gökhan gönül

Transkript

gökhan gönül
1
Merhaba,
Yeni bir sayının bitmesinin mutluluğunu, bir dönemin daha bitişinin
hem umudunu hem de hüznünü yaşıyoruz. Her ders yılının bitişi mezun
olacak öğrencilerimizden ayrılacağımız için bir hüzün hem de onları yaşama katılmalarının sevinci ile umut dolu günler getirir bizlere. Her iki
duyguyu da birlikte yaşıyoruz.
Şimdi İtalik’in sayfalarında birlikte bir yolculuğa çıkma vakti... Öncelikle
özetini sunma keyfi bize, sayfaların arasında kaybolma mutluluğu size
ait.
Mezun olacak öğrencilerimizden söz ettim az önce. Eski mezunlarımıza
yer verdiğimiz sayfalarımızın bu sayıdaki konukları Burcu Göz ve Pelin
Yılmaz. Belki de seneye bu zamanlarda şimdiki öğrencilerimiz konuk
olurlar İtalik sayfalarına.
Üniversitemizin önemli birimlerinden biri olan DÜPA Başkanı Doç. Dr.
Ahmet Yükleyen’in sorularımızı yanıtladığı söyleşi bekliyor sizi. Ardından, milli voleybolcu öğrencimiz Rida Erlalelitepe’nin söyleşisi yer alıyor.
Uzun yıllardır İletişim Fakültemizde ders veren ve televizyonculuğun
duayen isimlerinden birisi olan Oğuz Haksever’in spikerliğe ve sosyal
medyaya ilişkin görüşlerini paylaştığı söyleşimiz var. Onun ardından
medyanın spor yanında yönetmen Hüseyin Kaymaz ile duraklayacağız
ve futbol maçı yayınlarına ilişkin konuşacağız. Hazal Sezer ile ise medya
planlamaya ilişkin söyleşimizi de ihmal etmeyin elbette.
Hem üniversite hem de fakülte olarak uzun zamandır üzerinde çalıştığımız bir ortaklığın canlanmış hali var ardından: TRT Belgesel Günleri. Sekizincisi düzenlenen TRT Belgesel Günleri’nin bu yılki partneri
üniversitemiz. TRT gibi köklü bir kuruma hem öğrencilerimiz hem de
akademisyenlerimizle destek vermekten büyük bir mutluluk ve gurur
duyduğumuzu burada da belirtmek istiyorum.
Biraz da müzik diyoruz sonra ve Hakan Altun’a kulak veriyoruz, ardından
biraz da sahalar ve Gökhan Gönül ile söyleşi de duraklıyoruz.
Son olarak İtalik’in öğrencilerimizin düşünceleriyle zenginleşen sayfaları ile dergimizi bitiriyoruz.
Keyifli okumalar dilerim.
Prof. Dr. Mete Çamdereli
2
Prof. Dr. Mete Çamdereli
İstanbul Ticaret Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dekanı
sayı 25
Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin
Başarılı ve İstikrarlı Oyuncusu:
Kampüs
GÖKHAN
GÖNÜL
Doç. Dr. Ahmet Yükleyen ile Bir Söyleşi 4-9
Rida Erlalelitepe 10-15
Mezunlarımız
Burcu Göz 16-21
Pelin Yılmaz 22-23
Medya
Oğuz Haksever 24-29
Futbol Yayınının Arka Yüzü: Hüseyin Kaymaz 30-35
Carat Ajans 36-41
Haber ve Kültür-Sanat Dergisidir
Yıl: 10 – Sayı: 25 / 2016
Sinema
İstanbul Ticaret Üniversitesi Adına Sahibi
Prof. Dr. Nazım EKREN (Rektör)
8. TRT Belgesel Ödülleri ve Belgesel Günleri 42-53
5187 Sayılı Kanunla Sorumlu
Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ (Dekan)
Yaşam
Genel Yayın Yönetmeni
Uzm. Öğr. Gör. Nurullah KADİRİOĞLU
Bir Maniniz Yoksa Akşam Size Gelebilir miyiz? 54-65
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ, Yrd. Doç. Dr. Nihal KOCABAY,
Öğr. Gör. İhsan EKEN, Arş. Gör. Mehmet GÜLNAR
Gezi
Kore 66-73
Editörler
Arş. Gör. Ayşegül ÇAYCI, Arş. Gör. Berk ÇAYCI
Müzik
Yazı İşleri
Hatice BEDESTANİ, Aslıhan UNUTUR
Hakan Altun 74-79
Fotoğraf Ekibi
Özge ALİŞARLI, İdil ÇELİK, Emre TOPÇU,
Spor
Görsel Tasarım
Emre TOPÇU, Onur YÜKSEL
Gökhan Gönül 80-85
Deneme
Yahya Sancar: Hayat Artık İki Kelime: Dıt Dıt 86-91
M. Said M. Kılınç: Sosyal Medya 92-95
TRT Belgesel Günleri 8.Kez
İzleyiciyle Buluşmaya Hazırlanıyor!
Belgesel Günlerinin Partner
Üniversitesi bu yıl İstanbul Ticaret
Üniversitesi…
Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin
başarılı ve istikrarlı oyuncusu
Gökhan Gönül ile futbol serüveni
hakkında konuştuğumuz keyifli
söyleşi İtalik sayfalarında sizleri
bekliyor.
Edebiyat
Şiir Köşesi | Yahya Sancar: Affet 96
42-53 >>
80-85 >>
Kapak Fotoğrafı
Emre TOPÇU
Kapak Tasarımı
Onur YÜKSEL
Muhabirler
Özge ALİŞARLI, Eda AKSU, Oğuzhan ALP, Hatice BEDESTANİ,
İdil ÇELİK, Fazilet KARA, M. Said M. KILINÇ, Yahya SANCAR,
Nur SERBEST, Emre TOPÇU, Aslıhan UNUTUR
Katkıda Bulunanlar
Hayrettin Alp, Mete BAĞCI, Atilla KAYA, Faruk YAZAR
Renk Ayrımı- Baskı- Cilt: Modernİst Creative Design
Adres: Eğitim Mahallesi, Kasap İsmail Sokak, Canberk İş Merkezi, No: 6/6
Kadıköy / İstanbul
Tel.: 0216 550 59 48
Web: www.modernistt.com
İtalik Dergisi, İstanbul Ticaret Üniversitesi öğrencileri tarafından
TifMedya’da hazırlanmıştır. Yazı ve fotoğrafların tüm hakları
İletişim Fakültesi Uygulama Dergisi İtalik’e aittir. Yazılı izin olmadan alıntı
yapılamaz.
kampüs
İ
sİ
İ
S
E
m
T
İ
S
ade
R
k
E
A
V
İ
İm
ÜN
T
E
ret
R
Ü
A
e
j
C
İ
o
T
r
L
P
U
B
ve
N
A
T
İS
ünce
ş
ü
Şİ
E
D
L
)
Y
A
Ö
P
Ş
R
İ
(DÜ
B
.
.
le
I.
i
N
N
A
E
Y
LE
K
BAŞK
Ü
Y
ET
M
H
A
.
R
D
.
Ç
DO
SÖYLEŞİ ASLIHAN UNUTUR
4
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU
5
Öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize
kendinizden bahseder misiniz?
Hollanda da gurbetçi bir aile
çocuğu olarak dünyaya geldim.
Eğitimim orada başladı daha
sonra Bilkent Uluslararası İlişkiler
bölümünden mezun oldum. Sonra
Amerika’ya gittim aynı alanda
master yapmak için ve ilerleyen
zamanda Boston Üniversitesinden
doktoramı aldım. Bunları yaparken
Almanya, Hollanda ve Belçika’da
saha çalışması yaptım. 2006’dan
geçen yaza kadar Mississippi Üniversitesi öğretim üyeliğim devam
ediyordu. Ancak iki yıldır da burada
fiilen görevdeydim. Artık ülkeme
hizmet etmeliyim düşüncesi ile
artık tamamen Türkiye’de görev
almaya başladım.
“Balıkçılığın birinci
kuralı sabretmeyi
öğrenmektir.”
Hobileriniz ve sizi tanımlayabilecek
özellikleriniz nelerdir acaba?
Balık tutmayı çok seviyorum. Aslında tabiatla iç içe olmayı seviyorum.
Balıkçılığın birinci kuralı; balığı bazen tutarsın ama bazen tutamazsın.
Önemli olan sabretmeyi bilmek ve
sabrettikten sonra başarmaktır. Her
zaman öğrencilerime söylediğim
ilk kural bu , sabretmeyi öğrenmek.
Tiyatroya da ilgim var. Okul zamanı
lisede sahnede olduğum dönemler
oldu. Bir turne hali de oldu aslında
kısa çaplı. Şimdi ise sadece hobi
olarak devam ediyor. Bırakmamın
sebebi de şuydu; üniversitede
dersler fazlaydı ve tiyatro ekibinin
ortamını çok fazla beğenmedim.
Belki de çok çabuk vazgeçtim bilmiyorum ama aslında yurtdışında
tiyatro içerisinde olmak daha zor.
Sinema var başka alanlar var. Bence
tiyatronun içerisinde yer almak her
zaman daha heyecan verici.
Ahmet Yükleyen’i tanımlayan şey
ise akademisyenliktir. Çünkü artık
öğretmek bir kimlik haline geldi
benim için. Bu yüzden kimliğim
akademisyen olmak diyebilirim.
Akademisyenlik dışında alternatif
bir iş seçme şansınız olsa, kendinizi
hangi sektörde görmek isterdiniz?
Hollanda da doğmuş olmak ve
ailemin büyük kısmının orada ya-
şamış olmasıyla sık sık gidip gelme
durumu oldu ve bu böyle bir sonuç
doğurdu sanırım. Birde benim dönemimde bölüm çok popülerdi ikisi
bir araya geldi böylece mesleğimi
seçmiş oldum.
Türkiye’de doğsanız aynı seçimi
yapmış olur muydunuz?
Eminim popülaritesi yüksek olduğu
için ve sevdiğim için yine seçerdim. Sosyal psikoloji gibi bölümler
seçeneklerim arasındaydı. Aslında
çevrem sözeli seçmem sonucunda
baya şaşırmıştı. Listemde hukuk,
mühendislik olması bekleniyordu
ama ben istememiştim.
İçinde bulunduğunuz ve üzerinde
çalışmalar yaptığınız bu sektörün
durumunu nasıl buluyorsunuz?
Bir şeyler öğretmek gerçekten
kutsal bir meslek. Dünyada paylaşıldıkça artan birkaç şey vardır.
Bunlardan bir tanesi bilgidir, diğeri
ise sevgidir. Bunlar fazlasıyla değerli şeyler. Paylaşmak çok değerli.
Akademisyenlikte bir yandan
öğren, bir yandan paylaş durumunun olmasının bir güzelliği var.
Araştırma kısmı ayrıca çok heyecan
verici ama çok yorucu ve değerinin
bilinmesi gerekiyor. Yine de benim
en çok sevdiği kısım ders vermek.
Bazen kendimi çok yorduğumun
farkına varıyorum mesela.
Mezun öğrenciler gelince çok güzel
oluyor örneğin. O zamanlar öğrenci
bir adım daha yaklaşmış oluyor
bizlere. Verdiğim bir örneği öğrenci
yaşamında kullanıyor ve ben yapmak istediğimi yapabildim hissini
yaşıyorum böylelikle.
Türkiye’de yapıyor olmamın da şöyle güzel bir yanı var; insanlar senin
insanın, sana yardım eden insanlar
ve onların çocukları. Onlara yardım
etmek çok güzel bir şey.
Sizce öğretmekle eşdeğer başka bir
his daha var mı?
Çok yakın arkadaşlar, dostlar aynı
hissi veriyor diyebilirim. Ama oda
bir zaman sonra kurulması zor olan
bir bağ.
6
DÜPA’ya gelelim. DÜPA hakkında
bizi bilgilendirir misiniz? Nedir,
nasıl bir işleyişe sahiptir?
DÜPA; düşünce ve proje gelişim
akademisi ve Rektörlüğe bağlı bir
düşünce kuruluşu aslında. Fiilen
geçen sene ağustosta çalışmaya
başladı. Amacı üniversitede bilgi
birikimi sağlamak, iş dünyasındaki
bilgileri Dünyaya anlatmak. Aynı zamanda Dünyayı takip edip, araştırmak; fırsatları inceleyip raporlamak
ve bunları Türkiye kamuoyuyla paylaşmak. G20’nin altında birde T20
var. DÜPA ‘da şuan T20’nin danışma
kurulunun üyesi. G20’nin geçen sen
bizde yapılması aslında bayağı bir
fırsat sağladı. DÜPA için kısa sürede
büyük başarı elde ettik böylece.
“DÜPA öğrencilere istihdam yaratıyor.”
Projeler için insan kaynağına ihtiyacımız var. Öncelik kendi öğrencilerimiz ve mezunlarımız. Onların
uluslararası ortamda kendilerini
geliştirmeleri ve DÜPA ‘nın da böylece gelişmesi durumu var ortada.
İTO’yla hali hazırda devam eden
12 araştırma projesi var ama insan
kaynağımız sınırlı bu yüzden ileri
düzey İngilizce bilen öğrencilere
ihtiyacımız var.
İşleyişimiz şu şekilde, Uğur Yasin
Asal şuanda başkan yardımcımız. Genel olarak çoğu detayı biz
üstlenmiş durumdayız. Vizyonumuz
ve nereye gideceğimiz belli. Şu
sıralar İTO “Bitaf Vakfı” kuruldu
veya kurulma üzeri. DÜPA ‘nın
bilgi birikiminin böyle bir vakıfla
birleşmesi düşünülüyor. Kurumsal
yapıya dönerek hedefini ve kendini büyütme durumumuz var. Şuan
devam eden projelerimiz İTO’nun
bizden özellikle araştırmamızı istediği projeler. Her alanda proje var;
sinema alanı, işçiler gibi. Durumla
ilgili önce hocaları yönlendirerek
bir proje önerisi oluşturuyoruz ekip
olarak, sonra bunlar değerlendiriliyor ve İTO’yla paylaşılıyor. Şartlar
uyarsa proje sözleşmesi yapılıyor ve
böylelikle araştırma süreci başlıyor.
“Dünya’da
paylaşıldıkça
çoğalan birkaç şey
vardır. Bunlardan
biri bilgi, diğeri
sevgidir.”
7
da sahadan toplanılan yeni verilerle
bilgi toplamak bu önemli bir süreç.
DÜPA ‘nın başkanlığını yaptığınız
süre boyunca sizi etkileyen önemli
bir anınızı paylaşabilir misiniz?
Akşamın bir vakti şu konuda bir
kanun tasarısı var, bu konuyu yarın
öğleye kadar değerlendir, ekibini kur ve bize rapor ver denildiği
oluyor. Bu durumda ekibin özverisi
önemli bir olay mesela. Projeye
inanıyor, sizinle beraber gecenin
ikisine kadar çalışıyor ve bunu
teslim ettiğinizde bir takım ruhu
olduğuna inanıyorsunuz. Sanırım
bu en önemli şeylerden biridir.
Düşünce ve proje üretme açısından
bakıldığında ülkemizi nasıl buluyorsunuz? Bu konuda takdir ettiğiniz
kurumlar veya kuruluşlar var mı?
Bizler daha yeni yola çıktık mesela
ama önemli kurumlar var. TOBB’un
kurduğu TEPAV var belirli bir çizgiyi
yakalamış durumda şuan. Anka-
DÜPA ile iş ilişkiniz nasıl başladı?
Bu oluşumun içerisine nasıl
girdiniz?
Okulumuzun Rektörü Nazım Ekren,
DÜPA ‘nın başkanıydı. Bende o
sırada başkan yardımcısı görevindeydim. 5 yıl kadar bir tecrübem
vardı daha önceden. Bir değerlendirme oldu sanırım böylece DÜPA
‘ya başkan oldum.
“Düşüncemiz biz ne
yapabiliriz, neler
yapmalıyız?”
8
DÜPA olarak gerçekleştirdiğiniz ve
başarılı bulduğunuz bir proje var
mı?
İTO’nun araştırmamızı istediği projelerin hepsi önemli. Ancak belki en
iddialısı Türkiye’deki Suriye’lilerin
ekonomik ve sosyal olarak hayata
katılmasıdır. Suriye’de yaşananların
her yere ciddi yansımaları oldu. En
büyük yansıma Türkiye’ye oldu ve
yapılması gerekenler var. Suriye’liler
toplumsal hayatın parçası haline
gelmeliler. Öncelikle sahadaki
durum tespit edilmeli. Bu alanda
ciddi çalışmalar yapılmalı. Eğitimleri, mesleki durumları, finansal
durumları incelenmeli. Durumu
iyi olanlar zaten burada da iş
ra’da olmaları, kamuya yakın projeler işliyor olmaları bir avantaj ve
aynı zamanda dezavantaj. Ama biz
İstanbul’da olmak istiyoruz. Kobilerin dünyadaki konumlarını geliştirmek, onların vizyonunu değiştirmek
için kurulduk zaten. Ancak ekonominin kalbi İstanbul, bu yüzden yeri
İstanbul olmalı bizce.
Üniversitelerde fikir ve proje üretmek amaçlı birçok atölye ve kulüp
kurulduğunu görmekteyiz. Bu alanlarda öğrenciler ne durumda sizce?
Ümit var olmak için örnek var aslında ama gerçekten az sayıda. Belki
biraz şikayetçi olabilirim bu durumdan. Mesela örneklerden birisi şudur; bizden mezun bir öğrenci BM
mülteciler yüksek komiserliğinde
çalışıyor. Bu fazlasıyla gurur verici.
Böyle gençler göğsümüzü kabartıyor ancak sayıları artmalı. Oyun
geliştiren girişimci bir arkadaşımız
var mesela. Kimse bu beni aşar, ben
bunu yapamam dememeli. Fikirle-
rimizi söylemeliyiz, eksik yerlerimiz
varsa tamamlayıp devam etmeliyiz.
Hayal gücüyle bilgiyi bir sonraki
aşamaya geçirmek için çok çalışmak gerek. Farklı şeyler okumalı ve
gelişmeliler. Ayrıca duyarlı olmalılar onlardan sosyal sorumluluk
bekliyorum.
Son olarak okuyuculara iletmek
istediğiniz bir mesaj var mı?
Diğer öğrencilerden daha ilgisiz
veya sessiz olup bunu aşanları
gördüm. Çok zorlamamak gerek
diye düşünmemek lazım. Ümitsiz
olursak ilerleyemeyiz. Gençlikte
heyecan ve dinamizm olmalı. Uzun
vadede güzel bir hayat yaşayacaklarını görmeleri lazım. Üniversitemizde işini çok iyi yapan öğretmenler
var. Onlarla konuşsunlar, fikirlerini
paylaşsınlar. Sonuçta burası öğrenme yeri. Hatalardan da insanlar bir
şeyler öğrenir. Aslında kısaca onlara
özgüveni güçlendirmeleri gerektiğini öğütleyebilirim.
kurup devam edebiliyorlar. Bu tarz
insanları ülkede tutabiliyor muyuz
önemli olan bu. Piyasadaki ihtiyaç
incelenmeli bu sebepten.
İTO üyelerinde çoğunluk KOBİ’ler
yani küçük işletmelerdir. Dolayısıyla
bunlar en çok istihdam sağlayan
yerler. Onlar bu işin merkezinde
olmalılar. Biz somut olarak Antep’te
çalışmaya başladık. Daha sonra
İstanbul’a da gelmek istiyoruz. Düşünce tarzımız ise biz neler yapabiliriz, şeklinde.
DÜPA ‘nın hayal projesi, ilerleyen
zamanlarda ulaşmak istediği bir
hedef var mı?
Düşünce kuruluşları artık fazlaca
var ama sadece Türkiye’nin yakın
çevresiyle ve siyasetle ilgileniyor.
Bizde de temel politika ve ekonomi
ancak biz küresel olmak istiyoruz.
Referans alınan ve Türkiye’de bulunan bir “think tank” olmak istiyoruz.
Suriye’liler projesi birazda buradan
geliyor. İyi toparlanmış veriye herkesin ihtiyacı var. Can alıcı konular-
9
kampüs
İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ’NİN
MİLLİ GURURU…
ÜNİVERSİTEMİZ VE MİLLİ TAKIMIMIZIN
VOLEYBOL YILDIZI;
RİDA ERLALELİTEPE…
SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI
10
FOTOĞRAF RİDA ERLALELİTEPE ARŞİV
11
Biraz kendinden söz eder misin? Voleybola başlamanda ne etkili oldu?
Hangi takımlarda oynadın?
22 Temmuz 1996 İzmir doğumluyum. Annem eski voleybolcu
babamda eski basketbolcu. İkisi de
eski mili sporcular ama daha çok
alt yapılarda oynamışlar. İzmirli
olduğumuz için annemde babamda
bu yüzden İzmir’deki kulüplerde
oynadılar. Hatta annemin takım
antrenörü babamın beden eğitimi
öğretmeniymiş. O da sonra Arkas
Spor’da yönetici oldu. Beni de o
şekilde voleybola başlattılar, Arkas
Spor’da 5 yıl kadar oynadım. Arkas’tayken Ankara’da milli takımın
alt yapısı olacak bir takım kurdular.
Oraya gittim 3 senede Ankara’da
Ankara TVF Spor Lisesi Kulüp’ünde
oynadım.
3 senedir İstanbul’da oynuyorum.
İlk sene Eczacıbaşı’nda, ikinci sene
Sarıyer Belediyesi’nde oynadım. Bu
senede Yeşilyurt Spor Kulübü’nde
oynuyorum. Voleyboldan dolayı çok
şehir değiştirmek zorunda kaldım.
Ama ailem hep destek oldu hep
yanımdalardı, annem benim her
yere benimle geldi şimdi de beraber yaşıyoruz babam işinden dolayı
bizimle gezemiyor ama her hafta
sonu yanımıza geliyor.
projeydi. 2013’teki Avrupa Şampiyonası için bir takım oluşturdular.
O nedenle milli takım olabilecek
oyuncuları bir takımda topladılar.
Bunun sebebi 2 sene sonraki Avrupa Şampiyonasına hazırlıktı. 2 sene
birlikte oynayalım ki herkes birbirini iyice tanıyor olsun, performansımız maçlarda yüksek olsun diye
2 sene önceden bir araya geldik
ve bir kulüp kuruldu. O kulüpte
bende oynuyordum ve 2 yıl boyunca
Avrupa Şampiyonası’nın hayallerini
kurarak daha çok hırslandık. Bizde
şampiyonada şampiyon olacak en
güçlü takım bizdik. Şampiyonada
üçüncülük getirdik.
Avrupa Şampiyonası’nın çapraz
maçında dörtlü final oynuyorsunuz.
Dörtlü final şöyle oluyor; örneğin iki
grup var iki grubun ilk ikisi çıkıyor,
birincisiyle ikincisi karşılaşıyor bu
maçlara da çapraz maçlar deniliyor. Bunları kazananlar birincilik
ikincilik maçı oynuyorlar kaybedenler üçüncülük dördüncülük maçı
oynuyorlar. Biz Polonya’yla oynuyorduk hatta Polonya Avrupa Şampiyonu oldu. Biz maçta 2-0 gerideydik.
Bende oynuyordum, maç sırasında
moralimiz çok bozuktu kötü gidiyordu. Bu durum içerisinden çıkmak
için kendi aramızda bir ateşleme
konuşması yaptık ve durumu 2-2
haline getirdik. Son sayılarda küçük
hatalar yüzünden maçı kaybettik.
Ama maç sırasındaki o konuşma
güzel bir geri dönüştür, hiçbirimiz
hala o maçı unutamayız.
“Milli formayı
giymek çok büyük
bir gurur.”
Bugüne kadar karşıya geldiğin
yıldızları düşünürsek rakip olarak
oynamaktan zevk aldığın
voleybolcular kimler ?
Örnek aldığın biri var mı ?
Natasa Osmokrovic diye bir voleybolcu vardı, onu çok beğenirdim.
Ama onunla hiç karşılıklı oynayamadım ben küçükken Türkiye’de
Spor maceramda ailemin sporcu
olması, çevremdeki birçok kişinin
sporcu olmasının etkisi çok büyük.
Voleybol büyük bir tutku benim için
çok severek yapıyorum bu işi.
İlk gittiğin voleybol maçını hatırlıyor musun? Neler hissettin?
Annemin arkadaşları babamın arkadaşları onların antrenörleri beden
eğitim hocaları falan derken bu işin
hep içinde büyüdüm. Spor salonlarında geçtiği için çocukluğumun ilk
voleybol maçını da çok küçük yaşta
izledim. O yüzden şu maçtı bu maçtı diye hatırlamam pek mümkün
değil çünkü çok küçük yaştan beri
çok fazla maçlara gittim.
Onlarca maçta oynadın. Unutamadığın maç hangisiydi?
Şöyle anlatayım; bizim Ankara’da
bir kulübe gitmemin sebebi bir
12
13
Fenerbahçe’de oynuyordu hatta.
Kendisi dünyanın en iyi voleybolcularından birisi. Onunla karşılıklı
oynamak gerçekten çok isterdim.
Karşılıklı olarak düşünürsem Eczacıbaşı’ndayken Maja Poljak ile oynamıştım. Kendisi orta oyuncuydu
ben smaçörüm. Beni motive ediş
şekli ve benimle konuşma tarzı hem
bir abla olarak hem de bir takım
arkadaşı olarak gerçekten çok yardımcıydı ve çok beğendiğim sporcu
kişiliği dışında kendi özel yaşamı
da benim için örnek alınabilecek
insandı. Kendisini çok severim ve
onunda oynamak benim için çok
farklıydı.
hala kalkıp NBA’yi izlerim. Hatta
play-off’lar başlayacak onu bekliyorum. Formula 1 izlemeyi de çok
severim. Futbolu pek sevmiyorum,
izlemiyorum o yüzden. Sadece
Şampiyonlar Ligi maçlarını, derbileri falan izliyorum.
Ama nedensen özellikle tenis
oynamak çok isterdim küçüklüğümden beri. Tenise karşı bir ilgim ve
merakım var.
Onun dışında genellikle film izlemeyi kitap okumayı çok seviyorum.
Kütüphanelerde çok zaman geçiriyorum. Bu Taksim’deki Amerikan
ve Alman kütüphanesinde özellikle.
Ankara’da yaşarken de halk kütüphanesi vardı Türkiye’nin en büyük
kütüphanelerinden bir tanesi.
Voleybol dışında İstanbul Ticaret
Üniversitesi’nde İngilizce İşletme
okuyorsun. Bu bölüme nasıl karar
verdin ve bu bölümde devam etmek
istiyor musun?
Açıkçası ben MF okuyordum ve
İzmir’de kalsaydım fen lisesine gidecektim hatta puanımda tutuyordu. Genetik veya biyokimya biyofizik
tarzı şeyler okumak istiyordum.
Ama görüştüğüm danışmanlar ve
etrafımdaki insanlar üniversitede
fen okuyup hem de voleybola devam etmemin zor olduğunu birisini
seçmem gerektiğini söylediler. Ben
önemli değil çalışırım hallederim
diye düşünüyordum. Fakat teorik
kısmının dışında derslerde bulunmam gerekiyordu. Örneğin onlar
bir şeyi parçalarken orada olmam
gerekiyordu. O yüzden TM’ den teorik olarak iletebileceğim bir dersi
seçtim. İngilizce olmasını özellikle
istedim çünkü o sıralar Amerika’yla
görüşüyordum oraya gitmek için.
Birçok üniversite spor bursu veriyor
onların içinden neden İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni tercih ettin?
İşletme Bölümünü seçeceksem eğer
Ticaret Odasının desteklediği bir
okul olması benim için çok büyük
bir artıydı. Çünkü İstanbul Ticaret
Üniversitesi Türkiye’de en iyilerden
birisi ve bende kararımı bu yönde
kullandım.
İstanbul Ticaret Üniversitesi milli
sporculara hangi destekleri sağlıyor?
İlk olarak %100 sporcu bursum
14
Kariyer hedefin ne?
İlk voleybola başladığım zaman
hayallerim daha minikti tabi. O
zamanlar hayalim Eczacıbaşı’nda oynamaktı çünkü Eczacıbaşı
Türkiye’nin en iyi kulüplerinden
birisi. Aynı zamanda milli takımda
oynamakta hayallerimin içerisinde
vardı. Şu ana kadar ikisini de gerçekleştirdim gibi bir şey. Ama tabiî
ki daha iyisini de olmasını isterim.
Şu anki hedefim bir 10-15 yıl daha
en zirvede oynayabileceğim en iyi
seviyede oynayıp spor hayatımı
devam ettirmek.
var. Onun dışında diğer okullarda
derslere gelememe sorun haline
gelirken bu durum bizim okul için
geçerli değil, sporcuya çok destek
olunuyor. yardımcı oldular. Hocaların hepsiyle ikili konuşmalar yapıp
durumumu anlattım ama bir yandan
da ödev ve notlarımı alacağımı söyleyince onlarda bana bu konularda
çok yardımcı oldular. Okulda birçok
sporcu arkadaşım var, okul bizim
için onlar bizim kızlarımız diyerek
bize destek veriyorlar.
Voleybol ve okuldan geri kalan
zamanını nasıl değerlendiriyorsun?
Başka spor dallarını takip ediyor
musun?
