mücadele bildirgesi
Transkript
mücadele bildirgesi
www.red.web.tr RedDergisi RedDergisi E-Bülten Sayı 2 1 Ağustos 2016 BİZ BU ÇARKI TÜRKÇE, KÜRTÇE, ARAPÇA, FARSÇA REDDEDİYORUZ VE KIZIL RENGİ ÇOK SEVİYORUZ! Darbe ve diktatörlük ikilemine karşı MÜCADELE BİLDİRGESİ 1 5 Temmuz darbe girişimi sadece Türkiye’de yepyeni bir dönemi tetiklemedi, bütün dünyada da yankı buldu. Dış dünyadan Türkiye’ye bakanlar, ‘halkın sokağa dökülmesi’yle engellenmiş bir askeri darbe girişimi ve ‘demokratik bir zafer’ görüyor. Oysa Türkiye –ve aslında tüm bir Ortadoğu- uzun süredir dışarıdan bakmakla anlaşılabilecek bir yer olmaktan çıkmış vaziyette. Şimdi Ortadoğu’yu bir kenara bırakalım…. Türkiye’de bir ‘ikili darbe’ süreci vardır. Ülkenin geleceği tehdit altındadır. Bunu anlamak için öncelikle Türkiye’nin yakın dönem tarihini iyi anlamak gerekir. O halde, ana hatlarıyla bir tarihsel özet yapalım… AKP NASIL KURULDU? MİSYONU NEYDİ? AKP, geleneksel İslamcı partinin, Saadet Partisi’nin bölünmesiyle ve başına kullanışlı bir ismin, Tayyip Erdoğan’ın getirilmesiyle, suni olarak, emperyalizm tarafından kurdurulmuş bir ‘proje parti’ydi. Tayyip Erdoğan ABD’de “Onu süpürmeyin, kullanın” diye takdim edilmişti. Kullanışlı olması, İstanbul’a belediye başkanlığı yapmasından ziyade, şeriatçı nutukları nedeniyle iki ay hapis yatmış olmasından kaynaklanıyordu. O zaman devleti elinde bulunduran sağ Kemalist elit onu cezalandırmıştı. O artık yoksul Müslüman nüfusun oylarını alabilecek ‘mağdur olmuş’ bir Müslüman’dı! Tayyip Erdoğan’ın AKP’si, geleneksel sağ partilerin yıpranmış, sosyal demokrasinin itibarsızlaşmış olduğu koşullarda, müthiş bir kampanyayla ve emperyalizm ile yerli patronların tam desteğini arkasına alarak girdiği 2002 seçimlerinde yüzde 34,3’lük büyük başarı elde etti. Parti geleneksel sağ unsurları bünyesine katmanın yanı sıra bir İslami tarikatlar koalisyonu yarattı. Bu tarikatların içinde en etkilisi ise Fethullah Gülen’in ‘Cemaat’iydi. Bu ‘Cemaat’ sayıca –mesela Nakşibendilik kadar- kalabalık olmasa da, dünyaya yayılmış okullarıyla, ulaştığı büyük maddi güçle, devlet bürokrasisi içinde, özellikle polis teşkilatında ve ordu içinde gizli örgütlenmesiyle ciddi bir güç haline gelmişti. DÖNEMEÇ: HRANT DİNK CİNAYETİ Yine de AKP iktidarının ilk yıllarında ordunun ve devlet bürokrasisinin geleneksel Kemalist yapısı ağır basıyordu ve AKP hükümetinin ‘tam iktidar’ olmasının önünde bir engel teşkil ediyordu. Bu engel aşılmalıydı. 2007 Ocak ayında Fethullah Gülen’in polis teşkilatı içindeki örgütlenmesinin tezgahıyla Türkiye’deki Ermenilerin cesur sesi Hrant Dink katledildi. O gün bu cinayetin Fethullahçılar tarafından tertiplendiğini yüksek sesle dile getiren ilk kesimlerden biri olduk. Bugün ise cinayetin ABD tarafından desteklenen Fethullahçılar tarafından tezgahlandığı kesinleşmiştir. Oysa o gün ‘olağan şüpheliler’ Ermeni meselesinde milliyetçi yaygara koparan sağ Kemalist unsurlardı. Bu ‘olağan şüpheliler’ karşısında AKP sahte bir ‘demokrasi’, ‘hoşgörü’, ‘farklı kimliklere özgürlük’ demagojisi yükseltti. 2007 Temmuz ayında seçimler vardı! 2007 seçimlerine bu atmosferde giren AKP oylarını yüzde 46,6’ya yükseltti. Hemen akabinde, ‘Ergenekon’ adı verilen operasyonların ilk büyük dalgası başladı. Operasyon, önce şaibeli isimlerin tutuklanmasıyla, devlet içindeki gizli ‘gladio’ örgütlenmesinin temizliği gibi gösterildi. Bu operasyonu zincir operasyonlar izledi. ANAYASA DEĞİŞİYOR Bir sonraki kritik dönemeç, 2010 sonbaharındaki Anayasa değişikliği referandumu oldu. 12 Eylül 1980 darbesini yapan generalleri yargılama vaadi gibi sözde ‘demokratik’ bir makyajla sunulan Anayasa değişikliği önerilerinin iki özelliği vardı: Birincisi kesinlikle işçi sınıfına yönelik büyük bir saldırıyı mümkün kılacak anayasal değişiklikler içeriyordu. İkincisi, özellikle Yargı kurumunu tam anlamıyla iktidar partisinin denetimine veren, kısmi Yargı bağımsızlığını da ortadan kaldıran maddeler taşıyordu. Burjuvazinin tamamı referandumda ‘Evet’ oyu kullanacağını açıkça dile getirdi. Böylelikle burjuva medyası AKP’nin hizmetine girdi. İşin en acıklı kısmı ise, kendisine ‘sosyalist’ diyen kimi unsurların da ‘Evet’ tavrı açıklaması ve AKP’yle beraber kampanya yürütmeye başlamasıydı. Bunların içinde eski TKP’lilerden kendisine ‘Troçkist’ diyen işbirlikçi DSİP’e ve Marksist Tutum çevresine kadar geniş bir yelpaze vardı. Kürt hareketi ‘Evet’ seçeneğini bir pazarlık unsuru haline getirdi. En sonunda, fiilen ‘Evet’ cephesini güçlendirecek bir ‘boykot’ kararı aldılar. Zira tam da o süreçte önce gizli gizli, sonra açıktan, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın muhatap alınacağı görüşmeler başlayacaktı. 1980 darbesinin yıldönümünde, 12 Eylül’de gerçekleştirilen referandum halkın önemli bir kesimini kandıramadı. Sosyalist solun ana akımlarının ‘Hayır’ dediği referandum, solun bir kesiminin iktidarı desteklemesi ve Kürt hareketinin etkisiyle geniş bir kesimin boykotu tercih etmesi sonucunda yüzde 57,9’luk bir AKP zaferiyle sonuçlandı. Bunun üzerine siyasal İslam’ın saldırı dönemi başladı. KARŞIDEVRİM BAŞLIYOR Saldırı siyasal İslamcı iktidar açısından ‘tam iktidar’, emperyalizm içinse özelde ordu içinde, genelde bürokraside görece ‘milli bağımsızlık’ yanlısı kesimleri tasfiye ve emperyalizmin Ortadoğu planlarına boyun eğdirme anlamı taşıyordu. (Emperyalizmin Ortadoğu planları derken, ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ni kastediyoruz. Ama iki mevzu niye birbirine bağlıdır? Hatırlayın. ABD Irak’a müdahale öncesinde Türkiye topraklarını kullanmak istemiş, hatta kara birliklerini Türkiye’ye getirerek Irak sınırına yığınak yapmaya başlamıştı. 1 Mart 2003’te 2 TBMM’de yapılan oylamada ABD’nin Türkiye topraklarını kullanma talebi geri çevrildi. ABD birliklerinin hepsini çekip yeni bir saldırı planı yapmak zorunda kaldı. AKP milletvekillerinin bile bir kısmı oylamada ABD’nin Türkiye topraklarını kullanma talebine ‘Hayır’ demişti. Bir dahaki seçimlerde tek bir istisnayla –Bülent Arınç- hiçbiri tekrar milletvekili adayı gösterilmedi. Benzer bir tavır bürokraside de vardı. Bu tavır kabul edilemezdi. Artık ABD için ‘karşılıklı çıkarlar’ yoktu, sadece emperyalizmin çıkarları vardı. Buna boyun eğmeyen her kim varsa, askeri ve sivil bürokrasiden temizlenecekti. Tabii ki dahası da var…) ‘Ergenekon Operasyonları’ olarak adlandırılan tutuklamalar serisinin esas anlamı, devleti, içi ne kadar boşaltılmış olursa olsun, Kemalizmden miras kalan ‘milli bağımsızlık’ doktrininden arındırmaktı. Ordu, üniversiteler, Yargı, kamu yönetimi başta olmak üzere tüm bürokraside büyük bir temizlik ve cadı avı başladı. Sosyalist solun bu süreçte bir tutum alması çok zordu. Bir yanda 12 Eylül 1980’de Kemalizm adına devrimci hareketi zindanlarda boğan geleneksel bürokrasi, bir yanda ‘özgürlük ve demokrasi’ demagojisi yapan siyasal İslamcılar vardı. İyice takatten düşmüş, toplumsal etkinliğini yitirmiş sosyalist solun ana gövdesi, bu süreçte tamamen tutumsuz kaldı. Biz ne yaptık? Durumu tespit ettik. Fakat gazeteciler Ahmet Şık ve Merdan Yanardağ’ın tutuklanması dışında sokağa çıkamadık. Çünkü diğer tutuklananlar, ‘eski devlet’in sahipleriydi. İslamcı karşıdevrimin en büyük şansı da buydu… İslamcı karşıdevrim diyoruz, zira yaşanan tam olarak bir karşıdevrimdir. Karşıdevrim, sultanlığı yıkan ve Cumhuriyet’i kuran 1908/1923 devrimlerinin en önemli kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Bu kazanımların en öne çıkanları, saltanatın kaldırılması, ‘kulluk’ yerine ‘vatandaşlık hukuku’, laiklik, kadının toplumsal bir konum kazanması idi. AKP iktidarı bunların tümüne saldırmaya başladı. Bu karşıdevrimci saldırıya akıl almaz bir hırsızlık ve yolsuzluk süreci eşlik etti. Çikolata kutularında, elbise muhafazaları içinde bakanlara nakit para taşındı. EMPERYALİZM MEMNUN Sürecin bir diğer öne çıkan özelliği, iktidara yakın patronlara ve tarikatlara muazzam bir sermaye aktarımıdır. Milyarlarca dolardan söz ediyoruz. Öyle ki, Tayyip Erdoğan’ın oğlunun başında bulunduğu ‘eğitim’ vakfı, milyarlarca dolarlık bir ‘holding’ haline dönüşürken, iktidara yakın patronlar da devlet ihaleleri ile ceplerini doldurdu. İşin bir başka kısmı, Ortadoğu’da ABD siyasetlerine mutlak adaptasyondur. Öyle ki, Tayyip Erdoğan, birlikte ailecek tatil yaptığı ve “kardeşim” dediği Beşar Esad’a bir gün içinde düşman