Dergi Nisan-2008

Transkript

Dergi Nisan-2008
EĞİTİMDE VELİ KATILIMCILIĞININ GELİŞTİRİLMESİ İÇİN
ÖVDER
YIL:6
SAYI:11
NİSAN 2008
ÖZGÜRLÜĞE KANAT ÇIRPMAK
İÇİN
ÖRGÜTLENELİM
ÖV-DER
Tüm Öğrenci Velileri
Dayanışma Derneği
Genel Merkezi
Adına Sahibi
İÇİNDEKİLER
Eğitimde Nereden Nereye................................III
Enver ÖNDER
Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
Uygulamaları...................................................4
Yaygın Süreli Yayın
Siyasal İslam ve Sol.....................................5
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
İsmail GÖKTAŞ
Eğitime Bakış..............................................7
Yayın Kurulu
Mehmet ERÇEN
Ziya GÜRGÜR
Bahar GÜLER
Jale KİRMAN
Faruk ADIGÜZEL
Tasarım ve Mizanpaj
H. Emre HAZIR
[email protected]
Ülkemize İlişkin Bir Deneme............................8
Özgürlük......................................................9
Eğitim Haberleri.............................................10
Bilinç ve Bilinçaltı Üzerine Notlar..................11
Diyarbakır Bismil’den.....................................13
Mevsimlik Umutlar Mevsimlik Hayaller..........14
Suçluyuz....................................................15
Küresel Isınma...........................................16
Özelleştirmede Bir Adım Daha....................17
Baskı
Yönetim Yeri ve İletişim Adresi
Yeniankara sok. No: 6
İçcebeci- ANKARA
Tel-Fax: (0312) 362 58 99
E-Mail: [email protected]
Web Sitesi:www.ovder.com
Posta Çeki Hesabı: ÖV-DER/1014256
II | ÖVDER
Bilim ve Teknik..........................................18
Bulmaca......................................................19
EĞİTİMDE NEREDEN NEREYE
Enver ÖNDER
Günümüz gençliğinin, içinde bulunduğu boşluk
duygusunun doğurduğu sonuçlar uzmanları bile
şaşırtmaktadır.
yok. Yalnızca kendi eğitim tarihimize bir göz atmak,
gören gözler, duyan kulaklar ve düşünen beyinler için
yol gösterici olacaktır.
Üniversite eğitimi almakta olan gençlerimizin
elde bıçak, anne boğazlamaları, satırla. Saldırmalarla
ve silahlarla birbirlerine saldırmaları düşünce sınırlarını
z orlaya n bi r boyut ve yaygınlık kaz an d ı.
Köy enstitülerinde, öğrenci odaklı bir eğitim
uygulanıyordu. Üretim de izi olanın yönetimde yüzü
olur ilkesinden yola çıkıldı.
Geçmişte, kendilerini anlatmakta güçlük çeken,
eğitimsiz, ufuksuz köy delikanlılarında rastladığımız,
aşk diye yutturulmaya çalışılan insana sahip olma
mülkiyetçi anlayışı artık üniversite çevrelerinde yaşanır
oldu. “Ya benim olursun ya kara toprağın.” İlkelliği
iletişim araçlarınca da bir beceri gibi sunulmakta ve
sıradanlaştırılmaktadır.
Günümüz bencil aile yapısının doğurduğu
sahiplenme duygusu çocuğu aşarı derecede
korumaktadır. Çocuğa kendi sorumlulu kları
verilmemektedir.Gerek aile içinde gerek eğitim
kurumlarında kendi kendine yetebilme becerisi
kazandırılamamaktadır.
Görev ve sorumlulukla haklar konusunda bilgi
ve dengeleme yetkinliği verilememektedir. Sistemli
çalışma alışkanlığı kazandırma yerine köşe dönme,
rastlantıların yönlendirdiği bir yaşam biçimi
yeğlenmektedir.
Bilim, sanat ve beceriler yoluyla çocukların
kendilerini anlatabilme ve yaratıcı, güçlerini ortaya
koyabilmelerine olanak verilmemektedir. Beslenme,
barınma ve sağlıklı yaşam gibi temel gereksinmelerin
karşılanmasında en küçük bir duyarlık yok.
Uzmanlar soruyorlar: “Gençlerimize neler
oluyor?” Bizce gençlerimize bir şey olmuyor.
Gençlerimiz için kafamızı yormadığımız, bir takım
düzenlemelerle öz saygılarını geliştirmediğimiz, onları
üreten, yaratan ve yöneten saygın bireyler konumuna
getiremediğimiz için, bulundukları boşluktan bizlere
kendilerini duyurmaya çalışıyorlar.
Öğrenciler iş içerisinde, iş aracılığı ile iş için
eğitilmeye çalışıldı. Üreten yaratan birlikte ürettiklerini
ortaklaşa tüketen insanların kazandıkları öz güven
onları yönetime de ortak olmaya cesaretlendiriyordu.
Köy enstitülerinde bilgi, insan için bir süs, bir
toplumsal konum kazandırma aracı olarak değil
kullanılmak için öğreniliyordu. Bunun sonucu olarak
da yönetime değişik biçimlerde ortak olunuyordu.
Öğrenci örgütü ile, yönetimde denetimde ve sorumluluk
paylaşmakta ortaklaşa davranılıyordu.
Ayrıca, her hafta bayrak töreninden sonra
okulda o hafta yapılan çalışmaların bir değerlendirmesi
yapılarak, öğretmen ve yöneticiler gibi öğrenciler de
eleştiri, uyarı ve önerilerini dile getiriyorlardı.
Köy enstitülerinde yurttaşlık ve insan hakları
eğitimine özel bir önem veriliyordu.Bu ad altında bir
ders olmasına karşın, bu eğitimin yalnızca derste
verilemeyeceğinin bilinci ile davranılıyordu.
Tüm öğretim ve eğitim etkinliklerinde bu dersin
amaçlarının gerçekleşmesi için çaba gösteriliyordu.
Yurttaşlık ve insan hakları eğitimi ile demokrasi aynı
zamanda bir yaşam biçimi olarak görülüyordu. Bu
eğitimin içselleştirilebilmesi için yaşamın her alanında
demokratik davranmaya özen gösteriliyordu.
Genel kültür dersleri ile uygulamalı dersler
dışında eğitsel etkinliklerle de öğrencilerin kendilerini
geliştirebilmelerini, çevreye kendilerini
anlatabilmelerini, kişilik geliştirmelerini sağlamaya
çalışılıyordu. Devletin yurttaşa karşı görevleri ve belli
başlı hak ve özgürlüklerimiz öğrencilerle tartışılıyor,
değ erlerin ortaklaştırılmasına çalışılıyo rdu .
Bu noktada ne yapılmalıydı sorusuna yanıt
aramak için eğitim uzmanı, bilim adamı olmaya gerek
3
ÖVDER | III
ZORUNLU DİN KÜLTÜRÜ VE
AHLAK BİLGİSİ DERSİ UYGULAMALARI
Orhan YÜCE
(ÖV-DER İzmir Şube Başkanı)
Danıştay Sekizinci Dairesinin, 03. Mart.
2008’de “Din Kültür ve Ahlak Bilgisi” dersleri için
verdiği karar, eğitim sistemini tekrar tartışmaya
açtı.İki alevi velinin İstanbul Milli Eğitim
Müdürlüğü’ne vermiş olduğu dilekçe ile başlayan
süreç, Danıştay kararı ile sonlandı. Ama uygulamada
hukuksuzluklar devam ediyor.
Gerekçesini Türkiye’nin yıllar öncesi
imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
9.maddesi ile ek 1 nolu protokolün 2. maddesindeki
“eğitim hakkı” başlıklı bölümünde , "Hiç kimse
eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim
ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine
getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimi
kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını
sağlama haklarına saygı gösterir" hükmünün
oluşturduğu mahkeme kararı, “Din Kültürü ve Ahlak
B ilgisi de rslerinin bu içeriği ile zorunlu
tutulmasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır”
biçimindedir.
Anayasa mahkemesi “Laik devletin doğası
gereği resmi dininin bulunmaması, belli bir dine
üstünlük tanımaması, onun gereklerini yasalar ve
diğer işlemlerle geçerli kılmaya çalışmaması gerekir”
kararı da bu sözleşmeye uygundur. Ayrıca Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ulusal yasaların da
üstündedir. Ama AKP hükümetini ve Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik’i bu kararlar ve sözleşmeler
bağlamıyor. Çeşitli gerekçelerle geçiştiriyorlar. Bakan
diyor ki; “Danıştay’ın incelediği eski müfredat, biz
yeni müfredatta bunları yerine getirdik”. Bakın yeni
müfredatta neler var?
4.sınıf Üniteleri
1
Hz Muhammed’i tanıyalım
2
Kuran-ı Kerim’i tanıyalım
5.sınıf Üniteleri
3
Allah İnancı
4
Hz. Muhammed ve Aile hayatı
5
Kuran’dan Kıssalar
4 | ÖVDER
6
7
8
9
10
11
12
13
6.sınıf Üniteleri
Namaz ibadeti
Son peygamber Hz. Muhammed
Kuran’ın Temel Eğitici nitelikleri
7.sınıf Üniteleri
Hz Muhammed
Ramazan ayı ve Oruç
Kuran’da Akıl ve bilgi
8.sınıf Üniteleri
Zekât Hac ve Kurban İbadeti
Hz. Muhammed’in hayatından Örnek
davranışlar
Bu konuların ahlakla ve dinlerin, inançların
tanıtımı ile ne ilgisi var? Açıkça, bu İslam dininin
Sünni inanışla eğitimi değil midir? Bu uygulama
yasalara ve sözleşmelere aykırı değil midir? Dinin
siyasallaştırılması bu değil midir?Eğitim ve öğretim
hakkı insanın en temel haklarından biridir. Bu hak
yasalarda ve sözleşmelerde açıkça belirtildiği halde,
neden ülkeyi yönetenler hep sorun çıkartırlar?
Okullarda yasa dışı toplanan paralar bu hakkı
engellemiyor mu? Türbanlı –türbansız uygulamaları
bu hakkı engellemiyor mu?