Pek zamanın kalmıyor ama basketbol izlemeyi çok seviyorum. Geceler
Eğer durumlar ters giderse voleybolu bırakmak zorunda kalırsan ya da
bir sakatlık geçirirsen antrenörlük
mu yapmak istersin yoksa okulu devam ettirip o meslek sahibi mi olmak
istersin?
Okulumu devam ettirmek isterim
çünkü antrenörlük bana göre değil.
Çünkü bir öğretmen olmanız gerekiyor ve 20 tane bayanı idare etmek o
kadar da kolay değil bayan psikolojisi çok farklı.
Spor hayatın boyunca 6 defa Balkan
Şampiyonası’nda oynamışsın. Bunlardan biraz söz eder misin ?
Hepsi benim için çok özel yerlere
sahiptir çünkü hepsi Avrupa yada
Dünya Şampiyonası öncesi oluyor kendimizi burada denememiz,
kendimizi görmemiz için o yüzden
özellikle onlardan şampiyon gelmek
çok önemli. Önemli bir turnuva öncesi şampiyon olmuştuk o yüzden
dönüm noktası olarak geçebilir
hayatım için. Zaten bu Balkan Şampiyonalarının 3 tanesinde şampiyon
olduk. Ama Türkiye’de Tekirdağ’da
oynamıştık hatta takım kaptanlığı
yapmıştım onu hiç unutmam.
Merak edilen diğer bir konu ise kadından oluşan bir takımda ilişkiler
nasıl oluyor?
Şu an camiadaki birçok insanla
tanışıyorum çünkü yaklaşık 10 yıldır
bu camianın içerisindeyim. Çoğu
insanı tanıdığım için onların kişiliklerini az çok biliyorum. Herkesin
bir iki adım bazen geri gitmesi
bazen de ileri gitmesi gerekiyor. Yeri
geldiğinde susması yeri geldiğinde
konuşması gerekiyor. Ama bunları
ayarlayabiliyorsun o yüzden çok
büyük kavgalar yaşanmıyor. Bizim
için dışarısından çok saha içi daha
çok önemli olduğu için profesyonelliğimizi koruyup saha dışında
olan olayları saha içine taşımıyoruz.
Oyuna kimsenin yansıtmaması
lazım buna dikkat ediyoruz.
Genellikle tatlı rekabetler oluyor.
Örneğin ben smaçörüm başka
bir smaçör benim yerimde tabiî
ki oynamak ister. O yüzden daha
fazla çalışınca benim içinde yararlı
oluyor bende onu görüp daha çok
çalışmama, hırslanmama sebep
oluyor. 12 kişiyiz ve 12 kız kardeş
gibiyiz zaten.
Milli voleybolcu olarak ülkemizi
temsil etmek nasıl bir duygu? İlk
milli maça çıktığında ne hissettin?
İlk milli maçımı şöyle anlatayım;
bizim takımınız 96-97’li jenerasyonu olarak geçiyordu. Bizi o sene
94’lülerin Balkan Şampiyonası’na
gönderdiler. Tecrübe kazanalım diye
göndermişlerdi. O sene Arnavutluktaydı ve takımdaki hepimizin ilk
milli maçıydı. Arnavutlukta zaten
bir çok Türk var. İlk İstiklal Marşı’mızı okurken hepimiz hüngür hüngür
ağlamıştık. Çok değişik bir duyguydu. Sonuçta Türk Milli forması
üzerinizde ve göğsünüzde ay yıldız
olması ayrıca orada farklı ülkelerden insanların olması ama herkesin
susup sizin milli marşınızı dinlemesi tarif edilemez bir gururdu.
Milli formayı giymek çok büyük
bir gurur, bütün ülkeni sen orada
temsil ediyorsun çok onurlandırıcı
bir şey bu. Bazen haberlerinin bile
çıkmayacağını yani kimsenin haberi
olmadan o formayla başarı elde
etmek bile anlatılamayacak kadar
güzel bir duygu.
15
mezunlarımız
İNSAN VE TOPLUM BİLİMLERİ FAKÜLTESİ
16
17
Burcu GÖZ
Fen - Edebiyat Fakültesi
SÖYLEŞİ EMRE TOPÇU
FOTOĞRAF BURCU GÖZ ARŞİV
“Üniversitemizden 2013 yılında birincilikle mezun olan Burcu Göz başarılı bir eğitim
hayatının ardından eğitimine ve kariyerine gurur verici yükselişlerle devam ediyor. Burcu
Göz ile eğitim hayatı ve kariyerinden konuştuk, biraz da psikolojiye değindik ve keyifli bir
sohbet gerçekleştirdik.”
Burcu, ilk olarak kendini tanıttı
bizlere ve ardından sorularımızla
merak ettiklerimizi öğrendik…
“Bana eşsiz
tecrübeler edinmemi
sağlayan ve başarılı
olmamda çokça
emeği olan tüm
hocalarıma buradan
teşekkürü borç
bilirim.”
18
İstanbul Ticaret Üniversitesi’ne
2008 yılında burslu olarak girdim ve
2013 yılında okulumdan birincilikle
mezun oldum. Yüksek lisansımı da
İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde
burslu olarak yaptım. Yaklaşık 3
yıldır psikolojinin çeşitli alanlarında çalıştım. Fakat son 1 yıldır bir
danışmanlık merkezinde çocuk ve
ergen psikoloğu olarak çalışıyorum. Ayrıca geçtiğimiz Ekim ayında
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışında eğitim almış akademisyen
yetiştirmek (YLSY) üzere açtığı
devlet bursunu kazandım, Eylül
2016’da yüksek lisans ve doktora
eğitimi için İngiltere’ye gideceğim.
Döndüğümde çalışmak için ise
İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nin
akademisyen kadrosuna atandım.
Ocak 2016’dan beri Milli Eğitim
Bakanlığı’nın açtığı İTÜ İngilizce
kursuna devam etmekteyim. Nöropsikoloji ve nörobilimsel alanlar en
çok ilgi duyduğum ve bundan sonra
uzmanlaşmak istediğim alanlardır.
Daha derin olarak ise müzik ve
beyin üzerine bilimsel araştırmalar
yönetmeyi planlıyorum.
İstanbul Ticaret Üniversitesi’ni tercih etmenizde nelerin etkili olduğunu anlatır mısınız?
Daha üniversite sınavına girmeden
önce, İstanbul’daki tüm psikoloji
bölümlerinin içeriğine ve akademisyen kadrolarına bakmıştım. İstanbul
Ticaret Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün iyi bir eğitimi olduğu da
duymuştum. Araştırdım ve gördüm
ki hakikaten bölüm, alanında çok iyi
olan birçok değerli hoca ile doluymuş. Yaklaşık liseye başladığımdan
beri psikoloji alanında iyi bir yerlere
gelmeyi diliyordum, ve hedefe ulaşmışken de kendimi en iyi şekilde
yetiştirebileceğim yere yöneldim.
Nitekim öyle de oldu. Bana eşsiz
tecrübeler edinmemi sağlayan ve
başarılı olmamda çokça emeği olan
tüm hocalarıma buradan teşekkürü
borç bilirim.
fazla bilgi ve tecrübelere sahiplerdi. Zaman zaman bunlardan örnek
göstermeleri dersleri daha yaratıcı
ve etkili bir hale getirirdi. Bir de her
üniversitede olmadığını duyduğum fakat bizim üniversitede ve
bölümde var olan zorunlu stajlarımız vardı. Belli dönemlerde devlet
hastanelerindeki stajlarımızda
sorun çıksa da, lisans dönemindeki
bir öğrenci için stajların kısa süreli
de olsa bölümle ilgili iyi bir tecrübe
kazandırdığını düşünüyorum.
Üniversite yıllarında psikoloji öğrencileri için en önemli tercihlerden
biri de psikolojinin hangi alanında
uzmanlaşacağına karar vermek…
Psikoloji öğrencisiyken bu kararları
vermenizde nelerin etkili olduğunu
söyleyebilirsiniz?
Aslında düşünüyorum da, bir psikolog için hangi alanda uzmanlaşacağına karar verme süreci hayatı
boyunca devam ediyor olabilir.
Çünkü bir alanın içine girdikçe
her adımda ilgilerinizin daha da
spesifik bir yere doğru gittiğini
hissediyorsunuz. Biz lisans eğitimi boyunca, alanımızla yakından
uzaktan ilişkili birçok konuda ders
alıyoruz. Bunların içinden hayatı
daha iyi anlamlandırmamıza yardımcı olan konular daha çok ilgimizi
çekiyor ve o tarafa yöneliyoruz.
Lisans eğitimim boyunca kendime
hep şu soruyu sorardım: “Ben nasıl
bir ortamda, kimlerle çalışırken
mutlu olabilirim?”. Bunu anlamak
için zorunlu stajlarımız dışında,
kendime gönüllü çalışacak yerler
buldum, çocuklarla çalışmayı çok
sevdiğimi fark ettim. Ayrıca beyin
cerrahi kliniğinde yaptığım staj
da beni çok heyecanlandırmıştı ve
beni o alanda sürekli okumaya itti.
Birçok kongreye, seminere, eğitime
katıldım. Birçok değerli hocadan
birçok seminer dinlemek, alanlar
arasındaki farkları ayıt edip şu anki
çalıştığım ve çalışmak istediğim
konularda karar kılmamı sağladı.
Psikolojinin çeşitli alanlarında
çalıştınız ve şuan da bir danışmanlık
merkezinde “Çocuk ve Ergen Psikoloğu” olarak çalışıyorsunuz. Bize
ergenlik döneminde olan bir gencin
duygu durumundan kısaca bahsedebilir misiniz?
Ergenlik dönemi kısaca çocukluktan çıkan ve yetişkinliğe ilk adımını
atan gencin, kendisine özgün bir
kimlik oluşturma sürecidir. Tabii ki
bu ağır ve belirli aşamaları bulunan
döneme, gençlerde oluşan hızlı
fiziksel değişikler de eşlik eder.
Bütün bu durumları yaşarken genç,
savunmasız, hassas ve kırılgandır.
Bu dönemin bağımsızlık kazanmak,
kendi değer ve düşüncelerini geliştirebilmek, yaşıtlarıyla iyi geçinmek
ve cinsel kimlik oluşturmak birçok
hedefi vardır. Çok fazla hayal kurar,
heyecanlı ve riskli deneyimler
edinmek isterler. Zaman zaman
yalnız kalmayı, bir köşeye çekilip
düşünmeyi de isteyebilirler. Genellikle ruh halleri çok sık değişkenlik
gösterir. Herhangi özel bir nedene
bağlı olmadan bir gün çok iyiyken,
diğer gün çökkün bir duygu durum
içinde olabilirler. Hayatlarındaki değişimlere uyum sağlamakta
zorluk çekmeleri muhtemeldir. Bu
yüzden gençlerde birtakım davranış
problemleri, aile ile ilişkinin bozulması, akademik başarıda düşüş,
öz bakımda gerileme davranışı,
gelecekten korkma ve umutsuzluk
görülebilir.
Nöropsikoloji ve Nörobilimsel alanlarda uzmanlaşmak istiyorsunuz.
Sizi bu alanlara yönlendiren etkenler nelerdir?
Sanırım her şey üniversite sınavına
hazırlanırken yaşadığım bir hastalık
süreci ile başladı. Sınava girdikten 1
hafta sonra bir ur sebebiyle bir beyin ameliyatı geçirdim. O zor günleri atlattıktan sonra beyinle ilgili
İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde
aldığınız eğitim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Aslında biraz önce söylediğim
gibi, eğitim kalitesinde en büyük
katkının hocalarımıza ait olduğunu
söyleyebilirim. Çok farklı alanlarda
uzmanlaşmış hocalarımız vardı ve
çoğu genellikle teorik bilgilerinin
yanında pratikte de edindikleri çok
19
zorunluluk gibi algılanırken, ben
bu durumu hem kendi keşiflerimde daha başarılı olabilmek hem
de ülkeme bilimsel açıdan katkı
sağlayabilmek adına bir fırsat
olarak değerlendiriyorum. Bilimsel
çalışmalarımı daha da ilerlettiğim zamanlarda, her yaşta insana
beceri kazandırmayı ve psikolojik
veya nörolojik hastaları ise rehabilite etmeyi amaçlayan bir müzik
merkezi açmayı planlıyorum. Burası
her insanın kendini iyi hissetmesini
sağlayacak ve hayatın yaşanabilir
yönlerini onlara daha fazla hatırlatacak bir yer olacaktır.
“Müzik beynimizi
şekillendirmede
ve becerilerimizi
geliştirmede
etkili bir araç
olduğu gibi bizde
sonradan oluşan
beyin hasarlarını
ve hastalıkları
iyileştirmede de çok
etkili bir yöntem
olabilir.”
20
çok fazla şey araştırıp öğrenmeye
başlamıştım. Sonrasında ise girdiğim psikoloji bölümünde, Fizyoloji
dersimize giren değerli hocam Prof.
Dr. Öget Öktem ile tanıştım. Derste
gördüğüm beyinle ilgili oldukça ilgi
çekici konular, hocamın naif anlatımı ve tecrübeleriyle ile birleşince
dersler benim için inanılmaz keyifli
hale gelmişti. Lisansımın ikinci senesinde, alanda tecrübe kazanmak
adına, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Nöroşirürji Kliniği’nde bir nöropsikoloğun yanında gönüllü olarak
çalışmaya başladım. Ve edindiğim
tecrübelerle, bu alanda iyi ve mutlu
olabileceğimi fark ettim. Hem uçsuz
bucaksız bir alandı hem de ülkemizde gelişimi çok yavaş ilerliyordu.
Düşündüm ki bu alanda çalışacak
yeni ve istekli çalışanlara ihtiyaç
var, neden biri ben olmayayım?
Peki bu alanlarda ne gibi çalışmalar
yapmayı planlıyorsunuz?
Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu
alanlar hakikaten gittikçe kendini
genişleten, ucu bucağı görünmeyen
alanlar. İnsanlık geliştikçe daha
interdisipliner çalışmalara yönelim
daha da artıyor. Yani artık günümüzde Nöroekonomi diye bir alandan bile bahsedebiliyoruz düşünün.
Ben bütün bunların içinde müzik ve
klinik nöropsikoloji alanlarını kombine ederek çalışmalar gerçekleştirmek istiyorum. Sanatın özellikle
müziğin, insan beyninin gelişimi
üzerinde çok önemli bir etkisi
vardır. Diyorum ki, müzik beynimizi
şekillendirmede ve becerilerimizi
geliştirmede etkili bir araç olduğu
gibi bizde sonradan oluşan beyin
hasarlarını ve hastalıkları iyileştirmede de çok etkili bir yöntem
olabilir. Bu konuda kendime örnek
aldığım isim, daha geçen sene kaybettiğimiz İngiliz nörolog ve yazar
Oliver Sacks. Onun yaptığı araştırmalarda ve gördüğü vakalarda,
müzik ilgisinin veya müzik eğitimi
almış olmanın insan beyninde ne
gibi farklılıklar yarattığını görebiliriz. İngiltere’ye master ve doktora
için gittiğimde ben de bu alanda
çalışmak için sabırsızlanıyorum.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışında eğitim almış akademisyen yetiştirmek üzere açtığı devlet bursunu
kazandınız. Bu eğitim programınız
bittikten sonra planlarınız dahilinde
sizi nasıl bir kariyer bekliyor desek,
neler söyleyebilirsiniz?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın burs
programı yaklaşık 4-5 yıl sürecek.
Bu demek oluyor ki bu yıllar arasında İngiltere’deki üniversitelerden
birinde çalışmalarım devam ediyor
olacak. Sonrasında ise atandığım
yer olan İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 10 yıla yakın bir süre için,
akademisyen olarak görev yapacağım. Bu görev birçok kişi tarafından
Hem lisans eğitiminize hem de
sonrasındaki eğitim ve kariyerinize
baktığımızda çok başarılı olduğunuzu görüyoruz. Gelecekteki meslektaşlarınıza bir yol rehberi olması
için bu başarının sırlarını bize de
anlatır mısınız?
Şu ana kadarki eğitim hayatımdan
edindiğim ve rehberlik eden birkaç
önemli şey var. Bunlardan birisi
“ne istediğini bilmenin, bulmanın
ve isteğinde ısrarcı olmanın çok
önemli olduğu” dur. Bir söz vardır:
“ Aradığını bilmeyen, bulduğunu
anlayamaz” diye. Bu söze gerçekten
inanıyorum. Günümüzde aradığını
düşünmeyi, aramayı, bulmayı çok
önemsemeyen hatta zaman kaybı
olarak görüp elindeki işleri veya fırsatları çok hızlı tüketen bir nesil var.
Halbuki insanlar özellikle yoğun bir
çalışmadan sonra, yorgun bedenlerini bir süre nadasa bırakabilseler,
kendilerine ne yapmak istediklerini
sorabilecek bir sessizliğe ulaşacaklardır. Tabi ki bazen birtakım şartlar
buna izin vermiyor olabilir. Örneğin
ekonomik şartlar, vb. durumları
bunun dışında tutuyorum.
İkinci önemli nokta ise “aktif biri
olabilmek”. İşte bu yaklaşımın, insanın kendini tanıması ve geleceğine başarılı bir şekilde yön vermesi
adına büyük bir fırsat olduğunu
düşünüyorum. Sosyal sorumluluk
projelerine, öğrenci topluluklarına(kulüplerine), sosyal ve bilimsel
aktivitelere onları eğlendirecek ve
tecrübe kazanmalarını sağlayacak
her türlü aktiviteye katılmalarını
öneririm. Özellikle öğrenciyken
sanatın veya sporun bir dalıyla
yoğun olarak uğraşsınlar. Mesela
ben gitar çalmayı üniversitenin
müzik kulübündeki çok iyi gitar
çalan bir arkadaşımın bana ders
vermesiyle öğrendim. Çok küçük
yaştan beri müzikle ilgileniyordum fakat bir enstrüman çalmak
hayatıma çok daha fazla şey kattı.
Örneğin; TPÖÇG’e yani Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu’na
İstanbul Ticaret Üniversite’sinin
Temsilcisi olarak katıldım. Toplantılara ve kongrelere Türkiye’nin her
yerinden gelen pırıl pırıl insanlarla
tanıştım, birçok üniversite gezdim,
gördüm, kocaman bir çevre edindim. TİDER’deki ve okulumdaki
diğer sosyal sorumluluk projelerine
katıldım. Böylece hem başka yüzleri
gülümsetmiş hem de çevremde
olup bitenlere tepkisiz kalmadığım
için kendimi daha iyi hissettim.
Bütün bunlar çok yönlü biri olmanızı sağlıyor ve ilerleyen yıllarda
bunların meyvesini fazlaca topluyorsunuz.
İtalik Ailesi’ne ve emeği geçen herkese çok teşekkür ederim. :)
21
Pelin YILMAZ
İletişim Fakültesi
SÖYLEŞİ İDİL ÇELİK
FOTOĞRAF PELİN YILMAZ ARŞİV
Pelin Yılmaz... Üniversitemizin İletişim Fakültesi’nden mezun... Pelin, şu anda bir
akademisyen... Ama sadece bununla sınırlı değil meslek hayatı... Pelin Yılmaz ile İTALİK
için İdil Çelik konuştu...
Kendinizden biraz bahsedebilir
misiniz?
Ben İstanbul Ticaret Üniversitesi
Medya İletişim Sistemleri bölümünü bitirdikten sonra, televizyon,
yapım şirketi, reklam şirketinde ve
organizasyon işlerinde çalışıp deneyim kazandım. Bu tecrübeler akademik olarak ilerleyebileceğimi bana
gösterdi ve Kurumsal İletişim ve
Halkla İlişkiler Yönetimi bölümünde Yüksek Lisansımı tamamladım.
Şu an Plato Vakfı Yönetim Kurulu
Başkanının Asistanı, Basın Halkla
İlişkiler sorumlusu olarak görev
yapmaktayım ve aynı zamanda Plato Meslek Yüksekokulu’nda Öğretim
Görevlisi olarak çalışmaktayım.
“Okurken çalışmak
kendi gelişimim için
ve iş hayatına erken
başlamak için fayda
sağladı.”
22
2-Okuduğunuz zaman diliminde
yapmış olduğunuz çalışmalar hayatınızı olumlu yönde etkiledi mi?
Medya ve İletişim Sistemleri öğrencisi olarak bize verilen projeler,
ağırlıklı olarak 3. ve 4. Sınıfta çektiğimiz kısa film, belgesel, reklam,
tanıtım filmlerinin uygulama süreçlerinde yaşadığım tecrübelerin şu
an olduğum noktada bana katkısı
yadsınamaz. Planlamayı, hedeflemeyi, topluluk yönetmeni, grup
çalışmasını ve uygulama alanlarını
bana hep göstermiş oldu.
Üniversitede okurken yaz tatillerinde staj ve çalışma imkanı buldum.
Okurken çalışmak kendi gelişimim
için ve iş hayatına erken başlamak
için fayda sağladı. Şu an bunun
ekmeğini yiyor olabilirim.
İstanbul Ticaret Üniversitesini tercih etmenizde neler etkili olmuştu?
İstanbul Ticaret Üniversitesi mezunu olmak size hangi kapıları açtı?
İstanbul Ticaret Üniversitesini
tercih etme sebebim, Medya ve
İletişim Sistemleri bölüm derslerinin birebir okulumuzdaki stüdyoda
uygulama imkanı bulmamdı. 12
sene önce okula geldiğimde babamla birlikte stüdyoyu gezmiştik.
Çok beğenmiş ve heyecanlanmıştık.
İstediğimiz vakit kamera ekipmanları okuldan temin edip, kısa film,
belgesel, haber çalışmalarımızı yapardık. Hatta aynı dönemlerde farklı
bir üniversitede okuyan arkadaşım,
teknik olarak okulumuz bu imkanları sağladığı için bana özenirdi.
Teorinin yanında uygulama ile alakalı eğitimin pekiştirilmesi, okulumuzda o dönemlerde kapalı devre
yayın yapan tv kanalının ve stüdyonun olması hem çalışma hem de
akademik hayatın içinde olmamızı
sağladı.
tanımı biraz karışıktır.Yöneticinin
yardımcısından ne istediği bu konuda önemlidir. Ben hem basın Halkla
ilişkiler hem koçluk hem asistanlık
görevlerini yöneticimin ihtiyaçları
doğrultusunda gerçekleştirebildiğim için, alt yapımın tamıyla
iletişim tabanlı olmasından dolayı
beni zorlamıyor. Tabiki yapılan tüm
işlerin proaktif bir şekilde planlanması, yeri geldimi kriz yönetimi,
yeri geldimi itibar yönetimi gibi
çok önemli durumları da harekete
geçirmek gerekir. İşimiz ve dinamiktir. Çoğu zaman hata affetmez ama
keyifli yanları da bir o kadar fazladır.
Yaşam koçluğu yapmaya nasıl karar
verdiniz?
Yaşam koçluğu, karşındakinin
hayali hedefe dönüştürme yolunda
danışanınla birlikte yürüdüğün, ona
destek olduğun bir sistem. 2012
yılından beri resmi gazetede meslek
olarak yayınlanmasıyla, resmen bir
iş kolu haline geldi. Lisans ve yüksek lisansımı iletişim üzerine yaptığım için, koçluk bana uzak olan
bir meslek alanı olmadı, aksine
çalışmalarımı, akademik gelişimimi
tamamlayan bir unsur olarak görüyorum. Derslerde bazen öğrencilerime gelecekle ilgili motivasyonlarını
arttırıcı çalışmalar yapıyorum. Bu
da iki tarafa keyif veriyor.
Plato Meslek Yüksekokulunda öğretim üyesi olmaya nasıl karar verdiniz? Prodüksiyondan sonra nasıl bir
süreç sizi buraya getirdi?
İnsan yaşadıklarından, her aldığı
eğitimden, tanıştığı yeni insanlardan, hayatın kendisinden gelen
donanımlarla gün be gün gelişir.
Gelişme otomatik olarak gerçekleştiği için, hele aktif olarak iletişim sektörünün içinde çalışırken,
heybemde çok fazla bilgi birikti.
Bilgiyi paylaşmak, uygulamaları
anlatmak, yüksek öğrenim öğrencisi
ile buluşmak büyük bir haz benim
için. Şu an Plato Meslek Yüksekokulu’nda Reklam Uygulamaları dersi
veriyorum. Dersde teorinin yanında
uygulamalar ve tartışmalar yapıyoruz. Prodüksiyon dediğimiz şey, resmi ana hatlarıyla bütününü görüp
bütün paçaları bir araya getirmek.
Ben tüm bilgi birikimimi öğrencilere aktarıyorum. Keyif alıyorum.
“Günümüzde
dezenformasyon
çok yaygın. Bunu
engellemek,
eğitimle ilerlemeyle
yapılır.”
Aldığınız birçok eğitim var, bu eğitimler hayatınızı nasıl etkiledi?
Üniversitede eğitim görürken
hocalarımız, gelişimin önemli
olduğu vurgulamıştı. Okurken de
sonrasında da aldığım sertifikalar
beni bugünlere gelmemde yardımcı
oldu. Sonuçta hepsi iletişim tabanlı
eğitimler, öğrencilere vizyonlarını
geliştirmeleri konusunda nasihatlar
veriyorum. Bu da alınan eğitimlerle mümkün oluyor. Günümüzde
dezenformasyon çok yaygın. Bunu
engellemek, eğitimle ilerlemeyle
yapılır.
Birden fazla alanda çalışmışsınız
size en uygun olduğunu düşündüğünüz alan hangisi?
Benim uzmanlığım itibar Yönetimi.
Bu konuda yüksek lisans bitirme
projem mevcut. Bir kurumun en
üst makamına yardımcı olmak ve
kurumları, markaları bu konuda
incelemek bana ayrı haz veriyor.
Üst Düzey Yönetici asistanı olmak
zor mu? ne tür zorlukları vardır?
Türkiye’de Kurucu ya da CEO yanında destek veren asistanlığın görev
23
OĞUZ
HAKSEVER
SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI, İDİL ÇELİK
24
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU, ONUR YÜKSEL
Kendinizden biraz bahsedebilir
misiniz?
Nasıl bir şey olacağını bilmediğim
bir meslekti aslında. Gazetecilik
veya İletişim okumadım. İşletme
mezunuyum. Kariyerime mezun
olduğum bölümden devam ederim
diye düşünmüştüm. Bankacılıkla
başladım o arada TRT sınavı açıldı
bende girdim sınavına. Aşama
aşama sonuçta resmi adıyla TRT
Yurtdışı Yayınlar Daire Başkanlığında stajyer muhabir olarak başladım.
O zamanlar çok fazla yurtdışı yayınında televizyon yoktu. Teknoloji o
kadar gelişmemişti. Türkiye’nin Sesi
Radyosuna ekip olarak girmiştik.10
arkadaş , yabancı dil bilenleri oraya
almışlardı.İlk başladığımda muhabir alımıyla girmiştim. Sonrasında
bir kurs oldu kursta o zamanlar
spiker olanlar redaktör ünvanına
sahip olmak için kursa katıldılar.
Önce iki sınav yapılıyordu. Sonra
televizyon haberciliği nedir , röportaj , kamera , spor haberleri , haber
dili vs bütün bunları bize o zamanın
ünlü isimleri öğrettiler. 2 ay bize
kurs verdiler. O sınavı kazanıp Yurtdışı yayınlar dairesinde Türkiye’nin
Sesi Radyosunda başladık ama 1
hafta bile sürmedi orda çalışmamız.
Haber Dairesinin haber merkezinde muhabire ihtiyaçları vardı bizi
oraya topluca aldılar. İlk muhabirliğe orda başladım ben “Çok güzel
meslekmiş” diye düşündüm. Sonra
asıldım işe abim Birleşik devletlerde yaşıyordu ondan kitaplar istedim
medya, haber yapma vs gibi kitaplardı bunlar. Daha sonrasında TRT
muhabiri oldum. 12 Eylül darbesinden sonra istifa ettim. 1979 yılında
girdim 1982 yılının yazı istifa ettim.
Bir süre ticaret deneyimi yaşadım.
para kazanmama rağmen tatmin
olmadım ve daha sonrasında tekrar
TRT’ye müracat ettim. Aldılar beni
hemen eski müdürlerim oradaydı
sağolsunlar. İlk girdiğimde Ankara’daydım bu sefer İstanbul’da başlamıştım. TRT’de yeniden döndükten sonra çok önemli tecrübelerim
oldu. 3 savaş izledim. O zamanlarda TRT’de bir atak vardı . Körfez
Savaşı 2 defada her parladığında
Bosna-Hersek hariç Hırvatistan ve
Slovenya’da patlak veren savaşları
iki defa peş peşe izledim. Bunlar
benim için çok önemli tecrübelerdi.
Bu arada devlet başkalığı , yurt dışı
gezileri çok önemli tecrübelerdi.
Sonra özel televizyon maceram başladı.Star kurulmuştu “Magic Box”
oraya gitmedim ne olup olmadığını
anlamamıştım ama baktım orada
ciddi bir potansiyel var. Show TV ,
Kanal 6 , ATV sonuçta NTV.
“Spikerlikte en
önemli özellik
insanları ekranda
tutabilmektir.”
Spiker olmanın en önemli özelliği
sizce nelerdir?
İnsanları ekranda tutabilmeli en
önemlisi bu. İkinci özellik edindiği bilgiyi veya aktarması gereken
bilgiyi izleyiciye teslim edebilen ,
izleyicinin o sunulan ürünü hazmetmesine yardımcı olması gerekir.