oluvermiştir. Türkiye’de Kürt hareketiyle görüşme ve yedeğe alma çabası da bu adaptasyonun sonucudur. Kürt hareketiyle 2012 sonunda resmen duyurulan ‘görüşmeler’ ve ‘çözüm süreci’, o güne kadar devlete hakim olan ‘terörü bitirme’ doktrininden bir kopuşu temsil ediyordu. Görüşmeler ilerledi ve 2013 Nisan ayında PKK Türkiye’deki silahlı güçlerini sınır dışına çekeceğini duyurdu. Ve nihayet, karşısındaki geleneksel devlet bürokrasisini tasfiye eden, Kürt hareketini de görüşmeler süreciyle dizginleyen AKP’nin başındaki isim, Tayyip Erdoğan, eski ‘demokrasi ve özgürlük’ nutuklarına artık ihtiyaç duymadığı bir mutlak iktidar dönemine girmeyi başardı. Fethullahçılar neredeyse devletin sahibi haline geldi, tüm kurumları kendi militanlarıyla doldurmaya başladı. Bu iktidarın küstahlık döneminin başlangıcıdır. Öyle ki, tüm özgürlüklere yönelik bir saldırı başladı, işçi sınıfının kazanımları hedef alındı, tarihsel önemi olan Taksim Meydanı 1 Mayıs kutlamalarına kapatıldı... Karşıdevrimci saldırı katlanarak ilerledi. HALKIN ÖFKESİ: 2013 HAZİRAN AYAKLANMASI Tüm bunlar AKP iktidarına karşı büyük bir öfke büyüttü. Özellikle 1 Mayıs için Taksim’e çıkmaya çalışan kitlelere yönelen ağır şiddet büyük tepki çekti. Mayıs 2013 tarihli RED’in kapağında bu duruma dikkat çekmiş, bu öfkenin büyük bir tepki doğuracağına işaret etmiştik. Öfke bizim öngördüğümüzün de ötesinde, devasa boyutlarda patlak verdi. Taksim’de ilk kıvılcımı çakan Haziran Ayaklanması’nda tüm ülkede 13 milyon kişi sokaklara döküldü. 2013 Haziran Ayaklanması, Türkiye’nin gördüğü en büyük kitlesel ayaklanmadır. Halk demokratik özgürlükleri için, dahası laikliğin savunusu için sokaklara döküldü. Tüm ülkede meydanlar ele geçirildi. Barikatlar yükseldi. Ne var ki, halk hareketinin temel bir sorunu vardı: Türkiye’de işçi sınıfı esas olarak örgütsüzdür. Sendikalaşma oranı, kayıtlı işçilerin yüzde 9’u seviyesindedir. Ve işçi sendikalarının tamamına yakını ipi devlete bağlı bürokratların elindedir. Nitekim, Haziran Ayaklanması başladığında, ülkenin en büyük sendikal konfederasyonu Türk-İş, beş gün boyunca hiç sesini çıkarmadı; beşinci gün ise yatıştırıcı bir açıklama yayınlamakla yetindi. Sokaktaki barikatlar grevlerle birleşemedi ve ayaklanma 16. gününde büyük bir saldırıya uğrayarak çekilme sürecine girdi. Kitle hareketi yavaş yavaş geri çekildi. Bu çekilmede, Kürt hareketinin rolünü anmadan geçemeyiz. İktidarla görüşmeleri sürdüren Kürt hareketi, Haziran Ayaklanması’na sadece sembolik olarak, o da Taksim’de birkaç yüz kişiyle katılmış, sadece Abdullah Öcalan posterleri açmış ve Öcalan sloganları atmış, ayaklanan kitlelerle bütünleşmek yerine durmadan o kitlelerin çoğunun oy verdiği CHP’ye saldırmış, yasal partisi HDP’nin başkanı Selahattin Demirtaş’ın ağzından Haziran Ayaklanması’nın bir darbeyi çağırdığını ilan etmişti. Kürt kentleri tüm ülkeye yayılan dev gösterilere eşlik etmedi. ‘Çözüm süreci’ dedikleri sürecin hayali bir süreç olduğu ikazlarında bulunmamıza rağmen, Kürt hareketi iktidarın Kürtlere yönelik manipülasyonundan kurtulamadı… Tüm bu süreçlerde AKP ve Fethullahçı ‘Cemaat’ örgütlenmesi bir koalisyon halinde iktidar ediyordu. Özellikle Haziran Ayaklanması’nın geri çekilmesi, iktidardaki koalisyonun önünde neredeyse hiçbir engel bırakmamıştı. Ne var ki, iktidardaki Tayyip Erdoğan figürü çok yıpranmıştı. Üstelik Ortadoğu politikalarında kendi gündemini oluşturmaya çalışıyor, ülkeye para girişini sağlamak için İran ambargosunu deliyor, Körfez’de denetim dışı ilişkiler kuruyordu. Ortadoğu politikasında da zaman zaman emperyalizmin rotasından çıkıyor, Suriye’de cihadçı yapılarla içli dışlı ilişkiler geliştiriyor, Mısır’da Müslüman Kardeşler’e destek veriyor, Osmanlı hayalleri görüyordu… KOALİSYON PARÇALANINCA: GERİCİLERİN İKTİDAR SAVAŞI Emperyalizm bu yıpranmış iktidarı yenilemek için hamle geliştirdi. Hamleyi polis ve yargı içinde sıkı bir örgütlenmeye sahip olan Fethullahçılar eliyle yürütebilirlerdi. Dahası, ordu ve bürokrasi içindeki geleneksel Kemalist kesimleri hapse atmış ya da sindirmiş olan Fethullahçılar artık koalisyon değil tek başına iktidar istiyordu. Böylelikle koalisyon ortaklarına yönelik operasyon için düğmeye bastılar. Ellerinde büyük bir koz bulunuyordu: İktidar tam bir yolsuzluk batağına saplanmıştı. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde Fethullahçı polislerin iktidarı kökünden sarsacak yolsuzluk operasyonları başladı. Bakanlara ve Tayyip Erdoğan’a ait ses kayıtları ve görüntüler internette dolaşmaya başladı. Ne var ki, iktidar kanadı dirençli çıktı. Özellikle Tayyip Erdoğan ne yaparsa yapsın kabul edebilecek –din üzerinden örgütlenmiş- bir toplam vardı ki, iktidarın en büyük güvencesi bu ‘örgütlü cehalet’ti. Elbette AKP iktidarının yarattığı ‘besin zinciri’ni göz ardı etmemek lazım. AKP’nin neredeyse 15 yılı bulan iktidarı döneminde bir çeşit İslamcı ‘yeşil burjuvazi’ doğduğunu, iktidar yandaşlarının zenginleştiğini, daha alt düzeyde iltimasla devlet memurluğuna işe almaların neredeyse kaide haline geldiğini ve nihayet yoksullara yönelik bir tür düzenli sadaka sisteminin yerleştiğini akılda tutmamız lazım. Bu ‘besin zinciri’ AKP’nin oy deposunu da oluşturuyor, emekçiler ve yoksullar içindeki desteğini açıklıyordu. 2014’ten bugüne kadar AKP ve Fethullahçı örgütlenme arasındaki savaş giderek kızıştı. Bu sefer ‘demokrasi’ maskesini Fethullahçılar takıyor, dün acımasızca saldırdıkları sola sempatik görünmeye çalışıyor, iktidarın yolsuzluklarını ortaya dökmek için büyük çaba sarf ediyordu. AKP ise, devletin derinliklerine kök salmış bu örgütlenmeyi elindeki yasal güçlerle, kimi zaman da fiili durum yaratarak temizlemeye çalışıyordu. ‘Fiili durum’ Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasının ardından yeni bir boyuta sıçradı. KAÇAK SARAY İKTİDARI 2014 Ağustos ayında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, burjuva muhalefetinin alabildiğine basiretsiz aday seçimi ve Kürt hareketinin tek başına aday çıkarma, gücünü sınama hamlesi sonucunda, ilk turda Tayyip Erdoğan 51,8 oy alarak cumhurbaşkanı seçildi. Ne var ki, bu seçim son dönemde seçimlere en az katılım oranının gözlendiği seçim oldu: Yüzde 74… Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı ‘tarafsız’ ve sembolik bir nitelik taşıdığı için, Tayyip Erdoğan’ın bitmek bilmez hırsının o makama geçince son bulacağını düşünen epey bir seçmen vardı. Ne var ki, tam tersi oldu. İnşaatına Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde başlanan, 3 Yargı’nın izin vermemesine rağmen süren ve 1 milyar dolara yakın para harcanan Kaçak Saray’ı cumhurbaşkanlığı makamı yapan Tayyip Erdoğan, kendisini ‘fiili başkan’ ilan etti. Bu açıkça anayasa ve yasaları tanımadığının beyanı, diktatörlüğün ilanıydı. Her gün hükümetin yapması gereken açıklamalar yapan, açıkça iktidarı eline alan Tayyip Erdoğan, ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin üzerine oturmuş, Yasama, Yürütme ve Yargı kurumlarını fiilen kontrol altına almıştı. ‘Dördüncü kuvvet’ sayılan medya da büyük ölçüde onun hakimiyetindeydi. Geriye kalan burjuva medyası ile Fethullahçıların elindeki medya organları ise baskı altında tutulmaya başladı. Kitle hareketleri yoğun bir polis saldırısıyla karşılaşıyor, zaten kısıtlı olan demokratik özgürlükler fiilen ortadan kaldırılıyordu. 7 HAZİRAN VE SONRASI: KAN BANYOSU 7 Haziran 2015 seçimlerine iktidar bloğundaki bu parçalanma ve savaş sürecinin sonucunda gidildi. Kürt hareketinin kendi yasal partisiyle katıldığı ve yüzde 10’luk seçim barajını aşarak yüzde 13,1 oy aldığı genel seçim, AKP’nin büyük gerilemesine sahne oldu. Seçimin birinci partisi olmasına rağmen AKP yüzde 9 civarında oy kaybına uğramıştı. Tek başına hükümet kuramayacak bir milletvekili sayısına düşen AKP’nin bu gerilemesi, Kaçak Saray iktidarının da sarsılması anlamına geliyordu. Seçimlerin hemen ardından kanlı bir plan devreye sokuldu. Kısa bir sessizlik döneminin ardından muhalefetin sevinç naraları arasında devreye sokulan plan iki temel üzerinde yükseliyordu: Birincisi, hükümet kurma görevi birinci olan AKP’ye verilecek ve hükümet kurmak için gereken yasal süre beklenecek, ardından yasalar çiğnenecek, görev ikinci partiye verilmeyecek ve cumhurbaşkanı yeni erken genel seçim çağrısı yapacaktı. İkincisi, sokaktan gelecek tüm basınç engellenecek ve Kürt bölgeleri terörize edilecek, Kürt hareketi bastırılacaktı. Böylelikle milliyetçi oyların AKP’ye kayması sağlanacak, Kürt bölgelerindeki dindar kesimlerin kazanılması için zemin hazırlanacaktı. Kürt hareketine yönelik saldırı 20 Temmuz’da başladı. Suriye’deki çatışmalarda tamamen yıkılan Kobanê’ye yardım kampanyası yapan ve sınırdan geçiş için sınıra giden gençlerin arasında bir IŞİD militanı canlı bombanın patlaması sağlandı. 