E ğ itim in içeriğ in in b ilimsel ve laik,
uygulanışının demokratik olmaması bu hakkı
engellemiyor mu?“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”
derslerinin zorunlu ve tek yanlı olması bu hakkı
engellemiyor mu? Din ile ahlakı yan yana getirmek,
inancı olanın ahlaklı, inancı olmayanın ahlaksız
olduğunu mu gösteriyor?
Bu gün gerek toplumda gerekse okullarda ne
türbanlılar dindar, ne de türbansızlar laik diye bir
ayrım gerçeği yansıtmaktadır.Okullarda ve diğer
eğitim kurumlarında devletin resmi dini haline gelmiş
Sünni inanca göre zorunlu din eğitimi veren ve diyanet
bünyesinde 120 binden fazla din adamına maaş veren
SİYASAL İSLAM VE SOL
Cemalettin CANLI
bir devlet, yasalarında ne derse desin laik ve
d em okr a tik bir yön etim ger ç ek leş tire m e z.
1739 sayılı Milli Eğitim Temel kanununun
12. maddesi “Türk Milli Eğitiminde laiklik esastır”
Ama uygulamada dini ve ırkçı eğitim esas alınıyor.
İlköğretim kitaplarında, abdest suyunun yararlı
olduğunun anlatılması, yazarı yabancı olan okuma
parçalarını çevirirken aslından uzaklaştırıp dini
ifadelerin eklenmesi, din derslerinde surelerin
ezberlettirilmesi, okullarda mescit odaları açılıp
namazlar kılınması ve biyoloji derslerinin “yaradılış
teorisi”ne dönüştürülmesine dayanan bir eğitim ne
laiktir ne de bilimseldir.
Sünnilik, Alevilik, Hıristiyanlık, Ateistlik ve
diğer inançların öğrenilmesi ve eğitimi, kişilerin
kendine veya velilerine bırakılmalıdır. Gerçek Din,
İnanç ve düşünce özgürlüğü budur. Şimdi, inancı
gereği ve yasaların vermiş olduğu hakları kullanmak
isteyen veliler, çocuklarının dini eğitimini serbest ve
inançlarına göre yapmak istiyorlar.
Bu temelde, Hükümet ve Milli Eğitim
B akanına Ö V D E R ola rak çağr ı yap ıyo ru z:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve
Danıştay kararını uygulayın. Din öğretimi ve
eğitimi tüm eğitim kurumlarında serbest olsun.
Herkes dilini, dini inanç ve geleneklerini serbestçe
kulansın. Laik devlet ve laik eğitim bunu gerektirir.
Velilerimize çağrımız, çocuklarınızın dini
eğitimini bu müfredatla okutmak istemiyorsanız,
okul müdürlüklerinden başlayarak ilgili kurumlara
dilekçelerinizi verin. Biz Öğrenci Velileri Dayanışma
Derneği olarak her zaman sizin yanınızdayız.
Siyasal İslam’a ilişkin söz söylemek, hiçbir
sonuca bağlanmamış olsa bile mayınlı bir alana girmek
anlamına gelmektedir. Hem de bizim döşemediğimiz
ve döşenmesine katkıda bulunmadığımız, nerede
olduğunu bilmediğimiz mayınları barındıran bir
alandır söz konusu olan. Dolayısıyla cahil cesareti ile
şimdi ne olacak korkusunun hayatlarımıza hakim
olduğu bir alanda dolanıyoruz. Meseleyi demokratik
gelenekler ve dinin hükümleri, ilericilik ve gericilik
açısından tartışmaya çekiliyoruz ve meselenin
tartıştıkça da içinden çıkılmaz bir hale sokulmasına
katkıda bulunuyoruz. Siyasal İslamcı olarak
adlandırılan politik kadroların muhtemel stratejileri
hakkında bitmez varsayımlar sıralıyoruz. Oysa ne
olup bittiğini anlamak için büyük tarihsel toplumsal
çözümlemelere ihtiyacımız olmadığı gibi henüz
düştüğümüz bir deniz de yok ve yılana sarılmamız
d a
g e r e k s i z
b i r
t a v ı r.
İnsana dair olan her şey gibi politik tasarımlar
da –hangi soyutlama düzeyinden olursa olsunnihayetinde günlük yaşama temas ettiği oranda
gerçekleşebilirler. Bu teması her zaman ve her
durumda algılayamayabiliriz, ancak bir tasarım insana
temas etmeden gerçekleşemez. Dolayısıyla ‘Siyasal
İslam’ olarak adlandırılan politik tasarımı da
–kökenlerini, hedeflerini ve yapıcılarını bilerekgünlük yaşam içindeki temaslarından ve etkilerinden
hareketle anlamaya çalışmak, büyük teorik analizlerden
ve komplo teorilerinden sıyrılarak kendimize ilişkin
bir yaklaşım olanağı verecektir. Hele de solun temel
değerlerine ve yaklaşımlarına sahip insanlar için bu
olanak kendini yeniden üretme kapılarını da açabilecek
niteliktedir. Bu noktada temel ve değişmez referans
Marx’ın şu sözleridir. “Din vicdansız dünyanın
vicdanıdır. Din bir afyondur.” Bu yaklaşım bize bugünü
anlamak için bir dizi kanal açmaktadır.Öncelikle
yaşadığımız günlerde ve bütün dünyada din, yaşama
pratiklerini etkileyen bir unsur olarak yükseliyorsa
dünya daha da vicdansızlaşmış demektir. İ k i n c i
olarak ülkemizde dini referans olarak alan güçler
iktidar ortağı olma noktasına gelmişlerse ülkemiz
daha da vicdansızlaşmış demektir. Üçüncü olarak
kendileri bizatihi vicdansızlığın sürdürücü güçleri
olan ve asıl olarak merkezde yerini almak için kavga
yürüten çevre sermaye grupları, vicdanın temsilcisi
rolünü üstlenmişlerse ve bu tutum onları iktidara ortak
olma aşamasına getirmişse, bir temsil probleminden,
yanlış bilinç anlamında bir ideolojik çarpılmadan söz
3
ÖVDER | 5
etmek gerekmektedir. Dördüncü olarak temsil
probleminin ve yanlış bilinç olarak ideolojik
çarpılmanın yalnızca ‘Siyasal İslamcılara” oy
veren/arka çıkan insanların sorunu olmadığını teslim
e t m e k
g e r e k m e k t e d i r .
Ve son olarak kategorik bir “Siyasal İslam”
tanımı yapmanın ve bu tanım üzerinden tutum
benimsemenin, sürdürülen gölge oyununda Hayalî
Küçük Alilerin ömrünü uzatmaktan başka bir işe
yaramayacağı anlaşılmalıdır.Gerçekten de ‘Siyasal
İslam’ başlığı altında yapılan tartışmalar ve yaşanan
çatışmalar tam bir gölge oyunu niteliği kazanmıştır.
Oysa yaşananlar biraz soğukkanlılıkla ve verili politik
yaklaşımlardan sıyrılarak gözlense sol açısından vazife
çıkaracak bir durumun olduğu görülecektir.Bir kere
herkesin söylem düzeyinde ortaklaştığı toplumsal
eşitsizliklerin derinleştiği kabulü, solun da üzerinde
hareket edeceği zemini göstermektedir. Sorunlarını
bu dünyada çözemeyen insanların umutlarını öbür
dünyaya tahvil etmelerinin çözümü, o insanların
m e v c ut tu tun m a no kt a la r ı yl a ç a t ış m a d a n
geçmemektedir. Yaşanan sürecin Dünyada ve
Türkiye’de sermayenin yeni yaşam alanları arayışı
olduğu ve bu arayışın sonucunda yoksulluğun arttığı
bilindiğine göre, yoksulluğa tahammül aracı olarak
dinin mahkum edilmek yerine anlaşılmaya çalışılması
ve işlevsizleşmesinin yoksulluğa karşı daha etkin ve
etik temelleri olan araçlar geliştirmek olduğu solun
ezberinde olsa gerektir. Eşit ve özgür insanların
dünyasının biricik temsilcisi olma potansiyelini halen
taşıyan solun bir eşitlik çağrısı olarak dine düşman
olmak yerine – ki bu düşmanlık ‘dindar’ insanların
arasındaki farklılıkların ertelenmesine, onların blok
olarak ‘Siyasal İslam’ olarak kabul edilen neo-liberal
sermaye hareketine eklemlenmesine yol açmaktadırdaha adil bir dünyanın olanaklarını aramasında ve
b uldukla rını günl ük yaşama tem as ed erek
gerçekleştirmesinde sonsuz olanaklar
bulunmaktadır.Bu olanakların neler olduğuna ilişkin
birkaç tartışma başlığını sıralamak verimli sonuçlara
ulaşmada katkı sunabilir. Birincisi “Siyasal İslam”
olarak tanımladığımız projenin reel gerçekleşme
zemini ekonomik ve etik açılardan yoksulluk iklimidir.
Bu zemin sol’un da varoluş zeminidir. Burada
sorulması gereken temel soru şudur. Aynı zeminde
var olma olanağına sahip iki yaklaşımdan birisi neden
başarısızdır? Bu başarısızlık yalnızca özgül gelişme
süreçleriyle (darbelere uğrama, sosyalizmin tarihsel
6 | ÖVDER
yenilgisi, dünya konjonktürü vb.) açıklanabilir mi?
Ya da Siyasal İslam bu alanlarda neden tutundu?
İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta
“Siyasal İslam”, hep korktuğumuz gibi değerler
dünyamıza, yaşam tarzımıza bir tehdit midir? Ya da
Siyasal İslam gerçekten bir Asr-ı Saadet projesi midir?
Yoksa İslam’ın moral değerlerini de arkasına alan
güçler bugüne ve geleceğe ilişkin bir şeyler mi
söylemektedirler? Ve söyledikleri külliyen yalan da
bu ülkenin insanlarının hepsi kandırılmaya müsait
kişilikler midir? O halde sol bu müsait ortamda neden
kandırma (ikna) sürecinde başarısız kalmaktadır?
