Oportünist Değişimin Aktörleri - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
Transkript
Oportünist Değişimin Aktörleri - Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı
1942 yılında Kayseri’de doğdu. Kayseri Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü bitirdi. Stajını İstanbul Erkek Lisesinde Nurettin Topçu’nun yanında yaptı. Çocukluk döneminde babasının dedesine okuduğu Büyük Doğu dergileri ile tanıştı. Henüz çocuk yaşta Büyük Doğu ikliminde yetişmeye başladı. Üniversite öğrenimi sırasında Necip Fazıl Kısakürek’in yanında oldu. Büyük Doğu dergilerinin çeşitli devrelerinde yazmaya başladı. Büyük Doğu fikriyatını ve ideolocyasını anlama biçimi Necip Fazıl’ın dikkatinden kaçmadı. 1978 Büyük Doğularında yazdığı Heyula başlıklı yazı için Üstad “Profesörünün, meşhur muharririnin, politikacısının, içi geçmiş kabaklar gibi her türlü fikir cevherini yitirdiği bu kafa kıtlığı devrinde, olgun gençlik kadromuzun en mümtaz örneklerinden Ali Biraderoglu’na ait bu yazıyı bütün Batı dillerine çevrilmeye layık bir değer ölçüsüyle takdim ederiz…” biçiminde bir sunuşla yayınladı. Nitekim Rapor dergilerinde de iki yazısı için benzer değerlendirmelerde bulundu. Necip Fazıl’ın ‘en yakını’ olma liyakatinden başka herhangi bir kaygı taşımayan Ali Biraderoğlu, üniversiteyi bitirdikten sonra Felsefe öğretmenliğine başlar. Kayseri Lisesi’nde öğretmen, Kayseri Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak çalışır. Necip Fazıl’ın hemen bütün konferanslarında, dergi çıkarmalarında, kültürel faaliyetlerinde yanındaki insandır. Arkadaşları ile Kayseri’de önce MTTB sonra Söğüt Fikir Kulübünde eşya ve hadiseleri anlama ve yorumlama çabalarını sürdürdü. Necip Fazıl’ın vefatından sonra üstadını vuslata hazırlayan içerideki dört kişiden biridir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile hesaplaşmayan, konjönktürel kaygılardan uzak olmayan, oportünist ve pragmatik zaaflarla, aşağılık kompleksinden kurtulamamış, İslamı bir izm ve ideolojinin, yükselen değerin arkasına takan ve bilhassa 1980 sonrası ortaya çıkan “fikir hareketlerini” ciddiye almadı ve bunları modern hareketler olarak niteleyerek ucuzculuk ve sistem içinde yer bulma çabaları olarak değerlendirdi. İslamı bir kültür ve medeniyet planında ele almayan, onu zamanı ve mekanı belirleyici bir ‘üst’ kıymet hükmü olarak benimsemeyen hiçbir düşünceyi ciddiye almadı. Bir süre Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı ve oradan emekli oldu. Büyük Doğu, Rapor, Türk Edebiyatı ve Hece dergisinde pek çok yazısı yayınlanmıştır. MTTB ve Söğüt Fikir Kulübü bünyesinde pek çok konferans ve seminer vermiştir. Evli ve iki çocuk babasıdır. KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI Yayın No: 18 Oportünist Değişimin Aktörleri Ali Biraderoğlu Yayıma Hazırlayan: Söğüt Fikir Kulübü Kapak Fotoğrafı Hayrettin Oğuz Tasarım/Mizanpaj Mustafa İbakorkmaz Baskı ve Cilt Orka Matbaa/0352.3221700 1. Basım Kayseri Ocak 2014 İletişim İstasyon Mah. Depo Cad. No-3 Tel:0352-2225417 Kocasinan/KAYSERİ e-posta: kekvakfi@gmail. com Web: www. kekvakfi. gen. tr Oportünist Değişimin Aktörleri ALİ BİRADEROĞLU KAYSERİ EĞİTİM ve KÜLTÜR VAKFI YAYINLARI İÇİNDEKİLER Oportünizm ve İstismar ............................................................... 7 Oportünizmin Somut Temsilcileri ........................................101 Din – İslâm / İnanç – Îmân......................................................179 Din İhtiyacı ve Geleceği ...........................................................185 Trancendantal (müteal) Varlık İhtiyacı .................................245 Olağanüstülük (miracle) / Mucize-Kerâmet .......................271 Postmodernite / İnanç-Îmân...................................................323 “Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir.” Âyet-i Kerime* Bundan önceki “Tarih ve Değişim” isimli kitabımızda; Değişim, Değişimin Sancıları ve Sorunları, Değişimin Sınırları, Değişim ve Oportünizm konularını açıklamaya çalışmıştık… Bizim, yıllardır bu ve benzeri konularda; ısrarla gayret, emek sarf edip, üzerinde çalışmamızın, bir nevi usulümüzün merkezi haline getirmemizin sebebi; “değişim”in insanlık tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş, bizi korkutacak, hatta paniğe sevk edecek boyutlarda, düşünsel ve pratik hayatımızı temelden değiştirmesidir… İnsan muhayyilesini yakıcı bu değişim; özellikle çağımızdaki etkileri itibariyle; kasırga, fırtına, hortum, zelzele… Ve hatta asit yağmuru, zehirli fakat renksiz ve kokusuz bir gaz gibi DNA’larımıza nüfuz ediyor... Bütün hayatımızı altüst ediyor… Bizi bizden alıyor, ebeveynle çocuğunu, karı ile kocasını yabancılaştırıyor… İnsanı kendi kendisi ile yabanlaştırıyor.. İnsanı; tabiata, çevreye yabancılaştırıyor. İnsanla, insanı ve insanlığı yabancılaştırıyor… Bu, yazılı tarihin hiçbir döneminde, yaşanmayan bir değişim!.. Kuşkusuz bu değişimin temel sebeplerinden birisi Batı felsefesinde ve bilim paradigmasında meydana gelen değişmeler*) Araf Suresi: 7 / 45 7 dir… Hatta bize birincisi gibi geliyor… Ve bunlar da teknolojik değişimi tetiklemişlerdir. “Gene bir gün gezegenler arası gezilere olanak açılırsa, uzak gezegenlerden kişilerin geride bıraktıkları akranlarından daha genç kalmış olmaları da artık bizi şaşırtmaz. Bilim adamının soyut düşünme ile ulaştığı ve ilk karşılaşmada geleneksel inançların bırakılmasını gerektiren sonuçlar çoğu kez sonraki kuşaklar için yadırganmayan alışkanlıklar haline gelir.”1 “Daha genç kalmış…” ifadesine vurgu yaptım, çünkü: “Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç da zamanın bağlı olması, örneğin, birbirinin aynı iki saatimizden birini son derece hızlı bir roketle uzaya fırlattığımızı düşünelim. Roketle giden saatin yerde kalan saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir. Şâyet roket saniyede 160.000 mil hızla ilerliyorsa yerdeki saatin yelkovanı iki tam dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş yapacaktır. Ancak rokette bulunan bir kimse için böyle bir yavaşlama söz konusu değildir; saat normal hızıyla çalışıyor görünecektir. Şu kadar ki, bu kimse dünyaya, geride bıraktığı ikiz kardeşinden biraz daha genç olarak döneceğini bilmelidir.”2 Einstein’ın rölativite teorisine göre, belirli bir hızdan sonra madde enerjiye dönüşür.3 Biz bu teknik ifadeleri günlük dile tercüme edersek; bir fikir, bir fiil, bir olgu haddini aşınca zıddına dönüşür… Yani o fikir veya fiil, öz değiştiriyor farklı bir niteliğe bürünüyor… Nitelikte değişim, niceliği de değiştiriyor. Nitekim şehri, dışından bir tepeden seyrettiğimizde, ışıkların yanıp söndüğünü gözlemleyebiliriz… Ama biz içinde yaşarken ışığı sürekli zannediyoruz… İşte bunun gibi değişim o kadar hızlı ki; maddî tezahürü olan fenomenler, nitelik değiştiriyor mistik, gizemli bir enerjiye dönüşerek, niceliksel bir oburlukla, hatta yüzsüzlükle bütün hayatımızı ipotek altına alıyor… Değişim şiddetlendik1) Hans Reichenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, çev. Celal Yıldırım, İstan- bul, Remzi Kitabevi, 1981, sh. 109 2) Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1994, sh. 150 3) A.g.e. sh. 151 8 çe kanıksıyoruz, sanki mu’tad, sıradan, günlük basit olaylarmış gibi geliyor… Alışıyoruz! Cep telefonu ve hayatımız!… Cep telefonsuz bir hayat düşünemiyoruz… İnsanı kamusallaştıran bir aygıt… Kendinize ait saniyeniz yok! Rahmetli Üstad sağ olsaydı, mümkün değil, kullanmazdı!... Bir Necip Fazıl kendisinin kamusallaştırılmasına nasıl razı olabilirdi ki? Merhum saat de kullanmazdı… Naiv bir teknoloji karşıtlığı değil kuşkusuz! “Ben saat kullansam devamlı bakmaktan kendimi alamam” derdi! Namaz saati yaklaştıkça sık sık sorardı: “Kaç dakika var?” Kalbleri bilen Hak Teâlâ Hazretleri’dir, fakat mübalağadan kaçınma gayreti içinde şunu söyleyebilirim ki, kul planında benim sezebildiğim kadarı ile; o durum, aşinası olduğum Üstad’ın malûm sabırsızlığı ve tez canlılığı değildi, başka bir buuda geçme heyecanının dingin saadeti idi, gibi gelirdi bana! (Mübalağadan kaçınalım derken, çok seküler ifadeler çıktı ortaya… Kerametin (!) işporta tezgahlarına düştüğü günümüzde insan gerçekten ifade güçlüğü çekiyor.!) Belki de entellektüel insan; (aydın, münevver savaşına girmemek için Batı terminolojisi kullandım.) değişimin göz ilmeyen korkunç hızla dönen çarkları arasında parçalanmadan, kişilik olarak lif lif özünü, kendini kaybetmeye razı olmadan, alışmadan, “hayır!” diyerek, her anın çilesini çekip, yudum, yudum içen kişidir… Çile insanı arındırır, yüceleştirir… Şu birkaç on yıllık değişimi alt alta yazın! TV, Bilgisayar, cep telefonu, daha benim anlayamadığım bir sürü teknolojik başarı ve… Ve hayatımıza etkisi!... O kadar büyük başarı ki; mahremiyet, özel hayat bırakmadı!... Sınır tanımayan, kontrol edilemeyen, yönetilemeyen, muhasebesi yapılamayan, şuursuz, tamamen bağımsız bir değişken ve amaç haline gelen, mistik bir nitelik kazanan, daha doğrusu insanlar tarafından mistifike edilen bir teknolojik ilerleme, toplumsal histeri halinde; bütün ama bütün değerlerimizi, tutumumuzu, davranışlarımızı ve hatta hayallerimizin mevzûu olan gök9 yüzünü çöplük haline getiriyor… Maşukamıza benzettiğimiz ayın bile adamlar üstünü yakında galiz bir şekilde kirletecekler… Evet! Siz kavramlarınızı nesneleştirirseniz… Kavramların imajlarını bu kadar materyalist telakkilerle doldurursanız… Algıları, duyumlarla sınırlı hale getirirseniz… Daha açık ifadeye çalışayım: Duyumlar algı haline gelirse… Hâlbuki insanın duyumları yorumlayarak algı haline getirmesi, böylece hayata insanî bir anlam vermesi gerekir… Önünüze getirilen “et parçası”, görme duyumunuzu uyaran bir fenomen… Ama insan olarak onu, algı haline getirmemiz gerekir? Ne etidir? Nasıl kesilmiştir? Nasıl sahip olunmuştur? Yoksa algıları sadece fiziksel uyarıcılara esir edersiniz… Vücuttaki, elektriksel, kimyasal uyarımlara indirgerseniz… İnsanî özü kaybedersiniz!... Bedeni, bedenle aşamazsınız! “Beden”e bedeni aşan öz ve anlam veren bir medeniyettir muhtaç olduğumuz! Tuzlu su ile susuzluğunuzu gideremezsiniz! Susuzluğunuz daha da derinleşir… Bütün mesele “zina”yı, “cima” haline getirebilecek bir medeniyet… “onlar sizin için bir libas, siz de onlar için bir libas mesabesindesiniz.”4 İnsanların bütün kavramları Pavlov’un oportünist deneylerindeki gibi oluşursa… Zil-et-salgı… Veya öğrenilmiş acizlikle (learned helplessness), şok tedavi gibi bilimsel (!) buluşlarınızla insan zihinlerini manipüle ederseniz, siz mâhı, mâh-ı tâbânı, “ay” yaparsanız; “refika”yı, “hanım”ı; “eş” yaparsınız… Kutsal bir anlam ifade eden “ izdivaç”, “yuva kurma” da; “eşleşme” olur! Elektronikbilgisayar-insan da ayı hela yapar… Ortaya çıkan ve ondan sonra kısmen de manipüle edilerek inşâ edilen bu anlam evreninde, daha doğrusu anlamsızlık evreninde insanın sahip olamayacağı tek duygu: platonik konsept… Yani oportünist duyum dışılık! Fiziksel, mekanik, maddi uyarıcıları aşan; ruhsal, manevî bir evrendir mahrum olduğumuz… Mekanik ve elektronik konsept, platonik ethosu katletti… Öte, aşkın ve muhayyel evren özleminin neslini kuruttu… Önce anlamın rüyasını, hayalini kaybettik!... Arkasından anlam bu4) Bakara Suresi: 2 / 187, Elmalı. “Onlar sizin için libastır. Siz de onlar için libassınızdır” Ö. Nasuhi Bilmen 10 harlaştı, anlam kayboldu… “Sizi sadece olayların benzerliği ve bir biri ardına gelmesi ilgilendirirse” (A. Comte) ondan sonrası (metafizik) boş bir gevezelik ise, buyurun size hayal ettiğiniz; ablak, mankafa, kimliksiz, ciğerleri donduracak kadar soğuk, pırıl pırıl buz gibi, insanın kanını donduran, çelikten mamul bir dünya… Çelik uygarlığı kama olmuş, habire ruhumuza saplanıyor!.. Kuşkusuz bu dünya; ne ablak, ne mankafa, ne ahmak… Bütün bu sıfatlar ve daha da saymadıklarımız, dünyayı bu hale getiren insanların, belki de son insanın, modern insanın, uygar insanın ve postmodern insanlığın şeref(!) madalyasıdır… Aşkı dahi katlettik!... Basit bir uyarıcı ve mekanik bir aktivite haline getirdik… İnsanlar dilenci vapuru oldu… Her l îmâna uğrayarak ekmek dilenenler(!) gibi Aşk(!) limanlarını dolaşıyor insanlar Mutluluk dilenmek için… İptal ettiğiniz ruhunuzda, gönül dünyanızda karşılığını bulamadığınız, hiçbir ama hiçbir değeri hayatta bulamazsınız! Artık aşk(!) ın son noktası, ufku, biyolojik bir gaseyan!... Ve hayatın tümüne bulaştırdığı, yaydığı bulantı… Ve anlamsızlık!... Hayallerimizi çaldılar!... Bugün artık hayal kuramıyoruz. Rüyalarımızı dahi manipüle ettiler! Bu gün artık Leyla’sının hayalini kuran erkek; Mecnun’unu bekleyen, beyaz atlı prensinin özlemi ile yanan genç kız yok! Bütün insanlık; üstün olma ve hükmetme, iktidar, tahakküm vasıtası olarak Para’nın peşinde… “P” harfini saygımdan, “Para” kavramını kutsadığımdan büyük harfle yazdım… Bugün seyyar satıcı tezgâhlarına düşen, sakîl bir biçimde, caddelerde, otobüslerde, bütün sosyal mekânlarda yüzsüzce teşhir edilen, arz-ı endam eden kadın “iç çamaşır”larını; dün, bir erkek kaç yaşında görebilirdi; bir genç kız onun mahremiyeti üzerinde titremenin verdiği; masumiyet, izzet, iffet, ismet duygusunu, heyecanını, malikiyet gururunu kaç yaşına kadar iftiharla taşırdı? Yuva kuranların birbirine takdim edeceği, masumiyet, iffet ve ismet halesi vardı… Evlenen tarafların birbirine takdim edeceği, örselenmemiş bir ruh ve beden!... Modernite, postmodernite muhayyilemizi iptal etti! Muhayyilemiz çorak11 laştı… Muhayyilemiz kurudu… Muhayyilemiz kısırlaştı… Tahayyül edemiyoruz! Hayalini kuracak bir değer kalmadı… Bütün değerler, ama bütün değerler ayaklar altında çiğneniyor, çiğneniyor, çiğneniyor… Fikrî anlamda üretemiyoruz; artık geviş dahi getiremiyoruz… Felsefenin imkânı tartışılır hale geldi. Geviş getirilen değerler de, bir sakız gibi çürüyor, çürüyor, çürüyor!... Ve “saçma” duygusu, “anlamsızlık” ethosu boğazımıza sarıldı; sıkıyor, sıkıyor, sıkıyor!... Eşleşen, eşlerin dünyası! Kadının “kadınlık”; erkeğin, “erkeklik” algısı mutasyona uğramış!... “Materyalist bir dünya!” gibi bir saptama dilimin ucuna geliyor, ama kuşkum var! Biraz naiv, alışkanlıklarımızdan gelen bir yargı imiş sanısı (doxa) uyandırıyor bende! Çünkü “materyalizm” bir ekol olarak felsefe tarihinde Antik Grek’den beri var… Ama sadece ekollerden biri… Septisizm Antik Grek dünyasında da var… Fakat sadece bir ekol!... Hâlbuki yaşadığımız durum, bana öyle geliyor ki; yukarıda da işaret ettiğim gibi, bugüne kadar yaşanmadı… En azından zeit geist (zamanın ruhu) olarak evrene bu denli egemen olamadı… Bugün olan, düşünsel bir salgın… Dinli, dinsiz, spritüalist, materyalist; rasyonalist, empirist, herkesi kazanı içinde eritiyor… Fakat kazanın içine giren veya girdirilen hiç kimse artık “Eski Kendi” değil! Artık hiç kimse “Eski Kendi”ne inanmıyor… “Eski Kendi”likler verdikleri karşılıklı tavizlerle biribirinin içinde eriyor! Bu patlamada kutuplar kayboluyor… Artık “Eski Kendi”liklerin sadece adı var… Artık herkes “ Eski Kendi”nin bir kîl ü kal5 olduğuna inanıyor… Herkes “Eski Kendi”nden yılanın gömleğinden soyunması gibi süzülüp çıkıyor… Herkes, bütün eski safralarından arınıp “Yeni Kendi” veya “Yeni Ben” olma sevdasında, özleminde… “Dinlerarası diyalog”, “Medeniyetlerarası İttifak”, “Ötekileştirmeme”, sözdeleştirilen tarikatlar, sözdeleştirilen Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hep bu yaklaşımın meyvesi değil mi? Herkes “başka kendilikler” içinde teselli arıyor… Veya “eski kendi” kendine yetmiyor, başka “kendiliklerle” karışmak istiyor… “Müs5) Dedikodu, gevezelik. 12 lümanım!” diyen bir insanın kendini; başka uygarlığın değerleri ile nitelemesi, tarif etmesi, konumlandırması; örnek olarak muhafazakâr-demokrat etiketi takması alnına, “Eski Kendi”nin; yetersizliğinin, acizliğinin, utanılası ve kınanası bir durum olduğunun bir ifadesi değil mi? “Eski Kendi”ndeki bir îmân arızası değil mi? Veya kadim kavramlar kullanırken, içeriğinde erbabından başkasının zor sezebileceği estetik operasyonlar yapmak da aynı şekilde îmândaki bir arızanın tezahürü değil mi? Hiçbir muhasebe yapılmıyor… “Konservatif ” karşılığı kullandığımız, “muhafazakârlık” üretildiği Batı Uygarlığı içindeki anlamları ne derece ifade edebiliyor… Batı Uygarlığı içinde üretilen “konservatizm” İslâmla bağdaşır mı? Hıristiyan değerlerine karşı savaş açan Batı Uygarlığı’nın inşâ ettiği yeni kutsallara, gûyâ kendi dilimizden karşılıklar bulduk… Bu durumda Batı kavramlarını tercüme etmek için bulduğumuz, kendi kavramlarımızın içerikleri de çarpıtıldı ve böylece ne Batı düşüncesini anlayabildik; ne de çarpıtılan kavramlarla, kendi tefekkür iklimimizi yeşertebildik! Batı uygarlığının “nation”u ile “millet”i; “patrie”siyle “vatan”ı, “ foundation”ı ile “ vakıf ”ı, “flama”sı ile “sancak, liva”yı.… karşılamaya kalktık. Ayrı uygarlıklara ait farklı muhtevaları olan kavramlar… Ve biz Batı’yı tercüme ettiğimizi sandığımız kendi kavramlarımızla anlamaya kalkınca; zihniyet burkulması, mantık kamaşması meydana geldi, hem Batı’yı hem de kendimizi kaybettik… Zihniyet depreminin meydana getirdiği fay kırıklarımızdan îmânımızın ve dolayısıyla kişiliğimizin özsuyu buharlaştı!... Fakat burada asıl soru “Eski Kendimiz”in nasıl inşâ edildiği! Öyle çarpık çurpuk bir “Kendimiz” var ki, koltuk değneksiz yıkılacak! Yani kör-topal işbirliği… Batı ile ilişkilerimizi kastediyorum… Kompanse edici bir sinerji! Veya sembiyotik ilişki(symbiotic related)… “Psikiyatride iki insan arasında aşırı bağımlılıkla ve karşılıklı birbirini kullanmayla veya taraflardan birinin yaşamak için asalakça diğerine tutunmasıyla 13 (Fromm) tanımlanan patolojik bir hal!”6 Biz daha yalın, basit olan kendi örneğimiz üzerine eğilelim… Birbirinin gözünden, diğeri de ötekinin ayaklarından yararlanan iki engelli gibi… Özellikle çağımızdaki böyle bir işbirliğinde “Müslümanım!” diyen, kör mü, topal mı? Hayal ediyorum… Yaşlı bir adam (İnsanoğlu zalimdir… Ben ne zaman yaşlanacağım acaba?) bastonla yolda yürürken, O’na baktığımızı görünce, “Evladım bir zamanlar, ben de koltuk değneği kullanmazdım ama! Sizi de görürüz, ne kadar daha dayanabileceksiniz, bastonsuz yaşamaya?” diyor… Zaten, küçük yaştan beri bastonsuz yaşayamayacağına, inandırılmış, inanmış… Bir “kölelik şuuru” durumu. Hep bir baston, hep bir güdücü iştiyakı ile yaşamış… Hep “ben kimdenim?” demiş… Ömür boyu iradesini ciro edeceği dinî, tasavvufî, fikrî, siyasî bir iktidar odağı aramış… Müslüman olmanın fahrını yaşamamış… Bu sembiyozda kim kimi kullanıyor? Kim asalak? Biyolojik perspektiften bakarsak; bu ilişki, bitki-bitki, bitki-hayvan, hayvan-hayvan arasında olabilir… Bütün bilimsel analizleri bir tarafa bırakalım… Halk irfanı, “Büyük balık, küçük balığı yutar!” diyor… “Kendi” olmamızın gereği kim tarafından, oportünist suratımıza bir şamar gibi hakaretle indiriliyor? Maalesef, Sabra ve Şatilla kasabı; masum çoluk, çocuk, kadın, ihtiyar katili siyonist, 14 yaşında, daha sonra resmî İsrail ordusunun çekirdeğini oluşturacak, kanlı terör örgütü Haganah’a girmiş Ariel Şaron tarafından!.. Sözlü bir rivâyete göre, Ariel Şaron’u bir Müslüman nazikçe uyarmak ve belki de tehdit etmek ister: “Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın İsra Suresi’nde7 Yahudilere müjdeler(!) var.” der. Şaron’un cevabı: “Siz Kur’an’daki Müslüman olun da, biz ondan sonra düşünürüz!” Nasıl? Etkilendiniz mi siz de benim gibi? Yine üzerinde çok düşünülmesi gereken bir anekdot daha arz edeceğim. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, İsrail’e resmi bir ziyaret yapar… Toplantıda üç kişi var: Ariel Şaron, Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail’in Ankara Büyükelçiliği’nden Türkçe bilen tercüman olarak bir 6) Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat, 2003, sh. 656 7) İsra Suresi: 17 / 4,5,6,7, 8, 76 14 diplomat: {Geçen sürede içeride ne konuşulduğunu hâlâ üç kişi biliyor. Ancak kapılar açılıp her iki başbakan mikrofonların ve kameraların karşısına geçince ilk sözü Şaron aldı ve devletine “terörist” diyen Recep Tayyip Erdoğan hakkında, “Az önce bana anlattıklarından çok etkilendim. Kendisinden öğreneceğimiz çok şeyler var…” mealinde övgü dolu cümleleri ardı ardına heyecanla sarf etmeye başladı.}8 Galiba bizim de Ariel Şaron’dan öğreneceğimiz çok şeyler var! Hiç kimseye, farklı “ben”lere, farklı inançlara savaş ilan etsin, demiyoruz… Hiç kimse ferdî tercihleri ile başkalarını mutazarrır etsin, demiyoruz… Ama bir “ben” varsa bir de “öteki” var… Kimse kimseyi ötekileştirmiyor… Herkes “kendi ben”ini inşa ederken de facto “öteki ben” çıkıyor ortaya… Biraz da insan “ben”ini, “öteki ben”e göre konumlandırıyor, inşâ ediyor… Bir insan “ne olduğu kadar”, “ne olmadığıdır da.” Evet! Tezden hareket edilir! Fakat antitez olmadan da diyalektik, üretici bir düşünme iklimi kurulamaz… Bir insan “kendi kabul ettiği değerleri”ni gerçekleştirmeye çalışırken, “kabul etmediği değerler”den de kaçınmaya çalışır… Ben kendi davranışlarımın temel değerlerinden biri olarak trafik ışığında “yeşil” yanınca geçmem gerektiğini biliyorum ve aksiyona geçiyorum… Fakat aynı zamanda “kırmızı” yanınca, geçilmeyeceğini bilmem ve davranıştan kaçınmam gerekir… Bana “kırmızı” yandığında; “öteki” birilerine “yeşil” yanacağını bilmem gerekir… “Öteki”lerin farkında olmam bir zorunluluktur, evreni anlamlandırmam için!... Niçin durmam gerektiğinin anlam kazanması için… Yani bir “öteki”ne muhtacım… “Öteki”nin de başka bir “öteki” olduğunun şuurunda olması gerekir… Aksi; sürekli trafik kazaları olur! Bir insan bir dine mensup veya değildir, ama bu kişiliğinin birincil parametresidir…. Hayâ sahibi bir Müslüman’ın; Müslüman olmayana karşı îmânından, akîdesinden, mukaddes ölçülerinden, Asr-ı Sâadet pratiklerinden neşet eden, bir tasavvuru ve 8) Serdar Akinan, Neo-Takiyye, İstanbul, Doğan Kitap, 2006, sh. 20 15 bir düşüncesi vardır… Müslüman olmayan da, bir Müslüman’ın hiç değilse düşünsel planda içinde bulunduğu iklimi, bilir… Daha doğrusu; bir Müslüman olmayan, muhatabı Müslüman’ın, eğer hayâ sahibi ise îmânı muvacehesinde kendi hakkında ne düşünmesi gerektiğini de bilir! O, bir Müslüman’da, îmânı ile birlikte inşâ edilen bir “Gayri Müslim imajı” olduğunu öğrenmiştir… Osmanlı’daki tesamüh ortamında bir Müslüman, bir gayrimüslime baskı yapmıyordu, zaten “Dinde zorlama yoktur.”, fakat iki taraf da farklı evren tasavvurları olduğuna inanıyordu… Müslim-gayrimüslim kutupları infilak edip, biri birisi içinde erimiyordu, şahsiyetleri imha edecek bir biçimde…“Din farkı gözetmeden”lerle başlayan nutukların bir takiyye olduğunu bilir veya bilmesi gerekir… Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat îmânına sahip bir Müslüman için takiyye hayâsızlıktır… Hayâ sahibi bir Müslüman, bir Kâfir’i İftar’a davet etmez! Haysiyet(!) sahibi bir Kâfir de, bu İftar davetine icabet etmez… Yemek daveti ayrıca değerlendirilmeye muhtaç… “İftar” ne demek? “Oruç” ne demek? Kim “oruç” tutar? Kim “iftar” eder? Evet! Ne olduğumuz kadar, ne olmadığımız da önemli… Burada asıl ötekileştirenler, “ötekileştirmeyelim” diye feryadı basanlar… Zaten bu egemenlerin dışında diğerlerinin “ötekileştirme” imkânı yok ki… Çünkü bunlar, madden ve psikolojik olarak bu gücün sahibi değiller ki… Zaten mağlup bir uygarlığın bireyleri olarak sırtlarında bir kamburla yaşıyorlar… Batı uygarlığı mazlumların ruhunda, bilimi (Batı bilimi; objektiflik, nesnellik, tarafsızlık, insancıllık şalına sarılmış saf bir ideolojidir! Kolonyalizm ideolojisi… Yani Batı Uygarlığı’nın değişmez iki alâmet-i fârikası; ırkçı ve emperyalist olması!), özellikle oryantalizmi kullanarak, uyguladıkları psikolojik terörle öyle bir travma yarattılar ki, zaten onlar “kendi”lerini kaybetmiş durumdalar… “Kendi”liklerinden soyulmuş durumdalar… “Kendi”leri, “kendi”lerini bulamıyorlar… Yüzyıllardır, içlerinde “sandıkları, sandırıldıkları kendilerinden içeri” bir “gerçek kendileri”(!) olduğunu, keşfediyorlar!... Meğerse İslâm, Batı de16 ğerlerinin hepsine sahipmiş… Yani kendi içleri ile yüzleşince, “Müslümanım” yargısının ve aidiyetinin sanıldığı gibi “vahyî” olmadığını kavrıyorlar… Nihâyet Müslümanlığın(!) örflerin, gelenek ve göreneklerin toplamından ibaret olduğunu kavrıyorlar… Yüzyıllardır, îmânın üzerlerine iliştirildiğinin, hatta püskürtüldüğünün farkına varıyorlar… Egemenlerin kabul edeceği her kalıba girmeye hazır bekliyorlar… Ve üzerlerinden baskı kalkınca, ayaklarından bukağı çıkarılınca, kişiliklerinin gavurlaşmaya müsait ne kadar münbit bir arazi olduğunu, nasıl imkanlarla ve kabiliyetlerle mücehhez olduklarını bit-tecrübe anlıyorlar!... Belki de, daha doğrusu kesin olarak; içinde yaşadığımız durum; vahyin delâletinden kaçıp, rehber olarak aklı kutsayanların düştüğü dalâlet gayyasındaki çirkefe, kendileri ile birlikte tüm insanlığı saplayanların eseridir… Gerçekten insanlığı kendileri ile birlikte tek yumruk yapıp dalâlet gayyasındaki çirkefin içine sapladılar… Şu yanlışlığa düşmemek gerek; modernitenin olumsuzlukları sadece müelliflerinin dışındakileri etkilemiyor… Aynı zamanda bu uygarlığın yaratıcısı olan ulusları da pençesi içine almış durumda… Yani küreselleşme, postmodernite birilerinin imal edip, istediklerinin veya istemediklerinin üzerine serptikleri zehirli bir toz, bir gaz, bir ilaç değildir. Ama bu hasta uygarlığın olumsuzlukları hangi tarafta daha ağır seyrediyor? Müelliflerinde mi? Meclûblarında, soğurulmuş olanlarda mı? Bu tartışılır… Fakat, fakat “vahy”in asırlardır sadece sözünü edenler ne yapıyordu bu süreçte? Onlar da vahyi kelimelerde kaybettiler… Sadece “Bal!, Bal! Bal!” demekle ağız tatlanmaz… Papağan; birkaç kelimeyi ezberlemekle, düşünme ve dil nimetine sahip olamaz!... Gönlün, kalbin, ruhun eşlik etmediği; dilsel bir pratik (zikr!?), zamanla anlamı zehirledi ve “anlamsızlık” duygusunun çukuruna mı fırlattı bu insanları? Hikmetini araştırmadan, boğazlarından aşağı inmeden, kalblere inmeden, asırlardır tekrarladıkları âyetler, bunlarda “saçma” duygusunu mu 17 tetikledi?...9 Bu şekilde yapılan vaazlar(?), îmânlarından şüpheye mi düşürdü bu adamları? Kısacası bu adamları meslekleri(?) manen zehirledi mi? Meslek deformasyonuna mı uğradılar? Hatta mesleki mutasyona… Onyıllardır aynı mesleği yapan insanlar, zamanla mesleklerinden soğurlar, bazen düşman kesilirler! Zaman belirtemeyeceğim ama bir süre “felsefe okutmak”tan korkunç derecede soğudum… Çünkü meslek olarak “felsefe okutmak” bana giran geliyordu… “Felsefe”nin ekmeğini yemek… Hazmedemiyordum… Sosyoloji, psikoloji veya eğitim derslerini okuturken bu kadar rahatsız olmuyordum!.. “Felsefe okutma” ya düşman hale geldim… Bizim, Sokrat Ustanın sofistleri eleştiri noktalarından en önemlisi, “felsefeyi para ile öğrettikleri” idi… Sokrat Usta onları hor görüyordu… 9) Muhammed bin İbrahim, Ebu Seleme ile Ata ibni Yesar’dan haber verdi ki bu ikisi Ebu Said (Radiyallahu Anh)’a gelmiş ve kendisinden Haruriyye hakkında şöyle soru sormuşlardır: −“Sen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den Haruriyye’yi zikrederken duydun mu? Ebu Said (Radiyallahu Anh): −Ben Haruriyye’nin kimler olduğunu bilmiyorum. Lakin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittim: −‘Bu ümmet içinde öyle bir kavim çıkacak ki siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı küçük göreceksiniz. Onlar; Kur’an’da okuyacaklar, fakat Kur’an onların boğazlarını geçmeyecek. Onlar okun avdan çıkdığı gibi dinden çıkacaklar…’ buyurdu.” Müslim 147, Buhari 6796, 6797 Ali bin Ebi Talib (Radiyallahu Anh) şöyle demiştir: “Ben size Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den bir hadis tahdis ettiğimde andolsun ki gökden düşmem bana O’nun dilinden yalan uydurmamdan daha sevimlidir. Ben Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittim: ‘Zamanın sonunda yaşları küçük, akılları zayıf bir kavim meydana çıkacaktır. Onlar mahlûkatın hayırlısı olan Nebinin sözünü söyleyecekler. Fakat bunların îmânları boğazlarından öteye geçmeyecektir. Onlar okun avdan çıkışı gibi dinden çıkacaklar. Siz onlara nerede rastgelirseniz, onları öldürünüz. Çünkü bunları öldürmekte, öldüren kişiye kıyamet gününde ecir ve sevab vardır’ buyurdu.” Buhari 6795, 6796, Ebu Davud 4765, 4767 18 Başka dersler okuturken, kuşkusuz ben yine felsefe mütalaâ ediyordum, ama meslek olarak değil!... İslâmî hizmetleri meslek haline getirmek!… İslâmî hizmetleri icra etmek bir meslek midir? İslâmî hizmet karşılığı ücret alınabilir mi? Bir insan hem İslâmî bir hizmet yapacak, hem para alacak, hem Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin emrini yerine getirdiği için sevap kazanacak, hem de rıza-i ilahîyi tahsil etmenin umudu içinde olacak! Tek gayesi terk-i mâsivâ olan tarikatın, şeyhi olduğunu iddia eden bir adam, “hizmet ödülü” alacak… Kendileri böyle kavramsallaştırıyor… Bu dünyada “ödül”ünü aldı… Daha ne bekliyor ahirette? Benim kafam karıştı… Bir işe iki ücret ödenmez… Bu dünyada ücretini alan, mahsuplaşmış, hesabını kapatmıştır, öte dünyada alacağı kalmış mıdır? Bu bir suistimaldir “bence”! Ülkede demokrasi(!) var… “Sizce” de farklı olabilir… Bir de emeklilik meselesi var! İslâmî hizmet konusundaki oportünizm meselesini, hakça bir sonuca ulaştırabilmek için, bir de şöyle anlatmayı deneyeceğim: Bir müzisyen, meslek olarak para karşılığı hem bir enstrüman çalar, hem parasını alır, hem de estetik coşu yaşayabilir! Bir şarkıcı meslek olarak, şarkı söyler, parasını alır, hem de estetik bir haz duyabilir… Bir futbolcu meslek olarak para karşılığı hem maç yapar, hem prestij kazanır, hem de oynadığı futboldan haz duyabilir, zevk alabilir! Temizlik aşığı bir bayan, bir otelde temizlik yapar. Meslek olarak parasını alır, aynı zamanda yaptığı temizliğin de hazzını yaşar ve iftihar da edebilir.... Benimkisi de hastalık… Daha sonra gelecek… Obssesyon… Yani plak takıldı… Bırakın efendilerinizin(!) fetvalarını(!) Murad-ı Îlâhî nedir? Nebiyy-i Zîşân’ın bu konuda bir talimatları var mıdır? Allah ve Resulünün olduğu noktada “efendi” yoktur… “Efendi”leriniz umurumda değil! Edille-i Şer’iyye’ye dikkat! “Hayâ îmândandır.” Biz fetva verecek değiliz… Biz hayâ sahibi insanlarız… Biz sadece usûl tarafıyla, biz sadece tefekkür 19 yanıyla ilgileniyoruz meselenin…. Bütün amacımız Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat îmânına sahip, Müslümanları “içirilmiş – yutturulmuş” beşerî değerler üzerinde tefekkür ve teemmüle davet etmek, onu huzursuz etmek… Alışıyoruz! Alışıyoruz! Alışıyoruz! Alışmaya alışıyoruz! Alışmaya alışıyoruz! Alışmaya alışıyoruz! Alışmaya alışmayınız! Alışmaya alışmayınız! Alışmaya alışmayınız!.. Bizim gibi “kocakarı îmânına sahip, pazarlıksız îmân sahibi, sıradan Müslüman! (sıradan insan değerlendirmemiz çok farklı, kavramsallaştırmaya dikkat! Sıradan Müslüman olmak çok büyük bir mazhariyet) Önce yaşıyoruz veya bize önce yaşatıyorlar, sonra inanıyoruz! Tam materyalist bir ethos! Yaşadığımıza, hayat pratiklerimize inanıyoruz! Bugüne kadar hiç düşündünüz mü; İslâmî hizmet karşılığı ücret alınabilir mi? Şu veya bu mülahazalarla ücret almak meşru hale gelirse, bu ücret alan üzerinde nasıl etki yapar? Acaba din görevlilerinin bugünkü durumunda, (kavramsallaştırmadan kaçınıyorum. Kendi vicdanımda, kırıcı nitelemeler yapma hakkı bulamıyorum… Memur değil miyiz? Hepimiz aynıyız!... TC vatandaşı değil miyiz? Hepimiz aynıyız!) İslâmî hizmet karşılığı aldığı ücretin etkisi olmasın? Evet, hepimiz memuruz, ama buna rağmen Peygamber-i Zîşân’ın halifesi olduklarını iddia edenlerin sorumluluğu çok daha fazla… Benim gibi sıradan bir Müslüman! partisi, toplumsal birliği(tarikat?, cemaat?), tahsisen inancını, kendi anlayışına, hevâ ve hevesine göre tanzim ve inşâ eden bir vakfı, bir derneği olmayan, pazarlıksız inanan bir Müslüman, şu arz edeceğim Hadis-i Şerif üzerinde teemmül, tefahhus ve tefekküre davet ediyor sizi! Bizim lâf ü güzâflarımızı, kıyl u kâl’imizi bir tarafa bırakın! Ama bazı görülmeyenleri görüp, onları dikkatinize arz edebiliyorsak, bu konularda da hassasiyet, tezekkür, tefekkür taleb etmek hakkımız… 20 {Müslim’in bir rivâyetinde (Huzeyfe Radiyallahu Anh) anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm’ı işittim. Demişti ki: “Fitneler tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hâsıl olur. Böylece iki ayrı kalb ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevâdan (beşerî değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya bâtıl) bilir.”}10 Bu hadis-i şerifi, nakilden sonra yazar şöyle bir açıklama yapıyor: {Bizim dikkat çekeceğimiz bir mucize de fitneye düşenlerin psikolojik halleri ile ilgili beyanlarıdır. Bunu da bir mucize olarak değerlendirmemize hiçbir mâni yoktur. Fitneye tam olarak düşmüş olan kimsede herkesçe müsellem olan değerlerin kaybolduğu, kendisine “içirilen” – ki yutturulan diye tercüme ettik- dışında bir değer tanımadığı belirtilmiştir.}11 (Burada bir parantez açmak ihtiyacı hasıl oldu: “Herkesçe müsellem olan değerler” ne demek?… Yazarın İslâmî şuurunu takdirlerinize arz ederim. Fakat merhum Nurcu idi, onların da İslâmî şuur düzeyi bu! “Herkesçe müsellem olan değerler” kaybolmamışsa fitneye düşmemiş demek midir? Hâdî-i Mutlak Celle Celâlühu Hazretleri, cümlemize Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat şuuru nasip etsin! Bunların hepsi Durkheim’ci, tabii bilmeden veya zihniyet dünyaları o şekilde dizayn edilmiş.) Biz ihlasımızı bozmayalım, Hadis-i Şerif üzerinde odaklanalım…. Fakat yine de bir noktaya dikkat çekmeden geçemeyeceğim. Bu şuursuz Müslümanlar, neredeyse, bir bakıma bizzat hadisin muhatabı kendileri, fakat farkında değiller… İslâmî tefekkürden mahrum, papağanlar! Bir türlü İslâmın bir medeniyet-düzen-nizam olduğunu anlayamadılar… Hadisin 10)���������������������������������������������������������������� İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Ankara, Akçağ, 1992, sh: 13 / 401 11)���������������������� A.g.e. sh. 13 / 402 21 metninde “ma’rûf” ve “münker” olarak geçiyor. Çeviri, “iyi”, “kötü”… Sadece bir örnek, Elmalılı şöyle tanımlıyor: “Ma’rûf; muktezây-ı din olan tâatullah12.” Bir kere, “iyi-kötü” felsefe terminolojisinde kullanılan etik değerlerdir… Ne kadar filozof varsa o kadar “iyi” veya “ kötü” vardır… Veya ne kadar felsefe ekolü varsa o kadar “iyi” ve “ kötü” vardır… Tam hevâ ve hevese göre… “Toplum tarafından kabul edilen eylem ve düşünceler”, diye bir tanım yapacaksak… Avrupa’da Lûtilerin evlilikleri yasallaştı… O zaman “iyi”dir, bu davranış… Bazıları protesto ediyor! Halkın tapınağı olan, kutsal parlamentoları tarafından kabul edildi… Protestolar demokrasinin gereği… Hatırlayalım ne diyordu Elmalılı: “Daha sonra bu Rablik imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir.” 13 Kendimizi sahipsiz sanmayalım Rablik imtiyazına sahip kişilerimiz var bizim de parlamentomuzda… Bugün Avrupa’da ve dünya genelinde “evlilik dışı birliktelik” çok yaygın, o zaman “iyi”dir… Bir türlü anlayamadınız, bırakın her şeyi bir tarafa; siz İngilizcedeki “destiny” kavramını, “ kader” diye çeviremezsiniz! Çünkü bunlar eşanlamlı kavramlar değil! İslâm Medeniyeti’nde “kader”in anlamı ile Batı Uygarlığında, “destiny” kavramının anlamı farklı… Bir; tercüme mümkün değil! İki; uygarlıkların bilimsel, düşünsel terminolojilerine ait kavramların çevrilmesi cinâyettir, olduğu gibi alınmalıdır… Eğer varsa ki, var, İslâmî tefekkürdeki anlam kaymalarının en önemli sebeplerinden biri de bu kavram tercümeleri… Bir de iki uygarlığa tam vakıf olamamış insanlar tarafından yapılmış tercümeleri düşünün! Bir uygarlığın içinde kalmakla, görmeden bakmakla o uygarlığa “vâkıf ” olunamaz! Ancak o uygarlığa kafanızı vakfedersiniz!.. Bu son yargı da doğru değil! Ama kendimi ironinin şehvetine kaptırdım! 12)������������������������������������������������������������������������������������� Ayrıca, Elmalılı: Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Diyanet İşleri Reisliği, 1935, 3 / 2357 13)�������������������������������������������������������������������������������� Elmalılı, :Hak Dini Kur’an Dili, sadeleştirenler. İsmail Karaçam v.d. İstanbul Azim, sh. 4 / 320 22 Bırakın Müslüman’ı, tarafsız, haysiyet sahibi bir bilim adamı için; “Ma’rûf”, “iyi” ile; “münker”, “kötü” ile eşanlamlı (sinonim) değildir… “Ma’rûf ” ve “münker” İslâm medeniyetine ait, muhtevaları tamamen İslâmî manalarla meşbû mefhumlar iken; “iyi” ve “kötü” tamamen seküler içerikli kavramlardır… Bir kış yoğun iş yükü altında canı çıkmış maddî imkân sahibi bir insan için, çoluk çocuğu ile bilmem ne adalarında denize girerek, akşamları ufak ufak viskisini yudumlarken, basit şans oyunlarına katılarak dinlenmek çok “iyi” bir tatildir, ama “ma’rûf ” değildir… Sizin gibilerin İslâmı PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) olarak kabul edip, kafa bulmaları, teselli olmaları “iyi” olabilir, ama “ma’rûf ” değildir… İhlâslı Müslüman! Tuzağa düşme! “Ama on yıllardır bu kavramlar âlimlerimiz tarafından böyle kullanılmış!” deme… Bu “âlim” dediklerin kaç gigabaytlık adamlar? Bir flash belleğe dünyanın kütüphaneleri sığıyor… Bugün dünyada Google amcadan âlim kimse var mı? Biz eskilerin “ayaklı kütüphane” şeklinde kavramsallaştırdıkları “ezberci” tipleri de ciddiye almıyoruz! Ve İslâm tefekkürüne en büyük ihaneti bunların yaptığına inanıyoruz! Tefekkür… Tezekkür… Tefahhus… Tefakkuh… “Atalara Tapınma” dininden vazgeç!... İşte bak! O zihniyet, bin yıldır İslâm tefekkürünü ne hale getirdi? İmam-ı Gazali Hazretlerinin vefatı, miladî 1111…..14 Hiç değilse fem-i Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’den dökülen mefhumları olduğu gibi alın… Gündelik dile ait olmayanları… Şimdi görüyor musunuz? Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz sıradanlaştırılınca…. Artık bir sath-ı maildeyiz… Bir noktada duramazsınız… Artık alçal ki, yerin bu yer değildir, alçalmanın da bir sınırı var değildir! İşte böylece opor14)�������������������������������������������������������������������������������� “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Cuma Suresi, 5, Âyet-i Kerime 23 tünizme bir kapı aralanır… Ve böylece oportünist değişim operasyonu yapılabilir… Bunlarınki “iyi” bir estetik operasyon!... İhlaslı, sıradan, “basit” Müslüman! Kocakarı îmânına sahip, pazarlıksız Müslüman! Hadis-i Şerif ’i anlamaya çalışalım… Acaba şu içinde bulunduğumuz zaman, işaret edilen zaman mıdır? Ben bilemem! Fikir yürütmek, haddim de değil!… Ama hükmü genel olarak alırsak, demek ki; hevâ ve hevesle oluşturulan, beşerî değerler bize Nebevî mefhumlarla ifade edersek “içiriliyor”… Hem de çocuğa verilen, tatlı ile karıştırılan acı şuruplar gibi… Lütfen! Bu noktaya dikkat et! Oportünist aktörleri tanımada çok yararlı olacak!... Ama çocuğa içirilen ilaç! Ya bize içirilenler, yutturulanlar??? Bize kopkoyu, konsantre küfür içiriliyor!... Hatta nükleer küfür! Bize de nefsimizle ambalajlayıp, içiriyorlar, yutturuyorlar… Öyle bir pazarlama dehası ki reddi mümkün değil! Bir arkadaşımız, kendini “Müslüman” diye niteleyen bir grubun biraz elit bir toplantısına katılmış, hem de onyıl önce… Şehrin kendilerine yakın zenginleri değerlendiriliyor: “Şuna da plaket verelim! Teşvik olur! Şuna verelim parasından istifade ederiz!“ Ve benzeri cümleler, böylece insanların nefsaniyetleri okşanarak dehhameleştiriliyor, bir nevi psikolojik tacizle, “hizmete” mecbur tutuluyor… Yapılan İslâmiyet’e mi hizmet, nefse mi hizmet? Yukarıda işaret ettim, bu ülkede bir “şeyhe” hizmet ödülü veriliyor, o da alıyor… Ne kadar zavallı insanlar! İhtiraslarını saklayabilecek iradeden bile mahrumlar! Kur’an okuma yarışması? Vaaz yarışması? Çıldırmış bu insanlar?!!! Tarikatlar tertipliyorlar bu aktiviteleri! Nefsin dehhameleşmesine dayanan, hasbî ve ihlâsla insanın parmağını kımıldatmasının mümkün olmadığı, rekabetçi gâvur sistemlerini aynen alıyorlar… Düşünün böyle bir nefsi azizleştirmeye dayanan eğitimle yetişen din adamlarını! Bırak bu ve benzerlerini; İhlâslı, sıradan, otuz iki dişini ruhuna gömmüş, basit Müslüman! Kocakarı îmânına sahip, pazarlıksız Müslüman! Biz dertleşelim… Birlikte derdimize çare bulmaya çalışalım… “Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!” 24 Zihnimiz ve gönlümüzü masanın üzerine devirelim! Dökülenler, sanki kendimize ait değilmiş gibi, keselim, biçelim, acımasızca bir muhasebesini yapalım! Kimler neler içirmiş, kimler neler yutturmuş… Şunlar TV’den, şunlar gazeteden, şunlar öğretmenimden, şunlar komşudan, şunlar sözde şeyhden, şunlar sözde üstaddan, şunlar sözde hocadan, şunlar sözde kanaat önderinden, şunlar filozoflardan, şunlar gâvur sanatçılarından! Dikkat et! Sıradan Müslüman; gönlümüzde ve zihnimizde Allahü Zül-Celâl Hazretleri’nden ve Cenab-ı Fahr-ı Risalet’ten hiçbir şey yok! Gönlümüz o kadar dolu ki, onlara yer yok! Ama farkında değiliz! Bizim bu halimiz tevhidi gölgelemiyor mu? İslâmî sahadaki oportünizm meselesini masaya yatırmak için, ben İslâmî hizmet karşılığı ücret meselesini bir emsal vakıa olarak aldım… Ben sadece dikkat çekmek istiyorum… Meseleyi hal etmek gibi bir niyetim de, ehliyetim de, hayâsızlığım da yok! Fakat Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat îmânına bağlı olduğunu sözde iddia edenler için, Hanefî hassasiyeti iddiasında bulunanlar için, temel kaynak olan Mebsût’tan bir iktibas: {{Hanefîlerin bu konudaki delili ise; Mirdas es-Sülemi (Radiyallahu Anh) nin rivâyet ettiği Peygamber (Salllallahu Aleyhi Vesellem ) ‘in; “Ekmek kırıntılarından ve Allah’ın Kitabı’nı okumak üzerine -maddî bir bedeli- koşul koymaktan sakın.”15 Şeklindeki hadisi ile Übeyy b. Ka’b (Radıyallahu Anh’ın şu hadisidir: Übeyy Bin Ka’b (Radıyallahu Anh), bir kimseye Kur’ân’dan bir sûre öğrettiği zaman kendisine bir yay verilmişti. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Übeyy’e; - “Allah’ın seni ateşten bir yay gibi yamultmasını ister misin?”, dedi. Übeyy b. Ka’b; 15) İbn Hacer, el-lsâbe fi temyîzi’s-sahâbe, VI/76; Şevkânî, el-Fevâidü’l- mecmûa, 1/277. 25 -Hayır, dedi. “Bu yayı sana verene iade et”16 buyurdu. Osman b. Ebû’lÂs (Radıyallahu Anh)’ın rivâyet ettiği hadiste Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; “Müezzin olarak görevlendirildiğin takdirde, ezan okumaktan dolayı ücret alma”.17 “İbadet ve taat işleyen kimsenin işlediği iş, sadece Allahü Teâlâ içindir.” Dolayısıyla bu kişinin işlediği iş, kendisini ücretle tutan kimseye ait olmaz. Ribat (han) ve mescid inşaatından farklı olarak bu kişiye bu işinden dolayı ücret gerekmez. Ribat ve mescit inşaatındaki işin kâfir tarafından da yapılabilecek olması delil kabul edilerek; bu inşaat işi, sırf hâlis bir ibadet sayılmaz. Bunun delili şudur. Müezzin ve namaz kıldıran imam, Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in halifesidir. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ise, görevinden dolayı hiçbir ücret almamıştır. Nitekim Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır; “De ki: Ben, sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum.” 18Halife de böyledir. }}19 Mebsût’tan yaptığımız iktibas burada bitiyor. Bir iktibas daha yapmak istiyorum, Ebu Tâlib El-Mekkî, “İmamlık Yapmanın Şartları” diye bir başlık açar ve şöyle der: 16) İbn Ebû Şeybe, Musannef, İV/341; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/315; İbn Mâce, Ticârât 8; Ebû Dâvûd, Büyü’ 36; Hâkim, Müstedrek, H/48; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI/125. 17) Ahmed b. Hanbel, Müsned, İV/21; İbn Mâce, Ezan 3; Ebû Dâvûd, Salât 39; Tirmizî, Salât 41; Nesâî, Ezan 32; İbn Hibbân, Sahih, 1/221; Hâkim, Müstedrek, 1/314. 18) Eş- Şûrâ Suresi: 42 / 23 19)�������������������������������������������������������������������������������� Serahsî, Mebsût, Editör: M. Cevat Akşit, İstanbul, Gümüşev yay., 2008, sh. 4 / 291 26 {İmam olan kişi; abdest ve temizliğe karşı son derece dikkatli, namazı tam olarak kıldırma konusunda titiz ve imamlığı ihlâs ile yaptığına insanların güvenlerinin tam olması gerekir. Kişi imamlığı sırf Allahü Teâlâ’nın rızasını ve katında vaat ettiklerini kazanmak için yapmalıdır. Kıldırdığı namaz için ücret alması helal olmadığı gibi, namaza bir davet niteliğinde bulunan ezan için de ücret alınması helal olmaz. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Osman b. Ebi’l-Âs es-Sakafî’ye (Radıyallahu Anh’a şöyle buyurmuştur: “Okuduğu ezan için ücret almayan bir müezzin edin!” İnsanları namaza davet eden müezzinin ücret alması helâl olmaz ise; Allahü Teâlâ ile kulları arasında durarak namaz kıldıran kişinin ücret alması nasıl helâl olabilir? Seleften biri şöyle der: “Peygamberlerden sonra en faziletli olanlar âlimler, âlimlerden sonra en faziletli olan ise namaz kıldıran imamlardır; çünkü imamlar, Allahü Teâlâ ile kulları arasında durmaktadırlar.” Bu sıralamanın izahı şudur: Peygamberlerin faziletinin kaynağı nübüvvet, âlimlerin faziletinin kaynağı ilim ve imamların üstünlüğünün kaynağı ise dinin direği sayılan namazdır. Hilafete Hz. Ali Radıyallahu Anh yerine Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh’ın tercih edilişi; burada açıklanan gerekçe ile, yani Resûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh’ı namaz kıldırmaya ehil görmesi ile izah edilmiştir. Buna dayanarak Sahâbe-i Kiram şöyle demişlerdir: “Üzerinde düşündüğümüzde, namazın dinin direği olduğunu anladık. Resûlullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) dinimiz için seçtiği kişiyi biz de dünyamız için seçtik!” 27 Sahabe-i Kiramdan biri Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) e gelerek: -”Ey Allah’ın Resulü! Bana, cennete girmemi sağlayacak bir amel göster! Dedi; Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem): -Müezzinlik yap! Buyurdular; adam: -Bunu yapamam! Dedi. Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem): -İmamlık yap! Buyurdu, adam: -Bunu da yapamam! Dedi, bunu üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi Vesellem): -Öyleyse imamın hemen arkasında (ilk safta) namaz kıl!” 20 Çok hürmet ettiğimiz merhum bir hoca efendi vardı: {İslâmî hizmet karşılığı ücret alınamaz! “Ama camiyi açıp, kapıyor”, diye, “o iş için ücret alabilir”, diyoruz..} gibi bir mütalâa serdediyordu.” Şuradaki mantık sefaletini görüyorsunuz! Şuradaki oportünizmi görüyorsunuz! Şuradaki hayâsızlığı görüyorsunuz! Şuradaki Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni kandırmaya yeltenişi görüyorsunuz! Şuradaki muberrâ, muazzez, muhterem, mücellâ Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’yi şâibe altında bırakmayı görüyorsunuz! Şuradaki hile-i şer’iyye’yi21 görüyorsunuz! Peki! İslâmî tefekkürün niçin yosun tuttuğunu görebiliyor musunuz? İslâmî tefekkürün niçin kelepçelendiğini görebiliyor musunuz? İslâmî tefekkürün nasıl kilitlendiğini görebiliyor musunuz? İslâmî tefekkürün nasıl yaratıcılığını kaybettiğini görebiliyor musunuz? İslâmî tefekkürün niçin, İslâmî 20)����������������������������������������������������������������������������� Ebu Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l – Kulûb, Çev. Dilaver Selvi-Ali Kaya, İstanbul, Semerkand, 2011, sh. 4 / 282 21)�������������������������������������������������������������������������������� Bu konuda şu kitapta biraz daha geniş malumat bulabilirsiniz: Ali Biraderoğlu, Tarih ve Değişim, sh.235 28 usûlle, ortaya çıkan meseleleri çözme imkânını kaybettiğini anlıyor musunuz? İslâmî tefekkürün sadece mefhumların kendi içinde spekülatif bir biçimde dolanıp, düğümlendiğini, patinaj yaptığını anlayabiliyor musunuz? Bu tahlilî tefekkür değil! Bu terkibî tefekkür de değil! Bu hayasızca bir oportünizm! Maalesef medreseler asırlardır cedeli usûl olarak kabul etmişler… Nefslerin didişmesi! Didişim… Niçin İslâm medeniyetinin bu halde bulunduğunu anlayabiliyor musunuz? Ve bütün bunların tabiî bir neticesi olarak, niçin oluk oluk Müslüman kanı aktığını anlayabiliyor musunuz? Asırlardır İslâmî tefekkür adına tek faaliyetimiz Hakk’ı ve halkı kandırmak… Bu önce ahlâk, sonra mantık sefaletinin temelinde de müteal varlığı insanlaştırma var. (antromorfizm) Burada bizim gibi mürtecilerin, bizim gibi yobazların, bizim gibi Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’ye pazarlıksız bağlı kişilerin en büyük düşmanları ham yobaz ve kaba softadır! Burada nefs-i emmaresi rencide olmuş ham yobaz ve kaba softanın hemen itiraz noktasını düşünmemiz lâzım… Yoksa hüsn ü niyetli, saf Müslümanları kandırabilirler… “Yaratıcı düşünme!” Bu kavrama itiraz edebilirler… Çünkü muhatap oldum. Bunların meslekleri meşrepleri hiç fark etmez… Benim muhatabım uzmanlık alanı positive tabiat bilimleri olan bir akademisyendi… Bunun için, hemen şunu işaret edelim ki; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin Hâlik, Bâri, Fâtır, Muhyî, Munşi v.b. 22 isim ve sıfatının22 , Türkçe’deki “yaratma, yaratıcı” 23 kavramları ile hiçbir ilgisi yok… Ayrıca Kur’ân-ı Azimü’ş-şan’ın ıstılahına ait bu mefhumlardaki İslâmî özü; kısır dillerin, kısır kelimelerine hapsetmeye kalkmak bir mantık sefaletidir… Hele Türkçe gibi, tefekkür bakımından işlenmemiş, çokanlamlılığı (abluguty) çok, imkanları sınırlı bir dilin kelimelerine (henüz sofistike kavramlar haline gelememiş) İslâmî mefhumları hapis edemezsiniz, o dar kalıplara sığ22)������������������������������������������������������������������������ İsmail Karagöz, Esma-i Hüsna, Ankara, DİB, 2007, sh. 188; Ayrıca bak! Vuslat Turâbî, Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul, Altınoluk, 2008, sh. 65 …; … 23)�������������������������� TDK sözlüğü, sh: II / 1598 29 dıramazsınız!... Siz Türkçe’deki “yaratma” kavramının içine Allah Celle Celalühü’nun sıfatlarını tıkıştıramazsınız.. Bütün bu mütalaâlarım tefekkür erbabı içindir. Günde 150-200 kelime tipi ile konuşan, misal olarak; ayakkabıcı, öğretmen, mühendis, hamal, doktor, akademisyen, kasap, avukat, yazar, çizer, gazeteci gibi meslek erbabından halka sözümüz yok! Biz “halk”a saygılıyız!... Bir soru daha: Bir beldede İslâmî hizmet karşılığı ücret verilmesi örf haline gelmişse; bir din görevlisi meslek sahibi olarak veya sıradan bir Müslüman; fiyat kesmeden bir Müslümana Kur’ân okumayı öğretmişse, o kişinin kendi rızası ile verdiği maddî bir karşılığı alabilir mi? Altını çizdiğimiz noktaya dikkat et! Oportünizmin tuzaklarını sezdirmeye çalışıyorum! Yani bir beldede İslâmî hizmet karşılığı ücret verilmesi örf haline gelmişse; sen önceden ücreti kesmemiş olsan da, sonunda para alacağını biliyorsun, hizmeti alan da vereceğini… Ve asıl önemlisi kalplerdeki saklıyı, gizliyi bilen Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri de!... Biz fetva vermiyoruz!... Gönül yakanıza yapışıp, sizin vicdanınızı sarsıyoruz… Çünkü biz şu anda içinde bulunulan durumun basit kanaat (ictihad mefhumunu kullanmak istemedim!) farklarından doğduğunu düşünmüyoruz! Bize ciddi manada ve çok derinde itikadî meseleler var gibi geliyor! Temelde îmânî meseleler… Yukarıdaki soruyu bir daha oku! Önce şuna karar ver! Transcendantal, aşkın, müteal bir varlığa mı inanıyorsun? Yoksa Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne mi? Eğer Allah-u Teâlâ’ya inanıyorum, diyorsan, sadece şu mealini verdiğim âyet-i celilerin tefsirini oku, anlamaya çalış: “Daha bilmediler mi ki, Allah, onların sırlarını da fısıltılarını da muhakkak ki bilir. Ve şüphe yok ki, Allah gaybleri pek iyi bilendir.”24 “Allah sinelerin özünü dahi bilir.”25 24)��������������������� Tevbe Suresi: 9 / 78 25)��������������������������� Al-i İmran Suresi: 3 / 154 30 {De ki: “İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Bütün göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadirdir.”}26 Yukarıdaki soruyu ve genel olarak da hile-i şer’iyye gibi temelde, Allah tasavvuru ile ilgili konuları bir daha düşün! “Faizsiz banka olur mu?” İslâm’ı, bir savunma mekanizması olarak telakki etmeyen, bir îmân mevzuu bilen, bizim gibi basit Müslüman!... Hatta bazı yörelerde “boz” tabiri kullanılıyor… Hoş bir tabir… Toplumda dikkat çekmeyen, varlığı hissedilmeyen, hayâsından dolayı, yere basmadan yürüyen mümin… Boz Müslüman… Adamın biri köye muhtar olur… Çıkmış damın üzerine, ilk nutkunu veriyor: {Arkadaşlar! Şimdiye kadar ben de sizin gibi “boz” bir insandım, işte şimdi muhtar oldum…} Karısı da komşulara yakınıyormuş… “Aman komşular muhtar gömleği yıkamak ne kadar zormuş!” Dilin imkânlarından yararlanmaya çalışıyoruz… Türkçe zaten çok fakir bir dil! Boz Müslüman! Muhtar (Köyde muhtar iktidarın, gücün, hatta bazen aristokrasinin sembolüdür) olmayan Müslüman… Dünyevî iktidar sahibi olmayan Müslüman… Maddî imkânı, şanı, şöhreti, riyası olmayan Müslüman! Gömleği kolay yıkanan Müslüman! İnşallah ruz-ı mahşerde hesabı kolay görülen Müslüman… Umrede görürsün! Herkes gibi, bembeyaz bir kefene bürünmüş, yere basmaya hayâ eden boz Müslüman… Varlığı hissedilmez! Yokluğu hissedilmez! Veya en doğrusu “yok!” gibi “ var!”… Belki de asıl o “var!” Bir bakarsın koskoca Mescid’in en geniş kısmının orta yerinde koyunlar gibi toplaşmış bir grup… Renklerin en güzeli yeşilin deha eseri bir tercihle seçtikleri en iğrenç tonunda başlarında birer nesne… Ve iğrenirsin! Bu kadar ucb, bu kadar kibir, bu kadar nefsaniyet! Evet, Bu kadar nefsaniyet! Patolojik bir durum! Zavallılar Allah Celle Celalühü’ya değil, insanlara yalvarıyorlar: 26)�������������������������� Al-i İmran Suresi: 3 / 29 31 {Ne olur beni fark edin… Ben “hiç bir şey” değilim! Dini istismar ederek “bir şey” olmak istiyorum!} Bunlara en büyük ceza, onları fark etmemek!... Ve anlarsın ki; Türkiyeli bir gurup! Ve yine inkisarla anlarsın ki; sözde bir tarikata mensubiyet! Nasıl her şey iğreti! “Nasıl her şey ölü yüzde düzgün ve boya” Nasıl her şey maddî ve ruhî makyaj!... Altta pantolon, üstünde tişört! Yalan söylemeyim, ama galiba boyunda Türk bayraklı, T.C. DİB’inin verdiği bir kimlik! O mukaddes mekânları PDR ( Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik ) merkezi haline çevirmeye hakkınız var mı? Galiba cennete(!) de boyunlarındaki o kimlikle gidecekler… Asıl olan Devlet İktidarına yaslanmak için, konjonktürel olan hükümet iktidarının sahipleri ve yandaşları olan dinciler de ulusalcı oldu… Bayrağa kutsal anlamlar verme savaşındalar… Nasıl olsa İstiklal Marşında da ezan geçiyor, Allah geçiyor… Öyleyse İslâm devleti(!)... Hiç utanmaz mısınız? Laik bir devlette dinî bir aidiyet olamaz!... Laik devlette, devlet bütün dinlere eşit mesafede değil! Laik devlet, bütün dinleri eşit mesafedeki bir uzaklığa kovalar! Eline sopayı alıp, haylaz çocukları kovalayan öğretmen gibi…. İlk hedefi de kendi otoritesini tehdit ihtimali olan güçlü, yaramaz gruptur… Gözü daima onların üzerindedir! Onların adam(!) olanları hariç!... Onlar havuç-sopa yöntemi ile terbiye edilir… Zaten onlar da müesses nizama hizmete teşne! Boz Müslüman! Ben her meselenin temelinin îmân ve ondan sonra “helâl lokma” olduğuna inandığım için her fırsatta bu konuya dikkat çekiyorum… Her ibadetin birinci şartı “helâl lokma”… Ama birileri bu meseleyi olup bitmiş gibi rafa kaldırıyor… Hâlbuki mesele yerli yerinde duruyor… Bu durum dincilerin de işine geldiği, nefslerine hoş geldiği için ses çıkarmıyorlar… İslâm’da birinci nokta, önemli olan kazanma, harcama değil! Önce helâl kazanç!.. Kumarbazın gece kumarda kazandığı parayı, gündüz dağıtması “hayır” değildir. Ayrıca biz Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’nin hayata ve devlete egemen olmadığı 32 bir toplumda “helâl” diye bir kategorinin olmadığını iddia ediyoruz… Ve bu şartlarda İslâmî hizmet karşılığı ücret alınır mı? Biraz önce bir din görevlisi ezan(!) okuyor, bizim pencereden duyuluyor… Maalesef, üzülerek söylüyorum, gönlümün bir hücresinde dahi en ufak bir ihtizaz, raşe bile yok, ürperme yok! Diyebilirsin ki: “Senin gönlün nasır bağlamış!” Hayır diyemem! Laik, demokrat, “toplumun siyasî, iktisadî, hukukî esaslarının kısmi de olsa dînî inançlara uydurulmasının” anayasaca yasak edilmiş olduğu bir devlete hizmet ederek, kırk yıl memur maaşı, on küsur yıldır da emekli maaşı yiyen bir insanın kalbi nasıl olursa, benimkisi de öyle! Aynı müftü(!), imam(!), müezzin(!), şeyh(!) kalbi gibi! Tıpkı hizmet(!) erbabı kalbi gibi! Tıpkı ödüllü emekli memur-sözde şeyh kalbi gibi! İslâmî hizmet karşılığı ücret alan bu memurlara da üzülüyoruz! Adamlar mesleğini icra ediyor! Biraz da bu yaptıkları iş onların vitrini! Orada kendini tanıtacak ki, bir yerlere davet edilsin, programlara v.s. Sanatçı (!) jargonunda “extra” deniyormuş! Ben anlamıyorum ama, müjde, “yeşil pop” da varmış… Korkmayın yeşil “hop” da var! “Hop” diye dünya nimetinin içine atladı… Yok, yok! Başına “İslâm” getirin kâfi!... Bir soru ile hayır iki sorudan sonra başka konuya geçeceğim: Mesleki bir aktivite, yasal bir görev olarak, parasını alıp yatıp-kalkan ve bu arada tabii olarak yatırıp-kaldıran bir din görevlisinin namazını kaza etmesi gerekir mi? Hemen “kaza” var mıdır, yok mudur? Tartışması açmayın… Zaruret durumu(!)… Adam meslek gereği, ekmek parası için yatıp-kalkmak zorunda… Bu sorunun cevabı “evet” ise, onun arkasında yatıpkalkanların da namazlarını kaza etmesi gerekir mi? Yıllardır Müslüman olan, yaşlı nineye gençler soruyor: “Nine İslâm’ın şartı kaç? “Nine gençlerden şikâyetçi: “Bunlar da yeni yeni icatlar çıkarıyorlar!” Doğru, yükselen değerlere göre biz de yeni icatlar çıkarıyoruz! Ben sizin müşkülünüzü kolayca 33 halledeyim(!). Az para külliyen haram! Çok paranın hepsi helâl! Bir de şu “az”, “çok” kavramlarının analizini yapabilsek, mesele kalmayacak! Manevî bir mevhibe olan gönülle, biyolojik bir organ olan dil arasındaki münasebeti, mâsivâ aşkı ve ihtirası ile aşılmaz duvarlar örerek yok ederseniz; ortaya yaşadığımız durum çıkar… Dilin çıkardığı fiziksel titreşim, gönülden gelmiyorsa… Artık dil, dışarıdan gelen fiziksel uyarıcılara göre ses çıkaran bir organ haline gelir!… Birileri, birilerinin bir şekilde, inşâ ve imal ettiği ses çıkaran organlarını kullanarak milyonların kendilerine tapınmasına sebeb oldular… Milyonlar kendilerini rab edindi, halen de ediniyorlar… Çünkü o birileri Sâmirî’nin imal ettiği buzağı heykelidirler27… Bu buzağı heykelinin sesi milyonları teshir ediyor… Sadedinde olduğumuz “oportünist aktörler”in sahnesine biraz ışık tutar umut ve temennisiyle bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyorum… Allah-u Teâlâ, İsrailoğullarını; denizden kurtardıktan ve Fir’avni helâk ettikten sonra, Hz. Musa ile konuşmak ve Tevrat’ı indirmek için Tur’un sağ tarafında vaatleşti.28 Ve gitti… {Katade dedi ki: İsrailoğulları, Musa Aleyhisselam’ ın geciktiğini görünce, Sâmirî kendilerine şöyle dedi: Onun size geri dönüşünün gecikmesinin sebebi, yanınızda bulunan süs eşyalarıdır.29 Bunun üzerine bütün bu süs eşyalarını toplayıp Sâmirî’ye verdiler. O da bunları alıp ateşe attı ve bunlardan kendilerine bir buzağı yaptı……… Bir diğer açıklamaya göre onun böğürüp ses çıkarması, rüzgâr ile oluyordu. Çünkü o buzağıda bir takım delikler yapmıştı. Rüzgâr onun içine girdi mi ses çıkarıyordu; canlı değildi. Bu da Mücahidin görüşüdür” 30.Ve İsrailoğulları o buzağıya ibadet etmeye başladılar… Burada bizim için önemli olan 27)������������������������� Taha Suresi: 20 / 85-102 28)������������������������� Taha Suresi: : 20 / 80 29)������������������������������������������������������������������ Zuhayli, “Süs eşyaları” 8 / 484; Beydâvi; “süs eşyaları” 3 / 413 30)���������������������������������������������������������������������������� İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, Buruc, İstanbul, 2005, sh. 11 / 402 34 nokta şudur ki: “İbn Abbas (Radıyallahu Anh) dedi ki: Sâmirî ineğe tapan bir topluluktandı. Mısır topraklarına gelmişti ve zâhiri itibariyle İsrailoğulları dinine girmişti. Kalbinde ineklere tapma duygusunu hâlâ taşıyordu.”31 Benim tespit edebildiğim kadarı ile, bizim tefsirlerde buzağının “ süs eşyaları”nın eritilmesi ile yapıldığı rivâyet ediliyor… Fakat Tevrat’ta ısrarla: “Ve Harun onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın ve kızlarınızın kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkarın, ve onları bana getirin. Ve bütün kavm kendi kulaklarındaki altın küpeleri kırıp çıkardılar ve onları Haruna getirdiler.” 32 , “Ve yine: “RABBE altın takdime arz edenlerin her biri, broşlar ve halkalar ve yüzükler ve bilezikler, takımların hepsi altın olarak, getirdiler.33” Ben Tevrat’taki altın ısrarına bir anlam veremedim! İbadet edilecek buzağının niçin ille de altından olması gerekiyor? Yoksa benim düşündüğüm gibi: “Dünyada ibadet edilmeye, tapınılmaya tek layık sacrament (kutsal) “Altın’dır” mı diyelim! Böyle mi yorumlayalım? Sadece dikkatinizi çekmek istedim! Dürüst olalım, bizim sözlü kültürümüzde de “altın buzağı” şeklinde ifade edildiğini biliyorum… O zaman yukarıdaki yargılarımızı asil ulusumuza da teşmil edebiliriz… Nitekim her birimiz, bit-tecrübe kendi içimizde bu olguyu müşahede etmiyor muyuz? “Biz de altınlanmak, isteriz ama altın bize hâkim olamaz, biz altına oluruz(! )” Hadi canım sende! Âlemi kör, herkesi sağır mı sanırsın? Ey Müslüman! Hiç düşündün mü? Hak Teâlâ Hazretleri, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ınında bu kıssaları niçin anlatır? Böyle nabzına göre şerbet verenin peşinden gitmeye devam mı edeceksin? Kendini hareketin, eylemin, yapıp-etmelerin içinde kaybediyorsun! Araç amaç haline geliyor! Bu yapılanlar nedir? Diye sormuyorsun! Bir dur! Bir sor: Bu yaptıklarımla İslâmâ mı hizmet 31)�������������������� A.g.e. sh: 11 / 400 32)����������������������������������������������������������������������������������� Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit; İstanbul, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1958, sh. 87..ÇIKIŞ, Bap: 32/ 2,3 33)������������������������������������ A.g.e. sh. 91; ÇIKIŞ…. Bap: 35 / 22 35 ediyorum? Yoksa İslâm yerine ikame edilmeye çalışılan, birileri tarafından kurgulanan; mistik, metafizik, okültik, laik, seküler, kapitalist bir dine mi hizmet ediyorsun? Daha açık söylüyorum: Sor kendine: Her ne grup ve isim altında olursa olsun, İslâma mı hizmet ediyorum, yoksa küfre mi? Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri sana kâfi gelmiyor! Korkuyorsun yalnız kalmaktan! Hakk’ı değil, halkı tercih ediyorsun! Sâmirî’lere dikkat et! Sâmirî’lere dikkat et! Sâmirî’lere dikkat et! Tevbenin fayda etmeyeceği günü düşün! Ahmaklığın mazeret olarak kabul edilmeyeceği günü düşün! Biliyorum sen görmediğine inanmazsın! Ahirete inanıp inanmadığını bilmiyorum, ama düşün, kısas kıyamete kalmaz! Umud ederim ki; bu açıklamalarımızla oportünist aktörleri biraz sezdirmeye çalıştık… İleride daha da fazla üzerinde duracağız… “Tarih Üzerine – I” isimli kitabımızda üç yüz küsur yıldır tapındığımız, Batı Uygarlığı ve Sorunları üzerinde kapsamlı bir biçimde durmuştuk… Burada sadece Batı’yı değil, tüm dünyayı ahmak pençesi içinde kıvrandıran “değişim ve etkileri” konusunu laboratuar tecrübesi ile hatırlatmak için tek bir örnekle yetineceğim… “Zavallı çocuk. Zavallı ebeveynleri. Zavallı Batı Uygarlığı – aslında gelişmiş dünya ülkelerinin tamamı; hepsi de, bebeklikten yeni çıkmış olanlardan ergenliğe girmek üzere olanlara kadar küçük, sefil yaratıklarla dolu. Vatandaşların daha önce hiç olmadığı kadar varlıklı, sağlıklı ve ayrıcalıklı olduğu bu küresel kültürde, çocuklar gitgide daha mutsuz yetişiyor. Görünüşe bakılırsa huysuz ve memnuniyetsiz, bunalımlı ve işe yaramaz, kendi davranış sorunlarından başka sevecek hiçbir şeyi olmayan bir nesil yetiştiriyoruz.34” Avam olmanın en belirgin özelliği analiz ve sentezler yapamamak… Daha da feci tarafı analitik düşünülmesi gereken yerde sentetik; sentetik düşünülmesi gereken yerde analitik düşünmesi… Bel34)����������������������������������������������������������������������� Sue Palmer, Zehirlenen Çocukluk, (Modern Dünyanın Çocuklar Üzerindeki Zararlı Etkileri) çev. Özge Ç. Aksoy, İstanbul, iletişim, 2010, sh. 8 36 ki şöyle anlatılabilir… Ele aldığı konuyu bütüncül düşünmesi gerekirken, unsurlarına ayırarak düşünmesi veya düşündüğünü sanması; bileşenlerine ayırarak düşünmesi gereken yerde toptancı bir yaklaşım göstermesi… Yani arabayı, atın önüne koşması… Nüansları, incelikleri yakalayamamak… Fakat teknolojinin bu kadar ilerlemediği dönemlerde bir “halk irfanı” ndan söz edilebilirdi. Ama şimdi “ahmak kutusu” dediğimiz TV, her şeyi bozduğu gibi, o irfan sahibi “halk”ı da yok etti. Genel olarak bir avamlaşma var. Bu bakımdan her şeye alışarak yaşandığı ve değişim çok hızlı olduğu için avam farkına varamıyor bu değişimin… Zamanın çok hızlı aktığı, bölünmüş fiziki zamanların çok küçüldüğü bir dönemi yaşıyoruz… Öyle ki artık bir gün 24 saatten, bir saat 60 dakikadan meydana gelmiyor… Fiziki olarak değişen bir şey yok ama… Alan Palmer’le devam ediyoruz: “Bundan yirmi yıl önce (kitabın İngilizcesi, 2006 baskılı) benim ve eşimin, kızımızı büyütürken içinde yaşadığımız dünya, kendi büyüdüğümüz dünyadan çok farklı değildi. Ancak o zamandan bu yana değişim inanılmaz bir hızla gerçekleşti. Yirmi yıldan daha kısa bir zamanda teknoloji evlerimizi değişime uğrattı: kişisel bilgisayarlar, dizüstü bilgisayarlar, e-posta, internet, kablolu televizyon, uydu ve dijital televizyon, kameralar, DVD, bilgisayar oyunları, Play Stationlar, iPodlar, cep telefonları, kısa mesajlar, kameralı telefonlar… Ve her şey geçmişte olduğundan çok, ama çok daha hızla gerçekleşiyor……. Evlilikler eskisi kadar istikrarlı değil ve Japonya ve İspanya gibi, yirmi yıl önce düşüncesi bile mümkün olmayan ülkelerde dahi, evlilik dışı beraber yaşama ve boşanma oranları giderek artıyor.”35 Tek amacım seni rahatsız etmek.. “Bizim aile yapımız sağlam!” gibi argümansız ve temelsiz yargıların arkasına sığınma!… Kendini aldatma!... Bundan birkaç on yıl öncesine kadar Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bekâra ev vermezlerdi… Bu 35)������������� A.g.e. Sh.19 37 gün? Sen paradan haber ver!.. Artık şunu anla “Bizim toplumumuz” yok… Hele bu değişimin müellifleri arasında olmayıp, sadece pasif alıcısı olan bizim gibi ülkelerde bu değişim, zelzelenin merkez üssü olduğu için çok daha tahripkâr oluyor(?)… Doğumundan itibaren o hayat tarzının içinde büyüyen, dansa yürümeyle birlikte başlayan bir çocukla, dans etmeyi yirmili yaşlarda öğrenen bir yeni yetmeyi mukayese edin… Muhtemel, toplumsal ve ahlâkî sonuçları… Dünya küçük bir köy! Hatta dünya aynı evde yaşayan bir aile oldu! Ama biraz geniş bir aile… Bir de dünya üzerinde, genel olarak Batı Uygarlığının, özel olarak da neo-liberal politikaların yarattığı adaletsiz servet dağılımı… Eşitlikten bahsetmiyorum… Adalet, herkese hakkını verme… Dünyanın haritasını cetvelle çizip, oluşturduğun devletlerin başına getirdiğin en masum ifade ile, hasta diktatörlerle dünyayı sömürmek adalet midir? İşte size bir öğretmenin feryadı: Yine Palmer’le devam ediyoruz: {{“Yakında çok korkunç bir şey olacak.” Birleşik Krallık’ın geri kalmış bir bölgesinde bir grup ilkokul müdürüyle öğle yemeğindeydim ve okullarındaki çocuklar hakkındaki sohbetlerini dinliyordum. Meslektaşlarının bu kehanetine herkes hüzünlü bir şekilde onaylayarak yanıt verdi. “Bu kaçınılmaz” diye yanıtladı birisi, “İşler öyle kötüye gidiyor ki, trajik olan şu ki, ülkenin geri kalanının bunu fark etmesi için korkunç bir felaketi beklemek zorundayız.” Tabağımdaki salata ile oynarken, öğretmenlerin okullarındaki çocuklardan insanları şok edecek, manşetleri kaplayacak bir şiddet öngörüsünde bulunduklarını fark ettim. Cinâyet, sakat bırakma veya tahrip. Hem de on yaşından küçük çocuklardan. 38 Birleşik Krallık’ta şehrin iç kesimlerinde yoksulların oturduğu köhne mahalleler gitgide daha yabani yerler haline geliyor. Böyle yerleri ziyaret ettiğimde her yıl daha korkunç olduklarını görüyorum. Birçok çocuğun yüzü, çocuk yüzüne bile benzemiyor: bitkin ve öfkeliler, gözleri ise donuk bakıyor. Onlar için şiddet günlük hayatın bir gerçeği. Kendileri de çoğunlukla neredeyse çocuk yaşta olan anne-babaları muhtaç ve eğitimsiz, genellikle madde bağımlısı, alkolik ve suça batmış insanlar. Toksik çocukluk sendromu bu gibi ortamlarda gelişiyor ve bu yabani nesli besliyor.}}36 İşte net ve açık bir biçimde bu gâvur Uygarlığının hem kendini, hem bütün dünyayı, gökyüzü ve yer altı dâhil nasıl bir felakete götürdüğü ortada… Gâvur Batı uygarlığı yetiştirdiği canavara isim arıyor: 1960-80 arasında doğanlar X kuşağı, 1980-2000 arasında doğanlar, Y kuşağı veya Milenyum Kuşağı37” (Ayrıca Zaman gazetesi de “Y kuşağı olarak kavramsallaştırmış38”) Bana sorarsanız anlaşılamayan, kendisinin de kendisini anlamadığını sandığımız bu kuşağı ifade edecek en mükemmel niteleme (Ğ) kuşağı… (Yumuşak G kuşağı…) Bu tasvire çalıştığımız böyle bir evrende, asıl mesele muhasebesi yapılmadan modalaşmış “Değişmeden başka her şey değişir.” Gibi bir önyargının kutsanması… Kanıksanması! Ve böyle bir ilke, muhasebesi yapılmadan günümüzdeki gibi kutsanırsa; hayatımızda mukaddes de ve hatta kutsal da, kural da kalmaz… “Her şey mubahtır!” (Raskolnikov) gibi bir yargıya varırız… Daha açık ifade edelim ortada itikadî bir mesele var… Bir insanın kendi iradesi ile kâfir olması ayrı bir konu… Ama bir insanın; namaz kılarak, oruç tutarak, teheccüd namazına kalkarak, 36)�������������� A.g.e. sh. 26 37)�������������������������������������������������������������������������� Time, alıntılayan, Cumhuriyet, 24.Mayıs.2013, Bilim ve Teknoloji, Reyhan Oksay, sh. 10 38)������������������������������������������������������������ Zaman Gazetesi, Günseli Ö. Ocakoğlu, 6.Haziran.2013, sh. 11 39 tarikata girerek, hacca, umreye, giderek, kandil gecelerini kutlayarak(!) gavur olması nasıl bir konu??? İşte bütün mesele… (Hamlet… Ama Shakespeare’in meselesi ile bizimki farklı!... Belki de aynı: Bütün mesele olmak ya da olmamak!) Bu değişim içinde mümin – kâfir çizgisinin, soluklaşması, hatta silinmesi… İbadet(!) eşliğinde küfre girmek??? Daha doğru bir kavramsallaştırma ile: Ritüel haline getirilmiş sözde ibadetler eşliğinde küfre girmek!? Ama bu takım çalgı ile gerdeğe girmeğe benzemez! Günde beş vakit namazını kılan, ehl-i salat kişiler arasında anket yapın, Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’daki muhkem muamelat âyetlerini olduğu gibi, pazarlıksız kabul eden, îmân eden % kaç kişi bulacaksınız? Kısas mı? Kadınların miras meselesi mi? Şahitlik mi? Had cezaları mı? Tatbikatı mütevatir olan recm mi? Mürtedin hükmü mü? Bana sormayın yüzde kaç? Siz cevap verin: % 2, % 3, % 5… Sondaki çok iyimser bir oran, inşallah siz haklı çıkarsınız! Eskiden müşrik kılıcını sallayarak geliyordu, şimdi namaz kılarak geliyor…Ayrıca yukarıdaki konular sadece zahire göre hüküm verilecek sorular… Bırakın bunların hepsini, gönüllerimiz puthane olmuş… Tevhid inancı? Gönüllerimizdeki putları saymaya sayfalar yetmez… Her türlü iktidar, her türlü üstün olma ve hükmetme ihtirası, mal, mülk, şöhret, cinsellik, çoluk çocuk, sözde şeyh, sözde hoca, sözde üstad? Tevhid? Tevhid? Tevhid!!! Mâsivâdan teberrî ederek, şimdiye kadar yaptıklarımızdan tevbe-i nasuhla temizlenip, “Lâ!” diyebiliyor muyuz? Bütün kötülükler kâinatını tuzla buz edebiliriz! Bazen kural ve kutsalın kaybolduğu bir dünyada biz de ölçülerimizi kaybediyoruz… Malum Bektâşî mantığına biz de bazen esir oluyoruz… Bizim gibi aciz kalmış birisi; bu gösterişi, bu riyayı, bu samimiyetsizliği, bu elâlemin kutsanmasını ifade için: “Hacca, Umre’ye gidiliyor, herkesin haberi var, davul zurna ile dünyaya ilan ediliyor! Ama Cenab-ı Hakk’ın (hâşâ) haberi yok!” tespitinde bulunmuş! … Acziyetimizden, biz de kendimizi bu tür esprilerin şehvetine kaptırıyoruz bazen! 40 Asıl mesele; bu tür bir yargıyı dile getirmesek dahi; farkında olmadan sosyal öğrenme dolayısıyla içselleştirdiğimiz için, kişiliğimizin en derin katmanlarına; kişiliğimizin fay hatlarına işlemesi ve birikmesi neticesi, her an kişiliğimizde bir zelzele yaratacak enerjiye sahip olması… Bu enerjiyi boşaltmanın tek çaresi, yukarıda verdiğimiz, değişim ve dolayısıyla ortaya çıkan konularla hesaplaşmak… Fay hatları arasındaki enerjinin boşaltılması veya kontrollü bir şekilde, olabildiğince zararsız bir biçimde yavaş yavaş tahliyesi, ancak gerçeklerden kaçmadan, - çok çirkin bir ifade, kullanırken rahatsız oluyorum ama- kıvırmadan, bu sorularla yüz yüze hesaplaşmakla, amiyane bir ifade ile kafa kafaya çarpışmakla mümkündür… TV’lerde ben bakamıyorum, ama kafa kafaya trafik kazalarını gösteriyorlar… Evet, korkunç manzara… Ama eğer îmânınıza güveniyorsanız korkmanıza gerek yok! Korkmakla, saklamakla îmânımızı kurtaramayız! (İmam-ı Gazali’yi hatırla!…) Îmân; Allah Teâlâ’nın lûtfettiği saklanacak değil, sakınılacak bir mevhibedir… Siz istediğiniz kadar saklamaya çalışın bir şekilde buluyorlar ve fünye ile patlatarak zararsız hale getiriyorlar… Yani îmân berhava oluyor…. En muhkem, en emin saklama yeri kasa… Koyun içine eti, sütü yoğurdu, kaç gün saklayabilirsiniz? Demek ki mesele îmânı, muhatap olduğu hücumlardan, tecavüzlerden, iftiralardan saklamak değil! Sakınmak! Bu hücumlarla hesaplaşmak! Siz bunlarla hesaplaşamazsanız veya sadece teselli bulmak için, arabesk bir tavırla “bir teselli ver gönlüme” beklentisi içinde PDR (Psikolojik, Danışma ve Rehberlik) halinde faaliyet gösteren dinsel mahfillerden medet ummaya kalkarsanız, îmânınızın hesabını görürler… Unutmayalım; Osmanlı Devleti ve belki de bütün İslâm alemi, Batı Uygarlığı’nın muhasebesini yapıp, onunla mahsuplaşamadığı için, Batı Uygarlığı, hepsinin hesabını gördü!... Yine şu anda birey olarak; bir hortum, bir kasırga gibi üstüne gelen postmodernite ile hesaplaşamazsan, batı uygarlığı, bu sefer de îmânının hesabını görür… Biliyorum sen de farkında41 sın! Ancak, denize düşen yılana sarılır hesabı kendini bir yerlere fırlatıyorsun, gerçeklerden firar ediyorsun! Dur nereye? Kaçacak yer kalmadı… Duvara dayandın! Çilesiz kurtuluş yok! Bu, çile ile kurtuluş olur, demek değildir! Ama bir başlangıçtır! Ama bir ümittir… Çünkü at bitti! Çünkü deniz bitti! “Hangi ilimler mezmum?” gibi bir tartışmanın bugün anlamını kaybettiğini düşünüyorum… Çünkü bugün herkes aynı asit yağmurunun muhatabı… Bugün bütün alanlar, başta felsefe olmak üzere pazara düştü… Felsefeciler de pazar uşağı… Hatta metaları kapıda teslim… Biraz sekter davranıyorum farkındayım, ama felsefe böyle olursa psikolojiyi siz düşünün, hepsi modern büyücü… Yalnız psikolojinin namusunu hiç değilse başı paçavra parçası ile örtülü dinci kadınlar kurtarıyorlar… Bilerek veya bilmeyerek, Freud’a nasıl tapınıyorlar!... Kuşkusuz Freud’un analizlerinde kendilerini buldukları için… Ama biz materyalist Freud’a karşılık hiç değilse haddeden geçmiş, biraz daha incelmiş; Alfred Adler’i ve Eric Berne’ü tercih ediyoruz… Sosyolojiyi düşünün… Bütün beşerî ilimleri düşünün! Kuşkusuz sadedi üzerinde olduğumuz konumuz olan: “Oportünist Değişimin Aktörleri” bir laboratuar niteliğinde olacak… Fikri planda arz etmeye çalıştığımız meselelerimizi ete kemiğe büründürerek müşahhaslaştırmaya çalışacağız… Ve özellikle bu konu ile hesaplaşabilmek için tenzih-i İslâm, îmânî umdesini esas alıyoruz… Dolayısıyla tek ölçümüz Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye… Bu sebeble; bir hocayı, bir şeyhi, bir üstadı rab edinenler bu satırları, daha doğrusu bizi hiç okumasınlar! Çünkü çok çok rahatsız olurlar… Ama dua ile niyaz ederim ki; bu satırlar tevhid inancına sahip, vahdaniyetle meşbû îmân sahiplerinin gönüllerinde ve bizim gibi aciz Müslümanların ruhlarında inşirâha, rehâya vesile olacaktır!... Bütün mesele rabbim kim? Sorusuna verilen cevapta… Çünkü çok daralıyoruz, çok daralıyoruz… 42 Ramazan geliyor!... Nasıl geçecek o bir ay? Zaten on bir ay İslâm vakar ve izzetine uygun yaşıyor muyuz?! Olimpiyat, diyorlar! Kermes, diyorlar! Aktivite, diyorlar! Sohbet, diyorlar! Hizmet, diyorlar! Müslümanlara “tefekkür” için saniye bırakmıyorlar… Nitekim müzik konusunda gerçekte Nakşî hassasiyetini düşünün, bir de bugün onlara aidiyet iddia edenleri… “Vakitleri oyunla ve eğlenceyle geçirmemelidir… Yasaklanmış işler bir yana, boş işlerle bile ömrü tüketmemelidir. Sakın ola ki, çalgıya ve nağmeye rağbet edip onlardan tat alarak büyük bir aldanışı yaşamayın. Çünkü çalgı, bala bulanmış zehirdir.39” Müceddid-i Elfi Sânî, İmam-ı Rabbanî devam ediyor: {Ayrıca takva ve verâ’ya da mutlaka riâyet edilmelidir. Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: “Dininizin esası verâdır.” Verâ şeriatın yasakladığı işleri terk etmekten ibarettir. O halde, sarhoşluk veren şeylerden uzak durmalı ve onları şarap gibi haram ve çirkin kabul etmelidir. Çalgıdan sakınmak da zorunludur. Çünkü çalgının, zinanın kemendi olduğu söylenmiştir.40} Konuşmaya mecâl yok! Fakat bizde yok! Bunlarda oyun çok! Hemen şimdi size çalgının mubah olduğuna dair, deliller getirirler… Çünkü bugün halk istiyor, halk! O zaman bir şekilde çözüm bulunacaktır… Çünkü bu her türlü sözdeler için; daima halk, Hakk’tan üstündür… Çünkü bunlar halkı görüyor; beş duyusu ile varlığını tespit ediyor, onun gücüne kuvvetine inanıyor… Ama görmediği Hakk’ın??? Henüz sesi oturmamış, yani sesinden kız mı erkek mi olduğu belli olmayan çocuklara, sözü ilahi olan, ama bestesinin ne olduğunu bilmediğimiz metinlerin okutulmasının sebebi ve hükmü nedir? Biz tahmin ediyoruz, ama dile getirmekten Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nden hayâ ederiz… Böyle kız ve erkek çocuklarını çeşitli vesileler uydurarak sahnelemenin, teşhir etmenin sebepleri nelerdir? Biz tahmin ediyoruz, ama dile getir39)����������������������������������������������������������������������������������� İmam-ı Rabbâni, Mektubat, çev. T.Hakan Alp v.d. İstanbul, Yasin yay., sh. 2004, III / 292 40)��������������������� A.g.e. sh. III / 314 43 mekten Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nden hayâ ederiz… İşte nefsin oyunları o kadar çok ki… Başlangıçta şuna karar verin! Bir konuyu tahlil ederken İslâmî nokta-i nazardan mı, şer’î ıstılahlardan mı hareket edeceksiniz? Yoksa hevâ ve hevesinize göre uydurduğunuz terminolojinizden mi? Hiç uğraşmayayım, şer’an bir kız veya erkek Müslüman için evlilik yaşı kaçtır? Sahnelerde oynattıklarınızı o ölçülere göre değerlendirelim… Hemen anladınız! “Olur mu ama?” Soru ile kurtulamazsınız… Biz de tam bunu söylüyoruz ve diyoruz ki, “Böyle Müslümanlık olur mu?” Siz gâvurluğu ölçü alıyorsunuz, biz İslâmı? Gâvurlukta bile, biraz kalitelisini ölçü alın bari… Yanılmıyorsam Fransız devlet adamı Poincare’ye ait harikulâde bir ironi var… Dans, diyorlar da, o da soruyor: “Niçin ayakta?” Farklı bir versiyonu da var… Ben edebimin izin verdiği ölçüde müeddeb olanını aldım… Bu kız ve erkek çocuklar nasıl gelir? Nerelerde kalırlar? Hem kendi açılarından, hem de kaldıkları aileler açısından? Çağrışımlar… Çağrışımlar… Çağrışımlar… Öyle bir hücum ediyor ki zihnimize, bazen birbirlerini ezip öldürüyorlar… Ancak canını kurtarabilenler yazıya dökülebiliyor…. Bizimki sadece kesbî müktesebat… Ömür boyu gayrete, çalışmaya bağlı bir füyûzât… Bize bildirilmiyor… Bizimkisi vehbî değil!.... Bize bildirilmiyor!... Bu gavur sistemi içinde kişiliklerimiz, biz farkında olmadan öyle bir kıvama getiriliyor ki, ufak bir fiskede yıkılıyor… Hemen ifade edeyim ki, şu vereceğim örneği kabul ettiğim için değil, hatta böyle bir telakki tarzına şiddetle düşman olmama rağmen, sırf toplumsal yapıyı ve etkiyi vurgulamak amacıyla aktarıyorum…. Bir toplum hayatı için önemli olmayan bir zaman diliminde, belki 30, belki 40, belki 70 sene önce… Nüfus sayımı için sayım memuru geliyor… Evin büyüklerini yazıyor… Sıra çocuklara geliyor… Ahmet, Hasan, Mustafa… Fakat nüfus memuru içerideki hafif gürültüden, hissediyor. “Ama içerden başka çocuk sesleri de geliyor! Niçin onları yazdırmıyorsunuz?” Cevap; “Onlar 44 kız çocuğu!...” Kızının ismini dahi bir yabancıya emanet edemeyen baba! Bunu dahi - bize göre yanlış- “namus” meselesi addeden baba! Bugün size temin ederim ki; o ismi dahi saklanan kız çocuğunun kızı veya torunu şu anda Amerika veya Avrupa’dan; lisans, yüksek lisans veya doktora diploması sahibi…. Veya bir imkân bulamadığından söz konusu statüler için yanan yakılan, zorunlu, mecburî sabra mahkûm bir kişidir şu anda… Nefse biraz dokununca yılan gibi başkaldırıyor… Bendeki nefs imajı yıllarca önce, vefat eden (1957) rahmetli dedemin anlattığı bir hadiseye dayanır… Keşke tasvir kabiliyetim olsa da, bendeki imajı size tam anlamıyla aktarabilsem… Dil duyguya ihanet ediyor… Dil, fıkır fıkır bir yanardağ gibi kaynayan iç hayatımızı (intim sfer) tercüme edemiyor… Dil, fokur fokur demlik gibi kaynayan zihnimizdeki fırtınaları yansıtamıyor… İç hayatın zenginliğinin formel eğitimle ilgisi yok! Ve hatta bana sorarsanız formel eğitim, iç hayatı kısırlaştırıyor… Dumura uğratıyor… Hayale dalmamıza bile izin yok! Çünkü bu TV herkesi eşitledi… Katiyetle geçmişi kutsama değil… Teknolojinin ilerlemediği, kitle haberleşme araçlarının bu kadar gelişmediği, “kır”a kır, “köy”e köy diyebileceğimiz bir zamanda… Arnavutköy, Ataköy, Erenköy??? Acaba bir genç kız veya delikanlı “yavuklu”su hakkında ne hissederdi? Bir çocuğu dünyaya geldiğinde kendisini nasıl bir duygular halesi içinde bulurdu? Ya yavuklusunu başkasına verdikleri anda, kalbi nasıl, çatır çatır yırtılırdı? Veya “kader” diyerek, boynunu nasıl büker, otururdu? Bu iç yaşantısını hangi kavramlara dökerdi? Dağda, bayırda, yazıda; bulutlara dalıp ne düşünürdü?… Gece aya, yıldızlara dalıp gittiğinde hangi duygular uyanırdı, sonsuz genişlikteki gönlünde? Bir Ramazan bayramında nasıl bir sürûr yaşardı? Kuşkusuz kavramları bugünkünden daha fakirdi, ama iç yaşantısı daha zengindi… Yalnız Osmanlı döneminde, köy odalarında Fuzûlî Dîvânı okunduğu hakkında sözlü rivâyetler işitmiştim… O bakımdan kelime haznesi bugün mü daha geniş? Yoksa Osmanlıcada mı? Düşününce yukarıdaki, “Kuşkusuz kavramları bugünkünden daha fakirdi.” 45 Yargısında galiba yanılıyorum… Bugünkü genç, günde 150-200 kelime tipi ile konuşuyor… Daha doğrusu konuşmasına gerek de yok!... Tek heceli birkaç kelime ile meramını ifade edip, birbirleri ile anlaşıyor… Fakat bu mantığımız başımıza en büyük belâ! Bu eleştirel düşünme… Çile… Çile… Çile… Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır. Fuzûlî Yani biraz şuurumuzu kelepçeleyerek, hayal alemine firar edip, mantığımızı izne çıkarıp, vicdanımızı uyuşturarak, bir teselli aradık,… Ama nafile… Vicdanım, şuurumu tekmeliyor… “Kendi kendine uyuşturucu verip, yaratacağın ütopik dünyada yan gelip yatmaya hakkın yok… Bir avam gibi… Sıradan bir insan gibi… Çoklar, pek çoklar gibi… Bu muhayyilende yarattığın yıllarca önceki o köyün, köylüsünün yaşadığı kan davasını nereye koyacaksın? Bir mer’a anlaşmazlığı yüzünden kırılan kalpleri, dökülen kanları nereye koyacaksın! Kalk bir daha düşün! Ucuzculuk yok!” Ve şu Âyet-i Kerime’yi unutmaya çalıştığımı anlıyorum: “Hâsılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları toptan olarak bile sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür.41” Ve-s-selâm! Yukarıda dedemden bahsetmiştim… Bizim yaz mevsiminde göçtüğümüz bağlarımız olur… Rahmetli dedem bir gün bağda çalışırken, aradan çok geçti mübalağa edersem, affınızı dilerim… Birkaç metre boyunda, bilekten daha kalın bir yılan, nasıl oluyorsa dedeme saldırır… “Beli ağzına verdim ısırıyor ve bana hücum ediyordu!” O günde, yılandan çok korktuğum için bende korkunç bir imaj doğurmuştu… Muhayyileme emanet edilen 41)������������������������������������������������������������������������� İbrahim Suresi: 14 / 34. Suat Yıldırım… “Gerçekten insan çok zalim, çok nankördür.” Elmalılı. 46 bir tasvir… İşte “nefs” denince böyle mitolojik bir canavar kaplar bütün muhayyilemi ve dehşet içinde kalırım… Ama anlattığımız hadisede, dedem o canavarı öldürmüştü… Hâlbuki bizden nefsimizi öldürmemiz istenmiyor… Nebiyy-i Zîşân’ın İslâm’da ruhbanlık olmadığına dair Hadis-i Şerifleri’ni hatırlayın… Hatta bu konuda bazı Ashab-ı Kiram’ı uyarmalarını… Bizde nefsin terbiyesidir, esas olan! Biz de bugünkü mentalitemize göre, materyalist bir zihniyete sahip olduğumuz için, pratik önce, teori sonra geliyor… Bırakın İslâm’ı, yelpazenin en genelinde bile ruhçularda, ruha inananlarda teori önde gelir… Biz eyliyoruz, sonra kılıfını buluyoruz… Önce davranış sonra kılıf… Hâlbuki önce fikir, sonra eylem… Önce îmân, sonra amel… Îmânî esaslara riâyet etmedikten sonra, eylemlerinizin hiçbir kıymeti yok… Çünkü o ibadet değildir… Siz yılın en sıcak günlerinde aç durun… İftara birkaç dakika kala, tahfifen ve aamden “farzlar önemli değil” zihniyeti içinde bir şey yerseniz bu oruç değildir… Bu ibadet değildir… Sadece aç durmuş olursunuz! Önce kızımıza tahsil yaptırıyoruz… Yurtiçi, imkânımız olursa yurtdışı… Sonra da gerekçelerini arıyoruz… Nefs!... Nefs!.. Nefs! Hemen soru hazır: İlim kadın erkek her Müslümana farz değil mi? Bir: “İlim” kavramından kasdettiğiniz nedir? İki: Bir muallimde bulunması gereken özellikler nelerdir? Üç: Müfredatta bulunması gereken özellikler nelerdir? Dört: Okullarda aranan özellikler nelerdir? Beş: Hangi kitaplarla? Altı: Kızına tahsil yaptıran bir babanın genel ve fikrî anlamda görevleri nelerdir? Galiba yeter! Sorulara devam etmek gereksiz… Çünkü biz şuna inanıyoruz(!) ki; kızı-oğlu yurt dışında, bir ideoloji olan Batı bilimi tahsil eden bir baba, onların müfredatlarındaki bütün bilgileri evlatları ile tartışıyor ve onların şartlanmalardan kurtarıyor… Veya kızı-oğlu yurt içinde, amaçları malum olan, İslâmâ karşı, anakronik bir müfredatla öğrenim görürken, evlatlarının bu çağ dışı şartlanmalarına meydan vermemek için her gece 47 onlarla okuduklarını tartışıyor(!), onları yanlışlara düşmekten alıkoyuyor? Ebeveynlerin evlatlarını “Saldım çayıra, Mevlâ kayıra” zihniyeti ile ilim(!) yapmaya gönderdiklerini sanmıyoruz!... “Saldıktan” sonra çayır veya kapalı mahal olması önemli değil! Sen kendini kandırırsın! Peki, bu sorularımızın muhatabı sadece kızlarımız mı? Bütün hassasiyetimiz onlar üzerinde temerküz ediyor… Hayır, erkekler de muhatabımız!.. Eğitim başlı başına azîm bir mesele… Eğer siz İslâm medeniyetini inşâ edemezseniz, seküler, laik sistemin bir köşesinde, egemenlerin insafı oranında, bir sığıntı gibi yaşarsınız… T.C.nin, teşvik, dizayn, kontrol ve takibinde; sistemin mantığı gereği, sermaye el değiştirirken pay verilen zenginlerin kaynağı meçhul maddî desteği ile küfrü daha da tahkim etmek için, uyanma ihtimali olabilecek Müslümanları uyutmak gayesiyle, icra-i faaliyet gösteren, pseude, sahte, dinî gibi gözüken şu veya bu isim altındaki, şu veya bu seviyedeki, bir okula göndermektense; normal resmî okullara göndermek, hem îmânî, hem ahlakî, hem kişilik oluşumu, hem de eğitim bakımından daha tercihe şayandır… İstismarın, oportünizmin, olduğu yerde îmân tehlikededir! Şu nokta da unutulmamalıdır ki; sürekli bir şekilde, formel teftişin dışında, gayr-i resmî bir biçimde gözetlenen ve kontrol edilen bir kurumda fikir namusu filizlenemez… Herkes birbirinin muhbiri olur… Böyle kurumlarda herkes ispiyoncudur. Çünkü bu durumda bazı adamlar vardır aracılık yapan, bunlar sürekli bir şekilde havuç uzatarak, “iyi polis” rolünü oynarlar… Sizi korkutarak devamlı manipüle ederler. Kurum bir rivâyetler ve gizli uyarılar, tehditler ağı içine haps olur. “Aman, dikkat, ileri gidiyorsunuz. Yukarıdakiler rahatsız. Bir yetkili dedi ki….” lerle başlayan ifadelerle sizi idare ederler. Kurumu manipüle ederler. Sürekli tavize zorlarlar. Böylece iki tarafın da ahlâkı bozulur… Böylece kurumu riya ve tabasbusa mahkûm ederler… Zaten bu kurumlarda da İslâmî bir şuur olmadığı için, sıkı sıkıya kendilerine biçilen sınırların içinde matluba muvafık şekilde egemenlere hizmet ederler… 1960’lı yıllar48 da ne yaydığını anlayamadığımız, bir cemiyet vardı… Bugünkü kadroların çoğu, o yurtlardan yetişmedir… Başkanının mason olduğu söylenirdi… Ham yobaz kaba softa, feraseti olmadığı için bu incelikleri anlayamaz… O günün meşhur Komünist Türkiye İşçi Partisi’nin Başkanının da mason olduğu söylenirdi… Bütün akan ırmaklar kontrol altında tutuluyor. Her şey ancak onların istediği kadar ve şekilde geçekleşebiliyor. Bütün ipler ellerinde… Siz de zahiren bakıp kendinizi teselli edin! Pırıl pırıl bir gençlik yetişiyor (!).. Artık yeter hep aynı oyun! {Ebu Sa’îd (Radıyallahü Anh) anlatıyor: Resûlullah (Aleyhissalâtu Vesselâm): “Müminin ferasetinden kaçının, çünkü o Allahü Teâlâ’nın nuruyla bakar.” Buyurup sonra şu âyeti okudular: “ Elbette bunda fikr u firâseti olanlar için ibretler vardır.” (Hicr Suresi: 15 / 75)}42 Niçin Müslümanlar olanlardan hiç ibret almazlar? Hep aynı hata tekrarlanır!... {Ebu Hureyre Radıyallahü Anh anlatıyor.: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: “Mü’min, bir (yılanın) deliğinden iki defa sokulmaz.”43 Örnek olarak, ayrıca Taşköprülüzade’yi baz alırsak, 1532’de yazdığı eserine göre, eğitim kurumu olarak medreselerde ilim bitmiştir… Mevzuat’ül Ulûm… Peki bugün Türkiye’de medrese adı verilenler…? Diğer İslâm ülkelerindeki? Onları bilmiyorum… Ama ABD’nin ve Siyonizm’in bugün Pakistan’daki medreselerden rahatsız olduğu kesin… Onları da kendilerine benzetmek için Amerika’nın ve Siyonizm’in teşviki ile oraya da el attılar Türkiye’dekiler… Bilerek veya bilmeyerek küfre ve Siyonizm’e hizmet!... Allah Celle Celalühu’den utanmadan cemaat olduğunu iddia eden başka birilerinin de yurt dışındaki bütün mekânları CİA istasyonu… Israr ediyorum Türkiye’nin tek kalem ihraç metaı vardır: İslâmiyet(!)… Diğer ihraç ettiğimiz kalemler teferruat!... Bi42)����������������������������������������� İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, sh: 4 / 40 43)�������������������� A.g.e. sh: 16 / 337 49 rincinin yüzü suyu hürmetine imkân bulunuyor… Afrika’ya da, Avrupa’ya da bu metaınız sayesinde açılıyorsunuz… Her ay bilmem şu kadar milyar $’a ihtiyacınız var, cari açığı finanse etmeniz için… Hiç düşünmeyin, birileri gönderir… Borsanızın % 69’u yabancı sermaye… Bazen ufak tefek manipülasyonlarla terbiye ediyorlar… Baksanıza bizim siyasilerin dehasına… Hamas; düne kadar omuz omuza Siyonizm’e karşı birlikte savaştığı, Lübnan Hizbullah’ı aleyhine beyanat veriyor… Ne mutlu bize! İsrail’in etrafını parçalayarak, ufalayarak, güvenliğini teminat altına alıyoruz… İsrail Mescid-i Aksa’yı yavaş yavaş yıkıyormuş! Ne gam!... Ama kısas kıyamete kalmaz… Ha, unutuyordum; Halid Meşal ve Heniye ikisi birlikte Türkiye’deler… Bunlar terörist(!) değiller mi idi? İrtica hortlamıyor mu? Niçin hiç eleştiren yok? Niçin feryat eden yok? Dünün mücahidi! Canını istihkar etmiş, Filistinli kardeşim, Türkiye’deki basına bak kendinden şüphe et! Bir ara “bizi kendilerine benzetecekler” diye, bizimkilerden, şikâyet ettiklerinizden bahsediliyordu… Yoksa siz de bizimkiler gibi “cici çocuk” mu oluyorsunuz? İslâm dünyasından, bugüne kadar hiç çıkmadı ama bundan sonra da : {Ey Müslümanlar! Gâvura teslim olmaktan başka çare yok! “Şüphesiz Rabbin her an gözetlemededir” 44 Âyet-i Kerime’sine îmân ettiğimiz ve Hâlık-ı Zül Celal’den korktuğumuz için biz seni kandıramayız! Başının çaresine bak! } diyecek bir hayâ sahibi de çıkmayacak mı? Değişimi vurgulamaya devam ediyoruz… Nitekim bugün (Haziran.2013 ) G8’ler toplantısı vardı. TV’ler veriyor… Biri kadın lider, diğerlerinin hiçbirinin kravatı yok… Kravat derdinde değiliz… Fakat bizim devamlı tekrarladığımız gibi; modernite dayatıyor ve postmodernite dağıtıyor, hatta savuruyor, savuramadığı yerde de öğütüp savuruyor… Modernite öyle bir hayat tarzı oluşturdu ve öyle bir dayattı ki, dünya üzerinde kimsede muhalefete mecal, direnç bırakmadı! Yemek nasıl 44)���������������������� Fecir suresi: 89 / 14 50 yenir? Yolda nasıl yürünür? Nasıl giyinilir? Üzerinde kendilerinin bile anlaşamadığı; İyi–kötü, güzel-çirkin ve doğru-yanlış; etik, estetik ve epistemolojik değerleri bize dayattılar… Malum o ham yobaz ve kaba softa, yozlaşmış medrese mantığı ile sorar: “Üzerinde kendilerinin bile anlaşamadığı” değerleri nasıl bize dayattılar? Ortada bir değer yok ki! Bilerek veya bilmeyerek İslâm’a en büyük ihaneti yapan sen, şunu düşünemeyecek kadar ferasetten mahrumsun! Bize İslâmî değerlerin kabul edilemez, yaşanamaz, çağdışı, modernizme aykırı olduğunu bir şekilde dayattılar; farkında olarak veya olmayarak hepimiz kabul ettik, ondan sonra da kendilerinin bile ihtilaf ettikleri tezlerden birini seç, beğen al! Şu anda sen bile îmânından utanıyorsun! Gâvurun gömleğinin yakasını kes İslâmî olsun! Gâvurun pantolonunu genişlet İslâmî olsun… En önemlisi gâvurun temel kurumlarını al, hafif bir makyaj yap, İslâmî olsun! Finans kurumları? Bu kadar pişkinliğe, yüzsüzlüğe, hayasızlığa da pes doğrusu!... Din kalesinin arkasına sığınarak, dini istismar ederek, kendini korumaya çalışıyorsun! Yemekte, resepsiyonda, baloda, caddede, ne giyilir? Nasıl hareket edilir? Hatta basit gündelik yapıp-etmelerimiz dahi modernite tarafından dizayn edilmiştir. Bu tutum Aydınlanmanın temel konseptinden geliyordu… Îmânımızın muhtevasını dahi modernite inşâ etti! Her zaman soruyorum ve soracağım “mukaddes emanetin davacısı” olarak: Acaba Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne mi îmân ediyoruz, yoksa transandantal, aşkın müteal bir varlığa mı inanıyoruz? En azından üç yüz yıldır bilerek veya bilmeyerek gâvurlaşmaya, gâvurun uygarlığını almaya (tekfir anlamında değil!) çalışan sen, eğer Batı’yı tanırsan, kendin hakkında daha objektif bir fikir sahibi olabilirsin! “Şu halde, entellektüel bir hareket olarak Aydınlanmanın programında en önemli yeri klasik dine veya teist 45 inanca yö45)�Teizm: En genel şekliyle, varolan her şeyin yaratıcısı olan bir Tanrı’nın varoluşuna inanma ve sınırsız bir bilgiye ve güce sahip olduğuna sarsılmaz bir inanç besleme…… Tanrı yaratıcıdır, gücü her şeye yeter, O her şeyi bilir. Felsefe Sözlüğü, Paradigma, sh. 1012 51 neltilecek saldırı, hurafelere açılacak savaş tutar. Buna göre; muhtemelen Kant istisnasıyla, bütün aydınlanma düşünürleri Papalara, papazlara ve nihâyetinde Hıristiyanlığa ve Hıristiyan Tanrı’sına savaş açmış, klasik teizmin veya Hıristiyanlığın yerine ya deizmi46, yani akıl yoluyla reformdan geçirilmiş bir yeni dini ya da ateizmi geçirmişlerdir.47” Ayrıca, “Hesaba katılabilirlik ve yararlık ölçülerine uymayan her şey Aydınlanmanın gözünde kuşkuludur……….. Aydınlanma totaliterdir.” 48 Ve yazarlar şu ilginç tespitte bulunurlar: “Aydınlanmanın şeylere karşı tutumu, diktatörün insanlara karşı tutumu gibidir.”49 Yani Aydınlanma dünyaya bir deli gömleği giydirmeye çalışıyor… Fakat gömlek her tarafından patlıyor, dikiş tutmuyor… Bir anlamda zırva tevil götürmüyor… Biraz da postmodernizmin mayalanmasını anlatmaya çalıştık… Batı Uygarlığı oluşum sürecini!... İşte Batı uygarlığının oluşum sürecindeki bu değişim karşısında, söz konusu uygarlığa kanıyla, canıyla, beyniyle katkıda bulunmamış topluluk önderleri, bu değişimin muhasebesini yapmadan, değişimin öncüsü, şampiyonu oldular… Biz oportünizmle, pragmatizmin farklı entellektüel ve etik tutumlar olduğunu ısrarla belirttik50… Oraya dönmeyeceğiz… Fakat hiç değilse bu değişim taraftarlığının durumunu tayin edebilmek için, “oportünizm” kavramının tanımını hatırlatmamız gerekir: 46)�Deizm: Vahyi, vahyin bildirdiği Tanrı’yı ve dini inkâr ederek, yalnızca akıl yoluyla kavranan bir Tanrı’nın varoluşuna inanır. Temelinde evrene müdahale etmeyen bir Tanrı anlayışı. Tıpkı bir saatçinin, saatini imal edip, kurduktan sonra, saatiyle bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene müdahale etmez. Deistlere göre; Akıl vahiyle uyum içindedir, ya da vahiy akla uygun olmalıdır. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik ögelere ve mucizelere yer verilmemelidir. A.g.e. sh. 256…Mükemmel bir tesbit de Diderot’dan: “ Bir deist, tanrıtanımazcı olmaya ömrü yetmeyen kişidir.” Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat, sh. 1576 47)��������������������������������������������������������������� Ahmet Cevizci, Aydınlanma Felsefesi, Bursa, Ezgi, 2002, sh. 10 48)��������������������������������������������������������������������������� M. Horkheimer-T.W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği-I, çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı, 1995, sh. 22 49)�������������� A.g.e. sh. 25 50)�������������������������������������������������� Ali Biraderoğlu, Tarih ve Değişim, 164 ve devamı… 52 {Oportünizm ne demektir? Türkçe karşılığı olarak, fırsatçılık ne demek? “Davranış ya da eylemin, bir takım değişmez ilkeler tarafından değil de, içinde bulunulan koşullar tarafından biçimlenmesine ya da belirlenmesine izin verme tavrı; olanla olması gereken, olguyla değer arasındaki ayırımı hiç dikkate almadan ya da olması gerekeni bilinçli bir biçimde göz ardı ederek, uygun fırsatlardan, kişisel çıkar sağlama amacıyla, yararlanmaya çalışma eğilimi ya da kesin ve değişmez ilkeleri olmayan, hâl ve koşullara göre, kendisini en elverişli görünen fikirleri ve kararları benimseyen kişinin tutumu.51” Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, kural ve kutsalın olmadığı bir zihinsel evren!... Ve böyle donmuş bir buz çölünde pişirilerek, dışlaşacak eylemler! Hatta yeni kavramlar üretiliyor… Politikacılar için olanı: “Political Surfing-Politik Sörf ”. Güzel bulunmuş bir ifade, izâha ihtiyacı yok, anlamı kendi veriyor… Fakat biraz gündelik dilden süzüp anlamı çıkarmaya çalışırsak doğrudan doğruya, düpedüz “reel politik” değil mi? Veya “reel politik” süzme, rafine, katışıksız bir oportünizm değil mi? }52 Ve şöyle de bir değerlendirme ihtiyacı hissediyoruz: “İkinci adımda; değişimi kabul ettiğimize göre, o zaman oportünizm nereden çıkıyor? Biz, temel olarak şu noktadan hareket ediyoruz: Değişmeyen ölüler ve delilerdir…. Dolayısıyla her insan değişir… Daha önce etraflıca temellendirmeye çalıştık! Eğer bir insan daha önce tanımladığı, muhasebesini yaptığı, Değişim ve Değişimin Sınırları konusundaki ilkelerini temel alarak, onları ihlal etmeden, onlar muvâcehesinde hesabını verebilecek bir yaklaşımla; imkan ve kabiliyetine, statüsüne göre değişiyor ve değiştiriyorsa hiçbir bakımdan eleştirilemez…. Kendi tespit edip tanımladığı kural ve kutsallara, inancına, îmânına göre dönüşüyor ve dönüştürüyorsa mesele yok! Fakat değişimin hesabını daha önceki kendi tespit ettiği ilkelerine, inançlarına, îmânına göre veremiyorsa, işte biz bu insana oportünist, diyoruz. Böyle bir insanın kutsalı ve kuralı yoktur… Peki îmânı? Ha51)���������������������������������������������������������������������� Ahmet Cevizci, , Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma, 2002, sah. 414 52)�������������������������� Tarih ve Değişim, sh. 179 53 nefi mezhebine mensup bir Müslüman olarak ameli, îmândan bir cüz olarak kabul etmediğimiz için, ayrıca değerlendirmek lâzım… Yalnız şunu da dikkat nazarlarınıza arz etmek isterim ki; oportünist insanın, küfürle arasında çok çok ince bir zar vardır. Hatta pragmatist bir insanın… Ve hatta herhangi bir “izme” inanmış insanın……”53 Demek ki burada bizim kriterimiz, sahip olunan düşünceler ve bunlardaki değişim değil! Bizim üzerinde durduğumuz; “îmân”ını ve “değişim”i tahlilî bir yaklaşımla tefekkür süzgecinden ve tenkidinden geçirmeden, terkibî bir usûlle bu kavramları billurlaştırmadan, kristalize etmeden, histerik feryatlarla “değişim” şampiyonu olmak! Biz bir insanın bu tarif ettiğimiz süreçten sonra, îmânından vazgeçerek, Batılı bir değişim yanlısı, bir modernist, bir reformist olmasını oportünizm olarak nitelemenin doğru olmadığına inanıyoruz… Yeter ki, inansın! Yeter ki; “îmân”ından vaz geçip yeni “inanç” sahibi olan kişide “içtenlik”; “ İnanç”ından vazgeçip, yeni “îmân” sahibi olanda kişide de “ihlas” olsun! Garba bakmaz, şarkı bilmez, görgüden yok vâyesi, Bir yaşarmaz göz, kızarmaz yüz bütün sermâyesi. Mehmed Akif Bu beyitteki, merhum Mehmed Akif ’in tasvirine uyan insanların “oportünist” sanını hak ettiklerini düşünüyoruz… Çünkü bu iklimde artık geçerli olan “değişim” değil, “mutasyon”dur… Veya “değişinim” TDK sözlüğü… Bu On yıllardır bizim positif tabiat bilimlerinden esinlenerek beşerî alandaki bir durumu tespit ve ifade etmek için yararlanmaya çalıştığımız bir kavram… Bir insanî durumu, insana ait bir durumu daha iyi anlayabilmek, daha iyi temellendirmek için kullanıyoruz…! Peki! Bir oportünist, bu uzaya geçtikten sonra, düzlem değiştirdikten sonra, halen insan mıdır? Kuşkusuz biyolojik olarak insan! Ama manen, 53)���������������� A.g.e. sh.186 54 etik olarak halen insan mıdır? Bu soruya dikkatli cevap vermemiz gerekir, çünkü eğer cevabınız “hayır” olursa, sayısal nüfusumuzda önemli değişikliklere sebep olabilir! Diğer İslâm ülkeleri hakkında hüküm verecek donelere sahip değilim, ama halen en azından Gazze nüfusunda önemli değişiklikler yapacağını düşünmüyorum! Bir şartla, kendimize benzetmemek kaydıyla!... Önemine binaen “mutasyon” kavramının üzerinde biraz duracağız… Biyoloji ve Genetik terminolojisinde: “{Bir genin ânî ve kesin olarak değişmesi ve bu yüzden bir hayvan ya da bitki soyunda yeni bir karakter taşıyan bireylerin ortaya çıkması” fakat önemli olan, dikkat edilmesi gereken husus şudur ki; “Bu bireyler kendi atalarında bulunmayan söz konusu karakteri normal kalıtım yasalarına uygun olarak kendi döllerine aktarırlar.}54 Yalnız burada geçen “karakter” kavramını, psikoloji terminolojisindeki; insan kişiliğinin ahlakî özellikleri55 olarak anlamamak lâzım… Sadece “özellik” olarak anlamak gerekir… Ayrıca; genom, kromozom ve gen olmak üzere üç türlü mutasyon vardır…. Bunlardan en masumu, genom mutasyonu… Çünkü organizmanın biçimine tesir ediyor… En zararsız… Ne kadar güzel olurdu… Yalan söyleyenin burnu uzasa… Pinokyo masalı… Oportünistlerin alınlarında görülebilecek bir organik değişim meydana gelse…… İkincisi, kromozomların arasında ve içinde gerçekleşen mutasyon ki, organizmanın bütün özelliklerini bir daha dönüşü mümkün olmayacak şekilde değiştiriyor… Üçüncüsü ise gen özelliklerinde mutasyona sebep oluyor… Biz bu medeniyet mutasyonun XVI. Asrın ortalarından beri konsolide edilerek, XVIII. Yüzyılın ilk çeyreğinden beri de efektif bir biçimde gerçekleştiğine inanıyoruz… Hızı, yoğunluğu ve yöntemi farklı olmak üzere… Önce bazı kişilikler, kendileri mutasyona uğruyor, sonra da bu özelliklerini kendilerinden 54)��������������������������������������������� Büyük Larousse, Milliyet, Tarihsiz, 6 / 2946 55)���������������������������������������������������������������������������������� Basit bir açıklama için bak: Ferriha Baymur, Genel Psikoloji, İstanbul, İnkılap, tarihsiz, sh.252 55 sonrakilere aktarıyorlar!... Anlamak kolay değil! Sonra nihâyet kalplerde olan bir durum… Gâibi, kalpleri sadece Allah Celle Celalühu bilir! Biz sadece karanlıkta el yordamı ile arıyoruz kaybettiğimizi… Hatta çok zaman Nasrettin Hoca yöntemiyle…. Hoca anahtarını kaybetmiş… Gelmiş evinde mumun çevresinde arıyor! “Hoca ne arıyorsun?”, “Anahtarımı.” , “Nerede kaybettin? “, “Bodrum’da”, “Gidip orada arasan ya.”, “Orası karanlık!..” O yüzden iftira ile gerçek arasında çok ince bir zar var! Ebu’l Ula Mardin’in şu tespitlerini dikkatle, ince bir kavrayışla, düşünelim: “Ahmet Cevdet Paşa…..... Tanzimat Devri’nin hâtırası daima hayır ve şükranla yâd olunacak sayılı bariz sîmâlarındandır.”56 Bu tespite ek olarak şu satırları da soğukkanlıca mütalâa edelim: “Mustafa Reşid Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Âli ve Fuad Paşalardan oluşan Tanzimat dörtlüsü, iktidarı tutucu ve görünüşte reformcu bir kadrodan devraldılar.” Tanzimat nedir? Mustafa Reşid Paşa kimdir? Ahmet Cevdet Paşa kimdir? Tanzimat hareketi içinde nasıl yolları kesişir? Ortaylı’nın kavramsallaştırmasına göre; Ahmet Cevdet Paşa: “Bütün yazdıklarında ve düşündüklerinde Ortodoks bir Sünnî-Hanefî olduğu açıktır, İslâmiyet onca hiçbir reformu gerektirmeyecek bir düzen getirmiştir.” 57 Tanzimat Fermanı’nı okuyalım… Osmanlı’ya, özellikle adlî alanda gâvur sisteminin gelmesine nasıl hizmet ettiğini, kendi uslûbuyla Tezâkir’den okuyalım… Mecelle’nin tedvinini düşünelim… Tarihi’ndeki mükemmel sosyal-tarihi tespit ve teşhislerini okuyalım… Paşa (1822-1895)’nın çağına göre kızlarına verdiği akıl almaz ve cüretli eğitimi düşünelim… Tam bir kakofoni… Ama bir orkestrasyon yok! Acaba bunlar bir proto tip mi? Bu satırların yazarı 1982 Anayasası’na “evet” demenin; iğbirarını gönlünde, azabını vicdanında, lekesini alnında taşıyor!... Her 56)���������������������������������������������������������������������� Ebul’ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara, TDV, 2009, sh. 6 57)��������������� A.g.e. sh. 265 56 şeyi bir tarafa bırakın; toplumun % 92’si ile birlikte olmayı içime sindiremiyorum! Nasıl becerdim? Ben de anlayamıyorum… Hayatında toplumun % 2’si ile bile buluşamayan benim gibi bir adamın % 92’si ile buluşması hayret verici bir tutum! Yollarımız onlarla nasıl kesişti? Kuşkusuz, kendimi savunabilirim! Ama ne gerek var? Yanıldım! Bu kadar basit!... Bu adamlar da yanılmıştır… Bu kadar basit! Fakat her insanın yanılmaya hakkı var mı? “Yanılma”sının sebebi nedir? Hiç değilse daha sonraki iktidar sahiplerinin, haleflerinin yanılgılarından ders almaları gerekmez mi? “Deveyi yardan atan bir tutam ottur.” diye halk irfanın kristalize ettiği bir tespit var… Deve uçurumdaki bir tutam ota tamah edip onu almaya kalkınca uçuruma yuvarlanır! Devenin ki fizîkî bir uçurum… İnsanın ki ise nefsin uçurumları! Aklın hilesi (Vernunft list-Hegel). Rahmetli Üstad’ım Necip Fazıl dünyanın hiçbir dilinde (nefs) kavramının olmadığını söylerdi… Belki de Hegel “Vernunft - akıl” kavramını kullanırken, asıl benliğindeki fokur fokur kaynayan düşünme yanardağından sızan izlenim lavlarının sezgisel anlamı, Almanca’da olmayan “nefs”ti…? Hep böyle düşünmüşümdür!. Bazı entellektüel-snop ham yobaz - kaba softa takımı, “ego” kavramını “nefs” diye tercümeye kalkışıyorlar, fakat % 100 yanlış58… Batı Uygarlığı’nın kavramlar dünyasında, İslâm Medeniyet’ine ait olan “nefs” kavramının karşılığı yok… S. Freud (1856-1939) teorilerini, 1885’te (bazılarına göre 1889 ) Paris’te ünlü Salpétiérére hastanesinde yanında staj yaptığı, Jean Martin Charcot (1825-1893) ve Viyana’ya dönüşünde birlikte çalıştığı Josef Breur (1842-1925) le birlikte özellikle burjuva ailelerinin tetkikleri sırasında elde ettiği verilerin, izlenimlerin, araştırmaların ve mensubu olduğu Musevî toplumsal bilinçaltının değerlerinin bir sentezini yaparak ortaya koymuştur… Breuer’in 21 yaşındaki zeki ve genç bir kadın hastası olan Anna O.’59nun tet58)���������������������������������������������������������������������������������� Sigmund Freud, Psikanilize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak, Ankara, Öteki yay. 1994, sh. 87 v.d. S. Freud, Psikopatolıji Üzerine, çev. Selçuk Budak, Ankara, Öteki yay. 1997, sh. 314, 324 59)��������������������������������������������������������������������������� Duane P. Schultz-Sydney E. Schultz, Modern Psikoloji Tarihi, çev. Yasemin 57 kikleri ve tedavi süreçleri Freud üzerinde etkili olmuştur. Şunu sezdirmeye çalışıyoruz ki; ortaya atılan teorinin içinde filizlendiği Uygarlık, özellikle tarihler verdim, toplumsal değerler, artık halkı Müslüman ülkelerde de çarpık da olsa yerleşmiştir… Öyle ise ismi Müslüman bireyler de artık o Uygarlığın arızaları ile malûl ve mahkûr (Özellikle kullanıyorum, kahrolmuş, mağlup olmuş, bozguna uğratılmış, yenilmiş ) şu halde o kriterlere göre teşhis, tespit, tedavi yapılabilir… Örnek olarak, Freud’un tespitlerine göre ileri sürdüğü; “Bazı rüya sembolleri veya olaylar ile gizil psikanalitik anlamlarının”60 bundan 200-300 yıl önceki bir Müslüman cemiyet için anlamı olmadığını iddia edebilirim, ama bugün geçerli olabilir, kuşkusuz bir yorum olarak… Medeniyet bir değerler terkibidir… Her medeniyet yeni hayat tarzı, yeni kurumlar ve saçından tırnağına kadar yeni bir insan tipi yaratır… Dolayısıyla yaklaşık üç yüz yıldır Batı Uygarlığına girme savaşı verirken, hiçbir şeye benzemeyen karmakarışık bir yığın (trafikte tesadüfen bir araya gelerek kırmızı ışıkta bekleyenler, maçta tesadüfen bir araya gelenler birer yığındır.) meydana getiren halkı Müslüman toplumlardaki insanı tahlil etmek için, girme gayretinde olduğu uygarlığa ait kavramlar kullanmamız gerekebilir! Çünkü bugün halkı Müslüman ülkelerdeki insan, İslâm Medeniyetinin kıymetleri ile mücehhez ve müzeyyen değildir… Artık bugün, halkı Müslüman ülkelerdeki insanın kişiliğinde, İslâm Medeniyetine ait değerler; iğreti, iliştirilmiş, üzerine püskürtülmüş, özünü kaybetmiş biçimsel ritüeller, makyajlar haline gelmiştir… “Yeni bir insan” tipi ortaya çıkmıştır…. Yani siz bugün, halkı Müslüman ülkelerdeki insanların tahlilinde modern psikolojik teorileri, kavramları, dolayısıyla de “ego” kavramını kullanabilirsiniz! S. Freud’un teorisi ile yaklaşabilirsiniz… Benim itirazım Batı Uygarlığına ait teorilerin ve disiplinlerin (“Bilim” kavramını kullanmaktan kaçınıyorum, kutsal bir anlam atfedildiği için. Batı Uygarlığı; desakramentasyonla, değerlerini dinsel kutsallardan arındırırken; resakramentasyonla, yeniden Aslay, İstanbul, Kaknüs yay., 2001, sh. 443 60)����������������� A.g.e. sh. 454. 58 laik kutsallara dönme eğilimi göstermiştir. “Bilim” buna örnek) elde ettiği bilgileri genel-geçer, zaman-mekân üstü gerçeklermiş gibi telakki eden ethosa karşı… Burada dikkatli bir okuyucu tarafından şöyle bir eleştiri ve soru yöneltilebilir, şahsımıza karşı: Hem psikolojik, sosyolojik, felsefi tespitler, teşhisler yapan çözümler sunan Müslümanlara karşı; tahfif, tezyif ve hatta tahkir davranışı içindesin; hem de {Yani siz bugün halkı Müslüman ülkelerdeki insanların tahlilinde modern psikolojik, sosyolojik teorileri, kavramları, dolayısıyla de “ego” deyimini kullanabilirsiniz “diyorsunuz, bu bir çelişki değil mi?} Değil… Bir: Biz temel derdin bir medeniyet meselesi olduğunu; doğumumuzdan, ölümümüze kadar İslâm akîde ve miyârına göre yaşamadığımızı ve bunun hâl çaresi için de, birinci gerek şartın, içinde yaşadığımız bu gâvursal hayatın çilesini ciğerlerine kadar hissetmek olduğunu iddia ediyoruz… Hâlbuki bizim eleştirdiğimiz yaklaşım, bırakın “çile”yi insanın üzülmesine dahi fırsat vermemek için narkoz görevi yapıyor… Hatta afyon61 ve belki dinciler bugün maddî imkân sahibi olduğu için kokain… İki: Biz kendi umdeleri, ölçüleri, kaideleri içinde İslâm medeniyetinin de başka uygarlıklardan alacakları olduğunu kabul ediyoruz!... Fakat İslâmî değerlerin; bir dolgu maddesi, bir sos, lezzet veren bir baharat gibi metalaştırılmasının, kullanılmasının İslâm’a bir ihanet olduğunu iddia ediyoruz… Şeker yerine tatlandırıcı? Karşılıksız çek, sahte senet gibi… Böylece ortaya çocukların çok sevdiği akide şekeri, cicili bicili oyuncaklar veya fikrî gökkuşağı çıkıyor!.. Ve fikrî gökkuşağı ahlakı! Dünyaya Türkçe öğretsen İslâmî şuur sahibi, benim gibi iddiasız Müslümanların umurumda mı? İslâmî teressübattan temizlenmiş, pırıl pırıl(!) laik ve seküler bir ethos taşıyan Türkçe… Ha! Özür dilerim bunun ticarî karşılığını, getirisini düşünemedim! Ticareti, Para’yı (resakramentasyon için büyük harfle yazdım.) ancak 61)������������������������������������������������������������������������������� Bak! Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirilmesi (Din Üzerine) çev. Kaya Güvenç, Ankara, Sol Yay. 1976, sh. 38 59 sözde Müslüman olduğunu iddia eden özde materyalistler birinci plana alır… Yarım aklınızla, cehl-i mürekkeb içinde, olmayan zihniyet dünyanızla, “Yani, Marx gibi mi demek istiyorsunuz?” diye ahmakça bir soru yöneltmeyin… Çünkü sözde materyalist olan Marx, özde değildi!... Teorik olarak materyalist olan Marx, yaşantısında sizin rüyada göremeyeceğiniz bir fikir namusuna sahipti… Maddî muzayaka içinde bulunduğu bir anda Marx, Amerika’da yazdığı New York Tribun gazetesi, ona danışmadan yazısında ufak bir değişiklik yaptığı için derhal yazılarını kesti!... Hey! Sen! Sözde Müslüman, özde maddeyi bütün değerlere tercih ederek, önceleyen sen, ne biçim bir mahlûksun? Sen insan mısın be? Evrensel müesses nizamla kavgalı olan Marx, sürekli geçim sıkıntısı çekmiştir. Hiçbir zaman istihbarat teşkilatlarının kucağına oturmamıştır… Almanya’dan sürülen Marx’ın yol parası olmadığı için, karısı, dördüncü çocuğuna hamile Jenny, “Yol parası yapmak üzere mücevheratını satmak mecburiyetinde kaldı.”62 Ve nihâyet: “14 Mart 1883 günü Marx Highgate mezarlığına gömülürken merasimde yalnız son günlerde Fransa’dan gelmiş iki damadı ile kızı Eleanore, Almanya’dan gelen Liebknecht, bir de adları meçhul üç kişi bulundu.”63 Karl Marx, başlıca görevi: “Kılıçla cihad devri geçmiştir. İslâm’ın yayılması için cihad; kalem ve duâ ile olmalıdır.”64 kanaatini yayarak, Müslümanları iğfal, İslâmı ifsad, genelde emperyalizmin, özelde o güne göre İngiliz kolonyalizminin devamını temin etmek olan, Mirza Gulam Ahmet (1839-1908) veya ondan sonra gelen benzerleri gibi çiftliklerde65 yaşamamıştır… İlerde yine Marx’a başvurmak zorunda kalacağız… Üç: Bu tür yaklaşımları alıkoyucu durak, İslâm tefekkürünün önündeki bir baraj, bir engel olarak görüyoruz… İnsanın 62)��������������������������������������������������������������������������������� Z. Fahri Fındıkoğlu, Sosyalizm, İstanbul, İ.Ü. İktisat Fak. Yay. 1965, sh. 358, ayrıca 360, 371 63)��������������� A.g.e. Sh. 371 64)��������������������������������������������������������������������������������� E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, İstanbul, Şa-to, 2001, sh. 239 65)������������������ DİA, sh. 24 / 137 60 sağlıklı beslenmesine engel, zararlı fastfood yiyeceklerine benzetiyoruz… İnsanda doygunluk hissi meydana getiriyor ve hayatî besinlerin alınmasını engelliyor… Yani fikrî fastfood… Dört: Nesillerin yetiştirilmesi başlı başına azîm bir mesele… Eğitim meselesi!. Ömrünü eğitim sektöründe (Nesilleri eğitmek, gençleri yetiştirmek gibi riyakârca ifadelerden vazgeçin… Mesleğimizdi, yaptık… Para kazandık… Tıpkı bir din görevlisinin günün muayyen saatlerinde, bazı insanları komutla yatırıp-kaldırması gibi…) geçirmiş bir insan olarak, biz sorunu, kanımızla, canımızla yaşadık ve hissettik… Fakat kızların eğitimi çok daha fazla çileli bir mesele… TV’lere çıkan bu ptatik, başı paçavralı tipler, öyle özendirici, fikren iğfal edici rol oynayıp model oldular ki, sıradan Müslüman muhasebesini yapmadan, sorgulamadan, düşünmeden, taklidî bir şekilde kızlarını eğitime ve hayata fırlatıp attı!… Sonuçlarını görüyoruz ve daha da göreceğiz! Bu konuda siyasetçiler çok büyük sorumluluk sahibidirler… Başörtüsü politikanın bir enstrümanı haline geldi… Daha önce eş durumundan bakan olanları biliyorduk (Adamın kültürle ilgisi yok, karısı sanatçı olduğu için kültür bakanı olmuştu. O zaman böyle bir ifade türetmiştim) Şimdi de karısının baş paçavrası sayesinde siyasette, bürokraside, ticarette avantaj sağlanıyor… Anlatılır ki, Erbakan’ın galiba Başbakan Yardımcısı olarak, iktidarda olduğu bir dönemde; bir bakanlıkta, sanırım sanayi bakanlığında, yükselme ihtirası galip, dinle diyanetle ilgisi olmayan bir memur, takip eder, Cuma günü, müsteşarın gittiği camiye gider… Yanında namaza durur… Fakat görüldüğünden emin değil… İmam selam verince, haliyle müsteşar sağa doğru selam verir, bizimki işi sağlama almak için, sola selam verir… Müsteşarla göz göze gelirler… Kendimizi öyle bir kaybettik ki, hiçbir şeyin farkında değiliz… Liseli âşıklar gibi… Kimse bizi görmüyor sanıyoruz… Ama farkına varan, varıyor. Adam uyuşturucu içecek, müsait bir mekân arıyor… Bulamıyor… Bakıyor, koca bir TIR hemen altı61 na giriyor, içmeye başlıyor…. Polisler gelip yakalıyorlar… Adam hayretler içinde… “Nasıl oldu da beni yakaladınız, kamyonun altında?” diye, merakla soruyor… Polisin cevabı çok sade ve basit: “Kamyon gideli iki saat oldu!” Öyle tuhaf hadiseler oluyor ki, fıkralık… Daha doğrusu Amerikan fıkrası gibi… Bir büyüğün karısının elini sıkmadı diye bir yüksek dereceli bürokrat emekli ediliyor… İslâm, İslam’da kadın, kadın ve el sıkma? Haksız mıyım? Amerikan fıkrası değil mi? Beş: İslâm bir paçavra parçasına değişildi, rehin verildi… İslam’da paçavra ile başını örtme değil, erkek ve kadın için tesettür var!... Babalar, kocalar, kardeşler, dayılar, amcalar başı paçavralı yakınlarının genel giyinişlerine hiç bakmazlar mı? Her şey bir tarafa İslâm tesettüründe gerek şart, vücut hatlarının belli olmaması!... Ve dikkat çekmemesi… Halbuki başı paçavralı, vücut hatlarını ortaya çıkaran bir kıyafet, daha çok dikkat çekici… İnsanlar açıklıktan bıkmış!... [Bu satırları yazdıktan bir süre sonra şöyle bir habere rastladım ve okuyanlarımı mahrum etmeye gönlüm razı olmadı, sizi de aydınlatmak (!) istedim: Moda tasarımcısı Tanju Babacan’dan tesettürle ilgili çarpıcı açıklamalar: “Ben bu yolculukta kapalı kadını giydirmektense açık kadını giydirmeyi tercih ettim. Çünkü kapalı kadının Kur’an-ı Kerim’deki kapalılık anlayışına göre giyindiğini hiç görmedim. Tesettüre moda kaçmış. Tesettür moda ile yıkılmış durumda. Tesettür hangi markaya koşacağını şaşırmış durumda. Falan marka eşarp ile falan marka eşarp takanlar arasında dağlar var. Mesela tesettürlü kadının mutlaka pardösüsü oturmak zorundadır. Çünkü talep bu yönde… Ben bir Tanju Babacan olarak tesettür çizgisinde bir koleksiyon yapayım inan hiç talep görmez. Bana gelen tesettürlü kadına zaten hizmet ediyorum ben. Ama ben olması gereken tesettür koleksiyonu yapayım asla talep görmez. “66 66) http://www.internethaber.com/tanju-babacandan-tesetturlulere-sert- elestiri-588141h.htm 62 Bu bağlamda sadece şu noktayı dikkatlerinize arz etmek isterim ki; kadınlara zulmediliyor… Çünkü her türlü oportünist değişimin saiki, müşevviki veya motivasyonun temel motivi erkekler… Ama burada yanıltıcı olan şu: Değişimi erkekler matematik dizi (1,2,3,4,5….) ile başlatıp, öyle devam etmesini isterken, kontrolden kaçırıyorlar ve erkekler tarafından başlatılan bu oportünist değişim kadınlarda geometrik (1,2,4,8,16,32….) dizi haline geliyor! Zapt et! Edebilirsen! Ve bu aldatıcı görüntü riyakar erkekleri mazur gösterirken, kadınları günah keçisi haline getiriyor!... Yani aslî fail erkekler, fer’î fail kadınlar… Şöyle bir kaç yüzyıllık süreci mütalaâ et! İçtimaî yapıyı teennî ile tefahhus ve teemmül! İslâm tefekkürünü tereddîye mahkûm eden kadınlar mı? Hile-i şer’iyye hayâsızlığı ile itikadı iğtişaşa, cemiyeti tefessühe sevkeden kadınlar mı? Bu sorular devam eder, fakat bir soru ile bitiriyorum: Erkekler helâl rızık getirdi de, nur yüzlü, evinin köşesinde oturan mü’mine hanımlar yemedi mi? İmam-ı Gazali Hazretleri, üç şeyin arkasından üzülme der. Biri de elinden uçan kuş! Kadınlarımız yuvamızdan uçtu! Kimse artık onları yuvamıza sokamaz!... Artık onlar hânmânlarımızın, hâneperver, cennetin ayakları altında olduğu, analarımız değil! Çalışsın çalışmasın, fark etmez, artık onlar; rezidans veya gecekondudaki, hiç önemli değil; part-time hânesûz annelerimiz! Dikkat hâneberdûş kavramını kullanmıyorum… Artık ANA yok! Anne var! Artık ailesi için saçını süpürge eden, kan kusup, “kızılcık şerbeti içtim” , diyen ANA, Kaf dağının arkasında bir masal unsuru… İstisnaların affına sığınarak devam ediyorum! Aslî görevleri(!) başlarındaki paçavralarla siyasette, ticarette, akademik statüde, resmî ve askerî bürokraside kocalarına avantaj sağlamak (çünkü artık başlardaki paçavra ihtirasların savaşında avantaj unsuru); çalışmak, kermes, hizmet, ihvan oturmaları, sosyal aktivite… Başkalarını kurtarmaktan, dünyaya nizâmât vermekten, kendilerini kurtarmaya zaman bulamıyorlar! Fırsat bulabildikleri kadar, araya sıkıştırabildikleri kadar da “anne”67……. 67)���������������������������������������������������� Bak! Ali Biraderoğlu, Tarih Üzerine-I; sh. 147 v.d. 63 Şöyle bir soru meşrudur: O dönemlerdeki “ana”lık durumunu doğru buluyor musunuz? Ben İslâm adına konuşmuyorum ve bu soru kadar şu soruyu da meşrû görüyorum: Siz bu günkü “kadın” durumunu doğru buluyor musunuz? Evlenme dairesi ile boşanma mahkemesinin zaman olarak bu kadar yakınlaştığı bir durumda... Ayrıca, toplumun “dul” kadına bakışını hiç düşündünüz mü? Namusu olan, namus kıymeti bilir… Kayıplar biri birini tetikliyor!... Kendinde olmayan, herkesi o şeyin fakiri sanır! Ama bir de yere batasıca, olmaz olasıca gerçekler var! Boşandığı andan itibaren “dul” bir kadın hakkındaki imaj ve en yakınlarının bakışı! Peki, siz, TV’lerde program yapan başı paçavralı kadınların, muhataplarına o bakışlarını “doğru” buluyor musunuz? Evli iseler, kocaları umurumda değil! Ama ben çocuklarını düşünüyorum! Bu konuda çok büyük eksiklikler var, hissediyorum… Geri dönmek zorunda kaldım, parantezin içine, kafanıza bir fit sokmak için… Şu tespite ne diyecek siniz: “Eğer bir kadın hem güzel hem de zekiyse, güzelliği kullanılmak, zekâsı da kullanmak içindir”68 Ailenin nasıl kurulacağı, nikâhlanacak hanımda aranılan özellikler… Dini için nikâhlanmayan bir kadınla kurulan aile… Kadının güzelliğini, zenginliğini, statüsünü kullanmak için kurulan ailelerde; erkekler, kadınların zekâsının nesnesi mi oluyor acaba? Erkekler kullanılacak bir metâ haline mi geliyor? Bu korkunç değişim furyasında, fırsatlar bakımından, küçük Amerika olan ülkelerde yukarı doğru dikey olarak düşen (Sosyoloji terminolojisindeki, yatay ve dikey hareketlilik farklı anlamlardadır. Bu bizim ürettiğimiz bir deyim.) erkeklerin birden fırlayan; makamları, zenginlikleri, rütbeleri ile orantılı etraflarını çeviren kadınlı erkekli riyâ hâlesi, o zehirli atmosfer ve o arada fizikî olarak yıpranan, dini dışında başka saiklerle evlenilmiş, kocasının yanında çanta gibi dolaşan metalaşmış kadın… Bir cümle daha: “Boynuzlanan erkek acayip bir hayvandır, bir canavardır.”69 Biz de farkındayız, ANA yok da, sanki “BABA” var 68)������������������������������������������������������������������������ W. Shakespeare, Othello, çev. Orhan Burian, İstanbul, MEB, 1966, sh. 33 69)�������������� A.g.e. sh. 87 64 mı? “Ey gaziler, yol göründü bu garip serime” türküsünü yanık yanık söyleyerek, cephe cephe dolaşan BABA’lar da yok!…. Şimdi iskele babaları var.] İslâm bir paçavra parçasına satıldı, dedim; ben hatırlıyorum bir zamanlar, Müslümanların, “Kadın çalışır mı?”, “ Kadın okur mu?”, “Bu kanunlarla hâkimlik, avukatlık yapılır mı?” gibi meseleleri vardı… “Bu kanunlarla miras bölüşülür mü?” diye bir endişeleri vardı… “Faiz-Riba?” diye bir sorunları vardı!... Hatta İslam’da “Roman meşrû mudur, değil midir?”, “Tiyatro, Sinema meşrû mudur, değil midir?” tartışmaları vardı… Şimdi hepsi bitti, bir kadın avukat, baş paçavrası ile mahkemeye alınmamış… İşte size tek İslâmî(!) sorun!... Nasıl bir paçavra bütün İslâmî meseleleri 0 (sıfır) la çarpıyor? Nasıl yok ediyor? Bütün İslâmî şuuru massediyor, obur midesi doymuyor! Kuşkusuz mesele bir medeniyet, bir toplum, bir insanlık meselesidir ama; laik, seküler, demokrat, liberal bir ethos sahibi olmadığımızdan, bizim için kadın meselesinin yeri çok daha farklı… Bizim validelerimizin, hemşirelerimizin, kerimelerimizin meselesi… En çok istismara maruz kalanlar onlar… İş hayatında, aile hayatında, eğitim hayatında, caddede, sokakta… “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır.!” Biz onların kirpiklerinin ıslanmasına dahi rıza göstermezken, en ufak sızıları dahi bizi dilhûn ederken, dünya kadınlığının içinde bulunduğu “reel durum” bizim yüreğimizi parçalıyor!.. Yere batsın “reel politikalarınız”… Yere batsın “reel durumunuz”… Bütün “reel”lere, bütün kalbimizle isyan ediyoruz!.. Bütün değerleri metâlaştıran Batı uygarlığı, sanki önce kadını, sonra erkeği metâlaştırdı gibime geliyor? Bu meseleye mütevâzi bir demet ışık tutmak için “modern hikayenin ve dramın kurucularından sayılan” A. P. Çehov (18601904)’un bir hikayesinin kısa bir tahlilini arz edeceğiz. Oportünist Batı uygarlığı ve oportünizmin mitolojik pençesi içinde kıvranan “modern kadın”ı birazcık olsun tahlil edebilmek, gizil 65 dünyasının kapısını hafifçe aralayabilmek, iç alemini çözebilmek için… Hikâyenin adı “Esrarlı Bir Tip”… Ama bana sorarsanız hiç de esrarlı değil! Belki de o güne göre esrarlı… Veya Çehov sırf bizi kışkırtmak için muzipliğinden böyle bir isim koymuştur… Bana göre, dünyanın herhangi bir coğrafyasında, modernitenin “kadın” kontenjanını temsil eden sıradan bir tip! Kafanıza bir fit sokmak için hemen kendi vecizemi(!) hatırlatayım: “Nasıl ki, içki şişede durduğu gibi durmuyorsa; haram para da, kasada durduğu gibi durmaz!” Her ne kadar insan eylemlerinin belirleyicisi fikir ise de; ekonomi de etkileyicidir… Son tahlilde ikisi karşı karşıya geldiğinde fikrin galip geleceğine bütün gönlümle inanıyorum; fakat iki testi çarpıştığında biri kırılırsa, öteki çatlar!... Ve çeşm-i bülbülün ufacık da olsa bir darbeden sonra eski haline gelmesi çok zor!... Ama çok zor! Hikayemizin kahramanı, birinci mevki kompartımanda, bir gazeteci ile röportaj yapan, “Ağaççileği renginde kadife kaplı bir kanepenin üstünde, yarı uzanmış, güzel bir bayan” Kadın hüzünlü bir gülümsemeyle, gazeteciye: “Voldemar, diyor, beni anlatınız! Hayatım o kadar dolu, o kadar çeşitli, o kadar renkli ki… Ama gelgelelim ben mutsuzum. Ben Dostoyevski’nin zevkine göre bir çilekeşim. Voldemar, ruhumu, bu zavallı ruhumu tüm evrene tanıtınız!...”Bana göre “mutluluk” kavramının analizine hiç vakit bulamamıştır… Ve tek aradığı “ölümsüzlük”! Modern insanın ruhu evrenin kaskatı “geçicilik” özelliği karşısında çatır çatır yırtılıyor… Bu feryat gök kubbeyi sarsıyor… Ha sırf isminin kalıcı olması, ölümsüzlüğü yakalayabilmek için cami yaptıran bir modern konsept sahibi, ha Çehov’un kadın kahramanı… İkisinin motivasyonunu yöneten motiv de özde aynı… Kahramanımız fakir bir aileye mensup.… “Ya muhitle savaş? Korkunç bir şey!... Ya şüpheler? Hayata, kendine inanmamanın doğurduğu ızdıraplar?” Nasıl? Bu feryat tanıdık geliyor mu? Özellikle ve yoğun olarak son kırk yılın Türkiye’sinde… Ve bunu 66 telâfi için bir gruba yamanma ihtiyacı… Tek başına “bir önemi olmayan”ın, bir grubun parçası olarak, “önemsenme” avcılığı yapması… Mutevâzılık maskesi altında varolma savaşı vermesi… “Ben saadet bekliyordum, hem nasıl bir saadet… Ben insan olmak için çırpınıyordum. Evet! İnsan olmak benim en büyük dileğimdi.” Başlangıçta zorunlu bir “insan olma” simülasyonu… Memur soruyor kayıt yaparken: “Adın ne?” cevap: “Mülayim!” Memur başına kaldırmadan nezaketle, fakat soru ile azarlıyor: “Sert olsan ne yazar?” Binlerce ağzından ateşler fışkıran megalopolis bir anda insanı buharlaştırır!... İşte ruhunun onlarca kilit altındaki gizemini, sırrının ibiğini hafifçe aralıyor, sayın bayan: “- Oh, Voldemar! Bana şöhret lâzımdı... Ne diye alçakgönüllülük göstereyim? Her kadın gibi ben de gürültülü, parlak bir hayat arıyordum. Ben fevkalâ de bir şeyi, kadınlarda görülmemiş bir şeyi özlüyordum. Ve... İşte, yolumun üzerine zengin bir ihtiyar general çıktı.. Beni anlayınız, Voldemar!. Bu, kendimi feda edişten kendimi kurban edişten başka bir şey değildi... Ben başka türlü hareket edemezdim.. Ailemi refaha erdirdim… Seyahatlere çıkmaya, sağa sola iyilikler etmeye başladım. Ama bilseniz ne kadar ıstırap çekiyordum!.. Çünkü hakikati söylemek lâzım gelirse, zamanında, büyük bir cesaretle dövüşmüş olmasına rağmen generalin okşayışları benim için çekilmez, iğrenç şeylerdi... Ah, pek korkulu anlar geçirdiğim olmuştu. Ama ihtiyarın, bugün değilse yarın öleceği ihtimali bana buna katlanmak gücünü veriyordu... O zaman istediğim gibi yaşayacak, kendimi sevdiğim adama tamamıyla teslim edecek, bahtiyar olacaktım... Kalbimde böyle bir insan var Voldemar. Allah şahidim olsun ki böyle biri var... Kadın, yelpazesini kuvvetle sallıyor, yüzü ağlamaklı bir hal alıyor. 67 — İşte nihâyet ihtiyar öldü. Bana, ufak tefek bazı şeyler bıraktı. Şimdi ben, bir kuş gibi serbestim... Bahtiyarım... Öyle değil mi Voldemar?. Artık saadet kapımı çalıyor... Kapıyı açıp onu içeri almak kalıyor... Ama, hayır, Voldemar!. Rica ederim, beni dinleyiniz!. Şimdi, sevdiğim adama kendimi teslim etmek, onun arkadaşı, yardımcısı olarak, fikirlerini benimsemek, bahtiyar olmak... Dinlenmek... Bütün bunlar kaabil. Ama bu dünyada her şey ne kadar aşağılıktır Voldemar, talihsizim, yolumun üzerinde yine bir engel var!. Saadetimin çok uzaklarda olduğunu yine duyuyorum. Ah, nasıl acı çektiğimi, ne kadar acı çektiğimi bir bilseniz!.. -Ama ne var? Yolunuzun üzerine çıkan engel nedir?. Yalvarırım size söyleyiniz!. Ne var?.” Gazetecinin sorusunu siz de düşünün engel ne olabilir? Tahmin edemezsiniz! Çünkü modern insanın yazgısı dram değil! Trajedi! Cevap: - Bir başka zengin ihtiyar!.. Kırılmış yelpaze güzel yüzü gizliyor. Yazar, birçok düşüncelerle ağırlaşan başını, yumruğuna dayıyor, içini çekiyor, derin bir psikolog gibi tekrar düşünceye dalıyor. Lokomotif ıslık çalıyor, homurdanıyor... Batan güneşin son ışıklarıyla, pencerenin perdecikleri kızıllaşıyor.”70 Artık tahlil yapacak ruhî enerjiyi bulamıyorum kendimde… Yalnız şuna inanıyorum ki, yüz küsur yıllık bu hikaye bugün, Türkiye’nin büyük veya kalkınma hamlesi içinde olan herhangi bir şehrinde aynıyla vakî!... Değişimin bu kadar hızlı olduğu ülkeler; hayallerini, hülyalarını rüyalarını aşan insanlarla dolu! Bu kadar ani sıçrayışlara ne birey, ne aile, ne toplum dayanabilir! 70)������������������������������������������������������������������������������ Anton Pavloviç Çehov, Hikâyeler-I, çev. Servet Lünel (bu hikâyenin mütercimi H.A. Ediz) , İstanbul, MEB, 1966, sh. 25-29 68 Onun için birey de, aile de, toplum da çatır çatır yırtılıyor kendi içinde! Yalnız bütün bu ve benzerleri veya gerçek olaylardan ders alınması gereğini unutmayalım! Geçmiş, geleceği görmek içindir! Aksi takdirde tarih zararsız bir gevezeliktir… Aynı zamanda faydasız da… Bir sublimasyon, hatta katarsiz aracı olur… Dikiz aynasız araba kullanamayız! Ama sürekli dikiz aynası ile kullanmaya kalkarsak, öyle bir duvara çarparız ki; olmayan beynimiz darma dağın olur! Onun için biz sürekli tarihin desakramentasyonundan (kutsaldan arındırma) bahsediyoruz! Tarihi kutsama, mistik, metafizik unsurlarla bezeme, otomobili sürekli dikiz aynası ile kullanmaya çalışmaktır… Tarihi ve hayatı salt akılla değerlendirmeye çalışmak; tarihi ve yaşamı anlama imkânını da ortadan kaldırır… Galiba aynı zamanda da derasyonalizasyon (aklı ideoloji haline getirmekten kaçınmak) da gerekir… Yaşadığı süreç insanı öyle tercihler yapmak zorunda bırakıyor ki, hiçbir eylem sizi yanlışlıklar yapmaktan kurtaramaz… Bunu biz “Eylemsel Nihilizm” olarak kavramsallaştırmıştık… Nihilizm değerlerin yok oluşu, değerlerin reddi demekse, Eylemsel Nihilizm de eylemin yok oluşu… Bir nevi pratik nihilizm… Hiçbir eylem türü sizi tatmin edemez! Bir nevi aktivitenin reddi… “Trajik olan”la, Eylemsel Nihilizm’i karıştırmamak gerekir… Çünkü trajik durumda, hiçbir tercih sizi suçlu (özellikle vicdani) olmaktan kurtaramaz, fakat suçunuzu hafifletebilir… Burada tercih yapmak durumundasınız… Eylemsel nihilizmde eyleyen suç işliyor, demektir… Peki, eylemi reddedip, eylemsizliği seçtiğinizde bu suçtan kurtuluyor musunuz? Sultan Hamid kendini devirecek gençleri yetiştirecek okulları açtı!... Bu okulları açmasa devrilmeyecek mi idi? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana mağlubiyeti, Osmanlı’nın yıkılışının önemli kilometre taşlarından biridir… Kırım Han’ı ihanet etmeseydi, Paşa, Viyana’da galip gelirdi… Şu halde Osmanlı’nın 69 yıkılışı Kırım Han’ının ihaneti sonucudur, diyebilir miyiz?… Bu tür indirgemeci (reductionisme) yaklaşım analitik düşünmenin önündeki en büyük engeldir… Sosyal olayları, insan tahminlerinin ötesinde, apansız ortaya çıkan tabiat olayları gibi değerlendirmek çok yanlış… Hiçbir devlet bir kişi ihanet etti, diye yıkılmaz. Sosyal olayların; on, yüz, hatta bin yıl içinde örülen, çok karmaşık bir örgüsü vardır… Hangi zaman diliminde hangi hatanın yapıldığı ve geleceği nasıl tetiklediği ve son darbeyi ne zaman vuracağı belli olmaz! Apansız bir anda ortaya çıktığını sandığımız depremlerin bile, bu gün artık biz, uzun süre fay hatları arasında biriken enerjinin boşalması olduğunu biliyoruz… (İlâhî ve küllî irade mahfuz kalmak şartıyla..) Açarsanız tarih kitaplarını, Birinci Dünya Savaşı’nın sayfalarca, en azından Fransız İhtilali’nden başlayan sebebleri anlatılır… Fakat “Birinci Dünya Savaşının âni sebebini 28 Haziran 1914 günü, Avusturya – Macaristan veliahdı Arşidük Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi teşkil eder.” Bu görünür sebep gerçek sebeplerin yanında o kadar önemsenmez ki; kimi kaynaklar, Sırplı, kimi Boşnak der. Kimi kaynaklar terörist der, bazıları da terörist öğrenci, der… Yani tarihsel olayların sebepleri, sorumluları, kazananları, kaybedenleri, hainleri, kahramanları konusu çok karmaşık bir konu… Düşünün! Bu güne kadar gelmiş geçmiş belki de tek antiemperyalist bir padişah, bir devlet başkanı Sultan Hamid!... Sultan Hamid ve son yüzyılların tarih kurgusunu tek başına yıkan Üstadım Necip Fazıl, “Tarihte Bireyin Rolü” konusu işlenirken birinci planda göz önüne alınması gereken bir mütefekkir… Bir kişi on yıllardan beri Siyonist ve onların uşakları tarafından inşâ edilen bir tarih tasavvurunu nasıl yıkabilir? Bit-tecrübe sabit! Bu kurguyu Üstadım Necip Fazıl, “Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han” ve “Sahte Kahramanlar” teziyle başlattı ve yıktı… Üstad’dan sonra; bu satırların yazarı bizzat öğrencisi olduğu Marxist Cahit Tanyol’dan aynı tespitleri dinlemiş ve İdris Küçü70 kömer gibi fikir namusuna sahip kişilerden de okumuştur… Burada bir açıklama yapmayı fikir namusu adına bir borç bilirim… Cahit Tanyol yöntemsel olarak Marxistti… Yoksa 1960 yıllarda Marx’ın yapısının yıkıldığını sık sık tenkit ederdi… “Marx’ın yapısı çöktü “dediğini duymuşumdur. Belki de şu tespit daha doğru olabilir… Cahit Tanyol, bir dünya görüşü olarak Marxizmi benimsemezdi… Bir kere daha düşünün! Sultan Hamid’in şartlarını; yuvarlak hesap sizden 160 yıl önce başlamış veya başlatılmış, Batılılaşma, arkasından reform hareketleri, 1838 İngilizlerle yapılan Serbest Ticaret Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, hal edilen amcanız… Ve şehid edilen amcanız… Hüseyin Avni Paşa, Rüştü Paşa, Mithat Paşa gibi ihtiraslarının gayya kuyusunda boğulmuş sözde gözü dönmüş paşalar… O günleri ve Batılılaşma hareketlerini, Batılılaşma, modernleşme taraftarlarının ahlakî ve entellektüel seviyesini ve Sultan Hamid’in içinde bulunduğu iklimi anlayabilmek, içselleştirmek ve empati sağlayabilmek için bir alıntı takdim edeceğim. Tarafsız bir kişi kabul edebileceğimiz Haydar Kazgan’dan: {Beş defa sadrazam olmuş Mustafa Reşit Paşa, Louis Philippe ‘Paris’inin en şaşaalı günlerinde, bu kentte ilk önce kâtip, sonra da sefir olarak bulunmuştu. O lüks ve debdebenin kaynağının nereden geldiğini pekiyi anlamış olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Sanayi devriminin yatırımcı ve yöneticileri, bankacıları, bankerleri hızla zengin ettiği Paris’te yüksek burjuvazinin yeni mensupları dahi Osmanlı Sarayı’nın israfının kat kat üstünde örnekler vermekte idiler. Küçük burjuvaların lüks ve ihtişamı dahi bizim yüksek memur ve vükelanınkinden kat kat üstün idi. Buna tanık olan Reşit Paşa Tanzimat-ı Hayriye hareketini düzenlemede bu lüks ve ihtişamın büyük etkisi altında kalmıştı. Her İstanbul’a gelişinde getirdikleri bu lüks ve ihtişamın örnekleri idi. Ama bu lüks ve israfın yüzbinlerce işçinin günde on iki saat en güç şartlar içinde kömür madenlerinde ve fabri71 kalarda çalışmaları sayesinde oluştuğunu pek fark edememişti. Avrupa’nın zenginliğini Tanzimat hareketi gibi hukuki yönden değerlendirmekle büyük hataya düştüğünü ancak 1854 yılında, ilk Osmanlı borcunu sağlamak için İngiliz ve Fransız bankerlerine müracaat ettiği zaman anlayacaktı. O, bu suretle 1856 reform fermanında Abdülmecid’i köprü, liman, vapur, demiryolu, fabrika, sulama ve gübreleme konularına temas etmeye ikna etmişti71. Fakat kendi de dâhil olmak üzere saray ve çevresi öyle bir tüketim alışkanlığı içine girmişlerdi ki, alınan dış borçların fermanda geçen bu kelimeler ile ilişkisi hiçbir şekilde kurulamamıştı. Saray tahsisatı arttığı, vükelanın maaşlarına boyuna zam yapıldığı halde hiç kimse halinden memnun değildi. Memnun olanlar, onları kısa bir zaman için yüksek faizle rüya âlemine daldıran Galata Bankerleri idi. Mustafa Reşit Paşa’nın bankerlerle ilişkisi hakkında ayrıntılı pek bir şey bilmiyoruz. Yalnız Paşa’nın ölümü hakkındaki rivâyetler bu ilişkiyi aydınlığa kavuşturmak bakımından oldukça ilginç olduğu için, burada yeni bir değerlendirme yapmayı faydalı buluyoruz. Paşa 1859 yılında ölmüştür. Öldüğü zaman henüz altmış yaşında idi. Paşa hastalanmış ve Emirgan’daki yalısında tutulduğu ateşli nezleden kurtulmak için, istirahat ederken çeşitli sefaret erkânı kendisine şifa dilemek için yalıya ziyarete gelmişlerdi. Paşa o zaman Tarabya’da bulunan sefaretlere iadeyi ziyaret maksadıyla uğradıktan sonra evine dönerken kendisi için bir yalı kiraladığı odalığını ziyaret etmiş ve burada bir müddet kaldıktan sonra yalısına dönerek hamama girmiş ve orada kalp sektesinden ölmüştür. 71)������������������������������������������������������������������������������ A. Cevdet Paşa, istikraz konusundan bahsettikten sonra, yukardaki ifadeleri teyid eden, şu tesbitlerde bulunuyor: “ Abdülmecit Han hazretleri Beyt’ül – Mâli muhafaza hususunda ötedenberi fevkâlade îtina buyururlardı.” A. Cevdet Paşa, Tezakir, 1 – 12, TTK, Ankara, 1953, sh. 22 72 Aynı saatlerde meşhur Banker A. Kamondo yalıya gelmiş ve Mustafa Reşit Paşa’nın hamamdan çıkmasını beklemek üzere selamlık sofasında beklerken, Paşa’nın hamamda öldüğü haberi gelmiştir. İhtiyar Kamondo haremden gelen kadın çığlıkları üzerine, o da “Paşa gitti” diye bağırarak sofanın bir başından öbür başına koşmaya başladı. Onun bu bağrışmasına koşan kâhya ve ağalar “Paşa nereye gitti” diye sorunca Kamondo da “Cennete gitti” diye cevap vererek yine koşmaya koyulmuş. Rivâyete göre Mustafa Reşit Paşa’yı kalpten öldüren Kamondo’dur. Herhalde hamamda iken kendisine Kamondo’nun geldiği haber verilmiştir. Paşa bunun üzerine aklına borçları gelerek büyük üzüntü ve heyecan geçirdiği için, kalbinin dayanamadığı söylenebilir. Bir rivâyete göre de, Kamondo, Paşa’nın ölümünü işitince “Eyvah yandım” diye bağırmış, sonra etrafında insanları görünce “Cennete gitti Paşa” demeye başlamıştır. İleride göreceğimiz gibi Kamondo, Avrupa çapında bir banker idi ve borç-alacak meselelerinde finans kapitalin geçerli kurallarından hiç taviz vermeyen bir tabiata sahip idi. Öteki Galata Bankerleri gibi kirli ve yolsuz işlere bulaşmamıştı. Bu sebepledir ki, Mustafa Reşit Paşa’nın dostluğunu kazanmıştır. Ama bir bankerin koca bir devlete beş defa sadrazam olmuş bir ünlü kişinin hamamının kapısında ne işi olabilirdi? Bunu ileride bazı ayrıntıları ortaya koyarak açıklamaya çalışacağız.72” Sultan Hamid’e takaddüm eden dönemleri anlamaya çalışırken; bir laboratuar hassasiyeti içinde tarihte yapılması gerektiğini savunduğum, desakramentasyonun (kutsaldan arındırma!) örneğini veriyorum… Lütfen! Sıradan bir ayakkabı boyacısı, terzi, akademisyen, bakkal, mühendis, doktor, şoför, öğretmen, galerici, subay, hâkim, savcı, futbolcu için Mustafa Reşit Paşa kimdir? Sıfatı “Büyük” tür veya “Koca” dır… Ama! Fakat! 72)���������������������������������������������������������������� Haydar Kazgan, Galata Bankerleri –I, Ankara, Orion, 2005, sh.22 73 Sadece Şinasi’nin onun hakkında yazdığı kasideden birkaç mısra… Gelelim zat-ı Reşid’in şerefi mebhanesine Söz mü var devletli ihyaya olan meb’asine Adl ü ihsanın ölçüp biçemez Newton’lar Akl u irfanını derk eyleyemez Eflatun’lar Bir ıtıknamedir insana senin kanunun Bildirir haddini Sultan’a senin kanunun Şinasi’ye göre; Büyük Mustafa Reşit Paşa’nın yanında Newton’lar, Eflatun’lar solda sıfır kalır. Onun akıl ve irfanını Eflatun’lar anlayamaz!... Mustafa Reşit Paşa’nın ilan ettiği Tanzimat Fermanı, Fransız İhtilali sonrasında ilan edilen beyanname gibi durur. Tarihçilerin, edebiyatçıların kanaatini almıyorum. Tahmin edebilirsiniz… Kutsallık hâlesi içinde, mistik güçler atfedilen bir zat… Hâlbuki hayatından bir kaç sayfayı çevirince bütün kutsallığı ortadan kalkıyor… Üzerine birkaç damla rahmet suyu isabet edince, yaldızları dökülen bir put: Devlet-i Âl-i Osman’ın büyük sadrazamı: “sonra evine dönerken kendisi için bir yalı kiraladığı odalığını ziyaret etmiş ve burada bir müddet kaldıktan sonra yalısına dönerek hamama girmiş ve orada kalp sektesinden ölmüştür.” Biz de Kazgan’la birlikte soruyoruz: “Ama bir bankerin koca bir devlete beş defa sadrazam olmuş bir ünlü kişinin hamamının kapısında ne işi olabilirdi?” Rahmetli Üstad’ım putlarınızı kırdı, yıktı; biz de karınca kararınca hangi sebeple olduğunu bilmiyoruz ama, Üstad’ımın demir pençesinden, şahin bakışlarından kaçanları yakalamaya çalışıyoruz! İşte bizim desakramentasyon (kutsaldan arındırma) yöntemini uygulayınca ortaya ne kadar zavallı tipler çıkıyor? Veya 74 kutsadığımız kişilerin gerçek kişilikleri ortaya sere serpe dökülüyor. Ne kadar zavallı olduklarını anlıyoruz. Takke düşüyor kel ortaya çıkıyor… Bazı “büyük” adamların içki sofrasındaki acınacak, zavallı hallerini düşünebiliyor musunuz? Sıcak kafayla, müdâhanecilerin, yağcıların, haysiyet cellatlarının amigoluğunda îcad edilen ve bugün mizah konusu olan tez (!) ve teoriler (!)… Oportünizm dağdan yuvarlanan öyle bir çığ ki; bütün değerleri dürüp büküp içine alarak, götürüp bir dere kenarına fırlatıyor… Rahmetli Üstad’ım çok çok büyüklerden birinin, “Bana karılarını getiriyorlar!” diye şikâyet ettiği rivâyetinin, kendisine anlatıldığını söylemişti… Bu kadarı haysiyetsizleri bile tiksindiren bir haysiyetsizlik!... Kelimeler bitti! Öyle değil mi Shakespeare? Sen de şikâyet ediyordun: Kelimeler, kelimeler, kelimeler!... İşin korkunç(!) tarafı söz konusu kişinin de ikinci katta bir kadınla baş başa kaldığında sadece sohbet edip, kahve içtiği rivâyeti… Kimsenin özel hayatı ile ilgili değiliz… Fakat, memleketin kaderinde söz sahibi olmuş bir kişinin İmpotens halinin, eylemlerine nasıl yansıyacağı bizi ilgilendirir!... Tahrip, yıkma gibi güdülerini nasıl tetikleyeceği bizi ilgilendirir! Hem de fazlasıyla ilgilendirir! Yine eski dönemler hakkında, çok rahatsız edici gerçekler… Gerçekler acıdır, devamlı halının altına süpürülürse bir gün gelir bütün toplumu acıtır… Açık Sırlar: “Kadın sevgili edinenler çoğalıp erkeklere olan ilgi azaldı… Kavm-i Lut sanki yere battı. İstanbul’da ötedenberi delikanlılara yönelik aşk ve ilgi, tabii hali olan kızlara döndü. Sultan III. Ahmet zamanından beri âdet haline gelmiş olan Kâğıthane gezintileri arttı. Gerek orada, gerek Bâyezid meydanında arabalara işaretlerle sevgili bulma usulü yaygınlaştı. Devlet adamları içinde oğlancılıkla meşhur olan Kâmil ve Âlî Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı. Hâlbuki Âlî Paşa de ecnebilerden korkarak oğlancılığını gizlemeye çalışırdı.” 73 Tanzimat dörtlüsünü hatırlayın birisi huzurlarınızda… Bu arada çok rahatsız olduğum için, elime almama rağmen; Gelibolu73)�������������������������������������������������������������������������������� Ahmet Cevdet Paşa, Sultan Abdülhamid’e Arzlar – Ma’rûzât, sadeleştiren. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul, bky, 2010, sh. 25 75 lu Mustafa Âlî (1541 – 1600)’nin 1600 yılında Sultan Mehmed-i Sâlis Han Gazi’ye arz etmek üzere yazdığı, Mevâ’idü’n–Nefâis fî Kavâ’idi’l-Mecâlis’inden alıntı yapmayacağım… Sadece uyarıyorum! İnsanları rab edinmeyin! İnsanlara tapınmayın! Bu tutumlar tevhidi gölgeler… Nitekim gölgeliyor!... Atalara tapınmayın! Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nden başkasını Rab edinmeyin! “Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı.” konsepti de yanlış, “Eski” ye tapınmak da… Sultan Hamid’le empati sağlama gayreti içindeyiz… Birkaç fırça darbesi ile Sultan Hamid’in içinde bulunduğu şartları anlamaya çalışıyoruz… Birkaç fırça darbesine daha ihtiyacımız var eskizin tamamlanması için… Biz eskizi kara kalem yerine fırça ile yaptık… Sultan Hamid’in bütün gayretine rağmen önleyemediği 93 Harbi… Rusların Ayestafonas’a (Yeşilköy) kadar gelmesi…. Osmanlının ilk dış borçlanması, eğer konu biraz derinliğine incelenirse daha doğrusu ilk dış borçlandırılması… Çünkü Sultan Mecid almamak için çok direnmiş, fakat Fransız elçisinin teşviki ve yerli işbirlikçilerin gayreti ile borç alınmış: 1854… 1874’e kadar 15 kere dış borç alınmış… Osmanlı dış borçlarının ödenemez duruma gelmesi üzerine 20 Aralık 1881 Muharrem Kararnamesi ile Düyûn-u Umûmiy-i Osmaniye Meclis-i İdaresi oluşturuluyor… Şu ifadeye çalıştığımız şartlar altında, siz Mehmet Akif ’siniz… Siz Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’sınız… Sultan Hamid’e muhalefet ederseniz “oportünist misiniz”? Etmezseniz “oportünist misiniz”? Tek tek Sultan Hamid muhaliflerini elekten geçirecek değiliz ama, en azından hepsini “oportünist” olarak nitelemenin doğru olmadığını düşünüyoruz… Mesela, Said Nursi’yi farklı değerlendirmek lâzım… Büyük çapta bilgi eksiği var… İlham, keşif, cifirle bu eksiği kapatmaya çalışıyor… Dünya ahvali ve felsefe konusunda ciddi bir tetebbuatı olmadığını hemen fehm ediyorsunuz… Hayatı hakkında bilgi sahibi olmak için Tarihçe-i Hayat’ı okuyunuz… Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yi oku76 yunuz… Baştan sona spekülasyon… Ama peşinden milyonlar gidiyor! Biz de onu anlatmaya çalışıyoruz… Avam, avam…. Avam… Ayakkabıcı, mühendis, kumaşçı, akademisyen, şoför, doktor, subay, bakkal, emekli, öğretmen, gazeteci, pastahaneci….. Avam dalga dalga gidiyor… Ölçünüz halksa haklısınız… Halk zaten kanmaya hazır… Kendini kandıracak adam bekliyor… Ben oportünist yaklaşımı şu örneğe benzetiyorum: Markete giriyorsunuz, kocaman bir ilan; “bir kilo et beş lira…” Bir kilo et alıp, hemen kasaya yöneliyorsunuz… Kasiyer barkotu okutuyor: “Efendim, lütfen yirmi lira” diyor… Siz hayretler içerisinde “Nasıl olur ama? Koca ilan var, beş lira yazıyor…!” Fakat kasiyer haklı olduğundan o kadar emin ki, buz gibi soğuk bir sesle: “Lütfen! ilanı dikkatli okuyunuz!” Gidip dikkatlice bakınca köşedeki notu görüyorsunuz! “iki yüz liralık alışveriş yapana bir kilo et beş lira!” İşte halk için cazibe merkezi olanlar, halkı bir şekilde kandırabilenlerdir… Halk kasadan döneceğini bilse bile, o bir saatlik teselli için aldanmaya razı… Hayatımızda arabeskin bir karşılığı var! Fantazik yaklaşırsanız, anlayamazsınız! Halk “Kahrolsun bu dünya! Bir teselli ver, ne olur!” diye yerlerde sürünüyor!... Bunlar da halkın istediğini veriyor… Diyelim ki kıymanın kilosu yirmi lira… On liraya sucuk satılıyor… Siz alıcının aldandığına inanıyor musunuz? Ben inanmıyorum… O da biliyor, o fiyata sucuk olmayacağını… İçine bir şeyler katıldığını… O da biliyor doğru dürüst, müteşerrî bir şeyh olsa, bu hokkabazlıkları yapmaz… Ama aldanma ihtiyacı içinde…. Çünkü reel hayat boğazına sarılıyor… Dün geçim derdi vardı… Bir fırsat yakaladık defter kapandı. Ama bu gün de karı ve çocuklarla geçinme derdi var! “Para kasada durduğu gibi durmuyor”; içkinin şişede durduğu şekilde, durmadığı gibi. Can tatlandı, ölüm yaklaşıyor… İnanmasa da bir teselliye ihtiyacı var… Taraf etrafın teveccühüne ihtiyacı var! Ve benzeri motivleri realize edebilmesi için bir “kapı”ya ihtiyacı var, 77 inanmasa da!... “Kabul edilebilir” bir din… Hevâ ve hevesine göre… İşte tam bu noktada İslamiyet’te her adımda şu şart çıkıyor ortaya engel olarak: “Helâl!” kaydı… Hac mı? Helal kazanç… Namaz mı? “Baksana şu dini, mahşer ve hesabı yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar. Muhtacı doyurmayı hiç teşvik etmez. Fakat veyl o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gafildirler. İbadetlerini gösteriş için yaparlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler.” 74 Helâl kazanç! Mescid inşası mı? Helâl kazanç! Tasavvuftan bahsetmiyoruz… Amellerimizin faziletinden bahsetmiyoruz… Doğrudan doğruya gerekli şarttan bahsediyoruz… Her türlü insan eyleminin olmazsa olmazı… Amelden ayrılması gayr-i kâbil… Fıkıhtan delil getiriyoruz. Nitekim Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem “Helâl bellidir. Haram bellidir. İkisi arasında şüpheli şeyler vardır. Şüphe ettiğini bırak, şüphe etmediğini al.” 75 Buyuruyor… Nebiyy-i Zîşân: “Bir şeyde hem helâllik hem de haramlık bulunursa haramlık tarafı üstün gelir. “76 Buyuruyor… İhlâslı Müslüman sana altın bir ölçü veriyorum: Her kim ve her ne sıfat sahibi olursa olsun; nasıl kazanıldığından önce, nasıl harcanması gerektiği üzerinde duran herkes, oportünisttir, şarlatandır, hokkabazdır… “Helâl” diye senin paranı tırtıklamak istiyorlar… Veya senin o nasıl kazanıldığı belli olmayan paranın layık(!) olduğu yere ulaşmasını sağlıyorlar… Sadece “faiz haramdır” la olmaz… Onu herkes söylüyor… Faizin hangi ışık oyunları ile, hangi illüzyonlarla sözüm ona “faiz” likten çıkarıldığını herkes biliyor… Bir tarafta “riba” kat kat diye yorumlanarak, tatbikatta faizi imkansız hale getirirken, daha başta bankaları ibra ederek, tartışma dışı tutanlar!... Bir tarafta “faiz” yasağına kesin, pazarlıksız inanan müminler… Arada bir 74)����������������������� Maun Suresi, 107 / 1-7 75)������������������������������������������������������ Serahsî, Mebsût. Editör, M. Cevat Akşit, sh. 11 / 407 76)��������������� A.g.e. 5 / 69 78 takım atraksiyonlarla, illüzyonlarla ve halüsinasyonlarla faize kılıf bulup, “helâl” sayanlar… Acaba bu aradakilere “münafık” diyebilir miyiz? Görüyor musunuz? Biz de şaşırdık!... Münafığı bilemezsin ki! Şer’an nasıl bir insanı münafıklıkla itham edebilirsin ki? Ama vasıfları var… Nebiyy-i Zîşân bize bildirmiş bu vasıfları! Yani, sen kazan da nasıl kazanırsan kazan! Ondan sonra getir sen; sözde tarikatımıza sözde hizmetimize, derneğimize, vakfımıza, cemaatımıza... Bu kadar şuursuzluk, ancak ve ancak “şuursuzluk”la mümkündür… İslâmî şuura sahip insanlar bu tuzaklara düşmez… Biz Osmanlının en büyük hatasının Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın dilini, Arapçayı devlete ve topluma egemen kıla-maması olarak görüyoruz… Sizin gibi Türk İslâmı, Anadolu İslâmı meczupları bizi anlayamaz, biz de sizi anlayamayız… Çünkü biz hiçbir şarta ve ön eke muhtaç olmayan sade, boz Müslümanlarız… Her ön ek; bir eksiği tamamlamak içindir… Hiçbir desteğe ihtiyaç göstermeden “Müslüman” olmak bize yetiyor… Çünkü İslâm’a bir şey eklemenin de, ona eksiklik izafe etmek olduğunun şuuru içindeyiz…. Zam ve tarh yok! Zam ve tarh yok! İslâm var; olduğu gibi! Her ön ek; İslâm’ı hangi şartla kabul edeceğinizin, bir ifadesidir. Sanki bir orta oyunu ile karşı karşıyayız… Veya HacivatKaragöz… Bazıları da cipe takmış…. Müslüman zenginler görgüsüzlük yapıyorlarmış…. Son moda ciplere biniyorlarmış… Eşarplarının üstüne gözlük takıyorlarmış! Bizim umurumuzda değil, bu tür yaklaşımlar, bu gibi şaklabanlıklar!