Hillsider 72_TURKCELL 01

Transkript

Hillsider 72_TURKCELL 01
11/14
16/20
22/26
38
40/43
44/46
58/62
hillsider likes
80
look 2
94
en beğenilen ilanlar
gülen düşünce...
“Mizah komiklik değildir”
diyen bile var.
64/66
ünlü markaların
bilinmeyen ilginç özellikleri...
Zara, Lacoste, Toblerone...
82/84
sonbaharda mutfak
68/70
comic con
Popüler kültür.
86
remix
Leopar aşkı!
48/52
moda günlüğü
Çekim alanına
gireceğimiz trendler neler ?
72/76
hillside challengers
Onlar kendi hikayelerini
yazdılar.
88/90
art blog
Arda Yalkın ve
Burcu Yağcıoğlu...
34/37
bisiklet kültürü
Sadece iki tekerlek,
bir de pedala kuvvet..
54/56
topraktan gelen sağlık...
Hayatımızdaki yeni
terimler..
78
good for men
91/93
open 7/24
95/106
Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.
Tel: 0212 362 30 00
Nispetiye Cad. Ahular Sok. No: 6
Etiler 34337 İstanbul / Türkiye
Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi İshak Alaton
Genel Yayın Koordinatörü
Edip İlkbahar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve
Özlem Gökbel ([email protected])
Reklam Sorumlusu
Yazı İşleri
Çağan Şimşek
Serkan Mekikoğlu
İpek Kigan
Çeviri
Ayşem Özbaşaran
Basıldığı Tarih
Yayın Türü
filmlere yaraşır bir rüya
Beverly Hills Hotel
28/32
new orleans
Jazz’ın başkenti...
summary
Yayımcı
Tasarım
Basımcı ve Basıldığı Yer
gucci
Hirohiko Araki’nin
gözünden...
Republica
A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. . Şti.
Tel: 0212 281 6448
Oto Sanayi Sitesi, Yeşilce Mah.
Donanma Sk. No:16 Kağıthane/İstanbul
Ekim 2013
Yerel Süreli Yayın (Dergi)
72. sayıya katkıda bulunanlar
look 1
üç... iki... bir... start!
Bir pist yarışçısı...
Aytaç Biter.
Berna Gençalp
Burak Işık
Cihan Ünalan
Çağla Cabaoğlu
Elmira Gürses
Hüseyin Aksoy
Mehmet Tokgözlü
Melis Oğuz
Neslihan Işık
Özlem Yücelener
Pelin Çakar
Saffet Emre Tonguç
Fotoğraflar
le tour du monde
Dünyadan en son haberler,
tasarımdaki en son yenilikler.
Selin Sönmez
Serhat Kapki
Uğur Bektaş
Yasin Baran
Sayı 72 (Eylül, Ekim, Kasım 2013)
Üç ayda bir yayımlanır.
“Hillsider Magazin’de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları, Hillsider logosu ve
isim hakkı Attaş AlarkoTuristik Tesisler A.Ş.’ye aittir.
Kaynak gösterilecek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin
yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.”
Hillside Leisure
Nispetiye Cad. Ahular Sok. No: 6
Etiler 34337 İstanbul / Türkiye
T.(90) 212 362 30 00
F.(90) 212 362 30 04
www.hillside.com.tr
[email protected]
DÜNYADAN HABERLER
LE TOUR DU MONDE
Sarı, 1999 Cam elyaf ve pigment
Fotoğraf: Dave Morgan
Kâhin, 1990-2002
Kumtaşı ve pigment
“Sakıp Sabancı Müzesi’nde çağdaş bir sanatçı;
Anish Kapoor
S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) ve Akbank tüm dünyanın merakla takip
ettiği ünlü İngiliz çağdaş sanatçı Anish Kapoor’un eserlerini Türkiye’ye
getirdi. Akbank’ın 65. yılı kapsamında sponsor olduğu sergide, Anish
Kapoor’un eserleri,
S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergileniyor.
1990 yılında Venedik Bienali’nde İngiltere'yi temsil eden, 1991 yılında Turner
Ejderha, 1992
Kireç taşı ve pigment, Değişken boyutlar
Fotoğraf: Hirosuke Yagi, Nagoya
Ödülü’ne layık görülen, 2004 yılında dünyanın en üretken ve en saygı duyulan
heykeltıraşı seçilen ve 2012 Olimpiyat Oyunları kapsamında Londra’nın
kamuya açık en büyük heykeline imza atan Anish Kapoor’un şaşırtıcı
eserleri, 5 Ocak 2014’e kadar sanatseverlerle buluşacak. Sergide, dünyada
soyut heykel sanatına yeniden anlam kazandıran başlıca sanatçı olarak
tanınan Kapoor’un heykel ile mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi
buluşturduğu tonlarca ağırlıktaki eserleri yer alıyor. Kapoor’un Türkiye’deki
ilk kapsamlı kişisel sergisine ev sahipliği yapmaya hazırlanan SSM, daha
önce hiç sergilenmeyen eserlerinin yanı sıra Sarı (Yellow) ve Gök Ayna (Sky
Mirror) gibi tanınmış çalışmaları da sanatseverlerin beğenisine sunuyor.
Oldukça merak uyandıran sergide toplam ağırlıkları 100 tona ulaşan baş
döndürücü eserler sergileniyor. Bu muazzam sergiyi kaçırmamak lazım.
DÜNYADAN HABERLER
“Coca-Cola’dan
Doğallık Devrimi:
COCA-COLA
LIFE
Dünyanın en sevilen içecek markalarından
Coca-Cola doğallıktan yana olanlar için yepyeni
bir seri yarattı. Coca-Cola Life, Coca-Cola
ailesinin sadece doğal şeker ve stevia içeren tek
üyesi.
Doğallık ve sağlıkla özdeşleşen yeşil renkteki
serinin cam şişesi ödül kazanan %30 bitki
özlerinden yapılmakla kalmıyor; aynı zamanda
tamamen yeniden dönüştürülebiliyor.
Coca-Cola Life 600ml’de sadece 108 kalori
içeriyor. Klasik Coca-Cola’da bu oran 250 kalori.
Şu an için Coca-Cola Life sadece Arjantin’de
bulunuyor ama yakın zamanda dev markanın tüm
serileri gibi dünyanın her yerindeki marketleri
doldurması bekleniyor.
“Pharrell Williams
& Moncler Lunettes:
Güneş Gözlüğüne
Sanatsal Yorum
Grammy ödüllü yapımcı Pharrell Williams, hem
erkek, hem de kadınlar için Moncler Lunettes ile
bir araya gelerek yepyeni bir seri güneş gözlüğü
tasarladı. Muhteşem koleksiyon Paris,
Rue du Faubourg Saint-Honoré’deki ana Moncler
mağazında 26 Eylül’de resmi olarak satışa
sunulacak. Kenarları kalınken ön tarafta oldukça
hafif bir görünüşe sahip olan çerçeveler, tek bir
parça titanyumun hayranlık uyandıran
işçiliğinden yapılma. Williams tasarımlı modeller
Moncler butiklerinde, seçkin çok-markalı
mağazalarda, uluslararası çalışan gözlükçülerde
ve moncler.com’da Eylül’ün sonlarından itibaren
sizi bekliyor olacak.
DÜNYADAN HABERLER
“Nike’la
Çeyrek Asırlık Bir
Serüven:
JUST DO IT
1988 yılında, bundan tam 25 yıl önce ilk kez
“Just Do It” (yap gitsin) dedi Nike.
Kampanyanın fikir babası Dan Wieden “Just Do It”
kelimelerini ilk kullandığında 25 yıl boyunca
markanın en hatırlanacak sloganını yarattığını
bilmiyordu. George Washington Üniversitesi İş
Bilimleri Fakültesi müdürü Lisa Delpy “Slogan tuttu,
çünkü kısa, kolay anlaşılır, cesur ve dönemin
pek çok Nike atleti gibi özgüvenliydi” dedi.
25 yıl sonra bugün, Nike, ikonik “Just Do It”
kampanyası şerefine muhteşem bir reklam filmi
çekti. NBA’nin en değerli oyuncusu LeBron James,
dünyanın bir numaralı tenisçisi Serena Williams,
FC Barselona ve İspanya takımlarının göz bebeği
Gerard Pique ve boks efsanesi Andre Ward gibi
dev isimlerin “normal şehir insanları” tarafından
yenildiği, geçildiği, alt edildiği yeni “Just Do It”
reklamı, The Hangover filmlerinden tanınan
Bradley Cooper’ın anlatımıyla daha bile etkileyici
hale getirildi.
Projenin büyüklüğü neredeyse orta bütçeli bir
film kadar ama o 1.30 dakikanın her görkemli
saniyesine değiyor. Nike ile özdeşleşmiş “Just Do
It” sloganı, hala içinde hayat enerjisi olanları
harekete geçirmeye devam ediyor.
“Beyoğlu’nda
Yeni Lokanta
İstanbul’da son zamanlarda etkisini iyice
hissettiren yepyeni bir lezzet akımının son, belki de
en güçlü örneklerinden biri Yeni Lokanta. Anadolu
mutfağının modern bir yeniden yorumlanması diye
adlandırılabilecek ve Yeni İstanbul kimliğinin hızla
bir parçası haline gelmeye başlamış akım kendini
en çok Beyoğlu’nun bu gündüz kadar taze ve
şimdiden gözdeleşen mekanında hissettiriyor.
Restoran, sıra dışı Changa restoranda sıra dışı
tarifler arasında yetişmiş ve kendini Avrupa’nın en
iyi restoranlarında eğitmiş olan Civan Er’in eseri.
Bilinen Türk mutfağını tüm ciddiyetiyle yeniden ele
alan ve ince, şık ve son derece zevkli bir anlatımla
sunan restoran Fransız bistrolarını anımsatsa da
her detayında Türk kimliğini gururla gösteriyor.
Yeni Lokanta, çok iyi düşünülmüş, kapsamlı bir
menüyle öğle yemeği ve akşam yemeği servisi
yapıyor. Oldukça öz olmasına rağmen mantıdan,
güvece, makarnadan balığa, kuzu pirzoladan hafif
salatalara kadar her türlü talebe cevap veriliyor
burada. Türk mutfağının bilindiği kadar,
unutulmaya yüz tutmuş tatlarını da harmanlayan
restoran, sumak ekşili salatayla sizi
şaşırtabileceği gibi, garsondan ev yapımı
turşunun tarifini almaya çalışmanıza da sebep
olabilir. Şarap listesi ise Arcadia gibi seçkin Türk
markalarını içeriyor. Yıllardık alışık olduğumuz
tatlara muhteşem yeni yorumlar getiren mekan
öğleden sonra 12’den gece 1’e kadar açık.
DÜNYADAN HABERLER
“55. Venedik
Sanat Sergisi
Dünyanın en muhteşem şehirlerinden Venedik
bu yıl 55. Sanat Bienali ile çehresini değiştiriyor.
Rehberli turlar ile çocuklar, yetişkinler, aileler,
profesyoneller, şirketler ve üniversiteler için
özel workshopların da hazırlandığı bienal dünyanın
her yerinden sanat aşıklarını romantizmin
şehrine çekiyor.
The Encyclopedic Palace (Ansiklopedik Saray)
merkezde, Giardini’de ve Arsenale’de bulunuyor ve
son yüzyılı kapsayan eserlerin yanı sıra
37 ülkeden 150’den fazla sanatçının yeni
komisyonlarını da içeriyor. 88 ulusal katılımcının
eserlerinin de sergilendiği etkinlik 2013 yılında
özellikle üniversiteler ve akademiler için
çok uygun tur seçenekleri düzenliyor.
Sergi aynı zamanda ön ayak olduğu “Sanat
Toplantıları” ile aktör Marco Paolini ile sohbet
etme imkanı yaratırken, kendi-kendini yetiştiren
sanatçılar mitini de derinlemesine inceleyen dört
ayrı etkinlik daha düzenliyor.
2013 Venedik Sanat sergisi 1 Haziran’da
başladı ve 24 Kasım tarihine kadar Giardini, yani
Arsenale’de ve romantizmin şehrinin pek
çok özel mekanında sanatseverlerin ziyaretine
açık olacak.
ÜÇ... İKİ... BİR...
START!
16/17/18/19/20
Toshiba Genel Müdürü Aytaç
Biter ile röportaj yapacağımı
öğrenince hakkında araştırma
yapmaya başladım. İş hayatı ile
ilgili bilgilere ulaşacağımı
beklerken, karşıma mükemmel
bir sporcu çıktı.
Bir pist yarışçısı. Hem de
4 kere üst üste
Türkiye Şampiyonu olmuş,
Avrupa’da 3.’lük kazanmış bir
yarışçı. Hem çok önemli bir iş
adamı, hem çok başarılı bir
sporcu... Kısaca zoru
başaranlardan...
Motor sporlarına ilginiz ne zaman başladı?
Annemin anlattığına göre çok küçükken
sandalyeyi yere yatırır, bir tencere kapağını
direksiyon yapıp, terlikleri ters çevirip gaz-fren
pedalı yaparak otomobil kullanırmışım!
Çok sonraları ehliyet alma yaşım geldiğinde, ehliyet
sınavına babamın otomobilini kullanarak gidip,
sınavı kazandım. Polis memuru önce ehliyetim
olmadan geldiğim için kızdı ve çok zorlayıcı
bir sürüş testi yaptı.
Ama kısa süre içinde sınavı yarıda kesip
‘gerek yok, ehliyetini alabilirsin’ dedi. İş hayatımın
ilk yıllarında kazandığım her kuruşu alabileceğim en
yüksek performanslı araca yatırdım. Maalesef
otoyollarda süratli kullanmayı çok severdim.
Maalesef diyorum çünkü bunun ne kadar yanlış
olduğunu bir müşterimizin ”neden caddede hayatını
riske atıyorsun, yarış pistine gitmelisin!” diyerek
beni pistlerle tanıştırması sayesinde anladım.
Daha sonra çok iyi arkadaş ve hatta pistlerde rakip
olduğum başarılı yarışçı Ali Gülan sayesinde
otomobil sporlarına başladım.
Sadece pist yarışlarına mı katılıyorsunuz?
Hiç ralli yapmayı denediniz mi?
Pist yarışlarını tercih ettim. Türkiye
Şampiyonaları, Avrupa ve Dünya Şampiyonaları ile
6, 12 ve 24 saat dayanıklılık yarışlarına katıldım.
Sadece bir ralli denemesi yaptık.
Türkiye’de yapılan ilk Dünya Ralli Şampiyonası’na
katıldım. Ama yarış için tam bir hafta harcamak
zorunda kalınca, pist yarışlarının bana daha uygun
olduğuna karar verdim. Çünkü pist yarışları için
sadece Cumartesi - Pazar yeterli oluyor.
Röportaj: İpek Kigan
Fotoğraflar : Uğur Bektaş
Yarışırken hissettiğiniz duyguyu
nasıl anlatırsınız?
Bence bağımlılık yaratan, çok keyifli bir duygu.
Adrenalin mucizesi diyebilirim. Normal hayattaki
her şeyi unutup farklı bir dünyada çok eğlenceli
bir mücadeleye giriyorsunuz.
İhtiyacınız olan kondisyonu kazanmak için
nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?
Biraz yürüyüş, mümkün olduğunda masa tenisi ve
esneklik kazandıracak stretching yeterli oluyor.
Masa tenisi refleksleri geliştirmek için çok
faydalı ama açıkçası çok zaman bulamıyorum.
Yarış pilotu olmak, iş yaşamınızda veya normal
hayatınızda size ne gibi faydalar sağlıyor?
Yarışlar sayesinde stres atıyor olmak, benim için
en büyük faydayı oluşturuyor. Yarış esnasında
her şeyi unutuyor, yaptığınız mücadeleye tam
konsantre oluyorsunuz. Yarışlar sadece iki güne
sığıyor ama Pazartesi günü işe geri döndüğümde,
sanki uzun bir tatilden dönmüş gibi kendimi
yenilenmiş hissediyorum.
Başka hangi sporlar size benzer zevki verir?
Satranç, masa tenisi ve su sporlarından da
çok keyif alıyorum ama bence en iyi
yaptığınız şeye odaklanmanız ve o konuda
uzmanlaşmanız daha iyi oluyor. Hepsini iyi
yapmak için zaman yetmiyor. Bu nedenle satranç
ve su sporlarını daha üst seviyede devam
ettirmedim. Satrançta ortaokul ve lisede okul
şampiyonu oldum. Hala zaman bulduğumda
örneğin uzun uçuşlarda bilgisayara karşı ve boş
hafta sonlarında kuvvetli rakip bulursam satranç
oynarım ama günlük yoğun tempoda vakit
bulamıyorum.
Su sporlarının her türlüsünü özellikle tatil
yapabildiğimde denerim. 12 yaşımda İstanbul’da
10-13 yaş arası 100 metre serbest stil yüzme
yarışında ikinci olmuştum. Daha sonra rakiplerim
fiziksel olarak benden daha fazla gelişip, daha
hızlı ilerleyince iddialı olmayı bırakmak zorunda
kaldım. Su kayağı, sörf ve diğer su sporlarını her
fırsatta yapmaktan hoşlanıyorum.
Hız tutkusu, hayatınızın başka alanlarında da
var mı? Yaşamı baş döndürücü bir şekilde mi
yaşıyorsunuz?
Evet, kendimi teknoloji meraklısı olarak da
tanımlayabilirim. Bu nedenle her şeyin en hızlısını
kullanmak ve yaşamın hızına göre daha yenilikçi
olup zamanın önünde gitmek isterim. Yenilikleri ve
trendleri doğru analiz edip, yükselen trendleri
önceden tahmin etmeyi ve erkenden kullanmayı
çok seviyorum. Bunu bilen arkadaşlarım araştırmak
yerine ben ne kullanırsam onu tercih ediyor veya
önerimi soruyor. Ben de bu durumdan
hoşlanıyorum.
Normal zamanda şoför koltuğunda değil, yan
koltuktayken nasıl hissedersiniz?
Yan koltuğu sevmiyorum, özellikle eşim
kullanıyorsa çok karışıyorum. Başkası kullanıyorsa
dışa fazla vuramadığım için dayanmak zor oluyor.
Sanırım ortağım bu durumu anladı, bir yere onun
aracı ile gideceksek de bana kullandırıyor.
Kontrolün sizde olmadığı anlar sizi endişelendiriyor
o zaman.Evet, yarışlarda araçtaki ekstra güvenlik
öğeleri sayesinde normal hayatta alamayacağınız
riskleri alma rahatlığı olduğu için çok fazla tehlike
tecrübe ediyorum. Bu nedenle trafikte başkasının
yanında tehlikeleri önceden sezebiliyorum ve
her an kontrol edemeyeceği endişesine
kapılabiliyorum. Benzer durum işte de söz konusu.
Toshiba’nın genel müdürlüğü gibi yorucu ve
yoğun bir işiniz varken hobinize nasıl vakit
ayırabiliyorsunuz?
Hafta sonu normal mesaisi olmayan bir işimin
olması ve bu sporun hafta sonu yapılması benim
için büyük şans. Ayrıca mobil teknolojiler sayesinde
her yer ofis. Artık işinizin büyük bir bölümünü
yapmak için, bilgiye erişmek ve iletişim kurmak için
nerede olduğunuzun önemi giderek azalıyor.
Toshiba 1875’te kurulmuş dünyanın en eski ve
öncü teknoloji şirketlerinden biri ve ürünlerimizin
çoğu bilgi teknolojileri için verimlilik araçları. Bu
araçlar her yerden çalışabilmeyi sağlıyor.
Toshiba ile ne zamandan beri çalışıyorsunuz?
Firmamız Toshiba bilgisayar ve görüntü
sistemlerinin 1992 senesinden bugüne Türkiye’deki
tek distribütörüdür. Bu işten önce şahsi şirketimi
1985’de üniversitede öğrenciyken kurdum.
Bilgisayar sektörünün mil taşları olan Commodore
Kişisel Bilgisayarları ve sonra Escort Masaüstü
PC ve Çevre Birimleri ile devam etmiştim.
Toshiba’ya ne gibi yenilikler, farklılıklar
kazandırdınız?
Bana göre bir işte başarılı olmak için gereken en
önemli unsurlar, işi sevmek ve inanmak,
uzmanlaşmak, sürekli daha iyisini yapmak için
çalışmak, istikrar, doğru iletişim ve iyi bir ekip
olmak. Toshiba işine başladığımızda lider rakip
markanın pazar payı %50 idi. İstikrarlı olarak
büyüyerek ilk defa 1998 senesinde pazar lideri
olduk. Avrupa’da ve Dünya’da Toshiba’nın en
başarılı projelerini gerçekleştirdik. Örneğin,
Öğretmen Kampanyası dünyada bir seferde
yapılmış en büyük notebook bilgisayar kampanya
satışı oldu. Vakıfbank, çağrı merkezimiz ve Yurtiçi
Kargo entegrasyonu ile 85bin öğretmenimizin
adresine teker teker teslim ettirip en yakın bayi
tarafından eksiksiz kurulumunu sağladık.
500bin adet DVD player satışı ise BP şirketi ile
yapılmış bir promosyonda yine dünyanın en büyük
DVD player satışı oldu. Daha önceki en büyük satış
400bin adet ile Wal-Mart’a yapılmış.
Firmamızı Avrupa çapında ürünler ve servislerde en
başarılı firma haline getirmek için çok yoğun
çalışıyoruz. Örneğin yakın zamanda taşınabilir
bilgisayarlarımız, tablet ve TV’lerimizi
“No Matter What- Ne Olursa Olsun” garantisi ile
sunmaya başladık. Bu sayede kullanıcılarımız
teknoloji yatırımlarını maksimum güvence ile
kullanıyorlar yani artık Toshiba ürünlerine ödenen
bedel sadece garanti kapsamındaki arızalar değil
aynı zamanda hırsızlık, kırılma dahil tüm garanti
harici arızalar ve koşulsuz iade, değiştirme imkanı
ile tam koruma altında.
Sizi heyecanlandıran başka neler var hayatta?
Ailem, işim ve otomobil sporu benim için 3 ana
heyecan konusu ama ailem başta gelir.
Bunca şeyi bir arada yapabilmek için zamanla
aranızın iyi olduğunu düşünüyorum.
Zamanı nasıl ikna ediyorsunuz size istediğiniz
gibi hizmet etmesi için?
Daha önce belirttiğim gibi teknoloji sayesinde ve
hız merakımın katkısıyla birçok işi ve uğraşı aynı
anda yönetebiliyorum. Bu konuda ortağım
İbrahim Bey’in benden daha başarılı olduğunu da
belirtmem lazım.
Onun hızlı düşünme ve sistem kurma yeteneği ve
tecrübesi, tabi öncesinde analiz edip çözümleme
bilgisi sayesinde benim de işim kolaylaşıyor.
Aslında her şey bir takım çalışması. Bence hem iş,
hem otomobil sporlarında takım olabiliyorsanız,
ekibinizi motive edebiliyorsanız işin en önemli
yarısını halletmiş oluyorsunuz.
Bildiğim kadarıyla 1 çocuğunuz var. Onun için
neler hayal ediyorsunuz?
Kızım 12 yaşında, ismi Ayda. Kafa yapımız ve
birçok konuda çok uyumluyuz, huylarımız bile
benziyor. Bence yaşının üzerinde bir algı ve
gelişime sahip. Aslında günümüz çocuklarının
çoğunda durum böyle. Bizden çok daha şanslılar.
Çok daha zengin bir öğrenme düzeyindeler.
Çocukluğumda biz bir bilgi bulmak için
kütüphaneye gitmeyi düşünürken onlar
ellerindeki mobil cihazlarla anında her seviyede
bilgiye erişebiliyorlar. Ben sevdiği işi
yapmasından yanayım. Koruma ve ihtiyacı
olduğunda destek olma haricinde hiçbir şeye
zorlamak niyetinde değilim.