Üçüncü tartışma noktası ise şöyle ifade
edilebilir. Müslüman dünya için “İslam” ve batı
dünyası için Hıristiyanlık, yeniden bütün dünyayı
talep eden bir ideoloji olarak yükselirken, başka bir
ifade ile solun da içinde olduğu insanlığa iyi bir
gelecek sunma vaadi din karşısında yenilmişken, karşı
karşıya bulunduğumuz problemin AKP veya Fethullah
meselesinden daha derin olduğu açık değil midir? Bu
tartışma başlıklarını bir takım ön kabullerle birlikte
derinleştirmek sol’un kendisini etkinleştirmesi
açısından olumlu olacaktır. “Siyasal İslam” dinsel bir
hareket olmaktan öte, bir sermaye hareketidir ve
İslam’ı kendisine yedekleme becerisini göstermiştir.
İslam dinini ve İslam coğrafyasını kapitalizme
eklemleme sürecidir. Bu sürecin işleyebilmesi için
din olarak İslam’ın terbiye edilmesini ve yalnızca
günlük yaşamın sürdürülmesinde bir değerler sistemi
olmasını hedeflemektedir.Şimdilerde ülkemizde “İslam
ve İslamcılarla” ilgili yaşanan tartışmalar Türkiye
kapitalizminin geleneksel ittifaklarının dağılmasının
ve yeni iktidar bloklarının kurulmasının tartışmalarıdır.
İslam bu tartışmalarda yalnızca ideolojik meşruiyet
aracı ve dolayımdır. Sol kendisine bu aralıkta bir yer
arayacaksa kendi dışındaki iktidar bloklarına
yedeklenmekle bir yere varamayacağını bilmelidir.
Kategorik olarak AKP ve ortaklarına koşulsuz biat
ettiğini varsaydığı Müslümanların da bu sürecin
m a ğ d u r l a r ı o l d u ğ u n u k a b u l e t m e l i d i r.
Müslüman bireyi sermaye için üretici ve
tüketici olarak yeniden inşa etmeye çalışan “Siyasal
İslam”ın, eğer ortada bir takiye varsa bunun laik
devlete karşı değil, sıradan Müslüman’a karşı olduğunu
bilmek gerekmektedir. Bu çerçevede sol açısından
temel sorun aynı zeminde hareket ettiği bir sermaye
hareketi karşısında etik temelleriyle birlikte bir kurtuluş
projesi kurmak ve bunu hayata geçirmektir.
EĞİTİME BAKIŞ
Alev ERZURUMLU
Filiz KİRMAN
Eğitim, anayasaya göre devletin halka parasız,
nitelikli ve eşit şekilde sunması gereken kamusal bir
hizmettir. “Ancak; 1980'li yıllarda yaşama geçirilen
neoliberal politikalar, eğitimin de paralılaştırılmasını
gündeme getirmiştir. Eğitimde özelleştirme
uygulamaları genel özelleştirme uygulamalarından
belli farklılıklar içermektedir. Bu uygulama içerisinde
hem işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleler sonucu
toplumsal bellekte kazanılmış bir hak olarak kazınan
eşit, parasız eğitim hakkının belleklerden silinmesi
hem de eğitimin metalaştırılması aynı
anda devreye sokulmaktadır. Eğitimde özelleştirme
sadece özel okul ve dershanelerin açılması ya da devlet
okularındaki eğitimin katkı payı ve har(a)ç adı altında
ücretlendirilerek, bu ücretlerin gün geçtikçe artırılması
metotlarıyla sınırlandırılmamalıdır.”
( w w w. i k k i s t a n b u l . o r g / o l c u / 2 0 0 4 / 2 /1 6 . p d f )
Eğitimde yaşanmakta olan bu çözülme süreci
en iyi yansımasını dershanelerde
göstermektedir.Gittikçe büyüyen bir "sektör" haline
gelen dershanecilik,büyük sermaye kesimlerinin de
iştahlarını kabartmaktadır.Elbette,eğitim hizmetinin
bu kesimler tarafından verilir duruma gelmesi hem
öğretmenler hem öğrenciler hem de veliler açısından
b i r ç o k s o r u n u b e r a b e r i n d e g e t i r m i ş t i r.
Eğitimin vazgeçilmez unsurlarından birisi olan
öğretmenler,bu sürecin kuşkusuz en ağır yükünü
taşımak zorunda bırakılmışlardır.Kamu sektöründe
çalışma olanaklarını yitiren binlerce öğretmen tek
seçenek olarak dershanelere yönelmişlerdir.Haftada
40-50 saate varan çalışmalar yanında dershane
sahibinin her dediğini yerine getirmekle yükümlü
tutularak ücretli köle haline gelmişlerdir. Tüm bu
koşulları kabullenmelerine rağmen,maaşlarını düzenli
alamadıkları gibi sigortaları da düzenli olarak
yatırılmamaktadır.İnsan olmanın gereklerinden biri
olan insani ilişkiler,toplumsallaşma tüm bu nedenlerle
birlikte ya ikinci plana atılmakta ya da yok
olmaktadır.Öğrencilerse hepimizin bildiği gibi
okul,dershane, özel dersler sarmalında geleceğini(ya
d a g e l e c e k s i z l i ğ i n i) y a r a t a b i l m e a r a y ı ş ı
içerisindedir.Yürürlükte olan neoliberal politikalar
nedeniyle içi boşaltılan okullarda yeterli hizmeti
alamayan öğrenciler,dershanelere bizzat okul
öğretmenleri, yöneticileri, veli ve hatta bu politikanın
yürütücüsü olan MEB tarafından yönlendirilmektedir.
Egemenler her alanda olduğu gibi dershaneler
konusunda da oldukça lütufkar! Herkesin bütçesine
göre dershaneler mevcut. Elbetteki, dershanelerin
nitelikleri
de
fiyatlarına
göre
değişmektedir. Bu koşullarda emekçi çocukları ya
dershanelere gidememekte ya da gitse bile yeterli
eğitimi alamamaktadırlar.Bu ise "eğitimde fırsat
eşitliği" savını temelden çürütmektedir.Bunun en
büyük faturası ise velilere çıkarılmaktadır.Bir yıllık
maaşını dershane işletmecisine vermek zorunda kalan
veliler, ek iş yaparak askari geçimlerini sağlamaya
çalışmaktadırlar.Yine de dershaneye giden her öğrenci
üniversiteye gidememektedir.
Daha vasıflı eğitim, toplumun sadece belli
kesimi tarafından satın alınabilir bir hale bürünmüştür.
Bu durumdan en başta halkın %90'ını oluşturan
emekçiler ve onların çocukları zarar görmektedir.
Sonuç:Şiddet, korku, geleceksizleştirme
çığırtkanlıklarının büyütüldüğü savaş ortamında
sorunları doğru anlayabilmek ve çözümleyebilmek
zorunlu h ale gelmiştir. Bu ise emekçilerin,
öğrencilerin,velilerin,öğretmenlerin örgütlü bir karşı
duruşla tavır almalarını gerektirmektedir.Çünkü bilzer
ne kadar iyi niyetli, tepkisiz olursak,iyi niyetlerimiz
sistemin kalın duvarlarına çarpmaktadır.Bizlerden
a k a n k a n l a r sa ( b u d u r u m d a ) k a p it a li z m i
boğamaya yetmemektedir.Aksine onlar bizlerden akan
kanlarla temizlenmenin yolarını bulmuşlardır.Tek
çözüm ise kapitalizmi kendi kanıyla boğmaktır.Bunun
için tepkisizlik değil tepki,iyi niyet değil iradi müdahale
çoğaltılmalıdır.Ancak böyle kapitalizmin duvarları
yıkılır,emekçilerin kanı daha az dökülür.Eğemenler
ise daha da kirlenir.Kirli yüzlerini temizlemeye kendi
kanları bile yetmez!
3
ÖVDER | 7
ÜLKEMİZE İLİŞKİN BİR DENEME
Bahar GÜLER
Yeni sömürgecilik ilişkileri ortaya çıktığından
beridir işbirlikçi iktidarlar epey rahatladı! Birçok yenisömürge ülke gibi Türkiye de özellikle son yıllarda
epeyce kolay idare ediliyor! Ekonomi ve maliye
politikasıyla alakalı temel sorunlar IMF-DB
direktifleriyle çözümleniyor (yıllar boyu okullarda
anlatılan kapitülasyonlar ve duyunu umumiye süreçleri
bugünün en somut gerçeği). Kamu politikası ya da
tarımsal üretimin geleceği, asgari ücret, emekli maaşları,
çalışanların ücret politikaları… gibi işler tümüyle
emperyalistlerin “tavsiye” leri çerçevesinde ele alınıyor.
“Güvenlik” le ilgili sorunların da orduya, polise ve
kontrgerillaya havale edildiği koşullarda (düzenin zor
aygıtları o kadar çok CIA eğitiminden geçmiş ve
emperyalist kurumlarla o kadar çok “akraba”
o lm uşlar dır ki , bu aland a da işbi rlikç ilik
olağanlaşmıştır) , egemenlere ve onları maskeleyen
hükümetlere çok fazla iş kalmamıştır. Özellikle 1990’
lardan itibaren sınırsızca gelişen kitle iletişim araçlarının
da katkısıyla emperyalizmin kültürel istilası devasa
boyutlara ulaşmış, post modern ideoloji, yenisömürgelerin değerler dünyasını alt üst ederken, yoğun
bir yozlaşma ve dibe vuruş ortama hakim olmuştur.
Tüm bu gerici dönüşümler tüm kurumları
etkilemektedir. Özellikle eğitim alanında özelleştirmeler
bazı tamamlayıcı politikalarla birlikte günden güne
artmaktadır. Kamusal eğitime bütçeden ayrılan payın
az altılma sının ve tüm e ğitim kur um ların ın
p ar alılaştırılm asının, ö ğretme n ma aşla rın ın
düşürülmesinin ve öğretmenlerin çeşitli adlarla
güvencesiz çalıştırılmasının, dershanelerin ve özel
okulların teşvik edilmesinin… artık hiçbirimiz için bir
şaşırtıcılığı kalmamıştır.
