nijerya, Moritanya, Mısır, Sudan, Bhutan, Türkmenistan, Vietnam, Çeçinistan, Çin, Katar,
Cezayir, Komorlar, Azerbeycan, Libya,
Umman, Brunei, Fas, Kuveyt, Türkiye,
Hindistan, Myanmar.
Hıristiyan dünyasının belli başlı dini
günü Neol öncesi açıklanan "Open
Doors"un bu yıllık raporunda İran, Türkiye, Suriye, Irak ve Kürdistan bölgesine
ilişkin dikkat çeken bilgiler özetle şöyle:
İRAN'DA FARSÇA DUA YASAK!
Geçen yıl listenin ikinci sırasında yer
alan İran, bu yıl beşinciye sıraya geriledi. Fakat hala İran'da Hıristiyanlık azınlık baskı altında. 2005 yılında muhafazakarların iktidara gelmesiyle başlayan
baskılar, hayatın her alanında sürüyor.
Ermeni ve Asuri Hıristiyanların yaşadığı bu ülkede kiliseler rejimin yakın
takibinde. İslam dininden çıkmanın yasak olduğu İran'da Hıristiyan olanlar ise
Şeriat rejimi tarafından ölüm cezasıyla
tehdit ediliyorlar.
460 bin Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin
edilen İran'da bu dinden olanlar sadece
televizyon ve internet üzerinden dini
kültürlerini takip edebiliyorlar. Ermeni
ve Asuriler ise sadece kendi dillerinde
dini vecibelerini yerine getirmelerine
izin veriliyor, kilise ile ibadethanelerde
Farsça kullanmaları kesinlikle yasak.
2010'nun sonundan 2011 yılının başına
kadar ise İran'da 200 Hıristiyan tutuklandı.
TÜRKİYE'DE 'DÜŞMAN' GÖRÜLÜYORLAR
Türkiye Cumhuriyet'inin uluslararası anlaşmaları imzalamasına rağmen pratikte
Hıristiyanlar eşit değil. Hıristiyanlık,
Türk milliyetçiliğinin ise en önemli saldırı noktası. 100 bin Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin edilen bu ülkede Hıristiyanlar
'düşman güçlerin ajanı' olarak görülüyor.
Malatya'da öldürülen 3 Hıristiyan'ın davası ise hala sonuçlanmış değil.
AKP hükümetinin Avrupa Birliği üyeliği yolunda başlattığı reformlar ise hayata
geçirilmedi, Hıristiyanlara verilen sözler
tutulmadı. Hükümet, sadece Ermeni ve
Yunan-Ortodoks kilisesini resmi olarak
tanıyor. Toplum içinde ise Hıristiyanlar
"düşman güçlerin ajanı" ve "vatan haini"
olarak görülüyorlar. Aynı şekilde basın
ile siyaset dünyasında da Hıristiyanlara
yönelik nefret ve ırkçı söylemler var.
Kilise inşasına ise izin verilmiyor. Dini
okulların açılması ve seminerlerin verilmesi de yasak. Devlet dairelerinde
çalışan Hıristiyanlar, dinlerinden dolayı
baskı görüyor. Aynı şekilde Hıristiyanlar, işlerinden olabiliyor. Kilise ve dini
cemaate girenler "koruma ve can güvenliğinizi sağlıyoruz" gerekçesiyle yakın
polis-istihbarat takibinde. Kiliselere girip-çıkanlar ise hem polisler ve hem de
ırkçılar tarafından taciz ediliyor.
SURİYE'DE TEHLİKE ÇANLARI ÇALIYOR!
Mısır'dan sonra 1,9 milyon ile Ortadoğu'-
da en fazla Hıristiyan'ın yaşadığı Suriye'de Hıristiyanlar için tehlike çanları
çalıyor. Esad rejimine yönelik başlayan
protestolar ve şiddet olaylarında artık
Hıristiyanlar hedefte. Çünkü muhalif radikal İslami gruplar, Hıristiyanları Esat
rejiminin taraftarı görüyor. Şimdiye kadar Arap ülkeleri arasında Hıristiyanların özgürce yaşabildikleri tek ülke olan
Suriye'de bu durum iç savaşın patlak vermesiyle tersine dönebilir.
EN BÜYÜK KAÇIŞ IRAK'TAN
Irak, 2 bin tarihiyle Hıristiyanlığın en
eski toprakları. 1990'lı yılların başında
1 milyondan fazla Hıristiyan'ın yaşadığı
Irak'ta bu rakam 2003 yılında 550 bine
düştü. Irak savaşından en fazla etkilenen
grupların başında gelen Hıristiyanların
yarısı bu ülkeden kaçtı. Geride kalan
300 bin civarında Hıristiyan ise büyük
bir korkuyla yaşıyor.
Hıristiyanlar kaçırılıyor, işkence görüyor, kiliseleri bombalanıyor. 2005'teki
yeni Irak anayasasında belirtilen özgürlüklere rağmen Hıristiyanlığa geçmek
ise hala suç. Batıya ve ABD'ye kızanların ilk hedefi ise maalesef bu ülkede
yaşayan Hıristiyanlar oluyor. Hıristiyanlara yönelik en büyük saldırı ise Ekim
2010'da Bağdat'ta bir kilisenin bombalanmasıydı. Buradaki saldırıda 58 kişi
hayatını geçmişti. 2004 yılından ise 71
kilesinin saldırıya uğradığı belirtiliyor.
KÜRTÇE BİLMEMELERİ EN BÜYÜK
SORUN!
Federe Kürdistan Bölgesi ise Irak'tan
kaçan Hıristiyanlar için güvende oldukları tek bölge. Kürdistan Federe Bölge
Yönetimi sınırları içerisinde 160 bin
Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin ediliyor.
Bu topraklarda zaten 4 bin yıldır Asuri
ve Keldaniler yaşıyordu. Federe Kürdistan
Bölgesinde yaşayan Hıristiyanlara en
yönelik tek saldırı geçtiğimiz yılın Aralık ayında bazı radikal İslami grupların
Hıristiyanların işyerlerini yakmasıydı.
Federe Kürdistan Bölgesine sığınan Hıristiyanlar ise buraya yerleşmiş ve yeni
bir hayat kurma çabasındalar. En büyük
sorunları ise meslek eğitimlerinin, diplomalarının burada tanınmaması ve Kürtçe bilmemeleri. Zira bölgenin resmi dili
Kürtçe ve buraya sığınan Hıristiyanlar
kendi anadilleri dışında sadece Arapça
biliyorlar.
Perwer Yaş / Kaynak: firatnews.com
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Gökçeada
Rumları ve iki
yüzlülük
bile. Müthiş bir sessizlik hakim. Adada sonradan yapılan kişiliksiz, tek nizam yapılarıyla ruhsuz köylerine Doğu
Karadeniz’den, Orta Anadolu’dan getirilip yerleştirilen ailelerin burada doğmuş
çocuklarından birinin yazdığı Gökçeada
kitabında bile bu zulümden eser yok.
Burçak Güven
Güzel taş evlerin çevrelediği köy meydanındaki kahvede, hafifçe bana doğru
kaykılarak kulağıma fısıldadı: “Bu köyden alın evinizi. Ötekilerde Rumlar var.
Burada biz bizeyiz!”
Güzel taş evlerin çevrelediği köy meydanındaki kahvede, hafifçe bana doğru kaykılarak kulağıma fısıldadı: “Bu köyden
alın evinizi. Ötekilerde Rumlar var. Burada biz bizeyiz!” İkimizin de üzerinde
oturduğu kırık dökük tahta sandalyelere
ve Ege’nin tatlı esintisinin temmuz sıcağını hafiflettiği o tatil havasına rağmen
suratındaki ifade, bana evrenin en önemli sırrını açıklıyormuşçasına kendinden
emindi. Dahası paylaştığı bu bilgiyle de,
az önce hayatımı kurtarmışçasına üstten
bakarak bırakmıştı bombasını.
Aslında bu bakış açısına alışıktım ama
yine de İstanbullu bir sanatçıdan gelmesi sersemletmişti beni. Sanatla, sanatçı
olmakla ‘ari bir tatil beldesinin peşinde
olma’ duygusunu bir araya getiremiyordum kafamda. Az önce hep birlikte içilen çayların yarattığı dostluk havasından
mıdır yoksa tatilin gevşetici baygınlığından mı bilmiyorum, ağzımı açıp bir şey
söyleyemedim. Ama doğru söylüyordu,
gerçekten Türkler Gökçeada’nın bu güzel köyünde sükunet, dostluk, huzur ve
rehavet içinde baş başa yaşıyorlardı. Ve
az önceki “oraya gitme, buraya gel” repliğiyle de, bu tatlı tembelliğin içine beni
de kabul ettiklerini fısıldayarak kendilerine göre bir misafirperverlik gösteriyorlardı.
Gerçi onlar orada, entelektüel insanlardan oluşan ‘biz bize’ bir tatil cumhuriyeti kurmuş olsalar da zihinlerinde
‘öteki’leştirdikleri Rumların varlığı, etraftaki her şeyin ruhuna öylesine sinmişti ki… Önce restore edip sonra İtalyan
mutfaklar, şık ferforje balkon demirleri,
sanat eserleri kullanarak şıklaştırdıkları taş evler, Rumlardan kalmıştı. Köy
meydanının nerede olacağından binalarda kullanacak taşa, şimdi asırlık olmuş
ağaçların nereye dikileceğinden köyün
konumuna kadar her şeyde onların imzası, ruhu, anıları vardı.
O sokaklarda yüzyıllarca Rum çocukları
koşturmuş, çeşme başında Rum gençleri
aşka düşmüş, o meydanda Rum düğünleri yapılmış, ölüleri de köyün hemen
çıkışındaki mezarlığa taşınmıştı gözyaşlarıyla. Zaten bu yüzden hiçbir Türk
köyüne benzemiyor; yemyeşil tepede
yüzük taşı gibi duruyordu. Ama tuhaftır
bu köyde artık tek bir Rum bile yaşamıyordu. Çünkü adanın geriye kalan azıcık
Rum nüfusun barınma alanı olarak koruma altına alınmış dört köy belirlenmişti.
Gökçeada’nın Rum sakinlerini, ağlayarak İstiklal Marşı söyleyerek yarışma
kazanan Marina sayesinde yarım yamalak hatırladık. 10 yıl önce üç asker tarafından evinin yakıldığını, dört yaşındaki
erkek kardeşinin bu yangında öldüğünü
öğrendik. Üzüldük biraz, “bilmiyorduk”,
“ya bak görüyor musun neler olmuş da
haberimiz yokmuş” dedik ve kapattık
konuyu. Oysa Marina’nın dramı, Gökçeadalı Rumların acılarının içinde bir
küçük damla. 1970’lerde 10 binden fazla
Rum bulunan bu dünya güzeli adada sadece dört Rum Köy’ü var artık. 500’den
daha az Rum’un oluşturduğu bu köylerin
her birinde müthiş bir hüzün hakim.
Korkunç hikayeler dolaşıyor kulaktan
kulağa… Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan ilişkilerinin gerildiği her dönemde, bu adadaki Rumların ağır bedeller
ödediğine dair tüyler ürpertici hikayeler bunlar. Örneğin 70’lerin başında sonunda Kıbrıs çıkarmasıyla sonuçlanın
gerginlik sürecinde adadaki cezaevi
mahkumlarının bir süreliğine (Rum köylerine dehşet saçmak üzere) salıverildiği
anlatılıyor. Bu bir – iki günlük süreçte olanlarla ilgili anlatılanlarda ise ne
ararsanız var; tecavüz, yağma, cinayet,
kundaklama… Bazen adanın Rumlarına
kendini sevdirmeyi başarmış bir Türk,
hafifçe başıyla işaret ederek birini gösteriyor ve başlıyor anlatmaya: “Bu kadının
kızı tecavüze uğramış, bunun evi yanmış
içinde çocukları ölmüş, şunun kocasına
böyle olmuş” diye.
60’lı yıllarda 10 bin civarındaki Rum
nüfus, bir anda ne oldu da evini, yurdunu, tarlasını, bahçesini terk edip soluğu
başka memleketlerde aldı, konuşulmuyor
Doğma büyüme buralı, üniversiteli bir
genç kız hem fotoğraflarını kendisinin
çektiği hem de içeriğini yazdığı bir Gökçeada kitabı çıkarmış mesela. Ada yerlisi
birinin kaleminden ve objektifinden bu
korkunç hikayelerin aslını astarını öğrenirim heyecanıyla satın aldığımda da büyük bir hayal kırıklığı yaşadım haliyle.
Kitapta yalnızca 1960 ve 70’lerde, ‘bazı
nedenler’le Rumların çoğunun ‘aniden’
Yunanistana göçtüğünden başka bir bilgi
yoktu. Yani üç maymun kuralı burada da
karşınıza çıkıyordu.
Şimdi dört dağ köyüne hapsettiğimiz
Rumlardan geriye kalanları pazarlamak
konusunda hiçbir çekingenlik hissetmiyoruz ama. Adanın taş evleri, dünya
güzeli köyleri, dibek kahvesi, şarabı, sakızlı muhallebisi, keçi peyniri-sütü vs.
hepsi Rumlardan kalma bilgi, görgü ve
alışkanlığın eseri. Şu anda Gökçeada’yla
ilgili hangi tanıtıcı metne, kitaba, İnternet sitesine, turistik broşüre, otel-restoran tanıtım kataloguna bakarsanız bakın
bunları ve koruma altındaki Rum köylerinin fotoğraflarını göreceksiniz. Adanın
tüm zenginliği, mirası ve çekiciliği de
bunlardan geliyor zaten.
Peki o dört Rum köyüne gittiğinizde ne
görüyorsunuz? Metruk ilkokul, kilise;
harap halde evler; hüzünlü insanlar ve
her köyün girişinde gözünüze sokulmak
için oraya konduğu hiç şüphe götürmeyen “Ne mutlu Türküm diyene” tabelalarına eşlik eden, üçüncü sınıf heykeltıraş
elinden çıktığı kesin, genelde de Kilise
ve okulun tam karşısına konuşlandırılmış, banal Atatürk büstleri!
Bu ülkede acil çözülmesi gereken bir
Kürt meselesi olduğu çok açık ama iyi
niyetler ve çabalar, ‘ağlamayan çocuğa
meme yok’ misali, sesi en çok çıkabilenle sınırlı kalmamalı. Hadi içiniz kaldırıyorsa, yüzleşmeye, utanmaya, gerçek
diyaloga hazırsanız bunları da tartışalım
ve ikiyüzlülüğümüzü bir kenara bırakıp
şu iliklerimize işlemiş ‘biz bize’ meselesini, enine boyuna tartışalım. Tartışalım
ki insan olduğumuzu hatırlayalım.
Kaynak: İşte İnsan
http://www.istanbulrumazinligi.com
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bingeha gelek urf, adet û erkanen di nav ola
Alewîtî û Êzdîtiyê de hêjî mîna berê yekin.
Li goriya bîr û baweriya min, her çiqas
heta vêga bi dehan nivîskar, rewşenbîr,
dîrokzanên xerîb û me Kurdan li ser
dagerkirina welatê me û bi taybetî li
ser belabûn û asîmlebûna miltê me li
goriya derfetên xwe nivîsandin bin
jî, hîna gelek pirsgirêkên ku xwefiroş û dagirkerên Kurdistanê bi hemd
û bi zilma asîmlekirna xwe xistine
nav çande, perwerde, raman, nêrîn,
erdnîgarî û bawriya me Kurdan hene.
Û piraniya van pirsgirêkan hîna ji
aliyê rewşenbîr, rojnameger, nivîskar
û niştîmanparêzên Kurdistanê û me
Êzdiyan ve baş ne hatine gengeşekirin
û zelal ne bûne.
Bi dîtina min gelek agehdariyên ku li
ser ol û erkanên Êzdîtî, Alewîtî, jiyana
civak û kêm netewên dinê hatine
gotin an hêjî têne belakinrin şaşin. Ez
dibêjim, ancax Xwedê tenê pê dizane,
bê ka kengî dagirkerker hatine ketine
nava welatê me, bav-kalên me çendcaran qerkirine, bi darê zorê ji hevûdinê
qetandine, çend hezar Kurdên ku bac
û alîkarî nedane wan kuştine, mecbûrî
koça kirine û ew birine li herêmên
Foto; Kazim Eryaşar ve Kemal Tolan
cûde ku ji êl û êşîrên wan gelekî dûr
de ji bona berjivendiyên xwe bicîh
kirine. Ji ber van sedeman e jî gelek
cûdatî û nezaniyên yên ne ligoriya
daxwaziya me ketine nava urf, adet,
çande, ol û civakên li Kurdîstanê
hene..
Încaar, weke ku ez ji hinek ilmdar,
kevneşopzane, lêkolînner, nivîskar,
rewşenbîr û dîrokzanên Kurdên Êzdî
û Elewî fahm dikim, ew jî mîna dîtina
min dibêjin, heta ku dagirker ne
ketibûne nava welatê me, ola bavkalên me yên berê yekbuye û ji ber wê
ye hêjî piraniya rê û resmên Êzdîtî û
Elewîtiyê yekin. Min li ser vê bingehê,
di gotareke xwe de jî daye xwanê ku,
em Kurd tev mina sêvên ji darekê ne!
Vêca ez niha dixwazim, li hinek ji
wan cûdatî û nezaniyên ku ne ligoriya
daxwaziya me ketine nava çande, ol û
civakên li Kurdîstanê hene binêrim û
bi taybetî jî di hinek taybetmendiyan
de bidme xwanê, bê ka kîjan bingeh, urf, adet û erkanen kevn di nav
ola Alewîtî û Êzdîtiyê de digihîjine
hevûdinê hene. Jixwe gelek ji we
rêzdaran jî dizanin, ev babetan gelekî
berfire û kûren. Lewma jî ez naxwazim bi tevayî bahsa naveroka hemû
bingeh, urf, adet û pêwendiyên di
nav ola Alewîtî û Êzdîtiyê de bikim.
Lê, ezê bikurtasî hineken ku di nav
ola Alewîtî û Êzdîtiyê de digihîjine
hevûdinê, pêşkêşî zanîna we dost û
hevalên hêja bikim.
Belê, li goriya dîtin û lêkolînkirina
min, bingeha ola Êzdîtî û Alwîtiyê di
van bîr, bawerî, urf, adet û erkanen ku
ez birêzdikim de weke hevûdinê ne:
Êzdî û Alewî weke hevûdinê dibêjin,
1
Xwedê- „Tanrı“ „Hüda“
Xwedê bêhevpar e. „Tevhid”
2
Tawisî-Melek
(Cîbraîlê Emîn- Azazîl)
Xwedê, Tawisî- Melek, ji nûra xwe afirandiye.
Tawisî-Melek, wekîl û qazidê Xwedê, pîrê afirandina ol û erkana ye.
3
Heft milyketên Mezin heft milyketên Mezin hene.
4
Heft qat(tebeq)ên erd û ezman
heft qat(tebeq)ên erd û ezman hene.
5
Misyonerîtiya mirovan tûne
misyonerîtiya mirovan tûne û lewma hêjî mîna pêşiyan gotî dibêjin,
„ mîh bi piyên xwe û bizin bi piyên xwe ve têne dalqandin“
6
Merivên Ruhanî
merivên Ruhanî(Xas, Qelender, Bab-Çak, Qencên Xwedê), xwedî batinî, sir,
keramet û ji nijada pîrozin. divê evd rastiya Xwedê ji bo berjiwendiyên xwe
veneşêrin.
7
Ad dahin û Sond xwarin.
bi serê gelek symbolê xwezayî, ruhanî û ocaxzadan Sond dixwin.
8
Hebûna hûrî, cin, roj(tav), hîv,
stêrk, agir, ax, av, ba, ewr,
brûsk û hwd, Hûrî, cin, roj(tav roniya Xwedê ye ), hîv, stêrk, agir, ax, av, ba û hwd. hene û
pîrozin.
9
Rû û simbêl
merivê dîndar divê rû û simbêlê wî hebin.