Çocuğunuz ile birlikte yapmaktan en çok
hoşlandığınız şey nedir?
Xbox, PS3, Nintendo’nun fiziksel aktiviteli takım
oyunlarını birlikte oynamayı seviyoruz. Tekne ve
yüzme de ortak zevklerimiz arasında.
Baba olmak mı zor, genel müdür olmak mı?
Bence ikisi de zor ve sorumluluk istiyor ama
baba olmanın sorumluluğu çok ağır.
Aynı zamanda tüm çalışma arkadaşlarımı
bir aile gibi görüyorum, hepsine her fırsatta bilgi
ve tecrübelerimi samimi şekilde aktarmaya
çalışıyorum.
Size bir uçak bileti hediye etsem, biletin
üzerinde neresinin yazmasını isterdiniz?
Çok istediğim halde yarışma fırsatı bulamadığım
Macau veya tatil yapmak için de berrak bir göl
veya deniz kenarında, doğanın iç içe olduğu
egzotik yerlerden biri olabilir.
Bir yer hayal edin. Sizi çok mutlu eden, huzur
veren. Burası nasıl bir yer?
Yukarıda anlattığım tatil yöresi olabilir.
Deniz suyu turkuaz renkte ve berrak olmalı,
altın kumsal üzerine yemyeşil ağaçlar denize
kadar sarkmış olsun. Çevrede dalında meyveler
olan ağaçlar, donanımlı bir kulübe veya bungalov
ama beton hiç olmamalı. Müzik yerine kuş sesleri
ve arka planda yürüyüş mesafesinde küçük bir
şelale.
Şelalenin döküldüğü yerde tertemiz bir göl.
Bunlar olunca teknolojik hiçbir şey olmasın
diyebilirsiniz ama ben mutlaka bir internet
bağlantısı, Toshiba hibrit ultrabook-tablet,
güzellikleri çekebilmek için Toshiba
3D kamera isterim.
İkinci senaryo ise çok çeşitli performans
otomobilleri ile dolu bir yarış pisti. Hepsini
deneyebilecek Nürburgring Nordschleife tarzı
uzun ama İstanbul Park gibi güvenli bir yarış pisti
ve yeterince rakip Alonso, Raikkonen, Vettel
Schumacher, Yvan Muller gibi pist ustaları ve
Sebastian Loeb iyi olurdu. Takım arkadaşlarım da
olursa daha iyi olur özellikle İbrahim Okyay, Kaan
Gürgenç, Levent Kocabıyık, Can Artam ve genç
yeteneğimiz Kaan Önder. Beni bu spora
tanıştıran Ali Gülan zaten koşarak gelir.
Son olarak klasik bir soru. Gelecek ile ilgili
planlarınızdan biraz bahseder misiniz?
Otomobil sporlarında Türkiye Şampiyonluğu
hedefim vardı, 4 sene üst üste ulaşma şansına
eriştim. Avrupa’da podyum hedefim vardı.
Son Avrupa Şampiyonası yarışında Salzburg’da
3. oldum. Şimdiki hedefim podyumun en üst
noktası.
Diğer tarafta genç ve yetenekli pilotumuz
Kaan Önder’in gelecekte ülkemizi en iyi şekilde
temsil ederek dünya çapında başarılar elde
etmesi en önemli hedefimiz. Takım olarak bu
sporda ülkemizi dünya çapında tanıtmak
istiyoruz.
İş hayatında ise en genel anlamda ülkemizin
bilişim alanında gelişimine katkıda bulunmak
istiyoruz.
Ülkemizi Avrupa’da ve Dünya’da bilişim
alanında öne çıkarmak öğrenmeye açık ve
rekabetçi genç nüfusumuz sayesinde zor
olmayacaktır.
Ünlü Japon Manga Sanatçısı Hirohiko Araki’nin Gözünden;
GUCCI
22/23/24/25/26
Hirohiko Araki; Japon Manga Sanatçıları içinde en ünlülerinden biri...
Çizgileri herkesi etkisi altına alıyor.
Gucci; Moda, şıklık, kalite, lüks kelimeleri art arda sıralanınca akla ilk gelen
markalardan biri... Ürünleri insanı kışkırtıyor.
Yaptıkları işler, üretimleri parmakla gösterilen bu iki dev isim bir araya
gelirse ne olur??? Muhteşem bir görsel şölen olur.
Hikaye, Gucci’nin geçen kış vitrinlerini süslemek için
Manga sanatçısı Hirohiko Araki’ yle işbirliği yapmasıyla başlamıştı.
Hirohiko Araki, Gucci 2013 Cruise koleksiyonundan esinlenlerek çizdiği seriyi Frida Giannini ile birlikte
oluşturmuştu. Japon çizgi roman sanatından örnekler sunan görseller tüm dünyadaki
70 Gucci mağazasının vitrinlerini süslemişti. En son bu yaz ise muhteşem bir sergi çıkageldi
Avrupa’nın göbeğine...
Araki, sergi için 30 yıldır derlediği Manga hikayelerinden uzun süreli serisi “JoJo’s Bizarre Adventure” dan
parçaları ve Gucci için yarattığı moda görsellerini içeren özel bir koleksiyon oluşturdu.
Hazırlayan:
Özlem Gökbel
Moda ve Japon karikatürü arasında köprü kuran bu eşsiz sergi Gucci’nin doğduğu yer olan Floransa’daki Gucci via delle Caldaire mağazasında sergilendi.
Gucci yaratıcı direktörü Frida Giannini’nin dizaynlarından etkilenen Araki “Jolyne, Fly High with Gucci” isimli özel bir Manga hikayesi yarattı ve
özel donanımlarla Gucci’nin dünya çapındaki doğrudan mağaza ağının pencerelerini açtı.
Eserler bu yılın hikayesi “Jolyne, Fly High with Gucci”den seçilen görseller, 2011’de Japon dergisi SPUR’un 90. Yıldönümü için yaratılan
“Rohan Kishibe goes to Gucci” adlı Manga hikayesi ve Araki’nin 30. Yıl yazılarını da içeriyordu.
Ayrıca sergide, Araki’nin en iyi bilinen uzun süreli serisi, 1880’lerde İngiltere’de başlayan epik maceranın hikayesini anlatan “JoJo’s Bizarre Adventure”dan da
parçalar vardı. Bu serilerin dünya çapında 80 milyon kopyası satıldı ve İtalya’daki basım evlerinde tüm parçaları çevrildi. Bu koleksiyon ile birlikte Hirohiko
Araki’nin, moda ve popüler kültürdeki güçlü ifadesi; enerji, duygusallık ve zorlayıcı cazibeden oluşan eşsiz dünyası ortaya çıkıyor. Buyrun bu büyüleyici
sergiyi birlikte dolaşalım...
Daha fazla ayrıntı için, lütfen gucci.com ve Araki Hirohiko’nın resmi web sitesi JOJO.com veya http://www.araki-jojo.com/ sitesini ziyaret edin.
Cazın Başkenti
NEW ORLEANS
28/29/30/31/32
New Orleans çok sıra dışı bir şehir. Mimari muhteşem.
Ben bu kadar güzel evi bir arada hiç görmedim. Her taraf
açelyalarla dolu. Paskalya öncesi yapılan büyük eğlence Mardi
Gras’da dağıtılan kolyeler hala ağaçların üstünde sallanıyor. İşin
ilginç tarafı mezarlıklarda bile bu rengarenk kolyeler var.
Yazı ve Fotoğraflar :
Saffet Emre Tonguç
[email protected]
Şehirde önemli bir müzisyen öldüğünde önde
orkestra müzik yaparak ilerliyor, cenaze arabası
arkadan geliyor. Son yolculuk bile keyifle.
Çünkü New Orleans cazın doğduğu, büyüdüğü ve
hala caz denince dünyada akla ilk gelen şehir.
ABD’nin Louisiana eyaletinin en büyük şehri,
Meksika Körfezi ile Pontchartrain Gölü arasında
yer alıyor ve dünyanın en hareketli liman
şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Çok kültürlü geçmişi ve mutfağıyla da öne çıkıyor.
Yılda on milyondan fazla turist geliyor.
Dolayısıyla hayat çok hareketli ve eğlenceli,
yapacak o kadar çok şey var ki…
New Orleans cazın 1880’lerde doğduğu ve
gelişmeye başladığı şehir. Amazon ve Nil’den
sonra dünyanın üçüncü büyük nehri olan
Mississippi deltasında yer alan bir liman şehri.
Ticaret yolu ve kozmopolit bir yerleşim merkezi
olduğundan
cazın ideal mekanı olmuş. Birçok barda
müzisyenlere iş imkanı doğmuş. Canlı müziğe olan
talep sanatçılara yeni stiller için ilham vermiş.
Caz bu arayışlar sonucu ortaya çıkmış. İlk başta
işçi kesiminden zenci müzisyenlerin kulaktan
dolma ve doğaçlama yaptıkları müzik, sokaklarda
konser vermeye başlayan caz grupları sayesinde
her kesimin sevdiği bir müzik türü olmuş, giderek
hayat tarzı haline gelmiş.
New Orleans, hala cazın başkenti. Her yıl binlerce
ünlü sanatçı kente geliyor ve sayısız festivaller
düzenleniyor. Burada turizm de sanki caz üzerine
kurulu. O kadar çok festival var ki. Nisan’ın ikinci
haftası French Quarter Festivali yapılıyor.
Mayıs başındaysa Caz Festivali var. 45 dolar verip
gün boyunca onlarca konser dinleyebiliyorsunuz.
New Orleans cazın ve eğlencenin merkezi ancak
kadersiz bir yer. Yakın tarih boyunca sellerin,
salgınların, zenci-beyaz çatışmasının, ırkçılığın ve
yoksulluğun olduğu bir bölge. Yoksulların çoğu,
tahmin edebileceğiniz gibi zenciler. ABD
genelinde % 10 olan zenci oranı, burada % 50’lere
varıyor.
Geçmişte köle olarak çok ağır şartlarda çalışıp
kenti yaratan zencilerin yakılmasına kadar varan
ırkçılığın anlatıldığı “Mississippi Yanıyor” filmi
aslında
New Orleans’ın tarihi. Amerikan petrol üretiminin
dörtte birini sağlamasına rağmen işsizlik oranı
% 50 düzeyinde. Son olarak 2005 yılında Katrina,
2012’de de Isaac Kasırgası vurdu kenti. Çünkü
New Orleans deniz seviyesinden iki metre
aşağıda.
Her zaman su altında. Onun için, saniyede binlerce
metreküp su boşaltan 22 dev pompa, tayfun olsun
olmasın, sürekli çalışıyor ama şehri her zaman
koruyamıyor. Kentin her yıl sekiz milimetre suya
battığı belirtiliyor. Her su baskınında insanlar
ölüyor, elektrikler kesiliyor, hayat felce uğruyor.
Yas Bitti, Şimdi Caz ve Gezme Zamanı
Ancak New Orleans’a giderseniz yüksekte kaldığı
için su baskınlarından zarar görmeyen merkezde
(daha çok beyazların yaşadığı bölge) şehri
mahveden kasırgaların etkilerini
hissetmiyorsunuz. Yas şimdilik bitti, caz zamanı
geldi. Festivaller başlamak üzere bu festival
şehrinde. Ayrıca New Orleanslılar başlarına gelen
felaketi bile turistik bir amaçla kullanabiliyorlar,
felaket bölgelerine tur düzenliyorlar.
Öncelikle sokakları keşfedin. Fransız zamanından
kalma ve halen Fransız etkilerinin görüldüğü
French Quarter, şehirde turistlerin en çok rağbet
ettiği yer. Garden District ve Uptown tarihi
bölgeler ve burada inanılmaz evler
görebiliyorsunuz. Prytania, Charles Bulvarı,
Coliseum, Nashville, Chestnut, antikacılarla dolu
ve dolaşmaktan keyif alacağınız yerler. 10
kilometre uzunluğundaki Magazine Caddesi’ne
"Hayaller Caddesi" diyorlar. Gölle Mississippi
Nehri arasında kalan Canal Street şehrin en
kalabalık yerlerinden ve turistik bölge olan
French Quarter’a çok yakın. Constantinople,
Murat gibi sokak adları görürseniz şaşırmayın.
Alışverişe meraklıysanız, Wyndham Otel’in
altındaki Canal Place şehrin şık alışveriş
merkezlerinden. İçinde Saks, Pottery Barn gibi
mağazalar da var. Eyalet sistemi dolayısıyla
ABD’de vergi iadesi yokken, New Orleans’ta "Tax
free" tabelaları görüyorsunuz.
Şehirde ilginç turlar yapıyorlar. Çarklı gemilerde
caz eşliğinde yemek yiyip, nehir turu yapmak için
Natchez’i arayın (504-5868777
www.neworleanssteamboat.com)
New Orleans su seviyesinin altında kaldığından
mezarları anıtsal biçimde toprağın üstüne
yapmışlar. Mezarlık turunun adı ürkütücü olsa
bile, kendi ilginç. New Orleans büyücüleriyle de
ünlü,
en bilindik isim "Voodoo Queen" diye tanınan
Marie Laveau. St. Louis Mezarlığı’nda en çok
ziyaret edilen mezarlardan biri ona ait.
Şehrin en iyi müzeleri City Park’ta bulunan
New Orleans Museum of Art ve WW II Museum.
City Park yürüyüş için de çok keyifli. Arkasında
ünlü heykeltıraşların eserlerinin bulunduğu Heykel
Bahçesi var. Audubon Parkı doğayı sevenler için
bir diğer alternatif, içinde ABD’nin 4. büyük
hayvanat bahçesi de bulunuyor. Çağdaş sanat
galerileri daha ziyade Julia Street’te. Louisiana
Filarmoni Orkestrası’nın konserleri çok başarılı.
Geçmişte İdil Biret’in verdiği konser de çok ilgi
görmüş.
Sabaha Kadar Caz ve Dans Sokağı
Binalarda ferforjenin yoğun olarak kullanıldığı
French Quarter’a New Orleanslılar “Vieux Carre”
yani "Eski Meydan" diyorlar. Buradaki Jackson
Meydanı, St. Louis Katedrali’nin önünde
bulunuyor.
En önde de Mississippi Nehri kenarındaki yürüyüş
yolu var. Mississippi, Kızılderililerin dilinde büyük
su olarak geçiyor, uzunluğu ise 3800 km.
ABD’deki en eski Katolik katedrali olan St. Louis’in
önünden faytonlara binip adam başı 15 dolar gibi
bir parayla keyif yapabilirsiniz ya da arkasındaki
sokaklarda farklı bir mimari tarzın eserleriyle dolu
olan Royal ve Bourbon sokaklarında
dolaşabilirsiniz. Royal antikacılarla dolu, keyifli bir
sokak, gündüz sokak müzisyenlerine de
rastlayabiliyorsunuz. Arka paralelindeki
Bourbon ise gece her türlü eğlencenin doruğa
çıktığı "sabaha kadar dans ve caz" tarzı bir yer.
Adını Fransız hanedanından alan bu sokakta
yürürken balkonlardaki insanlar size şehrin adeta
simgesi olmuş boncuk kolyeleri atıyorlar.
Yeri gelmişken iki öneride bulunayım:
Tipitina’s (504-8958477) kısaca Tip’s diye geçiyor.
Adı Tipitina isimli şarkıya ismini veren kadından
geliyor. Kentin en büyük müzik kulübü.
Programlarına www.tipitinasfoundation.org’dan
bakabilirsiniz. Diğeri Preservation Hall
(504- 5222841), bugün bir efsane haline gelen yer,
Allan ve Sandra Jaffe tarafından 1961’de
New Orleans caz stilini korumak için açılmış.
Napolyon’dan Satın Alınan Eyalet
New Orleans ve Florida’yı almak isteyen Başkan
Thomas Jefferson, Napolyon’a 2 milyon dolar
teklif etmiş. Daha sonra 1803’te Napolyon, Haiti
dolayısıyla problem yaşayınca, o zamanki
ABD’nin üçte biri olan tüm Louisiana eyaletini 15
milyon dolara Amerikalılar’a satmış. Kuruluşu
Fransız Kralı XIV. Louis zamanında olan New
Orleans’ın maliyeti ise 7 dolar olmuş! Napolyon
şehre hiç gelmemiş ama Louisiana ABD’de, İngiliz
yerine Napolyon hukukunu kullanan tek eyalet,
bazı sokaklar onun savaşlarının adını taşıyor.
Gelmesi halinde kalması planlanan Napolyon
House ise bugün şehrin en rağbet gören
barlarından biri.
Felaket Turları
Katrina New Orleans’ı 29 Ağustos 2005’te vurdu.
Koruma duvarlarını yıkınca, su seviyesi altında
kalan şehri su bastı, yüzde 80’i sular altında kaldı.
80 bin ev ve 100 bin araç hasar gördü.
Tayfun sonrasında 30 yıllık çöp birikti.
Lousiana eyaletinde 1577, ülke genelinde
1836 kişi öldü. Louisiana’nın başkenti Baton
Rouge (Kırmızı Çubuk) New Orleans’a 110 km.
uzaklıkta, tayfundan sonra nüfusu ikiye katlandı.
New Orleans’tan kaçanlar soluğu orada almışlardı
çünkü. Hala karavanlarda yaşayan çok sayıda
insan var. Burası da turistlere gezdirilen liman.
Louis Armstrong’un Kenti
İçinde yaşayanların N’Awlins dedikleri şehirde
caz bir yaşam tarzı. Korno çalan Buddy "King"
Golden caza New Orleans baharatını ekleyen ilk
kişi. Edward "Kid" Ory trombonuyla, Louis Prima
trompetiyle caza renk katmış, piyanist Jelly Roll
Morton cazın ilk bestelerini ve düzenlemelerini
yapmış. Ama caz deyince herkesin aklına Louis
Armstrong geliyor. Bugün New Orleans havaalanı
bile bu ünlü sanatçının adını taşıyor.
New Orleans’ta doğup Perdido sokağında
yaşamış. Caz Festivali’nin başladığı yer olan
Congo Meydanı’nda heykeli de var.
Tombul Salı Eğlenceleri
Hıristiyanlık inancına göre Hazreti İsa çölde 40 gün
oruç tutmuş. Dolayısıyla bu orucun bittiği Paskalya
Pazarı’ndan 40 gün önce Lent denilen büyük perhiz
başlıyor. Perhiz öncesi yapılan büyük eğlenceye
Mardi Gras (Tombul Salı) deniyor.
Tarihte ufak oynamalar olabiliyor. Brezilya’daki
samba, Almanya’daki faşing, Venedik’teki karnaval
aslında hep aynı geleneğin değişik ülkelerdeki
farklı yansımaları. New Orleans’ta 1827’den beri
yapılan Mardi Gras’da bir kral (Rex) ve kraliçe
seçiliyor.
Bu ikili, yapılan baloda ellerinde asa,
kostümlerinde uzun kuyruk, ortalıkta dolaşarak
insanları selamlıyorlar. Bu baloya sadece
davetliler gidebiliyor. Kral, doktor ve avukat gibi
toplumda önemli bir yere sahip, altmışlı yaşlarında
biri,
kraliçe ise henüz yirmilerinde olan, iyi bir aileden
gelen bir üniversite öğrencisi oluyor. Mardi Gras
boyunca onlarca geçit töreni yapılıyor. İnsanlar
boyunlarına rengarenk boncuklardan yapılma
kolyeler takıyorlar. Bunlardan biri de kostümlü
köpeklerin Barkus Parade isimli yürüyüşü.
Ne, Nerede Yenir?
New Orleans mutfağı tam bir füzyon. Fransız etkisi
dominant olmakla birlikte Kanada’nın Nova Scotia
bölgesinden gelen Fransız köylüsü Cajun’ların,
Creole dedikleri Fransız, İspanyol ve Karayip
Adaları’ndan gelme insanların karışımından oluşan
melezlerin katkısı var. Mesela bamya çorbasının
adı Gumbo olmuş, sosislisinden istiridyelisine
farklı çeşitleri mevcut. Acı Tabasco sosu, Southern
Comfort ilk New Orleans’ta üretilmiş.
1838’de New Orleanslı Antoine Peychaud isimli
barmen, içkileri Coqutier denilen bir kapta
karıştırıp servis yapınca, kelime bize de kokteyl
olarak geçmiş. Hurricane de ilk New Orleans’da
ortaya çıkmış bir kokteyl. Şehirdeki en iyi bira ise
Abita. New Orleans’ın evleri avlularıyla meşhur ve
bu evlerin bazıları restorana çevrilmiş.
Şimdi önerilere geçelim:
Commander’s Palace
(504-8998221 www.commanderspalace.com)
Oscar Wilde "Günaha teşvik eden bir arzudan kurtulmanın
tek yolu ona boyun eğmektir" demiş. Bu restorandaki ortam,
servis ve yemekler insanı günahkar yapıyor.
Cesur olun, kaplumbağa çorbası için. Ben içtim,
hala yaşıyorum! Körfez balığı da çok lezzetli. Cumartesi ve
pazar günleri brunch zamanı, iki ayrı caz grubu müzik yapıyor.
Size bir sır: Öğle yemeklerinde martininin kadehi 25 cent.
Amerika’da bundan ucuza hiçbir yerde sarhoş olunmaz!
Antoine’s
(504-5814422 www.antoines.com)
1840’tan kalma, ABD’de aynı aile tarafından işletilen
en eski restoran.
Brennan’s
(504-5259711 www.brennansneworleans.com)
Yemekler, ortam ve Fitzgerald krepleri harika.
Broussard’s Restaurant
(504-5813866 www.broussards.com)
Fransız bölgesinde en güzel avlulu bina seçilmiş.
Ortam da yemekler de güzel.
Galatoire’s
(504-5252021 www.galatoires.com)
1905’ten beri hizmet veriyor. New Orleans’taki
"Cuma öğle yemekleri" geleneğinin en iyi uygulayıcılarından.
Arnaud’s
(504-5230611 www.arnaudsrestaurant.com)
Şehrin klasiklerinden. Üst katında 13 ayrı salonu özel gruplar
rezerve edebiliyor.
Court of Two Sisters
(504-5227261 www.courtoftwosisters.com)
Şehrin göbeğindeki bir avluda, yüz yıllık mor salkımın altında
yemek çok keyifli.
Acme Oyter House
(504-5225973 www.acmeoyster.com)
İstiridye düşkünlerini 1910’dan beri mutlu ediyor.
Cafe du Monde
(504-5254544 www.cafedumonde.com)
1862’den kalma kafe şehrin en eskisi ve her zaman dolu.
Beignet dedikleri ve üçü bir tabakta gelen tatlıları meşhur.
Bizim lokmanın kare şeklinde ve şerbetsiz olanını düşünün,
üzerine de bol pudra şekeri ekleyin.
Napoleon House
(504-5249752 www.napoleonhouse.com)
Napolyon gelememiş ama siz gidin.
Nerede Kalınır?
W, Loews, Wyndham, Monteleone, Omni Royal
Orleans ile aynı gruba bağlı Royal ve Chateau
Sonesta iyi otellerden. Windsorcourt ise New
Orleans’ın en zarifi ama en pahalısı.
Hotel Monteleone
(504-5233341 www.hotelmonteleone.com)
1886’da yapılmış ve ABD’deki üç tarihi otelden biri.
Ernest Hemingway "Savaştan önceki gece"
isimli romanında otelden bahsetmiş.
Omni Royal Orleans
(504-5295333 www.omniroyalorleans.com)
Tarihi bir bina, girdiğiniz andan itibaren
kendini gösteren bir şıklık.
Royal Sonesta Hotel
(504-5860300 www.sonesta.com/royalneworleans)
Hem merkezde, hem çok güzel.
The Columns Hotel
(504-8999308 www.thecolumns.com)
Şehirde oturanlar Viktorya tarzında yapılan
bu binanın barına, kalanlar ise odalarına hayran.
1883’te yapılmış ve milli tarihi eserler listesine kayıtlı.