Üçüncü özellik ise güvenilirlik. Bu
meslekteki idolüm Walter Cronkite.
Walter Cronkite Amerika Birleşik
Devletlerinde 22 yıl CBS ulusal kanalının anchor’ı olarak görev yaptı.
Efsanevi bir televizyon habercisidir. Muhabirlikten ,gazetecilikten
gelmiştir. Bu 22 yıl boyunca yanlış
hatırlamıyorsam her yıl Amerika’nın
en güvenilir adamı seçilirdi. Benim
hakikaten idolümdür. Oraya ulaşabildim mi yok yani zaten Türkiye’de
en güvenilir adam kimdir diye bir
anket yapılmıyor. Dünya tarihinde
pek az insanın kazanabildiği bir üstünlüktür. Spikerlikte, sunuculukta
üçüncü en önemli özellik güvenilir
olmak. Dördüncüsü gazeteci olmak,
haberci olmak , muhabir olmaktır.
Yani hele hele haber kanallarında
bir sunucu aranırken en azından
kendi kanalım için söyleyeyim yakın
geçmişte gece haberleri için gece
derken 01’den sonra sabaha kadar
olan bölümde bir sunucu açığımız
vardı. Bende etrafımda bildiğim
tanıdığım arkadaşları genel yayın
yönetmenimize önerdim. Bana
ilk sordukları soru “Muhabirlik
geçmişleri var mı?” oldu. Artık
bundan sonra sunuculukta böyle
bir kriter var. Neden diye sorarsanız da çünkü bir televizyon haberi
muhabiri sahaya gittiğinde kendisine canlı olarak bağlanıldığında
o olayı veya haberi en net, temiz,
doğru, anlaşılır biçimde izleyiciye
aktarabilmesi lazım. Bizim haber
stüdyolarımız da Prompter vardır.
25
“Diksiyon denilince
öncelikle bir
sunucunun anlaşılır
olması lazım.”
oradan sunduğumuz haberin metni
akar ama bir televizyon sunucusu
artık onun esiri bağımlısı olmaması
lazım .Hatta bizde öyle anlar olur
ki , öyle dakikalar öyle saatler olur
ki anında bir haber gelir ve elinizde çok kısıtlı bilgi vardır sizden 10
dakika 15 dakika 1 saat 2 saat yayın
yapmanızı isterler. Benim rekorum
12 saat. Kesintisiz sizden yayın yapmanızı isterler. Ben 12 saat yayın
yaptığımda eski bir konuydu . Yanlış
hatırlamıyorsam bir feribot kaçırıldı
Çeçen militanlar tarafından İstanbul’a getirildi. İstanbul’da pazarlıklar oldu vs o olayı 12 saat boyunca
ATV’deydim o zamanlar aralıksız
sundum.
Diksiyonu düzgün , hitabeti etkili
olan her kişi spiker olabilir mi?
Diksiyon tek başına yeterli değil.
Şunu söylemem lazım karakteristik
ses çok önemli. Amerika’da bir televizyon sunucusu mu alınacak karar verenlerin yaptıkları eleme şöyle
bir odaya veya stüdyoya alıyorlar.
Biz buna deneme çekimi deriz.
Karar vericiler görüntüsüne bakmadan önce sesini dinliyorlar. Seste
bir elemeden geçiyor ondan sonra
kim bu diye bakıyorlar. Diksiyon
denilince öncelikle bir sunucunun
anlaşılır olması lazım. Eğer anlaşılır
değilse maalesef o olmuyor benim
diksiyondan anladığım budur. Ama
bizde diksiyon denilince Türkiye’de
yaygın bana göre bir yanlış var.
Diksiyon denilince akıllara birde
aksan geliyor. İlla İstanbul ağzıyla
konuşma “kuralı” akla geliyor. Bu
yalan yanlış ırkçı bir şey bu. Bir
Güneydoğulu meslektaşımında
ağzı biraz kendi kültürünün ses
intonasyonuna kayması bir sorun
olmamalı. Ama bu yüzden bir çok
gence aşağılık komplesi yaşatıyolar. İlla düzeltmeye çalışıyorlar. Bir
karadanizli meslektaşım gayet güzel
bir şekilde haberi sunabilir gayette
anlaşılabilir. Bu ayrıca toplumsal
barış adınada önemli bir rol oynayabilir. Sakıp Sabancı’yı bilir misiniz
? Sakıp Sabancı Kayserili aksanıyla
konuşurdu. İstanbul aksanı yoktu
onda ama Sabancı denildiğinde
akla ilk gelen isim Sakıp Sabancı
olurdu. Benim hayalimdir bu Kara-
26
denizli aksanıyla Kayserili aksanıyla
İstanbul aksanıyla Kürt aksanıyla
haberler sunulmalı. Bu ortam sağlanılırsa toplumsal barışta sağlanabillir.
Haberleri sunarken kelimeleri
karıştırdığınızda çok tepki alıyor
musunuz?
Yok , hayır almıyorum. Çok nadir
oluyor zaten tepkide olmuyor. O konuda bir ceza falan da yok. Ama her
gün 50 defa yaparsan ayrı mesele.
Spiker ve sunucu arasındaki farklar
nelerdir?
Sunucu ile spiker arasında iki fark
vardır. Bunlardan birincisi ;sunucunun saha deneyiminden muhabirlik
deneyiminden gelmesi. İkincisi ise
sunucunun prompter cihazına bağlı
olmaması.
Oğuz Haksever nasıl bir sosyal medya kullanıcısıdır?
Sosyal medya kullanıcısı olduğum
pek söylenemez. Hemen hemen hiç
kullanmıyorum. & tane twitim var
oda adımla değil. Eğer varsa Oğuz
Haksever diye onlar sahtedir. Kendi
adımla koymadım. Ne Facebook
hesabım var ne adımla twitter
hesabım var başkada ne fotoğraf
paylaştım ne başka bir şey. Hiç
birine girmedim çokta memnunum
bu kararımdan.
lazım. Nedense o anda yazarken
çok büyük kitlelere ulaşabileceğini
o anda fark etmeyebiliyorlar. Bu
yönü kişiye zararlı çünkü geri dönüşü olmuyor. Toplumsal barışa zarar
verebiliyor. Adı ne bunun “Sosyal
Medya” aslında dayanışma amacıyla başlayan bir uygulama veya
dostların birbiriyle iletişim kurması
için kurulan bir uygulama. Ama
amacından tamamen demesem de
başlangıçta ki amacından sapmış
durumda.
Sosyal medyanın etkinliğinin artması ile birlikte gazetenin bir mecra
olarak öneminin ve kullanımının
azaldığı görülüyor. Söz konusu olan
bu durumda 20.yılını doldurmayan
internet, 15.yy’a dayanan gazetecilik arasında nasıl bir denge kurulmalıdır?
Bende yaklaşık 1 yıldır gazeteyi kağıttan okumayı bıraktım. Ana akım
gazetelerin e-gazete uygulamaları
var onlar üzerinden çalışıyorum.
Gazeteye birazda çalışma gözüyle
bakıyorum yaptığım işten dolayı.
Hiçte pişman değilim e-gazete
kullandığım için.
Denge nasıl kurulacak derseniz;
kağıt epey uzun süre varlığını sürdürecek ama dengeyi kuracak olan
e-gazete. Gazete görsel tasarım
olarak çok güzel bir iletişim aracı ve
çok sağlam. Gazete giderek belli bir
olgunluğa erişti, belki de giderek
daha da geliştirilebilir. Çok güzel bir
iletişim aracı. Yani şöyle anlatabilirim; bir internet haber portalıyla ki
bir gün öncesinde hazırlanmasına
rağmen bir e-gazeteyle bana göre
dağlar kadar fark var. E-gazete size
daha kolay aktarabiliyor. Her gazetenin ayrıca bir de haber portalı da
var. Ama artık eskisi kadar kaliteli
değil haber portalları. Haberleri
biraz hileli sunuyorlar izleyiciyi
kapabilmek adına. ‘’ son dakika son
dakika bakın kim çıktı’’lar yeni daha
zekici daha özel dil zenginliği olan
cümlelerle izleyiciyi çekebilirler.
Öyle bir başlık koyuyorlar ki içine
girince daha farklı bir şey çıkıyor
ama garip bir şekilde izleyici buna
kızmıyor. Çocukları çikolatayla kandırmak gibi bir şey bu aslında. Ama
gazete öyle değil hala özel olarak
bir haberi güzelleştiren çekici kılan
manşetleri üretmekle görevli zeki
güzel insanlar var. Sonuç olarak
denge e-gazeteyle sürecek.
İktidarı elinde bulunduranlar dönem
dönem karşılaştığımız olaylar çerçevesinde sosyal medya ve internet
kullanımımızı kısıtlıyor ve çeşitli
denetlemelere tabii tutuluyor. Özgürlük alanı olarak adlandırılan bu
mecrada karşılaştığımız durumlara
nasıl bir yorum getireceksiniz? Siz
bu durumu nasıl karşılıyorsunuz?
Kısıtlanması, kapatılması çare değil
aslında. Ülkemizin yöneticileri
söylediler hatta bunu Twitter kapatılmıştı bir ara o dönemin cumhurbaşkanı ‘’ben bir yolunu buldum
giriyorum’’ demişti düşün yani çare
değil. Ama ben tabii tepki hem
gösteriyorum hemde göstermiyorum. Toplumsal barışa zarar verecek
bir yanı da olduğu kesin. Şöyle;
olmayan bir olayı sosyal medya
üzerinden birisi fitili ateşlenmiş
bir bomba gibi milletin ortasına
atıveriyor bir anda orada yayılıyor
Sizce sosyal medya özgürlük mü
yoksa tek tipleştiğimiz bir alan
mıdır?
Tabi ki özgürlük.Elbette bir özgürlük ama pornografik bir özgürlük
zarar veriyor bazen.Bu zarar hem
kullanıcıya oluyor hem de toplumsal barışa oluyor.Kullanıcıya zarar
veriyor pornografik dedim kendi
iç dünyanızın pornografisini oraya
koyabiliyorsunuz farkında olmadan.
Yani birine bir kesime bir siyasi partiye bir siyasetçiye bir ünlüye veya
herhangi birisine tepki gösterirken
en alaycı en aşağılayıcı edepsiz bir
takım kelimeler cümleler yazabiliyorsunuz. Pornografik içinizi olduğu
gibi ne varsa ne yoksa bütün görüntüsüyle farkında olmadan oraya koyabiliyorsunuz. Kişisel olarak bana
göre bu zararı var. Dikkatli olmak
27
“Popüler kanalların
ana haber
bültenleri o günkü
gazetelerin birinci
sayfalarının ekrana
görüntülü olarak
yansımasıdır.”
ve doğruyu söyleyen kamu otoritelerinin düzeltmeleri kolay kolay
mümkün olmuyor. Doğruyu söyleyen kamu otoriteleride bazen bazı
şeyleri kapatabiliyorlar, bize göstermeyebiliyorlar. Kamu otoritesiyle
vatandaş arasında iletşim açısından bazen böyle şeyler olabiliyor.
Toplumsal barışa zarar veriyorsa
ve yanlış bilgilerin yayılmasına yol
açabiliyorsa denetlenebilir. Örneğin bir yerde bomba patlıyor ama
sosyal medyada orda da patlamış
burada da patlamış diye bir sürü
asılsız haber görebiliyorsunuz. Ve
buna inanıp sokağa çıkan insanlar bile olabiliyor. Ama yasaklama
kavramını zaten ifade özgürlüğü
açısından sevmiyorum ve sonuçta
almadığını görüyorum.
Sosyal medyada aslı olmayan birçok
haber ile karşılaşabiliyoruz. Ama
haberi onaylamak için ana haber
bültelerini bekliyoruz. Bilgiye erken
ulaşmak için maruz bırakıldığımız
bu karmaşık ortam hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Eğer oraya haber portallarınıda
koyarsanız artık birçok yayın organlarının haber portalları var. Haber
portallarında çok yalan dolan
işler dönmüyor orada da gazetecilik adabı, gazetecilik kültürü ve
bu kültürden geçmiş insanlar var.
Ama sosyal medyada yalan haber
olabilir. Bu hep böyledir alternatif
çoksa medyada açıp akşam doğrulatma yapılabilir çünkü orada
yalan söylenemez çünkü birkaç
kere yalan söylenildiği zaman kamu
otoritesi bir yana müşteri kitlesi
onu sınayacak ve bir daha onun
bulunduğu düğmeye basmayacak.
Yani öyle bir yanı da var. Ama ana
haberler Türkiye’de biraz komikleşmeye başladı. Benim bir iddiam var.
Bunu deneyebilirler hatta. Burada
haber kanallarından değil popüler
kanallardan bahsediyorum. İddiam
şu ki; Popüler kanalların ana haber
bültenleri o günkü gazetelerin birinci sayfalarının ekrana görüntülü
olarak yansımasıdır. Artık Türkiye’
de televizyon haber merkezlerinde
çok ciddi bir muhabir yoksunluğu
var. Az adamla çok iş yapılmaya
çalışılıyor. Haber merkezine gittik-
28
lerinde sabah gazetenin birinci sayfalarını açıyorlar. Ondan sonra 3-4
tane editörün ısmarladığı haberleri
yapmaya odaklanmış, bunu yapmakla görevlendirilmiş muhabirler
var. ‘’Git şu gazetenin ilk sayfasındaki haberin görüntülüsünü bana
yap gel. ‘’ diyor. Biz gazetelerin
birinci sayfalarını izliyoruz. Bu
alemin içinde olduğum için biliyorum. Popüler kanallara bakın haber
merkezlerindeki muhabir sayısı 4-5’i
geçmez. Haber toplantıları muhabirlerle ‘’bugün sende ne haber var
ne getireceksin bana ‘’ diye yapılmıyor. Şuraya sen git buraya sen git şu
haberi sen al bu haberi sen al diye
diye yapılıyor. Ellerine gazetedeki
haberin kupürü veriliyor neredeyse.
Bu medyanın geleceği açısından
çok kötü çok tatsız bir durum tabii
ki. Çünkü bültenin bir zenginlik bir
çeşitlilik, lezzet farkı yok. Medyanın
ana görevi kamuoyunda kanaatlerin serbestçe oluşmasına katkıda
bulunmak. Herkes aynı şeyi yaparsa
kanaatler nasıl serbestçe oluşacak?
Hepsinde neredeyse hep aynı haberler var. ben buna hatta haberburger diyorum. Sadece sunuşları
farklı oluyor ama hepsi aynı yani
haberburger.
inandığım makbuldür benim için.
Spikerlik mesleği gereği diksiyonunuz çok düzgün ve Türkçe’yi son
derece düzgün kullanıyorsunuz.
Sosyal medyanın Türkçe’yi olumsuz
etkilediğini düşünüyor musunuz?
Orası ayrı bir mecra oraya yazdığımız yazı ile kağıda yazarken
yazdığımız yazı arasında fark var.
Bildiğim kadarıyla bazı mecralarda
hatta 140 karakter gibi bir sınırlamada var. Önceden de söylediğim
gibi sokağın, toplumun, insanların,
jenerasyonların ürettikleri ne varsa
hepsi makbulümdür. Hiçbir şekilde
karşı değilim. Mesela dilimizi sokağın üretmesine izin vermediğimiz
için dil fakirliği çekiyoruz. Sokağın
ürettiklerini aşağılamak yerine
kabul edilse aslında çok güzel
kelimeler ortaya çıkıyor. Örneğin
oha oldum lafı harika bir anlamı var
geniş anlamlı bir kelime. İnsanın
üretmesine izin vermiyorlar hemen
küçümsüyorlar o yüzden fakir kalıyor diller. Çünkü 1-2 kişinin oturup
ürettiği kelimeler yerine halkın kendi ürettiği kelimelerden daha güzel
daha akılda kalıcı kelimeler çıkma
potansiyeli daha yüksek değil mi?
Örneğin yakın bir zamanda Anadolu’da unutulan kelimeler üzerine bir
kitap okudum öyle olağanüstü öyle
güzel kelimler var ki ve şu an neredeyse kaybolmuş veya kaybolmaya
yüz tutmuşlar gerçekten üzücü bir
durum. Hiç bilmediğim halde o
kelimeleri okudukça aklımdaki bir
çok merkezi harekete geçiriyor ve
rahatlıkla algılamama sebep oluyor.
Halkı biraz daha bıraksalar daha
çok şey üretecekler.
Türkiye’nin sosyal medyayı çok aktif
kullandığını biliyoruz. Türk medyasının bu aktifliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başka bir açıdan bakarsak olaya
ciddi bir rating aracı olmaya yani
bir ölçüm aracı olmaya başladı. Bu
yaptığınız özel yayından sonra sosyal medyanın nabzını tutup yaptığınız işle ilgili hakareti de iltifatı da
takdiri de ölçebiliyorsunuz. Haber
merkezleri iyiyi kötüyü ayırmadan
bunların toplamına bakıyorlar ve
ciddi bir şekilde önem veriyorlar
tabii bunu televizyonlar için söylüyorum . Örneğin bizim kanalımız
geçen sene Çanakkale Zaferi için
yaptığım yayında 50 milyon tweet
veya buna benzer sosyal medya
unsurları atılmış, bundan gurur
duydular. Yani ana yayın organları
aslında sosyal medyaya çok önem
veriyor ve onunla fena halde ilgileniyorlar. Aslında biraz bunu sadece
duyuru amaçlı yapıyorlar. Örneğin
akşam olan programın duyurusu
yapılıyor. Bu da sosyal medyadaki
toplumun yararlanması açısından
da çok çok sağlam bir şey değil.
Ama sen orada çok enteresan bir
haberi izleyiciye sunarsan aslında
sosyal medyayı daha iyi kullanmış
olursun. Örneğin bizde bir ara her
gün yaptığım bir sesli fotoğraf yorumunu bizi takip edenlere yolladık.
Hem güzel bir fotoğraf baktıkça
hem estetiği gelişiyor hemde o
yorumun içerisinde hoş bir şey
varsa içindeki bir takım güzel
depolara o yorum gidiyor bir yerde
duruyor zamanı geldiğinde onu yine
bir güzellik için kullanabilir halde
bekliyor. Medya organlarının sosyal
medyayı o âlemdeki kitlelerin daha
fazla yararlanması için kullanması
gerekiyor.
Bireyler sosyal medyada takdir edilmek, beğenilmek endişesi içerisindeler genel olarak. Sizce sosyal ağlar
ve internet zihinlerimizde nasıl
bir yer edindi ve böylesine önem
kazandı?
Ben çok iyi bir sosyal medya kullanıcı değilim. Ama toplum bazı şeyleri kendi kendine geliştiriyorsa bu
çok tehlikeli çok kötü bir şey değil
en sonunda en güzelini rafinesini
buluyor. Konuştuğumuz dilde öyle
değil mi ? İlk başta sadece sesler
çıkartıyorduk ama nasıl geliştirdik,
dilimizi duygularımızı düşüncelerimizi çok iyi aktarmayı becerebilecek bir iletişim araçları serpintisi
oluşturduk bütün yeryüzü üzerinde.
O yüzden insanların toplumun
sokağın ürettiği şeylere yabancılaşmamak lazım. Eğer takdir edilmek
beğenilmek hoşuna gidiyorsa
gitsin, ben bu duruma karşı değilim
o da bir tatmin sonuçta. Sokak halk
ne yaparsa sonucu iyi olabileceğine
29
medya
SÖYLEŞİ İDİL ÇELİK
FOTOĞRAF EMRE TOPÇU
FUTBOL YAYINININ ARKA
YÜZÜ: HÜSEYİN KAYMAZ
Lig Tv yönetmeni Hüseyin Kaymaz ile futbolun mutfağı olan Lig TV
canlı yayın arabasında buluştuk, hoş bir sohbet gerçekleştirdik.
31
“Birinci kareyi
verirken daha
sonrasında
yapıcağınız hamleyi
belirlemeniz
gerekmektedir.”
Kendinizden biraz bahseder misiniz?
Bu mesleğe nerde hangi pozisyonda
başladınız?
Trt İstanbul Haber Müdürlüğünde
montajcı olarak kurgu servisinde
başladım.
Yönetmen olmaya nasıl karar
verdiniz?
Süreç beni oraya getirdi. Dünyada
bir gelenek vardır. yönetmenliğe
fotoğraf seçiciden geçiş yapılır.
Ama mesela Hollywooda ise kurgudan yönetmenliğe işleyen bir süreç
söz konusu.
Canlı yayın yönetmenliğiyle ban
kayıt yönetmenliği arasında nasıl
farklar vardır sizce?
Ikisi de temelde aynı aslında.
Sadece, Yayın Canlı olduğunda yapılan herhangi bir hatayı düzeltme
şansınız yok; oysa bant kayıtlarda
bu imkana sahipsiniz.
Canlı yayın sırasında herhangi bir
gecikme yaşanıyor mu birkaç saniye
bile olsa?
Herhangi bir gecikme söz konusu
değildir. Bunu size şöyle anlatayım
‘sinyal uyduya geliyor, dağıtıma
gidiyor.’ Süreçte oluşan geçikme
bunlardan dolayı olabilir başka bir
şekilde gecikme söz konusu değildir.
Spor canlı yayın yönetmenliğiyle
spordışı canlı yayın yönetmenliği
arasındaki farklar nelerdir?
Bir tanesinde saniyede 25 karede
bir karar vermeniz lazım ve bununla birlikte çok hızlı düşünüp çok
hızlı uygulamanız gerekmektedir.
Buna örnek olarak satranç oyununda birinci hamleyi yaparken nasıl
dokuzuncu hamleyi düşünmek
gerekiyorsa spor canlı yayınında da
aynen birinci kareyi verirken daha
sonrasında yapıcağınız hamleyi belirlemeniz gerekmektedir.Görüntü
değişikliğini çok hızlı düşünerek
yapmanız şart.
Yani saniyede karar verip uygulamak lazım; yoksa kaybedersiniz.
Spor yönetmenliği yapmak isteyen
kişilere tavsiyeleriniz nelerdir? Kendilerini nasıl yetiştirsinler?
Ben yönetmenliğin seçilerek yapılan bir iş olduğuna inanmayanlardanım.
Bu iş tamamen doğasal bir şey,
doğanızda varsa ona sadece donanımınızı eklersiniz. Onun dışında
yönetmenlik ben olucam deyip de
olucak bişey değildir. Doğanızda
çabuk karar verme, ekip çalışmasına yatkın olma, zamanla yarışın
önemini kavrama gibi özelliklere
sahip olunması lazım. Bu yeteneklerin yanında teknik donanımlarınız
olması gerek.
Işık bilgisi, kamera bilgisi, montaj
bilgisi gibi bilgilerin olması gerekir
yoksa eksik olunur.
Maçlarında kaç kamerayla
çalışıyorsunuz?
Maçın durumuna göre kamera
sayısı değişiyor. 16-20 kamera arası
bazen 24 kameraya kadar çıkılabiliyor. Maçın özelliğine gore değişiklik
gösteriliyor. Küçük maçları 10-12
kamerayla çekerken bir Fenerbahçe-Beşiktaş maçını 16-18 kamerayla
çekiyoruz.
Hangi çeşit kamera
kullanıyorsunuz?
jimmy kameralar , örümcek kameralar kullanılıyor. Bunlar hep teknolojik şeyler işi güzelleştiren şeyler
ama pahalı prodoksüyonlar.
Mesela jimmy jip kameralar 7-9
metrelik boyuyla hareket edebilen
bir kamera; genellikle kale arkasında durur. Onun dışında steadicam
dediğimiz bir kamera var. Donanım
tamamen kişinin üzerine kurup
32
koşturuyoruz, yürütüyoruz; sabit
bir kamera değil; bir nevi hareketli
kamera. Donanımı hareket ettirirken çerçeve bozulmuyor. Kamerayı
normalde oynatırsan bozulur ama
bu kamerada böyle birşey olmuyor.
Mekanik bir donanım olduğu için
koşsa bile resim bozulmuyor.
Kameralardaki geçiş sizin için zor
mu ? Nasıl karar veriyorsunuz ?
Yok çok kolay aslında, o arada biz
şarkı bile söylüyoruz. Benim için
geçişler zor olmuyor daha öncesinde belirttiğm gibi bir sonraki
hamleniz zaten zihninizde oturuyor.
Her yönetmen bunu kendine göre
uyarlıyor her yönetmenin kamera
çalışma düzeni farklıdır. Mesela çıkış monitörü dünyada sağ monitör
olarak kullanılır, bende ise soldur
mesela çıkış monitörü. Böylesi
bana daha uygundur. Ayrıca kamera
noktaları kamera yerler değişiktir.
Bir dünya standardı vardır, biz de
bu dünya standardını bire bir uyguluyoruz zaten . Ama yönetmenin
kullanacağı kameraları rahat kullanabileceği şekle getirmek gereklidir.
Herkesin kendine göre farklı bir
“Teknolojik şeyler
işi güzelleştiren
şeyler ama pahalı
prodoksüyonlar.”
33
düzeni oluyor. Benim yer kameram
3’tür; başka bir yönetmende 5’tir vs
Kamera geçişlerinde hiç keşke dediğiniz oluyor mu ?
Hayır yaşamadım. Bunun nedeni
ise, o resim var zaten, aynı zamanda
kaydediliyor. İstediğin anda tekrardan ekranda verebiliyorsun .Futbol
hikaye anlatmaktır bi yerde; küçük
bölümleri doğru anlatmaktır. Şöyle
düşünün elinizi kaldırıp başınıza
koydunuz elinizin başınıza çıkana
kadar yaptığı harekleri vermeden
direk elinizi çekip sonra başınızı çekip sizlere gösterdiğimizde aradaki
yapılan hareketlerin hepsi yok mu
sayılır, tabiki sayılmaz, daha sonrasında o görüntüleri de verebilirim.
Yayın arabasında iyi pozisyon olduğunda kendinizden geçtiğiniz oldu
mu hiç ? İyi pozisyonlarda yaptığınız en büyük tepkiniz nedir ?
Tabiki de oldu. En büyük tepkim,
gol olduğunda kalkıp yengeç dansı
yapmak buradaki arkadaşlarımızla.
Tribünde bir futbolcu eşi veya ailesini görüp o görüntüyü vermek neye
göre yapılıyor?
Bu yapılan şey bir çeşit öngörü.
Futbolcu gole koşuyor ve ailesinin eşinin tribünde olduğunu
biliyorsun direk kamera 5 orda kal
diyerek eşinin ailesinin sevincini
çekiyorsun. Aynı zamanda futbolcu
düştü diyelim dön tribüne eşini
çek gibisinden de gerçekleşebiliyor.
Bunu kurgulamanızda gerekebilir
şans eseride yakalabilirsin. Söylediğim gibi zaman dilimiyle alakalı
birşey bu. Seyretti gördü sevindi
yada üzüldü ama hikayeyi doğru
anlatmak lazım. Bu bir yerde doğru
kurgu ve doğru yayıncılık yapmak
için önemli birşey.
Yönetmenliğini yaptığınız ve en
unutamadığınız maç var mı ?
En unutamadığım maç Türkiye- Hollanda maçıydı. 97 yılıydı
Anadoluda oynanan ilk milli maçtı.
1-0 yenmiştik Hakan Şükür’ün
attığı golle.Bana göre hareketli iki
üç tane yeni çekim açısıyla birlikte Türkiyede yeni kullanılan açılar
vardı o maçta.
34
HOŞGÖRÜ DOSTLUK SAYGI
35
medya
CARAT ‘ı da bünyesinde barındıran Dentsu Aegis Network dijital medya direktörü Hazal
Sezer ile medya planlama alanıyla ilgili bir sohbet gerçekleştirdik.
***
Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Bu mesleğe nasıl başladınız, nasıl
karar verdiniz?
Aslında medya planlama ve satın
alma değil de, reklam ve pazarlama
iletişimini her zaman düşünüyordum. Edebiyat çıkışlı olmama
rağmen bu alanda da dersler alıyordum. Mezun olduktan sonrada pazarlama alanında çalışan arkadaşlarımdan böyle bir sektörün, böyle bir
alanın olduğunu öğrendim. Çünkü
çok fazla bilinen bir alan değil biliyorsunuz. Medya planlama ve satın
alma tarafı genel kavram ve genellikle reklam olarak geçiyor ve herkes
bunu creative ajans diye düşünüyor.
O yüzden bir süre yani uzun bir süre
ailenize ne iş yaptığınızı anlatmanız
çok zor çünkü medya planlama ve
satın alma dediğiniz zaman insanların zihninde pek bir şey canlanmıyor. O yüzden hep reklam diyip
geçmek zorunda kalıyorsunuz.
SÖYLEŞİ ÖZGE ALİŞARLI, İDİL ÇELİK
FOTOĞRAF İDİL ÇELİK, İNTERNET ARŞİVİ
Carat , dünyanın bir numaralı global medya ajansı seçildi. Bağımsız
araştırma kuruluşu RECMA’nın kalitatif araştırmasına göre Carat, son
yedi raporda altıncı kez birinci sırada yer aldı.
RECMA’nın Network Diagnostics raporu; yeni müşteri kazanımları,
ödüller, özellikle dijital ve çeşitlendirilmiş insan kaynakları gibi 16 ila
19 kritere göre değerlendirme skorlarının ölçüldüğü ve 43 ülke ve 650
ajansı kapsayan araştırma verilerine dayanıyor.