… İsterse eşeğe binsin… Biz gâvur sisteminde her bir ferdin, zâtîyle ve tahsisen boğazından geçecek olan her bir lokmanın, hesabını vermeleri gerektiğine inanıyoruz! Bu noktada terkibî düşünmesi gerekirken, tahlili düşünüyor… Galiba büyük bir iftirada bulunduk “düşünüyor” demekle… Kazanç nedir? İslâmî kazanç nedir? Unsurları nelerdir? V.b sorular… Ondan sonra harcamaya gelecek sıra… 79 Şunu ifade etmeye çalışıyoruz… Oportünizmi tespit oldukça zor… Yalnız şu açıklamamızın üzerinde özellikle düşünülmesi gerekir: {Ve bize göre iktisâdî fenomenler dahi, bu saydığımız psikolojik gereksinimlerin tatmini içindir. Madde her zaman mânânın, ruhun ve fikrin emrindedir… Bu yaklaşımla biz, “Şu adam paraya tapıyor gibi!” gibi gündelik dilde kullandığımız bu ifadelerin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bir zatın “taptığınız ayağımın altındadır!” gibi ifadesinin de farklı yorumlanması gerektiğine inanıyoruz! Çünkü kimse paraya tapmaz!... Herkes paranın verdiği iktidara, kudrete, güce, üstün olma ve hükmetme ihtirasına tapıyor. Son tahlilde insanı yöneten motivler maddî değil, ruhidir…}77 Dolayısıyla opportunity (fırsat kavramını geniş, kapsamlı bir şekilde yorumlamak) ve oportünizmi de buna paralel düşünmek gerekir… Tıbbî olarak rahatsızlığı sınava girmeye engel teşkil etmeyen bir öğrencinin, simulatif (temârûz) bir tutumla, hasta imajı yaratarak sınavdan muaf olması da bir oportünizmdir. Buradaki ince nokta; öğrenci, olmayan hastalığını kullanmıştır, istismar etmiştir. Dünya konjonktürünü, ülke şartlarını iyi bilen ve İslâmî bir nizamın tatbikinin mümkün olmadığının farkında olan bir politikacının, İslâmı çağrıştıran kavramlarla, İslâmî imajlar yaratarak, oy toplaması da saf bir oportünizmdir… Bu tanımda kim aklına geliyor? Benim umurumda mı? Daha doğrusu kim aklına gelmiyor ki? İslâm’ı değil, İslâm’ı çağrıştıran, İslâmî görünüşlü, “gibi görünen” tavır ve eda ile dernekler, vakıflar kuran veya tarikatlarda çöreklenerek, organize olup maddî çıkar sağlamak da saf bir oportünizmdir… Belki de oportünizmin en iğrenci, maddî karşılıktan ziyade; nasıl kazanıldığı belli olmayan bir para ile “hayır?” yaparak, muhataplarının kulluğunu satın almaktır… Sözde verdiği zekâtın; muhatabının, zekâtı alanın gözündeki tapınma tezahürüne âşık olmak! İyilik(!) yaptığın birinin karşında erimesinin, yok olmasının, buharlaşmasının; sana tattırdığı varoluş ve tanrısallık zaferi!... Onun çocuğuna ilaç 77)������������������������������������������� Tarih ve Değişim. Ali Biraderoğlu, Sh. 181 80 parası vermişsin, karşındaki adamı canlı tartı satın almışsın ve manen ifnâ ve iptal etmişsin! O yok! Ama sen varsın! Varolmanın sevinci!... Yeter… Dayanamıyorum… Uzatmıyorum! Anlaşıldığını sanıyorum! İnanın bu konuları değil yazmak, düşünmeye dahi tahammül edemiyorum… Yalnız bu günkü siyasî iktidara bir konuda zulm ve iftira ediliyor… Güya bu iktidar “sadaka ekonomisi” meydana getirmiştir. Şiddetle reddediyorum… Çünkü “sadaka” helâl maldan verilir… Eğer “dilencilik ekonomisi” veya benzeri bir kavram kullanırsanız size katılırım… Oportünizm ve değişim ne kadar karmaşık olgular!... “Aktörleri” diye somuta indirmeye kalkınca çok daha düğümleniyor konu. Onun için sınırlama gerekli… Tüm dünya, İslâm dünyası, Osmanlı… Galiba en doğrusu Osmanlı’daki Batılılaşmayı sınır olarak almak… Biz hiçbir meseleyi hal etme iktidar ve iddiasında değiliz; yüzyıllardır böyle insanlar olduğuna da inanmıyoruz… Sadece görülmeyen, karanlıkta kalan, sisler arasındaki meseleleri görmeye ve göstermeye çalışıyoruz! “Şu halde çözüm beklemeyelim!” Tam da onu demek istiyorum… Eğer çözüm istiyorsanız, ilaç propagandistlerine gidin! Kapıda teslim çamaşır tozu satanlara gidin… Sözde tarikat, vakıf, cemaatlere gidin! Bizimle birlikte iseniz, hemen ilk adımda aşılması mümkün olmayan dikenli engeller: Batılılaşma ne demek? Uygarlaşma ne demek? Avrupalılaşma ne demek? Modernleşme ne demek? Adam(!) olmak ne demek? Kuşkusuz her birinin ince anlam farkları var… Fakat aynı zamanda bu yöntem, tefekkür bakımından alıkoyucu bir durak! Bu bakımdan biz arada nüanslar mahfuz kalmak şartıyla, düşünmemize basamak olması açısından, bu kavramların eşanlamlı kabul edilebileceği kanaatindeyiz… Örnek olarak; Avrupalılaşma, kavramını aldıktan sonra, onun pragmatizmle gerdeğe girmesinden hâsıl olan Amerikanizm’i almaya gerek yok, diye düşünüyorum… Ben Amerikanizm’in nesebinin “sahih” olduğu kanaatindeyim… Eğer MÖ 3600’lü 81 yıllarda Girit78 Adası’ndaki Knossos’tan yola çıkarsanız, Minos, Mykene, Tiryns, Pylos79…. Kuzey Amerika’ya varırsınız… Bu engeli aştığımızı farz edelim… Peki, Osmanlı ne zaman Batılılaşmaya başladı? Muhtemel cevaplar çok… Fakat ben zaman kazanmak için biraz kestirmeden gideceğim. Osmanlı’daki Batılılaşmanın, III. Ahmet’in saltanatı döneminde, 1718’de İbrahim Paşa’nın sadrazam olmasıyla başladığını düşünüyorum… Şu anda bu kanaati temellendirmeye çalışmayacağım… Çünkü, Tarih Üzerine II’de işlemeyi düşündüğüm “Tarihin Zararları” başlıklı bölümde arz edeceğim, delillerin ikna edici olacağı kanaati taşıyorum… Şu kadarını burada belirtmek isterim ki; işaret ettiğimiz tarihten önceki Siyâset-Nâmeler, Lâyıhalar, Kanun-Nâmeler, Nasihat-Nâmeler ıslah zihniyeti ile yazılmıştır. Her metin ismiyle müsemmâ değildir… Her ne kadar 1856 Islahat Fermanı, “ıslahat” kavramını taşıyor ise de zihniyet itibariyle Batılılaşma içinde yer alır… 1718’de başlayan Batılılaşma yaklaşımının eleştirisi ayrı bir konudur. Diğer deyişle koca imparatorluğu nasıl batırdığı ortadadır; ama Batılılaşmadan önceki genel zihniyeti de sorgulamamız gerekir… Batılılaşmanın yanlış olması, öncesini ibrâ etmez……. Bu ıslah yaklaşımını Ahmet Cevdet Paşa, Tezâkir’de mükemmel bir biçimde formülüze eder: “Âdet etme, âdete muhalefet etme.” 80 Ahmed Güner Sayar da, “nev icad yasaktır” 81 biçiminde nakleder… Belki biraz acımasız ve hatta insafsız bir değerlendirme olacak ama, “Salla başını, al maaşını!”… Anlayışı… XVI. asrın ortalarından itibaren bu yaklaşımla İslâmın geleceğini karartan, çalan bu insanlara karşı böyle bir tutuma, kendimde hak buluyorum! … Her türbesi olanı Hâlık-ı Zül Celal’in 78)��������� Arif Müfid �������������������������������������������������������� Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, TTK, 1971, sh. 7 79)������������������������������������������������������������������������������ Robin Sowerby, Yunan Kültür Tarihi, çev. Ö. Umut Hoşafcı, İstanbul, İnkılap, 2012, sh. 1 80)�������������������� Tezâkir: 13-20 / 19 81)����������������������������������������������������������������������������������� Sabri F. Ülgener, Tarihte Darlık Buhranları. İstanbul, Derin Yayınları, 2006, sh. IX 82 dostu evliya sanma! Her ilmiye müntesibini ulema sanma! Her seyfiyye mensubunu da ehl-i şecaat sanma! En doğru yaklaşım: Desakramentasyon, kutsaldan arındırma! Hiçbir kişiyi ve kurumu kutsallaştırmayın! Hiçbir kişiyi ve kurumu kutsallaştırmayın!... Sadece tenzih-i İslâm, Sadece tenzih-i İslâm… Tek hassasiyet noktamız; Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye… Dikkat! Dikkat! Birilerini koruyalım derken, Dikkat, dikkat, İslâma şaibe sıçratıyorsunuz! Tevhid! Tevhid! Tevhid! Evet, kimseyi eleştirmeyelim (!) ama bugün, bugün, şu anda, ben bu satırları yazarken, dünyanın her yerinde oluk oluk Müslüman kanı akıyor! Irzlar, namuslar, ismetler, izzetler, iffetler pây-mâl oluyor… Mukaddesatımız necîs, murdar ayaklar altında çiğneniyor… Yazı kuralı muralı, fikir insicamı minsicamı, üslup muslub dinlemem!!! Biz kelimeleri mıncıklamakla, biz kelimeleri tacizle meşgulüz! Yine şu anda, fikrî ve cinsî namustan mahrum; fikrî ve irsî nesepleri meşkûk bazı mahlûklar, Müslümanlara “terörist!” damgası vurarak meseleyi hallettiklerini sanıyorlar… Hayır! Hayır!... Asla… Terörü, teröristi savunmuyoruz… Sadece tanım istiyoruz… Sadece analitik bir konseptle tanım istiyoruz… Sadece kavram analizi istiyoruz!... Yalnız şu sorumuzu daha önce sorduk, yine soruyoruz: bir eylemin “terör” tanımına girmesi için kaç kişinin ölmesi gerekir? Batı dünyası ve Çin, Amerika ve Vietnam, Amerika ve Irak, Amerika ve Afganistan, Amerika ve Pakistan, Amerika ve Suriye, Amerika ve Güney Amerika, Amerika ve ……. Amerika ve Amerika yerlileri demiyorum… Kaç milyon eder? On milyonlar… Bu toplam sayı yüz, iki yüz olsa idi, sizin gibi hayâ (Hayâ îmândandır.) fukaraları için Amerika terörist olabilirdi… Ama katilin vukuatı milyonlara baliğ olunca saygıyla eğiliyorsunuz önünde! Rab ediniyorsunuz Amerikan emperyalizmini ve Siyonizm’i! Sizi Allah’a havale ediyorum! Gerçi yok ama, arkanızdan geldiğini vehmettiklerinizin ıslâhı için dua ediyorum! Çünkü siz onların, sürünün peşinden gidiyorsunuz! Lütfen! İngiliz emperyalistlerinin Çin’de yaptıklarını bir okuyun! Afyon savaşlarına bir göz atın! 83 İngilizler “terörist” mi değil mi? Sizin ölçünüze göre değil! Çünkü milyonları öldürdüler! Amerikalıların Japonya’da yaptıklarını bir araştırın… Ya Siyonizm? Ya Siyonizm? Bir ikinci soru: Siz (sadece ‘sen’in çoğulu olarak kullanıyorum) hangi cins bir mahlûksunuz yahu? Siz ne biçim bir mahlûksunuz yahu? Kişilik tahlillerinden bunalıp, aciz kalınca Dostoyevski’yi yardıma çağırırım… Ama sizin karşınızda o bile çaresiz!... Desakramentasyon… Demek ki, Dostoyevski de sandığım kadar büyük filozof-romancı değilmiş… Yahu siz Marmaledov bile değilsiniz… Çünkü o ahlâkta bir seviyeyi temsil eder! Daha doğrusu ahlâktaki seviyesizlik seviyesinin bir örneğidir… “Anacığım!” diye anlatmaya başladı mı yüreğiniz parçalanır… Nerdeyse hak verirsiniz, karısının çorabını içki parası için satmasına! Ya siz! Sizleri görünce Sonya’nın babası Marmelodov’un önünde saygıyla eğiliyorum… Anlıyorsunuz değil mi? Marmelodov’un, Sonya’nın huzurundaki (özellikle kullanıyorum) çaresizliğini, utancını, yerin dibine geçişini, nedametini bile yaşayamamak! Anlıyorsunuz değil mi? Hayır siz insanî, insana ait hiçbir duyguyu yaşayamazsınız!... İnsandaki o çöküşü, o yok oluşu, o yerle bir oluşu, o ufalanmayı, o buhar olmanın hasreti ile yanmayı! Rahmetli Üstad 1951’de günlük Büyük Doğu’larda Ahmet Emin Yalman’a bir cevap vermişti girdiği polemikte… Aklınıza gelecek mültefit(!), medihkâr(!) bütün sıfatları saydıktan sonra, sen bunlar bile değilsin! Demişti… “Sen çukursun!” …. “Siz çukursunuz!” Ahmet Emin Yalman otuz üç dereceli mason… Demokrat Parti döneminde en güçlü durumda… Mübalağa KDV’sini siz düşün, Türkiye’yi o idare ediyor, bu polemiğin olduğu zamanda… Ve düşün benim Üstad’ımın “dava öfkesi”ni! Ve sen düşün tanımadığın, şahit olmadığın “fikir öfkesini.” Sizin gibi, fikir öfkesini tanımamış, fikir efeliğinden mahrum, efemine tiplerin yabancısı olduğu bir zemin! 84 Fakat adâl de olsa, madâl de olsa, sonuçta, yine de siz bir “insan”sınız! Fıtratı bir süre susturabilirsiniz! Askıya alabilirsiniz! Ama iptal edemezsiniz! O fıtrat bir gün küller arasından fışkırır ve boğazınıza sarılır… Bilemeyeceğimiz bir sâikle üzerindeki buhar yok olur! Ve altından pırıl pırıl “beyaz karanlıklar”82 içinden bu fıtrat size reh-nümâ olur! Rahmanî bir üstad olur! Gerçek bir rehber olur!… Biz Müslümanlar için, bir Müslüman için; hiçbir hata, hiçbir yanlış yaklaşım, küfürle eş değildir!… Ameldeki en eşedd yanlışlık, küfürle denk olamaz… Belhüm adâl statüsündekiler, bunları sadece ezbere bilenler, bu incelikleri fehm edemezler… İçselleştiremezler… Siyasiler de, kendilerinin nefs muhasebesini yapsınlar!... Eski İsrail başbakanı Ehud Olmert, “İsrail, 1948’de kurulduğundan beri hiç bu kadar güvenli olmamıştı!” 83 Diyor… Suriye politikanıza tam not… Esat diktatör! Bir kadının fahişe olması, size ona istediğiniz muameleyi yapma hakkını vermez! Kaldı ki dün böyle bir mahlûkla maaile muârefenizin kabul edilebilir bir açıklamasını da yapmak zorundasınız! Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyi’l azîm! Dönüyorum konuya: Yukarıda zikrettiğimiz, bu “ıslah” zihniyetinin, örnek, model toplumu Kanunî zamanıdır, yukarıda saydığımız nâmelerde, ciddi eleştiriler var… Analitik denebilecek yaklaşımlar var! Ama bütün bu eleştirilerden sonra, çözüm: Kanun-u kadime dönmektir… Yani içinde bulunulan zihniyet iklimi, fikrî bir hamleyi kilitliyor… Tefekkür kanalları tıkanmış… Kimsede tıkanan kanalları açma hasreti, azmi, iradesi, niyeti, hatta ihtirası (nefsânî bir arzu) bile yok! Tek yaklaşım gözlerini yummak! Çocuklara “yum gözünü!” dediğinizde kimsenin kendilerini görmediğini sanırlar… Hâlbuki gözünü yuman, sadece kendine 82)������������������������������������������������������������������������������ Yahya Kemal’in bir beytinde geçen bu ifade bana çok önemli çağrışımlar ilham etti… Şu anda… 83)��������������������������������������������������������������������������������� 28. Haziran. 2013, a HBR, Prof. Dr. Sencer İmer (Hacettepe Üniv.) , saat: 12.30 civarı. 85 dünyayı gece yapar! Peki! İlmiyye, kalemiyye, seyfiyye… Medreseler, tarikatler??? Pür âteşim, açtırma benim ağzımı zinhâr Zâlim, beni söyletme derûnumda neler var. Bilmez miyim ettiklerini eyleme inkâr, Zâlim, beni söyletme derûnumda neler var... Leyla Hanım Desakramentasyon! Desakramentasyon… Kutsaldan arındırma… Aksi takdirde bu soruların cevabını veremezsiniz! O günkü Batı dünyası ile mukayese etmeden anlayamazsınız! “Bırakın şu Batı hayranlığını!” Yâhû! Ayağındaki don bile gavurun!... Devam edeyim mi? Ailelerin kullandığı, malum kâğıtlar bile gâvurun! Mecbursun gâvurla hesaplaşmaya! Ve bu satırların yazarı tanıyanlarca malum olduğu üzere, bir Osmanlı hayranı!... Osmanlının şiir gibi bir nizam kurduğuna inanıyor… Özellikle ve tahsisen Yavuz hayranı…. Ama XVI. Asrın ortalarından itibaren!... Evet! Osmanlı’yı seviyorum! İslâm’a uygun tatbikatlarını takdir, tebrik ve tebcil, ama hatalarını, zaaflarını tenkid! Evet! Osmanlı’yı seviyorum, fakat îmân etmiyorum, ben sadece İslâma îmân ediyorum!... Fakat Osmanlı’ya îmân etmiyorum! Kanaat-i âcizanemize göre, 1718’de Lâle Devri ile birlikte seküler ethos halkın büyük bir kısmını da kapsayacak şekilde yayılmıştır… Bu dünyaya ait, Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’ye göre mezmum, bir takım arzu, ihtiras, özlem ve talepleri erteleyerek, mükâfatını ahirette almak yerine; nefsine hoş gelenleri bu dünyada almak… Halk irfanına başvuruyoruz: cepteki bir lira, daha sonra tahsil edeceğin, ödünç verdiğin yüz liradan daha kıymetlidir… Sen bana bu dünyada on lira ver, ben sana ahirette yüz lira vereyim… Yani bütün değerlendirmelerinde ahireti parantez içine alma… Kabir ve kabir sonrasını mistik bir biçimde algılama… Belki zaman zaman metafizik bir ürperti… Yani Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat îmânına göre, Şeriat-ı Garrây’-ı 86 İslamiyye zihniyetine göre değil! Bütün zihniyet kodlarımız îmân bahçesinde neş vü nema bulur! Bende, bütün zihniyet çarpıklıklarında, îmânî bir arıza olduğu şüphesi vardır!.... İtikadî bir arıza… Burada, 24 Ocak 1980 konseptinden sonra adım adım ortaya çıkarılan, (olumlu olup olmaması ayrı bir konu) Anadolu aslanları veya Anadolu kaplanları veya paydan pay kapanların zihniyetindeki, yaşantılarındaki değişikliğe de dikkatlerinizi çekmek isterim… İki noktaya dikkatlerinizi rica ederim! Düğünler ve cenazeler... Mezarlıklara bir bakın, taşlarda sadece ritüel olarak kullanılan, bu tayfanın estetiğe de aklı ermez… İslâm harflerini yok sayın, “Müslüman mezarlığı” der misiniz?… Ufak tefek istisnaları hariç… Dilleri de pabuç gibi: Ne yapalım, Vahhabiler gibi mi yapalım? Hayır! Onlar da bu konuda hata yapıyorsa seni mazur göstermez! Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’nin emrine göre yap! Sadece bir Hadis-i Şerif… İhlaslı Müslüman olana çok bile! {Ebu’l-Heyyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana, Hz. Ali Radıyallahü Anh: “Resûlullah aleyhisselâm’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni gönderiyim mi?” diye sordu ve Resûlullah’ın kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” dediğini anlattı.}84 Merhum Canan şöyle devam ediyor: “Hadis kabirlerin yer seviyesinden yüksek olmamasını irşad etmektedir. Resûlullah Hz. Ali’nin Medine sokaklarını dolaşarak putları kırmasını emrettiği gibi, yerden yüksek kabirlerin de yer seviyesinde olacak şekilde yıkılmasını emretmiştir..”85 Nitekim Resûlullah’ın kabrinin ancak; “yer seviyesi”nde veya “dört parmak kadar” veya “bir karış kadar” olduğu rivâyetleri vardır…86 Bu aslanların, kaplanların ve yeni trendin düğünlerinin nasıl olduğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum! Biz on yıllar84)������������������������������������������� İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, sh. 15 / 284 85)��������������� A.g.e. sh. 284 86)�������������������� A.g.e. sh. 15 / 237 87 dır… Seküler zihniyetin, laiklikten çok daha önemli olduğunu; sekülaritenin İslâmî ruhu güve gibi kemirdiğine işaret ediyoruz… Tespit edebildiğimiz kadarı ile ilk laiklik, kavram olarak değil, anlam olarak; Mustafa Fazıl Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e Fransa’dan yazdığı 1865 tarihli uzun mektubunda zikredilmiştir.” 87 Bırakın kavramı, eğer tespit ettiğimiz tarihler doğru ise; anlam olarak laikliği duymasından 150 yıl önce toplum seküler zihniyeti içselleştirmeye başlamış… Asıl gâvurlaşma Sekülarite… Laiklik bir sonuç… Laikliğin Anglo-sakson tatbikatını isteyenler de böyle bir cinlikten hareket ediyorlar… “Seküler bir ethos doğal olarak gâvurluğu getirir!” Ki bu tespitlerinde haklılar… Haddızâtında bunların tekliflerinin şifrelerini çözerseniz diyorlar ki: “Sizin muhatap aldığınız bu adamlarda İslâmî manada bir îmân yok! Fakat siz böyle asırlardır, üzerlerine varıp, asıp kesmeseydiniz, onlar da bu direnç meydana gelmezdi. Siz onlara dünyayı verin, îmânı gönüllü olarak teslim ederler…. Zenginlik, mevki, prestij…” Bu tespitler doğru fakat eksik! O asmalar kesmeler olmasaydı bu kadar kolay içselleştirilemezdi, gâvurluklar… Havuç, sopa… Baksanıza adamların Şeyhini idam etiler; ellerinden gelse kitaplardan, ansiklopedilerden, haritalardan, Menemen’i kaldıracaklar, alfabeden M harfini kaldıracaklar… Belki de yanlış anlaşılır diye, menemen bile yemiyorlardır… Başörtüsü için, “Başörtü Allah’ın emridir!” şiarı ile gösteri yapan, nur yüzlü yavrularımız, kerimelerimiz hep demokrat oldu… “O demokrat oldu!” de yeter… Hâsılı biz Batılılaşmayı 1718’le başlatıyoruz ve Oportünist Değişimin Aktörleri’ni anlamaya, tahlile ve anlatmaya çalışıyoruz… Bu arada bütün mesele konunun içselleştirilmesi… Ve empati sağlanabilmesi… Siz bir çocuğun dişi çekilirken onunla sempati sağlayabilirsiniz ve nasıl acı çektiğini anlayabilirsiniz. Fakat çocuğunuzun dişi çekilirken, o acıyı yaşarsınız, onunla empati sağlarsınız… Sempati (cognitive-bilişsel) bir faz, empati ise (sentimantal-duygusal) bir faz… Sempati davulun sesini uzak87)�������������� Ebuzziya Tevfik, ���������������������������������������������������������������� Yeni Osmanlılar Tarihi, İstanbul, Hürriyet yay. 1973, sh.40 88 tan dinleme… Empati, davulu çalanın vicdanından dinleme… Bu bakımdan sempatik bir yaklaşımda “davulun sesi uzaktan hoş gelebilir.” Ama empatide bizzat muhatap olandan fazla acı çekebilirsiniz… Bu mübalağa tavrı da sizi yanlışlara götürebilir… Nitekim konuya hazırlık olmak üzere biraz Akif ’i, Elmalılı’yı anlamaya çalıştık… Sultan Hamid’i anlamaya çalıştık… Her üçüne de “oportünist” damgasını vurmaya gönlümüz razı olmadı… Ama bunun kişiliklerine vurulan bir damga değil, gerçek olduğuna inansaydık bunu da hatır gönül dinlemeden ifade ederdik.. Said Nursi hakkında gönül huzuru ile değil, diyemedik… Bu bakımdan çok netameli bir konuda, kritik bir yerde bulunuyoruz… Çünkü bir insanın hataları ayrı, oportünist olması ayrı… Azimet var, ruhsat var… Haramı işleme ruhsatı, vacibi terketme ruhsatı… Zaruret, zaruret halinin tespiti… İbadetlerde zaruret hali, muamelatta zaruret hali… Meselenin ne kadar derin olduğunu ifadeye çalışıyorum… Mesele felsefe olsa kolay! Hevâ ve hevesine göre uydur uydur(!) söyle… Ama şer’î hassasiyetleri olan müminler için mesele çok zor… Sonra her zaman ifade ettiğim gibi bu meseleleri hal etme benim ilmimi de aşar, haddimi de aşar…. Bu bir gerçeklik yargısı… “Tevazû hasretini çektiğimiz bir duygu da değildir bizim için…” Bırakın on yılları, yüzyıllardır İslâmî bir kavrayışla bu meseleleri çözecek âlim çıkmamıştır… Ezber bilgi bağlamında, en az XVI. Asrın ortalarından beri medreselerde okutulan ezber bilgiler konusunda tevazuumuz yoktur… Kitaplar ortada siz de okur öğrenirsiniz, hatta ezberlersiniz… Hepsi birbirinin tekrarı! Birbiri ile dalaşma… Birbiri ile didişme! Yalnız bu 300-500 yıllık medrese zihniyetine bir sorum var: Bir kitabın 40, 50, 60, 70 şerhi olur mu? Hiç Allah Teâlâ’dan hayâ etmez misiniz? Bu, şerhini yaptığınız, Kur’an-ı Azimü’ş-şan mı? Nerede, bizim hasretini çektiğimiz; önünde tevazû ile eğildiğimiz, Fahr-i Alem Sallallahü Aleyhi Vesellem’ın halifesi olduğunun farkında olan ulema!...Yoksa şeyhçilerin ezber bilgilerini önemsemiyoruz, saygı da duymuyoruz! İşte Mebsût, siz de kim oluyorsunuz? İşte İmam-ı Gazali, siz 89 de kim oluyorsunuz? İşte İmam-ı Rabbâni, siz kim oluyorsunuz? Ve tefekkür planında bu konulara yine de döneceğiz… Evet! Tekrar soruyorum: Fahr-i Alem Sallallahü Aleyhi Vesellem’ın halifesi olduğunun farkında olan ulema, asırlarca yan gelip yatar mı medresesinde, postunda? Konunun ne kadar ince, kıldan ince kılıçtan keskin olduğunu anlatmak için sadece bir örnek verip geçeceğim, sonra dönmek üzere… Mevzûu Siyâk u sibâk (kontex ?) ından koparmamak için alıntıyı biraz uzun tuttum: {{Habbâb b. El-Eret şunu nakletmektedir: Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, Kâbe’nin gölgesinde elbisesine yastık gibi yaslanmış olduğu bir sırada şikâyette bulunduk ve ben (Ona) şöyle dedim: Bizim için Allah’tan yardım dilemez misin, bizim için dua etmez misin? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sizden öncekiler arasından (îmân eden adam) yakalanır, yerde ona bir çukur kazılır, o çukura bırakılır. Testere getirilir, başının üzerine konulur ve ikiye bölünürdü. Demir taraklarla taranarak et ve kemiği birbirinden ayrılırdı. Fakat bütün bu yapılanlar, o kimseyi dininden alıkoymazdı. Allah’a yemin ederim ki O, binici, San’a’dan Hadramût’a kadar kalbinde Allah’ın korkusu ile, kurdun koyunlarına saldıracağı korkusundan başka hiç bir şeyden korkmaksızın (güvenlik içerisinde) yol alacağı bir hale kadar bu işi tamamlayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz. “’88 Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem geçmiş ümmetlerden Allah yolunda o, zor şeylere sabretmeleri ve işkenceden kurtulmak kastıyla kalblerinde îmânı gizlemeyip zahiren de kâfir olmayışlarından övgü ile söz etmektedir. İşte bu, dövülmeyi, öldürülmeyi, hakir düşürülmeyi ve cennetler yurdunda ikâmeti ruhsata tercih edenlerin delilidir. Ebu Bekir Muhammed b. Muhammed b. el-Ferac b. elBağdadî şöyle demektedir: Bize, Şureyh b. Yunus, İsmail b. 88) Buharı, Menâkıb 25. Memîkıbu’I-Ensâr 29, İkrah 1; Ebû Dâvûd, Cihâd 97; Müsned, V, 109, 111, VI. 395. 90 İbrahim’den anlattı. O, Yunus b. Ubeyd’den, o, el-Hasen’den naklettiğine göre, Museylime’nin bazı gözcüle ri, Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem ‘in ashabından iki kişiyi yakalayıp Museylime’nin yanına götürdüler. Onlardan birisine: -Sen Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahidlik eder misin? Diye sordu, o: -Evet dedi. Bu sefer: -Peki, benim de Allah’ın Resulü olduğuma şahidlik eder misin? Diye sorunca, adamın yine: -Evet! Demesi üzerine onu serbest bıraktı. Diğerine de: -Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahidlik eder misin diye sordu o: -Evet dedi. Bu sefer: -Peki, benim de Allah’ın Resulü olduğuma şahidlik eder misin? Diye sorunca adam: -Ben sağırım, kulaklarım işitmiyor, dedi. Müseylime bunu önüne alarak boynunu vurdu. Kurtulan kişi, Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem’in yanına varıp: Helak oldum, dedi. Hz. Peygamber: -”Seni helak eden nedir?” diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: -”Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti. Sen de ruhsat yolunu seçtin. Şu anda halin ne ise osun.” Adam: 91 -Şehadet ederim ki sen Allah’ın Resulüsün, dedi. Hz. Peygamber de: -“Şu anda sen, ne üzere isen öylesin89” diye buyurdu. }}90 Aynı hadisenin farklı bir rivâyeti: “– Benim hakkımda ne dersin? -Ben sağırım, duymuyorum. Müseylime aynı soruyu, sahâbî de aynı cevabı üç defa tekrar etti. Sonunda Müseylime onu öldürdü. Olay Hz. Peygamber’e intikal ettiğinde o şöyle buyurdu: -Birincisi Allah’ın tanıdığı ruhsatı kullanmış. İkincisi ise hakikati haykırmış; ne mutlu ona” 91 Bu konu üzerinde farklı rivâyetler var… Elmalılı’nın ki çok daha farklı bir anlam taşıyor: “– Benim hakkımda ne dersin? Dedi. -Dilsizim. (Ben botladım. A.B.) Cevabını verdi. Üç defa tekrar etti, o yine aynı cevabı verdi, binaenaleyh bunu katleyledi.92” Zuhayli:93 “ Ben sağırım.”, Beydâvi 94de ise, “Duymuyorum” şeklinde rivâyet ediliyor… 89) Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr; V, 172. 90) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, çev .M. Beşir Eryarsoy,, İstanbul, Buruc, 2000, sh. 10 / 290 91)������������������������������������������������������������� Zekiyüddin Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, Çev. İ. Kâfi������������������� Dönmez, Ankara, TDV, 2005, sh. 257 92)����������������������� Elmalı, 1935, 4 / 3131 93)������������������������������������������������������������������������������ Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir. Çev. Hamdi Arslan v.d. İstanbul, Risale yay. 2007, Sh.7 / 446 94)���������������������������������������������������������������������������� Beydavî, Beydavî Tefsiri. Çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Kahraman yay. 2011, Sh. 3 / 212 92 Hadisenin bu seyri ve Fahr-i Âlem Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bu hükmünden sonra, hâşâ Ashab-ı Kiram’dan bir zât hakkında en ufak bir şüphe besleyemeyiz… Ama aktörlerimiz sıradan ölümlüler olunca “oportünizm” konusunun ne kadar muğlak olduğu ve ne kadar ciddi hassasiyet gösterilmesi gerektiği de ayan beyan ortaya çıkar… Bu bakımdan ben bundan sonra şöyle bir süreç izleyeceğim… Müşahhas üç kişi hakkında kısa da olsa bazı doneler vererek, bir nevi örnek vakıa olarak, fazla müdahil olmadan konunun içselleştirilmesine yardımcı olmaya çalışacağım… Bu arada kendimizi ve muhataplarımızı anlamak, bu hatalara düşmemek için nefsin bazı oyunlarını sezdirmeye yardımcı olmaya gayret edeceğim… Ondan sonra oportünizme düşmenin en önemli sebeplerinden biri olarak “tahlîlî düşünme zaafı”, eksikliği, hatta yokluğunun üzerinde duracağım… Bu noktada nasıl “inanç” ile “îmân“ kavramlarının bilerek veya bilmeyerek anlam kayması suretiyle karıştırıldığını, bunun sonucunda da “dindarlıkla”, “Müslümanlık” arasındaki çizginin soluklaştığını temellendirmeye çalışacağım… Daha sonraki bir çalışmamda da; Hikmet-i Teşrî üzerinde duracağım, ondan sonra bütün oportünist yaklaşımların sebeplerinden birincisinin Bâtınî yaklaşım olduğunu ifade ile temellendirmeye çalışacağım. Bu bir mezhep olarak Bâtınîlik değil, yöntem olarak Bâtınîlik… Modernistlerin, diyalogcuların, tarikatçıların, medreselerin durumuna tahlilî olarak eğilmeyi deneyeceğim… Bütün bu planlamalara rağmen, bizim gibi derin tefekkür iddiasında değil ama, gayreti ve azmi içinde olan insanların yolunu yine de süreç tayin eder… Mevzû iradeyi yönlendirir… Aktörler üzerinde çalışırken bir nokta dikkatimi çekti: Halk üzerinde en etkili olan, değişim konusunda, ister tereddî, ister terakkî olsun, en sonuç alıcı tipler halktan olan, zihniyet itibariyle halkla barışık olanlardır… Yani halktan olmayanlar, mekanik değişime başvururken, halktan olanlar organik değişimle ger93 çekleştiriyorlar birincilerin amaçlarını… Halktan olmayanların asarak keserek, yakıp yıkarak, yangın yerine çevirerek yaptıklarını, onlar yine aynı malzemelerle usulet ve suhuletle mekanik değişimcilerin konseptlerine göre inşâ ediyorlar… Bu noktaya özellikle dikkatinizi çekiyorum… Demek ki bu tiplerin yerine göre önleri açılıyor… Siyasette, iktisatta, bürokraside… Halk irfanına mal olmuş, insanların birbirlerine kızdıklarında deliliği telmihen “Mazhar Osmanlık” diye bir nevi hakaret ettiği, Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Usman (1884-1951) diye bir kişi var… Türkiye’ye ilk modern Akıl hastanesini hediye eden (kuran) bir doktor… Bunların nesli, genel olarak çelişkiler yumağı olan muztarip kişiler… Şu tespiti tıptaki çapını ve psikolojiye bakışını gösterir… Freud, Jung ve Adler’den bahsettikten sonra; psiko-analiz konusunda genç asistanları hep uyarıyordu: “Efendiler, hastayı analiz edeyim derken, hep kendinizi ortaya koyuyorsunuz farkına varmadan95” Özellikle dincilerin çoğunluğu; analitik zekâya, sır idrakine, derinlikleri sezme yeteneğine sahip olmadıkları için; felsefe, psikoloji, sosyoloji vb.lerine tapınıyorlar… Asıl benim korktuğum bunlara itibar edenlerin yuvaları yıkılır… “Muhtacı himmet bir dede, kaldı ki gayriye yardım ede.” Olur ya büyük bir talihsizlik eseri, bu satırları okumaya mahkûm edilmiş yukarıda işaret ettiğimiz kişiler olursa, Mazhar Osman’ın yukarıdaki mütalâasını içselleştirmeye çalışsınlar… İlk tepkilerini hemen söyleyeyim: “Biz de biliyoruz!” İşte facia burada kopuyor… Kuşkusuz siz biliyorsunuz, ama “bilmeyi” bilmiyorsunuz… “Anlama”yı anlamıyorsunuz… Ancak ezberliyorsunuz! Korkmayın küçük yaşımızdan beri, Necip Fazıl’ı anlamaya çalışmasak biz de sizin gibi olurduk!... Eğer kılavuzunuz cahil din görevlileri, din istismarcıları olursa oralarda daha çok debelenirsiniz! Mazhar Osman’ın bizzat öğrencisi olmuş bir doktorla onlarca yıl önce bu konularda sohbet ederdik… Kuşkusuz genç bir 95)������������������������������������������������������������� Liz Behmoaras, Mazhar Osman, İstanbul, İnkılap, 2001, sh.406 94 felsefe tutkunu olarak, psikiyatrik konularda bir uzman tarafından sohbete layık görülmekte nefsime hoş gelirdi… O anlatmıştı: Hoca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin başhekimi… Bir gün koşar gelirler: “Hocam facia!”, Hoca sorar: “Ne oldu?” Mesele şu: Hem kendine, hem de çevreye zarar verme potansiyeli olan psikiyatri terminolojisine göre “deli!” diye nitelenen hastalar, nasıl olursa, o zaman kilitlendikleri (Bugün farklı tedaviler uygulanıyor…) koğuşlardan çıkarlar, âdem baba kılığında mahalleye dağılırlar… Çoluk, çocuk, kadın erkek panik halinde… “Aman Hocam! Jandarmaya haber verelim…” Hoca “Hayır! Gelin benimle… Neredeler?” diye sorar… Hiç telaşsız delilerin yanına varır, hepsi çırılçıplak… Hoca da onların kıyafetine bürünür, çırılçıplak: “Gelin tren tren oynayalım! Şuh, şuh, şuh!” hepsini alır götürür, tımarhanede koğuşlara tıkar ve zincirler!... Sizi bilmiyorum ama gecenin bu saatinde, ağlamak geliyor içimden… Hoca mesleğinin gereğini yaparak hayırlı bir hizmette bulunmuş… Ama asırlardır bizi “deli!” yerine koyarak, bizi istismar edenleri “oportünist!” olarak nitelemekte bir mahzur var mı? Bizi “deli” yerine koyanlara diyoruz ki; sizin de bilmediğiniz bir nokta var: “Kısas kıyamete kalmaz” Halk irfanından fışkıran bu incelikleri telmih eden, bir atasözü var: “Orman, ben ne yapayım? Beni kesen baltanın sapı benden.” dermiş… Asırlarca damla damla biriken deneylerin kristalize olmasından meydana gelen bir eskimez abide… Sanki mağaralardaki estetik harikası sarkıtlar ve dikitler gibi… Dikkat edin sapı bizden olmayanlar; kesip, biçip, dağıtmış, her şeyin altını üstüne getirmiş, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamış; sapı bizden gibi olanlar ise; onların bıraktığı yıkıntıyı, derleyip toparlamış, sistematize etmiş, kabul edilebilir hale getirmiş, yine onların yıkıntılarından çıkan malzemeyi parlatıp, cilalayarak bina inşâ edip, her türlü direnci massetmiştir… Her türlü defans mekanizmalarını felç etmişlerdir… “28 Şubat bin sene devam edecek” demişlerdi ve ediyor… Hiç kimse farkında değil! Bırakın tarihî perspektifi… Hiç kimse 28 Şubat’tan ön95 ceki “kendi” değil! Hiçbir zaman 28 Şubat’ta iktidardan indirilenler, iktidar olamadılar… Haricen bakıyorsun: “Bu, vitrinde bizim çok beğendiğimiz, tapındığımız iktidar elbisesine bizim Ahmet, sığamazdı! Nasıl da sığmış? Ne güzel olmuş?” diyorsun, ama düşünmüyorsun, O elbisenin içine girebilmek için Ahmet kaç kilo verdi? Elbisenin altındaki korsenin farkında mısın? Şüphesiz vücut alışınca korseye gerek kalmayacak! Bilmem bu örnekler sizi etkiledi mi? Çok kolay kandırılıyoruz… “Tohum”u bir daha oku! Anlamaya çalış… Minnacık bizim havamızı çalsınlar, sadece birkaç nota, arkasının ne geleceğini düşünmeden, hemen esir oluyoruz! Nerede ferâset? Nerede ferâset? Hele bir süredir artık Amerikan emperyalizmi, askerleri ile işgalden vazgeçti!... Ülkelere sözüm ona seçilmiş valiler gönderiyor… Daha doğrusu kendi valisini seçtiriyor… Lütfen şu satırları oku! Bir daha oku! Bir daha oku! Ağlıyor musunuz? “Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!”96Şu cümleler gönlünüzden fışkırana kadar da anlayamayacaksınız: “Çocuk bana, ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz, dedi. Ağladıkça anlıyorum, ağladıkça anlıyorum.” Ben “çocuk” olmaya razıyım. Yeter ki siz ağlayın: “Ceylânları subaşlarında ney çalarak vurduklarını bilmez misiniz? Bu ele avuca geçmez hayvan ney sesini duyunca ağaçların arasından ağır ağır ilerler, su kenarında yere oturur ve dünyanın en güzel gözleriyle hüngür hüngür ağlamaya başlarmış. Pusudaki avcılar tüfeklerini o asil hayvana çevirirler, rahatça nişan alır ve hep birden patlatırlarmış. Duman kadar çevik hayvan bir taş parçası gibi olduğu yerde kalıverirmiş. Bizde bu ruh ve ellerde bu düzen oldukça bizi vurmak da iş midir? Bize sevdiğimiz havayı çalsınlar, ökselerine mukaddes bildiğimiz şeylerin yemini serpsinler, sırtımızdan nişan alındı demektir. Düşman bizim bu tarafımızı bizden iyi anlayan ve kullanandır. Böyle bir tuzağı o kurar, ona düşeceğimizi bildiği için kurar, bizi tanıdığı 96)������������������������������������������������������������������ Necip Fazıl Kısakürek, Reis Bey, İstanbul, b.d. yay. 1984, sh. 47 96 için kurar. Biz de ona düşeriz, ruhumuzun ateşi gözümüzü kör ettiği için düşeriz, düşeceğimiz için düşeriz.”97 {Savaşa çıkmayıp Resûlullah’tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince gark oldular. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp “Bu sıcakta sefere çıkmayın!” dediler. De ki: “Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?” Bunu bir bilip anlasalardı! Öyleyse kazandıkları günahların cezası olarak az gülsün, çok ağlasınlar!...”98 {Bu âyetler, Tebük Gazvesi’nde savaşa katılmaktan geri kalan münafıklar hakkında nazil olmuştur…… Bu tehdit, sadece münafıklara ait değildir. Allahü Teâlâ’dan korkan Salih kulları da kapsar……. Şüphesiz bu az gülme, tebessüm etmenin yasaklanması değildir. Haberde “Çok gülmek kalbi öldürür denmiştir.”}99 Ey bâsiret, ferâset sahibi Müslüman! Sana hitab ediyorum! Kaç kere “Bir daha rey verirsem elim kırılsın” dedin? Buna rağmen sen, demokrasi tiyatrosundan İslâm adına ne bekliyorsun? Halen figüran olmaktan bıkmadın mı? Verdiğin rey umurumda değil! Geçen gün bir akademisyen dünyanın en mükemmel demokrasisi olduğu söylenen Amerika Birleşik Devletleri için; “demokrasi değil, lobitokrasidir!” dedi… Sen ne zaman uyanacaksın? Sen ne zaman defalarca seni sokan yılandan korunacaksın? Ne zaman anlayacaksın? Bu bir medeniyet meselesidir! Bu bir siyasî iktidar meselesi değildir… Kendini kaybettin on yıllardır bu demokrasi oyununda… Siyasetçisi, siyaset yapar; cemaatçisi, siyaset yapar; tarikatçısı siyaset yapar, bilimcisi, siyaset yapar! Birincisini anladık, ama diğerlerinin aslî işlerini kim yapar? Aslî işler ferî; ferî işler aslî… 97)��������������������������������������������������������������� Necip Fazıl Kısakürek, Tohum, İstanbul, b.d. yay. 1984, sh. 17 98)������������������������ Tevbe Suresi: 9 / 81-82 99)������������������������������������������� Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, sh.5 / 483 97 Cânân gide rindân dağıla mey ola rizân Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde Ziya Paşa - Terkîb-i Bend Dikkat et! Bu demokrasi oyunu bütün ihlâsını buharlaştırdı… Bu güç, bu iktidar şehveti, bu üstün olma ve hükmetme ihtirası seni zehirledi… Dikkat et, siyaseti aslî vazifelerinin önüne geçirerek İslâmı istismar ediyorsun! İslâmı kullanarak siyasî siperler kazanmaya çalışıyorsun! Rey verirsin rey vermezsin, benim umurumda değil! Ama olmayan “demokrasi” ye tapınma… Bütün meselelerin çözümü “Demokrasi’de”dir gibi naiv bir yaklaşım ancak çocuklara yakışır… Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür Gûş-î cihâne velvele-î bâl ü per gelür Devr-î fütûhu Sûr-ı Sirâfîl müjdeler Hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür.100 Osmanlı şiir gibi bir nizam inşâ etmiş, Fakat XVI. Asrın ortalarından itibaren, arızalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Yahya Kemal’in şiirinin tamamını vermemek haksızlık olacak, devamının bir kısmı daha aşağıda: Ebvâb-ı Ravza-î Nebevî’den firiştegân Cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür Derk ettiler ki merkad-i pâk-î Muhammed’e Rûhü’l-kudüs’le arş-ı Hudâ’dan haber gelür Rûy-î zemîni tâbi-i fermânı kılmağa Sultan Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelür 100)��������������������������������������������������������������������� Yahya Kemal Beyatlı, Eski Şiirin Rüzgariyle, Selimnâme. Yahya Kemal Enstitüsü, 1962 98 Râyâtının alemleri üstünde uçmağa Sîmürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür Hâkan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene Pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür Ey ga-sıb-ı diyâr-ı Arab bekle vaktini Evvel cezâ-yı saltanat-ı sürh-ser gelür Kaç fâtih-î zaman gören İran-zemin bugün Görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür Tekbîrlerle halka ıyân oldu tuğlar Sahrâ-yı Üsküdâr’e revân oldu tuğlar 99 100 “Her halde Allah, bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz, bir kavme de Allah, bir kötülük irade buyurdu mu artık onun reddine çare bulunmaz, öyle ya onlar için ondan başka bir vâli yok..” Âyet-i Kerime* 1718’den günümüze kadar üç yüz yıl geçmiş, oportünizm konusunda, insanlar arasında seçim yapmak o kadar zor ki, o kadar çok aktörümüz var ki…… Değişimin oportünist aktörleri arasında bir numarayı kime vereceksiniz? Sırada o kadar çok aktör var ki birinci sırayı hak eden. Belki benim de rasyonel olarak tam hesabını veremeyeceğim duygusal sebepler olabilir, ama benim gönlümde, gittikçe pekişerek bir numara olarak taht kuran aktör: Hüsrev Paşa’dır… Asıl adı Mehmet Hüsrev olup, III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecit döneminin aktörlerinden, Koca lakaplı (1756-1855) Sadrazam… Hüsrev Paşa’nın etkili bir kişi olmaya başladığı yıllarda İmparatorluğun iklimini anlamaya çalışalım: {Sultan Mahmud, Rus savaşından sonra, ıslahat hareketlerine daha azimli şekilde sarıldı. 2 Ağustos 1826 Hocapaşa yangını ile (Bâb-ı Âlî bile yanmıştı) İstanbul’da fakir semtlerde sefalet başlamıştı. Padi*Ra’d Suresi 11. 101 şah, Rus savaşında bir kışı, basit bir albay gibi Rami kışlasındaki taş odasında geçirmiş, yeni ordunun yetiştirilmesi mes’elesine mistik denebilecek bir enerjiyle girişmişti. 3 Mart 1829’da, Türkiye tarihinde “mühim bir dönüm noktası olan kıyafet kanununu yayınladı.” Bununla, bütün devlet memurları (ilmiye sınıfı hâriç) fes ve pantolon, ceket giyeceklerdi. Kavuk ve sarık, şalvar ve çarık yasaktı. Sarık ve cübbeyi ancak ilmiye sınıfı taşıyabilecekti ki, bugün de Batı’da dînî sınıf, kıyafetleriyle ayrılırlar. Taassubu yenmek için, resmini devlet dairelerine astıran II. Mahmud, bu ıslahat aleyhinde bulunanları veya umursamayanları şiddetle cezalandırdı. Devlet adamlarının hepsi, bu inkılâplarla kendisiyle aynı fikirde değillerdi. Fakat korkularından seslerini çıkartamıyorlardı. Halk da inkılâpların lüzumunu anlayamamıştı: Mahmud’a “gâvur padişah” 1 diyorlardı. II. Mahmûd’un, kızı Atıyye Sultân’a subay üniforması giydirip saçlarını fes altında toplatarak pantolonla ve erkek kıyafetinde, yanına bir yaş büyük ağabeyi Velîahd-Şehzâde Sultân Abdülmecîd’i verip, askerî birliklere, Seraskerlik makamına, şuraya buraya göndermesi, muhafazakârları artık iyiden iyiye çileden çıkarmıştı.}2 Padişah Tuna boylarındaki vilâyetleri geziyordu. Ve devam ediyoruz; “ Bu vilâyetlerin çoğunda Hıristiyan ahali otururdu. Bu sebebedir ki Sultan Mahmud, batı modasına göre giyinmiş kuşanmış, sırtında mavi pelerin, ayaklarında çizme, mânalı ve mağrur başında uzun tuğlu kırmızı fes olduğu halde yakışıklı bir subay olarak tebaası arasında görünmek istiyordu. Beyoğlu’nda, Boğaziçi’nde, yeni yapılan Çırağan Sarayı’nda yaşamakta olan Padişah, bir müddetten beri Hıristiyan dostu olarak görünmek için elinden geleni yapıyordu.”3 1) Cilve-i Rabbani, şifahen, Sultan Mahmud’un tarikat mensubu olduğunu duymuştum… 2) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, Ötüken, 1978, sh. 12 3) Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, çev. B. Sıtkı Baykal, İstanbul, Üçdal, sh. 9 / 386 102 Yukarıda kısaca bazı özelliklerini arz ettiğimiz Sultan II. Mahmud şu mısraların da şairidir, kafanızı iyice karıştırmak için o naatı da veriyorum… Lütfen unutmayın! Mağlup bir uygarlık! Öyle bir sis, duman ve girdap içindeki herkes; kim suçlu, kim suçsuz? Diğer suçluları siz bulun!... Bana göre kesin iki suçlu var; fikren imha ve idam edilmesi gereken: Bunlardan biri, bireysel bazı hadiseleri istismar ederek, aşırı genelleme ile Osmanlı’yı peşinen ve tümüyle mahkûm edenler; ikinciler ise bireysel bazı hadiseleri istismar ederek, aşırı genelleme ile Osmanlı’yı peşinen ve tümüyle ibrâ ve tezkiye edenler! Yani iki suçlu: Hakaret edenler ve tapınanlar!... Bir de hatır gönül dinlemeden; Osmanlı şiir gibi bir nizam inşâ etmiş, demelerine rağmen bizim gibi; tapınılacak puta ihtiyacı olmayan, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nden başkasını rab edinmeyen, hiçbir şahıs, zümre ve gruba “îmân” etmeyen, tevhid hassasiyetine sahip, tek mihenk taşı Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye olduğu için Şeriat miyarına göre, akîdelerine göre bu Devletin hatalarını tenkid edenler… {Cennet-mekân Sultân Mahmûd Hân-ı Sânî Hazretlerinin 1235 (M. 1819) senesinde Ravza-i Mutahhara-i Hazret-i Risâletpenâhîye takdîm eyledikleri murassa şamdan münâsebetiyle inşâd eyledikleri istimdâdkârâne ve mutazarrırâne na’t-ı şâhâneleri Değildir ravzana şâyeste dest-âvîz-i nâ-çîzim Kabûlünle kıl ihsân u inâyet yâ Resûlallah Kimim var hazretinden gayri hâlim eyleyim i’lâm Cenâbındandır ihsân ü mürüvvet yâ Resûlallah Dahîlek sad el-emân dergâhına düşdüm Terahhum kıl bana eyle şefâat yâ Resûlallah 103 Dü âlemde kıl istishâb Hân Mahmûd-ı Adlî’yi Senindir evvel ü âhirde devlet yâ Resûlallah} Anlam buharlaşmasından dolayı özür dileyerek, sadeleştirilmişi: Ya Resûlallah, cesaret edip şamdan hediye ettim, maksadım o yüce dergâhına hizmet etmektir. Ya Resûlallah, senden başka halimi açacağım kimse yok, ihsan ve insanlık, güzellik senin yüceliğindendir Ey Resûl, senden başka gidecek kimsem yok ki, kime derdimi açayım. Derdimi açsam da senden başka çare bulacak kimse olmaz. Çünkü sen ihsan, iyilik ve güzellik sahibi bir Zat’sın, ancak sen bana yardım edebilirsin. Onun için derdimi sana söylüyorum. Ya Resûlallah, yüzlerce eyvah ile dergâhına geldim, sana yalvarıyorum, merhamet et bana, şefaat eyle. Ya Resûlallah, iki âlemde de adalet Mahmud Han’ı yanında bulundur. Başlangıç ve sonda da zenginlik, hüküm senindir. Burada bir noktaya işaret edip, devam edeceğiz… Mustafa Kemal’in yaptığı hiçbir devrim ve yenilik yoktur… Bütün inkılâpların izini sürün, en azından fikrî kuluçka dönemi ondan çok öncelere dayanır... Bu bir süreçtir… Kıyafet Kanunu 3 Mart 1829… (yazıyla bin sekiz yüz yirmi dokuz)… Hukuk devrimi, yazı devrimi, devlet konsepti, musiki devrimi, din devrimi, laiklik….. Mesela: 1850 tarihli Ticaret Kanunnamesi’nin ekserisi, Fransız Ticaret Kanunu’ndan iktibas edilmiştir… vd. Örnek olarak biz mezar taşlarının Cumhuriyet Dönemi’nde kırılarak kaldırım yapıldığını, duymuştuk ve doğru idi… Fakat bu da Cumhuriyet’in orijinal yaratıcılığı(!) 104 değilmiş…. Şu tespitler 18 Ocak 1837’ye ait: “Kavuk şimdiye kadar Müslümanların alâmeti farikasıydı ve paşayı, hekimi, ulemayı, tüccarı hulâsa toplumun her sınıfını ayırt ettirirdi. Yeniçerilerin yok edilişi sırasında sadece dirilerin başlarını kesmekle yetinilmedi, ölülerin kavukları da koparıldı, bugün hâlâ bu kafası koparılmış mezar taşlarından birçoğu görülebilir. Zamanımızda serpuş herkes için aynıdır ve bu mavi püsküllü çirkin kırmızı fes ise ne mezarlarda, ne dirilerin başlarında kavuktan daha güzel durmaktadır.4” Tekkeleri mi kapattı Cumhuriyet? Abdülhakim Arvasî Hazretleri’ne dikkat... İlerde kısmen temas edeceğiz, fakat şimdiden kafasının içi Kuzey Kutbu buz çölüne dönmüş olanlara hatırlatalım: “Hükûmet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmıştı. Hükümet boş mekânları kapattı.”5 Ayrıca şöyle farklı bir nakil daha var: “Hükûmet, tekkeleri değil, boş mekânları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı.”6 Şu tespitlerdeki tefekkür bakımından ihata gücünü ve bütün sahte, sözde tarikat istismarcılarının yolunu tıkayıcı hamleyi dikkatlerinize arz ederim… Laiklik Mustafa Kemal’le geldi, diyorsanız, yanılıyorsunuz... {7 Teşrinisâni 1864 Salı günü yayınlanan “Teşkil-i vilâyet” nizamnamesiyle “Vahdet-i kuvâ” esası ilgasıyla demokrasiye doğru büyük bir adım atılarak “Tefrik-ı kuvâ” esası kabul edilmiş.}7 Ve {Nihâyet 10 Mayıs 1868 = 17 Muharrem 1285 Pazar günü açılış merâsimi yapılmış ve bu münâsebetle Bâb-ı Âlî’ye gelen pâdişah (Sultan Abdülazîz) sonradan yanmış olan “Hünkâr dâiresi”nin anfiteatr şeklinde hazırlanan büyük salonunda irâd ettiği nutukta son derece mühim bir noktaya temas ederek: 4) H. Von Molteke, Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, İstanbul, Remzi, 1969, sh.83 5) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, İstanbul, b.d. yay. 1978, sh. 132 6) Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul, b.d. yay. 1992, sh. 328 7) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Türkiye yay. 1961, sh. 4 / 226 105 -“Teşkilât-ı cedîde kuvve-i–icrâiyyenin kuvve-i adliye, diniye ve teşrîiyyeden tefriki esasına müsteniddir!” Demek suretiyle yalnız “Tefrik-ı kuvâ” esasına değil, Devlet işlerinde dinle dünyanın ayrıldığına bile temâs ederek yeni teşkilâtı Laikliğe doğru büyük bir adım şeklinde târif etmiştir. İşte bundan dolayı bütün rûhânî reisler pâdişaha teşekkürlerini arzettikten başka, Avrupa’nın en mühim devlet-adamlarından Bâb-ı Âlî’ye tebrik telgrafları da gelmiştir.}8 Tarihi “kutsama”, “Atalara Tapınma” yaklaşımımız, dün, bu gün ve geleceğe şaşı bakmamıza sebep oluyor… Ortada bir şişe var… Çırağın gözü arızalı.. Çırağın gözü şeşi beş görüyor (Bir halk deyimi) iki şişe olarak görüyor. Usta “Şu şişeyi ver?”, diyor, Çırak soruyor: “Hangisini?” Usta cevap veriyor: “Orada bir şişe var zaten!” Fakat çırak çok ısrarcı… Usta bunalmış, kesin emrini veriyor: “Kır birini…” Ve böylece, ortada şişe kalmıyor… Mesele de hal edilmiş oluyor… Bu anekdot Batılılaşma yanlılarının zihinsel DNA’larını, kodlarını mükemmel bir şekilde veriyor… Ama bunların muhalifleri de, madalyonun diğer yüzü: Onlar da iki şişeyi koruma savaşı veriyorlar!... Olmayan, kırdıkları iki şişeyi? Bu gün İslâm ümmetinin bütün meselesi: Medeniyet! Yani, Yeni Medeniyet inşâ etme meselesi. Daha önce de belirttiğimiz gibi medeniyeti civilization anlamında değil Medine-Din’in müşahhaslaşması anlamında kullanıyoruz. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz dönemdeki değişim gerçekte bir “din değiştirme”dir. Diğer deyişle Şeriat-ı Garray-ı Muhammediyye muvacehesindeki İslam yerine oldurulmuş yeni bir din ikamesi… İnsanoğlu zaman zaman savunma mekanizması kullanabilir… Eğer bu mekanizmalar, insanın gerçeklerle, reel hayatla ilişkisini kesmiyorsa faydalı bile olabilir! Ya bir de kesiyorsa; meseleleri araştırmaktan, muhasebesini yapmaktan, müsbet manada tenkitten, analitik ve sentetik düşünmeden alıkoyuyorsa; hem kendi şahsına, hem 8) A.g.e. sh. 4 / 227 106 ruh sağlığına, hem inandığı veya îmân ettiği davasına en büyük ihaneti yapıyor demektir… Savunma Mekanizmaları tuzlu suya benzer… İçtikçe susatır… “Dava Adamı”, “Îmân sahibi bir insan” çileden kaçmak için bu mekanizmalara başvurmaya tenezzül etmez! Buraya almıyorum! Lütfen, “Çile”yi bir daha oku! Bir daha oku! Bütün kabahatleri başkalarına yansıtarak ne yaptığını sanıyorsun? Avamın kendi kendini kandırma hakkı vardır, fakat bir dava adamının, bir İslâm münevverinin asla böyle hakkı yoktur… On yıllardır “Bir gecede İslâm harfleri değiştirildi!” edebiyatı yapılır… Bir türlü dinciler şunu anlayamadı… Tek Parti öncesi ve sonraki dönemlerde hiçbir tasarruf bir gecede gerçekleştirilmedi… Bu; İslâm Medeniyeti yerine, Batı Uygarlığını ikâme meselesidir… Ve bu ihanetin perde arkasındaki gerçek rejisörleri, hiç kimseye, ama hiç kimseye, gece rüyasında gördüğünü, sabah aksiyona geçirme iznini vermezler, verilemez! Siz bu toprakları sahipsiz mi sanıyorsunuz? O günün dincileri de konunun medeniyet olduğunu kavrayamadıkları için, süreci anlayamadılar… Nitekim biz yukarıda bazı örnekler vererek yapılan yeniliklerin bir süreç olduğu tespitini ifade ettikten bir süre sonra, “Arap elifbasından Türk Alfabesine” başlıklı bir yazı gördüm ve mütalaâ ettim… Şöyle bir tespit var: “Yaygın kanı, Arap harflerinden Latin harflerine dönüşün Mustafa Kemal Atatürk’ün modernleşme hamleleriyle ilintili olduğu yolundadır ama Arap alfabesinin reforma tabi tutulmasını ilk dile getiren, son Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa idi. Münif Paşa 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı konuşmada, Arap harflerinin Türkçenin grameri için yetersiz olduğunu, bu yüzden Arap alfabesine yeni işaretler eklenmesini ve harflerin birbirinden ayrı yazılmasını (huruf-ı munfasıla) önermişti. 1863’te bu sefer Azerbaycanlı ‘yenileşmeci’ Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu. 1879’da, Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek 107 yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan Kamus-ı Türkî adlı ilk Türkçe sözlüğün müellifi Şemseddin Sami Bey, benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi.” Derleme de olsa okunmaya değer, kaynaklarından da yararlanılabilir. Bu bakımdan faydalı olur kanaati ile Kitab’ın sonuna koydum!... Bunları düşünmek insanı derin hicrana sevk ediyor, “üzüntü” hafif kalıyor… Çok yumuşak bir duygu…. Hicran, “unutulmaz acı” demek değil mi? Olsun bizimkisi onun da “derin”i… Ve dinciler Batılılaşmanın, Kemalizm’in objektif bir muhasebesini yapamadan; Batıcı ve Kemalist oldular… Bu muhasebe yapılmadan nasıl yaratıcı düşünme gerçekleşir? Nitekim şöyle bir yazı başlığı gördüm: “Kemalistleri yendiler, Kemalizm’e mağlup oldular!” İki adımda bir tekrar ediyoruz: Mesele satıhta, tende bir sivilce meselesi, değil! Ciğerden gelen bir arızanın tezahürleri… Siz bu tezahürlerle oyalanırsanız, geçmişi kaybettiğimiz gibi, geleceği de kaybederiz!.. Şüphesiz burada bizim endişemiz, İslâm adına… Burada bizim endişemiz, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat adına… Burada bizim endişemiz: Şeriat-ı Garrây-i Muhammediyye adına!... İslâmı PDR (Psikoloji Danışmanlık ve Rehberlik Kurumu) olarak kabul edenlere göre mesele yok! İslâmı; metafizik, mistik, okültik, demokratik, laik, siyasî ve iktisadî liberal olarak kabul edenler için bir mesele yok! {Pırıl pırıl bir gençlik geliyor… Bak! Sazlı (yakında o da olacak, biraz sabır), sözlü Enderun Teravih geleneğimizi ihya ediyoruz, camilerde yer kalmıyor, bak! Pırıl pırıl çocuklarımızın (Yalnız burada bazı münafıklar(!) şer’an ‘çocuk’ ne demek? Evlenme yaşı kaçtır? Gibi çağdışı sorularla ortalığı bulandırmaya kalkmasalar) sahnedeki aktivitelerini seyretmeye gelenler salonlara sığmıyorlar} Biz masonlardan yıllarca bu masalların farklı versiyonlarını çok dinledik! Onlar da sorarlardı: “Camileriniz kapalı mı? Namaz kılmak yasak mı? İmam-hatip okulları en çok bizim zamanımızda açıldı” vb. Yoksa siyasî, iktisadî, askerî ve sivil bürokratik, akademik iktidarı elde edebilirsiniz! Ama adamın oğluna dediği 108 gibi, “Bu zihniyetle Müslüman olamazsınız.!” Şu satırları ibretle mütalaâ et! Tefahhus, tefekkür, tefakkuh! {İbn Mesûd Radıyallahu Anh şöyle der: “Gelecek her senenin bir öncekinden daha kötü olmadığı asla görülmemiştir. Ben bu sözümle şu yıl diğerinden daha yağmurlu veya şu sene şu seneden daha bolluk demeyi kasdetmiyorum; ben bununla hayırlılarınızın ve âlimlerinizin gitmelerini kasdediyorum. Sonra bir kavim türer, reyleri ile işleri birbirine kıyas yaparlar. Neticede de İslâm binası yara alır ve yıkılır.” Bu sözün mânâsı şu hadislerin içinde mevcuttur: ‘Yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı ilimleriyle birlikte almak suretiyle kabzeder. Sonunda onlar câhil başlar edinirler; onlara sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.”; “İslâm garîb olarak başlamıştır, başladığı gibi garîb olarak dönecektir. Gariblere ne mutlu!” “Bu garibler kimlerdir? Yâ Resûlallah!” diye sorduklarında da: “Allah için vatanlarından ayrılanlardır.” (Taberânî’nin) rivâyetinde ise: “insanların fesada uğradığı bir zamanda salih olanlardır.” buyurmuşlardır. Ebû İdrîs el-Havlânî de: “İslâmın insanların tutundukları kulpları vardır. (Zaman gelir) bunlar teker teker sökülür.” der. Birisi de şöyle demiştir: “İpin zamanla kuvvetini kaybettiği gibi, sünnet birer birer ortadan kalkar.” Ebû Hüreyre “Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce...” 9âyetlerini okumuş ve sonra: “İrâde ve kudretiyle yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın dînine akın akın girdikleri gibi ondan mutlaka akın akın çıkacaklardır,” demiştir. Abdullah’tan nakledildiğine göre o: “İslâm’ın nasıl noksanlaşacağını biliyor musunuz?” demiş, onlar: “Evet, elbisenin boyasının azar azar çıktığı gibi; hayvanın yağının azaldığı gibi.” demişlerdir. Bunun üzerine Abdullah: “O (evet) ondandır.” demiştir. }10 9) Nasr Suresi, 110 / 1-3 10) Şâtıbî, El- Muvâfakât, çev. Mehmet Doğan, İstanbul, İz Yay. 2010, sh. 1 / 88 109 Mustafa Kemal’in kendinden önce hiç kimsenin yapmadığı ve hatta mübalağa etmeyelim hayalinden geçirmediği bir tasarrufu vardır: Devlete isyan… Osmanlı Devleti’ne isyan… Kendinden önce Osmanlı Devleti’ne isyan eden bir asker veya sivil bürokrat yoktur… Burada Devlete isyanla, saray entrikası çeviren bir takım kapıkulunun, eşkıyanın isyanı ayrıdır… Daha önceleri de, padişahlar hal edilmiştir, fakat yerine yine hanedandan bir kişi getirilmiştir… Fakat Hanedanı ortadan kaldırma teşebbüsü olmamıştır, akıllardan dahi geçmemiştir... Yalnız bu noktada “Önünü ardını gözetmez, yaptığı işten ne dürlü zarar tevellüd edeceğini düşünmez bir zat”11 olan Mithat Paşa’nın sarhoş kafayla arabacılarına söylediği: “Şimdiye kadar Âl-i Osman oldu, şimdiden sonra da Âl-i Mithat olsun” sözünü bir hezeyan olarak alıyoruz… Siz sarhoşların kendilerininmiş gibi görünen tasarruflarının, müellifinin kendileri olduğunu mu sanıyorsunuz? Nitekim Koniçeli Kâzım Paşa: Kemâl-i ucb ile dermiş teres âvanı yanında; Biraz da âl-i Midhat eylesin halka hükümrânî Şerîat düşmeni, millet mühîni, devletin hasmı; Şekaavet menbâı, bağ’yin esâsı, mefsedet kâ’nî.12 Mısralarıyla, hicv ve terzil etmiştir. Mithat Paşa sürülmek üzere vapura binerken: “Allah, rahmet eylesin bu millete……… Teessüf ederim ki Dersaadete avdetimde ne Şevketlû Efendimizi bu saraylarda ve de ne bu mülki yerinde göremeyeceğim….”13 Demiştir… Yani kendisinin sadrazamlıktan azl edilmesiyle millet ölmüştür… Şu insanoğlu ne hoş bir mahluk!... Fakat Mithat Paşa’lar bitmez… Yalnız “paranoya” teşhisi ile kimileri tımarhanede, kimileri de reel politikte çok başarılı siyasî, bazen dâhî nitelemesi ile çeşitli ikbal mevkilerinde arz-ı endâm ederler… Bütün mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla do11) İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, İstanbul, Dergâh yay. 1982, sh. I / 329 12) A.g.e. I / 369 13) A.g.e. sh I / 364 110 ludur!... Bu arada şunu da arz edelim desakramentasyon için, geçmişimizi kutsaldan arındıralım; geçmişimize tapınmaya engel olmak için Allah Celle Celalühu’dan başka kimseyi Rab edinmeyelim… Buyurun bir enstantane; geçmişimize ait, bir iftihar(!) tablosu: “Mithat Paşa’nın delâletiyle medârise (medreselere) hafiyen akçe dağıdup Talebe-i-ulûm ayaklandırılması” konusu “Talebe-i-ulûmun mürettep nümâyişleri” başlığı altında anlatılmaktadır.14 Ben uzatmıyorum, okuyun! Mütalaâ edin! Geçmişi ve kurumlarını kutsamaktan, onlara tapınmaktan vazgeçin! Yukarıda bir nebze resmetmeye çalıştığımız, Osmanlı devlet ve toplum iklimi içinde oportünist değişimin (1) numarası olarak seçtiğimiz Hüsrev Paşa’nın yerini tespit ve tayin edelim… İsmail Hami Danişmend: “Başta sadrazam Koca Hüsrev Paşa olmak üzere muhâfazakar devlet adamlarının hiç hoşlanmadığı Tanzimat..15” İlber Ortaylı: “Hüsrev Paşa gizli tutucuydu.16” Öztuna: “Tanzimat’a muhalif olan ihtiyar Hüsrev Paşa17”, “Tanzimat’a karşı ‘Eski fikirli’ olarak muhalefette kaldığından18” şeklinde ifade ediliyor… Birkaç kara kalem darbesi ile ortaya şöyle bir Hüsrev Paşa eskizi çıkıyor: Muhâfazakar, gizli tutucu, Tanzimat’a muhalif, eski fikirli… Burada dikkat etmemiz gereken, neler nelere vesile oluyor… Osmanlı’ya Batının yükselen değerlerinin19 egemen 14) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Türkiye yayınevi, 1961, sh. 4 / 253 15) İ. Hami Danişment, İ. Osmanlı Tarihi Kronolojisi, sh. 4 / 123 16) İlber Ortaylı, sh. 48 ve aynı ifadeyi 262’de tekrarlar. 17) Yılmaz Öztuna. Sh. 7 / 26 18) TDV 19 / 44 19) Hegel’in “Zeit Geist” ifadesinin, Türkçeye “zamanın ruhu” olarak çevrilmesinin doğru olmadığını düşünüyorum… Çünkü bu kavramsallaştırma “zaman”ı mistik, metafizik, gizemli bir hâle içine sarıyor… Bir “zaman” var… Bir de onun “ruhu” var… Eğer “zaman”ı kavrayıp, ondaki eğilimlere, onun getirdiği bütün değerlere boyun eğmezseniz “ruhu” sizi çarpar… Bir de felsefi müktesebatı olanlar, “Hegel’in diyalektiğinin tümü, Hıristiyan teolojisinin temel görüşünün felsefî bir haklı gösterilmesidir.” (W.T. Stace, Hegel Üstüne, çev. Murat Belge, İstanbul, Birikim, 111 olduğu bir zamanda yukarıda niteliklerini saydığımız bir kişi toplum hayatına dahil oluyor… Îmânı, inancı, değerleri, ihtirasları, özlemleri, fedakarlığı, korkaklığı, ihaneti, vefakarlığı ile mücehhez bir birey…. Zaten doğal olarak kendi kendisi ile, saydığımız ve saymadığımız nitelikleri içinde bir birey olarak muharebe alanı… Bu muharebe alanı ile birlikte, bir de büyük bir savaşın içine giriyorsunuz… Hüsrev Paşa, Abaza kölelerinden olup Enderun’da yetişerek yükselmiştir. Kapudan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa’nın kethüdası, İskenderiye muhafızı, vezirlik rütbesi ile Mısır valisi (1801) ve daha sonra çeşitli valilikler de yapmış, Mora İhtilali sırasında dört seneden fazla Kapudan-ı deryalıkta bulunmuştur… 1826’daki Vak’a-i Hayriyye’de Çanakkale Boğazı’nda donanmanın başında bulunuyordu. “Sonra İstanbul’a geldiğinde Sultan Mahmud Han’ın yeniçeriliğin kökünü kazımak için eski devri andırır hiçbir hatıra ve eser bırakmamak azminde olduğunu gördüğünden Tunus’tan sağladığı bir miktar fesi kalyoncu erlerine geydirip selamlık resmine çıkarmış olduğundan, yenilikçi Padişah’ın hoşuna gitmiş ve eski başlıkların yerine fes kullanılması uygun görülmüş ve Padişah 1976, sh. 193) Hükmünün farkında oldukları için bizim hassasiyetimizi haklı görürler… Burada komplo teorileri üretmeye gerek yok… Zaten Hegel (1770-1831) de zeitgeist kavramına böyle bir anlam vermiyor… Gördüğüm kadarı ile okumasını unutmuş, dilleri ve kalemleri ishal bazı akademisyenler böyle bir kavramsallaşmayı yerleştirdiler… Fakat burada kısaca şu bilgiyi de aktarmak isterim… Hegel’de üç geist var; Subjektiver Geist: Antropoloji- ruh, fenomenoloji- bilinçlilik, psikoloji-zihin; Objektiver Geist: Soyut hukuk, ahlâk, toplumsal etik; Absoluter Geist: Sanat, din, felsefe …( Bak! Stace’in kitabının sonundaki çok kapsamlı ‘Hegel’in Diyalektik Sisteminin Tablosuna) Hegel’in Türkçe kavramlaştırmalarının en uygununun, Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi’nde olduğunu söyleyebiliriz. O, Tinsel Alanı, Kültür Dünyası olarak çeviriyor ki, galiba doğrusu da bu! Belki “zamanın yükselen değerleri”, “zamanın egemen değerleri”, ” zamanın kültürü” kullanılabilir…. “Zamanın zihniyeti” biraz dar gibi geliyor… Bütün fikrî devrimler “zamanın yükselen değerleri”ne karşı yapılmıştır… Her yeni fikir “zamanın egemen değerleri”ni alaşağı ederek, kendini ikâme etmiştir… Dolayısıyla bir uygarlığın “zamanın yükselen değerleri” nin farkında olması, onunla hesaplaşması boynunun borcu… Osmanlı’nın en büyük hatası zamanın değişen, yeni zaman ve mekâna egemen olan değerlerinin farkına varamayışı… Bunun Muhasebesi yapıldıktan sonra “Değişimin Sınırları” ölçüleri içinde, alacağını alır… 112 buyruğu çıkarılarak eski kıyafetimizin değişmesine ve yenileştirilmesine bu suretle başlanmıştı.” 20 Ve 1832 yılında da Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra kurulan Asakair-i Mansure Seraskerliğine atanmış ve on sene kadar bu görevde kalarak askeri teşkilat ve düzeni konusunda birçok başarılı hizmetler yapmıştır. “Abdülmecid’in tahta çıkması üzerine başvekil Mehmet Emin Rauf Paşa’dan mühr-ü hümayunu zorbalıkla almış ve sadrazamlığı tekrar kurarak bu makamın kendisine verilmesini sağlamıştı. (Sadrazamlık unvanı Mahmud II. zamanında l832’de Başbakanlığa çevrilmişti. Ne büyük bir devrim, değil mi? A.B.). Bu saygısızca harekete nasıl cesaret etmişti? Duyduklarımıza göre Sultan Mahmud Han’ın padişahlığının son zamanlarında bünye zayıflığı ve şifasız hastalığından dolayı padişahlıktan indirilerek büyük şehzade Abdülmecid Efendi’yi padişah yapmak isteyen bir grup ortaya çıkmış, Hüsrev Paşa bu grubun önde gelenlerinden imiş. Bunlara karşı Enderun’da diğer bir grup da Abdülmecid Efendi’nin öldürülerek pek yaşlı olmayan padişahın kurtarılmasına gayret ederlermiş. Mabeyn Müşiri Ahmet Fevzi Paşa işte bu ikinci grubun ele başısı imiş. Bir de Sultan Mahmud Hüsrev Paşa’nın gönlünü almak için şehzade ve sultanlarını yanına gönderip, çocukları çeşitli hoş sözlerle eğlendirir ve kendisini sevdirirmiş. Bir defa padişah huzurunda şehzadelere rastladığında “inşallah padişah sayesinde efendimin oğullarını ak bıyıklı görürüm” dileği ile nükte yaptığı bilinmektedir. Tabii cesaretine bu yakınlıklar da eklenince Hüsrev Paşa yeni padişah yanında da gözde olduğuna tam bir güven içinde idi. Bununla beraber sadrazamlığı ancak bir sene sürmüş, azlinden sonra talih mumu yavaş yavaş sönmeye başlamış ve 1271 - 1854’te emekli iken ölmüştür.”21 20) Abdurrahman Şeref Efendi, Tarih Muhasebeleri, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 1985, sh.12 21) A.g.e. sh. 13 113 Bir de fizîkî yapısı konusunda kısa bir bilgi: “Hüsrev Paşa kısa boylu ve tıknaz, mavi gözlü ve kırmızı yüzlü, sakalını kısa kestirir, başına büyük bir kırmızı fes ve sırtına lacivert bol bir harmani giyer, garip görünüşlü bir adamdı. Hırslı, tuttuğunu koparır, kurnaz ve zorba, karşısındakini aldatmaya eğilimli idi” 22 Abdurrahman Şeref ’ten sonra kıymetli kaynağımız Feldmareşal H. Von Molteke’nin yukarıdaki tespitleri teyit eden izlenimlerine geliyoruz: “Serasker elçiyi birçok pencereleri olan büyük bir salonda kabul etti. (24. Kasım. 1835. A.B.) Burada geniş bir sedirden başka kanepeler, sandalyeler, masa saatleri ve masalar, hulâsa Türk generalinin Avrupalılaştığının bir sürü delili vardı.” 23 Molteke o günün yönetimsel dinamiklerine ışık tutan şu tespitte bulunuyor: “Hüsrev Paşa otuz beş yıl en yüksek devlet memuriyetlerini elinde tutmanın yolunu bulmuştur ki bu da onun becerikliliğine şan verir. Fakat bir de uzun resmî hayatında yaptığı işleri saymaya sıra gelirse, insan onun bütün işinin aslında hemen hemen yalnız, padişahın teveccühünü sağlamak için rakipleriyle mücadeleden ibaret olduğunu görerek şaşar.24” Başarılı kişilik analizleri ile şöyle devam eder: “Mehmet Hüsrev Paşa’nın nakit olarak hesapsız servet biriktirdiği söylenmektedir.25 Beri yandan kendisi dünyanın en perhizkâr, en 22) A.g.e. sh. 13 23) H. Von Molteke, Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, İstanbul, Remzi, 1969, sh.29 24) A.g.e. sh. 33 25) Fakat hakkında şöyle bir not da var: “Büyük servet sahibi olan Paşa 1854’te tanzim edilen vakfiyesine göre 1 milyon kuruş ayırarak çeşitli hayır kurumları için ayırmıştır. Paranın geliri, bu hayır kurumlarının tamir masrafları ve görevlilerin maaşları için harcanacaktı…….. muhtelif camilerdeki imam, müezzin ve vaizlere, Edirnekapı dışındaki Nakşibendi dervişlerine ve kendi kapı halkından bazılarına maaşlar bağlanmıştır. …… Hüsrev Paşa Külliyesi; türbe, tekke, kütüphane ve çeşme, külliye dışında da hayırlar.” TDV: 19 / 45 114 itidalli adamıdır. Memleketten geçen mevki sahibi her hangi bir Frenkle, kendisinin bütün eski Türk batıl düşüncelerinden nasıl tamamiyle sıyrılmış olduğunu göstermek için, şampanya içer ve bunun bir gazete bendine konu olacağını pekâlâ bilir. Fakat Çamlıca’nın meşhur pınarlarından gelme bir bardak suyu buna kat kat tercih eder. Sofrasına çeşit çeşit yemekler gelir, fakat o bunlardan ancak bir veya ikisine dokunur. Ara sıra bana öyle geliyor ki, Serasker Husrev Paşa içinden, ıslahatla adamakıllı alay etmektedir. Fakat bu onun için iktidarın vasıtasıdır, iktidar da bu ihtiyarın biricik gerçek, zaptedilmez tutkusudur. Bu alanda ona karşı gelmek isteyen herkes kendini sakınmalıdır. Kendi sayesinde olmadan önemli bir mevkie geçen herkesi sade bu yüzden düşman sayar” 26 Nihâyet Mehmet Hüsrev Paşa umulmadık bir şekilde azl edilir ve Emirgan’daki malikânesine çekilir. Molteke 28 Aralık 1836’da ziyaretine gider… Size sunmaya çalıştığımız bu portrenin nasıl bir emeklilik hayatı olabileceğini tahmine çalışın… Moltke şöyle anlatıyor: {Dört haftadan beri Serasker Emirgân’da, Boğaz kenarındaki gâyet güzel bir malikâneye kapanmış bulunuyor. Biraz şüphe uyandırmamak, biraz da gelen olmadığı için kimseyle görüşmüyor. Çünkü burada kim bir makamdan ayrılırsa gözden düşmüştür, kim gözden düşmüşse onun dostu yoktur. Yeni âmirin hoş görmesi ya da görmemesi benim umurumda değildi, bu sebeple Husrev Paşanın düşüşünden sonra birçok defa onu ziyaret ettim. İlk defa Emirgân’a gittiğim zaman uşaklar bu ziyaretten pek şaşakalmış gibi göründüler, fakat yine de geldiğimi hemen haber verdiler. İhtiyar efendi beni, gizlemediği bir sevinçle kabul etti. Sanki eski seraskerin artık ıslahat bakımından yükümlü olduğu hiç bir şey yokmuş gibi, Mehmet Husrev bütün yaşayışında eski Türk âdetlerine dönmüştü. Onu en zarif Lahur şalından bir kaftan giymiş buldum. Geniş şalvarı beyaz atlastandı 26) Molteke, sh. 34 115 ve paçaları pek küçük olan ayaklarını tamamıyla örten dantellerle süslüydü. Boynunda altın bir zincire asılı bir muska vardı, ikinci bir muskada koluna takılmıştı.. Gök mavisi bir ipekliye kaplanmış, geniş sırma kaytanlı muhteşem bir samur kürk kılığını tamamlıyordu. Mâzûl Seraskerle karşılaştığım oda tam Şark tarzındaydı ve padişahın sarayında eşini görmediğim kadar güzeldi…27” Molteke bu alıntının devamında Emirgan’daki malikânenin bahçesini ve Boğaz’ı, okunmaya değer nefasette anlatıyor, gerçekten okunmaya değer… Neresinden başlayalım tahlile? Daha doğrusu biz tahlile başlamadan önce bir tahlilin, tahlilini yapalım… “Kılık değişikliğinin baş müsebbiplerinden biri olan Hüsrev Paşa, esas kanaat ve telâkkileri resmî ve husûsî hayatında başka başka olan bir adam hüviyetinde görünmüştür. Hüsrev Paşa tipi rical günümüze kadar uzamış; resmî hayatlarında esas karakterlerinin aksini yapmak bir zaruret hâlini almıştır. Bunlar ne derece ileri olduklarını göstermek, aslında gâyet yüksek olan fakat hasta bulunanlarca geri addedilen Türk âdetlerinden ne kadar sıyrıldıklarını ifâde için türlü şaklabanlıklar yapmışlardır. Tabiî bunlar Molteke gibi bitaraf ve şahsiyetli garblılar tarafından, gâyet hacîl bir zavallılık olarak görülmüş ve tiksinti ile karşılanmıştır.28” Merhum Ziya Bey’in değerlendirmeleri böyle… Ziya Bey meseleye medeniyet meselesi olarak bakamadığı için, sıradan insana hoş gelecek, sudan tespitler de bulunuyor… Bir kere genel mantık kamaşıklığı… Tenzih-i nefs kaygısı… Laik psikoloji kavramları ile protection (yansıtma) mekanizması… Tefekkür olmadıktan sonra kuru tarihi malumatla (bilgi değil!) yanlış noktalara varırsınız! İşte buralar aklın kullanacağı noktalar… Terkibî değil, tahlili (analitik?) zekâ ister… Usûl ister, usûl… Çile ister, çile!... Aklınızın dizginlerini alabildiğine serbest bırakın, bu alanlarda! (mecelle madde:13, 39) Tarihî alanı da îmânî me27) A.g.e.sh. 80 28) Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken, 1994, sh. 3 / 210 116 sele haline getirmeyin!... Biz onun için diyoruz ki; XVI. Asrın ortalarından itibaren nizam sarsılmaya başlıyor… Onun için biz diyoruz ki; yer yer kaynak isimleri de veriyoruz; siyasetnameleri okudukça o günle empati kuruyorsunuz!... Sanki o günü yaşar gibi oluyorsunuz! Ve vicdanınızdaki, gönlünüzdeki, zihninizdeki pası silebilirseniz, “kafanızın taş duvara gömüldüğünü”, kayanın içine çakıldığını hissediyorsunuz! İlmiyye, kalemiyye ve seyfiye çöküyor… İlim, bürokrasi ve ordu… Medreseler ilmen tereddî, ahlâken tefessüh etmiş, tarikatler yozlaşmış… Hiçbir bina yanında başka bir bina yapıldı, diye yıkılmaz!... “Batı” diye nitelenen bir uygarlığın doğması, Osmanlı ve o tarihlerde temsil ettiği İslâm Medeniyeti’nin sarsılmasına-yıkılmasına sebep olmaz! Asıl arıza bünyenin içinden fışkırıyor! “Ciğerini çaldıran, ciğerinden şüphe etsin.” Hırsızı suçlamakla bir yere varamazsınız!... Söz konusu devirde, terkibî bir şekilde ana üretim aracı olan toprak konusunda yaptığınız tercihleriniz, gerçekleştirdiğiniz toprak hukuku ve bütün olarak kurduğunuz şiir gibi bir nizam su alıyor, temeli zarar görüyor, yavaş yavaş çökme istidadı göstermeye başlıyor!... Yavuz Sultan Selim’in, şüphesiz mecbur kalarak, Kanun-u Kadime aykırı olarak yaptığı tasarruf, bünye zayıfladıkça zaaflar doğurmaya başlıyor… Haddizatında Yavuz Selim bu konuda çok hassastır… Fakat hayat akıyor, yeni şartlar çıkıyor ortaya… {Yavuz Sultan Selim’den, bazı yakınları bir miktar arazî temlik29 etmesini rica ettiklerinde “ilk tahta geçtiğimizde bilmemezlikle Ali Paşa’ya bazı köyler temlik etmiştim. Kılınç sahiplerinin hakları, hakkı olmayan başkalarına vermiş olduğumdan dolayı hâlâ pişmanım” dediği söylenir.}30 Çünkü Şah İsmail’le yaptığı savaşta başta İdris-i Bitlisi olmak üzere Kürtler büyük hizmetlerde bulundular31. “Yavuz Sultan Selim, Çaldı29) Mülk olarak verme. 