Ramada Plaza
(504-5247611 www.ramada.com)
Tam merkezde, tarihi bir bina, avlusu ise tam bir sürpriz.
Bir Gün Herkes
BİSİKLETLEYECEK
34/35/36/37
BİSİKLET KÜLTÜRÜ
Hemen şimdi gözünüzü
kapatın ve bir yer hayal edin.
Araba yok, korna yok, hava ve
gürültü kirliliği yok. Sadece iki
tekerlek, önde veya arkada bir
sepet, bir de pedala kuvvet..
The Bisiklet!
Bu soruyla birlikte yakın zamanda İstanbul’da
uygulanmaya başlanan “Akıllı Park” sistemi
çıkıyor karşımıza. İçimizde bir umut ışığı yanıyor...
“İsbike” istasyonlarından kiralanan bisikletler
yurt dışındaki kullan&bırak otomobil modeli
“Zipcar”lar gibi çalışıyor ve pratiklik konusunda
neredeyse yayalıkla yarışıyor. Kullanımındaki bu
pratiklik demek oluyor ki; artık siz sıkışan trafikte
20km hızla dahi ilerleyemezken ve “İsbiker”lar
yanınızdan tam gaz geçerken, siz şaşırmamaya,
aksine giderek yaygınlaşan bu duruma alışmaya
Çoğumuzun küçüklüğünde en sevdiği karne hediyesi başlayabilirsiniz. Bu süperçevreci modaya
olmuş, sonra büyüyünce unutulmuş, arka balkonda katılmaya, arabanızı bırakıp, bisikletlere
tozlanmaya yüz tutmuş, trafikten kurtulmak içinse atlamaya hemen şimdi en azından kısa mesafede
tüm sağlığına düşkünlerin ve çevrecilerin son umudu deneyerek başlayabilirsiniz!
olmuş!
Montreal, Barcelona, Kopenhag,
Aslında düşününce, ilk bakışta ütopik gibi görünen bu Amsterdam gibi bisikletin günlük yaşamla iç içe
geçtiği şehirlerde dünyaca ünlü bisikletçilerin
yaşam biçimi için Survivor Adası’na, Amsterdam’a,
yetişmesi ve uluslararası yarışların düzenlenmesi
Londra’ya, Milano’ya falan,
doğal olarak daha sık görülse de, tüm saydığımız
kısacası çok uzağa gitmenize gerek yok.
eksikliklerimize rağmen Türkiye sınırları içinde
İstanbul’a otuz dakika mesafedeki Prenses
Adaları’nın hemen hemen hepsinde yaşam zaten bu de ümit vadeden şehirler gelişmekte.
koşullarda. Ama içimizde bir yerde, derinlerde hayal
Coğrafi özelliklerinin avantajını kullanan İzmir,
ettğimiz; önce İstanbul gibi metropollerde sonra
Konya ve Eskişehir’de bisikleti yaşamının bir
Türkiye’nin her yerinde giderek yaygınlaşan bir
bisiklet kültürüne sahip olmak, bir “bisiklet toplum”, parçası haline getirenler sayesinde bu şehirler
Avrupa’daki bisiklet şehirlerin Türkiye’deki
“bisiklet şehirler” yaratmak.
karşılığı olarak gösterilebilecek seviyelerde.
Bisikleti unuttuğumuz, tozlu depolardan çıkarmak,
günlük hayatımızın bir parçası yapmak, gaz yerine
pedala basmak, benzin yerine kalori yakmak,
vites artırmak yerine kas yapmak gerçekten bir hayal
mi ?? Aslında bu konu, “Bisikleti şehir içi ulaşım aracı
kullanmak” başlığıyla hakkında yirmi sayfalık
entry girilen kitlesel bir arzu ve önemli bir mevzu.
Yazı : Özlem Yücelener
Fotoğraflar : Yasin Baran
Belçika, Hollanda, Fransa, Kanada bisiklet kültürünü
en iyi yaşayabileceğiniz, çevreci ulaşımda en üst
standardları yakalayabileceğiniz ülkeler arasında.
“Neden Türkiye’de de olmasın?” sorusunu sormadan
edemiyoruz kendimize.
Türkiye’de bisiklet kültürünün yerleşmesi adına,
Nisan’da gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı kupası gibi
ulusal organizasyonların yanı sıra, Mayıs’ta Londra
ve Moskova’dan sonra İstanbul’da da düzenlenen ve
hatta Açık Radyo’dan parkura dair tarihi bilgilerin
eşzamanlı yayınlandığı gece sürüşü İstanbul
Velonotte 2013 gibi dünya çapında aktiviteler de
artmakta. Bu takvime önümüzdeki aylardan birkaç
örnek eklemek istersek, Hillsider’ların 2012’de
“Challenge” ettiği Likya Yolu’na bisikletseverler de
göz koymuş olacak ki; takvimde ilk dikkat
çekenlerden biri 12-20 Ekim’de gerçekleşecek olan
“Likya Bisiklet Festivali”.
Likya yolu kadar iddialı bir başka sportif faaliyet
olan triatlonda koşu ve bisikleti bir bütün olarak
düşününce, Kapadokya’da Powerade Runfire,
Antalya’da Runtalya, İstanbul’da Avrasya Maratonu
gibi önemli organizasyonların yapıldığı aynı
parkurda koşunun yanında bir bisiklet
organizasyonunun da yer aldığını fark edince,
takvime eklenebilecek iddialı rotalar olarak
Büyükada, Bozcaada ve Kapadokya da akla geliyor
haliyle.
Tüm bu planlar bir kenara; bisikleti bir spor dalı, bir
ulaşım aracı, bir yaşam tarzı, bir yarış rotası olarak
görenlerin yanında, bisikletle dünyayı dolaşan
“gezgin” diye adlandırılan bambaşka bir grup da var.
Bu alanda bir ilk olan Thomas Stevens, dünyayı
bisikletle ilk dolaşan ve üzerine kitap yazan bir
gezgin. Yolculuğuna 1884’te genç bir 18’likken
San Francisco’dan başlayan Stevens; California’dan
New York’a ulaşarak Amerika içindeki ilk bisikletli
turunu tamamlamış. Bıkmamış, yorulmamış,
rotasının geri kalanını İngiltere, Fransa, Almanya,
Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan’a
çevirmiş, yolunu İstanbul’dan geçirmeyi ihmal
etmemiş ve hatta hızını alamayıp Şah’ın konuğu
olarak İran’a kadar da gitmiş. Bu uzun hikayeye ve
ilginç karaktere ait tüm detaylar, Stevens’ın
“San Francisco’dan Tahran’a Bisikletle Dünya Turu”
isimli kitabında.
Thomas Stevens gibi maceracı bisikletçilere denk,
günümüzden ve Türkiye’den “Kim?” desek
Gürkan Genç en güncel örnek! Gürkan, 12.500 km’lik
Türkiye-Japonya rotasını bisikletle almış heyecanlı
bir tutkun. Yaptıklarıyla yetinmeyip, “Gelecek için
Pedalla” ismiyle başlattığı ve 7 yıl sürmesini
öngördüğü projesiyle Gürkan, 7 kıtada 84 ülkeyi
bisikletlemek için tam 115.000 km katedeceğini
anlatıp takipçilerini şimdiden heyecanlandırmakta.
Bu kadar maceradan bahsedince, emniyet çok
önemli bir nokta olur elbette. İşte bu yüzden rotası
Gürkan Genç’inki kadar uzun olsun olmasın, ister
Gürkan gibi eski, ister yazlık bisikletçisi kadar yeni;
bisikletle yola çıkacak her kim olursa olsun bu hayati
tasarımdan edinmeli! İsveçli iki tasarımcı Anna
Haupt ve Terese Alstin, bir ilke imza atmışlar ve
bisiklet kullanırken kask kullanımını teşvik edecek
bir boyunluk tasarlamışlar. Çarpma anında hava
yastığına dönüşen ama esasen şık bir eşarp
görünümüne sahip olan Hövding isimli “kask-eşarp”
için Shopigo’yu ziyaret edin, bisiklet kullanıyorsanız
mutlaka bir tane de siz edinin.
İnsanların % 80'inin bisiklet, fakat sadece
% 10'unun otomobil alabilecek ekonomik düzeyde
olduğu bir dünyada yaşıyorken, “İyi bir gezgin asla
varmaya niyetlenmez” diyen Lao Tzu’yu, "Bisikletin
selesine oturan her canlı, vuslata ermiş âşık misali
kör olur. Ve dünyayı, olduğu gibi değil, olmasını
istediği gibi görür." diyen Aydan Çelik’i saygı ve
hayranlıkla takip ederek “Ekmek yoksa pasta
yesinler, otobüs yoksa bisiklete binsinler” diyorum
ve sizi en yakın bisiklete davet ediyorum.
Kazak
Mini Etek
Yağmur Botları
Emporio Armani
40/41/42/43
Gülüşüne Hayran
Yazanın ruh hali okuyanı ne kadar ilgilendirir
bilmiyorum ama söylemeden edemeyeceğim;
çok gerginim. İlgilenmeyenler lütfen sonraki
paragraflara atlasınlar. İlgilenenlere gerginlik
seviyemi daha iyi açıklamak için şöyle bir
benzetme yapayım; penaltı atışı için topun başına
geçen pek çok futbolcu benden daha rahattır.
Bir Dünya Kupası finalinde diyorum. Uzatmalar
filan bitmiş. İş son bir penaltıya kalmış... Yıllardır
maç izlememiş bir insan olarak espriye futboldan
kapı açıyorsam, bana sempatiyle yaklaşmanıza ne
kadar ihtiyacım var anlayın artık! Nerden önerdim
‘mizah’ konulu bir yazı yazmayı! Niye kimse beni
durdurmadı? Yazmak için öyle kazık, öyle kaypak
bir konu ki... Kesin bilgi diyebileceğim 2-3 şey var.
Gerisinde, herkes ayrı telden çalıyor.
“Mizah komiklik değildir” diyen bile var.
Böyle bir felsefi dağınıklık... Toparla
toparlayabilirsen! Ayrıca bir yazarın şöyle de
dertleri oluyor; bu yazı gülünç mü olmalı yoksa
araştırma yaparken onlarcasını okuduğum gibi
had safhada ciddi bir yazı mı olmalı? Tarihten
daldırıp güncelden mi çıkmalı, yoksa Anglosakson
mizahında ironi, Temel fıkralarının kendine
has parlak zekası, Doğu’nun hicvi diye sıralayıp
kestirmeden mi sıvışmalı? En fenası yazarın
kendini konunun büyüsüne kaptırıp pek de iyi
olmayan espriler yapması olur. Gülme eylemi
tutulabilen bir şey. Bakalım güldürme eylemi de
tutulabilecek mi?
Mizah tariflerini sıralayıp ahkam kesmek kolay;
sadece güldürmek için değil gülmek için de zeka
uyanık olmalı.
Yazı :
Berna Gençalp
Mizah ya da gülmece, azıcık gülümsemekten
çatlayana kadar gülmeye doğru genişleyen bir
yelpaze. Ama mizahın herkesin üzerinde uzlaştığı
tek bir tanımı yok. Yalnız şu bilgi kesin;
gülmek rahatlatır.
Pek çoklarına göre mizah karşıtlıklardan
doğuyor. Olanla olması gereken arasındaki
çelişki, dengesizlik ya da uyumsuzluk mizahın
yeşermesi için bereketli topraklar. Cemal Nadir
mizahı gülümseme ve düşünce ışığı ile ortaya
çıkan bir felsefe sanatı olarak görüyor. Ali Ulvi
mizahtan beyinsel bir haz alındığını söylüyor.
“Mizah gülen düşüncedir” sözü kimindi, Albert
Einstein?
Eray Özbek için ise mizah ‘komiklik değil’...
Bir takım iğreti örtüleri çekiverme hınzırlığı.
Aziz Nesin konuyu şöyle özetliyor;
“ Yalnız insan güler ve insan yalnız insana güler;
insandan başka bir şeye gülmüşse, onda insana
benzerlik gördüğü için gülmüştür.
Gülen de, gülünen de, güldüren de hep insandır”.
Yani mizah üretmek de gülmek de çok insani.
Ama her insan mizah yapamıyor, daha üzücüsü
her insan gülemiyor, çünkü neşeyi, gülmeyi ve
güldürüyü hayatlarından kovanlar var.
Bu, başarısızlığa mahkum bir çaba.
İnsan gülmesini tutabilir de, ne kadar tutabilir ki?
Hangi sonsuza kadar? Şimdi sıkı durun yazıdaki
nadir kesin bilgilerden birini daha patlatıyorum;
gülmeyi sevmeyen gülünç olur.
Kör talih!
İmdat Meselesi
“Bir şaka imdadımıza yetiştiğinde
gülebiliriz ancak”, diye yazmış Freud. İmdat
meselesi önemli.Aziz Nesin’in Prof. Dr.
Rasim Adasal’dan aktardığına göre
“Gülmede insan, bilinç dışında olan ve
moral benliğinin zoruyla baskıda olan bir
şeyi salıverir”. Bu anlayışa göre gülme,
ruhsal bir boşalım. Gülme eyleminin
kendisini Thomas Hobbes ani üstünlük
duygusu ve böbürlenme olarak açıklıyor.
Gogol ise onda kin duygusunun panzehirini
görüyor;
“Salt karanlık şeyler insanları öfkelendirir.
Gülme ise aydınlıktır. Gülmenin aydınlığı ile
ruhu sükunet bulan bir kimse, o adamın
ruhundaki kötülüklerle alay edildiğini
görünce kini söner, hemen hemen onunla
barışır gibi olur” diyor.
Gülmek bireysel olduğu kadar toplumsal
bir boşalım da sağlıyor.“Toplumların değer
değiştirme dönemleri gülünç öğelerin öne
çıktığı dönemlerdir.
Eskinin, varlığınısürdürme kaygısı içinde,
gülünç olmaya başladığı görülür. Yeninin,
yeni gelenin, yükselenin gülünç bir yanı
yoktur. Ancak o da bu yükseliş telaşı içinde
gariplikler ederse, aykırılıklar ortaya
koyarsa gülmemizi tutamayız”. Afşar
Timuçin mizah konulu makalesinde toplum
ve gülmek arasındaki ilişkiyi böyle
açıklamış.
Grafik Mizah
Rönesansa dek mizah Batı’da imzasız,
anonim olarak ortaya konuyor. Bizde de durum
pek farklı değil. Türk mizahının tarihsel gelişimi
ve özellikleri üzerine çok sayıda ve derinlikli
akademik çalışmalar olmasa da biliyoruz ki tüm
Nasreddin Hoca fıkraları tek bir zihnin ürünü
değil.
Yine de Divan şairi Fuzuli, “Selam verdim,
almadılar, rüşvet değildur deyü...” beyitinin altına
imzasını koymadan edememiş. Karagöz oyunları,
meddah gösterileri, Keloğlan masallarında ve
bazı türkülerde bolca bulunan mizahi öğeler
Anadolu topraklarında güçlü bir mizah damarının
olduğunu bize hissettiriyor.
Batı’da 19. yüzyılda dergilerde imzalarını koyarak ve
gerçek isimlerini kullanarak toplanmaya başlayan
mizahçılara karşılık bizde I. Meşrutiyet döneminde
Osmanlı’nın eleştirisini yapan ve bir tür muhalefet
işlevi gören Diyojen Dergisi yayınlanıyor. Biraz da
şaşırarak edindiğim bilgiye göre Kurtuluş Savaşı
sırasında da leyhte ve aleyhte, her iki siyasete karşı
çok etkili mizah yapan yayınlar varmış. Fransa
mizah dergiciliğinde öncü ve istikrarlı bir tutum
gösterirken, Hitler iktidara gelince Alman çizerler
Simplicissimus Dergisi’nde toplanıp gidişata sert
bir muhalefet yapmışlar.
Türkiye’de 1922 ile 1972 yılları arasında, kimi zaman
ara verse de mizah dergisi olarak Akbaba önemli.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Markopaşa dergisi
siyasi mizah yaparak popülerleşmiş.
1970’li yıllarda ise grafik mizah üretenler,
bir diğer adıyla karikatür çizenler dergilerden
çok sergilerde çalışmalarını paylaşma yoluna
gitmişler. Daha sonra Gırgır’lı yıllar geliyor ve
ardından yine çoğunlukla o tezgahtan geçen
çizerlerin çıkardıkları, halen yayında olan
mizah dergilerine geliyoruz. Grafik mizahı
yalnızca karikatür çizenlerle sınırlamak pek
doğru değil. Lautrec, Picasso, Klée, Cihat Burak,
Mehmet Güleryüz gibi mizahi eğilimleri olan
ressamlar da var.
Sonuçta, kaba saba güldürüler unutulup gidiyor
ama mizah barış ve demokrasinin önündeki
engelleri sarstıkça, toplumun gözünde saygınlık
kazanıyor.
Mizahını Arayan Feminizm
Mizahın bir tür ters yüz edilmiş öfkeden ya da
haksızlığa karşı durma güdüsünden
kaynaklandığını kabul edebiliriz sanırım. Her
zaman komik olan şeylere gülmediğimiz de
doğru. Uzmanlar gülmeyi içgüdüsel bir yaşam
aracı olarak tanımlıyor.
Çoğu zaman bir şakalaşma sonucu değil sadece
sosyalleşmek için gülüyoruz. Kadınların ise
konuşurken kahkahalarını noktalama işaretleri
gibi kullanarak dinleyenlerden daha fazla güldüğü
gözlenmiş. Genelde kadın güldüren değil
güldürülen olarak konumlandırılıyor. Oysa
içgüdülerim bana gülebilenin güldürebileceğini de
söylüyor.
Peki neden kalabalıkları güldüren kadınlardan
fazla yok? Bunun bir açıklaması kadınların
öfkelerini dışarı değil içeri doğru kanalize
ettikleri, neredeyse her konuda kendilerini
suçladıkları ve sürekli bir hüzün içinde yaşadıkları
şeklinde. Geçiniz. Annesiyle güne giden her
çocuğun kulağında kahkahalar çınlar. Bir başka
açıklama da mevcut ana akım mizahın fazlasıyla
cinsiyetçi olduğu ve
bu tip esprilerin doğal olarak erkeklerin tekelinde
olduğu yönünde. Gözünü sevdiğim ironi...
Şu cümlede bile ‘ana’ geçiyor.
Mizahını arayan feminizme bir cevap çağdaş
sanattan geliyor. Backflip: Çağdaş Sanatta
Mizah ve Feminizm başlıklı karma serginin
küratörü Laura Castagnini feminist duyarlılıklar
taşıyan neşeli, oyuncu ve güldürücü sanat eserleri
derlemiş.
2013 Mayıs’ında Victorian College of the Arts’ta
yer alan Margaret Lawrence Gallery’de açılan
Bertolt Brecht mizahın olmadığı yerde
yaşamanın zor, her şeyin mizah olduğu yerde ise
yaşamanın imkansız olduğunu söylemiş. Bazen
zor ile imkansız arasında çok manzaralı yerler
oluyor.
Backflip sergisinin Türkiye’ye de gelmesini ya da
bir benzerinin yerli sanatçılarla düzenlenmesini
çok arzu ederim.
Mizah herkese lazım diyerek yazıyı toparlarken
her zamanki gibi meraklıları ‘Meraklısına Notlar’
bölümüne davet ederim.
Bulgarların bir deyişi varmış; “Dünya, güldüğü için
yaşıyor”. Yaşasın o zaman!
Meraklısına Notlar
- Bu yazıyı yazmama yardımcı olan kaynakları bana kendi
kütüphanelerinden çıkarıp olduğum yere ulaştıran
Elif Aydoğdu Oral ve Tan Oral’a çok teşekkürler.
Biliyor musunuz, kendi kütüphanemde de aynı kitaplar
vardı ama ben evde değildim.
- YGS Yayınları’ndan çıkan bir derleme olan Gülme’nin Kitabı ve
Tan Oral’ın yazılarının yer aldığı İris Yayınları’ndan çıkan
Yaza Çize isimli iki kitaptan bu yazıda çok faydalandım.
Ayrıca feminizim ve mizah konusunda akademik yayınlar için
internet sağolsun.
- Gülün Adı romanında Umberto Eco, gülmeyi kendi
dünyasından kovanları konu ediyor.
- Lacivert Kitaplar’dan çıkmış olan Adam Philips’in Öpüşme,
Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine kitabı da güzel bir okuma.
- Ve yazarın ruh haliyle ilgilenenler için geliyor: O artık gerginlik
değil şaşkınlık içinde. Şundan dolayı; topun başında bu kadar
zaman oyalanınca dayanamayıp topu ağlarla hakem buluşturdu
ve şu anda yazarın faltaşı gibi açılmış gözleri önünde ilginç
Filmlere Yaraşır Bir Rüya:
BEVERLY HILLS
HOTEL
44/45/46
Yazı:
Elmira Gürses
Öyle bir otel düşünün ki; kimsenin
uğramadığı, hiçbir şeyin olmadığı,
el değmemiş topraklar üzerine
yapılıp, iki yılda o bölgeden adını
taşıyan küçük bir şehir yaratsın.
Beverly Hills Otel 1912’de Los Angeles’ın kuzeyinde o
zamanlar bomboş arazilerden oluşan bir alana inşa
edildiğinde, otelin inşasına o günlerde şok edecek bir
miktar olan 500.000 dolar döken
Rodeo Land ve Water Company’nin sahibi olan
Burton Green’in umudu, zengin doğuluları Batı’nın bu
keşfedilmemiş cennetine çekmekti. Yaklaşık beş
hektarlık bir alana yayılan Beverly Hills Oteli stükko
dış işçiliği ve kiremit rengi çatısıyla büyüleyici bir
efsanenin ilk solukla anlatılan giriş bölümü gibi Los
Angeles’ta yükseldiğinde Burton, umutlarının
olacaklar yanında ne kadar sönük kaldığından
bihaberdi. Otele Massachusetts’teki evi Beverly
Farms’ın adını veren Burton, Santa Monica dağlarının
eteklerinde bulunan araziyi otel inşası için Margaret
J. Anderson’a emanet etti.
1914 yılına gelindiğinde otelin çektiği misafir sayısı,
bölgeye şehir statüsü kazandıracak kadar çoktu.
Ardından 1920 yılında, Mary Pickford ve
Douglas Fairbanks kendi tatil evlerini yakınlardaki
tepelerde yaptırdılar ve Beverly Hills kısa sürede
dünyanın en çok beğenilen ve en zarif yerlerinden biri
haline geldi. Daha fazla yıldız
Beverly Hills Oteli çevreleyen fasulye tarlalarını
satın alarak bölgeye yerleşti. Aralarında
Charlie Chaplin, Gloria Swanson, Buster Keaton,
Rudolph Valentino, Tom Mix ve Will Rogers’ın
bulunduğu bu starlar bölgeyi paha biçilmez bir emlak
cenneti haline getirdiler.
Otelin orijinal yüzü Pasadena mimarı Elmer Grey
tarafından Akdeniz tarzında tasarlandı. Ana
binanın kuzey tarafını saran bahçelerde bulunan
23 bungalova 1940 yılında eklenen yeni bir kanat da
dahil oldu. Oteli süsleyen ikonik imza ve eklemeler
ise Paul Williams’ın eseriydi.
Tam bir asırlık nefes kesen tarihi, filmlere mekan
olan ve göze çarpan her ince detayla zenginleşen
muhteşem güzelliği ve onlarca yıldır dünya
kültürünü elleriyle şekillendiren pek çok insanı
misafir edişiyle, başlı başına bir kültür mirası haline
gelen Beverly Hills Oteli, misafirler arasında ayrım
yapmadan herkese unutulmaz bir masalın parçası
olduğunu hissettiren bir hizmet anlayışıyla
çalışıyor. Misafirler, Pembe Sarayın önünde
arabalarından inip anahtarlarını valeye uzattıkları
andan itibaren, ayrıldıkları ana kadar kendilerini
1950’lerde otelde kalan Belçika Kralı Albert ya da
Monako Veliaht Prensi gibi hissettiren saygılı,
yardımcı ve son derece asil bir hizmete tanık
oluyorlar.