33 sosyalist gencin yaşamını yitirdiği bu saldırıdan hemen sonra, “IŞİD’e saldırı” adı altında Irak, Suriye ve Türkiye sınırları içinde Kürt hareketine ait hedefler bombalanmaya başladı. Güvenilmezliğine defalarca dikkat çektiğimiz ve gidişatını eleştirdiğimiz ‘Çözüm Süreci’, yerini ciddi bir saldırı sürecine bırakmıştı. AKP’nin hükümet kurma çabalarının sonuç vermemesi üzerine Tayyip Erdoğan yasaları hiçe sayarak yeniden genel seçim ilan etti. Bu süreçte sokakta yükselmesi muhtemel hareketlere ise erken 1 Kasım seçimleri öncesinde açık bir mesaj verildi: 10 Ekim’de Ankara’da emek örgütleri ve devrimci grupların düzenlediği on binlerce kişilik gösterinin orta yerinde iki IŞİD canlı bombası kendini patlattı. 100’ün üzerinde emekçi ve genç yaşamını kaybetti. Yüzlercesi yaralandı. Canlı bombalar kuşkuya yer bırakmayacak şekilde istihbarat servisince yönlendirilmişti: Bunların daha 4 evvel gözaltına alınıp serbest bırakılmış kişiler olması, bu iddiayı kuvvetlendiriyordu. Mesaj ise açıktı: Sokağa çıkarsanız parçalanırsınız! 1 KASIM GENEL SEÇİMİ VE SONRASI Bir bütün olarak terörize edilen atmosferde 1 Kasım genel seçimi gerçekleşti ve AKP kaybettiği oyları geri aldı: Yüzde 49,5!.. Seçimlere hile karıştırıldığı kesindir. Ancak bütün bu oy artışı hile sonucu değildir. İktidar açıkça halkı tehdit etmiştir: AKP hükümet kuramazsa ülkede kaos olur. Kaosun nasıl olacağı ise zaten bombalamalarla herkese izlettirilmiştir… Tayyip Erdoğan’ın KaçAk Saray’da kurduğu saltanatı güçlendirme, yasaları kendine göre düzenleme, muhalefeti baskılama adımları bu seçimlerin ardından güç kazandı. AKP içinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Bizzat Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla Ahmet Davutoğlu hem başbakanlığı hem de AKP genel başkanlığını bıraktı. Yerine tam bir ‘Saray darbesi’ ekibi kuruldu. Bu süreçte toplumun her alanında baskı artırıldı. Tam bir polis devleti hüküm sürmeye başladı. Kürt kentlerine büyük operasyonlar düzenlendi. Kürt hareketinin kentlerdeki direniş noktaları imha edildi, hatta koca mahalleler ve kasabalar tahrip edildi. Yüzlerce kişi hayatını kaybetti. İktidar, bir taraftan da bu süreçte kendi yanında seferber edebileceği bir kitle hareketi yaratmaya çabalıyordu. Özellikle Suriye’de İslamcı örgütlerin içinde savaşıp geri dönen militan unsurlarla, Sedat Peker gibi mafya gruplarıyla beslenen bu hareket, cılız da olsa sokaklarda görünür hale gelmeye, gösteriler düzenlemeye başladı. İslamcı ve milliyetçi duyarlılıklar öne çıkarılıyor, sokakta bir çeşit İslami-faşizm örgütleniyordu. Ve Kürtlere yönelik saldırılara karşı çıkan aydınlar, akademisyenler, sol kesimler bu İslamifaşist güçler tarafından tehdit ediliyordu. Kürt hareketinin kentlerde tahrip edilmesi iktidara büyük güç kazandırmıştı. Yaklaşık iki buçuk senedir Fethullahçılarla sürdürdükleri iktidar savaşında kesin darbeler vurmaya hazırlanan Saray iktidarı, böylelikle diktatörlüğü pekiştirmeyi ve hatta anayasal hale getirmeyi umuyordu. Bürokraside epey ‘temizlik’ yapılmıştı ama Fethullahçıların ordu içindeki güçleri de kırılmalıydı. Bunun için yaz dönemindeki ‘Yüksek Askeri Şura’ toplantısı belirleyici bir önem taşıyordu. Bu toplantıda hangi komutanların orduda kalacağı, kimlerin hangi göreve getirileceği ve hangilerinin tasfiye edileceği belirlenecekti. Fethullahçılar tamamen atılacak, ordu komuta kademesi yeniden şekillendirilecekti. DARBE GİRİŞİMİ 15 Temmuz askeri darbe girişiminin nedeni tam olarak budur. Diktatörlüğü örgütleyen iktidara karşı Fethullahçıların kendi darbelerini yapma girişimidir. Yüksek Askeri Şura toplantısının öne alınmasıyla acele edilmiş, bu yüzden aksaklıklar yaşanmış, sonuçta 15 Temmuz gece yarısından önceye alınmış ve başarısızlığa uğramış bir askeri darbe girişimi ortada duruyor. Öncelikle, askeri darbenin niteliği ve yenilgiye uğraması konusunda bazı tespitleri açıkça ifade etmek gerekiyor: 1. 15 Temmuz askeri darbe girişimi burjuva demokrasisi iktidarın İslami-faşist kuvvetleri oluşturuyordu. Bu herkesin içinde değerlendirilebilecek bir ‘seçilmiş’ iktidara karşı değil, açıkça farkında olduğu bir gerçekliktir. Gerçeklik hayatta gayrimeşru Saray diktatörlüğüne karşı, en az iktidardaki karşılığını bulur. Bu sebeple, “Sokağa çıkılmalıydı” diye diktatörlük kadar gerici olan kuvvetlerin bir darbe ve ortalıkta dolaşan şarlatanlar dahil tek bir solcu sokağa diktatörlük girişimidir. çıkıp ‘seçilmiş’ Tayyip Erdoğan için darbecilere karşı 2. Darbeci komutanlar Fethullahçı örgütlenmenin savaşmamıştır. Kendi yapamayacağı işi emekçi kitlelere ve militanları ve onlarla işbirliğine gitmiş bir kısım şuursuz tabanına öneren liderlikler ciddiye alınmaz. komutandır. Bunlar ABD yanlısıdır. Bu gerçek, bizzat ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Joseph Votel tarafından da KARŞI-DARBE ifade edilmiştir. AKP iktidarı ve bir bütün olarak devlet yaşanan darbe 3. Darbe girişiminin yenilgiye uğrama sebebi, iktidarın girişimi sonucunda güçsüz düştü. Birkaç cephede birden ve dış basının göstermeye çalıştığı gibi bir halk direnişi savaşamayacağı anlaşıldı. O yüzden darbeye açıkça arka değildir. Tayyip Erdoğan’ın darbe gecesi yaptığı sokağa çıkmış ABD’ye, şimdi Fethullahçıları sahiplenen Avrupa çıkma çağrısına çok az kişi katılmış, sadece bir kısmı Birliği’ne, Batı medyasına karşı ittifaklara ihtiyaç var. Suriye’de çatışmalara katılıp dönmüş İslamcılar, polis Tayyip Erdoğan ve AKP’nin darbeye karşı duran Kemalist kuvvetleri ve AKP militanları sokağa çıkmıştır. Bunlar, kesimlere sevimli görünmeye çalışması bu yüzdendir. ağır silahlara, tanklara, savaş helikopterine darbeciler Öte yandan, Saray diktatörlüğünün inşası yönünde büyük karşısında ezilmeye mahkumdu. Darbenin yenilgisine fırsatlar doğdu. Şimdi bu durumu ana başlıklar halinde sebep olan etken, Kemalist subayların Fethullahçıları değerlendirelim… yalnız bırakması ve onlara karşı direnç 1. AKP darbe girişiminin ardından her Darbe girişimi gecesinde, gün sms mesajları yollayarak, camilerden göstermesidir. Fethullahçı örgütlenmenin sokağa hiçbir sol kesim komuta kademesindeki oranının üçte anons yaparak, medyayı kullanarak bir gibi son derece yüksek bir oran çıkmamıştır. Gerçeklik budur. halkı sokağa çağırdı, gösteriler örgütledi, olduğu anlaşılmıştır. Bunların başarı Bunun çok anlaşılır bir sebebi bedava yemekler dağıtıp şarkıcılar kazanmasını geri kalan subayların var: Emekçiler ve devrimciler, getirerek kalabalıklar yaratmaya çabaladı. direnci engellemiştir. Bunun adına da ‘demokrasi’ nöbeti sosyal demokrasiye oy veren dedi. Oysa ortada demokratik hamleler 4. Mensubu bulunduğumuz Birleşik geniş yığınlar ve Kürtler, her ikisi olmadığı gibi, AKP’nin çağrısına uyup Haziran Hareketi, darbe girişimi sürerken, gece yarısında “AKP’yi halk de karşıdevrimci ve diktatörlük meydanlara toplananların ‘demokrasi’ yıkacak!” başlıklı bir bildiri yayınlayarak, diye bir talebi de yok. Meydanlardan heveslisi bu iki güçten ilk saatler itibarıyla başarısız olacağı birinin yanında olmayı tercih İslamcı ritüeller, Osmanlı ajitasyonu, linç anlaşılan darbeden hiçbir beklentisi ve idam çığlıkları yükseliyor. Özellikle bu etmemiştir. olmadığını, darbeye karşı olduğunu, gösterilerin ilk günlerinde daha ziyade ancak AKP’nin bu girişimi fırsat bilip Alevilerin yaşadığı, sol devrimci geleneğe karşı-darbe örgütleyerek diktatörlüğünü pekiştirmeye sahip yoksul mahallelere yönelik saldırılar düzenlendi. yöneleceğini, Haziran Hareketi’nin buna karşı direniş Mahalleler kendini savundu ama tehdit varlığını koruyor. örgütleyeceğini beyan etmiştir. Nitekim Tayyip Erdoğan AKP’nin yaratmaya çabaladığı sürekli seferberliğin niteliği darbe girişiminin ilk saatlerinde bu darbe girişiminin budur. İslami-faşist bir kütleyi polisle iç içe geçirip hazır “Allah’ın bir lütfu” olduğunu ve Fethullahçıları tasfiye ederek kıta olarak tutacak ve gerektiğinde kendisine karşı yükselen kendi iktidarını pekiştireceğini açık açık söylemiştir. Aynı muhalefete saldırtacak. Saldırıların şimdilik durma sebebi, açıklamada, kendisini ‘Başkomutan’ olarak ilan etmiştir. iktidarın savaştığı cepheyi daraltma niyetidir. 