36
Arkadaşlarımdan ve piyasada çalışan insanlardan duyduktan sonra
global olan ajansları araştırmaya
başladım. İlk başvurduğum yer Carat’tı. Ve yaklaşık 8 yıldır da burada
çalışıyorum.
Bize biraz Carat’ı tanımlar mısınız?
Carat, Dentsu Aegis Network
bünyesi altında global bir medya
planlama ve satın alma ajansı. Kardeş ajansı Vizeum da aynı şekilde
Dentsu Aegis Network bünyesinde
yer alıyor. Tüm dünyada 110’dan
fazla ülkede faaliyet gösteren
Dentsu Aegis Network altında Carat
ve Vizeum dışında, özel ve kendi
alanında uzmanlaşan birimler var.
Bunlar; Resolutions: bize tüketici
iç görüleri, tüketici davranışları
konusunda bilgiler veren araştırma departmanımız; Posterscope:
tüm outdoor planlamalarımızdan
sorumlu olan ekibimiz, iProspect;
tüm sosyal medya ve performans
yayınlarımızı takip eden ajansımız.
Ve İsobar, bize tüm offline ve online
kreatif çözümler konusunda destek
veren yaratıcı ajansımız.
Medya planlama çalışmaları nasıl
bir süreçten geçerek sonuca ulaşmaktadır?
Medya planlama süreçleri şöyle
işliyor; öncelikli olarak müşteriye
gidip brief alıyoruz; o kampanya
dahilinde amacımız nedir, kime
ulaşmak istiyoruz, söz konusu
iletişim bir lansman mı olacak
yoksa var olan biz hizmetin/ürünün
tekrar tüketiciye hatırlatılması mı
amaçlanıyor vb. detayları konuşuyoruz. Briefi aldıktan sonra kendi
içimizde oturup şirket bünyesinde
yer aldığından bahsettiğimiz diğer
departmanlarımızla birlikte iletişim
hedeflerimizi ve en değerli hedef
kitlemizi detaylı olarak incelemeye
başlıyoruz. Söz konusu noktaları
netleştirdikten sonra medya planlama ve satın alma tarafları olarak
bizler yani Carat ya da Vizeum,
oturup kendi aramızda iş bölümü
yaparak o hedef kitleye ulaşmak
hangi mecrada hangi yollarla en
efektif planlamayı oluşturabiliriz
diye çalışmalara başlıyoruz. Daha
çok televizyon tüketen bir hedef
kitleden bahsediyorsak bütçenin
ağırlıklı bir kısmını televizyona mı
ayırmak lazım, orada hangi kanalları/programları tercih etmemiz
en doğru çözüm ya da gençlerden
bahsediyorsak ve ağırlıklı olarak
sosyal medya tükettiklerini biliyorsak twitter, facebook, instagram vb.
platformlar üzerinden mi projeler
kurgulamak lazım vb. yollar arıyoruz. Daha sonra tekrar müşterimizle
mümkünse yüz yüze bir toplantı
yapıp briefe ve dolayısıyla kampanyanın bütününe nasıl yaklaştık,
hedef kitleyi nasıl analiz ettik ve en
sonunda medya planını ve projeleri
nasıl oluşturduğumuzun detayla-
“Carat, Dentsu
Aegis Network
bünyesi altında
global bir medya
planlama ve satın
alma ajansı.”
37
“Sosyal medya
platformlarını
doğru yönetmek çok
önemli.”
rını aktarıyoruz ve markalarımızın
yorumlarını alıyoruz.
Reklamverenlere uygun mecra
seçimleri hangi kriterlere göre şekilleniyor?
Reklam verenden aldığımız brief
doğrultusunda şirket bünyemizde
yer alan Resolutions ekibimiz ile
birlikte oturup söz konusu hedef
kitlenin ve iletişim hedeflerimizin
medyadaki en doğru yansımalarını
ve tüketim yollarını bulmaya çalışıyoruz. Yaptığımız analizler sonrasında en değerli hedef kitlemizin
kim olduğu ve ağırlıklı olarak hangi
mecraları tükettiği netleşmeye
başlıyor ve bu doğrultuda medya
planlarımızı ve genel kampanya
stratejimizi kurgulamaya başlıyoruz.
Reklam verenlerin sosyal medyaya
ve geleneksel medyaya olan bakışlarını değerlendirecek olsanız; neler
söylebilirsiniz?
Geleneksel mecralar konusunda
müşterileri ikna etmek kısmen daha
kolay çünkü sosyal medya dediğiniz
alan çok dinamik, çok canlı insanların reaksiyonlarını an ve an görebildiğiniz için şikayete de kısmen daha
açık bir alan o yüzden sosyal medya
platformlarını doğru yönetmek çok
önemli ve bunun için de markaların
kendi içlerinde ayrı bir ekiplerinin
olması ya da başka ajanstan profesyonel hizmet alıyor olmaları lazım.
Sosyal medyada bir iletişim yaptığınız zaman takipçilerinden artısıyla
eksisiyle bazı yorumlar geleceğini
ve bu yorumları/soruları an be an
takip etmeniz gerektiğini bilmeniz
lazım. Bundan 4-5 sene önce çoğu
marka sosyal medyaya çok açık
değildi ama baktılar ki artık 7’den
70’e artık herkes sosyal medyada
bir varlık sergiliyor, insanların çocuklarının ve hatta bebeklerinin bile
profilleri var, sosyal medyada yer
almanın gerekliliğine markalar da
inandılar ve artık iletişimleri offline/
online diye ayırmadan bir bütün
olarak görmeye başladılar. Zaten
Dentsu Aegis Network olarak bizler
de 360 derece entegre planlamalar
yaparak markalarımıza bu bakış
açısı ile yaklaşmaya çalışıyoruz.
Mesela online ekipler olarak offline
ekipler ile birlikte oturuyoruz.
Televizyonda yapılacak bir projeden
online ekipler olarak bizlerin de haberi olur, söz konusu projeleri tüm
mecraları kullanarak nasıl örebiliriz,
hep birlikte bunu düşünür ve bunun
üzerine çalışırız.
Günden güne yeni mecralar ekleniyor ve bu alan genişliyor. Sizce
medya planlama adına bizi neler
bekliyor?
Zaten dijital alanda çalışanlar
için medya planlama dünyası çok
dinamik; sürekli yeni siteler, yeni
trendler, yeni teknolojiler ekleniyor.
Mesela ben ilk işe başladığım senelerde Facebook Türkiye’de bu kadar
popüler değildi ve çoğu markanın
hesabı bile yoktu. Instagram reklamları hayatımıza daha çok kısa bir
süre öncesinde girdi vb. dolayısıyla
dijital aslında çok dinamik ve sürekli takip etmeniz gereken bir alan.
Geleceği ön görmeniz, ön göremi-
yorsunuz bile sürekli algılarınızın
açık olmasını gerektiren bir dünya
medya planlama ve satın alma.
Sizce medya planlama ve satın
almanın bir eksiği var mı, doldurulması gereken bir yanı?
Çoğu medya planlama ajansı,
özellikle global olanlar, her alanda
360 derece hizmeti verdikleri için
aslında eksikleri yavaş yavaş, yol
alırken tamamlamaya başlıyor.
Örneğin bundan birkaç sene önce
şirket bünyesinde bize kreatif süreçler konusunda destek veren birkaç
kişilik bir ekibimiz vardı ama şimdi
koskoca bir şirket kuruldu şu an.
Sektörel gelişmeler ve yeni trendler
bizlere süreç içerisinde atılması
gereken yeni adımları gösteriyor ve
en kısa sürede bu yeniliklere adapte
olabilmek adına kendi içimizde
nasıl aksiyonlar alabiliriz, bizler de
buna bakıyoruz.
Son yıllarda pazarlama dünyasında data konusu gittikçe önem
kazanmaya başladı. Türkiye’de de
bununla ilgili adımlar atılıyor. Biz de
Dentsu Aegis olarak bu adımları ilk
atan ajanslardan biriyiz. Hem doğru
datanın doğru kaynaklardan elde
edilmesi, hem de markalarımız için
en efektif şekilde kullanılabilmesi
için öncülük etmeye çalışıyoruz.
38
Medya planlama alanında yapılan
regülasyonlar ne derece doğru ve
nasıl şekillendiriyor bu alanı?
Söz konusu regülasyonlar özellikle
belli başlı sektörleri etkiledi, mesela içki, ilaç vb. Bizim bu sektörlerde birebir sorumlu olduğumuz
markalar olmadığı için yaşadıkları
sıkıntılar konusunda pratikte yorum
vermemiz kolay değil ama o markalarla çalışan arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla bu durum onlara ayrı
bir alan açtı. Şöyle, reklam yapamıyorsunuz ama mesela daha farklı
kreatif çözümlere yöneliyorsunuz.
Örneğin Efes’in yaptığı ‘’Bira bu
kapağın altındadır’’ gibi çok güzel
bir gazete ilanı vardı. Bazı sektörlere getirilen reklam sınırlamaları
bir yandan kötü olsa da diğer
yandan da sizi başka türlü bakmaya
yönlendiren, sosyal medyada daha
aktif olmanızı sağlayan ya da kreatif
anlamda farklı çözümler bulmanızı
sağlayan durumlar. Bunlar aslında
markalar ve ajanslar için birer fırsat
bir anlamda da.
Başarılarınız için özel çalışmalar
gerektiğini ve o noktalarda önceki
sorularda da söylediğiniz 5 şirketten
bahsettiniz. Bu başarıyı nasıl yakalıyorsunuz?
Bu başarı ajansımızın yeniliklere
hızlıca adapte olması, çoğu konuda
öncülük etmesi ve farklı alanlarda,
profesyonel hizmet veren farklı
departmanları bünyesinde bulunduruyor olması ile beraber geliyor
aslında. Yani müşterilerimiz bize
geldiği zaman tüketici iç görüleri
anlamında da, kreatif çözümler konusunda da, offline&online medya
planlama alanlarında da tek elden
en iyi hizmeti alabiliyor. Bütün bu
hizmetlerin bir arada olması markalar için önemli bir avantaj. Büyük ve
global markalarla çalıştığınız zaman
global stratejileri de sizin hayatınıza entegre oluyor. Lokal markaların
da farklı hedefleri ve kimi zaman
çok daha hızlı aksiyon alabilme
şansları oluyor. Dolayısıyla her
markanın dinamikleri farklı. Başarıyı elde etmekte markaların ajanslarını partnerleri olarak görmeleri ve
markalarına/iletişimlerine dair tüm
detayları ajansları ile paylaşmaları
ve özellikle projelerin söz konusu
olduğu iletişimlerde ajanslara
mümkün olduğunca erken brief
vermeleri de oldukça önemli başka
bir faktör.
Şirket genelinde farklı sektörlerden
farklı markalara hizmet veriyorsunuz. Bu markaların iletişim hedefleri ve kampanyaları kendi içlerinde
nasıl farklılaşıyor biraz bahseder
misiniz?
Her sektörün ve hatta her markanın
39
larda içerik ve tüketicinin biraraya
geldiği yakınsama odaklı bu dünya;
insan ve markaların içinde yaşadığı
ortamı yeniden şekillendiren ve
özellikle dijital teknolojiden etkilenen global bir dünyadır. Vizeum,
marka ve insanlar arasında güçlü
bağlar oluşturmak için her boyutuyla sosyal, mobil, online ve offline
medyayı birbiriyle ilişkilendirerek
ele alır. 2007’de kurulan Vizeum
Türkiye’de, Decathlon, Dyo, Hitachi,
Honda, Pegasus, Pınar gibi global
ve yerel birçok markaya hizmet
veriyoruz.
http://vizeum.com.tr/
dinamikleri çok farklı. Örneğin ürün
satışı offline kanallarda gerçekleşen
markalar ile online kanallarda gerçekleşen markaların iletişim yolları
birbirinden çok ayrı. Ya da global
markalar ile lokal markaların iletişim stratejileri birbirinden oldukça
ayrışıyor. Bu sebeple biz markalarımızın her birine kendi dinamikleri ve hedefleri doğrultusunda
yaklaşıyor ve markanın ve hatta o
iletişimin özelinde çalışmalarımızı
hazırlıyoruz.
“Dijital alanda
çalışan çoğu insan
çok genç, buna
yöneticiler de
dahil.”
40
Bu alanı tercih edecekler için neler
söylersiniz, sizce bu alan tercih
edilmeli?
Dijital alanda çalışan çoğu insan
çok genç, buna yöneticiler de dahil.
Biz de şirket bünyesinde birlikte
sıkılmadan, rahat ve keyifli bir
ortamda çalışıyoruz. Gençlerin üniversite döneminde ve sonrasında
ne istediklerini arayıp bulmaları gelecek adımları için oldukça önemli.
Reklam sektöründe ve özellikle
dijital alanda yer almak isteyen,
yenilikleri ve trendleri sürekli takip
eden gençleri aramızda görmeyi
çok isteriz. Özellikle Dentsu Aegis
gibi global bir ajans bünyesinde çalışmak insanın kendi vizyonunu da
geliştiriyor. Bu sebeple iş hayatına
atılacak gençlere naçizane önerim;
kariyer planlarını kendilerini geliştirebilecekleri, potansiyellerini ortaya
koyabilecekleri alanlarda ve buna
fırsat veren şirketlerde yapmanın
önemini unutmamaları ve adımlarını bu doğrultuda atmaya özen
göstermeleri.
Dünyanın en büyük medya
network’lerinden biri olan Carat’ta
misyonumuz, müşterilerimiz için
medyayı yeniden tanımlamaktır:
Bugünün küreselleşen ve yakınsama odaklı gelişen dünyasında,
medya yakınsaması konusundaki
hakimiyetimiz sayesinde, tüketici iç
görüleri ve dijital verileri birleştirerek en iyi iş değerlerini yaratmaktır.
Carat Türkiye’de dijital ekipleri
de bünyesinde barındıran işinin
uzmanı 85 kişi ile adidas, Eczacıbaşı Grubu, GM, Media Markt, Nokia,
Tchibo, The Coca-Cola Company,
Türkiye İş Bankası ve İştirakleri gibi
birçok yerel ve uluslararası müşteriye hizmet vermekteyiz.
http://www.carat.com.tr/
Vizeum
Connections that Count
Vizeum yeni medya çağı için yaratılmıştır: Gerçek zamanlı platform-
Resolutions
Resolutions Türkiye, Dentsu Aegis
Network’ün medya ve tüketici
araştırma ve analizleri, tüketim ve
temas noktaları içgörüleri, iletişim
planlama ve iş geliştirme konularında hizmetler veren özel iş birimidir.
Bütün global ve yerel kaynaklardan
edinilen araştırma, analizlerle
birlikte, izleyici ölçüm sistemleri ve
tüketici araştırmalarından yararlanarak periyodik ve ad-hoc raporlar
hazırlamaktadır.
http://resolutions-tr.com/
birleştirerek “Pioneering OOH” yaklaşımını tüm çalışmalarında hayata
geçirmektedir.
http://posterscope.com/
iProspect
iProspect Dijital Performans Pazarlamasına Yön Verir.
1996 yılında Boston’da kurulan,
40 ülkede 2.000’den fazla dijital
pazarlama uzmanı ile hizmet veren
dünyanın lider ve öncü Dijital Performans Pazarlama ajansı iProspect, Türkiye ofisini 2010 Kasım’da
açmıştır. Bu tarihten beri adidas,
Coca-Cola, Eczacıbaşı, General
Motors, Microsoft, Philips, Tchibo,
Türkiye İş Bankası, Yemeksepeti gibi
Türkiye’nin ve dünyanın en büyük
markalarına dijital performans pazarlaması alanında hizmet veriyor,
müşterilerimizin iş hedefleri doğrultusunda büyümelerine yardımcı
olacak stratejiler geliştiriyoruz.
http://www.iprospect.com.tr/
İsobar
Sınırsız Fikirler
Dijital tam hizmet veren bir pazarlama ve iletişim ajansı olan Isobar,
markaları zamanın gereksinimleri
doğrultusunda dönüştürme motivasyonuyla teknolojinin ruhundan
beslenen, sınırları olmayan fikirler
üretiyor. Tüm dünyada 3.000’den
fazla dijital iletişimde uzman kişi ile
41 ülkede 66 ofis ile hizmet veriyoruz. 2013 yılında Isobar 18. kez yılın
ajansı ödülüne layık görülürken
dünya çapında 170’den fazla ödül
kazandı ve iki defa Asya-Pasifik’te
yılın ajans network’ü ödüllerinin
sahibi oldu. Network’ün en genç
ajanslarından Isobar Türkiye Eylül
2013’te lanse edildi. Müşterilerimizden bazıları; adidas, Disney, LC
Waikiki, Philips, Reebok, Sony.
http://www.isobar.com/tr
Posterscope
Pioneering Out-of-Home
Posterscope, dünyanın en büyük
açıkhava iletişim ajansıdır. 2,2 milyar USD’yi aşan cirosu ve 700+ kişilik kadrosuyla 27 ülkede 48 ofiste
faaliyet göstermektedir. Tüketicilerin ev dışındaki davranışlarını, açıkhava mecralarını nasıl tükettiklerini
analiz eden OCS (Outdoor Connection Study) sayesinde; açıkhavayı,
dijital ve mobil dahil olmak üzere
tüm mecralarla entegre bir biçimde
planlayabilmektedir. Uluslararası
kampanyalar konusunda uzman PSI
ve marka deneyimleri, özel projeler
alanında faaliyet gösteren psLIVE da Posterscope Grup ajansları
içinde yeralmaktadır. Posterscope
Türkiye, Temmuz 2011’de faaliyetine
başlamış, kurulduğu günden bu
yana network ile uyum içerisinde
çalışarak kısa sürede pazarda öncü
bir konuma ulaşmıştır. Geleneksel
planlama ve satınalma hizmetlerini, OCS ve global know-how ile
41
sinema
8.TRT
BELGESEL
ÖDÜLLERİ
TRT
BELGESEL
GÜNLERİ
TRT Belgesel Günleri
8. Kez İzleyiciyle Buluşmaya Hazırlanıyor!
Belgesel Günlerinin Partner Üniversitesi bu yıl
İstanbul Ticaret Üniversitesi
42
43
festivalimizin en çok ilgi gören ve
ses getiren bölümlerinden birine
dönüştü.
Önceki yıllarda Balkan Panorama,
Savaş Panorama gibi temalara
yer verilen bölümde bu yılın özel
gösterim bölümü teması, dünya
gündemiyle örtüşen bir biçimde
“SAVAŞ ve ZORUNLU GÖÇ” olarak
belirlendi.
Geri Sayım
Her yıl hedeflerini yükselterek
yoluna devam eden TRT Belgesel
Ödülleri’ne bu yıl 47 ülkeden 427
belgesel film başvurusu yapıldı.
Bu yıl sekizincisi düzenlenen
yarışma, artık gelenekselleşen TRT
Belgesel Günleri etkinlikleriyle 12
- 16 Mayıs 2016 tarihleri arasında
İstanbul’da izleyicileriyle buluşuyor.
TRT Belgesel Günleri, yerli - yabancı belgeselcileri buluşturan bir
TRT tarafından ilk kez 2009 yılında,
Türk belgeselciliğinin gelişmesine
katkıda bulunmak ve nitelikli belgesel filmlerin seyirciyle buluşmasını
sağlamak amacıyla ulusal düzeyde
ve “TRT Belgesel Film Yarışması”
adıyla düzenlenen “TRT Belgesel
Ödülleri”, 2010 yılında kapsamı
genişletilerek uluslararası bir kimlik
kazandı.
Amatör ve profesyonel belgesel
filmcileri desteklemek, yerli-yabancı
belgeselcileri buluşturan bir platform oluşturmak amacıyla düzenlenen yarışma 2010’dan bu yana
uluslararası ve ulusal olmak üzere
iki ana kategoride; ulusal yarışma
ise öğrenci filmleri ve profesyonel
olarak iki alt kategoride düzenleniyor.
Ulusal kategori ile belgeselde
yaratıcı yaklaşımları teşvik etmek
ve desteklemek hedefleniyor. Bu
bölümde, önceki yıllarda geleceğin
belgesel yönetmenlerinin yetişmesine katkı ve motivasyon sağlamak
üzere oluşturulan amatör kategori,
hedef kitlenin netleştirilmesi amacıyla 2015 yılında öğrenci filmleri
44
kategorisine dönüştürüldü.
Uluslararası kategoriyle ise; nitelikli
belgesel filmlerin hem salonlarda hem de ekranlarda seyirciyle
buluşmasını sağlamak, deneyim
paylaşımı sağlamak üzere yerli-yabancı belgeselcileri buluşturmak
ve uluslararası platformlarda alan
profesyonelleri ile işbirliğine zemin
hazırlamak amaçlanıyor.
Belgesel Sinemayı İzleyiciyle
Buluşturmak
Belgesel sinemayı destekleme ve
teşvik etme misyonunun belgesel
sinemanın izleyiciyle buluşma mecralarını çoğaltmayı da kapsadığı
yaklaşımıyla pek çok alana yayılmış
çalışmalar gerçekleştirildi.
Ödül alan belgesellerin “yayın
hakkının süreli alınması” uygulaması ile “Ödüllü Belgeseller Kuşağı”
kapsamında TRT ekranlarından
daha fazla izleyiciyle buluşmaları
sağlanmaktadır.
“Ödüllü Belgeseller DVD”si ile
kişisel kütüphanelere kalıcı eserler
kazandırılmaktadır.
platform olma niteliğiyle belgesel
severlerin merakla bekledikleri bir
etkinlik olarak ülkemiz kültür-sanat
ajandasındaki yerini pekiştiriyor.
Film Gösterimleri
Finale kalan filmlerin yanı sıra
dünyanın çeşitli bölgelerinden 50
civarında nitelikli belgesel filmin
halka açık ve ücretsiz gösterimleri, 12 – 16 Mayıs 2016 tarihleri
arasında İstanbul’da düzenlenecek
TRT Belgesel Günleri çerçevesinde, yönetmenlerinin de katılımıyla
gerçekleştirilecek.
“TRT Belgesel
Ödülleri’ne bu
yıl 47 ülkeden
427 belgesel film
başvurusu yapıldı.”
TRT Belgesel Günleri etkinliklerine
bu yıl Harbiye’deki TRT İstanbul
Radyosu ve Notre Dame De Sion
Fransız Lisesi salonları ile Beyoglu’ndaki Tarık Zafer Tunaya Kültür
Merkezi Salonu evsahipliği yapacak.
Gösterimlerin yanı sıra yönetmenlerle söyleşiler, belgesel paneli, özel
sunumlar, belgesel buluşmaları ve
“TRT Belgesel Günleri” etkinlikleri
ile interaktif nitelikte yönetmen
söyleşili salon gösterimleri yapılmaktadır.
TRT Belgesel Günleri
TRT Belgesel Günleri, TRT Belgesel
Ödülleri’nin etkinlik ve final haftası
olarak ilk kez 2010 yılında gerçekleştirildi. İlk yıl programında; yarışmada finale kalan filmlerin salon
gösterimleri, yönetmen söyleşileri,
ödül töreni ve gala gecesi yer aldı.
Finalist film gösterimlerine sonraki
yıllarda açılış filmi özel gösterimi,
TRT belgesellerinin gösterimleri,
yarışma dışı özel gösterimler, onur
ödülü özel gösterimi, panel /konferans / sunum, açık hava konseri ve
sosyal etkinlikler eklenerek festival
içeriği zenginleştirildi.
“Yarışma Dışı Özel Gösterim” bölümü ile, bir tema çerçevesinde dünyada üretilen önemli belgeselleri
ve yönetmenlerini festivale dahil
etmek amaçlandı.
Her yıl farklı bir temanın belirlendiği “Yarışma Dışı Özel Gösterimler”,
45
açık hava konserinin yer alacağı
program ücretsiz olarak takip edilebilecek.
TRT Belgesel Günleri, etkinlikle
eşzamanlı yapılacak olan final jürisi
izleme ve değerlendirme çalışmalarının tamamlanmasının ardından,
16 Mayıs akşamı yapılacak Ödül
Töreni /Gala Gecesi ile son bulacak.
Yarışma
Bu yıl 47 ülkeden 427 belgesel
filmin katıldığı yarışmada, ulusal
ve uluslararası kategori filmlerini
iki ayrı ön eleme kurulu değerlendirdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı
temsilcileri ve BSB temsilcilerinin
katılımlarıyla oluşan ön eleme
kurulları çalışmalarını Şubat ayının
sonunda tamamladı. Ön Eleme
Kurullarının kararına göre; Ulusal
Öğrenci Filmleri Kategorisinde 13,
Ulusal Profesyonel Kategoride 12,
Uluslararası Kategoride ise 12 eser
finalde yarışmaya hak kazandı.
Yarışmada, ulusal profesyonel
kategoride en iyi filme 40.000 TL,
ulusal öğrenci filmleri kategorisinde
ise 15.000 TL parasal ödül verilecek.
Uluslararası yarışmanın en iyi film
46
ödülü ise, 10.000 €.
Özel Gösterim: Savaş ve Zorunlu
Göç
TRT Belgesel Günleri yarışma dışı
gösterimlerinin özel dosyası bu
yıl savaş ve zorunlu göç temalı
belgeselleri konu alıyor. Panorama adı verilen bu bölümdeki
filmler, dünyanın gündeminde
bir numaraya yükselen “mülteci”
konusuna farklı coğrafyalardan farklı
bakışlar sunarken savaşların yol
açtığı bu trajediyi çeşitli boyutlarıyla etkileyici bir şekilde ele alan, bu
yüzden de son yılların en çok ilgi
gören filmleri arasından seçildi.
Panorama gösterimleri ve yönetmenlerle söyleşiler 14-15 Mayıs
günlerinde Beyoğlu’ndaki Tarık
Zafer Tunaya Kültür Merkezi Salonu’nda takip edilebilir.
Belgesel için el ele;
İstanbul Ticaret Üniversitesi
Amaçlarından biri de amatör
belgeselcileri desteklemek olan TRT
Belgesel Ödülleri, üniversitelerle
hep yakın ilişkiler içinde oldu. Sonra bunu bir adım ileriye taşıdık ve
“Partner Üniversite” uygulamasını
başlattık.
Bu yaklaşım çerçevesinde 2016 Yılı
Partner Üniversitemiz olan İstanbul Ticaret Üniversitesi ile verimli
bir işbirliği zemini oluşturduk.
Karşılıklı olarak düzenlenmesi planlanan çeşitli etkinliklerle iki kurum
arasındaki işbirliğinin birçok alana
yansıması amaçlanıyor.
Atölye, panel gibi ortak etkinliklerin yanı sıra gönüllü öğrencilerin
festivalde görev almaları bunlardan
bazıları. Ayrıca İstanbul Ticaret
Üniversitesi’nin katkılarıyla öğrenci
filmleri kategorisinde finale kalan
filmlerin kayıt ve tescil belgeleri
alınacak ve üniversite adına 2 özel
ödül verilecek.
Ödül Töreni ve Gala Gecesi
Organizasyonda heyecan 16 Mayıs
gecesi doruğa çıkacak. TRT Tepebaşı Stüdyoları’nda yapılacak olan
gala gecesi ve ödül töreninde ünlü
sanatçılar yer alacak ve gecede tüm
ödüller sahiplerini bulacak.
Tören TRT kanallarından izlenebilecek ve ödül alan belgeseller, yıl
boyunca TRT’nin çeşitli kanallarında izleyicisiyle buluşmaya devam
edecek.
2016 ULUSLARARASI KATEGORİ FİNALİST FİLMLER LİSTESİ
FİLMİN İNGİLİZCE ADI
YÖNETMEN
ÜLKE
1
ALISA IN WARLAND
ALISA KOVALENKO &
LIUBOV DURAKOVA
POLONYA
2
CASA BLANCA
ALEKSANDRA MACIUZSEK
POLONYA
3
TIME SUSPENDED
NATALIA BRUSCHTEIN
MEKSİKA
4
HE
SAM KALANTARI
İRAN
5
MALLORY
HELENA TRESTIKOVA
ÇEK CUMHURİYETİ
6
WEST EMPIRE
MATHIEU LE LAY
FRANSA
7
WHO WILL BE MY
HUSBAND
DARYA KHRENOVA
RUSYA
8
ACCORDING TO
PROTOCOL
ANNE-MARIEKE
GRAAFMANS
HOLLANDA
9
CIRCUS WITHOUT
BORDERS
SUSAN GRAY
ABD
10
SONITA
ROKHSAREH GHAEM
MAGHAMI
İRAN-İSVİÇRE-ALMANYA
11
THE PAWN
JEAN- COSME DELALOYE
İSVİÇRE
12
LIFE IN FLAMES
MANUEL H. MARTIN
İSPANYA
47
2016 ULUSAL ÖĞRENCİ FİLMLERİ KATEGORİSİ
FİNALİST FİLMLER LİSTESİ
2016 ULUSAL PROFESYONEL KATEGORİ FİNALİST FİLMLER LİSTESİ
FİLMİN ADI
1
LAMORDE
ORHAN DEDE
2
AYVA GÖBEĞİ
DOĞACAN AKTAŞ
3
KAYIP VATAN
AYDIN KAPANCIK
4
5
6
7
8
9
48
YÖNETMEN
YARIM KALDI FİLMLER
RAĞMEN
YAŞAMIN KIYISINDA
YEMEN – TÜRKÜDE SAKLI OLAN EFSANE
İNSAN BU: MEÇHUL
YOK DEVENİN PABUCU – BİR AŞK HİKAYESİ
FİLMİN ADI
YÖNETMEN
1
İMECE EVİ
YAHYA ERCAN / MURAT TUÇ
2
GÜVERCİN YUVASI
MUSTAFA KOÇOĞLU
3
TARZAN KEMAL
CANER ÖZDEMİR
4
VEFA
BARAN VARDAR
5
REST
ENİS KAL
6
TEPEDE BEŞ KADIN
ECE KINACI
7
NATAMAM
ÖZLEM ŞAHİN
8
SİYA RONİ / IŞIĞIN GÖLGESİNDE
MEVLÜT ÇİFTÇİ
9
BARUT KOKUSU
MEHMET ALİ SANCAK / ÖZGE OLGUN
10
TA’RİZ; GRİ ŞEHRİN RENKLİ ÇOCUKLARI
SEZER AĞGEZ
11
UÇUYORUM GÖKLERDE
YUNUS EMRAH ALBAYRAK / MURAT KILIÇ
BARIŞ YILDIRIM
EMRE KARAPINAR
MEHMET ALİ POYRAZ
ÜNAL ÜSTÜNDAĞ
FATİH SEZGİN
SİBEL MARY ŞAMLI
10
ORGANİK MÜZİK
FİKRET FIRAT
11
BAKSI; ÜTOPYADAN GERÇEĞE
BAHRİYE KABADAYI DAL
12
DÜŞLERİM, BEN VE KAMERAM
CANDAŞ ORHAN / CANER ÖZDEMİR
12
BİR SES BİR NEFES
MURAT HAKSEVER
13
AŞHANE
DOĞANCAN BEYAZIT ŞENBÜK
49
“…okumayı sevmeyen hafızasız
toplumların umududur belgesel…”
Belgesel yönetmeni ve TRT Belgesel Ödülleri Düzenleme ve Yürütme Kurulu üyesi
Tülay Akça ile Türkiye’de belgesel ve TRT Belgesel Ödülleri hakkında konuştuk.