30) Mutafa Nuri Paşa, Netayic ül- Vukuat, sadeleştiren, Neşet Çağatay, Ankara, TTK, 1979, sh. I-II / 136 31) Bu konuda birçok kaynak arasında: Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t – Tevarih, Eskişehir, Kültür Bakanlığı, 1992, sh. IV / 245 ve devamı 117 ran savaşında İran Hükümdarı Şah İsmail’i mahvettikten sonra İdris-i Bitlisî’yi gönderip sınır üzerinde bulunan Kürt emirlerini Devlet-i Aliyye’ye bağlatmış olduğundan, bu emirlerin oturdukları yerler yurtluk ve ocaklık adıyla verildi” 32 Kitabın aslı olan Osmanlıca baskısında: “Ekrad beylerine yurtluk ve ocaklık namiyle temlik olundu” diyor… Eğer biz Osmanlı tarihini desakramentasyona tâbi tutmazsak, değerlendiremeyiz, onların yaptığı hataları da ısrarla yaparız, tekrarlarız… “Şanlı ecdadımız!” edebiyatı ile buraya geldik, Allah Celle Celalühu akıbetimizi hayr eyleye… Özellikle devamlı bir biçimde, Osmanlı’daki bozulmanın bireysel olmadığını, kurumsal olduğunu anlatmaya çalışıyoruz… Yoksa her devirde, hırsızlık olmuştur ve bundan sonra da olacaktır…. Her devirde rüşvet verilmiştir bundan sonra da verilecektir….. Her devirde şu şu ahlaksızlıklar olmuştur ve bundan sonra da olacaktır… Her ordu mağlup olmuştur, bundan sonra da olacaktır… Bunlar paniğe sevk etmez beni… Ama kurumlardaki tedavi edilemeyen ufak ufak zaaflar çöküşün habercisidir… Geçici (konjonktürel, güncel) arızalar tabiidir, fakat yapısal (strüktürel) olanlar hayatidir!... Yoksa altı yüz yıllık bir tarihte olumsuzlukları mikroskopla arayıp bulmak, kes yapıştır yöntemi ile bir araya toplayıp “İmparatorluk çöküyor!” demek en azından insafsızlıktır. Eğer bütün hadiselere medeniyet penceresinden bakarsanız bizim gibi görürsünüz… Yoksa merhum bir tarihçi ağabeyimiz gibi: “Bırak hazret yav, Sultan Hamid zamanında Atina önlerine varmıştık!” tesellisi ile oyalanırsın… Hâlbuki bu mantığa karşı bizim yaklaşımımız şu: “Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana’yı fethetse ne olurdu? “ Fethetmiş olurdu… O kadar! O kadar! Gaibi bilen Allah Celle Celalühu’ dur, ama Belgrad ve Sofya’da ne olmuşsa o olurdu… Şu materyalist kafa yapısından vazgeçin! Fikre inanın! Ruha inanın! Maddeyi fikrin şekillendirdiğine inanın! Renaissance, reform, metot çağı, Aydınlanma ufukta söküyor… Fikir! Fikir! Ve yine fi32) Mustafa Nuri Paşa. I – II / 137 118 kir! Entellektüel delikanlılıktan nasibi olmayanlar, hemen “savunma mekanizmaları”na başvururlar… Entellektüel delikanlılığın birinci özelliği çileye açık olmaktır… Tarihi istismar edip, müsekkin olarak kullanmak, entellektüel gök kuşağı içinde, hayal âleminde esrar içip dalgaya düşmek gibi bir şey! Fikrî delikanlılığa yakışır mı? Bir avuç âciz Söğüt Fikir Kulübü’nde kırk kusur yıl önce Osmanlı müesseseleri, özellikle Osmanlı Toprak Hukuku üzerinde çalışmalar yapma gayretinde idik… Sakın sormayın, “sanki ne oldu? Neye yaradı?” Ne olmasını bekliyordunuz ki? Siz eylemin sonucunu gidin particilerden, vakıfçılardan, cemaatçilerden, dernekçilerden sorun!... Bizim için amacın sonucu, amacın içinde gizlidir… Amaç bizâtihi sonuçtur bizim için! Bizde sonuç amacı aşamaz! Biraz karışık mı geldi? Bizde sonuç Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’nin takdirindedir… Bizi sonuç ilgilendirmez! Bir “şey” ne olursa bir “şey” olmuş olur? Bir adam ne olursa bir “şey” olmuş olur? Bu soruların cevabını düşünmenizi rica ediyorum! Bundan önceki kitabımızda nakletmiştik ama bu noktaya gelince tekrarlamak şart oldu: {Hz. Âişe Radıyallahu Anh’a der ki “Allah’ın, bana ihsan ettiği nimetlerden birisi: Resûlullah Aleyhisselâm’ın, benim evimde, benim günümde ve başı, benim göğsümde olduğu halde, vefat etmesidir. (352) Bir de, hamd olsun Allah’a ki, O’nun, dünyada bulunduğu günlerin son gününde (353), Âhiret gününün başında (354), benim ‘tükrüğümle O’nun tükrüğünü bir arada birleştirmesidir. (355) Resûlullah Aleyhisselâmı, göğsüme yasladığım sırada, kardeşim Âbdurrahman, elinde bir misvâkle eve girmişti. (356) 119 Resûlullâh Aleyhisselâm ona ve elindekine baktı. (357) Misvâki, istediğini anladım. (358) (Yâ Resûlullâh! Bu misvâki (359), Senin için alıp (360) Sana vermemi arzu eder misin?) diye sordum. (361) Başıyla (362) (Evet!) (363) diye işaret etti. Hemen alıp Kendisine verdim. Fakat, katı geldi. (Onu, Senin için, biraz yumuşatayım mı?) diye sordum. Başıyla (Evet!) diye işaret buyurdu. (364) Ben de, misvâki yumuşatıp Kendisine verdim. (365) Resûlullâh’ın, hiç bir zaman, misvâkle dişlerini, bu derece şiddetli (366), bu kadar güzel (367) oğuşturduğunu görmemiş gibiydim. Sonra, misvâki, bıraktı. Misvak, elinden düştü.” (368)}33 İhlâslı Müslüman kardeşim şimdi anlatabildim mi? Bir “şey”in, bir “şey”e yaramasının ne demek olduğunu! Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem’in o durumda, o şartlar altında mübarek dişlerini fırçalamasının amacı neydi? Hemen başlama, “bize örnek…..” diye başlayıp nutuk atmaya… Bir kere de şu yarım aklından vazgeç… Biz aklımızdan vaz geçiyoruz da sana ne oluyor? O anı yaşamaya çalış!... O anı yaşa! O anı yaşa! Ne işine yarıyordu? Her hareketin akabinde karşılığını beklemek… Tam materyalist bir konsept… Ama bakıyorsunuz, fikirde materyalist olanlar, eylemde idealist… Fikirde idealist olanlar eylemde materyalist… Biz inandığımızı söyleriz: Eğer Fahr-i Âlem Sallallahü Aleyhi Vesellem’i anlayabilseydik, bütün mesele tamamdı! Eğer başarısızlıklarınız, mağlubiyetleriniz sakalınızı değil de, organlarınızı kesmeye başlamışsa işte o anda gerçek çöküş başlamıştır… İşte XVI. Asrın Ortalarından itibaren gören gözler için bu durum aşikâr… Kurumlarınız çöküyor… O şaşaa içe33) M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, İstanbul, Şamil, 1987, sh. 18 / 56…Merhum yazarın nasıl çalıştığının, ilmî çalışmanın ne demek olduğunun anlaşılması için parantez içindeki kaynak numaralarıyla aldım… 120 risinde bakıyorsunuz bir parmak kopmuş kimsenin umurunda değil! “Parça bütünün habercisidir”… El kopuyor aldıran yok, kol kopuyor kanıksanmış… Ama biz buradan çöküşü tespit ediyoruz… Bir de şu var Müslümanlar uzayda yaşamıyor… Bu minnacık dünyada yaşıyorlar… Ve onlarla birlikte gâvurlar da yaşıyorlar… Bu muhasebeye onları da dâhil etmezseniz, hesapta aldanırsınız… “Ama onlar her şeyi bizden aldı”, diyenler için diyorum: Ne olur şu hamâkatimizin hiç değilse bir kısmını da alsalar olmaz mıydı gâvurlar bizden? Hem bizimki azalırdı, hem onlar da sahip olurlardı buna. İki taraflı kazanç sahibi olurduk! Acaba bu şartlar altında Hüsrev Paşa’dan mı bahsetmek lâzım, Hüsrev Paşa’lardan mı? Asıl sinir uçlarınıza baltayı saplayacağım soruya geliyorum: Acaba cesaretle düşünürseniz, Hüsrev Paşa’yı anlatırken, kendinizi buldunuz mu onda? Herkes, hepimiz vicdanında versin bu sorunun cevabını… Hele dincilerin maddî imkân sahibi olduğu zamanımızda, bizzat, bit-tecrübe etrafınızın Hüsrev Paşa’larla sarıldığını görebiliyor musunuz? Ziya Bey; bu ne kadar iddialı bir yargı: “resmî hayatlarında esas karakterlerinin aksini yapmak bir zaruret hâlini almıştır.” Sizin özel bir işiniz vardı… Siz özel ve ticari hayatınızda esas karakterinize göre yaşayabiliyor mu idiniz? Derdimiz sevdiğimiz, saydığımız bir merhum ağabeyimizle uğraşmak değil, ama yanlış örnek oluyorlar… Said Nursi nereden aldığını bilmiyorum, ama öyle bir mikrop attı ki; Müslümanların bütün direnç noktalarını yok etti! Önce ferdin kendini kurtarması!... Maşallah ferdler iyice kendini kurtardı! Pencereden dışarı bak, anlarsın. Beğenmediğiniz kişilerin her türlüsü dinciler arasında da mevcut… Ama sakallısı, hacısı, başörtülüsü, namaz kılanı vb.…. Sanmıyorum ama Goethe’ye atfedilen “herkes kapısının önünü temizlerse, şehir temiz olur!” çocukça iyimserliği… Said Nursi İslâm’ın muamelatını traş etti, devlet özlemini berhava etti… Buradaki nefsaniyeti anlayabiliyor musunuz? “Sen kendini kurtarabilirsin!” Bize göre ise mesele medeniyet meselesi… İslâm medeniyetini, 121 hayata ve devlete egemen kılmadıktan sonra İslam’ı yaşayamazsın! Nefs feveran ediyor: “Yani çalacağım çırpacağım, kazanacağım, dağıtacağım, ibadet edeceğim ve ben kendimi kurtaramayacağım?” Evet, sen kendini kurtaramazsın! İslâm medeniyetini kainata rekz etmedikten sonra!... Büyükdoğu’cular için usûl açık, net ve ortada: Kanûnî Zuhur! Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’ye göre tekevvün etmiş nur yuvası vicdan teknenize göre Hüsrev Paşa oportünist mi? Bir, ölçülerin ihlalinin genelleşmesi, o durumu meşrulaştırmaz! İki, su-i misal numune-i imtisal olmaz… Kötü örnek olmaz… O zaman gerçek adına: “Hüsrev Paşa oportünisttir,.” Hükmünü vermemiz gerekir… … Zaten boltladığım kısımlar bir nevi iddianamemiz niteliğinde!... Fakat biz üzerinde bulunduğumuz konuda meselenin bu kadar siyah-beyaz olmadığını düşünüyoruz… Çünkü bu bağlamda bizim için şahsen; meselenin en zor tarafı, konuyu çıkmaza sokan yanı; biz “Hüsrev Paşa”yı bulamıyoruz… Şunu ifade etmeye çalışıyoruz: Bir insan vardır… Bunun bir takım kişilik özellikleri vardır. Temel trendler... Ama zaman zaman bu temel kişilik özelliklerinin hilafına hareket eder… Ama yine de o bir “kişi”dir… Bütün kişiliğini ihlal eden hatalarına rağmen yine tövbe istiğfar eder “eski beni” ne döner… “Eski kendine” döner… Söz gelişi kişilik özelliklerine göre kumar oynamak yanlış bir davranıştır… İrade zaafı dolayısıyla, kişilik özelliklerinin yasakladığı bu eylemi yapar… Fakat “kişilik”i yıkılmamıştır… Sahip olduğu kişilik özelliklerinin dinamikleri çekip onu yine “eski kendi”nin içine alır… Ve o sürekli vicdan azabı ile geçmişteki eylemi ile hesaplaşır… Ve hakkında hayırlı bile olabilir…. Öldürmeyen yara, güçlendirir… Bir musibet bin nasihatten evlâdır… Kuşkusuz böyle bir deneyim yaşanmaması şayan-ı temennidir ve şayan-ı tercihtir… 122 Bir örnekle daha iyi ifade edebiliriz kendimizi…. Bir binanın bir karkas kısmı ve bir de diğer kısımları vardır… Diyelim ki yüz katlı bir binanın, eğer karkas kısmının statik hesapları, betonarme hesapları, zelzele opsiyonu, zemin tetkikleri teknik verilere göre yapılmışsa o bina sağlamdır… Demir, çimento, kum, çakıl ve işçilik evsafa uygunsa mesele yok… Artık bir dairenin banyosunun akması önemli değildir… Basit bir tamirat konusudur… Bir duvarının kumunun, çimentosunun vasıfsız olması binanın yıkılmasına müncer olmaz… Bunların hepsi öze ait değil, görünüşle ilgili meselelerdir… Ama karkasta bilinçli veya bilinçsiz bir hata varsa veya temel su alıyorsa, farkına varmadan bir gün gelir o bina yıkılır… Sizin binanızdan çok uzaktaki bir yerde, bazı sebeplerle yer altı suyu yön değiştirmiştir… Siz istediğiniz kadar zemin etütlerini teknik verilere göre yapmış olun, binanız tehlikededir… Siz sadece ben kendimle sınırlıyım, ben sadece kendimden sorumluyum, diyemezsiniz… Ben kendi binamı kurtarayım yeter, derseniz, bir gün görürsünüz ki, komşunuzun binası sizinkinin üzerine göçmüş… Çoluk çocuk altında… Biz başlıklarımızı çok uzun entellektüel uğraşlarla tayin ediyoruz… Her kavramda billurlaşmış, kristalize olmuş beyin terimiz var… Onun için her bir başlığa veya kavrama yüklediğimiz anlamlar üzerinde düşünülmesi gerekir… En azından altmış, altmış beş yıllık bir müktesebat… Büyük Doğu zihniyetine aileden sözlü olarak, ilkokuldan önce muhatap olduğum düşünülürse… Okumayı ”Büyük Doğu“ harflerini heceleyerek öğrendim, ilkokula gitmeden önce… Yazdıklarımızın bu dikkati hak ettiği kabul edilir… “Oportünist Değişimin Aktörleri”… Burada söz konusu olan bir “değişim” var, bir de o değişime “oportünist” bir yaklaşım… “Değişim” derken, bu olgunun kendine özgü kuralları ve kutsalları var… Ve bunlar sizin mukaddeslerinizle saç saça baş 123 başa kavga halinde… Tam 180 derece birbirine zıt… Bizdeki somut Batılılaşma örneğini düşünelim… Bir insan burada kendi çıkarı için “değişimi” kullanıyor… Daha doğrusu kullandığını sanıyor… Acaba “değişim” mi onu kullanıyor? O mu değişimi? Sermayesi îmân olan bir alış verişte, kim karlı çıkar? Üstün olmak, hükmetmek, prestij sahibi olmak, iktidarın vereceği soyut, kinetik güç gibi nefsânî arzularını gerçekleştirmek için, vasıta olarak; mal mülk, mevki, iktidar (somut iktidar, koltuk) elde etme savaşına giriyor… Her yükselen değerle karşı karşıya geldiğinde onu tercih; kendi değerlerini tevil veya tehir veya ihmal veya unutmak zorunda… Dikkat edin! Allah Teâlâ göstermesin, burada, oportünist değişimde; bir kumarbazın bütün servetini kaybettikten sonra, nedamet içinde, tevbe-i nasuhla hüngür hüngür, hıçkırıklarla kaldırımlar üzerinde katıla katıla ağlarken, Allah Celle Celalühu’yü gönlünde bulması değildir! Bu son durumda kişiliğin örgüsünün atkıları sağlam… Ama nereye kadar? O ayrı bir konu… Îmân-amel ilişkisi… Günahların îmân üzerindeki etkisi… Evet! Amel îmândan bir cüz değil! Ama nereye kadar? Bu sorular mahfuz kalmak kaydıyla devam ediyoruz!.. İşte bizim Hüsrev Paşa’yı bulamayışımızın sebebi bu! Çünkü bir günahkâr tevbe-i nasuhla doğruldu, kendi aczi, kendi günahkârlığı karşısında Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni bildi… “Bildim Seni, Ey Rab, bilinmez meşhur!” Günahın verdiği, ruhlarda zelzele yaratan nedamet… Ama sürekli şekilde teviller… Sürekli şekilde izahlar… Sürekli şekilde unutma (motivasyonlu unutma), sürekli mazeretler bize göre kişilikte mutasyona34 sebep oluyor ve artık o insan mevcudu’l isim madumu’l35 cisim haline geliyor. Adı var kendi yok! Artık ortada îmânî bir mesele var… Daha önce söyledim bir hafta, çay içtiğiniz bardağı yıkamayın ne hale geliyor? İşte biz 34) Önce daha geniş bilgi verdik! 35) Mustafa Nuri Paşa’nın Netayic ’ül Vukuat ’da kullandığı bir ifade… 124 bunun için Hüsrev Paşa’yı bulamıyoruz!... Hüsrev Paşa bir sembol! Size bir soru, kaç milyon Hüsrev Paşa var? Düşünün 28 Şubat şartlarını… O günkü gizli açık toplantılardaki konuşmaları… Siz de yüksek bir rütbede ve o ortamda bulunacaksınız! Ve siz emekli edilmeyeceksiniz! Terfi edeceksiniz! İşte ben “sizi” bulamam!... Siz de “kendiniz”i bulamazsınız… “kendin” o atmosferde buharlaştı… Hiç kimse muhasebesini yapmıyor! Konuşanlar mı, suçlu idi? Susanlar mı? Biz özellikle panik halindeyiz, zaten hep panik halinde idik… Fakat özellikle 24 Ocak 1980 kararlarını takibeden süreçte sahne alan aktörler hakkında… Yükselen değerlerin - İslâmî hassasiyete sahip ihlâslı Müslüman’ın yastık altında sakladığı tasarruflarını sisteme dâhil etmek için - dehâsı(!) ile icat ettiği her enstrümana bir kılıf bulmak… Köprü satışı… Bey-i bi’l vefâ… Evet siz! Vıcık vıcık (özellikle kullanıyorum bu tabiri, İslâmî mesuliyetini müdrik olarak ) hale getirdiğiniz ve utanmadan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat dediğiniz fıkhı(!)nızla her meseleye çare bulursunuz… Elinizde hevâ ve hevesinizle inşâ ettiğiniz “maslahat”, “zaruret”, “zaman” gibi maymuncuklar olduktan sonra, sizin çözemeyeceğiniz sorun yok! Elimizden bir şey gelmiyor, ancak sinirlerinize çuvaldızı batırıyoruz! Siz, bu konseptinizle bana yasak bir eylem gösterin! Zina mı, dediniz… Kim keyfinden zina yapar? Zaruret hali(!.) Libidal refulmanların meydana getirdiği stres altında adam öldürebilir. Adam katil mi olsun?(!) Hırsızlık mı? Kim keyfinden hırsızlık yapar? Zaruret hali (!) Tabii yakalanmamak şartıyla… İşte asırlardır bu hile-i şer’iyye felaketi mutasyona sebep oldu… Haşa, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni kandırma hokkabazlığı… Biz sizi bulamıyoruz… Siz, “siz”i bulabiliyor musunuz? Çünkü mutasyonda aslına dönüş yok! Arayın kendinizi! Belki el emeği göz nuru ile ekmek paranızı kazandığınız günlerde bulabilirsiniz! 125 Belki de ananız sizi çekirdek ayıklayarak büyüttü!... Belki çay yaprağı toplayarak, belki yemeye kıyamadığı sütünü yoğurdunu satarak, belki de tereyağını sattı, nebati yağ aldı ucuz diye… Belki de halı dokuyarak büyüttü!... Sen Anadolu kaplanı! Sen Anadolu aslanı! Sen paydan pay kapan! Onun için vereceğim örneği anlarsın… Anlayamazsan, ananıza sorun o anlatır… O nasırlı elleri ile, o öpülesi elleri ile, yavrularını muhanete muhtaç etmemek, için gecesini gündüzüne katan, cennetin ayakları altında olduğu analarınıza sorun… Acaba atkınızda mı bir deformasyon var? İşte halının atkısında bir deformasyon varsa bu mutasyon demektir…. Kişiliğinizin atkısında bir deformasyon varsa bu kişilikte mutasyon demektir… O Müslüman anası ki!... O Müslüman anası ki! Onu tarif edemezsiniz! Aciz kalırsınız! Lafı dolaştırıyorum ama şu soruyu da ona sormadan edemeyeceğim: Ey elini öptüğüm anacağım! Sen bağrından çıkan çocuklarını tanıyabiliyor musun? Yoksa o saltanat, o şaşaa seni de mi değiştirdi? O gâvur düğünleri senin de mi hoşuna gidiyor? Kız torunlarının erkeklerle, erkek torunlarının kızlarla cip içinde fink atmasına sende mi alıştın? Gelinlerinin arabalarının anahtarları elinde özgürlüklerini ilan etmesini sen de mi içselleştirdin? Ey anacığım! Eğer bunları ve daha bizim bilmediklerimizi de içine sindirebiliyorsan sen de oportünist değişimin menzili içine girmişin, demektir! Şu halde bütün ümidimiz bitti!!! Molteke’nin Hüsrev Paşa hakkındaki şu tespitine dikkatinizi çekiyorum: “Ara sıra bana öyle geliyor ki, Serasker Husrev Paşa içinden, ıslahatla adamakıllı alay etmektedir. Fakat bu onun için iktidarın vasıtasıdır, iktidar da bu ihtiyarın biricik gerçek, zaptedilmez tutkusudur.” Bir insan düşünün ki, îmânına zıt fikirlerle hem alay edecek, hem de onları tatbik edecek, hayata geçirecek… Bir politikacı düşünün ki, hem inanmayacak, hem de reel politik gereği uygulayacak… Hem de herkesten iyi uygulayacak… Çünkü herkesin kendini kontrol ettiği şüphesi içinde… Bir subay düşünün ki, îmânı ile kesin zıt olan ilkeleri başkalarından daha hassas bir biçimde uygulayacak!... Ve 126 yukarı doğru düşecek! Kendi özüne ait nitelikleri safra gibi atarak, terfi edecek! Yukarıda dikkat çektik… Bu ülkede 28 Şubat yaşamış bir Müslüman subay, o günleri nasıl aşar? Laik ve Atatürkçü subaylar için ayrı bir değerlendirme yapmak lâzım! Ama ben Allah ve Resulüne pazarlıksız bağlıyım, diyen bir subay… Düşünün o günün şartlarını… Kurmay bir subay… En yükseklerin yanında… Onun şahit olduğu konuşmaları tahayyül edebiliyor musunuz? Ve onlara tahammül edecek… Ondan sonra politikacılarla, el ele, kol kola, otel lobilerinde… Sizin daha önceden böyle birini tanıdığınızı varsayarsak, bugün “o” nu bulabiliyor musunuz? Peki, o kendi “kendini” bulabiliyor mu acaba? İnsanın dönme dolapta başını öyle bir döndürüyorlar ki, feleğini şaşırtıyorlar. Dön, dön, dön… Sabit bir mekân yok ki! Kendinizi nasıl bulacaksınız? Fuzûlî ne güzel söyler: Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir. Peki! Asker, sivil, kadın, erkek böyle başına talih kuşu konan insanlar ne zaman, “ben kimim?” Sorusunu sorarlar? Ancak reel fenomenler kendilerini terk ettiği anda! 1970’li yıllarda bir Genelkurmay başkanı vardı. Duvarların kendinden korktuğu, dağların taşların titrediği… Cumhurbaşkanı olmak istiyordu… Olamadı… Emekli oldu… Ertesi gün orduevine gittiğinde nöbetçi asker kimlik sormuş… Rivâyet o dur ki, Paşa ağlamış… Peki, Paşa o anda “kendi”ni bulabilmiş mi? Nerede? “Kendi”si yok ki, bulabilsin! Hüsrev Paşa’lar bitmez!... Ben bu durumda değer hükümlerinin, neş vü nema bulduğu tarlanın toprağının, normale dönmeyecek bir biçimde mutasyona uğradığını düşünüyorum… Acaba bu durumda insanoğlu Akif Paşa’nın, Adem (yokluk) Kasidesindeki şu faza(mod) mı geçiyor? 127 Bermurad olmayıcak ben yere geçsin âlem Necm ü mihr ü mehi olsun eser-i pâ-yı adem “Mademki ben muradıma eremeyeceğim, dünya yerin dibine geçsin ve onun yıldızı, güneşi, ayı yokluğun ayağının altında yok olsun.” Oportünizmin karar kılacağı son nokta böyle içinden zehirlenmiş bir ruh hali midir? Her şeyin ademe (yokluk) mahkum edilmesi kişiliğin tamamen çözülerek yerlere serilmesi değil midir? Böyle koyu bir nihilizmde inanca yer var mı? Böyle koyu bir nihilizmde îmâna yer var mı? Fikrî bir otopsi için Hüsrev Paşa’yı teşrih masasına yatıralım: -Muhâfazakar, gizli tutucu, Tanzimat’a muhalif, eski fikirli… -Eski devri andırır hiçbir hatıra ve eser bırakmamak -Hulâsa Türk generalinin Avrupalılaştığının bir sürü delili vardı. -Memleketten geçen mevki sahibi her hangi bir Frenkle, kendisinin bütün eski Türk batıl düşüncelerinden nasıl tamamıyla sıyrılmış olduğunu göstermek için, şampanya içer ve bunun bir gazete bendine konu olacağını pekâlâ bilir. -Fakat Çamlıca’nın meşhur pınarlarından gelme bir bardak suyu buna kat kat tercih eder. -Serasker Husrev Paşa içinden, ıslahatla adamakıllı alay etmektedir. 128 Böyle bir kişilik tablosu… Diyorum ama ben de “nasıl” bir kişilik olduğunu anlayamadım… Eğer kişiliği bir insanın sahip olduğu temel trendlerin bir sentezi olarak düşüneceksek, ortada böyle birbiri ile uyum sağlamış, orkestrasyon sağlamış bir bütünlük göremiyoruz… E. Mach’ın pozitivist epistemolojisini benimsemiş, Empresyonist ressam Monet’nin tabloları gibi… Varoluşu, varlığı bir anlık izlenimlerle yakalayarak resmetmek… Evreni sanki bir tül perdenin, hatta bir sisin, bazen de buzlu camın arkasından görüyor gibi, oluyoruz… Veya bir sürrealist ressamın tablosu gibi… Sanki sürrealist bir ressamın tablosunu seyreder gibi bir hisse kapılıyorum bazen… Sürrealist ressamlar; yerleşmiş değerlere karşı, mantıksal, ahlaksal ve toplumsal her türlü kalıp ve düzene fırçaları ile tüval üzerinde karşı çıkar, başkaldırırken; Hüsrev Paşa bunu bizzat yaşıyor… Birisi sanat, diğeri hayat! Hangisi üstün? Rüya, içgüdü ve imgelemin hep önde olduğu bir evren tablosu… Şimdi bu tasvirlerden sonra kimler, kimler aklınıza geliyor? Daha doğrusu kimler, kimler aklınıza gelmiyor? İsterseniz ben size kolay bir yöntem tavsiye edeyim: En kolayı aklınıza gelmeyenleri saymak…. Ve emekli oluyor: -Mehmet Husrev bütün yaşayışında eski Türk âdetlerine dönmüştü. Onu en zarif Lahur şalından bir kaftan giymiş buldum. Geniş şalvarı beyaz atlastandı ve paçaları pek küçük olan ayaklarını tamamıyla örten dantellerle süslüydü. Boynunda altın bir zincire asılı muska vardı, ikinci bir muskada koluna takılmıştı.. Gök mavisi bir ipekliye kaplanmış, geniş sırma kaytanlı muhteşem bir samur kürk kılığını tamamlıyordu. -Mâzûl seraskerle karşılaştığım oda tam Şark tarzındaydı ve padişahın sarayında eşini görmediğim kadar güzeldi. Şu anki halet-i ruhiyesinin analizini yapmayı ne kadar isterdim ki; ama bizim başka işlerimiz var… Yine soruyorum Hüs129 rev Paşa emekli olduktan sonra “kendisi” olmuş mudur? Ben iddia ediyorum: Hayır!... Bulamaz, çünkü “kendi”si yok artık… Hayat mı? Sanat mı? Sanatta entellektüel müktesebatınızın değişmesi ile her an dönüşler yaşayabilirsiniz, bu bir oportünizm değildir… Nietzsche, istediği kadar, Wagner’e isyan etsin, hatta aşağılasın, küssün… Çünkü sanat felsefi bir temele dayanıyor… Bu temele göre evren yorumuna… Ona göre bu yorumunuzu, sesle, renklerle, kelimelerle dışlaştırıyorsunuz… Ama hayatta, her tercih kişiliğinizde derin yaralar açıyor… “Her suç suratınızda ayrı bir imza.!” Artık o imzaları silemezsiniz… Hele Hüsrev Paşa örneğinde olduğu gibi, o kadar çok imza kullanmışsınız ki, temizlemek mümkün değil! Sizi daha da büyük bir açmaza sokmak, Hüsrev Paşa’nın tahlilinde aciz bırakmak, günümüzün hayır(!) sahiplerinin anlaşılmasına yardımcı olmak için, şu bilgiyi de tekraren sizinle paylaşacağım: -Büyük servet sahibi olan Paşa 1854’te tanzim edilen vakfiyesine göre 1 milyon kuruş çeşitli hayır kurumları için ayırmıştır. Paranın geliri, bu hayır kurumlarının tamir masrafları ve görevlilerin maaşları için harcanacaktı…….. Muhtelif camilerdeki imam, müezzin ve vaizlere, Edirnekapı dışındaki Nakşibendi dervişlerine ve kendi kapı halkından bazılarına maaşlar bağlanmıştır. …… Hüsrev Paşa Külliyesi; türbe, tekke, kütüphane ve çeşme, külliye dışında da hayırları vardır. Her halde bu son bilgilerle Hüsrev Paşa günümüze fazlasıyla yaklaştı… Hikâye malum… Neyzen Tevfik bir gün Beyoğlu’ndan giderken, bağırıyor: “Hey! ……......” herkes dönmüş bakmış.. ”Amma da çokmuşsunuz”, demiş… Aman siz siz olun hiçbir yerde, “Hüsrev Paşa!” diye bağırmayın! Oportünist bir somut insan tipi ortaya çıkardığımızı sanıyorum… 130 Bundan sonraki iki aktörümüzü kısa geçeceğim, detaylara girmemeye çalışacağım… Tanınan kişiler oldukları için onları takdim çok daha kolay olacak! Ben sadece doneleri vereceğim, değerlendirmeyi size bırakacağım…. “Oportünizm” tanımı, kapsamı içine giriyorlar mı, girmiyorlar mı, takdir sizin! Ezanı asliyetine döndürmesi, özellikle 1950’li yılların ilk çeyreğinde “Türk milleti Müslümandır, Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icabatı yerine getirilecektir!” demesi, on yıllardır zulüm altında bulunan insanlarda müspet anlamda bir nevi şok etkisi yarattı ve “Menderes efsanesi” oluştu birden… Özellikle uçak kazasından sonra “evliya” ilan edildi… Ne diyeceksiniz? Halk! Hep bir masal ister, rahat uyumak için… Nurcular bir zamanlar mason Demirel’e de bir takım dinsel özellikler atfederlerdi… Menderes hakkındaki yanlışlardan biri “Bağdat Paktı” konusundaki bilgi eksikliğinden geliyor… Sanki bu Pakt’ı kendi iradî tercihleri ile Menderes kurmuş gibi… Hâlbuki: “Türkiye, 1954 Ağustos’unda Balkan ittifakını gerçekleştirir gerçekleştirmez hemen arkasından, yine 1954 yazından itibaren Orta Doğu’da bir savunma ittifakı sistemi meydana getirmek için faaliyete geçti. Fakat bu faaliyetin asıl kaynağını, Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı Foster Dulles’ın bir tasarısı teşkil ediyordu………. Dulles, Orta Doğu memleketlerini bir ittifak sistemi içinde toplamak istiyordu (Komünist tehlikesine karşı, Rusya’yı çevrelemek için. Kuşatmak için. A.B.) ve bu amaçla 1953 Mayısında bütün Orta Doğu memleketlerini teker teker ziyaret etti. Bu arada 2527 Mayıs 1953 günlerinde Ankara’ya da geldi ve bu ülkelerle görüşme yaptı.36” Tayyar Arı da: “24 Şubat 1955’deki Bağdat Paktı gibi Batı’nın etkisi ile kurulan bir ittifak37” dedikten sonra şöyle bir tespitte bulunur: “Türkiye’nin Batı’nın teşvikiyle oluşturulan 1955’deki Bağdat Paktı projesi içinde İngiltere ile birlikte yer alması, Türkiye ile Orta Doğu ülkeleri arasındaki politika 36) Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara, TİŞ, 1986, sh. 524 37) Tayyar Arı, Orta Doğu, İstanbul, Alfa yay. 2004, sh.267 131 farklılığını daha da derinleştirmiştir………… Arap Ülkeleri ittifaka katılmadığı gibi bu girişimi İngiliz emperyalizminin yeni bir oyunu olarak değerlendirerek, Türkiye’yi buna araç olmakla suçlamışlardır. Adnan Menderes de daha sonraki yıllarda bunun hata olduğunu, bu gelişmenin bölgedeki Batı karşıtı kampı güçlendirirken, Türkiye’nin bölgede daha fazla yalnızlaşmasına yol açtığını itiraf etmiştir.” 38 Dolayısıyla bu durumdan “Sovyet Rusya faydalanmıştır. Böylece Bağdat Paktı’nın bir sonucu da, Sovyetlerin Orta Doğu’ya girmesi olmuştur. Hâlbuki bu Pakt Sovyet tehdidine karşı bir savunma bloku teşkil etmek için kurulmuştu. Oysa tamamen aksi oldu.”39 Hüsnü Mahalli de Markos’u, İran Şah’ını örnek verdikten sonra şöyle bir tespitte bulunur: “10 yıl süre ile Türkiye’yi Amerikalıların emrine veren rahmetli Menderes idam edildiğinde ise Amerikalılar seyirci kalmayı tercih etmişlerdi. Onlar için önemli olan Türkiye’nin nerede ve nasıl kullanılacağıdır. Amerikalılara hizmet edenler ise gelip geçicidir ve yaşadıkları (iktidarda oldukları, güçlerini muhafaza ettikleri. A.B) sürece önemlidirler.”40 Dedikten sonra şöyle devam eder: “ Türkiye’yi NATO’ya sokan, Kore’ye asker yollayan, ülkenin her tarafını Amerikan üsleri ile donatan ve Amerika’nın her istediğine içte ve dışta evet diyen Menderes’e darbe yapıldığında ve daha sonra da asıldığında, Amerika hiç sesini çıkarmadı…” 41 Meseleye panoramik olarak, kuşbakışı atfı nazar ederseniz, bu analizlerin isabetli olduğunu görürsünüz… Menderes’in son yıllarındaki, dış politika konusunda bazı farklı imkânlar arama telaşını, çırpınışlarını önemsemiyoruz… Ba’de harâb’ül Basra… Bağdat yıkıldıktan sonra… Belgeselleri ibret nazarı ile seyredin… Büyükbaş hayvanlar, mandalar, bufalolar sürü halin38) A.g.e. sh. 315 39) Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih, Ankara, SBF fak. 1973, sh. 812 40) Hüsnü Mahalli, Tezkereden Tezkereye Gerçekler, İstanbul, İskele yay. 2006, sh. 56 41) A.g.e. sh. 125 132 de giderken aslanlar saldırdığında, dayanışma ile sürüyü korumaya çalışıyorlar… Fakat birini sürüden enterne ettiğinde aslanlar; hepsi çekilip seyre dalıyor… Hayvan yere düşüp aslanlar üstüne çullandığında, sürü arkasına bakmadan yürüyüp gidiyor. Onlar için önemli olan sürünün bekâsı!.. İşte Amerika bu büyükbaş hayvandır! Sadece konunun iyi anlaşılması için bir analoji, hayvanlardan özür dileyerek… Aletleri (Ajan? İşbirlikçi? Maksadı aşıyor gibime geldi) ayakta kaldığı müddetçe, arkasındadır, sendelediğinde, bir tekme de o vurur… Peki, bu aletler bilmezler mi bu durumu? Herhalde, bilirler ama aklın hilesi. (List der Vernunft- Hegel) Anti-Siyonist, fikir namusuna sahip bir Yahudi akademisyenin tespitleri: {Aluf Ben ve Yoav Karni’nin her ikisi de, İsrail ve Türkiye arasındaki yakın ilişkilerin dönemin Başbakanı BenGurion’un, Türkiye ile, o sırada Şah tarafından yönetilen İran, Haile Selassie tarafından yönetilen Etiyopya’nın da dâhil olduğu “bölgesel anlaşma” imzaladığı. 1958 yılına kadar dayandığını hatırlatmaktadırlar. Karni’ye göre, bu ittifakın asıl amacı, en hararetli dönemindeki Arap milliyetçiliğini (her yandan kuşatarak) boğmaktı. Sonuçta Etiyopya ve İran’daki devrimler neticesinde bu ittifak çözüldü.}42 Galiba mesele tebellür etti, ama ben devam etmeyi bir vicdan borcu addediyorum… Amaç arabada devamlı dikiz aynası ile arkayı kontrol ederek güvenli bir yolculuk yapmak… Dikiz aynasına takılır kalırsanız felaket… Onu yok sayarsanız daha büyük bir facia… Yeniyi isabetli tespit, doğru tahlil ve yanlışları tekrarlamamak için geçmiş muhasebesi!…. Alpaslan Türkeş hatıralarında: “Türkiye ile İsrail arasında 1958 yılında gizli bir anlaşma imzalanmıştı. Hazırlanan işgal planı uygulanacak olsaydı, Şam dâhil Şam’ın kuzeyi Türkiye’nin, 42) İsrael Shahak, İsrail’in Nükleer Sırları, çev. A. Emin Dağ, Kesit yay., İstanbul, 2003, sh. 98 133 Şam’ın güneyi İsrail’in olacaktı.” 43 Gibi ilgi çekici bir bilgi vermektedir. Bu arada şunu da hatırlatalım ki; Hafız Esad’ın, 2 Şubat 1982’de yaptığı ve çeşitli rivâyetlere göre 40-50 bin kişinin şehit olduğu, katliam öncesi, Türkiyeli yetkililerin İhvan’ı provoke ettiklerine dair şifahî rivâyetler var… Bugün? Tarih tekerrür mü ediyor? Hemen başlamayın, Esad katil! Kabul… Kim aksini iddia edebilir? Ama bu sizin politikalarınızın doğru olduğunu göstermez… Sizde de “rol aşımı hastalığı” var… Verilen rolü öyle bir ihlâsla(!) benimsiyorsunuz ki, kendinizi kaybediyorsunuz! Akıllı defanslar, ahmak forvetleri hep ofsayta düşürür… Hemen itiraz ederler bağırarak çağırarak… Kendilerinin haklı olduklarını sanırlar… Çünkü pozisyonu yarım saat önce durdukları yere göre değerlendirirler… Hâlbuki saniyede pozisyon değişmiştir. Kamyonun altında gizli saklı oyun oynayan kumarbazlara benzerler… Kamyon saatler önce gitmiştir, bunlar farkında değil! Hemen yakalanırlar!... 28 ağustos 1958 günü Tel Aviv’den kalkan bir uçak “arıza” bahanesiyle Ankara’ya iner. İçinde İsrail Başbakanı Ben Gurion, Dışişleri Bakanı Golda Meir, Dışişleri müsteşarı Şimon Perez ve Genel Kurmay Başkanı Zvi Zur var. Pilot ise daha sonra Cumhurbaşkanı olacak olan Ezer Weizmann… Ankara’da Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Dışişleri Müsteşarı Melih Esenbel’le gizli bir toplantı yaparlar. Bu hadise ilk defa Eski Dışişleri Bakanlarından İlter Türkmen tarafından; 12 Şubat 1998’de, NTV kanalında yayınlanan Gazeteci-yazar Yalçın Doğan’ın programında anlatılır. Ertuğrul Özkök de 14 Şubat 1998’de Hürriyet’te yazar: “Türk ve İsrail istihbarat örgütleri arasındaki işbirliğinin ilk temeli bu toplantıda atılmıştır. Demek ki İsrail ile reel politika ilişkilerinin temeli oldukça eskiye gidiyormuş” der. Halbuki bu olay ilk kez, Dan Raviv ve Yossi Melman adlı yazarların 1990’da yayımlanan Every Spy a Prince adlı kitabında yer almıştır: {Türkiye’nin önemi, İsrail’i kuşatan Arap dünyasının “kalbinde” yer alması ve coğrafî açıdan da bu 43) Sabah Gazetesi, 25 Ağustos 1998 134 bölgenin “dış noktasını” oluşturmasından kaynaklanıyordu……….. Planlanan güvenlik hattının Türkiye’nin katılımı olmadan gerçekleşemeyeceğini fark eden ABD, Türkiye’ye İsrail’le yakın işbirliğine girmesi konusunda sürekli telkinde bulunmaya başladı.}44 Yalnız burada şu saflığa saplanmayın; İsrail Hükümeti ile ihtilaflı olmak ayrı, Siyonizm’in uşağı olmak ayrı… Örnek olarak bugünkü Amerikan yönetimi de İsrail Hükümeti ile ciddi sürtüşme ve ihtilaf halinde, fakat bunlar kadar Siyonizm’i koruyan Amerikan yönetimi gelmemiştir… Bugünkü Amerikan Hükümeti, bugünkü İsrail Hükümetinin aşırı, antipatik ve dünyada nefret uyandıran taleplerini rasyonalize ederek, kabul edilebilir hale getiriyor… Yani şımarık, yaramaz çocuğun kaprislerini; sevimli ve makul hale dönüştürüp, ambalajlayarak, makyajlayarak gerçekleştirmeye çalışıyor… Bundan dolayıdır ki; bugünkü Amerikan yandaşları, ister istemez, zahiren İsrail Hükümeti ile ihtilafa düşüyor… Bu durum da söz konusu yandaş hükümetler için iki taraflı kar: Sözde İsrail’le ihtilaf simülasyonu görüntüsü altında iç kamu oyunu fethederek reylerini konsolide ederken, Siyonizm’e hizmet ederek dış iktidar odaklarının desteğinden yararlanıyorlar!... Akıllı damat annesinin yanında, karısına sert, hatta haşin davranır, hatta azarlar, nasıl olsa yalnız kalınca telâfi imkânı var! Karısına “bir dakika!” diye çıkışarak konuşmasına engel olur, onu abondene eder! Ben yine huzur kaçırıcı bir sual sormadan kendimi men edemiyorum: Peki! Beni aldattın! Beni, avamı aldatmaya ne var? Marifet mi sanki? Ama kalplerdeki, saklıyı, gizliyi bilen Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni hiç mi düşünmezsin? Metinleri tektik, tefahhus, tefekkür, tefakkuhdan sonra izninizle şu tespitimi bir daha tekrarlayacağım: Türkiye’nin tek ihraç metaı(!) var, o da İslâmiyet… Fakat İslam’ı metalaştıranların, nesneleştirenlerin; izzetinden, ismetinden, ırzından, namusun44) S. Yalçın-D. Yurdakul, Bay Pipo, İstanbul, Doğan Kitap, 2000, sh. 66-70 özetlenerek… 135 dan, çıkar… Şunu da unutma ki, musibet umumidir… Sen de o kadar rahat olma! Hiç birimiz bu kadar rahat olmayalım! Yukarıda bahsettiğimiz o çok gizli toplantıdan, iki yıl sonra Menderes bir darbe ile indirildi ve akıbet mâlum… Yassıada cinâyet arenasındaki Menderes’in görüntüleri yürekler paralayıcı! Menderes’e sormak isterdim: Değdi mi yaptıklarına? Ondan sonrakiler ders aldı mı? Ne gezer!... Kaldığı yerden devam ediyor… Devam edecekler de sırada bekliyor… Titreyin! Hâdî-i Mutlak Celle Celâlühu Hazretleri’ni kandırdığını sanan oportünistler sizi bekleyen âkıbetten! Biraz daha devam etmek bizim için de vicdanî bir borç!... Ankara Etimesgut’taki 12. Üs’te hava kararmaya başlarken C-47 uçakları; DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun nezaretinde gizlice yükleniyordu: {Bazı pilotlar uçaklara ne yüklendiğini merak edip sorsalar da, hep “yiyecek içecek taşındığı” yanıtını alıyorlardı. Yüklenen uçakların uçuş yönü Lübnan’ın Beyrut Havaalanı’ydı: Tam 85 sorti yapıldı, malzemelerin hemen hepsi Lübnan’ın Beyrut Havaalanı’na götürüldü. Bir seferinde merakımızı yenemedik ve sandıkları açtık. Sandıklarda Kırıkkale yapımı silahlar, toplar ve binlerce mermi vardı. Ben 5 kez gittim Lübnan’a. Kıbrıs üzerinden gittik hep. O zaman Kıbrıs, İngiltere kontrolünde. Hava sahalarından geçmek zorundayız. Biz havalanmadan önce ‘Korkmayın! İngilizler size uyarıda bulunurlarsa parolayı söyleyin’ derlerdi. Parola. Viktorya’ydı!.. Kıbrıs üzerine geldiğimizde İngiliz uçakları bizi çevirirdi. Ancak Viktorya deyince bırakırlardı. Silahları Beyrut Havaalanı’nda Müslümanlarla çarpışan Hıristiyan milislere teslim ederdik. Müslümanlar o yıllarda giderek güçlenen Nâsır taraftarıydılar. Arap milliyetçiliği çığ gibi büyüyordu. Ankara bize hep uyarıda bulunurdu: ‘Aman dikkatli olun. Hıristiyanların içinde Ermeniler var. Uçağınızın başından ayrılmayın, yakıtın içine şeker koyarlar.’ Silahlar boşaltılırken uçağın yanında sandviç ve kolalarla karnımızı doyurup hemen Ankara’ya dönerdik.” 136 Emekli Pilot Albay Hüseyin Avni Güler. 27 Mayıs Hareketi’nden sonra kısa bir süre MAH ile Millî Birlik Hükümeti arasındaki koordinasyonu sağladı. 1992 yılında Soner Yalçın’la yaptığı görüşmede tarihî bir olayı ilk kez açıklıyordu: Türkiye’nin Lübnan’daki Hıristiyanlara silah yardımı yaptığı bugüne kadar basında hiç yer almamıştı... Emekli Pilot Albay Güler, anlatmaya devam ediyordu: “Yine bir sorti sırasında bizimkilerin haberi yok. Beyrut Havaalanı Müslümanların eline geçmiş. Pilot; Binbaşı Rıza Kalaycıoğlu ve ekibi bunu bilmeden Beyrut’a iniyorlar. Müslümanlar, ekibi esir alıp uçağa el koydular. Tam bir yıl hapiste kaldı bizimkiler. Sonra Lübnan iç savaşı bitince Türkiye’ye iade edildiler.” (Yıllarca bize anlatılan yutturulan Araplar bizi arkadan vurdu söylemini hatırlamanızı istiyorum!..) Bu tarihî olayı yaşayan sadece emekli Pilot Albay Hüseyin Avni Güler değildi. Emin Karayavuz da meslektaşı Güler’in anlattıklarını doğruluyordu. Emekli pilot albaylar Ahmet Özsungur, Talat Alpay, Abdül Oksal, Nevzat Balaban, Hasan Bezcioğlu olayın öteki tanıklarıydı.}45 Şimdi hatırlayamayacağım bir yıl ve bir kanalda, bir pilot telefonla bağlandı ve o kitaba ek olarak şu bilgileri verdi. Hadiseyi tam teferruatı ile birlikte hatırlaması bakımından önemli, “ben ilk defa kolayı ömrümde Beyrut havaalanında içtim” dedi… Ve asıl önemli olan, “daha sonra arkadaşlarımdan duyduğuma göre, onlar da gemi ile silah götürmüşler.” Dedi. Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu, 18-20 Eylül 1959’da Yeşilköy’de yapılan Bilderberg toplantısına katılıyorlar.46 Fakat Bilderberg’i bu günkü imajı ile düşünmeyin… Fatin Rüştü Zorlu 45) A.g.e. sh. 70 46) Atilla Akar, Derin Dünya Devleti, İstanbul, Timaş, 2003, sh. 200 137 gerçekten çok yiğit bir adam!… İdam sehpasında son arzun ne? Diye sorduklarında: “Ben mason değilim. Abdest alıp, namaz kılacağım” der… Ve abdest alır ve namaz kılar… Gelin mecaliniz varsa tahlil yapın! Gerçekten de o güne kadar mason olmayan tek Dışişleri Bakanı… Zaten artık bir süredir de kafaların içi masonlaşınca, öyle bir şart da aranmıyor olabilir… Üstad’ım: “Adnan Menderes’e irticaı okşadığı; ve bu tâbirden murat, İslâm olduğuna göre, İslâmı koruduğu bühtanı edildi. Bu bir bühtandır; çünkü Adnan Bey, candan ve yürekten hiçbir zaman İslâmı tutmamış! Ona samimiyetle gönül bağlamamış, sadece ve sadece bazı anlarda onu tecavüzlerden korumak istercesine tavırlar almış, sıkıya gelince de dönüvermekte tereddüt göstermemiştir. Eğer dayansa ve var kuvvetiyle o yola yönelseydi, gerçek inkılâp çapında yepyeni bir bina kurar ve içinde oturduğu, köşklerine benzer kâğıttan sarayı betonarme bir gökdelenle değiştirmiş olurdu.” 47 Tespitinden sonra; daha önce bir beytini arz ettiğim, İktidar şarabı ile kendini kaybedip: Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir. (Fuzûli ) Fazında veya düzleminde olanları da şümulü içine alacak bir şekilde, Menderes’e şu eleştiriyi yapıyor: “Ruhlara hâkim olmadıkça ve orada bir imar sahası açmadıkça madde imarının basit ve harîs gözlere mirasyedilik gibi görüneceğini ve içtimaî sınıfları yeni refah şartları istemeye doğru tahrik edeceğini, ortalığa bir açgözlülük havası yayılacağını ve bazı sınıfların bu hava içinde müthiş yağmacılık hissine kapıla47) Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümde Menderes, İstanbul , b.d. yay. 1986, sh.497 138 caklarını ve haklarını gasbedilmiş sayacaklarını bilemedin ve ona göre davranamadın!... “ 48 Bu satırlar oportünizmden kurtulmanın anahtarları… Bak! dikiz aynasına! Aynı hataları yapmak zorunda mısın? Bırakın ruhlara hâkim olmayı, kendi ruhlarını bile kaybedenler, nefsaniyetlerine satanlar, tam koyu bir oportünizmin içine düşerler… Üstad’ımın bu satırlarının ciddi olarak; tezekkür, tefahhus, tefakkuh ve tefekkürü elzemdir… Sadece bu topraklar için değil; maddî kalkınma sarhoşluğu içinde, yalnız istatistiklerin, rakamların esiri olmuş; bütün meselelere, camlarından biri altın, diğeri $ takılmış gözlükleri ile bakan, değerlendiren dünyamız huzuru bulamayacaktır… Nihâyet her toplum bir takım etnik, ırkî dinî değişik toplumlardan ve farklı tabakalardan (“sınıf “kavramını kullanmıyorum.) meydana gelmiştir… Anadolu da halk irfanında, yüzyılların tecrübelerinden süzülüp gelerek, billurlaşan bir tespit vardır: Ortaklar zarar etse de kavga ederler, kâr etse de… Arada manevi bir bağ olmayınca; zararda her ortak, karşısındakini kusurlu görecek; kârda da kendi yeteneklerinin hasılası olan başarıyı görecek!... Ve şöyle bir dilemma ortaya çıkacak: o olmasaydı, ben olduğum için… Yani o olmasaydı zarar etmezdik, ben olduğum için kâr ettik… Bu zihniyetin başı nizâ, sonu kavga… Bir adım sonrası ayrılık! Evrensel süreçte; yüzyıllardır, kendilerini uygarlaştırma misyonu ile yükümlü gören beyazlar; barbarları (Kuzey Amerika ve Avrupa dışındaki bütün insanlık) büyük fedakârlıklara katlanarak “insan etmek” için uğraşıyorlar, fakat yetenekten mahrum bu ilkellerin “adam olmaları” doğrultusunda bir niyetleri, iradeleri de yok, mümkün de değil! Bu durumu; diğer taraftan bir çok sebebin yanında; bizzat modernitenin rüzgarıyla ve son yüzyılda kısmen de Marksizm’in tetiklediği şuurla uyanan yeni dünya tasavvurunun etkisi ile; daha önce inşâ edilen bilinç durumuyla, doğal sandırılarak, muhatap oldukları bu muameleyi “kader”in 48) A.g.e. sh. 520 139 bir cilvesi olarak gören insan toplulukları; artık sömürü, istismar, horlanma, istiskal, hakaret olarak görmeye başlamışlardır… İşte sonuç: Bütün insanlık saç saça baş başa kavga ve savaş içinde… Ve bu sürdürülmesi mümkün olmayan durumu devam ettirebilmek için evrensel düzeyde; “Uyanan ikinci dinsellik şuuru”nun desteklenmesi, “medeniyetler arası ittifak”, “ diyalog” gibi hamleler beslenmekte, teşvik edilmektedir.… “Uyanan ikinci dinsellik şuuru” şuurlu bir biçimde desteklenirken; bizzat salikleri gibi, “adam” edilmeye çalışılan dinler.. “Olduğu gibi değil! Oldurulduğu gibi bir din!” Bu konseptin, bire bir bütün İslâm dünyasına yansımaları ve gerçekleştirilmeleri… İslâm’ın “kıl”lara indirgenmesi… İslâm şiarı olarak, kadınların “kıl”larının paçavralarla örtülmesi, erkeklerin “kıl”larının bir egemenlik nişânesi olarak meydan okurcasına şov malzemesi yapılarak, gözlere sokulması… Sakalın Sünnet-i Seniyye’ye uyup uymaması hiç problem(!) değil… Artık hiç kimse o “kıl”ların ne şekilde kazanılan para ile alınan gıdalarla beslendiği ve o paçavraların kaynağını soruşturmamaktadır! Genç, yaşlı her kadının zîneti olan saçlarını, kınayıcıların kınamasından korkmadan, ihlasla örterek; sırf Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin emri olduğu için ve sadece onun rızasını kazanmak gayesiyle tesettür şiârına uymaya çalışan; en azından Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye hassasiyeti, kaygısı ve endişesi taşıyan, o; iffet, ismet, izzet, mâsumiyet, mürüvvet, sadâkat, mahremiyet, muhayyileleri dahi kirlenmemiş, lekeden bile masûn fikrî bekâret ve hayâ timsali kerimelerimizin, hemşirelerimizin, validelerimizin takdirkârıyız ve duacılarıyız… Bütün çilelerini, her bakımdan bütün derinliği ile ciğerlerimize kadar hissediyoruz! Hak Teâlâ hazretleri ecrini versin! Yukarıda vasfetmeye çalıştığım azîz ve ruhî asalet sahibi varlık, sen; çilesini, cefasını çektin îmânının!…”Herkes” 140 ama “herkes” seni istismar etmeye yeltendi; şimdi senin mukallidin çakallar ve şarlatanlar sefasını sürüyor…Çünkü olmayan beyinlerin istenen kıvama geldiğine kanaat getirildi ve Pantheion’un tanrılarından ferman çıktı! “Başörtüler fora!”, Masivâya doğru sefere çıkıyoruz! Ama yine de: “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır Ben ağlim ki belki gönül uslanır.” “Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkının alınacağı” o hesap gününde muazzez, müberrâ ve muhterem varlık, sen sahipsiz değilsin! Sırma renginde pislik, dünyanın süsü püsü; Bende tek aziz eşya annemin baş örtüsü… Necip Fazıl (1977) Ey erkekler; yaşı kaç olursa olsun, bir hanımın başını örtmesi çok azîm bir meseledir! Bu durumu anlayabilmek için saçlarınızda hafif bir zafiyet başlaması ile üzüntünüzün ne kadar katlandığını, dökülmesi ile kişiliğinizde nasıl bir kıyametin koptuğunu düşünün! “Hayır canım, ama benim umurumda değil!” Ne olur bir kere de olsa kısa bir süre için samimi ol! Hadi canım sende! Kesin sonuç vereceğinden emin olsan, saç ektirmek için nelerini feda etmezsin? Hele seni tanımayan, ikinci kişilerin olmadığı bir toplumda! Meseleyi soyutlayarak, redüksiyonla (E. Husserl) “saç”ın saf anlamını keşfetmeye çalışıyorum… İslâmî tesettür; hassasiyetine, kaygısına, endişesine sahip olanların bu gayretlerini basite irca etmeyelim… Ama kendilerine ve kocalarına; en azından Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye şiarına uygun, tesettür kaygısı taşımadan; psikolojik, iktisadî, siyasî, her türlü statüsel avantaj sağlamak için “kıl”larını örten kadınlara da dua ediyoruz: Hak Teâlâ Hazretleri önce şahsımıza, sonra bütün insanlığa; Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat 141 itikadına, akîdesine uygun bir îmân ve inandığı ile âmil olmayı nasip eylesin… Yalnız herhalde kendimi zorladığımın farkındasınız!... Bu istismarcıları hor görüyorum! İslâmı istismar eden sizlere, bunu bir şekilde teşvik eden, buna razı olan, kocalarınıza, karılarınıza, çocuklarınıza cümle ervâhınıza yazıklar olsun! TV’lerde yapılan konuşmalara, programlara kısaca atf-ı nazar ederseniz; bu başörtüsü meselesini çok az insanın anlayabildiğine şahit olursunuz!... Bugün panoramik olarak bakınca mesele şöyle görülüyor: {Demek ki serbest de bırakılabiliyormuş!… Demek ki, dünyanın sonu da gelmiyormuş! Bakın devletime daha çok bağlandım! Arkadaşlarla, çevremle ilişkilerim daha pozitif, demek ki birileri gece yatıp rüyasında, onlara bildirilmiş: “Başörtüsü yasağı getirin! Onlar da yasak etmişler!” Bakın o kötü insanlar tasfiye edilince, her şey ne güzel yoluna girdi?} Yani aynı şuursuzluk… Daha doğrusu ancak “şuur”suzlukla (Psikoloji, ve hatta bazı bağlamlarda, psikiyatri terminolojisine göre kullandım) , mümkün olabilecek bir “şuursuzluk”! (Felsefe terminolojisine göre kullandım.) Parıl parıl bir şuur’dan fışkıran şuur timsali bu ironiyi feda edemezdim!... Kerimelerim! Hemşirelerim! Validelerim! 28 Şubat tam manasıyla hedefine ulaştı… Ve kümülatif olarak bin yıl daha sürecek! Topla kendini! Bu ikaz daha çok da erkeklere, hele aslanlara, kaplanlara! Dikkatini teksif et bir noktaya! Sana hiçbir şey empoze etmeye çalışmıyorum! Şu andaki “sen”, 28 Şubat’tan önceki “sen” misin? Eşin (Ayakkabının tekini çağrıştırıyor bana! Eşlerin de daha fazla anlamı yok biri birileri için!) 28 Şubat’tan önceki “eş” mi? Çocuğun? Liderin? Kanaat önderin? Şeyhin? Bakkalın? Müdürün? Eskiden delilere pösteki saydırırlarmış! Koyun postundan yapılmış, seccade! Var mısın? Benimle ufak bir pöstekiyi saymaya? Korkma çok geriye gitmeyeceğim, seni temin ederim… XVI. Asrın ortalarından başlayalım… Her yüzyıllık nesil, bir diğerinden çok farklı! En geniş anlamı ile İslâmî şiar bakımından… Olumsuz anlamda (?) tabii… Bu di142 limler günümüze yaklaştıkça çok küçülüyor… Bugün belki on, belki beş yıl! 28 Şubat’ın, mekanik olarak, kırarak dökerek yaptığını; onlardan sonra gelenler, organik olarak, usuletle ve suhuletle itmâm ediyor! Nasreddin Hoca’nın dediği! Yine sonuçta onların dediği oluyor! Bir zamanlar Müslümanların bir eğitim kaygıları, endişeleri, özellikle kızların okuması ve kadınların çalışması gibi meseleleri vardı! Bugün sorunlar kendiliğinden halledildi… Bu kadar cesaret bizi nereye götürür… İlkesel olarak kızların okumasına, kadınların çalışmasına karşı olmak ayrı, şartları üzerinde düşünmek ayrı… Bir manzara: Bir devlet dairesi, kapıyı vurup içeri giriyorsunuz, başı örtülü bir bayan ve onun amiri olan erkek!... Biz yorum yapmıyoruz… Sadece Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem’in fem-i mübareklerinden dökülmüş Ahkâm-ı Şer’iyye’yi, Hudûd-i İslâmiyye’yi tayin eden Hadis-i Şerifler: {{İbni Abbas Radıyallahü Anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyuruyorlar ki: “Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”…………, “Beraberinde kocası olmayan kadınların yanına girmeyin, zîrâ şeytan, insanoğluna (damarlarındaki) kan gibi nüfuz eder……..” “Bir erkek, beraberinde kocası olmayan kadının yanına kendisiyle birlikte bir veya iki kişi olmaksızın girmesin.”……… Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular: “Kadınların yanına girmekten kaçının.” Bir adam: “Kocasının (kardeş, amca, amcaoğlu gibi) yakınları da mı?” diye sordu. Aleyhissalâtu Vesselâm: “yakını ölümdür” buyurdu…“(Yabancı) bir kadınla yalnız kalmayın, çünkü onların üçüncüsü şeytandır.}}49 Bu bağlamda yabancı, nikâh düşebilecek durumdaki herhangi bir kadın! Ne güzel hallettik meseleleri… Şimdi biliyorum, nefsaniyetin, boğazına kadar çıktı sıkıyor, sıkıyor ve diyorsun ki; “Sen 49) İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, sh. 10 / 225 143 kızına, karına güvenmiyorsan bana ne?” Be hey gafil! Arz ettiğimiz hadisler şarta bağlı değil! Kendini kurtarmaya çalışma! Yurt içi ayrı felâket, yurt dışı ayrı felâket… Hem erkek, hem kız çocukları için… Hele iffet, ismet, izzet, masumiyet, hayâ timsali kerimelerimiz için! Hele çocukları bu saydığımız vasıflara sahip olmayan ebeveynlerin nasıl bir kin ve intikam duygusu ile hareket ettiklerini gördük! Sırf hocaların kaprisini düşün yeter! Lisans bitirme tezinde, bir arkadaşın kızına, yarın 12.00’de gel diyor, hoca… 19.00’da gelmiş… Ne bir özür dileme, ne bir mazeret! Hemen başlamayın, “yurt dışında öyle bir Hıristiyan tez hocam vardı ki!” diye… Ben ahlâk duygusunun evrensel olduğuna inanan birisiyim, ama tezahürleri farklı farklıdır.. Cahil aklınızla, gâvur hayranlığınızla bütün meseleleri tevile çalışmayın… Bir kere yukarda saydığımız kavramların muhtevası farklı onlar için… On yıllarca önce Cantebury’de bir pansiyona vardık… Adam, “Buyurun!” dedi… “Yer var mı?” diye sorduğumuzda, “Rezervasyon işine karım bakıyor… Onunla konuşun.” Dedi… Ne var? Bir şey var demedim(!). Ama sadece diyorum ki, onların kadın, erkek, aile algısı farklı… Sen de her zaman bu farklı algının muhatabısın! Ne ile karşılaşacağın belli olmaz! Onlar için masum telakki edilecek bir davranış, bir Müslüman için izzetinin, namusunun kaybı demektir! Bir Psikiyatrist TV’de aynen şöyle dedi: “Muhafazakar kocalar daha hoş görülü olmaya başladı, zina konusunda… Çocuklar falan varsa… Büyücüye götürüyor, doktora götürüyor, hallediyor.”50 Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri cümlemizin; iffetini, izzetini, ırzını, namusunu korusun… Yalnız şu da unutulmasın ki; musibet umumidir!... Birilerinin naiv bir zihniyetle, sandığı gibi fert kendini kurtaramaz… Açık sırlar… Açık sırlar… Açık sırlar… 50) Doç. Dr. Sefa Saygılı ( O tarihteki kariyeri ) Habertürk, Sözsende, 19 Kasım 2008, Saat: 18.00 civarı, Çarşamba… 144 Fikrî anarşist(!), duygusal provokatör(!) yanıma engel olamadım, bir haberi sizinle paylaşmak istedim… Son sıralarda patlayan yağlı boya talebi karşılanamıyormuş, ithalle telâfi edilmeye çalışılıyormuş: Çünkü “kıl”larını paçavra ile örten tayfa makyajda kullanıyormuş! İşbu bir Amerikan esprisi değil! Gülmeyelim! Ama ne yapacağımızı biz de bilmiyoruz!... Yalan mı? TV haberlerine bak! Yeter! Cenab-ı Hakk’a pazarlıksız îmân etmiyoruz!... Pazarlıksız îmân etmiyoruz, inzal buyrulan Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’a!... Pazarlıksız îmân etmiyoruz, Fahr-i Alem Sallallahü Aleyhi Vesellem’e! Hep bir rezervimiz var! Şartlarımıza uyan taraflarına inanıyoruz! Şu İslâmî denen dernekleri, sözde tarikatları, cemaatleri, vakıfları, grupları bir diğerinden dinle!... Ülke özeline dönersek; ruhlara hakim olamayan, madde imarı, gözleri deliyor.. Gözler dolmuyor, doymuyor… Gözleri ancak bir avuç toprak doyuruyor… Çünkü bu kadar hızlı değişime ne insan dayanır, ne toplum… Maddî sefalet içindeki bir gecekondu mahallesini düşünün… Kargacık burgacık sokaklarda, istiap haddini aşan bir kalabalık.. Trafik facia.. Ancak biri birine dayanarak ayakta durabilen evler… Hemen yanında bir gökdelen… Yukarı doğru her kat bir öncesinden daha lüks, göğe doğru tırmanıyor… Yukarıda trafik daha rahat ve hızlanıyor asansör… Gecekondu mahallesinden istenen özelliklere sahip, atletik birisi birilerini organize ederek, onların sırtına basıp kuraldışı bir biçimde fırlıyor dördüncü kata.. O arada sırtına bastıklarını da parmak uçlarından tutarak son bir hamle ile birinci kata getirip bırakıyor… Ama yukarıda trafik daha rahat olduğu için o hızla yüksekteki daha lüks katlara doğru tayy-i mekân ediyor, yükseliyor… Yukarı doğru dikey olarak düşüyor! Diğerleri birinci katta debelenip duruyor… İşbu örnek; siyaset, ticaret, akademik kariyer, asker ve sivil bürokrasi vb. durumların tümü için geçerlidir… 145 Taraflardan birini dinleyelim: Bizim mahallenin çocuğu, bizim sırtımıza bastı yükseldi… Bütün sahip olduklarını bize borçlu… Öteki tarafı dinleyelim: İşsiz, güçsüz, elektriksiz, susuz, sağlıksız evlerde canları çıkıyordu… Modern apartman dairesine çıkarttım onları… Evleri, barkları, işleri, güçleri, prestijleri… Bu insanoğlu nankör!... Herkes herkesi kıskanıyor… Daha doğrusu haset! Kendisi bazı nimetlere nail olmaya çalışırken, diğerinin de elde ettiği nimeti kaybetmesini istiyor… Hiç kimse, hiç kimsenin geldiği yere hakkıyla geldiğine inanmıyor… Tam aporia… Aşılamaz çelişki, çözülemezlik, kilitlenme… Antik Grek’teki talebe-hoca muhakemelerine benziyor… Hele şuursuz olmak kaydıyla bir Müslümanın anlayamayacağı bir durum!... “Şu yalancı dünyada değer mi?” Ham yobaz-kaba softada nefs muhasebesi yoktur! Aynaya bakmaz! Aynaya ancak nur cemalini(!), alnındaki nuru(!) görmek için bakar… Aynaya bak! Ve sor: “Şu yalancı dünyada değer mi?” Yanlış olması dileğiyle bir genelleme, belki de aşırı genelleme yapacağım: Bu güne kadar Müslümanlar; üretim nedir? Üretimin unsurları nelerdir? Emek nedir? Sermaye nedir? Üretimin unsuru olan tabiat nedir? İktisadî değer nasıl yaratılır? Nasıl bölüşülür? Bir emek-sermaye çelişkisi var mıdır? Bu çelişki ortadan kaldırılabilir mi? Veya telif edilebilir mi? Mülkiyet ilişkilerini özünden tartışmadan, kurumsal bir sorgulamaya cesaret edemeden sırf ahlâkî(!) pansumanlarla, toplumlardaki çelişkiler çözülebilir mi? Ve benzeri soruları sormadılar… Biz devam edelim: İslam’ı istismar ederek, oportünist bir yaklaşımla, estetik operasyonlar yoluyla, dinin ancak bütünlüğü içinde Murad-ı İlahiyye’ye uygun bir anlam ifade eden, bazı umdelerini, soyutlayıp çıkararak bu meseleleri hal edebilir miyiz? Yalnız dikkat! Kısa aklınızla hayata, hayat veren kalbi çıkarıp kullanmaya yeltenirken bedeni öldürüyorsunuz! “Bu dünya geçicidir, mal da yalan, mülk de yalan! Esas olan öte dünya! Sen ahiretini kazanmaya bak! İnsan hep kendinden aşağıdakine bakıp şükretmeli! Dinin özü, sabır ve şükürdür!” Bu ifadelerin ve benzerlerinin hiç 146 birine itiraz edemezsiniz! Fakat İslâm sadece bunları mı söylemiş? Bu ve benzeri, doğru gibi gözüken her bir formülü, Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’nin bütünlüğünden bağımsız, soyutlayarak, laik, seküler, mistik, metafizik ethosla kullandığınızda her biri bir sedatif, müsekkin, afyon, eroin, kokain, gecekondu semtlerinde tiner olur! Bu arada oportünist, çilesiz, lümpen, sürüsel, ilkel, temellendirilememiş, nefsanî sermaye düşmanlığını ciddiye almıyorum… Osmanlı Ortaçağı, niçin insanlığın yüz karası olan bir feodal durumu yaşamadı? Feodalite hakkında sadece kısa bir alıntı: “İnsanı hayvan derecesine indiren, insanla hayvanı bir arada sabana koşan, hayâya aykırı, adalete aykırı………… Derebeyi,51 av dönüşü, kölelerinden ikisinin karınlarını yardırıp ayaklarını onların kanlı vücutlarına daldırmak hakkına sahipti.”52 Osmanlı mülkiyet ilişkileri nasıldır? Şüphesiz bir Müslümanın bütün değerleri ve eylemleri ahlak ile muttasıfdır… Bütüncül İslâm algısı içinde, edille-i şer’iyye’den mülhem bir “iktisat” anlayışı vardır… Ama bu anlayış süzülerek, billurlaştırılamamıştır. Maalesef Müslümanlar, ahlakla, iktisadı biri birine karıştırmışlardır… “Doğru tartmak ve ölçmek” ahlâkî bir umdedir, ama Müslümanlar bunu iktisadî bir esas olarak almışlardır… “İşçinin hakkını alınteri kurumadan vereceksin” veya “malı pazara girmeden almayacaksın” kolaycılığı içinde iktisadî yapı inşâ edildiği sanılmıştır… “Komşusu açken, karnını doyurmamak” sadece ahlâkî bir ilke veya fazilet unsuru olarak alınmıştır… Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’nin, böyle bir nizamın inşâsı hasreti yaşanmamıştır… Komşusunu da kendisi gibi düşünmek, bu nasıl bir nizamda sağlanabilir? Mülkiyet ilişkileri ile ilgisi nedir? İşte onun içindir ki; geçmişteki ufak tefek yalpalamalara rağmen 51) Yanlış bir tercüme… Feodalite, derebeylik olarak kavramsallaştırılamaz… Bazı cahil siyasilerimiz ve gazeteciler Güneydoğu’daki durumu “feodalite” olarak tanımlamakta iseler de, bu yanlıştır… 52) Mıchelet, Fransız İhtilâli Tarihi, çev. Hamdi Varoğlu, İstanbul, MEB, 1967, sh. I / 310 147 bu gün, tümüyle İslâmî tefekkür, özelde de İslâm İktisad zihniyeti kapitalizme rehin verilmiştir… İktisadî liberalizmin işgaline arz edilmiştir… Onlar işgal etmedi… Yalvar yakar biz işgal ettirdik! Şu anda İslâmî iktisat tefekkürü, İslâmî İktisad zihniyeti; modernitenin parametrelerine göre kazanacak, etrafını da gözetecek! Ama bizim lisanımıza tercüme ederseniz; âyet, hadislerle, menkıbelerle soslanmış, baharatlanmış, gâvur sistemine göre kazanacak, muhtemel, sermayeye karşı muhalefet ve direnç hareketlerini kırmak için birazını da dağıtacak… “Ufak tefek yalpalamalara rağmen” ifadesi ile altmışlı yıllarda İslâm âleminde cılız da olsa ortaya çıkan “sosyalizm”in cazibesini kastettim… Bu hareketlerin de fikrî, iktisadî bir tercih olarak değil, emperyalizme karşı mecburî bir başkaldırı olduğunu düşünüyorum… Özal münasebetiyle tekrar edeceğim… Hayal bu ya! Bir sabah kalkıyoruz, dünyaya tam anlamıyla kollektivizm, komünizm hakim olmuş!... İşte o anda siyasisi, dincisi, din görevlisi, diyaneti; kısacası hepimiz, ama hepimiz, İslam’ın nasıl kollektivist bir ekonomi ethosu ile bezenmiş olduğunu âyetler, hadisler ve menkıbelerle anlatacağız… Komünizmi; İslâm dolgu maddesi ile, ambalajı ile yutturacağız! İnsan zaten böyledir gibi fikrî bir aymazlıkla sıyrılmaya kalkmayın… İçinde yaşadığımız toplum, birey ve değerlerinin bu güne kadar yaşanmamış, eşsiz bir durum olduğu kanaatindeyim… Tek, yegâne, eşsiz, benzersiz, unique bir durum… Kuşkusuz bu kavramları olumlu anlamda kullanmıyorum… İnsanlık tarihi, “Her şeyin ölçüsü insandır-panthom metrom antrophos”, diyerek bilgiyi mutlak anlamda izafileştiren dönemler de görmüştür… “Bir şey yoktur, olsaydı da bilemezdik, bilseydik de başkalarına aktaramazdık” tezini savunan filozoflar da görmüştür. Ama bunlar sekter ekollerdi… Bunların üretildiği toplumun düşünsel rahminden, hemen eşzamanlı olarak; bölünemez, değişmez, öncesiz-sonrasız bir gerçekliğin dünyası doğuvermiştir… 148 Galiba bunaldınız! Size bir miktar sedatif, müsekkin yutturayım… Muhtemelen 50-60 yıl önce, Sebilürreşad mecmuasında, Tahsin Ünal imzasıyla bir yazı okumuştum. O yıllarda evimize, Büyük Doğu, İslâmın Nuru, Sebilürreşad, İslâm, Ehl-i Sünnet, İstiklal gibi dergiler girerdi… Bir gün Fatih Sultan Mehmed tebdil-i kıyafet eder esnafı teftişe çıkar… Varır bakkala şuradan bir kilo şeker (o zaman şeker var mı idi? İki taşın arasında zehir kattım aşınıza) Bakkal verir… “Bir kilo patates ver!” Bakkal “Hayır!” der, ben siftah ettim. Komşum daha siftah etmedi. Ona git!” Of be usandım… Zaten bildiğiniz hikâye… Siz tamamlayın… Efendim, bir kere hayatı ve tarihi akılla temellendiremezsiniz!... Böyle bir teşebbüs ahmaklıktır… Bu hadise olmuş mudur? Olmamış mıdır? Bir futbol maçını dahi rasyonel, pozitif, lojik, mekanik değerlendiremezsiniz! Öyle bir toplumsal cinnet hali yaşıyoruz ki; mantıklar kamaşmış… Hakem A takımının hatalı bir şekilde bir golünü iptal etmiş. B takımının da dört golünü… Şimdi futbol yorumcusu hesap ediyor… Eğer hakem hata yapmasaydı, B takımı 4-1 galip gelecekti… Halbuki o verilmeyen bir golden sonra o maç, artık farklı bir maç!... Bu makine değil ki, A kamyonunun üstüne fazladan şu kadar ton yüklenmeseydi, B’yi geçerdi… Bu durumda şoförü de makine olarak düşünüyoruz. Sürece etki eden milyonlarca parametre vardır… Kader sırrı… Hakemin o anda aklına birden, bir süre önce ölen çocuğu gelmiştir, birden gözüne yaşlar hücum ediyor ve gözünün önündeki bir faulü göremiyor… Ve pozisyon gol oluyor… Bunlar belki salisenin içinde oluyor… O andan itibaren o maç başka bir maçtır! Biz tarihi; rasyonel, pozitif, lojik mahkememizin karşısında yargılamıyoruz… Diyelim bu hadise oldu! Diyelim bu hadise olmadı! Hiç önemli değil! Biz şunu iddia ediyoruz: Bu rivâyetlerle bir nizam inşâ edemezsiniz! Ayrıca halkın da ihtiyacı var! Onu da kabul ederiz… Ama bunun da bir ölçüsü, bir sınırı olmalı! Halkın uyuma, uyutulma ihtiyacını kabul ederiz! Ama bütün toplumun!!! Bu patolojik bir hal! Bütün toplumun, daha doğrusu insanlığın çileden kaçarak, uyumak, uyuşmak 149 istemesi; zaman zaman başvurulması gereken savunma mekanizmalarının ibtilâ haline gelmesi… Koyunları anladık ama bu sürünün çobanı nerede? İspanya’yı otuz altı yıl demir yumrukla yöneten diktatör Franco: {“Ben halkımı 3 F ile yönettim. Yüz bin kişilik beşiklerde de uyuttum” diyor. FADO, FİESTA VE FUTBOL… FADO: Bir çeşit müzik türüdür. Bizdeki Arabeski düşünün. Ağıt şeklinde, bir nevi uyuşturucu etkisi yapan ve insanları duygusallaştıran bir müzik çeşidi. FİESTA: Televole kültürü. Eğlencenin sınır tanımadığı bir kültür ve öğlen keyfi vs. FUTBOL: Afyon. Uyuşturur ve uyutur.}53 Fakat ey Müslüman! Fakat hey Müslüman! Futbol sahaları bile uyandı sen ne zaman uyanacaksın? Bizim mahalledeki komşumuzun oğlu, Fatih Semtine “Güzelleştirme ve Değerlerini Yaşatma Derneğinin” başkanı oldu… Dernek başkan yardımcısı İmam-Hatip mezunu… Cami cemaatinden biri yönetim kurulana girdi… Derneğin güvenlikçisi zaten bizden… Sonra kadınların “kıl”larını örtmesi serbest bırakıldı… Sözde tarikatlar, sözde kuran kursları, sözde hafız okulları… Enderun Teravih Namazları… Dünyada oluk oluk Müslüman kanı akıyor… İçten içe seviniyorsun! “Hayır” deme… Biz senin bile giremediğin ruhunun yasak, gizli bölgelerine, labirentlerine bile giriyoruz… Sen “modern” olduğuna göre, biz de Modern Psikoloji ile o gizli bölgeleri keşfe çalışıyoruz! Sen İslam’ı mükemmel şekilde yaşıyorsun ya, onlar yaşamadığı için Allah onları cezalandırıyor… Hani onlar Osmanlı’yı arkadan vurdular ya! Allah da senin adına, hani sevgili kulusun ya, onları cezalandırıyor…. Onların arkadan vurdukları içirilmiş bir Siyonist yalan ama siz 53) http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/televole---poparabesk---futbol--milliyetcilik--seks---sanat-16450 150 Müslümanları dizilerinizle, akademisyenlerinizle, siyasilerinizle (yukarıda zikrettiğimiz gibi silahlarınız ve bombalarınızla) tam alınlarından, mübarek iki kaşlarının arasından vuruyorsunuz! Bu nasıl memleket; tarikatçısı bile ırkçı? Söylenecek sözümüz kalmadı… Allahtan korkmayıp, kulundan utanmadıktan sonra!.. “Hak Teâlâ Hazretleri bütün Müslümanlara rahmet eylesin, eğer Menderes’in de nasibi varsa buyursun, o da alsın!...” 1980’e takaddüm eden yıllarda dünyada neo-liberal ekonomi anlayışı çok güçlü bir prestijle yayılmaya başladı… Amerika’da Reagan, İngiltere’de demir leydi Thatcher… Hemen ardından Türkiye’de aynı iktisadi konsept kulvarına girdi veya daha doğrusu girdirildi… O anda Başbakan Süleyman Demirel…. Süleyman Demirel, yapılacak iktisadî değişiklikleri Müsteşarı Turgut Özal’a havale etti… Onun hazırladığı iktisadî proje, mevcut siyasî iktidar tarafından kabul edilerek 24 Ocak 1980’de ”24 Ocak kararları” olarak açıklandı ve uygulanmaya konuldu.. Burada konu ile ilgili bir tartışma açmak niyetinde değilim… “Kararlar” özü gereği çalışan kesimleri, alt gelir gruplarını mutazarrır ediyordu. O zaman çok güçlü, örgütlü sendikalar olduğu için ülkede köklü tepkiler oluştu, grevler ciddi boyutlara ulaştı… Bu arada da gruplar arası çatışmalar yayılmaya başladı… Bizim kanaatimize göre böyle bir ortamda 24 Ocak kararlarının uygulanması mümkün olmadığı için, mevcut durum provoke edilerek 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştirildi. Şimdi Mehmet Ali Birand’ı dinleyelim: {NATO konseyinde “Askeri komite” de toplanırdı. Hiç unutmam, 1980’in Mayıs ayındaki toplantıda ABD’ nin eski Genelkurmay başkanlarından ve o dönemin ABD Dışişleri Bakanı Haig defalarca, gazetecilerin önünde Türkiye’ deki durumun tehlikelerinden söz etmiş ve açıkça “Müdahaleye” yeşil ışık yakmıştı. Evren de bize “hangi ülke Genelkurmay başkanı ile konuşsam, nedir bu gidiş diye soruyorlar” derdi. Washington başta olmak üzere, tüm NATO ülkeleri darbeye göz kırpıyorlardı. Bu çerçevede en ilginç anekdot, dönemin ABD Milli Güvenlik Konseyi üyesi ve Türkiye uzmanı Paul Henze’nin, 151 12 Eylül darbesini Başkan Carter’a haber veriş şekliydi. Carter, tanklar Ankara’da yola çıktığı anda Washington’daki Kennedy Center’de bir konser izliyormuş. Henze kulağına eğilip (Our boys did it) “Bizim çocuklar başardı (veya yaptı)” demiş. Henze bunu bana anlattı. Bunu 12 Eylül 04.00 kitabında yazınca da söylediklerini reddetti. Ancak kamera kaydındaki sözlerini gösterince kabullenmek zorunda kaldı.}54 Meseleleri anlamaya çalışıyoruz: {ClA’nın ünlü Türkiye istasyon şefi Paul Henze’e göre Amerikan yönetimi için, Türkiye’de Ordu’nun yönetime el koyması sürpriz değildi. Zaten bekliyorlardı. Paul Henze: “Aslında Washington olayların bu şekilde gelişmesine izin verdi. Zira çıkarlarımız bunu gerektiriyordu.” }55 diyor… Şu sıralar dinciler histerik (Psikoloji terminolojisindeki anlamıyla kullanıyorum. pitatik) bir biçimde “demokrasi” hezeyanları içinde çırpınıyorlar: Batı çifte standart uyguluyor! Asla! Batı hiçbir zaman çifte standart uygulamaz… Ama siz entellektüel miyopluk içinde olduğunuz için geriye ve ileriye doğru uzağı göremezsiniz. Aynı zamanda entellektüel hipermetrop da var sizde… Yakını da göremiyorsunuz. İlk köklerine kadar inin, gören gözler için, Batı’nın değişmeyen iki özelliği vardır: Irkçılık ve emperyalizm… Batı Uygarlığı budur! Demokrasi budur! Şu anda Batı, “kâmil ve mükemmel” manasıyla kendi konseptine, ethosuna lâyık ve yakışan bir şekilde hareket ediyor… Şu anda Batı, uygar ve en rafine demokratik; temaşasına doyum olmayan, estetik coşu içinde seyrettiğimiz bir vals yapıyor… TV’lerdeki yeni zuhur eden, kerametleri kendilerinden menkul dinci kırması çocukların konuşmasına baktıkça hayretler içinde kalıyorum… Şu ülkede hemen hemen on yıldır gittikçe çoğalarak ve hızlanarak dincilerin büyük kısmı yukarı doğru dikey olarak düşüyor! Allah sonunu hayr eylesin… Mısır’daki valslerini 54) Hürriyet, 5 Nisan 2012, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20277028.asp 55) Mehmet Ali Birand vd., 12 eylül, Türkiye’nin miladı, İstanbul, Doğan kitap, 1999, sh. 194 152 görmüyor musunuz? Gerçi ben biliyorum, sizin kalbiniz de Batı ile birlikte atıyor… Ama kahpe kader bazen insanı Tanrıları ile karşı karşıya getiriyor… Burada sizdeki endişe: “Ya sıra bize de gelirse!” Yoksa ben size inanıyorum, sizler çok temiz çocuklarsınız! Yeter artık, bunaldım, bir alıntıdan sonra konumuza döneceğim… Batılılar dürüst(!) adamlar açıkça söylüyorlar: {Türkiye’deki darbe haberi dünyada bomba etkisi yapmıştı. Ancak komutanların NATO ve diğer ittifaklara sadık kalınacağı şeklindeki açıklamaları özellikle Amerika’yı rahatlatmıştı. Amerika için önemli olan Türkiye’deki ve bölgedeki çıkarlarının korunmasıydı. Demokrasi, insan hakları gibi kavramlar ikinci plandaydı. Dönemin ClA Başkanı Stanfield Turner bu tercihi şöyle anlatıyordu: “Çünkü soğuk savaş sırasında Türkiye ile ilişkilerimiz hep çok sağlam oldu. Türkiye’yle kurulan dostça ilişkiler, bölgedeki çıkarlarımız açısından çok önemliydi. Bunu insan haklarından daha çok önemsiyorduk. Bizim için öncelik dostça ilişkilerdeydi, ikinci öncelik ise rejimin yapısıydı. Ancak ikisi arasında bir seçim yapmak gerekse, birincisi öne çıkıyordu.”……………………………………… Amerika 12 Eylül’e hazırdı. İran ve Afganistan’ı kaybettikten sonra, Türkiye gibi bir müttefikin sağlam kazığa bağlanması, Amerika’yı mutlu etmeye yetti. Evren: “12 Eylül’den sonra yaptığım temaslardan sonra anladım ki, Amerika’sı, İngiltere’si, Fransa’sı yani bizim dostlarımız, müttefiklerimiz böyle bir şey beklemişler... Nereden biliyorum? Bunu bana General Haig söyledi. 12 Eylül’den sonra geldi,… Dışişleri 153 Bakanı olarak geldi, bana dedi ki, Sayın Evren, geç bile kaldınız, dedi.”}56 Nerede çifte standart? Akademisyeni, gazetecisi, fikir adamı bu yeni tayfa, bu yeni çocuklar; yeni tapınmaya başladıkları tanrılarını yemek yerken gördükleri için büyük bir furustrasyon (bozulma) içindeler… On yıllardır, görmedikleri Allah’a inananlar, müşahhas bir Tanrıya tapınmaya başlayınca, iyice rahatlamışlardı… Bu Tanrı istediğiniz zaman size şeker veriyor, istediğiniz zaman oyuncak veriyordu… A! Ne o? O da yemek yiyormuş! Asıl buradaki aklımdan geçen benzetme: Bunlar âşık oldukları maşûkalarını, yemek yerken gören âşıkların hayal kırıklığı içindeler diyecektim ama; sonra düşündüm, bunlar ahmak değil, akıllı çocuklar! Âşık da olamazlar, maşûkaları da olamaz! Konuyu uzatmamak için kısa kesmiştim ama sonradan 12 Eylül 1980 darbesine geri dönme ihtiyacı hissettim… En azından elli yıllık süreci isabetle değerlendirme bakımından… Sonradan, bu araya eklemeyi uygun buldum: “Soğuk Savaş’ın cephe ülkelerinden olan Türkiye’de özellikle gençlik içinde ve işçi kesiminde sol fikirlerin güçlenmesi ve solun eylemci bir güç olarak ortaya çıkması, ABD’nin yanı sıra, Türkiye’deki sermaye kesimini ve devlet güçlerini de rahatsız etmeye başladı. Soldaki eylemci güçlerin bir bölümünün, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yandaşlar edinerek demokrasi dışında yollarla iktidara gelme hevesine kapılmaları bu tehdidi daha da ciddi hale getirdi. 12 Mart 1970 askeri müdahalesi öncelikle, bu tehdidi önlemeye yönelikti. 1980 dönemecinde ise ekonomide dışa kapalı ithal ikamesi döneminin sınırlarına gelinmesi de dış rekabete açık bir ekonomiye geçiş için işçi ücretlerinin düşürülmesini ve solun direnme gücünün kırılmasını gerektiriyordu. 12 Eylül askeri rejimi bu iş56) A.g.e. sh. 194 154 levi yerine getirdi. Bu süreçte dindar kitleden duyulan korku ikinci plana düştü, hatta sola karşı bu kitleyi kullanmak için 12 Eylül askeri yönetimi onlara ödünler bile verdi. Bu da siyasal İslam’ın yükselişini kolaylaştırdı.” 57 Ben Ulagay’ın tespitlerinin çok isabetli olduğunu düşünüyorum… Kitaptaki bütün tahliller de kıymetli… Ve üzülüyorum!... Batı’nın tamamen oportünist tercihlerinin ve yaklaşımının sonucunda ortaya çıkan bir nevi verili durumu, İslâmî Uyanış olarak görmenin tarifi imkansız naivliği karşısında kahroluyorum! Evet! İhale sende kalıyor! Ama niçin? Yani taşerona havale ediliyor!... Fakat burada genel anlamda Batıcıların; Sosyalistlerin, Kemalistlerin ve İslâm düşmanlarının da kendilerini sorgulamaları gerektiğine inanıyorum… Onlar da halen sağlıklı bir muhasebe yapamadılar… 1988 Nobel İktisat Ödülü sahibi Hintli Amartya Sen İstanbul’da bir konferans veriyor… Ve bana göre, biraz mübalağalı olacak ama, üç yüz yıllık Batılılaşma serüvenimizi, (Başlangıç olarak 1718’i alıyorum) özellikle de son 90 senemizi mükemmel resmeden bir metafor zikrediyor: { Bir Hint efsanesinden alıntı yaptı. “Kupamanduka” yani kuyunun içinde yaşayan bir kurbağayı anlatıyor efsane. Kurbağa çok meraklı ve kendince bir dünya görüşüne sahip. Ancak bu görüşü kuyunun duvarlarıyla sınırlı. Efsanenin sonunda bilge adam öğüt veriyor: Siz siz olun, Kupamanduka olmayın.58” Bu mükemmel örnekten sonra yazar: “Sanırım hepimiz kuyudan çıkmaya çalışan kupamandukalarız. Kimimiz kuyudan çıkmak üzere ve güneş ışığına çok yakın. Kimimiz ise tüm çabalarımıza rağmen, kuyunun dibinde ışık olmadığı için bir türlü önümüzü görüp yukarıya çıkamıyoruz. Bazen ekonomik ve siyasi krizler duvarları ıslatıyor, topluca 57) Osman Ulagay, AKP GERÇEĞİ ve Laik Darbe Fiyaskosu, Doğan Kitap, İstanbul, 2008, sh. 69 58) Altay Atlı, Kupamanduka Olmayalım, Dünya Gazetesi, 26 Mayıs 2001 155 aşağı kayıveriyoruz. Hepimiz el ele verirsek beraberce kuyudan çıkabiliriz.”59 Ben bu Batılılaşma serüvenimizde Batıcıların da Batıyı anlayamadıklarını, iddia ettim ve ediyorum… Halen de anlayamadılar…. Burada daha fazla üzerinde durmayacağım ama Batı’da gazete dahi çıkaran Batıcı Osmanlı aydınlarına, Batı hakkındaki hatıratlara, sefaretnamelere bakın… {Ve üzülerek, Batılılaşmayla ilgisi olmayan, Batıyı tanıma ile ilgili soruyorum: Osmanlı Otranto’yu 11 Ağustos 1480’de fethetti. 10 Eylül 1481’de, İtalyanlar geri aldı. Bu hesapça bir yıldan fazla orada kaldık. Renaissance’ın çıkış mekânı İtalya… Renaissance’ın başlangıcı Dante’ye (1265-1321) kadar götürülür. Acaba Otranto’ya çıkan Osmanlıların İtalya ve Renaissance ile ilgili tahlil, tespit, eleştirileri var mıdır? İtalya’yı tanıma gibi bir gayretleri var mıdır?} Bütün Batılılaştırma hareketlerinin; isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek, iyi niyetle veya ihanetle İslâm’dan soyutlanma aksiyonu olduğuna inanıyorum! “Müslümanım” diyenlerin hepsine bugün bak!… Toplumun bütün mukavemet ve muafiyet mekanizmasını felç ederek nasıl “İslâm”dan kurtarıyorlar(!) insanları… Yılanın gömleğinden sıyrılıp çıkması gibi, önce muamelattan sıyrılıp çıkma sonra da?…….. Ve îmân? Bu gün dincilerin eliyle gemiyi tutan son zayıf ipler de kesiliyor ve geminin mistik, metafizik, okültik, laik, seküler, kapitalist okyanuslara doğru yavaş yavaş süzüldüğünü görüyoruz! Batıcı kupamandukaların halen kuyudan yukarıya doğru bakmaya bile tahammülleri yokken, dinci kupamandukalar hiçbir muhasebe ihtiyacı duymadan bütün değerlerinden soyutlanarak kuyudan firar, telaş ve ihtirası içindeler… Tekrar 12 Eylül’e dönüyoruz… Fakat burada dikkat çeken nokta; A.B.D. başta olmak üzere NATO ülkelerinin yaptırdığı; 59) A.g. yazı 156 iktidarın devrildiği, bütün siyasî liderlerin tutuklandığı bir askerî darbede, normal olan Başbakanlık müsteşarının da en azından devre dışı bırakılması gerekirdi. Fakat ekonominin dümeni Turgut Özal’a teslim edildi… {Özal’ın iç politika aktörleri ile de arası iyidir: İş dünyası ve sivil bürokrasiye ek olarak ordu ile de ciddi bir sorunu yoktur. 1980 darbesinin yönetici kadrosu ekonominin en önemli makamına onu getirerek bu güveni göstermiştir. Tüm bunlara ek olarak halk ile ilişkilerinde de dikkat çeken noktalar vardır: Liberal ve farklı gruplara açılan kişiliğine rağmen Turgut Özal dindar bir siyasetçidir. 1978 yılında dönemin İslâmî partisi sayılan MSP’den İzmir milletvekili adayı olan ancak kazanamayan Özal’ın Nakşibendi tarikatıyla bağlantıları da sır değildir.”60 (Dikkatinizi çekmek istiyorum A.B.D ve NATO desteğiyle yapılan bir darbenin ekonomi patronu Nakşibendi tarikatından!..) Burada durup düşünmemiz gerekir, acaba söz konusu Başbakanlık Müsteşarlığı makamına da mevcut Siyasî gücü aşan bir irade tarafından mı getirilmiştir? Darbeyi yaptıran o irade aynı zamanda Özal’ın devamına karar vermiştir… Kader sırrı… 1978 seçimlerinde MSP’den seçimi kazansa idi, darbede siyasetten yasaklanacaktı… “Özal’ın ekonomik ve siyasi kararlarda büyük bir etkisi bulunan Amerikan hükümeti ile olan ilişkileri de gelişmiş bir düzeydedir: Türkiye’nin gelişmesi için ‘Amerikan modeli’ni benimseyen Özal, dış politikada da ABD ile birlikteliği samimi (mi acaba? A.B. ) olarak savunmaktadır. Öyle ki, bir dönem ABD’de eğitimini sürdüren Özal’ın ABD ile ilgili görüşleri zaman zaman “Amerikancılık” olarak da değerlendirilmiştir.”61 Kanaatimize göre “Amerikancılık” olarak değerlendirilmesi yanlış… Bize göre “Amerikalı” nitelemesi daha doğru… Çünkü: {İlginçtir. Turgut Özal’ın başbakan olarak Beyaz Saray’a 1988 yılında yap60) Sedat Laçiner, http://www.belgeler.com/blg/2f45/ozal-dönemi-turk-dispolitikasi 61) A.g.y. 157 tığı ilk ziyarette, o sırada görevi Reagan’dan devralmaya hazırlanan “seçilmiş başkan” George W. Bush, “Bu adam, ABD’nin çıkarlarını bizden iyi savunuyor” diye Özal’ı övmüştü.