5. Darbe girişimi gecesinde, bütün sol kesimler evlerinde 2. Hukuk askıya alınmıştır. Darbe girişiminden beş gün oturmuştur. Sokağa hiçbir sol kesim çıkmamıştır. Daha sonra ilan edilen ‘Olağanüstü Hal’ iktidara geniş yetkiler sonradan ne açıklama yapılırsa yapılsın, gerçeklik budur. veriyor. İşkence ülkeye geri döndü. Fethullahçı olduğu iddia Bunun çok anlaşılır bir sebebi var: Emekçiler ve devrimciler, edilen herkes gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bunların sosyal demokrasiye oy veren geniş yığınlar ve Kürtler, her mallarına, mülklerine el konuyor. On binlerce kişi kamu ikisi de karşıdevrimci ve diktatörlük heveslisi bu iki güçten görevlerinden atıldı. Bunların arasında solcular da var. birinin yanında olmayı tercih etmemiştir. Öte yandan, Görevden alınan bürokratların, memurların yerine iktidarın daha sonradan kimi sol ekiplerden yükselen, “Sokağa hizmetindeki kişiler atanıyor. Yasal değişiklikler yapılarak çıkmak gerekirdi” gibi açıklamaların ciddiyeti ve gerçekliği ordunun belli kurumları hükümete bağlanıyor. Bir ‘parti yoktur. Bunlar iktidara hoş görünmeyi esas alan birer devleti’, tek partili bir diktatörlük için zemin yaratılıyor. şarlatanlıktır. Sol, darbe girişimi gecesi kendi bayraklarıyla İslami vurgu artıyor. Bu süreç, gerektiği zaman harekete sokağa çıkıp tankların karşısına dikilseydi, tanklardan geçirilecek İslami-faşizmin kitle tabanını yaratma sürecidir. önce polisin ve onlarla yan yana duran eli silahlı İslamcı 3. Tayyip Erdoğan, bu manzarayı tamamlamak için, militanların katliamına uğrayacaktı. Çünkü sokaktaki yaşanan olağanüstü durumu bir avantaja çevirip ‘fiili’ İslamcı militanların dilinde demokrasi talepleri değil, başkanlık rejimine yasal bir statü kazandıracak değişiklikleri kendilerinden olmayan herkesi linç etme hevesini açıkça yapmak üzere harekete geçti. ‘Reis’ lakabı takılan Tayyip ifade eden sloganlar vardı. ‘Sokaktakiler’in ana gövdesini Erdoğan, Führer’i ‘Başkomutan’ sıfatında yeniden diriltmeye 5 hevesli. Ülkedeki mevcut kriz halini, yaklaşmakta olan ekonomik çöküşü ve dolayısıyla kendi sonunu ancak baskıcı bir rejimle önleyebileceğinin farkında. Böyle bir rejim altında emekçilerin ekonomik haklarına çok daha kolay saldıracak, ekonomik krizi tamamen örgütsüz ve bastırılmış olan işçi sınıfının sırtına yıkarak iktidarını koruyacak. 4. Meclis’teki burjuva muhalefeti şaşkın bir şekilde ne yapacağını hesap etmeye çalışıyor. Kürt hareketinin yasal partisi HDP ısrarla Saray tarafından muhatap alınmaya uğraşıyor. Suriye’de ABD ile belli bir ortaklık kuran Kürt hareketi, Tayyip Erdoğan’la tekrar görüşmelerin önünü açma alternatifini de hesap ediyor. Bu nedenle CHP ile bir eylem birliğine gitmekten ısrarla kaçınıyor. Şimdinin ucube/milliyetçi partisi olan geleneksel faşist parti MHP felç olmuş vaziyette. Fethullahçıların ülkedeki siyasi dengeleri değiştirmek, sağda AKP’yi dizginleyebilecek yeni bir alternatif yaratmak için iç ilişkilerine müdahale ettiği MHP’nin liderliği AKP’ye yedeklenmiş durumda. CHP ise, 24 Temmuz’da İstanbul Taksim Meydanı’na büyük bir miting çağrısı yaparak tarihi bir adım attı. Birkaç yüz bin kişinin toplandığı bu mitingde diktatörlük inşasına karşı net bir tutum sergilendi. Ne var ki, ülkedeki atmosfer bu seferberliğin sürekli kılınmasını önlüyor. Polis iktidar destekli İslamcı gösterilere bizzat çağrı yaparken, muhalif gösterilere izin verilmeyeceğini açıkça beyan ediyor. Örgütsüz yığınlar kendilerini ifade edebilecek kanallar bulamıyor. CHP liderliği ise, yeni ve daha kararlı adımlar atabilecek bir görünüm arz etmiyor. Nitekim daha evvel KaçAk Saray’a asla gitmeyeceğini açıklayan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu mitingin hemen akabinde Tayyip Erdoğan’ın çağrısına uyarak Saray’a yollandı ve HDP’nin çağrılı olmadığı toplantıda AKP ve MHP ile ufak ölçekli bir mutabakatın parçası oldu. Tüm bu manzara, İslamifaşizm ihtimalinin sadece parlamentoda önlenemeyeceğini gösteriyor. 5. Sosyalist parti ve gruplar gerek işçi sınıfı içinde gerçek bir zemine oturmadıkları, gerekse durmadan doktriner tartışmalara gömüldükleri için gerçek ve bağımsız bir alternatif yaratmaktan son derece uzak. CHP’nin çağrısıyla ve ‘Demokrasi ve Cumhuriyet’ başlığıyla gerçekleşen 24 Temmuz Taksim mitingine katılım tartışması buna tipik bir örnekti. RED bu mitinge gidilmesi gerektiğini ilan eden ilk çevre oldu. Çünkü söz konusu miting düzen içi bir CHP mitinginden ibaret olmayacaktı; darbe girişiminin ardından mahallelerine İslami-faşist linç kıtaları dayanan yoksul kesimler, sokaktaki İslamcı şova tepki duyan ve demokrasi isteyen, laiklik için mücadeleye hazır olan on binler çıkacaktı o meydana. Sosyalist sol o kitleyle buluşmalı ve kendi sloganlarını ortaya koyabilmeliydi. Nitekim sosyalist sol “Gidilmeli mi, gidilmemeli mi?” etrafında doktriner bir tartışmaya gark olmuşken, iktidar partisi AKP CHP’nin mitingine temsilcilerini yollayacağını açıkladı! Sebep basitti. Mitingi manipüle etme, etkisizleştirme ve kendi lehine kullanma çabasıydı bu. Neyse ki Haziran Hareketi bu konuda basiretli bir tutum alarak CHP’yi miting çağrısında laiklik vurgusu yapmaya zorladı. Haziran Hareketi’nin bu tutumu soldaki pek çok kesimi alana gitmek için cesaretlendirdi ve mitingin tüm atmosferi 6 değişti. AKP’liler mitinge giremediler. Öte yandan, HDP’nin peşine takılmış liberal solculardan nasyonalsosyalist Aydınlıkçılara ve geleneksel Komünist Parti’nin artıklarına kadar bir kesim, yüz binlerin toplandığı alanı televizyondan izleyip kendilerine bahane üretmek için detay yakalamaya çalıştı. Bu çaba nafile bir çabaydı. Haziran’ın AKP’nin karşı darbesine ilişkin sloganları tüm Taksim Meydanı’na yayılmıştı. Ve en önemlisi, Tayyip Erdoğan’ın devlet çağrısıyla tüm ülkede meydanlara dökebildiği toplam sayı kadar insan bir tek bu mitingde toplanmıştı. Ve bu örnek, özellikle bugünler için bir siyaset dersi haline geldi: Hem Amerikancı yeni darbe ihtimallerine, hem de AKP diktatörlüğüne karşı en büyük güçlerin eylem birliği, o eylem birliğinin içinde ilkeli duruş… NE SAVUNMALI? Evet, demokratik mevzileri savunmak için en geniş kesimlerin eylem birliğini yaratmak zorundayız. Aksi takdirde büyük bir felakete doğru sürüklenmemiz kaçınılmazdır. Saray, iktidarın avantajıyla kendi hamlelerini yürütüyor. Fethullahçılar Batı kamuoyunu kandırarak Türkiye’ye basınç yapmayı ve tekrar bazı mevziler kazanmayı umuyor. Buna karşı emekçilerin ve demokrasiyi, laikliği savunan kesimlerin acil programını ve eylem planını oluşturmalıyız. Bu çerçevede: 1. Fethullahçı örgütlenme dağıtılmalıdır. Başta darbeciler olmak üzere bütün üst düzey Fethullahçı kadrolar ağır biçimde cezalandırılmalıdır. Bütün mali kaynakları ve okulları kamulaştırılmalıdır. Batı medyasındaki yanılsama yaratacak haberlerle, Fethullahçıların sadece baskı gören bir inanç grubu olduğu yönündeki yanılsamalarla mücadele edilmelidir. Özellikle dünya işçi sınıfı bu konuda aydınlatılmalıdır. Başta Fethullah Gülen olmak üzere Fethullahçı örgütün ABD Pensilvanya’da yaşayan bütün militanları Türkiye’ye iade edilmelidir. Tümü yargılanmalı, Fethullahçı örgütlenme Türkiye’nin toplumsal hayatından çıkartılmak zorundadır. Ne var ki, bu süreçte işkence kabul edilemez. Fethullahçılara bir biçimde inanmış dindar emekçilerin hayatını mahvedecek uygulamalara karşı çıkmak temel bir görevdir. 2. ‘Olağanüstü Hal’ uygulaması derhal son bulmalıdır. Her türlü sorun, parlamentoda, halka açık biçimde tartışılmalıdır. 30 günlük gözaltı süresi, keyfi tutuklamalar, savunma hakkının engellenmesi gibi uygulamalar insan onurunu zedeleyici olmanın yanı sıra, sadece Fethullahçıları cezalandırmak için değil, tüm muhalefeti bastırmak için kullanılacaktır. Bu kabul edilemez. 3. Sadece Fethullahçıların dağıtılması yetmez. Diğer bütün tarikatlar da şeyh-mürit ilişkisini sürdürüyor. Bir şeyhe din bağıyla bağlı hiç kimse devlet görevlerinde o bağ yokmuş gibi hareket edemez. Devletin laik işleyişi katı biçimde savunulmalı, tüm tarikatlar ortadan kalkmalıdır. İlk ve ortaöğrenimde din dersleri zorunlu olmaktan çıkarılmalı, tek mezhebe dayalı din eğitimi yapan imam-hatip liseleri kapatılmalıdır. 