***
Sizin için belgesel ne demek?
Kurmaca bir filmde fantastik ya da
masalsı bir atmosfer yaratabilir,
bilimin ve bilinenin sınırları dışına
çıkabilir, hatta isterseniz tarihi bile
değiştirebilirsiniz. Gündelik hayata
ve insana dair sıradan bir hikaye
bile olsa anlattığınız, adı üstünde,
içinde hikayenizin geçtiği kurmaca bir dünya yaratırsınız. Belgesel
sinema ise, en ünlü tanımıyla;
“Gerçeğin yaratıcı bir şekilde yeniden yorumlanmasıdır.” Belgeselde
gerçeğe bağlı kalırsınız, üstelik bu
bir tercih değil etik bir sorumluluktur. Ele aldığınız konuyu en iyi
şekilde araştırmak, o konuya ilişkin
ulaşılabilecek her türlü veriyi – belgeselde kullanmayacak bile olsanız- toplamak, farklı yaklaşımlara/
bakış açılarına açık olmak zorundasınız. Bilgiyi/veriyi çarpıtamaz,
insanları manipule edemezseniz,
etmemelisiniz. Gerçeklik çıpasına
her daim bağlı kalmak, çalışmayı
geniş bir araştırmaya dayandırmak
ve hikayeyi içerik/estetik dengesini
üst seviyede oluşturan bir sanatsal
yaklaşımla anlatmak, belgesel sinemanın en temel özellikleridir ve onu
diğer sanat dallarından ayıranın da
bu vasıfları olduğu söylenebilir.
Türkiye’de belgesel film yapımının
zorlukları neler?
Türkiye’de belgesel film yapımının
50
önündeki en önemli zorluk finansman bulma noktasında yaşanıyor.
Televizyon için üretimi bunun dışında tutuyorum ama reyting odaklı
günümüz televizyon dünyasında
belgeselin yeri –TRT ve bir iki butik
kanal dışında- pek yok. Bağımsız
belgesel üreticileri ise sponsor/
finansör bulmakta büyük sıkıntı
çekiyorlar. Ülkemizde Avrupa’dakine benzer devlet destekli fonlar
da olmadığı için belgeselcilerin
kendi cepleri dışında neredeyse tek
kaynak Kültür Bakanlığı’nın verdiği
destekler. Bazı fedakarlıklarla bu
sorun aşıldığında ise bu defa da
seyirciyle buluşma alanları açısından zorluklar karşılarına çıkıyor.
Festivallerde ve bazı etkinliklerde
yapılan salon gösterimleri dışında
eserinizi izleyiciye ulaştıramıyorsunuz.
Ayrıca belgeseli üretirken de çeşitli
zorluklarla karşı karşıyasınız. Çünkü
belgeselde her şey kontrolünüz
altında değildir, sıfırdan sanal bir
ortam yaratmazsınız, gerçek dünyaya bağlısınız ve bu da sürprizler,
değişiklikler, çekim sürecinde karşınıza çıkan ve projeniz için kıymetli
olabilecek yeni malzemenin değerlendirilmesi, planladıklarınızın bir
bölümünü yapamamanız, planlamadığınız unsurların eklenmesi
gibi, yani tıpkı hayat gibi, değişik-
liklere açık bir alanda çalışmanız
anlamına gelir. Bunlarla başedecek
gücü içinizde bir yerde hep saklı
tutmanız gerektiği anlamına gelir.
Günümüz televizyon yayıncılığını
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Televizyon seyircisini birbirine
benzeyen bireyler haline getiriyor.
Çünkü televizyon gösterdiğinin
doğruluğuna inandırmada büyük
bir beceriye sahip. Bu şekilde televizyonun modern insana yaşattığı
dram “kendi tartışmasız doğrusu”nu
empoze etmesidir. Sadece ender
rastlanır dikkate sahip televizyon
izleyicisi görüntüler/planlar değişirken başka olasılıkların da var
olduğunu hatırlayabilecektir.
Oysa düşünmek, özerklik ve eleştirel mesafenin korunmasını gerektirir. İşte bu noktada belgeselin
”gerçekliğe ulaşma çabası”nı hatırlamakta yarar var. Uzun araştırmaya
ve olabildiğince her olasılığı tanımaya dayanan belgesel hazırlama
süreci, bu yönüyle “düşünme” ile
benzerlikler taşır. Ve izleyicisinden
katılım talep eder.
İşte bu yüzden okumayı sevmeyen
hafızasız toplumların umududur
belgesel, geniş kitlelere tarihin,
doğanın, kültürün sesini duyurmanın en iyi yoludur. Bu yüzdendir
ki hayata dair derinlikli tatları ve
farklı bakış açılarını, merak ve keşif
duygusunun güzelliğini belgesel
sinema olmasaydı hatırlayamazdık.
Oysa belgesel açısından bakacak
olursak günümüzde ulusal çapta yayın yapan ve geniş kitlelere
ulaşan TV kanalları içinde belgesel
üretimini ve yayınını istikrarlı bir
şekilde sürdüren tek kanal TRT’dir.
Diğerleri maalesef sadece RTÜK
tarafından ceza verildiği zaman – ki
bu uygulama da ayrı bir tartışma
konusudur-, ya nadiren gündemle
denk düşen bir belgesel olduğunda
ya da yayın doldurmak gerektiğinde -o da sabaha karşı- belgesel
yayınlamayı tercih eden bir politika
izlemektedirler. Ülkemizde yayında
olan yerli ve yabancı belgesel kanalları ise, ya şifreli ya da erişilebilirlik
bakımından sınırlı sayıda izleyiciye
ulaşan bir resim çizmektedir. Bu
tablo; kamu hizmeti yayıncılığı
yapan bir kuruluş olarak TRT’nin bu
alandaki misyonunu daha da önemli hale getirmektedir.
TRT’de bir belgesel yarışması düzenleme fikri nasıl oluştu?
İletişim teknolojilerinin hızla geliştiği 2000’li yıllarda medya dünyası
çok büyüdü, çeşitlendi, ratinge ve
eğlenceye odaklandı. Seyirci giderek artan oranda reality showlar,
yarışmalar, düşük kaliteli popüler
programlar izlemeye başladı. Ve
sonuçta televizyon toplumları,
kendi küçük ve sınırlı gündemine
hapsetti.
Halbuki bu noktada belgesel
sinema, günümüz insanına öğrenmenin, bilginin hazzını yeniden
keşfettirecek bir rolü oynayabilirdi,
oynamalıydı da. TRT’de, bir Belgesel Yarışma düzenleme fikri böyle
doğdu. Belgesel sinemanın yaratıcı
yöntemler geliştirmesini teşvik
etmek ve “izleyici”yle buluşmasını
sağlamaktı hedeflenen.
Biz, ülkemizde kamu hizmeti yayıncılığı yapan tek yayın kuruluşu
olarak belgesel alanında artık çıtayı
yükseltmek istiyoruz. Belgesel üretiminin daha yaratıcı, daha nitelikli
ve uluslar arası pazarlarda yer
alacak şekilde gerçekleştirilebilmesinin yöntemlerini araştıran, bulan
ve uygulayan politikalar izlemenin,
bir misyon olarak TRT’nin görevi
olduğuna inanıyoruz.
Düzenleme Komitesi’nde yer alan
bir belgeselci olarak TRT Belgesel
Ödülleri hakkında neler söylemek
istersiniz?
Size biraz önce ülkemizde belgesel
film yapımının önündeki en büyük
zorlukların finansman ve gösterim
alanı bulmak olduğunu söylemiştim. Bu sebeple sekiz yıl önce
yarışma için yola çıkarken önümüzde ülkemiz belgeselciliğine maddi
destek sağlamak ve belgeselde
yaratıcı yaklaşımları teşvik ederek
TRT Kanallarında izleyiciye ulaştırmak gibi hedefler vardı.
Sonra hayallerimizi büyüttük.
Bugün TRT Belgesel Ödülleri’nin
amaçları arasında amatör ve profesyonel belgesel filmcileri desteklemek, çeşitli ülkelerden farklı ve yüksek nitelikli belgesel filmlerin önce
salonlarda sonra da ekranlarda
seyirciyle buluşmasını sağlamak ve
dünyanın her tarafından belgeselcilerin buluşup düşünce alışverişinde
bulunacağı bir platform oluşturmak
da var.
TRT Belgesel Ödülleri ilk olarak
2009 yılında ulusal çapta düzenlenmişti, 2010’da uluslararası
kategorinin eklenmesiyle kapsamı
genişletildi. Her festivalin ardından yaptığımız değerlendirmelerle
sürekli kendisini yenileyen, güncelleyen, farklı boyutların eklenmesiyle zenginleşen bir organizasyona
dönüştü ve itiraf etmeliyim bu
ulaşmayı arzu ettiğimiz bir noktaydı. Bu yıl sekizinci kez düzenliyoruz
ve yine belgesel sinemanın nitelikli
ve yaratıcı örneklerine buluşma
51
zemini olması için hazırlıklarımız
devam ediyor.
“Belgesel sinemada yaratıcı yaklaşımları teşvik etmek” iddialı ama
içi boş bir slogan gibi algılanabilir.
Ama gözlemlerime dayanarak şunu
söyleyebilirim, bir festivalimizde
ödül almış yarışmacılarımızın bir iki
yıl sonra yeni bir belgeselle tekrar
geldiğini sıklıkla görüyoruz. Eğer bu
belgesellerin üretimine maddi ya
da manevi açıdan küçük de olsa bir
katkı yaptıysak ne mutlu bize. Ayrıca
bir şey daha ilave etmek isterim, ilk
yıllarımızda karşımıza gelen bazı
öğrenci finalistlerimizin geçen yıllar
zarfında birer profesyonel belgeselciye dönüştüğünü gözlemlemek
sanırım bu işin en güzel taraflarından birisi.
2016 TRT Belgesel Ödülleri organizasyon süreci halen devam ediyor.
Her dal için çeşitli parasal ödüllerin
yer aldığı yarışma bu yıl da uluslararası, ulusal profesyonel ve ulusal
öğrenci filmleri kategorilerinde
düzenleniyor. Önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da ön elemeyi geçen
filmleri yönetmenleriyle birlikte 12
-16 Mayıs 2016 tarihlerinde TRT
Belgesel Günleri etkinliklerinde
İstanbul’da konuk etmeyi ve böylece
seyirciyle buluşturmayı planlıyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda TRT Belgesel
Günleri adı altında İstanbul’da
düzenlenen ve Kültür Bakanlığı’nca da desteklenen TRT Belgesel
Ödülleri final haftası etkinlikleri,
5 gün süresince İstanbullulara bir
festival atmosferi yaşatmıştı. Bu yıl
da yine dünyanın dört bir yanından
birbirinden nitelikli 50 civarında
belgeseli salonlarımızda izleyiciyle
buluşturacağız. Gösterimler Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu ve
Notre Dame De Sion Fransız Lisesi
salonları ile Beyoglu’ndaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Salonunda yapılacak. Halka açık ve ücretsiz
olarak yapılan etkinlikler kapsamında, finalist filmlerin gösterimleri ve
yönetmenlerle söyleşiler, “Savaş ve
Zorunlu Göç” temalı filmlerin yer
aldığı panorama bölümü, yarışma
dışı özel gösterimler, jüri çalışma-
52
ları, profesyonellerin “belgesel”e
dair deneyimlerini ve yaklaşımlarını
tartıştıkları buluşmalar ve sunumlar,
açık hava konseri ve sosyal etkinlikler yer alıyor.
Bir belgeselci olarak, böyle etkinliklerin, somut kazanımlar sayılabilecek entelektüel ve profesyonel
katkısının yanında aynı zamanda
atmosferleriyle kendimize “bu işi
neden sevdiğimizi ve neden yaptığımızı” hatırlattığını düşünüyorum.
Harbiye’deki tarihi Radyo binasının
12 -16 Mayıs tarihlerinde dünyanın
dört bir yanından çok sayıda belgesel yönetmeninin yanı sıra sinema/
belgesel/ kültür/ sanat alanlarında
saygın ve deneyimli isimlerden
oluşan ulusal/ uluslararası jüri üyelerinin ve belgesel kanalları yöneticilerinin katılımıyla uluslararası düzeyde bir belgeselciler buluşmasına
bir kez daha ev sahipliği yapacağını
söylemek isterim. 16 Mayıs akşamı
yapılacak “TRT Belgesel Ödülleri
Gala Gecesi” ise etkinliğin merakla
beklenen finalini oluşturacak. Tören
TRT kanallarından izlenebilecek ve
ödül alan belgeseller, yıl boyunca
TRT’nin çeşitli kanallarında izleyicisiyle buluşmaya devam edecek.
Belgesele gönül verenlere bu tarihleri bir yere not etmelerini öneriyoruz ve onları TRT Belgesel Günleri
kapsamında bir araya gelmeye,
filmleri birlikte tartışmaya, birlikte
zenginleşmeye, izleyicilerle sohbete ve etkinliklere katılmaya davet
ediyoruz.
TRT Belgesel Ödülleri organizasyonunun ana başlıklarına ilişkin
söyleyeceklerim kısaca böyle.
İsteyenler festival programına ve
ayrıntılı bilgiye www.trtbelgesel.
com adresinden ulaşabilirler.
Toplum olarak ne kadar iyi bir belgesel izleyicisiyiz?
Toplum olarak belgeselle ilişkimizin
çok ilginç olduğunu hatta toplum
psikolojisi dalında çalışanların
inceleme alanına girecek özellikler
taşıdığını düşünüyorum. Ülkemizde
belgesel izlemenin veya belgeselle
ilgilenmenin yaygın olarak prestijle/
okur-yazarlıkla/eğitimli görünmekle
ilişkili bulunduğuna inanmak için
geçerli sebeplerimiz var. Bu durum
olumlu bir imaj olarak düşünüldüğünde -insanları belgesel izleme
konusunda teşvik etmek için yeterli
olmamasına rağmen- bir açıdan iyi
bir şey, bir açıdan da kötü çünkü
aynı zamanda yukarıdaki kavramların çağrıştırdığı sıkıcılığı da bilinçaltına kazıyan bir etkisi var.
Kısaca izleyici olarak toplum bir
ikilemde görünüyor, “kitap okumak
iyidir” gibi “belgesel izlemek iyidir”
şeklinde bir kabulü var ama bu
onun belgesel izlemesini sağlamaya
yetmiyor. Daha ziyade kendisinden aktif katılım istemeyen “doğa”
belgesellerini izlemeyi tercih ediyor.
Bunu söylerken yanlış anlaşılmak
istemem, doğa belgesellerinin çok
büyük emekle üretildiğini, bu zor
işe gönül veren yakın arkadaşlarımdan biliyorum ve çok saygı duyuyorum, yukarıdaki vurgum izleyici
tercihinin arka planına yönelik.
Ayrıca burada hemen belgeselcinin
sorumluluğuna dair bir parantez
açmamız lazım, günümüzdeki gibi
çok fazla seçeneğin olduğu bir medya ortamında belgesel yönetmeni
anlattığı hikayeyi izlenir kılmanın
yollarını/yöntemlerini aramak, yeni
anlatım biçimleri üzerinde kafa
yormak zorunda. İşte yaratıcılığın
tam da bu noktada devreye girmesi
gerekiyor. Bu konuda matematiksel
doğrular yok, arayışlar var, işlediğiniz tema, yaklaşım tarzınız, oluşturmak istediğiniz etki vb. çerçevesinde kendi anlatım biçiminizin arayışı
içinde olmalısınız. Yani “toplum
kolaya kaçıyor, belgesel izlemiyor”
diyerek kenara çekilemezsiniz, belgeselciye düşen çok iş var.
İşte bizim TRT Belgesel Ödülleri ile
ülkemizde belgesel alanındaki yaratıcı yaklaşımları teşvik etmeyi ve
desteklemeyi amaçlamamızın arka
planında böyle bir boyut da var.
Son olarak okuyucularımıza neler
söylemek istersiniz?
Mayıs 2016’de TRT Belgesel Günleri’nde görüşmek üzere…
53
yaşam
BİR MANİNİZ YOKSA
PERİHAN ABLA
1986 yılında TRT 1’de başladı. 1987
yılında Şevket Altuğ diziden ayrıldıktan sonra kanalı değiştirerek TRT
2’ye transfer olmuştur. 1988 yılında
bitti. Türkiye’de dizi kültürünü başlatan 1988 yapımlı ve tüm seri boyunca TRT’de yayınlanmış Türk TV
tarihindeki öncü dizilerden birisidr.
İki kardeşine bakmak zorunda olan
Perihan Abla Perran Kutman ve onu
deliler gibi seven Şakir’i Şevket Altuğ, ayrıca birçok tiyatro oyuncusunun konularına göre oynadığı aynı
mahallede yaşayan farklı insanları
anlatmaktadır. Dizi gösterildiği
dönemde büyük ilgi görmüş ve Türk
TVtarihindeki yerini almıştır.
Başlıca Roller:
Perran Kutman, Perihan Abla
Şevket Altuğ, Şakir Uysal
Ercan Yazgan, Şoför İsmet
Tuluğ Çizgen, Meraklı Melahat
AKŞAM SİZE GELEBİLİR MİYİZ?
***
Televizyon, salonların baş köşedeki yeri, dantelli örtüleri ve sunduğu yeni hayat tarzıyla 1970’lerde
evlerimize girdi. Girer girmez de önce yazlık sinemaları sonra birer ikişer kışlıkları yok etti. Yeşilçam
uzun süre direndi. Çünkü ilk dönem Yabancı TV dizileri; “pembe, macera, aşk, entrika” motifleriyle
Yeşilçam’dan esintiler taşıyordu. İlerleyen yıllarda ekrana konan Yerli Diziler de bir anlamda
Yeşilçam’ın “tutarlı” yüzünü yansıtıyordu. Televizyon Dizileri 70, 80 ve 90’larda öyle derin etkiler yarattı
ki, bazıların yayın saatinde sokaklar boşaldı, ilk zamanlarda her evde Televizyon olmadığı için bazı
dizi günlerinde günlerinde ev gezmeleri arttı; hatta, “Bir maniniz yoksa akşam size gelebilir miyiz?”
önermesi Televizyon Dizilerinin yayın günleri dışında kullanılmaz oldu. Gerişe dönüp baktığımızda
yerli-yabancı bu dizilerden kaçını anımsıyoruz? Konuları ve oyuncularıyla kaçı belleğimizde yer
etmiş? İşte o televizyon dizileri geçmişinde bir gezinti veya hatırlatma…
HABER NURULLAH KADİRİOĞLU
PEMBE PANTER
Blake Edwards’ın 1963 yapımı filmi.
Bu filmi, bir sıra diğer Pembe Panter filmleri takip etmiştir. Filmden
doğan Pembe Panter çizgi film
kahramanı da kendi özel çizgi film
serisine sahip olmuştur.
Dizi, Türkiye’de TRT başta olmak
üzere bir çok kanalda gösterilmiş ve
halen gösterilmektedir.
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
AŞK-I MEMNU
Aşk-ı Memnu, Halid Ziya Uşaklıgil’in aynı adlı eserinin ilk televizyon uyarlaması olan 1975 tarihli;
TRT’de yayınlanmış ikinci Türk
televizyon dizisidir.
33’er dakikalık 6 bölümden oluşan
diziyi Halit Refiğ yönetmiştir.
Başlıca roller:
Bihter, Müjde Ar
Nihal, Itır Esen
Adnan, Şükran Güngör
Firdevs, Neriman Köksal
Behlül, Salih Güney
Matmazel Courton, Çolpan İlhan
54
55
ALTIN KIZLAR
Emekli olup huzur bulmak için Miami’ye yerleşen ve aynı evde yaşayan
dört yaşlı kadının komik maceralarını anlatan Altın Kızlar, hayata
sımsıkı bağlı ve kalan zamanlarını
eğlenceli geçirmek isteyen insanları konu ediniyor. Sürekli komik ve
ilginç olaylara tanık olan bu dört
kadının olaylara bakış açıları, birbirleri ile çekişmeleri ancak içten içe
birbirlerini sevmeleri gibi önemli
detaylara sahip dizi, yayınlandığı
dönem olan 1985-1992 arasında
çok önemli bir hayran kitlesine
sahipti. Tam 180 bölüm yayınlanan
dizi, 4 Altın Küre ödülünü alarak
hak edilmiş bir başarıya ulaştı.
KÖLE ISAURA
1976-77 arasında yayınlanan Brezilya TV dizisi.
19. yüzyılda yaşamış kölelik karşıtı
yazar Bernardo Guimarães’in aynı
adlı eserinden uyarlanmıştır.
Dizi, bir dönem TRT ekranlarından
Türk izleyicisi ile buluştu.
MAVİ AY
Eski model Maddie Hayes ile esprili
dedektif David Addison’un maceralarını anlatan, Mart 1985 ile Mayıs
1989 arasında ABC televizyonunda
toplam 66 bölüm olarak yayınlanmış TV dizisidir. Türkiye’de Cuma
geceleri TRT 1’de yayınlandıktan
yıllar sonra Digiturk’ün Comedymax
ve Retromax adlı kanallarında
ayrıca TNT kanalında da gösterilmiştir.
HEİDİ
İsviçre’li yazar Johanna Spyri’nin
Heidi kitabının tamamının Heidi
adı altında uyarlandığı çocuk çizgi
filmi.
Çizgi filmin Türkçe uyarlaması
Türkiye’de ilk kez TRT’de yayınlandı.
Çizgi filmde annesi ölen Heidi’yi
teyzesi Alplerde yaşayan dedesinin
yanına götürür. Küçük kız burada
birçok serüven yaşar.
CESUR VE GÜZEL
Orijinal adı “The Bold and the Beautiful” olan ülkemizde ise Cesur ve
Güzel adıyla ekrana gelen dizi aşk,
ihtiras ve entrika üzerine kurulu
hikayesi ile milyonlarca izleyicide
tiryakilik yarattı.
Kanal D ve Show TV’de yayınlandı.
Forrester ailesi ile çevresindekilerin
ilişkilerinin anlatıldığı dizinin ana
karakterleri ise Brooke Logan Forrester (Katherıne Kelly Langana),
Ridge Forrester (Ronn Moss), Erıc
Forrester(John Mccook) ve Doctor
Taylor Hayes Forrester (Hunter
Tylo). İlk bölümü 1987 yılında
ekrana gelen ve 20 yıldır devam
eden dizi ; Amerika, Kanada , İtalya,
56
Almanya ve Fransa dahil olmak
üzere tam 79 ülkede yayınlandı.
Halen 40 ülkede yayınlanan ve yüz
milyonlarca izleyicisi olan dizi, televizyon dünyasının en popüler dizisi
unvanına sahip.
Dizi, beyaz derili siyah bir köle
olan Isaura’nın yaşadığı zorlukların
ardından ulaştığı mutluluğu anlatır.
Isaura, 1835 yılında Brezilya, Rio de
Janerio’daki bir çiftlikte Kumandan
Almedia’nın ve çiftlik yöneticisi Miguel’in kölesi olarak dünyaya gelir.
Brezilya’nın köklü ve çok zengin
ailelerinin birinin yanında, güzel
ve çok zeki bir köle olan Isaura
yaşamaktadır. Isaura son derece
dürüst ve işini bilen bir kişi olduğu
için efensidi ve vaftiz annesi Ester
tarafından çok sevilir. Ester, kendi
çocuğuymuş gibi davranır Isaura’ya.
Ancak kocası Vali Almeida genç
Isaura’yı sürekli horlar.
Bu zor ve yıpratıcı hayatı kaderi olarak kabullenerek yaşarken
Kumandan’ın oğlu Mr. Leoncio bu
güzel köleye deliler gibi aşık olacak,
her şey karmaşık ve zor bir hale
gelecektir.
Köle Isaura dünyada en çok tanınan
Latin dizilerinden biri olmuştur.
Sovyetler Birliği ve Polonya’da
yayınlanan ilk, Birleşik Krallık’ta
yayınlanan ilk yabancı dildeki TV
dizisi olmuştur.
Köle Isaura, Türkiye’de 1985’de
yayınlanmış ilk Brezilya dizisidir.
ŞEHNAZ TANGO
Şehnaz Tango, başrollerini Perran
Kutman ve Erdal Özyağcılar’ın paylaştığı 1994’te yayına giren televizyon dizisidir.
3 Ekim 1994 Perşembe akşamı
Show TV’de “Sevgi ve Aşkın Dansı”
sloganıyla yayına girdi. Dizi, ayakları yere basan, ciddi bir kadın olan
Şehnaz ile onun bulutlarda dolaşan
“Tango” lakaplı eski kocası Muhsin
arasında yaşanan bazen komik,
bazen de hüzünlü aşk öyküsünü
anlatıyor. Başta 13 bölüm olarak
çekilmesi planlanan dizi 7’den 70’e
ülkenin her yerinde büyük yankı
uyandırınca 4 sezon sürmüştür.
Dizi, 2. sezonunun başladığı tarih
olan 2 Ekim 1995 Pazartesi 21.15’te,
Star TV’de yayına girmiştir. 3. sezon
sonunda Erdal Özyağcılar diziden
ayrılmıştır ve 4. sezon başladıktan 3
ay sonra dizi, reytinglerinin düşmesi nedeniyle yayından kaldırılmıştır.
Reytinglerin düşmesinin nedeni
altında Şehnaz’ın evlilik dışı hamile
kalması da etken olarak gösterilmiş;
ancak dizinin yayından kaldırılması
kanalın telefonlarının kilitlenmesine, kanala ülke çapında büyük
tepkiler gelmesine hatta insanların
sokaklara dökülüp protesto yürüyüşlerine bile çıkmalarına neden
olmuştur. Şehnaz, Türk kadınını çok
iyi temsil eden, Şehnaz Tango ise
her insanın kendinden bir şeyler
bulduğu tüm zamanların en iyi yerli
dizileri arasında yerini almıştır. Dizinin diğer oyuncuları ise Alev Sezer,
Füsun Demirel, Gülen Karaman,
Serra Yılmaz, Günay Karacaoğlu,
Oya İnci, Alev Oraloğlu, Macide
Tanır, Muhip Arcıman, Mümtaz
Sevinç, Selda Özer, İpek Tenolcay,
Nejat İşler, Kamil Güler, Ayşe Tolga
ve Ceren Soylu, Levent Özdilek’dir.
Hafızalarda yer eden unutulmaz
replikleri ile dizinin senaryosunu ise
Oya Yüce yazmıştır. Toplamda 130
bölüm sürmüştür. Dizi, 4. sezonu yayındayken Perran Kutman’a
Magazin Gazetecileri Derneği’nin
düzenlediği Altın Objektif Ödüllerinin 5.sinde Yılın Dizi Yıldızı-Kadın
ödülünü kazandırmıştır.
57
AŞK GEMİSİ
Her dizide ayrı bir aşk hikayesi işlenirdi. Ama mürettebat değişmezdi.
Yolcular biner, Aşk Gemisi Acapulco’ya doğru demir alır ve aşklar da
başlardı. Balo salonundan gelen
dans müziğinin eşliğinde en kralı
yaşanırdı aşkın. Beyazlar içindeki
kaptan Stubing, süper doktor ve
tüm ekip çok cana yakındı, yolcuların her derdine deva olmaya
çalışırlardı. Her bölümde yolcuların
başına bir şey gelir, bir polisiye olay,
yarım kalmış aşk macerası, küskünlük vs. problemler ortaya çıkar ve
seyahat süresi içinde ekibimiz olayı
çözerdi. 70’li yıllarda TRT’de yayınlanırdı ve siyah beyazdı. Dizinin
başladığı saatte ailecek televizyonun başına geçerdik. Akşam yemeği
saati, dizinin başlama saatine göre
ayarlanırdı.