Bir ideolojik aygıt olan
eğitimin amaçlarıyla bu gelişmeler bütünsellik arz
etmektedir. “Eğitimin rolü yeni sömürge ekonomisi
ile uyumlu “Yeni İnsan”ı yaratmaktır.” Toplumsal
kastlaşmada en tepede kalanların çıkarlarını destekleyip
pekiştiren ekonomik (sanayileşme politikaları, uluslar
arası mali kuruluşlarla ilişkiler…); ideolojikpolitik(devleti yönetme tarzı, resmi ideolojiyi algılayış
biçimi gibi…) ve kültürel öğeler(dili kullanma tarzı,
dine bakış, bazı değerleri öne çıkarma…) eğitim yoluyla
bireye güdümlü olarak aktarılmaktadır. Algı ve
8 | ÖVDER
izlenimlerden kavramlar oluşturma aşamasına , doğal
seyri içinde ulaşması gereken bilgi edinme süreci,
sermaye ve tekeller, egemen siyasal iktidar ve ideolojisi
tarafından şekillendirilmektedir. Böylesi bir süreçten
geçmiş milyonlar olan biteni görememekte, görse de
anlamlandıramamaktadır. Artık bu topraklarda herkes
kendi kaderi ile emperyalizmin kaderini bir ve aynı
görmekte, başka bir alternatif ya da çözümü aklının
ucundan bile geçirmemektedir.
Türkiye’de iç dinamiklerinin belirleyiciliğinden
yoksun olarak geliştirilen kapitalizmin doğal sonucu
olarak burjuva demokrasisi bile yaşanmamaktadır.
Demokratik-ekonomik hiçbir hak tabandan ve uzun
soluklu mücadelelerle kazanılmamıştır (“sus payı”
olarak verdiler, biz almayı bile öğrenemeden). Parça
parça da geri alınmaktadır. Türkiye halkları olarak
demokratik haklarımız için savaşmamış olmamız, bizi
kazanımların sürdürülmesi düşüncesinden bihaber
bırakmaktadır. Hal böyle olunca da verilen haklar bir
bir alınırken, sesimiz soluğumuz çıkmamaktadır. Bu
da demokrasinin toplumun ve siyasetin köklerine
sirayet etmediğinin göstergesidir.
Yukarıda belirttiğim gibi, onların işi çok kolay
ama bizim işimiz epeyce zor. Her olgunun bir diğeriyle
ilişkisini göz ardı etmemek ve ülkemizdeki demokrasi,
haklar-özgürlükler mücadelesinin önemini kavramak
durumundayız. Demokrasi biz ezilenler için, üretim
sürecinin esas aktörlerinin yani emekçilerin kendi
kaderlerini tayin hakkına sahip olduğu, üretenin
yönettiği, insan onuruna yoldaş bir düzeni anlatır.
Doğumundan itibaren sistemli olarak nesneleştirilen
insanın, özgürleşme ve özneleşme sürecinin sonucudur.
Demokrasi mücadelesi de insanın emeğine, ürününe
ve giderek kendine yabancılaşmasına, karşıtına
dönüşmesine başkaldırıdır. Bunun için demokratik bir
ülke mücadelesi ve özelde de “parasız, demokratik ve
özgürleştirici” bir eğitim mücadelesi, geleceğin özgür
ve eşitlikçi toplumunu yaratacak bireyleri yetiştirecek
bir okul olacaktır. Kendi hakları için savaşmış bir
toplum, akıttığı terin hesabını sormasını bilecektir.
Hadi artık kışkırtın vicdanınızı! İnsanı yeniden
tanımlamanın, bu tanıma yakışır y aşamanın
zamanıdır…
ÖZGÜRLÜK
Gülşah AYGÜN
(ÖSS Hazırlık Öğrencisi)
Bizler parmaklıkları insandan yapılmış
hapishanelerde yaşayan birer mahkumuz…
Ö z g ü rl ü k g ü nü m ü z d e ç ok fa r k l ı
tanımlanan bir kavramdır. Kimine göre
başkalarının haklarını çiğnemeden istediğimizi
yapabilmek, kimine göre aklımıza geleni yer,
zaman tanımadan söyleyebilmek… Ancak siyasal
ve toplumsal anlamda özgürlük çok geniş ve
çok anlamlı tanımlamalar ve tartışmalar getirir
beraberinde.
Bazı kesime göre hepimiz özgürüz. Öyle
ya istediğimiz saatte eve girip çıkıyoruz.
İstediğimiz gibi gezip eğleniyoruz. İstediğimiz
markayı giyiyoruz, elimizdeki değerlerin hepsini
istediğimiz gibi tüketiyoruz. Öyleyse hepimiz
özgürüz(!). Ancak toplumun dayatmaları
nedeniyle tek tipleşmekle özgürlük olmaz.
Bizler egemenlerin bize verdiği özgürlük
kılıfındaki tutsaklıklarla kendimizi avutuyoruz.
Mevcut sistem para, mal, mülk üzerinden
siyaset yaparak insanları paranın kölesi etmek
iç in öz gü rl ük sl oganını kul lanarak göz
boyamaktadır. Bunu da her tarafı saran
Amerikan marka ürünlerle ve emperyalizmi en
aşağılık biçimde uygulayan ABD' yi özgürlükler
ülkesi olarak göstererek yapıyor. Her birimizi
sistemin kölesi haline getirmeyi amaçlıyor.
Çünkü onlar yalnızca kendileri gibi düşünenlere,
daha doğrusu kendilerine koşulsuz bağlılık
gösterenlere özgürlük -tabi buna özgürlük
denirse- vermek isterler. Çünkü onlar toplumun
gerçekleri öğrenmesinden korkarlar ve bunun
özgürlükle mümkün olacağını bilirler. Ama
özgürlük burjuvazinin bize verdiği sadakalarla
yaşamaya çalışmak, onların istediği ölçüde ses
çıkarmak değildir. Ekonomik elitlerin bitmez
tükenmez sermaye artışlarına göre belirlenen
özgürlük olmaz.
Tabi günümüzde özgür olmak hiç de kolay
değildir. İnsanların özgür olmaları için bile
ekonomik yeterliliğe ihtiyacı vardır çünkü. Ve
günümüzde -bahsettiğim gibi- özgür işçi sınıfını
pençesine alan bir sınıf vardır ki bu da burjuva
sınıfıdır. Kapitalizmin kölesi bu sınıf her şeyi
kendine bağımlı hale getirir. Ve onların
karşısında özgür olabilmek için, ses çıkarabilmek
için, ayıplarını yüzlerine vurabilmek için
insanların işlerinden olmayı, aç kalmayı da göze
almaları gerekir. Çünkü yukarıda da bahsettiğim
gibi onlar kendileri gibi düşünmeyenleri
sindirmek isterler. Bu da açlık sınırında yaşayan
insan sayısının giderek tırmandığı ve işsizliğin
tavan yaptığı günümüzde çok nüfuslu aileler
tarafından göze alınabilecek bir şey değildir.
Bunun yanında toplumun diğer bir
kanayan yarası da bizimle ber abe r
düşüncelerimize de kilit vurulmuş olmasıdır.
Bazı toplumlarda tek boyutluluk hakimdir.
Türkiye'yi de örnek verebileceğimiz bu
ülkelerde devletçe benimsenmiş resmi fikirler
dışındaki görüşlere yer yoktur. Yer vermek
isteyenler de bu suçun cezasını ağır bir şekilde
öderler. Fakat yanlış anlaşılmasın; düşünmek
suç değildir ancak düşündüklerimizi söylemek,
onları insanlarla paylaşmak en büyük suçlardan
biridir. Günün her saati adeta düşünmeyi
yasaklayan çığlıklar yükselir dört bir yandan.
Maliyeci düşünme vergini öde, komutan
düşünme ateş et, din adamı düşünme ibadet
et, öğrenci düşünme ezberle… Bulunduğumuz
her yerde, her bizi ifade eden görüşte, canla
başla çalıştığımız her işte karşımıza çıkan
ambargolara boyun eğmekle özgürlük olmaz.
Özgürl üğü kazanmak tarihte de
günümüzde de insanların elinde olmuştur.
Tutsaklık bizlerin yazgısı değildir… Bizi tutsak
eden zincirleri kırmak yine bizim elimizdedir.
3
ÖVDER | 9
EĞİTİM HABERLERİ
Öğretmenler borç batağında
yüzde 3’ü kalorifer tamiratı, bakımı, yüzde 1.8’i
kurye, çaycılık, yüzde 1.2’si sıhhi tesisatçılık ve yine
yüzde 1.2’si aşçılık yaptığını söylüyor. Yine ankete
katılan eğitim çalışanlarının yüzde 59.1’i kirada
oturduğunu, yüzde 22.1’i ev sahibi olduğunu, yüzde
15’i evinin ailesine ait olduğunu, yüzde 3.6’sı da
evinin miras yoluyla kendisine kaldığını belirtiyor.
Eğitimin İflası: Sabahçı-ÖğlenciAkşamcı
Ö ğret m e nle r ara sınd a yap ıl an bir
araştırma Türkiye'deki öğretmenlerin yaşam
koşullarına dair gerçeği yoruma gerek kalmadan
gözler önüne seriyor. Yapılan ankete göre eğitim
çalışanlarının yüzde 90.8’ inin kredi kartı borcu ya
da taksiti var. Kredi kartı borcu ya da taksitleri
olmadığını ifade edenlerin oranı ise yalnızca yüzde
9.1 Yine ankete göre eğitim çalışanlarının yüzde
83.6’ sı geçimini sağlayamıyor, yüzde 32.4’ ü ise ek
iş yapıyor. Öte yandan eğitimcilerin yüzde 74’ ü
çalışma şartlarından memnun değil. Türkiye
genelinde 2 bin 546 eğitim çalışanı üzerinde yapılan
ankete katılanların yüzde 80.7’ si Milli Eğitim
Bakanlığı’nda, yüzde 15’i üniversitelerde, yüzde
4.3’ de Yurt-K ur ’ da görev yapıyor. Eğitim
çalışanlarının ücret profilini bakıldığında ise
katılanların yüzde 12’ si 601-800 YTL, yüzde 44.6’
sı 801-1000 YTL, yüzde 40’ ı 1001-1500 YTL, yüzde
2.5’i ise 1501 YTL ve üzerinde ücret kazanıyor.