4. İktidarın ilan ettiği ‘Olağanüstü Hal’ aynı zamanda emekçilerin kazanımlarına yönelik büyük bir saldırının kılıfı olacaktır. Kamu sektöründe iş güvencesini yok etmeye yönelik adımlar atılmaya başladı bile. Görevden atılan halkımızı sömürdüğü yeter. Dış borç ödemelerine son Fethullahçı memurların yerine kadrolu değil sözleşmeli verilsin. personel alınıyor. Yakında iş güvencesini tamamen 10. Ülkemizi darbelerden de diktatörlükten de koruyacak, kaldırmayı hedefliyorlar. Buna karşı tüm sendikalar ve sol toplumsal barışı savunacak ve demokratik bir ülkeyi garanti ortak hareket ederek iş güvencesini savunmalıdır. altına alacak tek güç geniş emekçi yığınlardır. İşçilerin 5. Kürt sorununun adil ve demokratik çözümü için derhal örgütlenmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. iki taraflı ateşkes ilan edilmeli ve konunun parlamentoda Sendikasız tek bir işçi kalmamalıdır. Ve örgütlü işçiler çözülmesi için gereken kurumlar oluşturulmalıdır. HDP ülkenin kaderine el koymalıdır. bu kurumlarda temsil edilmelidir. Bütün görüşmeler Türkiye ancak böyle bir programla yaşanacak bir yer ve öneriler halka açık olmalıdır. Kürt hareketi Suriye’de haline gelecektir… ABD’yle olan ortaklığına son vermelidir. Rojava’daki üç ABD üssü kapatılmalıdır. NE YAPMALI? 6. Cumhurbaşkanlığı kendi yasal sınırlarına çekilmelidir. Yukarıdaki programın bütünlüklü olarak hayata geçmesi Yeni ve demokratik bir seçim yasası hazırlanmalı, seçim elbette örgütlü bir işçi sınıfının başarabileceği bir görevdir. barajı kaldırılmalı, siyasi partiler kanunu yenilenmeli Bugün işçi sınıfımız dağınık ve örgütsüz bir haldedir. ve demokratik seçimler yapılmalıdır. O halde, devrimciler ve sınıf bilinçli Yeni ve demokratik bir anayasayı ancak işçiler temel bir gerçekliğin farkında Fethullahçı örgütlenme emekçilerin de temsil edilebildiği olmalıdır: Bir savunma dönemindeyiz. Türkiye’nin toplumsal böyle bir seçimin ardından tartışmaya Fethullahçıların bastırılmasını ve bertaraf hayatından çıkartılmak başlayabiliriz. edilmesini savunuyoruz. Ne var ki, zorundadır. Ne var ki, bu 7. Ordunun profesyonelleşmesi AKP kendi iktidarını sağlamlaştırdığı süreçte işkence kabul ve ağır silahlarla donatılan polis ölçüde sıra emekçilere ve sola gelecektir. devleti uygulamaları kabul edilemez. Diktatörlük heveslerinden İslami-faşist edilemez. Fethullahçılara Profesyonel ordu ve şu anda ağır bir biçimde inanmış dindar saldırılara kadar bir dizi tehdide karşı silahlarla donatılan yüz binlerce polisi hazırlıklı olmak zorundayız. emekçilerin hayatını elinde bulunduran gücün, tüm bir Dünyada pek çok örnekte mahvedecek uygulamalara devrimcilerin tavrı, diktatörlük ve faşizm ülkenin kaderini tek başına belirleyeceği karşı çıkmak temel bir görevdir. tehdidine karşı birleşik bir işçi cephesinin görülmüştür. Bu diktatörlüktür. Ordu demokratikleştirilmelidir. Polisin oluşturulması yönünde olmuştu. Ne var keyfi uygulamaları son bulmalı, polis yasal sınırlarına ki, böyle geniş bir işçi cephesini oluşturmak için gereken çekilmelidir. Halkın demokratik gösteri hakkı engellenemez. örgütlü kurumlarımız, büyük işçi sınıfı partilerimiz yok. O 8. Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunuyoruz. halde şu adımları atmak zorundayız: Fethullahçılarla ABD’nin yakın işbirliğinde olduğu 1. Demokratik mevzileri savunabilecek güçlerin geniş kanıtlarıyla ortadadır. ABD’ye ayrıcalık tanıyan ikili bir eylem birliğini sağlamalıyız. CHP, tabanında pek çok anlaşmaların tamamı feshedilmelidir. NATO’dan derhal emekçi olmasına rağmen, içinde sosyalizmi savunan bazı çıkılmalıdır. Başta İncirlik Üssü olmak üzere bütün ABD milletvekilleri bulunmasına rağmen son tahlilde bir patron ve NATO üsleri kapatılmalıdır. Türkiye Ortadoğu’da ortak partisidir; CHP ile ortak bir ‘cephe’ kurmayız, ortak bir olduğu tüm emperyalist planlara son vermelidir. AKP otorite altında bulunmayız ama eylem birliği yapmak iktidarı Suriye’deki İslamcı örgütlerle ilişkisini kesmeli, bizi kirletmez. HDP de bu geniş eylem birliği içinde yer bunların Türkiye’deki karargahları kapatılmalı, Türkiye almalıdır. Hep birlikte birkaç maddede tarif edilecek içinde bomba patlatan IŞİD’in tüm bağlantıları imha demokratik mevzileri savunmalıyız. edilmelidir. 2. Haziran Hareketi’ni güçlendirmeli, Haziran meclislerini 9. Eğer Türkiye’nin tam bağımsızlığından söz ediyorsak, her yerde inşa etmeli, işlevsel hale getirmeliyiz. Meclis AKP iktidarı altında tahrip edilen ülke ekonomisine ilişkin toplantılarına katılan herkes için somut görevler tarif atılması gereken acil adımları da konuşmak zorundayız. etmeliyiz. Güçlü meclisler kurmalıyız. Devlet baskılarına ve Emperyalizm, çelişki yaşadığı AKP iktidarını zor durumda İslami-faşist saldırılara karşı mahallelerin öz savunmasını bırakmak için ekonomik yaptırımlar uygulayacaktır. örgütlemeliyiz. Haziran Hareketi’ni işyerlerinde, emekçi Öte yandan, yaklaşık 15 yıllık AKP iktidarı altında bölgelerinde işçi meclisleri olarak örgütlemeli, mümkün ekonominin tüm kilit sektörleri, tüm kamu işletmeleri ve olan her durumda sendikalara müdahale etmeli ve birleşik ülkenin zenginlikleri emperyalist sermayenin –ve elbette bir gençlik hareketi yaratmak için hızla adım atmalıyız. hazır yiyici Arap sermayesinin- eline geçmiştir. Finans 3. Enternasyonalist, işçi sınıfı içinde kök salmayı alemini emperyalizm belirlemektedir. Türkiye’de halkın hedefleyen ve en önemlisi demokratik merkeziyetçi tarzda ekonomik kaderi emperyalistlerin bölgesel oyunlarının örgütlenen devrimci bir partinin yaratılması çabasını oyuncağı yapılamaz. Başta finans sektörü olmak üzere tüm güçlendireceğiz. kilit sektörlerdeki belirleyici işletmeler (telekom, enerji, Zorlu bir süreç bizi bekliyor. Bu zorlu süreç, işçi sınıfının bilişim, vs), su kaynakları, madenler ve büyük sanayi son kavgasının başlangıcıdır. Büyük Bolşevik Devrimi’nin kuruluşları, tazminatsız olarak, işçilerin denetiminde yüzüncü yılına, 2017’ye, büyük bir mücadeleyle gireceğiz. kamulaştırılmalıdır. Bugüne kadar emperyalistlerin Devrimciler! Görev başına! 7 Emekçilere büyük bir saldırı başlayacak D arbe girişimi pek çok siyasi dengeyi sarstı Türkiye’de. Ama bir tek şey baki kalıyor. O da, darbeyi atlatan ‘Saray İktidarı’nın sınıf düşmanlığıdır. Sınıfa saldırı programı aynen uygulanacaktır. AKP patronlara verdiği sözleri tutmak için çoktan harekete geçmişti. İşçi sınıfını kazanılmış tüm haklarından mahrum bırakarak sermayenin hizmetine sunmak için büyük bir saldırı yürütüyor. İlki 6 Mayıs 2016’da Meclis’ten geçen 5 yasa tasarısı yürürlüğe konduğunda memleket AKP’nin ve sermayenin ortaklaşa hayal ettiği gibi ‘istikrarlı sömürü’ ülkesi haline gelecek. Sermayenin ve AKP’nin büyük saldırısı AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılından beri dile getirdiği, kimi zaman yasalaştırmayı denediği işçi düşmanı kanunları patronlar dört gözle beklemesine rağmen bir türlü yasalaştırmaya cesaret edememişti. Hatta 2009’da meclisten geçen ilk kanun Gül’den “istismara” yol açacağı gerekçesiyle veto yiyerek meclise iade edilmişti. İşçi sınıfının ücret dahil yıllık izin, emeklilik, işçi sağlığı ve iş güvenliği, kıdem ve ihbar tazminatı, eşit işe eşit ücret, işyerine dava açma, sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev de dahil olmak üzere en temel haklarını yok edecek, işçi sınıfının bir bütün olarak tüm mevzilerinde, örgütlenmelerinde gerilemesine yol açacak şekilde hazırlanan 5 yasa tasarısı ve içerikleri şu şekilde: 1. Modern kölelik burjuvazinin gözbebeği olacak: Kiralık işçilik İş arayan işçiler Özel İstihdam Büroları’na kaydolacak. Patronlar özel istihdam bürolarıyla işçi kiralama sözleşmesi yapacak. Bürolar işçileri sözleşme süresince patronlara kiralayacak. Bu sözleşme süresince işçi çalıştığı iş yerinde patronun dediklerini yapacak fakat hukuki olarak büronun işçisi olacak. Patron büroya hizmet bedeli ödeyecek, büro bu hizmet bedelinden kendi yüklü komisyonunu cebe indirdikten sonra kalanıyla işçinin ücretini ve sigorta primini yatıracak. Sözleşme sona erdiğinde büroya dönen işçi, büro tarafından kendisine yeni bir iş verilmesini bekleyecek. Yasa işyerlerinde başka işçilerin hamilelik, askerlik, yıllık izin ve hastalık hallerinde bu süre zarfında, mevsimlik tarım işleri ve ev işlerindeyse süre sınırı olmadan işçi