10
Paçukirina destên kesên
ruhanî û olderan
meriv ji bo hurmetê biçe destên kesên ruhanî û olderan paçûke.
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
11
Her însan berpirsyarê xêr,
guneh, başî û xirabiya xwe ye.
Her însan berpirsyarê xêr, guneh, başî û xirabiya xwe ye .
Êzdî dibêjin
Alewî dibêjin
12
ruhaniyên xwe Mîr, Şêx, Pîr,
Merebî, Xuşk û Birayê axretê..
ruhaniyên xwe Pîr(Baba), Dede, Murşîd, Rehber, Talîp, Xizir“Hidir-“, pîrê afirandina ol û erkana ye. „Xızır peygamber her zaman, her yerde hazır ve nazırdır“.
13
Rojiyên Êzî, Cemayî û çilexan-„
Gaxan“ ê
Êzdî jî dibêjin, rojî girtin, zekat û
fitoyê bedenê ye . Sê rojiyan ji bo Êzî
û hinek oldarên Êzdiyan jî rojiyên
çilexanê zwistan û havînê digren.
Alewî jî dibêjin, rojî girtin zekat û fitoyê
bedenê ye. Hinek Ocaxzadehn Alewiya jî
di vî wextî de sê rojiyên „Gaxan“ digrin
û li cem hinekan hêjî rojiyen “Roji Ziyar”
çilexan têne girtin.
Rêzgirtin û erkên ruhaniyan mîna hevûdinê ne
Di Êzdiyatiyê de dibêjin:
Di Alewîtiy de dibêjin:
14
Xwedê, Tawisî-Melek, Şêx Adî
Xwedê, Xizir Nebî „Muhammed?“, „Alî“
15
Çil (40) Pîr
Çar derî û 40 makam „Kırklar Meclisi“
16
Mîr, Bavê Şêx, Pêşîmam, Feqîr, Lîder, Însanê kamîl, Dede,
17
Merebî
Rehber
18
Qewal
Zakîr
19
Koçek û fuqre
Semazan”Tasavvufçu”
20
Mirîd
Talîp
21
Birayê axretê, Dest Birak
Musahîb, Rehber, Musayîv,
22
Cil û bergên oldaran :
Tac, Xerqe, Kulik, Kirasê Spî
Cil û bergên oldaran :
Taç, kemer anjî kumê sor, Kirasê Spî
23
Şêx, Fito û zekat
Murşîd, Hak-çiralik
24
Dua-diha
Gulbang-Dua
25
Benikê Tayê
„Îpe bakma“ „Baş okutma”
26
Xwandin û rêhintina Falikan
Xwandin û rêhintina Falikan
27
Sunetkirina kur-lawikan
Sunetkirina lawikan
28
Hilbijartina Kirîvên xwînê, kesen dûnav û hwd.
Kirîvên xwînê, kesen Musahîb, Talîp û hwd.
29
Daremala dûnavan (Şêx, Pîr, Pêşîmam û hwd.)
ji hevûdinê cûde ne.
Daremala dûnavan(Dede, Pîr û hwd.)
ji hevûdinê cûde ne.
30
Rojiyên
Êzî û çilexan„Gaxan“ ê
31
rojiyên Xidir û Eliyas- xocê Xizir Nebî
Gelek bawermendên herdû civakan hêjî mîna berê sê
rojiyên Xidir û Eliyas digrin û cejana Xizir Nebî çêdikin.
32
Xwarina pêxwîna tev xwê
Kevneşopiya çêkirin û xwarina bi pêxwîna tev xwê di nav
herdû civakan de mîna hev û li ser yek watayê tê şopandin.
33
Pirtûk û reşbelekên
pîroz
Êzdî sê rojiyan ji bo Êzî û hinek
Hinek Ocaxzadehn Alewiya jî di vî wextî de sê rojiyên
oldarên Êzdiyan jî rojiyên çilexanê „Gaxan“ digrin û li cem hinekan hêjî rojiyen
zwistan û havînê digren.
çilexan têne girtin.
Piraniya pirtûk û reşbelekên pîroz yên herdû dîna di wexta Îskenderê Mezin û “Hz.
Ömer” de hatine şewitandin.Her çiqas vêga hêjî di nav Êzdiyan de çend mişêwir(secer)
ên kesayetan hebin anjî di nav Alewiyan de gelek pirtûkên nivîskî hebin jî, ew ji bo
hemû bawermendan ne pîrozin. Piraniya ilm û zargotina Alewî û Êzdiyan vêga hêjî
mina berê bi devkî ne.
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
34
35
36
Çareserkirina nakokî û Hata îro hêjî erkên oldarên herdû civakan ne tenê ji rê û resmên dînî re xwedî derk
pirsgirêkên di nava
evin, ruhanî û oldar wan vêga hêjî mîna berê piraniya nakokî û pirsgireken endamen
endamên civakê de
xwe yên giliyên kesayetî, huquqî û civakî di nav xwe de çareser dikin.
Ferzên helal û hermakirin kesan Dadgeh û cezakirina kesan
Di nav olnasînê de
giringiya jin û mêr
Giringiya jin û mêr di nav herdû olan de hêjî weke berê ye. Çi di wextê îbadetê
de û çijî di nav malan de tu cûdetiyê naxine navbêna jin û mêr.
Li gor ola Kurdî ya kevnar ku Ezdahîtî ye, meriv(çi jin û çi jî mêr) “ …. bi
reza û ji nûra Xwedê hatiye afirandin” – “Insan Tanrı dan bir parçadır”,
gelek hêja û pîroz e. Nabe ku cûdetî bikeve nabêna wan.
37
Parêzgeh- Dergah anjî Ziyaret
Her çiqas vêga parêzgeha Êzdiyan ya mezin yanî „heca Êzdiyan“ Laliş têx
wanêkirin jî, berî hatina Îslamê parezgehên Êzdiyan mîna yên Alewiyan e vêga,
li gelek deveran hebûn û ew niha hêjî li gelek herêman hene.
38
Nan-Zadê xêr û xêratenPêsare- Lokma
Nan-Zadê xêr û xêraten li ber parêzgeh/ziyaretan têye dahînLokma-Pêsare (niyaz ekmeği)
39
Vêxistina maşale, çira û
derxistina nanê miriyan
Ocaxzaden herdû civakan hêjî mîna wextê Arîan, di gelek dergah, cejnan de
maşelan, çiran pêdixin û zadê xêra miriyên xwe derdixînin.
40
Şikêrk, HecirkSilavgeh- nişangehan- “Kurç”
Heta roja îro hêjî piraniya silavgeh û nîşangehên herdû baweriyan di her herêmê de
mîna dewranên berê li ber aven kaniyan, darên bi potik û benan hatine xemilan
din, şikeft, geliyên kur, gol, çeman, serê rêyan, “Kurç” Hecirk, Şikêrk û bi kevirên
komikirîne.
41
Rêberîtiya ciyên rê û
resmên olî lê têne kirincem evî
Di nav Êzdiyan de, dûnavên Êzdiyatiyê rê û resmên dinî li ber ziyaret, parêzgehan û
bi taybetî jî di nav odên malên hemû older û nandarên Gundan de birêve dibin.
Dede û Pîrên Elewiyan jî rê û resmên olnasîna xwe hêja beriya misilmantiyê jî di
cem an de û vêga hêjî di cem eviyan, komel, malên ocaxzadahan de bi rêva dibin.
42
Mêvanperwerî
Bawermendên herdû civakên Kurdî hêjî mîna berê, giringiyeke mezin didine
mêvanan. Gelek Dua û Gulbangên mêvanperweriyê hene.
43
Roja Qiyametê, çuhina Buhişt
û Doje anjî Cent û cahnemê.
Li goriya ku ez ji Êzdîyatî û Alewîtiyê fahm dikim, Êzdî û Alewî dibêjin, ciyê şer û
aşîtî, saxî(tendurîstî) û ne saxî, aremî û tengasî, têrbûn û birçîbûnê, zilm û xembarî,
delalî û ne delalî, hezkirin û dujminantî, bihişt(cinet) û doj(cahnim)a, başî û xirabî,
paqijî û ne paqijiyê, zanîn, marîfet, heqîqatê û hwd.dilê merive.
Tu evd nikare bi xêra pîroziya nivîs, duha û kiryarên rihaniyan qeder(jiyanbûn),
roja qiyamet û axreta xwe kifş bike.
Alewî û Êzdî hêjî mina ku di ilm û qewlê Êzdiyatiyê de tê gotin, heftê û du (72)
miletan wek hev dibînin û dinasin.
44
Nemirina rih
“Reenkarnasyon”
“Tenasuhruh göçü „
Li goriya ku ez ji Êzdîyatî û Alewîtiyê fahm dikim, Êzdî û Alewî dibêjin, çerxa
veguhastina xwezayê û kirasguhastin(mirin)a hemû rihilberan(çi lawir anjî
însan ûwd.be), tenê bi reza û hêza Xewdê digere. Destpêk û dawiya her hebûn
û tunbûnê heye. Her tiştê xwezayî çi rihilber anjî ne rihilber be, du aliye û he
bûn- tunebûna her tiştî di nav hevde ye. Herdû bawerî mîna hevûdinê didine
xwanê ku, zindîbûna(nemirin)a her rihî bi kiryarên(nefsî, paqijî, rastî, tifaqiya)“eline,diline,beline sahip ol” wî yê di vê dema ku ew vêga li ser - di bin erdê dijî û
yên di nav bedena beriya xwe de li ser anjî bin erdê dike ve girêdayî ye.
Zimanê nasnamê,
îmanasîn, îbadet û
hebûna netwê
Zimanê îbadet, olnasîn û nasnama Êzdiyan hêjî weke berê tenê bi Kurdiye.
Gelek Elewî jî îbadeta ola xwe bi zimanê Kurdî, Tirkî, Zazakî(Dimilkî) û hwd.
didine naskirin.
Êzdî û Alewî weke “Kurden resen” li ol û netew nasînê cûda dinêrin û gelek
gringiyê didine laîsîzmê.
46
Mûzika Olî û gerandina
Semahê
Di wexta Êzdî semahê digrin de qewl
Mûzika ola Elewîtiyê jî bi saz e û ew
têne gotin, def û şibêbê jî pêre têne lêxistin. jî semeha xwe li ber saz(bağlama digrin.
47
Wexta zarokek nû ji dê û
bavê xwe ra çêdibe
Piraniya bawermenden herdû olan hêjî li gundan weke urf û adetên cicaka xwe ya
berê, nahêlin dayîk û papûçk sê heta çilrojan ji oda xwe derkevin. Ji bo ku nezer li
wan neke ve şînokên nezeren bi wan vedikin.
45
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Rê û resmên ji bo şûştin û şîna
veşartina Miriyan têne kirin.
Herçiqas hinekî asyimlationê tesîrek mezin daye ser guhastina hinek ûrf û adetên
Elewîtî û Êzdiyatiyê jî, hogirên herdû baweriyan hêjî mîna hevûdinê rê û resmên
şûştin û şîna veşartina Miriyan dişopînên. Mirî helalkirin, binerdkirina Mirî,
Quble(ber bi rojhelat û roj ava ve)Şîn, Kefen, Sêroj û Çilroja zadê Xêrê Mirî.
Qurban-Serbir
Adetê Qurbanê hêjî li cem herduyan mîna hevûdinê pîroze û herdû hêjî mîna berê
serbira(lawira ji bo qurbanê serî jêdikin) didine rojê. Bi tabetî jî berê zêde Dîk di
rojên cejinên olî de dikirne qurban.
50
Quble
Qubla Êzdîtiyê roj e.
51
Zewac
Gelek bawermendên Alewîtiyê û bi taybetî Êzdî hêjî mîna berê qîzan nadine tu
meriven ne ji dînê xwe, Bi kesên xerîb û ne ji binemala xwedanê xwe ra na zewicin.
52
Dua-gulbang a nikah anjî marê Oldarên herdû dîna marê bi du şahdan û dua yekê dibirin.
53
Kevneşopên dawet û jin berdanê Di nav herdû civakan de vêga hêjî gelek rê û resmên xwastina keçan û berdana
jinan mîna hevûdinê têne şopandin.
54
Xwarin , vexwarinen civakî û
adetên dinê.
Di nav herdû civakan de hêjî gelek xwarin û vexwarinen berê mane. Çek(sîlah)
berdan, hêjî li cem wan nîşana xweşbextî û serkevtinê ye.
55
Mahîn û parevekirina
Mîrat-Mîrasê
Mafê parevekirina mal, milk, pere, deyîn û hwd. di nav herdû olan de jî civakiye û
mafê pêşîn digihîje bav, jin, kur, keç û dûre hêja digihîje meriven dereca duduyan.
48
49
Dîsa dibêjim, hurmeta min ji hemû bîr
û baweriyan re heye. Ev berhevkirinên
min yên şexsî ne û ezê zahf dilxweşbim, ku min bi vî karê xwe hestê tu
kesî ne êşandibe, karibû bala hinek ji
dîroknas û lêkolînerên Kurd û xerîban
bikişînime ser yekîtiya ol, civak û
netewa Kurdî.
Her weha hêvîdarim ku, rêvebir,
rewşenbîr, berpirsyarên hemû dezgeh
û rêxistinên Êzdîtî, Musilmanentî
û Alewîtiyê vê dijminantiya ku
dagirkerên Kurdistanê, li ser navê
parastina siltanên Îslamê, Ehl-î Beyt,
Tirkî(bi taybetî jî Kemalîzmê), Erebî,
Farsî û hinek Kurdên kevneperest
xistine nava mejiyan nasbikin û hemû
rizgarîxwazin Kurdîstanê bikaribin bihevûdinê re ji van lewazî û
cûdetiyên dinava ol, civak ûnetewên
li Kurdîstanê de hene wekî çewa
V.O.Klyûçewskî gotiye:“Em gereke
demên derbazbûyî fêr bibin, ne ji bo
wê ku ew îdî derbaz bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema derbazbûyî
nikaribûye paşmayînên xwe bide
paqijkirinê.“ ders bigrin. Û ew bikaribin van birînên ku di nava dilên
Kurdên êzdî, musilman, mesîhî, cuhu,
alewî, sabî..û hwd.ê de hene derman
bikin.
Me ji olperesten sexte û asimîlasiyonê
biparêzin !
Kemal Tolan - Berhevkarê kevneşop û
zargotina Êzdiyan 31.12.10
Qubla Alewîtiyê jî insane e.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Arzu Hâlim
Süngülenen
Koçgiri'nin
Sesidir (1)
sığdıramadığım dert siner kalemime.
Buğulanan göz kapaklarım kapanır,
ruhumu sarmalayan Bextiyar'ın hazin
öyküsünü anlatmanın telaşı kaplar
düşüncelerimi.
Ferhat Aktaş
Kendi tarihimizi bilince çıkarmadan
geleceğe ışık tutamayız. Senin olan
tarihinde onur ve erdem taşıyan direngenlik var. Zulmün yoğunluğuna aldırış etmeden 'harbe duran' kahramanların var. Feda(karlık) Koçgirili'ye özgü
yaşanmışlıktır.
09 Ocak 2013 00:00
ARZU HALİM SÜNGÜLENEN
KOÇGİRİ'NİN SESİDİR (1)
''vurulmuşum
dağların kuytuluk bir boğazında
vakitlerden bir sabah namazında
yatarım kanlı, upuzun...
vurulmuşum
düşüm, gecelerden kara
bir hayra yoranım çıkmaz
canım alırlar ecelsiz
sığdıramam kitaplara
şifre buyurmuş bir paşa
vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız''
(1)
Kendi tarihimizi bilince çıkarmadan
geleceğe ışık tutamayız. Senin olan
tarihinde onur ve erdem taşıyan direngenlik var. Zulmün yoğunluğuna aldırış etmeden 'harbe duran' kahramanların var. Feda(karlık) Koçgirili'ye özgü
yaşanmışlıktır.
Gururla taşıdığımız nişangahımız
tarihimiz. Asıl bağımsızlık bizim
karakterimizdir. Doğru bildiği yoldan
dönmeden yürüyen, ateş olup zalimleri yakan, kavgasını mertçe veren
Koçgiri.
Gün oldu, kanının barut kokusuna
karıştığı cenk meydanları kurdun.
Gün oldu, mevziden mevziye geçerken
vurulup toprağa düştün.
Kavline yurt edindiğin toprağa ölümü
hiçe sayan bir sevdayla bağlandın.
Kafileler halinde ölümle yüzleştin
yine de aman dilemedin düşmanlarından. Dört bir yanın puşt zulası.
Paşa kılıklı soytarının yöresinden
yayılan düşkünlüğün, ihanetin yüzüne
tükürdün. Dün de ihanete karşı nettin.
Bugün de düşküne yüz vermezsin.
'Prometus’un tanrılardan ateşi çalıp,
Olimpos dağının zirvelerine taşımasından bu yana hiç sönmeyen irade
gücümüz ateş. Tarihin girdabında
boğulan zalimlere ait ne varsa yakan,
küle çeviren ateş.
Ateşe ver köhne ve çürümüş saltanatları. Ateş’i yak, dağıt zifiri karanlıkları, ışısın gözlerinin feri. Ateş et,
devrilsin korku tapınakları ve zulmün
sofrasına kaşık atanlar!'
Mart’ın kızıla kesen şavkı vurur
yüzüne. Ateşi isyana çeviren korkusuzluktu özümüz. Romileri titreten,
yarenlerimizi onurlandıran tarihimiz.
Dağ geçitlerinde yatan mezarsız ölülerin tutulduğun kasırganın büyüklüğünü gösterir. Tarihin sesi yüzlerce kez
öldürüldüğünü fakat diz çökmediğini
anlatır. Dinle ve kulak ver tarihine.
Göğün ve insanın özü Xude gördü;
düşen her mevzide civanmert savaşçılarının parçalanan bedenlerini sana
siper edişini. Çapraz fişenkliği, kırma
tüfeğiyle romilere meydan okuyan
17'sinde Bextiyarların unutulur mu?
Sana dair çocuksu hayallerin sembolüdür Bextiyar. Ömrünü dağlara
veren, sevdanın seline kapılamadan silah tutan Bextiyar'ı romilerin
kurşunu değil unutulmuşluğun yarası
öldürür. Arzu halimi yazdığım kâğıda
Al kanı toprağa karışan, cansız bedeni
parçalara ayrılan, gençliğine doyamadan vurulan Bextiyar'lardan bize
kalan miras gam yükü öykülerini
anlatmaktır. Lokomotif gibi hep ileriye doğru giden yolculuğumuz geçtiği
durakları anımsamalı. Eyvah ile geçen
bir hayıflanma duygusuyla değil
göğsümüzde gururla taşıyacağımız
madalyonumuz olsun diye anlatacağız
bizimkileri.
Senin tarihin resmi tarih yazıcılarının dokunmaya cesaret edemediği
direngenliğe gebe. Bozkırları tutuşturan kıvılcımı başlatanların soyundan
geliyorsun. Mart 21'de söz namustur
dedin, yücelikleri kavline mesken
tuttun. Bizimkilerin cemali gibi
düşleri de aydınlıktı. Aşk ve Işık'tı
sığınakları. Katar eylediğin dağlarına
sarıldın sımsıkı. Tomurcuklar açan
vadilerde soluklanırken niyaz ettin
yola-yoldaşına. Seni romilerin kana
susamışlığı korkutmaz yoldaş dediğin
kardeşlerinin ihaneti derde gark eder.
Bolucan'dan ötesi nefsine yenilenlerin
sebep olduğu kötülüklerdir.