ALF
ALF, 1986-1990 yıllarında NBC
kanalında yayınlanan ABD yapımı
popüler bir komedi dizisidir.
Başrolünde Melmac gezegeninden
gelen uzaylı yaratık ALF vardır. ALF
ismi, davetsiz misafir olarak
geldiği evin sahibi Willie tarafından
konulmuştur. Açılımı Alien
Life Form (uzaylı yaşam formu)
şeklindedir.
Türkiye’de ilk kez 1980’li yılların
sonlarında TRT 1’de yayınlanmış
olup, 90’lı yıllarda Kanal D’de de
gösterilmiştir.
KAYNANALAR
Türkiye’nin ilk sit-com dizisi olan
Kaynanalar’ın ilk yayınlandığı tarih
1974’tür. Anadolu’dan İstanbul’a
göç etmiş Nuri Kantar ve ailesinin
İstanbul’a uyum sağlayıp kendi
geleneklerinden uzaklaşmamak
için verdikleri çaba ve zengin olma
hayalleri anlatılan dizi, 2004 yılına
kadar devam ederek çok büyük bir
başarıya imza atmıştır.
KARA ŞİMŞEK
Kara Şimşek (İngilizce adı: Knight
Rider), 1982-1986 yılları arasında
ABD’de yayınlanan ve Türkiye dahil
Dünya’nın birçok ülkesinde de
yayınlanarak popüler olmuş televizyon dizisi. TRT tek kanallıyken ekrana gelen dizi 90 bölüm sürmüştür.
Dizide kendi kendine hareket
edebilen, konuşabilen yapay zekalı
otomobil KITT ile sahibi Michael
Knight’ın başından geçen olaylar
işlenmektedir. TRT 1’deki ilk yayınında Michael Knight’ı Lemi Bilgin,
Kitt’i Savaş Tamer, Devon Miles’i de
Ergun Uçucu seslendirmiştir. Kara
şimşek TRT 3 ve TRT 4 TV’lerinde
ilk sezonu iki kere tekrar etmiş,
fakat seslendirmeleri değişmiştir.
Dizi Teleon kanalında şifreli olarak
da bir süre gösterimde kalmıştır.
Sonraki yıllarda MeltemTV ve EgeTV
Kanallarından da yayınlanmıştır.
Orijinal seride aracın markası Pontiac Transam’dır. 2008 versiyonunda
Mustang Shelby GT500KR kullanılmıştır.
17 Şubat 2008’de ABD’nin NBC te58
Değişen zamana ayak uyduran
karakterler, olaylar ve teknoloji ile
gelişen dünyaya uyum sağlama
süreçleri de işlenen dizi, 1974-2004
yılları arasında onlarca yıl yayınlanarak Türk televizyon tarihinin
levizyonunda iki saatlik bir televizyon filmiyle yeniden ekranlara dönen Kara Şimşek dizisi 2008’in Eylül
ayında gösterime başladı. Dizide
Michael Knight (David Hasselhoff)’ın yerini oğlu Mike Traceur (Justin
Bruening), babası gibi Michael
Knight adıyla dolduruyor. Film eski
dizinin devamı niteliğindedir. Bu
versiyon ise yeterli izlenme oranını
almadığı gerekçesiyle yayından kaldırılmıştır. Dizi yeniden 9.04.2011
tarihinden itibaren ilk TRT’de yayınlandığı dönemdeki saatiyle 17:00
TRT-1 de gösterilmeye başlamıştır.
Seslendirmesi yeniden değişmiştir.
2014 ten itibaren TVEM kanalında
tekrar yayınlanmaya başlamıştır.
en uzun süre yayında kalan dizisi
olmuştur. 1997 yılına kadar TRT
ekranlarında izleyicisi ile buluşan
dizi, bu tarihten finalin gerçekleştiği 2004 yılına kadar Kanal D’de
gösterilmiştir.
KÜÇÜK EV
Batı Amerika’da yaşayan Ingalls
ailesinin başından geçen ilginç maceraları anlatan Küçük Ev, yayınlandığı dönem boyunca tüm dünyada
izleyicileri televizyon karşısına
kilitlemiştir.
Bir romandan esinlenilerek yaratılan dizi, NBC kanalı tarafından
1974-1983 yılları arasında yayınlanmıştır.
Ingalls ailesinin yaşadığı küçücük
evi ve evin içindeki kesişen hayatların ortak noktalarını anlatan dizi,
Altın Küre’ye defalarca aday olsa da
bu ödülü kazanamamıştır.
Türkiye’de ilk olarak 70’li yılların
sonunda TRT’de gösterilmiş, 20002002 yılları arasında ise Kanal 7’de
tekrar edilmiştir.
59
DALLAS
1978-1991 yılları arasında yayımlanan Haftalık pembe dizi tarihinin
uzun soluklu dizilerinden biridir.
“JR” (Larry Hagman) karakteri, TV
tarihinin en kötü karakterleri arasında anılmaktadır. Guiness Rekorlar kitabında en çok izlenen televizyon programı olarak geçmiştir.”Who
shot J.R.” bölümü ile 83 milyon
izleyici toplamıştır. Fakat 1984-1985
sezonunda Bobby karakterinin bir
araba çarpması sonucu diziden
ayrılması ve bir sezon sonrası sanki
daha önce yaşananlar yok sayılıp tekrar hayata dönmesi dizinin
dönüm noktası olmuştur ve dizinin
izlenme oranı hızlıca düşmüştür.
ABD’de Cuma akşamları CBS’te,
Türkiye’de ise 1980 yılında Pazar
akşamları TRT 1’de, 1990 yılında
Star TV’de, 1998 yılında Show TV’de
yayınlanmıştır. Dizinin 1978 yılında
4 bölümlük bir mini dizi olarak
tasarlanmıştır. Fakat daha sonra
dizi başarıya ulaşınca 1991 e kadar
yayınlandı. Toplam 356 Bölüm
çekildi.
CHARLİE’NİN MELEKLERİ
Amerikan yapımı 1976-1981 yılları
arasında ABC kanalında yayınlanan
televizyon dizisi. Sabrina Duncan
(Kate Jackson), Jill Munroe (Farrah
Fawcett) ve Kelly Garrett (Jaclyn
Smith) dizideki üç orijinal melektir. Dizi Türkiye’de tek kanallı TRT
döneminde ilk kez 16 Ekim 1977
tarihinde yayınlanmıştır. 2005 ve
2006 yıllarında Retromax’te renkli
olarak tekrar edilmiştir. Dizinin
TRT’de yayınlandığı dönemde
Sabrina Duncan (Kate Jackson)’ı
Sema Aybars, Jill Munroe (Farrah
Fawcett-Majors)’yu Lale Kavuzlu,
Kelly Garrett (Jaclyn Smith)’ı Gülseren Gürtunca, John Bosley (David
Doyle)’i Erol Kardeseci, Charlie
(John Forsythe)’yi Zafer Ergin;
Retromax’te yayınlandığı dönemde
Sabrina Duncan (Kate Jackson)’ı
Binnaz Moroy, Jill Munroe (Farrah
Fawcett-Majors)’yu Oya Prosçiler,
Kelly Garrett (Jaclyn Smith)’ı Sevinç
Sırma, John Bosley (David Doyle)’i
Toygun Ateş, Charlie (John Forsyt60
COSBY AİLESİ
Bill Cosby’nin yer aldığı bir sit-com
olan Cosby Ailesi, 1984 tarihinde
yayınlanmaya başladı ve 1992 yılına
kadar NBC kanalında tam 8 sezon
ve 202 bölüm olarak gösterildi. Brooklyn New York’ta yaşayan Huxtable
ailesine odaklı bir dizi olan Cosby
Ailesi, yaşama dair mesajları ve
eğlenceli diyalogları ile çok sevilen
bir dizidir.
80’li yılların en önemli dizisi olan
Cosby Ailesi, kalitesi sebebiyle
yayınlandığı kanalı NBC’yi reytinglerde sürekli en öne çıkartıp, dizinin
yayınlanmasını kendi kanallarında
istemeyen ABC kanalını ise pişmanlıkla cezalandırdı. İlk defa bir
komedyenin rolünü konu alan dizi
olan Cosby Ailesi, bu açtığı yolda
Seinfeld, Ellen, Roseanne, Home
Improvement, The Drew Cary Show
ve Everbody Loves Raymond gibi
komedyen bazlı sit-com’ların da
önünü açmıştır. Afrikalı Amerikan
oyuncuların ağırlıklı olduğu dizi,
bu özelliği ile de en uzun süre
yayın yapan afro-amerikan dizileri
sıralamasında üçüncü sırada yer
almaktadır.
Cosby Ailesi, 3 Altın Küre kazanarak
tüm zamanların en sevilen dizilerinden biri olduğunu aldığı ödüller ile
de kanıtlamıştır.
Dizi aynı yıllarda ülkemizde TRT’de
de gösterildi.
ŞİRİNLER
Belçikalı çizer Pierre Culliford’un
oluşturduğu çizgi roman ve animasyon dizisinin ortak ismi. 1958’de
Pierre Culliford tarafından çizgi
roman olarak ortaya çıktı. 1981’de
televizyonda gösterilen Şirinler
büyük ilgi gördü. Yıllarca Türkiye’de de yayınlanan çizgi dizi, başta
Amerika Birleşik Devletleri olmak
üzere birçok ülkede, yüksek izlenme
oranlarına rağmen gösterimden
kaldırılmıştır.
2008 yılında, Şirinler’in 50. yılı
kutlamaları kapsamında Birleşmiş
Milletler Çocuklara Yardım Fonu
hayrına Avrupa’nın birçok ülkesini
kapsayan bir açık artırma kampanyası düzenlenmiş ve 124.700 Euro
UNICEF’e bağışlanmıştır.
Şirinler’i Türkiye ile TRT tanıştırdı.
he)’yi Şener Savaş Türkçe seslendirmiştir. Ayrıca bu dizinin atv’de
Cinler ve Periler adlı bir yerli uyarlaması yayınlanmıştır.
Şirinler Şarkısı’nın bestesini Hollandalı Vader Abraham yaptı. Hakkında çıkan tüm spekülasyonlara
rağmen Şirinler yalnızca bir televizyon şovu olmaktan çıkıp evrensel
bir fenomen haline geldi. Daha ilk
bölümde (Astro Şirin) 542 yaşında
olan Şirin Baba ve 100 yaşındaki
100 Şirin bugün hala ‘Şirinler’in
Maceraları’ adlı seriyle ekranlardaki
varlığını ve popülaritesini koruyor.
61
A TAKIMI
1983-1987 yılları arasında Çekilen
ve televizyonda gösterilen bir televizyon dizisidir. Stephen J. Cannell
ve Frank Lupo tarafından yaratılmıştır. Toplam 98 bölümden oluşan
A Takımı, Türkiye’de Star TV, Kanal
7, Cine5 ve TVem’de gösterilmiştir.
A Takımı, Türkiye’de İlk kez Doksanlı
Yılların Başında o zaman ki ismi
Star1 olan Star TV’de yayınlanmaya
başlamıştır. A Takımı, Yayınlandığı Dönemlerde Türkiye’de de çok
sevilmiş ve önemli bir hayran kitlesi
kazanmıştır. Dizi Sonraki Yıllarda
Kanal 7 ve Cine5’de Gösterilmiştir. Dizi 1983-1987 Yılları Arasında
Amerika Birleşik Devletlerinde
çekilmiştir. Dizi, 2014 yılı Ekim ayı
LASSİE
Lassie, aynı adlı dişi bir rough
collie ile onun insan ve hayvan
dostlarının maceralarını konu
alan ABD yapımı televizyon dizisi.
Yapımcı Robert Maxwell ile hayvan
eğiticisi Rudd Weatherwax’ın yarattığı şov, 12 Eylül 1954 ile 24 Mart
1973 tarihleri arasında yayınlandı.
Televizyonun en uzun süren dramatik dizilerinden biri olan Lassie, ilk
17 sezonu boyunca CBS’te yayınlandı. Başta siyah-beyaz olarak çekilen
dizi, 1960’larda renkli çekilmeye
başlandı.
itibariyle yeni yayın döneminde
Tvem kanalında tekrar yayınlanmaya başlanmıştır. Dizinin Günümüz
Dublajı Yayınlandığı ilk dönemlerdeki Seslendirmesinden farklıdır.
Türkiye’de Halen yayınlanmaktadır.
BİZİMKİLER
Türkiye’de ekranların en uzun süre
yayında kalan dizilerinden biri
Bizimkiler... Dizi ilk kez 1989 yılında
TRT ekranlarında seyirciyle buluştu.
İlk kadroda dizinin ana kahramanları olan aileyi Erdal Özyağcılar, Ayşe
Kökçü, Bensu Orhunöz ve Atılal
Uluışık oynuyordu. Cihat Tamer de
Özyağcılar’ın canlandırdığı karakterin ağabeyi rolündeydi. Ancak
ilerleyen bölümlerde Tamer ayrıldı
yerine Engin Şenkan geldi.
Dizi unutulmaz karakterleriyle 19891994 arasında TRT’de ekrana geldi.
Daha sonra Star, Show TV ve ATV’de
yayınlandı.
Dizinin esin kaynağı Umur Bugay’ın
BİZİM EV
ABD yapımı sitkom. Eylül 1987’de
başlamış, 1995 yılına kadar Amerikan ABC televizyonunda gösterilmiştir. 8 sezondan oluşmaktadır.
Dizi San Fransisco’da üç kızıyla
yaşayan dul Bob Saget ile karısının
kardeşi John Stamos ile arkadaşı
Dave Coulier’in aynı evde geçirdikleri yaşamı anlatmaktadır. Üç kızın
ismi D.J., Stephanie ve Michel’dir.
Türkiye’de uzun bir süre Kanal
D’de gösterilen dizi dünyanın diğer
yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de
de yayınlandığı dönemde ilgiyle
izlenmiştir.
62
1976’da kaleme aldığı Kapıcılar
Kralı adlı filmdi bu unutulmaz dizinin. Bugüy, senaryodaki karakterler
ve olayları biraz daha genişleterek
Türk TV tarihinin efsane dizilerinden birini yaratmış oldu. Bizimkiler
çeşitli aralarla 2002 yılına kadar
yayınlandı. Oyuncuların bazıları
çoktan aramızdan ayrıldı ama Bizimkiler hala milyonlarca seyircinin
hafızasındaki yerini koruyor.
İlk on sezon Lassie’nin küçük bir
çiftçi topluluğunda yaşadığı maceraları anlatır. Lassie’nin ilk insan
dostları, on bir yaşındaki Jeff Miller
ile onun annesi ve büyükbabasıdır.
Dördüncü sezondan itibaren ise
Lassie’yi, yedi yaşındaki Timmy
Martin ile kendisini evlat edinmiş
olan anne babası alır. Çiftlikteki
maceralarının on birinci sezonda sona ermesiyle, Lassie vahşi
doğada United States Forestry
Service çalışanlarının peşinden yeni
maceralar yaşamaya başlar. Başında bir insan olmadan yaklaşık bir
sene dolaşan Lassie sonunda, son
iki sezonda kalacağı yetimhaneye
yerleşir.
Lassie başlangıçta iyi eleştiriler
aldı ve ilk yıllarında iki Emmy ödülü
kazandı. Oyuncular Jan Clayton
ile June Lockhart Emmy’ye aday
gösterildi. Şovun yayınlandığı
yıllar boyunca kitaplar, bir Cadılar
Bayramı kostümü, giysiler, oyuncaklar gibi diziyle bağlantılı eşyalar
piyasaya sürüldü. Şovun bütün
yayını boyunca sponsoru olan
Campbell’s Soup, (bir yüzük ve bir
cüzdan olmak üzere) iki ödül sundu
ve dizinin hayranlarına bunlardan
binlerce dağıttı. Dizinin birden fazla
bölümden oluşan bir bölümü, yeni-
den kurgulanarak Ağustos 1963’te
Lassie’s Great Adventure adıyla
gösterime sokuldu. 1989’da The
New Lassie dizisi, Lassie’nin yıldızı
Jon Provost’u Steve McCullough rolüyle televizyona geri getirdi. Seçme
bölümler DVD olarak piyasaya çıktı.
Dizi, 80’lerde TRT’de de yayınlandı.
MAHALLENİN MUHTARLARI
90’larda moda olan mahalle dizilerinden biri de Mahallenin Muhtarları’ydı. Dizinin ana karakterini ilk
zamanlarda ana karakterleri Erkan
Can ile Aydan Burhan canlandırdı.
Daha sonra Burhan ayrılınca yerine
Esra Akkaya geldi.
Dizi 1992’de başladı 2002’ye kadar
sürdü. Tam 337 bölüm süresince
seyirci orta halli insanların yaşadığı
bir mahallede olup bitenleri kimi
zaman gülerek kimi zaman hüzünlenerek izledi. Dizi her bölüme özel
şarkı sözleriyle de hafızalara kazındı.
63
ZENGİNLER DE AĞLAR
1978 Meksika yapımı televizyon
dizisi.
Mirasçısı olduğu çiftlik üvey annesi
tarafından elinden alınan Mariana
Villareal, parasız bir şekilde başkente gider. Sığındığı kilisenin rahibi
genç kızı bakması için zengin Salvatiera ailesine emanet eder. Evin
çapkın oğlu Luis Alberto, kendisi ile
yakınlaşmaya çalışır fakat babası
buna izin vermez. İlerideki bölümlerde ise birbirlerine aşık olacaklardır. 1978 Meksika yapımı televizyon
dizisi.
Dizi 1989’de TRT’de de yayınlanmaya başladı.
TAŞ DEVRİ
ABD kaynaklı televizyon için yapılmış bir çizgi film dizisi. Yapımcısı
Hanna-Barbera Productions’dır.
1950 yıllarında serbest olarak
sitkomu The Honeymooners sunuculuğunda yayına başladı, Taş
Devri 1960 - |1966 yılları arasında
Amerikan ‘prime time’da altı sezon
boyunca ABC kanalında gösterildi.
Fred Çakmaktaş, karısı Vilma, çocukları Çakıl ve vefakâr ev hayvanları Dino, komşuları Barney Moloztaş,
karısı Betty ve evlat edindikleri
çocukları Bam Bam, Taş Devri’nin
karakterleridir. Taşyatağı’nda (Bedrock) yaşarlar. Hikayesi; Fred ve
Barney çok yakın arkadaştır ve aynı
taş ocağında çalışırlar. En sevdikleri
spor bowlingtir, sürekli oynarlar.
Patronları bay Slate(İlk sezonda Bay
Arduaz) sinir bir adamdır. Onunla
ara sıra kavga ederler, başları belaya girer, kovulma noktasına gelirler
ama konu hep tatlıya bağlanır. Bir
de üye oldukları bufalo derneği
vardır. Bazen bu derneğin partileri
yapılır. Fred ve Barney bazen kavga
ederler, uzun süre konuşmazlar
hatta karıları Wilma ve Betty’nin de
birbirleriyle görüşmelerini engellemeye çalışırlar ama en sonunda
karıları onları barıştırır. Wilma ve
64
Betty yakın arkadaştır, kocalarının
onları ihmal etmeleri durumunda
ittifaka geçer ve istediklerini yaptırırlar. Ev eşyaları da çok ilginçtir;
lavabodaki çeşme yerine filin hortumu kullanılır, çöp tenekesi yerine
pelikanın gagası, süpürge yerine
karıncayiyen kullanılır (vs. vs.). Dino’dan bahsetmemek olmaz, Çakmaktaşları çok seven ev hayvanları
Dino Fred işten geldiğinde hemen
suratını yalamaya başlar. Fred her
seferinde elinden zor kurtulur, Çakıl
ve Bam Bam’ı eğlendirmeyi her
zaman başarmıştır. Yeni versiyondaki maceralarında ayrılmaz bir üçlü
olmuşlardır. Taş devrinin filmleri de
yapılmıştır.
“Taş Devri” 1980-82 TRT 1’de, 199094 Star TV, 1995-2004 yılları arasında ise Kanal D’de yayımlanmıştır.
UZAY YOLU
TRT..1975-1976... Gene Roddenberry
tarafından yaratılmış bilim kurgu
televizyon dizisi, film ve roman serisi. 6 kez dizi, 11 kez sinema filmi,
yüzlerce kez roman, video oyunu,
ve hikâye olarak yayımlandı. 8 Eylül
Cuma, 2006 yılında Uzay Yolu’nun
ilk televizyon yayının 40’ıncı yılı
kutlandı.
Dizinin her bölümü istisnalar dışında, farklı ellerden çıkan senaryolarla ve farklı yönetmenler tarafından
çekilmiştir. Bu tekdüzeliği önlemiş
ve her bölüme ayrı bir bakış katmıştır.
TRT tarafından duyarlı bir şekilde
yapılan çeviri ve seslendirmeler, o
dönemlerde pek az kişinin kullandığı tarayıcı , alıngaç , bilgisayar gibi
kelimelerin halk tarafından benimsenerek dilimize kazandırılmasını
sağlamıştır. O yıllarda çok fazla
bilinmeyen Lazer, ışınlama, ışık hızı
vb. gibi birçok bilimsel kavram ile
de bu dizi sayesinde tanışılmıştı.
Türkiye ‘de 1984’ten 1998’e kadar
3 kanal dolaşmıştır:TRT 1, Star TV,
Show TV, Cine 5 ve Kanal 6.
Kaptan Kirk’in iradesi, Spock’ın
mantığı, işlenen bilimsel temalar,
o zamanlarda birçok kişiye ilham
kaynağı olmuştur.
Uzay Yolu Turist Ömer Uzay Yolunda (1973) filmine de ilham kaynağı
olmuştur. Hulki Saner’in yönettiği
filmde başrollerde Sadri Alışık ve o
yıllarda TRT de yayınlanan dizideki
seslendirmeyi yapan tiyatro sanatçıları oynamışlardı.
YALAN RÜZGÂRI
Amerikan yapımı bir pembe dizidir.
İlk olarak 26 Mart 1973 tarihinde
Amerikan televizyon kanalı CBS’de
yayınlanmaya başlamıştır. Dizi
Türkiye’de ilk olarak 1 Ocak 1990 tarihinde TRT 2’de, 29 Aralık 1989’da
biten Zenginler de Ağlar dizisinin
yerine konulmuştur. TRT, önceleri
bu diziyi 60 bölüm olarak satın aldı.
Fakat gördüğü büyük ilgi üzerine
dizinin daha sonraki bölümlerini
de satın aldı ve Türkiye’deki yayın
haklarını Aralık 1993 tarihine kadar
elinde tuttu. Dizi, Ocak 1994’te
atv’ye transfer oldu. 1995 yılında
Star TV ile ortak yayınlanmış, 1998
yılında ise Show TV’de gösterilmiştir.
Dizinin hikâyesi Lee Phillip Bell ve
William J. Bell tarafından kaleme
alınmıştır. İlk yayın tarihinden bu
yana pek çok kişi ve olayın gelip
geçtiği dizi, Amerika’da hâlâ çekilmektedir. Temmuz 2007 itibarıyla
8673. bölümü çekilmiştir. Yayınlan-
mış olduğu süre boyunca pek çok
TV ödülünün de sahibi olmuştur.
Yaklaşık 6 milyon seyirci hafta içi
her gün saat 12:30 yerel saati ile bu
diziyi takip etmektedir. Dizi kendi
arasında 3 ana evreye ayrılmaktadır.
23 Ağustos 2013 tarihinde dizinin
10235. bölümü yayınlanmıştır.
65
gezi
Son zamanlarda gençlerin bir hayli ilgisini çeken,
adını sürekli duyduğumuz Güney Kore’deyiz.
Birçok televizyon kanalı da Kore dizilerini Türk
dizilerine uyarlayarak ekranlarımıza getirmekten
geri kalmadı.
Peki nedir bu Kore’ye olan ilgi?
HABER VE FOTOĞRAF
FAZİLET KARA
67
daha da pekişmesini sağlamıştır. G.
Koreliler yenilmelerine rağmen bu
maçı dostluk maçı olarak görmüş,
Türkiye’yi de kardeş ülke olarak
anmaya başlamışlardır.Genç nesil
o zamanlarda olmayıp o zorlukları
çekmedikleri için pek bilmiyorlar
fakat o zamanlarda yaşamış şuan
yaşı 65-75 arasında olan teyzelerin
ve amcaların hafızalarında hala dün
gibi hatırladıkları o savaş zamanı..
Hala Türklere olan minnettarlıkla-
Başkenti Seul olan Güney Kore,
ılıman iklim kuşağında yer alıyor ve
ve dağlık topraklardan oluşuyor.
100 bin kilometre kareye yakın
bir alanı kapsayan Ülke, 50 milyon
dolayında nüfusa sahip.
“Hala Türklere olan
minnettarlıklarını
dile getirip
duruyorlar.”
68
Güney Kore’de Nüfusun yarısı
Hristiyan ve Budist inançlarına sahip; geriye kalan nüfus inançsız.
Saati Türkiye’ye göre ortalama 6
buçuk saat ileride olan Güney Kore
Aslında çoğu insanın varlığını bile
son zamanlarda fark ettiği, haritada
gösterilmesi istense bulamayacakları ama bir o kadar da cana yakın
insanlarıyla Türklerin kalbini kazanmış bir ülke. Kore’nin Kuzey ve
Güney diye 2’ye ayrılma sebebi ise
şu şekildedir; 1910 yılında Japonlar
Kore’yi işgal ederek koloni haline
getirdiler. Bu durum, 1945 yılına
kadar sürdü. II. Dünya Savaşı’nda
Japonya’nın yenilmesinden sonra
Güney Kore’yi ABD, Kuzey Kore’yi
de Rusya işgal etti. Böylelikle kuzeyde komünist, güneyde demokratik rejim kurulmuş oldu.
1950’de Kuzey Kore birlikleri,
komünizmi kabul ettirmek için
Güney Kore’ye saldırıp istila etti.
Bunun üzerine BM, Güney Kore’nin
kurtarılmasına karar verdi. Bölgeye
BM askerleri gönderildi. Bu orduya
Türkiye, bir tugayla katıldı. 1953’te
38. Paralel Güney Kore ile Kuzey
Kore arasında sınır kabul edildi.
Savaş sonrası, Başkanlık sistemine
dayalı demokratik rejime geçildi.
Türkler, Güney Kore topraklarında savaşırken, Mehmetçiklerimiz
sivil halkla az olan yiyeceklerini
paylaşmış, anne-babasız kalan
çocuklara da sahip çıkmıştır. Suwon
bölgesinde olan tugay karargahında kurulan ‘Ankara Okulu’nda
3 öğün yemeğin yanı sıra eğitimde
verilmiştir. Ankara’dan özel olarak
getirilen müzik aletleri. Çocukların
savaş psikolojisinden kurtulmasına
yardımcı olmuştur.
Savaş sırasında oluşan bu yakınlık, 2002 FİFA Dünya Kupası’nda
Türkiye ve G. Kore’nin karşılaşması,
iki ülke arasındaki sıkı dostluğun
rını dile getirip duruyorlar. Bizde
bunu Kore’de, Türk olduğumuzu
söylediğimizde, aa kardeş ülke Türkiye’densiniz demek, diyerek bizle
muhabbet etmek isteyenlerden
hatta sarılmaya çalışan yaşlı teyzelerden tecrübe etmiş olduk.
Son birkaç yıldır Kore’ye olan ilgi
Kpop ve Kdramalar sayesinde arttı
da arttı. Koreliler bile bu denli aşırı
ilgiye şaşıp kalıyorlar. Kore pop’u
daha çok genç erkek ve kız grup-
larında oluşan; danslarıyla, dış
görünüşleriyle ve farklı tarzlarıyla
sizi kendilerine hayran bıraktıran
bir etkiye sahipler. Bİr kere dinledin
mi, izledin mi kendini alamıyorsun.
Ama tabi bilinçsiz fanlar da giderek fazlalaşmaya başladı, sınırıda
bilmek lazım.
Kore’ye gitmek çok basit aslında.
Vize istenmiyor. Uçak biletini aldığınız gibi kolayca pasaportunuz ile
giriş yapabiliyorsunuz. 10 saatlik bir
uçak yolculuğundan sonra Incheon Havaalanı’na ulaşıyorsunuz.
İngilizce bilen fazla olmadığı için
iletişim kurmak biraz zor oluyor.
Havaalanından şehir merkezine
ulaşmak için bir sürü seçenek
bulunuyor. Kore ulaşımda pahalı
bir ülke olduğundan taksi yerine
otobüs veya metroyu kullanmak
daha iyi olacaktır. Hele pahalı bir
ülkede masraflarınızı en aza indirip
her yeri gezip görmek istiyorsanız,
yapacağınız şeyler çok basit. Uzun
süreli kalmayı düşünenler için
oteller yerine Guesthouse’lar ve
pansiyonlar konaklamak için daha
avantajlıdır. Alışveriş merkezleri
dışarıya göre daha pahalı olacağından Dongdaemun pazarı gibi
halk pazarlarını tercih etmek iyi bir
seçenek. Oralarda hediyelik bir sürü
eşyayı daha uygun fiyata bulabilirsiniz. Lüks ve gösterişli Gangnam
Caddesi’ndeki plazalar ve pahalı
restorantlar yerine daha halkın
içinde olan Myeongdong Caddesi
gibi yerler tercih edilebilir. Itaewon
Caddesi ise dünya mutfaklarından
çeşit çeşit restorantlar karşınıza
çıkarır. Buranın fiyatları ortalama
üstündedir. Itaewon’da birden fazla
Türk restorantıda bulmak mümkün.