Konukların, Marilyn Monroe’nun yerleştiği (sene
1956) 20 numaralı bungalovda kalabilecekleri,
Broadway senaristi Neil Simon’un California Suite
isimli filmi için mekân olan büyüleyici bahçelerinde
gezinebilecekleri, havuz kenarında ve Cabana
Club’ta oturup içkilerini yudumlarken taraflarında
gazetelerini okuyan yıldızları görmelerinin olağan
olduğu bir yer Beverly Hills Otel... Jeffrey
Katzenberg’in bir keresinde “evrenin merkezi” diye
tarif ettiği otel, bir yüzyıla yayılmış gurur verici bir
başarı hikayesi ve aynı anda da yaşanabilir, gerçek,
muhteşem bir peri masalı.
Efsanelerin yazılmış ve hala yazılmakta olduğu bu
yaldızlı cennet, Hollywood’un altın günlerinde
milyon dolarlık film anlaşmalarının imzalandığı ve
yıldızların yaratıldı bir yerdi.
Bugün, Beverly Hills Hotel, otel personelinin de
espriyle söylediği gibi “Evrenin şimdiki
hükümdarlarının” yani dünyaca ünlü insanların ve
endüstri devlerinin, bir zamanlar Katharine
Hepburn’ün içine kıyafetleri ile atladığı olimpik
havuzda dinlenirken ya da Hunter S. Thompson’ın
Las Vegas macerasını başlattığı yer olan ikonik
Polo Lounge’da Alman elmalı kreplerinin tadını
çıkarken görülebileceği bir yer.
Zamanın durduğu bazı yerler vardır.
Gittiğinizde kendinizi elli yıl, yüz yıl geçmişte
bulduğunuz yerlerden bahsetmiyorum, hayır.
Dünün, bugünün ve yarının aynı anda hissedildiği,
ölümsüz bir ruhu olan mekanlardan
bahsediyorum. Teknoloji ve tasarımın en modern
örnekleri ile işlenmiş olsa da geçmişin iz bırakan
simalarının seslerini duvarların içinde hala
duyabildiğiniz, ruhlarının bir parçasının bugün bile
tüm ihtişamı ile sizin yanınızda yürüdüğü ve
yapılışından beri geçen tüm tarihi her taşında
hissettiğiniz yerlerden bahsediyorum.
Pink Palace, yani ikonik Pembe Saray,
bundan yüz yıl sonra da evrenin merkezi olacağını
gösterircesine sakin bir görkemle bizi karşılayan
o nadir yerlerden biri işte.
MODA GÜ
48/49/50/51/52
FLORAL DESEN • BACK TO SCHOOL • DALi RÜZGARI
BU SONBAHAR VE KIŞ ÇEKİM ALANINA GİRECE⁄İMİZ TRENDLER NELER ?
FLORAL DESEN
Son bir kaç sezondur solmayan çiçekler bu kış da tüm ihtişamıyla
yer yer baskı desenlerde, bazen de nakışlarda hayat buluyor.
Romantik ruh bu kış üzerimizden düşmüyor.
Hazırlayan: Melis Oğuz
www.melisoguz.co
ÜNLÜGÜ
• MASKÜLEN • LÜKS DETAYLAR • AYAKKABI • ÇANTA
BACK TO SCHOOL
Yeni sezonda hepimiz okullu oluyoruz. Seneler önce arkamızda
bıraktığımız lise eteklerimize yeniden kavuşuyoruz. Pötikare ve
ekoseye dolabınızda yer açın!
DALi RÜZGARI
Salvatore Dali bu kış pek
çok desen tasarımcısının ilham
kaynağı. Tüm vücutta veya
detaylarda karşımıza çıkan
bu sıradışı desenler kot
pantalonlarla veya kot
ceketlerle kombinlendiğinde
şık ve spor bir hava yaratıcak.
MASKÜLEN
Son bir kaç sezondur maskülen olan kadınlar bu sezonda da
dişiliklerine kavuşamadılar. Takım elbiseler, erkek yaka ceketler
bu sezondaki maskülen detaylar arasında...
LÜKS DETAYLAR
Her kış olduğu gibi bu kış da
kürk ve danteller bizimle.
Kürklerle ipek gömlek ve
elbiseleri beraber kullanmak
ise sezonun en trendi…
ANIMAL PRINT
Hayvan desenleri artık
vazgeçilmezimiz oldu.
Neredeyse her sezonda
kendine bir yer bulan hayvan
desenleri, bu sezonda
karşımıza kabanlarda,
tulumlarda ve şortlarda çıkıyor.
ÇANTA
Fendi
Kürk detaylı çantaları
yanınızdan ayıramayacaksınız.
Chanel
Dev clutchlar da benim favorilerimden
Dior
Stilletto çizimli portföy sezonun
en dikkat çeken parçaları arasında.
Celine
Pötikare çantalarda da sıkça
karşımıza çıkıcak.
AYAKKABI
Podyumlarda sıkça karşımıza
çıkan asimetrik topukları
bu kış sokaklarda da çokça
görücek gibiyiz. Bunun yanı
sıra dizde çizmeler ve
loaferlar
bu sezonda da bizimle.
TOPRAKTAN
GELEN SAĞLIK...
54/55/56
Organik Yoğurt, Akıllı Ev, Yeşil Bina; Hayatımızdaki yeni terimler..
Peki anlamları ne, dünya neden bunlarla ilgileniyor ?
Şimdiki dünya trendi, gıdada da gördüğümüz
gibi, önce “bildiklerimizi unutmak”, sonra
bulduklarımıza “aa biliyormuşuz” demek. Tıpkı
babaannemizin turşusunu bizim kurmayı
bilmememiz ve bize faydalarını doktorlar
söylerse inandığımız gibi... Yoğurdun faydalarının
ancak probiotikler çıkınca algılandığı gibi...
Mimaride, endüstriyel devrimle birlikte, nüfusu
artan şehirlere daha çok insan sığdırma ihtiyacı
doğunca, çok katlı, çelik ve betonarme yapılar
ortaya çıktı. Zamanla kırsal hayatın binlerce yıllık
bilgileri kayboldu. Şehirlerde yaşayanlar doğaya
ve kırsala geri dönerken kırsaldaki evlerini de
yaşanır şekilde iklimlendirmek için yüksek enerji
tüketen çağdaş yöntemlere başvurdular. Sağlığı
ve sürdürülebilirliği tehdit eden iklimlendirme
sistemleri ile bir takım yeni hastalıklar da gelişti.
Klima soğuğundan üşütmeyenimiz, astımı
azmayanımız, alerjilerle boğuşmayanımız yoktur
sanırım, bir de kas ağrılarını unutmayalım... Hele
kışın fazla ısıtmadan bu sefer damar hastalıkları
yaşayanlar ? Filtrelerde üreyen bakteriler.. Yüksek
faturalar ise cabası, tabii faturanın yüksek olması
demek, çok enerji kullanımı demek, doğal
kaynakların tüketilmesi, yok edilmesi demek...
Çağımızda görülen bu ekolojik çöküş ve sağlık
problemlerine en güzel çözümlerden biri 10.000
yıldan eski Çatalhöyükte kullanılan; Urartular’dan
bu yana 3000 yıldır depremelere meydan
okuyan Van kalesi gibi : Kerpiç yapılar.
Yazı:
Neslihan Işık
Kerpiç deyince akla hemen ne geliyor ? Çamur ?
Eski köylerdeki yıkılmak üzere olan neredeyse
100 yıllık evler? Avustralya, Amerika ve birçok
ülkede ise akla müzeler, okullar ve harika
malikaneler geliyor... Doğaya ve insan sağlığına
katkı geliyor...
“Can boğazdan gelir” sözü, yada yeni değişiyle
“ne yersen o’sun” ilkesiyle yediklerimize dikkat
ediyoruz. Nerede yetiştiğinden tut, kimin
topladığı, nasıl işlem görüp, bize nasıl ulaştığına
kadar tüm detaylarıyla ilgileniyoruz. Sağlığımıza
dikkat ediyoruz, spora gidiyoruz.
“Ya evlerimizin mekan şartları ne kadar sağlıklı ?”
Vücut ısımızın dengede kalabilmesi için ortam
sıcaklığının 18-24 derece arasında ve nem
yüzdesinin 40-50 arasında olması gerekiyor.
İşte Kerpiç tam bu noktada insan sağlığı
üzerindeki hünerini gösteriyor. Toprak ve başka
minerallerin karışımı olan kerpiç, ısı izolasyon
değeri yüksek, doğal olarak nefes alan bir
malzeme. Bu özelliği ile mekanı insan sağlığı için
ideal nem seviyesinde tutuyor. Isı depolama
özelliği ile de dışarısı sıcak iken içeriyi serin, dışarısı
soğuk iken çok az bir ısıtma ile içeriyi sıcak
tutabiliyor.
University of New Mexico, Albuquerque New Mexico, USA
Mimar Antoine Predock
Kerpiç evler, sağlık için tadı kötü bir şurup içmek
gibi de değil. Sağlıklı olan çirkin olacak diye bir
kural yok. Doğal kaynakları sınırlı bir ada olan
Avustralya’da ve Kanada, Almanya, Fransa gibi
ülkelerde mimarlar malzemenin enerji tasarrufu
ve sağlığa katkılarını keşfettiklerinden beri,
Kerpiç’ten müzeler, okullar ve muhteşem
mimaride evler tasarlıyorlar. Ev ve bina sahipleri
de bu malzemeyi talep ediyor. Yani A+ enerji sınıfı
buzdolabı almak gibi ya da rüzgar gülü kullanmak
gibi tasarruf zincirinin bir parçası oluyorlar.
Amerika’da da New Mexico eyaletinde ise yapı
standartları sadece kerpiçe izin veriyor.
Earth House, Avustralya
Mimar Jolson Architecture Interiors
TarraWarra Museum of Art, Avustralya
Mimar Allan Powell
Farklı renkte, şekilde ve malzemede bina
yapmak, doğal kaynakları ve gelenekleri koruma
yasalarına göre yasak.
Van Kulesi
Kerpiç mimari üzerine 25 yılı aşkın süredir
araştırmaları olan annem Prof. Dr. Bilge Işık’ın
yaptığı pilot yapılar, yürüttüğü deprem güvenliği
deneyleri, iç ve dış duvar ısısı ölçüm istatistikleri,
Anadolu’da insanların 10bin yılı aşkın süredir
sağlıklı ve depreme dayanıklı evlerde yaşadığının
kanıtı.
Şimdi, dünyanın peşinden koştuğu, çağdaş
inşaat teknikleriyle üretilen kerpiç, bir yeşil bina
olarak, sağlık ve sürdürülebilirlik algısı yüksek
akıllı evlerde, özel villa ve toplu konutlarda
neden bir “marka” olmasın ?
Daha fazla bilgiye 11-12 Eylül 2013 tarihleri
arasında İstanbul Aydın Üniversitesi, Florya
Yerleşkesi’nde gerçekleşmiş olan, ulusal ve
uluslararası bilim kurulu UNESCO çerçevesinde
kurulan ICOMOS kerpiç yapılar bilim kurulu
ISCEAH üyelerinin sunuş yaptığı kerpiç'13 - New
Generation Earthen Architecture: Learning from
Heritage (Yeni Nesil Kerpiç Mimarisi:
Mirasımızdan Ders Alma) kongresinin linkinden
ulaşabilirsiniz: www.kerpic.org/2013
New Mexico Adobe
Earthstructures
HILLSIDER
LIKES
58/59/60/61/62
GUCCI
KÜPE
GUCCI
ÇANTA
EMPORIO ARMANI
ÇANTA
TWEEN
AYAKKABI
GUCCI
KEMER
Ünlü Markaların Bilinmeyen
İLGİNÇ ÖZELLİKLERİ
64/65/66
Zara, Lacoste,
Toblerone...
BU SONBAHAR VE KIŞ ÇEKİM
ALANINA GİRECE⁄İMİZ
TRENDLER NELER ?
FLORAL DESEN
Son bir kaç sezondur solmayan çiçekler bu kış da tüm
ihtişamıyla yer yer baskı desenlerde, bazen de nakışlarda
hayat buluyor. Romantik ruh bu kış üzerimizden
düşmüyor.
Her markanın kendine göre bir hikayesi vardır.
Çoğu zaman bir rastlantı, ya da marka sahibinin
hayatında iz bırakmış bir anı, bir olay o markanın
ismini ya da tasarımını belirler. Bu dünyaca ünlü
markalar için de böyle…
Bir rastlantı, bir iddia ve bir şehrin sembolü
dünyanın üç ünlü markasına ilham kaynağı olmuş.
Zara, Lacoste ve Toblerone’un pek de bilinmeyen
yönlerini öğrenmek istiyorsanız,
takip eden birkaç sayfaya göz atmanız yeterli..
Zara’nın adı neden Zara?
Amancio Ortega, 1975 yılında İspanya’nın
kuzeydoğusundaki La Coruna’da ilk tekstil
mağazasını açacağı için çok heyecanlıydı.
Üstelik mağazasına şahane bir de isim bulmuştu.
Markası adını, seyredip çok beğendiği,
başrolünü Anthony Quinn’in oynadığı “Zorba”
filminden alacaktı. Mağazanın girişine ZORBA
yazdırmak için paraya kıydı ve harflerin özel
kalıbını döktürttü. Çevreye de birkaç hafta sonra
mağazanın açılışını duyuran flyerlar dağıttı.
Bu flyerlardan birisi aynı mahalledeki bir bar
sahibinin eline geçti. Barının ismi Zorba’ydı ve
aynı mahallede iki Zorba biraz fazla olacaktı.
Bar sahibi Amancio Ortega’nın kapısında bitti ve
“Son gelen ismini değiştirir” mesajı verdi.
Ortega’yı bir düşünce alıverdi. O kadar para verip
harf kalıpları yaptırmıştı. Mecburen Z, O, R, B, A
harfleri arasından bir kelime üretip mağazasına
bu ismi verecekti. Markanın “Z” harfiyle
başlamasını istiyordu. Geride kalan harfleri farklı
kombinasyonlarda denedi. ZARA ortaya çıktınca
da bu ismin tınısını ve söyleniş basitliğini sevdi.
Tabelacıyı arayıp, O ve B harflerini iptal etti.
A’dan iki adet sipariş verdi.
Yazı : Burak Işık
Twitter : @BurakISIK_
Blog : marka123.com
Bugün dünyada 1700’e yakın mağazası bulunan
Zara markası böyle doğdu. Bugün 76 yaşında olan
Amancio Ortega, Forbes’a göre İspanya’nın en
zengin kişisi; milyarderler listesinde ise dünyada
5. sırada.
Lacoste’un sembolü neden timsah?
Lacoste’un ünlü timsahını bilmeyen yok, ama
hikayesini çok az kişinin bildiğini tahmin
ediyorum. Bilenlerden duymadıysanız, buyrun
size Lacoste timsahının hikayesi...
Timsahlı kısma geçmeden Lacoste isminin
dönemin ünlü Fransız tenis oyuncusu Rene
Lacoste’tan geldiğini belirtmem lazım. Birçok
kişinin “Lacoste” kelimesinin Fransızca’da
“timsah” anlamına geldiğini sandığını biliyorum.
Not olarak düşelim ki, bu doğru değil.
Rene Lacoste’un Davis Kupası’nda takım
arkadaşlarıyla birlikte Fransa’yı temsil ettiği
dönemler.... Önemli bir maç öncesi Fransa
takımının kaptanı Rene’ye maçı kazanması
halinde kendisine timsah derisinden yapılmış bir
çanta hediye edeceğini söyler. Bu da basının
diline dolanır.
Rene sonuçta maçı kaybeder ama kendine bir
ünvan kazanır: “Timsah Rene“. Bu lakabı
benimseyen Rene de o günden sonra korta
ceketinin cebine dikili bir timsah armasıyla çıkar.
Rene Lacoste yıllar sonra iş hayatına atılıp, kendi
ismiyle bir marka yaratmaya karar verdiğin de,
timsah ister istemez akla gelen ilk marka
sembolü olur. Ve bugün bildiğimiz logo ortaya
çıkar: Majiskül karakterlerle yazılmış baskın bir
Lacoste’un üzerinde ağzını açarak avını bekleyen
bir timsah amblemi…
Toblerone çikolatasının ambleminde bir ayı
saklı olduğunu farketmiş miydiniz?
Yurt dışından dönüşlerin bir numaralı “hediyesi”,
Duty Free mağazaların gözbebeği, yayvan piramit
şeklindeki kutu tasarımı ile dikkati çeken
Toblerone çikolatası, İsviçre’nin Bern şehrinde
doğmuş.
Toblerone Logosu’nu ise majiskül, kontürlerle
boyutlandırılmış kırmızı harfler ve
Alpler’den Matternhorn Dağı oluşturuyor.
Ve o dağın içerisinde ayakları üzerine kalkmış
bir ayı gizleniyor.
“Neden?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
TOBLERONE marka isminin içine gizlenen şehrin,
yani Bern’in sembolü bir ayı da ondan.
Popüler kültür... Sanırım kendisine haksızl vvk etsek de en kaba tarifi bu.
COMIC CON
68/69/70
Yazı:
Cihan Ünalan
www.cihanunalan.com
Bu bölümde fuarın olduğu 4 gün boyunca bütün
Amerika kapsamında mağazalarını kapatıp,
tüm stoklarını oraya getirmiş mağaza sahipleri
bulunuyor. Onların standlarında yeni piyasaya
sürülecek ürünlerden ziyade,
yeni eski halen satışta olan ürünler var.
İşte burada hiç beklemediğiniz vintage ve koleksiyon
değeri olan ürünleri bulmanız veya senelerden beri
arayıp, artık üretimden kalktığı için bulamadığınız
heykelleri, oyuncakları çok daha ucuza almanız olası.
İnsan gezerken gerçekten
her şeyi almak istiyor ve kendinizi bir anda eliniz
kolunuz dolmuş bir halde bulabiliyorsunuz,
o yüzden mutlaka girişte ücretsiz dağıtılan sırt
çantalarından almayı unutmayın!
Çizgi roman sayfalarını
süsleyen yüzlerce, belki
binlerce süper kahramandan,
bunların milyonlarca dolarlık TV
dizileri ve sinema filmlerine,
koleksiyonerlerin hayalleri olan
heykelleri ve figürlerinden,
dinlemeye doyamadığımız film
müziklerine sonsuz bir dünya
bu.
Aslında yaratıcılık ve sanatkarlıkla dolu bir güç
bu, çünkü bir şekilde biraz içine girdiğiniz zaman
kendinizi siz de bir şeyler yaratmak isterken
buluyorsunuz. Sizi daha iyi ve daha güzel şeyler
yapmak için zorluyor adeta. Normal şartlarda
bütün bu dünyayı tek bir seferde görebilmeye,
anlayabilmeye pek imkan olduğunu
söyleyemeyiz, haliyle bütün filmleri ve dizileri
izlemeye,
binlerce çizgi romanın hepsini okumaya kimsenin
vakti yok. Ama bu dünya başından beri
söylediğim gibi standart bir yer değil. O yüzden
eğer bu dünyayı merak ediyorsanız veya zaten
çoktan gönlünüzü kaptırmış milyonlardan
biriyseniz sizi tek bir adres bekliyor: San Diego
Comic Con Fuarı.
Her sene düzenli olarak yapılan San Diego
Comic Con’un ilki 1970’de düzenlenmiş. İlk
zamanlarda özel olarak sadece çizgi roman fuarı
olan Comic Con, daha sonra popüler kültürün
istilasıyla bambaşka bir şeye dönüşmüş.
Bugün Comic Con’da çizgi romanların haricinde,
korku, animasyon, anime, manga, oyuncak,
koleksiyoner ürünleri ve aklınıza gelip
gelemeyecek birbirinden renkli sonsuz içeriğe
rastlamak mümkün. Her sene ortalama
100.000 – 130.000 kişi arasında ziyaretçiye
kapılarını açan Comic Con’da, sadece yapılan
alışverişten kazanılan miktar, 2012 senesi için
175.000.000 dolarmış! Yani kişi başına düşen
yaklaşık harcama ortamalama 1.750 dolar ve
bunun içine konaklama, yeme içme gibi giderler
dahil değil. Sadece bu rakamlar bile, aslında bu
dünyanın ne kadar büyük bir sektöre hizmet
ettiğini anlamak için yeterli.
Uçağınızdan inip otele yerleştiğinizde dikkatinizi
çeken ilk şey otelde kostümleriyle, çeşitli film veya
çizgi kahraman t-shirtleriyle dolanan insanlar oluyor.
Yanlış anlamayın bunlar çocuk değil,
dört günlük fuarı dolu dolu yaşamaya gelen bu
dünyaya gönül vermiş yetişkin insanlar. İlk başta
biraz şaşırtıcı gelmesine ragmen, fuar binasına
ulaştığınızda bunun aslında hiçbir şey olduğunu
anlıyorsunuz. Taksiden inip başınızı kaldırıp fuar
binasına baktığınız zaman daha içeri girmeden bile
sizi nasıl bir dünyanın beklediğiyle ilgili heyecana
kapılıyorsunuz. Sanki bir film setine girmek gibi, ama
tek farkı belli bir konu üzerine değil bu film.
Üçüncü ve son bölüm daha
çok sanat başlığı altında değerlendirilebilir.
Burada fuarda stand açmış artistler ve
bu artistleri temsil eden galerileri bulabilirsiniz.
İşte buralarda gerçekten kendinizi kaybetmemek
elde değil çünkü orijinal içeriğe sahip,
normalde medyada rastlamadığınız birçok artwork
sizlere sunuluyor. Binlerce dolara satılan super
kahramanlarla süslenmiş tablolar ve heykellerden,
vintage çizgi roman müzayede evlerine kadar birçok
şey burada.
Fuar binasının alt katında bu zengin
dünya devam ederken, üst katta ise bambaşka
bir şeyler oluyor. İkinci katta bulunan onlarca panel
Bugüne kadar gördüğünüz bütün filmler, bütün
odası ve konferans salonunda dünyaca ünlü
diziler, çizgi romanlar ve çizgi filmlerdeki
çizerlerden çizim teknikleri dersleri, 2014 Marvel
karakterleri bir araya toplayıp bir set hazırladıklarını
filmleri, 3D karakter tasarımı incelemeleri,
düşünün. İşte arabadan adımınızı attığınızda böyle
Wolverine vb. çizgi roman filmlerinin ön gösterimleri
bir ortam içinde buluyorsunuz kendinizi.
gibi heyecan verici konularda birçok sunum devam
ediyor. Bunları Comic Con basılı programlarından
Bir tarafta filmdeki kalitesine eşdeğer
veya iphone uygulamalarından takip edip, önceden
kostümleriyle, yan yana dolaşan Batman ve
hangilerine gidileceğini belirlemek şart çünkü son
Bane’den, diğer tarafta yarı çıplak rengarenk
anda gidip yer bulmak kesinlikle mümkün değil.
kıyafetleri ve aksesuarlarıyla dolaşan manga
karakterlerine, bir anda arkanızdan sirenlerini
Dört günü de bitirip, Comic Con’a veda ettiğiniz
çalarak geçen Hayalet Avcıları arabasından,
noktada insanı en çok etkileyen şeylerden bir tanesi,
iki insan boyunda mekanik robotlara kadar
tek bir binanın içinde nasıl bir
aklınızı oynatacağınız şeylerin içinde buluyorsunuz
kreatif gücün toplanabildiği oluyor.
kendinizi. Daha sonra cesaretinizi toplayıp
Fiziksel olarak bunu hissediyorsunuz ve sizi de
yavaş yavaş içeri giriyorsunuz ve esas macera
yaratıcı olmanız için adeta teşvik ediyor.
burada başlıyor... Adımınızı içeri attığınızda,
toplanma alanlarını da geçip fuar alanına
Uzun uçuş saatleri ve mesafelere karşılık eğer
girdiğinizde ilk başta içinde bulunduğunuz binanın ve
bu dünyalara biraz olsun meraklı biriyseniz
bütün fuarın büyüklüğünün farkına varıyorsunuz.