''İkrar edenler elmaya
Zülfükarı Mürteza´ya
Geriden teller çektiler
Biz uymayız eşkiyaya.'' (2)
Bextiyar anasının göz pınarı. Doğanın
yeşile boyandığı bahar vakti doğmuş,
heftemal zamanına denk gelmişti ilk
ağlaması. O daha anasının süt kokulu korunağında iken Aşireti saran
kederi bilemezdi. Ecdadı devşirme
Osmanlının kılıçları kesiyordu Ermeni
kirvelerini. Sadece Sêwas'mı, dalga
dalga yayılan karanlık her yerde bir
kabus olup çaresiz bırakılan Ermenileri can evinden vuruyordu. Izdırap
dolu yıllardı. Kafileler halinde ölüme
gönderildi kirvelerimiz. Beydağı'ndan
Kösedağı'na bu toprakların kültür hazinesi Ermeniler şeb-i yelda'ya sığınıp
bir daha dönmemek üzere veda ediyordu Koçgiri'ye. Onlar gitti, duduk
sustu. Hicran'a döndü sesimiz...
''Beydağı'nın başı kardır borandır
Bizi böyle eden derttir veremdir
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yaz bahar gelince mevlâm kerimdir
Aktı gözüm yaşı oldu bir ırmak
Bize harâm oldu bu yerde durmak
Ne müşkülümüş de yardan ayrılmak
Yar kapandı yollarım gelemem gayri’’
(3)
Sonra adına cihan harbi denen ateş
sarmaya başladı her bir yanı. Osmanlının sonunu getiren gelişmeler
birbirini izledi. ‘Zulm ile abad olanın
sonu berbad olur.’ Yavuz’dan beridir
çekilen cefa nihayetinde yok olup bitsin denildi. Şafağın aralandığı o yıllarda kirvelerimizi kesen İttihatçılara
yanaşmadı aşiret. Romilerin kuvacısı
olmak mı? Asla kendine yakıştırmadı bizimkiler. Özgürlüğün hem çok
yakın, hem o kadar çok uzak olduğu
kestirimde kıvılcımı tutuşturdu Koçgiri. Haber salındı jar-u diyara...
Bextiyar, tek göz kom’da seyre dalarken yıldızları umudu dağlar gibi erişilmez olan yiğidim. Anasının uğruna
adaklar adadığı gonca gülü. Yokluk
içinde geçen kayıp yılların ardından
serpilip büyüyen civanmert delikanlım. Ana sütü gibi tertemiz deryaların
şahanı. Senin al kanınla anıtlaştırdığın cengimiz başlıyordu...
http://www.alevizyon.com/koseyazilari/arzu-h-lim-sungulenen-kocgiri39nin-sesidir-1-.html
Selahaddin Üniversitesi'nden
Asimder'e Şilt
Irak'ın Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi tarafından, Uluslararası Asılsız Ermeni iddialarıyla Mücadele Derneği'ne (ASİMDER) şilt verildi.
Irak'ın Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi tarafından, Uluslararası Asılsız Ermeni iddialarıyla
Mücadele Derneği'ne (ASİMDER)
şilt verildi.
Antalya'da Herkes İçin Spor Federasyonu'nun düzenlemiş olduğu 17 ülkeden 250 uzmanın katıldığı Çevre,
Turizm ve Spor konulu kongreye katılan Selahaddin Üniversitesi Rektör
Yardımcısı Dr. Saadallah A. Rashid,
ASİMDER Başkanı Göksel Gülbey'e
şilt verdi. Konu ile ilgili açıklama yapan Gülbey, kongre süresi boyunca
dernek olarak misafir Irak gurubuna
göstermiş oldukları ilgi alaka ve Ermeni soykırımı ile verdikleri tarihsel
bilgilerden dolayı üniversite tarafından böyle bir şiltte layık görüldüklerini belirtti. Bu soykırım meselsinin
aslında ırk değil bir medeniyet meselesi olduğunun ifade eden Gülbey,
"Doğu ve batı medeniyetler arasında
dinsel anlamda sürekli çatışma olduğu görülmektedir. Ermeni diasporası, Hristiyan ülkeleri yanına alarak,
Müslüman ülkeleri Türkiye, Azerbaycan ve İran'da yaptığı katliamları
haklı göstermeye caba içerisindedir.
Ne yazık ki Irak'ta yaşanan işgal
olayları da Müslümanlara büyük acılar yaşatmıştır. Bu vesile ile Irak'taki Müslüman kardeşlerimizle daha
sıcak ve samimi ilişkiler içerisinde
olmamız gerektiğini düşünmekteyiz"
dedi. - IĞDIR
http://www.haberler.com/selahaddinu niversitesi-nden-asimder-e-silt4158283-haberi/
Kılıçdaroğlunun
annesinin Ermeni
olduğu kesindir
Miran Gültekin:
“Dersimli Ermeniler” derneğinin
başkanı Miran Pirgiç Gültekin CHP
Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun aslen Ermeni olduğunu açıkladı.
av. siparişleriniz için:
posta ücreti dahil 15 €
[email protected]
“Dersim” denilince akla ilk gelen
siyasetçi olan CHP Genel Başkanı
Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili “Annesinin Ermeni olduğu kesindir,
bu bilinen bir gerçek. Fakat Kemal
Kılıçdaroğlu bunu reddetmeyi tercih
ediyor. Kürt olduğunu reddetmesi gibi.
Oysa bunu Dersim’de herkes biliyor.
Kılıçdaroğlu’nun ilçesi olan Nazımiye,
Ermeni yerleşim yeridir. Nitekim annesinin ismi Emoş’tur, Yemoş diyenler
de vardır. Kılıçdaroğlu bunları inkar
ederek annesine hakaret etmektedir.”
Kılıçdaroğlu ile, annesinin Ermeni
kökenli olduğunu çekinmeden söyleyebilmesi talebiyle görüşüp görüşmeyecekleri konusunda Pirgiç, “Görüşme ihtiyacı duymadık. Çünkü kendini
inkar ediyor” dedi.
Kaynak:
http://www.ermenihaber.am/?lang_
id=1&news_=3&cur_news=76
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Laz dili ve kültürü
hakkındaki beyanlarınızı
düzeltin ve korunması için
gerekli adımları atın
Laz dilinin ve kültürünün yaşatılmasını sağlamak için desteklerinizi bekliyoruz.
Kime: Halil Bakırcı, Rize Belediye
Başkanı Arif Yılmaz, Rize RTE Üniversitesi Rektörü
Çağrı - Duyuru
Kampanyanın muhatabı: Halil Bakırcı
Bu kampanyanın teslim edileceği kişi:
Rize Belediye Başkanı
Halil Bakırcı
Rize RTE Üniversitesi Rektörü
Arif Yılmaz
Başlatan
Adnan Avcı Bucaklişi
İstanbul, Turkey
"Laz diye tabir edilenlerin çoğu, Laz
kültüründen etkilenmiş Türklerdir.
Lazlar da bir Türk boyudur.” Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, yaptığı
bu açıklamalarla 2012’ye damgasını
vurdu. Çünkü Sayın Bakırcı, Belediye
Başkanı olduğu yörede, binlerce yıldır
yaşayan Lazların kökenini görmezden
gelmesi yetmiyormuş gibi bu grubun
bir dili ve kültürü olduğunu da inkar
ediyor.
Sayın Bakırcı’nın verdiği demeçler
çelişkilerle dolu. Önce Lazca ve Laz
kültürü yoktur diyor ve devam ediyor:
“Bölgemizde Laz olarak tabir edilen
hemşerilerimizin büyük bölümü Laz
değildir. Laz kültüründen etkilenmiş
Türklerdir. Öz ve öz Türktürler. Bunların torunları biz Lazız diyor.”
Laz kültürünün ve Lazca’nın bu şekilde
yok sayılması, anadiline ve kültürüne
sahip çıkan biz Lazları can evimizden
vuruyor. Sayın Bakırcı’nın kamuoyu
önünde bu sözlerini düzeltmesini ve
Belediyenin Laz dili ve kültürünün korunması için gerekli çalışmaları yapacağını beyan etmesini istiyoruz.
Dahası, bunu yapan sadece Rize Belediye Başkanı değil, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörü de var!
Türkiye’nin köklü üniversitelerinden
biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nde
Lazca’nın seçmeli ders olmasından
sonra, biz de Laz dili ve kültürün daha
derin araştırılması için Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi’nde (Rize Üniversitesi) “Laz Dili ve Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezi” kurulması için başvuru yaptık. Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi Rektörü, Sayın
Arif Yılmaz’ın başvurumuza verdiği
olumsuz yanıtta “Laz dilinin akademik çalışmalara konu olabilecek edebi
değer taşıyan tarihi metinleri bulunmamaktadır" ibaresi bulunuyordu.
Lazların, insanlık ve kültür tarihinde
yeri bellidir. Sürekli bastırılmaya ve
görmezden gelinmeye çalışılan Laz
dili ve kültürünün yaşatılması için
yıllardır süren çalışmalar, son yıllarda güçlenerek büyüyor. Boğaziçi
Üniversitesi’nde geçen yıl Lazca’nın
seçmeli ders olarak üniversite müfredatında yerini almasından sonra başka
üniversitelerde de bu çalışmaların başlatılabileceğini gördük. Çok yakında
Rize'de Lazca yayın yapacak bir televizyon kanalı da faaliyete giriyor. Fakat, Rize Üniversitesi kendi yöresine
ait bu dili inkar etmeye devam ediyor.
Bu nedenle, Belediye Başkanı Halil
Bakırcı ve Sayın Rektör Yılmaz’ın kamuoyu önünde bu talihsiz beyanlarını
düzeltmelerini isityoruz. Rize Belediyesi ve Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Laz dili ve kültürünün korunması ve yaşatılması için gerekli adımları
atarak, dil kursları ile araştırma ve eğitim merkezi kuracaklarını kamuoyuna
duyurmalarını talep ediyoruz.
Lazlar bu milleti var eden zenginliklerden birisidir. Onları yok saymak,
kendi ülkemizin geçmişini ve kültürel
çeşitliliğini yok saymaktır. Kampanyamı destekleyerek, Sayın Başkan ve
Sayın Rektörün bu büyük yanlıştan
derhal dönmelerine katkı sağlamak senin elinde.
Sayın Başkan ve Sayın Rektör,
Geçtiğimiz aylarda gazetecilere ikinizin de Lazlar ve Laz kültürü ile ilgili yapmış olduğunuz açıklamalar bizi
derinden üzmüştü. Dahası, “Laz Dili
ve Kültürü Uygulama ve Araştırma
Merkezi” kurulması için Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi’ne yaptığımız
başvuru, Sayın Rektör tarafından “Laz
dilinin akademik çalışmalara konu
olabilecek edebi değer taşıyan tarihi
metinleri bulunmamaktadır" denilerek
olumsuz yanıtlanmıştı.
Şimdi, sizi bu beyanlarınızı düzeltmeye ve Laz dili ve kültürünü korumak
için gerekli adımları atmaya davet ediyoruz.
Lazların, insanlık ve kültür tarihinde
yeri bellidir. Laz dili ve kültürünün yaşatılması için yıllardır süren çalışmalar, son yıllarda güçlenerek büyüyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nde geçen yıl
Lazca’nın seçmeli ders olarak üniversite müfredatında yerini almasından
sonra başka üniversitelerde de bu çalışmaların başladığını biliyoruz. Çok yakında Rize'de Lazca yayın yapacak bir
televizyon kanalı da faaliyete girecek.
Sayın Bakırcı ve Sayın Yılmaz, sizden kamuoyu önünde bu sözlerinizi
düzeltmenizi; Belediyenin ve Rize
Üniversitesi'nin Laz dili ve kültürünün
korunması için gerekli çalışmaları yaparak, dil kursları ile araştırma ve eğitim merkezi kurulacağını duyurmanızı
talep ediyoruz.
Lazlar bu milleti var eden zenginliklerden birisidir. Onları yok saymak,
kendi ülkemizin geçmişini ve kültürel
çeşitliliğini yok saymaktır.
Saygılarımla,
[Adın]
İMZA KAMPANYASINA KATILMAK İÇİN ŞU ADRESE GİDİN:
https://www.change.org/tr
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bethnahrin
ve Dünya
Kamuoyuna
No. 2
Temmuz 2012´de, Suriye´de gelişen durumla ilgili Avrupa, ABD ve
Türkiye´de yaşayan Süryaniler olarak
Baas diktatörlüğüne karşı olduğumuzu buna karşı "Allah ü Ekber ve Cihat" nidaları ile terör estiren El Kaide,
Müslüman Kardeşler ve Selefistlerin
halkımız için büyük tehlike olduğunu
tarihimizdeki Sayfo tecrübelerinden
bildiğimizi söylemiştik. Bu çerçevede
BM liderliğinde Kofi Annan Planı´nın
uzlaşma ve barışçı bir şekilde hayata
geçirilmesinin tek geçerli yol olduğunu kamu oyuna ilan etmiştik.
Maalesef durum daha da kötüye gitti. Başta 1915 Süryani, Ermeni Soykırımından dolayı Halep´e göç etmek
mecburiyetinde kalan
Ermeni ve
Süryanilerin kiliseleri tahrip edilmiş,
öldürülmüş. İslamcı güçler din adamlarını öldürmüş, kaçırmış, insanlarımızın tarihte çokça gördüğü gibi Irak
ve TC´de olduğu gibi fidye karşılığında
serbest bırakma iddiası ile kaçırılmış
haraç alınmış öldürülmüştür.
Halkımızın Kürtlerin yoğun yaşadığı
bölgelerde Kürtlerin yönetimi almasından sonra göreceli bir güvenlik olsa
da iç savaşın getirdiği ekonomik yıkım
ve belirsizlik halkımızın gerek Suriye
içinde gerekse Lübnan, Ürdün ve TC
ve başka ülkelere zor şartlar altında
göç etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Öyle ki Isa-Mesih, Havari Paulus ve
Petrus zamanından beri Hıristiyanların yaşadığı Humus´ta Hıristiyan nerdeyse kalmamıştır.
Tek taraflı olarak uzlaşmayı reddeden
ve dış müdahale ve savaşı savunan
SUK'u (Arap aleminde bilinen Adı ile
Meclisi Stanbul) tek taraflı destekleyen ABD ve AB bile bu muhaliflerin
başta Hıristiyan, Kürt, Alevi, Dürzi
ve laik Müslümanları temsil etmediğini kabul etmiş ve bu sefer Katar´da
yeni bir muhalefet örgütü kurulmasına
destek vermiştir. Bu koalisyonda Hı-
ristiyan halkımızı ve arzularını temsil
etmemektedir. Daha evvel laik (!) bir
Sünni'yi, sonra kimseyi temsil etmeyen bir Kürdü, en sonrada gene Hıristiyanları temsil etmeyen bir Hıristiyan
asıllı birini SUK başına seçme bir gün
sürmüş yeni kurulan koalisyonun başına bir imam seçilmesi yeterince öğreticidir. Savaş suçları işleyen İslamcı
katillerin başarıları karşısında bu koalisyon eski SUK´tan daha da İslamcı
eğilimlidir. Artık İslamcı canileri cici
göstermek için Galyon, Seyda ve Sabra
yerine imam seçilmesi maskeyi düşürmektedir. Özellikle Avrupa ve ABD
kamuoyu için pazarlanan sözüm ona
laik muhalefet bir imamı seçerek gerçek yüzünü göstermiştir.
Ekim ayında Almanya'nın Gütersloh
şehrinde toplanan çeşitli Süryani örgüt
temsilcileri din adamları bazı Süryani
şahsiyetlerin katıldığı konferans tüm
Süryani, (Aram, Asur, Keldo) temsil etmemesi ve özellikle Suriye´deki
Süryanileri temsilen zayıf olduğu bir
konferans olsa da Süryaniler arasındaki başta isim tartışmaları olmak üzere
sorunları çözmek için bir Akıl Adamlar Komitesi seçmeyi kararlaştırmış ve
açık bir oylama ile oybirliği ile Peder
Şemun Bagandi, Kenan Araz ve Ibrahim Seven ile TC´de yaşayan iki kişi
seçilmiş ve ilk toplantısında bu komitenin çeşit ülkelerden Süryani (Aram,
Asur, Keldo) aydın uzlaşmacı kişilerle
genişletilmesi kararlaştırılmıştır.
Biz aşağıda imzaları olan Süryaniler
(Aram, Asur, Keldo) olarak Suriye'de
BM ve Lakhdar Brahimi liderliğindeki uzlaşıcı çözümü desteklediğimizi
kamuoyuna açıklarken, Ortadoğu'da
İslamcı katillerin kol gezdiği başta Suriye olmak üzere Hıristiyanların birliğinden yana olduğumuzu bildirirken
yeni bir Suriye çözümünde oluşacak
özerk bölgelerde biz Süryanilerin de
bir şekilde halk olarak temsil edilecek
bir bölgeden yana olduğumuzu, Irak´ta
olduğu gibi Suriye´de de savunduğumuzu kamu oyuna açıklamak istiyoruz.
Halkımızın vatanı olan ismimizi aldığımız Suriye´den ve ismini halkımızdan alan Suriye'yi terk etmeğe karşıyız.
Ancak zor şartlar altında yurdunu terk
eden halkımızın evlatlarının insani
yardım için gerek Avrupa ülkelerinden
gerekse Avrupa´da yaşayan halkımız-
dan talep ediyoruz. Özellikle Suriye iç
göç sonunda başka bölgelere göç eden
halkımız mensupları ve Lübnan´a göç
eden tüm Hıristiyanlara yardımı burada belirtmek isteriz.
Bilinen tarihleri dolayısı ile Türkiye cumhuriyeti Katar ve Suudi
Arabistan'ın Süryani halkının ve Hıristiyanların dostu olmayacağı açıktır.
Sonuncuları 1895, 1909 ve 1915 Soykırımlarını yapan Osmanlı Türk devleti ve şimdiki devamı, jenosidi inkar
ederken aynı zamanda İslamiyet'ten
200 yıl evvel inşa edilen Mor Gabriel
Manastırımızın arazisini gasp etmekte
iken dostumuz olmayacağı açıktır. Haç
taşıma ve İncil bulundurmanın yasak
olduğu Suudi Arabistan'ın ise Hıristiyan dostu olamayacağını özellikle
ABD ve Avrupa kamuoyuna açıklamak isteriz.
ALMANYA SÜRYANİ FEDERASYONU (HSA) (ALMANYA)
TURABDİN SÜRYANİ AKADEMİK
BİRLİĞİ (BETHNAHRIN)
SÜRYANİ DEMOKRATİK BİRLİĞİ
(AVRUPA)
HAMBURG MOR GABRİEL DERNEĞİ (Almanya)
KUMLA SÜRYANİ KÜLTÜR DERNEĞİ (İsveç)
Belçika Asuri Enstitüsü
Kaşo Shemun Bagandi (Almanya)
Dayroyo Samuel Boniface (Panasi)
(Belçika)
Attiya Gamri (Hollanda)
Schamiram Ayaz (Almanya)
Hanna Beth-sawoce (İsveç)
İbrahim Seven (Almanya)
Denho Özmen (İsveç)
Shabo Boyacı (Türkiye)
Dr. Matay Beth Arsan (Almanya)
George Aryo (Hollanda)
Cem Erçin (Türkiye)
Ferit Altınsu (Türkiye)
Kuryo Maytab (Almanya)
Sait Arslanlar (Türkiye)
Soner Önder (İngiltere)
Abut Can (Almanya)
Circis Şimşek (Almanya)
Habib Rimmo (İsviçre)
Kenan Araz (Almanya)
Ferit Sağ (Almanya)
Hanna Can Kerkinni (ABD)
Ankido Bakhdi ( Hollanda)
Yusuf Bahdi (Hollanda)
Emanuel Poli (İsveç)
Nahro Beth-Kinne (Belçika)
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İsa Nahroyo Acan (Almanya)
Metin Akyol (Almanya)
Sabri Malke (Almanya)
**
Fehmi Aykurt (Almanya)
Dr .Yusuf Güney (Avusturya)
Yusuf Haddadoğlu (Avusturya)
Aslan Gabriel (Avusturya)
Amanuel Akbas Rhawi (İsviçre)
Ayub Danho (Bethnahrin)
Elizabet Kurt (Bethnahrin)
Dr. Zeki Athour (Avustralya)
Numan Ogur (Almanya)
Turan Gulo (Hollanda)
Suat Arslanlar (Hollanda)
Robert Rhawi (Hollanda)
Gabriel Sara (İsviçre)
Aysu Tavşan (Türkiye)
Kermo Raeda (İsveç)
Hamurabi Beth Shammas Stayfo
(Bethnahrin)
Ide Philippe Sawa (Fransa)
Sanharip Korkis (Hollanda)
Ninos Korkis (Hollanda)
Daniel Bethrube Oktay (Türkiye)
Besim Aho (İsveç)
Sait Eser (İsveç)
Morris Dal (Almanya)
Mutlu Sefer Rüya (İsveç)
Musa İde (Belçika)
Nivart Bakircioğlu (Türkiye)
İsa Bakır (Hollanda)
Josef Kopar (İsveç)
Besim Altundağ Barhe (ABD)
Gebro Ayaz (Almanya)
Gabriel Uygur (Hollanda)
Musa Konaç (İsviçre)
İshak Gösteriş Adö (İsviçre)
Bobil Brahim (İsveç)
Fikri Göksal (İsveç)
Abut Buğday (Almanya)
Cemil Konutgan (Almanya)
Adnan Oyal Awrohum Geliyo
(Almanya)
Lahdo Hanna (Hollanda)
Lahdo Sağ (Almanya)
Naum Melo (Bethnahrin)
Aydın Arslan (Belçika)
Aydın Ünval (Belçika)
Omar Chammoun (Belçika)
George Mousa (Hollanda)
Hanna Hanna (Hollanda)
Adnan Challma Kulhan (Hollanda)
İrtibat, bilgi ve destek için:
Adnan Challma
Kulhan:
[email protected]
«Atur» Süryani Birliği:
Biz de Ermenistan parlamentoda
temsilciye sahip olmak istiyoruz
Ermenistan’da Süryanilerin yoğun şekilde yaşadığı 4 köy bulunmakta.