Ankete katılanların yüzde 83.6’sı aylık geliriyle
geçimini sağlayamadığını, yüzde 16.3’ü ise geliriyle
geçimini sağlayabildiğini belirtiyor. E ğitim
çalışanlarının yüzde 67.5’i ek iş yapmadığını ifade
ederken, yüzde 32.4’ü ek iş yaptığını ifade ediyor.
Ek iş yapan eğitim çalışanlarının yüzde 53.3’ü her
türlü işi yaptığını belirtirken; yüzde 24.7’si boya,
badana, tamirat, bahçe işleri, yüzde 7.5’i pazarcılık,
yüzde 4.2’si hamallık, yüzde 3’ü nakliyatçılık, yine
10 | ÖVDER
Diyarbakır'da, okul yok denilerek
öğrenci ve öğretmenlere 3'lü sistem getirildi...
Eğitime ayrılan ödenek her geçen gün biraz daha
kesilip, öğretmen atamaları durdurulurken bunun
faturası yine biz emekçilere kesiliyor. “Yok artık!”
dedirten bir haber de Diyarbakır'dan geldi.
Diyarba kır ’da ki o kul s ayıs ın ın ö ğ ren cil eri
karşılamadığı söylenerek eğitimde “üçlü vardiya”
sistemine geçiliyor. Diyarbakırlı öğrenciler ve
öğretmenler artık sabahçı, öğlenci ve akşamcı
o
l
a
c
a
k
l
a
r
.
Diyarbakır’daki derslik açığı, öğrenci sayısına
paralel olarak her yıl artınca, Valilik, ABD’nin getto
bölgelerinde uygulanan sistemi alarak Türkiye’de
ilk kez “üçlü vardiya” sistemine geçilmesi kararı
verdi. Sorun çözme adına yapılan bu uygulama
“çözüm” değil “çökertme”nin bir başka halidir.
Gerek öğrenciler açısından gerekse de öğretmenler
ve aileler açısından akşama çekilen bu eğitim
biçimi maddi ve manevi ayrı bir yük anlamına
gelmektedir.
Geç Kalana Yok!
Yanlış duymadınız geç kalana yok.Okulda
öğrencilere verilecek hizmetler satılığa çıktı. Aldın
aldın alamadın kaçırdın…Kağıthane Profilo Anadolu
Teknik Lisesi tarafından sene başında velilere
gönderilen ve altında Okul Müdürü Fikret Ural ile
Aile Birliği Başkanı Ahmet Demir’in imzalarının
olduğu yazıda satın alınması zorunlu ve “zorunlu
olmayan” hizmetlerin fiyat tarifesi belirtildi. Bu
yazıda velilerin kayıt yenilemeden önce satın
BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI
ÜZERİNE NOTLAR
Mehmet Ali YAZICI
alacakları hizmetleri seçmesi isteniyor ve bir de
fiyat tarifesine yer veriliyor.Hizmet satın alma
tercihinin velilere bırakıldığı ancak bazı hizmetlerin
a l ın m a s ı nı n z o r u n l u o l du ğ u sö y l e n i y o r.
Bazı satılık hizmetlerin fiyatları şu şekilde
sıralanıyor:
Öğrenci devam devamsızlık cep mesajı
(Zorunlu): 33 YTL
Ders notlarını internetten öğrenme: 28 YTL
Sosyal etkinliklere katılım: 125 YTL
Medline Sağlık Sigortası (Zorunlu): 23 YTL
Öğlen yemekleri: 60 YTL (Aylık)
Öğrencinin teşvik ödülüne katılımı: 22 YTL
Öğrencinin projelere katılımı (Zorunlu): 25
YTL
Yazının sonunda, ‘hangi hizmetlerin satın
alındığını ve hizmet alım beyanını içeren form ile
beraber ön kayıt yapılması gerektiği, bunu yapmayan
velilerin bilgi iletişimsizliğinin sorumlusu olacağı
söylenerek verilecek hizmetlerden
yararlanamayacağı belirtiliyor.
Milli eğitim bakanı “Okullarda zorla para
toplatmam, toplayanı yakarım” demeye devam
ededursun Okul müdürleri bırakın para toplamayı
verdikleri hizmetleri sermayeye dönüştürmeye
başladı bile.Bu haber okullara artık hangi gözle
bakıldığının açık bir göstergesidir.Okullar artık bir
eğitim yuvası olmaktan çıkıp ticarethaneye
dönüştürülmüştür.Öğrencilerin ödedikleri para kadar
eğitim ve öğretimden yararlanma hakkına sahip
olduğu bir dönemi yaşamaktayız.Bu tür haberlerin
önüne geçebilmek için ise yapacağımız şey öğrenciöğretmen ve velilerle ortak mücadele kanallarını
yaratmaktır.Başka yolu yok.
Ruh, akıl, zeka, irade, zihin, inisiyatif vb.
kavramlarla ifade edilen insanın yetileri şimdiye
kadar birbirinden farklı anlamlarda kullanılsalarda,
bu kavramlara karşılık gelen insan özelliklerini
gerçekleştiren beynin (yeni korteks) ürünleridir.
Hepsi farklı içeriğe sahip olarak algılanıp tanımlansa
da tüm bu kavramları bilinç üst başlığı altında
toplamak ve değerlendirmek mümkündür. Çünkü
bilinç, dar kapsamlı bir içeriğe değil, aksine insan
etkinliğinin tüm yönlerini kapsayan bir özelliğe
sahiptir. Duyu organları aracılığıyla duyumsanan,
dış dünyadan alınan verilerin kaydedildiği, işlendiği,
birbirleriyle ilişkilerinin kurulup, yeniden dış
dünyaya etkinlik ve insan faaliyeti olarak dönmesini
koşullayan, insanın duyusal-zihinsel ve akıl
süreçlerinin toplamı olan bilinçtir. Toplumsal üretim
ilişkileri içerisinde var olan bilinç; insan olarak
gerçekleştirdiğimiz, gerçekleştirmediğimiz ve elbette
gerçekleştiremediğimiz tüm etkinliklerin kaynağıdır.
D u y g u la rımız, d üşü n ce le rimiz v e b u nlar ın
yönlendirdiği insani etkinlikler bilincin dışında var
olamaz.
Bilinç maddenin kendisidir ve aynı zamanda
hem özne hem de nesnedir. İnsan beyni, maddenin
en yüksek ve en gelişmiş biçimidir. Bilinç de bu
gelişmiş maddenin ürünüdür. Ve bilinç, maddesiz
bir önceliğe sahip olmadığı gibi, tam tersine
maddenin gelişmişliğinin bir sonucudur. Bilincin
ortaya çıkışına ve gelişimine ancak maddesel
süreçlerle ulaşabiliriz. Canlı varlık ve madde olmadan
bilinçten söz etmek olanaklı değildir. Bu anlamıyla
yaşamı var eden, belirleyen bilinç değil, aksine onun
varlık temeli, gelişmesinin koşulu maddesel öncelik,
maddi yaşam, toplumsal ve ekonomik üretim
süreçleridir. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi'ne
Katkı adlı yapıtının Önsözünde, "Maddi hayatın
üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve
entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların
varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam
3
ÖVDER | 11
tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal
varlıklarıdır." der.
İ ns a n b il in c i, m a d d e se l
değişime açık bir yapıya sahip olmasıyla nesne
özelliği gösterirken, etkilenimleri birbirleri arasında
ilişkilendirip, ba ğ kurarak ma ddi yaşam ın
değiştirilmesi yönünde kullanılmasıyla da özne
işlevine sahiptir.
Bilincin nesne olma hali temel, önsel (a prori)
durumu ifade ederken, dış dünyanın yansımalarını
işlemesi ve etkinliği aracılığıyla dış dünyaya etkide
bulunması da özne olma halini ifade eder. Her nesnel
etkinin neden olduğu öznesel etkinliğin, koşulsuz
olarak insan bilincinde yol açtığı yeni etki, nesnel
sürecin gelişmesini, bir üst aşamaya yükselmesini
ve öznesel etkinliğin düzeyinde de sıçramaya,
gelişime neden olmasına yol açar. İnsanın gelişmişlik
düzeyini ve kendisine yön veren bilinç süreçlerinin
oluşumunu sağlayan maddi verili toplumsal koşulları
göz önünde bulundurduğumuz da genetik yapının
ihmal edilebilir olduğu açıktır. Buna bağlı olarak
bireysel boyuttaki farklılığın nedenlerinin maddi
toplumsal koşullardan kaynaklı olduğundan hareketle,
maddi toplumsal koşulların bireyin bilinci üzerinde
yaptığı şekillenmeyi inceleyebiliriz.
Alt bilinç ya da bilinçaltı kavramlarının
g e r ç e k t e b i l in ç s ü r e ç l e r i y l e b i r i l iş k i s i
bulunmamaktadır. Sadece bilinç süreçleri üstünde
etkisi bulunan ruhsal süreçleri dile getirirler. Alt
b ilinç ya da bilinçaltı deyim i, matery alist
felsefecilerle idealist felsefeciler arasında sürekli
tartışma konusu olmuştur. Bu sözcüklerin tanımları
b ile değişi k sözlükl erde farklı anl amlard a
v erilm ektedir. İdealizm yanlısı felsefeciler
bilinçaltını, bilinç eşiğini aşamayan eksik algıların
biriktiği bilinç dışı bir bölge saymışlardır. Öyle ki,
Alman düşünürü Leibniz'in "bulanık algı" adını
verdiği bu eksik algıların bıraktığı bilinç dışı izler
bu bölgede toplanıyor ve zaman zaman da bilinci
12 | ÖVDER
etkilediği iddia ediliyordu. idealist düşünürlere göre
bu bölge esrarlı bir bölgedir ve bilinmesi olanaksız
izlerle doludur.