Trafik açısından ise İstanbul’a
kıyasla Seoul çok daha rahat. Ulaşım ağı çok gelişmiş olduğundan
her yere metro var. Hatta hiç vakit
kaybedilmemesi için yeraltındaki
metro çıkışlarından Avm’lere dahi
giriş yapılabiliyor. Dikkatimi çeken
bir diğer nokta ise metro bekleyen insanların kapının sağında
ve solunda tek sıra halinde beklemeleri. Kurallara harfiyen uyan
bir millet. Önce çıkanlar indikten
sonra bekleyenler sırayla biniyor.
69
“Güney Kore
yemekleri, Türklerin
damak tadına pek de
uygun değil.”
Birbirlerine karşı da çok saygılı
davranıyorlar. Metrolarda özellikle
yaşlı ve engelli vatandaşlar için
özel koltuklar ayrılmış ve boş olsa
dahi kimse oraya oturmuyor. Biz
ilk bindiğimizde boş koltuk bulduk
sevinciyle oturmuştuk. İnsanların
tuhaf bakışlarıyla yazıyı fark ettik ve
şaşkınlığa uğradık. Hatta bir keresinde bir çiftin konuşmasında, kızın
çok yorulmuş olmasına rağmen
çocuğun o koltuklara oturmasına
müsaade etmediğine kulak misafiri
olmuştum. Trafik kurallarına da çok
önem veriyorlar. Karşıdan karşıya
geçmek için kendini yola atanları
görmek mümkün değil. Tabi biz
Kore’de olduğumuzu unutup ışık
ilerde olmasına rağmen yürümeye
üşenerek 3 şeritli gidiş-geliş yolunda kendimizi yola atarak karşıya geçmeye çalıştık. Bunu gören
Koreliler dehşete düştüler ve yol
üzerindeki polislerden biri son hız
gelip adeta superman edasıyla tüm
arabaları durdurarak bizi karşıya
geçirdi. Biz tabii bunda bu kadar
büyütülecek ne vardı ki, oldu olacak
elimizden tutup geçirseydi bakışıyla
polise baktık. Bir anda polis bize
kızmaya başladı halbuki bilmiyordu
Türkiye’de böyle şeyler çok normaldi. Türkiye’ye gelse kalp krizi geçirir
herhalde diyerek yanından uzaklaşmıştık. Sonuç olarak, yayaların
hepsi ışığı bekleyip yol boş olsa
bile yeşil yanana kadar bekliyorlar.
Yemekleri ise pek Türklerin damak
tadına uygun değil. Her yemeğin
içinde şeker kullanıyorlar. Ben
kızarmış tavukta bile şekeri tattıktan sonra, tatlı salatalık turşusunu
yedikten sonra keşke Türkiye’den
birkaç hazır şey getirseydim diye
düşündüm. Yemeklerinde yağ
hiçbir şekilde yok ve bizim her
restorant masasında bulunan tuz
onlarda yok. Yani, bu yemeğin tuzu
eksikmiş, tuzu uzatır mısın? diyebileceğiniz bir ülke değil. Hatta bir
keresinde yemekte tuz istediğimizde bize şaşkınlıkla bakıp avucunda
bir tutam tuzla gelmişlerdi. Her
yemekte yedikleri marul turşuları,
kimchi, ise vazgeçilmezleri. Sabah
kahvaltısı gelenekleri Türklerinki
gibi değil, sabahleyin bile yağsız
pilav yiyen insanlar Koreliler. Bir de
pratik olarak yedikleri ramen denilen erişteleri mevcut. Zorda kalanın
imdadına yetişen ramenler az hayat
kurtarmadılar. Burger ve fast food
da alternatif kurtarıcılar arasında olucaktır. Yemek konusu biraz
sıkıntılı. Eğer Türkiye’de bile yemek
seçen biri iseniz Kore’ye gittiğinizde
işiniz zor olacak.
Dünya’nın en büyük 12. Ekonomisine sahip olan Kore’nin ekonomisine baktığımızda ise refah seviyesinin oldukça yüksek olduğunu
ve gelişmiş ülke sınıfına girdiğini
görüyoruz. Halkın maaşları oldukça
yüksek ve genelde bilinen, herkesin
ağzında klişe olmuş ‘Asyalılar çalışkan insanlardır.’ cümlesini tastikleyen bir halk. Yaptıkları işten ne
kadar sıkılırlarsa sıkılsınlar istikrarlı
bir şekilde o işi sonuna kadar götürür, gerekirse mola bile vermezler
(çünkü devlet, halkına bunu aşılıyor) ama sonunda o işi bitirirler.
Tüm bu çaba, Batılılar gibi bireysel
çıkarları için değil sadece; ülkesi,
milleti, ailesi için aynı zamanda.
70
Bir çok Türk’ün de kullandığı Hyundai, Kia ve Ssangyong gibi otomotiv
markaları Korelilere aittir. Aynı
zamanda Dünya’da geniş bir kitleye
sahip olan ve Apple’a kafa tutmuş
teknoloji bazında insanlığa ismini
duyurmuş elektrik-eloktronik şirketi
Samsung’da Korelilerindir.
Eğitim konusunda çok sıkı bir ülke.
İlginç ama onlarda da mahalle baskısı denen şey var. Eğer okumazsan
hiçbir yere gelemezsin, hayatta başarılı olamazsın, kimse seni adam
yerine koymaz hatta hayatın bitmiş
demektir. Evet, o derece abartanlar kesinlikle var. OECD ülkeleri
arasında intihar oranı en yüksek
ülke olan Kore’de özellikle gençler,
okulda başarılı olma baskısı ve
ailevi sorunlar nedeniyle sık sık
intihara başvuruyor. Devlet eğitime
çok önem verdiği için öğrencilerde
aile tarafından yapılan baskılar
fazla oluyor. 6 yaşında 6 yıllık ilko-
“Dünya’nın
en büyük
12. Ekonomisine
sahip.”
71
kul ile eğitim serüvenleri başlıyor.
12-14 arasında 3 yıllık ortaokul,
15-17 arası 3 yıllık lise eğitimi ve 18
yaşında 4 yıllık üniversiteye başlıyorlar. İlkokulda 5 saat, ortaokulda
8 saat. Koreli öğrencilerin en çok
zorluk çektiği ve hatta devletten,
ülkelerinden bile nefret etmelerine
sebep olan zaman lise zamanları.
Sabah 8’de dersleri başlıyor, akşam
8’de bitiyor. Saat 10’a kadar da
dersane gibi zorunlu olarak gidip
ders çalışmaları gereken mekanlar
var, orada ders çalıştıktan sonra
eve gidebiliyorlar. Yani Kore’de lise
öğrencisi iseniz günde en az 14-16
saatinizi ders çalışarak geçirmeniz
gerekiyor. Kısacası sosyal hayatınız
olmadan, hayattan soyutlanarak
lise hayatınızı tamamlıyorsunuz.
Genelde üniversiteyi dondurarak
gittikleri zorunlu askerlik hizmeti 2
yıl. İki yıl olmasının altında yatan
sebep ise, Kuzey Kore ile herhangi
olası bir savaştır.
Güney Kore’de estetik oldukça
yaygın bir kavramdır. Estetik yaptırmak gayet olağan karşılanır. Hatta
toplum baskısı da insanları kendini
değiştirmeye iten durumların
başında gelir. Dış görünüş oldukça
önemli olduğundan şirketler ya da
en basitinden bir market sahibi
bile bir çalışanı işe alırken dış
görünüşüne bakar. Bu da Korelileri
değişime iten ya da intihara sürükleyen durumlardan biri. Gençler
estetik yaptırabilmek için küçük
yaştan itibaren para biriktirir, 18
yaşına geldiklerinde aileleri üniversite sınavı hediyesi olarak çocuklarına estetik ameliyatı yaptırırlar.
Estetik yapılan merkezlerin yaygın
olduğu Gangnam Caddesi’nde yürürken yüzü sargılı bir sürü kişiyle
karşılaşabilirsiniz. Kore’de estetiğe
ciddi bir yatırım söz konusu.
Kore’yi Türkiye’yle karşılaştırıcak
olursak çok fazla ortak noktalar
bulabiliriz aslında. Bir o kadar da
farklı noktalar var. Kültür açısından ele alacak olursak Kore’de de
insanlar ayakkabılarını çıkararak
eve girer ve temizliğe önem verirler. Refah seviyesi yüksek olmasına rağmen geleneklerini ayakta
72
tutmaya çalışan bir millet. Hala
yerde yemek yiyen, hala yerde yatan
insanlar var. Bizde olduğu gibi
onların da bazı bayramları var. Bayramlarda okullar tatil edilir, Kore’ye
özgü geleneksel yemekler yapılır
(özellikle et yemekleri), akrabalar
ziyarete gidilir, küçük çocuklar para
toplar.
Doğu Asya’da yaş hesaplaması
batıya göre bir yaş daha yaşlıdır.
Koreliler anne karnındaki oluşum
sürecini de hesaba katarak doğduklarında 1 yaşında kabul edilirler.
Her yılbaşında da herkes 1 yaş
büyür.
Kore’ye ait bir spor olan taekwondo
ise neredeyse çocuk yaşta herkese
öğretilir. Kime sorsanız çocukluğumda ya da gençken belli bir
dönem yapmıştım, der. Taekwondonun yanında savunma sporu olan
hapkido da yeterince ön planda
olan bir spor. Koreliler sağlıklarına
çok önem verdikleri için her gün
ya da haftada en az 4 gün spor
yapar, erken yatar erken kalkarlar.
İstisnalar olsada bu yönden onları
tebrik ediyorum. Zamanlarını çok
iyi kullanıyorlar. Hem çalışıyor hem
eğleniyorlar.
Gün içerisinde eğlenmeye vakit
bulamayan Koreliler özellikle
cumayı cumartesiye bağlayan
‘Yanan Cuma’ dedikleri bu gecede
dışarıda sabahlayarak eğlenirler.
Geceleri Kore’de hayat hiç bitmez.
24 saat açık marketler, cafeler ve
hatta karaokeler var. Karaokeler
oda oda. Kaç kişi iseniz size yetecek büyüklükte oda ayarlıyorlar ve
ayakkabınızı çıkararak içeri giriyorsunuz. Karaoke kültürü fazlasıyla
gelişmiş olacakki her sokakta 1-2
tane karaoke bulmanız mümkün.
Stres atmaya da birebir. Bize uzak
ama bir o kadar da yakın olan bu
ülkeyi, tarihi mekanlarıyla,yapılarıyla, lezzetli ama bir o kadar
da ilginç yemekleriyle, canayakın,
dostane, içten sevgisiyle , mükemmel kültürüyle, iyisiyle kötüsüyle
daha yakından tanımak, görmek
için ilkbahar aylarında gidilmesini
tavsiye ediyorum.
73
müzik
HAKAN
ALTUN
Romantik aşk şarkılarının sevilen sesi Hakan Altun:
“Çekingen bir yapım var ama kendimi şarkılarda
çok iyi ifade edebiliyorum...” diyor. Hakan Altun
ile İTALIK İÇİN KONUŞTUK...
SÖYLEŞİ OĞUZHAN ALP
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
75
Yıllardır tarzınızı değiştirmediniz
neden?
Slow şarkıları çok sevdiğim için bu
tarz yazmaktan zevk alıyorum. Normalde çekingen bir yapıya sahibim
ama şarkılarda kendimi daha iyi
ifade edebiliyorum.
mı anlatmaya çalışıyorum. Beste
yapmak, Allah’ın verdiği bir yetenek… Herkes beste yapamaz ama
bana göre aşık olan, nefes alan ve
duyguları olan herkes söz yazabilir.
Babam bile “Bu sözleri sen mi yazdın. Nasıl yazıyorsun?” diye soruyor.
Söz yazabildiğinizi, beste yapabildiğinizi nasıl keşfettiniz?
Söz ve müzik benim hayat tarzım.
11 yaşında konservatuvara girdim.
O yaşta nota yazmaya başlamıştım.
Hiçbir zaman şarkıcı olmak için yola
çıkmadım. Okuldayken de beste ve
söz çalışmalarım vardı.
Biraz geçmişe gidersek, öğrencilik
yıllarınız nasıl geçti?
Üniversite okurken aileme yük olmamak için çalışıyordum. Para kazanmaya, 16-17 yaşlarımda enstrüman çalarak başladım. Pavyonlarda
bile çaldım. Hasbelkader şarkıcı
oldum. Aykut ve Ayşe’yle ‘okul harçlıklarımızı çıkaralım’ diye başladık.
Profesyonel olarak iki albüm yaptık.
Sonra askerde bir karar aldım. ‘Yüreğimden çıkan şarkıları bir albümde toplayacağım’ diye. O da ‘Hani
Bekleyecektin’ oldu ki askerliğe
kadar hiç söz yazamazdım. Askerde
Yazarken nelerden besleniyorsunuz?
Her şeyden… O anki ruh haliyle
alakalı. Bazen müziğini yapıyorum,
sözünü sonradan yazıyorum. Bazen
aklıma bir söz geliyor, onu not edip
üzerinden gidiyorum. Yaşadıkları-
keşfettim söz yazabildiğimi. Çünkü
askerde emirle kalkıyorsunuz ama
emirle uyumuyorsunuz. Saat 9’ da
ışıklar kapanıyor “Uyu” deniliyor.
Zaten gecesi gündüzüne karışan bir
adamım. Uyu uyuyabilirsen… Bu
arada geceyi gündüzden daha çok
seviyorum.
Sizi en çok hayal kırıklığına uğratan
ne olur?
Sözlerinde durmamaları. Yaradan’a
çok inanırım ve yaradan, “Neyle
gelirsen gel, kul hakkıyla gelme”
diyor. Bana göre kul hakkını yemek,
dünyadaki en büyük ahlaksızlıklardan biri. Yalan söylüyorlar, hem
de gözlerimin içine bakarak. Beni;
sevmediğim insan üzemez ancak
sevdiğim üzer.
Yazdığınız bir şarkı için “bu isim
okumalı” diyor musunuz?
Tabii, bazen öyle mutlu oluyorum ki
‘iyi ki o okumuş’ diyorum. Bazen de
‘Vay be niye böyle oldu?’ diyorum.
Yazık oldu diyorsunuz yani…
(Gülüyor) “Yazık oldu” demiyorum
ama “Daha iyi olmalıydı” diyorum.
Bir sanatçı, bir şarkıyı okuduğu zaman, o şarkı onun takım
elbisesi ya da kıyafeti gibi olmalı.
Söz müzik, Hakan Altunolması
önemli değil.
Ud çaldığınız şarkılarınız da var. Ud
merakı nereden geliyor?
Ortaokul, lise ve üniversiteyi konservatuvarda okudum. Türk Müziği
kategorisindeydim ve ana dalım
ut’du. 1993’te Kültür Bakanlığı’na
bağlı Edirne Türk Müziği Topluluğunda ut sanatçısı olarak görev
yapıyordum. Uzun yıllardır ut çalıyorum. Benim dedem Zeki Altun da
ut çalardı, bana o sevdirdi. Dedem
müzikal hayatımda çok önemlidir.
Onun sayesinde, tasavvuf müziğine
çok düşkünüm mesela.
Dedemin İlahileri adlı bir albüm
çıkardınız. Beklentileriniz neydi?
Bu benim manevi bir sözümdü.
Asla ticari amaçla yapılan bir proje
değil, promosyonunu bile yapmadım. Konservatuvarda okurken dedeme; “Profesyonel olarak müzikle
ilgilenirsem, sizin bestelerinizden
oluşan bir ilahi albüm çıkaracağım”
76
diye söz vermiştim. Çünkü 11 yaşında konservatuvara girmeme vesile
olan, beni müzikle tanıştıran kişi;
dedem Zeki Altun’dur. Ona verdiğim sözü tuttum. Sözümü tutmanın
mutluluğunu yaşıyorum. Hayat felsefemde, söz ağızdan çıktığı zaman
yerine getirmezsem kendimi dünyanın en rahatsız insanı hissederim.
Bu albümden elde edilecek gelirler
Siirt’te dedelerimin adına bir okul
yaptıracağım. İnşallah Allah nasip
eder.
Dinleyici İlahi söylemenizi nasıl
buldu?
Dinleyenler çok seviyor. Tasavvuf
musikisini çok severim, bir ara üç
sene sadece tasavvuf musikisiyle
ilgilenmiştim. Okulda ut çalardım.
Öğrenciydim ama dedemin yanında
meşklere giderdim. Hep bir ilgim
vardı. Bu albümde normal bestekârların ilahileri olsa zaten okumazdım. İlahiler, sadece dedeme ait
olduğu için böyle bir projeye imza
attık. İnşallah Allah bizi utandırmamıştır.
Şarkılarınızın çoğu aşk üzerine…
Aşk şarkılarını daha mı kolay yazıyorsunuz?
Aşk, hayatımdaki en önemli duygulardan biri. Ben çok ciddiye alırım
aşkı.
Müzik piyasası hakkında neler
söylersiniz, internet ortamı nasil
etkiliyor sizi?
70 milyon nüfuslu bir ülkede yaşıyoruz. Ben herkese “Bir paket sigara
alacağına bir albüm al” diyorum.
Unkapanı’nın hali içler acısı. İnlerle
cinler top oynuyor. İçim kan ağlıyor.
Şarkılar da feci! 5 milyon satacağımı bilsem, söylemeyeceğim şarkılar
var piyasada.Ben de bir dönem küsmüş, geri adım atmıştım ama bizim
gibi donanımlı isimlerin savaşması
lazım. Küsersek sektör çok daha
kötü yerlere gider. Bu internet olayları yüzünden korsanı arar olduk.
Eskiden 500 bin albüm satıyordu,
en az 300 bin korsanı olduğunu
biliyordum; “1 milyon satmışım”
diyordum. Ama şimdi öyle bir şey
yok. Albümün satışı 10 bin, indirilme rakamı 200 bin… Albümler çıkalı 15 gün oluyor, tıklanma sayısı 100
binin üzerinde…
Bir röportajınızda “sanal bakirim” demişsiniz. bu tam olarak ne
demek?
İnternete girmeyi bile bilmiyorum.
O kadar teknolojiden uzak bir adamım ve bulaşmak da istemiyorum
zaten. Ne WhatsApp’ım var, ne Twitter hesabım, ne Facebook, ne de
Instagram… Ama Youtube’a girip
şarkı dinliyorum. Bazı arkadaşlarıma üzülüyorum. Çocukluğumda da
hiç oyun falan sevmezdim. Çünkü
bana zaman kaybı gibi geliyor. Tabii
77
niz?
Yaramaz bir çocuk değildim. Ne görev verilirse yerine getirmeden asla
rahat etmezdim. Mesela şampuan
almam gerekiyor ve bizim bakkalda
yok. Birkaç mahalle dolaşıp o şampuanı, ailemi mutlu etmek adına
illaki bulurdum. Yaşıtlarım dışarıda
top oynarken ben ut çalalardım.
Hayatım 11 yaşında şekil almaya
başladı. Müzik benim için gerçekten
vazgeçilmez oldu. Babam eski milli
futbolcuydu, ben de futbolcu olmak
istiyordum ama iyi ki olmamışım,
iyi ki başka meslekle uğraşmamışım, iyi ki istediğim o Fransız okulunu kazanmamışım ve iyi ki müzikle
tanışmışım (gülüyor).
Futbolcu olmanızı aileniz istiyor
muydu?
Ailem hiç karışmazdı. Babam futbolcuydu ama futbolcu olmama çok
sıcak bakmıyordu. 5-6 sene çeşitli
amatör takımlarda lisanslı futbol
oynadım. Bir gün maçta bileğim
kırıldı. Ertesi gün ut sınavım vardı
ve bileğim kırıldığı için sınava
katılamadım, hayatımda ilk defa
ki müzisyen arkadaşlarımız stres
atmak için 2-3 saat oyun oynuyor
ama ben fenalık geçiriyorum. Eski
futbolcuyum ben bir de. Lisanslı
olarak futbol da oynadım ama futbolun ayakla oynanması gerekiyor,
sanal değil.
Beşiktaşlı olup diğer takım taraftarlarının da sevdiği biri olmak nasıl
bir şey?
Bu hayatta renkler değil yürekler
önemlidir. Ben kulübün gecesinde
şarkı söyledim. Çocukluğumda
babam beni maça götürürdü,
benim elimde Beşiktaş bayrağı,
yanımda Galatasaraylı ve Fenerbahçeli çocukların bayrakları olurdu.
Ben böyle büyüdüm ve hâlâ böyle
düşünüyorum. Bir derbide diğer
taraftarlar nasıl olmaz! Bence
bu da futbol terörüdür. Bizlerin
taraftarlar olarak birbirimizi kırma
haddimiz yok.
Sanatçı toplumun nesidir?
Sesidir. Her konuda hem de.
78
Eski sanatçılar daha mı duyarlıydı?
Onlar çok özeldi. 2000’li yıllara kadar 20’nci yüzyıldı. 2000’den sonra
21’inci yüzyıl oldu. Bir şeyler değişti. Saygı değişti, ahlak değişti. Eski
bestecilerin değeri şimdiki zaman
içinde tartışılamaz bile. Onlar çok
saygılı şarkılar yaparken, günümüzde çok saygısız şarkılar yapılıyor.
Demba Ba tamam da Mario Gomez’e ne zaman şarkı gelecek?
Yazdık aslında ama şampiyonluğa
yakın çıkarmayı düşünüyoruz. Çünkü Demba Ba’ya yaptıktan sonra
adam gol atamadı (gülüyor). Babam
da, “Adama bir şarkı yaptınız, adam
yürümüyor bile” dedi. Fikret Orman
da aynı şeyi söyledi. Biz eğlenmek
için yapıyoruz zaten. Müzisyen,
oyuncu arkadaşlarım geliyor, beraber maç seyrediyoruz. Maç bittikten
sonra herkes eline bir enstrüman
alıyor ve müzik yapıyoruz. O gün
Demba Ba şarkısı denk geldi. Güzel
oldu diye düşünüyorum, herkes
çok sevdi. Ama başkanın ricasıyla
bütünlemeye o zaman kaldım.
Çok
üzüldüm, enstrümanıma hâkimdim
ama bizim okulda elin alçılı bile
olsa o udu çalmadan sınıf geçirmezlerdi adama. Sonra soğudum
futboldan. Bileğimin çatlaması belki de iyi oldu. Ailem “Senin yolun
müziktir” derdi. Bir de babam bana
o zaman çok ağır bir şey söylemişti
üzülmüştüm.
Ne söylemişti?
“Senden futbolcu olmaz!” demişti
(kahkahalar). Yıkıldım! İstediğim
şey gerçekten futbolcu olmaktı ama
iyi ki olmamışım, iyi ki müzik olmuş
hayatımda.
İleride müziği bırakmayı düşünüyor
musunuz?
Şarkı söylemeyi bırakabilirim ama
mutfağı bırakamam. Yani stüdyodan
çıkamam, enstrüman çalmadan yaşayamam. Ömrümün sonuna kadar
beste yapayım, enstrüman çalayım
diyorum ama ömrümün sonuna
kadar şarkı söylemek istemiyorum.
peki?
Bir köfteci dükkanı açabilirim.
Babam eski milli futbolcu; o da,
futbolculuğunun son dönemlerinde köfteci açmış. Yıllarca o dükkan
baktı bize. Ben de kasada dururdum, telefonla sipariş alırdım. Bir
de oradaki köfteyi çok severdim.
Ticaretten hiç anlamam ama ufak
bir dükkan açsam mı diyorum
bazen. Belki birkaç sene sonra İstanbul’dan ayrılabilirim. Köy havası
olan bir yerde yaşamak istiyorum.
Yıllar önce bir rahatsızlık geçirmiştiniz. şimdi sağlığınız nasıl?
2007’de rahatsızlandım ve annemin
yanına gittim. Akşam yemek yedik,
sonra dudaklarıma bir titreme
geldi. Nöbet başladı; hemen hastaneye kaldırıldım. Çekilen tomografide beynimde mandalinadan
büyük tümör çıktı. Hemen ameliyat
dediler; oldum. Altı ay sonra başka
bir bölgeye iltihap aktığı için ikinci
kez ameliyat oldum. O dönem biraz
moralim bozuldu ama şükürler
olsun atlattım.
Ticarete atılmayı düşünür müsünüz
şampiyonluğa kadar yapılmayacak
(gülüyor). Takım bana göre bir
tutkudur. Ve ailenle beraber tuttuğun takımı tanırsın. Baban, annen,
amcan, dayın ya da teyzen seni
bir takıma yönlendiriyor. Ondan
sonra o bir tutku oluyor. Ama son
zamanlarda ülkemizde terör sadece
dağlarda değil futbol sahalarında
ve stadyumlarda da oluyor. Artık
eski tadı kalmadı. İngiltere’ye bakıyorsunuz onlar futbolu sadece oyun
olarak görüyor. Tiyatro salonunda
oyun seyreder gibi maç izliyorlar.
Bizde ise döner bıçaklarıyla gidiyorlar maçlara. Ama bir gün bir
konserde kağıt geldi elime, “Hakan
Bey ben koyu Fenerbahçeli’yim.
Eşim koyu Galatasaraylı ama tek
ortak noktamız Demba Ba. İkimiz
de çok seviyoruz. Lütfen bizim için
söyler misiniz?” yazıyordu. Bunu
Galatasaraylısı da Fenerbahçelisi
de Trabzonsporlusu da çok sevdi.
Küçüklüğünüz dedenizin yanında
geçmiş, nasıl bir çocukluk geçirdi79
spor
Milli Takımın ve Fenerbahçe’nin
başarılı ve istikrarlı oyuncusu…
GÖKHAN GÖNÜL
SÖYLEŞİ EDA AKSU
80
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
için insanlar tarafından sevilen bir
karakter oldum. İnşallah futbolumu
hata yapmadan tabi hata yapmadan
demeyelim her insan hata yapabilir en az hatayla futbol kariyerimi
bitirmek istiyorum.
Futbolcu olmasaydınız ne olmak
isterdiniz?
Valla hiç bilemiyorum.Yani bunu
düşünemiyorum.
Futbola nasıl başladınız? Yeteneğiniz nasıl keşfedildi?
Mahalle aralarında futbol oynarken
bir gün Bursa Yolspor’da seçmeler vardı. Mahallede oynadığım
abilerim sende buna katılmalısın
yeteneğin var ilerde büyük başarılar
elde edebilirsin dediler ve seçmelere katıldım.
“İlk golümü
Fenerbahçe forması
altında
Galatasaray’a
attım.”
82
Aslında önce kaleci olarak
başladım. Sonra bir sonraki seçmelerde kaleci fazla olunca hocalarımız bana, “Gökhan 6-7 kaleci
var sen oyunda oyna seni oyunda
görelim” dediler. Bende oyunda
oynayınca orda daha yetenekli
olduğumu gördüler ve orta sahada
başladım oynamaya.
14 yaşında teklifler almaya
başladım. Cuma günleri 14-16 yaş
grubunda , Cumartesi günleri genç
takımda , pazar günleri A takımla
idmana çıkıyordum. Sonra Gençlerbirliğine transfer oldum. Gençlerbirliği dışında birçok takımdan
transfer teklifi almıştık ama o dönem öyle bir karar aldık ve Gençlerbirliğine transfer oldum. Şimdi de
burdayım (Fenerbahçe)
Fenerbahçe taraftarı olmak üzere
tüm taraftarlar ve tüm Türk halkı
sizi çok seviyor bu size nasıl etkiliyor
ve sizce bu kadar sevilmenizin sebebi
nedir?
Yani bilmiyorum ben futbolun
doğrularını sahada yapmaya
çalışıyorum, insanların da beni
böyle sevdiğini görünce hata
yapmamaya gayret sarfediyorum
sonuçta binlerce küçük futbol aşığı
gençler var onlara örnek olmaya
çalışıyorum.
Futbol herkesin bu kadar holiganlaşmışlık ortamında birleştirici bir
unsur olmalı ama gelinen noktada
bunu sağlamaya çalışan çok fazla
futbolcu yok; futbolun fair-play
olduğunu daha önce defalarca
söyledim binlerce insanı bir araya
getiren eğlence sektörüymüş gibi
sinemaymış gibi tiyatroymuş gibi
izlenmesi gerektiğini söylüyorum ve
böyle olmasını istiyorum. İnsanlar
aileleriyle stadlara gelsinler çocuklarıyla beraber maç izlesinler bende
bunlara örnek olmaya çalışıyorum
bazen bizimde hatalarımız oluyor ama bir şekilde frene basmayı
bilmeniz gerekiyor ki örnek olmayı
başarabilesiniz ben de bunları herhalde yeterince yerine getirdiğim
Okul hayatınızda başarılı mıydınız?
Sıradan bir öğrenci gibiydim ama
tabi okul hayatımda futbol hep ön
plandaydı.Ortaokulda lisede hep
kaptanlıklar yaptım hep futbol
oynadım .Bir çok kez maçlar olduğu
için okula gidemediğim zamanlar
oldu ama ikisini birlikte idare edebilmek bence insanın kendi yapısında olmalı düşüncesinde olmalı
bende bunların ikisini idare etmeye
çalıştım. Çok başarılı bir öğrenci
değildim ama çok kötü bir öğrenci de değildim ikisini bir arada
götürmek oldukça zor hem derslere
katılmak hem antremanlara katılmak haftasonu maça hazrılanmak
bende zaten lise hayatımdan sonra
üniversiteyi çok fazla düşünmedim
artık belli bir yere ulaşmıştım belli
bir mevkideydim yetenekli olduğum
dalın üzerinde yoğunlaştım ve dediğim gibi Fenerbahçe’deyim.