Bunlar Arart, Kotayk ve Armavir eyaletlerinde bulunmakta. Süryaniler
ayrıca Erivan ve ülkenin diğer kentleri yanısıra Dağlık Karabağ Cumhuriyetin de yaşamaktalar. Beyanat NEWS.am muhbairine röportaj veren «Atur» Süryani Birliği Bşk. Artur Mikhailov’dan geldi; Mikhaiov,
resmi verilere göre Emenistan’da 6 bin Süryanının yaşadığın kaydetti.
Ana dilin korunmasına ilişkin olarak Mihailov, bu alanda sorunlar olmadığını söylemenin zor olduğunu kaydederek ″Süryanilerin yoğun
yaşadığı yerleşim birimi yanısıra Erivan’daki birkaç okulun 1-12. sınıflarında Süryanice Dili dersleri, 4-5. sınıftan itibarense Süryani Tarihi
ve Kültürü dersleri olduğunu kaydetti. Mihailov, Süryani toplumunun
tarih ve kültür ders kitaplarıyla sorunları olduğunu kaydederek, Ermenistan Hükümeti ve uluslararası kuruluşların ders kitabı konusunda
yardımcı olduklarını, uzmanların hazırlanması konusuyla ise Süryani
toplumunun ilgilendiğini belirtti.
Mikhail, Süryani toplumunun kendi kültürünü muhafaza sorununu önüne koyduğunu ifade ederek ″Geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanlığı Ofisinden aldığımız destekle köylerden birindeki müzik ve dans topluluğunu
finanse ettik. Bu meblağdan bir sanat grubunu daha destekleyebiliriz,
ancak diğer ikisi finansmansız kalmakta″ dedi.
Mikhailov, kendilerinin Ermenistan’da başka sorunları olmadığını belirtti. Süryani toplumu üyelerinn ülkenin toplumsal-siyasi yaşamına katılımına ilişkin olarak «Atur» Süryani Brliği Bşk. bunun yetersiz olduğunu kaydederek ″Biz de parlamentoda temsilcimiz olmasını istiyoruz.
Ancak toplum bunu toplumsal kuruluşlardaki aktivasyonuyla dengeliyor.″ dedi.
Mikhail, 24 Nisan 2012’de Erivan’ın merkezinde Türkiye’de Soykırıma
maruz kalan Süryaniler anısına bir anıt yerleştirildiğini belirterek ″Bunun için Ermenistan yönetimine minnetarız″ dedi.
Ocak 05, 2013
http://news.am/tur/news/133112.html
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HAVASI SERT,
İNSANI MERT
SEBASTİA (SİVAS)
ÇOK DEĞERLİ BİR
EVLADINI YİTİRDİ!
DEĞERLİ
AĞABEYİMİZ PAYEL
GÜLLÜDERE’Yİ
KAYBETTİK…
Sarkis Hatspanian
Facebook’un azizliği işte… saatler önce
bugün doğum günü olan dostların isimleri arasında değerli büyüğüm, sevgili
ağabeyim Payel Güllüdere’nin adını
görünce, vakit kaybetmeden doğum
gününü kutladım. Mesajım henüz ulaşmışken değerli bir dostum özelime kısa
bir ileti yazarak, «Payel abinin sayfasındaki mesajını görünce, O’nu kaybettiğimizden haberin olmadığını anladım»
yazmıştı. Acı habere dayanamayıp hıçkırıklara boğuldum.
Dünyada ADAM GİBİ ADAM, İNSANOĞLU İNSAN tabirine uyanlar çoktandır pek az rastlanan bir tür artık, Payel abimiz öylesi biriydi işte !...
Böylesi erdemli bir büyüğümüzü kaybetmenin acısını yüreğime gömerek,
sizlerin de O’nu tanımasını arzuladığımdan altı yıl evvel kaleme aldığı ve
Ermeni insanının alınyazısını şahane
bir anlatımla dile getiren bir yazısını
paylaşıyor, anısı önünde tekrar saygıyla
eğiliyorum.
''BİR AVUÇ HASRET''
2006 yılının ilk günleriydi, gecenin bir
yarısında telefon çaldı. Eşim Eva: “Hayırdır inşallah.” deyip ahizeyi kaldırdı.
Bir şeyler konuştuktan sonra telefonu
elime tutuşturdu.
- Alo !
- Yeni yılın kutlu olsun Payel, hayırlı
Noeller!
- Ooo Ovak’cığım merhaba!
- Ne o uyuyor muydun?
- Önemli değil, sesini duymak, uykudan
daha tatlı.
Telefondaki kuzenimdi, Amerika’dan
arıyordu. Hoş beşten sonra sağların hatırları soruldu, ölenler yâd edildi. Fazla
para yazmasın diye konuşmayı kısa kesmeye çalışıyordum; ama kuzenim uzun
konuşmaya kararlıydı.
- Ya oğlum konuşsana, ha bir şey söyle-
yeyim seni sokaktan arıyorum. Kart sıkıştı, bir saattir Avustralya, Fransa, Almanya, Türkiye… Aklıma nere gelirse
arıyorum. Anlayacağın, istediğin kadar
sohbet edebiliriz, senden sonra birkaç
kişiyi daha arayacağım.
Büyük kızından olan torununun büyüdüğünü, küçük kızı nişanladıklarını,
İstanbul’da kalsa hala Dolapdere’de
arabaların altında sürünüyor olacağını, ekonomik bir sorunları olmadığını,
kapısının önünde tam üç tane arabası
olduğunu, uzun uzadıya anlatmaya başladı. O bildik Amerikan rüyasını anlatıyordu. Fırında sütlaca benzeyen rüyayı;
ama sütlacın üstünü örten yanıktan hiç
dem vurmuyordu. Fakat ben, ne kadar
gizlemeye çalışsa da, sesinin tonundan
yanık kokusunu alıyordum!
Kuzenim bir ara konuyu değiştirdi.
- Payel, hatırlıyor musun? Bir akşam
Samatya sahilinde Antepli Restoran’da
kafaları çekmiştik.
- Tabi hatırlıyorum.
- Ben İstanbul’dan ayrılmaya kesin
olarak karar vermiş, sana da birlikte gidelim, diye ısrar etmiştim. O ara
sen, üniversitede okuyordun. Önce ben
gideyim; sen, okulu bitirince gelirsin,
türünden şeyler söylemiştim. Sen de
“Hayır, Ovak ben bu topraklarda doğdum, yine burada öleceğim. Ömrümün
son günlerinde bir avuç toprakla bir tutam madımağa muhtaç olmayacağım”
demiş, bir toprak ve madımak hikâyesi
anlatmıştın. Üstelik hikâyeyi anlatırken
ağlamıştın. Doğrusu o zaman ağlamana
bir anlam verememiş; duygusallığını,
içtiğimiz onca rakıya yormuştum.
- Ne yani, jeton otuz yıl sonra mı düştü
Ovak? Oysa demin pespembe şeyler anlatıyordun?
- Ulan, hemen üstüme gelme, fazla da
kurcalama. Bak, şimdi senden iki ricam
var.
- Söyle, elimden geleni yaparım.
- Birincisi, o toprak ve madımak
hikâyesini yazıp bana yollayacaksın.
Burada birilerine anlatmaya çalışıyorum; ama ya beceremiyorum ya da bir
kısmını unuttum. İkincisi, buraya gelen
biriyle bana kokoreç yollayacaksın. Bilirsin ben İstanbul çocuğuyum, madımaktan pek anlamam. Oradan ayrılırken mamam (annem) bizim mezarlıktan
bir avuç toprak alıp eşyaların arasına
koymuştu. Anlayacağın toprak nasıl
olsa var, sen bana kokoreç yolla. Bir şey
daha, hikâyeyi anlatırken sakın ağlama,
lütfen söz ver bana.
Kuzenimin sesi çatallaşmış, dili dolaşmaya başlamıştı. Çok duygulandığı belliydi,
- Tamam ulan, anladım! Hadi, yeter!
Herkese selam söyle. Ağlarım ya da ağlamam, o da benim bileceğim iş, deyip
kestirip attım.
Telefonu henüz kapatmıştım ki, elimde
unuttuğum sigaranın parmağımı yaktığını fark ettim. Eşimin sesiyle irkildim,
- Hayrola Payel, kötü bir şey mi var?
Neden ağlıyorsun?
- Sana öyle geliyor. Hadi sen git yat. Ben
bir şeyler yazacağım, dedim.
“Garibim her taraf bana yabancı
Dertliyim, çekinme doldur be hancı
İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık, sonradan kor yavaş yavaş…”
Bilemediğim bir nedenle, Selahattin
Ünal’ın uşşak şarkısını mırıldanmaya
başlamıştım. Sanki bu dörtlük, kafamdaki toprak ve madımak hikâyesiyle özdeşleşmiş gibiydi.
BİR AVUÇ TOPRAK, BİR TUTAM
MADIMAK
1970’li yıllar Sivas
Babam Manuk Usta, vilayet konağında
valinin kapısını tıklatıyor:
- Girin !
- Hayırlı sabahlar sayın valim.
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
- Oo hayırlı sabahlar Manuk Usta. Hoş
geldin. Kusura bakma, valiliğe kadar
yordum seni; ama biraz sohbet etmek
istiyorum.
- Rica ederim vali bey, buyurun.
- Kahveyi nasıl içersiniz?
- Vali bey, ben kahveyi fazla sevmem;
mümkünse çay olsun.
- Nasıl isterseniz. Manuk Usta, lütfen
şu mektubu okur musunuz? Gerçi ben
bir cevap yazdım. İstenen şeyleri de
hazırladım. Yarım saat sonra, her gün
Ankara’ya giden özel kuryeyle yollayacağım. Sizlerden birinin, birkaç satır
karalamasının iyi olacağını düşündüm.
- Hayırdır vali bey? Bakalım ne yazıyor
o mektupta?
Babam mektubu alıp okumaya başlar:
«Hörmetli Sıvaz Valisi
Ben Ağ Değirmen Mahlesi’nde doğdum. Bezirci Tarlasında böyüdüm. Hem
öksüz, hemi de yetim idim. Beni, emmimin uşakları böyüttü. Sona 1924’de
Amarika’ya geldim. Üç tene oğlum, bi
tene gızım oldu. On bir tene de torunum
var. Şimcik, 72 yaşımdayım. Biliyorum
ki benden çok güçcüksün. Kabul buyurursan sen de benim evladım sayılırsın.
Vali beg oğlum, senden bi iricam var.
Egerki bizim maşatlıktan (mezarlık) bi
avuç topraknan, bi bişirimlik madımah
yollarısan beni berhudar edersin. Hemi
de ellerinden öperim.
Burada sorduk. Sıvaz’da Amarikan konsulatı yokmuş. Olsayıdı onlardan ister,
sağa zahmet vermezidim. Oralarda kimim kimsem de yoh. Buradaki Türk
konsulatına oğlum getti. Onlar da bu
istediğimi eger biri Angara’daki Amarikan konsulatına yollarısa, oradaki memırların tez elden buraya göndereceğini
söylemişler. Biz de onlara tilefon ettik,
söyledik. Onlar da eger Sıvaz’dan biri
yollarısa tez elden bize ulaştıracahlarını, söylediler. Onun için ben de bu mektubu yazdırdım. Ben bu mektubu böyük
gelinime yazdırdım. Gelinim, çoh eyi
Türkçe bilmeyor. Yağnış bi şey yazmışsa gusura galma. Eger yollarısan da sağol, yollamasan da sağol. Emme bil ki,
yollarısan böyük sevap etmiş olursun.
Eger bir masarifi de varısa, yaz ki yollayam. Şimcikten sağ olasın.»
Adıresim şudur:
Babam mektubu okuduktan sonra valiye sorar:
- Evet vali bey, ne yapmamı istiyorsunuz?
- Manuk Usta, dün Ulaş’a telefon ettim.
Sabah erkenden taze madımak geldi.
Şoförümü yollayıp sizin maşatlıktan
toprak da getirttim. Hepsini paketleyip
hazırladık, şu kâğıda uygun bir şeyler
yaz da benim mektupla gönderelim.
Babam, Gücük Apel’in torunu olduğunu, Sivas’ta yaşadığını, şu anda şehirde
bilmem kaç hane Ermeni bulunduğunu,
hepsinin esnaflık yaptığını, rahat ve iyi
olduklarını bildiren bir mektup yazarak
valiye teslim eder. Belki mektuplaşmak
isteyebilirler diye kendi adresini ilave
etmeyi de unutmaz. Babam valinin bu
kadirbilirliliğini ve insanlığını çok takdir eder.
- Vali bey, gösterdiğiniz hassasiyetten
ötürü size çok teşekkür ederim.
- Ne demek Manuk Usta, ne mutlu bize
ki yıllar sonra bir hemşerimiz bizden
bir istekte bulundu.
Bu olaydan birkaç ay sonra, okul dönüşü, babamın dükkânına uğramıştım.
Her zamanki gibi neşeyle içeri dalıp selam verdim:
- Kolay gelsin hayrik (baba).
- Hoş geldin oğlum, dersler nasıl geçti
bakalım?
- Bildiğin gibi baba.
- Ha Payel, eve gidince mamana (annene) söyle, akşam yemeğinden sonra Bedik dayınlara gideceğiz.
- Hayrola baba, yine Erivan’dan Persa
horkurumdan (halamdan) mektup mu
geldi?
- Yok, oğlum, Amerika’dan bir mektup
geldi; ama kimden geldiğini bilmiyorum, akşam öğreneceğiz.
O yıllarda Sivas’ta Ermenice okuyup
yazma bilen iki, bilemedin üç ihtiyar
kalmıştı. Bunların içinde Ermeniceyi
en iyi bileni de rahmetli Bedik dayımdı.
Akşam, hepimiz el öpüp yerlerimizi aldıktan sonra babam, Amerika’dan gelen
mektubu Bedik dayıma uzattı. Dayım,
başına lastikle bağladığı yakın gözlüğünü özenle gözüne yerleştirdikten sonra
okumaya başladı:
Sevgili Kardeşim Manuk Güllüdere,
Ben Agop’un ortanca oğluyum. Nasılsınız, iyi misiniz? İnşallah iyisinizdir.
Size çok teşekkür ederiz. Vali beyin
yolladığı toprağı ve madımağı aldık.
Çok makbule geçti. Ayrıca yolladığınız
mektup da bizi çok mutlu etti. Sivas’ta
hâlâ o kadar Ermeni yaşadığını bilmiyorduk, çok şaşırdık. Sizleri tanımasak
da bir Sivaslı olarak hepinize bol bol selam ederiz.
Mektubunu okuyunca babam: “Bakın,
siz üç gardaş bi bacısınız. Bundan böyle,
dört gardaş bi bacı oldunuz.” dedi. Sevgili kardeşim, babam iki senedir yatalak
hastaydı. Yerinden hiç kalkamıyordu.
Hele son altı aydır durumu çok kötüydü.
Bir türlü ÖLEMİYORDU! Yolladığınız
toprağı yastığının altına koyduk. Tarif
ettiği şekilde, o otu da pişirdik. İki üç
kaşık yedi ve ÖLDÜ!
Evet, kardeşim, babamız öldü, hepimizin başı sağ olsun.
Tek Ermeni köyü tarih oluyor
Türkiye'nin tek Ermeni köyü olan
Hatay'ın Samandağ ilçesine bağlı Vakıflı, büyükşehir yasasıyla mahalleye
dönüşeceği için tarih oluyor.
Vakıflı köyü Sakinleri ise mahalle olmaktan mutlu değil. 1939 yılından
buyana huzur içinde yaşadıklarını belirten Ermeniler, köylerinin tek olmasından dolayı çok sayıda turist çektiğini söylüyor. Organik tarım konusunda
da birçok ödül alan Vakıflılılar, Ermeni
mahallesi olmak istemiyor. Köy statüsünde kalmak istediklerini belirten Vakıflı Köyü Muhtarı Berç Kartun, köylerine 1939 yılında devletin uyguladığı
statüyü yeni büyükşehir yasasıyla da
yapmasını istedi.
Köy statüsünden çıkartılıp belediyenin bir mahallesi yapılması durumunda
köylerine içkili restoranların, eğlence
merkezlerinin kurulacağından endişe
duyduklarını aktaran Kartun, "Çünkü
yeni büyükşehir yasasıyla imar izini
muhtarlardan alınıp belediye başkanlarına verilecek. Bu durum da köyümüzün mistik havasını bozacak. Eğlence,
cümbüş içkili bir ortama dönüştürecek
diye korkuyoruz." ifadelerini kullandı.
Bu endişesini son 5 yıl içinde köylerinde içkili restoran yapmak isteyen 10
kişinin müracaatını gere çevirdiklerini
kaydeden Berç Kartun, artık müracaatları belediye değerlendireceği için bunun önüne geçemeyeceklerinden dert
yandı.
Yeni yasanın uygulamaya girmesiyle
ayrıca köylerindeki hazine arazilerinin
muhtarlığın elinden alınacağını, mevcut kooperatiflerinin de kapanacağını
hatırlatan Berç Kartun, böylece köyde
organik tarım yapma çabalarının da
sekteye uğrayacağını vurguladı.
Muhtar Kartun, devletin köylerine 1939
yılında uyguladığı statünün yapılması
gerektiğini aktardı. Berç Kartun şöyle
konuştu: "1939 yılında Musa Dağı eteklerine Ermeniler çekildiği için buralara göçmen getirilmiş. Vakıflı köyüne
de göçmen getirilmesin diye özel bir
kararname ile Vakıflı köyünden giden
Ermeniler mallarını vakıf etmişlerdi.
Böylece buraya göçmenlerin gelmesi
engellemiş ve buradaki Ermenilerin
huzuru kaçmamasına izin verilmemiş.
1939'da alınan bu önlem 2013'te de tekrarlanabilir."
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SOL
VE
KÖRLÜK
............................. Hüseyn Karataş
12 eylül’ün yıldönümünde Ankara
Ulucanlar Cezaevi’nde bir sergi açıldı. Bu sergide önemli bir ismi unuttular: levon ekmekçiyan.
İnsan ve insanlar unutabilir, çünkü
unutmak insana mahsus bir zaaftır (eğer unutmak bir zaafsa). Fakat
buradaki unutmak zaaftan daha fazlasını anlatmakta. Sorun, sol Levon
Ekmekçiyan’ı neden unuttu? Ben
şahsen bu unutkanlığa şaşırmadım.