}62 Bu övgüyü hak eden bir insan en az övücü kadar onların menfaatini içtenlikle (!) savunuyor olmalı… Yalnız yukarıda “samimi” nitelemesine (?) işareti koydum. Çünkü dünyaya “kollektivist” bir ekonomi egemen olsaydı, bu sefer Özal, o anlayışı aynı inançla savunurdu… Yüzünüze karşı, haysiyetli bir adam için hakaret telakki edilecek bu sözü söyleyen George W. Bush’la daha sonra “dost” oluyorsanız, kişilikte bir erozyon, bir zımparalanma, bir törpülenme belki de yırtılma söz konusudur… Artık o düzlemde kural ve kutsal buharlaşmıştır… Biz her ne kadar böyle desek de, Özal’ın bu yaklaşımını takdir edenler de vardır. Fikir ve karakter olarak kan kardeşi olanlar… İşte Aksiyon dergisinden küçük bir alıntı: “Körfez Savaşı’nda Amerika’nın yanında yer almakla yetinmedi, Avrupa Birliği sürecini canlandırdı.”63 Gerçi gerek yok ama, birkaç satır daha Özal’ı anlayabilmek için: {Zaten Özal diğer siyasetçilerin aksine, çok farklı politikalar ürettiği alanlarda dahi Atatürk ve uygulamalarıyla çelişmemiş, aksine bu uygulamaları dönemine uydurmaya, eğer mümkünse geliştirmeye çalışmıştır denebilir……….. Bir anlamda “diğer siyasi grup ve rakiplerinden sterilize edilmiş” bir ortamda siyaset yapan Özal, planlarını nispeten özgür bir ortamda uygulamaya sokabilmiştir………. Savaş sonrasında Özal Türkiye’si “bir koyup üç alma” konusunda hayal kırıklığına uğramıştır denebilir.}64 62) Derya Sazak, Milliyet, 15 Nisan 2006, http://www.milliyet.com.tr/-bu-adam-/ derya-sazak/siyaset/yazardetayarsiv/15.04.2006/153516/default.htm 63) Murat Tokay’ın, Füsun Türkmen’le yaptığı röportaj, http://www.aksiyon. com.tr/aksiyon/newsDetail_getNewsById.action?newsId=34405 64) Sedat Laçiner, A.g. y. 158 Ve aşağıdaki tespitler de dikkatle değerlendirilirse, bizim ısrar ettiğimiz, “Türkiye’nin tek ihraç metaı İslâmiyyet’tir.” tezimizin doğruluğu teyit edilir… Ve halen bu gün de devam ediyor… Bütün avantajımız, tüm İslâm âlemini kendimize benzetebilme imkânı… Hiçbir zaman ekonomi sadece ekonomi değildir… {Yukarıda kısmen değinilmesine karşın Özal’da Batıcılık ayrıca ele alınmaya değecek bir konudur: Kimilerince farklı yorumlansa da, Turgut Özal’ın nihai hedefi Türkiye’yi Batı siyasi sisteminin bir parçası yapmaktır. Bölgesel ilişkiler ya da İslam ülkeleri ile ilişkiler Özal yaklaşımına göre Batı’ya alternatif oluşturamaz. Hatta Türkiye’nin İslam dünyasında ya da Doğu dünyasında sağladığı başarılar Avrupa’ya bir alternatif olmaktan çok Avrupa’yla bütünleşmede Türkiye’nin elini kuvvetlendirecek bir araçtır. Sonuçta güçlü bir Türkiye Batı’yla daha sağlıklı bir bütünleşme sağlayabilir……. Türkiye’nin artan gücüne ek olarak Özal, Türkiye’nin Doğu ve Batı kültürleri arasındaki özel konumu nedeniyle Batı için öneminin artacağını düşünerek, Batı’nın Doğu dünyası ile kurmak zorunda kalacağı ilişkilerde de aktif rol almaya aday olmuştur.} 65 İlgilisine önemli iki not: “27 Mart 1985: Turgut Özal, Amerika’ya yaptığı gezide, dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu’yla birlikte Yahudi lobisiyle gizlice temas kurdu”66. Aşağıdaki not da İstanbul’da Yahudi cemaatinin çıkardığı Şalom gazetesinin, Türk Yahudi Lobiciliği-2 başlıklı yazısından: “Söz konusu son dönemin 1988 öncesinde, Turgut Özal’ın 1984 senesinden itibaren Yahudi örgütleriyle Jak Kamhi’nin desteğiyle temas aradığını görüyoruz.”67 Son bir alıntı… Yeter artık! Yere batsın böyle elde edilen makamlar! Biliyorum, nüfusun % 99,8’i ne var bunda diyecekler… Bize bir de şunu öğretseler, bizi de eğitmiş olurlar: Bir şeyde “bir şey” olması için ne miktarda, ne olması gerekir? {Özal’ın yakın 65) Sedat Laçiner A.g.y. 66) http://www.2023.gen.tr/temmuz04/1kronoloji.htm 67) http://arsiv.salom.com.tr/news/print/8302-Turk-Yahudi-Lobiciligi--2.aspx 159 koruması eski milli boksörlerden Kemal Sonunur’un dünkü Yeni Akit’in manşet haberinde yer alan açıklamaları, Turgut Özal’ın Başbakan yardımcısı olduğu günlerde karşı karşıya bulunduğu şartlar konusunda bilgi sahibi olabilmek için oldukça yeterli. Dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ın koruması olan Kemal Sonunur, uzun sürmesi beklenen bir toplantı sırasında namaz kılmak için salondan ayrılır ve döndüğünde Özal’ın Cumhurbaşkanı Evren tarafından çağrılarak, gittiğini öğrenir. Sonunur, “Sayın Başbakan Yardımcım; üzerimde Allah’ın izniyle hiç namaz borcu yok. (…) Ben, bu görevi layıkıyla yapamıyorum. Namazı geciktiremiyorum. Beni affedin, ben görevden ayrılmak istiyorum. Sizi, hiç mazereti olmayan arkadaşlarımdan biri korusun lütfederseniz” dediği Turgut Özal’dan aldığı cevabı şöyle naklediyor: “Merhum Özal gülümseyerek dedi ki; ‘Sen benim namaz kılmadığımı mı zannediyorsun. Ezan okunduğu zaman ben de bütün imkânlarımı değerlendiriyorum. Namazımı vaktinde eda ediyorum. Başbakan Yardımcılığı makam odamın içerisinde, tuvalet kapısı var. Tuvalet kapısı direkt tuvalete açılmıyor. İki metrelik bir koridor var. Kapının arkasında da benim dürülü seccade-halım var. Ben orada namazımı kılıyorum. Elimi de lavaboda ıslatıyorum, elimi yüzüme sürüyorum ki, tuvaletten çıkmış gibi görüneyim. Kimse, bana Allah kabul etsin demiyor. Benim tuvaletten çıktığımı zannediyorlar. Ben böyle yapıyorum, sen de bundan sonra böyle yap. Aşağılara gitme. Namaz vakti geldiğinde burada kıl. Çaycı gelip nasıl çay getiriyor, sen de doğruca içeriye gir, arkadaki seccadeyi al ve namazını kıl.’ (…) O öyle bir dönemdi. Koskoca Başbakan yardımcısı bile o dönemde gizli namaz kılmak durumunda kalıyordu. }68 Oportünist Değişimin Aktörleri’nin; genel bir girişten sonra, konuyu tam olarak anlatabilmek için, birkaç kişi ile bireysel 68) Ekrem Kızıltaş, http://www.haber7.com/yazarlar/ekrem-kiziltas/1015941nereden-nereye 160 düzlemde ete kemiğe bürünmesini sağlamaya çalıştık… Şimdi geldiğimiz noktada; bu aktörlerin “Değişim”i oportünist bir biçimde kullanabilmek için nasıl bir kanava, atkı veya karkas inşa ettiklerini tespit etmeyi deneyeceğim… Hangi aletleri kullandıklarını keşfetmeye çalışacağım… Öncelikle oportünizmin tespitinin çok güç olduğunu, önemine binaen bir defa daha hatırlatmak isterim… Bunun yanında biz herhangi bir “değişim”i; muhasebesini yaparak, fikir planında benimseyerek, ona inanarak hayata geçirmeye çalışanları “oportünist” olarak niteleyemeyiz… Bizim üzerinde olduğumuz konuda olduğu gibi bir insan eğer, entellektüel planda hesaplaşmışsa, fikrî muhasebesini yaptıktan sonra inanmış ve kabul etmişse, “Batı”lılaşmayı kabul edip onu gerçekleştirmeye çalışmasının bir namus borcu olduğunu söyleyebiliriz… Bütün mesele “değişim” in niçinini, nedenini temellendirebilmek…. Değişmeyen yalnız ölüler ve delilerdir! İnsan değişecek! Çünkü hayat değişiyor!... Fakat bütün mesele değişimin sebebinin ferdî çıkarları aşması ve sınırlarının, inanç veya îmân ölçülerine göre tayin edilmesi ve bu ilkelere riâyet!. Hatta bir çoklarına kabul edilmez gelecek ama bize göre, Makyavel dahi oportünist değil! O günün İtalya’sını araştır, Makyavel’i iyi oku! Bize hak vereceksin... Buna rağmen biz, “devlet laik olur, bireyler laik olmaz” gibi bir yaklaşımı tam manasıyla oportünizm olarak niteliyoruz… Siz devleti, bireyden soyutlayamazsınız… Her birey inancının, îmânının sadece zihninde, mental alanda var olmasını değil, aynı zamanda bir devlette aksiyon halinde gerçekleşmesini ister… Her bestekâr, bestesinin bir orkestra tarafından icra edilmesini ister! Dolayısıyla bir kişi hiçbir bireysel çıkar beklemeden, inanç veya îmânının gereği olan bu “değişim”i hayata geçirmeye çalışır… Bu fikir namusu borcudur! “Benim bestelerim var!... Hem de dünya üzerinde eşi, menendi, benzeri yok! Fakat ben bu bestelerimi, kendi orkestramda asla icra etmem… Ama başkalarının kabul etmediğim bestelerini 161 hayatımı ortaya koyarak icra ederim!...” Bu nasıl bir mantık? Anlamaya imkân yok! “Şu anda benim orkestram ve diğer şartlarım benim bestelerimi icra edecek imkân ve kabiliyete sahip değildir. Onun için kendi bestelerimi icra edemiyorum… Ama en yakın zamanda bu imkânlara sahip olup, kendi bestelerimi icra etmek en büyük özlemim, en büyük hasretimdir.” Deniyorsa bu anlaşılır… Aksi takdirde senin ya bestelerinden şüphen var, ya da takiyye yapıyorsun, derler adama… Ve sorarlar senin bestelerinin arasında “takiyye” var mı? Mesela, provakatif, kışkırtıcı örnekler seçmeye çalışıyorum… Müslümanın, öyle amiyane tabirle, dolduruşa(!), gaza(!) gelmesi mümkün mü? Âyet varmış önemli mi? Görmezden gelirsin, olur biter… Hadis var!…. Hele bir “ayakaltında” dolaşmasın, o kenarda dursun! Sen kandil simidi hazırladın mı? Sen bid’at olan mevlidi okutuyor musun? Ona bak! Her şeyden önemlisi, dağ taş demeden, hadislerde belirtilen adaba uymadan, onu farz ibadetlerin üzerine çıkararak büyüklerin mezarlarını ziyarete gidiyor musun? Dini derneklerden mesajlar geliyor: “Kermesimize ailenizle birlikte katılmanız!” Mahremiyet?!! Amma kötü kalplisiniz!... Hepimiz kardeş değil miyiz? Babamız Hz. Âdem değil mi? Olimpiyatlardan, kermeslerden, beş yıldızlı otellerden, kaplıcalardan, Suudi Arabistan “tatillerinden” hesaba çekileceğiz! Ama ne tür bir hesap onu Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri bilir… Biliyoruz gaza gelmezsin, ama biz yine de görevimizi yapmaya çalışalım: İslâm fıkhında CERÂİMÜ’L- HUDUD başlıklı bir konu vardır… Hudud, haddin çoğulu. Kur’an-ı Kerimde HUDUD on dört yerde geçer. Allah’ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar anlamına gelir. Hadislerde; çok defa bu tabirle Kur’an’da belirlenen veya Hz. Peygamber’in takdir ve uygulaması ile sabit olan cezaî müeyyideleri yahut bu müeyyideleri gerektiren suçları ifade eder. Kitabü’l Hudud. Şâri’ tarafından belirlenen kısas ve diyet dışındaki hükümler. 162 Ya! Demek Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da bunlar da varmış…. Kur’an’da bu gurupta dört ceza vardır. 69 a) Zina edene yüz sopa (celde) vurulması. (en- Nûr. 24/2), (Nisa. 4/ 15) b) İffetli bir kadına zina iftirasında bulunan kişiye seksen sopa vurulması ve ayrıca şahitliğinin kabul edilmemesi. (enNûr. 24/4) c) Hırsızın elinin kesilmesi (el Mâide. 5/38) d) Silahlı gasp, yol kesme ve eşkıyalık suçları işleyenlerin öldürülmesi, asılması, el ve ayaklarının çapraz kesilmesi, veya sürgün edilmesi. (el- Mâide. 5/ 33-34) Bir Müslüman: “Yukarıda saydığınız bu hadler Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da muhkem âyetlerle sabit ve ben bunlara îmân ediyorum; ama ben bunların devlet nizamında uygulanmasını istemem, bunları ben vicdanımda hapsederim, aksi halde elâlem ne der, halk ne der??? ” derse eğer, o zaman şöyle bir soru meşrû hale gelir? Bu nasıl bir îmân? Hakk ne der? Aksiyona geçmeyen bu îmân yosun tutmaz mı? “Allah’a inanmakla böbürlenen, fakat o yokmuşçasına yaşayanlar, bir süre sonra îmânlarından şüpheye düşerler!” mi acaba? “Mi acaba?”yı kaldırıyorum… Durum ortada, bit-tecrübe sabit! Camiye git! Arkana bak, önüne bak, sağına bak, soluna bak, (Her bir ferd için ayrı ayrı ) asıl en önemlisi sen kendine bak! Allah Celle Celalühu korusun… Yine açık sırları kurcalamaya başladık! Saçmaladık! Bak! Herkes Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem’in tatbikatı ile sabit olan Recm’i atlıyor… Halktan korkarız… Hak 69) Mütemmim malumat için: Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiye Kamusu, İstanbul, Bilmen yay. 1968, sh. 3 / 187 ve devamı… Ve İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhaylî, çev. Ahmet Efe vd. İstanbul, Risale, 1992, sh. 7 / 319 ve devamı 163 Teâlâ Hazretleri önemli değil! Halk ne der? Başı paçavralarla örtülü bir kadın okumaz-yazar, beyni kabız, dili ve kalemi ishal: “Recmden sonra, yani o taşı zâni veya zâniyeye attıktan sonra eve giden bir insan çocuğunun yüzüne nasıl bakacak?” diye hesap soruyordu!... Kimden? Farkında değil ama Allah Resulü Sallallahü Aleyhi Vesellem’den! Yükselen değerler karşısında her an îmânımız sınanıyor! Yükselen değerler karşısında her an îmânımız sınanıyor! Yükselen değerler karşısında her an îmânımız sınanıyor! Her adımda imtihan! Her adımda imtihan! Her adımda imtihan! Allah’ım(!) gücümüzden fazlasını yükleme, biz bu imtihanları geçemeyiz! Biz halkı, Hakk edindik! Biz zamanı Rab edindik… Senin muhkem âyetlerini zamana sunuyoruz… Zaman Tanrısı kabul ederse tamam, etmezse hâşâ çöpe… Biz “zaruret”, “ruhsat”, “zaman” gibi maymuncuklarla müberrâ ve mücellâ fıkhı vıcık vıcık hale getirdik70!.... Eğer bir insan Müslüman ise, îmân ediyorsa, bu hükümlerin devlette tatbikinin hasreti içindedir… Gayreti içindedir… Fakat bu ve benzeri hükümlerin tatbik sahasına intikal ettirmenin usulü tartışılabilir… Biz Şâri’i Mübin’in emirlerine pazarlıksız îmân eden mü’minler ve Büyük Doğu’cular olarak “kanunî zuhur” diyoruz… Kanunları kırmadan sonuna kadar germek! Biz meselenin sadece tefekkür tarafıyla ilgili olduğumuz için, fıkhî derinlik ve esasları üzerinde durmuyoruz… Sadece hükümlere işaret edip, okuyanın Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye Şuuru’nu yeniden sorgulamasına vesile olmaya çalışıyoruz. Yükselen değerlerin tahakkümü altında; sürgün edilmiş, unutturulmuş, üzeri küllenmiş, deforme edilmiş, tanınmaz hale getirilmiş, hatta utanılır olmuş, çürük bir diş gibi sökülüp atılmış hükümlerle yeniden yüzleşilmesini sağlamaya çalışıyoruz… Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş… Asırlardır uygulanmayan, muhkem âyetler ve mütevatir hadisler bile “gönül dünyamızdan” ıraklaştı… Bizim korkumuz ve endişemiz, “îmân”ımızı da 70) Bak! Daha önce geçti. 164 alıp götürmüş olmasın? Biz insanların “îmân”la yeniden yüzleşmelerini sağlamayı amaç ediniyoruz… Muamelattan, Yükselen Değerlere aykırı, akîdelerden temizlenmiş (!) bir gönül! Böyle bir Müslüman gönlü olabilir mi? Benim yaşımdakilerin hatırlayacağı gibi; bir ara eşsiz, antika değeri taşıyan ev araç gereçleri, naylon kap kacakla değiştirilirdi… Naylon çamaşırlar yünleri kovmuştu… Naylon bir hayata herkes ihtirasla, telaşla, karınca kararınca katılmaya çalışıyordu… Bugün sanat değeri bakımından, yapılması mümkün olmayan şerbetlikler, duvarların zarları, tavan süslemeleri, çeyiz sandıkları, kılık kıyafet, ev eşyaları, eskiyi hatırlatacak her nesne kendilerinden kurtulmak için yok pahasına elden çıkarılıyordu… Herkes apartmanlara taşınma sevdasında, hafızalarından kurtulmaya çalışıyorlardı… Hafızalarımız eski evlere hapsedildi ve onlarla birlikte imha edildi… Hangi partiye mensup olursa olsun, hele bu dinci belediyecilik anlayışı… Tarih şuurundan mahrum, ruhları gibi çarpık bir liberal tasavvur… Halen de devam eden ilerleme(!) histerisi!... Bunlar, ruhlarını rakamlara, istatistiklere satmışlar!.. Ve uygulamaları… Ben aile yapımız gereği, rahmetli babamdan, rahmetli anam vasıtasıyla elde ettiğim kredi(!) ile, ilk naylon çorabıma nasıl sahip olduğumu halen o heyecanı duyarak hatırlıyorum… Ailede o günlerde anaların işlevi, sanki IMF gibi geliyor bana? Tek parti yönetimi? Ne bekliyordunuz ki? Gâyet açık ve net! İslâmî harfler değiştirildi! Bırakın lafı, çalgı bile değiştirildi… Yasak edildi… Saymaya gerek var mı? Cumhuriyet hükümetleri, içki masasında kendilerinin o anda dinledikleri şarkıları bile yasak ettiler!... Bu nasıl bir halet-i ruhiye? Gök kuşağı gibi!... Bu gün modernleşme sevdası ile, eskinin bu oranda barbarca tahribinin yanlışlığını kısmen de olsa gördük, anladık… Baklavanın bile “ev yapımı” olanı aranıyor… Aynı şekilde “îmân”ımızı, “naylon “inanç”larla değiştirdik… Biz Zaman Tanrısının, imha 165 edilmesinin, yok edilmesinin îmânın birinci şartı olduğunu düşünüyoruz… Tevhid inancını güve gibi kemiren en tehlikeli enstrümanın; Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’nin içtihada kapalı muhkem âyet ve mütevatir hükümlerini dahi açarak şüpheli hale getirmeye çalışan maymuncuğun, Zaman Tanrısı olduğuna inanıyoruz… “Hoca” sıfatlı adamlar muhkem âyetleri bile o zamanın gelenek ve görenekleri ile açıklamaya çalışıyorlar… Her zaman olduğu gibi, bu günlerde bazı hayâsızlar hevâ ve heveslerine göre bir İslâm dizayn etmeye çalışıyorlar… Yalnız bugünküler “din adına”, İslam’da katiyen olmayan, kendilerinin inşâ ettikleri, “informel ruhbanlık”larından aldıkları yetki ve cesaretle yapmaya çalışıyorlar… Bunların hayâsızlıkları dağları aştı! Öyle bir dehhameleşti ki, cübbeleri bile örtemiyor… Yalnız burada tekraren şu noktayı ısrarla vurgularız ki; kınayıcıların kınaması, kimin ne düşündüğü umurumuzda değil! Fakat temel aldığımız kaynakların da çok çok sağlam olması gerekir… Eğer eskiliğine göre; önem ve güven atfederek, bulduğumuz her kara kitaptan her rivâyetle din inşâ etmeye kalkarsak, İslam’a en büyük ihaneti yapmış oluruz… Her deliller (delail) kitabına îmân mı edeceğiz? Açıkça söyleyin! Her yazılana muhkem bir âyet gibi îmân mı edeceğiz? İşte anlamaya çalışıyoruz: İslâm tefekkürü nasıl kilitlendi? İslâm tefekkürü nasıl zincirlendi? İslâm tefekkürü nasıl yalama oldu? İslâm tefekkürü nasıl paslandı? Bugün oluk oluk akan Müslüman kanının sorumlusu İslâm tefekkürünü bu hale getirenlerdir… Oportünizme müncer olan Mutezile ve daha sonraları aynı akıbeti paylaşan, sözde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat! Hele âyetlere aykırı rivâyetlerle!... Yazılanları nakletmeye gönlüm el vermiyor, üzerinde uzun uzun durmak lâzım!... Ama şimdilik şu kadarını söylemekle yetineceğim: kimileri; Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi, Cenâb-ı Seyyidi’l – Beşer Efendimiz’i sıradanlaştırmaya, metalaştırmaya çalışırken; din kompradorları, simülatif ruhbanlar, sözde tarikatçı tayfası da “İsa’laştırma166 ya” (Pavlos’un ürettiği İsa, Kur’an-ı Kerim’deki İsa Aleyhisselam değil) çalışıyor… Bu noktaya çok çok dikkat…71 Anadolu’da bir atasözü var: Ahlakı, ahlaksızdan öğren! Demek ki, hayâyı da hayâsızdan öğren! O zaman anladık ki, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri bu hayâsız mikropları gereksiz yere yaratmamış… Bunları okuyunca birden, biz de telaşa kapıldık… Biz de “Oldurulduğu gibi değil, olduğu gibi İslâm”ı temellendirmeye çalışırken, yanlış bir imaj oluşturma hatasına düşmüş olmayalım… Dolayısıyla kendi bildiklerini, herkesin bildiğini sanan, bir halet-i ruhiye içinde olan bizim gibi insanlar, kesret-i kelâmdan nefret ederler, daha doğrusu konuşmaktan. Bunca yıllık öğretmenlik hayatımızda her derse girdiğimizde veya sohbet, seminer gibi ortamlarda kelimeler boğazımıza tıkandı? Ne anlatacaksınız? Çünkü benim bildiğimi herkes biliyor… Aynı halet-i ruhiye yazmamızı da engelledi… Haliyle meseleleri oldukça muhtasar arz etmeye çalışıyoruz… Fakat bunun da muhatap tarafından yanlış anlaşılması, yorumlanması tehlikesi var… “Çivi çiviyi söker!” atasözü gereği; biz muhataplarımızı, lunaparklardaki çarpışan otolarda olduğu gibi sahte çarpışmalar yerine, Yükselen Değerlerle kafa kafaya çarpışarak hesaplaşmalarına vesile olmaya çalışırken, hatta kışkırtırken, İslâm hakkında farkında olmadan yanlış tasavvurlara sebep olma riski olduğu şüphesi doğdu içimizde… Yani Yükselen Değerlere zıt, İslâmî şuur uyandırmak için; ısrarla, provakatif, özellikle rahatsız edici, özellikle fikrî nasırlara basıcı, kısa kısa, açıklamadan üzerinde durduğumuz; kısas, had cezaları, recm ve tazirin insanlarda İslâm’ın sadece; asmak, kesmek, vurmak, kırmak, öldürmek, kan dökmek, yok etmek gibi bir din olduğu imajını yaratma tehlikesi olduğu şüphesi doğdu içimizde… Çünkü hayâsızlıklarını cübbelerinin dahi örtemediği bu adamlar beni irite etti ve irkiltti. Bu bakımdan, sonradan ara71) Ali Biraderoğlu, Düşünme Üzerine, sh.151 vd. 167 ya girmek ve “ {“parantezle, yine kısa da olsa açıklama ihtiyacı hissettim… {{Öncelikle biz kül halinde, İslam’ı bir medeniyet olarak tasavvur ediyoruz… Devlet ve hayata hâkim; her biri diğerinin içinde belli umdeler muvacehesinde erimiş bir terkib, bir değerler sistemi… Kuantum yönteminin, İslam’ı parçacıklara ayırarak düşünmenin ve değerlendirmenin en büyük yanlış olduğu kanaatindeyiz… Her hüküm, edille-i şer’iyye’nin aslî ve ferî delilleri muvacehesinde bütüncül bir anlam kazanır… Siz tarlada kabak seçer gibi yaptığınız hevâ ve hevesinize uygun, Yükselen Değerlerce olumlanacak tercihlerinizle İslâmî bir tasavvur oluşturamazsınız! “Toplama bilgisayar” olur! “Toplama din” olur, ama “Toplama İslâm” olmaz!... Diyalogla şirket kurar gibi, bir “din” dizayn edebilirsiniz! Ama bu İslâm değildir… Anlayanların söylediğine göre, bir bilgisayar, belki de onlarca ülkede üretilen parçalardan meydana geliyormuş… Dolayısıyla hoşgörü, Medeniyetler arası ittifak konseptine göre yeni bir toplama din inşâ edebilirsiniz! Ve bu birileri adına çok önemli, değerli bir hizmet de olabilir… Teşvik de görebilirsiniz! Gözünüzdeki perdeyi sıyırıp arkanıza dönüp bakabilseniz, kağnınızı, başkasının ittiğini görebilirsiniz! Ama korkuyorsunuz! Cesaretiniz yok! Kağnıyı çeken öküzlerinizin yakıt parasını bile hizmet ettikleriniz finanse etmiyor! Size finanse ettiriyorlar… Şimdi içinizden gülüyorsunuz, bizim gibi ahmaklara! Ve diyorsunuz ki; “Eğer o hizmet ettiklerimiz, su arkını veya muslukları bizim tarafa çevirmeselerdi, bu çorak arazide, bu verimi nasıl elde edecektik?” Bunları anladığımıza göre biz de, sandığınız kadar “ahmak” değilmişiz, demek ki! İkinci olarak; kısas, hadler, recm, tazir gibi cezaları şu umumî hükmün ışığı altında değerlendirmemiz gerekir: “Vakıâ beşeriyet, bir takım temayülâtın zebunudur, insanlardan vakit vakit bazı ma’siyetler72 zuhur edebilir. Fakat insanlara lâzımdır ki, bu 72) Günah ve isyân olan inanç, söz, fiil ve davranış. Dini Kavramlar Sözlüğü. DİB, sh. 410 168 temayülâta mukavemet etsinler, böyle bir ma’siyete mübtelâ oldukları takdirde derhal mütenebbih olup tevbekâr olsunlar. İslâm hukuki cezaiyyesi, beşeriyetin bu vaziyetini pek güzel nazara almış, insanların tövbekâr olarak ma’siyetlerden ictinab etmelerini pek ziyade iltizam etmişdir. Bu cihetledir ki, bu hususda pek re’fetkârâne73 hükümleri muhtevi bulunmaktadır.”74 Nitekim fıkıhtaki cezalandırma zihniyetini ifade bakımından sadece birkaç rivâyet nakledeceğiz: Genel bir umde olarak Hz. Ömer Radıyallahu Anh şöyle bir Hadis-i Şerif rivâyet ediyor: “Had cezalarını elinizden geldiğince düşürünüz. Çünkü hâkimin affetmekte yanılması ceza vermekte yanılmasından iyidir, Müslüman için çıkış yolu bulduğunuzda ondan had cezasını düşürünüz.”75 Yine aynı konu etrafında başka bir rivâyet: {Hadlerin şüphe halinde düşürülmesi ile ilgili olarak İmam Muhammed şöyle der: “Ebu Hanife’nin Hammad’dan, onun İbrahim’den haber verdiğine göre, Hz. Ömer Radıyallahu Anh demiştir ki: ‘Mümkün olduğu kadar Müslümanlardan hadleri düşürünüz. Çünkü imamın affetmede hata yapması, cezada hata yapmasından hayırlıdır. Müslüman için bir çıkış yolu bulursanız, ondan haddi düşürünüz.’ Bu haberi nakleden İmam Muhammed, sonra şunu ilave etmiştir: ‘Bu, Ebu Hanife’nin ve bizim görüşümüzdür.}76 Yine aynı konuda {Ebu Hureyre Radıyallahü Anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki: “Hadd cezasını defedebildiğiniz müddetçe def edin. (suçun sübutunu zedeleyen delilleri esas alarak uygulamaktan kaçının”}77 Elmalılı’da {“Had cezalarını şüphe varsa yok ediniz.” Hadisi şerifinin mânâsı, meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas 73) Merhamet etme, esirgeme 74) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiye Kamusu, 3 / 203 75) Serahsî, Mebsut, 9 / 95 76) İ. Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara, DİB, 2001, sh. 97 77) İbrahim Canan, Kütütb-i Sitte, sh. 17 / 315 169 da hadlere dâhil olduğundan, şüphe ile ortadan kalkar. Bunda icmâ vardır.}78 demektedir. Ayrıca Mebsut’da “Kısas hükmü de, şüpheyle düşen bir hükümdür.”79 Demektedir. Nitekim had cezalarının ispatı zanna bırakılmamış, ispatı için tabir caizse sübutu kesin olan deliller şart koşulmuştur. Örnek olarak; zinada had cezasının sübut bulması için “Sürmedanlığın içindeki mil gibi, kuyudaki ip gibi”80 görülmesi şartı ve “hâkimin huzurunda toplanan mükellef, hür, âdil, bâsir dört erkeğin görmelerine müstenid bir surette zinanın vukuuna müttefikan şehadet etmeleri.”81 Bu konularda kafalarında sorusu olan Müslümanlar; hüsn-i niyetli, fikir namusuna sahip, şartlanmalardan kendini kurtarmış gayr-ı Müslimler, kaynaklara ulaşabilirler, bakabilirler… Tatmin edici cevaplar bulacaklarına inanıyorum… Bu kadar rivâyetle yetiniyoruz… Sonuç olarak fıkhın ceza zihniyetinde(usulünde), bir masumun, bir kişinin haksız yere cezalandırılmasından ise; bin kişinin, bin maznûnun (zanlı; suçu sübut bulursa, zaten suçludur. Mücrimdir), affı tercih edilmiştir. Yani Üstad’ımın ifadesi ile: “İslâm’ın kılıcı operatörün neşteri gibidir…” Bize bu açıklama ihtiyacını ilham edenlere de teşekkür ediyoruz her şeye rağmen!...} Yalnız burada şu noktayı işaret etmek isterim ki; bizim ileri sürdüğümüz 1718’de başlayan Batılılaşma hamlesinin taraftarları “değişimin” muhasebesini yapmış değillerdi… “Batı” hakkında kafi derecede tetkik, tetebbu, araştırma dolayısıyla da bilgi sahibi değillerdi… Batı’da yaşayanlar da dâhil! Burada bizce Bosna kadısı Hasan el Kâfi ile başlayan (1596 ) Batı karşısında ki; hayret, merak, hayranlık, kendi değerlerinden ve kendinden utanma, kendinden ve değerlerinden şüphe, îmânından şüp78) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, sadeleştiren: İsmail Karaçam vd. İstanbul, Azim yay. Tarihsiz, sh. 1 / 497 79) Serahsî, Mebsut, 10 / 246 80) A.g.e. sh. 9 / 64 81) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiye Kamusu, 3 / 212 170 he ve îmânını red gibi bazı aşamalardan geçerek, sonunda böyle bir değişimi benimseyenlerin tek amacı, İslam’dan soyutlanmak, İslam’dan kurtulmakta karar kılmıştır… Çok genel, çok aşırı bir yargı ama bu tespite inanıyorum… Hatta bir ara bu kanaat, son yüzyılda çok dürüst bir şekilde dile getirilmiş, formülüze bile edilmişti: “Din terakkiye manidir!” Fakat sonradan bir takım sebepler, kanaatimce yine Batı felsefesindeki değişimin etkisi ile de bu tür bağnaz bir din düşmanlığının devamı mümkün olmamıştır, diye düşünüyoruz… Pozitivist yaklaşımda, özellikle Auguste Comte’daki değişiklikler, bilime olan inancın sarsılması, Aydınlanma’nın ve Batı Uygarlığı’nın acımasızca eleştirilmesi82, sanırım bu anlayışın devamına imkân vermemiştir… Bu süreçler farklı biçimde tanzim edilip, sıralanabilir… Sonra bu süreçte herkes sürecin aşamalarının hepsinden geçmiş değildir. Fakat sonuçta Batı, ruhumuzun kaidesini çürüterek bizi desteksiz bırakmıştır… “Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz!” Nihâyetinde bu süreç A. Adler terminolojisi ile kavramsallaştırırsak, aşağılık duygusuna (inferiority feelings ) ve hatta patolojik bir durum olan aşağılık kompleksinin (inferiority complex ) uçurumuna fırlatıp atmıştır insanları… Ve ben asırlardır; özellikle günümüze yaklaştıkça Batı karşısındaki tutumumuzda itikadî, îmânî bir arıza olduğuna inanıyorum… Bu tespitlerimizi daha önceki kitaplarımızla birlikte mütalâa ederseniz daha bir anlam kazanacağına ve daha ikna edici olacağına inanıyorum… Antik Grek’ten beri gelen süreç… Özellikle Renaissance, Reform, Metot çağı, Sanayi devrimi, Aydınlanma felsefesi, Modernite, Postmodernite… “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diyerek, kollarını makas gibi açıp haykıramayan, ruhu desteksiz insanlar, birden yere düştüler ve tuzla buz oldular… Ondan sonra nefslerinin telaşına düşerek; iktidar duygusunun soyut gücü (siyasî iktidar değil o da bir araç ), bireysel güvenlik, üstün olma, hükmetme, 82) Ali Biraderoğlu, Tarih Üzerine-I, “ XX. Yüzyıl Tarih Felsefeleri”, sh. 48-176 171 kendini gerçekleştirme vb. tuzaklara düşen, muhasebesini yapma bilgi ve kabiliyetinden mahrum insanlar Batılı “değişim”in şampiyonu kesildiler… Reformistler, diyalogcular, tarikatlar, medrese… Kısacası tek amaç, nefsaniyetlerin doyurulması oldu!... Bunun için her yol meşrû, her araç mubah! Yani ruhun hâkimiyeti ama tefessüh etmiş bir ruh! Çok kullandığım “İktidar” kavramını sadece siyasî anlamda yorumlamak çok yanlış: “Ben, fizikte nasıl Enerji temel kavramsa, aynı şekilde sosyolojide de İktidar’ın temel kavram olduğunu ispatlamaya çalışacağım. Enerji nasıl çeşitli biçimler alıyorsa, iktidarın da aynı şekilde, servet, silâh gücü, sivil makamlar, düşünceye söz geçirme gibi biçimleri vardır……… Servet, nasıl askerî iktidarın ya da düşünce üzerinde etki kurmanın sonucu olabilirse; aynı şekilde askerî iktidar ve düşünce üzerinde etki kurabilme de, servetin sonucu olabilir.”83 Söz konusu değişimden yararlanmak için; birinci olarak İslam’a ihanet edip, İslam’ın dünyevî ve uhrevî nizam manzumesi olduğu gerçeği şu veya bu biçimde unutturuldu… Buna paralel olarak, İslâmî devlet hasreti buharlaştırıldı… Bunun tabii bir sonucu olarak muamelat de facto, kendiliğinden, farkına varılmadan bir nevi îmân dışı bırakıldı… Sokağa bırakılmış, kimsenin yüzüne bakmadığı veremli bir yetim gibi… Veya saydığımız bu üç unsur çürük bir diş gibi çekilip sokağa atıldı… Böylece vicdanlara(!) indirgenmiş, bireysel bir dindarlık inşâ edildi!... Mistik, metafizik, okültik, laik, demokrat, liberal!... İman yok! Çünkü îmân, inanç haline dönüştürüldü!.... Fıtratın üstü küllendi!.. Sekülarite DNA’lara kadar işledi… Fakat o kül tabakalarının altında pırıl pırıl parlayan fıtratı görüyorum! Hiç kimse fıtratı yok edemez! Çünkü fıtrat Hâlık-ı Zül Celal Hazretlerinin kefaleti ve teminatı altındadır… O fıtrat Müslüman mezarlarından fırlar gelir bir gün inşallah! “{Rabbinin Âdem evlatlarından, misak aldığını da düşünün: Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların ken83) Bertrand Russel, İktidar, çev. Mete Ergin, İstanbul, Altın Kitaplar, 1967, sh. 11 {Tercümedeki ” ;” ve” ,” ben koydum. Yoksa cümle anlaşılmıyor. ( A.B. ) } 172 dileri hakkında şahitliklerini isteyerek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurunca onlar da “Elbette!” diye ikrar etmişlerdi. Kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu!” yahut: “Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?” gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı aldı. }84 Bu ikrarı verdik ve “irade ve ihtiyar hayatının inkişafına doğru giden bütün mevcudiyyet ve failiyyetlerinde ancak onun emrine, kanununa münkad oluyor ve ancak ondan avn-ü inâyet alıyorlar. Ve iycabında bunu böyle söylemeği deruhde ediyorlardı. İşte o Âdemin ilk evlâdından i’tibaren herkes rabbının verdiği ve emrettiği insan fıtratini, vücude şuhudu alıb kabul etmekle rabbı ve kendisi beyninde böyle bir iycab-ü kabulün hâsılı olan bir akdi fıtrî altına girmiş ve kendi nefsinde rabbına şehadet ve ubudiyyeti taahhüd etmiştir ki bu mukavele ve bu mîsakı fıtrî beşerin mebdei dinîsi, mebdei hukukîsi, mebdei medenî ve ictimaîsidir.”85 Ve Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin bilinmesi de “Nefis fıtratı içinde merkûz bir garîzedir.”86 Her ne kadar sadeleştirme87 de ve Develioğlu lügatinde “garîze”, içgüdü olarak karşılanıyor ise de psikoloji terminolojisi bakımından yanlış…. Cümle-i mu’tarıza olarak şu noktayı arz etmek isterim ki; maalesef İslâm tefekkürü layıkı vechile işlenmemiş olduğu için, yine maalesef mefhumlar üzerinde kısmî de olsa ortak bir anlam birliği sağlanamamaktadır… Özellikle felsefe, psikoloji, sosyoloji konularında… O zaman, İslâmî tefekkür mahsulü mefhumların, henüz Batı terminolojisinde dahi tartışmalı olan kavramlarla karşılanması anlam kaymalarına sebep olmaktadır… 84) Araf Suresi: 7 / 172 85) Dersiamdan “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Diyanet İşleri Reisliği, 1935, sh. 3 / 2324 86) A.g.e. sh. 2326 87) Azim dağıtım. 4 / 168 173 Şöyle de bir tanım var: “Garîza, kişilik özelliklerinin kaynağını oluşturan meleke. Bir canlının fıtrat ve tabiatından gelen eğilimlerinin bütünü.88” Burada da Meleke? Fıtrat? Tabiat? Kavramları birbirinin ayağına dolanmakta, birbirine çelme takmaktadır.… “Canlı” gibi bir genelleştirme birçok zorlukları da beraberinde getirmektedir… Yine aynı yazar Prof. Dr. Hayati Hökelekli “Benlik ve kişiliği oluşturan bütün yapılar, yeti (meleke) ve yetenekler, fonksiyon ve süreçler nefs kavramına girer. Bunun yanında tab’, garîze, mizâc, hulk, seciyye, şâkile gibi kişiliğin çeşitli yönlerini anlatan kelimeler İslâm kaynaklarında geçmektedir”89 Şimdi kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Ayağınızı basacak bir zemin bulabiliyor musunuz? Bu yazarın bir de Din Psikolojisine Giriş, Din Psikolojisi gibi kitaplarını da işin içine katarsanız, mesele bütünüyle içinden çıkılmaz hale gelir… Daha önce arz etmiştik; Merhum Üstad’ım Necip Fazıl “nefs” kavramının dünyadaki hiçbir dilde karşılığı bulunmadığını söylerdi… Kişilerle uğraşmıyoruz bu ülkedeki akademik seviye bu… Hele bir de Din felsefesi kitaplarına bakarsanız… Pöstekideki kılları saymak daha kolay… Delileri meşgul etmek için pöstekinin kıllarını saydırırlarmış… Pösteki koyun derisinden yapılır… Bana sorarsanız hiç kimsenin kabahati yok! Temel konsept yanlış! Siz, gavurun yüzyıllardır kan (evet kan da vermişlerdir!) çile, gözyaşı, beyin gayreti ve bin bir zahmetle oluşturduğu müktesebatı, hiçbir vicdanî sorumluluk duymadan aktarırsanız, sonuç bu olur… Kilise yıkıntısı ile cami yapmak…! Bütün fikir hayatımız bu! Gören gözler için her tarafından haç fışkırıyor… 1960’lı yıllarda Ali Fuat Başgil çok isabetli bir teşhisde bulunmuştu: {İlahiyat Fakülteleri’nde, Yüksek İlahiyat felsefecisi ve sosyoloğu yetişebilir Fakat (yüksek diyanet mütehassısı) din adamı ve âlimi aslâ yetişemez,”.}90 Yıllar ne kadar haklı olduğunu gösterdi, tabii bu konuda… İlahiyat Fakültesi’ne giden öğrenci İslam’ı öğreneceğim, diye gidiyor… İlahiyat Fakültesi öğretmen88) TDV. Ansiklopedisi, 13 / 382 89) A.g.e. 38 / 297 90) Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul, Yağmur yay. 1962, sh. 194 174 leri de kendilerini İslam’ı öğretme gibi bir yükümlülük altında hissedince bu garip manzara ortaya çıkıyor… Fakülte’nin girişindeki isminin altına şu satırı ekleyeceksiniz: “İşbu müessese ulemâ yetiştirmez!..” O da derse ki, 400-500 yıldır yetiştirdiğiniz ulemâyı da gördük! Cevap: Yok!... Sükût ikrardan gelir! Hemen altına, yine fakültenin girişindeki levhanın altına: “İslam’da felsefe yoktur!” Levhada yer kalmayacak ama şunu da yazalım: “Felsefe ile düşünme eş anlamlı kavramlar değildir, felsefe düşünmenin şekillerinden sadece biridir!” Öğretmenler de bu basit gerçekleri anlasınlar!... Din felsefesini, din sosyolojisini, din psikolojisini gâvur nasıl okutuyorsa öyle okutsunlar… Aslı neyse öyle!... Bu bilimleri kullanmasınlar! Araya iştah açmak için kullanılan karabiber tadında “âyet ve hadisler” koyarak öğrencinin kafasını karıştırmasınlar!... Veya bizim gibi dürüst davransınlar… Oportünist tutumdan vaz geçsinler… Ama önce kendileri koltuk değneklerini atabilmeliler… Önce kendilerinin İslâmı; baharat, sunî tatlandırıcı, sos veya müessir ilacın yutulabilmesi için dolgu maddesi olarak kullanmaktan vaz geçmeleri gerekir… Biz laik üniversitede felsefe okuturken ilk söylediğimiz: “Bizim birinci amacımız, daha doğrusu felsefenin birinci misyonu (felsefenin amacı olur mu? Bilemediğim için “misyon“ kavramını kullandım! Peki, “misyonu” olur mu? Çocukları uyutmaya çalışırken, o sizi uyutur… İşte felsefe böyle bir aktivite… Muhatabımızın kafasını karıştıralım derken, biz kendi kafamızı karıştırdık!... Endişeye mahal yok! Şuurumuz yerinde, halen 2x2= 4 eder. ) kafanızı karıştırmak!.. derdik!... Hiç değilse muhatabınıza kendini savunma hakkı verin! Öğrenci bakıyor karşısında Müslüman hoca!... Tamam, hoca Müslüman, ama okuttukları gâvur… İnanarak söylüyorum öğrenci tam anlamıyla zehirleniyor… Hem de “zehir” şekerle karıştırılarak veriliyor… Bilimsel namus bakımından tartışılır bir yaklaşım!... 175 Paul Feyerabend en çok başvurduğum filozoflardan biri…. Bilgi anarşisti… Ben öğrencinin kafasındaki putları yıkmak için bahsederim Feyerabend’dan… Özellikle Batı’nın bilim putunu yıkmak için… Kafasının içindeki Tanrıları yok etmek için! Ama siz ilahiyat fakültesinde Feyerabend’dan bahsederken; “Feyerabend’ın kitabında; fizik, kimya dediği yerlere, siz, tefsir, hadis, fıkıh koyun derseniz!” Öğrenciyi zehirliyorsunuz! Ve bu tavır, bilim namusu, fikir namusu bakımından da tartışılır… Öncelikle şuradan başlayacaksınız: {Ben Müslüman değilim! Veya ben âyet ve hadislere pazarlıksız îmân edilmesini kabul etmiyorum - Burada hadislerin sıhhat meselesi ayrı… Nebiyy-i Zîşân’ın hakimiyetinin reddi, ayrı bir konu!- Bu bakımdan bütün İslâmî ilimleri de bir fizik, bir kimya gibi yargılamamız gerekir!...} Böyle bir yaklaşım fikir namusu, ilim namusu bakımından tutarlı bir tutumdur… Bilerek veya bilmeyerek zehri çikolata içinde vermek fikir namusu açısından ciddi bir arıza!... Bir öğretmen dinî inançlarını açıklamak zorunda değil! Fakat bir ilâhiyat fakültesi hocası olarak, ister istemez, dinini deklere etmiş oluyor… Yani de facto “Müslüman” sanılıyor… O zaman bu yanlış sanıyı düzeltmek bir fikir namusu borcudur… Aksi takdirde oportünist bir yaklaşım içindedir… Bizim fikrî ensest olarak kavramsallaştırdığımız, tam da bu durumdur!... Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyeti içinde bulunduklarını iddia eden, İslâmî ilimlerle sözde uğraşanlar veya sözde tarikatçıların, yükselen değerler doğrultusunda muamelat üzerinde yaptıkları estetik operasyonlar da tam bir fikrî ensesttir. Ve bu fikrî namus düşmanlığının en galîzidir… Bırakalım İslâmı bir tarafa; hiç değilse Batı’nın muzdarip, çilekeş dâhileri kadar derinliğimiz olsa yetecek: “Güz geldi bile! Kendimizi kutsal ışığı bulmaya vermişsek, ne diye sonsuz bir güneşin özlemini duyalım biz mevsimlere göre ölenlerden uzağız.”91 91) Arthur Rimbaud, Seçme Şiirler, çev. İlhan Berk, İstanbul, de yay. 1962, sh. 35 176 Unutmadınız değil mi? Bir “garîza” kavramından buralara geldik! Hâlbuki konunun çözümü basit! Öğrenci tembel… Kompozisyon dersinden sınava girmiş… (Eskiden liselerde son sınıftan bitirme imtihanına girilirdi her dersten. Bir dersten kalsanız bile üniversiteye giremezdiniz. Lise mezunu olamazdınız.) Bir metin vermişler hiç noktalama işareti yok… “Bu metni noktalayınız!” Öğrenci içinden: “Kolaysa gel sen noktala!” diyor… Ama ciddi bir açmaz içinde…. En sonunda çözümü bulmuş… Bütün noktalama işaretlerini kâğıdının üstüne yazmış… “Herkes yerli yerine… Marş! Marş!” Peki, öğrenci sınıfı geçmiş mi? Öğretmenlerin gözleri körse geçmiştir… Okumamışlarsa geçmiştir… En iyisi kavramları kâğıdın üstüne yazacaksınız: Herkes yerli yerine, marş marş! Adam diyor ki; Batı medeniyetinin mehâsinini alacaksın! Allah rızası için nedir bu “mehâsin” bir kere de söyle! Felsefenin Zararlı taraflarını almayacaksın, faydalı taraflarını alacaksın! Bir kere de felsefe nedir? Felsefenin zararlı tarafları ne? Faydalı tarafları ne? Bir kere de onu söyle… Dürüstçe “felsefeyi kullanacaksın” de… En ufak bir fikrin yok “felsefe” hakkında! Çünkü “bildirilmemiş.” Şu yargımı dikkatle eleştiri süzgecinden geçirmenizi diliyorum: Bir adamı, bir kurumu veya bir fikri kullanmak isteyen, en sonunda; o adam, o kurum veya o fikir tarafından kullanılır… Kullanmaya kalkan kullanılır… Siz masonları kullanırsınız! Siz CIA’yı kullanırsınız! Siz Siyonistleri kullanırsınız! Siz birilerini kullanırken, öyle değerlerinizi kaybedersiniz ki, “siz”i bulamazsınız! Bir bakarsınız ki “birazcık nezle” olmuşunuz! Ne yazık ki nezlenin “birazcığı” olmaz! Burnunuz akmaya başlar! Kullanmaya kalkan herkesi felsefe çarptı… Maalesef kaynağını hatırlayamıyorum… Bir psikoloji kitabında şöyle bir tespite rastlamıştım: Ortaokulda kız öğrenci, güzel yazı dersi öğretmeni ile dalga geçmeye çalışırken bir süre sonra ona âşık olur! 177 Bu arada İmam-ı Gazali Hazretlerinin felsefeye yaklaşımının ne kadar farklı olduğunu da hatırlatırım… Daha önce bahsetmiştik… 178 “Allah katında din, İslam’dır. O Ehl-i kitabın ihtilafları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür.” Âyet-i Kerime* Oportünist değişimin gerçekleştirilebilmesi için önce kavramlar üzerinde operasyonlar yapılmaya başlandı… Birinci olarak bir illüzyon yaratılarak, “din” (religion) ve “İslâm” eşanlamlı gibi zihinlere, vicdanlara işlendi… Îmân–küfür çizgisi gittikçe soluklaştırıldı1… Böyle bir algı dünyası yaratıldığında artık dindarlığın kazanımları sanki İslâmın kazanımları imiş gibi bir algı yanılması oluşturuldu… Artık gâvurun başarısı bizim başarımız gibi bizi sevindirmeye başladı… Özdeşleştirme mekanizması (Identification)… Gençliğimizde Muhammed Ali’nin maçlarını seyretmeye giderdik gece yarısı TV’lerde… O gâvurlara yumruk vururken onunla özdeşleştirirdik kendimizi, sanki kendimiz vuruyor gibi tatmin sağlardı bizde… Hâlbuki îmân – küfür çizgisinin soluklaşması ve dindarlaşma - Müslüman olma birbirine karışınca sonuç ne oldu? Müslümanlar dindarlaşmaya başladı… Müslümanlar gâvurlaşmaya başladı… Çünkü teknolojik (uygarlıktan bahsetmiyorum, özellikle teknoloji) bakımdan üstün uygarlığın, teknolojik bakımdan geri uygarlığın ruhunda açtığı boşluktan hayat tarzı da, 1) Daha önce dipnotta geçti. * Al-i İmran Suresi: 3 / 19 179 dini de akmaya başladı… Aktı, aktı, aktı! Halen akıyor! Akıyor! Akıyor! İçinde bulunduğumuz konseptle de; akacak, akacak, akacak! Bunun yanında dindarlaşma ile İslâmlaşma; inançla îmân biri birine karışınca, inanç sahibi kendisini îmân sahibi sanmaya başladı… Bunun sonucu olarak “îmân” hassasiyeti törpülenerek, itikâdî meseleler çıkmaya başladı, fakat muhatapları farkına varmadan!... Dolayısıyla bir takım dinî ritüelleri (‘ibadet’ olması için îmân şart) yapan, hatta bazıları konusunda aşırı hassasiyet gösteren, kendini Müslüman sanan kâfirler türedi ve gittikçe çoğalmaya başladı… Konunun önemine binaen üzerinde biraz daha duracağız! Bizim, bütün meselemiz; dönüyoruz dolaşıyoruz aynı noktada karar kılıyoruz… Bütün hassasiyetimiz aynı noktada merkezileşiyor: İnanç ayrı, îmân ayrı!… Dindarlık ayrı, Müslümanlık ayrı!... Miracle ayrı, mucize-keramet ayrı… Öncelikle fikir namusu bakımından bir insanın karar vermesi lâzım: İnanç sahibi mi, îmân sahibi mi? Dindar mı, Müslüman mı? Çünkü fikir namusu olan insan yalan söylemez… Daha doğrusu söylememesi lâzım… Fikir namusuna sahip insan ne kendini kandırır, ne de başkasını! Fikir namusuna sahip bir insan savunma mekanizmalarına (supresyon, represyon, sublimasyon, substitution vd.) sığınarak, arkalarına saklanmaya tenezzül ederek gerçeklerden kaçmaz! Kaçmaması lâzım! Gerçeklerle savaşır! Çevresi dindardır... Dinî ritüelleri yerine getiriyor… Hem de büyük bir hassasiyetle… Dindar, fakat kendine “İslâmî” diyen çevrelerle iç içe… İslâmî ıstılahları andırır, dinî bir jargonla konuşuyorlar… Bu yanlış… Fakat bir sabah kalktığında bakar ki, gâvurmuş meğer! Gâvur olduğunun bilincine varır… Çünkü gece toplantılarına tesadüfen sıradan, basit bir Müslüman olarak katılmıştır… Veya eline sıradan, basit Müslüman bir yazarın, İman ve İslam’ı anlatan bir kitabı geçmiştir… Meğer Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da muhkem âyet-i kerimeler varmış… Bunları inkâr küfürmüş! Mütevatir Hadis-i 180 Şerifler varmış, bunları inkâr küfürmüş! Kısas… Bu zamanda nasıl inanırım ben? Kadınların miras meselesi… Bu zamanda nasıl inanırım ben? Kadınların şahitliği meselesi… Bu zamanda nasıl inanırım ben? Hele o recm…. Bizzat Peygamber’in tatbik ettiği kesin… Nasıl kabul edebilirim ben? Demek ki meseleler bazı hayâsızların (Hayâ îmândandır. Hadis-i Şerif) indirgemeci bir mantıkla; muamelat, Kur’an’ın %3’ü, % 5’i gibi izahlarla basitleştirmeye çalıştıkları gibi değilmiş! Demek ki Kur’an’ın bir harfini dahi inkâr etsen kâfir olurmuşsun! Hatta bir noktasını inkâr etsen kâfir olurmuşsun! Çünkü Kur’an yazısının bir noktasını inkâr ettiğinde “göz”, “kör” olurmuş… Âyet-i Celile’nin anlamı altüst olur… Ondan sonraki hayatını gâvur olarak devam ettirir… Bu arada yine fikir namusuna sahip bir insansa, gâvurluğun İslâm muvacehesindeki yerini araştırır! Nikâhının durumunu araştırır… Tabii hanımı Müslümansa… Bundan sonra doğacak çocuklarının durumunu araştırır! Şer’an miras durumu? Mürtedin hükmünü yerine getirecek bir İslâmî devlet yok, nasıl olsa! Peki, laik bir vicdan da mı iflas etti? Evet! Bir gâvurun alnına madalya takıp gezmesi beklenmez “Ben gâvurum!” diye… Ama en azından ailesinin ve çocuklarının bu durumu bilmeye hakları vardır… Belki onlar da bu tercihin sonuçlarının gerekli kılacağı, kendilerine has tercihlerde bulunacaklardır! Bu hakkı onlara da vermek gerekir! Bunun yanında “Müslüman” sanılmanın, “Müslüman zengin” sanılmanın getirdiği avantajlardan vazgeçmek de bir namus borcu… Ayrıca bunun yanında “Müslümanım” yanılgısının psikolojik rantından vazgeçmek de bir fikir namusu borcu! Böyle bir harekete öncülük etmenin sonuçlarının ne olacağı belli olmaz! Belki de tahmininden çok fazla yandaş bulabilir! Veya!… Veya!... Veya!... Çünkü o gece toplantılarına tesadüfen sıradan, basit bir Müslüman katılmıştır… Veya eline sıradan, basit Müslüman bir yazarın, İman ve İslam’ı anlatan bir kitabı geçmiştir… Ne o? Birden fıtratının gönlünde parıl parıl 181 parladığını hissediyor… İslâmî manada oluşmuş vicdanının sesini susturması mümkün değil! Ve diyor ki: {İman’ımın bir muhasebesini yapmam lâzım! İman nedir? İslâm nedir? Yıllardır biz otlardan, çöplerden Allah Celle Celalühu ‘a gitmeye çalışırken hata mı yapmışız?… Yıldızlarla, seyyarelerle Cenab-ı Hakk’a gitmeye kalkıştık… Acaba daha doğrusu, îmândan sonra; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin tasarruflarının hikmetini mi aramak lâzımdı? Biz sebeplerden neticeye ulaşmaya çalıştık! Vasıtalarla, delillerle neticeye varmaya çalıştık! Aracı amaç haline getirdik… Sebep sandığımız her bir unsura küfrün vereceği bin cevap varmış meğer! Aklımızla kurguladığımız Allah’ın varlığına ait bir delile karşılık, aklın bin itirazı varmış meğer! Biz atı arabanın arkasına, Aklımızı îmânımızın önüne mi koştuk acaba? Asıl mesele bizde tefekkür yoktu! Sözde üstadlarımızda da tefekkür yoktu! Gerçekten düşünüyorum da, bizde “akıl nedir?” diye bir soru sorulmadı… “Aklın imkân ve kabiliyeti nedir?” gibi bir soru ile hesaplaşmadık! Akıl sadece, mükellef olabilmek için, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri tarafından lutfedilmiş bir mevhibe midir? Mesela parçanın bütünden küçük olduğunu, bir şeyin kendinden başka bir şey olmadığını (Bir kişi ‘ben Napolyon’um’ derse ‘deli’ diyoruz…) bilen bir insan şer’an mükelleftir ve akıllıdır, diyebilir miyiz? Temyiz gücü var, diyebilir miyiz? O zaman akıl bizâtihî gerçeği inşâ edici, ibdâ edici olmayıp, sadece muhatap olduğu fikirleri anlayıcı bir yetimiz midir? Muhatabımız tefekküre ve sorgulamaya devam ediyor: Peki, o halde şu ne demek oluyor? {Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur.}2 (Cümledeki sentaktik bozukluğu aynen muhafaza ettik. A.B) Burada bir açıklama yapmak üzere ve muhatabımıza tefekkürde derinleşme imkanı sağlamak amacıyla araya biz giriyoruz: {Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadında böyle bir kaide var mıdır? Bu cümleye şu kelimeleri eklemek hayâ sahibi bir Müslümanı kurtarır mı? “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” 3 Özellikle 2) Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul, Nesil, 1996, Muhakemat, sh. II / 1986 3) Yukarıdaki cümlenin devamı. 182 itikadî bir hataya müncer olabilecek konularda müphem, yanlış anlaşılmaya, iğtişâşa meydan verecek ifadeler kullanmak doğru mudur? “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir” ne demek? Hangi akıl, nakle karşı asıl itibar edilir ve nakil tevil olunur? Evet, soruyoruz: Hangi akıl, nakle karşı asıl itibar edilir ve nakil tevil olunur? Mutezile’den kaynaklanan bu ifadeyi; tefekkür sahibi, gerekli bilgi müktesebatı olan, tahlilî zekâya sahip, birisi söylese idi îmânî durumu ne olurdu? Akl-ı selim, gibi saçmalıklarla izaha çalışmayın! Nakle karşı hiçbir akla itibar olunamaz…! Zırva tevil götürmez…. Fikir namusuna sahip insan söyleyeceklerini açık ve net söyler… Ve tefekkür bir yere varır!... Niçin bu tür anlam kaymaları Descartes’de yoktur? Niçin Leibniz’de yoktur? Bu filozoflar söyleyeceklerini net söylerler… Rationalist filozoflardır…. Siz de itirazınızı yaparsınız… Diyalektik doğar… Bir yere varırsınız! Doğu kafası bu olduğu için diyalektik doğmaz… “Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Bu ne demek? Yıllardır anlayamadım!.... Yani öyle bir akıl, birilerinin sahip olduğu öyle bir akıl var ki, nakille teâruz ettikte, asıl itibar edilir, nakil tevil olunur… Öyle bir akıl ki, âyeti, hadisi yargılayacak! Bu ifadeden, kullananın hayatını ve kişiliğini bilenler, her halde kendini kastettiğini anlamışlardır…. Bu sözün sahibi “Sıddıkî İman” diye bir ifade duymamıştır… Bu konular üzerinde daha sonra duracağız… Ve muhatabımız devam ediyor; “Bunların hiç birini İslâmî delillerle mücehhez zihnimizden, muhakememizden geçirmedik! Demek ki biz bu adamları rab edinmişiz!” Bu muhasebe sonunda, bir bakıyorsunuz, tenzih-i îmân, tavzih-i îmân ve hatta tecdid-i îmân!... Müslüman kardeşim! Biz, mavera âleminde; sebeb-sonuç ilişkisinin geçerli olmadığı, 2x2=4 olmadığı, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin iradesi ile her an sünnettullahın kesintiye uğradığı, değişebildiği âlemde, sonsuz derecede ümitliyiz! Biz hayal âleminde yaşamıyoruz! Bu âlemde Hak Teâlâ Hazretleri, bir “kün!” emri ile kâinatı yoktan var etti! Ama imkânlar âleminde, sebeb-sonuç ilişkisinin geçerli olduğu, 2x2=4 olduğu bu âlemde eşşekce ümitlere yer yok! Çünkü Allah 183 Celle Celalühu bu alemde adaleti ile tecelli eder, çalışana verir!... Yüzyıllardır halimiz ortada!.... Bugün ayağımızdaki çorap dahi gâvurun! Namusumuzun, iffetimizin, masumiyetimizin timsali olan ciğerparelerimizin iç çamaşırları dahi gâvurun! Bir de sen; düğünleri ve mezarlarını, çok değil, son 100, 200 yılınla mukayese et! Bir toplum hayatı için sözünü ettiğim süreler çok kısadır… O zaman bu imkânlar âleminde nasıl ümitvar olabilirim? “Ey oğullarım! Gidin de Yusuf ’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.”4 Biz Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nden ümidimizi kesmedik! Sizden kestik!!! Birkaç kişinin dahi olsa nefs muhasebesine vesile olma temennisiyle… İnanç nedir? İman nedir? Din nedir? İslâm nedir? Bütün gayemiz nefs muhasebesine vesile olabilmek! 4) Yusuf Suresi: 12 / 87 184 “ Herkes büyük bir tutkuyla, inanılacak bir şey aramakta… Ne olsa razı olacak.” Alvın Toffler* İNANÇ (Fel. Pistis, İng. belief, Fr. Croyance, Alm. Glauben): Doğruluğu; akıl, deney, gözlem gibi bilgi-aktları ile ispat edilemeyen kanaatlere inanç denir…. Zaten “kanıtlanabilir olan, inancı gerektirmez.” 1 İnanma günlük hayatta başlıyor… Daha evden çıkarken asansörün yere çakılmayacağına inanıyoruz… Fırından ekmek alırken fırıncının bizi zehirlemeyeceğine inanıyoruz… Karşıdan silahı ile gelen polisin bizi öldürmeyeceğine inanıyoruz… Acaba hiç düşündük mü, bu inançlarımız nereden kaynaklanıyor? Sadece alışkanlıklarımızdan… Başka bir unsur bulamazsınız, bu inançlarınızı teyid edecek! İsterseniz en netameli yargıdan başlayım…. Elime kalemi alıyorum, size soruyorum: “Bu kalemi yere bıraksam ne olur? “Siz düşünmeye gerek duymadan cevap veriyorsunuz: “Yere düşer!” Bu cevabınızı; exact, kesin, genel-geçer bir biçimde; fizik, kimya gibi pozitif tabiat bilimleri ile ispat edemezsiniz… Çünkü siz “Yere bırakılan kalem, düşer” diye bir yargı verdiğinizde, şu soruma da cevap vermeniz gerekir: “Siz kâhin misiniz? Siz büyücü müsünüz? “Çünkü bilim geçmiş hakkında bilgi verir, gelecek hakkında büyücüler… Şu halde “ Yere bırakılan kalem düşer” yargısı bilimsel değil… 1) Karl Jaspers, Felsefe nedir? Çev. İ. Zeki Eyüpoğlu, İstanbul, Say, 1986, sh. 168 * Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın kitaplar, 1981, sah. 359 185 “Şimdiye kadar yere bırakılan kalemler düşmüştür.” yargısı bilimseldir… Bundan sonra yere bırakılan kalemler yere düşer mi? Bilmiyoruz… Şimdiye kadar düşmesi, şimdiden sonrada düşeceği anlamına gelmez. Şu halde alışkanlıklarımızla inanç haline getirdiğimiz bir yargıyı, farkında olmadan gerçeklik yargısı gibi kabul ediyoruz! Sanki ispatlanmış gibi bir algı yanılması içindeyiz… Bir A olayından sonra bir B olayını beklememizi haklı kılacak hiçbir sebep yok… Şimşek çakmasından sonra yağmur beklememiz… Tamamen alışkanlık… Kalem konusunda, hemen aklınıza geldi: yer çekimi var… Hemen burada sizi uyarmak isterim, felsefi konularda soyut düşüneceğiz… Yer çekimi (gravitasyon) yerküre ile üzerindeki cisimler arasında var olan karşılıklı çekim kuvveti. Biz milyarca ışık yılı uzaklıkta bir gök cisminin güneş sistemine doğru sonsuz bir süratle geldiğini düşünebiliriz… Şimdiye kadar olmaması, bundan sonra da olamayacağı anlamına gelmez… Ve bu gök cismi öyle bir noktaya gelir ki, güneş sistemindeki çekim kuvveti değişebilir. Ve yere bıraktığımız cisim düşmez, havada kalır… D. Hume, H. Poincare, özellikle Kuantum fiziği, Niels Bohr (1885-1962) Einstein (1879-1955), Heisenberg (1901-1976) Nitekim biz bu satırları yazdıktan bir müddet sonra Anadolu Ajansı “Dünyada Yeni Bir Döneme Geçiliyor” diye bir haber geçti. Gazete haberi olsa da dikkate değer, onun için iktibas ettik: “Stanford Üniversitesi fizikçilerinin NASA destekli gözlem evlerinden elde ettikleri verilere göre, güneşin manyetik alanının 4 ay içerisinde tersine döneceği ve bunun tüm güneş sistemini etkileyeceği, sonucunda da hava durumunun iyileşeceği savunuldu. Doğa Bilimleri Derneği Genel Sekreteri Müge Kanay, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yaklaşık her 11 yılda bir, güneşteki faaliyetler maksimuma ulaştığında, iç kısmındaki manyetik dinamonun kendini yeniden düzenlediğini ve manyetik alan ile kutbun değiştiğini söyledi. 186 Bilim dünyasında büyük ses getiren bu değişikliğin hemen akla deprem, doğal afetler gibi olayları getirdiğini dile getiren Kanay, bu durumun gerçekte güneş ya da süper plazma patlamalarında herhangi bir artışa neden olmadığını vurguladı. Konuyla ilgili NASA’nın resmi internet sitesinden de bir açıklama yapıldığını bildiren Kanay, manyetik alanda yaşanacak bu değişiklikle birlikte yeni bir güneş döngüsünün başladığını anlattı. Kanay, bu döngünün de bir felaketler zincirinin değil, aksine yeni bir dönemin işareti olarak yorumlandığını kaydetti. “Hava durumu iyileşecek” Manyetik alanda yaşanacak bu değişikliğin, dünyadaki yaşama katkısının olduğunu savunan Kanay, şu bilgileri verdi: “Örneğin, kutupların değişmesi ile birlikte, bize zarar verebilecek galaktik kozmik ışınlar ve yüksek enerji parçacıkları ile aramızda daha kuvvetli bir bariyer olacak. Böylece galaktik kozmik ışın seviyesinde yaşanacak bu düşüş sayesinde, hava durumu iyileşecek. Daha önceki manyetik alan değişikliği 2001 yılında yaşanmıştı ve bu süreçteki döngü içerisinde, kozmik ışın iyonlaşmasındaki artış nedeniyle dünyamız çok şiddetli şimşeklere ve şehirleri yıkıp yok eden fırtınalara tanıklık etti.” Kanay, fizikçilerin manyetik alan değişikliği konusunu yakından takip ettiklerini belirterek, şöyle devam etti: “Dünyanın belki de en çok ayaklanma, gerginlik, yıkım ve doğal afete tanıklık ettiği bir önceki dönemde, güneşin kutuplarındaki manyetik alan kuvveti daha çok azdı. Araştırmacılar, bu kez, kutuplarda bulunan manyetik alan kuvvetinin daha yüksek olmasını bekliyor. Fizikçilere göre, güneşin kutuplarındaki manyetik alan kuvvetinin daha yüksek olması, yeni başlayacak döngünün de yüksek olacağı anlamına geliyor. Bu da yeni başlayacak dönemde gerçekleşecek doğa olaylarının bir önceki dönemde olduğu gibi yıkıcı afetlere dönüşmeyebileceği yönünde ümit veriyor.” 187 “Altın çağ başlıyor” Kanay, tüm tespitlerin dünyada yeni bir döneme geçileceğine işaret ettiğini savunarak, şunları söyledi: “Görünen o ki bilim adamları, din adamları, âlimler ve antik medeniyetin astrofizikçileri, 2014’de dünyanın çok önemli olaylara sahne olacağında hem fikir. NASA gözlemleriyse antik çağlardan beri tekrarlanan bu tarihleri adeta doğrular nitelikte. Hepsinin ise verdiği tek bir mesaj var; dünyada artık yeni bir çağ başlıyor ve anlaşılan o ki başlayan çağ bu kez bakır ya da tunç değil altın bir çağ olacak.”2 Buraya kadar yaptığım izahatlardaki amacım nedir? İçinde yaşadığımız, konkre, üç buutlu şu hayatı akılla temellendirmeye çalışmak, yaşama imkânını ortadan kaldırır… Gündelik hayatımızda ki en basit, en masum eylemlerimiz dahi bizden inanç talep ediyor…. “İnanç” ortadan kalktığı anda hayat durur… Düşünün, otomobilde hayatımız bir tel parçasına bağlı… Bir pime, bir vidaya bağlı… Ama son süratle sürüyoruz otomobili… TV’de trafik kazalarını seyrediyoruz, faciaları… Veya uzun yolda trafik kazasına rastlıyoruz… Bir yolcu otobüsü, bir otomobille çarpışmış…. Feryatlar göklere ulaşıyor… Yürekler dayanmaz… Kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk… Cesetler, yaralılar, kollar, bacaklar etrafa saçılmış… Yol biraz geç açılınca feryadı basıyoruz… “Açın şu yolu, geç kalıyoruz!” Nereye geç kalıyoruz? Belki de ölüme… Ama inanıyoruz ki, başkasının başına gelen bizim başımıza gelmez… O kazaya muhatap olanların, beş, on dakika önceki mutlu durumlarını düşünmüyoruz!... Her meslek erbabı hakkında olduğu gibi, hekimlerin bazıları hakkında da neler duyuyoruz? Veya neler duymuyoruz ki? Bazı özel hastanelerin gelirlerini artırmak için doktorlara ameliyat yapma talimatı verdiklerini… Ama yine de hekime koşuyoruz… Çünkü olumsuzlukların istisnaî olduğuna inanıyoruz! Çünkü hayatın temeline inanç ve onun üzerinde filizlenen ümit yerleştirilmiştir. Ve hiçbir dış enerjiye muhtaç olmadan kendi kendini yenileyebilme özelliği taşıyor! “Hayat hamlesi” dediğimiz de bu değil mi? 2) http://www.haber7.com/uzay/haber/1061173-dunyada-yeni-bir-donemegeciliyor.12 Ağustos 2013 188 Ümit etmek zorundayız! Ümit de ancak bir inançla kabildir… Simsiyah bir nihilizmin uçsuz, bucaksız mağarasında veya bataklığında çırpınan bir canlı için ümit mümkün değildir… Tanrının varoluşunu, ruhun ölümsüzlüğünü, iradenin özerkliğini, aklın otoritesini, değerlerin nesnelliğini, bilginin imkânını, ahlâkî, dinî, siyasî, içtimaî her türlü değeri reddeden bir gönülde ümit barınabilir mi? Yok-sayıcılık, hiççilik… Ama ben kitâbî anlamda mutlak, saltık bir nihilizmin olabileceğine inanmıyorum… En azından bu tutumun konjonktürel olarak zaman zaman delindiğini düşünüyorum!... Kitâbî anlamdaki bir nihilistin dahi; üç aylık, beş aylık, bir yaşında, iki yaşında bir bebek karşısında; onun yumuk yumuk elleri, şeffaf, pembe teni, kendisine hayretle bakan kirlenmemiş gözleriyle masumiyet, ismet heykeli olan bu varlık karşısında red tavrının biraz da olsa yumuşayacağına, ruh dünyasındaki buzulda en azından kısmî bir erime olacağına inanıyorum… Ruhunda bir takım değerlerin filizleneceğine inanıyorum!... En azından o masum varlığa ırsî bir malikiyet duygusu?… Bu bebeğin, o nihilistin gözlerinin içine bakışını düşünebiliyor musunuz? Baba katilinin yüreğini bile yumuşatır… Gerçi burada kuralları ihlal edenle, kurallara “hayır!” diyeni farklı mütalâa etmek lâzım… Ama buna rağmen yine de… İnsan kalbini tanımıyoruz! Çünkü insanı tanımıyoruz… Çelikten sert insan kalbinin nihâyet bir tebessümlük mukavemeti vardır!... Yeter ki daha güçlüsü icad edilmemiş bu tebessüm silahı gönülden fışkırsın! Bir nihilist gözümün önüne geliyor… Ortadan uzun bir boy, zayıf bir beden, çökük avurtlar, biraz uzun bir burun, temas ettiği her canlıyı kurutan melankolik, sabit bakışlar, darma dağınık bir saç ve baş… Üzerinde sakil, özensiz bir giysi!... Ayağına biraz büyük gelen bir ayakkabı!... Niçin? Niçin olduğunu bilmiyorum ama bir nihilistin ayakkabısının biraz büyük olması gerekir… Hele dar bir ayakkabı bir nihiliste hiç ama hiç yakışmaz… Eğer öyle bir nihiliste rastlarsam sille tokat girişirim!... Sonra niçin olduğunu bilmiyorum ama pırıl pırıl ter temiz dişler… Pos bir bıyığı da olmasın! (Nietzsche gibi) 189 Bir bahar günü… Bir deniz kıyısı… Bütün tabiat vecd içinde varolmanın sevincini yaşıyor… Çimenler… Her taraftan kaygısızca fışkıran rengârenk serâzâd, bîpervâ çiçekler, güller… Ağaçlar, güzellikleri ile yere bakan nazarları kendilerine doğru çevrilmeye mecbur ve mahkûm ediyor… Yokluğa isyan eden bitkiler!.. Sizi kötümserliğe sevk edecek bir siyah toprak parçası arasa da gözleriniz, bulamıyor… Tabiî şelaleler… Bir tabiat şehrâyîni…. Bu eşsiz manzaraya eşlik eden, göremediğiniz ufak canlıların verdiği doyumsuz konser!.. Kakafonik fakat eşsiz bir orkestrasyon… Nasıl olmuşsa nihilistimiz, bu sahne içine düşüyor… Yürürken, karşısından, müteharrik3 bir güzellik abidesi; mücessem bir ihtişam ve sultanî bir eda ile yere basmadan süzülürken, şahsiyetinin en değerli zîneti olan tevâzu’ içinde mahviyyetkâr bir tebessüm fırlatıyor; Nihilistimiz ikinci kere bakmak için gözünü çevirme savaşı verirken… Ve birden kayboluyor!.. O simsiyah kalpte bir yaşama sevinci doğurmaz mı? İnat ve iddia ediyorum doğurur! Çünkü içinde yaşadığımız, şu somut hayat; ne ahmakça bir iyimserliğe; ne de zalimce, katran gibi koyu bir kötümserliğe imkân vermiyor! Ben hep felsefeden kaçmaya çalışıyorum ama o, hercaî dilber bir türlü peşimi bırakmıyor… O zaman biraz onunla da meşgul olalım… Ama dikkat! Meşgul olayım derken onun hormonlu cazibesine kendinizi kaptırmayın! Eğer doğrudan doğruya gözünün içine ve derinliğine bakmaya cesaretiniz varsa korkmayın ondan!… Ama yerlere yüzler sürerek yaklaşmaya çalışırsanız korkun ondan… “Ayak bastığın yerlere yüzler süremem!” tavrı içinde temenna ederseniz korkun ondan!.. Veya gençlerin jargonu ile onunla “çıkmaya” kalkarsanız, gönül eğlemeye yeltenirseniz, acımasızca intikamını alır… İmânınızı son damlasına ka3) Bir gün arkadaşlar Merhum Üstad’ı ziyarete gitmişler… Erenköy’deki kiralık ev… Rahmet-i Rahman’a da orada, kiralık evde kavuştu… Biri vasıtası ile tanımadığı bir adama randevu vermiş… Pencereden dışarı bakıyor Üstad… Kısa boylu, fötr şapkalı, paltolu bir adam geliyor… Rahmetli Üstad bu adamı tasvir ediyor: “Baktım! Eve doğru müteharrik bir mantar geliyor!” Müteharrik: Hareket eden, hareket halinde! 190 dar emer! Sizi îmânsız bırakır… Bizi küçük yaşlardan beri hep korkuttular, derinlere bakmaktan men ettiler… Tepelerden bile derinliklere bakmamıza engel oldular… Bizim bağlarımızda su kuyuları olurdu… Hep biz çocuklar, o sonsuz derinlik atfettiğimiz ve hayallerini kurduğumuz kuyuların, görülmesi mümkün olmayan derinliğine bakmak ve hayale dalmak isterdik… Fakat büyüklerimiz hemen uyarırdı: “Kaç kaç Arap çeker!” Bir Orta Anadolu şehrine, çocukları kuyunun içine çekip alıp meçhule götüren bir “Arap” nasıl gelmişti? Unutmayalım: “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri!”, köpeklerimizi bile “Arap, Arap!” diye çağırıyoruz… Asırlardır Yahudilerden çok belki de Yahudi olmayanlar, bu dezenformasyonla Arap düşmanlığı ve Siyonist sempatisi inşâ ettiler, toplumsal bilinçaltımızda… Bir Yahudi çocuğu öldü, diye ağlayan ve rüyalarında(!) Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem’in de ağladığını rivâyet eden hayâsızları (Hayâ îmândandır. Hadis-i Şerif) da unutma… Unutma ki, Siyonistler Türkiye’de İsrail’den daha güçlü ve daha etkili… İşte bugün ortaya çıkarılmaya çalışılan “Türk İslam’ı”, “Anadolu İslam’ı”, “Arap İslam’ı” ve devamı gelecek olan “Çin İslam’ı”, “Japon İslam’ı” gibi bîzatihi Müslümanlar arasında tefrika çıkarmaya matuf, fikir namusuna mugayir gayretler de bu cümledendir… Nitekim Arap düşmanlığı şeklinde yorumlanabilecek, hadis bile uydurmuşlardır. Ahmet Naim, “İslâm’da Dava-i Kavmiyyet”4 ismiyle güzel bir yazı yazmış. Ve bu yazı Sebilürreşad mecmuasında neşredildikten sonra, kitap halinde de basılmıştır. Artık “Araplar, bizi arkadan vurdu!” gibi gayr-i ciddi yaklaşımları dikkate bile almıyorum !... Şimdi biraz da felsefe ile halleşmeye devam edelim… Fakat onunla tartışırken makyajını silmesini şart koşun!... Aksi halde çok yaşlı; fakat makyajla genç, fettan gözüken, binlerce erkeğin artığı ihtiyar yosma sizi kandırır… Gerçi onunla oturmuş kalkmış, yüzgöz olmuş, hukuku olan, size rehberlik eden bir Üstad’ınız varsa korkmayın! Ama yine de dikkat! 4) Ahmet Naim, İslâm’da Dava-i Kavmiyyet, İstanbul, 1332 ( M.1916 ) 191 Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm. Şîrin dahi kasd etmesi câna gülerektir. Ziya Paşa Şimdi size; “çekiçle felsefe yapan”, “değerlerin yeniden değerlendirilmesini isteyen” , “nihilizmi, nihilizmle yok etmek için kullanmayı tavsiye eden” “tehlikeli belki”nin filozofu Nietzsche’nin bir şiirini veriyorum: ARIADNE’NİN YAKINMASI Kim ısıtır, kim sever beni daha? Sıcak eller uzatın bana! yürek mandalları uzatın bana! Vurulup düşürülmüş, çırpına çırpına, can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan, sarsılmışım, ah! bilinmeyen ateşlerle yana yana, Adlandırılamaz! Açıklanamaz! İğrenç! Sen ey bulutların ardındaki avcı! Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle, sen alaycı göz, dikmişin gözünü bana karanlıklardan! Yatıyorum öyle, kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle bütün sonsuz ezaların, vurdun beni, sen ey zalim avcı, sen ey tanınmaz— Ta n r ı … 5 Şimdi şiiri şu ipuçları ile birlikte bir daha değerlendirin: “Tanrılara resmî yoldan seslenmenin adı hymnos idi, Dionysos’a hitaben seslendiklerinde dithyrambos, Apollon’a yakardıklarında ise pain.6” Ve Ariadne, Dionysos’un karısı, Theseus’un 5) Frıedrıch Nietzsche, Dıonysos Dithyrambosları, çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Kabala, 1993, sh. 69 6) Egon Frıedel, Antik Yunan’ın Kültür Tarihi, çev. Necati Aça, Ankara, 1999, sh.121 192 sevgilisi7”… Ve bu şiir, Nietzsche tarafından Cosima Wagner (Bestekâr Wagner’in karısı )’e yazılmış8… Ve işin çok önemli bir yanı da C. Wagner; Nietzsche’yi “hastalıklı”, “güçsüz”, kadınların “ulvi misyonlarını hiçbir şekilde anlayamayan”, ve “iktidarsızlık spazmlarından” başka bir şey olmayan kitaplarının ise “acınası aşağılıklar” içeren, her kelimesi çalıntı, “bariz orijinalite eksikliğini”, “megalomanlıkla” kapatmaya çalışan, “kötü ve aşağılık bir karakteri”, yani gerçeği ortaya çıkardığını, söylüyordu. Cosima, Chamberlain’e yazdığı mektupta Zerdüşt hakkında: “Bu kitabı okuma zahmetine katlandık” dedikten sonra “aptallığı bizi hayrete düşürdü” diye de ekliyordu.”9 Bu ipuçlarının ışığında okuyunca şiir ne kadar farklı bir anlam kazanıyor… Nihilizmin tespitinin ne kadar zor olduğu… İnsanların iç dünyalarını kendilerinin de bilip bilmediklerinin şüpheli olduğu ve ayrıca, kendi kendilerini anlasalar dahi ifade etmek isteyip istemedikleri, isteseler dahi bunların ne derece mümkün olduğu gibi bir dizi soru çıkıyor ortaya! Bir de Böyle Buyurdu Zerdüşt hakkındaki tespitin de ne kadar üzerinde durulmaya değer olduğu… Ümit etmeye mecburuz yaşamak için… Ümit etmek için de inanmaya mecburuz.. Dolayısıyla yaşamak için inanmaya mahkûmuz!... Aksi halde hayat bir anda stop eder! Makinayı çağrıştırmak istedim… Nasıl devâsa bir fabrika, bir “stop” düğmesine basınca bütün hayatiyetini kaybederse, hayat da stop eder… Ümit etmek de ancak inanmakla mümkündür… Verdiğim kaza ve benzer örnekler, biraz da bu hal insanın “varolma yüzsüzlüğü” mü? “Hayata asılma pişkinliği” mi? Veya yaratılışında meknuz bulunan “ Yaşama iradesi” mi? Veya “neslini devam ettirme hırsı” mı?........ Yoksa: 7) Şefik Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul, İnkılap, 1994, sh. 400, 157 8) Joachım Köhler, Aşklar ve Çiftler, Cosima Wagner, Frıedrıch Nietzsche, çev. Atilla Dirim, İstanbul, iletişim, 1999, sh. 200 9) A.g.e. sh. 190 193 Tek neşe bu dünyada, var olmanın sevinci Ve tek ilim, varlığın bilinmeden bilinci. Necip Fazıl 1977 Veya: Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu bahçe, bu kuş, bu nur Ve gönül Tanrısına der ki: - Pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden! Cahit Sıtkı Tarancı 1936 Her mihnete rağmen, eksilmeyen “gün” hasreti mi? “Gün”, “güneş”ten daha yumuşak bir ifade… “Gün”, “güneş”e göre daha mütevazı, daha utangaç, daha insanî… Güneşin; şımarıklığının, ucb ve kibrinin yanında “gün” ne kadar mahviyetkâr? Gün ağarıyor… Birazdan gün batacak… Gün görmez… Gün batısı… “Gün” e bile razı insanoğlu… “İnanma” insanın varlık yapısına ait bir fenomendir… Yani insanı insan yapan olmazsa olmaz bir özelliğidir. İnsanın sahip bulunduğu varlık şartına ait özelliklerden birisi de homo credo (İnanan bir varlık) olmasıdır…. İnanma, gündelik hayattan başlıyor, kademe kademe yükselerek transcendantal, aşkın, müteal, insanüstü bir varlığa inanmaya kadar varıyor… En sonunda, “İnanma, insanla Tanrısal varlık arasındaki münasebettir”10 Bu noktada ciddi bir felsefi sorunla karşılaşıyoruz: “İnanma” insanın varlık yapısına ait bir fenomen olduğuna göre, “inanmayan” bir insan yok mudur? Meseleye yatay ve dikey olarak ama derinliğine bakarsak; yani insanın konkre varlığını, 10) Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak. Yay. 1968, sh.292 194 sosyolojik, psikolojik, antropolojik, felsefi, tarihsel vd. niteliklerini hesaba katarsak, şöyle bir izah kabul edilebilir… Bir insan geçici bir zaman için transcendantal bir varlığa inanmadığını iddia (bu insanlık durumunu bir iddia olarak alıyorum.) edebilir… “İnanma”dığı iddiasına inanmak zorundayız… Fakat bunu iddia eden insan dahi reel fenomenler kendisini terk ettiği anda “inanmak” zorundadır… Nedir bu reel fenomenler? Gündelik yapıp etmelerimizde karşılaştığımız; ama sürekli olması mümkün olmayan; solan, pörsüyen, dökülen, yok olan, kuruyan, bitimli unsurlar… Gençlik, güzellik, sıhhat, zenginlik, mal, mülk, statü, mevki, iktidar, her türlü başarı… İşte bu reel fenomenlerin terk ettiği anda insan “inanmak” zorundadır. Ve bu inanma, bir şekil ve muhteva içinde dini inanca dönüşebilir ve hatta dönüşmektedir.… Tarihsel süreç içinde, ölümlü olan insan; kutsala, kuşandığı akıl kılıcı ve ürettiği bilim ile bütün imkân ve kabiliyetini kullanarak saldırsa da, nedametler, pişmanlıklar, dönüşler kaçınılmazdır… İnsanoğlu; babasına başkaldırdıktan sonra, yaşadığı tecrübelerin nedameti altında ezilmiş, hayal kırıklığı içinde babasının önünde tevazû ile eğilip, özür dileyen çocuğa benziyor… Yukarıda zaman ve mekân dışı “inanma” yı zorunlu kılan sebepler yanında, bir de çağımıza özgü “dine dönüş” e zorlayan şartlar var: Manevî sefalet, maddî sefalet, İnsanın ruhunun maddesine yetişemediği korkunç değişim, apansız ortaya çıkan hastalıklar, her birinin çaresi bulunduktan sonra ortaya çıkan, tedavisi mümkün olmayan yeni hastalıklar; bakterilerin antibiyotiklere karşı, mutasyon geçirerek direnç kazanmaları, özellikle çağımıza özgü bilimin ve insanın gücüne olan güvenin, inancın sarsılması, Aydınlanma iyimserliğinin feci bir aldatılma olduğunun yaygınlaşması; teknolojinin zamanı kısaltması, megalopolis olgusu, artık günler 24 saat değil, seküler ethosun ihtirasları beslemesi, yok olmayan geri dönüşümlü ihtirasların dehhameleşmesi, insanın kuyruğunu kovalayan mitolojik bir canavara dönüşmesi, “insanın doymamaktan dünyaya küsmesi…” Daha uzatılabilir, her biri üzerinde ayrı ayrı durulabilir… 195 “Modern” insanı veya postmoderniteye savrulmasını biraz da şöyle anlayabilir miyiz acaba? Hayat algısını, yaşama felsefesini… Sonunda dine dönüşünü… Postmodernist savruluştan sonra bu bir temenni mi sadece? Offf! Yine karıştı her şey biri birine… İnanın ben karıştırmadım, her şey beni öyle bir karıştırdı ki kendi içimde… Ama postmodern fazda insan dine nasıl dönecek? Kendi kendini bulamıyor ki… Çocukluğumuzda bizim bağımızın alt tarafındaki boşlukta çiftçiler harman savururlardı… Postmodernitenin savurması canlı bir imaj olarak, o günleri hatırlatır bana… Önce dövenle öküz veya inek sap demetlerini ezer, Sonra çiftçiler yaba ile rüzgâra karşı savururlar… Parçalanan samanlar değil, samanların zerreleri uçuşmaya başlar rüzgârın önünde… Ufak bir rüzgârla bir dağın tepesinde, ufak bir esintiyle diğer dağa savrulmuş… Sürekli savruluş içindeki insan kendini yakalayamıyor ki; onu bu savrulmanın objesi yapan hayat hakkındaki tasavvurları olsun? Çünkü anlamdan soyutlanmış insan o kadar zayıf ki, “saçma” hortumunun içinde oradan oraya savruluyor… Veya kendini bu savrulma içinde, bir idam mahkûmu gibi mi telakki ediyor? Kendi iradesini, tercihlerini aşan bir durum!... Ve bir boş vermişlik!....??? Ve bir Aldırmazlık! Ve bir kayıtsızlık! Belki de bir vazgeçiş! … Kavramı bulamadım… Ama bu yaşantıyı tercüme edecek bir kavram var mı? Koskoca Batı uygarlığının beş bin yıl sonra bize verdiği hayat algısı bu mu? Dünya bu mu? Hayat bu mu? Batsın bu dünya! Batı uygarlığının bizi aklımızdan tutup, getirip tek başımıza bıraktığı hayatın geldiği nokta arabesk!... İnsan nasıl kabullenir bu durumu; teknolojiniz başınıza çalınsın!!!! Ben bu hayatın hesabını soruyorum!... Acaba “arabesk” diye hafife aldığımız insanlık durumu ve “arabeskçiler” diye aşağıladığımız insanlar hayattaki bu trajediyi bizden daha derin mi hissediyorlar? Bizden daha derin mi seziyorlar, bu “saçma” hayatın DNA’larını? Bir duygu, haddini aşınca zıddına döner! Geçen gün Roman müziği dinlettiler bana… Sürekli sürgün hayatı yaşayan, horla196 nan, hakarete uğrayan, nefret edilen, daima şüphe ile karşılanan, itham edilen Romanların bu duyguları o kadar derin ve haddi aşıyor ki; baktım hayatlarında ve müziklerinde zıddına dönmüş… Neşeye dönüşen hayatlarını, notalara tercüme eden Roman müziği de aynı coşkuyu terennüm ediyor! Fakat köklerinden kopan insanların, derinliğine yaşayamadıkları, postmodernitenin hep yarım, bulaşmış üzüntülerinin, endişelerinin, kaygılarının şekillendirdiği yaşam pratikleri ve onu terennüm ve tercüme eden arabesk müzik, derinliğine yaşanmayan duyguların intikamı olarak yaşanan hayat gibi yerlerde sürünüyor! {Bütün bunlar, hayatta onun için her şeyin bittiğini, tek çıkar yol kalmadığını düşündüğü anda olmuştu……….. İkincisi; meşum çözülmenin henüz uzakta oluşu, hiç değilse pek yakın sayılmaması... Belki de onu ancak ertesi sabah gelip alacaklarını kuruyor, cesaretleniyordu. Önündeki birkaç saat ona yeter de artardı bile! Onu, asılmaya giden bir idam hükümlüsüne benzetiyorum. Arabayla upuzun bir sokaktan, ağır ağır, binlerce kişi önünden geçilecek, bu sokaktan başka sokağa sapılacak, korkunç meydan o ikinci sokağın öbür ucundadır! Bana öyle geliyor ki mahkûm bu sefil arabayla yola çıkarken önünde bitmez tükenmez bir hayat varmış gibi bir duygu içindedir. Ama evler bir bir geride kalır, araba yola devam eder. Gene de önemi yok bunun, ikinci sokağa sapmaya çok var daha,.. Mahkûm istifini bozmaz, sağı solu kayıtsız bir merakla seyreder; bakışlarını, gözlerini ona dikmiş binlerce kişi üzerinde metanetle gezdirir. Kendisinin de onlardan biri olduğunu sanır. İşte öbür sokağın dönemeci! Ama bu da önemli değil, daha upuzun bir sokak var önünde. Evler geride kaldıkça mahkûm hep “önümüzde daha çok ev var...” diye düşünecektir.11} Ama yine rahat yok! Sen boş versen de, o senin yularını boşlamıyor… 11) Dostoyevski, Karamazof Kardeşler, çev. N. Yalaza Taluy, İstanbul, MEB, 1963, sh. IV / 362 197 {Prens akşam saat yedide bir dakikalığına görüşmek için Lebedev’e haber gönderdi…………. Lebedev oldukça soğuk bir sesle: -Herkesin kendine göre bir rahatsızlığı vardır, Prens! Hele tedirginliğin alıp yürüdüğü çağımızda. Ondan sonra da, umduğunu bulamamış bir adamın kırgınlığıyla birden sustu.” 