Bir zaman sonra Freud bu bölgenin sırlarını
çözmeye çalışacaktı. Kimi sözcüklerin "güçsüz
bilinç" deyimiyle dile getirdikleri bu bölge,
Freudculara göre unutulmuş ya da törebilimsel
baskılarla bilincin dışına atılmış anı, istek, arzu ve
özlemlerin gizlendiği bir bölgedir. Bu bölgenin insan
üzerinde ki en önemli etkisi, bilince çıkma çabalarıdır
ve çıkamayınca da insanları hasta düşürmeleridir.
Kimi sözlükçülere göre onu belli belirsiz edindiğimiz
bilinç deyimiyle tanımlamak mümkündür. Bazı
kesimlerde bu bölgeyi "eşik altı" deyimiyle
tanımlamaktadırlar. Buna karşın yine bir başka Alman
düşünürü olan Arthur Schopenhauer, onu bilinmesi
olanaksız bilinç temeli olarak algılar. Daha açık bir
söyleyişle, düşünüre göre insan bilincini bu bilinmesi
olanaksızlıklar yönetmektedir.
O ysa b ilinçaltın ın y a d a alt bilin cin
bilinmeyecek hiçbir yanı yoktur. Herhangi bir olguyu
algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili
olarak bir takım yan olgular da algılarız. Dikkatimize
bağlı olarak esas olguyla ilgilenir ve bu yan olgularla
ilgilenmeyiz. Üzerlerinde durmadığımız ve dile
getirmediğimiz için bilincimiz bu olgulardan
etkilenmez. Bu yan algılar, temel olguyla ilişkili
olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde
kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz,
ama bu arada düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki,
bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili oldukları
için, etkilerler. Alt bilincin ya da bilinçaltının esrarı
kısaca bundan ibarettir.
Diyarbakır Bismil’den…
Mehmet Ali GÜZEY
(ÖV-DER Bismil Şube Başkanı)
Hala köylerimizin bazılarında hiç okul yokken
ve öğrenciler başka köylere okumaya giderken, bir
sınıfta 70 öğrenci toz duman içerisinde eğitim
görüyorken, sağlıklı ve nitelikli bir eğitimden söz
etmek mümkün müdür? Biz öğrenci velileri olarak
hükümete ve onun ilgili bakanına soruyoruz: Zorunlu
eğitim kapsamında çocuklarını okula göndermeyen
bir veli günde 10 ytl para cezasına çarptırılacak
diyorsunuz. Zorunlu eğitim fikrine diyeceğimiz yok
da peki bizler çocuklarımızı okula gönderiyoruz da
sizler çocuklarımızı ne kadar sağlıklı koşullar altında
ve kaliteli bir eğitim vererek okutabiliyorsunuz? Bu
para cezasını en çok kim hak ediyor sizce?
H er ay ilk öğretim ve orta ö ğretim
öğrencilerimizden “temizlik parası” ya da başka adlar
altında para toplanıyor. Okul idareleri öğretmenlere
şunu diyor: Öğrencilerden para toplayın.Eğitimin bel
kemiği olan öğretmen, her ay başında öğretmen sıfatını
bir kenara bırakıp tahsildar konumuna geçiyor ve
öğrencilerinden para istiyor. Parayı getiremeyen
öğrenci azarlanıyor ve arkadaşlarının içinde teşhir
ediliyor,okuldan soğutuluyor. Peki bu bir hak gaspı
ve eğitimi engelleme değil midir? Bu uygulamalarla
mı bu toplumu çok istediğiniz Avrupa standartlarına
çıkartacaksınız. Her şeyi istismar edebilirsiniz, ama
toplumun en temel kurumu olan eğitimi istismar
edemezsiniz.
Özellikle 1980’ den bu yana seçilen hükümetler
eğitimin içini boşaltmıştır.Çünkü eğitimli, çağdaş ve
demokratik toplumlarda bu ve bunun gibi hükümetlerin
iktidara gelme şansının ortadan kalkacağı egemenler
tarafından bilinmektedir.Toplumun genel yapısı ve
psikolo jisini bilmed en çık ardıkları haftalık
kararnameler ve geçici yasalar eğitime katkı sağlamak
şö yle d ursun ,var olanı d a b altalamaktadır.
Mevcut iktidara önerimiz şu: Eğitim hizmetini
anayasada da belirtilen gibi her kademede parasız
olarak sunmalısınız. Bilimsel, demokratik, eşit ve
nitelikli bir eğitim istiyoruz. Bizler öğrenci velileri
olarak tüm velilerimizi çocuklarımızın geleceğine ve
eğitimine duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Velilerimizin ve yetkililerin dikkatini çekmek
istediğim önemli bir örnek var. Yıl 2006. Diyarbakır
Bismil ilçesine bağlı Yukarı Salat beldesinde bir okul
açılışı var ve milli eğitim bakanı Hilmi Çelik okul
açılışına gelecek. Günler öncesinden hazırlıklara
başlandı. Siirt, Batman, Diyarbakır, Mardin’in… tüm
bürokratları ve idare amirleri makam ve korumalarıyla
Salat’ a akın etiler ve sayın! bakan helikopterle geldi.
O günkü şaşa için yapılan masrafla, açılışı yapılan
okul gibi bir okul daha yapılabiliyordu veya Bismil
ilçesindeki tüm okullara hizmetli tutulabiliyordu.
Türkiye’ nin bir çok bölgesi gibi Bismil’de de 30 bin
öğrenciye 12 resmi hizmetli düşüyor. 60 kişilik sınıflar,
okulların sağlıksız fiziki koşulları ve öğretmenler
yerine veterinerler, ziraat mühendisleri ya da 2 yıllık
yüksek okul mezunları ile yapılan bir eğitim göz
önündeyken nelerle uğraşılıyor.
3
ÖVDER | 13
MEVSİMLİK UMUTLAR, MEVSİMLİK HAYALLER
Jale KİRMAN
Duymaya alıştığımız bazı şeyler vardır ki;
bunu duymaya "alışmak" insanların, toplumun ne
kadar duyarsızlaştığının da göstergesidir. Bahar
aylarında başlar yolculuk, sonbahar aylarında sona
erer. Çoluk çocuk, yaşlı genç hep birlikte çıkılır bu
umut yolculuğuna. Küçücük bir kamyonun kasasında
sıkış sıkış yapılan yolculukta gideceği yere sağ salim
varabilenler şanslıdır. Devrilen bir kamyonun
arkasında can verenleri ise elimizde çekirdek dramatik
film seyreder gibi seyrederken bizler, alıştığımız
görüntüler der geçeriz. Alıştırıldığımız, sadece
seyircisi olduğumuz onca şey gibi seyrederiz bunu
da.
ÇHD mevsimlik işçilerle ilgili yaptığı bir
araştırma çerçevesinde yaşanılan sorunları tespit
etmiştir. Bu tespitler sonucunda mevsimlik işçilerin
ifade ettikleri sorunların başında insani olmayan
koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlandıkları,
gittikleri yerlerde ayrımcılığa maruz kaldıkları
belirlenmiştir. Çoğunluğunu Kürt bölgelerinden gelen,
zorunlu göç ettirilen ve kendi topraklarını ekemediği
için başkalarının topraklarını ekip biçmeye giden
insanlardan oluşturuyor. Karadeniz'de fındık, çay
Akdeniz'de pamuk, Ege'de sebze, zeytin Orta
Anadolu'da şeker pancarı, kayısı toplanıyor, ekiliyor.
Birçoğu kayıt dışı çalışmakla birlikte büyük toprak
ağalarının işlerinde ve fındık gibi toplama işinin hızlı
yapılması gereken alanlarda çalışıyorlar. Gittikleri
yerlerde hem zor şartlarda çalışıyorlar, hem de çok
zor şartlarda barınıyorlar. Tuvaleti, banyosu olmayan
10-15 kişinin bir arada yaşadığı çadırlarda onca salgın
hastalığa rağmen yaşamaya çalışıyorlar. Okul
çağındaki çocuklar bahar aylarında başlayan
yolculuktan dolayı aylarca okullarından uzak
kalıyorlar. Yaşıtları tatil için nereye gideceklerinin
planını yaparken onlar kamyonun kasasında ölmeden
giden şanslılar arasında iseler, o zor şartlarda aileleriyle
birlikte çalışıyorlar. Ayrıca gittikleri yerlerde
yoksulluklarından dolayı, dillerinden dolayı
ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Kadınlar tarlada
çalıştıktan sonra, birde çadırda zor şartlar altında
14 | ÖVDER
temizlik, yemek, çocuk bakımı gibi ekstra işleri
yapmak zorunda kalıyor. Yine ÇHD' nin yaptığı
araştırma da ( Manisa- Turgutlu'da bir çadır kentte
yapılan araştırma) her çadırda bir gebe kadının olduğu
belirtiliyor. Bu kadınlar hiçbir sağlık hizmetinden
yararlanamadığı için çadırda ya da tarlada çok zor
şartlarda doğum yapmak zorunda kalmaktadırlar.
Sosyal Güvenlik Yasa tasarısı etkilediği tüm
kesimler açısında hiç kuşkusuz yıkıcı sonuçlar
yaratmaktadır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, dul,
yetim maaşlarının azaltılması, emekli maaşlarının
ciddi oranda azaltılması vb. değişikliklerle sosyal
güvenlik ortadan kaldırılmış, sağlık güvencesi bir
hak olmaktan çıkarılmıştır. Fakat mevsimlik işçiler
gibi bazı kesimler var ki onlar için bu sonuçlar çok
daha ağır ve etkileyicidir. Onlar için emekli olmak
bile imkânsızlaşıyor. Mevsimlik işçiler çalıştıkları
yerlerde paralarını düzenli alamıyorlar. Paralarını
düzenli olarak alamamaları ve yılın sadece belli
zamanlarında iş bulmalarından kaynaklı sağlık
primlerini de düzenli ödemeleri mümkün değil. Bu
da onların sağlık güvencelerinden yararlanamamaları
anlamına gelmektedir. Yine emekli olmaları için 9000
işgünü nü ( bu sayı düşebilir) doldurmaları
gerekmektedir. Mevsimlik işçilerin bu gün sayısını
doldurmaları için ömürleri bile yetmeyecektir. Bu da
onlarının emeklilik haklarının olmadığı anlamına
gelmektedir.