Şaşırmadım diyorum, çünkü bu solculuk, ne 1915 ermeni soykırımını gördü, ne de Kürtleri, Alevileri,
Rumları, Süryanileri ve diğer türk
ve müliman olmayanları gördü. Bu
kadar büyük kıtmikleri göremeyen
solun, l. Ekmekçiyan’ı görmemesi
solun mantığına ve duruşuna uygun
düşmekte. Eğer şaşıracaksak kendimize şaşırmalıyız. Nasıl olur ki, bu
coğrafyanın tarihsel ve toplumsal
dokusuna yabancılaşmış, etrafındaki çeşitliliği göremeyen, tarihsel
haksızlıklara mesafeli duran bu solculuğu, şimdiye dek biz nasıl görmedik? Türkiye’de solun bilinci en
çokta bizlere, Ermenilere, Alevilere,
Süryanilere, Lazlara… yabancıydı;
bizler bu yabancılaşmış bilincin nasıl içinde olabildik?
Ben derim ki, türkiye’de sol, tarihsel
ve toplumsal dokuda hızla yaşanan
çürümeyi gördü, fakat bilince çıkaramadı; güzel olanın, diri olanın derinden derine çirkinleşmesini gördü,
fakat anlayamadı; insanla yaşadığı
yer ve tarih arasındaki uyumsuzluğu, düşmanlığı, yerleşememeyi ne
gördü ne de anlayabildi. Ve hepsinden önemlisi, türk ve müsliman egemen çoğunluğun bu topraklarla ve
etrafındaki çeşitlilikle, tarihsel ve
kültürel mirasla düşmanlığına hep
duyarsız kaldı. Ve bizler, bu ülkenin
ötekileştirilmişleri solun bilincindeki bu duyarsızlığa, bu körlüğe, bu
çarpıtılmışlığa nasıl duyarsız kalabildik?
1909 adana olayları üzerine bir panel oldu. Panelde konuşmacılardan
birisi, bu ülkenin tarihinde yaşanılmış olan, 1909 adana olayları, 1915
ermeni soykırımı, varlık vergisi, ,
Trakya olayları, 6-7 eylül olayları
gibi olguları öğrendikçe şaşırdığımızı söyledi… Söyleyen kişinin
kendisi Tarsuslu ve Tarsus amerikan
koleji mezunu. Yani bahsi geçen bu
tarihsel kötülüklerin tam da yaşanıldığı yerden gelme birisi. Ben de,
soru-cevap kısmında, biz bütün bu
olayları bilmiyorduk derken yalan
söylediğimizi söyledim. Aslında
bütün bu olayları bildiğimizi, ama
bilmemize rağmen neden ve nasıl
bunları bilince çıkaramadığımızın
sorun olduğunu söyledim. Konuşmacı arkadaş, benim bu söylemimden rahatsız oldu. Rahatsız oldu,
çünkü bu konuşmacı kendi, bilinciyle yüzleşmek istemedi. Eğer bu ülkede 1915 ermeni soykırımı, 1909 adana olayları, varlık vergisi, Kürtler,
aleviler ve diğerleri konuşuluyorsa,
bunda türk solculuğunun dişe dokunur bir katkısını göremiyorum. Bu
sorunların özneleri, bu meseleleri ve
tarihsel olguları, bu ülkede tartışılır
ve konuşulur hale getirdi.
Burada şöyle bir kendi kendimizin
bilgisine ve bilincine dönüp bakmalıyız. Şimdiye kadar bize öğretilenlerle Kürtleri, Ermenileri, Alevileri,
Süryanileri, ezidileri, Lazları falan,
anlamamız ne kadar mümkün olabilirdi? Kürt, geri kalmışlığı, toprak
ağalığını, şeyhliği, gericiliği, padişahlığı, eşkiyalığı çağrıştırmaktaydı, çünkü bize böyle öğretildi…
Gayri Müslimlerin sahip olduğu
parayı, toprağı, ev ve işyerlerini,
gaspetmeyi sermayenin, toprağın
millileştirilmesi olarak öğretildi…
Şimdi bize öğretilen bu bilgilerle
gerçeğin bilincine varmak ne kadar
mümkün olabilirdi? Egemen oligarşik diktatörlüğün devletleşmesini ve
toplumsallaşmasını ilericilik, gereklilik, çağdaşlaşma, uluslaşma, devrimcilik olarak gören bir sol bilinç,
ermeninin, rumun, kürdün, yahudi-
nin varlığını ve sorunsallığını, ilerlemenin, sanayileşmenin, kalkınmanın, laikleşmenin önündeki engeller
olarak görecektir. Sol bu bilinciyle
ve gördükleriyle, bu ülkenin tarihsel
ve toplumsal hakikatini bilince çıkarmasını beklemek şaşırtıcı olurdu.
Bu laisist ittihatcı bilincin devletleşmesinde ve uluslaşmasında ilericilik
arayan ve onayan bir sol bilinç, hiç
bir şekilde kendi iç dinamikleriyle,
vicdanındaki haklılık dürtüleriyle,
kendindeki insanlık hissiyatıyla, bu
ülkenin ötekileştirilmişlerinin acılarına dokunamaz ve acılarını içselleştiremez…. Ve doğal olarak da, sol
bu bilinciyle, bu tarihsel ve toplumsal kötülüğe tavır alamaz, tepki geliştiremez…
Son yirmi ya da otuz yılımızı bir
hatırlayalım; bu ülkenin yüz yıldır
unutturmaya çalıştıklarının, inkar
ve reddettiklerinin bir bir bilince
çıktığını ve unutturulanların kendilerinin ısrarıyla hatırlandıklarına
tanık olduk… unuturulanlar, reddedilenler, inkar edilenler varlıklarını zorlan kabul ettirdiler… yani
unutanlar unuttuklarını büyük bir
zorlamanın neticesinde kabul etmeye mecbur kaldıkları için kabul
ettiler… yoksa kendi alicenaplıklarıyla kabul etmediler, kabul etmek
zorunda oldular… Unutturulanlar
her zaman bizimle yan-yanaydı, bizimle aynı mekanları paylaştı, aynı
zamanlarda ve aynı mekanlarda bulundu, ama biz bunların hiç birini
ne gördük, ne duyduk, ne de tanık
olduk… Şöyle bir dönüp yaşadığımız bu zorlanıma baktığımızda,
kocaman bir yalan görüyorum…
Bu öyle bir yalan ki, öyle bir ansal
körlük ki, yaşadığı zamanın, mekanın, çoğulluğun ve yaşanmışlıkların
önemli bir çoğuna ruhunu, bilincini,
vicdanını, gözlerini kapamış; ülke,
iktidar, sol, üniversiteler, aydınlar
kendilerine ve insanlarına tanık olduklarının büyük bir çoğunluğunu
yasaklamış; ülkenin iktidarları ve
kanat önderleri hem kendilerine hem
de yurttaşlarına gerçekliği önemli oranda sendroma çevirmiş… işte
bu sendromla oluşmuş sol bilinç, l.
Ekmekçiyan’ı hiçbir zaman göremeyecek ve bilince çıkaramayacak…
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
YONU KÜRDE DAYATILAR..
8...OSMANLI ZAMANINDA DOĞUYA HEP KÜRDİSTAN DENİLDİ
BELGELERDE BİLE BU VAR KÜRDİSTAN ADLİ GEMİ BİLE VARDİ
KÜRT EYALETİ VARDİ KÜRTLER
DİLERİNİ KULANİYORLARDİ
HER NEKADAR BAZİ PADİŞAHLARLA SORUN ÇIKSADA..
SADECE 2 DAKANI AYIRIP
OKUN VE PAYLAŞIN. ZOR DEĞİL KÜRT TARİHİNDEKİ GERÇEKLER VE OYUNLARI GÖRÜN
MUTLAKA OKUYUP PAYLAŞLIM
Kİ HERKES BİLSİN BUNLARI...
1...kafir Ermeniler diyip kürtleri ve
ermenileri katletiler dinsiz imasiz
aleviler diyip mezhebi farkli diye
alevileri katletiler pis zerduştler diyip
kürtleri katletiler ya Allah bismilah
Allahu ekber diyip insanlari öldürürler
(VE BİR KÜRT BDPYİ SAVUNSA
ERMENİ VE ZERDUŞT OLUYOR
AYNİ KÜRT DEVLETİ SAVUNSA KÜRT OLUYOR IRKÇILARIN
MANTIĞA BİLE SIĞMAYAN BÖYLE Bİ DÜŞÜNCESİ VAR )
GÖRENDE ALLAH BU IRKÇILARA AYET İNDİRMİŞ SİZDEN
OLMAYANLARİ ÖLDÜRÜN DEMİŞ GİBİ KATLİAM VE ZÜLÜM
YAPARLAR..
2..Bİ ELİNDE BİRA ŞİŞESİ İLE Bİ
YANDANDA ALLAHU EKBER
DİYE BAĞİRAN KİŞİYE ÜLKÜCÜ
DENİR..
3..MARAŞTA İNSANLARI KAYNAR SULARA KOYDULAR
BAŞLARİNİ KESTİLER SOKAK
ORTASİNDA ÇOCUK KADIN
YAŞLI HERKESİ KATLETİLER
ALLAH İÇİN DEDİLER BUNLAR
NE NAZİLER YAPTI NEDE YAHUDİLER BUNLAR IRKÇI BARBARLAR YAPTILAR.. BUNLARİN NE
İSLAMDA NEDE YAHUDİLİKTE
NEDE HRİSTİYANLIKTA YERİ
VAR
4...BİNGÖLDE 33 ASKERİ ÖLDÜRDÜLER PKK YAPTI DEDİLER
YILAR SONRA ORTAYA ÇIKTI Kİ
ERGENEKON YAPMİŞ..
BAŞBAĞLAR KÖYÜDE HERKESİ KATLETİLER ÖLDÜRDÜLER
ÇOLUK ÇOCUK PKK KATLİAM
YAPTI DEDİLER YİNE ORTAYA
ÇIKTI Kİ DEVLETİN ADAMLARİ
DERİN DEVLET ERGENEKON
YAPMİŞ..
5...ABDULAH ÖCALANA YILLARCA BEBEK KATİLİ DEDİLER
PKKLİLER BEBEK VURDU DİYE
GÖSTERDİKLERİ KUNDAKTAKİ
BEBEĞİ DE YİNE YILAR SONRA
Ayhan Çarkın ÇIKTI O BEBEĞİ
PKKLILAR DEĞİL BİZ KATLETİK
DEDİ YİNE DEVLETİN ADAMİ
BEBEKLERİ KATLETİ..
6...KORUCULARA PARA VERDİLER NAMAZLA ALAY ETİLER
GERİLA KIYAFETİ GİYEREK
HEMDE PKKLİLER NAMAZLA
DİNLE ALAY EDİYORLAR DEDİLER VİDEOSUNUDA ÇEKTİLER
SONRA PAYLAŞTİLAR KÜRTLERİ PKKDEN SOĞUTMMAK İÇİN
VE TÜRKLERİ VE BAZİ KÜRTLERİ DAHİ BU VİDEO ÖZERİNDEN
PKKYE DÜŞMAN ETİLER..
YILAR SONRA YİNE ORTAYA
ÇIKTI Kİ O VİDEODAKİLER KORUCUYDULAR VE O VİDEODAN
SONRA HEPSİNİDE ÖLDÜRDÜLER O KORUCULARİN GERÇEKLER ORTTAYA ÇIKMASİN DİYE.
7..HEP KÜRDÜ KÜRDE KIRDIRIP
TÜRKÜDE KÜRDE DÜŞMAN ETİLER DÖNEKLİK VE ASİMİLAS-
9...TC DEVLETİ KURULDU
ZİLAND KÜRTLERİ KATLETİLER..
DERSİMDE KATLETİLER
MARAŞTA KATLETİLER..
SİVASTA ALEVİLER DİYE KATLETİLER..
ŞIRNAKTA KATLETİLER..
KAZAN VADİSİNDE KATLETİLER..
KÜRT KÖYLERİNİ YAKIP ÖLDÜRDÜLER PKK YAPTİ DEDİLER
ÇOĞUNA PROPAGANDA YAPTİLAR..
10..ROBOSKİDE 34 KİŞİYİ KATLETİLER..
VANDA 33 KİŞİYİ KATLETİLER..
11..ŞİRNAKTA NEWROZ KUTLADİLAR DİYE 250 KİŞİYİ ÇOLUK
ÇOCUK HEPSİNİN KATLETİLER..
BUNA BENZER YÜZLERCE KATLİAMİ YAPTILAR
12..VE EN GARİBİDE KÜRTLERİN
KARDEŞİYİZ DEDİLER KÜRTLERİN ÇOĞUDA İNANDİ... KÜRTLERİ DİN ÖZERİNDEN KANDİRİP
KÜRDÜ KÜRDE DÜŞMAN ETİLER..
KÜRTLERE ZÜLÜM ETİLER
KÜRTLER DAĞA ÇIKTI TERÖRİST HAİN DEDİLER.
DİL DEDİK BÖLÜCÜ DEDİLER
ÖZERKLİK DEDİK BÖLÜCÜ DEDİLER
HAK DEDİK HAİN DEDİLER..
NE DEDİYSEK BİŞİ DEDİLER
13...VE KÜRTLER TÜM BU OYUNLARİ HALA GÖRMÜYOR HALA
GÖRMEK İSTEMİYOR..
BU OYUNLARI BOZMAK İÇİN
PAYLAŞ PAYLKAŞİMİ MİLETİ
BİLGİLENDİR...
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni
Soykırımında
Said-i Nursi
Semra Eren (aktardı)
RECEP MARASLI YAZDI !!!
İttihat ve terakki yönetiminin Teşkilat-ı
Mahsusa aracılığıyla İslam unsurlar
arasında yaptığı çalışmalar aynı zamanda bu Türkler dışındaki halklar
(örneğin Araplar ve Kürtler) arasında
milliyetçi akımların barajlanmasınıda
hedeflemekteydi. Örneğin örgütün yöneldiği ilk hedeflerden birinin Osmanlı
ordusu içinde yapılanmaya başlayan
bağımsızlıkçı Arap subaylarının tasfiye edilmesi olduğu biliniyor.Çeşitli
sunni tarikatlarıda teşkilatın örgütlendiği bir başka kanal oluşturdu.Sultan
Abdülhamit yönetimi İslamcı politikasının bir gereği olarak tarikatları yoplum yaşamında daha etkin ve güçlü
kılan bir politika gütmekteydi. Osmanlı merkezi otoritesine bağlı bir resmi
islam anlayışı sürdüren Nakşibendilik
himaye ve teşvik gören başlıca tarikatlardan biriydi. Tarikatlar, Doğunun
yerleşik Hırıstiyan misyoner faliyetlerine karşı İslami bir tez oluşturmanın
yanı sıra müslüman topluluklarda gelişen milliyetçi akımlarıda etkisizleştirecek kurumlar olarak görülüyordu.
Nakşibendilerden Mevlevilere ve Kadirilerden, Melamilere kadar bir çok
tarikatın politik sürece dahil edilmesi
böyle aşıklanabilir. Said-i Nursi örneği
bu döneme yeni yeni uç vermeye başlayan Kürt Ulusal hareketinin Osmanlıcı-İslamcı bir bağlamla önce Osmanlı
sonra Cumhuriyetin merkezi otoritesie
eklemlenmesini açıklayıcı ip uçları verebilir. Teşkilat-ı Mahsusa'yı ''Devlet
sisyaseti güden gizli bir hareket''olarak
tanımlayan Cumhuriyetin alaylı tarihçilerinden Cemal Kutay,Said-i Nursi
(diğer adıyla Said-i Kurdi) nin de
Teşkilat-ı Mahsusa'nın hesabına çalıştığını idda etmekte ve Said-i Nursi' nin
Teşkilat'ın ''İttihat-i İslam'' kolunu yürüttüğünü, bu faliyet için bizzat Kuşçubaşı Eşref'in Nursi'ye görev verdiğini, İttihat-i İslami düşüncesinin ise
Said Halim Paşa'nın ''İslamlaşma'' kitabına dayandığını savunmaktadır.
Kutay'ın bu iddalarına bazı Said-i Nursi öğrencilerinden şiddetli itirazlar gelmiştir. Kutay iddalarını Teşkilat'ın
önde gelen ismi Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlatımına dayandırmakta, 2953
yılında Eşref bey'le birlikte kendisini
ziyaret etmeye gittiklerini ayrıca Kuşçubaşı'nın ölümünden önce Teşkilat-ı
Mahsusaya ait dosyaları kendisine verdiğinide öne sürmektedir. Kutay, Said-i Nursi'nin ismini bu dosyalarda
gördüğünü belirtmektedir. Teşkilat
hakkında yazılanların (Stoddart'ın Teş
kilat üzerine yaptığı araştırması dahil)
önemli bir kısmının Kuşçubaşı' nın ifşaatlarına dayandığı düşünülürse bu
iddaları ciddiye almak gerekli. Ayrıca
Kutay bu belirlemesini Said-i Nursi'yi
kötülemek için değil övmek amacıyla
yapmakta, onu günümüzün ''İdris-i
Bitlisi'si'' olarak tanımlamaktadır. Yeni
Şafak gazetesinde ''Teşkilat-ı Mahsusa'' isimli 10 bölümlük bir yazı dizisi
hazırlayan Abdullah Muradoğlu Teşkilat' ın Osmanlıyı İslami temelde ayakta
tutma tezini desteklemekte ve Bediüzzaman'ın Teşkilatla ilişkisini destekleyen örnekler vermektedir. ''Said Nursi
hizmette derin devletin adamıydı, Edir
ne'ye giren Teşkilat-ı Mahsusa içindeydi. Gerçekte o dönemde din aleminde
doğan boşluğu Nursi doldurdu.Nursi'yi
anlayan 100 adam olsa bunlar olmazdı'' Ayrıca Kutay, Said-i Nursi'nin Teşkilat'la ilişkisini ilk yazdığında 1980
yılıdır ve bu kitap Said-i Nursi'nin
eserlerini, biyoğrafilerini özenle yayınlamış olan Yeni Asya Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Geçen zaman
içerisinde bu noktada karşı önemli bir
itiraz gelmemiş ve fakat Teşkilat-ı
Mahsusa'nın kamuoyunda olumsuz
yanlarıyla popüler bir tartışma konusu
olmasından sonra bu söylem reddedilmeye başlanmıştır. İttihat ve Terakki'nin Said-i Kürdi'ye ''Büyük bir paye ve
kıymet'' verdiklerini belirten Bezmi
Nusret Kaygusuz, ''Güya Kürt meselelerinde ondan istifade edeceklerdi''diye
yazmaktadır. Said-i Kurdi jöntürk hareketini desteklemiş ve Meşrutiyetin
ilan dildiği günlerde Selanik'te ittihat
ve terakki önündek Hürrüyet meydanında hareketi destekleyen bir konuşma yapmıştır. Bununla çelişir şekilde
31 mart ayaklanmasının kışkırtıcılarından olduğu gerekçesiyle ''Örfi idare
Mahkemesi''-nde yargılanmışsada beraat etmiştir. Said-i Kurdi,1911 de yayınlanan ve medreselerdeki Kürt öğrencilerin kendisine ''sık sık sorulan
sorular''ına verdiği cevapları topladığı
''Münazarat'' adlı risalesinde Meşrutiyetten büyük bir beklenti ve övgüyle
söz etmektedir. ''Ey Seyda! İstanbula
gittin.Bu inkilabı azmi gördün.Mühim
işler içine girdin. Bize ne getirdin?''
diye soran öğrencilerine ''...Size tüm
gücümle, yalnız Kürdistan'a değil belki dünyaya duyuracak tarzda müjde
veriyorum ki tüm İslam aleminin, bütün Osmanlıların, özelliklede Kürt'lerin mutluluk şafağının belirdiğini görüyorum'' diyecek kadar coşku içinde
idi. Kitabın ''İfade-i Meram ve uzunca
bir Mazeret'' başlıklı bölümünde, Meşrutiyet devrimi ile birlikte gündeme
gelen Ermenilerin Ulusal özgürlüklerden yararlanma haklarına, gayri-Müslim Ulusların eşitlik ve Müslman toplumlar arasındaki ilişkilere nasıl bak
tığına ilişkin görüşlerini bulmak mümkündür. Münazarat'ta verilen cevaplar
''Kürtler ve Türkler''e İslami temelde
ortak bir hitabeti temel almaktadır.