kiralanabilecek. Ayrıca işyerinin iş hacminin öngörülemeyen biçimde artması, dönemsel iş artışları ve aralıklı olarak yapılabilecek işlerde kiralık işçi çalıştırılabilecek. Bu hallerde kiralamalar dört ayı geçmeyen iki sözleşmeyle yapılabilecek. Böylece patronlar sekiz ay süresince kiralık işçi çalıltırabilecek. Kiralık işçi sayısı bir işletmede çalışan toplam işçi sayısının dörtte birini geçmeyecek ancak on ve daha az işçi çalıştıran işyerlerinde beş kişiye kadar kiralık işçi çalıştırılabilecek. Yasaya göre kamuda ve madenlerde kiralık işçiliğe izin gelmiyor. Madenlerde yaşanması olası bir “Soma Faciası”nın etkisinden kaçınmak için kiralık işçiliğe tehlike gerekçesiyle 8 madenlerde izin çıkmazken kamuda da izin verilmemesine sebep olarak “istismara açık olmasının” belirtilmesi, AKP’nin kiralık işçiliğin sorumluluğunu almaktan kaçındığını, sermayeye ise ‘kıyak geçtiğini’ gösteriyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği, simsarların, patronların insafına bırakılacak. Bu konuda düzenleyici hükümler belirsiz. Böylece sermeyeye yeni iş cinayetlerinin yolu açılıyor. Bu şekilde çalıştırılan işçilerin en temel hakları gasp edilecek. Büro işçiyle arka arkaya sözleşme yaparak 30 yıl çalıştırsa da bu sürenin sonunda yeniden sözleşme yapmadığında, işçi kıdem tazminatı da dahil hiç bir hak talep edemeyecek. Büro işçiyle sona erme tarihi belirsiz bir sözleşme yaparak işçiyi “işsiz” de bırakabilir çünkü yasa gereği büro işçilere kiralandıkları süre için ücret ve sigorta primi ödemek zorunda. Yani işçiyle sözleşme imzalayan büro işçiyi sürekli çalıştırmak zorunda değil. İşçi ancak 3 ay boyunca kiralanmadığında bürodan bir tazminat alarak ayrılma hakkına sahip olacak. Sözleşmesi sona ermeden ayrılmak isteyen işçi hiç bir tazminat alamayacağı gibi büroya da bir ceza ödeyecek. Kiralık işçi yıllık ücretli izne hak kazansa da kullanması olanaksız olacak çünkü yıllık izni gelmiş işçiyi kimse kiralamayacak. Benzer biçimde fazla mesai, işyerinde baskı, mobbing, ücretlerin ödenmemesi durumunda hakkını arayan işçiler hem mevcut işlerini kaybetme hem de büro tarafından bir daha kiralanmayarak bilfiil işsiz bırakılma tehdidiyle karşılaşacak. Sendikaya üye olma hakkı kağıt üzerinde olsa da gerçekte büro tarafından fişlenme korkusuyla işçilerin sendikalara üye olması çok zor gözüküyor. Hele toplu sözleşme imkansızlaşacak. Kiralık işçiler kadroya alınabilme umuduyla seslerini çıkarmadan çalışmaya mahkum edilecek. Aynı fabrikada kadrolularla aynı işi yapan kiralık işçilerin sözleşmeli olmalarının yarattığı fark neticesinde eşit işe eşit ücret hakkı da yok sayılacak. Üstelik hem kadrolu hem de sözleşmeli işçiler için ücretler iyice düşecek. Sürekli çalıştığı yer değiştiği, çalışma programı süreklilik arz etmediği için kiralık işçi düzenli ücret alamayacak, sigorta pirimleri düzenli yatmayacak. Böylece emeklilik de kiralık işçiler için imkansızlaşacak. Düzenli ödenmeyen sigorta pirimleri nedeniyle sağlık hizmeti almak isteyen işçi cebinden pirim eksiğini tamamlamak zorunda kalacak. İş güvencesinden yoksun bırakıldıkları gibi sosyal güvence ve güvenli bir gelecekten de mahrum olacaklar. 2. Patronlar ferahlayacak: Kıdem tazminatına saldırı Burjuvazi işçi sınıfını güvencesizliğe mahkum ettiği ölçüde iyice belini bükmek ve krizin etkileri karşısında kendi elini rahatlatmak için kıdem tazminatı yükünden kurtulmak istiyor. İşçi sınıfı içinse kıdem tazminatı en önemli güvence. Kıdem tazminatı işçinin emeği karşılığında ücretiyle birlikte ödenmemiş kısmıdır. Çalıştığı süre boyunca yaşadığı yıpranmaya karşılık ödenir. Aynı zamanda patronun da işçiyi işten çıkarırken tekrar düşünmesine yol açan bir bedeldir. Mevcut durumda işçinin en az bir yıllık kıdemini doldurması halinde, işten atılma, emeklilik, haklı bir sebeple işten ayrılma, askerlik veya evlilik sebebiyle iş akdi sonlandığında yahut ölüm halinde işçi kıdem tazminatı almaya hak kazanıyordu. AKP hazırladığı yasa tasarısı yoluyla kıdem tazminatını ortadan kaldırmakla yetinmediği gibi bu paraları da tabiri caizse gasp etmenin peşinde. Kurulacak Kıdem Tazminatı Fonları’yla işten çıkarmalar kolaylaşacak, ücretler düşecek, patronlar işçinin parasıyla kar etmeye devam edecek ve işçilerin tüm bunlara karşı hak aramasının yolu tıkanacak. İşçinin hangi sebeple işten çıkarıldığı, bu kararın keyfiliği dahi tartışılmaksızın kıdem tazminatı fonunda biriken parasının verilmesiyle işten çıkarılacak, yargı yolu da devre dışı bırakılarak konu kapanacaktır. Sigortaya gösterilen ücret ve ödenen primin farklı olması sürerken şimdi bir de gösterilen ücret üzerinden fona kıdem tazminatı yatırılması ve her ay fona tazminat yatırmakla yükümlü olduğu için ücretleri düşüren işletme sebebiyle işçi büyük hak kaybına uğrayacak. Patronlar kıdem tazminatı primlerini yatıracakları kıdem tazminatı fonunu kendileri seçecekler. Bu yasada üzerinde herhangi denetim mekanizmasından söz edilmeyen birbirine rakip kıdem tazminatı fonlarıyla patronlar arasında bir işbirliği doğuracak. İşçinin ücreti üzerinden kıdem tazminatı priminin ödeneceği söyleniyorsa da prim oranından bahsedilmiyor. Üstelik primlerden SGK da patron kadar sorumlu tutulmalıyken tasarıya göre işçi SGK’ya herhangi bir dava açamayacak. Bu şekilde işçi patronun, kıdem tazminatı fonu yöneticilerinin karşısında yalnızlaştırılacak. Ancak belirli şartları zorlukla tamamlayabilen az sayıda işçi biriken kıdem tazminatını ancak 10-15 yıl sonra kısmen alabilecek. Fonda biriken paranın işçiye ödenip ödenmeyeceğinin hiç bir garantisi olmadığı gibi işçinin emeği fonda birikirken fonlarda biriken yüklü miktarda paranın ne şekilde ve kimlerin yararına değerlendirileceği belirsizliğini koruyor. Fakat burjuvaziye yardım olarak aktarılan İşsizlik Fonu’nun başına gelenler gelecek hakkında fikir veriyor. 3. Emeklilik hayal olacak: BES soygunu Her ücretli çalışana tanınan yegâne hayal olan emeklilik şimdi imkansızlaşıyor. Geçmişte çıkan yasalarla emeklilik yaşı “mezarda emeklilik” olarak tanımlanabilecek kadar yükseltilirken, genç nüfusun emekliliğe bağlanma oranlarının düşürülmesi teşvik edildi. Devletin örtülü eliyle güvencesiz çalışma yaşama geçirildi. Kısmen yasalaşan yeni uygulamayla da güvenli emeklilik ve emeklilik birikiminde devlet güvencesi ortadan kalkacak. Kamusal sosyal güvenlik sistemi tasfiye edilerek Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor. Patronların cebinden beş kuruş dahi çıkmadan işçinin aylığından en az 100 lira kesilmesiyle sistem 45 yaş altı tüm emekçileri hedef alıyor. AKP iktidarı kamusal emeklilik sistemine %5 katkı koyarken BES’e %25’lik katkı koyarak büyük bir aşkla bireysel emeklilik sisteminin savunusunu yapıyor. İşçinin ücretinden kesileceği için düşük kalacak primler BES’in dolambaçlı şartları arasında iyice değerini yitirirken uzun yıllar çalışmanın ardından işçinin karşısına neredeyse sakız parası denecek kadar komik bir meblağ çıkacak. 4. Memurluk, ‘kadrolu yandaşlık’ olacak: Memura iş güvencesi kalkıyor Devletin tüm kadroları halktan toplanan vergilerle yandaş besleme ağlarına dönüşürken AKP büyük bir saldırı hazırlığında: 657 sayılı yasaya tabi olarak memur statüsünde çalışan emekçiler için iş güvencesi kaldırılacak. Giderek daha fazla sayıda memur sözleşmeli ya da “ücretli” statüde çalışmaya zorlanacak, kamu sektörü tamamen taşeronlaşacak. Fethullahçılarla mücadele için zorunlu olduğu söylenen bu yasayla muhalif kamu emekçileri ayıklanacak, kamu sektöründe iş güvencesi yıkılırken AKP’nin yıllardır süren devleti ele geçirme operasyonu son bulacak. 