12 Ey Batı Uygarlığı! Kimine “deli” dedin tımarhaneye attın, kimine “suçlu” dedin hapishaneye attın, kimilerine de “Benim gibi inanmıyorsun!” dedin, üzerlerine bomba yağdırdın ve yağdırıyorsun!... Bu kadar zulüm! Bu kadar zulüm! Evet, dünyayı bir cezaevine çevirdin… “Onu, asılmaya giden bir idam hükümlüsüne benzetiyorum” Acaba ortaya çıkan Batı insanı ve diğer coğrafyalardaki yansımalarını bundan iyi anlatabilecek bir tasvir olabilir mi? Fakat zülüm hem mazlumun ahlakını bozuyor, hem de zalimin! Artık bugün senin elinden sadece canını kurtarabilen kadın takdir ve tebrik mevzuû! Hiç kimse bedelini sormuyor!!! Görmüyor musun şu kadını! Bir eli yağda bir eli balda örnek bir bayan! Bir fahişe dünyaya örnek olarak takdim ediliyor!... “Bedel” in adı bile kalmamış! Bak! Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, şimdi de Mısır yanıyor!... Filistin, Filistin… Ah! Filistin… Bütün İslâm dünyası yanıyor… Bir gazete haberi: Türkiyelilerin fert başına düşen millî geliri, 15.000 $’a çıkacak!... Bir gazete haberi: İstanbul finans merkezi olacak! Bir gazete haberi: Erciyes Dağı’na yirmi adet turistik otel yapılacak! Bir gazete haberi: Erzurum’da yapılan Dünya Üniversiteler arası spor olimpiyatlarında, sporcuların her birinin komodini üzerine prezervatif kondu… AİDS tehlikesine karşı… Peki! Manevî AİDS için de prezervatif var mı? 12) Dostoyevski, Budala, çev. Mehmet Özgül, İstanbul, Can yay. 1982, sh. I-II / 509 198 Reel fenomenlerini kaybetmiş bir insanı düşünelim birlikte… Maddî imkânınız olağanüstü… Dünyanın en mükemmel bir hastanesinde, sevdiğiniz bir yakınınız yatıyor!... Doktor: “Tıbbî olarak bütün gerekleri yerine getirdik! Beklemekten başka çare yok!” dedi… O anda transcendantal bir varlığa inanır mısınız? İnanmaz mısınız? Sarsıcı bir örnek oldu… Üzerinde derinleşmek istemiyorum… Biraz daha eğlenceli bir örnek! Bizde eğlence var mı? Aynı bölümde okuduğumuz, fakat fikren bizim dışımızda bir sınıf arkadaşım bir gün yüzüme baktı, baktı, baktı: “Senin gülüşünde bile bir ıstırap var!” demişti… Felsefe dersinde öğrencilerle bu konuları tartışırken, cins talebelerden biri - sonradan basın sektöründe önemli bir yer edindi, çok oldu öleli, genç yaşında- tanrıyı inkâr ediyor, konu tartışılıyor, öğrenciler arasında, ben müdahale etmeden dinliyorum… Diğer öğrencilerden biri dikkat çekecek bir şekilde, “Müsaade ederseniz …….’a bir soru soracağım” ben de, buyur, sor dedim… Mesele şu: İki okulun basketbol şampiyonluk maçı var. Hangisi yenerse o şampiyon olacak… Bahsettiğimiz öğrenci basket takımında oyuncu… Onun takımı 1 sayı geride… Şampiyonluğu kaybediyorlar, derken, son 1 saniye kala faul onlar lehine… Eğer faulleri atarsa oyun bitecek, onlar şampiyon olacak… Faulden doğan iki atışı da, bahis konusu olan öğrenci kullanacak… Yani o yaştaki öğrenciler için çok ciddi ve çok stresli bir durum… Arkadaşı hadiseyi hatırlattı ve sordu: “x sen faulleri atarken dudağın kımıldadı, o anda ne söyledin?” Cevap çok dürüst bir itiraf: “Dua ettim!” Hiçbir zaman “Tanrı” ispatlarına ve bu tür tartışmalara sıcak bakmadım… Hatta bana giran geldi… Aynı şekilde “kader” konusu… TV’lerde tartışıyorlar… İmrenmiyor değilim… Adamların beyinlerindeki bütün kıvrımlar ütülenerek, kaybolmuş… Sanki hava durumunu tartışıyorlar… 199 Ben on yıllardır, sanatkârların insanı psikologlardan daha mükemmel anladıklarına inandım… Hala da inanıyorum… Hele büyük sanatkârlar… Felsefedeki soyut düşünceler, sanatkârın kaleminde ete kemiğe bürünüyor… Onda konkre insanı bulabiliyorsunuz! Sanki soyut düşüncelere elinizle dokunabilirmiş gibi bir zehaba kapılıyorsunuz! Sanki büyük sanatkârın; kelimeleriyle, melodileriyle, fırçasıyla felsefe bulutların üzerinden ölümlüler dünyasına indiriliyor… İşte kendimi daha iyi ifade edebilmek için üç sanatkâra başvuracağım… Sandığımdan da fazla yardımcı olacaklarını umuyorum beni tercümeye! İşte size bir durum: Bir askeri gemi denizde yol alırken, korkunç bir fırtına başlar: “Geminin güvertesi altındaki yirmi dörtlük toplardan biri bağlarını koparmıştı. Bu hal denizdeki olayların belki en müthiş ve korkuncudur. Açık denizlerde hareket halinde bir harp gemisi için bundan daha kötü bir şey olamaz. Bağlarını koparan bir top birden bire tabiatüstü, vahşi ve canavar haline gelmiş makineye döner.13” Yazar geminin deniz üzerinde denizle savaşını uzun, sayfalar halinde anlatır ve: “Serbest olan topun her hareketi geminin batmasını hazırlıyordu. Bu hal biraz daha sürerse batmanın önüne geçilemezdi… Ya mahvolmak yahut hemen tedbir almak; bir karar lâzımdı, ama hangi kararı? Bu top ne müthiş savaşçıydı! Mesele bu müthiş deliyi durdurmaktı. Mesele bu şimşeği yakalamaktı. Mesele bu yıldırımı yere vurmaktı.14” Durum anlaşılıyor gemi büyük bir batma riski içinde: 13) Victor Hugo, Doksan Üç İhtilali, çev. Burhan Toprak, İstanbul, MEB, 1967, sh. 38 14) A.g.e. sh. 43 200 “Boisberthelot, La Vieuville’e dedi ki: -Şövalye Allah’a inanıyor musunuz?. La Vieuville cevap verdi: -Evet ve hayır! Ara sıra! -Fırtınaya tutulmuşken? -Evet, Ve hele şimdiki gibi olunca! Boisberthelot: -Bizi bu durumdan ancak Allah, kurtarabilir. Dedi. Herkes susuyor, topun tahriplerine seyirci kalıyordu. Dışarıda gemiyi döven dalgalar, topun vuruşlarına deniz vuruşlarıyla cevap veriyordu.15” Mesele didişme, cedelleşme değil! Bir kere şu nefsaniyeti bırakalım ve kabul edelim ki; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin lûtfu, keremi olmadan kimse kimseyi îmâna getiremez… Biz bu hadiseleri vermekle birilerini îmâna getireceğiz gibi bir iddia sahibi değiliz… Bizimkisi meseleyi nefsanî platforma taşımadan en iyi şekilde tebliğ ve Hak Teâlâ Hazretleri’ne iltica ve sonucu intizâr… Bir durumu daha paylaşmak istiyorum… “Bu uzun yolculuğa çıkmadan önce, doktorun akciğer kanseri teşhisi koyduğu o günlerde yapabildiğim tek şey, şehir dışındaki parklarda dolaşmaktı. …….. Aslında, okumaya hiç niyetim yoktu. Bir kitap eksik bir kitap fazla, ölü bedenimin yakılması sırasında hiçbir şey fark etmeyecek. ……… Hayat çözülmesi imkânsız bir kırgınlıklar, hınçlar yumağı değil miydi aslında, başka bir anlamı var mıydı? Ama böyle bitivermesi için biraz erkendi. Bugüne kadar hiç akıllıca yaşamamış olduğumu fark ettim birden, şâyet bir mucize olur da başka bir hayatım daha olursa, büsbütün farklı yaşayacaktım onu.” 15) A.g.e. sh. 44 201 [Bir insanın geçmişinin objektif değerlendirmesini yapması için ille de duvara dayanması mı lâzım? İle de reel fenomenlerin kendisini terk etmesi mi lâzım… Şu anda her birimiz niçin romanın kahramanı ile tek vücut olup, onun yaşadıklarını içselleştiremiyoruz? Ve onun o anda verdiği kararı, niçin biz sıhhatli bir hayata sahipken, veremiyoruz?] {Mucizelere inanmadım hiç, kadere inanmadığım gibi ama ümitsiz bir durumdaysanız mucizelerden başka ümit bağlayacağınız ne kalır?.} On beş gün sonra, kararlaştırılan tarihte, fibroskopi yapılması için hastaneye gittim Erkek kardeşim, hiç istemediğim halde benimle geldi. Yakınlarımın yanında duygularımı belli etmek istemiyordum. Yalnız olursam kendimi daha kolay kontrol edebilirdim,.. Ama onu razı edemedim. Hastanede çalışan eski bir lise arkadaşım beni doğru radyografi bölümüne götürdü. Doktor, gözünde gözlükleri, döner tabureye oturmuş, dosyamda kayıtlı tanıyı okuduktan ve akciğer filmlerini inceledikten sonra, bir lateral röntgen çekilmesi gerektiğini söyledi. Başka bir serviste bu filmi çektirmem için bir kâğıt yazıp elime verirken, filmleri çekilir çekilmez, kurumasını beklemeden görmek istediğini belirtti. Güzel sonbahar güneşi pırıl pırıldı. İçerisi epeyce serindi. Oturmuş, pencereden güneş içindeki yeşilliklere bakarken, birden içimde bu sonsuz güzelliğin büyüsünü hissettim.. Geçmişte güneşe hiç böyle bakmamıştım. Röntgen filmlerinin karanlık odada, basılmasını beklerken, pencereden güneşe bakıyordum. Oysa güneş çok, çok uzaktaydı ve benim şimdi, şu an yaşayacaklarımı düşünmem gerekiyordu. Ama hâlâ düşünülecek bir şey kalmış mıydı? Durumum, bütün delillerin suçluluğunu gösterdiği bir canininkine benziyordu, yargıcın idam hükmünü bildirmesini bekleyen bir canininkine. Onu ancak bir mucize kurtarabilirdi. İki ayrı hastanede çekilmiş iki uğursuz röntgen filmi benim idam hükmünün belgeleri değil miydi? 202 Bilmiyorum ne zaman, belki pencereden güneşi seyrettiğim sırada, birden, Buddha Amithaba’ya dua etmekte olduğumu fark ettim. Giysilerimi yeniden giymeye başladığım ve o infaz odasından, hastaları upuzun yatırdıkları o aygıtlar dünyasından çıktığım andan beri dua ediyordum. O ana kadar, bir gün dua edeceğim aklıma gelse, bu saçma fikre gülüp geçerdim. Tapınaklarda tütsüler yakan, Buddha Amithaba’nın adını mırıldanarak yerlere kapanan yaşlı kadınları, yaşlı erkekleri gördüğümde hep acırdım onlara. Bu acıma duygusunun sevecenlikle hiçbir ilgisi olmadığını itiraf etmeliyim. O anki duygularımı sözlerle ifade etmem gerekse, şöyle derdim: ‘Zavallı insanlar! Ne kadar güçsüz hepsi, acınacak haldeler. En küçük bir ümitleri bile kalmayınca, istediklerini elde edebilmek için dua mırıldanmaktan başka çare bulamıyorlar.’ Gençliğin doruğunda güçlü bir erkeğin, güzel bir kadının dua etmesi aklımın alacağı bir şey değildi. Gencecik müminlerin ağzından Buddha Amithhaba adını duyduğumda gülmemek için kendimi zorlardım, küçümserdim onları. Genç, hayat dolu bir erkeğin böylesi budalalıklarla uğraşması neyle açıklanabilirdi? Oysa bugün, ben de büyük bir coşkuyla, bütün kalbimle dua etmiştim. Kader o kadar acımasız ve insanoğlu o kadar zavallıydı ki. Ve gerçek bir felaket karşısında nasıl çaresiz. Evet idam hükmünün yüzüme okunmasını beklerken, bir hiç olduğumun bilincindeydim, pencereden sonbahar güneşini seyreder ve sessizce Buddha ’ya dua ederken. Eski sınıf arkadaşım kendisini tutamamış, kardeşimle beraber karanlık odaya dalmıştı. Kardeşimi çıkardılar dışarı, radyografi bölümünün önünde beklemekten başka çaresi yoktu. Hemen ardından sınıf arkadaşımı da çıkardılar, o da kapıda beklemeye başladı. Dikkatleri artık idam mahkûmunda değil, bildirilecek idam hükmündeydi. Aslında, bu metafor gerçeğe pek uygun değildi. İçimden durmadan Buddha’nın adını tekrarlayarak, olanla203 rın tamamen dışında bir gözlemci gibi içeri girip çıkışlarını seyrediyordum uzaktan. Birden bağırdıklarını duydum: -Ne? -Hiçbir şey yok mu? -Bir kez daha bakın! -Bugün öğleden sonra sadece iki lateral radyografi çekebiliriz, diye öfkeyle bağırdı biri, karanlık odadan. Dışarıdakiler, ellerindeki penselerle filmleri havaya kaldırmış bakıyorlardı. Teknisyen de karanlık odadan çıktı, şöyle bir göz attı, bir şeyler söyledi, sonra bir daha onlarla ilgilenmedi. Buddha’ya hamdolsun! Az önce Buddha Amithaba’ya okuduğum duaların yerini alan bu sözcükler çocuksu bir sevincin ifadesiydi. Bu ümitsiz durumdan kurtulur kurtulmaz dilimin ucuna gelen ilk cümle buydu! Buddha sesimi duymuş ve o inanılmaz mucize gerçekleşmişti. Ama sevincimi saklıyordum, duygularımı belli etmeye cesaret edemiyordum. Tam da rahatlamış değildim. Hâlâ ıslak olan film elimde, gerçeği bir kez daha duymak için gözlüklü doktorun yanına gittim. Tiyatro sahnesindeymiş gibi kollarını iki yana açarak cevap verdi: -Harika, değil mi? -Başka bir araştırma daha yapılacak mı? diye sordum, fibroskopiyi kastederek. -Daha ne yapalım istiyorsunuz? diye bağırdı, azarlarcasına. Azarlamaya hakkı vardı, o hayat kurtarmaya çalışıyordu. Sonra beni radyoskopi ekranının önüne götürdü, kuvvetli nefesler aldırdı, öksürttü, önce sağa, sonra sola döndürdü. -Siz kendiniz de görebilirsiniz, dedi, filmleri kontrol ettiği ek204 ranı göstererek, bakın, bakın! Aslında pek de net bir şey görmüyordum, kafam karmakarışıktı; siyah-beyaz ekranda göğüs kemiklerim vardı. Hiçbir şey yok, gördünüz ya! diye devam etti, aynı azarlayan ses tonuyla, sanki onu sinirlendirmek için mahsus ısrar ediyormuşum gibi. -Peki ama o filmdeki görüntüyü neyle izah ediyorsunuz? diye sordum gene de. -Şu anda hiçbir şey yoksa hiçbir şey yok demektir. Kaybolmuş, yok. Bir grip, bir zatürree böyle bir lekeye neden olabilir. Ve iyileşince kaybolur. Ruh halleri konusunda hiçbir şey sormadım. Onlar da böyle bir gölge oluşturabilir miydi? -Gönlünüzce yaşayın delikanlı! Sonra, döner taburesini çevirdi ve artık benimle ilgilenmedi. Doğruydu, yeniden yaşamaya başlamıştım, yeni doğmuş bir bebekten daha genç hissediyordum kendimi. Güneşin aydınlığı tekrar benim olmuştu. Onunla mutlu olabilirdim. Eski sınıf arkadaşım çimenlerin kenarında bir sandalyede, kaderden söz etmeye başlamıştı; kaderden, artık onun yardımına ihtiyacımız kalmadığı zaman söz ederiz. -Hayat hayran olunacak bir mucize, diyordu, …….. Bu bilinmezlikler dünyasında herkesin kaderi kendine! Dedi sonunda. Ben ise yaşam tarzımı gözden geçirmek zorundaydım, yeni bir hayat kazandığıma göre. “16 Araya girmek istemedim… Fakat en azından boltladığım kısımlara bir daha dikkatinizi rica ediyorum… Belki merak etmişinizdir, romanın son cümlesini: “Aslında hiçbir şey anlamıyorum, kesinlikle hiçbir şey anlamıyorum. Böyle işte.” 17 16) Gao Xingjian, Ruh Dağı, çev. Gülseren Devrim, İstanbul, Doğan kitap, 2002, sh.85 17) A.g.e. sh. 550 205 Üçüncü bir hadise: “Aristokrat bir Rus ailenin kızı olan Nataşa’nın hastalığı çok ciddi idi… Doktorlar konsültasyon yapıyorlar fakat bir türlü teşhis koyamıyorlardı… {Aziz Petro yortusu perhizinin sonunda Rostov’ların Otradnoye’deki komşusu Agrafena İvanovna Belova velilere dua etmek üzere Moskova’ya gelmişti. Nataşa’ya perhiz yapmasını teklif etti, genç kız bu düşünceye sevinçle sarıldı. Doktorun kendisine sabahleyin erkenden sokağa çıkmayı yasaklamasına rağmen, perhiz tutmakta inat etti. Hem de Rostov’ların evinde her zaman yapıldığı gibi, yani evde üç ayin yaptırmakla yetinerek değil, Agrafena İvanovna’nın yaptığı gibi tüm bir hafta, sabah, öğle ve akşam dini törenlerden hiç birini kaçırmadan perhiz tutmakta direndi. Nataşa’nın kendisine bulduğu bu yeni uğraşma konusu kontesin hoşuna gitmişti. Başarıya ulaşmayan doktor tedavisinden sonra duaların belki de Nataşa’ya ilâçlardan daha çok etki yapacağı umudundaydı. Ve korkuyla bunu doktorlardan saklayarak Nataşa’nın isteğini yerine getirmeğe razı oluyordu.”18 Kontes Nataşa’yı Belova’ya emanet etmişti. O da gecenin üçünde geliyor ve Nataşa’yı uyandırıyordu… “Nataşa, Agrafena İvanovna’nın öğüdü üzerine, kendi semtlerinin kilisesinde değil, dindar Belova’nın söylediğine göre çok sert ama örnek denecek kadar ahlâklı bir hayat yaşayan papazın bulunduğu başka bir kilisede perhiz yapıyordu. Bu kilisede her zaman çok az kalabalık oluyordu. Nataşa ile Belova, birlikte her zaman anlaştıkları yerde, Hazreti Meryem’in kilisenin sol klirozun arka kısmın da duvara gömülü tasvirinin önünde dururlardı. Genç kız, sabahın o alışılmamış saatinde, önünde yanan mumların ışığı ve pencereden içeriye süzülen sabah ışınları ile aydınlanan Hazreti Meryem’in siyah yüzüne bakıp, anlam ı n ı bildiği ayinin tüm seslerini izlemeğe çalışırken, kavranılması imkânsız yüce varlığın karşısında benliğini saran bir kadere razı oluş hissediyordu. Tö18) Tolstoy, Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Cem, 1970, sh: 3 / 1232 206 rende okunan duaları anladığı vakit, içindeki duygular tüm ayrıntılarıyla birlikte dudaklarından dökülen duaya katılıyordu, anlamadığı vakit ise anlamayı istemenin boş gururdan başka bir şey olmadığını, her şeyi anlamanın imkânsız olduğunu, yalnız inanmak ve o anda kendini onu yönelten Tanrıya vermek gerektiğini düşünüyor, bu da içinde tatlı bir duygu uyandırıyordu. Haç çıkarıyor, yerlere kapanıyor, okunanları anlamadığı vakit ise, yalnız yaptığı adiliği düşünerek dehşete kapılıyor, Tanrıya, ne yaptıysa hepsini bağışlaması için yalvarıyordu. En çok kendini verebildiği dualar pişmanlık dualarıydı. Sokaklarda yalnız, işleri başına giden taşçılara ve sokakları süpüren çöpçülere rastladıkları sabahın o erken saatinde eve dönerlerken, herkes daha uykuda olurdu, Nataşa ise içinde kusurlarını düzeltmenin, pırıl pırıl, tertemiz bir hayat yaşamanın, mutluluğa kavuşmanın mümkün olduğunu hissettiren yepyeni bir duygu duyardı. Bu yaşantıyı, sürdürdüğü tüm o hafta boyunca, bu duygu her gün gittikçe daha çok güçlenmişti. Agrafena İvanovna’nın özel bir önem vererek söz ettiği “Kutsal ekmeği yemek” ya da “Başkalarıyla o ekmeği paylaşmak” mutluluğuna erişmek, genç kıza o kadar yüce bir şey olarak görünüyordu ki, o kutsal pazar gününü sabırsızlıkla bekliyor, o güne kadar yaşayamayacağını sanıyordu. Sonunda o mutlu gün, gelip çattı ve Nataşa o unutamayacağı Pazar günü, sırtında beyaz muslin bir giysiyle kutsal ekmeği yedikten sonra eve döndüğü vakit, aylardır ilk kez olarak içinde bir huzur duydu, artık kendisini bekleyen yaşantı ona ağır gelmiyordu.19” Bütün bu olanlar doktorlardan saklanıyor… Onların hiçbir şeyden haberleri yok!... Tolstoy zamanının modern tıbbına karşı 19) A.g.e. sh. 1233 207 inanılmaz bir ironik yaklaşımla, acımasız bir biçimde yükleniyor: O gün, doktor gelince Nataşa’yı muayene etti ve son iki hafta önce vermiş olduğu tozdan kalanını almağa devam etmesini söyledi. Kendi başarısından ötürü memnunluk duyduğunu ve ferahladığını belli ederek: -Muhakkak almağa devam etmeli! dedi. Sabah akşam almalı… Yalnız çok rica ederim, daha dikkatli olunuz, Sonra eline sıkıştırılan altını avucunun içinde çevik bir hareketle gözden saklayarak şakacı bir tavırla: -Hiç üzülmeyin kontes! diye ekledi. Yakında gene şarkı söylemeye ve neşelenmeye başlayacağız. Son verdiğim ilâç onun için çok, çok yararlı oldu! Çok... çok kuvvetlendi. Kontes neşeli bir yüzle misafir odasına dönerken tırnaklarına baktı ve “tu... tu...” diye tükürür gibi yaptı.20” Ek olarak şu örneği vermeden geçemeyeceğim: “General öfkelendi: -Peki, hepiniz üzerinizde haç taşımıyor musunuz? Rus çocukları hep bir ağızdan, hatta biraz da kırgın olarak cevap verdiler! Sanki Rus toprağının kendisi karşılık veriyordu: -Olmaz olur mu efendim! Hepimizde var! Hepimizde! - Öyleyse dua edin! Yarın sabah Almanlar buraları dövmeye başlayacak. Onun için dualarınızı ihmal etmeyin. “21 İşte tam reel fenomenlerin insanı terk ettiği an! Almanlar bombalayacak! Muhayyilenize havale ediyorum… 24 saat sonra bu konuşmanın geçtiği savaş alanını tahmin edebiliyor musunuz? Gerçekten Rus halkı çok dindar… Soljenitsin de mükemmel tebarüz ettirmiştir… 1970 yılında Nobel ödülü alan Soljenitsin, “Ağustos 1914”, 1972’de yayınlandığında çok ilginç tespitler yapılmıştı: “Dün Tolstoy’du bugün Soljenitsin….” Gibi… Ama bugün Soljenitsin yok! Zamana dayanamıyor! Zaten bu Nobelliler de pek dayanıksız! Gao Xingjian de 2000’de 20) A.g.e. sh. 1234 21) Aleksandr Soljenitsen, Ağustos 1914, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Hürriyet yay. 1972, sh. 310 208 Nobel ödülü almıştı… Nerede uluslararası bir organizasyon görürseniz, şüphe ediniz! Fakat burada çok dikkate değer bir nokta, üç yıl sonra, Ekim 1917’de bu kadar dindar olan bu ülkede Marxist devrim oldu!... Hâlbuki Marxist bir devrim için, Marx’ın umudu ve şartı olan maddi manivela, maddi unsur niteliğindeki işçi sınıfı olmamasına rağmen! Rusya o zaman, çiftçi bir toplum, sendika hakkı 1906’da tanınmış22.… Peki, nasıl oldu? Olur, hem de bal gibi olur! Evet, maddi unsur yok! Fakat maddi unsuru gerektirmeyen ve onu balmumu gibi istediği şekle sokan manevî unsur var! Fikrî unsur var! 1825 Dekambiristler, 1848 Petraçevski’ciler, 1905 Lenin… Belki bu teşebbüsleri ciddiye almayabilirsiniz! Hatta alay bile edebilirsiniz! Daha önceki bir kitabımızda kısaca bahsettik! Yeter ki tohum çürük olmasın! Yeter ki alay edilen, önemli değil, fakat içtenlikle inanan bir zümre olsun! İşte Üstad’ımın “Utansın!” şiiri: Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın! Hey gidi küheylân, koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! Eski çınar şimdi Noel ağacı; Dallarda iğreti yaprak utansın! Ustada kalırsa bu öksüz yapı, Onu sürdürmeyen çırak utansın! Ölümden ilerde varış dediğin, Geride ne varsa, bırak utansın! Ey binbir tanede solmayan tek renk, Bayraklaşmıyorsan bayrak utansın! 22) Rakamlar için: Marcel Lıebman, Rus İhtilali, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık, 1968, sh. 28. Vd. 209 Biz niçin umutsuzuz? Çünkü İslâm âleminde asırlardır hep çürümüş, çürütülmüş tohumlar! Hep imitative mücevherler… Matruşka gibi, iç içe, iç içe! Bunun gerçeği nerede? Bulamıyorsunuz! Buyurun Ramazan! Bütün camiler, meydanlar, TV’ler panayır yeri… Tam bir lâle devri23, olanlar İslâm vakar iffet, ismet ve izzetine yaraşıyor mu? Daha önce de bu konuya temas etmiştik! Kızlar, kadınlar “ilahi” okuyorlar… Sen temiz Müslüman! farkında değilsin! İlk defa kadınlar korosuna ilahi ve ayini Devlet Klasik Türk Müziği korosu şefi Nevzat Atlığ okutmuştu… Biz o zaman panik içinde, bunun mason bir kişi tarafından, masonların bir planının hayata geçirilmesi olarak yorumlamıştık!... Bugün “biz” yapıyoruz… Bugün görüyorsun! Eskiden mason olmayanları orta mektebe müdür yapmazlardı…. Meseleyi anlıyorsun değil mi? Vura vura öyle bir “tedib” ettiler ki, öyle bir “adam” ettiler ki; artık masonlara gerek kalmadı… Hepimizin kafasının içi mason! Ve mason amâline onlardan mükemmel hizmet ediyoruz… 28 Şubat harekâtı % 100 amacına ulaştı… İlahilerde geçen kelime olarak “Allah” önemli değil! Kalbiniz, “Allah! Allah!” desin! {Nakledildiğine göre Musa Aleyhisselâm kavmine vaaz etti, içlerinden biri gömleğini yırttı. Bu, Musa aleyhisselâm’a aktarıldığında O şöyle dedi: “Ona söyleyin, gömleğini yırtmasın, kalbini açsın.”}24 Korkmayın bu hayâsız, oportünistlerden! Hiçbirinden! Şüphesiz, camiler panayır yeri olmaz! Senin kalbin panayır yeri olmuş, be hey hayâsız! En çok üzüldüğüm husus; nerede, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çizgisinde olduğunu iddia eden tarikatlar? En çok kahrolduğum; nerede Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat çizgisinde olduğunu iddia eden tarikatlar??? Biz bu konularda konuşmaktan teeddüb ederiz, ilmimiz ne, irfanımız ne, fakat ortada Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyetine sahip ehil zatlar kalmayınca, bütün tarikatlar 23) Ahmet Refik Altınay, Lâle Devri, Ankara, MEB, 1973 24) Şihabüddin Sühreverdi, Avârifü’l Meârif, çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Saadet yay. 2010, sh 232 210 STK’lara dönüşünce, topladıkları sürünün sayısal çokluğu ile tefâhür edecek kadar kendilerini kaybedince25, nefsaniyetlerine bu kadar esir olunca, tek sermayesi ihlas –inşallah, Allah Celle Celalühu gerçeğini nasip etsin- olan bize kalıyor! Ne zaman halktan Hakk’a döneceksin behey gafil? Sen de haklısın. Avamın içinde huzur buluyorsun, çünkü sen de avamsın! Aksi takdirde onların üç kuruşluk teveccühü ile teselli bulamazsın…. Maalesef bu hassasiyetler bize kaldı dedik; onun için sadece bir nakil: {Rivâyete göre bir adam Kasım bin Muhammed’e şarkıdan sordu, o da: “Seni ondan men ederim, senin için mekruh görüyorum,” dedi. Adam: “Haram mıdır?” diye sorunca, O: “Bak kardeşim, Allah hak ile batılı ayırdığı zaman şarkıyı hangisinin yanına koyar?” dedi. }26 Bu noktaya gelince merhum Şihabüddin Sühreverdi (11441234)’nin şu hassasiyetini de ketm edemeyeceğim: {Semâ bir de tüysüz delikanlıdan dinlenirse, o zaman tam fitne kopmuştur, dindar insanların bunu reddetmesi lazımdır. Bakıyye bin Velid şöyle demiştir: “Onlar tüysüz genç çocuğa bakmayı mekruh görürlerdi.” Ata da şöyle demiştir: “Ben tevbe eden bir genç için, yanında oturan tüysüz delikanlıdan korktuğum kadar, azılı bir kurttan korkmam!”}27 Bak! Aynı konudaki hassasiyet için: Kuşeyri Risalesi, Abdülkerim Kuşeyri (986-1072 ), Keşfu’l Mahcûb, Hucvirî (999 – 1077 ) … Soyut anlamda “inanma” üzerinde sohbet ederken, muhataplardan biri: “Bu sizin nakillerin hepsi yabancılardan ve romanlardan… Hâlbuki konuyla ilgili bizzat yaşadığım bir hayat tecrübem var… Ben de onu anlatmak isterim” dedi ve anlattı: 25) “ Yoldaşların çoğalması da sadakatin azalmasındandır.” Ş. Sühreverdi, sh. 696 26) A.g.e. sh.230 27) A.g.e. sh. 232 211 1990’lı yılların başı… Onlu yaşların ortalarında ciğerparem olan yavrum hastalandı… Bir Anadolu kentinde ikâmet ediyorum… O zamanlar bu şehirlerdeki Üniversitelerin Tıp Fakülteleri henüz emekleme çağında… İster istemez, Ankara’da bulduk kendimizi… Ve her hafta tedavi için Ankara’ya gidiyoruz, hafta sonu dönüyoruz, buradaki çocuklarımız için! Siz yanınızda ciğerparenizin canlı-cenazesini taşımanın ne olduğunu bilir misiniz? Bilemezsiniz! Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri hiçbir zaman “bilme”yi nasip etmesin! Çünkü yaşamayan bilmez! Cenâb-ı Bârî hiç kimseye yaşatmasın! Anadolu’nun sert karakteri gibi, amansız bir kış… Hastahanedeki, randevumuza yetişmek için erkenden yola çıkıyoruz, sabahleyin… Henüz cep telefonu yok! Yol kar, buz… Fırtına, tipi… Göz gözü görmüyor… Bir derin dereye doğru iniyorsunuz ve çıkıyorsunuz, tekrar bayır aşağı iniyorsunuz… Tam o anda arabanın stop ettiğini hissediyorsunuz! Ve araba düzlükte duruyor!... Yanınızda yavrunuz, hanımınız ve sadece direksiyon şoförü olan, arabanın kaputunu açmaktan aciz siz! O uçan mitolojik canavar otomobil, bir anda demir yığını haline geliyor! İşte yer, gök, canlı emaresi olmayan uçsuz bucaksız bir ova önünüzde, kar, tipi… Ve o anda insan acziyetini iliklerinize kadar hissediyorsunuz… Yanınızdakilere yalan da olsa bir demet ümit vermek için, arabanın sağına, soluna bakıyorsunuz! İşte o anda bir insan olarak, ruhunuzun fay hatlarının uçurumlarında, derinliklerinde acziyetinizi ne kadar samimiyetle idrak edip, hissedebilirseniz, Allah Teâlâ’yı o kadar gönlünüzde buluyorsunuz… “Biz ona şah damarından daha yakınız.”28 O sırada kar tipi arasında yaklaştıkça büyüyen ve yavaş yavaş sisler arasından seçilmeye başlayan bir kamyon! Acaba duracak mı? Ve duruyor… İçinde karayollarının teknisyenleri, tamircileri, sanırım sayıları beşten fazla idi… Şöyle bir bakıyorlar arabaya o soğukta ellerinin ucu ile, birden anlıyorsunuz, niyetleri bırakıp, 28) Kaf Suresi: 50/ 16 212 gitmek… Kaş ile göz arasında birine durumu kısaca anlatıyorsunuz! Adam parkasını çıkarıyor, canla başla arızayı bulmaya çalışıyor… O arada diğerleri de sanki konsültasyon yapıyorlar, yardımcı olmaya gayret ediyorlar… Adam o soğukta benzini çekiyor, ağzına…. Yere tükürüyor… Gelen yok, giden yok! O bırakıyor, diğer usta alıyor… Yine sonuç yok! Fakat bu arada galiba bir ay geçti gibi geliyor bana randevuyu düşünürken… Diğer taraftan o zor tabiat şartları altındaki gayret saniye gibi geliyor… Dönüp çocuklara tebessüm etmeye çalışıyorum… “İçerim yanıyor, dışarım serin!” Siz paranın, para etmediği anı hiç yaşadınız mı? İşte o an, para’nın para etmediği an… Biri birden gülmeye başlıyor… Meğerse bir kablo kopmuş… Bu sefer hepsi gülüyor… Meğerse elektrik sistemi ile ilgili ince bir kablo… “Biz bu kabloyu iliştirelim, ilerde bir kasaba var, oraya kadar gidersiniz!” Adı geçen kasabaya varıyoruz… Henüz tamirci dükkânları açılmamış… Bir çocuk buluyoruz dükkân çırağı, küçücük bir tel takıyor… “Tamam!” diyor… “Kaç lira borcumuz?” diye soruyorum….” Bir lira ver, yeter!” diyor çocuk… Gülmek geliyor içimden! O anda gülmek! Sınanıyoruz, duygusu!... Bütün hayat bir imtihan salonu değil mi? Tek amacınız var: Daha sonraya “keşke” bırakmamak!... “Keşke şöyle yapsaydım!” bırakmamak… Soruyorsunuz, yurtdışı tedavi imkanları…. “Hiçbir farkı yok!” diyorlar, gözünüzün içine baka baka uzmanlar! Bir sınır durumu…. Reel fenomenlerin sizi terk ettiği anlar!... Evet! Para’nın para etmediği anlar!... Ve bir gün… Hastahane yatağında yavrunuz: “Baba melekler geliyor, onları görüyorum!” diyor… Bütün benliğimle îmân ediyorum! Bütün varlığımla îmân ediyorum!... Yerin dibine batsın bütün positive tabiat bilimleriniz! Yere batsın psikolojiniz! Bu bir illüzyon olamaz! Bu bir halüsinasyon olamaz! Benim yavrum yalan söylemez! Ve gecesini-gündüzünü şaşırmış sizin gibi insanlar için farklı, ama normal insanlar için bir gece yarısı… Karınız, hastaneden telefonda: “Gel!” diyor… 213 Yalnız o anlarda çok derinliğine yaşamalısınız bu tecrübeyi! Önünüzde bir tuzak var! Kendinizi hesaba çekin: Bu inandığınız müteal, aşkın varlık tasavvuru; aczinizin, çaresizliğinizin, yetersizliğinizin, imkânsızlığınızın bir toplamı olmasın? Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri ‘ne îmânın nasip olması çok farklı bir lûtuf, ihsan, mevhibe !... Arkadaş sustu! Hayır, dudaklarını kapattı sadece! Çünkü içindeki indifa halindeki yanardağa ihanet ediyordu kelimeler!... Nedamet!... Pişmanlık! Söyleyeceklerinin bu kadar naiv, basit olacağını tahmin etse, on yıllardır kilitli tuttuğu ruhunun zindanlarında, zincirlenmiş duygularını şimdi de çözmezdi! Biz buraya kadar ısrarla inanç ve îmân kavramlarının eşanlamlı olmadığını iddia edip, temellendirmeye çalıştık… “İnanç” kavramının tanımını verip, sanatkârlar eliyle somutlaştırmayı amaçladık… Şimdi “îmân” mefhumunun tanımını yapıp, yine bu noktada, iki kavram arasındaki farkı belirginleştirmeye ve ikisi arasındaki hattı kalınlaştırmaya çalışacağız…. “Îmân: Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerini - tarafı ilâhîden tebliğ buyurduğu kat’î surette malum olan umur ve hususatın kâffesinde- cezmen tasdik etmektir.” 29 İkinci bir mefhumun daha açıklanması gerekir: “Zaruriyatı dîniye: Tarafı nebevîden tebliğ buyrulduğu katî surette malûm olan hükümlere, haberlere denir. Her mümin için bunları tamamen tasdik etmek lâzımdır. Bunlardan birinde tereddüd ve iştibah etmek şerefi îmândan mahrumiyeti icab eder… Bunların kat’î surette malûmiyeti ise ya asrı nebevîde bulunarak bizzat lisanı nebevîden işitmek veya Hazreti Peygamberden tevatüren naklolunmak suretiyle olur.” 30 Burada bizim gayemiz, “Müslümanım” diyen; cemaatçinin, tarikatçının, din görevlilerinin, İlahiyatçının, sıradan Müslüma29) Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlmi Kelam, İstanbul, ergin kit. , 1959, sh. 72 30) A.g.e sh. 77 214 nın, particinin vicdanının yakasına yapışarak; “inanç” ve “îmân” tasavvurunu; yeniden tefekkürüne, tedebbürüne, tezekkürüne vesile olmaktır… Tek amacımız kendini Müslüman olarak tanımlayanların gönüllerindeki “İnanç’ı yıkmak ve yerine pırıl pırıl “îmân”ın filizlenmesine vesile olmak… Özellikle üç tane örnek seçtim yukarıda: XVIII. Yüzyıl Fransa’sından, XIX. Yüzyıl Çarlık Rusya’sından, XX. Yüzyıl Çin’inden… O kadar çok örnekler verebilirim ki…. Ama lâfı uzatmaya gerek yok! (Vazgeçemediğim bir örneği daha ilave ettim!. sonradan…) Israrla vurguladığımız: Her insan fıtraten “inanma”ya istidatlı olarak yaratılıyor… Çünkü inanç, insanın varlık yapısı ile ilgilidir… İnsan açısından ontolojik bir özellik taşır… Bu bakımdan bir insanın “inanma”sı fıtri-doğal bir durumdur.… Yani insan bu inançlı olma durumu ile gurur duyamaz… Bunun içindir ki; “inanma” alıkoyucu bir duraktır… Bu bakımdan “inanç” sahibi olmak, “îmân” ın önündeki en büyük emel olabilir… “İnanç” manevî damarlarımızdaki, gönlümüzdeki “îmân” hücrelerini imha eden bir kanser hücresi haline gelebilir… Îmânın önündeki en büyük engellerden biri de, “îmân” hakkında yazılı veya sözlü atılan spekülatif nutuklardır… Bu durumda; Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’den bilerek veya bilmeyerek soyutlanmış, şairâne laflar (özellikle kullanıyorum), tiyatral nutuklar “îmân” ı, “inanç” haline dönüştürmektedir.. Muhatapta zorla bir duygulanım, etkilenim oluşturma çabası içindeki sahte tahassüs rolleri… Tamamen simulatif bir inanç dünyası yaratmaktadır. “İnanç”; hasta, zafiyet içindeki bir insanın ona can verecek yemeklerden önce, abur cuburla tıkınarak kendine tokluk hissinin egemen olmasıdır… Bir Müslüman için “inanç dünyası” tabelası halen durmasına rağmen, efektif olmayan aldatıcı, sahte bir duraktır… Önce “inanç”larını yık!... Bir “LÂ!” de bütün benliğinle ve kalbinle, ondan sonra tavzih-i îmân, tenzih-i îmân ve 215 hatta tecdid-i îmân… Hiçbir şey yok! Yok bile yok! Hoca yok, üstad yok, şeyh yok, kanaat önderi yok, lider yok, akıl yok, mantık yok, sandalye yok, masa yok….. Yok! yok! Yok! Sadece ve sadece Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri var! Gönderdiği masum, sadık haberciler olan peygamberleri ve hassaten Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem var! Peygamberleri eliyle gönderdiği mukaddes kitapları; hasseten bize kadar mütevatir olarak gelmiş Kur’an-ı Azimü’ş-şan var! Ve Fahr-i Âlem Sallallahu Aleyhi Vesellem’den gelen haberler var… Bir Edille-i Şer’iyye var!... Ayrıca putu somut taş parçası olarak düşünme! Birisinin “helâl”, dediğine, helâl;” haram” dediğine haram diyorsan, bil ki o insan senin putundur… Ve sendeki tevhid inancının üzerindeki kalın gölgedir… Temizle gönlünü, şirk gölgelerinden! Temizle gönlünü şirk paslarından! Halk irfanı ne der? “Bir gönülde iki sevda olamaz!” Birinci görevimiz; nefs muhasebesi yaparak, “inanıyor muyuz?”, “İman mı ediyoruz?” sorularına cevap vermektir... Herkes inanıyor! Kanaatimize göre, ateist Nietzsche bile inanıyor, sezdirmeye çalıştık… Ziya Paşa ne güzel söylüyor: İdraki-i meâli bu küçük akla gerekmez Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez. Varlığın bilme ne hacet kürre-i âlem ile Yeter ispatına yarattığı bir zerre bile. Ve…. Allah’ı ne yolda etsem inkâr İkrar çıkar netice-i kâr Bize göre; her türlü inkârın, sonu ikrardır… Fakat önemli olan “ikrar”ın muhtevası… İkrar transcendantal, aşkın, müteal bir varlığı mı işaret ediyor; Cenab-ı Allah’ı mı? 216 Tam bu noktada Hatem bin Adiy’i hatırlıyoruz {Adiy b. Hatim’in Müslüman oluş kıssası, bunu açıklığa kavuşturur. İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Cerir et-Taberî’nin Adiy b. Hatim Radıyallahu Anh’dan rivâyetine göre, o, kendisine Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in daveti ulaştığında, Şam’a kaçtı. Cahiliyye döneminde Hıristiyanlaşmıştı. Kız kardeşi ve kavminden bir grup insan esir düştü. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem kız kardeşine iyilik etti, onu geri verdi. Kız kardeşi, erkek kardeşine giderek onu İslâm’a ve Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ‘e gelmeye teşvik etti. Adiy, Medine’ye geldi. O, Tay kavminin lideriydi. Babası Hatem et-Taî cömertliğiyle meşhurdu. Herkes onun gelişinden bahsetti. Boynuna gümüş bir haçla Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ‘in huzuruna girdi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem :”Onlar Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler” 31âyetini okuyordu. Adiy, Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem’e: “Onlar onlara tapmadılar ki” dedi. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem: “Evet, fakat onlar onlara helâli haram, haramı helâl kıldılar. Onlar da, onlara tabi oldular. Bu onların, onlara ibadeti oldu” buyurdu. Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem sözlerine devamla: “Ey Adiy! Ne dersin? Allahü Ekber demek, sana zarar verir mi? Allah’tan daha büyük bir şey biliyor musun? Sana ne zararı var? La ilahe illallah denilmesi sana zarar verir mi? Allah’tan başka bir ilâh biliyor musun?” dedi. Sonra onu, İslâm’a davet etti. O da Müslüman oldu ve Kelime-i Şehadet getirdi. Adiy der ki: Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in yüzünü sevinçli bir halde gördüm. Sonra şöyle dedi: “Şüphesiz Yahudiler gazap olunmuş bir millet, Hıristiyanlar da dalalete sapmış bir milletdir. “Sonra Allahü Teâlâ, o baştakilerin dinlerini terk ettiklerini açıklayarak: “Hâlbuki onlar da, tek ilâh olan Allah’a ibadet etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı” buyurdu.}32 31) Tevbe Suresi: 9 / 31 32) Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, çev. Hamdi Arslan v.d. İstanbul, Risale, 2007, sh. 5 / 375 217 Diğer bir rivâyette Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdu ki: ” Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helâl kıldıkları vakit onu helâl belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram belliyorlardı.”33 Elmalılı da Kurtubî gibi rivâyet etmiş… Tam burada tekraren ve teyiden şu noktayı vurgulamamız gerekiyor ki; bir insanı rab edinmek, ille de ona ibadet etmek değildir… Eğer Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni bırakıp; alimlerin, hocaların, şeyhlerin, üstadların, kanaat önderlerinin değerlendirmelerini, İslâmî ölçülere arz etmeden kabul ediyorsan, onları Rab edinmiş oluyorsun demektir, Fahr-i Kâinât Sallallahu Aleyhi Vesellem’e göre!... Böylece şirke düşüyorsun!... İşte inanç ile îmân arasındaki fark!.. İkinci meselemiz “dua”!! Görüldüğü üzere “inanç” sahibi herkes dua eder! Hele reel fenomenler kendini terk ettiği anda… Fakat Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye, Hudûd-u İslâmiyye ölçülerine göre yapılmayan dua “dua” değildir… O bir “yakarış” tır… “Dua” yı bir moral motivasyon olarak tasavvur, belki de küfürdür… “İnanç” sahiplerine teselli vasıtası haline getirmek, en iğrenç bir oportünizm ve İslam’a yapılan en büyük ihanettir… Ahkâm-ı Şer’iyye’ye riâyet etmeden Cenab-ı Hakk adına ümitler dağıtmak en adi bir istismardır… Oportünizmin en hayâsız biçimidir… Evet, ümit fakat beyne’l havf ve’l reca… Korku ile ümit arası… Hiç kimse nefsiyle yarattığı putunu İslâmla aklamaya çalışmasın… “Bir kişi cennete girecek!”, dense, acaba ben miyim? “Bir kişi cehenneme girecek!” dense, acaba ben miyim?” şuuru… Ama bu gün İslâm’da yapılan estetik operasyonlarla bu akîde, beyne’l reca ve’l reca, haline gelmiştir… Yani; “Bir kişi cennete girecek!” dense, acaba ben miyim? “Bir kişi cehenneme girmeyecek!” dense, acaba ben miyim? 33) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, 8 / 198 218 Belki mübalağa ettiğimi sanacaksınız, buyurun okuyun, “Yirmi yedinci Mektubun Lâhikasından Alınmış Mühim Parçalar” başlığı altında: “Birinci Şuada bir iki âyetin işaretinde, Risale-i Nur’un sadık talebeleri îmânla kabre gireceklerini ve ehl-i Cennet olacaklarını kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarata tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim; çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emare birden kalbime geldi.”34 Diyor ve birden kalbine gelen iki emareyi anlatıyor… Zaten Şuâlar’da “gelecek âyât-ı Kur’âniyyenin Risale-i Nur’a işaretlerini…..” 35 anlatıyor ve sayfalarca devam ediyor… Bizim söyleyecek sözümüz yok!... Hâdî-i Mutlak Celle Celâlühu Hazretleri cümlemize, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akîdesine bağlı îmân nasip etsin!... İsteyen de sıraya girsin cennet için, gerçi kontenjan bildirilmemiş ama yine de siz elinizi çabuk tutun! Ne olur, ne olmaz! Bize gelince, biz Hak Teâlâ Hazretleri’ni Rab edinmişiz!... Biz beyne’l havf ve’l reca noktasındayız!... Ben “dua” üzerinde daha fazla durmayacağım… Sadece, dikkat çekmek istiyorum… İslâmiyette bütün ibadetlerin temeli; hayatın temeli, îmân ve helâl lokma… Hadis-i Şeriflerde buyruldu ki: Haramdan sakının! Midesine haram lokma girenin kırk gün duası kabul olmaz. (Taberani) Sad bin Ebi Vakkas Hazretleri dedi ki: Ya Resûlallah, dua buyur da, Allahü Teâlâ, benim her duamı kabul etsin! Cevabında buyurdu ki: (Duanızın kabul olması için helal lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua nasıl kabul olunur?) Şir’ 34) Bediüzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991, sh.27 35) Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul, Nesil, 1996, Şuâlar, sh. I / 831 ve 833 219 Yine buyurdu ki: Duanın kabul olması için iki şey gerekir. Duayı ihlas ile yapmalıdır. Yediği ve giydiği helâlden olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı dua kabul olmaz.) Tergibüs-Salât Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-LÜMA’ da “Sûfî Geçinenlerin Yanlışları” başlığıyla bir fasıl açar ve şöyle der: {Ahmed b. Ali Kerhî bana Ebû Ali Ruzbârî’den naklen şunları söyledi: “Bu (tasavvuf) işinde biz bıçak sırtı noktasına geldik. Şöyle desek de cehennemdeyiz, böyle desek de.” Yâni içinde bulunduğumuz bu mevzuda yanlış yaparsak ehl-i nârdan oluruz. Çünkü her şeyde yapılabilecek yanlışlık, tasavvuf ve ilminde yapılabilecek yanlışlıklardan daha ehvendir. Zîrâ “tasavvuf” makamât, ahvâl, irâdât, işârât ve merâtib demektir. Tasavvufî konularda bid’at türü şeylere yönelen kişi Allah’a karşı gelmiş olur. Dolayısıyla da Allah onun hasmı olur. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse de istediği şekilde cezâlandırır. Sûfî kisvesine bürünen, ya da kendisinin tasavvufa adım attığına işaret eden, yâhud tasavvufî âdaba sarıldığını vehmeden, ama tasavvufun şu üç esâsını sağlamca yerine getirmeyen herkes, yanılgı içindedir. İsterse gökyüzünde yürüyüp hikmet konuşsun, isterse avam ve havassın kabulüne mazhar olsun. Bu üç esâs şunlardır: 1-Büyük ve küçük bütün haramlardan sakınmak, 2-Kolay ve zor bütün farzları işlemek, 3-Hayâtın devamı için zarurî olan müstesna, dünyâyı ehl-i dünyâya bırakmak. Bu konuda ölçü Cenâb-ı Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem’in şu Hadîs-i Şerîfidir: “Dört şey vardır ki onlar dünyalık sayılmaz: Açlığı giderecek lokma, avret mahallini örtecek giysi (hırka), başını sokacak bir yuva, huzur verecek sâliha eş.” 220 Bu dört şeyin dışında mal biriktirmek, başkalarına vermemek, elinde avucunda hapsetmek, dünyalığı çoğaltmaya düşkünlük göstermek ve mal ile öğünmek gibi şeylerin hepsi, kulun Allah ile ilişkisini kesen perdedir. Havâssa âid bir hâl iddiasında bulunan, sûfî menzillerinden birine sülük ettiğini vehmeden ve fakat bu işin temellerini yukarıdaki üç esas üzerine bina etmeyen kişi, iddia ettiği konularda hatâya, isabetten daha yakın bir noktadadır. Âlim ikrar sahibidir, câhil ise iddiacıdır.” Ve “mükellefin zekâtını vermiş sayılması için şu dört şartı yerine getirmesi gerekir” der ve birinci şart: “Malını helâlinden kazanmak” }36 Yukarıdaki satırları yazan merhumun ölüm tarihi Miladi, 988… Sözüm ona bu yolda yürüdüğü vehminde olanlar… Doğan yenidünya, sanayi devrimi ve iktisadi yapısı, dünyaya ve İslâm ülkelerine yansımaları konusunda imal-i fikr ettiler mi? Ne gezer? Kazan da nasıl kazanırsan kazan! Ruhanî aristokrasi (Ülgener kullanıyor… Dikkat “ruhbaniyet”, demiyor… O inceliklere vakıf birisi, kullandığı deyim çok güzel!) ile cismanî aslanlar, kaplanlar arasında zimmî bir uzlaşma var. Siz bizim nasıl kazandığımıza karışmayın, “kazanc”ımızı dinsel görünüşe göre aklayın; biz size “harac”ınızı verelim… Artık anlayın, ille de ruhanî aristokratların cebine gidecek anlamda değil! Ceplerine de gider! Dinlerine mi zararı var? İmanlarına mı? Yalnız dikkat! “Haram”a helâl demek küfür… “Helâl”e, haram demek küfür… Allah Celle Celalühu’ ün nizamı dışında “helâl” diye bir kategori yok!!! İmam-ı Gazâli Hazretleri: “Duânın kabul olmasında asıl olan bâtınî edebdir. O da tevbe etmek, helâlleşmek ve bütün himmetini Allah’a bağlamaktır. Duânın kabul olmasında en kuvvetli âmil budur.37” demektedir. 36) Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, çev. H. Kâmil Yılmaz, İstanbul, Erkam, 2012, 492, 182 37) İmam Gazâli, İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir yay. 1974, sh. I / 887 221 Müslüman kardeşim! Bu kadarla yetiniyorum, seni tefekküre davet ediyorum: “Dua” mı ediyoruz? Birilerine yakarıyor muyuz? Dua mecmualarının peşine düşmeden önce, îmân nedir? Dua nedir? Ahkâm-ı Şer’iyye’ye göre dua nasıl yapılır? Kabul şartları nelerdir? Bunları araştırmadan birilerinin, senin mistik, metafizik hassasiyetlerini kaşıyarak, seni davet ettikleri “yakarışlara” iltifat etme… Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’ye göre yapılmayan, ölçülere uymayan yakarmalar birer psikolojik telkindir… Bu esaslara uymadıkça leke sabunu tarifeleri gibi sana sunulan dua tarifnamelerine iltifat etme! Duânın âdâbından bir iki mesele arz edeyim: “Duâyı gizlice yâni hafif sesle yapmak, Duâda yapmacık sözlerden sakınmaktır. Duâda tekellüf edip, secî’li sözler konuşanları Allah sevmez...”38 Senin nefsaniyetini kullanarak seni istismar edenlere iltifat etme! Demek ki, gerek “inanç” gerekse “yakarış” İslâmî şiarlardan değildir… “Îmân”ı ve “duâ” yı anlamaya çalışalım!... “Îmân” teklif, kabul ve teslimiyet… “İnanç” nefsâniyet, hevâ ve heves, kula kul olmak, sonu kula ve topluma tapınma… Yine bu noktada Müslümanların önünde çok sofistike bir tuzak var… Îmân dışındaki tutumlar “bireyselleşme” gibi sözde çok cazip bir ambalaj içinde sunuluyor… Müslümanlar da asırlardır yaptıkları şekilde, her Batılı tuzak gibi, bu yaklaşımı da çözemedikleri için, entellektüel mekanizmalarını Batı’nın fikir kapanına kaptırıyorlar… Kapan köstebek tutmak için kullanılan, mekanizması çok da basit ve kaba, bir mekanik aygıt…… Bu kapana asırlardır bütün zihinsel unsurlarını kaptıran insanların köstebekten bir farkı olup olmadığı takdirlerinize kalmış… Ayrıca fare kapanı da vardır… Yani “bireyselleşme”; entellektüel birikim, yargılama, eleştiri, düşünme, bireysel karar alma, bireysel tercihmiş gibi empoze ediliyor… Îmân da bir kitaba, daha doğrusu İslam’a körü körüne bağlanma… Müslümanlar ve Müslüman olmayan bu coğrafyaya ait yarı aydın takımı da halen bu yaklaşımı kabul ediyorlar… 38) A.g.e. sh. 881 222 Kuşkusuz bu yaklaşım Müslümanların ruhunda kendilerinin düşeceği büyük bir uçurum açarken, Müslüman olmayan takımda meccânî bir kendine güven ve zafer duygusu yaratıyor!... Ayrıcalıklı bir semtte bir ayakkabıcı dükkânının vitrininde şöyle bir ilan gördüm: “2013 terlik modellerimiz gelmiştir…” Terlik modelleri dahi başkaları tarafından tayin edilen bu insanlar “birey”, ama Müslüman “sürü”!... Ey Müslüman halen bu oyunu sezemedinse, ferasetin nerede? O zaman hakkındaki ithamı da ciddi bir biçimde mütalâa etmek gerekiyor… Onun için şu basit soruyu tefahhus, teemmül ve tefekküre davet ediyorum… “Bireysellik iddiasında bulunanlar, dinledikleri bir müzik parçasını kendileri mi seviyor? Yoksa onlara sevdiriliyor mu? Sen istediğin kadar “hayır!” de, o gâvurlar karşısında ezildiğini ve onlara öykündüğünü biliyorum… Bugün insanların kıyma makinasından çıkan et parçacıkları gibi tek tip olduğu bir dünyada; insanların ne giyeceği, ne yiyeceği, nasıl konuşacağı, nasıl yatacağı, nasıl kalkacağı, nasıl yürüyeceği, en mahrem davranışları, iç çamaşırları dahi, birileri tarafından kodlanıyor ve o zavallılara öğretiliyor… Neleri sevecekleri, nelerden nefret edecekleri dahi… Hiç kimse kendi hayatını yaşamıyor, yaşayamaz da.… Ama sen yaşadıklarını sanıyorsun! Yani sana sandırılıyor… Temmuz sıcağında zarif, nermîn ayağına postal giyen o sosyetik kıza da bu davranış öğretiliyor… Kendi tercihi değil! Sözüm ona topluma isyan eden, çok özgün kılık, kıyafet içinde, kendine özgü bir eda ve tavır içinde olanlara da; o “başkaldırı tutumu” öğretiliyor… Burada tesettüre moda kaçmasını hatırlamanızı istirham ediyorum.. İşte bunun için halen Batı’nın meclûbuyuz, mahkûmuyuz, mahcuruyuz, mahbusuyuz… İşin feci tarafı halen farkında da değiliz… “Biz Batının körü körüne kötü yönlerini almayız… Onun ilmini sanatını alırız… Mehâsinini alırız…” Bu masallarla kendilerini ve çevresini aldatanların zavallılığını düşünebiliyor musun? Bir toplum hayatında 15-20 yıl çok kısa bir zaman 223 parçasıdır… Eğer şuurlu Müslüman, bu tespitlerimi test etmek istersen, senden 15-20 yıl önce evlenmiş bir insanın düğününü, araştır…. Evlenme vetiresinin tümünü kasdediyorum… Ve bugünle mukayese et! O günkü ölüm, defin süreci ve sonrasını mukayese et! Bir gün bir araştırmacı Amazon ormanlarına gider ve araştırmasını yaptıktan sonra bir ağacın altında dinlenmeye koyulur. Uyandığında bir de ne görsün, ağaçtaki maymunlar adamın şapkasını kapıp kaçmışlar. Adam düşünmüş ne yapsam ne etsem de şu şapkamı alsam, diye. Maymunların adam ne yaparsa onu taklit etmesinden yararlanarak başında şapkası varmış gibi almış yere atmış ve maymunlar da başındaki şapkalarını yere atmışlar. Adam şapkasını da alarak yaşadığı yere geri dönmüş. Bir gün ölüm döşeğine düştüğünde torununa onunla aynı mesleği yapmasını ve nasihat olarak da yaşadığı olayı anlatıp aynı tepkiyi vermesini söylemiş ve ölmüş. Torunu da aynı mesleğe intisap ettikten sonra Amazon ormanlarına gitmiş. Maymunlar şapkasını alıp kaçınca dedesinin söyledikleri aklına gelmiş. Maymunlara aynısını yapmış ama maymunlar şapka yerine kozalakları aşağı atarken: “Senin deden var da, bizim yok mu?” demişler. Yani maymunlar kadar da olamadık mı? diye, bana sormayın… Takdirinize kalmış… Ama Japonlar kadar olamadığımız kesin! Çünkü Japonlar Batı’yı taklit etti… Durumları ortada… Meji devrimleri 1868’de başladı… Bizim Batılılaşmamızı, İster 1718’den al, istersen 1839’dan… Aradaki mesafeyi hesap et! Fakat biz Batı’ya tapındık. Batı’yı kutsadık… Batı’ya, hiç teknolojik gelişmelerden haberi olmayan primitiv bir insanın radyo karşısındaki apışması tutumu içinde yaklaştık… Yukarıdaki maymun fıkrasını lûtfen unutmayın! Bu noktada ironik bir durum var: Bu topraklarda Batı’yı kutsamaktan kurtulup, “Batıyı taklit”, taklit zihniyetine düşman olanlarla başladı… Batıyı taklidin eleştirisi ile iktidar 224 sahibi olanlar en mükemmel taklitçi oldu… Nitekim basit bir hesap… Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren; teoride taklide düşman, pratikte ise mükemmel taklitçi olanların mahalli ve merkezi idarede gerçekleştirdiklerini rakamsal olarak karşılaştırın… Buna özel sektörün, malum zihniyetin önlerini açmaları sayesindeki yaratıcılığını ve başarılarını da ekleyin! Ben altmışlı yıllarda mektebe başlarken, başvurduğum devletin “Site Yurdu”na, son yılımda sıra gelmişti… O yılların teknoloji harikası, medar-ı iftiharımız(!) “Saraçoğlu alt geçidi” idi!... İstanbul’un su meselesi, trafik meselesi…. Eğer bu Taklit Zihniyeti Düşmanı, Taklitçiler olmasa idi Cumhuriyet Hükümetleri’nin ağzına burnuna kurt düşerdi… Bu ara Özal’ı da unutmuyorum!... Acaba şöyle bir formülasyon durumu tespite yeterli mi? Anakronik olarak (Batılılaşma 1718’den beri hep tarih dışı) Batı’ya Tapınma aşamasından, konjonktürel olarak (Olumlu anlamda kullanıyorum… Strüktürelin üzerindeki konjonktüreli kavrayarak, Batıdaki değişimi sezerek, Batı paradigmasını güncelleyerek) Batı politikalarına teslimiyet ve taklit!... Batılılaşmanın önündeki en büyük engel, ayak bağı: İslâm’dan soyutlanma gayretini birinci plana alması… Enerjisini tamamen bu kulvarda tüketti… Kanaatimizce mutlak bir başarı da kazandı Batılılaşma hamlesi… Îmân algısından tutun, transcendantal varlık algısına; hukuktan tutun sanata, eğitime, kadın-erkek, gündelik hayat formlarına kadar!... Düğün ve cenaze törenlerini karşılaştırın… Ufak tefek çapaklar vardı keyfe keder, onları da taklit düşmanı, taklitçiler, cemaatler, tarikatlar vasıtasıyla temizliyorlar… Burada Kemalist batılılaşmayı ihanet olarak kabul edip “Batılılaşma İhaneti”nden söz eden muhafazakar dindarların, muhafazakar dindar batılılaşmaya ses çıkarmamalarına da dikkatinizi çekiyorum!.. Fakat günümüzde “inanç” ve “îmân”; aşağıda temas edeceğim “din” ile “İslâm” kavramları arasındaki çizgi, öyle bir soluklaşıyor ki, neredeyse buharlaşma aşamasında… Fakat benim kana225 atime göre bu iki zıt kutup, inanç-îmân infilak ediyor ve birbirine karışıyor… Ortaya hiçbir şeye benzemez tuhaf bir karışım çıkıyor: İnançîmân… Evet! Bazı tedâileri sebep oluyor gibi, ama ne olduğu belli değil! Fakat burada vahye dayalı îmân kaybediyor… Yine dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum: Ortada itikâdî bir mesele var! gibi geliyor bana. Biz insanlar birbirlerini boğazlasınlar, demiyoruz… Ama bugün bir Müslüman ticaret erbabı, Müslüman olmayan bir muhatabı ile bu kadar rahat, içten bir ilişki kurabiliyorsa, en ufak bir yabancılaşma hissi yaşamadan; bu özdeki bir infilakın ve karışmanın eseri ve işareti olabilir… Bugün başı kapalı (kuşkusuz bir îmân işareti olarak telakki etmiyorum. Fakat en azından hayat tarzı konusunda bir irade beyanı) bir bayan, dekolte kıyafetli bir bayanla, hiçbir yabancılaşma hissetmeden dostluk kurabiliyorsa, kutuplar arası infilakın etkisi düşünülebilir… Eğer dikkat ederseniz hep birinci taraf adına sanki şerefyâp olma tavrı var gibi geliyor bana! Böylece “Ilımlı İslâm”, “demokratik İslâm”, “Laik İslâm”, “Türk İslam’ı”, “Anadolu İslam’ı” gibi kavramlar gün ışığına çıkıyor ve gittikçe hayatiyet kazanıyor, tabiileşiyor, güçleniyor!… Bir ara, 1960’lı yıllarda İslâm Sosyalizmi hastalığı vardı. Merhum Üstad’ım, İslâmı hangi şartlarla kabul edebileceklerini, ifade ediyorlar, tespitinde bulunmuştu. Bugün de aynı durum söz konusu… Bugün bir durum daha var! Dünya egemenleri sizi hangi şartlarda kabul edeceklerini de ifade ediyorlar, şartlarını koyuyorlar! Anlamazlıktan gelmeyin… “Kargaları Güzelleştirme ve Yaşatma Derneği” seçimleri yapmıyoruz… Yukarıdaki maymun fıkrasını bir daha oku! Bir zamanlar sözüm ona, liberaller, demokratlar; Avrupa’ya, Amerika’ya gidip “Biz gelmezsek iktidara, irtica gelir!” tehdidi ile iktidar kazanıyorlardı… Son yıllarda, siz neler diyorsunuz, oralarda? Biraz etkili olan cemaatlere, vakıflara, derneklere soruyoruz! Gaibi, biz bilmiyoruz ama, ama 226 Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri biliyor!... “Şüphesiz Rabbin her an gözetlemektedir39.” Demokratik İslâm! İki Yunanca kelimeden oluşan, bize İngilizceden geçen bir kavram var: Oksimoron… Yani birbiriyle çelişen veya tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılması… Örnek: Orijinal kopya, gerçek yalanlar, köşeli daire, demokrat diktatör vb. galiba bu saydıklarımıza eklenecek en uygun örnek: Demokratik İslâm, Laik İslâm, Ilımlı İslâm… Hiç kimse zaaf-ı telife çalışmasın… Mesele gâyet net! Adamlar: Ya îmânın; ya da bizim sayemizde sahip olduğun güç, erk, iktidar! Diyorlar… Halen bizim anlamadığımızı mı sanıyorsunuz? Biz yukarıda havale edeceğimiz mercii bildirdik… Biz anlasak ne olur, anlamasak ne olur? !... “Şüphesiz Rabbin her an gözetlemektedir.” Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni Az eyleme inâyetini ehl-i dertten Yani ki çoh belâlara kıl müptelâ beni Oldukça ben götürme belâdan iradetim Ben isterim belâyı çü ister belâ beni Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigârımın Geldikçe derdine beter et müptelâ beni Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim Vaslına mümkün ola yetürmek sabâ beni Nahvet kılıp nasîb Fuzuli gibi bana Yâ Rab mukayyed eyleme mutlak bana beni 39) Fecr Suresi: 89 / 14 227 Fuzûlî’den helallik dileyerek, sadece 5. Beytini alacaktım, kendime engel olamadım, güzellik, yok sayılmaya isyan eder, bir taraftan fışkırır, sizin iradenizi de aşar, bu yüzden hepsini almak zorunda kaldım! “Onun ayrılığında beni öyle zayıf bir hale getir ki; sabah yelinin beni ona ulaştırabilmesi mümkün olsun!” Bütün safralarımdan kurtulayım! Yükselen değerlere aykırı her türlü kirden pastan arınayım! Öyle bir temizleneyim ki; Okyanusları aşayım, basamaklardan uçayım! Üstün olayım! Hükmedeyim! Hiç olmazsa tanrısallıktan pay alayım! Bunun için de bazı fedakârlıklar yapman lâzım! Sınırı? Ha! Orada yanılıyorsunuz! Sınırı karşı taraf tayin eder! Gerçi kimseyi suçlamıyoruz! Sorabilirsiniz, şöyle bir meşrû soruyu: Yıllarca Allah Teâlâ’ya duâ ettik de ne oldu? Demokrasi(!) tanrısının önünde eğilince, bak, bizi nelere gark etti? Burada da çok haklısınız! Aksi takdirde “Acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan” başka ne var? Çilesine yabancı olduğunuz fikirlerin çığırtkanlığını yapıp, parsasını toplamak varken! Nasıl dayanırız, kiralık bir evde (Üstadım dediğiniz adam gibi), Rabbimiz Celle Celâlühu Hazretleri’ne kavuşmaya! Ötesini biz bilemeyiz! Siz tercihinizi yapmışsınız… Karşı taraf ısrarla İslâm’da demokrasi olamayacağını ve sizin riyakâr olduğunuzu söylüyor… Gâyet basit! Siz muhkem âyetleri, mütevatir hadisleri halkın oyuna mı sunacaksınız? Karşı tarafın fikir namusundan mahrum olması sizi ibrâ etmez, istismarcılığı sizi tezkiye etmez!... Bir de şu inceliğe aklınız erse; Batıyı ulu orta çifte standartla suçlayıp gülünç olmazsınız… Çünkü demokrasi de, tam işte bu! Demokrasi denen, sizin çifte standart sandığınız!... Sizin içselleştirdiğiniz tutum! Çünkü demokraside çifte standart yok; on, yüz çifte standart var! Yukarıda zikrettiğim oksimorona en güzel örnek demokrasi…. Biribirine tamamen zıt iki kelimeden oluşmuş… Demos: Halk, Kratos: iktidar, yönetim… Halkın iktidarı, halkın yönetimi…. Halk tarafından yönetim… İşte birbirine tam zıt iki kavram… Dünyanın en büyük yalanı… İnsanlığın hangi döneminde halk kendi kendisini yönetmiştir ki? İşte insanlığın “altın çağı” 228 Grek demokrasisi!.. “Atina, demokrasisinin doruğunda olduğu dönemde bile demos, Atina’nın yetişkin nüfusunun küçük bir azınlığından daha fazlasını hiçbir zaman kapsamamıştır.”40 Nitekim “Kadınlar, Atina’da uzun süre de olsa ikamet eden yabancılar ve köleler rey kullanamazlardı.” 41 Niçin rey kullanamazdı? Sadece bir hatırlatma: “Dahası Atina’da babanın evlatlıktan reddettiği kızını köle olarak satmasına izin veren bir yasa vardı.”42 Kölelere gelince: “Yasal olarak kölelerin hiçbir hakkı yoktu ve sahiplerinin kendilerine verdikleri ismi alabilecek kadar sahiplerinin mülküydü ve sahiplerinin malları arasında sayılırdı.” 43 Sonra unutmayın! İnsanlığın o altın çağının elinde, Sokrates’in akamayan kanının lekesi var! Sokrates baldıran zehiri içerek öldürüldüğü için kanı akmadı… İhlaslı Müslümanları ikaz etmek, fikir kirliliğinden, sırf hevâ ve heves üzerine inşâ edilmiş görünüşü güzel fakat içi zehir dolu hormonlu, DNA’sı ile oynanmış meyvelerden, haberdar etmek için; demokrasi, laiklik vb. yükselen değerleri ayrı bir kitapta ele alacağız! Yalnız şu kadarının bilinmesi gerekir ki: Hâkimiyetin kaynağı kim, hâkimiyet kime ait? Sorusuna, “hâkimiyetin kaynağı insan, hâkimiyet insana ait!” diyorsanız, hem laiksiniz, hem de demokrat!... Ama hâkimiyetin kaynağı kim, hâkimiyet kime ait? Sorusuna “Hâkimiyetin kaynağı, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri ve hâkimiyet Hâlık-ı Zül Celal Hazretlerine aittir!” diyorsanız, laik de değilsiniz, demokrat da! Biz şu anda bu kadar ikazla yetiniyoruz… Yalnız “ Müslümanım” diyen “fikir fahişeleri” ne dikkat et! Ve bir de şunu unutma: Devlet yönetimi o kadar ciddi bir iştir ki; insanlık tarihinde şimdiye kadar hiçbir zaman halka bı40) Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı, 1993, sh. 5 41) A.g.e. sh. 27 42) Egon Frıedell, Antik Yunan’ın Kültür Tarihi, çev. Necati Aça, Ankara, Dost, 1999, sh. 201 43) A.g.e. sh. 92 229 rakılmamış, bundan sonra da bırakılmaz, bırakılamaz! Kuşkusuz resmî seçim kazanarak(!) gelen formel iktidarlar da nihâyet halktır! “Medenî bir şehirde, kötü de olsa, bir din olması, hiç olmamasından şüphesiz ki çok daha faydalıdır. ” Voltaire 44 Biz oportünizmin temel dayanağının; kavramlar üzerinde yapılan operasyonlarla, anlam kaymalarına sebep olunması ve böylece zihinlerde meydana getirilen karışıklıklarla, her türlü değişimin kolayca empoze edilir hale gelmesi olduğunu ifade ettik… Çünkü zihinlerde bir kamaşma, bulanıklık, karışıklık meydana getirildikten sonra, Değişim ve Değişimin Sınırları gibi konular da anlamını kaybedecektir. Bütün kavramlar sisler arasında; zamana, zemine, âna, telkine, yükselen değerlere göre bir içerik kazanacaktır… Daha doğrusu içerisi; soğrulan, emilen, boşaltılan kavramlar; anlık izlenimlerle sonrasızca doldurulup, boşaltılacaktır… Emme basma tulumba gibi… Ve böyle bir evrende mutlak, saltık, değişmez değerlere yer yoktur artık! “Her şey gider”.. Yeni anlam evreni!.. Bu bakımdan böyle bir dünyanın tasallutundan, tacizinden kurtulmak için; bunun ne derece mümkün olabileceğinden emin değiliz; mefhumların tefekkür alanında tahlilinin ilk vazife olduğunu işaret ettik… Mefhum Tahlili… Birinci şart… Onun için biz “inanç” ve “îmân” kavramlarının farklı anlamlar ifade ettiğini izaha çalıştık… Aynı şekilde “din” kavramı ile “İslâm” kavramının da farklı olduğu hususunda dikkatleri çekmeye çalışıyoruz!... Artık şu noktanın anlaşılması gerekir ki, bütün kavram analizleri netamelidir… “Efradını câmi, ağyarını mani” tanım, özlemi çekilen bir entellektüel tutuma tekabül eder… Ama sadece bir rüya! Ama sadece bir hülya! Onun için ancak yaklaşık tanımlar 44) Voltaıre, Felsefe Sözlüğü I, çev. Lûtfi Ay, İstanbul, MEB, 1963, sh. 69 230 verilebilir. Biz genel ve geniş bir tanım olarak “din”i(religion) şöyle tanımlıyoruz: Kutsallardan örülü tasavvurlar bütününe, din denir… Kutsal da; akıl, deney, gözlem gibi enstrümanlarla ispatı mümkün olmayan mistik, metafizik unsurlardır, anlamlandırmalardır… Kuşkusuz burada objelere atfedilen anlamları da kutsal olarak niteliyoruz… Durkheim’in ifadesine göre; bazı klanlarda kangurunun arka bacağı totem kabul ediliyor! Bazı kabilelerde su kaynakları! Bunlar yanlışlanması mümkün olmayan atıflar, anlamlandırmalardır… Çünkü doğrulanması mümkün değil ki! Onun için Neden? Niçin? Yok… İnanç konusu… Kuşkusuz din felsefesi, din sosyolojisi ve din psikolojisi açısından farklı yaklaşımlar söz konusudur… Nitekim her konuda olduğu gibi bu disiplinlerin kendi içinde de, birbiri arasında da bütün konular tartışmalıdır… İşte yukarıda işaret ettiğimiz gibi; misyonu kutsalı tasfiye olan Batı Bilimi’nin kendisi kutsallık halesi ile çevrilmiş (sacrementum – kutsal atfı), bir totem haline getirilmiştir… Halen bizim gibi düşünmenin sınırlı olduğu, kavram analizlerinin yapılmadığı, felsefenin sadece türküsünün çağrıldığı, platonik bir algıdan öteye geçirilmeyen ülkelerde; “bilim” o sihirli, büyülü gücünü korumaktadır… Felsefe hakkında yapılan, özellikle dinci çevrelerde, gondol üzerinde sevgiliye seranad!... Bir akademisyen uluslararası ilişkilerden bahsediyor, bilimsellik iddiasında… Beslenmeden bahsediyor, bilimsellik iddiasında; dünyanın oluşumundan bahsediyor, bilimsellik iddiasında; dinden bahsediyor bilimsellik iddiasında… Bütün bunlar, düşünen insanın bir takım verilerden hareketle ortaya koyduğu belirli bir probabilite (ihtimaliyet) içinde geçerliğe sahip tahminler olarak ortaya konulduğunda saygıya değer… Ama bir kutsallık hâlesi içinde, muhataba karşı son bir nakavt yumruğu olarak kullanıldığında, ileri sürüldüğünde büyücülük ve şarlatanlık! Hele asırlardır yapıldığı gibi “bilim”i siper alarak İslam’a hücum, eser miktarda bilim haysiyetinden dahi mahrumiyettir… Daha 231 dün bir TV kanalında, Batı müziği sanatçısı kabul edilen bir delikanlı; dünyanın 1.7 milyar yıl önce meydana geldiğini bilimin ifade ettiğinden bahsediyor! Ben itiraz ediyorum!... On yıl önce meydana geldi!... İşlem uzun sürecek: 1.700 000 000- 10 yıl… Bunlar bir probability şuuru içinde yapıldığında saygı duyulacak tahminler. Fakat ekstaz halinde kutsal metin havasında bahsettiniz mi gülünç oluyor… Bu açıklamalardan sonra, bilimsel(!) perspektiften de din meselesine eğilme ihtiyacı hissettim… Özellikle XIX. Yüzyılda egemen olan positivist teorilere göre, “çok tanrıcılıktan, tek tanrıcılığa doğru bir evrim söz konusudur… Ve din insanlık tarihi oluşum sürecinin belirli bir aşamasında ortaya çıktığı için, dinin olmadığı bir dönem de vardır….” Fakat bu positivist anlayışa hemen yine Batı konsepti içinden itiraz gelir: “Taylor, dinsiz ilkel halklar bulunduğu yanılgısını da çürütmek zorunda kaldı.” 45 Ve yine “İçine daldığı tarihsel bağlam ne olursa olsun, homo religiosus mutlak bir gerçeğin olduğuna, fakat orada tezahür eden ve bu nedenden ötürü onu kutsallaştıran ve hakiki kılan kutsal’a her zaman inanmıştır.” 46 Yine Frazer ise yabanılların dinsel hayatını inceledikten sonra: “Tanrı kavramı tarihin akışı içerisinde çok yavaş gelişmiştir” 47 gibi bir düşünce ileri sürer. Auguste Comte ’un üçhal kanunu: Teolojik Dönem, Metafizik Dönem ve Positivist Dönem… Yani dinin kökeni ve insanlık tarihi içindeki serüveni farklı biçimlerde değerlendirilir, Batı düşünme sistemi içinde… Bizde yanlış olan; bu farklı yaklaşımları eleştirileri ile birlikte mütalâa etmek gerekirken, muhasebesiz, murakabesiz ve eleştirisiz bu açıklamalardan birinin peşine takılmak… Maşukası ile konuşmaya, hatta yanına yaklaşmaya cesaret edemeden, uzaktan takip eden liseli âşıklar gibi… 45) Bronislaw Malinovski, Büyü, Bilim ve Din, çev. Saadet Özkal, İstanbul, Kabalcı, 1990, sh. 13 46) Mircea Eliade, Kutsal ve Din dışı, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara, gece kit. 1991, sh.178 47) James G. Frazer, Altın Dal, Dinin ve Folklorun Kökleri, Mehmet H. Doğan, İstanbul, Payel, 1991, sh. 34 232 Ülkemizde Durkheim’in etkisi çok derin olduğu için kısaca onun din algısından bahsedeceğim… “Din Hayatının İptidai Şekilleri” isimli kitabı, Hüseyin Cahit tarafından tercüme edilerek 1923 yılında Osmanlı alfabesi ile “Telif ve tercüme encümeni tarafından kabul edilmiştir.” notuyla basılmıştır. “Malum olan itikadat-ı diniyelerin kâffesi ister basit olsun ister mürekkeb, aynı bir vasf-ı müştereki irae ederler: İnsanların tasavvur ettikleri hakiki yâhud hayali şeylerin birbirine zıd iki cinse, iki sınıfa ayrıldıklarını tazammun eyler. Bu sınıflar, umumiyetle ayrı ayrı tabirlerle ifade olunurlar. Mukaddes ve gayri mukaddes tabirleri bunları oldukça ifade edebilir. Dünyanın iki sahaya tefriki ile birinin bütün mukaddes şeyleri ihtiva etmesi, diğerinin bütün gayri mukaddes şeyleri hâvi olması: İşte dini düşüncenin vasf-ı mümeyyizi budur.” 48 Bütün bahsettiğimiz veya daha da zikredebileceğimiz bu tür görüşler, özellikle antropoloji, kültürel antropoloji, sosyoloji, hepsi kanaatimizce oryantalist bir yaklaşımı ifade etmektedir. Gerçekte yapılan, yönlendirilmiş, oportünist spekülasyonlardan ibarettir… Sonuç itibariyle bütün bu yaklaşımlar emperyalizme hizmet etmiş ve etmektedir. Bu oportünist bilim yaklaşımının topuna Malinowski mükemmel bir cevap vermiştir: “Düşünürler bir süre, kendi kişisel masabaşı felsefelerinin kavramlarıyla, ilkel insanın belli koşullarda ne düşünüp ne hissettiğini, daha doğrusu ne düşünüp ne hissetmesi gerektiğini düşünmekten ve böyle bir düşünüş ve hissedişten nasıl bir töre, nasıl bir inanç ya da pratik çıkabileceğini tasarlamaktan başka bir şey yapmadılar.” 49 Nitekim çok değerli eserinde Edward Said: “Psikoloji açısından şarkiyatçılık (oryantalizm) bir paranoya biçimidir. Ve farklı türden, sözgelimi normal tarih bilgisinden farklı türden bir bil48) Durkheim, Din Hayatının İptidai Şekilleri, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul, Tanin Matbaası, 1923, sh. 74 49) B. Malinovski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, çev. Saadet Özkal, İstanbul, Kabalcı, 1992, sh. 53 233 gidir.” 50 Demektedir. Ama bu paranoyak göz, değdiği her nesneyi kurutmuştur… Ve bize göre halen de devam etmektedir… Uzun bir süre, bizdeki Batıcı, Batı’ya tapan örneklerinde olduğu gibi, şu veya bu biçimde oryantalizmin etkisinde kalarak, ama inanarak ona hizmet edilirken; bugün dinciler örneğinde olduğu gibi, inanılmadan, fakat gücünden korkulduğu için, oportünist bir yaklaşımla ona hizmet edilmektedir… Hangisini tercih edersiniz? “Şarkiyatçılık, araştırma söyleminden emperyal bir kuruma dönüşmekle kendi başkalaşımını tamamlamıştır” 51 Biz şimdilik bu oryantalist yaklaşımlardan sarfınazar ederek, Batı uygarlık tarihi oluşum sürecine bakarsak, şöyle bir durumla karşılaşırız: Antik Grek çok tanrıcı, antropomorfist bir anlayışa sahiptir… Grek panteonuna egemen olan başlıca tanrıların sayısı on ikidir. Başlarında Zeus olmak üzere, geri kalan onun kardeşlerinden ve çocuklarından oluşur. Düşünülsün ki, Sokrates’e yöneltilen üç suçlamadan biri: Toplumun tanrılarını tanımamak… Tanrılar değil Tanrı var, o da insanlar gibi suç işlemez, demesi… M.S. 1. Yüzyılda Roma İmparatorluğunun gölgesinde Hıristiyanlık ortaya çıkıyor… Biz Hristiyanlığın teolojisinden bahsedecek değiliz… Yalnız günümüzde, çok yaygın bir moda olarak avamı pençesi içine alan, Dinler Arası Diyalog, Medeniyetler İttifakı ve benzeri gibi masalların, insanın küfrüne müncer olabileceği endişesinde olduğumuz için, “Onlarla aynı Allah’a inanıyoruz!” diyenlerin, eğer bu yargıyı bilerek veriyorlarsa, Şeriat-ı Garrây’-i “Muhammediyye ölçülerine göre “îmân”larını bir kere daha gözden geçirmeleri gerektiği konusunda ikaz ediyoruz…” Zaten dikkatlice bakıldığında görülecektir ki Ehl-i Kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesiyle amentüde ittifakımız vardır. Çünkü Allah’ın gönderdiği kitapların hemen hepsinde tekrarlanan amentüdür: Allah birdir. Peygamberler haktır. Melekler vardır. Kitaplar gönderilmiştir. Ahiret vardır. Ölen insanlar bir gün dirilecek, yaptıkları iyiliklerin mükâfatını, 50) Edward Said, Şarkiyatçılık, Berna Ülner, İstanbul, Metis, 1999, sh.82 51) A.g.e. sh. 106 234 kötülüklerin de mücazatını göreceklerdir..”52 Tefahhus, tefakkuh, tefekkürle söylense îmâna zarar ifadeler!... E. Renan’a kulak verelim: “Bu esas, vicdanın huzuru ve kalbin sükûneti içinde sesi duyulan Baba bir Tanrı fikridir. İsa’da ruhla veya gözle alınan vahiyler yoktur; Tanrı ona, kendinden başka bir kimseye hitabeder gibi hitabetmez. Tanrı onun nefsindendir; kendini Tanrı ile beraber hisseder ve Babasından naklettiği sözler kalbinden gelir… Tanrı ile doğrudan doğruya temasta bulunduğuna inanır, Tanrı’nın oğlu olduğunu sanır. İnsanlar içinde şimdiye kadar Tanrı’nın varlığını en yüksek derecede idrâk etmek İsa’ya nasibolmuştur” 53 Ve devam eder Renan: {Tanrı’nın doğrudan doğruya Baba olarak idrâki, işte İsa’nın bütün teolojisi… Ne Yahudi ne de Müslüman, sevgiye dayanan bu teolojisini anlamadılar. İsa’nın Tanrısı, canı istediği zaman bizi öldüren, canı istediği zaman lanetleyen, canı istediği zaman kurtaran o meşum Tanrı değildir, İsa’nın Tanrısı “Babamız”dır. İçimizde “Baba” diye seslenen hafif bir fısıltıyı dinlemekle onun sesini işitiriz. }54 Bu Tanrı tasavvuru size sevimli gelebilir!... Karısı ile döğüşen bir insanın, kucağına yatıp ağlayacağı bir Tanrı!… Çocukları, amiri, ortağı ile tartıştığında serzenişte bulunacağı bir Tanrı! Trafikte bunaldığında şikâyet edeceği bir Tanrı… Belki o da başını omuzunuza koyup ağlayacaktır… Fakat yüz kere, bin kere diyoruz ki; bu resmedilen Tanrı, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri tasavvuruna 180 derece zıt… “İncil metinleri İsa sonrası dönemde onun söz ve fiillerine dayalı geleneğin farklı yazarlarca bir araya toplanması sonucunda oluşmuştur. Burada hemen şunun altını çizelim ki ne İncil yazarları ne de Yeni Ahit’in diğer kitaplarını telif edenlerin hiçbiri, 52) Ahmet Şahin, Zaman, 17 Nisan 2000 , http://arsiv.zaman.com. tr/2000/04/17/yazarlar/14.html 53) Ernest Renan, İsa’nın Hayatı, çev. Ziya İshan, Ankara, MEB, 1964, sh. 59 54) A.g.e. sh. 60 235 tasvir ettikleri olayların bizzat görgü şahidi değildi. İncil yazarları, İsa’dan çok sonraki yıllarda kulaktan kulağa aktarılan sözlü ve yazılı geleneğe bağlı ikincil hatta üçüncül betimlemeciler konumundadır.” 55 Burada bir isim çok önemlidir: “Hıristiyanlığın ilk önemli teoloğu ve şekillendiricisi-kurucusu olan Pavlus, yaklaşık olarak MS 10 yıllarında Tarsus’ta doğan ve aslen Yahudi olan bir Roma vatandaşıdır.” 56 Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da tahminen 79 Âyet-i Kerime’de Hz. İsa geçmektedir… Örnek olarak: Nisa Suresi: 4/157, 158; Âl-i İmrân Suresi: 3/54,55; Mâide Suresi: 5/116,118… Hristiyan inançları konsiller tarafından tespit edilmiştir. Hemen hemen bütün Hıristiyanlarca kabul edilen Havariler İnanç Sistemi (Havariler Kredosu) denilen ortak inançlar şunlardır: “ I. 1. Ben, Tanrı’ya, kudretli Baba’ya; II. 2. ve O’nun biricik oğlu Rab İsa’ya, 3. Bakire Meryem ve Kutsal Ruh’tan doğmuş olduğuna, 4. Pilatus zamanında çarmıha gerildiğine, öldüğüne ve gömüldüğüne, 5. Üçüncü gün ölüler arasından dirildiğine, 6. Göklere yükseldiğine, 7. Baba’nın sağında oturduğuna, 8. Oradan ölüleri ve dirileri yargılamak üzere ineceğine; III. 9. Ve Kutsal Ruh’a, 10. Kutsal Kilise’ye, 11. Günahların bağışlanacağına, 12. Ölülerin dirileceğine, sonsuz hayata, inanırım.57” 55) Mahmut Aydın, Yaşayan dünya Dinleri, Ankara, DİB, 2007, sh.79 56) A.g.e. sh. 87 57) G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak yay. 2002, sh. 281 236 Yukarıdaki Romen rakamları (I, II ve III) teslisin üç maddesini işaret etmektedir. Gönlümüz razı olmuyor, bir kere daha uyarıyoruz: İslâm ve diğerleri, İslâm ve öteki… İslâm ve küfür… Bir daha tefahhus!... Bir daha, bir daha, tefekkür!... Bir daha teemmül!... Bir daha tefehhüm! Unutma! Korkaklık yanılgıdır!