Fenerbahçe forması altında unutamadığınız yeri ayrı olan
golünüz ?
Aslında ilkler hiçbir zaman unutulmaz derler ben ilk golümü Fenerbahçe forması altında Galatasaray’a
attım. Hem ezeli rakibimiz hemde
güzel bir gol olmuştu. Ama bence
en önemli golüm Antalyaspor’a
attığım golümdü çünkü 2010-2011
sezonunda 2.yarının ilk maçıydı ve o
maçtan sonra hiç kaybetmeden sezon sonuna kadar şampiyon olduk;
benim için en kıymetli ve en değerli
golüm oydu.
Kısa ve uzun vadede hedefleriniz
nelerdir?
Yani futboldan sonrasını şimdi
düşünmüyorum. Tek düşündüğüm
şey oynayabildiğim yere kadar futbol oynayıp bittiği gün belki bi kaç
83
“Ben futbolun
doğrularını
sahada yapmaya
çalışıyorum.”
sene biraz kafamı dinlemek istiyorum. Ailemle vakit geçirmek istiyorum. Çükü futbola 13 - 14 yaşında
başladım 35 li yaşlarda bitirdiğimi
düşünürsek 20 senem futbola vermis olacağım. Bir çok kez ailelerimizden uzak kalıyoruz kamplarımız
oluyor bazen böyle düşünüyorum
yılın nerdeyse 150-160 gününü bir
otel odasında kampta geçiriyoruz
evet nerden bakarsanız 20 senemin
7-8 senesi otel odasında ailemden sevdiklerimden uzakta geçmiş
olucak. Tabi çok da pişmanlık gibi
algılanmamalı her insanın yaptığı
mesleğin eksileri, zorlukları da
olucak keşke her insan bizim gibi
zorluklar yaşasa bizler için kötü
görünen bir otel odasında olmak
keşke herkes böyle zor durumlar
karşılaşsa ve bu şekilde atlatsa,
ülkemizde zorluk çeken aileler var
ekmek parasını zor kazananlar var
bu konuda aslında çokta şikayet
etmemem gerekiyor.
Çocuklarınızın Futbolcu Olmasini
İster misiniz?
Aslında çok istemiyorum. Tabi
onların öncelikle okullarını bitirmelerini isterim.
Benim onlara aşılayabileceğim en
önemli şeyin her zaman büyüklerine saygı gösteren küçüklerini
seven insanlar olmaları gerektiği;
her insane eşit mesefade olmaları
gerektiğ;, insanları dış görünüşüne
göre maddi durumlarına göre
yargılamadan onları olduğu gibi
kabullenmeleri gerektiği…
Ondan sonra tabi hayat onlara ne
sunar bilemeyeceğim ama yapacaklara işte onlara sadece ön ayak
olabilirim yada tavsiyeler verebilirim ama karar veremem. Oğullarım, şu anda biri 2 biri 4 yaşında
büyüdüklerinde kendi kararlarını
kendi vereceklerdir. Ama bizim ülkemizde futbol biraz zor bu nedenle
futbolcu olmalarını istemiyorum.
Gençlere Ve Alt Yapi Oyuncularina
Ne Gibi Tavsiyelerde Bulunursunuz? Başarılı olmaları çin Çok mu
çalışmaları gerekiyor sizce?
Futbola gönül vermis genç arkadaşlara diyeceğim şudur ki Çok
çalışmakla olabilecek bişey olduğunu düşünmüyorum. Şimdi bizim
ülkemize bakıyorsunuz 80 milyon
insan var ozaman herkes çok çalışsa
şimdi şöyle düşünün çok çalışmak
başarı getircek olsaydı biz her gün
1,5 saat değil, 15 saat idman yapardık ancak böyle birşey söz konusu
değil Allah vergisi insanlarda
yetenek oluyor %50,%60 diyelim;
antremanlarla çalışarak onu %85
lere çıkarıyorsunuz geri kalan %15 I
de bence sahadaki şans ile alakalı
olduğunu düşünüyorum. Mesela,
sahadasınız topa vuruyorsunuz top
direkten döner bazen vurursunuz
santimlerle top biraz daha direğin
içine kaçar gol olur, yani şans
olmalı beceriksizlik başka birşey
ama şansta başka birşey, futbolu
severseniz biraz da çalışırsanız
başarıya ulaşılcağına inanıyorum.
Fenerbahçe kadrosunda başarılı
oyuncularla birliktesiniz bu sizi
nasıl etkiliyor? Takım olarak
gücünüzü nereden alıyorsunuz?
Bu aslında takım gücünden ziyade futbolun dilinin bir olmasıyla
alakalı bir durum. Bu çok kısa ve öz
cevap olabilir. Bu yüzden sahada
herkes tek yürek olup aynı işi yapmaya çalışıyor hangi grupta yada
ülkeden geldiği bence çok önemli
değil sahada herkes bir pastayı
84
sonunda kazanılacak şampiyonluğu
bölüşmek için herkes mücadelesinin veriyor. Evet bazen farklı profosyonellik örnekleri görebiliyoruz
sadece bu farkeder onun dışında
herkes saha da aynı antremanı
yapıyor ve aynı şekilde çalışıyor.
İdolünüz var mı?
Bir idolüm yok aslında, bu tam
olarak nasıl açıklanır bilmiyorum
ama futbol hayatım bittiğinde
Gökhan Gönül olarak inşallah
gençler beni idol olarak seçer zaten
bunun için çaba sarfediyorum.
Taraftarlarla Nasıl Etkileşime Geçiyorunuz,Sosyal Medya Kullanıyor
Musunuz?
Futbolun bir zorluğuda aslında
asılsız çıkan haberler,bazen eşim
ve yakın arkadaşlarım bile arayıp
bunları söyledin mi gerçekten diye
soruyorlardı. Sosyal medya yı da
aslında bunun için açmıştım. Gün
geçtikçe artan takipçilerim var
Twitter’da,Instagram’da o şekilde
sosyal medyayı ortaya atılan yalan
söylemleri ve haberleri yalanlamak
için açmıştım. Bunun dışında tabi
insanlar günlük yaşantılarımızı da
merak ediyorlar ben de bazen günlük hayatımdan kareler paylaşarak
sevenlerimi memnun etmeye
çalışıyorum.
“Sahada herkes tek
yürek olup aynı işi
yapmaya çalışıyor.”
85
YAZI YAHYA SANCAR
FOTOĞRAF İNTERNET ARŞİVİ
HAYAT ARTIK İKİ KELİME:
DIT
DIT
87
deneme
Yahya Sancar
“Dıt dıt. Ve bütün
dikkat cebimizde
duran, portatif,
bir kaç yüz gram
ağırlığı olan
ince, şimdilerde
dokunmatik, akıllı
mı akıllı alete
yönelir.”
88
Dıt dıt. Ve bütün dikkat cebimizde
duran, portatif, bir kaç yüz gram
ağırlığı olan ince, şimdilerde dokunmatik, akıllı mı akıllı alete yönelir. O an, akıl dolu kainatın şifresini
anlatan filankesin biri, profesör
olsa da, bir dıt dıt ile öğrencinin ilgi
odağı olma kudretini kaybediyor.
Düşünsene , yıllarını bilime adamışsın, Amerikalarda mastırlar yapmışsın, ağzından çıkan her kelimeyi
yaklamak için gazeteciler peşinden
koşmuş. Hatta bazen yolda meraklılarca çevrilmişsin, hatıra fotoğrafları çektirmişsin, pozlar vermişsin,
dergilere kapak olmuşsun lakin, işte
o acı ki, bir titreşim sesi ile anlattığın bütün ilginç bilgiler, gelişmekte
olan beyinlerce arka plana atılmış.
Hani önemli bir haber gelse içim
yanmaz dersin ya, ama aslında
bilsen ki o titreşim, mavi bir kuşun
ötmesini bilmeyen nesile, yüz kırk
karakterli aforizmalar kastıranlar
sayesinde ortaya çıktı. Bilsen dert,
bilmesen ayrı dert. Ah azizim, sen
bilmezsin şimdikileri, gel sen şu
bilimsel teoremlerini, masterlarını,
doktoralarını, ünvanlarını az bir
kenara koy, sana iki kelam edeyim.
Şimdi aslında olay, tarihin akışı içerisinde son derece basit bir şekilde
gerçekleşiyor. İki genç var. Bunları adlarını yazıp kim olduklarını
öğrenmek istesek, işte o iki gencin,
meşhur garajda bulunan Google hikayesi ortaya çıkacaktır. Velhasıl bir
şekilde bu elemanlar böyle bir hususta müthiş bir atılım yapmışlar.
Olmayanı bulmak maharettir denir
ya, bu adamlar işte tam da onu bulmuşlar. Üretmeyi, sınırsız bir üretim
ağını keşfeden anahtarı bulmuşlar.
Belki de o günden sonra, öğren-
memek iki kez ayıp oldu. Ansiklopediler iki tuş ötemizde belirdiler.
Eskiden kütüphanelerde harcanan,
rafların tozu yutulan anlar da çöpe
atıldı. Bir kaç dakikalık tarama ile,
yeni profesörler(!) ortaya çıktı. Ah
azizim, görüyorsun değil mi, sen ki
yıllarını diplomalara verdin ama iki
tuş ile senin vasıflarını senden âlâ
benimseyenler oldu. Velhasıl konuya dönelim. Bu iki arkadaş böyle bir
icatta bulundular. Şimdi bizim bu
dıt dıt mevzumuz da ahanda bu iki
arkadaşın bu icatlarının bir sonucu
da diyebiliriz. Aman dur kızma. Büyük resme bakalım da görmezden
gelelim bazı şeyleri.
Dıt dıt dedik ya, meşhur bildirim
sesi. İşte tam bu kulvarda, bizlere
bu sesi müptela eden bazı programlardan bahsedecem. Hani şu
‘küresel dünya’ jargonuyla konuşup,
iki kelimesinden birini anlamak
için yabancı dizi izlemek gereken
tiplerin, biz avamice konuşan, sokak
jargonu ile efendiliğin dibine vuran
bıçkın delikanlıların da raconunu
altüst eden, namus kavramını soyutlaştıran, hatta o kadar soyut ki,
ardından bakınca, ardına geçtiğinizi
fark edemeyeceğiniz kadar, hatta ve
hatta, lisedeki kantinde kaşarları
ince kesip soyutlaştıran mehmet
abiden bile mahir bu programlar.
Maşallah namus, ahlak, haysiyet
kavramları, incele incele, mikroskop
gereksinimini hissettiriyorlar.
lentiye göre Mark bu işi bitirme tezi
yapmış da, kuruldan geçirememiş.
Ah o hocalar yok mu, bela ettiler
başımıza Mark’ı. (önceki satırdaki
ilgiler ironi içerir.) Velhasıl Facebook kuruluşu ile daha öncesinde internet kafelerde gördüğümüz, mirc,
msn, ve bilimum sohbet unsuru
olarak kullanılan platformlar adeta
bir evrim geçirdi. Eskiden profil resmi ile, durum mesajı ile hatta bazen
anlık dinlediği müziği görünür kılarak, ansiklopediler dolusu duygular
yollayan bizler, kendimizi amaçsızca
paylaş butonunun müptelası haline
geldik. Ha aslında o eski halimiz
iç açıcı değildi ama, oyun istekleri
arasında boğulacak kadar da büyük
günah işlemedik efenim.
Önce duvarlara spreylerle yazılan
sözleri klavyelere sığdırdık. Yazı yarım kalmasını sağlayacak polis abilerimiz de yoktu. Cümleler sonuna
noklatalar bile koyduk yani. Hatta
öyle ki, bazen okuduğumuz duvar
yazılarını, profil resminde jelibon
yerken, mavi önlüklü haliyle bir
fotoğraf olmasa, biz bu yazıyı paylaşan muhteremi, adeta bir Cemal
Süreya edası ile aşk acısını harmanlamış bir muhterem zannedecektik.
Neyseki şu profil resimleri var. Eş
dost akrabanın, arayıp hal hatır
sormaları da, yorum yap kısmının
azizliğine uğradı. Annengillere çok
selam diye biten cümleler de cool
bireylerimizin utanç kaynağı haline
de geldi. Aman da aman abiler
ablalar, bozmayalım fiyakalarını.
Bizler telefon numarasını çevirip de
selamımı söyleriz.
Dur bu daha başlangıç. Sana neler
neler anlatacağım. Bir de asıl
başımıza tüneyen kuşu anlatayım sana. Ah bu kuşu, talih kuşu
diye başımıza taç yaptılar. Aslında
uzaktan güzel minnoş bir kuş ama
bir de yakınlarına gelince gözleri
bön bön açıp bakmak lazım. Önce
karakter sayıları tabi böyle değilmiş. Sonradan bu sayıyı yüz kırkta
sabitlemişler. Şimdi bu yüz kırk
aslında söylerken iki kelime olasa
da, içinde nice aşk hikayesi, siyasi
aforizma, islami münazara, hakaret,
itiraf, sevgi yani velhasıl sayamadığım bütün duyguları barındırıyor.
Aslında önceleri çok popüler olmayan bu platformumuz, Facebook’u
‘banal’ bulan bir kesim tarafından
mesken edildi. Gel zaman git zaman
bu platform nice hıyanete, aşka, örgütleşmeye, sosyal hareketleşmeye,
yardım kampanyasına ev sahipliği
yaptı. Şimdilerde beş yüz kırk milyon üyesi varmış buranın. Düşünsene, bizim ülkede büyün insanları
toplasak yine bir kuş etmiyoruz.
“Eş dost akrabanın,
arayıp hal hatır
sormaları da,
yorum yap kısmının
azizliğine uğradı.”
Sırasıyla bahsetmek ile size ‘little
little on the middle’ yapma arasında kararsız kaldım. Bir başlayalım
da gerisi gelir. Bu sosyal medya denilen zat, aslında Mark kardeşimizin
iyi niyetli bir atılımı ile, hatta söy89
“Önce arkadaşların
ile anılarını
paylaşıyorsun.
Uzakların, bir
anda sana yakın
oluveriyor.”
Zalımsın Dünya. Beni içinizden
tasdik ediyorsunuz, yüzünüzdeki acı
gülümsemeden belli.
Gel zaman git zaman bu sosyal
medya işi iyice tuttu. E tabi akıllı(!)
telefon da icat ettiler. Facebook ve
Twitter artık cebimizde olacaktı.
Düşün yani. Sen konuşma süren
bitmesin diye telefon faturana
ambargo uygularken bir de internet
paketi derdi başımıza bela oldu.
Öde babam öde. İsmet kim ki.
Şimdi bu internet cebe girdi dediler.
Yeni mecralar lazım geldi. Bu kez
dudaklarını soktukları şekillerden,
sosyo psikolojik anlamlar çıkaran,
mahremiyetin evveli ile ahirini
birbirine karıştıran, aman işte lafı
gevelemeden, açıkça kendimizi
teşhir etmemizi sağlayan İnstagram
hayatımıza girdi. Aslında ilk bakışta
güzel duruyor. Önce arkadaşların
ile anılarını paylaşıyorsun. Uzakların, bir anda sana yakın oluveriyor. Yıllardır görmediğin suretleri
görüyorsun. Belki Almanyalardaki
amcanlardan, kuzenlerden fotoğraflar görüyorsun. Ameliyat masasından kalkar kalkmaz hastayı görüyorsun. Yeni doğan bebenin anasından
önce nefes alışverişlerine şahit
oluyorsun. Cicili bicilerini giyip sen
de bir iki anı paylaşıyorsun. Ardından beğeni sayılarına dikkat kesiliyorsun. Beğeni sayısı arttıkça egonu
tatmin ediyor hale geliyorsun.
Takibe takip diye bir terim öğreniyorsun. Sonra sayfalar dolusu etiket
kavramından haberdar oluyorsun.
Sonra gardropundaki bütün elbiseleri bilmeyen kalmıyor. Evine zorla
girip mahremine girmeye çalışanları huzura eriştirip en özelden
fotoğraflar paylaşıyorsun.
Yeter mi? Elbette yetmez. Fotoğraf, video yetmezse, soluğu canlı
yayınlarda alıyorsun. Önce soruları cevaplıyorsun. Hangi konuda
uzman olduğun aslında pek mühim
bile olmuyor. Cinsiyetçi izleyici
bolluğu, bir anda nefes alsın yeter
anlayışını canlı yayınlarda hakim
kılıyor. Artık özel diye bir kavram ortadan kalkıyor. Gözlerini ilk açtığın
andan itibaren hayatını başkalarına
açıyorsun. Dahil olmaya çalışanlara
kendini belki de altın tepside sunuyorsun. Ve bundan ötürü gülümsüyorsun. Alacağın olsun Azizim.
Şimdi gel bu anlattıklarımı tersinden düşünelim. senin hakkında
bir dosya oluştuğunu düşün. Evin
yirmi dört saat gözetiliyor. Ağzından
çıkanlar başkaları ile paylaşılıyor. İç
çamaşırlarına varana kadar bütün
giysilerin arkadaşlarına(!) bildiriliyor. Sokağa çıktığın an, nerede
olduğun arkadaşlarına kuşlar
tarafından bildiriliyor. Gittiğin
mekanlarda, felankes buraya geldi
haberleri dolanıyor. Evinin etrafından onlarca ne üdüğü belirsiz tipler
dolanıyor.
Rahatsız edici değil mi? Sanki
tehdit altında yaşarmış gibi. Sanki
sokağa adımını atsan, alnının çatından indirecekler gibi. Aslında indirildik. Belki bedenimiz değil ama,
ruhumuz indirildi Azizim. Yer ile
yeksan edildik. Yecüc Mecüc misali
dört tarafımız sarıldı. Hayalet ağa
90
takılmış, kıvranan balıklar gibiyiz.
Neye takıldığımızı, neyden kaçacağımızı bilmeden kıvranıyoruz.
Mutlu muyuz Azizim? Güldüğümüz
fotoğraflarda 2 saniyeliğine poz
vermek, canlı yayın yaptığımız on
beş dakika dışında, yüz kırk karakterli twitler atmak dışında değiliz
Azizim. Velev ki mutsuzluğumuzu
paylaşıyoruz. Onu da pazarlıyoruz
be Azizim. Üzüntümüze düşen beğeni sayısı ile yine mutluluk peşine
düşüyoruz. Üzüntünün beğenilmesini, cümleten üzülmemizi istiyoruz
Azizim.
Hayatta o kadar güzellik varken peki
bu kaçış neden? Yani düşünsene
mutlu olmak için bir boğaz havası
bazen kâfi olabilirken, neden bu kaçış?! ÇIplak ayakla toprak üzerinde
yürümek kadar ne huzur verebilir ki
insana?! Mesala, kazandığın şampiyonluğu doyasıya zıplaya çıldırasıya
kutlamak varken, neden kaydeder ki
insan, nereye saklayacağız ki?! Milyonlarca görüntü neyimize yetmez
ki?! Ânı yaşamayı kaçırdığımızı ne
zaman anlayacağız?
Şuan belkide milyonlarca twit, milyonlarca fotoğraf, milyonlarca video
paylaşılıyor. İnsanlar kendilerini
anlatıyor. Kimi zaman maskeli, kimi
zaman kendisi... Ve her başın öne
eğişi bizlere saniyeler kaybettiriyor.
Bir kahve arasında bile elimizde
kahveden çok telefon duruyorsa,
o kahve arası değil, ‘dıt dıt’ arasıdır. Karşımızdakine saygı duymayı
bırak, yok saymaktır. Unutmaktır.
Hani misafirliğe götürülüp de
unutulan bir çocuk gibidir. Öylesine
absürttür. Öylesine saçmadır. Ama
gerçekleşir. Öylesine saçmalarız,
absürtleşiriz.
Saklanıyoruz Azizim.Suratlarımızda,
binbir maske var. Ceplerimizdeki
minik mücevherler, ne için kullandığımızı bilmediğimizde, nükleer
silah haline geliyor. Ve sen kalkmış, kainatın şifrelerini anlatırken,
cebindeki mücevherden ses gelen
elemanın dikkatini senden ayırıp, mücevhere yöneltmesine mi
kızıyorsun?! Yuh olsun sana Azizim.
Öğrenmişsin, okumuşsun lakin, bir
‘dıt dıt’ olamamışsın.
91
deneme
Sosyal
Medya
YAZI M. SAİD M. KILINÇ
92
FOTOĞRAF VE İLLÜSTRASYON İNTERNET ARŞİVİ
93
M. Said M. Kılınç
“Tek bir avunma
sebebim vardı:
Sosyal medya.”
94
Sahte ve mide bulandırıcı olan duyguların tümünün içinden bildiriyorum. İnsanoğlunun olmak istemediği bir yerden bildiriyorum. Burası
samimiyetsizlikle çevrili. Dilbilgisi
kurallarına uymak istemiyorum ama
takıntım sebebiyle uymak zorundayım. Belki de daha önce dil bilgisi
kurallarına uymayan ve bu yüzden
aklım sıra dalga geçtiğim insanların
benden hesap sormasından korkuyorum. Bunu kendime dahi itiraf
etmek istemiyorum çünkü başkalarının düşüncesini umursamamam
gerektiğini söyleyen bir ses var
içimde. Tabi bu sesi sadece ben duyuyorum ve onu dinlemiş gibi yapıp
aynı zamanda insanların olumsuz
tepki vermesinden korktuğum için
insanların yapmamı istediği şeyi
yapıyorum. Kendimi kandırıyorum
kısaca. Başkalarının hoşuna gitmek
için yaşıyorum. Kendim olmayı
denediğimde yaptıklarım başkalarının hoşuna pek gitmiyordu.
Onların istediklerini değil gerçekleri
söylediğimde bir daha benden bir
şey duymak istemiyorlardı. Ben
onların hayatının sadece belli bir
bölümünde yer edinmiş, her an
hayatlarından çıkarabilecekleri ve
bunu yaparken hiçbir şey kaybetmeyecekleri kişiydim. Nezaman
ki onların istediklerini söylemeye
başladım,o zaman ben onlar için
değerli olmaya başladım. Etraflarında onları bedava ve çabasız bir
şekilde mutlu eden birisi vardı.
İnsan başka ne ister? Düşündüklerimin tam zıttını söylüyor, gönüllerini hoş tutuyor ve aralarında yer
ediniyordum. Gündüzleri iyiydi.
Sahtekarlığımın ödülünü tahmin ettiğimden de fazla şekilde alıyordum
ancak geceler çok hırpalayıcıydı.
Hala da öyle. Etrafta yalan söyleyecek kimsem kalmayınca kendimle
baş başa kaldığımda o içimdeki
acımasız ses beni günden güne yok
ediyordu. Nereye kadar bu şekilde
sürdürebilirdimbilmiyordum. Tek
bir avunma sebebim vardı: Sosyal
medya. Sosyal medya diye adlandırılan içinde birden fazla karakterin
tek bir bünyede bulunduğu çöplük
tek avunma sebebimdi. Orada herkes benim gibiydi. Hatta oradakiler
benim gibi sadece gündüzleri değil
günün her vaktini yalan söylemeye
ayırıyorlardı. Oldukları kişilerden
tamamen farklı kişiler oluyorlardı.
İnsanlar hiç tanımadıkları kişilerle
orada canciğerdi. Sahip oldukları
şeylerin on misline sahipmiş gibi
davranıyorlardı. Bilmedikleri dillerde cümleler savuruyolardı. Kendileri de anlamıyordu ama önemli
değildi.İnsanların onları o dili biliyormuş sanmaları yeterdi. Hayatları
boyunca yüzünü dahi göremeyecekleri ünlülerin hayatlarını,ünlülerin
paylaştığı şeylerden izleyebiliyorlardı. İşin garibi o kişiler hayal edilen
hayatları,o hayatları yaşamayı hayal
eden kişilerin parasıyla kazanmasına rağmen parayı ödeyen kişiler
bunun farkında değildi ya da yine
rol yapıyorlardı. Ünlüler paranın
kendilerine sunduğu şımarıklıklarını sergilerken ünlü olmayanlar,olamayanlar ve olma hayali kuranlar,
ünlülerin şımarıklıklarını istediği
gibi eleştirebiliyorlardı. Kendine
ünlü kişileri eleştirebilecek kadar
üstün, her şeye muhalif, her türlü
otoriteye aykırı gibi etiketleri yapıştıran insan suretindeki zavallılar
halinden çokmemnundu. Eleştirirken bir yandan da onları taklit edip
onlara para kazandırmayı ihmal
etmiyorlardı. İnsanlar arkadaş diye
nitelendirdikleri insanların fotoğraflarının altında sevgi oyunları
oynuyorlardı.Birbirlerine methiyeler
sunuyorlar,yan yanayken söylemedikleri tüm sevgi sözcüklerini orada
kullanıyorlardı çünkü o sözcükleri
başkaları da okuyabiliyordu. İnsanlar onu okuyup o kişilerin ne kadar
arzu edilen arkadaşlıkları olduğunu
düşünüp onları kıskanacaktı.İmrenmeyecekti yalnız. Kıskanacaktı.
Çünkü imrenmek çok iyimser ve
yapmacıktı. Kimse kimseye imrenmezdi,kıskanırdı.Bu kesindi.İnsanlar
gittikleri yerlerin,yedikleri şeylerin,
birlikte olduğu insanların fotoğraflarını kısacası kendi hayat akışındaki ilgi çekebileceğini düşündüğü
şeyleri paylaşıyorlardı. Normalde
paylaşmak güzeldi ama böylesi
berbattı.İnsanlar kendi hayatarının
ne kadar yaşanılası ne kadar filmlere, romanlara konu olası olduğu
konusunda birbirleriyle yarışma
halindeydi. İşte tek avunma kaynağım buydu. Kendimi yalnız hissetmiyordum orada. Öncelik verilmesi
gereken tek duygu samimiyetken
ben samimiyetsizliğin kuyusunundibindeydim. Kafamın üzerinde bir
ışık vardı, bu kuyudan kurtulmama
yardımcı olabilirdi ama çok uzaktı
ve benim oraya uzanmaya yetecek
cesaretimyoktu. Hiç iyihissetmiyordum. Kim olduğumu bilmiyordum.
Milena’ya yazılan mektuplardım
ama o mektupların da tek bir amacı
vardı. Karşı cinsi etkilemek ve sevgi
açlığınıdoyurmak. Sezar’ın bedeninden ayrılmış ruhtum ama ruhların
dünyadaki geçici meskeni olan
bedenimden ayrıldıktan sonra hiç
bir değerim kalmamıştı. Bedenden
ayrılmadan önce çok övülürdüm.
Övgülerin sebebi ise korkuydu.Gökyüzünde bir buluttum ama insanlar
hayal kurarken bile yarıştıklarında
bulutların üzerinde yatmak istediklerini söylüyordu. Birkanat çırpışıyla
kıtalararası rüzgarlara sebebiyet
veren bir kelebektim ama ömrüm
bir günlüktü,oluşturduğum çalkantıları göremeyecektim. Siyahtım. En
güzel renktim. Hiç bir renk olmadığında oluşandım. Ben bir hiçtim.
Hayır onu dabeceremiyordum.
Gerçi saçlarını kestirip kanser hastası arkadaşlarına hediye eden üç
buçuk yaşındaki kız ve felç geçirdikten sonra kendine gelir gelmez
bana yemek yedirmeye çalışan babannem gibilerinin olduğu dünyada
olunacak her obje,yapılacak her
iş,hissedilecek her duygu anlamsızdı.Gerçekten iyi hissetmiyordum.
Sigara yakmıştım,içmeyi unutmuşum.
95
edebiyat
Affet
Bir yudum aldım topraktan.
Âh eylemek noksan,
Bedenim toprakta sığıntı…
Herc-ü merc edilmiş imanım susuz kaldı.
Yahya SANCAR
Ellerimi bir şadırvan altında ıslattım.
Ruhum nursuz kaldı.
Bir secde ister gönül,
Ellerim haramda takılı kaldı.
Şiir Köşesi
Alnım yastığımda bedbaht,
Ezanlara kulağım tıkılı kaldı.
Uykuya teslim oldu gözlerim,
Dilim kalbime hâtib kılındı.
96
Tevbe etmelerim rutin,
İşlenen günahlarım pek çetin,
Suskunluk, kelimeleri hıfza değin,
Baş eğişlerim mertebeli beşerde sınırlı kaldı.
Kahhar ismi tecelli zalimde,
Rahman ismi gizli her nefesimde,
Güzellikler saklı Müheymin’de,
Şükürlerim dilimde kilitli kaldı.
Bataklığa dönmüş kalbim,
Bir kuru dalı aramakta derdim,
Dermanım Kur’an olmasına değin,
Gözlerim hakk’a kapalı kaldı.
Adımlarım meyilli hasede,
Durmak nedir bilmezse de,
Pişmanlık zihne düşse de,
Sabır çekmeler tesbihde sınırlı kaldı.
Yüreğim ağlar her gece,
Gündüzler Güneşe meylede,
Şuurum uyanmak nedir bilmese de,
Affet Ya Rabb,
Ruhum ve bedenim şer’de tutuklu kaldı.
97
98

Benzer belgeler