5. Patronlara yeni arkadaş: Arabulucu sistemi Hazırlanan yasa tasarıyla kapatılan yargı yollarına bir duvar da İş Mahkemeleri Kanun Tasarısı olacak. Bu yasa tasarısıyla işçiler alacakları ve işe iade talepleri için dava açmadan önce arabulucuya başvurmak zorunda olacak. Bu şekilde fazla mesai, yıllık ücretli izin, kıdem tazminatı gibi alacaklar ve haksız işten çıkarmalara karşı dava açma hakkı askıya alınmış olacak. Önce yasal arabulucuya başvurulacak, çözüm bulunamazsa yargı yolu açılacak. Ayrıca kıdem tazminatı davalarında zaman aşımı 10 yıldan 2 yıla indirilecek. Söz işçi sınıfında Hazırlanan tüm bu işçi düşmanı yasalara karşı sendikalardan gelen tepkiler çok düşüktü. İktidarın arka bahçesi HAK-İŞ sessizliğiyle alkış tutarken, TÜRK-İŞ genel grev tehditleri savurup imza toplamakla yetindi. DİSK ise kısıtlı da olsa tepkilerin geldiği yer oldu. Yürüyüşler ve basın açıklamalarıyla yasaların kabul edilemez olduğunu söyleyen DİSK yasalara karşı genel greve gideceğini söylüyor. İşçi sınıfını parçalamaya yönelik bu hamleler AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana burjuvaziyle birlikte düşlediği adımlardı. Şimdi başkanlık tartışmalarının ışığında gündemde görünen bu yasalar burjuvaziyle yürütülen bir müzakerenin parçası haline geldi. Emek örgütleri ve sınıf devrimcileri örgütlü gücünün zayıflığına rağmen, bu yasal kılıflı saldırılara karşı dik durmalı ve mücadele etmelidir. Çünkü bu kadar pervasızca gelen büyük bir saldırının doğuracağı tepki büyük olacaktır. l Ali Çerçi 9 Özür: ‘Stratejik Derinlik’ten illüzyona Ortadoğu Bu yazı 15 Temmuz darbe girişimi öncesi kaleme alınmıştır. Darbe girişimi yazıdaki tespitleri geçersizleştirmemiş, doğrulamış ve güçlendirmiştir. O yüzden, yazarı herhangi bir değişiklik yapma gereği duymamıştır. Aynen yayınlıyoruz... H erhalde, Marshall Planı’na dahil olduğumuz 1945’ten (resmi olarak 1947) AKP iktidarının ilk dönemi diyebileceğimiz, 17 Aralık 2004’te AB ile müzakerelerin başlatılmasına kadar geçen süreç boyunca tartışmasız biçimde Batı’ya, özelde Amerikan emperyalizmine entegre olan, NATO üyesi, dünya kapitalizmine uyum için siyasi ve ekonomik adımlar atmış ama yine de ‘az gelişmiş’, her dönemin müttefiki Türkiye, ‘Arap Baharı’ sürecinde Erdoğan sayesinde Ortadoğu’nun safra kesesine dönüştü. Habire biriktiriyor. Başta Kürt sorunu olmak üzere iç sorunlar da cabası. Ve safra kesesine dönüşen Türkiye, tıkanan kanallar nedeniyle oluşacak herhangi bir ciddi akut gerilimde, toplumsal bir patlamayla yüz yüzedir. EŞBAŞKAN! Ne zaman ki Erdoğan, BOP Eşbaşkanlığını kuşandı ve Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ zırvalığı çerçevesinde dış politika yürütmeye başladı, birden bire pimi çekilmiş Ortadoğu’nun -meğerkendi mahallesi olduğunu keşfedip dış politika ve diplomasinin bütün parametreleriyle oynamaya başladı. Ve BOP Eşbaşkanı Erdoğan, bu sıfatın Ortadoğu’da kendisine kazandırdığını düşündüğü nüfuzu da kullanarak Türk dış politikasında o zamana kadar görülmemiş ilkleri hayata geçirip bütün Ortadoğu’ya imza atmaya kalkınca, kalemin ucu Suriye’nin üzerinden geçerken takıldı! İmza yarım kaldı. Erdoğan, ‘Esadsız Suriye’ diye tutturdu. Sınırları, cihatçıların her iki yöne kontrolsüz geçişine açık tuttu. El Nusra’nın terör örgütü olmadığını anlatmak için göbeği çatladı. ABD’nin 10 “Marshall Planı, 2. Dünya savaşı sonrasında ekonomik olarak çöküntüde olan Avrupa devletlerine kalkınmada kullanılmak üzere, SSCB’ye karşı kendi hegemonyasını kurup geliştirmek isteyen ABD’nin sunduğu bir ekonomik destek paketidir. 17 Temmuz-2Ağustos 1945’te ABD, Birleşik Krallık ve SSCB arasında gerçekleştirilen Potsdam Konferansı’nda, Türk Boğazları konu olduğunda SSCB’nin Avrupa devletlerinde yoğunlaştırdığı komünist propagandadan ve Boğazlara ilişkin beklentilerinden rahatsız olan ABD’nin Türkiye’yi destekleme kararı almasıyla, dönemin Türkiye hükümeti ABD lehine taraf olmuş ve anti-komünist hedefleri olan bu ekonomik yardım paketiyle Türkiye, bugünlere kadar sürecek olan ABD emperyalizmine entegrasyonun ilk ciddi adımını atmıştır. Ne var ki, ABD’nin savaş sonrası kalkınmayı destekleme amacıyla 16 ülkeye sunduğu bu destek kalkınma için değil, dış borç ve ithalatın finansmanında kullanıldığından, desteği kabul eden ülkelerin değil ama komünizme karşı kurmak istediği hegemonyayı inşa etmek adına ABD’nin amaçlarına hizmet etmiştir.” terörist saymadığı YPG’nin terörist olduğunu kanıtlama derdinde. ABD’ye dönerek dört parmağını kaldırıp, “Neden Mısır’da Sisi’nin Mursi’ye yaptığına darbe demiyorsunuz?” diye ünledi. Binlerce MİT tırını silah ve mühimmat doldurup cihatçı terörist örgütlere gönderdi. Binlerce tır dolusu petrol, kontrolü IŞİD’in elinde bulunan kuyulardan kalkıp Türkiye’ye geldi. Bu arada ABD’nin uzun zamandır İran’a uyguladığı ambargoyu kalbura çevrirdi. Rus uçağının düşürülmesi emrini verdi. Bir yandan uluslararası mali suçları ve uluslararası savaş suçlarını düzenleyen maddeleri çiğnerken bir yandan Suriye’de desteklediği cihatçıların katliamlarından kaçan mülteciler için AB ile pazarlığa koyuldu. Amerikancılığı da, Batı’yla olan müttefiklik bağını da başkanlık yolunda bozdurup bozdurup harcadı. Derdi, Perinçeklerin utanmazlık içinde ima ettiği gibi anti-emperyalizm değil, başkanlığı kotarmaktı. Ama, Saray’da düzenlediği Neo Osmanlı müsamereleri Saray’da kaldı. Kaftanı giyip Saray’ın merdivenlerinden iner gibi inemediği Ortadoğu’da politikaları da kendisi de batıyor. ABD’NİN KOMBİNE BİLETİ Siyasal İslam kamçısıyla şaha kaldırmaya kalktığı Neo Osmanlıcılık hayali, aslında bir dönem SSCB’den ayrılan Türki Cumhuriyetlere ‘abi’lik yapmaya kalkan Türkiye’nin düştüğü halleri aratacak türden sonuçlar doğurdu. Amerika’nın kombine biletiyle iktidar koltuğuna oturup, Arap Baharı başladığında oyuna Amerikan formasıyla girdikten sonra, daha birinci yarı bitmeden formayı çıkarıp atletle ortada dolanmaya başlayan, daha çok kendi kalesine gol atan, gösterilen kartları ve hakemin çaldığı düdüğü çoğunlukla kaale almayan bir delirme hali müttefiki olduğu Batı’yı şaşırtmakla kalmadı; İslami terör, sahaya pet şişe atıp ıslıklamıyor. Kaleyi ateşe vermiş durumda. Batı da Türkiye de bundan payını düşeni alıyor. “Canım kardeşim” Esad’ın Esed olması, üç saatte Şam’a girme tehdidi, Şam’da Emevi camiinde Cuma namazı kılma düşü, Filistin fatihi olarak Gazze sokaklarında dolaşma hayali, Müslüman Kardeşler’le yakın ilişkiler, Mursi hamiliği ve dahası bütün bunlara kaynaklık eden Siyasal İslam, son sürat giderken frensiz olarak duvara çarptı. BİR TAYYİP KARİKATÜRÜ Şimdi, paramparça olan dış politikanın dağılan parçalarını toplamaya koyulan Erdoğan’ın bunları tekrar birleştirebilme çabası tam bir karikatür. Ortadoğu’nun safra kesesine dönüşen Türkiye’nin patlaması halinde başına gelecekleri gören Erdoğan, patlamanın önüne geçmek adına tıkanan kanalları açma telaşına düştü. ABD, oyuna dahil olan Rusya’nın koyduğu kurallara doğru evrilirken, Erdoğan, bir dönem, “Bizi Şangay Beşlisi’ne al” dediği Rusya’nın uçağını düşürünce beklediği desteği ne NATO’dan ne ABD’den gördü. Ortada kaldı. Şimdi, özür diliyor. İsrail meselesi ise, neredeyse seçim kazandıran “one minute” efelenmesinden sonra namus meselesi kabul ettiği Mavi Marmara’yı ve sadece Filistin’e uygulanan ambargoya karşı tribünlere oynarken değil Suriye’deki cihatçıları silahla beslerken de kullandığı İHH’yi tek kalemde satarak yol arkadaşlarını ve yandaşları da şaşırtmaya devam ediyor. Oysa, bu kafayla gitmeleri halinde yandaşlar için artık olabilecek en kişiliksiz en karaktersiz tek bir yol kaldı; Davutoğlu’nun muhtemelen işin ciddiye bindiğini farkettikçe bir iki kez gevelediği “başbakan benim” çıkışı yerine, Binali Yıldırım gibi “aslında bir başbakana gerek yok” deyip kendilerini inkar etmek ve yalan olduklarını, varlıklarını Erdoğan’ın varlığına armağan ettiklerini itiraf etmek. Böylelikle, aslında orada bir başbakan olmadığını bizzat Binali Yıldırım’dan, ilk ağızdan öğrendikten sonra başkan olmadığı halde öyleymiş gibi davranmakta ısrar eden ve bunun için anayasayı çiğnemenin çok ötesine geçip yaşam hakkını çiğneyen, savaş suçu işleyen Erdoğan, bundan böyle olacakların sorumluluğunu da tek başına üstleniyor demektir. Yandaşların yutturmaya kalktığı tuhaf bir durum var; aldıkları işaretle Davutoğlu’na sövüp bütün günahları onun sırtına yüklerken, onun suç ortağı Erdoğan’ı aklarcasına Binali Yıldırım’la başlayan süreci “yeni bir sayfa” olarak lanse ediyorlar. Ortada, Binali Yıldırım’la başlayan “yeni” herhangi bir şey yoktur. Çünkü, Ağırlaşan ve derinleşen ekonomik sorunların yanı sıra büyüyecek olan terör dalgası ve bir iç savaş ihtimali çok daha görünür hale gelmiştir. Yeni olan bir şey varsa budur. Tekrar söylemiş olalım; Türkiye, Ortadoğu’nun safra kesesi oldu ve şişmeye devam ediyor. Erdoğan’ın özrü de, yapmaya çalıştığı anlaşmalar da sübap görevi görecek olan kanalları açmaya yetmeyecek. şu durumda kendi ifadesiyle zaten Binali Yıldırım yoktur. Bu, şu demek; Başbakan yoktur. İsrail’le anlaşma, Rusya’dan özür, Sisi’ye selam, Esad’a hasret! İsrail’le anlaşma ve Rusya’dan özürle başlamış gibi görünen yeni süreç