… Yanılgı korkaklıktır! Asırlardır, bütün İslâm ülkelerinde bütün Müslümanları farklı yöntemlerle balmumuna çevirdiler ve istedikleri şekli verdiler… Bugün de aynı oyun devam ediyor… Biri dövüyor, diğeri kurtarıp avucunun içine oturtuyor… Sopahavuç… Bazen de havuç-sopa… Öğrenilmiş acizlik, şok tedavisi… Fakat dikkat et! Korkaklar îmânlarını feda ettiler!.. Fakat dikkat et! Korkaklar îmânlarını feda ediyorlar! Dikkat et! Sıra hepimize geliyor! Halk irfanı ne diyor? “Deveyi yardan atan bir tutam ot!” Çok ucuza gidiyoruz… Bir tutam ot uğruna îmânımızı feda ediyoruz… Halkın birçoğu; bir Ramazan günü oruçlu bir insanın enfes yemekler yenen lüks bir lokantayı, dışarıdan seyrederken sözde tattığı doyumu yaşıyor… Onlar yedikçe sanki bizim midemize gidiyor, gibi oluyor… Ayakkabı numaramız, gömleğimizin rengi, iç çamaşırımız ve çorap markamızın ortak olduğu insanların gark oldukları nimetlerle tatmin oluyoruz… Hâlbuki dikkat et! Sen göremiyorsun ama çorabının markası değişmiştir. Dikkat et! Sen görmüyorsun ama iç çamaşırının markası değişmiştir. Artık “o” senin bildiğin “o” değildir… Haklı yere sen de soruyorsun: Peki, “ben” o bildiğim “ben” miyim? Zor bir soru, belki de cevabı içinde… Ama çalışmadığım yerden sordunuz! “Onların bir tutam için feda ettiklerini ben bir tel ot için feda ederim!” mi diyor acaba içimizdeki o soylu(!) ses? Sorunuzu duymamazlıktan geliyorum, moda tabirle zihnimdeki pazılın bütün parçaları biribirine karıştı ve ben devam ediyorum, bizim burada işaret etmeye çalıştığımız, özlemini çektiğimiz kör bir cesaret değil! Biz şehâmet hasreti ile yanıyoruz! Akıl, zekâ ile birlikte olan cesâret, yiğitlik! Ferasetin emir ve kumandası altındaki cesaret! Mübalağa etmemek için sınırlandıralım, çağımız için remz: Necip Fazıl şehâmeti… Mahkeme koridorlarında Necip Fazıl! Ağır Ceza mahkeme salonunda Necip Fazıl! O orta boylu, normal kilolu adam, nasıl büyüyor, 237 büyüyor, büyüyor mekânlara sığmıyor! Çünkü hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan58, îmânının hamdi ve emniyeti59 ve mütekebbire karşı kibrin sadaka olduğu şuuru içinde… Ham yobaz-kaba softa hemen sorar: Ucub, kibir, gururun güzel olduğu bir zaman ve mekân var mıdır? Sen sus! Kelimelerde manaları kaybeden ham yobaz-kaba softa… Sen sus! İslâmî tefekkürün katili olan ham yobaz-kaba softa! Sen sus! Riyanın, inhinânın, mücessem abidesi olan ham-yobaz kaba softa! Ramazan geldi, sen vicdanını bir yemeğe(?) kiralarsın be! Artık satmıyorsun, kiralıyorsun… O daha karlı oluyor senin için… Evet! O ağır ceza mahkeme salonunda altmışlı, yetmişli yaşlarında bir dâhinin, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne îmân ve ihlasla kulluğunun tevekkülü ve galib olma emniyeti 60içinde kendini yargılayan küfür nizamına karşı ucbu, kibri, gururu güzeldir, hem de çok güzeldir… Ama ihlâslı Müslüman, dersen ki; o mücessem bir îmândan doğan, fikrî kahramanlık abidesi ‘eda’daki, Ucub, kibir, gurur mu? Ben hissî davranmış olabilirim! Ama halen bu kavramsallaştırmanın yanlış olmadığını düşünüyorum! Ama dersen ki, “bu kavramlar İslâm’da bizâtihî, kategorik olarak mezmum”, yine de tam olarak katılamıyorum… Mütekebbire karşı kibrin sadaka olduğunu, yukarıda da boltladım! Müstekbirlere karşı isyanla dolu mustaz’aflardan olan ihlâslı Müslüman! Haklısın! Biz şer’î incelikler konusun da çok hassasiyet göstermek zorundayız… Her türlü tenkidini ciddiye alıyorum… Tenkidlerine hürmet ediyorum… Fakat İslâmî ıstılahların imkânından da yararlanmalıyız! Yalnız müşahhas durumu gözünün önüne getirirsen, bir Müslüman olarak da bu tür davranışlara ihtiyacımız var! Örnek alacak kadar saf(!) olamasak da! Çünkü “saf” olmak insan olmak demektir… Biz58) “Ey îmân edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” Maide Suresi: 5 / 54 59) “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüzdür. “Âl-i İmran Suresi: 3 / 139 60) “Kim Allah’ı, Resulünü ve îmân edenleri dost edinirse bilsin ki, bunların teşkil ettiği Allah tarafı, mutlaka galip gelecektir.” Maide Suresi: 5 / 56 238 den o kadar uzak bir serap ki! Merhum Üstad’ım hakkında bana ait bir tespit, mahkeme koridor ve salonlarındaki tavır ve edasını ifade eden: Fikir efesi!... Örnek olarak, bu kavramların, tasavvuf ıstılahındaki anlamı için bak! Keşfu’l-Mahcûb, Hücvirî, sh. 120-121, 356… Kuşeyri Risalesi. 116, 129, ( Ömer b. Abdülaziz’le, bir gencin konuşması. 261 ), 462, (Bundan daha hoş olanı Allah Teâlâ’ya güvenerek fakirlerin zenginlere karşı kibirlenmeleridir. Sh.470) Kelâbâzî, Ta’arruf, 149; Mektubat (Yasin yay.) 158, 269. Mektup sh. II/ 185, 163. Mektup sh. III / 507 sizin de araştırmanız dileğiyle… Hıristiyanlık aykırı-inanç olarak Roma’nın ve Yahudilerin dini ile çelişti ve bu yüzden Hıristiyanlar vicdanları kanatan zulümlerin, işkencelerin, haksızlıkların muhatabı oldular… Roma İmparatoru I. Konstantin Milano fermanıyla 313 yılında Hristiyanlığa özgürlük tanımıştır. Yine Konstantin’in 325’te topladığı İznik konsülünde Aryüsçülere karşı Pavlus geleneği hâkimiyet sağlamıştır. 380 Yılında Hristiyanlık devletin resmi dini olmuştur… Bundan sonra devletin gücü ve himayesi altında Kilise kurumlaşmış bir erk merkezi haline gelmiştir. Bu gücü kazandıktan sonra da kendine yapılan zulümlerin kat kat fazlasını Hıristiyan olmayanlara yapmıştır. Özellikle Batı tarihi oluşum sürecini göz önüne alınca kıyasıya din-devlet, din-toplum, din-bilim ve ayrıca din ve mezhep savaşları yaşanmıştır. Bu süreç içinde din; erk olarak, otorite olarak inişli, çıkışlı bir seyir izlemiştir. Özellikle Renaissance, Reform, bilimsel gelişim, teknolojik başarılar, positivist telakkinin egemenliği, Aydınlanma felsefesi ile dine muhalefet zaman zaman çok yükselmiştir. Rusya’daki Ekim 1917 devrimi ile kurulan Sovyet İmparatorluğunda ve Türkiye gibi ülkelerde dine resmen ve çok ciddi bir muhalefet hatta düşmanlık tutumu benimsenmiştir. Ama insanlık tarihinin geldiğimiz şu evresine kadar bütün düşmanlıklara rağmen din hala bir ihtiyaç olarak devam etmektedir. 239 Nasıl ki inanç, insanın varlık yapısına ait ontolojik bir fenomen ise, bu inançların organizasyonu olan, orkestrasyonunu sağlayan din de vaz geçilmez bir ihtiyaç olarak devam etmektedir. “İnanç” konusunu temellendirmeye çalışırken kısmen de “din” ihtiyacını ve gerekliliğini dolaylı da olsa ima ve işaret etmiş olduk… Buna rağmen din ihtiyacı ve gerekliliği konusunda kısa da olsa biraz durmak ihtiyacı hissediyoruz. Bir kere meseleye laik, seküler, bilimsel bir pencereden bakınca; bugüne kadar kaldırılamayan “din” in bundan sonra da kaldırılabileceğine ait hiçbir emare yokmuş gibi gözüküyor… Renaissance ve Aydınlanma konseptinin ortadan kaldıramadığı dinin başka enstrümanlar tarafından kaldırılması da mümkün gözükmemektedir. Biz bundan önceki kitaplarımızda Batı Uygarlığı ve serancamı konusu üzerinde durduk, tekrarlar yapmak istemiyoruz, ama bir noktayı da hatırlatmadan geçemeyeceğiz: Batı Uygarlığı, bilim hakkında maksadını aşan muhayyilemizi zorlayan, hayal gücümüzü aşan öyle bir iyimserlik yarattı ki; sonunda gerçekleşemeyen iyimserlik umutlarının simsiyah, umutsuzluk, saçmalık katranlarının enkazı, yıkıntısı altında kaldı… Hatırlansın, ölüme dahi çare bulunma ümitleri uyanmaya başlamıştı… Ve aldatılmış bir dünya artık “din” e karşı başkaldıramayacaktır!... Ama bütün mesele “nasıl bir din!? Demek ki bizim için baş mesele “nasıl bir din?” Şu içinde yaşadığımız postmodern düşünce atmosferinde en büyük tehlike farkların ortadan kalkması… Birbirine zıt kutupların patlayarak biribirine karışması… İlle de herkes birbirinin boğazına sarılsın, demiyoruz, ama herkes de sabitelerinden (inanç ve îmânından) bu kadar kolay vazgeçmesin… Vazgeçecekse de bir eleştiri, muhasebe sonucunda vazgeçsin… İnançsızlığın da bir çilesi vardır. Şu içinde bulunduğumuz, insanları iradeleri dışında hortumların savurduğu bir dünya hercümercinde insanın nereye tepe taklak çakılacağı hiç belli olmaz… 240 Burada bizim ikaz halkamız, muhatabımız; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri tarafından, Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz’e inzal buyrulan ve günümüze kadar mütevatir olarak gelen Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’a inanan ihlaslı mü’minlerdir. Bunun dışında fikir namusuna sahip, inançları konusunda içten, Müslüman olmayanlara da hitap etmek isteriz, tebliğ görevimizi yapmak için… Fakat ikrarı da inkarı da belli olmayan “Müslümanım” diyenlere karşı ………. kendi kendime “Ya hayır söyle! Ya sus!” emrini veriyorum ve susuyorum!... Toplumsal ve bireysel din ihtiyacı konusunda, burada özellikle ateist ve din düşmanı olarak tanınan Voltaire (1694-1778)’den hareketle konu üzerinde derinleşmeyi deneyeceğim… Bir kere Voltaire, “Sanatım düşündüğümü söylemektir.” diyen, hak bildiği yolda yalnız giden ve bunun da bedelini, faturasını ödeyen bir insandır. Ve Kilise zulmü ile savaşmış, d’Alembert’e yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Şu geçirdiğimiz zamanlarda her gülümsediğim zaman bu gülümsemem bir cinâyetmiş gibi kendimi ayıplıyorum.”61 Şu anda dünyanın neresinde bir Müslüman şehid oluyor acaba? Hangi mü’minenin izzeti gâvur çizmeleri altında çiğneniyor acaba? Sorulara devam edebilirsiniz!!!.... Bir nevi existansiyalist bir yaklaşım… Kuşkusuz bizim özümüz varoluşumuzdan öncedir, ama varoluşun biçimi de özü yüceltiyor veya çürütüyor… Ziyafet ziyafet(iftar?) dolaşmakta bir varoluş biçimidir, ama özü tefessüh ettiriyor… Faaliyet yapıyorum diye kız-erkek çocuklarını sahnede hoplatmak-zıplatmak da bir varoluş biçimidir ama özü zehirliyor… Fakat siz de diyeceksiniz ki: ”Bizim mevcut sistem içinde cârî usullerle kazandığımız, kasalarımızdaki, faizsiz finans kurumlarındaki(!) paralar da ancak bu tür faaliyetlere layıktır! İslam’a hizmet edecek değiliz ya!” Bu savunmanızda da % 100 haklısınız! Boş ver, namınız yürüsün yeter! Dünya var imiş, yok imiş ne umurun! Fakat bir de İslâm’ın muamelatını çürük bir diş gibi 61) A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul, Remzi, 1994, sh. 237 241 çıkarıp attığınız şekilde, vicdanınızı da fırlatıp atabilseniz! Ama ondan kurtulamaz insanoğlu!... Ara başlıkta da zikrettiğim gibi: “Medenî bir şehirde, kötü de olsa, bir din olması, hiç olmamasından şüphesiz ki çok daha faydalıdır.” 62 diyor Voltaire. Demek ki Voltaire sanıldığı gibi din düşmanı veya dinsiz değildir. Tanrıtanımaz, dinsiz bir ulusun yaşayıp yaşamayacağını63“ tartışır ve “Nihilizm korkusuyla, bir doğal dinin, ya da aynı anlama gelmek üzere bir akıl dininin savunuculuğuna yapmaya geçer…….. Ateizm ve nihilizmin yol açacağı ahlâkî ve sosyal kaosa atıfta bulunur.” 64 Ve Voltaire şöyle der: “Din kurumu sadece insanlığı düzen içinde tutmak ve insanların erdemleriyle Tanrı’nın iyiliğine layık olmalarını sağlamak için var olur.” 65 Bu arada Hıristiyanlığa düşmanlığını da eklememiz lâzım… Hıristiyanlığı ve Kiliseyi, baskıcılık, zorla fikir empoze etmek, ilerlemenin önünde engel olmak, fanatizm ve hoşgörüsüzlükle itham eder ve şöyle der: “Tanrıdan korkmanız için değil, kendilerinden korkasınız diye sizlere boş inanlar aşıladılar.” 66 Konuyu derinliğine kavrayabilmek, Batı düşüncesindeki fay hatlarını anlayabilmek için şu mütalâanın üzerinde de dikkatle düşünmek gerekir: {Voltaire’in Hıristiyanlığa karşı mücadelesi, hiçbir vakit ilke olarak din dışı bir zihniyetin, ya da tam dinsizliğin sonucu değildir. Bunun tersine o Hıristiyanlığı insanların çıkarlarına karşı çıkan bir ucûbe olarak görmektedir. O açıkça şunları yazmaktadır: “Ben Hıristiyan değilim, ama bunu Tanrıyı daha çok sevmek için yapıyorum”}67 62) Voltaire, Felsefe Sözlüğü I, , sh. 69 63) A.g.e., sh. 176 64) Ahmet Cevizci, Aydınlanma felsefesi, Bursa, Ezgi, 2002, sh. 112 65) Nakleden: A.g.e. sh. 114 66) Voltaire, Seçmeler, haz. Selahaddin Küçük, İstanbul, 1975, sh. 160-161 67) Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, çev. Sedat Umran, İz Yay. 1993, sh. 213 242 Eğer komplekssiz eğilirsek, Hıristiyan din adamlarının eleştirisini yaparken, bizim de öğreneceğimiz çok şeyler var gibi geldi bana: {Fransisken rahibi, meyhane sahnesinden birkaç gün sonra gelip bizden özür diledi.68 Onu bir kenara çektim. Kadınlara el sürmeyeceğine and içtikten sonra nasıl olup da böyle yeminini bozabildiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: “Gerçi bu andı içtim; ama kanımın damarlarımda akmayacağına, tırnaklarımla saçlarımın uzamayacağına söz vermiş olsaydım, sözümü yerine getiremeyeceğimi kabul edersiniz. Kadınsız yaşayacağımıza yemin ettireceklerine, bizi böyle yaşamaya zorlasınlar, bütün rahipleri hadım etsinler. Bir kuşkanatlarında tüyleri durdukça uçar. Geyiğin koşmasına mâni olmanın tek yolu ayaklarını kesmektir. Emin olun ki benim gibi gürbüz ve kadınsız rahipler tabiatın yüzünü kızartan ayıpları istemeden işler, sonra da gidip kilisede kutsal âyinleri yaparlar.” Bu adamla sohbetten çok şeyler öğrendim. Dininin bütün sırlarını bana öğretti, hepsine şaşakaldım. “Fa Tutto Baba69, öğrettiği şeylerin tek kelimesine inanmayan bir rezildir; kendi hesabıma benim büyük ‘şüphelerim var, var ama bunları zihnimden kovarım, gözlerimi bağladım, düşüncelerimi uzaklaştırdım, yolumda elimden geldiği kadar yürüdüm. Bütün rahipler şu iki şıktan biri içindedirler; ya inanmaz, gördükleri işten nefret ederler yahut da ahmaklıkları yüzünden mesleklerine katlanırlar.”}70 Görüyorsunuz; İslâmî hizmet karşılığı ücret meselesi ne kadar ciddi bir sorun… Ben onları rahiplerle, papazlarla mukayese etmiyorum…. Ama siz onları maaşa bağlayarak, yaptıkları mukaddes İslâmî hizmetleri, meslek haline getirdiniz! Hepsi meslek erbâbı oldu… Her mesleğin yaptığı bir “iş” vardır. Bu sistemde din görevlilerinin yaptığı “iş” nedir? Namaz kıldırmak “ibadet” 68) Rahip, birkaç gün önce kız yüzünden gemide tayfalarla kavga etmişti. Sh. 233 69) O da rahip, kavgada o da var… 70) Voltaire, Amabe’in Mektupları, Zadig, çev. Y. Nabi Nayır, İstanbul, MEB, 1962, sh. 235 243 midir? “İş” midir? “İbadet” ise, ibadet karşılığı ücret alınır mı? Ücret alıyorsa ibadet olur mu? Cemaati yatırıp-kaldırdıktan sonra, kendisinin namazını iade etmesi gerekir mi? Hemen “Efendilerinizin fetvaları”ndan bahsetmeyin… Onlarla baş edilmez… Onları ancak Allah Celle Celalühu’ya havale ediyoruz… Siz, bana önce söyleyin: Allah ve Resulü ne diyor? Murad-ı İlâhî nedir bu konuda? Daha önce geçtiği için bu konuyu tekrarlamıyoruz. Önemine binaen sadece dikkat çekiyoruz. Voltaire: “Şu halde Avrupa’nın dininde inkılaplara ihtiyaç var.” 71 diyerek, papazların istismarının bir gün sona ereceğini ifade eder. 71) A.g.e. sh. 256 244 “Tanrı varolmasaydı eğer, onu icad etmek gerekecekti. Voltaire” * Ara başlıkta da ifade edildiği gibi Voltaire, Tanrının sosyal düzenin bekâsı için gerekli olduğunu ifade eder ve “Materyalistler ile bu arada, özellikle de Lamettrie ile materyalistlerin atheismleriyle şiddetle savaşır.” 1 Tanrıtanımazlıktan çok korkar Voltaire, onların daha rahat günah işleyeceklerine, yeminlerine güvenilemeyeceğini söyler ve ekler: “Avukatımın, terzimin, hizmetçilerimin ve hatta karımın Tanrı’ya îmân etmesini isterim, korkarım ki ancak böylelikle daha az soyulup, daha az boynuzlanacağım.” 2 Voltaire deisttir. Bu inanç tarzının telakkilerini anlamaya ışık tutar düşüncesiyle şu alıntıyı da mütalâa etmenizi rica edeceğim: {Tanrıtanımazlar varsa kabahat kimin; hilebazlıklarına karşı bizi isyan ettiren o kendini satmış ruh müstebitlerinin, bazı zayıf kafaları, adını kirlettikleri Tanrıyı inkâra mecbur eden o canavarların değil de kimin? Ulusun kanını emenler bitkin yurttaşları krallarına karşı bile az mı isyana sürüklediler? 1) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul, Bilgi, 1967, sh. 430 2) A. Cevizci, sh. 115 * Voltaire, seçmeler, sh. 164 245 ‘Bizim kanımızı, iliğimizi emip semiren adamlar bize bağırıyorlar: “Bir dişi eşeğin dile geldiğine inanın; bir balığın bir insanı yuttuğuna, üç gün sonra da canlı canlı kıyıya çıkardığına inanın; dünyayı yaratan Tanrının bir Yahudi peygamberine (Ezekiel) bok yemesini, bir başka peygambere iki orospu satın almasını, onlardan orospu çocukları meydana getirmesini (Osée) emrettiğinden hiç şüphe etmeyin (bunlar aynen hakikat ve iffet tanrısına söyletilen sözlerdir), açıktan açığa çirkin yahut da matematik bakımdan imkânsız olan yüzlerce şeye inanın: (Ben boltladım. A.B.) yoksa merhametli Tanrı sizi, değil milyonlarca milyar yüzyıl, sonsuzluğa kadar, vücudunuz olsun olmasın, cehennem ateşinde yakacaktır... Bu akla sığmaz budalalıklar zayıf, atılgan kafalar kadar, sağlam, bilge kafaları da isyan ettiriyor. Diyorlar ki: “Mademki hocalarımız bize Tanrıyı varlıkların en manasızı, en barbarı olarak tasvir ediyorlar; o halde hiç Tanrı yok demektir”; ama doğrusunu isterseniz şöyle söylemeleri lâzımdı: “Görülüyor ki hocalarımız kendi manasızlıklarını, kendi öfkelerini Tanrıya yüklüyorlar, demek ki Tanrı söylediklerinin tam tersi, demek ki deli dedikleri kadar bilge, kötü dedikleri kadar iyidir.” Bilge, olanlar düşüncelerini işte böyle anlatırlar. Ama yobazın biri bu sözleri duyacak olsa, onları papazlara zaptiyelik eden bir yargıca haber verir; bu, zaptiye de hakaret ettiği Tanrı ululuğunun öcünü alıyorum, onu taklit ediyorum, diye onları hafif ateşte kebap ettirir. “}3 Günümüz için de aydınlatıcı olacağı kanaati ile bu yaklaşım hakkında kısa bir bilgiyi daha gerekli gördüm: “Deizm, şu temel tezleri ve tavırları içerir: 1- Tanrı, ilk neden olarak evreni varlığa getirmiştir. 2- Tanrı, evreni yöneten değişmez yasaları da yaratmıştır. 3) Voltaire, Felsefe Sözlüğü, sh. 72 246 3- Tanrı yaradılışa, yarattığı evrene hiçbir şekilde içkin olmayıp, tıpkı bir saatçinin, saatini imâl edip, kurduktan sonra, saatiyle bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene aşkındır. Evrene müdahale etmez. 4- Akıl, vahiyle uyum içindedir, ya da vahiy akla uygun olmalıdır. 5- Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik öğelere ve mucizelere yer verilmemelidir. Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayış, peygamberlere ve dinlere gerek olmadığını öne sürmekte ve bir tür ‘doğal din’ düşüncesini benimseyip savunmaktadır. Voltaire ve Rousseau tarafından da savunulan bu Tanrı anlayışı, hoşgörü, dünyevileşme ve laisizmin gelişiminde etkili olmuştur..” 4 Ayrıca XVIII. Yüzyıl Avrupa’daki fikir iklimini şu tespit çok güzel dile getirmektedir: {Bölümlerden genel komiteye adam seçerken, “iyi bir Demokrat ve Deist”tir ya da “Hıristiyan değildir” diye tavsiyede bulunmak adet olmuştur. }5 Bu arada şunu da ekleyelim ki, Voltaire elitist bir konsepte sahip: “Halk düşünmeye kalktı mı, her şey bitti gitti demektir.” 6 gibi bir yaklaşımı da var… Burada dikkatinizi çekmiş olmalıdır ki; din, Hıristiyanlık, kilise gibi kavramların anlamlarını Batı Uygarlığı çevriminde anlamadan, fikrî fay hatlarını, ihtilafları kavramak mümkün değildir. Biz ayrıntıya girmiyoruz, sadece dikkat çekmekle yetiniyoruz... Yani Hıristiyanlıkla, Kilise ile savaşla; dinsizliği, dinle savaşı biribirine karıştırmamak lâzım. İster istemez bazen soyut bir 4) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma, 2002, sh.256 5) E.P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul, 2006, sh. 199 6) Nakleden. Will Durant, Felsefenin Öyküsü, çev. Ender Gürol, İstanbul, İz yay. 2002, sh. 248 247 fikrî gerçeklik olan din, onun taşıyıcısı dindarla karıştırılıyor… Oysa bu büyük bir haksızlık! Çünkü bir dindarın yaşantısı, hataları, onun mensup olduğu dini ilzam etmez… Fakat burada önceki yaklaşıma şu bakımdan hak vermek gerekebilir. Dindarlardan bazıları tam oportünist bir yaklaşımla dini istismar edince, o dinin şuurlu müntesipleri bunlara karşı muhalefet edemiyorlar… Yani mensup oldukları dini değil, onun müntesibi olan dindarları tenzihen hareket ediyorlar ve bunun sonucunda din paratoner gibi bütün eleştiri, itham ve şaibe oklarının üzerinde toplandığı bir korugan oluyor… Nitekim bu durumu İslâm ülkelerinde somut olarak yaşıyoruz… “Müslümanım” diyenlerde İslâmî bir hassasiyet, şuur, mukaddesat duygusu tam anlamıyla gelişmediği için, hatalı Müslümana bir nevî kabilecilik ilkel konsepti ile sahip çıkılıyor ve İslâm büyük yara alıyor. İslam’ın bazı vecibelerine tam oportünist bir yaklaşımla maksadını aşan, bizzat İslam’ın vermediği rüçhaniyet atfediliyor… Örneği; Namaz, Hac, Sakal, Oruç, Başörtüsü vb. Yani bu vecibeleri yerine getirmek bir nevi İslâmî Kalite Belgesi, İslâmî İhlas Belgesi olarak kabul ediliyor… Bir Müslüman hata işlemişse, alınacak tavır, “amel îmân bir cüz değildir, kardeşimiz bir hata yapmıştır, Allah Celle Celalühu affetsin”, demek, böylece İslam’ı tenzihen Müslümanı eleştirmek!... Namaza bu kadar anlam yüklüyorsunuz, peki “Fakat veyl o namaz kılanlara ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler.” 7 Âyet-i Celilesi ne olacak? {İbn Abbâs Radıyallahü Anh’dan: (Allah Resulü Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdu:) “Her kimi, namazı, hayâsızlık ve İslam’a aykırı işlerden alıkoymazsa bu namaz onu Allah’tan daha da uzaklaştırır.” 8 7) Ma’un Suresi: 107 / 4-5 8) Rûdânî, Cem’ul-Fevâid, çev. Naim Erdoğan, İstanbul, İz Yay. Tarihsiz sh. I / 339 248 Be hey hayâsız! Hak Teâlâ Hazretleri’nin ve Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendi’mizin bile vermediği İslâmî Kalite Belgesi’ni sen nasıl verirsin? Maymunlar gibi birbirinizi ortak kaşıyorsunuz… Bugün sen onun, yarın da o senin sırtını kaşıyacak! Maymunlar gibi münâvebe ile birbirinizin bitini temizliyorsunuz! Bu arada İslam’a şâibe bulaşmış umurunda mı? Suratında süpürge gibi, İslâm bediiyatından uzak kıl yığını, ağzında mukaddes mefhumlar, yeminler, bütün bunlar ne için? Yanıldın, “para için”, demeyeceğim… Paranla satın alacağın iktidar için, paranla rızasını satın alacağın çevren için! Nefsaniyetin için… Namaz kıldın, bir vecîbeni yerine getirdin; peki ama yediğin, içtiğin, giydiğin? Helâl mi? Hac’ca gittin birinci şart: Helâl para!... Özal köprü sattı!... Ne adamdı yahu! Allah-u Teâlâ bütün Müslümanlara rahmet etsin! Eğer onun da nasibi varsa buyursun, alsın!... Bilmiyorum… Müşterek tanıdığımız bir arkadaş, kucak dolusu süpürge sakallı, o zaman 60-70’li yaşlarda olan Hacı Ahmet Emmi’yi bankada görmüş… Allah’ın zalimleri henüz galiba faizsiz bankayı icat edemedilerdi o günlerde!... Ahmet Emmi de kucak dolusu köprü senedi, kan ter içinde tasnife çalışıyor, faiz almak için… Tabii o kar payı diyor… Galiba öldü! Allah-u Teâlâ bütün Müslümanlara rahmet eylesin! Ne demek oluyor yani? Şimdi tekfir mi ediyorsun? Hâşâ, ben Hanefî mezhebine mensup bir kişi olarak kolayca tekfir edemem! Eğer Ahmet Emmi: “Allah’ım, nefsimize uyup faize bulaşıyoruz, sen bizi muhafaza buyur, affet!” Demişse, kimse imanından şüphe edemez… Ama “kâr payı” demişse, ona bir şey söyleyemem! Harama helâl, demek küfür; helâle haram demek küfür! Aynı şekilde “başörtüsüne” İslam’ın dışında bir anlam atfediliyor… Yani; İslam’ı yaşamanın, iffetin, ismetin, masumiyetin, namusun, hayânın timsali gibi görülüyor!... Kaldı ki bu özellikler bütün aileye teşmil ediliyor!... Acaba bu bez parçası İslam’ı yaşamanın bir ölçüsü müdür? Yoksa her türlü çirkefin altında 249 saklandığı bir şal mıdır? Eğer siz İslam’ı bir bez parçasına bağlarsanız, o alır İslam’ı fezanın sonsuzluğuna doğru götürür! Öncelikle yanılmıyorsam, İslam’da önce bir “helâl-haram, paranın nasıl kazanıldığı meselesi var”, ondan sonra İslam’ı yaşama cümlesinden olarak “mahremiyet” meselesi var… Hem erkek hem kadın için… Ondan sonra örtünme…. Vücut hatlarının belli olmaması, birinci şart! Genç veya yaşlı bir kadının kınayıcıların kınamasından korkmadan en muhteşem ziyneti olan saçını örtmesi çok çok zor! Hâlık-ı Zül Celal Hazretleri ecrini versin! Ama o başörtüsünün, dolayısı ile bütün hayatını idame ettiren maddî unsurun kaynağını sorgulamıyorsa, hesap karışık! İşte dinî vecibelere ve hatta ritüel haline getirilmiş pratiklere nefsâni anlam atıfları İslam’ın aleyhinde bir iklim yaratıyor… Önce nefsimiz!... Şu dünyada, genel olarak aynı hayatı yaşıyoruz hepimiz! Ama aynı eylemi birimiz başı örtülü yapıyor, öteki örtüsüz yapıyor… Biri sakallı yapıyor, biri sakalsız… Biri Hacı olarak yapıyor, biri Hacı olmadan… Bu da karşı tarafta, bence haklı tepkiye, hatta nefrete sebep oluyor! Dürüst olalım, aynı duyguları, oportünist din istismarcıları hakkında ben diğerlerinden daha fazla duyuyorum! Yahu! Biraz hayâ, biraz hayâ! T.C. Devleti memuru veya emeklisi şeyh olur mu? Devlet memurlarının hepsi aynı statüde… Diyanet İşleri Başkanı için Müslüman olma şartı var mı? Yok! Şimdi soracaksın: Şeyh için Müslüman olma şartı var mı? Eğer muteber kitaplara başvurursak, mesele karışacak! Hac’ca, Umreye gidenlere, seyahat şirketleri tarafından belge veriliyor, öteki dünyada ibraz etmek üzere… Şeyhlere de plaket veriliyor! {Kendisinden “marifet” sorulan Bâyezîd Bistâmî şu âyetle buna işarette bulunmuştur: “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar.”9 Evet, öyle yaparlar. Bununla şu kastedilmiştir: Meliklerin âdeti odur ki, onlar bir memlekete girdiler mi, o memleketin halkını köle yaparlar ve onları alçaltırlar. Onların 9) Neml Suresi: 27 / 34 250 uluları melîkin emri olmadan hiç bir şey yapamaz olur. Marifet de öyledir. Bir kalbe dâhil oldu mu, orada çıkarmadık bir şey bırakmaz. (Ben boltladım. A.B) Orada hiç bir şey onun ateşi olmadan hareket edemez.}10 Kalbinizde o plaket denilen tenekelere nasıl yer bulabiliyorsunuz? Siz de haklısınız… Kalpte “marifet” olmazsa, o bomboş kalbi nasıl dolduracaksınız… Bizi çok üzüyorsunuz! Bizi çok üzüyorsunuz! Çocuklar! Çocuklar! Ne asil varlıklar! Göğüslerine, özlemlerinin, hasretlerinin, hayallerinin bir tezahürü olarak gazoz kapaklarından madalya takarlar… Ama onlar o kadar samimi ki, kimseyi aldatmıyorlar… Veya birbirlerini aldatıyorlar… Nihâyet bir oyun! Ve gerçekleştirme imkanları var önlerinde…. Bu satırları okuyan, ihlaslı dudaklardan şu cümlelerin döküldüğünü duyar gibi oluyorum: “Çocukların samimiyetlerini mahfuz tutarsak, bizim onlardan ne farkımız var?” 40-50 yıl önce generaller ellerinde âsâ taşırlardı… Onlar bile yoruldu bu âlâyişten!... Debdebe, tantana, gösteriş; diyor sözlük!11 Bu nasıl bir ucb, kibir, enaniyet, nefsaniyet sizdeki? Gittikçe dehhameleşiyor. Ana yoldan saparsanız böyle olur! Adam lokantaya gitmiş, yemek gelmiş içinden bir telis parçası çıkmış. Garsonu çağırmış yemekten çıkanı göstermiş, sormuş bu ne? Garsonun cevabı gâyet net: “Beyefendi, lokantamız üçüncü sınıftır, İngiliz kumaşı çıkacak değil ya, telis parçası çıkacak!” Tarihsel süreç içinde, Ruhbanlık dolayısıyla din, din adamı ayrımı mümkün olmadığı için Hıristiyanlık büyük yara aldı!... Bu bakımdan İslâm daha az yara aldı!... Ama bugün bize göre sanki simülatif ruhbanlık yerleşiyor gibi… Hıristiyanlıktaki gibi değil, ama kurumsallaşmamış bir ruhbanlık… Siz “din”i Kur’ani anlamda değil de batılı manada algılarsanız bunun zorunlu sonucu da “alimlerinizin-şeyhlerinizin” ruhban olması kaçınılmazdır. Biri peşine milyonları takıp birilerinin istediği yere götürüyor! Benim eğilimim Müslümanları tenkit edenlerle, İslâm düşmanlarının ayrı mütalâa edilmesi doğrultusunda… 10) Serrâc, el- Lüma’ , 96 11) Develioğlu, 33 251 Açıkça görülen evrensel bir olgu: farklı sebeblerle olsa da yeni bir dinsellik çığırının başladığı gerçeği… Kanaatimizce burada ana sebep daha önce de arz ettiğimiz gibi; Batı Uygarlığının insanlığa vaad ettikleri ile verdiklerinin kesin olarak birbirine zıt olmasıdır. İnsanlık asırlardır muhatap olduğu ve gittikçe hızlanan değişimden yoruldu. Artık değişim içinde değişmeyen değerler arıyor insanoğlu… Değişim değil ama, sanki değişim histerisi, kemâle ermenin başlangıç işaretlerini veriyor gibi!... Batı uygarlığı düşünsel ve fizikî evrenimizi, yeraltını, yer üstünü, gökyüzünü kirletti… Hatta Batı Uygarlığı yegane başarılı gibi gözüktüğü teknoloji alanında dahi isteneni verememiştir. Otomobilin birinci misyonu zamandan tasarruf… Ama büyük şehirlerde insan yaya olarak daha çabuk gidiyor hedefine… Bir yolunu buldunuz gittiniz, park meselesi…? Yani Batı Uygarlığı’nın mucizesi sanılan teknoloji amacına ihanet etti. Doğal denge alt üst oldu… Uzmanların ifadesine göre; kullanılan tarım ilaçları dolayısıyla yılanlar öldürülünce, fareler gereğinden fazla üremeye başladı ve mücadele edilemiyor… Hava, yer altı ve yerüstünün kirlenmesi, yiyeceklerin doğasıyla oynanması sonucu ortaya çıkan apansız ve tedavisiz hastalıklar… Mikropların direnç kazanması ve asliyetinin değişmesi… Mutasyona uğraması… Tedaviye cevap vermemesi… Defans unsurları geliştirmesi… Yani Batılı, kendi imkan ve kabiliyeti ile vahiyle savaşarak, ürettiği bu değerlerin kendisini “adam” edemediğini anladı… Yaşadığı iki Dünya Harbi… Girdiği her yerde yıkım, kan, gözyaşı, felaket… Kendi coğrafyasında periyodik iktisâdî krizler… Asıl önemlisi sistemin DNA’sına yapışmış strüktürel ruhî krizler!... Bir tarafta maddî sefalet, diğer tarafta manevî sefalet! Hangi taraf diğerine ağlasın? Ve durumun ortaya çıkardığı “kutsal” özlemi… Ve sistematize edilmesinden ortaya çıkan din ihtiyacı!... Bu açıklamalardan sonra çağımız kulesine çıkarak etrafı bir tarassut edelim… Çok fazla kaynak var. Fakat biz bunları sınırlandırdık… Yine bir karakalem eskiz çıkarmakla yetineceğiz… 252 Bozkurt Güvenç, E. Hoffer’den yaptığı alıntıda : {Yeterki insan inansın. Çünkü inançsızlık insanı kara kuşku (paranoia)’ya götürür. Zor bir hastalıktır. Yönetim felsefesi ve siyasal bilim kuramları açısından inanmayan insan (homo nihilismus) “gayri kabil-i tedavi” bir hastalığa tutulmuştur. Şundan dolayı ki, böyle insanların topluluğu kolay kolay yönetilemez. İnsan dediğin inanmalı. Çünkü bilge Sir Brian’a göre, inanan insan her kötü sistemi çalıştırır da; en iyi sistem, inanmayan ya da inancını yitirmiş kişiyi çalıştıramaz, inancın en sağlam ölçütü coşku (entheos) yani insanın yüreğindeki tanrıdır. Bu yüzden, politika sanatı ile diyanet (din ile yönetim) ayrılmaz ikizler olurlar. Laiklik ülküsü yüzyıllar isteyen, bekleyen bir düştür. Politika zorlanırsa dinleşir, din kısıtlanırsa politikaya dönüşür. Ünlü ikilinin kalıcı dengesi henüz bulunmamıştır. }12 demektedir. Bu genel din-yönetim ilişkisi tespitinden sonra Touraıne ise dinin hayattan kovulmasından sonra ortaya çıkan durumun olumsuzluklarını ifade eder ve -ki, biz ona geri döneceğiz- “Siyasanın bunalımda olduğu toplumlarda dinin düzenleme rolünü yeniden yerine getirebileceğini” 13 söylüyor… İki örneğini verdiğimiz bu yaklaşımda; din ezeli ve ebedi, zaman ve mekân üstü gerçekler olarak alınmıyor… Din; toplumun düzenini ve huzurunu, hatta bekasını sağlayıcı, temin edici bir enstrüman olarak alınıyor. Dolayısıyla din araçsallaştırılıyor… Daha önceki bölümlerde de belirttiğimiz religion’ı hatırlayın!.. Bu argümanlar bizim toplumumuzda da yabancısı olmadığımız yaklaşımlar… Dinciler bu argümanları biraz daha zenginleştirerek yukarıdaki görüşle birleşirler… Dindar insan mutlu olur, dindar insan stres yaşamaz, dindar insan aile hayatında uyumlu olur, dindar insan başarılı olur!... Benim masal anlatma kabiliyetim yok, bu kadar uydurabildim, olanlar devam edebilir… Yine aynı hastalık… İnandıktan sonra hikmetini arama yerine, sözde 12) Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul, Remzi, 1994, sh. 322 13) Alain Touraıne, Birlikte Yaşayabilecek miyiz? Çev. Olcay Kunal, İstanbul, YKY, 2000, sh. 317 253 olumlu örneklerden hareketle inanma… Nitekim bir kitaptan14 başlıklar: “İbadetin Psiko-Sosyal Temelleri”, “Ramazan Sosyolojisi ve Psikolojisi Üzerine Bir deneme”, “Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri” vb. konular… Bu kitap 3. Baskısını yapmış… İslam’ı lojilere tasdik ettirirseniz, talibiniz çok!... Ama böyle bir tasdik, “iman” mıdır? Bu yaklaşımı tam anlamıyla saf bir oportünizm olarak görüyorum… Eğer siz “dini” böyle temellendirirseniz, onu araçsallaştırırsanız; o zaman ben de fikir namusuna sahip her insan gibi K. Marx 1843’ün sonu 1844’ün ocağında yazdığı şu satırları hatırlatırım: “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”nde…” Dine karşı eleştirinin temeli şöyledir: insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçi din, henüz kendisini bulmamış olan ya da kendisini yeniden yitirmiş insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir, Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut bir varlık değildir, İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevî son, point d’honneur (onuruna dokunan şey), coşkunluğu, ahlakî bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi, evrensel avunması ve haklılığıdır. Din, insanın hayalî gerçekleşmesidir, çünkü insanın esas gerçeği yoktur. O halde dine karşı mücadele etmek, dolaylı olarak, dinin manevî kokusu olan dünyaya karşı mücadele etmektir. Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının, ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur. (Ben boltladım. A.B) Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği taleptir.. Durumu hakkında hayallerden vazgeçmesini istemek, onun hayallere gereksinmesi olan bir durumdan 14) Ali Murat Daryal, Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, İstanbul, İFAV ( Marmara Üniv. İlahiyat Fak.),2009 254 vazgeçmesini istemektir. Öyleyse dinin eleştirisi, ilke olarak, dinin halesi olduğu bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir. Eleştiri, zincirlerin üstünü örten hayalî çiçekleri yoldu; bunu, insanı gerçek umutsuzluğa götüren zincirler taşısın diye değil, zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayalî güneşten başka bir şey değildir.” 15 Sizi rahatsız etmek, Marx’ın din-toplum ilişkisini daha derinden anlamak için özellikle alıntıyı uzun tutuyorum… Bu arada şu soruyu da ciddi olarak düşünmenizi istiyorum: Acaba gerçekte, temelde Marx’ın düşmanlığı bizâtihî dine mi? Yoksa Hıristiyanlığa mı? Yahudi dinine mi? Bu arada şu kısa bilgilerin de nazar-ı itibara alınmasını rica ediyorum: Marx’ın uzak dedelerinden, haham ailesinden gelen, şehrin sevilen ve sayılan hâkimi Herschel Marx 1816’da Hıristiyan oluyor… Herkes biraz hayretle karşılıyor… Oportünizm kuşkusu var. Marx 1818 yılında doğuyor… Trier’in aristokrat ailelerinden Graf von Westfalen’in kızı Jenny’ye âşık olur, kız için yazdığı şiiri bir gün kızın önünde gözyaşları içinde okur. Bu kızla evlenmek ister fakat: “Kızın, orta sınıf mensubu dönme bir Yahudi ile nişanlılığına esasen taraftar olmayan kardeşi, evlenmeye mani olmak istedi” 16 Ailenin isteksizliğine rağmen yaşı otuza varan bu kızla evlilik gerçekleşiyor ve Marx 1843 senesinin ikinci yarısını Kont’un evinde içgüveyisi olarak geçiriyor. Özellikle yukarıda bu yazının telif tarihlerini verdim… Kendinizi Marx’ın yerine koyun nasıl bir halet-i ruhiye ile yazdığını anlamaya çalışın… 15) Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Din Üzerine, çev. Kaya Güvenç, Ankara, Sol yay. 1976, sh. 37 16) Z. Fahri Fındıkoğlu, Sosyalizm, İstanbul, İ.Ü. İktisat fak. Yay.1965, sh. 249 255 “Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri antik köleliği haklı çıkardı, ortaçağ serfliğini yüceltti ve hafif üzülmüş gibi bir havada olsalar da, gerektiğinde, proletaryanın ezilmesini savunmak için de hazırlar. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, ezen bir sınıfın ve ezilen bir sınıfın gerekliliğini öğütlüyorlar ve ezilen sınıfa, ezen sınıfın lütfen merhametli davranması konusunda dindar bir dilekten başka verecek bir şeyi yok. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri bizim danışmanın sözünü ettiği bütün rezilliklerin zararının ödenmesini gökyüzüne yerleştiriyor, böylece de bu dünyada sürekli olarak kalacaklarını doğruluyor. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, ezenlerin ezilenlere karşı yaptıkları bütün aşağılıkların ya ilk günahın ya da diğer günahların haklı cezalandırılması, ya da Tanrının, sonsuz bilgeliği içinde, bağışladıklarına uyguladığı sınavlar olduğunu bildiriyorlar. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri alçaklığı, insanın kendinden nefret duymasını, alçalmayı, köleliği, alçakgönüllülüğü, kısaca ayaktakımının tüm kalitelerini öğütlüyorlar; kendine ayaktakımı gibi davranılmasına izin vermek istemeyen proletaryanın cesaretine, özsaygı duygusuna, gururuna ve bağımsızlık ruhuna ekmeğinden de çok gereksinmesi vardır. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri yalancı sofuların ilkeleridir, oysa proletarya devrimcidir. Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri için bu kadar yeter.” 17 Önce şöyle bir soruya cevap vermek isterim: Marx bitti, dünyadan kalktı, siz daha Marx’ la uğraşıyorsunuz….? Dünyada genel anlamıyla emperyalizm, sömürü, haksızlık, ezen, ezilen; özel anlamıyla da kapitalizmin bu hayâsızlığı, insafsızlığı, canlı cansız bütün varlıkları, yeryüzünü, gökyüzünü istismarı devam ettikçe Marx bitmez… Marx’ın bütün öngörüleri yanlış çıkmıştır, belki de itibar edilecek hiçbir tezi kalmamıştır; fakat kapitalizmi, emperyalizmi, sömürüyü tahlili büyük çapta tazeliğini koruyor… Şu halde yukarıdaki araçsallaştırılmış, oportünist din algısının kabul edilmesi mümkün değildir… Hıristiyanlık için 17) Karl Marx, L’ Observateur Rhénan’ın Komünizmi, Din Üzerine, çev. Kaya Güvenç, Sol yay. 1976, sh. 80 256 Marx’ın yaptığı tespitlerin hemen hemen hepsi, on yıllardır Protestanlaştırılan sözde İslâm, oluşturulan İslâm için de geçerlidir. İslâmiyet; sözde dindarlar, sözde cemaatler, sözde tarikatlar, sözde dini dernek ve vakıflar, formel, informel bilumum eğitim kurumları tarafından afyon olarak kullanılmaktadır. Geçen gün televizyonda bir şeyh bozuntusu İslâmın bütün iktisadî meselelerini bir kalemde çözdü… Suratında birkaç günlük kirli sakal… Sakal kirli değil, gönlü kirli… İçinin çirkefi yüzüne vurmuş… Buyruluyor ki, “İşçinin hakkını teri kurumadan vereceksin.” İşte bütün mesele halledilir böylece, diyor. Üretim nedir? Üretimin unsurları nelerdir? Emek nedir? Sermaye nedir? Emeğin hakkı nedir? İşçinin hakkı nedir? Sermayenin hakkı nedir? Bir emeksermaye çelişkisi var mıdır? Varsa nasıl çözülecek? Mülkiyet nedir? Mülkiyet ilişkisi nedir? Devlet nedir? Devletin işlevi? Devletin tüm toplumsal kurumlar üzerindeki müdahale hakkı nedir? Devlet-iktisat ilişkisi? İslâmî bir devletin, mülkiyet üzerinde “tedbir ve müdahale” hakkı var mıdır? İslâmî bir devletin, sermayenin dehhameleşmesine karşı, “tedbir ve müdahale” hakkı var mıdır? Yoksa sermaye ve mülkiyet el sürülemez kutsal totemler midir? Sermaye ve mülkiyet el sürülemez fetişler midir? “Hıristiyanlığın toplumsal ilkeleri, ezen bir sınıfın ve ezilen bir sınıfın gerekliliğini öğütlüyorlar ve ezilen sınıfa, ezen sınıfın lütfen merhametli davranması konusunda dindar bir dilekten başka verecek bir şeyi yok.” Buyurun Marx’ın şu tahlilinde “Hıristiyanlık” yerine bunların anladığı “dini” koyun… Birileri çalacak, çırpacak, sermaye temerküzü olacak, onlar da diğerlerine lütfen merhametli davranacaklar… İşte bir Müslüman bu zihniyeti şiddetle red eder ve bu hırsızların yakasına yapışır: “Nereden kazandın? “İslâm’da harcama değil, kazanma önemli, der! Haramla yapılan bir camiye “hayr” demek küfürdür… Haramla kazanılan maldan “zekât” veriyorum, demek küfürdür… Haram kazandığı ile “hac” yaptım demek küfürdür… 257 Şimdi belki aklınıza gelir, uzun sakallıları da beğenmedin, bu örnekte olduğu gibi, kısa sakallıları da! Ben ne yapayım, bana Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ni hatırlatmıyorlar… Kendilerini göremiyorum, gördüğüm bir maske, bir makyaj, riya, ucb, kibir… Senin gönlün kararmış, hiçbir şey sana Cenab-ı Allah’ı hatırlatmaz… Hayır, diyemem! Hak Teâlâ Hazretleri gönlümü nuruyla aydınlatsın… Belki de hatırlatmamalarının sebebi, onların da dolarda, altında, halkta, güçte Tanrıyı gördükleri içindir… Eğer ki dini; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin, Nebiyy-i Zîşân’a vahy buyurdukları İslâm olarak üzerinde operasyon yapmadan, olduğu gibi kabul etmezseniz: “Din, baskıya tabi yaratıkların iç çekmesi, kalbsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz olayların ruhudur. (Din) halkın afyonudur.” 18 hükmüne itiraz etmeye hakkınız yoktur. Touraıne’e yeniden dönüyoruz… Bazen kitapların başlıkları, bölüm başlıkları birkaç cümlede kitabın tüm özetini veriyor… Kitabın ismi: Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla, Birlikte Yaşayabilecek miyiz? Yedinci Bölüm: Demokrasi Çöküyor mu? Ara Başlık: Demokrasinin Bunalımı. Tahmin ederim dört yüz küsur sayfalık kitabı okumuş kadar oldunuz… “Dünyanın ekonomik bakımdan birleşmesiyle ekinsel (Kültürel. A.B.) bakımdan bölünmesi arasında toplumsal yaşam alanı ve özellikle de siyasal yaşam alanı yok olmaktadır. Siyasal yöneticiler ya da partiler temsilcilik işlevlerini o kadar ani bir biçimde kaybederler ki, kokuşmuşluğun ya da yüzsüzlüğün içine gömülürler ya da bununla suçlanırlar. Partiler bir programın ya da temsil ettikleri kesimlerin toplumsal çıkarlarının hizmetinden çok bir adayın hizmetindeki siyasal işletmeler durumuna gelmiştir.19” Galiba bu tasvir çok tanıdık geliyor bize. 18)Yukarıdakinden farklı bir tercüme… Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, Ankara, Sevinç Matbaası, 1969, sh.32 19) Alain Touraıne, sh. 315 258 “İkinci durum, üzerinde pek düşünülmemiş, buna karşın çok yaygın olan bir durumdur; demokrasiyi siyasal çoğulculuğa indirger. Guizot’da ve Burke’de gördüğümüz whig anlayışı birçok yandaş bulmuştur. Halka bir siyasa seçme hakkı tanımak anlamına gelmez bu anlayış; halk, toplumsal ve düşünsel anlamda seçkin bir kesimin hazırladığı birçok tasarı arasında bir seçim yapmak zorundadır, bu arada söz konusu seçkin kesim yeteneklerini bu tasarılarda yer alan hükümet modellerinin ekipleri arasında paylaştırmıştır.” 20 Sonunda toplumun bütünleşmesi için dini düzenlemeye muhtaç olur: “Üçüncü durum, sadece içerden kalkınan sanayileşmiş ülkelere yabancı gelen bir durumdur, birçok bağımlı toplumda alabildiğine belirgindir; ahlaki ve dinsel bakımdan topluluk olarak bütünleşmeye yönelik çağrıyı içerir. Carlo Mongardini, siyasanın bunalımda olduğu toplumlarda dinin düzenleme rolünü yeniden yerine getirebileceğini daha yeni belirtmiştir. Bu düşünce Avrupa’da ya da Latin Amerika’da oluğundan çok Amerika Birleşik Devletleri’nde (moral majority Ronald Reagan’ı iktidara taşımıştı) yayılmış ve uygulanmıştır, bununla birlikte Papa II. Jean-Paul’ün desteğini de almıştır; Papa bütün dünyada demokrasinin savunulmasını Hıristiyan değerleri -zaten toplumun bu değerler üzerine kurulması gerektiğini savunur- uğruna yapılacak bir haçlı seferine ve doğrunun özgürlüğün bile üstünde olduğu kesinlemesine bağlamıştı.” 21 Touraıne’in ilginç bir kavramsallaştırması var: {Kimilerinin “taşsız taş devri” diye niteledikleri bu çağda, yani bilgi çağında…….22” Al Gore ise: {Her on yılda bir nüfusun bir milyar artması bir dizi zorlu sorun çıkarmakta, patlayan nüfus kendi başına dünya uygarlığını kritik ötesi bir duruma itmektedir….. .. Erikson’un bir zamanlar yazdığı gibi, “Tür çapında yok etme olasılığı, ilk 20) A.g.e. sh. 316 21) A.g.e. sh. 317 22) A.g.e. sh. 157 259 kez olarak tür çapında kabul görecek ahlak kuralları zorunluluğu yaratmıştır.”23} Burada insanın bir ikilemle karşı karşıya olduğu ileri sürülüyor: İnsanoğlu ya tür olarak yok olacak, ya da, bütün insan türünün kabul ettiği ahlak kuralları olacak… Yani insan türü bir bekâ sorunu ile karşı karşıya. Postmodernizmin bütün değerleri târümâr edip, savurduğu bu postmodern durumda bütün insanların kabul ettiği ahlak kuralları nasıl oluşturulur? Al Gore kötümser, bize göre ise gerçekçi bir tespitte bulunur: “20. Yüzyıl insanların bitmek tükenmek bilmez hedef arayışlarına olumlu bir etki yapmamıştır…… Şimdi de dünya çapında çevre krizi pek çoğumuzun bilinçli, mutlu ve umutlu yaşamak bir yana, hayatta kalmanın mümkün olup olamayacağı konusunda bile kuşkuya düşmesine yol açmıştır.” 24 Köklü bir bekâ sorunu, peki çözüm var mı? Al Gore’a göre çözüm: “Eğer insanın kendi yolunu belirlemesi mümkünse ki bence öyledir, başlangıç noktasının îmân (Al Gore’un kastı, İnanç. A.B.) olması gerektiğine inanıyorum. Bana göre bu, maddiyatla maneviyat arasında denge kurabilmek için kendi çevresinde dönen bir tür manevi jiroskoptur. Doğal olarak îmân, kişisel bir anlam yüklenmediği sürece yalnızca bir sözcük olarak kalmaktadır. Benim kendi îmânım, Tanrı’nın Yaratan ve Sürdüren olduğuna karşı sarsılmaz inancımdan, Hz. İsa ile olan ilişkinin son derece kişisel bir algılama biçiminden ve tüm insanların, tüm yaşamın, her şeyin içinde sürekli var olan kutsal varlığın bilincinden kaynaklanmaktadır. Öte yandan, uzun zaman önce îmân sahiplerinin bilip, uygarlığımızın örtbas ettiği bir gerçeği de vurgulamak istiyorum: Dünyanın kendisinde vahiy gücü vardır. İmanın özü de budur: Kendimizden daha büyük bir manevi gerçeğe inanmak üzere, kendi kendini teslim etme kararı vermek. Bir anlam ve yön belirlememizi, sonra da yaşamın tüm karmaşasına rağmen bunlardan sapmamamızı sağlayan asıl gücün îmân olduğuna inanıyorum.” 25 23) Al Gore, Küresel Denge, çev. Gülden Şen, İstanbul, Sabah kit. 1993, sh. 343 24) A.g.e. sh. 344 25) A.g.e. sh. 345 260 Al Gore’a göre dine dönüşün bir argümanı da: “Geçmişte dine gerek duymayan pek çok bilim adamı da artık astronomi ve kozmolojideki son gelişmelerden elde edilen, evrenin kesin bir başlangıcı olduğu yolundaki bulgulara inanmaktadırlar. “26 dedikten sonra daha fazla örnekler vermektedir. Bu dünyayı anlayabilmek için ekonomik sömürüyü de göz ardı etmemek gerekir: “358 milyarder, neredeyse dünya nüfusunun yarısı olan 2.5 milyar insan kadar zengin” 27 dedikten sonra insanlarda gelecek endişesini şöyle dile getiriyor yazarlar: “İnsanın çalıştığı iş ne kadar güvenli görünürse görünsün, herkes köklü değişim sorunlarının farkında. Gelecek korkusu ve güvensizlik her yanı sarıyor, sosyal yapı çöküyor.” 28 Düşünülsün ki bu kitabın aslı 1996’da basılmış. Güncel bilgiler daha çok olduğu için sadece küçük örneklerle yetineceğim: Bugün 83 ülkede eylem var! Wall-Street’te başlayan ateş dünyaya yayılıyor! ABD’de Wall Street’i protesto eden eylemcilerin başlattığı Occupy Wall-Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketi yayılıyor. 17 Eylül’den bu yana Wall Street’in hemen yanındaki Zuccotti Park’a kamp kuran göstericiler, ABD’deki gelir dağılımı dengesizliğini, işsizliği ve ekonomik politikaları protesto ediyor. Dün İtalya’nın Milano kentinde öğrenciler yatırım bankası Goldman Sachs’ın binasını basmaya çalıştı. Kanada’daki protestolar da bugün Toronto kentinde başlayacak. Bugün (15 Ekim) Londra, Sydney, Paris, Amsterdam, Viyana, Brüksel, Helsinki, Moskova, Bağdat, Kabil, Tokyo, Pekin ve 26) A.g.e. sh. 239 27) H.P. Martin- H. Schumann, Globalleşme Tuzağı, çev. Ö.S. Karadana- M. Kahraman, Ankara, Ümit yay. 1997, sh. 34 28) A.g.e. sh. 110 261 İstanbul’un da yer aldığı dünyanın dört bir yanından 1,441 farklı şehirde “Occupy Together” adı altında çeşitli protesto eylemleri düzenlenmesi planlandı. Bu sabah Avustralya, Japonya, Tayvan, Güney Kore ve Filipinler’de eylemle uyandı. Occupy Together’ın diğer ülkelerde de ses getirmesi bekleniyor. Protestocular Facebook, twitter ve çeşitli internet siteleri aracılığı ile dünya çapında örgütleniyor.” 29 Gün boyu süren çatışmalarda 300 gözaltı ABD’de gelir dağılımdaki dengesizliği hedef alan ve Eylül ayından bu yana devam eden “Wall Street’i İşgal Et” hareketi, dün California eyaletinde en büyük protesto gösterilerinden birini düzenledi. Polisle göstericiler arasında çatışma çıkarken, 300’e yakın gösterici gözaltına alındı.30 Gülten Kazgan da şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bir kere dinsel akımlar, her yerde, ortaya çıkan insan sefaletine bir sığınak oluşturuyor sanki” 31 Genel olarak dine dönüş kabul edilmekle birlikte çok yaygın bir kanaat köktendincilik endişesi: “Dünyadaki her dinde, İslâm’dan Museviliğe, Hinduizm’e ve Hıristiyanlığa köktendinciliğin yeniden ortaya çıkması.” 32 Bunlar Al Gore’un tespitleri…. “Kapitalizmin en büyük zayıflığı ise miyop oluşudur.” 33 diyen Thurow, Kapitalizmin, kitleleri sisteme dahil etme yerine “güçlü 29) 15 Ekim 2011, Habertürk.com 30) Hürriyet Planet …29 Ocak 2012 31) Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul, Altın kit. 1997, sh. 212 32) Al Gore. Sh. 345 33) L.C. Thurow, Kapitalizmin Geleceği, çev. S. Demirtaş- N. İlseven, İstanbul, Sabah kit. 1997, sh. 238 262 olan sağ kalsın” anlayışı yüzünden, “Kaybedenler, dışarıda bırakılanlar ve sistemi çalıştıramayanlar, belirsiz bir dünyanın yerini aldığı köktendinciliğe geri çekiliyorlar” 34 dedikten sonra bir tespitte bulunuyor: “Bugün Hindu, Müslüman, Budist ve Hıristiyan köktendinciler arasında kendilerinin inandığı gibi inanmayanları öldürmek uygundur. Oklahoma City’de bir hükümet binası iki Hıristiyan papazın kurduğu, milislerine ‘Tanrı’nın Ordusu’ diyen militan bir Hıristiyan köktendinci grup tarafından havaya uçuruldu. Birkaç ay sonra kendilerine Gestapo’nun Oğulları diyen bir grup bir treni yok etti.” 35 Fakat 2001’den sonra hemen hemen dünyanın her yerinde İslamo-fobi egemen oluyor… Bu arada XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyada “sinkretik dinler” ortaya çıkıyor… Bunlar farklı inanç sistemlerinden; inanç ve ibadet unsurları taşıyan melez dinsel gelenekler. {Geçmişte olduğu gibi günümüzde de Hıristiyanlık veya İslâm temeline dayanan, diğer bazı din ve kültürlerden de istifade edilerek, sinkretist (uzlaştırmacı) ve eklektik (seçmeci) yollarla, “dinî hareketler” ortaya çıkmaktadır. Bunlar; bir dini temel yapıp (İslâm veya Hıristiyanlık gibi), diğer dinlerden de işlerine gelen veya beğendikleri bazı inanç ve davranışları alarak, onları uzlaştırarak (sinkretizm), yeni dinî hareketler ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu derleme hareketler, siyasî ve dünyevî bazı faydalar gütmektedir.}36 Bunlardan Batı’da ortaya çıkanlar: Yehova Şahitleri, Mormonlar, Moonculuk, Sayentoloji Kilisesi ve Satanizm sayılabilir…. İslâm Dünyasında ortaya çıkanlar ise: Bâbilik, Bahâilik, Kadıyanilik… Biz bu melez dinlerin tarihleri, Öğreti ve İnançları, İbadet Anlayışları, Kurumsal Yapıları üzerinde durmayacağız… Sadece “din”in insanın varlık yapısına ait ontolojik bir fenomen olduğunu, insanlık tarihinin yaşadığı tecrübelerin de dinsiz bir toplum olmayacağını bir nevi ispat ettiğini işaret etmeye çalışı34) A.g.e. sh. 15 35) A.g.e. sh.223 36) G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, sh. 375 263 yoruz. Fakat burada bir takım problemler var… Saydığımız veya saymadığımız bu melez dinler, salt dinsel tercihlerden mi ortaya çıkmışlardır? Veya başlangıçta bu şekilde ortaya çıksalar bile sonradan manipüle ediliyor olamazlar mı? Örnek olarak bunlar arasındaki Kadiyaniliği tarihi ile birlikte mütalâa ederseniz, salt masum bir dinsel tercihler manzumesi olarak kabul etmek ne derece doğru dur? Yoksa oportünizmin mükemmel bir örneği midir? Biz bu konuların müstakilen ele alınması gereğine inanıyoruz… Fakat burada ihlâs ve ferâset sahibi mü’minlere faydalı olabilir düşüncesi ile kısa bazı notlar arz edeceğim: {Kâdiyânîlerin îman esasları hakkındaki görüşleri Eş’arî ve Mâturîdîlerin görüşlerinden farklı değildir. Onlara göre îman, “Kur’an-ı Kerîm’de kullanıldığı şekilde Allah’ın Birliğini dil ile ikrar veyahut da kalple tasdik etmek ve Hz. Peygamber’in getirdiği hakikatlere sağlam bir şekilde inanmak veya hayırlı amellerde bulunmak ve kabul edilen esasları hayata tatbik etmek veyahut da bu üçünün birliğine işaret eden inançtır.” Buna göre îman, Allah’a, Peygamber’ine ve onun Allah’tan getirdiklerine inanıp bunları dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek ve sâlih ameller işlemek şeklinde özetlenmiş olmaktadır. “Âmentü”de zikredilen îman esasları aynen kabul edilmektedir. Üstelik kendilerini bu konularda tamamen Sünnî inanışı benimsemiş, orta yolu savunan kimseler olarak görürler. İslâm’ın şartları, yani namaz, oruç, hac, zekât hususunda tamamen Hanefî fıkhına tabidirler……. Kâdıyâni kolu için, kadınların peçe ile örtünmesi ve çok evlenme, uyulmasında mutlak faydalar olan emirlerdir. Maamafih tek evliliğin esas olduğu da ifade edilir. Sünnî-İslâm’a göre önemli anlayış farklılıklarından biri de cihad hakkındadır. Onlara göre kılıçla cihad devri geçmiştir. İslâm’ın yayılması için cihad; kılıç, kalem ve duâ ile olmalıdır. Maamafih onlar, nefsin tehlikeye düşmesi halinde cihada başvurulabileceğini; ancak şimdiki asırda böyle bir şeye lüzum kalmadığını söylerler. Hele onlara göre di264 nin kılıçla yayılması düşünülemez. Ancak Gulam’ın, İngiliz emperyalizmi altında inleyen Hind-Müslümanları arasında, “kılıçla cihad yoktur” şeklindeki iddiaları, oradaki Müslümanların istiklâl faaliyetlerine engel teşkil etmiş ve onun bu anlayışı, her şeyden önce, sömürge idaresini sağlama almak isteyen İngiliz Hükümetinin işine yaramıştır.37} Meselenin bam teli olan cihad konusunun, daha doğrusu “cihadın yasaklanması ve saçmalığının” tam tebellür etmesi için kısa bir alıntı daha yapacağım. Mirza Gulam Ahmet, HakîkatulMehdî isimli kitabında: {Hem artık kılıçla cihad zamanı geçmiştir. Kalem, duâ ve büyük kerâmetlerle yapılacak olandan başka cihad kalmamıştır. }38 Ve Tebliğ-i Risalet, isimli kitabında: “İngiliz hükûmet-i hayriyesine karşı cihadın meşru olmadığını ve bütün Müslümanların kalben itaat etmelerinin zaruri olduğunu açıkça beyan ettim. Bundan dolayı benim yolumu beyan edenler İngiliz hükûmetine sadık ve samimi insanlar haline geldi ve onun yolunda kurbanlar vermeye hazırdırlar.” 39 Şunu da ekleyelim: “Öyle görünüyor ki Mirza, bu adımı ile Ekber 40(15561605) gibi, Hindistan’da dinler arası bir uzlaştırma faaliyetinin son perdesini sahneye koymak gayreti içine düşmüştür.”41 Bu arada Berâhîn-i Ahmediyye’de, de “Bir takım ilhamlar, kerametler, kehanetlerde bulunulur ve kendisinin sanki bir müceddid olduğu intibâı uyandırılır.” 42 Ayrıca Müceddidliği43, Mesihliği44 (İslâmi delilleri, Hıristiyanlık delilleri, Tıbbî deliller, 37) E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, İzmir, İlahiyat Vakfı yay. 2008, sh. 487 38) Nakleden: E. Ruhi Fığlalı, Kâdiyânilîk, İzmir, D. Eylül Üniv. 1986, sh.183 39) Nakleden: İhsan İlahi Zahir, İ. Dünyasında İngiliz Emperyalizmi Kâdiyânilîk, çev. Arif Aytekin, İstanbul, Ebru, 1985, sh. 214 40) İmam-ı Rabbâni Hazretleri’nin (1564-1624) mücadele ettiği, Moğol hükümdarı Ekber Şah. 41) A.g.e. sh. 475 42) A.g.e. Sh. 471 43) E. Ruhi Fığlalı, Kâdiyânilîk, sh.119 44) A.g.e. sh. 125 265 Tarihî deliller), Mehdiliği45, Peygamberliği46 (bizdekiler buna göre daha akıllı, zihinlerinin sansür mekanizması tam felç olmamış, süper-egoları kısmen de olsa görev yapıyor. Henüz açıktan açığa “ben peygamberim” diyen olmadı…) Fakat bu da bizimkiler gibi yağlı güreşiyor. Kendisi nebî ama bu Hz Peygamberin “son peygamber oluşunu zedelemediğini ileri sürer. Bazı kavramlar kullanır ve bunları açıklar: Muhaddes, Zıllî-Burûzî Nebîlik, Gayr-i Teşriî Nebîlik… Burada şunu sezdirmeye çalışıyoruz: İmam-ı Rabbâni Hazretlerini, yaşadığı dönemi, mücadelelerini, fikirlerini, zindan hayatını, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin O’na ikram ettiği “demir parmaklıklar arkasında yaşanan lütuf ve ihsanlar”ı kavrayamadan bugünü anlayamayız! Billûr bir baraj düşünün, kendisine kadar gelen bütün Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını toplamış ve kendinden sonrakilere bir âb-ı hayât olarak aksettirmiş… İhlaslı Müslüman bir açıdan bakarsan her şey değişiyor!... Korkunç bir değişim!.... Ama başka bir açıdan bakarsan değişen bir şey yok! Olan, sadece İman-küfür kavgası!... Değişik suretlerde tezahür ediyor… Görene görene; köre ne, köre ne? Hak Teâlâ Hazretleri kalp gözümüzü, gönül gözümüzü açsın! Son yüzyıllarda Ekber şahlar kim? Adı Müslüman biri olabilir… Veya adı Bush, Clinton, Obama, Şaron, Perez olabilir…. Ekber Şah’ları destekleyen din adamları kim? O gün şerî’attan uzaklaşan tasavvuf erbabı, sûfiler kim? Ey benim gibi basit, sıradan, bir mü’min olan kardeşim! Hep o Hadis-i Şerif ’i hatırlıyorum ve ferâsetine güveniyorum… Sen tek tek bunların hepsini müşahhaslaştırabilirsin! Yeter ki, İslam’ı tenzihen hareket et! Cenab-ı Hakk’dan başkasını Rab edinme! Cenab-ı Allah’tan başka kimsenin bulunmadığı, bir köşede, bük boynunu! Burnundan sümük değil, gözlerinden tevbe-i Nasuh yaşları aksın! Temizle gönül aynanı bütün putlardan! Parıl parıl tevhit inancı nura boğsun gönlünü! Sen bunları tek tek bileceksin! 45) A.g.e. sh. 139 46) A.g.e. sh. 142 266 Feraset sahibi ihlâslı bir Müslüman için şu kadar verdiğimiz bilgi bile yeter… Fakat bu arada örnek olarak Said Nursi: “Maddi kılıç kınına girmiştir.” demektedir… Bunları da düşünmeni rica ediyorum… Onu Rab edinenler sayfa sayfa izahlar yapıyorlar… Bir sürü ek yâveler… Ama zırva tevil götürmez… Mirza Gulam Ahmet (1839-1908) de, aynı şeyi söylüyor. O da sünnî inanca sahip olduğunu iddia ediyor. Daha sonra üzerinde duracağım, ama haberdar olmanızı istedim… Fetullah Gülen 7. Abant Toplantısı’na gönderdiği mesajda şöyle diyor: “Atatürk’ün ‘muasır medeniyet’ ve ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ hedeflerine kenetlenmiş, iç ve dış sorunlarını çözerek uluslararası camiayla daha fazla entegre olmuş, komşularıyla barışık, Avrupa Birliği ile bütünleşmiş, ABD ile dostluğunu pekiştirmiş, NATO’da yerini muhkemleştirmiş, demokrasi, laiklik ve İslam’ın en güzel yorumlarıyla taçlanmış bir Türkiye, medeniyetler arasında köprü kurmaya daha iyi namzet teşkil edecektir. Bütün bu konuların Abant Platformu’nun geleneksel çoksesli ve yapıcı üslubu içerisinde Washington’ın en müstesna akademik kurumlarından olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde (SAIS) tartışılacak olması, bizim için ayrı bir onur ve ayrıcalıktır. Bu vesileyle konferansa emeği geçen herkese teşekkür eder, başarılar diler, en derin hürmet ve selamlarımı iletirim. “ 47 Zaman Gazetesi’nin 20. 4. 2004 tarihli sayısında yayınlanmış… Bu gazete dincilerin desteği ile çıktı ve halen devam ediyor… Dincilerin parası ait olduğu yere hizmet ediyor… Ne var bu metinde? Çok alıngansınız! Biz, bir şey var, demedik! Sadece: Görene görene; köre ne, köre ne? Bak! İhlaslı Müslüman! Kime ait olursa olsun, sözde dindarların parası ile kurulan, yazılı ve görsel basına bak! Hepsi on sene önceki Hürriyet gazetesi… Yani… İçtenlikle inandıkları sisteme rücû ediyorlar… Fetullah Gülen, 19. 02. 2006 tarihinde bizzat kendi sitesinde: “Dinlerin tabiatında çatışma yoktur. Eğer din, din ise, 47) Mehmet Durmuş, Abant Konsili, Ankara, Anlam yay. 2012, sh. 322 267 Allah’tan gelmiş vaz-ı İlahi ise o silm-selamet (barış ve esenlik) için gelmiştir. Hususiyle İslam dini sulh-u umumiyi temin etmek için gelmiştir. Dinin ruhunda çatışma yoktur.” 48 Demektedir. Bizzat Fahr-i Kâinât Sallallahü Aleyhi Vesellem, kendi değerleri içinde belli bir uyum, barış ve esenlik içinde yaşayan Mekke’deki insanlar arasında çatışma, düşmanlık meydana getirmedi mi? Duygusal yükten arınmış kavramlarla ifade ettim… Gerçekte: “Bizzat Fahr-i Kâinât Sallalahu Aleyhi Vesellem, kendi değerleri içinde belli bir uyum, barış ve esenlik içinde yaşayan Mekke müşrikleri arasında çatışma, düşmanlık meydana getirmedi mi? Kardeşi kardeşe, babayı oğula düşman etmedi mi? Bırakın bütün değerleri bir tarafa, insanların nasıl tuvalete çıkacaklarına kadar müdahale etmedi mi? Hicret’ten sonra, Medine’ye 170 km. uzaklıktaki Bedir’de işi ne idi? O günün ulaşım vasıtalarını düşünün! 170 km. uzaklık ne demek? Bütün mesele; şöyle veya böyle cihad ruhunu öldürmek! Doğu’da Ermenilerin (Ermeni Meselesi’nin ayrıca tahlili gerekir.) Müslümanları katlettiği dönem… Üç Ermeni çeteci, diyelim bin-iki bin Müslümanı bir ahıra sokmuşlar, ellerinde silah, üçer beşer çağırıp öldürüyor…. Feraset sahibi bir Müslüman durumu anlıyor… Yanındakileri diyor ki: “Şunlar nihâyet üç silahlı eşkıya, nasıl olsa bizi de öldürecekler… Hücum edelim… 5-8 kişi ölse de diğerlerimiz kurtulur.” Yanındaki yavaşça kulağına eğiliyor: “Sus! Duyarlar! Kestir kelleni, sav sıranı!” İhlaslı Müslüman neler oluyor? Bütün bu sözde İslâmî organizasyonlar küfrün, emperyalizmin kulu, kölesi!... Ama belki de onlar haklı? Emperyalist kovboy, alnına dayamış tabancayı… Ya canın, ya îmânın! Diyor… Hangisi önemli? Tabii can! Ver îmânı, kurtul! Ondan sonra seni güzelce misafir ederler!... Yalnız paketler içinde topraklarını unutma, tapınmak için! Fetiş midir? Totem midir? 48) http://tr.fgulen.com/content/view/9772/10/ 268 “Îmân”la “inanç”ın farklı değerlendirilmesini işaret ettik… Aynı zamanda “din”le, “İslâm”ın da ayrı değerlendirilmesi gerekir… İslâm dışındakilerin sınıflandırılması ayrı bir konu… Önce İman… Önce İslâm… Önce ben kimim? Önce hududlar çizilecek! Ondan sonra onlarla ilişkinin şekli… Şüphesiz İslâmî devlette, Müslüman olmayanların hakları, vazifeleri tespit edilmiştir… Şüphesiz şartlara uyduğu takdirde; ırz u namusu, inancı, dini, canı, malı İslâm devletinin teminatı altındadır… Ama Müslümana göre ötekidir… Meal okumanın cinâyet olduğunu tekrar ifadeden sonra, şu Âyet-i Kerime’lerin tefsirlerini, tetkik ve tefekkür temennilerimle: “Allah katında hak din İslam’dır... “49 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecek ve ahirette ziyan edenlerden olacaktır”50 “Bugün dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim”.51 “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.”52 “Allah kimin gönlünü İslam’a açarsa... 53 “O Allah, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Resulünü hidâyet ve hak din ile gönderendir”.54 49) Al-i İmran Suresi: 3/19. 50) Al-i İmran Suresi: 3/85. 51) Maide Suresi: 5/3. 52) En’am Suresi: 6/125. 53) Zümer Suresi: 39/22. 54) Tevbe Suresi: 9/33 269 “Dikkat et, halis din yalnız Allah’ındır. Onu bırakıp kendine bir takım dostlar edinenler: ‘onlara, bizi yalnız Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir...”55 “Bütün dinlerden üstün kılmak için peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen odur. Şahit olarak Allah yeter.”56 55) Zümer Suresi: 39/3 56) Fetih Suresi: 48 / 28 270 “Bu nedenle, kesinlikle ve kesinlikle başıma doğal olmayan şeyler gelmeli.” Giorgio Agamben* Evet, inanç–îmân, din-İslâm… Bu kavramların farklı olduklarını işaret ederek temellendirmeye çalıştık… Fakat mesele bu kadar basit değil! Yollar o kadar karışık ki, yine yolumuzu şaşırma riski var!... Kavşaklara yanlış istikamet levhaları konmuş veya birileri tarafından ustalıkla yönleri değiştirilmiş, başkalarının fark edemeyeceği şekilde… Biz; mucize/ keramet kavramlarının; miracle-tansık kavramlarının farklı anlam taşıdıklarını, bir Müslümanla, Gayri Müslim’in bu kavramlarla ilgili farklı anlamlara sahip olmaları gerektiği üzerinde de iddia sahibiyiz… Nitekim Tansık’a, “İnsan aklının alamayacağı, şaşırtıcı, olağanüstü”1 anlamı veriliyor. Farklı bir tanım: “Doğa yasasına aykırı düşen, doğaüstü bir gücün eyleminin bir sonucu olan, doğal kavramlarla açıklanamayan ve insanın kavrayışını aşan olay ya da oluşum.”2 Ve nihâyet: “Tanrısal istencin görünümü ya da doğa düzeninin değişmesi, doğa yasaları ile uyuşmayacak bir durumun ortaya çıkması anlamına gelmektedir.”3 Dikkat edilirse felsefî, mistik, metafizik tanımlar…. Hiç bir tanım da İslam’ın mucize tasavvurunu terennüm etmiyor… 1) TDK Sözlüğü, 2 / 1415 2) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, sh. 728 3) Felsefe Sözlüğü, Sarp Erk Ulaş, Ankara, Bilim ve Sanat, 2002, sh.1018 * Dünyevileştirmeler, çev. Betül Parlak, İstanbul, Monokl, 2011, sh. 31 271 Mucize; Cenab-ı Hakk’ın lûtfu sayesinde: “İnsanların benzerini meydana getirmekten âciz kalacakları ve âdeta meydan okuma şeklinde, peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine zuhur eden hârikulâde olaylardır.” Keramet ise, Cenab-ı Hakk’ın lûtfu sayesinde: “Müminde görülen hârikulâde haldir.” Agamben’den hareketle temellendirmeye, netleştirmeye çalışacağım… {Meziyetlerimiz ve çabalarımızla ulaşabileceğimiz şey aslında bizi gerçek anlamda mutlu edemez. Bizi mutlu edebilecek tek şey büyüdür. Bu durum; Mozart’ın çocuksu dehasından kaçmamıştır. Bullinger’e yazdığı bir mektupta büyü ve mutluluk arasındaki gizli dayanışmayı net bir biçimde kısaca şöyle ifade etmiştir: “İyi yaşamak ve mutlu yaşamak iki farklı şey, ikincisi, bir büyü olmadan, kesinlikle başıma gelmeyecek. Bu nedenle, kesinlikle ve kesinlikle başıma doğal olmayan şeyler gelmeli4”} Yazar, “büyü” kavramını son cümlede açıklıyor, doğal olmayan şeyler, anlamında… Kitabın sonraki sayfalarında da olağanüstü (sh. 39, 93) anlamında kullanıyor… Yani insanoğlu her zaman, 2x2=4 eder dünyasının dışına çıkmaya çalışıyor… İmkânlar âleminden firar etme iştiyâkı içinde… “Özlem” den çok daha güçlü. Daima nedenselliğin o demir çemberini kırmak istiyor… Geleceği bilmek istiyor… “Mucize olmadan5 yaşayabilecek gücü yoktur kişioğlunun. Hemen yeni mucizeler bulur kendine. Tanrıtanımaz, dinsiz, başkaldıran olsa bile, üfürükçülerin, büyücü kadınların önünde diz çöker.” 6 İçinde yaşadığımız bu üç buutlu hayatın içinde de “olağanüstülükler”, “doğal olmayan şeyler” vardır… Bizi mutlu eden de bunlardır. Bir dersten çalışıp hakkımızla geçmek yerine, çalıştı4) A.g.e. sh. 31 5) Tercümeyi doğru bulmuyorum... “Mucize” sadece İslâmî kıymetler alanına ait bir ıstılahtır. İşte bunun için bir uygarlık çevresine ait bu tür terminolojik kavramların, başka bir uygarlığın diline tercümesinin yanlış olduğunu düşünüyorum… 6) Dostoyevski, Karamazof Kardeşler, çev. Ergin Altay, İstanbul, Can Yay. 1982, I-II / 289 272 ğımız üç yerden, ikisinin çıkarak, sınıf geçmemiz bizi daha çok mutlu eder… Borsa oynayan bir kişi tahmininin tersine oynayıp, para kaybetse dahi isabet ettirdiği için kekremsi, çok cazip bir mutluluk duyar? Çünkü o anda gaibin kapısını tekmeleyip açtığını hisseder… Tanrısallığı yaşar. Tanrısallıktan pay almanın mutluluğunu yaşar… Agamben şöyle diyor: “Eğer bir kadın bizi ona layık olduğumuz için severse bu ne büyük bir felakettir! Eğer mutluluk iyi yapılmış bir işin karşılığı ya da ödülü olarak gelirse ne can sıkıcı bir şeydir!” 7 Kumarcının yeşil çuhalar üzerinde aradığı da gaibi kurcalama ihtirası değil midir? “Gaibi Allah’tan başka kimsenin bilmediğini bilir, bu merakını bir türlü yenemez.”8 Belki de çağımız insanın DNA’larını keşfedici şu tespitte bulunur: “Felâket dediğin şeyin cazibesinden daha çekici bir saadet tanımıyorum.”9 Çağımız insanının aradığı hârikulâdelik, olağanüstülük; felâket çapında veya onun farklı yansımaları olan ekstrem durumlardır… Nitekim “Ne fala inan, ne falsız kal!” saçmalığı da insanlığın bu genel zaafının bir ifadesi olsa gerek. Bunun için de canlı, kanlı insanları putlaştırırız… Hani bir söz var: “Şeyh uçmaz, müridi uçurur!” Belki de bu zaman ve mekândan münezzeh bir Cenab-ı Allah tasavvurunun, îmânının bazı insanlarda tatminkâr bir karşılık bulamamasının tabii bir neticesidir. Çünkü bir insana karşı sevgi haddini aştığında tersine döner ve o anda o insanı Rab ediniyorsun demektir. Çünkü Allah Teâlâ: “İnsanların ilmi O’nu (Allah’ı) ihata edemez, kapsayamaz”10 buyurur. Yine “O’nun diledikleri hâriç insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi ihâta edemezler.”11 Buyurulmaktadır. Ve Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh’dan derinliğinin sınırı olmayan derinlikte şöyle bir ifade nakledilmiştir: “Yaratıklarına kendisini tanımak için tanın7) Agamben, sh.33 8) Necip Fazıl Kısakürek, Hikâyelerim, Hasta Kumarbazın Not Defterinden, İstanbul, b.d. yay.1983, sh. 174 9) A.g.e. sh. 167 10) Tâhâ Suresi: 20 / 110 11) El-Bakara Suresi: 2 / 255 273 masının imkânsızlığından başka bir yol bırakmayan Allah’ı tesbih ederim” 12 Şu noktayı anlatmaya çalışıyoruz; İnsanları bir şekilde putlaştırmak sadece pejorative bir durumu ifade etmiyor; itikadî bir meseleyi, îmânî bir arızayı işaret ediyor… Ve ciddi bir ihtiyaca tekabül ediyor… Gözü ile gördüğü, kulağı ile duyduğu, dili ile tattığı, burnu ile kokladığı, derisi ile dokunduğu bir müşahhas, müheykel bir varlık ihtiyacı… Yani “Bana şeker ver!” dediğinizde, elini cebine sokup size şeker verebilecek bir varlık… Size iltifatlar edip, nefsinizi okşayacak bir varlık… Sizin rızanızı, itaatinizi satın alma ihtiyacında olduğunu hissettiğiniz bir varlık… Adeta mücessem, yani üç boyutlu bir varlık… Biraz sonra yine bu konuya dönme ihtiyacı hissedeceğiz… Bu durum, insanlık tarihinde farklı biçimlerde ortaya çıkar… Tam bir oportünizm örneği… İnsanlar nazarında böyle bir statü elde edebilmek için bazen, gelecekte elde edeceği iktidar uğruna bugünden vazgeçme mecburiyeti gerekebilir…….. Bazen çok mütevazı olacaksın… Zühd içinde bir hayat yaşıyor, gibi yapacaksın! Dünya nimetlerinden vazgeçeceksin, az yiyeceksin, az uyuyacaksın, mâsivâyı terk etmiş gözükeceksin…. Korkma! İnsanlar tapmaya put arıyorlar, nasıl olsa sana tapınacak birilerini bulabilirsin… Ve bu insandaki, insanlara tapınma motivi genel bir eğilimdir. Onun için, önce genel bir tezahür örneği vereceğim… Bize göre Dostoyevski filozof-romancı… Sadece romancı değil! Belki de en güzel eseri Karamazof Kardeşler… Eğer ölmeseydi beşinci ciltte papaz yamağı Alyoşa’yı romanın başkahramanı yapmayı tasarlıyordu Dostoyevski… Dostoyevski’nin erken denebilecek ölümü bu bakımdan felsefe ve sanat için büyük bir kayıp oldu… İnanç, din, Hıristiyanlık, Rusya, evrensel süreç hakkındaki tespitleri çok önemli idi; hele ölümünden kısa bir 12) Nakleden: Ebû Nasr Serrâc Tûsî, sh. 33 274 süre önce “Puşkin Günü”nde yaptığı konuşmanın taşıdığı ruh açısından… Eğer romanı bitirebilse nerede karar kılacağı çok merak konusu oluyor bizim için… Özellikle “dede”leriyle meşhur Kozelskaya Optina manastırı vardır. {“Nedir bu ”dede”? Diyeceksiniz. Dede sizin ruhunuzu, iradenizi alıp kendi ruhuna, iradesine bağlayan insandır. Kendinize bir dede seçtiniz mi, iradenizi bırakmış, onun buyruğuna girmiş oluyorsunuz. Kendilerini bu çileye, bu korkunç yaşam okuluna gönüllü olarak bağlayanların, ömür boyu sürecek bir boyun eğmeyle benliklerini yok ederek gerçek ruh özgürlüğüne kavuşma umutları vardır. Böylece yaşamlarının sonuna dek kendi benliğini bulamayan insanların sonunda kurtulacaklarına inanırlar. Bu buluş, yani dedelik öyle havadan bir şey değildir, bin yıldan beri denenmektedir doğuda. Dedelere karşı görev bizim Rus manastırlarındaki bildiğimiz “müritlik” değildir. Burada dedeye bağlı olanlar ona ruhlarının en gizli, karanlık köşelerini de açmışlardır. Aralarında sağlam bir bağ vardır. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında böyle bir müridin, dedesinin ona verdiği bir görevi yapmadan manastırdan çıktığı, başka bir ülkeye - Suriye’den Mısır’a - gittiği anlatılır. Orada uzun çalışmalardan, parlak utkulardan sonra din uğruna çile çekmiş, acılar içinde ölmüş. Kilise, kutsal bir insan saydığı için cenazesini kaldırırken, papazın “kâfirler çekilin!” demesi üzerine tabut, içindeki ölüyle birlikte havaya kalkmış, kilisenin dışına çıkmış, üç kere yinelenmiş böyle. Sonunda, bu kutsal çilekeşin, zamanında dedesinin buyruğunu yerine getirmediği, onu bırakıp kaçtığı; bu yüzden, bunca yüce kahramanlıklar bile yapsa, dedesi onu bağışlamadan bağışlanamayacağı öğrenilmiş, Dedeye haber salmışlar, bağışlamış onu, ancak o zaman toprağa verebilmişler tabutu. }13 Dostoyevski’nin tasvirini yaptığı bu dedelerden biri Zosima dede idi. Altmış beş yaşlarında, toprak sahibi bir aileden geliyor13) Dostoyevski, Karamazof Kardeşler, çev. Ergin Altay, sh. I / 31 275 du. Bir zamanlar ilk gençlik yıllarında orduda idi. “Zosima dede oradaki rahipler içinde en dürüst olanıdır kuşkusuz.14” Fakat söz konusu dede hasta idi. “Ölümünün yakın olduğunu sezinleyerek yakın bir gelecekte manastırlarına büyük ün sağlayacak olan mucizeler bekliyorlardı. Alyoşa, kiliseden uçarak çıkan tabut öyküsüne inandığı gibi, Zosima dedenin olağanüstü gücüne de yürekten inanıyordu.”15 Hasta çocuklarını veya ana babalarını dua etmesi için Zosima Dede’ye getiren hasta sahipleri, daha sonra gelip hastalarının iyileştiğini minnettarlıkla bildiriyorlardı. Tam bu noktada Dostoyevski araya bir fit sıkıştırır: “Zosima Dede’nin etkisiyle mi iyileşiyordu hastalar, yoksa hastalıkları kendiliğinden mi geçiyordu.” 16 Ölen Zosima Dede’nin ölüsü toprağa verme töreninin gereklerine göre hazırlandı. {Özellikle, kapıda toplanmış, dedeyi görmeye gelen basit halktan dindarlar, Rusya’nın her yanından akın eden ziyaretçiler kalabalığının karşısına çıktığı zaman hızlı çarpıyordu Alyoşa’nın yüreği, gözleri ışıl ışıl parlıyordu, önünde yerlere kapanıyorlar, ağlıyorlar, ayağının bastığı toprağı öpüyorlar, haykırıyorlardı. Kadınlar kucaklarındaki çocuklarını ona doğru uzatıyorlar, hasta havalelileri yanına getiriyorlardı. Zosima Dede onlarla konuşuyor, kısa bir dua okuyarak kutsuyor, yolcu ediyordu. Son zamanlarda hastalıklar pek zayıf düşürmüştü onu, öyle ki bazen odasından dışarı çıkmaya gücü yetmiyordu. Böyle durumlarda ziyaretçilerin kapıda günlerce beklediği oluyordu. Onların bu kutsal ihtiyarı böylesine sevmeleri, yüzünü görür görmez ayaklarına kapanmaları, duygulanarak ağlamaya başlamaları Alyoşa için şaşırtıcı bir şey değildi. Ağır çalışma koşullarıyla, kederle, daha önemlisi sürekli haksızlıklarla, kendisinin de öteki insanların da bitmek tükenmek bilmeyen günahlarıyla ruhu iyice sindirilmiş olan basit Rus halkı için kendisini dine vermekten, kutsal sayılan varlıkların önünde secdeye varmaktan daha güçlü bir gerek14) A.g.e. sh. I / 27 15) A.g.e. sh. I / 33 16) A.g.e. sh. I / 33 276 sinim, teselli olamayacağını çok güzel anlıyordu: Bizler günahla, yalan dolanla, şeytanlarla çevriliyiz ya, olsun varsın, orada bir yerde kutsal, yüce bir yaratık bulunuyor. Gerçeğe ulaşmıştır, gerçeği biliyor o. Demek ki yeryüzünden büsbütün yitip gitmeyecek gerçek, öyleyse ola ki, kitapta yazıldığı gibi bir gün bizim içimize de girer, bütün dünyada hüküm sürmeye başlar.” Halkın böyle düşündüğünü biliyordu Alyoşa, anlıyordu bunu: Halkın gözündeki Tanrı gerçeğinin koruyucusunun Zosima Dede olduğundan, bu ağlaşan köylüler, hasta kadınlar gibi onun da en küçük bir kuşkusu yoktu. Zosima Dede’nin öldükten sonra manastıra büyük bir ün kazandıracağı inancı belki de manastırda en çok Alyoşa’nın içinde yer etmişti.}17 Rahiplerle keşişlerin ölüsü yıkanmadığı için ölen rahip rütbesinde olduğunda başucunda Zebur değil, İncil okunuyordu. Şu Hıristiyanlık ne kadar aristokratik, sınıflı bir din. Cenazede bile sınıfsal bir ayrım var. Aşağıdaki satırlara da dikkat: “{Ortalık iyice ağarınca hastalarını, özellikle hasta çocuklarını getirenlerin akını başladı kentten. Gerçekleşeceğinden kuşku etmedikleri mucizeyi bekliyorlardı sanki. Zosima Dede’nin daha yaşarken ne denli yüce bir evliya bellendiği ancak o gün anlaşılabiliyordu. Gelenler yalnızca basit halktan değildi hem. Kendini böylesine çabuk, apaçık, hatta sabırsızlıkla, adeta tutkuyla gösteren bu büyük bekleyişin günah olduğu kanısındaydı Paisiy peder. Gerçi bunun böyle olacağını biliyordu ya, bu kadarını beklemiyordu. Heyecana kapılmış rahipleri görünce, “Yüce bir şeyin gerçekleşmesini bekleyişinizdeki böylesine aceleciliğiniz sizlere yakışmayan, ancak dışardakilerde görülebilecek saçma bir şeydir.” Ama sözlerine kulak asan yoktu. Üzüntüyle görüyordu bunu. Gerçi rahiplerin bu sabırsız bekleyişini saçma buluyordu ya, gerçekte için için kendi de bekliyordu bir şeylerin olmasını; farkındaydı bunun.}18 17) A.g.e. sh. I / 34 18) A.g.e. sh. II / 6 277 Ölü toprağa verilmek için hazırlandıktan sonra, Dede’nin eski odasına taşındığında, tabutun başındakiler arasında bir anlaşmazlık çıktı: {Odanın pencerelerini açmak gerekiyor muydu? Ama birisinin söz arasında gelişi güzel sorduğu bu soru yanıtsız kaldı, üzerinde duran olmadı. Orada bulunanlardan bu soruyla ilgilenenler olmuştu aslında: Böylesine kutsal bir ölünün bozularak kokacağını düşünmenin ancak acınabilecek (gülünecek değilse kuşkusuz), inanç azlığından gelme, gerçek bir saçmalık olduğunu geçiriyorlardı içlerinden. Çünkü tam tersini bekliyorlardı bunun. Oysa hemen öğleden sonra, odaya girip çıkanların önceleri hiç ses çıkarmadan, hatta kimseye belli etmekten korktukları durum kendini göstermeye başlamıştı. Saat üçe doğru ise bu öylesine belliydi ki, haber kısa zamanda keşişhanede, dışarda bekleşenler arasında duyulmuştu. Biraz sonra manastırda da biliniyordu bu, sonunda yıldırım hızıyla kente de ulaştı, inananları, inanmayanları son derece heyecanlandırmıştı haber. İnanmayanlar seviniyordu, inananlar arasında inanmayanlardan bile çok sevinenler vardı. Rahmetli dedenin öğütlerinden birinde söylediği gibi: “İnsanlar doğrunun düşmesinden, çamura bulaşmasından haz duyarlar”. Durum şuydu: Tabuttan yavaş yavaş bir koku yayılmaya başlamıştı, gittikçe de artıyordu. Öğleden sonra saat üçe doğru artık iyice keskinleşmişti. Kokunun her yanı sarmasından sonra rahiplerin de katıldığı, o güne dek manastırımızda görülmemiş, ürkünç bir rezalet oldu. Aradan yıllar geçtikten sonra bile, manastırımızın aklı başında bazı rahipleri o günü ayrıntılarıyla anımsadıklarında böylesine bir rezaletin patlak vermesine şaşmaktan kendilerini hâlâ alamıyorlardı.