San Diego Comic Con mutlaka görmeniz gereken bir
Ucşuz bucaksız uzanan, yaklaşık 40 koridordan
şölen ve eşi benzeri kolay kolay bulunamayacak
oluşan mekanı zaten tek bir günde bitirmeye imkan
türden bir hayat tecrübesi.
yok. O yüzden zamanı iyi kullanmak önemli.
En güzel işleyen sistem, açılış gününden bir gece
önceki ön gösterim gecesine katılıp, genel olarak ne
olup ne olmadığına baktıktan sonra esas
dört günü buna göre planlamak.
Temelde üç ana alandan oluşuyor fuar alanı.
En büyük kısım ortada DC Comics, Dark Horse,
Marvel gibi dev çizgi roman yayıncıları ve
Sideshow, Hot Toys, Toynami, Gentle Giant’a
ayrılmış. Esas büyük eventler hep buralarda oluyor,
o yüzden bu bölümü yakından izlemek lazım.
Önümüzdeki sene satışa sunulacak heykeller ve
oyuncakları, 2014 itibariyle başlayacak yeni çizgi
roman serilerini, bu serilerin çizerlerinin canlı
performanslarını ve çok daha fazlasını bu
bölümlerde görmek mümkün. İkinci kısım aslında
büyük bir hazine avı gibi.
Onlar Kendi Hikayelerini Yazdılar;
HILLSIDE
CHALLENGERS
72/73/74/75/76
Kimi daha küçük yaşlardayken tanışmış sporla,
kimi okul yıllarında fırsat bulabilmiş ancak.
Kimi ise 30’larından hatta 40’larından sonra almış hayatına
sporu. Hepsinin hedefi aynı. Zor olana “meydan okumak”,
başarmak, kendini iyi hissetmek...!
Bu söyleşi Hillside City Clublar’daki “zora meydan
okuyanlar”ın yani “Challenger”lardan bazılarının başarı
öyküleri,
hisleri üzerine... Onlar profesyonel sporcular olmamalarına
rağmen, amatör bir ruhla kendi “challenge”larını belirliyorlar,
çoğumuzun hayret ve takdirle karşılayacağımız bir
mücadele veriyorlar ve çabalarını anlamlandırıp gerçekten
başarıyorlar.
İşte o an, her şeye bedel olan an!
Birçok koşucu sadece bu maratona girmeye hak kazanmak
için senelerce çalışır. O denli önemli bir “challenge” sayılır. Bu
maratonu 2013’de 4 saatte tamamladım ve bu derecemle
tekrar Boston Maratonu’nu koşmaya hak kazandım. Yani
2014’de de tekrar koşabileceğim.
Boston Maratonu’na hazırlanmak kendi başına bir “challenge”
oldu. Oldukça zor bir parkurda, büyük ve hırslı bir kalabalık ile
(26.000 kişi), değişik bir iklimde ve farklı bir kıtada koşmam
gerekiyordu. Yarıştan 12 hafta önce hazırlanmaya başladım.
Koştuğum haftalık mesafelerin ve tempoların arttığı zorlu bir
program izledim. Her hafta bir uzun mesafe (27 km-35 km
arası) koşuyordum. Bu uzun ve yorucu antrenman döneminde
hem ailem, hem de arkadaşlarım (özellikle maraton koşan,
spor yapan arkadaşlarım) hem de tabii Hillside eğitmenlerimiz
destek ve moral verdiler.
Seyhan CİVANLAR
Elektrik ve
Elektronik Mühendisi
Yaş: 57
2008’den beri Hillsider
Röportajlar:
İklima Doğan/Serra İnce
Fotoğraflar:
Kişisel arşivlerden
Her zaman spora oldukça meraklıydım. Senelerdir haftanın
4 günü spor yaparım. Ama koşuya olan merakım son 5
senedir.
Ilk defa bır yarışa 53 yaşında ve 2009 Avrasya Maratonu’nda
15 km koşarak başladım. Daha sonra da birbiri ardına birçok
yarı maraton (21 km) koştum. 2011’de Runtalya Maratonu’nda
21 km’de 1:52’lik derece ile yaş grubumda Türkiye rekorunu
kırdım ve yine aynı yıl Miami Yarı Maratonu’nda 280 kadın
arasından 5. olarak dereceye girip kürsü madalyası aldım. Bu
performanslarımdan sonra maratoncu arkadaşlarım tam
maraton da koşabileceğime beni ikna ettiler. İlk defa 2011
Ekim ayında Avrasya Maratonu’nu 3 saat 58 dakikada
koşarak yaş grubumda bu mesafeyi koşan
ilk Türk kadını olarak rekor kaydettim. 2012’de aynı maratonu
tekrar koştum.
Avrasya Maratonları’nda yaptığım derecelerle 2013 Boston
Maratonu’nu koşmaya hak kazandım. Biliyorsunuz Boston
Maratonu sadece en iyi koşucuları (daha önce koştukları
maratonlarda yaptıkları derecelere göre) seçtiği için
dünyanın
en prestijli maratonu sayılır.
En büyük motivasyonum koşucu bayan arkadaşlara örnek
olabilmek oldu. Zira benim yaşımda bu mesafeleri koşabilen
kadın sayısı hem Türkiye’de, hem de dünyada parmakla
sayılacak kadar az maalesef. Onlara, bu “challenge”ı bir Türk
kadını olarak başarabileceğimizi gösterebilmek ve daha genç
nesle örnek olabilmek benim için kesinlikle en önemli
motivasyondu.
Yarışma çok heyecanlıydı. Adeta sınava giren bir çocuk
gibiydim. Onca ay hazırlanmıştım. Ve işte oradaydım ve
koşmak üzereydim. Hava nefisti. Kalabalık coşku içindeydi. 42
km boyunca seyircilerin yaptığı tezahürat ve özellikle
parkurun zorlaştığı yerlerde gördüğümüz seyirci desteği
inanılmazdı. Başından sonuna kadar zevkle ve sevinçle
koştum. Ben bitirdikten tam 5 dakika sonra bildiğiniz gibi
finish’te iki bomba patlamasıyla yüzlerce insan yaralandı ve
6.000 kişi maratonu bitiremedi.
Derin bir üzüntü veren bu olaya rağmen madalyama her
baktığımda tekrar büyük gurur ve mutluluk duyuyorum.
Mottom her zaman ‘çalışan kazanır’ oldu. Yani başarı tesadüf
değildir. Başarılı sporcular emek, zaman, düşünce ve efor
harcarlar.
Ve evet, 2014’de Boston’u tekrar koşabilmeyi istiyorum.
Daha sonra da bir triatlon ve hatta half ironman yapmak
isterim. Bunlara da inşallah diyelim.
Berry NAE
Tekstil
Yaş: 38
2007’den beri Hillsider
2010 Riva parkuru yarışları / 2010 Runtalya 42 K Maraton
2011 Runtalya 21 K Yarı Maraton / 2012 Amsterdam 42 K
Maraton
2012 Kıbrıs 21 K Yarı Maraton Bayrak Yarışı
2012 Avrasya 42 K Maraton / 2012 Caddebostan Sprint
Triatlon
2013 Geyik ve Aydos Patika yarışları
2013 Yalova Sprint Triatlon / 2013 Antalya Olimpik Triatlon
2013 Runtalya 42 K Maraton / 2013 Norveç 70.3 Ironman
(1.9 K yüzme, 90 K bisiklet, 21.1 K koşu)
Bundan önceki spor hayatım halı sahada futbol oynamak,
okul yıllarında basketbol oynamak ve stadyumda maç
izlemekten ibaretti. 2008 yılı sonlarında kilo vermek
amacıyla üye olduğum Hillside City Club-İstinye
hayatımda önemli değişikliklere yol açtı. İlk olarak 6 ay
içinde 25 kilo verdim ve daha sonra kilomu korumak için
düzenli bir spor hayatım oldu. Bu süre zarfında
kondüsyonum arttı, kısa mesafe koşu yarışlarına katıldım
ve daha sonra uzun mesafe yarışları ile devam ettim. Her
yarış bir öncekinden daha
iyi derece yaptım ve kendime güvenim arttı. Hep daha
iyisini yapmak istedim ve hedefime ulaşmak için daha çok
çalıştım.
Maraton koşmaktan farklı bir şeyler yapmak istediğim
için triatlon ile ilgilenmeye başladım. Bu sporu seçmemde
kulüp müdürü
Ali Rıza Bilal ve eğitmenlerinden Göksen Çınar'ın payı çok
büyüktü. Ülkemizde maalesef çok yaygın değil ama
onların bizlere örnek olduğu gibi bizlerin
etrafımızdakilere güzel bir örnek olacağımızdan, her
geçen gün katılımcı ve izleyici sayısının artacağından
eminim. İçinde yüzme, bisiklet ve koşu
etapları bulunuyor. Fakat hazırlanma süreci hiç de kolay
değil. Haftada 17 saatlere varan antrenmanlar...
Ama güzel tarafı antrenmanların sürekli çeşitlilik göstermesi
ve grup bisiklet sürüşleriydi. Her gün yapacağınız
antrenmanın süresi ve seviyesi önceden belli olduğundan
buna göre programlanıyorsunuz. Çok daha düzenli ve
disiplinli bir hayatınız oluyor. Başarmak ve takdir edilmek ise
kendinize olan güveninizi inanılmaz arttırıyor. u ana kadar
koştuğum en uzun mesafe Norveç 70.3 Ironman oldu. Half
Ironman mesafesi koşmak için kendimi yeterli görmüyordum.
Ama eğitmenlerimin verdiği destekle yapabileceğime
inandım. Çok yoğun ve sıkı bir antrenman süreci geçirdim.
Günde çift idman ve hafta sonları grup ile birlikte yapılan
uzun antrenmanlar...
Belirli bir program dahilinde aile ve iş hayatınızı dengede
tutarak 4 ay boyunca hazırlanmak kolay bir süreç değil tabi ki.
Sabahları 05:30 antrenman başlıyor, arkasından işe, tekrar
antrenmana ve eve yemeğe. Çocuklarla daha fazla vakit
geçirmek için kuvvet egzersizlerini bazı akşamlar evde
yapıyordum. Ufaklıkları da yanıma alıp, şınav ve mekik
hareketlerini birlikte yapıyorduk. Onları da ufak yaşta spora
alıştırıyordum. Motivasyonum başarmak, en büyük
destekçim ise eşim oldu. Norveç triatlonu yüzme etabıyla
başlıyordu. Benim en zayıf olduğum branş.
Bu nedenle Ocak ayından derslere başlamıştım. Koşu ise en
iyi olduğum alandı. Planım yüzmede kaybedeceğim zamanı
koşu ile telafi edip bisikleti de iyi çevirip, güzel bir derece
yapmaktı.
Ama yarışa öyle motive olmuştum ki, her branşta
planladığımdan çok daha iyi derece yaptım, özellikle de
yüzmede. Sonunda 1.350 kişi içinde 360. olmuştum. Yarışı
bitirdiğimde başarmanın verdiği mutluluğun tarifi yoktu ve
bütün zorluklara değerdi. Durmak yok, devam diyorum...
Ozan Yeniçeri
Finans
Yaş: 33
2007’den beri Hillsider
Seastanbul ve Forestanbul organizasyonları, 2013
Runantalya’da 21km, Bu Kızlar Nereye Koşuyor ve Team
Istrunbul Running Academy gibi koşu grupları ile haftada
birkaç gün
sabah-akşam koşuları ve haftada 3 gün cycle derslerinden
oluşan bir program uyguladım. Hillside Etiler’den ve
Istrunbul’dan maratona katılacak olan arkadaşlarımla birlikte
spor yapmak ve
Paris gezisini planlamak sanıyorum en büyük motivasyon
kaynağı oldu benim için.
Üniversite yıllarında sporla ilgilenmeye başladım, ancak spor
yapmaya asıl başlama tarihim Hillside üyesi olduğum
gündür… Spora ağırlık egzersizleri ile başladım ancak
zamanla koşu ve bisiklet gibi kardiyo ağırlıklı antrenmanlara
kaydım ve halen de ağırlıklı olarak elimden geldiğince
koşmaya çalışıyorum.
İlk “challenge”ım sanırım 2011 Avrasya Maratonu’nu
koşmamdı, ancak 1 ay gibi kısa süreli bir hazırlıkla girdiğim
maratonu tamamladığım gibi aynı zamanda 6 ay boyunca
koşmama engel olacak şekilde sakatlandım da. O yüzden 2011
Avrasya Maratonu benim için “challenge”tan ziyade
antrenman ve hazırlık programlarının önemini anlatan bir ders
olarak yer alıyor hatıralarımda. 2012 Lykia Hillsider Challege’a
katılmak üzere Hillside City Club-Etiler takımına seçildim ve 6
ay süreyle Hillside antrenmanlarına katıldım ama bu
“challenge”da da beni bir hayal kırıklığı beklediğini, elde
olmayan sebepler sonucu bu organizasyona katılamayınca
öğrenmiş oldum. Son olarak alnımın akıyla tamamladığım
“challenge”, 2013 Paris Maratonu’dur.
Paris Maratonu hem katılımcıların çokluğu hem de 42 km’lik
parkur boyunca izleyicilerin durmak bilmeyen tezahüratları,
yol kenarında çeşitli tarzda grupların açık hava konserleri ile
unutulmaz bir anı oldu. Maraton öncesindeki heyecan, yarış
başladıktan sonra yerini Paris’i ilk kez koşarak dolaşmanın
zevkine bırakırken, bunun ilk 30 km boyunca süreceğini
bilmiyordum.
Son 12 km’lik bölümde sanıyorum her adımımda vücudumun
farklı bir bölgesinden farklı bir acı yükseliyordu ama bitiş
çizgisine ulaştığımda hissedeceğim rahatlama ve sonunda
yemek yiyebilecek olma düşüncesi bana dayanma gücü verdi.
Maratonun veya genel anlamda koşmanın bende yarattığı
hisleri tarif etmem gerekirse aklın ve bedenin birbiriyle savaşı
demem sanırım en doğru tanım olur. Vücudum ‘hadi bırak!
yeter artık bu kadar koştuğun, zorlanma daha fazla‘ derken
aklım sürekli ‘şu kadar km kaldı, bitince nasıl da
rahatlayacaksın, düşünsene’ gibi kuru sözlerle motivasyonumu
korumamı sağlamaya çalışıyordu. Tabi koşu sırasında insanın
kendisiyle baş başa kalıp gündelik hayatta çoğu zaman
üzerinde kafa yormadığı ya da sadece önemsemediği birçok
konuyu da enine boyuna düşünmek için bulunmaz bir fırsat
oluyor ki bu da koşu süresinin farkına varmadan bitmesini
sağlıyor.
(Bu maratondaki hislerimi Bu Kızlar Nereye Koşuyor adlı
grubun tumblr hesabında da özetlemeye çalıştım:
http://bukizlarnereyekosuyor.tumblr.com/post/4834639774
7/pariste-bir-kahraman#notes )
Bugüne kadar birçok “challenge”a katılmayı planlayıp farklı
aksilikler yaşamış biri olarak uzun vadeli gelecek planı
yapmıyorum ? Şu anda bir sakatlık ya da aksilik olmazsa
Amsterdam, Avrasya ve Barcelona yarı maraton ve
maratonlarına katılmayı planlıyorum ama hangilerini
gerçekleştirebileceğimi zaman gösterecek.
Hedeflerim için motivasyonum, hedefimi gerçekleştirdiğimde
hissedeceğim duygular oluyor, sürekli benimsediğim bir
mottom yok ama olsa olsa her spor yaptığımda kulaklarımda
çınlayan
“Feel Good” olur...
Aslı Ergenç
Yönetici Asistanı
Yaş: 36
2001’den beri Hillsider
11 yaşında Enka Spor Kulübü’nde atletizme başladım. 13 yıllık
profesyonel atletizm yaşantımı Fenerbahçe Spor Kulübü’nde
noktaladım. 100 mt engelli ve 100 mt, 4X100 mt yarışlarında
Milli Takım’da yer aldım. 2004 Olimpiyat tanıtımın filminde
yer aldım. Ayrıca 2004 yılında Atina Olimpiyatları öncesi
İstanbul’dan geçen olimpiyat meşalesini taşıyanlardan
birisiydim.
Profesyonel spor hayatımın hemen ardından Hillside üyesi
oldum. 12 yıldır Hillside City Club-Etiler’de spor yapıyorum.
Atletizm Milli Takımı’nda yer alarak Balkan Şampiyonası,
Avrupa Şampiyon Kulüpler yarışmaları gibi çeşitli uluslararası
müsabakalarda yer aldım. Bütün bunlara antrenörümün
desteği ve yönlendirmesi ile düzenli antrenman programı ile
hazırlandım. Bu kadar yoğun, heyecan verici çabanın
sonucunda başarıya ulaştığınız zaman sonsuz mutluluk
hissediyorsunuz. 13 yıllık atletizm hayatımda kendi adıma
birçok başarıya inanarak, isteyerek, hırsla ve çok çalışarak
ulaştım. Bireysel spor yaptığım için zamanla ve başka kişilerle
rekabet hali; kişisel gelişimimde bana hep ayaklarımın
üzerinde durmayı, mücadeleyi ve asla pes etmemeyi öğretti.
Şu anda amatör olarak uzun koşular yapıyorum.
Kısa yarışlara katılarak yarış heyecanımı tekrar yaşıyorum.
Şimdi artık önemli olan; bitirmek ve bundan keyif almak...
Önümüzdeki günlerde Avrasya Maratonu’nda yarışmayı
hedefliyorum. Düzenli olarak antrenman yaparak ve
beslenme düzenini sağlayarak hazırlanıyorum. En büyük
motivasyonum, bu güzel organizasyonlarda yer alarak
yarışı bitirebilmek, arkadaşlarımla birlikte spor yaparken
eğlenmek ve keyif almak.
Nikola Marincic
Gıda İthalatı
Yaş: 46
2010’dan beri Hillsider
Bu yıl gerçekleştirdiğim “challenge” ise Marathon Des Sables
denilen, 6 gün süren, tüm ihtiyaçların sırt çantasında taşındığı,
Sahara Çölü’nde yapılan dünyanın en zorlu koşu yarışı idi.
Bakalım yapabilecek miyim diye kendimi sınamak istedim.
Bu yarış sadece dayanıklılıkla ilgili değil hatta sırf formda
olmakla da ilgili değil (bu yıl 4 kez üst üste şampiyon olmuş
Laurence Klein dördüncü gün yarışı brakmak zorunda kaldı)
Aslında bu yarış kuvvetinizi, sabrınızı ve enerjinizi 6 güne
yaydığınız bir yarış.
Bu yarış bana sabırlı olmayı, azla yetinmeyi ve asla pes
etmemeyi öğretti.
Gençliğimde bir dönem tenis oynamıştım onun dışında ciddi
bir spor geçmişim yok. Buna rağmen diğer taraftan insan
kafaya koydu mu yapamayacağı şey de yok! 2008 yılında
Avrasya’da halk koşusu ile başladım koşuya diyebilirim. Deli
gibi yağan bir yağmurun altında tamamladığım 8 km’lik koşu
inanılmaz hoşuma gitti. Eve bir sertifika ve madalya ile
döndüğümde “artık her yarışta biraz daha hızlı, biraz daha
uzağa gitmek kalıyor” dedim kendi kendime. Böylece
başkaları ile değil kendimle yarıştığım bir spor bulmuştum.
2009’da 10 km, 2010’da 21 km ve 2011’de ilk maratonumu
koştuktan sonra daha zor ne olabilir dedim ve triatlon
yapmaya başladım. 2011 sonunda ilk olimpik triatlonumu
yapınca bu spora aşık oldum.
Derken bunun da iddialısı olan Ironman ile tanıştım. İlk olarak
Belçika’da Half Ironman yaptım yani 1,9 km yüzme, 90 km
bisiklet ve 21 km koşu; yaklaşık 113 km’lik bir yarış! Daha
sonra Singapur’da bir tane daha Half Ironman yaptıktan
sonra Nisan ayında Nice‘te Full Ironman yaptım. Bu; 3,8 km
yüzme, 180 km bisiklet ve 42 km bir maratonla biten, toplam
226 km’lik ve bir günde yapılan en çetin yarışlardan biriydi.
Bu yarışa 8 ayda toplam 3.750 km koşarak hazırlandım.
Haftanın her günü tek, 3 günü çift antrenman yaptım.
Bunun yanı sıra ağırlık çalıştım. Bu arada gıdaları test etmek,
yerde yatmaya alışmak, sırt çantası ile koşmak gibi bir sürü
detayı öğrendim. En büyük destekçim ailem oldu.
Tüm bu antrenmanlar boyunca bir şekilde evdeki vakitten de
çalıyorsunuz ama karım olsun, çocuklarım olsun benim bu
motivasyonumu desteklediler.
Yarış inanılmaz zordu. 52 dereceyi gördüğümüz günler oldu.
Sırtınızda 10 kg’lık bir çanta ile kumlarda, çakıllı arazilerde
durmaksızın koşmak lazım. Bazen geceleyin zayıf fener
ışıklarının altında attığım her adımda bunu niye yapıyorum
diye düşünmeden edemedim! Ama zor da olsa aklınızın bir
yerinde biteceğini
biliyor ve o düşünceye sıkı sıkı sarılıyorsunuz. Sonrasında
tabii ki
büyük bir gurur, başarmışlık hissi… O anılar hepsi harika ve
yaşanılması nadir duygular...
Spora başladığım 40’lı yaşlarımdan itibaren her yıl geçen
yıldan biraz daha ileri gidebilmek benim en büyük
motivasyonum. Amacım uzun yıllar bu sporu yapmak,
kondisyonlu ve formda olmak, çok özel yarışları
yaşayabilmek... Şunu net olarak söyleyebilirim; bu yarışlara
katılabilecek hale gelmek işin en zevkli yanı. Kısacası finiş
çizgisi değil, ona giden yol en keyifli olan...
GOOD
FOR
MEN
78
Sakalın Yeni Kuralları
Takım Elbise & Botlar
Sakalın da ayrı bir cazibesi var... Bunu inkar
etmeyelim. Sakal bırakmak isteyen erkekler için,
bu işin yeni stilini maddeler halinde topladık:
Yağmur ve fırtınaların yaklaşmasıyla botlar
ayakkabıların yerini alıyor. Ancak şehirli erkek
modasının en zorlayıcı parçası olan
takım elbise & bot uyumunu yakalama endişesi
de yağmurlarla birlikte döndü. Bilmeniz gereken
ilk şey tüm botların aynı yapılmadığıdır.
• Çene çizgisi boyunca kısaltma yapmayın.
Bu yüzünüzü daha ince yapmaz.
İkinci çene görüntüsünü artırır.
• Sakalınıza saçınıza davrandığınız gibi davranın.
Buna yıkamak ve bakım yapmak da dahil.
• Sakalınızdaki ilk beyazları keşfettiğinizde
boyaya uzanmayın. Doğal görünmekten
vazgeçmeyin.
• Tarzınız ne kadar detaylıysa ince kesim
çizgiler veya yaratıcı keçi sakallar snop görünme
olasılığınız da o kadar fazla. Abartıya kaçmayın.
• Saç tonunuz ve sakal tonunuz uyumlu
olmayabilir. Pek çok sarışın erkek koyu kahve
sakala sahiptir. Bundan utanmayın. Ewan
McGregor ve
Charlie Hunnam gibi pek çok ünlü isim gibi sizde
sakalınızı gururla taşıyın.
Pek çok iyi marka ve tasarımcı yıllardır kış
botlarına tarz ve şıklık getirme yarışındalar.