aslında sadece bir illüzyon. Ortada yeni ve sıfırdan başlamış olan bir şey yok. Gerek İsrail gerekse Rusya açısından durum, Ortadoğu’da emperyalist güçlerin karşılıklı pozisyon alırken Türkiye’yi bir enstrüman olarak kullanmalarından başka bir şey değil. Oysa tam da beklenebileceği gibi, bu gelişmeler medya tarafından Erdoğan ve avanesinin iç politikada tepe tepe kullanacağı birer büyük başarıymış gibi sahneye konuyor. Arkada, alelacele dünkü set kaldırılıyor. Bir sonraki seti kurma telaşıyla Türkiye yaralı yaralı oradan oraya koşturuluyor. Yetişmezse, sahneye bir cambaz daha sürülüyor, arada bir bomba daha patlatılıyor, bir açılış daha yapılıyor, bir Kandil operasyonu daha düzenleniyor, bak bak bak Bahoz Erdal bir kez daha öldürülüyor! Olmadı, izliyorsunuz işte, hayır hayır Esra Erol’un değil, başbakanın işaretiyle acil servislere kız bakmaya da gidilecek ülkecek. Koşturmaktan yaralarını farkedemeyen bir ülke oldu burası. Oysa, tepe tepe kullanılan Türkiye’dir. Bu gelişmelerin ağır faturasını hem ekonomik olarak hem de yeni şiddet dalgalarıyla ödeyecek olan, ağır yaralı Türkiye. Şimdi Erdoğan’ın burnu, atmaya kalktığı imzayı takip edecek biçimde boydan boya bütün Ortadoğu’da sürtülecek. Daha sırada Mısır var, Suriye var. Acısını Türkiye kendi burnunda hissedecek. Ancak, bu değişim dönüşüm hikayesi Türkiye’nin dış ilişkilerde fabrika ayarlarına dönmesine imkan vermeyecek. Evet, bu anlamda İsrail’le anlaşma ve Rusya’dan özürle Türkiye’nin dış ilişkileri “düzeltilmiştir”; dümdüz edilmiştir! Hiçbir talebini ve beklentisini gerçekleştiremeyeceği kişiliksiz, yok hükmünde bir figüre dönüşmüştür. PATLAMA KAPIMIZDA Ağırlaşan ve derinleşen ekonomik sorunların yanı sıra büyüyecek olan terör dalgası ve bir iç savaş ihtimali çok daha görünür hale gelmiştir. Yeni olan bir şey varsa budur. Tekrar söylemiş olalım; Türkiye, Ortadoğu’nun safra kesesi oldu ve şişmeye devam ediyor. Erdoğan’ın özrü de, yapmaya çalıştığı anlaşmalar da sübap görevi görecek olan kanalları açmaya yetmeyecek. Bir patlama kapımızdadır. Meclis muhalefetinin de, reddedileceğini bildiği önergeleri peşisıra vermek dışında bir etkinliği kalmamıştır. Her anlamda hazırlıklı olmak, sürece fiilen müdahil olmak, bunun için gerekli örgütlü eyleme geçmek de Meclis dışındaki Türkiye Devrimci Solu’nun boynunun borcudur. . l Mustafa Sedat Kılıç 11 Emperyalist rüyanın çöküşü İ ngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’da 23 Haziran günü yapılan referandum hem İngiliz kapitalizmini hem AB’nin emperyalist birliğini ciddi manada zora sokacak sonuçlara yol açtı. En başta Londra merkezli borsalar sarsıldı ve küresel çaptaki ekonomik durgunluğun çöküntüye doğru yol almasını hızlandırdı. Referandum Niye Yapıldı? Uzun süredir İngiliz kapitalistleriyle AB’nin Fransız ve Alman kapitalistleri arasında var olan gerilimin referanduma yol açtığı herkes tarafından kabul ediliyor. Gerilimin temel odağı AB’nin İngiltere’nin göçmen politikasından başlayarak, yargı sistemine ve ekonomi politikasına uzanan bir genişlikte fazlasıyla etkin olması. Başbakan David Cameron kendi partisi Muhafazakar Parti içindeki ve dışardaki ırkçı, şovenist partilerin yarattığı basıncı, AB karşıtı muhalefeti bastırmak adına referandumu bir kart olarak kullanma kararı aldı. Cameron’ın beklentisi AB’de kalma kararının galip geleceğiydi fakat var olan çıkma yönündeki oyları kullanarak AB’yle yürüttüğü pazarlıkta elini güçlendirmeyi planlıyordu. İşçi haklarına saldırma konusunda hiçbir çelişkisi bulunmayan bir iki burjuva fraksiyonunun gerilimi belli seviyede tutulacaktı plana göre. Bu plan tutmadı ve Cameron’ın siyasi kariyerini büyük oranda bitirerek istifasına yol açtı. Muhafazakar Parti içindeki dalgalanma sonucu ülkede başbakan değişti, yeni başbakan Theresa May ve Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Boris Johnson’ın göçmen yasalarından, sosyal güvenliğe ve pek çok işçi hakkına saldırıları hızlı bir biçimde sürdüreceğine kuşku yok. Diğer bir burjuva partisi olan İşçi Partisi ise kendi içinde kriz yaşamaya devam ediyor. İşçi düşmanı bürokratların kontrolündeki TUC, İşçi Partisi’nin şimdiki sol gösterip sağ vuran lideri Corbyn başta olmak üzere referandumda kalma yönünde oy kullanmıştı. Daha sosyal demokrat söylemlere sahip olan Corbyn zaten parti içindeki liderliği tartışmalıyken bu yenilgiyle beraber iyice partinin sağ kanadındaki Blair dönemi kalıntısı neoliberallere güç kazandırmış oldu. İşçi Partisi’nde hangi klik iktidarı ele geçirirse geçirsin işçi sınıfına 100 senedir istikrarlı bir biçimde ihanet geleneğini sürdüreceği hemen hemen kesin gibi. Avrupa Birliği: Emperyalist Bir Rüya Kurulduğu günden bu yana işçi haklarına saldırı konusunda hızlıca hareket eden ve bunu uygulama noktasında kararlılığını hiç yitirmeyen AB, son dönemde en ciddi krizini yaşıyor. Troyka adını verdiğimiz üçlü yapıyı oluşturan Avrupa Komisyonu, İMF ve Avrupa Merkez Bankası 2008’den bu yana süren ekonomik kriz ve etkileri sebebiyle birlikteki ekonomik dengeyi patronlar yararına sağlamakta oldukça ciddi sıkıntılar yaşıyor. Yunanistan’da Syriza hükümetinin emekçilere ihanetiyle beraber AB’ye karşı isyan durmuş gözükse dahi krizin faturasını Avrupa emekçilerine çıkarma konusunda yarattıkları basınç büyüyen isyanlarla karşılaşıyor. Kemer sıkma politikaları adı verilen kapitalist saldırı biçimi, işçi sınıfının büyük çoğunluğu tarafından kesin bir biçimde reddediliyor. Yunanistan’da sürmekte olan grevler, Fransa’daki büyük çapta eylemler dahil olmak üzere emperyalist bir birlik olan AB ciddi sarsıntılar geçiriyor. Zayıf halkalar olarak kabul edilen Doğu Avrupa ülkelerinin birlik içindeki rolü ve başta Alman, Fransız, İngiliz kapitalistlerinin kendi aralarında bu ülkeler için yaşadıkları rekabet büyük krizi büyütmeye devam ediyor. İngiliz referandumunun emperyalist birlik içindeki burjuva fraksiyonlarının çelişkisini ciddi manada arttırdığını ve dağılmaya yönelik eğilimleri güçlendirdiği söylemek mümkün. AB’nin Demokrasisi: Kocaman Bir Yalan Avrupa Birliği’nin kendisini Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerdeki halk isyanlarına demokratik bir alternatif olarak tanıtıldı. Liberallerin başını çektiği güruh sık sık AB’nin getirdiği ve getireceği uygulamaların demokrasiye ne kadar yararlı olacağını gündeme getirdi. AKP iktidarının ise yön değiştirerek kendi iktidarını tahkim etme sürecine girdiğinden beri AB ve Türkiye’deki bağlantılı sermayesiyle yaşadığı kısmi çelişkiler ortaya çıktıkça AKP’ye muhalefet etti liberaller. Oysa AB bir demokrasi kalesi değildir. Yakın geçmişte ortaya konulan iki örnek bunu açıklamaya yeterlidir. EUROMAİDAN eylemlerinden sonra Ukrayna’da iktidara gelen ve faşist eğilimleri oldukça belli olan hükümetlere AB’nin desteği ve bu hükümetlerin faşizan uygulamalarına ses çıkarmamaları açıkça gösterdi ki AB’nin derdi Rusya’nın egemenlik sahasını AB emperyalizmi lehine daraltmak. Bunu yapabilmek için her türlü gericiliği, faşistliği destekleyebilirler. İkinci örnek ise daha açık. Yunanistan’da Syriza’nın çağırdığı referandumda AB’nin ekonomik dayatmalarına hayır diyen Yunan emekçilerinin taleplerini ezme çabaları. Syriza’nın referandumu AB’yle pazarlık için kullanma çabasına bile tahammül edemedi AB emperyalizmi ve Yunan emekçilerini açlığa, sefalete mahkum eden uygulamaları sonuna kadar savundu ve uygulatıyor şu an. Burjuva tipte demokrasiyi ve seçimleri bile hiç önemsemeyen bir AB portresi ortaya çıkıyor böylece. Türkiye’ye gelince başta Kürt hareketi ve liberalizme yakın duran sol kesimlerdeki AB taraftarlığı ve Emeğin Avrupası gibi fikirler hala revaçta. Fakat AB’nin Türkiye’deki emekçilerin özelleştirmelere ve kıdem tazminatından başlayarak pek çok hakkı için savaşmasına zerre tahammülü yok ve buna karşılar önerdikleri ekonomik programda. Troyka’yı oluşturan IMF’nin 2001’den bu yana Türkiye için öngördüğü ekonomik programın işçi sınıfını nasıl sefalete düşürdüğü ortada. Türkiye’de demokrasi konularında söz alma çabası ise AB’nin sadece kendisine yönelik desteği arttırma ve çıkarlarını farklı yollardan savunma çabasıyla açıklanabilir. Emperyalist bir birlik olarak AB’ye giriş kesin bir dille reddedilmelidir. AB’yi değil, emekçilerin kuracağı sosyalist bir Avrupa Birliği’nin savunuculuğu yapılmalıdır, emekçilerin çıkarı ancak bu şekilde savunulabilir. l Can Gürola