Rum ve Ermenilere özgürlükler getirilmesini hoş karşılamayan öğrencilerinin tepkilerine karşı Said-i Kürdi,3
milyon civarındaki Ermenilere ve tümünü toplasan 10 milyon etmeyen gayri-Müslüm uluslara tanınan hürriyetin,
asıl büyük esaret altındaki 300 milyon
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İslamın özgürlüğünü sağlamak için bir
rüşvet olarak düşünülmesini istemektedir.Ona göre İmparatorluktaki Ermeni ve gayrı-Müslimlerin ayağındaki
kayıt yalancıdır, asıl esir olanlar Kürtler ve Türklerdir. Rusya ve İngiltere
gibi ecnebi devletlerin İslam dünyası
üzerindeki maddi ve manevi baskılarının bu vesileyele cözülebileceğini düşünmektedir. İttihat ve terakki’nin yöneticileri tarafından sık sık dile getiri
len, ’’İmparatorluktaki gayrı Müslim’lerin, askerlik yapmadıkları için
Müslümanların zararına zenginleşip,
çoğaldıkları’’ biçimindeki resmi görüş
(Bkz: Talat paşa’nın anıları) Said-i
Kurdi tarafındanda benimsenmiş görünmektedir. Sad-i Kurdi, Van’da rasgele bir Ermeni evindeki 10 sağlıklı
kişiye karşı, Müslümanların evinde iki
zayıf insanın bulunacağını delil olarak
göstermektedir. İttihat ve Terakki’nin
savaş öncesi gayrı-Müslümleri askere
alma gerekçeleri arasında da bu ‘’zararına çoğalmayı eşitleme’’ açıklaması
bulunduğuna dikkat çekmek yerinde
olur. Said-i Kurdi,1.dünya savaşı başlar
başlamaz osmanlı yönetiminin isteğiyle Halife’nin çıkardığı İslami Cihad
Fetva’sını onaylayan beş İslam Ulemasından biridir. Teşkilat-ı Mahsusa’cılardan oluşan ve 1915’de Kuzey Afrika’ya yollanan ‘’Manevi ve fikri
Heyet’’ içerisindeydi. Başlarında Şehzade Osman efendi ve kolordu komutanı Miralay Selaadin (Çolak) Bey’inde
bulunduğu bu yirmi kişilik heyet Kuzey Afrika’da Sunusi ve Ticani zaviyelerini dolaştı. Öğrencilerinin ‘’Bediüzzaman bizzat cihadın içindeydi’’
dedikleri Said-i Kurdi’yi 1916 yılında
5 bin kişilik Gönüllü Kürt Milis alayına Kumanda ederken görmekteyiz.Milis kuvvetlerinde çok sayıda öğrenciside bulunmaktaydı. Bitliste çarpışırken
üç öğrencisiyle Ruslara esir düşmüş,iki
yıl dört ay Kosturma’da (Sibirya) sürgünde kalmış, Bolşevik devriminden
sonra esaretten kurtulmuş ve istanbula
dönmüştür. Tiflis’te esir bulunduğu sırada Talat Paşa tarafından kendisine
60 lira (mukabili 1254 mark) gönderilmesi ilişkilerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Yeni Asya Vakfı,
Risale-i Nur Enstitüsü web sayfasında
‘’Bediüzzaman’ın Ermeni Çeteleriyle
Mücadelesi’’ başlığında ‘’Bab-ı Ali Da
hiliye Nezaret-i Umumiyye Mudiriyeti’’ne başlığıyla Bitlis Vilayetinden
gönderilmiş 19 Mayıs ve 12 Temmuz
(1) 332 btarihli iki rapor yayınlandı.Po-
lis memurlarınca gönderilmiş olan raporlarda ‘’Ulema-yı meşhueden Molla
Said-i Kürdi’’ veya ‘’Molla Said Efendi’’nin Ermeni çeteleriyle mücadelesinden bahsedilmektedir. Said-i Nursi
hakkında biyografik bir makale yazan
Sabri Çelebi ise ‘’Bu arada Doğuda
Hizan’lı Şeyh Selim isyanı patlak verir.SAİD NURSİ bunun altında <ermeni parmağı olduğunu hisseder,Bitlis
ve Van valileri ile ittifak ederek hareketin yayılmasını önler.Ve bunun üzerine Ermenilere büyük bir darbe vurulur.Hatta Said Nursi’nin nahiyesi olan
İsparit’i Ermeniler işgal etmeye çalışırlar, Üstad öğrencileri ile Ermenilere
karşı savaşır ve onları oradan kovar.
’’demektedir. Said-i Nursinin talebelerinden olan Bayram Yüksel ise ‘’Üstadımız fedakarlık dersi verirken, eski
şark talebelerinden misaller verirdi.
Hatta Ermeni Taşnaa-klarından misaller verirdi. ’onlar ateşe atarlar, gözleri
patlar, davalarından ve secaatlerin den
vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerimde öyle olmanız lazımdır’’ dediğini
aktarır. Yinede Ermenilerin statüsünü
İslam hukukuna göre ‘’zımmi-i müahid’’ (İslam eğemenliğini kabul ederek, kelle vergisi ödeme karşılığında
özerk yaşama hakkına sahip) bir millet
olarak tanımlayan Said-i Kurdi, ‘’Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lakin aklın elinde’’ diyerek gayrimüslim’lerin üzerinde sallanması
gereken ‘’Kılıç’’ seçeneğinide ihmal
etmez. ‘’Şayet adalete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetleriyle burunlarını kırıp ikna ettirecektir’’ Beiüzzaman’ın 1915 dönemi Ermenilerle ilgili
olarak herhangi bir yorum ve yazısı
bulunmamaktadır. Hemen hemen tüm
temel konularda görüş ve düşünce geliştirmiş olan Said-i Kurdi’nin ‘’Tehcir’’ ve ‘’Soykırım’’ konusundaki suskunluğunu onaylama biçiminde oku
mak mümkündür. Örneğin Sevr görüşmelerinde İsveç sefiri Kürt Şerif Paşa
ile Ermeni temsilcisi Boğos Nubar
Paşa arasında Paris’te yapılan anlaşmaya büyük tepki göstermiş ‘’Şerif Paşagibi beş-on şahsın kürt milletini
temsil etme yetkisi olmadığını’’, ’’Kürt
Milletininin hakiki temsilcilerinin
Meclis-i Mebusan’daki mebuslar olduğunu’’ söylemiş tir. Bağım sız bir Ermenistan ve Kürdistan fikirine karşı da
kampanya yürüten Said-i Kurdi, Kürdi, Kürt eşraf ve ulemasının bu fikre
karşı oluşturmak için yoğun çaba göstermiş, Yazı ve Telgrafla protesto edilmesine çalışmıştı. Kürt Teali Cemiyeti
üyelerinden Gazeteci Mevlanazade Rıfat, kendisine bağımsız bir Kürt devleti
kurulması fikrini bir mektupla bildirmiş, ancak gayet sert bir tepki ile karşılaşmıştır.
Kaynakça: Ermeni Ulusal Demokratik
Hareketi ve 1915 Soykırımı...
Recep Maraşlı
http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Necip Fazıl Kısakürek'in 'öteki' portresi...
1936'da NFK, bir edebiyat dergisi için
Celal Bayar'dan 1.600 lira aldı. Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi
paraydı bu. NFK, devletten para almanın
kolaylığını belki de o gün anlamıştı.
Bu haftanın hatta son yılların en önemli olayı Kürt Meselesi’nin çözümü için
Kürt siyasal hareketi ile hükümet/devlet arasında yaşanan bahar havası ama
yazım, pek çok kişinin bildiği ancak
TV Habertürk Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın ortaya çıkardığı, örtülü
ödenekten tahsisat almak için, dönemin
başbakanı Adnan Menderes’e yazılmış,
kimi yalvaran, kimi tehdit eden ama
genel olarak hayranlarını üzen mektuplarla gündeme gelen Necip Fazıl
Kısakürek (NFK) hakkında. Bilindiği
gibi NFK 1940’lardan itibaren “İslamcı-milliyetçi-muhafazakar” kuşakların
ideolojik biçimlenmelerinde çok önemli
rolü oynadı, dahası Türkiye’yi şu anda
NFK şiirlerinin, yazılarının, ideolojisinin rahle-i tedrisinden geçen kadrolar
yönetiyor. Ancak ne yazık ki, “boşluklu 11 bin vuruş” kısıtlaması yüzünden
NFK’nın hayat hikayesinin Atatürk sonrasında aldığı şekli sadece yazının internet nüshasında görebileceksiniz.
Çemberlitaş’ta dünyaya merhaba
Hayata gözlerini, başı gövdesinden büyük bir çocuk olarak 26 Mayıs 1904
günü Çemberlitaş’ta dört katlı bir konakta açan Ahmet Necip (asıl adı buydu)
varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Hariciye
nazırlığına kadar yükselmiş bir paşanın
damadı olan dedesi Mardinli Kısakürekzade Hilmi Bey, Mecelle yazarları
arasında yer almış, fakat aynı zamanda
Fransız kültürüyle de beslenmiş, Légion
d’Honneur nişanı sahibi bir hukukçuydu.
Babaannesi Zafer Hanım Halep valiliği,
Hariciye Nezareti müsteşarlığı ve Zaptiye Nazırlığı yapmış olan Salim Paşa’nın
kızıydı. Babası hukukçu Fazıl Bey ailenin tek erkek evladıydı. Fazıl Bey küçük
yaşta Mediha Hanım ile evlendirilmiş,
Hukuk Fakültesi’ni oğlu Necip doğduktan sonra bitirmişti.
İleriki yıllarda halalardan, dayılardan ve
onlardan oluşan geniş bir aileden bahseden ve özellikle ümmi ve dinine düşkün,
Kuran okumakla ve tefekkürle zamanını
geçiren anne annesinden (adını vermeden) söz eden Necip Fazıl yıllar sonra
“Muhasebe” şiirinde ailesini şu dizelerle
yargılayacaktı: “.../Üç katlı ahşap evin
her katı ayrı âlem!/Üst kat: Elinde tesbih,
ağlıyor babaannem,/Orta kat: “Mavs”
Ayşe Hür
oynayan annem ve âşıkları,/Alt kat: Kızkardeşimin “Tamtam”da çığlıkları./Bir
kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim/
Buyurun ve maktaından seyredin, işte
evim!/bu ne hazin ağaçtır, bütün uf kumu tutmuş!/Kökü iffet, dalları taklit,
meyvesi fuhuş…”
O okul senin, bu okul benim
Necip’in çocukluğu hastalıklar ve yaramazlıklar ile geçti. Oğlundan umduğunu
bulamamış dedesi tarafından çok şımartılarak büyütülen küçük Necip eğitimine mahalle mektebinde başladı, 1912’de
Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Okulu’na
geçmişti. “Tadsız ve haşin” bulduğu
bu okuldan bir müddet sonra ayrıldı
ve Amerikan Koleji’ne devam etti. Bu
okulu sevdi ancak haylazlık yüzünden
kovuldu. Ardından Büyükdere’de Emin
Efendi Mahalle Mektebi’ne geçti ama
orada da kalmadı. Sırasıyla İstanbul Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi ve Vaniköy’deki Rehber-i İttihat Okulu’na devam etti. Kız kardeşi Sema’nın 5 yaşında
ölümü üzerine annesi vereme yakalanıp,
aile Heybeliada’ya göçünce Heybeliada
Bahriye Okulu’na girdi. Ahmet Necip
olan adının Necip Fazıl olması bu okulda oldu. Hasta yatağındaki annesinin
“senin şair olmanı ne kadar isterdim”
demesi de bu dönemde oldu. Militarizm
ve orduya sevgi duymasında bu okulda
aldığı üç harp sınıfı etken oldu.
Batı kültürüyle hemhal oluş İleriki yıl-
larda, Nazım Hikmet’ten iki yıl sonra
girdiği ve Yahya Kemal, Aksekili Ahmet
Hamdi, Hamdullah Suphi, İbrahim Akşî
gibi hocalardan ders aldığı bu okuldan
söz ederken “Ne oldumsa bu mektepte
oldum!” diyecek ama müdürünü de “Batı
delisi” diye eleştirmekten geri durmayacaktı. Halbuki (kaynakçada makalesini
bulacağınız) Taner Timur’un otobiyografilerinden özetlediği gibi “okumaya
Michel Zevaco ve Alexandre Dumas ile
başlamış; Amerikan Kolejinde öğrendiği İngilizceyi ilerlettikten sonra Lord
Byron, Oscar Wilde, hatta Shakespeare’i
asıllarından okumuş; roman denilince de
Paul ile Virginie’yi, Graziella’yı, Marcel
Proust’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anmıştı. Puccini müziği, Max Linder filimleri ve babasıyla Tepebaşı Tiyatro’sunda
seyrettiği ve ‘tek seyredişte adeta ezberledim’ dediği Çardaş Fürstin opereti de
anıları arasındaydı.” Kısacası ilk gençliğinde ve birazdan göreceğimiz gibi ileriki yıllarda Batı kültürü ile arası gayet
iyiydi.
1921 yılında girdiği Darülfünun Felsefe
Bölümü’nde dönemin ünlü edebiyatçıları ile tanıştı. Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi, Peyami Sefa
ilk akla gelenler. İlk şiirleri de bu yıl
yayımlandı. Daha sonra O ve Ben adlı
otobiyografik eserinde belirteceği gibi
“kendisini artık dünyada tanımayan tek
kişinin kalmadığını, kahvede, sokaklarda, salonlarda hep ondan konuştuklarını
sanıyordu.”
Paris’teki kabus yılları
Bu özgüven içinde, bölümünü bitirmeden, hükümetin sağladığı bir bursla Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ne girdi.
Burada ünlü sezgici ve mistik filozof
Henri Bergson’la tanıştı. Necip Fazıl’ın
Paris hayatını kendi ağzından (O ve
Ben’den) özetleyelim: “Kadını, kumarı,
içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi,
sara nöbetleri içinde sanatı; çözmeye
çalıştıkça dolaşan ve büsbütün meseleleriyle Paris… Kâbus şehrindeki hayatımı
anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.”
Bir yıl geçmemişti ki, bu hicap duyulacak hayat Ankara’nın da kulağına gitti
ve kendisini Türkiye’ye çağırmak için
Milli Eğitim Bakanlığı Paris’e bir müfettiş yolladı. NFK, Babıali adlı kitabında
anlattığına göre, Zeki Mesut adlı müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete
dönüş parasını da kumar masasında kaybetti.
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Felsefeci olarak değil iyice azıtmış bir
kumar tutkunu olarak Türkiye’ye döndükten sonra önce Felemenk Bahr-i Sefid
Bankası’nda işe başladı. Ardından Osmanlı Bankası’nın Ceyhan, İstanbul ve
Giresun şubelerinde çalıştı. İlk şiir kitabı
Örümce 1925’te yayımlandı. Yine bu dönemde aralarında Ahmet Hamdi, Yahya
Kemal, Ahmet Kutsi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili,
Peyami Sefa, Server Bedii, Eşref Şefik,
Fikret Adil, Mesut Cemil, Elif Naci, İbrahim Çallı’nın da olduğu entelektüeller
grubuna katıldı.
lil” adlı hikayesinde rejimin terminolojsi
ile “softa kimdir?” sorusuna şöyle cevap verdi: “...Onu tarife hacet yok. Onu
tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan,
bakışından, kaçışından tanırız. O zaten
kendini gizlemiyor. Dün başına sarık
sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü
nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (...)
Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında
‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır
ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da
İslamlık softadır.”
‘Beyza Hanım’la tanışma
Seyyid Arvasi ile tanışma
Bu yıllarda devlet katında çok saygı gördü, piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelendi. Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı
bu yıllarda (1928) yayımlandı. Kumar,
içki ve kadına ‘Beyza Hanım’ diye kodlanan kokainin katılması da bu yıllarda
oldu. NFK ‘beyza’yı tatmadığını iddia
etti ama Babıalı kitabında onu içenler
kadar güzel anlattı: "Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain (…) Küçük bir
şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince
ve beyaz bir toz (…) Burnunda ve yanak
adalelerinde hafif bir donma hissi ve
peşinde dipsiz bir huzur, sulhçu mizaç
ve her şeyi bağışlama, oluruna bırakma
zevki (…) Bu bir hal; lafla anlatılamaz.
Bir kere, iki kere çekmekle de anlaşılamaz; devam etmek ve onunla ünsiyet kazanmak lazım..."
Necip Fazıl, 1934’de Beyoğlu’nda Ağa
Camii’nde cumaları ders vermekte olan
Nakşibendi büyüklerinden Vanlı Seyyid
Abdülhakim Arvasî ile tanıştı ve kendi
ifadesine göre hayatı değişti. Arvasi ile
evinde yapılan sohbeti “buhran gecesi”
olarak adlandırdı. O gün Arvasi kendisine “keşke bu kadar zeki olmasaydın!”
demişti. Bu iltifat, çocukluğundan beri
kendisini çok özel, çok zeki, çok farklı
biri olarak gören Necip Fazıl’a muhtemelen çok iyi gelmişti. Arvasi’nin etkisini
ise “Mürşid” şiirinde şöyle anlattı:“Bana,
yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;/Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” Bu
öyle bir ilişkiydi ki, Kafakağıdı kitabında
dediği gibi, Necip Fazıl “Köpeğin olarak
kendi köpekliğimden kurtulayım; insan
olayım!” diye yalvaracak ama eserlerinde Arvasi’ye çok az referans verecekti.
Arvasi ile ölümüne (1943) kadar yoğun
ilişki içinde olan Necip Fazıl’ın, bugün
müritlerinin tekrarlamayı pek sevdikleri gibi “geçmişini bürüp çöpe atması”na
daha çok vardı. O büyük temel çivisinin
üzerine yeni bir binanın inşa edilmesi
çok uzun sürecek, NFK hem CHP ile
ilişkisine hem de içkili, kadınlı, kumarlı
bohem hayatını uzunca sürdürecekti.
Entelektüel çevreye giriş
Rejimle sıkı fıkı olma
Bu arada CHP iktidarı ile arasını iyice
düzelten Necip Fazıl 1929’de İş Bankası
Ankara Şubesi’nde muhasebe memuru
olarak göreve başladı, askerliğini yaptı,
ardından Trabzon, İstanbul ve Edirne
Şubelerinde muhasebecilik yaptı.
Bu dostane ilişkinin nişanesi olarak Aralık 1930’da meydana gelen Menemen
Olayı’ndan sonra Ankara Türkocağı’nda
Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı ve
5 Ocak 1931 tarihli Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde yayımlanan konuşmasında şöyle dedi: “...Gözüme görünen şeyi
açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız
söylüyorum. Eğerzayıf tutarsan, eğer
inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı
ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin... Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını
kurutacaksın; bu kadar...”
1932’de yazdığı “Bir Hikaye Birkaç Tah-
CHP’den alınan örtülü ödenek
Necip Fazıl 1935'te İş Bankası Genel
Müdürlük kadrosuna alındı ama bir süre
sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık.
Gerisini Kafakağıdı’ndan okuyalım:
[“Hemen Ankara... Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la
karşı karşıya:- Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa
etmişsin!..- Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.”
Celâl Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu:- Tekrar bankaya girmek ister misin?- Onun için geldim.”
Bir telefonla iş halloldu, kendisine, İş
Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro
bulundu.