Kocaman lastik tabanlı, kare uçlu, gereksiz yere
uzun ipleri olan deriler artık yok. Artık in olan
dayanıklı ama yumuşak deriler, klasik renkler ve
resmi iş ayakkabılarından alınan ilhamla
yaratılan tasarımlar. Geleneksel resmi giyim
kurallarına uyan bu botlar, sahip olduğunuz tüm
takım elbiselere tamamen uyum sağlayabilir.
Tüvit pantolondan flanel t-shirtlere, denim
ceketlere kadar her türlü tarza
uyumlanabilecek ‘resmi giyim botları’ sizin de
mutlaka kış gardırobunuz için seçmeniz
gereken bir parça.
Uyumu yakalamak için tek yapmanız gereken
ise işi basit tutmak. Klasik ve doğal renkler
seçin ve tasarımda abartıya kaçmayın. Kışın
hem ayaklarınızı koruyun, hem de şık görünün.
Şapkalar Dönüyor
İster soğuyan havalar, ister klasik İngiliz
şıklığının çağrısı olsun, şapkalar erkek modasına
geri dönüyor. Trençkot veya yağmurluğunuza
uygun bulduğunuz bir şapka seçmeye bakın,
zira şapkalar sizi sadece çok çekici ve asil
göstermekle kalmıyorlar, bir de böyle özellikleri
var;
• Şapkalar işlevseldir. Doğru şapka sizi doğanın
elementlerine karşı koruyacak ve dünyayla
etkileşiminizi etkileyecektir. Tüm diğer giyim
aksesuarları arasında şapkalar uyandırdıkları
saygı ve itibar hissiyle de benzersizdirler.
• Bir şapka sizi anında diğerlerinden ayırır.
Özellikle de doğru bir şapka, özgüvenle
giyilmişse. Günümüzde fötr şapka gibi şapkalar
giymek nadir şeyler artık. Abartıdan kaçınıp
hafızalarda ‘şapkalı adam’ olarak kalmamaya
dikkat ederek, doğru bir kullanımla kendinizle
ilgili çok daha hatırlanır bir izlenim
bırakabilirsiniz.
• Şapkalar boyunuzu uzun gösterir.
Bir araştırmada, gözlemcilerden şapka giyen
erkeklerin boylarını tahmin etmeleri
istendiğinde sonuçlar gerçek boylardan 5-10
cm fazla çıkmış. Boy, insanlarda uyandırdığınız
saygınlık ve itibarla doğrudan bağlantılı
olduğundan siz
en iyisi kendinize iyi bir şapka seçmeye bakın.
2
Elbise
Kemer
Ayakkabı
Gucci
SONBAHARDA
MUTFAK...
82/83/84
Kıştan hemen önce son kez bahardır artık... Öyle bir ara dönemdir ki bu, hem soğuklar
gelmeden içimizi ısıtan yemeklere eğilim göstermeye başlarız, hem de yazdan kalma ve
en olgun dönemlerini yaşayan sebze ve meyvelerden vazgeçemeyiz. Böyle dönemlerde
hep çorba yapmak gelir aklıma.
Her daim iyi geldiğini hissettiğim çorba mevsimi başlamıştır şimdi. Konservelik
topladığım yeşil domateslerden bile çorba yapmaya başlamışken, közlenmiş biber,
limonlu kök kereviz ve zerdeçallı sarı mercimek çorbası sıraya girdi bile. Bu mevsim,
daha topraksı, daha baharatlı ve daha yoğun lezzetler barındıran malzemeler öne çıkar.
Mantar toplama zamanı Eylül ayı ortalarından sonra başlar. Eylül, sonbaharın besin
değeri en yüksek mantarı için en doğru aydır. Geli Mantarı, Kuzugöbeği, Borazan, Sarıkız,
İstiridye ve Ayı mantarı gibi yabani mantar türlerini semt ve köy pazarlarında rahatlıkla
bulabilirsiniz. Menüde spesiyal olarak mutlaka değerlendirmeye çalıştığım bu zengin
mantar karışımı ile risotto yapılabilir, ince bir dilim biftek üzerine karamelize mantar sos
düşünülebilir ya da barbeküye eşlik edecek iri mantarlardan ızgara yapılabilir.
Mevsimin diğer kahramanları ise sırasıyla; balkabağı en tombul haliyle bekliyordur
tarlada. Körpe ıspanaklar, pazılar, şeker pırasa, kırmızı pancar, boy boy lahana, kök
kereviz, çiçek çiçek karnabahar ve brokoli el ele tezgahtalar artık. Kış gelmeden, yaz
bitmeden demişken mevsimi geçmek üzere olan ve yokluğunda kurusunu yemek
zorunda kalacağımız taze incir’i yemeden sonbaharı bitirmeyelim. Gövdeli bir şarap
eşliğinde şarküteri ile kombine edilmiş taze incire serin bir sonbahar akşamında veda
edebiliriz.
Hazırlayan:
Pelin Çakar/Lucca
Fotoğraflar: Selin Sönmez
Yaban Mantarlı Risotto
Karabiber Soslu Izgara Biftek, Patates Püresi ile
Serrano Jambon'u ve Taze İncir Tabağı, Antep fıstığı ile
LEOPAR
AŞKI
Modanın kendinden eski,
doğanın en vahşi güzelliklerinden
birinin ehlileşmiş hali, binlerce yıldır
gücün, zenginliğin ve keskin bir
zarafetin sembolü... Tüm ihtişamıyla...
Leopar deseni.
Dolce & Gabbana’ın Leoparı
iPad’inizi Koruyor
Günümüzde gittiğiniz her yere
bir tablet bilgisayar götürmek artık
neredeyse bir gereklilik oldu.
Dolce & Gabbana’nın çarpıcı
iPad çantası hem tabletinizi
yumuşacık leopar desenli iç
kaplaması ile koruyor, hem de
dikkat çekici bir stil beyanı olarak
nefes kesiyor.
Altın kol zinciri, kaliteli deriden
kaplaması ve ekstra cepleri ile
iPad’inize lüks bir dokunuş
sunan çanta, Dolce & Gabbana’nın
evcil leoparını elinizin
altına veriyor.
http://www.trendhunter.com/
trends/dolce-gabbana-sequined-le
ather-ipad-case#
Zamanın Vahşi Bekçisi
Dünyanın en değerli saat
markalarından Rolex de leoparın
büyüsüne kapılan markalardan.
Her zaman arzulanan leoparın
vahşi çekiciliğini 48 pırlanta ve 36
parça baget konyak safirle
süsleyen Rolex,
Cosmograph Daytona Leopard kol
saatini yarattı.
Paha biçilmez saatin kayışları bile
leopar deseni taşıyor.
http://www.trendhunter.com/
trends/rolex-cosmograph-daytona
-leopard-watch
Coca-Cola’nın
Kükreyen Şişeleri
İtalyan moda tasarımcısı
Roberto Cavalli Coca-Cola için
sınırlı sayıda üretilen çok özel bir
seri tasarladı. Kendisinin çok iyi
tanındığı egzotik detayları, doğanın
çekici desenleri ile birleştiren
Cavalli hayvan kürkü görünümü
taşıyan üç ayrı şişe tasarladı.
Serinin en dikkat çekici parçası,
tüm güzelliğiyle Coca-Cola markası
tarafından ehlileştirilmiş gibi
görünen çarpıcı leopar desenli
şişeydi.
http://www.trendhunter.com/tren
ds/diet-coke-roberto-cavalli
Bieow!
Rapçiler de Kedi Sever
Leoparın cezbedici renkleri herkesi
baştan çıkarıyor. Dünyanın en çok
konuşulan pop starlarından
Justin Bieber’da, benekli büyünün
çağrısına karşı çıkamayanlardan.
Audi R8 model arabasını
125.000 euro’ya leopar deseniyle
kaplatan ünlü şarkıcı, yırtıcı
güzellikteki görkemli kedinin
renklerini gardırobundan de hiç
eksik etmiyor.
Dünyanın en büyük rapçilerinin
kendilerine has tarzları,
çok uzun zamandır hayranları
tarafından özümsenip, taklit
edilmiştir. Tyga’nın Reebok işbirliği
ile üretilen T-Raww ayakkabıları,
Tyga fanlerine rapçinin vahşi
adımlarını takip etme fırsatı
veriyor.
http://www.justinbieberzone.com/
2013/06/justin-bieber-leopard-pri
nt-car/
http://www.trendhunter.com/tren
ds/tygas-traww
ART BLOG
2 Sanatçı
2 KEYİFLİ SÖYLEŞİ
88/89/90
Arda Yalkın
Arda; 1974 Ankara doğumlu.
Bilgisayar ve müzikle ilgilenmeye
başlaması ortaokul dönemlerime
denk geliyor. Commodore, amiga,
8086 işlemciler... Sırasıyla Anadolu
Üniversitesi Turizm ve
Ankara DTCF Arkeoloji/Restorasyon
bölümlerini son sınıflarında müzisyen
olmak için bırakmış. 1999 yılında gitar
çalmak için gelip gittiği İstanbul'a
yerleşmiş. Bir süre ses teknolojileri
üzerine çalışıp, 2004 senesinde video
ve animasyonla ilgilenmeye,
fotoğraf çekmeye başlamış.
Bugün pek çok sergiye ve uluslararası
sanat fuarına katılan, işleri iç titreten
bir sanatçı Arda Yalkın.
Röportaj : Çağla Cabaoğlu
Fotoğraflar : Sanatçıların arşivinden
Sanata bu kadar dalarken motivasyonunuz
neydi? Bize biraz yaptıklarınızdan
bahseder misiniz ?
Motivasyonum Cold Cut'ı canlı izlemekti.
O zamanki ekibimle Şebnem Ferah, Tarkan,
Mor ve Ötesi, Pentagram, Sertab Erener gibi
yerli ve yurt dışından bir sürü ünlü müzisyen için
sayısız canlı video performansları
gerçekleştirdim.
Tüm bu tecrübeler analog/sayısal ses ve görüntü
işlemenin değişik yönlerini deneyimlememi
sağladı.
2011'de katıldığım ilk sergiye kadar portföyümde
konser DVD'leri, müzik videoları, uluslararası
şirketler için çektiğim reklamlar ve bağımsız
animasyon projeleri vardı. Pop Art Extended için
yaptığım "Bir" isimli video, Video Cube seçkisi ile
2011’de Contemporary Istanbul Sanat Fuarı’na
davet edildim ve bu video ile izleyicilerden çok
olumlu tepkiler aldım. Plastik işlerimi de içeren ilk
kişisel sergim "Çalışkan Küçük İnsanlar" Eylül
2012'de Alan İstanbul'da gerçekleşti. Geçtiğimiz
1,5 senede üçü Atina'da olmak üzere 20'ye yakın
sergiye ve uluslararası sanat fuarına katıldım.
Çalışırken neler hissediyorsunuz ?
Çalışmalarınızı anlatır mısınız ?
Nedenini bilmiyorum ama "yaptığım şeyi yapmak
zorundayım". Tek getirebildiğim açıklama şu;
daha önce yaptığım hiçbir şeyi yaparken bu kadar
dolu bir deneyim yaşamadım ve bu kadar istekli
çalışmadım. Çoğu meslektaşımın aksine, eserin
yaratılma süreci ve bu süreçte yaşadığım
deneyimler eserin kendisinden, vardığı noktadan,
insanlar üzerindeki etkisi ya da açtığı iletişim
kanallarından daha önemli benim için. İşlerim ilk
bakışta renkli,
tanıdık gelen imgeler ama izleyici yaklaşıp
detaylara indikçe binlerce parçaya bölünüp
bambaşka hikayeler, durumlar deneyimler hale
geliyor. Bir tür tuzak bu; konuyu, renkleri,
kompozisyonu, kullanılan malzeme ve işçiliğin
kalitesini izleyiciyi rahatlatmak ve ilgisini
çekmek, detaylara inmeye zorlamak için
kullanıyorum, ardından çok kısa sürede binlerce,
on binlerce imajla karşılaşıyorlar. Çoğunu zaten
biliyorlar ama düştükleri tuzak ve gördükleri,
gördüklerini o anda görmek zorunda kalmaları,
hatta bazılarının parçası olmuş olmaları
izleyicilerde tekinsiz bir durum yaratıyor
genellikle. Bir tür dekonstrüktivist yaklaşım belki
de. Modern-korporatist iletişimin diline hakim
olup, bu dili kullanarak içinde bulunmaktan pek de
mutlu olmadığım sistemde farklı bir titreşim
yaratmanın peşindeyim.
Buna ters-mühendislik diyebiliriz aslında.
Başlarda tekniğim son derece kontrast ve
matematiksel, grafik kolajlar üretmekti. Son
zamanlarda daha karmaşık işler üretmeme
rağmen artık daha resimsel, matematiğin
varlığının değil ama -ilk anda- hissedilebilirliğinin
daha az olduğu, daha akışkan bir tarz
geliştirmeye çalışıyorum. Kendimi bir sanatçıdan
çok "yaratıcı zanaatkar" olarak tanımlıyorum.
Toplumun sanatçıya bir şeyler borçlu olduğu,
yeteneğin bir tür seçkinlik getirdiği ön kabulünü
reddediyorum. Ürettiğim işin her bileşenini
bilmek isterim. Örneğin, bir video çektiğimde
ışığı, kamerayı, 3d/2d animasyonları, compositing
ve matte painting, montajı, rengi, ses tasarımını
hatta müziği mümkün olduğunca kendim
yapmaya çalışırım. Tüm bu alanlarda
uzmanlaşmak çok büyük
bir mesai gerektiriyor. Üstelik her geçen gün yeni
bir şey çıkıyor. Ancak tüm bu değişime ayak
uydurmak için sürekli olarak çalışmak, yeni
teknikler ve yöntemler denemek, kendimi sürekli
olarak yenilemek beni dünyaya bağlayan şeyler…
Dünyada beğendiğiniz, takip ettiğiniz
sanatçılar kimler?
Bu soruyu görsel sanatlarla ilintili olarak sordunuz
sanırım. Çok kanalı takip ediyorum. Hiç
unutamadığım iki şey; ilk gittiğim Cold Cut konseri,
orada gördüğüm saatler süren canlı video
performansı ve bir arkadaşımın yıllar önce izlettiği
MK12'nin "Infinity" videosu. Bunlar benim hayatımı
değiştirdi. Herkesin takip ettiği bilinen sanatçıların
yanı sıra genellikle. MK12, Psyop, Gmunk, UVA,
Guilherme Marcondes, Transistor ya da Blu Blu,
Cold Cut gibi oluşumlardan, sokak sanatından,
demolardan, saatler süren canlı video
performanslarından, bilgisayar kodlarından
besleniyorum daha çok. "Underground" olarak
nitelendirilebilecek, düşük bütçeli ama görsel dili
ve teknolojiyi zorlayan işler özellikle ilgi alanımda.
Dijital sanata ilginiz ilk ne zaman başladı?
Dijital sanatın geleceği hakkındaki
düşünceleriniz nedir?
Ortaokulda demolarla başladı. Bu soru iki başlı bir
cevabı hak ediyor. Bir yanda dijital teknolojiyi
konvansiyonel yöntemleri hızlandırmak için
kullanmak var. Özellikle Türkiye'de sık gördüğüm
bir şey. Mesela çok basit filtreleri bir fotoğrafa
uygulayıp çıkışını almak ve üzerine boya uygulamak
gibi. Hayal gücünü ve el emeğini bir yazılıma teslim
etmiş oluyorsunuz.
Böyle olunca birbirinin aynısı, seri üretim işler çıkıyor
ortaya. Öte yandan yazılım ve donanımlara tam
anlamıyla hakim olup bunların sınırlarını zorlamak,
bilgisayara tıpkı boyayla, fırçayla, agrandizör ya da
filmle haşır neşir olurcasına bir malzeme gibi
davranmak son derece özgün ve kendine has
sonuçlar çıkarıyor ortaya. İlk yöntemle üretilen
işlerin elbette bir geleceği yok ama sürekli
devinmeye, yeniliğe ihtiyaç duyan sanat piyasasında
özgün dijital eserlerin değeri gittikçe artacak diye
düşünüyorum. Bir de şu var, şimdilerde çok göz
önünde diye söylüyorum, örneğin animasyon yapan,
modelleme yapan çok yetenekli insanlar var ve kısa
bir süre sonra sanal uzayda modellediklerini ucuz 3
boyutlu yazıcılarla üretme ve katı olarak sergileme
şansına sahip olacaklar. Heykel sanatının seyrini
değiştirecek bir gelişme bu bence.
Tıpkı müzik piyasası gibi, dijital teknolojiye geçiş ile
birlikte birçok büyük şirket iflas etti, on binlerce
müzisyen çok ucuz maliyetlerle evlerinde kayıt
yapma olanağına kavuştu. Hala eski kafalı müzik
endüstrisi kendine gelebilmiş değil. İletişim
yönünden de çok şanslıyız. Doğru bir iş mutlaka
karşılığını buluyor. Bilgiye ulaşmak istediğimizde
artık çok daha az efor harcıyoruz.
Ben ne öğrendiysem online kaynaklardan
öğrendim. Elbette kolay elde edilen bilginin değeri
daha az oluyor insanların gözünde... ama plak, cd
kovalamış, kaset peşinde koşmuş, ansiklopedi
okumuş benim neslim bu durumla başa çıkabiliyor.
Teknoloji çok farklı disiplinleri birbirlerine
yaklaştırdı. Dijital
mecrada multi-disipliner olmayan sanatçıların
geleceğinin -istisnalar dışında- çok parlak
olmadığını düşünüyorum.
Sanatınızı üretirken toplumsal mesaj verme
kaygısı taşıyor musunuz?
Üretirken herhangi bir kaygı duymuyorum zaten o
nedenle bu işi yapıyorum. Eserler gelişirken, kolajın
doğası gereği, olan ya da olmuş bir çok şey esere
dahil oluyor. Bu genellikle işlerimi politikmiş gibi
gösterse de aslında yaptığım sadece bir durum
tespiti. Yaptığım şey, gördüğümü, yaşadığımı,
hissettiğimi kendi meşrebimce kayıt altına
almaktan ibaret. Daha önce de dediğim gibi
yaptığımın vardığı yer ya da anlaşılandan, anlaşılma
kaygısından çok eseri yaratma süreci önemli benim
için. Yine de şu ana kadar bir kaplanın adalelerinin
estetik güzelliği ile ilgili bir şey üretmedim.
Türkiye’yi dijital sanat alanında
nasıl buluyorsunuz?
Son derece gerideyiz ama Murat Germen,
Refik Anadol, Candaş Şişman ya da Murat Pak gibi
çok sevdiğim sanatçılar da var ve her biri birinci
sınıf sanatçılar. Takip edebildiğim kadarıyla bilinen
okulların güzel sanatlar fakültelerinde bilgisayar
öcü olarak görülüyor hala ama özel üniversiteler
kabuklarını kırmaya başladılar.
Özellikle animasyon sektöründe, dünyaca ünlü
stüdyolarda çalışan bir çok Türk var.
Bir de şu var, reklam sektörü dijital platformu
kullanan insanları adeta yutuyor.
Çok düzgün maaşlarla yetenekli insanları içlerine
alıp öğütüyorlar. Aynı deneyimi yaşadım.
Bir motosiklet kazası sonucu hayatımı
değiştirmeye karar vermeseydim büyük olasılıkla
ben de bir reklam şirketi için çalışıyor olurdum.
Şimdi düşününce çok garip geliyor;
yurt dışında okumuş, master yapmış,
yüklü maaş alan bir grup insan gofret jelatinindeki
yansımanın rengini tartışıyorlar...
Yaşadığınız, yolculuk yaptığınız
şehirlerden sanatınıza en çok giren hangisi oldu?
Kendinizi sanatsal üretim adına en verimli
hissettiğiniz şehir hangisi?
Ankara'nın benim üzerimdeki etkisi büyüktür.
O zamanlar hayat evlerde sürerdi.
Sabaha kadar müzik dinlemek, gitar çalmak,
arşivcilik, uzun okumalar, tartışmalar bana çok
şeykattı. Geçen sene Yunanistan'da bir galeri ile bir
dizi sergiye katıldım. Atina, özellikle de
Exarchia beni büyüledi. Oradaki komün hayatı ve
sokak sanatı aslında nasıl bir dünya istediğimi
anlamama yardımcı oldu. İstanbul'dan başka bir
yerde yaşasam sanırım Atina’da yaşamak isterdim.
Berlin'in ortamını da çok seviyorum.
En uzun orada kaldım. Aslında İstanbul'dan giden
birisi olarak Avrupa şehirlerinde sanatın gündelik
hayatın içine bu kadar girmiş olmasına şaşırıyor ve
gıpta ediyor insan. Gidip geldikçe "acaba buraya
yerleşip çalışsam nasıl olur?" diye düşünmüyor
değilim...
Burcu Yağcıoğlu
Burcu; 1981'de İstanbul'da doğmuş.
2001-2005 yılları arasında Mimar
Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nde resim lisansını
yaptıktan sonra, Sabancı Üniversitesi
Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim
Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisansını
tamamlamış. 2008'de Londra'ya
taşınıp Goldsmiths Üniversitesi’nde
ikinci yüksek lisansını bitirmiş. Şu an
İstanbul ve Londra'da yaşıyor.
Sizi ve çalışmalarınızı daha yakından
tanımak isteriz.
Benim sanat pratiğim video, resim ve heykeli
içinde barındırıyor. Anlatı, hikayecilik, kurgu /
gerçek ilişkisi gibi temalarla ilgileniyorum. Anlatı
çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkabilen bir şey.
Anlatının alabileceği şekiller ilgimi çekiyor. Giorgio
Agamben; Mona Lisa bile, hatta Las Meninas bile
sonsuz, değiştirilemez formlar olarak değil,
parçası oldukları kayıp film bulunduğunda gerçek
anlamlarını tekrar kazanacak bir filmin fragmanları
ya da kareleri olarak görülebilir der. Ben de işlerimi
üretirken buna yakın bir anlayışla çalışıyorum.
Mekana kendisini tamamıyla ele vermeyen
hikayelere referans veren imajlar, sesler ve şeyler
yerleştiriyorum. Öte yandan pratiğimde bir ‘gerçek
anlamı’ hedeflemiyorum, tersine işlerime bakan
kişiyi aktif hikaye ve anlam yaratıcısı olmak üzere
baştan çıkarmaya çalışıyorum.
Sizin bir idolünüz ya da beğendiğiniz, takip
ettiğiniz sanatçılar var mı?
Gabriel Orozco çok beğendiğim sanatçılardan biri.
Orozco’nun sanat yapması ve oyun oynamak
arasında direkt bir ilişki var bence. Hem çok
yaratıcı, hem de hiç zorlanmadan eğlenerek
yapıldığı izlenimi veren işler üretiyor. Yine oyun
fikriyle flörtleştiğini düşündüğüm ve çok
beğendiğim diğer bir sanatçı da, aynı zamanda bu
senenin Turner Prize adaylarından biri olan David
Shringley. İşlerinde aynı Orozco gibi teknik bir
çeşitliliği barındıran bir sanatçı. İngiliz usulü
sarkastik ve satirik bir espri anlayışı var. Pipilotti
Ritz’in videolarını da çok beğenirim. Ritz için
videolarının yapım aşaması kadar gösterimi de
önemli. Video karşınıza yerde mi çıkıyor, dev bir
kumaş parçasına mı projekte edilmiş, bir delikten
kafanızı sokarak mı görüyorsunuz, bütün bunlar
Ritz için önemli ve işlerinin algılanışını belirleyen
kararlar. Ellen Gallagher yakın bir zamanda
keşfettiğim ve çok beğendiğim sanatçılardan biri.
O da çeşitli malzemelerle calışan bir sanatçı. Hale
Tenger’i de cok beğenirim. Özellikle Beirut
(2005-2007) ve Strange Fruit işlerini, her seferinde
beni korkutmalarına rağmen – ya da belki bu
sayede - çok seviyorum. Türkiye’li genç
sanatçılardan Nazım Ünal YIlmaz’ı beğeniyorum.