Sosyal Güvenlik Yasa tasarısının en altında
kalan kesimler için durum çok daha yakıcıdır. "Yasa
bizi etkiliyor mu, ya da kaybım çok fazla olmayacak"
denilerek, ya da yapılan sözde iyileştirmelerle geri
adımlar atmak sorunu çözmeyecek. Yasaya karşı net
ve karalı tavırla karşı durmak gereklidir. Bütün
kesimler için insanca yaşam, insanca yaşanılabilecek
bir ücret, eğitim ve sağlık hakkı, barınma hakkı için
kararlı bir şekilde mücadele etmek gerekmektedir.
Çünkü her mevsim bahara döner! Her bahar yeni bir
umuttur artık!
SUÇLUYUZ
Diren ÖZGÜN
(Üniversite Öğrencisi)
Öğrenci veli dayanışmasının öğrenci tarafından
sesleniyorum size. Herkesin hep dediği gibi öğrenci olarak
suçumuz büyük bizim. Liberal kesim ve eğitim veren
şirketlerin! kuklası olmaya kendini adamış YÖK başkanının
belirttiği paralı eğitime hayır dediğimiz için suçluyuz.
Eğitimin en temel insan haklarından biri olduğunu söyleyip
bu hakların herkese eşit olarak verilmesi gerektiğini
belirttiğimiz için suçluyuz.
Emekçinin hakkını savunup yanlarında yer
aldığımız için suçluyuz. Yörsan’ da sadece sendikalılar
diye işten atılan 455 tane işçiyi desteklediğimiz için,
sendikalı işçilerle sendikasız işçiler arasındaki maaş farkının
giderilmesi için grev yapan Telekom işçilerini
desteklediğimiz için, yani sözde demokrasi denen oyun
içindeki sendikal haklarını kullanmak isteyen ama
kullandıkları zaman gözü dönmüş emperyalist şirketler
karşısında hakları ellerinden alınan, işten atılan emekçilere
yalnız olmadıklarını gösterdiğimiz için tahmin edin tabi
ki suçluyuz.
SSGS ile geçirilmeye çalışılan (ki büyük ihtimalle
bu yazı okunduğu zaman geçmiş olacak) mezarda
emekliliğe karşı olduğumuz için suçluyuz. Emeklilere
ülkenin kamburuymuş gibi, bir külfetmiş gibi bakan (ki
aynı şekilde engellilere de ölmelerinin bakımlarından ucuz
olacağını düşünen) faşist, emperyalist düzene karşıyız ve
dolayısıyla suçluyuz. Eğitim gibi sağlığın da ücretsiz
olması gerektiğini bunun devletin asli görevi olduğunu
söylediğimiz için suçluyuz. Zengin bir kişinin tüm tedavileri
yapılırken fakir bir kişinin tedavileri yapılmayarak, kapı
gösterilerek yani ölüme terk ederek atılmasına; doğan bir
bebeğin rehin alınmasına (hayata gözlerini yeni açtığında
yapılan bu suçlu muamelesine) karşı olduğumuz için
bilindik hikâye suçluyuz.
Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da… Savaşa,
katliama hayır dediğimiz için, emperyalist(katil) devletlerin
(başta ABD) birkaç ton varil petrol için milyonları geçen
ölümlere(katliama) demokrasi süsü vererek göz
yumdurmasına bunu meşruymuş gibi göstermesine, az
gelişmiş ülkelerde etnik kavgalar çıkararak halkları birbirine
kırdırmasına tepkisiz kalmadığımız için suçluyuz.
12 Mart’ta,16 Mart’ta, Madımak’ta, Maraş’ta
yapılan katliamların aydınlatılmadığı, suçluların saklandığı
ve bir tarafı yok etmek için, bunların yapıldığını
söylediğimiz için evet suçluyuz.Ülkede bazı kesimler gibi
düşünmediği için öldürülen aydınlar için, bu faili meçhul
cinayetlerin arkasındaki (ister gizli deyin ister derin deyin
artık ne derseniz deyin) gücün ve bu gücün devlet içindeki
tezahürlerinin bulunmasını istediğimiz için; bu aydınlara
sahip çıktığımız için suçluyuz.
Öğrencilerin sadece kariyer peşinde koştukları,
sadece kendi geleceklerini düşündükleri, yaşadıkları
toplumun sorunlarına eğilmelerinin istenmediği sisteme
karşıyız, suçumuz büyük. Düşüncelere prangalar vuran
Yök’e, gericiliğe, yobazlığa ve bunları var eden 12
Eylüle,12 Marta askeri darbelere karşıyız yani suçluyuz.
Daha yazmakla bitmez bu suçlar. Peki neden bu suçları
işliyoruz? O kadar yenilen dayaklar, açılan soruşturmalar,
okuldan atılmalar yapılıyorken neden hala bunları
savunuyoruz? Ve de işin kolayı gözümüzün önünde canlı
halde dururken yani iki milliyetçi söylem yapıp, kariyer
peşinde koşmak varken neden ben değil de biz diyoruz?
Egemen olan görüşün “ya bunlar mı gene” deyip burun
kıvırmaları için mi, birçoğunun boş işlerle uğraşıyorlar
diye baktığı şekilde görülmek için mi? HAYIR. Size belki
izlediğiniz belki de izleme fırsatı bulmadığınız bir filmden
alıntı yaparak elimden geldiğince cevap vermeye
çalışacağım. Çağan Irmak’ın Ulak filmi. Burada 6 kişinin
yazılmış olan kitabı köy meydanına getirip nutuk attığı
sahneyi söylüyorum. Tam olarak hatırlamasam da aşağı
yukarı şöyleydi: “Devir suçluların devri. Eğer çevrenizdeki
suçu görmüyor ona karşı çıkmıyorsanız siz de bu suçu
işleyen kadar suçlusunuz.” Biz herkesin eşit olduğu,
sömürülmediği, insanların hayal gücünün el verdiği ölçüde
özgürce düşünebildiği, insanların paralarıyla değil
kişilikleriyle değerlendirildiği… Bir geleceğin olduğuna
inanıyoruz bunun için bu suçları! İşliyoruz. Evet,
farkındayız işimiz zor karşımızda tek dişi kalmış
emperyalizm ve onun yardakçıları, kendini beş kuruşa
satan sözde aydınlar, liberaller, her şeyi taraflı anlatan
bazen de hiç anlatmayan kendi belirlediği çerçevede
insanları yönlendiren bir medya var, YÖK var, faşistler
var… İşte bunlara karşı durabilmemiz için herkese
gerçekleri anlatmalı ve herkesi haklarını savunabilmeleri
için örgütlü bir yapıya kavuşturmalıyız.
Davacı: ABD, AB, AKP,YÖK,TÜSİAD, Liberaller, radikal
İslamcılar, faşistler…
Davalı : Öğrenciler, Emekçiler, Aydınlar…
Karar: Suçlu
3
ÖVDER | 15
KÜRESEL ISINMA
M. Selim YILMAZOĞLU
(Biyoloji Öğretmeni)
Atmosferde biriken karbondioksit ve azot
dioksit gibi gazlar güneş ışınlarının atmosfere tekrar
yansımasını önleyerek kademeli bir şekilde dünyada
sıcaklığın artmasına neden olur.Buna sera etkisi denir.
Ozon tabakası dünyamızı zararlı U.V.
ışınlarından korur.Bu filtre işlemi insan vücudunu
yanıklardan ve kanserden korur. Ancak bu etki
yüzünden incelmiştir.
KÜRESEL ISINMA İLE İLGİLİ SORU VE
CEVAPLAR:
1- Neden bu duruma gelindi?
İnsanlar doğal ekosistemi bozarak, kendilerine
suni ekosistemler yarattı.Doğaya zarar vererek, fabrika
artıklarını denizlere boşaltılar, kısaca çevreye sürekli
zarar verdiler ve doğal dengeyi bozdular. Besin zinciri
bozuldu , ototroflar (üreticiler) azaldı ve k.dioksit
birikimi oldu. Ayrıca arabalardan çıkan gazlar da
atmosferdeki CO birikiminin temel nedenlerinden
biridir.
2-İklimler değişir mi?
Atmosferde biriken gazlar atmosferin görevini
yapamamasına neden olabilir.Bundan ozon tabakası
çok fazla etkilenirse buzullar eriyebilir , deniz ve
okyanuslar karaları istila edebilir. Dört mevsim
olmayabilir, ancak bu duruma gelmemiz yüzyıllar
sürebilir.
3- Önlemler alınabilir mi?
Ozon tabakası teorik olarak tamir edilemez.
16 | ÖVDER
Ancak yeşil alanların çoğaltılması , benzinli araçların
kullanımının azaltılması, Çevre kirliliği konusunda
tüm ülkelerin tedbirler alması , sprey ve deodorantların
yasaklanması , tüm insanların bilinçlendirilmesi,
doğaya insanın müdahalesinin azaltılması bu süreci
çok uzun yıllar geciktirebilir.
4- Asit yağmurlarının ısınmada etkisi var mıdır?
Elektrik üreten termik santraller ile endüstride
kullanılan fosil yakıtların yanması sonucu oluşan
SO ve NO gibi gazlar havaya karışır asit yağmurları
oluşur. İlk etkilenenler balık ve kurbağa yumurtalarıdır.
Bu durum besin zincirini etkiler ve üreticilerde yani
k.dioksit kullanan canlıları azaltır ve atmosferde CO
birikir.
5 –Küresel ısınma biyolojik saati bozar mı, bozarsa
ne olur?
Canlılar aleminde günlük, aylık ve yıllık
biy olojik ritimler bu lu nmaktadır. Bu b iy oLojik döngüler çevresel uyarılarla harekete geçirilen
biyolojik bir saattir. Kara ve denizlerdeki sıcaklık ve
çevresel uyaranların değişimi üreme ve avlanma gibi
davranışları değiştirebilir. Bu durum bitki ve hayvan
türlerinin hızla yok olmasına neden olabilir.
6- Doğa bu soruna kendi bir çözüm bulabilir mi?
Cevaplanması çok zor , ancak evrenin yüz yıl
sonra nasıl davranacağı bilinemez .Belki atmosfer
görevi yapan farklı bir oluşum olabilir.