1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdi. Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve “Memleketin
buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer
emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve
Sümerbank bana bir senelik peşin ilân
karşılığı muayyen bir para verirlerse bir
mesele kalmaz...” dedi. Celal Bey kendisine hak verdi ve şairimize 1.600 lira
takdim etti. Bir mebusun ayda 200 lira
aldığı günlerde iyi paraydı bu. NFK devletten para almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı.
İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün
ölümü üzerine 26 Kasım 1938 tarihli
Cumhuriyet gazetesine şu coşkulu cümleleri yazdı:
“(…) Benim gözümde birbirine bağlı iki
işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize
dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer
(…) Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti
şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm
tehlikesini doğuran sebepler âlemine
karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet
planında yeni bir bünye inşasına girişti... (...) İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan
beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet
manzumesine kavuşturulması yolunda
girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam
ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi (…) Milli Kahraman’ın ölümü
önünde duyduğumuz matem hissini, tek
bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran
Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe
kalacağı emniyeti...”
Bu güzel satırların ödülü, Atatürk’ün
ölümü üzerine kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı
şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel
tarafından Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu.
Büyük Doğu yılları
Necip Fazıl bir siyasi eylemciydi. Sesini
1943-1978 yılları arasında beş devre halinde 512 sayı çıkan Büyük Doğu mecmuası aracılığıyla kamuya ulaştırıyordu.
Dergi adını Kısakürek’in 1938 yılında
Ulus Gazetesi’nin düzenlediği Milli
Marş yarışması için yazdığı Büyük Doğu
adlı şiirden almıştı. Dergide başlangıçta
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dönemin önemli isimlerinin yazıları yayımlandıysa da, daha sonra değişik takma adlarla Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar
egemen oldu. Necip Fazıl’ın takma isimlerinden bazıları şöyleydi: Be.De., BAB,
İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa,
Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA.,
Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü.,
Dilci, İstanbullu, Muhbir, Sarıçizmeli,
Dedektif X Bir…
Hala Atatürk’e övgü
Derginin siyasi-ideolojik çizgisi zaman
içinde şekillendi. NFK’ın ‘İptidai’ diye
adlandırdığı ilk dönemde, mecmuada
dini içerikli pek çok yazı çıktığı halde CHP ve Tek Parti rejimi ile ilişkiler gevşek de olsa sürüyordu. Örneğin
1943’te yayımlamaya başladığı Büyük
Doğu (Büyükdoğu şeklinde de yazılır)
mecmuasının 9. sayısı “Atatürk’ün Altın Anahtarla Açtığı Son Fabrika Kapısı… Şimdi Onun Ruhu Ayni Anahtarla
Türkün Zafer Kapısında…” başlıklı kapakla çıkmıştı. 10. sayıda ise “Atatürk
Dirilecektir!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Methiye şöyle devam ediyordu: “Bir
gün Atatürk dirilecektir!!! Evet, lâf ve
hayal, yahut fikir ve remz âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat
dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!!
Bir gün Atatürk, Etnografya müzesindeki taş sandukasının kapağını omuzlarile
kaldırıp, uf kî (yatay) vaziyetten şakulî
(dikey) hale geçecek ve sırtında mareşal
üniforması, Ankara’da Atatürk bulvarında görünecektir!!! Bir gün onu, kâfurîden
yontulmuş asîl ve mevzun parmaklarile
kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve
ince endamile bir masaya eğilmiş ve gök
gözlerile dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz!!! Bugün, dünya
muhasebe ve muvazenesinde Türk milletine ait hakların terazi kefesinde görüneceği andır!!! İşte o gün başımızda
bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına
göre, ruhile olduğu kadar maddesile de
Atatürk’ten başkası olmıyacaktır. Zira,
Türk milletinin içindeki Atatürk’lerin
harekete geçmelerile, onun sandukasını
devirip bu Atatürk’lerin derisi içine yerleşmesi ayni ana rast gelecektir!!!”
DP ile ilişkilerin limonleşmesi
Ama ilişkilerin limonileşmesi yakındı.
1943 yılının Aralık ayında “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesi ile Büyük Doğu birkaç aylığına
kapatıldı. Ardından Necip Fazıl Devlet
Konservatuvarı’ndaki görevinden kovuldu. Dergi Şubat’ta tekrar yayımlandı, ama Mayıs 1944 ile Eylül 1945 arası,
tekrar kapatıldı. Gerekçe “Allah’a itaat
etmeyene itaat olunmaz” hadisinin Tek
Parti yönetimini işaret ettiğine inanılmasıydı. Necip Fazıl’a göre, o günlerde
Başbakan Şükrü Saraçoğlu kendisine
“Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır”
şeklinde tamim yollamıştı.
Bu kapatılmalar Necip Fazıl’ı radikalleştirdi. Büyük Doğu’da daha çok dini
içerikli (Peygamber’in, Dört Halife’nin,
bazı din büyüklerinin hayatı, şeriatın
faziletleri gibi konularda) yazı çıkmaya
başladı. Çoğu ‘Adıdeğmez’ mahlasıyla
yazan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan
bu yazılarda CHP, İsmet İnönü, Falih
Rıf kı Atay, Tevfik Sağlam gibi siyasi
figürler, Atatürk heykelleri, genç kızlar
arasında kürtajın artışı, kadının çalışması, okul müsamerelerinde ve ulusal
bayramlarda genç kızların mini şort ya
da mini etek giymeleri sert şekilde eleştiriliyordu.
Adıdeğmez, “Kaçgöç kaldırıldı ve kadın
açıldı. (Ve bütün mumlar söndü.) (…)
Kadına, tütün ameleliğinden hakimlik
makamına kadar her iş sahası sunuldu.
(Ev ve aile ocağı güme gitti.)” diyordu,
"Bizim bir kavgamız var ki, hiç durmuyor. Dinmeyen bir sağanak gibi yıldırımlı bulutlardan sel sel boşanan kinimizle
ve her biri bin ağır batarya dehşeti veren
kelimelerimizle hiç aman vermek istemiyen bu saldırışımız neye? Ahlaksızlık adı verdiğimiz düşmanımız, birkaç
nesil ölçüsünde bir buhran halini almak
istidadındadır da ondan... Bu öyle bir acı
ki bize kudurgan bir hınç vermektedir”
diyordu. (Bu arada not edelim, Necip
Fazıl’ın 1941’de evlendiği Neshilan Hanım gayet modern giyinirdi ve başı açıktı.)
Tan Matbaası Baskını
Türkiye basın tarihinin en utanç verici sayfalarından birini oluşturan Tan
Matbaası Baskını’nın arkasında Büyük Doğu camiası vardı. 4 Aralık 1945
günü, İstanbul Üniversitesi'nde birileri,
ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’
diye bağırmış, az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçerken sayıları 10 bine ulaşan
bindirilmiş kıtalar, ellerinde Atatürk ve
İnönü resimleri Cağaloğlu'na, Yalçın’ın
‘Beşinci Kol’, ‘Rus Hayranı’, ‘Moskof
uşağı’ diye adlandırdığı Sertellerin Tan
Matbaası’na yürüdüler. Saat 10.00'da
taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla
binanın camlarının kırılmasıyla sürdü.
Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var
ne yok yağmalayıp, baskı makinelerini
parçaladılar. Daktiloları, masaları, te-
lefonları, kurşun harfleri pencerelerden
attılar. Hızlarını alamayan saldırganlar, Tan’ın yanındaki solcu yayınlar satan ABC Kitabevi’ni de yağmaladıktan
sonra Bankalar Caddesi’nden Tünel’e
yöneldiler. Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni
Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile
Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak
Kitabevi’ni de yağmaladılar. Taksim’de
toplanan yağmacılar “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz!
Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırıyorlardı. ?
Necip Fazıl’ın olayla ilgili anlatımlarını
Babıali’den izleyelim: “Bu, bir yıla varmayan yarım yamalak intişar devrinde
Büyük Doğu’nun verimi ne olmuştur?
Daha ilk (sondaj) girişiminde petrol bulunmuş ve onun, bütün yurda ve oradan
bütün İslâm âlemine yön ve yol gösterici
alev sütunları halinde bir gün fışkırmak
istidadı, en iptidaî şekliyle de olsa belirmiştir. Bu istidadın aksiyon plânında
ilk kımıldanışı ‘Tan’ Gazetesi baskını...
Bu gazetede karargâh kuran komünizma... birdenbire Anadolulu ve kökçü
üniversite gençliğinin pençesine düştü;
eşyası toz gibi havaya savruldu ve makineleri makarna gibi didik didik edildi...
Bu gençler Büyük Doğu idarehanesinin önüne gelerek tezahürlerini göklere
çıkarmışlar, Sabık Şair’i (Necip Fazıl)
pencereye çağırmış ve hitabını çılgın alkışlar içinde dinlemişler ve yara berelerini aynı idarehanede tedarik ediliveren
pansuman malzemesiyle sarmışlardır...
Ve işte, hemen başlarına yıkılan ‘Tan’
gazetesi... Ve işte, o gün boy göstermeye
başlayan ilk Büyük Doğu gençliği!”
“Öz yurdunda garipsin…”
1946’da tüm Türkiye’de dini yayınlarda artış yaşandı ama yazarın sivri dili
ve seçtiği konular yüzünden hükümetin
Büyük Doğu alerjisi bitmedi. Mecmua,
kapağındaki kulak resmi yoluyla “sağır”
lakaplı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye
hakaret ettiği için 13 Aralık 1946 tarihinde yeniden kapatıldı. Necip Fazıl’ın
iddiasına göre Başbakan Recep Peker,
“daha ölçülü yazması” ve “fazla aleyhte
yazmaması” için masasına 100 bin lira
bırakmıştı ama yazar kabul etmemişti!
18 Nisan 1947'de tekrar yayımlanmaya
başlayan dergi, 30 Mayıs tarihli nüshasında Rıza Tevfik'in “Sultan Hamid'in
Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirde
Türklüğe hakaret edildiği ve saltanat
övüldüğü için yeniden kapatıldı. Necip
Fazıl 1 ay 3 gün tutuklu kaldı ama sonunda beraat etti. Bu olay Necip Fazıl’a
adeta kamçı etkisi yaptı. 1947 sonunda
dergide artık sadece İslamcılığı öven
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yazılar değil, Yahudilik, Masonluk ve
komünizm düşmanlığını işleyen yazılar
artmıştı. Bu dönemin diğer popüler konuları, Köy Enstitüleri, ABD ve IMF,
TCK’nın sol akımları cezalandıran 141142. Maddeleriyle dini hareketleri cezalandıran 163. Maddesi, ezanın Türkçe
okunmasıydı. Bu yıllarda iktidarın baskısıyla büyük mali sorunlar yaşadı.
14 Ekim 1949 tarihli Büyük Doğu’da Necip Fazıl, ünlü Sakaryanın Destanı’nı yayımladı. Şiirin “Öz yurdunda, garipsin,
öz vatanında parya!" şeklindeki son dizeleri İslamcıların içinde bulunduklarını
ruhsal sürgün durumunun en popülerleşmiş ifadesiydi.
Dersim Harekatı ve 33 Kurşun Olayı
Necip Fazıl, CHP iktidarını eleştirmek
için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitti. 27 Ocak 1950
tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye
başlayan “Doğu Faciası” yazı dizisinde
1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde
50 bin “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil,
ısırgan otu gibi doğranması” olayı son
derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatıldı. Bu dizide, geleneksel
İslamcı-muhafazakar yaklaşımın dışına
çıkılarak, Celal Bayar ve Mareşal Fevzi
Çakmak da suçlanıyordu. Mecmuanın 17
Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer,
Menemen Fatihi lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği
‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi.
24 Şubat’ta ise 1937’de Diyarbakır’da
yüzlerce Kürtün devlet marifetiyle katledilmesi olan ‘Karaköprü Olayı’nı anlatınca olanlar oldu. 3 Mart 1950’de Necip
Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18
Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14
Mayıs1950 seçimleri olmuş ve iktidara
Demokrat Parti (DP) geçmişti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir
şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP,
İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti.
1950-1951’de artık Büyük Doğu’da sadece İslami yazılar çıkıyordu. Necip Fazıl,
rejimin dışladığı, ya da rejim karşıtı ne
kadar yazar varsa (örneğin Türk ırkçısı
Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan ve Rıza
Nur, sosyalist Arif Oruç, Nurcu Said-i
Nursi ) mecmuadaydı. Bu yazarların da
katkısıyla en kaba şekliyle Yahudi ve
komünizm düşmanlığı ve Türk ırkçılığı
yapılıyordu.
Kumarhane baskını
Kısakürek’in “en büyük hastalığım, fe-
laketim asıl zaaf noktam” dediği kumar
hala yakasını bırakmamış olmalıydı ki,
4 Mart 1951 tarihinde, Necip Fazıl bir
kumarhane baskınında yakalandı. 30
Mart 1950 tarihli Büyük Doğu’da kendini şöyle savunmuştu: “…eski erkan-ı
harp yar-baylarından Mühürdar Reisi
Agah Perin… Beyefendi… enteresan bir
yere davetli olduğunu (...) N. Fazıl, Agah
Beyefendinin bahsettiği yeri bir tripo
(batakhane) zannederek kendisini de götürmesini rica etmiş (...) ve Agah Perin
ile (...) bu yere beraberce gitmek kararını
veriyorlar.” Amaçları güya kumar hakkında yazacağı esere bilgi toplamaktı.
Halbuki aynı olayı, 1970’te kaleme aldığı Büyük Doğu’yu korumak için “efe ve
külhani soyundan silahlı bir adam” temin
etmek için söz konusu kumarhaneye gittiklerini anlatacaktı. Ve olayı DP’nin siyasi komplosu olarak sunacaktı. Halbuki
çok değil 20 gün kadar önce, DP’nin İzmir İl Kongresi’nde Menderes’in konuşmasını çok beğendiği için mecmuasında
ona övgüler düzmüştü. Daha sonra Yassıada duruşmalarında itiraf edeceği gibi
Menderes’le ilk ilişkisi 1951’de başlamış,
örtülü ödenekten aldığı ilk paraya karşılık, 28 Haziran 1949’da kurduğu Büyük
Doğu Cemiyeti’ni 26 Mayıs 1951’de kapatmıştı.
İslamcı yazar Kadir Mısıroğlu ise Üstad Necip Fazıl'a Dair adlı kitabında
Necip Fazıl'dan şöyle bir cümle aktaracaktı: 'Kumar haramdır. At yarışında bahs-i müşterek oynamakta kumardır. Ancak haramı, haram kabul
ederek işlemek sadece kumardır. Allah ise gaffururrahim'dir. Bu parayla
ben Veli Efendi'ye gidip at yarışlarında
bahs-i müşterek oynayacağım!..' (Burada
bir parantez açalım. Necip Fazıl, muhtemelen bu tür akıl yürütmelerle namaz,
oruç, zekat, fitre, hac gibi İslami ritüellerle de alakalı görünmemişti. Kadir
Mısıroğlu’nun NFK’nın karakteri, tarih
bilgisi, kitap okuması gibi konulardaki
görüşlerini meraklısı kitaptan okuyabilir.)
Başyücelik Devleti
Büyük Doğu’nun esas teması Cumhuriyet rejimini eleştirmek olmuştu ama bu
eleştiri çok geriden başlatılıyordu. Necip Fazıl’a göre II. Meşrutiyet Yahudi
ve mason uşağı olan İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nce yapılmıştı ve “Meşrutiyet
devri, (…) fuhuş ağacının ilk turfanda
meyvalarını devşirir ve bu işin maddi ve
manevi bütün unsurlarını kadrolaştırır.”
Milli Mücadele bir “Yahudi komplosu”
idi. Necip Fazıl’ın asıl kahramanları Sakallı Nureddin Paşa ve Mersin Cemal
Paşa gibilerdi. Cumhuriyet Türk mille-
tinin ahlak açısından en kötü dönemidir. Cumhuriyet dönemi, Kısakürek için
Türk milletinin ahlak açısından en kötü
zamanlarını yaşadığı devirdi. Laiklik
dinsizlik ve Allahsızlıktı. Ama Necip
Fazıl müritlerine temkinli olmayı öğütlüyordu: “Biz ne lâikiz diyoruz, ne lâik
değiliz diyoruz. Birinden biri, ama söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir, ne kötüdür
diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki, lâiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik
değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar naziktir, yere
düşürüp kırmayalım.”
15 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu’da
yayımlanan Büyük Doğu Partisi’nin
ana nizamnamesinde “Cumhuriyetin en
ileri gerçek mef kûreleşmiş nevii” olan
“Başyücelik Devleti”ni takdim etti kamuoyuna. Bu nizamnameden anlaşıldığı
kadarıyla bu devlet eleştirdiği Kemalist
Cumhuriyet gibi militarist esaslara göre
tanzim edilmişti. CHP’nin Altı Oku’na
karşılık Büyük Doğu Mef kûresinin
‘Dokuz Umde’si (Ruhçuluk, Ahlakçılık,
Milliyetçilik, Şahsiyetçilik, Cemiyetçilik, Keyfiyetçilik Nizamcılık, Müdahalecilik, Sermayede Tahdit) vardı. CHP’nin
Ebedi ve Milli Şef’inin karşılığı İslami
bir ulu olan ‘Başyüce’ idi. TBMM’de
‘Hakimiyet Milletindir” yazarken, Yüceler Kurultayı’nda “Hakimeyet Hakkındır” yazacaktı.
Kemalist rejim İstiklal Mahkemeleri
yoluyla düzeni sağlarken, Başyücelik
Devleti’nde sosyal hayatın parazitleri
İslam hukukundaki ‘kısas’ yöntemi ile
yola getirilecekti. Cinayetin bedeli şehir meydanlarında idamdı. Hırsızlığın
cezası kolun kesilmesiydi. Faiz, dans,
heykel, zina, fuhuş, kumar, içki, uyuşturucu ve her türlü keyif verici madde
yasaktır Sinema devletin kontrolünde
olacak, kahvehaneler kapanacaktı. (Burada bir parantez açalım: Necip Fazıl bu
düşüncelerini 1968’de İdeolocya Örgüsü
adlı kitabında genişletti. Kitaptan bir kaç
cümle aktaralım: “Türk vatanının yalnız
Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız
Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale
gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan
baştan başa temizlenmesi için her türlü
tedbir alınacaktır.” “İslam inkılâbı orducudur” ve “özenle yetiştirilecek subaylar, “orducu Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir” ve “Büyük Doğu
militarizması, bütün insanlığa icabında
tam bir vicdan hürriyeti, icabında da
operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik
edilecek bir ideal manivelasıdır.”)
Ahmet Emin Yalman suikastı ve 6-7
Eylül 1952 yılında Büyük Doğu’nun,
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dönmelerin, masonların ve Yahudilerin
çığırtkanı ve bir İslam düşmanı olarak
tanıttığı gazeteci Ahmet Emin Yalman’a,
1952 Kasımında, Malatya’da Hüseyin
Üzmez adlı bir genç (yakın dönemin
tacizci yazarı) ateş etti. Yalman yaralı
olarak kurtuldu ama 1953 yılının başında Necip Fazıl tutuklandı ve mecmuanın
yayımına yaklaşık bir sene ara verildi.
Necip Fazıl bu davadan da beraat etti ve
yayınlarına devam etti.
Benim Menderes’in kitabında anlattığına göre Necip Fazıl, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’le
görüşmüş ve kendisini “Meclis’teki
‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından
başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ismini taşıyan partiyi hâk ile
yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her
alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmişti. Menderes de
kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve
Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para
yardımı yapmıştı. Ne var ki görüşmeden
birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecekti. Necip Fazıl, bu olayların “Adnan
Menderes’in üzerinde bir trauma-ruhi
darbe tesiri yaptığını” ve bunun “hadisenin tertip tarafında bulunduğuna delil”
teşkil ettiğini söyleyecek ardından da
Başbakan’ın olaylardan sonra “rizikoya
göğüs gererek ileri atılacağına” korkarak geri çekildiğini ve “bütün haklarını
haksızlığa çevirici ve kendisini içten çökertici, pasif mizacını” ortaya koyan bir
tavır sergilediğini söyleyecekti.