Bunun yanında David Hockney, Sarkis, Adam
Broomberg ve Oliver Chanarin , John Baldessari,
William Kentridge, Anette Messager’ı
beğeniyorum.
Dijital sanata ilginiz ilk ne zaman başladı?
Dijital sanatın geleceği hakkındaki
düşünceleriniz nedir?
Herhangi bir konuya, şeye hatta kişiye karşı ilgili
olmak zaten ister istemez onun dijital dünyadaki
karşılığına da ilgi duymak anlamına geliyor.
O yüzden dijital bu kadar hayatlarımızın içinde
zaten. Hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan,
hayata dair ne varsa potansiyel olarak içinde
barındırabilen bir şey.
Ulaşılabilirliği yüksek, davetkar ve dinamik bir
dünya. İnternetin gün geçtikce yaygınlaşması,
taşınabilir binbir türlü aygıt, bu aygıtların
fiyatlarının düşmesi vs. büyük etkenler tabii.
Bütün bunlar da yaratıcı üretimi tetikleyen şeyler,
çünkü hem üretimi, hem de bu üretimin
yayılmasını kolaylaştıran şeyler. Yaratıcı üretim
patlaması yaşadığımız şu çağın belki de en önemli
kazanımlarından biri anonim yaratıcı üretimin
tekrar hayat bulmuş olması bence. Yaratıcı
üretim sanatçılık, yazarlık, yönetmenlik gibi
bireyci, kariyer merkezli ve varlığı sermayeyle
ilişkisi içinde değerlendirilen bir anlayışın dışında
da yer bulabiliyorsa, bunu hayatlarımızın içine
nüfuz eden dijitale borçluyuz.
Sanat pratiğinizin toplumsal olanı konu eden,
bunu sorunsallaştıran bir yönü var mı?
Sanatın kendisi bir kitle iletişim aracı olması
dolayısıyla, felsefeyle yakın bir temasta
olmasından ve de yaşam ve ölümle flörtleşen bir
pratik olmasından dolayı toplumsaldır zaten.
Sanat, sanatçı, politik ve toplumsal konuları
direkt olarak sanatında konu etmese bile ister
istemez toplumsal olanı ortaya koyar, onu deler
ya da yerleşik hale getirir. Sanatçı toplumun bir
bireyi olduğundan yaptığı işler o toplumu reflekt
eder ve etkiler.
Mesela şöyle bir örnek vereyim, her ülke kendine
has bir çağdaş sanat üretir bence. Türkiye’de
üretilen sanatla İngiltere'de üretilen sanat
birbirlerinden farklıdır. Dikkatli bir bakış bu
ülkelerdeki sanat üretimlerinin, bunların
tarihlerini, güncel politik konumlarını, düşünce
yöntemlerini, neyi önemseyip, neyi
önemsemediklerini görebilir.
Comme des Garcons Black
Comme des Garcons popüler parfüm serisine 2013 için BLACK’i ekledi.
Her zamanki gibi Japon markası sınırları zorlayarak güçlü yumruk etkisi yaratan bir parfüm ortaya çıkartmış.
Notalar: Karabiber, tütsü, deri, kayın katranı , ahşap, vetiver ve sedir.
www.oki-ni.com
65 GBP
Hazırlayan:
Mehmet Tokgözlü
Miu Miu Sivri Uçlu Babetler
Şık bir görünümün en pratik yolu yeni akım sivri uçlu babetlerden geçiyor.
Miu Miu'nun papyon detaylı bu ayakkabıları bu sene çok tercih edilecekler arasında.
http://www.net-a-porter.com/product/379539
395
Creative Recreation Pony Tüyü Sneakerlar
Creative Recreation Cesario X Sneaker serisine pony tüyü modellerini de ekledi.
3 renk alternatifi olan bu yeni modellerle oldukça farklı bir stil yaratmayı başarmışlar.
www.barneys.com
190
İşte 71. sayımızın en beğenilen 3 ilanı
// TAV
// ADİDAS
// MAXX ROYAL
// NEW BALANCE
// WINGS
// JEEP
// VODAFONE
// HSBC
// AUDI ŞENYILDIZ
// İŞ BANKASI
2 /3
4 /5
6/7
8
9
15
21
27
33
39
// SAMSUNG KLİMA
// ULUDA⁄
// TOYA YAPI
// SEDVENTURE
// EMAAR
// RUGA RESTORAN
// DOVE
// TWEEN
// TTNET
// COCA-COLA
47
53
57
63
67
71
77
79
81
85
// LOUNGE FM
// PHILIPS
// TUMI
Bu sayıdaki en beğendiğiniz ilanı bize e-mail'le bildirmenizi rica ederiz.
[email protected]
87
107
108
SUMMARY
72
THREE..TWO..ONE… GO!
AYTAÇ BiTER
I began researching after
learning that I was going to
interview Aytaç Biter,
Managing Director of
Toshiba Turkey.
16/17/18/19/20
Interview: İpek Kigan
Photos: Uğur Bektaş
I was expecting to find some information
on his career, but I came across a perfect
sportsman: a racing driver. And one who
won the Turkish Championship four times
in a row, as well as a third place in Europe.
He is a prominent businessman and a very
successful sportsman... In short, he is an
achiever.
Do you participate only in track races?
Have you ever tried rallying?
I preferred track races. I took part in
Turkish Championships, European and
World Championships and 6, 12 and
24-hour endurance races.
What do you feel when you are racing?
It is, to me, an addictive and great feeling.
I can call it the adrenaline miracle. You
forget about everything in normal life and
engage in a fun contention in a different
world.
What are the advantages that being a
racing driver brings to you in your
business or personal life?
The greatest benefit for me is blowing off
steam by way of racing. During the race,
you forget about everything and fully
concentrate on competing. The races last
just two days but when I get back to work
on Monday, I feel refreshed as if I have just
been back from a long vacation.
Does your passion for speed infiltrate
other parts of your life? Do you live a
dizzying life?
Yes, I can describe myself also as a
tech-savvy man. I want to use whatever is
the fastest, be more innovative to keep up
with the pace of life, and be ahead of the
time. I love analyzing novelties and trends
correctly, predicting rising trends, and
being one of the first users of new
releases.
How can you spare time for your hobby
when you have the tiring and busy job of
being the managing director of Toshiba?
I am very lucky that my job does not
normally require weekend hours and that
this sport is practiced in weekends. And
thanks to mobile technologies everywhere
is office now. Your whereabouts becomes
less and less important when it comes to
handling a considerable part of your work,
accessing information and communicating.
Since when have you been working with
Toshiba?
Our firm is the sole distributor of Toshiba
computer and imaging systems in Turkey
since 1992. Before this business, I had set
up my own company in 1985, when I was a
student at the university. Then I went on
with Commodore Personal Computers,
and later with Escort Desktop PC and
Peripherals, the milestones of the
computer industry.
What are the novelties or distinctions
you contributed to Toshiba?
I believe that the key elements for
professional success are to love and
believe in the job, gain expertise, always
work to do better, achieve consistency and
correct communication, and be a good
team.
When we started the Toshiba business,
the leading competitor controlled a 50%
market share. We grew consistently and
captured the market leadership in
1998 for the first time. We have carried out
Toshiba’s most successful projects in
Europe and in the world.
If I were to give you a plane ticket
as a gift, what destination would you
want to see on it?
It could be Macau; I did not get a chance to
race there although I very much wanted to.
For vacation, it could be an exotic place by
the lake or the sea, nested in nature.
My last question will be a classical one.
Can you tell us about your future plans?
I had targeted to win the Turkish
Championship in auto sports; I had the
chance to claim it four years in a row.
I had targeted to win a medial in Europe.
At the last European Championship race,
I came third in Salzburg. My current target
is to climb to the top of the podium. In
terms of business, we wish to contribute to
Turkey’s development in the broadest
sense in the IT industry. Driving our country
forward in the field of IT in Europe and in
the world will not be difficult thanks to our
young population who are open to learning
and competitive.
NEW ORLEANS
THE CAPITAL OF JAZZ
New Orleans is the largest
city in the state of Louisiana,
USA, and lies between the
Gulf of Mexico and Lake
Pontchartrain.
28/29/30/31/32
Article and photos: Saffet Emre Tonguç
[email protected]
It is the city where jazz music was born in
the 1880s and flourished. It is a port city
located in the Mississippi Delta, the world’s
third longest river after the Amazon and
the Nile. Being a trade route and a
cosmopolitan settlement made it the ideal
hometown for jazz. Musicians had the
chance to get gigs at many bars, while the
demand for live music inspired the artists
to try out new styles.
At first improvised by working-class black
musicians who had picked up making music
here and there, the music became popular
among people from all walks of life thanks
to jazz bands that gave street concerts,
and gradually established itself as a
lifestyle. Every year thousands of famous
artists flood the city where numerous
festivals are organized. Jazz is associated
with Louis Armstrong by almost everyone.
The New Orleans airport is named after
this famous musician. Born in New Orleans
and having lived on the Perdido Street,
Armstrong’s statue is erected on the
Congo Square that hosts the Jazz Festival.
As much as New Orleans is the center of
jazz and entertainment, it also has a bad
fate. In the near past, the city has suffered
from floods, epidemics, black versus white
clashes, racism and poverty. Most of the
poor, as you can guess, are black people.
10% across the United States, the ratio of
black people reaches 50% in this city.
Mississippi Burning, the film about racism
that reaches the extreme dimension of
burning the black people who slaved under
the toughest conditions and built the city,
is actually the history of New Orleans.
Although accountable for one fourth of
American oil production, the city suffers
from an unemployment rate of 50%.Most
recently, New Orleans was hit by Hurricane
Katrina in 2005 and Hurricane Isaac in 2012.
This is because New Orleans is two meters
below sea level and is always inundated.
MOURNING IS OVER, IT IS NOW TIME
FOR JAZZ AND TAKING A CITY TOUR
First discover the streets. Dating from the
French era and still showing the French
influence, the French Quarter is the major
tourist attraction in the city. Garden
District and Uptown are historical districts
where you can see incredible houses.
Packed with antique shops, Prytania,
Charles Boulevard, Coliseum, Nashville and
Chestnut are a joy to stroll around. The
10-kilometer long Magazine Street is
dubbed the “Street of Dreams”. Lying
between the Lake and the Mississippi
River, Canal Street is one of the most
crowded spots in the city and is very close
to the French Quarter.
Don’t be surprised when you see street
names like Constantinople or Murat.
If you are fond of shopping, the Canal Place
down Wyndham Hotel is the smartest
address of shopping in the city, and
features stores like Saks and Pottery Barn.
Although there is no tax refund in the US
due to the state system, one can see “tax
free” signs in New Orleans.
Interesting tours are organized in the city.
To dine to the jazz music on a paddle
steamer and do a river tour, call Natchez
(504-5868777
www.neworleanssteamboat.com).
The best museums in town are the New
Orleans Museum of Art and WW II
Museum located in the City Park, which
offers a lovely setting for a walk. Behind
the Park there is a Sculpture Garden
featuring the works of world-renowned
artists. Another alternative for nature
lovers is the Audubon Park that is home to
the fourth largest zoo in the US. Modern
art galleries are mostly to be found on the
Julia Street. The Louisiana Philharmonic
Orchestra performs great concerts.
Obviously, the İdil Biret concert of several
years ago was also a magnet for the crowd.
Outside St. Louis, the oldest Catholic
cathedral in the US, you can take a
horse-drawn carriage for an enjoyable ride
that costs 15 dollars per person, or walk
through the Royal and Bourbon Streets,
lined up with the products of a distinctive
architectural style. The Bourbon lies in
parallel at the back where you can dance
and enjoy jazz all night long. As you walk
along this street named after the French
dynasty, people throw bead necklaces
which have become the city’s symbol.
Speaking of which, let me recommend two
places: Tipitina’s (504-8958477) or shortly
Tip’s is the biggest music club in town. Now
a legend, Preservation Hall (504- 5222841)
was opened in 1961 by Allan and Sandra
Jaffe to preserve New Orleans jazz style.
THE STATE PURCHASED FROM
NAPOLEON
American President Thomas Jefferson
wanted to purchase New Orleans and
Florida, and offered 2 million dollars to
Napoleon. Later in 1803, upon having
issues because of Haiti, Napoleon sold the
entire Louisiana state, which
corresponded to one third of the US
territory at the time, for 15 million dollars.
Established at the time of Louis XIV of
France, New Orleans cost just 7 dollars!
Although Napoleon never set foot in the
city, Louisiana is the only American state
that adopted the Napoleonic Code rather
than the British law and is home to some
streets named after him. Intended to be a
residence for the French emperor, the
Napoleon House is now one of the hottest
bars in the city.
WHAT TO EAT, WHERE TO EAT?
New Orleans has an entirely fusion cuisine.
While French influence is dominant, the
Cajuns, the French peasants from the
Nova Scotia region in Canada, and the
Creoles, a blend of people of French,
Spanish and Caribbean descent,
also contributed to the food. For example,
the name of the okra soup has become
gumbo and has many varieties from
sausage to oyster gumbo. The hot Tabasco
sauce and Southern Comfort were first
produced in New Orleans. In 1838, a New
Orleans bartender, Antoine Peychaud,
mixed the liquors in a container called
“coqutier”, planting the roots of the word
“cocktail”. Hurricane is a cocktail that was
born in New Orleans. The best beer in the
city is Abita. Houses in New Orleans are
famous for their courtyards, some of which
are converted into restaurants. Let’s get to
the suggestions:
Commander’s Palace (504-8998221
www.commanderspalace.com) The
ambience, service and dishes in this
restaurant make one a sinner. Be brave and
have turtle soup. I had it and I am alive!
The Gulf fish is delicious. Two different
jazz bands perform during brunch on
Saturdays and Sundays. Let me give you a
secret:
With lunch, a glass of martini is 25 cents.
There is no cheaper place than here to get
drunk in America!
Antoine’s (504-5814422
www.antoines.com) Dating from 1840, it is
the oldest restaurant run by the same
family in the US.
Court of Two Sisters (504-5227261
www.courtoftwosisters.com) It is a
pleasure to eat under the 100-year-old
wisteria trees in a courtyard at the heart of
the city.
Acme Oyster House (504-5225973
www.acmeoyster.com) The place keeps
oyster fans happy since 1910.
Café du Monde (504-5254544
www.cafedumonde.com) Established in
1862, it is the oldest café in the city and it is
always packed. The venue is famous for
”beignet”, a dessert with a serving of three
pieces. Think of the Turkish dessert lokma,
but without the syrup; square-shaped
pastries are fried and served with a
generous coat of powdered sugar.
WHERE TO STAY?
Fine hotels include W, Loews, Wyndham,
Monteleone, Omni Royal Orleans, and
Royal and Chateau Sonesta owned by the
same group. Windsorcourt is the most
elegant and the most expensive choice in
New Orleans.
Hotel Monteleone (504-5233341
www.hotelmonteleone.com) Built in 1886,
it is one of the three historic hotels in the
US.
Omni Royal Orleans (504-5295333
www.omniroyalorleans.com) A historical
building with a striking elegance.
BICYCLE
CULTURE
Some Day Everyone
Will Cycle
34/35/36/37
Article: Özlem Yücelener
Photos: Yasin Baran
Just Now,
close your eyes and imagine
a place where there are no
cars, no honks, and no air and
noise pollution. Just two
wheels, a basket at the back
or front, and forcefully
pushed pedals...
The Bicycle! The beloved report card
present for most of us when we were kids,
which was forgotten after growing older,
left to collect dust in the rear balcony,
and finally has become the last hope of all
health-conscious individuals and
environmentalists to dodge the traffic!
Come to think of it, one does not need to
travel to the Survivor island, to
Amsterdam, London, Milan, or to other
distant places to capture this lifestyle,
which, at first, sounds utopic. It is part of
life almost on all of the Princess Islands
that are just thirty minutes from İstanbul.
But deep down, we dream of establishing a
bicycle culture, starting with metropolises
like İstanbul which would then spread all
over the country, and of creating a ”bicycle
culture” and ”bicycle cities”.
Belgium, the Netherlands, France and
Canada are some of the countries where
you can best experience the bicycle culture
and capture the highest standards in
environment-friendly transportation.
We can’t help but ask the question “why
not have it in Turkey too?” The question
leads us to İstanbul’s recently introduced
“Smart Parking” system. Hope kindles in
our hearts...
Bikes rented at “İsbike” stations are
operated like “Zipcar”, the car sharing
system abroad, and almost contest
walking in terms of practicability. Practical
use means that as you are stuck in traffic,
driving under
20 kmh, you might begin to be unsurprised
with “İsbikers” overtaking you at full speed;
actually, you might even get accustomed
to this situation as the system becomes
more and more widespread. You can drop
your car and join in this
super-environmentalist trend right now by
trying to pedal –
at least short distances!
Turkey sees an increasing number of
international events that will be
instrumental in establishing the bicycle
culture such as the Presidential Cycling
Tour of Turkey held in April, as well as
global activities such as İstanbul Velonotte
2013, the nocturnal grand tour held in May
following London and Moscow. The latter
was accompanied by the Açık Radyo show
that provided instant historic information
about the route. Signaling that
bike-enthusiasts must have their eye on
the Lycian Way that Hillsiders had
“challenged” in 2012, .the “Lycian Bike
Festival” that will take place on 12-20
October is another noteworthy event from
the following months’ schedule.
Given that we are living in a world where
80% of all the people can afford bicycles
whereas only 10% can afford cars, I follow
with respect and admiration in the
footsteps of Lao Tzu who said “A good
traveler has no fixed plans and is not intent
on arriving” and of Aydan Çelik who says
“Every being that sits on the saddle will go
blind just like a lover who has united with
his loved one. And then will he see the
world not as it is, but as he wants it to be”.
So I say, “If there is no bread, let them eat
cake, and if there are no buses, let them
ride their bikes” and I invite you to the
nearest bicycle.
A SMILING
THOUGHT
Why on earth I suggested
writing an article about
‘humor’! It is such a tough,
such an elusive topic to
write about...
40/41/42/43
Article: Berna Gençalp
Some even say that “humor is not about
being funny”. Such a philosophical mess... It
will be a challenge to tidy things up! A
writer faces the additional problems of
whether the article should be laughable or
extremely serious like the dozens I have
read while researching. Should it start with
history and end up with the current or
should it take a shortcut and list the ironic
Anglo-Saxon humor, the witty “Temel”
jokes, and the Eastern satire?
Big Fan of Smile
Humor is an array ranging from a faint
smile to laughing out one’s head. But there
is no consensus on a single definition of
humor. This bit is verified, though: laughing
is a relaxing act.
Many think that humor is born out of
contradictions. The contrast, imbalance or
incompatibility between that which
happens and that which should have
happened provide the fertile grounds for
humor to flourish. Cemal Nadir regarded
humor as a philosophical art that arises in
the light of smile and thought. Ali Ulvi said
humor inspired a “brainy” satisfaction. Who
had said that ‘humor is a thought that
laughs’?
Was it Albert Einstein?
Although scientists determined that other
living things are also tickled and gave
reactions similar to laughing, I guess it is
characteristic of human beings to laugh in
the absence of a physical stimulus.
Aziz Nesin sums things up: “...only humans
laugh and they laugh at humans only;
if he has laughed at anything other than a
human, then he has laughed for spotting a
resemblance to the human being. The
human is the unchanging subject, object
and stimulator of laughter.” In other words,
it is very human to produce humor and
laugh.
The Rescue
“Only when a joke comes to our rescue can
we laugh”, wrote Freud. The rescue bit is
important. Thomas Hobbes defined the
act of laughing itself as a sudden sense of
superiority and arrogance.
Laughing is a social discharge, as well as an
individual one.In his article on humor,
Afşar Timuçin described the relation
between society and laughing: societies
change their values when funny elements
stand out. It is seen that the old starts to be
ridiculous, as it struggles to maintain its
existence.
The new, the newcomer, and the rising
have no laughable aspects. But if it acts
strangely amid the turmoil of rising and
displays contradictions, then we can’t help
but laugh.
Graphic Humor
Until the Renaissance, humor was
anonymous in the West. Things were not
much different in our country, either.
Even though there are not many in-depth
academic studies about the historic
development and characteristics of the
Turkish humor, we know that all Nasreddin
anecdotes are not attributable to a single
mind. Humorous elements that are
abundant in Karagöz and Hacivat shadow
plays, Meddah (public storyteller) shows,
and Keloğlan tales and some folk songs
indicate at the strong sense of humor
inherent in the Anatolian soil.
While humorists in the West began
gathering in magazines printing their
signatures and using their real names in the
19th Century, Diyojen magazine was
published in our country during the First
Constitutional
Era of the Ottoman Empire, which
criticized the state and practically served
as opposition. Based on some information
that I found somewhat surprising, there
were publications, pro and con, during the
Turkish War of Independence, which
printed very effective humor against both
politics. While France showed a pioneering
and consistent attitude in humor magazine
publishing, German illustrators gathered
under the roof of Simplicissimus Magazine
after Hitler came to power, where they put
up a powerful opposition against the
course of events.
Akbaba must be noted as a humor
magazine that was published, even if not
uninterrupted, from 1922 to 1972 in Turkey.
During WWII, Markopaşa magazine got
popular for its political humor. During the
1970s, those who produced graphic humor,
or caricaturists, opted for sharing their
works in exhibitions rather than in
magazines. Then came the years with
Gırgır, which was followed by humor
magazines that were mostly released by
illustrators who were on the cast of
Gırgır and that are still being published. It
would not be right to limit graphic humor to
caricaturists only. There are painters with
humoristic tendencies like Lautrec,
Picasso, Klée, Cihat Burak and Mehmet
Güleryüz.
At the end of the day, coarse comedies
fade way but humor earns respect in the
eyes of the society as it shakes the
obstacles against peace and democracy.
Bertolt Brecht said that it is hard to live
where there is no humor, but it is
impossible to live where everything is
about humor.
The Bulgarians have a saying: “The World
lives because it laughs”. Long live World!
A DREAM THAT BEFITS MOVIES:
THE BEVERLY HILLS HOTEL
44/45/46
Article: Elmira Gürses
When the Beverly Hills Hotel
was built in 1912 in open
fields with a then-staggering
investment of USD
500,000, Burton Green, the
owner
of Rodeo Land and Water
Company, was hoping to lure
the wealthy Easterners to
this undiscovered paradise
in the West.
As the Beverly Hills Hotel stretching out on
twelve acres rose with its white stucco
exterior and terra cotta-colored roof tiles
in Los Angeles reminiscent of the
introduction of a mesmerizing legend told
breathlessly, Burton was unaware of how
his hopes would pale beside what would
happen in reality.
By 1914, the Hotel had attracted enough
residents to incorporate as a city.
Then, in 1920, Mary Pickford and Douglas
Fairbanks built their county home in the
nearby hills. Beverly Hills soon became one
of the world’s smartest addresses.
More stars followed, including Charlie
Chaplin, Gloria Swanson, Buster Keaton,
Rudolph Valentino, Tom Mix, and Will
Rogers, buying the bean fields that
surrounded the Hotel to settle down and
transform them into prime real estate.
The façade of the Hotel was originally
designed in the Mediterranean style by
Pasadena architect Elmer Grey. In 1940,
a new wing was added to the twenty-three
bungalows located in the gardens north of
the main building. The iconic signage and
the addition were designed by Paul
Williams. With a fascinating history of 100
years, its glamour that makes it the venue
of numerous films, its splendor enriched
with every outstanding detail, and its
decades-long hosting of many figures who
have personally molded the world culture,
the Beverly Hills Hotel has become a
cultural heritage itself.
The Hotel adopts an approach to service
that makes each and every guest feel that
they are part of an unforgettable fairy tale.