ÖZELLEŞTİRMEDE BİR ADIM DAHA
Gönül BAĞCIVANCIOĞLU
(İzmir’den Bir Veli)
MEB'in 2003 yılında “İnternetsiz okul
kalmayacak” sloganıyla başlattığı proje ücretli
hale getirildi. Okulların internet ücretini artık
veliler ödeyecek.
Milli Eğitim Bakanlığının, Ulaştırma
Bakanlığı ile protokol imzalayıp yaklaşık 40 bin
okula ücretsiz olarak bağlattığı ADSL Internet
erişimi bundan sonra bireysel abonelikler üzerinden
yapılacak. Türk Telekom' un MEB için belirlediği
tarifeye göre her okul 31.94 YTL ödeyecek. Türk
Telekom' un kazancı ise yaklaşık 1.3 milyon YTL
olacak.
Milli Eğitim Bakanlığı 18.02.2008’de
valiliklere gönderdiği bir yazı ile okulların ve diğer
kurumların internet giderlerinin, 2008 yılından
itibaren yerel düzeyde imzalanacak sözleşmeler
üzerinden ödeme yapılacağını bildirmektedir. Yasa
gereği, ilköğretim okullarının ödeneği yok, ama
sözleşmeyi okullar yapacak. Yani ödeneği olmayan
okullarımız Telekom’la sözleşmeyi yapacak ve
ödeneğini maliyeden alacak. Şimdilik böyle ifade
ediliyor, ama bu bir “Ali Cengiz oyunu” na benziyor.
Gerek hükümetin gerekse maliye bakanlığının
uygulamalarını biliyoruz. Ödenek yok diyerek
okulların giderlerinin büyük kısmını velilerin sırtına
yıkan bu hükümet ve Milli Eğitim bakanı değil mi?
Her ne kadar ulaştırma bakanı, “okullarda
ücretsiz internet kullanımı devam edecek” dese de,
zamanla sözler unutulup uygulamalar kalıyor.
“Sağlıktaki dönüşüm” adı altında yapılanlar da aynı
yöntemle yapıldı ve arkasından sağlık paralı hale
getirilmiştir. Eğitimdeki birçok fiili uygulamaları
da biz veliler yaşayarak öğrendik. Bugün birçok
okulda aidat-bağış- adı altında velilerden toplanan
paralarla bilgisayar alınmakta internet giderleri
ödenmektedir.
Milli Eğitim Bakanının Ulaştırma Bakanı
ile 17 bin 500 köy okulunun bilgisayarının
yenilenmesine ilişkin imzalanan protokol aynı
genelgeye tabi tutulacak ve parası velilerin sırtına
yıkılacak.
Lise ve dengi okulların %86’sının, ilköğretim
okulların % 45’inin olmak üzere 10 milyon
öğrencinin ve 300.000 ( Başbakan 550.000 diyor
ama gerçek nedir bizde bilmiyoruz) bilgisayarın
internet erişiminin sağlanması eğitimde nitelik
değişimi ve teknolojiyi kullanmak değil, eğitimi
piyasaya açmak ve şirketlere bağımlı kılmaktır. Bu
durum tarafsız bir araştırma ile hemen görülecektir.
29.000 okul ve kurumun internet erişiminin
sağlandığı belirtilen yazıda “internet erişimi sağlanan
(sosyal tesis niteliği taşımayan) bu okulların bağlantı
giderlerinin 2008’den itibaren yerel düzeyde
yapılacak sözleşmelere göre ödenmesi
kararlaştırılmıştır” diyor.Yani artık okullarımız
sosyal tesis değil, işletme niteliği taşıdığı için
sözleşmelerini kendileri yapacaklar, bir süre sonra
da paralarını ödemeye başlayacaklar.
3
ÖVDER | 17
BİLİM VE TEKNİK
Uzmanlar: Kötü politikalar yüzünden susuzuz
Bu yılki Dünya Su Haftası’nın temel konusu iklim
değişikliği ve temiz suya erişimdi. İsveç’in başkenti
Stockholm’de yapılan zirvenin açılış konferansına su
kaynaklarının nasıl kullanılacağı konusu damgasını vurdu.
Zirvedeki en önemli mesajlar, temiz suya erişim için yeni
teknolojiler geliştirilmesi, su yönetim politikalarının bütün
sektörleri içine alması ve ‘sınır aşan sular’ konusunda
ülkelerarası işbirliği yapılması oldu. Ayrıca altyapı, sosyal
planlama ve bazı yeni kuruluşların yardımı gibi konular
da konuşuldu.Toplantılara katılan bilim adamları,
dünyadaki sor unun suyun mi ktarı ndan çok,
yönetimiyle ilgili olduğu görüşünde birleşiyor. 17 yıldır
su konusu tartışılıyor. Su tarımdan enerjiye, sanayiden
turizme birçok sektörü doğrudan etkiliyor. Ülkeler ve
kıtalar bazında farklılık gösterse de aslında her ülkenin
ortak derdi, su kaynaklarının doğru kullanılamaması.
Bugünkü rakamlara göre, dünyada 1.6 milyar
insan yeterli miktarda ve sağlıklı su içemiyor. 2015
yılına kadar sağlıksız koşullarda su tüketen insan sayısının
yarı yarıya azaltılması hedefleniyor. Bu hedef yoksullukla
ve az gelişmişlikle mücadele açısından da önem taşıyor.
Çünkü hiçbir yatırımcı suyun kalitesinin kötü, miktarının
az olduğu yerlere yatırım yapmak istemiyor. Bölgeye
yatırım gitmeyince kalkınma da olmuyor ve bu bölgelerin
insanları ebedi bir yoksulluğa mahkum oluyor.
Kendi ses kaydımız bize niye garip gelir?
İnsan teybe kaydedilmiş kendi sesini dinlerken
hayli şaşırır. Hatta o sesin kendisine ait olmadığını bile
söyleyebilir. Halbuki bir başkasının sesi teypten dinlenirken
normal konuşma sesi ile bir fark duyulmaz. Ses havada
gözle görülmeyen dalgalar halinde yayılır. Bu dalgalar
kula ğı mıza gi rip orta kula ğı mızdaki kem ikleri
titreştirdiklerinde beyne giden sinyaller vasıtasıyla o sesi
duymuş oluruz.İnsanın kendi sesi kendisi için özeldir.
Sizin dışınızdaki herkes sesinizi sizin duyduğunuzdan
daha farklı duyarlar. Çünkü onlar sizin ağzınızdan çıkıp,
havada ilerleyip kulaklarına gelen sesi duyarlar ama siz
kendi sesinizi iki farklı yoldan işitirsiniz.Bir taraftan
ağzınızdan çıkan ses havada yol alıp, diğer insanlara
ulaştığı gibi kendi kulağınıza ulaşır. Diğer taraftan da
başın içinden, kemiklerden, kaslardan geçerek içerden
18 | ÖVDER
kulaklarınıza ulaşır. Beyin bu iki farklı yerden gelen
bilgileri birleştirir ve siz kendi sesinizi duyarsınız.İnsanın
başı içinde kemikler, kaslar, sinüsler, beyin ve çeşitli
salgılar vardır. Bunların kimi sert, kimi yumuşak, kimi de
sıvıdır. Bunların her birinin sesi geçiriş özelliği farklıdır.
Kafa içindeki iletişimde genel olarak sesin düşük frekanslı
kısımları kuvvetlenir. Bu nedenle sesiniz kendinize
başkasının duyduğundan daha farklı tonda gelir.Teypteki
sesiniz ise kulaklarınıza diğer insanlara ulaştığı gibi
havadan ulaşır. Aslında o sizin, herkesin tanıdığı hakiki
sesinizdir ama size yabancı gelir. Kafanızın içinden gelen
sesi daha iyi duyabilmek için iki kulağınızı sıkı sıkıya
kapatın ve konuşun. Duyduğunuz ses aşina olduğunuz
sesinizin kafanızın içinden geçip gelen kısmıdır.
Hikikomori hastalığı gençliği tehdit ediyor
Hikikomori hastalığı gençliği tehdit ediyor.
Japonya’da sayıları 300 bini aşan genci etkisi altına alan
"hikikomori" hastalığıyla bir kayıp kuşak yetişiyor. Japon
psikiyatristlerin üzerinde çalıştığı hastalığın kelime anlamı
"Elini ayağını çekmek." Bu gençler de hayattan el ayak
çekip odalarına kapanarak zamanlarının çoğunu bilgisayar
başında geçiriyorlar. Yemeklerini burada yiyip uyuyor,
hatta tuvalet ihtiyaçlarını bile odalarında gideriyorlar.
Ps ikolog Ala nur Öz al p, Hiki komori’ni n
Türkiye'deki gençleri de tehdit etmeye başladığını söyledi.
Özalp, odalarından çıkmayan, sürekli bilgisayar oyunları
oynayan bu gençlerin anti sosyalleştiğini, kimseyle
konuşmadığını belirterek ciddi anlamda tedaviye
gereksinimleri olduğuna dikkat çekti. Hikikomorinin
hastalık olduğunun fark edilmediğini vurgulayan Özalp,
"Bu tür psikolojik rahatsızlıklarda, tedaviye erken
başlamak çok önemli. Aileler ders çalışıyor zannedip takip
etmiyorlar. Çocuklarının bilgisayarda yaptığı şeyi
görmeleri lazım. Yanlarına gidip bakmaları gerekiyor.
Girdikleri siteleri takip etmeleri, oyun mu oynuyor ders
m i ç a l ı ş ı y o r a n l a m a l a r ı g e r e k l i " d i y o r.
Hikikomori’nin pençesine yakalanan gençler, genellikle
sosyal ilişkilerinde yetersiz ve çekingen oluyor. Sanal
alemde kendilerini daha rahat hissediyorlar. Ancak hastalık
ilerledikçe, saldırgan olup, sonu cinayetle biten tartışmalar
bile yaşayabiliyorlar. Kötü bitmiş gençlik aşkları, sınav
maratonu gibi problemler de hastalığı tetikliyor.
3
ÖVDER | 19

Benzer belgeler