Örtülü ödenekten 147 bin lira
Necip Fazıl’ın DP ile ilişkisi her zaman
dalgalı olmuştu. Örtülü ödenekten aldığı
paralar azaldığı zaman DP’ye muhalefeti
sertleşiyor, arttığı zaman yumuşuyordu.
Yassıada’da bu durumu Menderes Mahkeme Başkanı Salim Başol’a şöyle açıklamıştı: “Müsaade buyurursanız Reis
Beyefendi onun yazılarının memlekete
yararlı olmaktan ayrıldığını gördüğümüz zaman münasebeti kestik. Uzun
zaman münasebeti kesiyoruz, tekrar geliyor, düzelteceğim, doğruya gideceğim
diyor, münasebeti tekrar tesis ediyoruz.”
DP iktidarı ile Necip Fazıl arasındaki
çapraşık ilişkinin bir örneği, Necip Fazıl 1957’de Fuat Köprülü’ye hakaretten
8 ay dört günlüğüne hapse girdiğinde,
eşi Neslihan Hanım’a örtülü ödenekten 3
bin lira ödenmesiydi.
Meşhur dolandırıcılardan Selçuk Parsadan’ın babası Sabahattin Parsadan biraz
daha ayrıntılı anlatmıştı ödenek ilişkisini: “Bir zamanlar Allah rahmet eylesin
[Ziraat Bankası Genel Müdürü] Mithat
Dülge’ye gider ve ödenmeyecek hesapta
diye arkasında yazı bulunan bonolardan
alır gider 500’er liraları alırdık. Bilhassa
Necip Fazıl… O zamanlar Büyük Doğu
adlı dergiyi çıkartıyordu. Parasız kaldık
mı ya oraya ya da Başbakanlığa doğruca Ahmet Salih Korur’a giderdik. Necip
Fazıl ile birlikte kapıda beklerdik. O zamanlar 500, 1000 veya 750 lira bir deftere imza eder, parayı koparırdık. Ama
o zaman bunlar çok büyük para. Mithat
Bey Ziraat Bankası’ndaki özel hesaptan,
Ahmet Salih de örtülü ödenekten para
verirdi bize. Ahmet Salih aynı zamanda
zamparalık arkadaşımız. Allah rahmet
eylesin, iyi adamdı…”
içinde doğrulttuysa sen bir şehitsin ve
Allah Resulünün iltifatına layıksın. Elveda Adnan Bey!” (Babıali kitabında da
en yakın dostu şair Sezai Karakoç’u yaralayacak sözler etmişti.)
1960 darbesinden sonra DP iktidarının
yargılandığı Yassıada Davası sırasında,
Necip Fazıl örtülü ödenekten 147 bin lira
yardım aldığını kabul etti. Ayrıca 1952
yılında kendisine Osmanlı Bankası aracılığıyla 30 bin lira kredi verilmişti. (Bugünün parasıyla ne ettiğini hesaplayamadım ama o günlerde bir Austin marka
kamyonun 5 bin lira civarında olduğu,
dolayısıyla bu parayla 30 kamyon alınacağını söyleyenler var. Ama buna karşılık Necip Fazıl da, DP iktidarı sırasında
çok büyük maddi kayıplarının olduğunu
iddia ediyor.)
Necip Fazıl 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda DP’nin 1951’de çıkardığı
Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten hapishanedeydi. 1,5 yıllık cezasını
tamamlayıp 18 Aralık 1961 günü hapisten çıktı ve 1962 yılının Ocak ayında
DP’li Selim Ragıp Emeç’in gazetesi Son
Posta’da yazmaya başladı. Daha ilk günlerde yazdığı ‘Kırmızı’ başlıklı yazısı
yüzünden CHP yanlısı Dünya gazetesinin başyazarı Bedii Faik’in eleştirisine uğradı. “Yakası kızıl zindancı seni
unutmayacağım” diye başlayan yazıyı
“Kahpelik”, Necip Fazıl’ı “yobaz bozuntusu, zavallı” diye niteleyen Bedii
Faik’e göre “Kırmızı” kurmayların kırmızı çuhasını, dolayısıyla orduyu ima
ediyordu. Necip Fazıl’ın cevabi yazısı
“Al!” başlığıyla ve Kurmaylar münezzeh
ve başımızın tacıdır, tahriki ise deni ve
şeni bir köpek” spotu ile çıktı. Necip Fazıl “dökük kıllarının her kökünde uyuz
kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki
cerahat ağzından dökülen ve hokkasını
dolduran bu adi hayvan….”, “Bu mikrop
kavanozu” gibi son derece ağır ifadelerde Bedii Faik’e saldırıyor ve kendini şöyle savunuyordu: “Millet-Ordu yazısında
belirttiğim gibi ben ilk terbiyesini askeri
mektepten almış (militarist) bir insanım,
tek kelimeyle orducuyum ve hayalimde
mef kûreleştirdiğim kurbay subay seciyeine aşıkım. O kadar aşıkım ki, 27 Mayıs
hareketinin bir neşter gibi deştiği ahlak
buhranımızın en keskin tezahür kutuplarından biri olarak, kabuslara bile giren
gelecek bir münasebeti, arslanlara: -Bak
düşmanın senin için ne diyor!!! Gibilerinden rapor etmeye kalkan Bedii Faik
misillu hasta köpeklerin tecrit edilecekleri hali adayı yine kurmay dehasından
beklemekteyim!”
Zeybeğin ölümünden sonra
Menderes’in idamından sonra yazdığı
şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün/Bir öldün de beni binbir öldürdün!” diyen şaire göre DP iktidarının
1950-1954 arasındaki dönemi Hedefsiz
Gayret Devresi, 1954-1957 arasındaki
dönemi Boşuna Zahmet Devresi ,19571960 arasındaki dönemi ise Boyuna
Gaflet Devresi’ idi ve Menderes Allah’ın
ve tarihin ona sunduğu fırsatları değerlendirememişti. DP, ne kendi öz gençliği
ile Halk Partisi’ne karşı manevi bir taarruza girişebilmiş ne de kullandığı kaba
kuvveti sonuna kadar götürebilmişti.
Örneğin Necip Fazıl’a göre, 28 Nisan
1960 günü İstanbul’da meydana gelen
üniversite olaylarında eğer 1,5 ölü (üniversite öğrencisi Turan Emeksiz o gün,
lise öğrencisi Nedim Özpulat hastanede
öldüğü için 1,5 diyor olmalı) yerine 150
ölü verilmiş olsaydı ortada bir hükümet
olduğunun anlaşılacağını ve bir darbe ile
DP’nin iktidardan uzaklaştırılmayacağın
düşünüyordu. Örtülü ödenekten tahsisat
koparmak istediğinde “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç
ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle
öperim” diyen Necip Fazıl, 1970’de yazdığı Benim Gözümde Menderes kitabını
şöyle bitirmişti: “Eğer Allah, İslamiyet’i
koruduğun YALANANINI, sana, o beyin yırtıcı ve yürek delici yalnızlığın
Muhalif olduğunu iddia ettiği CHP döneminde 8-9 ay hapis yatan Necip Fazıl,
örtülü ödenek aldığı DP döneminde 22
ay hapis cezası almıştı, belki de bundan
kızgındı hamisine. (Bu vesileyle Necip
Fazıl’la sürekli karşılaştırılan Nazım
Hikmet’in 1938-1950 arasında 12 yıl hapis yattığını belirtelim.)
Militarist Necip Fazıl
Polemik Harp Akademisi öğrencilerini galeyana getirmiş, öğrenciler Son
Posta’ya yürümüşler, Akademi komutanının Bedii Faik’e ricası üzerine, Bedii
Faik cevap yazmayarak tansiyonu düşürmüştü. Ama Milli Savunma Bakanlığı
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Necip Fazıl hakkında soruşturma başlatmıştı. Sonunda bilirkişi Necip Fazıl’ın
“kırmızı” derken kurmayları kastetmediğine kanaat getirdiğinden yargılama
olmadı. Bedii Faik’e göre mahkeme müritleri tarafından “yarı aziz ilan edilen”
Necip Fazıl’ın “küfür edebiyatına düşmeye korkmuştu.
Sakin dönemde Gençliğe Hitabe
Bu tarihten sonra Necip Fazıl konferanslar vermek için Türkiye’nin çeşitli illerine gitti. Hikayeler yazdı, bunlar 1964
ve 1970’te basıldı. (Kumar konusu bu hikayelerden bazılarının ana teması oldu.)
Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nin 25 Nisan 1975’te düzenlediği ‘Milli Gençlik Gecesi’nde okuduğu
Gençliğe Hitabe adlı konuşmasında,
(Taner Timur’un özetiyle) Türk tarihini
dört dönemde incelemiş ve Cumhuriyet
dönemini “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında
kurtarıldıktan sonra ebedi helake mahkum” kılan bir rejim olarak tanımlamıştı. Bu toplantıya Prof. Erbakan, Abdullah
Gül ve R. T. Erdoğan da katılmışlar ve
Erdoğan da şairin Sakaryanın Destanı
başlıklı şiirini okumuştu.
1980 darbesi şahlanıştır!
1962’de militarist olduğunu göğsünü
gere gere söyleyen Necip Fazıl, Rapor
13’te şöyle dedi 12 Eylül 1980 darbesi
ile ilgili olarak: "Hareketin mahiyeti...
Malum klasik darbelerden biri değildir...
Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil,
belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin
çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs
1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında
şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam
zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken,
ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27
Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen'
diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir." "Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle
gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti
koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe
değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..."
“Ben olsaydım orduya 'gel bu işi sen
yap!', hatta 'beni de yakala!' teklifinde
bulunmayı en akıllı tedbir sayardım."
"’Diyarbakır'da 'şeriatin kestiği parmak
acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriati hak
ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden
temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine
göre gerçek Müslüman'a düşen vazife
ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik
olmayın!.."
Yeni tabumuz
Kadir Mısıroğlu’nun “Amellerinde kusursuz olsaydı Müslüman kitleyi vakitsiz kıyam ettirebilir ve bir faciaya sebep
olabilirdi. O derece gözü kara ve söz
vadisinde kaldığı müddetçe öylesine sihirli bir kudrete sahip olan Üstad, çok
hevesli olduğu aksiyona işte bu zaafları
sebebiyle ulaşamıyordu,” dediği Necip
Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 günü vefat etti. Sevenlerinin deyimiyle ‘Üstad’
AKP iktidarı ile birlikte tekrar siyasi
gündeme girdi. Başbakan Erdoğan 2011
Şubat ayında AKP Gençlik Teşkilatı’na
Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinin, “dininin,
dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” isteyen satırları okudu. Erdoğan 2
Kasım 2012 tarihinde yapılan partisinin
geleneksel Kızılcahamam toplantısındaki konuşmasını da aynı metnin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş,
gün batmış, ebed bizimdir!” mısralarıyla bitirdi. Bu satırlardan da anlaşılacağı
üzere, NFK AKP ve Gülen Hareketi’nin
ana omurgasını oluşturan İslamcı muhafazakar milliyetçiliğin tabusu, kutsal ve
dokunulmaz figürü.
Not: Bu yazı, basılı Radikal’deki yazının
tam halidir.
Özet Kaynakça: Necip Fazıl Kısakürek’in eserleri (Hepsi Büyük Doğu
Yayınları’ndan çıkmıştır): Kafa Ka-
ğıdı (2009); O ve Ben (2002); Babıali
(1999), Vesikalar Konuşuyor-Dedektif
X Bir- (2009); Son Devrin Din Mazlumları (2008), Benim Gözümde Menderes
(2008), İdeolocya Örgüsü (2008); Kadir
Mısıroğlu, Üstad Necip Fazıl'a Dair, Sebil Yayınları, 2011; Alaattin Karaca, Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi, Mektuplarla ve Belgelerle, Lotus Yayınları,
2009; Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 97, Ocak
2005; Mehmet Ali Kılıçbay, “Bir ‘Tarih
Okuma Tarzı’ olarak Gericilik”, DoğuBatı, Yıl:1, Mayıs, Haziran, Temmuz,
1998; Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, 2007, Emine Gürsoy
Naskali, Örtülü Ödenek Davası, Yassıada Zabıtları–I, Kitabevi Yayınları, 2005,
Emin Karaca, Türk Basınında Taner Timur, “Necip Fazıl Kısakürek, ‘İslam İnkılabı’ ve AKP”, http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_cont
ent&view=article&id=1205:necip-fazlksak uerek-slam-n klab-ve-akp-tanertmur&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5
Düzeltme ve Özür: Geçen haftaki Menemen Olayı yazımda iki maddi hata yapmışım. Birincisini (ki gazetemizin yazarı Tarık Işık sayesinde fark ettim) Yahudi
Jozef, ip satmaktan değil el çırpmaktan
idam edilmişti. İkincisine ise okurumuz
Yusuf Çağlar işaret etti. Kubilay’a atılan
kurşun topuğuna değil, sağ koltuk altına
girmiş, sol kürek kemiğinden çıkmıştı.
Düzeltenlere teşekkür ederken, sizlerden
özür dilerim.
Kaynak: Radikal
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Samatya’da bir ay
içinde 2 Ermeni kadın
vahşice öldürüldü!
Aramyan Okulu'nun Bir Öğretmeni
Öldürüldü
Ermeni Aramyan Uncuyan İlköğretim Okulu'nda bilgisayar öğretmeni olan İlker Şahin, yalnız yaşadığı
evinde boğazı kesilerek öldürüldü
Öğretmen arkadaşları, üç gündür
kendisinden haber alamadıkları
ve cep telefonunun kapalı olduğu
Şahin'in evine gittiklerinde cinayet
ortaya çıktı.
Sekiz yıldır aynı okulda görev yapan
Şahin 40 yaşındaydı; bir kızı vardı.
Kadıköy Caferağa Mahallesi Sivastopol Sokak'ta yaşanan cinayette Şahin ile katilleri arasında uzun süreli
bir boğuşmanın yaşandığı kaydedilirken, odanın kanlar içinde kaldığı
öğrenildi.
Polis, Şahin'in cep telefonundan,
"Noel Bayramınız kutlu olsun" diyerek toplu mesaj gönderdiğini belirtti.
Bir ay içinde üç saldırı olmuştu
* Samatya'da uzun yıllar boyunca
tek başına yaşamış olan 84 yaşındaki
Maritsa Küçük, 28 Aralık günü evinde darp edilip yedi yerinden bıçaklanmış olarak bulundu.
* Yine Samatya'da yaşamakta olan
87 yaşındaki başka bir Ermeni kadın
da, Aralık ayı başında evinde dövülerek darp edilmiş, iki hafta yoğun
bakımda kalmış ve bir gözünü kaybetmişti.
* Apostolik Ermenilerin Noel'i kutladığı gün olan 6 Ocak'ta ise yine
Samatya'da yaşlı bir kadın, üç kişi
tarafından kaçırılmaya çalışıldı.
Çevrede olayı fark eden bir kadının
müdahale etmesi ile yaşlı kadın kurtarıldı ama yaşlı kadını kendisine
para vereceklerini söyleyerek kandırmaya çalışan şüpheliler yakalanamadı. (NV)
* Bu haberi agos.com.tr'den derledik.
85 yaşındaki Maritsa Küçük, Samatya’ da yalnız yaşadığı evinde vahşi bir
cinayete kurban gitti. Darp edildikten
sonra bıçak darbeleriyle yaşamını yitiren Küçük’ün üzerindeki ziynet eşyalarının alındığı belirlendi. Nefret
cinayeti ihtimalini akıllara getiren
olayın, Samatya’da yaşlı Ermeni kadınlara yönelik bir ay içindeki ikinci
saldırı olması endişe yarattı.
Maritsa Küçük (85), Samatya’da tek
başına yaşadığı evinde 28 Aralık
Cuma günü vahşice öldürüldü.
Maritsa Küçük (85), Samatya’da tek
başına yaşadığı evinde 28 Aralık
Cuma günü vahşice öldürüldü. Darp
edildikten sonra vücuduna aldığı bıçak darbeleri sonucunda yaşamını
yitiren Küçük’ün üzerindeki ziynet
eşyalarının alındığı belirlendi. Olayın, Samatya’da, yalnız yaşayan yaşlı
Ermeni kadınlara yönelik, bir ay içindeki ikinci saldırı olması semtte tedirginlik yarattı.
Haç şeklinde kesik
Kayseri doğumlu olan, İstanbul’a
göç ettikten sonra bakkal dükkânı
işleten ve bu nedenle ‘Bakkal Maritsa’ olarak tanınan Küçük, 28 Aralık
Cuma günü evinde ölü bulundu. Yedi
kez bıçaklanan ve boğazı kesilerek
öldürülen Küçük’ün, nefret cinayetine kurban gittiği iddiası endişe yarattı. Evinde yalnız yaşayan Maritsa
Küçük’ün cesedini oğlu Zadik Küçük
buldu. Kapalı Çarşı esnafından olan
Zadik Küçük, cinayetle ilgili bilgilerini Agos’la paylaştı.
Zadik Küçük, annesinin bedeni üzerinde haç şeklinde bir işaret gördüğünü söyledi: “O gün işten eve dönüp
yemek yedikten sonra duşa girdim. O
sıra ablam aramış ve eşime, anneme
telefon ettiğini ve cevap alamadığını
söylemiş. Ablam her gün annemi arar,
halini hatırını sorar. Duştan çıkıp hemen annemin evine koştum. Evin bir
anahtarı da bende durur. Anahtarı
deliğe soktum, hemen açılınca şaşırdım, çünkü annem her zaman kapıyı
arkasından kilitler ve sürgülerdi. Kapıyı aralarken yerde birinin yattığını
gördüm. Önce annemin düştüğünü
sandım, çok karanlık olduğundan hiçbir şey göremiyordum. Işığı açınca
onu kanlar içinde gördüm. Çıplaktı
ve göğsünde haç şeklinde bir işaret
vardı. Karın bölgesinde soldan sağa,
derin olmayan bir kesik olduğunu
gördüm ama diğer kısmı kan lekesi de
olabilir, ondan emin değilim. Annemi
o halde görünce çok kötü oldum, şoka
girdim. Hemen polisi arayıp durumu
bildirdim.”
Soruşturma devam ediyor
Yapılan ilk incelemede, 85 yaşındaki
Maritsa Küçük’ün, bıçaklanmadan
önce, gözüne ve çenesine yumruk
atıldığı anlaşıldı. Devam eden soruşturma kapsamında, Küçük’ün üzerinde bulunan altın takıların çalınmış
olduğu belirlendi ve cinayetin soygun
amacıyla işlenmiş olması ihtimali öne
çıktı. Polisin, katil veya katilleri tespit
etmek amacıyla çalışmalarını sürdürdüğü söyleniyor. Maritsa Küçük’ün
cenazesi 5 Ocak Cumartesi günü Samatya Surp Kevork Kilisesi’nde düzenlenecek törenin ardından toprağa
verilecek.
Bir ayda iki saldırı
Samatya’da, Aralık ayının başında
da, yalnız yaşayan 87 yaşındaki bir
başka Ermeni kadın saldırıya uğramıştı. Dairesinden içeri girdiği sırada arkasından yaklaşan saldırganın
önce yumruklayıp ardından boğazını
sıktığı T.A.’nın ziynet eşyaları çalınmış, saldırı sonucunda bir gözünü
kaybeden yaşlı kadın, bir süre yoğun
bakımda kaldıktan sonra taburcu olmuştu.
Kısa süre içinde, biri ölümle sonuçlanan iki vahşi saldırıya tanık olan
Samatya halkı saldırganların bir an
önce yakalanmasını istiyor. (Agos)
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 22 - ocak 2013 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş evlatlarımız
tüm kızılbaşların
başı sağolsun
sakine polat
Sakine Cansız
ne zaman kendimiz ile açı yüzleşmeyi başarırsak!
işte o zaman kızılbaş öz partimiz ile saiyaset
alanına çıkar kendimizi temsiledebiliriz!.
sakine polat
Hasan Ocak’ın Anası
Dr. Baran

Benzer belgeler