From the moment they step out of their
cars and hand the keys to the valet outside
the Pink Palace, the guests witness a
respectful, helpful and sublime service
that makes
one feel as the King Albert of
Belgium or the Crown Prince of Monaco,
who stayed here in the 1950s. It is usual
for a Beverly Hills Hotel guest to book
bungalow no. 20 that Marilyn Monroe
bunked in in 1956, walk through the
fascinating gardens where Broadway
screenwriter Neil Simon’s California
Suite was filmed, and spot stars nearby
reading their newspapers while sipping a
drink by the pool or at the
Cabana Club...
There are places where time stands still.
No, I am not talking about those places that
take you back to fifty or one hundred years
earlier. I am talking about those that have
an immortal spirit where you can feel the
past, the present and the future all at the
same time. I am talking about places, even
if touched by state-of-the-art technology
and design, where you can still hear the
voices of personalities that have made a
mark in the past echoing through the walls,
where their souls so grandiosely
accompany you, and where you feel the
entire history in every brick. The iconic Pink
Palace is one of those rare places that
welcome us with a calm grandeur as if to
claim that it will remain the center of the
universe even one hundred years from
today.
HEALTH DERIVED
FROM THE SOIL
Organic Yoghurt, Smart
House, Green Building –
New terms in our lives...
What do they mean and why
is the world dealing with
them?
54/55/56
Article: Neslihan Işık
As is the case in food, the current global
trend is to first “forget what we know”,
and be surprised at what we find out since
“we already knew that”. This is just like how
we don’t know how to pickle like our
grandmother does and how we only
believe in its benefits only if doctors tell
us...
This is just like how the benefits of yoghurt
were appreciated only after when
probiotic varieties were introduced...
Upon the industrial revolution,
multi-storey, steel and reinforced concrete
structures emerged in architecture when
the need arose to fit more people in cities
with growing populations. In time, the
know-how of thousands of years of rural
life faded away. As city-dwellers returned
to nature and the countryside, they used
high
energy-consuming modern methods to
climatize their country homes in a livable
manner. The climatization systems that
posed a threat against health and
sustainability were accompanied by some
new illnesses.
I don’t suppose any of us avoided catching
cold, suffering from asthma crises,
and struggling with allergies triggered by
the cold AC air... And muscle aches, as well...
What about those having vascular
diseases due to overheating in
wintertime? The bacteria that reproduce
on the filters? Crowning them all are high
bills, which means high energy
consumption and depletion of natural
resources...
There is one wonderful solution to the
ecological collapse and health problems of
our time, which has been used in
Çatalhöyük that dates from 10,000 years
earlier, and in the Van Fortress that has
been withstanding earthquakes for 3000
years since the Urartu Kingdom: earthen
structures.
What does the term earthen or mudbrick
remind you? Mud? Almost 100-year-old
ramshackle houses in old villages? In
Australia, America and many other
countries, on the other hand, the term is
associated with museums, schools and
magnificent mansions. It is associated with
contribution to the nature and human
health...
We watch what we eat based on the
saying “bread is the staff of life”, or on the
current principle of “you are what you eat”.
We are interested in every detail from
where it was grown, to whom it was picked
by,
how it was processed and transported.
We watch our health and go to the gym.
“What about the structural conditions of
our houses? How healthy are they?”
To keep our bodily temperature balanced,
the ambient temperature must be
between 18 to 24 degrees and humidity
should be between 40-50%.
This is where mudbrick manifests its merit
on human health. A mixture of soil and
other minerals, mudbrick has high heat
insulation values, and is a naturally
breathable material. This helps it keep the
structure at the ideal humidity level for
human health. With its heat-storing
property, it keeps the inside cool when it is
hot outside and vice versa with very little
heating.
Earthen houses are nothing like taking a
bitter medicine for staying healthy.
There is no rule that every healthy thing is
ugly. Since architects discovered the
energy saving and health contributions of
the material in Australia, an island with
limited resources, and in countries like
Canada, Germany and France, they have
been designing earthen museums, schools
and houses with wonderful architectural
features. Owners demand the material,
too. They become a ring of the saving chain
like buying an A+ fridge or using wind
turbines. The building norms in the state of
American state of New Mexico allow
mudbrick only.
The pilot structure built by Prof. Bilge Işık,
my mother who has been researching
earthen architecture for over 25 years,
earthquake safety tests she has
conducted, and internal and external wall
temperature reading statistics endorse
that people in Anatolia have been living in
healthy and earthquake-resistant houses
for more than 10 thousand years.
Wanted across the world and now
produced with modern construction
techniques,
kerpiç, as a green building, may well
become a “brand” in smart houses with
high health and sustainability perception,
private villas and housing projects. Why
not?
For further information please visit the
website of kerpiç'13 - New Generation
Earthen Architecture: Learning from
Heritage, which took place on 11-12
September 2013 at İstanbul Aydın
University Florya Campus and during
which I
SCEAH (International Scientific
Committee on Earthen Architectural
Heritage) members established under
ICOMOS (International Council on
Monuments and Sites), one of the three
formal advisory boards to
UNESCO World Heritage Committee:
www.kerpic.org/2013
INTERESTING UNKNOWNS ABOUT
FAMOUS BRANDS...
64/65/66
Article: Burak Işık
Twitter : @BurakISIK_
Blog : marka123.com
Every brand has its own
story. Three famous world
brands were inspired by a
coincidence, a bet and a
landmark. Just browse
through the following
paragraphs to learn about
some less-known aspects
about Zara, Lacoste and
Toblerone..
Why is Zara called Zara?
Amancio Ortega was excited to be opening
the first textile store in La Coruna in
northeast Spain in 1975. He had come up
with a wonderful name for his store.
He would name his brand after the film
Zorba the Greek starring Anthony Quinn
that he had watched and loved. He spared
no expenses to have ZORBA inscribed at
the store entrance and had a special mold
cast for the letters. He distributed flyers
announcing that the store would open in
several weeks.
One of these flyers made its way to a bar
owner in the same neighborhood. His bar
was called Zorba and two Zorbas in the
same place was one too many. The bar
owner paid a rushed visit to Amancio
Ortega and passed the message that the
last comer was to change the name.
So Ortega called the sign painter, cancelled
the letters O and B and ordered two A’s.
This is how the brandname Zara was born,
which currently has nearly 1700 stores all
over the world. 76 years of age, Amancio
Ortega is named the richest person in
Spain and ranked as the fifth richest
person in the world by Forbes.
Why does Lacoste have a crocodile logo?
I have to state that Lacoste is named
after René Lacoste, the famous French
tennis player of the time. I know that many
people think the word “Lacoste” means
“crocodile” in French, but it should be noted
that this is not true. René Lacoste and
teammates were representing
France in the Davis Cup...
Before a critical match, the French team
captain told René that he would give him a
suitcase made of crocodile skin as a
present if he won the match. The word got
out to the press. René ended up losing the
match but won himself a nickname: “the
Crocodile”.
Having embraced the nickname,
René started wearing a blazer
embroidered with a crocodile to his
matches.
When René Lacoste decided years later to
venture into business life and create a
brand named after him, the crocodile was
inevitably the first logo to come to mind.
So was born the logo as we know it today: a
crocodile waiting for its prey with an open
mouth above the word Lacoste printed in
bold capital letters...
Ever noticed that the Toblerone
chocolate logo has a hidden bear?
The number one “gift” for returns from
international travels, the top product in
Duty Free stores, Toblerone chocolate bar,
which is well known for its distinctive prism
box, was born in Bern, Switzerland.
The Toblerone logo consists of embossed
upper case red letters and the
Matternhorn Mountain in the Alps. In that
mountain figure hides a bear standing on
its rear feet.
I can almost hear you asking “why?”.
Because bear is the symbol of the town of
TOBLERONE’s origin.
POPULAR CULTURE... POSSIBLY UNFAIR,
BUT I GUESS THIS IS ROUGHLY THE
68/69/70
Article: Cihan Ünalan
www.cihanunalan.com
This is an endless world
with hundreds, if not
thousands, of superheroes
that appear on the pages of
comic books, million-dollar
TV series and adapted
movies, statuettes and
figurines that collectors
dream of, and soundtracks
that we love to hear over
and over again.
It is, in fact, a power filled with creativity
and artistry because when you are
somehow involved, you end up feeling a
creative urge. If you are curious to know
about this world, or if you are one of the
millions who have put their hearts in it,
there is one address awaiting you: Comic
Con International:
San Diego.
An annual convention, San Diego Comic
Con was first organized in 1970. Initially
dedicated to comic books, Comic Con was
entirely transformed over time by the
invasion of popular culture. Today, Comic
Con presents horror films, animation films,
anime, manga, toys, collectibles and an
infinite range of other unimaginable things.
Welcoming an average of 100,000 to
130,000 attendees every year, the Comic
Con generated revenues of USD 175 million
in 2012 - and this only on purchases! In other
words, average spending per person was
USD 1,750, and this figure did not include
other expenses such as accommodation
and food.
When you get out of the cab and look up at
the convention building, you get excited
about the world ahead of you even before
going in. It is like walking in to a film set,
only this one is not about a specific topic.
Imagine a set with all of the characters you
have ever seen in movies, TV series, comic
books and cartoons. You are engulfed by
mind-boggling scenes ranging from
Batman and Bane walking together,
dressed in costumes that compare to the
ones in the film to half-naked manga
characters moving around in their colorful
clothes and accessories, and from the
Ghostbusters truck that suddenly passes
you by with sirens sounding to 12-feet
mechanical robots.
The real adventure starts inside the
building....
The convention space basically consists of
three sections. The largest one is allocated
to giant comic book publishers such as DC
Comics, Dark Horse, and Marvel and to
Sideshow, Hot Toys, Toynami and Gentle
Giant. This area hosts all the major events,
therefore calls for close attention! These
sections feature the figurines and toys
that will go on the market next year, the
new comic book series to be released in
2014, live performances by illustrators, and
much more. The second section is like a
massive treasure hunt.
It holds storeowners who have closed
down their stores all across the USA for
the 4-day duration of the event and
shipped all their inventories to the
convention. Their booths feature products,
old and new, currently on sale rather than
future releases. This is the place where you
can spot the most unexpected vintage
products or collectibles, or buy at rather
cheap prices the figurines and toys that
you have been hunting down for years, but
were unable to get your hands on since
their production is discontinued. The third
and last section can be described under
the heading ”art”. Here, you will find artists
who have booths at the convention and the
galleries representing them. It is really
impossible not to get carried away here
since you are exposed to numerous
original artworks that do not normally
make their way to the media. This is where
you will find many things from several
thousand-dollar paintings adorned with
super
heroes and figurines to vintage comics
auction houses.
Despite long hours of flight and distances,
Comic Con International: San Diego is a
must-see treat for those having even the
slightest interest in these worlds, and it is
certainly a unique life experience.
HILLSIDE CHALLENGERS
THEY MADE THEIR OWN STORIES!
This interview is about the
success stories and feelings
of the challengers at Hillside
City Clubs...
72/73/74/75/76
Interviews: İklima Doğan – Serra İnce
Photos: Personal archives
Although they are not professional
athletes, they set their own challenges with
an amateur spirit and put up a struggle that
most of us will watch with awe and
admiration. They ascribe a meaning to their
efforts and they do succeed. That moment
is the one that makes it all worthwhile!
Seyhan CİVANLAR
Electrical and Electronic Engineer
Age: 57
Hillsider since 2008
I have been exercising 4 days a week for
many years, but I grew an interest in
running 5 years ago. I first took part in a
race at the age of 53, running 15 km in the
2009
Eurasia Marathon. After that, I ran many
half-marathons (21 km). I broke the Turkey
record in my age group with a result of
1:52 in 21 km in the 2011 Runtalya Marathon.
The same year, I finished fifth within 280
women in the Miami Half Marathon and
got a podium medal. After these
performances, my marathon runner
friends convinced me that I could run the
full marathon. I ran the Eurasia Marathon
for the first time in October 2011 and
finished in 3 hours and
58 minutes, setting a record as the first
Turkish woman to run that distance in my
age group. I ran the same marathon in 2012.
Based on the times I finished in the Eurasia
Marathons, I qualified for the 2013 Boston
Marathon. The Boston Marathon admits
only the best runners (based on their
previous marathon times), so it is regarded
as the world’s most prestigious marathon.
It is an equally important challenge. I
finished that one in 4 hours in 2013, and
thus qualified to run the Boston Marathon
again.
My greatest motivation was to set an
example for women runners since there
are very few women at my age who can run
these distances either in Turkey or in the
world. My biggest motive was showing
them that we, the Turkish women, could
overcome this challenge, and setting an
example for the younger generation.
BERRY NAE
Textile
Age: 38
Hillsider since 2007
My earlier sport life consisted of playing
football on artificial turf, playing basketball
in school years, and watching matches at
the stadium. By end 2008, I joined Hillside
City Club-İstinye to lose weight, after
which my life changed drastically. First of
all,
I lost 25 kilos in 6 months; afterwards,
I exercised regularly to preserve my
weight. During this time, I achieved better
physical fitness; I took part in short
distance running races and I went on with
long distance races. I attained a better time
in every new race and that built my
confidence. I kept wanting to do better and
I worked harder to reach my target.
I wanted to do something different than
marathon running so I began to deal with
triathlon, which covers swim, bike and run
courses. But the preparation is not an easy
process. The weekly training can add up to
17 hours... Your life must be very disciplined
and well organized. Success and
appreciation, on the other hand, boost
self-confidence incredibly.
I am motivated by an urge to succeed and
my wife has been my greatest support.
The Norway triathlon started with the
swim course, my weakest discipline.
Because of that, I had started training in
January. Running is my strongest discipline.
I had planned to make up for the time I was
going to lose in swimming through running,
and to pedal well to end up with a good
time.
But I was so motivated for the race that I
achieved much better times in all three
branches than I had planned, particularly in
the swim. At the end, I ranked 360th among
1,350 people. There are no words to
describe my happiness when I completed
the race and it was worth all the hard work.
So I say, no halting and on with the work...
Ozan Yeniçeri
Finance
Age: 33
Hillsider since 2007
I took an interest in sports when I was at
university but the date I really started
exercising is the day I joined Hillside... I
began with weight training, but in time I
focused on cardio training such as running
and cycling. Currently, I am trying to run as
much as I can.
My first challenge was running in 2011
Eurasia Marathon. I was elected to the
Hillside City Club-Etiler team to take part
in 2012 Lycia Hillsider Challenge; I
participated in the Hillside training for 6
months, but I could not take part in the
event. The latest challenge I have proudly
completed is the 2013 Paris Marathon.
My program included Seastanbul and
Forestanbul organizations, 21 km at 2013
Runtalya, morning/evening runs several
days a week with running groups like
Where are These Girls Running and Team
Istrunbul Running Academy, as well as
cycle classes
3 times a week. Probably my biggest
motives were working out with friends
from Hillside Etiler and Istrunbul who
would take part in the marathon, and
planning the Paris trip.
I think I could best describe the emotions
the marathon or running in general evokes
in me as the fight between the mind and
the body.
Regarding my targets, I am motivated by
the feelings I will have once I achieve a
given target. I don’t have a fixed motto but
“Feel Good” would be close to it, which
rings in my ears in each training session..
.
HILLSIDE CHALLENGERS
ASLI ERGENÇ
Occupation: EXECUTIVE ASSISTANT
Age: 36
Hillsider since 2001
I took up athletics at the age of 11 at Enka
Sports Club. After 13 years, I retired from
professional athletics when I was with
Fenerbahçe Sports Club. I was part of the
Turkish National Team in 100 m hurdles,
100 m and 4x100 m races. I appeared in
the 2004 Olympics promotional film. I
was one of the Olympic torchbearers as
the Olympic flame travelled through
İstanbul before Athens 2004 Olympics. I
joined Hillside right after I retired as a
professional athlete. I have been
exercising at Hillside City Club-Etiler for
12 years.
As part of the National Athletics Team, I
participated in various international
competitions including the Balkan
Championships and the European
Champion Clubs’ Cup. You feel infinitely
happy when you achieve a successful
result after such intense and
overpowering effort. In 13 years as a
professional athlete, I have had many
achievements with self-belief, desire,
ambition and hard work. Being involved in
an individual discipline, I competed
against time and other people, which
taught me to remain standing, to fight and
never to give in, in terms of personal
development. Currently, I do long runs as
an amateur. I relive the thrill of racing by
taking part in short races. What matters
now is to finish the race and enjoy it...
Nikola MARINCIC
Occupation: Food Import
Age: 46
Hillsider since 2010
I played tennis when I was young, but I did
not do anything serious sport-wise in the
past. Yet, once the mind is set, there is
nothing one cannot do! I started running in
2008 with the 8-km fun run in the Eurasia
Marathon. After running 10 km in 2009, 21
km in 2010 and my first marathon in 2011, I
thought nothing could be harder and did
my first olympic triathlon at the end of
2011. Then I found out about
even-the-more-challenging Ironman. I
first did Half Ironman in Belgium, which
covered 1.9 km swim, 90 km bike ride and
21 km run courses for a total of nearly 113
km! After doing another Half Ironman
later in Singapore, I did the Full Ironman in
Nice in April. This is one of the toughest
single-day races with a total course of
226 km made up of 3.8 km swim, 180 km
bicycle ride and 42 km marathon stages.
The challenge I took on this year was
Marathon des Sables, the Marathon of
the Sands. Held in the Sahara desert, the
six-day event during which a competitor
carries all the gear in a backpack is the
world’s toughest foot race. This race
taught me to be patient, to do with less,
and to never give in.
I prepared for this race running 3,750 km
in total over 8 months. I did a single
training session 4 days a week and two
sessions 3 days a week. I also did weight
training. My family has been a great
support to me. The race was incredibly
challenging. There were days when it was
as hot as 52 degrees. You have to run
non-stop on sand and gravel, with a 10-kg
backpack. Sometimes at night, with every
step I took in the dim torchlight, I asked
myself why I was doing this! Even if it is
hard, deep down you know it is going to
end and hold on to that thought. Then
comes an immense pride, the sense of
achievement... You collect wonderful
memories and rare emotions...
Since my 40s when I started doing sports,
I am most motivated by getting better
every year. I intend to do this sport for
many more years to come, to be
physically fit and in form, and to
experience special races... I can clearly
say that the best bit is getting into the
form that allows you to take part in these
races. Not the finish line, but the path that
leads to it is the most enjoyable part...
ART BLOG
2 PLEASANT INTERVIEWS WITH 2 ARTISTS
Arda Yalkın
Born in 1974 in Ankara,
Arda developed an interest
in computers and music
when he was in secondary
school. Commodore, amiga,
8086 processors...
88/89/90
Interview: Çağla Cabaoğlu
Photos: Artists’ archives
He dropped out of two universities
-Anadolu University, Tourism Department
and Ankara University, Faculty of
Languages,
History and Geography, Department of
Archeology/Restoration- in senior year to
be a musician. In 1999, he settled down in
İstanbul that he had been commuting to
play the guitar. He worked on sound
technology for a while, took an interest in
video and animation, and started taking
photographs in 2004. Today, Arda Yalkın is
an artist producing works that touch the
heart and travel to many exhibitions and
international art fairs.
What did motivate you to get so deeply
involved in art? Can you tell us about
your works?
My motivation was to watch Cold Cut live.
The team I had back then and I realized
numerous live video performances for
many Turkish musicians including Şebnem
Ferah, Tarkan, Mor ve Ötesi, Pentagram,
and Sertab Erener, as well as for many
foreigners. Thanks to these experiences, I
was involved in different aspects of
analogous/digital sound and image
processing. Until the first exhibition I took
part in 2011, my portfolio included concert
DVDs, music videos, commercials I had
shot for international companies, and
independent animated film projects. I was
invited to Contemporary İstanbul Art Fair
in 2011 for the video titled “Bir” (One) I
produced for Pop Art Extended, the Video
Cube compilation. The video received a
positive response from the audience. My
first solo exhibition that also covered my
plastic works, "Çalışkan Küçük İnsanlar"
(Hardworking Little People) took place in
Alan İstanbul in September 2012. During
the past 1.5 years, I participated in nearly
20 exhibitions and international art fairs,
three of them in Athens.
When did your interest in digital art first
take root? What do you think about the
future of digital art?
It all started with demos when I was going
to secondary school. This question
deserves a binary answer. On one hand,
you use digital technology to speed up
conventional methods. I see that
frequently especially in Turkey. For
instance, you can apply very simple filters
to a photo, print it out, and then apply paint
on it. This means you surrender
imagination and handwork to a software
program. This results in serial production
of identical works. On another hand, having
full command of software and hardware to
push their limits, and treating the
computer as a material as if you are
dealing with
paints, brushes, enlargers or film leads to
totally original and distinctive results.
Those works that result from the first
method have absolutely no future, but I
believe that original digital works will enjoy
gradually increasing value in the actionand innovation-craving art market. I have
learned everything I know from online
resources. Easily accessible information
has less value in the eyes of the people...
But my generation, which has chased
records and CDs, hunted for cassette
tapes and read encyclopedia, is able to
deal with this situation. Technology
brought very dissimilar disciplines closer. I
think that non-multidisciplinary artists,
save for exceptions, are not looking at a
bright future in the digital medium.
Where do you place Turkey in the
field of digital art?
We are lagging way behind. But there are
also artists that I love such as Murat
Germen, Refik Anadol, Candaş Şişman and
Murat Pak – each one is top class. As far as
I am concerned, computer is still
demonized in the fine art faculties of
well-known schools, but private
universities began loosening. Many Turks
are working in worldwide renowned
studios, particularly in the animation
industry. And another thing – the
advertising sector practically swallows
those who use the digital platform. They
attract talented people with decent
salaries and grind them. This is my
first-hand experience. Had I not decided to
change my life after a motorcycle crash,
most probably I would also be working for
an advertisement company. Looking back
now, it feels so strange. A group of
well-paid people who studied and got
graduate degrees abroad are discussing
the color of the reflection of a candy bar
wrap.
Burcu Yağcıoğlu
Burcu was born in 1981 in
İstanbul. She pursued her
undergraduate studies in
painting from 2001 to 2005
at Mimar Sinan Fine Arts
University and got her
master’s degree in Visual
Arts and Visual
Communication Design
from Sabancı University.
She moved to London in 2008, where she
received a second master’s degree. She
now lives in İstanbul and London.
We would like to get to know you and
your works better.
My art practice covers video, painting and
sculpture. I am interested in such themes
as narration, storytelling, and fiction
versus reality. There are many forms of
narration. I am attracted to various
potential forms of narration. According to
Giorgio Agamben, “Even the Mona Lisa,
even Las Meninas could be seen not as
immovable and eternal forms, but as
fragments of a gesture or as stills of a lost
film wherein only they would regain their
true meaning.” I produce my works work
with a similar approach.
I install images, sounds and things in the
space, which refer to stories that are not
fully revealing. On the other hand, I do not
aim at ’true meaning’ in my practice. To the
contrary, I am attempting to seduce the
onlooker to actively engage in creating the
story and the meaning.
Do you have an idol or are there artists
that you admire and follow?
Gabriel Orozco is one of my favorite
artists. I think that Orozco’s art and playing
games are directly interrelated. His works
are very creative; they also look effortless.
I also love David Shringley, whom I believe
flirts with the notion of games. He was
nominated for the Turner Prize 2013. His
artworks entail technical variety just like
Orozco’s. He has that British-style
sarcastic and satiric sense of humor. I also
admire Nazım Ünal Yılmaz, a young artist
from Turkey.
Does your art practice have an aspect
that dwells on and problematizes that
which is social?
Being a mass communication tool itself,
art is social at any rate, since it is in close
contact with philosophy and flirts with life
and death. Even if art and artists may not
directly dwell on political and social topics
in artworks, they display that which is
social, they pierce or establish it. Since the
artist is a member of the society, his or her
artworks reflect and affect that society.
Let me give an example: I think that every
country produces her own contemporary
art. The art produced in Turkey and that in
the UK are different from one another. A
careful eye would be able to see the
backgrounds of artwork productions in
these countries, their current political
standings, thinking methods, and what
they do and do not care about.

Benzer belgeler