}19 Bu arada Paisiy peder hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi, tane tane İncil okumayı sürdürüyordu: “{Birden şöyle bir söz duydu peder Paisiy: “Tanrı, insanlar gibi düşünmüyor, demek”. Bunu yüksek sesle söyleyen, -bilindiği kadarıyla- dinine bağlı, orta yaslı bir memurdu. Aslında, rahiplerin uzun zamandan beri birbiri19) A.g.e. sh. II/ 8 278 nin kulağına fısıldadıkları şeyi yüksek sesle yinelemişti yalnızca. Rahipler bu umutsuzluğa çok önceden düşmüşlerdi. İşin kötüsü, hemen her dakika artan anlaşılmaz, mağrur bir tavırla söyleniyordu bu. Ne var ki, kısa bir zaman sonra odadaki derin saygılı hava bozulmaya başladı. Sanki herkes bu havayı bozmaya hakkı olduğu düşüncesindeydi. Birtakım rahipler önceleri üzülüyorlarmış gibi: “Niçin oldu bu, diyorlardı. Ufak tefek, bir deri bir kemik adamdı, nereden çıkıyor bu koku?” Hemen yanıtı yapıştırıyordu ötekiler: “Demek, Tanrı mahsus göstermek istedi...” Bu düşünce hemen, hiç itirazsız benimseniyordu, ölen her günahkarın kokması olağan olsa bile,. Bunun böylesine çabuk olamayacağı, kokmanın en erken yirmi dört saat sonra başlayacağı, bozulma, zamanından önce başladığına göre burada Tanrının “kutsal parmağı” olduğu söyleniyordu. Tanrı bir şey anlatmak istiyordu. Bu düşünce herkesi etkisi altına almıştı.20} Bu arada yorumlar başladı. Peder Ferapont coşmuş, susmak bilmiyordu: {“Keşişliğin gerektirdiği gibi perhiz tutmadığı içindir bu işaret. Apaçık ortadır bu, saklamak günahtır böyle bir şeyi! Şekere bayılırdı, kibar bayanlar cepleri şeker dolu gelirdi ona, çay içerdi, boğazı her şeyden önde gelirdi, midesini tatlılarla, kafasını da kibirli düşüncelerle doldururdu… Bu yüzden rezil oldu işte. …………. Birden çılgın gibi bağırdı Peder Paisiy’e: “Çalımınızdan geçilmiyor, pek kibirleniyorsunuz, oysa boştur bunlar, boş!” Hızla döndü, çabuk adımlarla indi merdiveni. Aşağıda bekleyen kalabalık karasızlık içindeydi. Ne var ki iyice coşan ihtiyar bitirmemişti daha: Yirmi adım yürüdükten sonra birden durdu, batmak üzere olan güneşe döndü, kollarını havaya kaldırdı, bir çığlık atarak yere yığıldı. Alnını yere koymuş, kollarını güneşe doğru uzatmış, olanca sesiyle bağırıyor, bütün bedeni sarsılarak küçük bir çocuk gibi sesli sesli ağlıyordu. “Tanrım yendi. İsa batan güneşi yendi………. Azizin kim olduğu ortada işte! Kimin Tanrı’nın sevgili kulu olduğu anlaşıldı!” Tam o anda herkesi ayine çağıran çan sesi duyulmasaydı iş nereye varırdı Tanrı 20) A.g.e. sh. II / 10 279 bilir. Herkes aceleyle haç çıkardı. Peder Ferapont da kalktı haç çıkardı, gene öyle bağıra bağıra -ama ne söylediği anlaşılmıyordu artık-, arkasına bakmadan doğru kulübesine gitti. 21} Anlam bütünlüğünü bozmadan, olabildiğince kısa alıntılarla durumu özetlemeye çalıştım… Bu 1879-1880’de yazılmış bir roman… Fakat insanlardaki “olağanüstü”ye inanma ihtiyaçları, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen devam ediyor… Çünkü hayatın özünde saklı olan, o giz bilim tarafından çözülemedi… Tersine bu gizle savaşan, bu madde ötesi ile savaşan “bilim”, bu savaşı kaybetti. Bugün bilim XVIII. Yüzyılda kazandığı prestijini kaybetti. Nitekim sanat açısından zayıf olsalar da, insanların toplumsal bilinçaltlarının ( Jung) bir tezahürü olan bestseller romanlarda bugün dahi aynı konular işlenmektedir. Çünkü toplumda, insanlarda karşılığı var. Sadece birkaç örnekle yetineceğim… Graystone Manastırı’nda bir cinâyet işlenir… Soruşturma için ölüm kraliçesi olarak adlandırılan adli tıp uzmanı Dr. Maure Isles gelir ve Baş Rahibe Mary Clment’le konuşur: {Mary Clement hemen cevap vermedi. Düz bir duvara bakan penceresinden dışarı bir göz attı. Ne zaman dışarı baksa dünyasını bu duvarların arasına sıkıştırdığını hatırlıyordu muhtemelen. “Rahibe başlığını taktığımda yirmi bir yaşımdaydım.” “Peki, hiç tereddütleriniz olmadı mı?” “Bir an dahi olmadı.” Maura’ya baktı. “Olmayacağını da biliyordum.” “Nasıl?” “Çünkü Tanrı benimle konuştu.” Ve konuşma devam eder, Baş Rahibe Mary Clment bir kere daha tekrar eder: 21) A.g.e. II/ 14 vd. 280 “O zaman söylememde sakınca yok herhalde. Ben bir kez Tanrı’nın sesini duydum.”……. Çağrıyı aldığım andan itibaren ne yaptığımı biliyordum. Arka bahçede oturmuş cırcır böceklerini dinlerken birden ‘O’nun sesini duydum. Bir zil sesi kadar net ve berraktı. Ve o anda anladım.” }22 Ve öldürülen Rahibe Camille hakkında Baş Rahibe şöyle ilginç bir bilgi verir: “O da aynı sesi duymuştu da ondan. Bu yüzden bize geldi. Çok ama çok zengin bir ailede büyümüştü. Hyannisport’ta Kennedy’lerinkine çok yakın bir malikânede oturuyorlardı. Ama o da benim gibi bu hayatı yaşamak için çağrıldı buraya. Eğer çağrılıyorsanız Dr. Isles, kutsandığınızı anlar, kalbinizde büyük bir coşkuyla yanıt verirsiniz. Rahibe olma konusunda en ufak bir tereddüdü yoktu. Bu emiri yerine getirmeye kendini adamıştı.23” Kendisini “dini inançlarım kuvvetli değil.” Diye nitelendiren adli tıp uzmanı Dr. Maure Isles’le Baş Rahibe Mary Clement arasında ilginç bir diyalog geçer: “Benimle dalga geçeceksiniz. Bunu çok iyi biliyorum. Bir doktorsunuz. Laboratuvar testleri ya da mikroskobun altında gördüklerinizi referans alırsınız. Ama bazı zamanlar mesela ölmüş olduğunu düşündüğünüz bir hastanın birden canlanması gibi açıklanamaz olaylarla karşılaştığınız olmadı mı hiç? Hiçbir mucizeye şahit olmadınız mı?” “Her doktor kariyerinde mutlaka buna benzer sürprizlerle karşılaşır.” “Sadece sürprizden bahsetmiyorum. Sizi afallatacak bir şeyden bahsediyorum. Bilimin açıklayamayacağı bir şeyden.” 22) Tess Gerrıtsen, Günahkâr, çev. Elif Sezginci, İstanbul, Martı, The New York Times Bestseller, 2009, sh.167 23) A.g.e. sh. 169 281 Maura San Francisco General Hastanesi’nde staj yaptığı günleri hatırladı. “Pankreas kanserine yakalanmış bir kadın vardı.” “Kurtulması imkânsız bir hastalık değil mi pankreas kanseri?” “Doğru. Hemen hemen öleceği kesindir. Yaşamaması gerekiyordu. Onu ilk gördüğümde hastalığın son aşamasındaydı. Doktorlar artık serumu kesmek istediler. O kadar ölüme yakındı yani. Hatta hasta kartında okumuştum. Sadece rahat ettirilmesi yeterli yazıyordu. Yapabileceğiniz başka bir şey yoktu, zira sonuçta tarif edilemez acılar çekiyordu. Birkaç gün sonra öleceğini düşünüyordu herkes.” “Ama sonra sizi şaşırttı değil mi?” “Bir sabah kalktı ve hemşireye acıktığını söyledi. Dört hafta sonra evine gönderilmişti.” Baş Rahibe kafasını salladı. “Bir mucize.” “Yo, hayır Muhterem Baş Rahibe.” Maura ve Baş Rahibenin bakışları çakıştı. “Spontan Gerileme” denir buna. “Bu ne olduğunu anlayamadığınızda sizin uydurduğunuz bir şey.” “Gerileme denen bir şey vardır hakikaten de. Kanserli hücreler kendiliğinden küçülür.” “Ya da başka bir şeydi. Bilimin açıklayamayacağı bir şey.” “Benden mucize olduğunu mu söylememi istiyorsunuz?” “Sizden diğer seçenekleri de göz önüne almanızı istiyorum. Mesela ölümden dönen bir sürü insan parlak bir ışık gördüğünü söylemiştir. Ya da onlara henüz vakitlerinin gelmediğini söyleyen sevdikleri insanları… Dünyanın her tarafında rastlanan bu tip olayları nasıl açıklıyorsunuz?” “Oksijensiz kalmış bir beynin halüsinasyonları.}24 Yine Adli tıp uzmanına, Peder Brophy’nin ilginç yakınmaları: {Peder içini çekti ve ilk kez Maura’dan gözlerini kaçırdı. İnkâr ettiği için değil, üzülerek kabul ettiği içindi. “Kolay değil. Hele bugünlerde. İnsanların bize bakışları, arkamız24) A.g.e. sh. 170 282 dan dalga geçmeleri. Ayin sırasında kilisemdeki yüzleri inceliyorum ve kafalarından ne geçtiğini tahmin edebiliyorum. Küçük çocuklara dokunup dokunmadığımı ya da genç kızları taciz edip etmediğimi merak ediyorlar. Onlar da aynı sizin gibi merak içindeler. }25 İkinci bir örnek… Kampüste bir cinâyet işlenmiştir, ceset bir türlü bulunamıyor: {Polisin ekibe bir medyum bir parmak izi uzmanı ve Dannemora’da eğitilmiş özel bir av köpeği grubu kattığını duymuştum. … Henry daha ziyade medyumdan yana endişeliydi. “Eğer bizi bulurlarsa” dedi, kasvetli bir kesinlikle, “sadece bu şekilde olabilir.” “Böyle şeylere inanmıyorsun, değil mi? Bana yüzünde belirgin bir küçümseme ifadesiyle baktı. “Beni şaşırtıyorsun,” dedi. “Göremediğin hiçbir şey var olmazmış gibi davranıyorsun.” Medyum, New York’tan gelen genç bir anneydi. Bağlantı tellerinden elektrik çarpmıştı ve komaya girmişti; birkaç hafta sonra uyandığında, bir nesneye veya bir yabancının eline dokunduğu zaman onunla ilgili şeyleri “bilebildiğini” görmüşlerdi. Polis onu birçok kayıp vakasında başarıyla kullanmıştı. Bir defasında bir çocuğun cesedini haritanın üzerinde bir bölgeyi işaret ederek bulmuştu… Evinin yakınlarından, geçen kötü ruhları hoşnut etmek ve kendisine zarar vermesini önlemek için kapının önüne bir kase süt bırakacak kadar batıl inançlı olan Henry, kampus civarında dolaşan kadını nefesini tutarak izliyordu.26} Üçüncü bir örnek… Antonio Salvi; rahip, genç, Cizvit, beş dil biliyor, mafya liderinin yeğeni, Washington’daki Vatikan büyükelçiliğine atandı. Salvi; İtalyan mafyasının Capo di Capo’su 25) A.g.e. sh. 173 26) Donna Tart, Gizli Tarih, çev. Selim Yeniçeri, İstanbul, Koridor, Uluslararası Bestseller, 2006, sh. 388 283 olan Angelo Gallucci’ye cebine uzanıp Papa’nın yüzüğünü çıkardı ve {Gallucci’ye gösterdi. “Papa bu yüzüğü sana göstermemi istedi, böylece senin anlayacağını.....” Antonio cümlesini bitirme fırsatı bulamamıştı. Birden yüzükten garip bir mor ışık çıkmaya ve eflatun renkli şeffaf bir sis şeklinde yukarı yükselmeye başladı. Bu manzara karşısında Antonio da Gallucci de büyülenmişlerdi. Sis koyu, mor renkli bir buluta dönüşüp odanın üstünde süzüldü. Bir yüz; korkunç bir yüz belirdi: Ölümün yüzü. Ağır ağır Gallucci’nin başının tepesine ilerledi. Gallucci elindeki puroyu düşürdü ve donup kaldı. Mor yüz ağzını açtığında siyah bir delik belirdi ve tüyler ürpertici bir kükremeyle çenesini Gallucci’nin başının üstünde kapattı. Capo di Capo’nun bedeni elektrik akımının dişleri arasında sıkışmış gibi titremeye başlamıştı. Yüz, Gallucci’yi bir köpeğin bezden oyuncağın kafasından tutup sallaması gibi odanın içinde salladı……..…. Gallucci’yi sağa sola savuran Azrail’in dehşet verici görüntüsü Antonio’nun beynine sonsuza dek kazındı. Bir de “Tanrı korkusu” sözü zihninde şimşek hızıyla geçiyordu. Ter damlaları gözyaşları gibi süzülürken Antonia dua etti. O sırada aniden sıkı sıkıya tuttuğu Papalık yüzüğünden bir titreşim yayılmaya başladı. Antonio baktı; yüzükten yumuşak, ılık bir parlaklık yayılıyordu. Bir huzur duygusu onu etkisi altına aldı. Antonio yüzüğü sıkıca avucunda – boğulmakta olan bir adamın can simidine yapışması gibi- tuttu …………… “Azrail’di o dayı, dedi Antonia haç çıkartarak. }27 Bir de toplumsal aidiyet ihtiyacından, grup içinde kendini gerçekleştirme (Maslow) ihtirasından doğan mensubiyet tuzağına örnek vermek istiyorum… İbret almasını bilen analitik düşünme yeteneğine sahip insanlar için çok öğretici bir örnek… Alıkoyucu durakların keşfi bakımından hayati önemde… Katolik, tutucu ve sorunlu bir ailede büyümüş on yedi yaşında bir 27) Jonathan Cross, Vatikan Komplosu, çev. Ebru Sürmeli, İstanbul, İkon, 2010, sh. 91 284 genç kız… Saçma (absürd) hayatına bir anlam katabilmek için “Tanrı’nın Çocukları” isimli bir dinsel gruba katılır… (Romanın tercümesinde “tarikat” kavramı kullanılıyor… Ama ben doğru bulmadım… Rencide oldum. Bir uygarlığa ait bir kavram, başka bir uygarlığa tercüme edilemez! Teyiden tekrar olunur.) Ve Kutsal Fahişe oluyor, “Vücudumu para için değil, Tanrı’nın Sevgisi’ni göstermek için vermiştim.”28 Bir süre sonra malum fiil için, onların terminolojisine göre “Tanrı’nın Sevgisi”ni sunmak için para alabileceği söylenir… {”Ama Timothy, kendimi fahişe gibi hissediyorum.” Diye öfkeli bir şekilde karşı çıktım. “Evet, öylesin” dedi üzerine basarak. “İsa için fahişelik yapıyorsun! Ve Tanrı çöpçatanımız.!”}29 Bir süre sonra yeni hayatını sorgulamaya başlıyor… {İlk dâhil olduğum zamanlarda, grupta kızların ve oğlanların ayrımı konusunda çok katı kurallar vardı. Şimdi ise, yalnızca kendi içimizde değil, dışarıdaki yitik ruhlarla da cinselliği paylaşıyorduk. Hayatımızı ve vücudumuzu feda ederek şahadet ediyorduk. Yalnızca kendini buna adayanlar, İsa’nın İnsanları’ndan “erkek avcılığı”na geçiş sürecine katlanabildi. Ben de bunlardan biriydim ve sevgi için yapılan hiçbir şeyin yanlış olamayacağına inanmıştım. Oysa şimdi, para için yapıyordum.. Düşündükçe, kafam daha fazla karışıyordu. İnsan inandığı şeyle çelişecek şekilde davrandığında acı çeker. Bir şeyler değişmelidir; ya davranış şekli ya da inanış biçimi. En uygun çözüm; öyle davranmaktan vazgeçmektir; ancak, bu her zaman mümkün olmaz. Guruba, bana anlamsız görünen, maddiyata dayalı, rekabet içinde bir yaşam sürdürmenin geriliminden kurtulmak için katılmıştım. Yedi yıl boyunca para için değil, yalnızca sevgi için çalışmıştım. Birkaç bin idealist insanı manevi ailem olarak kabul etmiştim. Şimdi, yeniden değişmek durumundaydım; ancak davranışlarımı değil; inandıklarımı değiştirdim. Birkaç ay içinde “kutsal fahişelik” kavramını benimseyip bütün dünyanın kabul ettiği ahlak kurallarının dışında kalan bir insan olacaktım. Eski 28) Mırıam Williams, Kutsal Fahişeler, çev. M. Barlas Çevikus, İstanbul, Varlık yay. 2004, sh. 13 29) A.g.e. sh. 15 285 ahlak kuralları değişmeliydi ve bizlerden de dünyada devrim yaratmamız bekleniyordu. Asıl büyük sıçrayış ise bütün dünya görüşümün yavaş yavaş değişmekte olmasıydı. Aklıma liderimizin sözleri geliyordu: “Eğer düşünürsen, düşünürsen, düşünürsen. Düşersin, düşersin, düşersin” Düşünerek anlayamıyordum. Bu bir inanç sıçramasıydı. Ben de onu kabullendim.}30 Buna rağmen girdiği yörüngeden kurtulmak mümkün değil! Çünkü bu tür grupları yönetenlerin hepsi pratik psikolog… Oyunun devamını sağlayıcı bazı enstrümanlara başvuruyorlar… Mensuplarının boynuna görünmeyen, lazerden bir yular takıyorlar. Hayvanların görünen yularına karşılık, insanların görünmeyen yuları…{Saharj Marg öğretisiyle Thor’un ilgilendiği kadar derinden ilgilenmediğim halde, yaptığım meditasyon sonucunda, daha fazla rüya ve hayal görmeye başladım. İlk önceleri, bunları fazlasıyla “tarikatvari” bularak reddettim, çünkü Aile de rüyalara ve hayallere önem verirdi: özellikle de Moses David’in gördüklerine. Bununla beraber, hepsini kâğıda döktüm ve genellikle kendimle ilgili mesajlar olduklarından, bana ilham verdiler; ayrıca bu, tinsel olmayan akademik dünyayı dengeleyebilmemi de sağladı. Ekonomik güçlükler gibi dış mücadeleler arasında öylesine boğuluyordum ki, kendi düşüncelerime çok az zaman ayırabiliyordum. Yine de öz-bilinç, sabah çiği gibi, yaşamı destekleyen bir olguydu.}31 Artık oltayı yutmuştur… Kurtulmak çok zor… “Cemaat içinde yaşamak, güvende olmamı sağlıyordu. Ayrılırsam ne iş yapacağımı, aileme nasıl bakacağımı bilemiyordum. Komün insana güven veriyor.”32 Bu arada Batı Fransa’da küçük bir köy olan Sus’ta bir cemaat kurmuş olan Amerikalı bir din topluluğunun üyeleriyle tanışıyorlar. “Tanrının çocukları ile aralarında en büyük fark, kadınlarının başörtü takmaları ve kocalarına daha çok hizmet etmeleriydi. Evlilik törenlerinde kadın, kocasının önünde dizleri üzerine çöküyor ve adam da ona bir başörtüsü takıyordu. Evlilik30) A.g.e. sh. 16 31) A.g.e. sh. 294 32) A.g.e. sh. 260 286 ten sonra toplum içinde sürekli takması gereken bir başörtüsü, İncil’in sözden tekrarladığı gibi, kadının kocasının emri altında olduğunu gösteriyordu.”33 Bu deneyimler içinde kendini “Yuvarlanan Bir Taş Gibi” hissediyor… Bu arada tekrar bir nefs muhasebesi yapıyor: “{Belki de “ dünyaya geri dönmek”ten açıkça korkuyorduk.}34 Nihâyetinde yıllarca sonra mensup olduğu Tanrı’nın Çocukları grubundan ayrılabilince gerçek kişiliğini yeniden keşfediyor… Ve “Düşüncelerim aydınlandı ve tarikatta geçirdiğim yıllarda ruhumu değil, benliğimi kaybettiğimi anladım; bütün yaşadıklarım boyunca kendimi açıklamaya çalışmamış mıydım zaten?”35 Herkes bu olağanüstülüğe tutkun… Cemaleddin Efgânî’yi üstad ve mücahid olarak tanıyan Abdurreşid İbrahim de onun kerametinden bahsediyor: “Şimdi de bu mücahidin kerametlerinden bahsetmek istiyorum. Onunla buluştuğumda Japonya ve uzak doğuda İslâm davasını yaymak için gurbete katlanmamı teşvik ederdi ve bunu imkânsız görür, bu yolculuğa yetecek kadar malımın olmadığını, hanımımın hasta olduğunu söylerdim O da belki hanımın vefat eder ve sen bu yolculuğa çıkarsın, dedi. Aynen dediği gibi birkaç gün geçmeden hanımım vefat etti ve böylece ilk kerametine şahit oldum36” 33) A.g.e. sh. 269 34) A.g.e. sh. 306 35) A.g.e. sh. 315 36) Ali Şeleş, Cemaleddin Efgânî, çev. Mehmet Çelen, İstanbul, İz yayıncılık, 2013, sh. 270…Bu kitapta yer alan Abdurreşid İbrahim’in hicrî 1349’da Kahire’de Müslüman Gençler Derneği’nde yaptığı konuşmadan alınmıştır. Fakat aynı konuşmadaki şu satırlar tarafımızdan anlaşılamamıştır: “{Cemaleddin Efgânî kanser hastalığına yakalanmıştı. Bir gün yanına vardım. Eli ile işaret ederek beni yanına çağırdı, zar zor konuşuyordu. Eline bir kalem ve kağıt aldı ve şöyle yazdı: “ Ey Allah’ım sen biliyorsun ki, Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın son sözü ‘ümmeti ümmetim ümmetim’ idi, ben de ‘milletim, milletim’ diyorum. İki sat sonra döndüğümde vefat etmişti. M. 1897} sh. 273…Anlayamadığımız, Fahr-ı Kâinat’ı tashih mi? 287 Bu örnekleri Ahmed Cevdet Paşa ile bitirip, genel bir değerlendirme yapalım: {11 Şubat 1857 Pazar günü, inşası tamamlanan Fethiye isimli kalyonun denize indirilmesi kararlaştırılmıştı ve protokole mensup üst düzey devlet adamları açılış için davet edilmişlerdi. Bundan evvel bunun gibi gemilerin denize indirilme törenlerinde bütün meclis üyeleri, Âmedî kalemi memurları ve çeşitli seviyedeki kâtipler hazır bulunurdu. Bir müddettir rütbelerin artması sebebiyle resmî törenlere katılanların çoğalmasından dolayı, Âlî Paşa sadareti döneminde yüksek rütbelilerle yüksek devlet memurlarından İstanbul pâyelilerinden aşağısı teşrifat listesinden çıkarıldı. Bu defa davetlilerin Tersane-i Âmire’de toplandıkları ve Padişahın gelmesini bekledikleri sırada Fethiye Kalyonu kendi kendisine yerinden hareket ederek zarar görmeden denize iniverdi. Fakat bu arada birkaç kişi yaralandı, bir kaç kişi de hayatını kaybetti ve gemiye kurban oldular. Geminin bu şekilde kendiliğinden hareket etmesinin asıl sebebi, eskiden bu yana kalyonların en üst katı havuzda yapılmayarak denize indirildikten sonra inşa edilmişken, Fethiye’nin en üst katı da havuzda yapılmış ve bundan dolayı da ağırlaşmıştı. Tören öncesi, denize indirilebilmesi için bir iki küçük destekten bazıları kaldırılmış, ağırlığa dayanamayan büyük desteklerden biri de kırılınca kalyon hafif şekilde hareket etmiş ve diğer destekler de kırılıp denize inmişti. İstanbul Kadısı olan Tekirdağlı Müfti-zade Efendi böyle bir durumdan haberdar olmadığı ve bilmediği için, geminin kendiliğinden hareketine bir anlam veremeyerek, aklınca kalyonu meleklerin indirmiş olduğuna karar verip, yanındaki davetlilere bunu söylemiş. Üst düzey davetlilerden biri de “Evet bu kalyonu meleklerin indirmiş olması muhtemeldir. Lakin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki bir kaç kişinin ölümüne sebep oldu” demiş. 288 İşte ilmiye sınıfının birçok ileri geleni, o dönemde buna benzer gülünç sözler söyleyip çok yerde komik duruma düşerdi. Bu nedenle ilmiye sınıfının eski şan ve itibarı büyük ölçüde zedelendi.}37 Uzun zamandan beri -Dostoyevski ile en az elli yıldan beri hesaplaşmaya çalışıyorum- özellikle bu konuyu ele alıp almama konusunda mütereddittim… Ama oportünizmin, maddî ve manevî istismarının bu alanda, olağanüstülük modasında olduğuna ve İslâm’a da en fazla zararın bu noktada verildiğine inandığım için ele almaktan vazgeçemedim… Mebzul miktarda örnekler arasından sınırlı sayıda seçtiklerimle destekleyerek konuyu tam olarak temellendirmeye gayret ettim. İman ve İslâmın yolunu kesen haramilerin özellikle bu alanda mevzilendiklerine inanıyorum… Bu konularda ihlasla hakikati arayanların yolunun bile, bu informel ruhbanlar sınıfı tarafından hemen kesildiğini ve kolayca “tasavvuf düşmanı” olarak nitelenip saf dışı bırakıldıklarına şahit olduk… Hatta on yıllarca biz de dâhil olmak üzere birçok ihlaslı Müslüman, kurumsallaşmamış ruhban sınıfı tarafından aldatılmaya çalışıldık… Ruhbanlık konusunda kurumsallaşamama onların kabiliyetsizliklerinden(!) değil; muazzez, mücellâ ve müberrâ Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’nin ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadının buna en ufacık, en minnacık da olsa imkân vermemesindendir… Biz ısrarla vurguluyoruz; hayatı salt akılla temellendirmeye çalışmak, mümkün değildir ve böyle bir konsept yaşamayı imkansız kılar. Gücü; inanmayanlar tabiata, biz Allahü Zü-lCelâl Hazretlerine hamlediyoruz; Yaratıcı Kudret, hayatın aranmakla bulunamayacak bir yerine aklı aşan bir şifre gizlemiştir. Ama bu aranmakla bulunması mümkün olmayan şifre hayatın belli aşamalarında kendini gözümüze sokar… Ondan kaçmak mümkün değildir. O; insanın üzerine atılmış bir balıkçı ağıdır… Kurtulmaya çabaladıkça daha çok dolaşır… Yukarıdaki 37) Ahmed Cevdet Paşa, Ma’rûzât, Sultan Abdülhamid’e Arzlar, sadeleştiren, Yusuf Halaçoğlu, İstanbul, bky yay., 2010 , sh.19 289 örneklerle de anlatmaya çalıştığım gibi hangi zaman ve zeminde, hangi din, hangi meşrepte olursanız olun bir gün yakanıza yapışır… Bir insanın inanç sahibi olması ve bir dine inanması ve olağanüstü bazı olaylara şahit olması ve hatta dinsel tecrübeler yaşaması genel bir durumdur… Özellikle bir daha dikkatinize arz ediyorum!... Bu saydığımız özellikler, her zamanda, her insan toplumunda her inanma biçiminde müşahade edilmiştir… Gördüğünüz gibi her guruptan, her meşrepten insan bu tür yaşantıları bizzat yaşadıklarını iddia ediyorlar. Bizim ısrarla vurguladığımız; bu özelliklerden hiç biri insanı Müslüman yapmaz… Özellikle diyalog, medeniyetler arası ittifak gibi temelde fikrî değil, siyasî hamlelerin beyinleri kamaştırdığı, fikir gözlerimizi şaşılaştırdığı bir iklimde, haricen tespit edilen bazı şekli benzerlikler, Müslümanların îmânına mal olacak bir sürece doğru evrilmektedir. Burada bizim endişe ve iddiamız; eğer yola olağanüstüden çıkarsanız, yola tersinden çıkıp, atı arabanın arkasına koşarsanız; yani bazı olağanüstü haller sebebiyle bir insana bağlanırsanız, ona göre bir din, o dine göre bir inanç sahibi olursunuz… Îmân nerede? İslâm nerede? Hatta bir adım daha atıyoruz; Önce İman’ın şartları sonra, İslam’ın şartları… Önce İman, önce İman, önce İman!.. “Ben Müslümanım!” diyen bir kişi, bir ahid veriyor, bir mükellefiyet altına giriyor. Ve diyor ki: “Ben Allah Teâlâ’ya, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere îmân ettim.” Dolayısıyla, Peygamberlere ve onların getirdiği mukaddes kitaplara İman… Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri tarafından, Fahr-i Kâinât Sallalahu Aleyhi Vesellem Efendi’mize inzal buyrulan, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın bize kadar mütevatir olarak geldiğine, bir harfinin dahi değişmediğine; fakat O’ndan önce gönderilen mukaddes kitapların tahrif edildiğine, îmân etmek… Bu îmânın tabii bir sonucu olarak da, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ın bütün 290 ifade buyurduklarına pazarlıksız îmân! Yukarıda zikrettiklerimiz, zaruriyyât-ı diniyedir. Bunların inkârı küfür demektir. Bu açıklamalardan sonra İslam’ın şartı olan; Kelime-i Şehâdet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek, oruç tutmak Müslümanlığı ispat etmez… Müslümanlığı ancak imâ, ihsas ve belki işaret eder!... Şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın: {Size (İslâmca) selam veren kimseye “sen mü’min değilsin” demeyin.}38 buyruğunu unutmuyoruz… Ayrıca; Hâtem-ül-Enbiyâ Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri’nin, Üsâme İbnu Zeyd radıyallahü anh’ı şu şiddetli paylamasını unutabilir miyiz? {Ebu Zabyân anlatıyor: “Üsâme İbnu Zeyd Radıyallahü Anh’ı dinledim, diyordu ki: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam bizi Huruka’ya gönderdi. Sabah baskını yapıp hezimete uğrattık. Ben ve Ensar’dan biri, Hurukalı bir adama rastladık. Adama galebe çalmıştık, La ilahe illallah, dedi. Adam bunu söyler söylemez Ensâri savaşmayı bıraktı, ben devam ettim ve mızrağımı saplayıp öldürdüm. Medine’ye geldiğimiz zaman benim yaptığım, Resûlullah’ın kulağına ulaşmış. (Beni çağırttı ve:) “Ey Usâme! Sen, la ilahe illallah dedikten sonra adam mı öldürdün?” diye sordu. Ben: “O bunu, canını kurtarmak için söyledi” dedim. Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselam: “Sen onu La ilahe illallah dedikten sonra öldürdün mü?” dedi. Bu cümleyi o kadar çok peş peşe tekrar etti ki, keşke bugünden daha önce Müslüman olmasaydım (Müslüman olarak böyle bir cinâyeti işlememiş olurdum) diye temenni ettim.” Müslim’in Cündeb’ten kaydettiği bir diğer rivâyet şöyle: “Sen La ilahe illallah diyeni öldürdün mü? Kıyamet günü La ila38) Nisa Suresi: 4 / 94 291 he illallah gelince ona nasıl hesap vereceksin?” Bunu ona çok tekrarladı.” Hadisin bazı vecihlerinde Resûlullah, Üsame’yi: “Bari kalbini yarsaydın da bu sözü samimiyetle mi söyledi bilseydin ya!” diyerek paylamıştır.}39 Diğer bir rivâyette: { Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem “Adamı lâ ilâhe illallah dedi de mi öldürdün?” diye sorunca ben “Ey Allah Resulü, o silah korkusundan ötürü bunu söyledi” dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem: “Şehadeti gerçekten söylemiş mi, söylememiş mi, bilmen için kalbini yarsaydın ya!” buyurdular.}40 Sebeb-i nüzul ve sebeb-i vürud konunun anlaşılması da çok önemlidir… Hadisenin şöyle olduğu ve söz konusu Âyet-i Kerimenin de bu sebeple inzal buyrulduğu rivâyeti vardır: {1- Bu seriyye, hicretin yedinci yılı Ramazan ayında cereyan etmiştir. Bu seriyyenin komutanı Gâlib İbnu Ubeydullah el-Kelbi’dir. Seriyyenin, komutandan ziyade Üsame’nin ismini alması bu sefer sırasında Üsame’nin işlediği hatanın şüyu bulması, onun çokça konuşulması sebebiyledir. 2- Hadis ve siyer kitaplarında benzer hâdiseler kaydedilmekte, bazılarında farklı hadiseler aynı şahsa nisbet edilebilmektedir. Sadedinde olduğumuz gazve, İbnu Sa’d’ın kaydına göre 130 kişilik bir ekibin gazvesidir. Resûlullah, seriyyeyi Necid’de Batn-ı Nahl’in geri tarafındaki Meyfa’ a nâm mevkide bulunan Benî Ahvâl ile Benî Abd İbni Sa’lebe üzerine göndermiştir. Burası Medine’ye 8 konaklık bir mesafededir. Bazı rivâyetlere göre Usâme Radıyallahü Anh’ın öldürdüğü kimse Mirdâs İbnu Nehîk’di. Kabilesi müşrik olmasına rağmen, kendisi Müslüman olmuştu. Mirdas koyun güdüyordu. Müslümanlar gelince herkes kaçmış, fakat bu, Müslüman olduğu için kaçmamıştı. Müslüman süvarilere es-selamu aleyküm diye selam 39) İbrahim Canan, Kütütb-i Sitte, sh. 12/ 221 40) Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, 3 / 194 292 verir. Ancak Üsâme, öldürerek koyunlarını alır. Resûlullah bu hadiseye ziyadesiyle üzülür ve bir rivâyette: “Siz onun elindekini almak için öldürdünüz” buyurur.}41 Hâsılı sonuç olarak İslâmî şiar: “Fıkıh bakımından burada önemli bir hüküm bulunmaktadır ki o da şudur: Hükümler, zahirî haller ve zann-ı galibe bağlı olarak verilirler, kesinlik taşımak ve gönüllerde gizli olan hususlara vakıf olmak şartı üzere değil.”42 Nitekim Kurtubî de yukardaki Âyet-i Kerime’nin tefsirinde: “Yüce Allah ise, kullarına yalnızca zahire göre hüküm vermek hakkını tanımıştır.”43 Demektedir… Fakat bütün bunlara rağmen, bugün, tam manasıyla “at izinin it izine karıştığı”, istisnasız bütün değerlerin infilak ederek hayat enkazının altında sıkışıp, birbirini parçaladığı, kutupların patlayarak yok olduğu, ortadan kalktığı; hiçbir şeye benzemez vıcık vıcık, karmakarışık bir karmaşanın (halîta veya alaşım değil! Tefekkür bakımından işlenmemiş, Türkçe ile ancak bu kadar ifade edebiliyorsunuz kendinizi, kaç defa değiştirdim kavramları, ama halen “akrebin nokta nokta soktuğu” beynimdeki sızıları tercüme edebilmiş değilim.) ortaya çıktığı, kaçanın da, kovalayanın da ‘Allah, Allah’ dediği, İslâm adına konuştuğu iddiasında bulunanların veya sanılanların; akaid meselelerini, kelâmî konuları mıncıklayarak üzerinde sörf, zapping ve hatta beyin fırtınası(?) yaptıkları; muamelatın, cihadın; özellikle ve bilhassa, önemsizleştirildiği, küçümsendiği, sıradanlaştırıldığı, itibarsızlaştırıldığı “helâl”, “haram” ve “faiz” gibi fıkhî mefhumların züyuf akçe mesabesine indirilerek bütün anlamlarını kaybettiği postmodern bir evrende yaşıyoruz… “Cihan şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden ruhundan 41) İbrahim Canan, Kütütb-i Sitte, sh. 12/ 222 42) Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir, 3 / 194 43) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, 5 / 413 293 hasta” 44 olduğu için zihniyet dünyasında meydana gelen, gittikçe ağırlaşan tedavisi mümkün olmayan, mutasyon neticesinde, çaresiz bir fikrî ishale tutulmuş… Geviş Dahi Getiremeyenler… Günümüz insanını niteleyebilecek en net ifade bu olsa gerek… Fikrî manada geviş getirme yok! Parçalamadan yutuyor, parçalamadan kusuyor… Ortaya çıkan yeni kaygan zeminde, vıcık vıcık çirkefin içinde, vicdanlarda bir burkulma45 oldu, fakat bu taleb edilen değil, öyle cânhırâş bir burkulma idi ki; bütün organizmayı un ufak etti… Belki de genel felç tabiri daha doğru? İşte böyle bir fikir veya fikirsizlik, değer veya değersizlik, her an fırtına, tayfun, sel, su baskını, zelzele, hortum ikliminde bir Müslümanın, mevcut çirkef içinden İmanı’nı rafine ederek kurtarması başlı başına azîm bir mesele!.. Bu milyonlarca ton toprak içinden minnacık bir altın madenini bulmaktan daha zor… Çünkü içinde bulunduğu toprak altın olma iddiasında değil! Altını taklid etmiyor… Birbirinden o kadar farklı ki, aralarında diyalektik bir zıtlık var… Azim, gayret, ısrarla; bir gün altının parıl parıl parlayacağını umud edebilirsiniz! Ama içinde yaşadığımız değerler veya değersizlikler, her şey gider (goes on) evreninde; bütün değerler imitativ, taklid, birbirinin içinde Matruşka bebekler gibi… Bilgi otoyollarında bilginin on şeritten aktığı bir dünyada, gerçeği kalpından; hakikati bâtılından ayırmak o kadar zor ki… Uçak gibi dizayn edilmiş; uçak olduğuna inandırıldığınız otobüslere bindiriyorlar sizi, 3.000 km yolu nihâyet 5 saatte alabilme umudu içinde… Gidiyorsunuz, gidiyorsunuz, yol bitmiyor… Bu arada sürekli, farklı şekillerde rızanız isteniyor, sadakatiniz test ediliyor…… Bıkıyorsunuz, usanıyorsunuz! İniyorsunuz, ama manen sonsuz bir iniş boşluğa!... Bir süre sonra… Artık aldanmama azmi, hatta hırsı içinde başka bir uçak sandırılan araca bindiriyorlar… Bakıyorsunuz yeni eskisinden daha feci… İniyorsunuz boşluğa! Zaten boşlukta binmiştiniz! Boşluk 44) Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 4 Şubat 1944 45) Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu, 2 Temmuz 1954 294 içinde boşluk… Bu sukut-u hayaller, uçak bulma umudunuzu, bir daha çıkmamak üzere toprağa gömüyor… Ve siz bir sıklet olarak, artık bisiklete biniyorsunuz… Yabancılaşma ve yalnızlaşma vetiresi!... Buna bireyselleşme demeyiniz! Fahiş hata olur! Artık bu simsiyah bir umutsuzluk içindeki bir insanlık durumu! Anlamsızlık ve saçmalığın egemen olduğu bir evren… İktisatta bir takım tercihler vardır… Bunlardan birisi de ithal ikamesi… İhtiyacınız olan herhangi bir malı, ev eşyasını, herhangi bir nesneyi; mükemmel olduğunu düşündüğünüz bir birikime ve teknolojiye sahip yabancı bir ülkeden ithal edersiniz… Bunun da bir bedeli var. Kaliteli mal kullanmak sorunlu ve maliyeti yüksek bir tercih… Dövize ihtiyaç gösterir… O zaman tercihinizi değiştirirsiniz ve İthal İkamesi modeline geçersiniz… Yurt içi talebi; teşvik, muafiyet, kredi, yüksek gümrük tarifeleri, kotalar, içte düşük faiz hadleri, temel girdilerin düşük fiyatla sanayiciye temini ve diğer koruyucu ve özendirici tedbirlerle yerli üretimle karşılamayı hedefleyen bir sanayileşme stratejisini tercih edersiniz… Böylece yabancı üretimi, yerli ile ikame edersiniz… Bu durumda hem döviz tasarrufu yapmış olursunuz, hem ek istihdam yaratmış olursunuz ülke içinde, hem de sanayiniz gelişir… Ama buradaki temel mesele kalite sorunu. Bu politikaların uygulandığı dönemde, bu ülkede üretilen otomobilleri keçiler yemişti… Çamaşır makinaları çalışırken evin içinde seyahat ediyordu… Hemen bu gün imal ettiğimiz; otomobil, TV, buzdolabı ve çamaşır makinesi gibi sanayi ürünlerinin ihracatından ve yurt dışı müteahhitlik hizmetlerimizden bahsedeceksiniz! O süreç sayesinde bu günlere geldiğimizi söyleyecekseniz… İtiraz etmek, niza çıkarmak niyetinde değilim, ama buna rağmen, ihracatımızın yüzde kaçının bize ait olduğunu, ara mal ithalatına ne kadar döviz ödediğimizi unutmayın! Demek ki bu gün de ciddi sorunlarımız var… Fakat bütün yapılabilecek eleştirilere rağmen, her şeye rağmen, fedakarlık yapan bir takım nesillerle, daha 295 sonra gelecekler daha büyümüş bir ülke bulabilirler, ama sadece ekonomik alanda büyümüş, unutmayın!... Kalkınmış değil! Yeni doğan bir çocuğun büyümesini durdurabilir misiniz? Fakat iş değerler dünyasına gelince konu bu kadar basit değil! “İnanç”ı nötr bir kavram olarak alalım, “inanılan değerlerin toplamı”… Bir ülke düşünelim, bir gün geliyor bakıyor ki, inançları çok maliyetli… İthal ikamesi yöntemi ile inançlarında yeni tercihler yapsa elde edeceği yeni inançlar daha ucuza mal olacak. Bu yola giriyor ve kendisi, yerli malı inançlar inşâ ediyor… Buraya kadar sorun yok! Ama fikir namusuna sahip bir insan bu inşâ ettiği inançlar dünyasının; her ne kadar eskiyi andıran, benzer gibi gözüken unsurları var ise de, bunun sadece görünüşte olduğunu özde tamamen farklı olduğunu kabul ve ilan etmek zorundadır… Meseleyi somutlaştıralım…. Bir Müslüman için “Îmân”ı çok maliyetli. Sadece birkaç nokta… Bir kere şer’an nasıl harcadığınız değil, asıl önemli olan nasıl kazandığınız! İşte daha başlangıçta devâsâ bir maliyet unsuru…. İki ayağınızı bir pabuca sokan, ellerinizi kollarınızı zincirleyen… İslâmî kurallara göre kazanacaksın. Diyelim kabul ettik. İş bitmiyor. Nasıl gerçekleştireceksin bunu? İman ettiğini söylediğin Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’ı devlete ve hayata egemen kılman gerekecek! Bunun için, kısas, had, recm, mürtedin hükmü, Lutiliğin cezalandırılması, miras, Allah Celle Celalühu’nün kanunları ile hükmetmek… Ayrıca Ahkâm-ı Şer’iyye muvacehesinde reklam? Malı tanıtmak ayrı, “reklam” ayrı. Sattığın metada bulunması gereken vasıflar… Bu da ne demek… Hâlbuki kapitalist bir ethosda altınla, insan dışkısının farkı yoktur… Hadi, anladım kumar, içki yasak. Yasak ama bunların ticareti de mi yasak? Daha gündelik yaşantıya gelemedik… Erkek ve kadın için tesettür. Çoğu sekir veren maddenin azı da haram…. 296 Anlaşıldı maliyet çok artıyor… Biraz tensikat, tenzilat yapamaz mıyız? Yapabilirsiniz… Zaten muamelatın çok az olduğunu söyleyenler var… Bunları atarsınız… Bazıları o günkü toplumun gelenek, göreneklerinden neş’et ettiğini söyleyenler var. Onları da atarsınız… Sonra Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyeti içinde bulunduğunu iddia edenler de ayrı çözümler üretiyorlar… Sonra elde “zaruret” diye, dünyaya bedel bir maymuncuk var… Onu da kullanabilirsiniz. Ayrıca sakladığım bir maymuncuk daha var: “zaman”… İşte size tertemiz(!) bir din… Sterilize edilmiş, her türlü aşısı vurulmuş. Yalnız ufacık, minnacık bir kusuru var ithal ikamesi tercihi ile “Îmân” yerine “inanç” ikame edilmiş… Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir… Başka bir inanca sahip olanlar veya “îmân”ları “inanca” dönüşenler, hoş görülü, esnek bir yaklaşımla kazanılamazlar mı? Yani sahip oldukları “inanç” tekrar “îmân”a dönüşemez mi? Ben burada bu konuyu tartışmayacağım, bundan sonraki kitap çalışmama erteleyeceğim!... Yalnız şimdiden şu kadarını söyleyebilirim. “İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar!” Bir mısraını yazdım şiirin… Ama estetik beğeni vicdanım isyan etti, hepsini veriyorum: DENİZ TÜRKÜSÜ Dolu rüzgârla çıkıp ufka giden yelkenli! Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli. Ömrünün geçtiği sahilden uzaklaştıkça Ve hayâlinde doğan âleme yaklaştıkça, Dalga kıvrımları ardında büyür tenhalık Başka bir çerçevedir, git gide dünyâ artık. Daldığın mihveri, gittikçe, sarar başka ziyâ; Mâvidir her taraf, üstün gece, altın deryâ... 297 Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala O saatler ki geçer başbaşa yıldızlarla. Lâkin az sonra lezîz uyku bir encâma varır; Hilkatin gördüğü rü’yâ biter, etrâf ağarır. Som gümüşten sular üstünde, giderken ileri Tâ uzaklarda şafak bir bir açar perdeleri... Mûsıkîsiyle bir âlem kesilir çalkantı; Ve nihâyet görünür gök ve deniz saltanatı. Girdiğin aynada, geçmiş gibi dîğer küreye, Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: “Yol nereye?” Ayılıp neş’eni yükseltici sarhoşluktan, Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu, Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu. Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız, Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız, Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!... İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar. Yahya Kemal BEYATLI “Îmân“ yerine “inanc”ı ikâme eden insanlar: “Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu.” Emrini bizzat gerçekleştirirler… Şu soruyu da sormadan geçemeyeceğim: Materyalist bir kalpte mi îmân istidadı daha fazladır? Yoksa hurafe, bâtıl inanç, sözde keramet, fal, rüya, daima müteal varlığa yakarış içinde bulunan, hayatın reel gerçeklerinin esiri, mistik, metafizik, okültik 298 inançla ağzına kadar dolu kalbde mi? Saçından tırnağına kadar, her sorunu tartışırken, “ama reel politik” diye başlayan bir oportünistte mi? Tam bu noktada Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin şu tavsiyesini hatırlıyorum: “İnan da, istersen bir odun parçasına inan!...”46 Üstad’ım bu tavsiyeyi şöyle bir açıklamadan sonra veriyordu: “Efendim, bir gün, elbette tek çizgiden ibaret olan îmân istikametinin bedahatini belirtmeye lüzum görmeden mücerret inanmanın kuvvetini göstermek için şöyle buyurmuşlardı: “-İnan da, istersen bir odun parçasına inan!...” Şu noktayı özellikle vurgulayarak belirtmek isteriz ki; Peygamberler hariç, hiçbir beşerî fiil; failinden, mekân ve zamandan müstağni değildir… Yani bir insanın yapıp-ettiklerini, ürettiklerini, söylediklerini onun şahsiyet bütününden, içinde yaşadığı zaman ve mekândan soyutlayamazsınız…47 (Mecelle’nin 13. Maddesindeki sınırlar içinde tarihsellik yok!) Dolayısıyla muhtemelen kırklı yılların az öncesi veya az sonrasında yapılan bu tavsiye o gün için geçerli olabilir… Söz konusu yıllarda, her ne kadar dünyada, positivist, rasyonalist renkler taşıyan Aydınlanma Felsefesi eski etkinliğini kaybetmiş ise de, özellikle bu topraklar da cazibesi hızlanarak artıyordu… Çünkü bu topraklar için yüzyıllardır tek amaç: İslâm’dan kurtulmak… Tek parti iktidarlarının dine karşı yaklaşımları herkesin malumu… Hatta şu anda bile Kemalist, yazılı ve görsel basın hala Aydınlanma çağının pitatik, ekstaz halinde savunucusu… Hâlbuki M. Horkheimer - T. W. Adorno’nun yazdığı “Aydınlanmanın Diyalektiği” Amsterdam’da 1947’de yayınlandı… Ama bunlar anakronik, fikrî mağara devrine ait adamlar… Bunlara göre dünyaya halen; Einstein, Planck, Bohr, Heisenberg gibi kişiler gelmedi… 46) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, İstanbul, b.d. yay. 1978, sh. 145 47) Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyeti içinde bulunduğunu sananlar; hiç değilse Muhammed Ebû Zehra’nın Ebu Hanife (Üçdal neşriyat) isimli kitabını okuduktan sonra, bizim mütalaâlarımızı, bir daha anlamaya çalışsınlar… İleride biz de, yine iktibas yapacağız! 299 Bir de o eski tek Parti dönemlerini, İstiklal Mahkemelerini, bir daha düşünelim! Tam bu noktada, hem ham yobaz-kaba softaya, hem de küfür yobazlarına, maalesef Tevfik Fikret’le seslenme ihtiyacı hissettim: Beşerin böyle dalaletleri var. Putunu kendi yapar, kendi tapar! Mukaddes ve müberrâ İslam’ı hevâ ve hevesine göre yorumlayarak yeni kutsallar inşâ eden ham yobaz - kaba softa ile, küfür yobazı yöntem bakımından madalyonun iki yüzü gibidirler… Çift yumurta ikizleridir, usûl bakımından!... İkinci olarak Rusya’da Ekim 1917’de Bolşevik devrimi olmuş ve Lenin’den sonra, bağnaz biçimde doğrudan doğruya dine savaş açan Stalin’in devlet terörü hâkim… Oralarda Müslümanların neler çektiği az da olsa duyuluyor… Dolayısıyla kısaca resmetmeye çalıştığımız konjonktürde bu tavsiye doğrudur… Fakat, “(cihan)ın, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hasta(dır)” olduğu bir zamanda bu tavsiyenin doğruluğu tartışılır… Ayrıca bugün asıl tehlike, “Îmân”, “inanç” haline dönüşüyor… Bugün “İnan”dığını söyleyenler, “inançsız”lardan daha tehlikeli oluyorlar… Bugün belki de Müslümanların asıl mücadele için hedef kitlesinin “inananlar” olması gerekir… Çünkü “inanmama” artık Yükselen değerlerin dışına atıldı… Kaba dinsizliğin, pozitivizmin eski gücü kalmadı… İnanıyor gibi yapma etkili hale geldi… Ayrıca entellektüel manadaki materyalizmin; “madde”yi mistifike edip etmediği, ona metafizik bir güç atfedip etmediği, bir “inanç” konusu haline getirip getirmediği de tartışılmaya değer… 300 Yine “ayrıca” öyle sanıyorum ki; kapitalist bir gönülde “inanc”a yer yoktur, ama aksesuar olarak en mutena yerine iliştirilmiş veya sıkıştırılmış, mamul, metalaştırılmış, hîn-i hâcette (emergency) kullanılacak bir aşkın varlık imajı vardır… Kanâat-ı âcizânemize göre; “inanç”, “îmân” sınırının kesin, kalın hatlarla tarif, tayin ve sınırlandığı şartlarda; “inanç” istidadı “îmân”a dönüşebilir… Fakat sınırların ortadan kalktığı, kutupların infilak ederek göz gözü görmediği, toz-duman arasında korkarız ki; “îmân”, “inanç” haline dönüşüyor… Biz İslâma karşı haçlı seferinin devam ettiğine inanıyoruz… Fakat bizim asıl korktuğumuz bu komplolar değil! Asıl tehlike çok yaygın bir geçerliğe sahip hale gelip, geometrik dizi ile etkisini artıran, tüm dünyayı sarıp sarmalayan; evrenselliğe, total, bütüncül, bütün meseleleri kucaklayan din ve dünya görüşlerine, mükemmel sistem iddialarına, avangarda, mega-anlatılara (üst-anlatılar) şiddetle karşı çıkan; eklektisizme, kes-yapıştırcılığa, kritersizliğe, yerele, bölgesele dayanan postmodern ethos… Postmodern konsept… Biz bu durumu “at izinin, it izine karışması” olarak niteliyoruz… Uzun süre Amerika’da kalmış, şu anda Türkiye’de turist rehberliği yapan, babası tarafından “iyi bir okuyucu” olarak nitelenen, kitaplarımızı mütalaâ etmiş bir genç; geçen gün İstanbul’da 50-60 kişilik, Amerika’dan gelmiş bir papaz gurubuna rehberlerlik yapar… Papazın biri bir konuşma yapar… Ezcümle “hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz!” der… O sıra bizim delikanlı: “Hayır! Benim inandığım Allah’ın oğlu yok!” der… Ve Bütün gurup, papaz gurubu sap sarı kesilir! İşte bu olay “Amentüde ittifakımız var!” diyen hayâsızların yaygınlaştığı bir konjonktürde, bizim haklılığımızı mı gösterir? Yoksa haksızlığımızı mı? Biz Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne şükrediyoruz! Demek ki doğru yoldayız… Müslüman olmayanların ve İslâmî şuurdan mahrum Müslümanların takdirini kazanmaktan Cenab-ı Hakk’a sığınırız… Öyle bir takdir, bizi kendimiz hakkında şüpheye düşürür!... 301 İnanç / îmân, Din / İslâm, Olağanüstülükler / Mucize - keramet… (Daha önceki çalışmalarımızda üzerinde hassasiyetle durduğumuz ratio-akıl, science-ilim, foundation-vakıf, religion-din, patrie-vatan, civilization-medeniyet, nation-millet, ego-nefs… vb kavramlarla ilgili bölümleri hatırlatmak isteriz..) Birbirinden tamamen farklı olduğunu vurgulayarak, temellendirmeye çalışıyoruz…. Burada hataya düşmemek için birinci adım, size bir kişi hakkında anlatılan olağanüstü haller rahmanî mi, değil mi? Önce onu tespite çalışacaksınız… Rahmanî olan; Mucize, irhâs, keramet, meûnet olabilir. Ama rahmanî olmayanlar daha çok: Parapsikolojik, astrolojik, metapsişik, parapisişik bir durum veya teleknezi, telepati, istidraç, sihir, telestezi, fal, rüya olabilir…. Bütün bu saydıklarımız olağanüstü, hârikulâde, bir hali işaret ediyor. Yani tabiat kanunlarının kesintiye uğramasını… Daha önce tanımını yapmaya çalıştık; eğer Adetullah, Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin izni ve iradesi ile Peygamberler tarafından kesintiye uğratılmışsa buna mucize, denir. Eğer Adetullah Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin izni ve iradesi ile müminler, Allah dostları, veliler tarafından kesintiye uğratılmışsa buna keramet denir… Mucize de, keramet de haktır… İltibasa meydan ve informel ruhbanlara fırsat vermemek için bir daha tekrar ediyoruz… Mucize de, keramet de haktır… Fakat izharı meselesi farklıdır. Daha sonra ilerideki bir bölümde bu konulara tekrar döneceğiz. Yalnız biz burada muteber kaynaklardan yararlanarak “aklını keramete takma!” diyeceğiz… Çocuklar gibi incik boncukla oyalıyorlar seni! {Ebu Ali Cüzcani şöyle demiştir: “İstikamet ara, keramet arama. Çünkü nefsin keramet aramak için hareket etmekte, Rabbin ise senden istikamet istemektedir.” Cüzcani’nin dediği bu ko302 nuda büyük bir asıldır-esastır ve ehl-i sülûktan ve arayanlardan çoğunun gafil olduğu bir sırdır……... Sadık kimsenin yapması gereken şey, nefsinden istikamet istemektir.}48 Şu satırları dikkatle mütalâa ve tefekkür et: {Sehl b. Abdullah’ın yanında kerametlerden söz edildi. O: “Mucize ve kerâmet, vakti geçince bitip sona eren bir şey değildir. En büyük keramet, nefsinin kötü ahlâkını iyi huylarla değiştirmektir” diye konuştu…… Bâyezîd’e: “Falan kişi bir gecede Mekke’ye gidiyor, diyorlar, ne dersin?” diye sordular. Şu karşılığı verdi: “Şeytân da, Allah’ın lanetine uğramış bir varlık olduğu hâlde, bir anda doğudan batıya ulaşıyor. Bunda şaşılacak ne var?” Tekrar: “Falan suyun üzerinde yürüyor” dediler. Ona da: “Balık da suda yüzüyor, kuş da havada uçuyor” diye karşılık verdi. Bir başka rivâyette yine Bâyezîd’in şöyle söylediği nakledilir: “Bir adam suyun üzerine seccade serse, gökyüzüne bağdaş kurup otursa, emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmayın.” Cüneyd de şöyle söyler: “Manevî nîmetleri görüp onlarla telezzüze dalmak ve kerâmetlere aldanmak havassın kalblerini perdeler.” İbn Salim babasından naklen şöyle anlatmıştı: Sehl’in sohbetlerine katılan Abdurrahman b. Ahmed isimli bir adam vardı. Bir gün Sehl’e dedi ki: “Yâ Ebâ Muhammed, bazen abdest alırken kolumdan dökülen suyun altın ve gümüş parçalarına dönüştüğünü görüyorum.” Sehl şu karşılığı verdi : “ Dostum, bilmez misin ki, çocuklar ağlaşınca onların eline oyalansınlar diye oyuncak verirler. Senin başına gelen hangi türdendir, dikkat et!”}49 48) Şihabüddin Sühreverdi, Avârifü’l Meârif, çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Saadet yay. 2010, sh.45 49) Serrâc, el-Lüma’ sh.379 ve 133 nolu dipnota dikkat! 303 Hep dikkatinizi çekiyorum, usanmadan tekrar ediyorum: “Sapıklık ve diğer kötü işleri yapmakla şöhret bulan zamanımız şeyhleri gibi ” diyor Necmeddin Kübra…50 Muhteremin yaşadığı zamana dikkat et! (1145-1221) Hep bu konuya dikkat çekilir… Çünkü İslâm’ın altın çağı Asr-ı Saadet’tedir… Tasavvufta, mubahları fazla işlemek dahi insanın yolunu keser: “Bilmek gerekir ki, mubahları fazla fazla işlemek olağanüstü hallerin az zuhur etmesine sebep olur. Özellikle de gerekmediği halde mubahlar işleyerek işi şüpheli planların sınırına getirmek. Ve şüpheli olanı yapmak Allah muhafaza insanı haramlara kadar götürür. Bu durumda da ne kerametten ne de herhangi bir olağanüstü hâlden söz etmek mümkün değildir. Mubah dairesi mümkün olduğu kadar dar tutulup zaruret miktarıyla yetinilir ise işte o zaman keşif ve kerametin yeri çok geniş olur ve olağanüstü hallerin zuhuru daha açık olur. Olağanüstü hallerin zuhuru velâyetin şartlarından değil, peygamberliğin şartlarındandır. Çünkü nübüvveti açıklamak vaciptir. Velâyeti açıklamak ise vacip değildir. Bilakis bu mertebede sır ve gizlilik daha evlâdır. Zîra nübüvvette halkı davet varken velâyette Mevlâ Teâlâ’ya yaklaşmak vardır. Açıklamanın davet için gerekli olduğu ve gizliliğin yakınlık için uygun olduğu bilinir.51” Diyelim ki; anlatılan olağanüstü, hârikulâde haller rahmanî… O zaman atfedilen kişiye bakacaksın… O zaman yediği içtiği!… Mubahtan dahi sakınması lâzım… Ve yalıtılmış bir ortamda yaşamıyoruz…. Neo-liberal ethosun hâkim olduğu bir dünyada ona eklemlenmek için aşkla, şevkle savaşan; laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinde yaşıyoruz… Yani İslâm’ın sistem dışı kabul edildiği bir sistemde… Faiz, itisnaî olmasına rağmen genelleşen selem akdi, miras, miras…. Mirasını nasıl bölüşüyor50) Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, çev. Mustafa Kara, İstanbul, Dergâh, 1996, sh. 53 51) İmam-ı Rabbâni, Mektubat, Yasin, sh.III/ 458 304 sun?… “Çünkü haram yoldan yenilen malların piyasada çokça bulunmasından ve askerler/devlet yönetimi tarafından birçok sakat kazanç yolları ortaya konduğundan ona haram karışmış olabilir”52. Ayrıca daha önce geçti… İslâmî hizmet ve ücret! Bu yolun hususiyeti terk-i mâsivâdır… Allah Teâlâ’nın dışında her şeyden vazgeçmek… Bak! Keramet atfedilen insanların bu dünya ile araları nasıl? Ama sen zengin tüccarların yanında muhasebecilik yapan, ticari metaı İslâmî hizmet olan ve de Devletten emekli olan insanlara keramet atfediyorsan, diyeceğimiz yok! Sadece îmânına dikkat! Helâle haram demek küfür; harama helâl demek küfürdür. {“En büyük keramet kişinin kötü huyunu bırakıp, iyi huy edinmesidir,” “istikamet kerametten üstündür.” İkincisi ise kevni ve suri keramettir; uzun mesafeyi kısa zamanda alma, az gıdayı çoğaltma, su üzerinde yürüme, ateşte yanmama vs. gibi. Sûfiler bu tür kerametlere fazla önem vermez, bunun mekr-i ilahi olmasından korkarlar. Kerameti, çocukları uyutan haşhaşa veya onları eğlendiren oyuncaklara benzetirler. Veli kemale erdikçe kerameti azalır “Keramet zahir olur, izhar edilmez” Keramet izhar eden sahtekârdır, kendisinden (iradesi dışında) keramet zahir olan velidir (st53: 418; kr54 158). Bir müminin veli olması için suri kerameti olması şart değildir; belli bir kerameti kabul etmek mecburiyeti yoktur. Kerametin çok olması o velinin en ulu evliyadan olduğunu da göstermez. Uslu değil delidir, halka salusluk satan Nefsini Müslüman etsin varsa kerameti Yûnus Emre Şeyh uçmazsa kerametle eğer Mürid uçurur tâ be-kamer }55 52) Ebu Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, sh. 4 / 629 53) Ebû Abdurrahman Sülemî, Tabakatu’s – Sûfiyye. 54) Abdülkerim Kuşeyri, er-Risâle 55)������������������������������������������������������������������������������ Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı, 2012, sh. 211 305 Biz ısrar ediyoruz ki; “Kerâmetlerin, îmân ve takvaya dayanması şarttır. Küfür, fısk ve Allah’a isyan gibi sebeplere dayanan harikulade haller, Allah dostlarının kerâmetlerinden değil, Allah düşmanı şeytanın hallerindendir.”56 Televizyonlarda görmüyor musun? İnsanlar ateşin üstünde yürüyorlar, vücutlarına şiş sokuyorlar, bir illüzyonist yüzlerce kişinin önünde insanı kesiyor, hipnozla yüzlerce kişilik salonun hepsini birden uyutuyorlar… Bunlar önemli değil! Önemli olan Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’yi yaşamaktır. İman nedir? İslâm nedir? Aman ha! Aman ha! Dikkat! Günlerce aç, susuz kalan adam, birden suya saldırırsa, şişer; hayatî gıdalara yer kalmaz… Sen de Yükselen Değerlerin inançlarına saldırıp, kalbini doldurma onlarla, gönlün simsiyah olur, İman’a, İslâm’a yer kalmaz! Mümin feraset sahibidir… Mümin sürü değildir! Dikkat et! Şu hükmün şümulü içine girmeyesin: “Sonuç olarak, avam sürüler gibidir.57” Ve şu tespiti de unutma: “Allah’ın bir veli kulu da hata edebilir ve bundan ötürü velilikten çıkmaz. Ama hata edebileceğine göre, her dediğine uymak elbette caiz olmaz. Ancak peygamberin hakkıdır böylesi bir itaat tavrı. Bir veli de, kalbine doğan her şeye itimat etmemelidir. Şer’i ölçülerin mihenginden geçirmeden, kalbine doğanları gerçek kabul edip, piyasaya sürmemelidir. İçine doğan ilhamı, önüne çıkan olayları, Allah Resulünün getirdiği prensiplere arz etmelidir. Eğer tereddüde düşerse Allah’a havale etmelidir. Yani, ne red ve ne de kabul etmelidir.”58 Halkın insan olarak, evrensel bir olgu niteliğinde; olağanüstü, hârikulâde hallere çok çok fazla merakı vardır… Halkın; fala, büyüye, rüyaya59, illüzyona, sihirbazlığa vb. olağanüstülüklere, hârikulâdeliklere düşkünlüğü evrensel bir nitelikte ve bütün za56) İbni Teymiyye, Allah’ın Dostları İle Şeytanın Dostları Arasındaki FARK, çev. İbrahim Dal, Pınar, İstanbul, 2011, sh. 182 57)İmam-ı Rabbâni, Mektubat, Yasin, sh. II / 431 58) İbni Teymiyye, Allah’ın Dostları İle Şeytanın Dostları Arasındaki FARK, sh. 62 59) İslâmî ölçüler dışında muhteva ve anlam atfedilen rüyayı kasdediyoruz… 306 manlar için de geçerlidir… İktisatta bir kural var: kötü para iyi parayı kovar… Bu ilkeyi genelleştirebiliriz… Hurafe, “bilimsel anlamdaki”60 bilimsel bilgiyi kovar… Astronomi bir türlü astrolojiyi yok edemedi… Amipler gibi bölünerek çeşitli kılıklar altında hayatiyetini, güçlenerek devam ettiriyor… Kimya simyayı yok edemedi… Milyonlarca insan hastalıklarına otlardan, çöplerden çare arıyor… Hemen itiraz hazır: ilaçlar da ottan, çöpten yapılıyor… Evet, ilaçlar da ottan veya çöpten yapılır; fakat her ot, çöp ilaç değildir… Ticarî tıp bir yana; otun, çöpün ilaç olabilmesi için belki de yüzyıllara şamil, binlerce “bilim adamının” beyin teri ve göz nurunun kristalleşmesinden meydana gelmiş, “bilimsel müktesebat” ve laboratuvar çalışması ister… Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’ye karşısında; bid’atler, hurafeler bir türlü ortadan kalkmadı… Çünkü insan nefsine, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadından daha çok bid’atler hoş gelir… Çeşitli fallar, parapsikolojiler, tarotlar… Yani modalaşan her fikre kuşku ile bak! Yani kendini, tetkik ve muhasebesini yapmadan birilerinin arkasından ırmağa atma, çünkü timsahlar dolu senin dibini göremediğin sularda! Daha önce temas etmiştik… Duyduğumuz ihtiyaca binaen, bir kere daha ikaz etmek isteriz ki: “Keramet ile mucize arasındaki farka gelince, kerametin şartlarından birisi gizli tutulmasıdır. Mucizenin şartlarından biri ise açığa çıkarılmasıdır……. Peygamberlerden, peygamberliklerine dair delil istenir ve bunun akabinde mucize ortaya çıkar.”61 Nitekim “Peygamberin doğruluğuna mucize dışında bir delil yoktur.”62 Bir kere daha önemine binaen yukardaki satır60) Bilimsel Bilgi: Kendi imkan ve kabiliyetini bilen, gelişmelerden haberdar olan; elde ettiği bilgileri genel-geçer kabul ederek, dolayısıyla kutsayarak, fetiş veya totem haline getirip ona tapınmadan,; onların ancak, belirli bir probability(ihtimal) içinde geçerli olabileceğini kabul eden, tehlikeli belkinin, çekiçle felsefe yapan müzdarip filozofunun “tanrı öldü!“ feryadından haberdar olan bilim…. 61) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, sh. 11 / 85 62) İmâmü’l – Harameyn el- Cüveynî, Kitâbü’l-İrşâd, çev. A. Bülent Baloğlu vd. Ankara, TDV, 2012, sh. 270 307 ları tekrar ediyoruz: “Olağanüstü hallerin zuhuru velâyetin şartlarından değil, peygamberliğin şartlarındandır. Çünkü nübüvveti açıklamak vaciptir. Velâyeti açıklamak ise vacip değildir. Bilakis bu mertebede sır ve gizlilik daha evlâdır. Zîra nübüvvette halkı davet varken velâyette Mevlâ Teâlâ’ya yaklaşmak vardır. Açıklamanın davet için gerekli olduğu ve gizliliğin yakınlık için uygun olduğu bilinir.” Ve “Keramet izhar eden sahtekârdır, kendisinden (iradesi dışında) keramet zahir olan velidir” Bunun için biz şapkadan tavşan çıkarır gibi, mebzûl miktarda hârükulâdeliklerin teşhir edilmesini ve modern pazarlama yöntemleriyle piyasaya sürülmesini, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akîdesi ile bağdaştıramıyoruz… Ve bütün bu cereyanların Şeriat-ı Garrây’-i Muhammediyye’yi perdelemek, gölgelemek, avamı uyuşturmak için, emperyalizm ve Siyonizm tarafından desteklendiğini görüyoruz… Bizzat gösterilen kerametlerin(!) mucitleri (kavramın uygun olup olmadığından kuşkum var?) tarafından kitaplaştırılmasının da nasıl anlaşılması gerektiğini takdirlerinize bırakıyoruz: Bak! Örneği, Sikke-i Tasdik-i Gaybî63…. Sanıyorum kerâmet üretme konusunda en velûd olanlardan biridir Said Nursî… Adam Menderes dönemi milletvekillerindenmiş, TV’de anlatıyor, sanki akşam bir illüzyonisti hayretle izleyerek şoke olmuş seyirci edası ile hani onlar da sahnede kızları kesiyorlar ya: “Arkadaşlarımızla birlikte, Barla’ya Üstad’ı (Said Nursî) ziyarete gittik… Barla küçük bir yer, sadece bir bakkal var… Ona Üstad’ın yerini sorduk tarif etti… Hiç kimse bizi tanımıyor burada… Üstad da tanımıyor bizi… Üstad’ın yanına girdik her birimizi, “Sen, şunun (anlatan müşahhas isimler veriyor, not almaya fırsat bulamadım.), sen şunun, sen şunun oğlusun, diyerek hepimizi bildi.” Şu kerametlere verdiği emeği biraz da ilmî çalışmalara verebilse, çok daha iyi olurmuş… Kitaplarla, kitap mütalaâsı ile hiç arası yok! 63) Bediüzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991 308 Birileri birilerini kandırıyor… Yukarıda ve aşağıda sadece birkaç örnek verdik, daha da çoğaltabilirdik… Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akîdesi, Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye itikadı ile bu hadiseleri bana anlatın… Zikrettiğimiz kitabın girişinde şöyle bir açıklama var: “Bu Sikke-i Gaybiyeyi mahrem tutardık; yalnız has kardeşlerime mahsustu. Ben vefat ettikten sonra neşredilsin demiştim. Fakat zabıta geldi, adliye hesabına onu sakladığımız yerden çıkardılar. İki sene ellerinde kaldı. Üç mahkeme tedkikinden sonra iade edildi. Bize muhalif gâyet nâmahremler dahi beraber okudular. Bize çok yabanî insanlar gördüler. Bu iki defadır Isparta adliyesinin eline başka risalelerle beraber girmiş hiçbir itiraz edilmeden geri verilmiş. Madem umumun nazarına istemediğimiz hâlde gösterilmiş ve madem Risale-i Nurun ehemmiyetini ispat edip şâkirdlerini şevke getiriyor, kuvve-i mâneviyelerini ziyadeleştiriyor; elbette Medresetü’z-Zehra erkânlarının neşrine karar vermelerine iştirak ederim.”64 İster istemez şöyle bir soru geliyor insanın aklına: “Bu Sikke-i Gaybiyeyi mahrem tutardık; yalnız has kardeşlerime mahsustu. Ben vefat ettikten sonra neşredilsin demiştim… Madem umumun nazarına istemediğimiz hâlde gösterilmiş.” Bu kadar keramet sahibi bir adam nasıl kendi kitabına sahip olamaz? O zaman “muhtaç-ı himmet bir dede, kaldı ki gayriye himmet ede!” sözü gereği şüphe uyandırıyor insanda… Yanlış anlaşılmamak için şöyle bir nakil yapmayı zarurî gördük… Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akîdesine bağlı bir zat der ki: “Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri isterse deveyi iğne deliğinden geçirir…” Rasyonalist bir kişi sorar: “Nasıl geçirir? Deveyi küçülterek mi? İğne deliğini büyüterek mi?” Cevap hârikulâde: “Hak Teâlâ Hazretleri isterse deveyi küçüldür, isterse iğne deliğini büyütür, isterse ne deveyi küçültür, ne iğne deliğini büyütür, deveyi iğne deliğinden geçirir… Çünkü Hâdî-i Mutlak Celle Celâlühu Hazretleri için zaman ve mekân mefhumu yoktur…” 64) A.g.e. sh. 5 309 Adam gibi oturup düşünün bizim gibi, şu hadisedeki akideye sahip insanları bile, neleri düşünmeye sevk ediyorsunuz! Siz kerameti “oyun” haline getirirseniz, bizim sorularımız da böyle meşruiyet kazanır… Yani şu laflarla neyi izah ettiğinizi sanıyorsunuz? Neyi rasyonalize ettiğinizi sanıyorsunuz? Neyi hangi mantığa bürüdüğünüzü sanıyorsunuz? {Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tedkik etmiş, itiraz etmemişler… Yalnız demişler: “Bu, yazılmamalı idi. Keramet sahibi kerametini yazamaz.” Ben de onlara cevap verdim ki: “Bu benim değil. Risale-i Nurun kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir.” Dedim. Onlar sustular. Demek ki kabul ettiler.}65 Tövbe estağfurullah! Siz böyle laflar ederseniz, şöyle bir soru meşrû hale geliyor: Yani size göre Kur’an (hâşâ) mahlûk mu? Sadece bir örnek: bu satırlarla kimin ilgilenmesi gerektiğini takdirlerinize arz ediyorum: “Ehemmiyetli bir zat, Risaletü’nNuru kemâl-i takdir ile okur yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi. Şefkatsiz bir tokat yedi. Gâyet meftûn olduğu refikası vefatla ve iki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale geldi.”66 Bu cümlelerin altında; Risale-i Nur Şâkirdlerinden Emin, Tahsin, Hilmi isimleri var. Evet, tasdik ediyorum kaydı altında, Said Nursî ismi var! Bunları okuyunca, vicdanımdan âmiyâne fakat çok derinlerinden şu isyan ifadesi fışkırdı: “Allah mısın be hey gafil?” İhlas sahibi Müslüman kardeşim, farkında olmadan zihnimizin nesiçlerine, DNA’larına kadar işlemiş postmodern konseptin etkisinde, çok kaygan bir zemin üzerindeyiz… Belki sen ilk defa duyuyorsun veya felsefî anlamda ciddi bir bilgi sahibi değilsin, ama yine de postmodern ethosun etkisi altındayız hepimiz! Hiç kimsenin bu konseptin etkisinden masûn kalması mümkün değil! Sanki merkezî zihniyet sistemi üzerinde etki yapan; renksiz ve kokusuz olduğu için tespiti ve teşhisi çok zor olan sarin gazı… 65) A.g.e. sh. 12 66) A.g.e. sh. 31 310 Uçakla havadan üzerimize serpilmiş toz zerreleri halindeki mikroplar… Farkında olamadığımız asit yağmuru. Eğer farkında olmadan postmodern konsepti içselleştirmemiş olsaydık, şu caddelerde nasıl bu kadar rahat yürürdük? Kendimize ve kendi dışımızdakilere nasıl bu kadar rahat tahammül edebilirdik? Bu sözde tarikatların hepsi de aynı… Bu sözde tarikatları ve sözde âlimleri birbirinden soracaksın! Hepsi de ayrı ayrı sadece kendilerinin bozulmadıkları iddiasındalar… Fakat müşahede edebildiğimiz kadarı ile bilebildiğimiz bütün sözde tarikatlar ve sözde alimler; dizayn ve inşâ edilen mistik, metafizik, okültik, siyasî (demokratik) ve iktisadî (kapitalist) liberal, rasyonalist, positivist, laik, seküler bir sistemin eksik olan psikolojik ve etik (ahlakî) yanını tamamlayan payandalardır, dolgu maddeleridir.… Saçma duygusu içinde kıvranan ve anlamsızlık çukuru içinde debelenen insanlar için hayatı çekilir hale getiren; tuz-biber, salça veya sostur… Baharattır… Postmodern konseptin toplumsal yaşamı ve devleti tehdid, hatta berhava edebilecek, (her şey gider-goes on) telakkisi üzerine, toplumun bekasını sağlayabilmek için açılan çentiklerdir… Tanrının ölümünün kabul edildiği bir toplumu tahayyül edebiliyor musunuz? Böyle bir dünyada emperyalizmi düşünebiliyor musunuz? Yalama olmuş, tutunacak bir noktası bile kalmamış böyle bir değerler sisteminde, tutunabilecek bir çentik lâzım!... “İşçine, karına, kızına, müşterine, hatta hatta özellikle kendine “Allah’tan kork!” diyebileceğin bir çentik zarurî bir ihtiyaçtır…… Bunun için, kurulan bu sistemin müellifleri tarafından mistik, metafizik, okültik unsurlar ve onların doğal bir sonucu olan, olağanüstü hal ve keramet ethosu özellikle teşvik edilerek, narkoz veya uyuşturucu olarak kullanılmaktadır… Eğer dini PDR olarak kabul ediyorsan, diyeceğimiz yok! Fakat talebin İslâm ise, Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’ye sarıl! Kalbindeki Tevhid inancını gölgeleyen; hoca, şeyh, âlim, üstad, kanaat önderi, lider, TV, gazete, yazar putlarını Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat 311 şiarı ile kır ve kazmayı nefsinin boynuna as! “Bu kırmış!” de… Muhatabın sorarsa “bunları bu nefs nasıl kırdı ki?”, “mademki, nefs bunları kıramaz! Öyleyse niçin bu şeytanî nefs varlığına tapıyorsunuz?” cevabını ver! Şu noktaya da özellikle dikkatinizi rica ediyorum: Bu sözde tarikatçının, sözde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hassasiyeti iddiacılarının ve sözde âlimlerin, kendi hevâ ve heveslerine göre inşâ ettikleri, sözde ilkelerden kaynaklanan, beslenen; mahviyyetkâr, mütevazı, zühd ve takvâ perdesi arkasına gizlenmiş; konsantre veya nükleer nefsaniyet, ucb ve kibirleri, milyonlarca sıradan insanın sahip olduğuna eştir, eşittir… Biz tarikatlar konusunda şu noktadayız: {Nitekim bir gün şöyle buyurmuşlardı: (Abdülhakim Arvasî Hazretleri A.B) “Hükümet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekânları kapattı” Öyleyse hükümetin kapattığı, manada boş tekkeler. Yasak edebildiği de, sahtekârlarca dış plan maskesi olarak kullanılması gâyet kolay ve kökünü kaybetmiş merasim şekilleri…}67 Bir kere daha tekrar ediyoruz: “{Nitekim bir gün şöyle buyurmuşlardı: (Abdülhakim Arvasî Hazretleri A.B.) “Hükümet tekkeleri kapatmadı; onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekânları kapattı” Öyleyse hükümetin kapattığı, manada boş tekkeler. Yasak edebildiği de, sahtekârlarca dış plan maskesi olarak kullanılması gâyet kolay ve kökünü kaybetmiş merasim şekilleri…} Tarikat âdâbına sahip kimseler de şu satırları dikkatle mütalaâ etsinler: {Uydurma Menemen hâdisesi münasebetiyle şeyh ve şeyh bozuntusu kim varsa toplayıp (gerçek manada Allah dostlarını istisna ediyoruz) Menemen’e gönderdikleri zaman Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretlerini de, ne tarikat, ne siyaset, dış 67) Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, İstanbul, b.d. yay., 1978, sh. 132 ---Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul, b.d. yay.1992, sh. 328 312 dünyaya sızan hiç bir faaliyetleri olmadığı halde yakaladılar ve oralara sürdüler. Bin bir çile içinde dimdik, tevekkülle ilâhî iradeyi bekledi ve “Divan-ı Harp” huzurunda olanca müdafaasını, tek cümleye sığdırdı. Reisin “Sen Şeyh misin?” sualine cevabı: “- Ben Şeyh değilim ve o yüce mertebeye lâyık olmaktan uzağım; yok, eğer Şeyhlik devrimizde gördüklerimizin hali demekse, ona da tenezzül etmekten münezzehim!”}68 Bu azîm meselenin başlı başına incelenmesi lâzım… Ama biz hiç değilse şimdilik bazı soruların gündeme getirilmesi gerektiğine inanıyoruz!... Tasavvufî düşüncedeki duraklama ve gerileme ne zaman başladı? Bu konuda çok farklı görüşler var. Bu durumu 14. Yüzyıl’a kadar götürenler var.69 Çökmeye yüz tutmuş tekke dünyasının yeniden ihyası için son yüzyılda çeşitli dergiler çıkarılmıştır.70 “Beşik şeyhliği”71 nedir? Başlı başına bir mesele… Nasıl ki, “beşik ulemalığı” medresenin tereddisinin önemli sebeblerinden biri ise; “Beşik şeyhliği” de tekkelerin, tarikatların tefessühünün en önemli amillerinden biridir… 1866’da Meclis-i Meşayih niçin kurulmuştur? 18 Temmuz 1918 tarihli Takvim-i Vakayi’de neşredilen Meclis-i Meşayih nizamnamesi, Meclis-i Mebusan’da müzakere edilirken hangi mütalaâlar serdedilmiştir? Tahmin edilebileceği gibi Batıcı sözde aydın takımı tekkelerin tefessüh ettiğini ve bunların kapatılması gerektiğini ileri sürmüştür. Fakat üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken nokta: “Sırat-ı Mustakim, Sebilu’r-Reşad, Beyanu’l-Hak dergileri etrafında toplanan İslâmcılar ise tekkelerin çöktüğü konusunda Batıcılar gibi düşünüyorlardı. Ancak çareler ko68) A.g.e, sh.330 ----- O ve Ben, sh. 214 69) Mustafa Kara, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, İstanbul, Dergâh yay. 2010, sh. 219 70) Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İstanbul, İz yay. , 2006, sh. 343 71) Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul, Dergâh yay. 2010, sh. 59 313 nusunda bunlar ilgadan değil ıslahtan yana idiler.”72 Konuşmaya gerek yok, Batıcı sözde aydın takımı İslâm düşmanı, eleştirileri kin ve nefret dolu! Fakat bu saydığımız dergiler etrafında toplanan Müslümanların hepsi de tasavvuf düşmanı mı? Yoksa onlar da bizim gibi, yürekleri kan ağlayarak mı bu eleştirileri yapıyorlardı? Şüphesiz böyle genellikle böyle idi! Fırsat düştükçe veya fırsat yaratarak muhataplarımızın fikrî nasırına basmaya çalışıyoruz… Yeter ki “fikir” olsun, nasırlaşmış olanına da razıyız!... Yalnız eğer nasırı kökünden söküp atamazsanız, kendinizi aldatırsınız… Çünkü muannid bir yapısı vardır, tekrar nükseder… Tam manasıyla fikir planındaki obsesyona tekabül eder… Bu bakımdan metaforumuz çok isabetle seçilmiş… Bizim en önemli gayelerimizden biri muhafazakar ethosun inşâ ettiği Zaman Tanrısını ve ondan doğan putları yıkmak!... Panteon’daki tüm tanrıları yok etmek! Dinciler, “Müslüman”ım dememek için hayretâmiz atraksiyonlarla harikalar yaratıyorlar… Konservatif, kavramını dinci halka sevimli, gelecek “muhafazakar” kavramı ile tercüme ederek, biz “muhafazakar demokratız” veya tam manasıyla oksimoron bir ifade olan “muhafazakar liberal” olarak niteliyorlar kendilerini… Hiç kimse sormuyor… Çünkü kimsenin umurunda değil! Bir Müslüman “konservatif ” olabilir mi? Biraz daha canınızı acıtmak için soruyu şu şekilde sorayım: Sizin “konservatif ” anlamını yükleyerek, onunla eş anlamlı kullandığınız manada “muhafazakâr” olabilir mi bir Müslüman? Çünkü bir kavrama istediğiniz anlamı veremezsiniz; tabii fikir namusunuz varsa! Bir kavramı, ait olduğu uygarlığın anlam evreninde kullanmak zorundasınız! “E… Canım gâvurun kullandığı gibi kullanmak zorunda mıyım?” Gâvurun kavramını kullanmak zorunda mısınız? Siz de haklısınız… Zaten oportünist yaklaşımla kullanıyorsunuz! Ama bizim gibi fikir namusuna sahip insanlar; öyleyse fark etmez, diyemez! Ve insanlar “takım kaptanı”nın arkasından; araştırma, düşünme, eleştirme ihtiyacı duymadan, kendilerini fikir çilesinden kurta72) Mustafa Kara, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, sh.223 314 ran, bir münevvere yakışmayan rahatlığın uçurumuna bırakıyorlar… Ama düşünülmüyor ki, takım kaptanın yaptığı konuşmalar dahi kendisinin değil! Fakat yine hiç önemli değil! Çünkü takım kaptanının sağlam bir ipe yapıştığının farkında! O itminan da yeter adam olana, çok bile! Yüzyıllardır İslâm aleminin tefekkür sahasını Zaman Tanrısı işgal etmiş durumda!... Yani geçmişi kutsuyoruz… Yani geçmişi put haline getiriyoruz!... Fakat burada dikkatten kaçmaması gereken nokta, ikili, belki de şizofrenik bir zihin durumuna sahibiz… Genel olarak maziyi kutsarken, fıkhî konularda modern çözümlerle istikbali kutsuyoruz… Tam şizofrenik, tam mantıkta yarılmaya, çatlaklığa tekabül eden, tam oportünist bir yaklaşım… Fakat bu; kafadan çatlaklığın değil, îmânda çatlaklığın bir belirtisi olabilir! Evet bir Müslümanın “Altın Çağı” mazidedir… Bir materyalistin, Marksist’in ki ise istikbaldedir… Bu günkü dincinin şuuru ise ikiye bölünmüştür… Önce şunu bilmemiz gerekir ki; Müslümanın “Altın Çağı” Asr-ı Saadet’tedir… Eğer siz bir Müslümanın sahip olması gereken “Asr-ı Saadet” algısını bütün maziye teşmil ediyorsanız, maziyi put haline getiriyorsunuz, demektir!... Son on yıllarda; Osmanlı, yönetimi, padişahlar, yöneticiler, kurumlar, özellikle eğitim unsuru olan medreseler, müderrisler, ulema, tekkeler, tarikatlar, şeyhler; mistifike edilerek, bütün hatalarından arındırılarak, kutsanarak, fetişleştirilmekte, totemleştirilmektedir. Bu tutumun sebepleri üzerinde durmayacağız, ama bizi fazlasıyla rahatsız etmektedir… Yalnız şu nokta unutulmamalı ki; Osmanlı ve kurumlarına, Cumhuriyet ve onun kurulmasını hazırlayan dönemlerde o kadar bilimsel yaklaşımdan uzak, tamamen hissî, akıl, mantık dışı eleştiri sayılamayacak çok yaralayıcı galiz hakaretler yapıldı ki; bu yaklaşım maalesef bazı insanlarda tam mukabili olan ölçüsüz, muhasebesiz bir hayranlığa dönüştü… Hâlbuki Osmanlı ne birincisi, ne de ikincisi… Ne hain, ne de kutsal… Şiir gibi bir devlet kurmuş, fakat çeşitli 315 sebeplerle XVI. Yüzyılın ortalarından itibaren zaafları ortaya çıkmaya başlamış ve…… Bütün sahtelikleri, küçük yaşlardan itibaren aile ikliminde, sezme, öğrenme, anlama imkânına ve nimetine sahip olan benim gibi bir insan, bu tutumu bir yere kadar mazur görebilir… 1960’lı yıllarda, genç bir delikanlı iken; İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Musâhip-Zâde Celâl (1868-1959)’in bırakın objektifliği; insaftan uzak, garazkâr, maksatlı, gerçeğe aykırı, dinî, îmânı karalayıcı, hakaret edici piyeslerini seyrederken, öfkeden çıldırdığımı hatırlıyorum… {Hiçbir garazkâr Avrupalı yazar, düşmanlıkla yola çıktığı halde, Osmanlı tarihi ve müesseseleri hakkında “Musâhipzâde” kadar karalayıcı ve horlayıcı olamamıştır.}73 Bu insafsızlığın kalbinde açtığı yaralar, hala kanayan bir insan olarak yazıyorum bunları… Fakat davası İslâm, davası Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye olan mü’minlerin, artık bu tuzaktan kendilerini kurtarmaları lâzım! Çünkü haddi aşan her türlü mübalağa tavrı gönüle dikilen bir puttur ve tevhidi gölgeler… Hâlbuki münevver bir Müslümana yakışan, tetkik, tefahhus ve tefekkürdür! Çile… Çile… Çile….Fikir çilesi! Yine kutsanan, fetiş haline getirilen medrese? Bütün yerleşik değerler öyle bir altüst oldu ki, biz de şaşırdık… Bir “aşağı” ve “yukarı” var mı? Eski konseptte “insan bilmediğinin düşmanıdır.” yargısı tartışmasız kabul edilirdi…. Hatta bizim “karanlık” sanlı Herakleitos (540-480) ustamız: “{Aptal insan her söz (logos) karşısında her zaman şaşkın şaşkın bakınır. - köpekler tanımadıklarına havlarlar.}74 Yani medreseyi hafıza renkleri ile değerlendirerek kutsayanlar, kurumları zaman ve mekân dışı kutsal yapılar olarak kabul ederek, ona tanımadıkları halde hayran oluyorlar… Ona tapınıyorlar… Onu değerlendirebilmek için hiç değilse şu birkaç kaynağı mütalaâ edin, ondan sonraki hükümlerinize razıyız! 73) Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken yay. 1985, sh. 7 / 2508 74) Walter Kranz, Antik Felsefe, Metinler ve Açıklamalar, çev. Suad Y. Baydur, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak. Yay. Tarihsiz, Sh. I-87 316 - Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Mevzûat-ül Ulum, (1532) - Yazarı belli değil. Hırzü’l Mülük, Sultan III. Murad’a (Saltanat dönemi: 1574-1595) arz edilmiş. - Yazarı belli değil. Kitâb-i Müstetâb, 1620, II. Osman’a sunulmuş olmalıdır. -Yazarı belli değil, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslimîn ve Menâfi’ilMü’minin, Vazîr-i a’zam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’ya sunulmuş olmalıdır. 1643-44, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye teşkilatı, Ankara, TTK, 1988 Sadece birkaç satır: “Fi’l-vâkı insâf mıdır ki kâdı-asker olan kimesneler ehl-i ilm mansıblarını tevcih itmekte vezire murâcaat idüp ânuhla müşavere ideler. Ol eclden cemi ömr-i nazeninlerin ma’ârif ve fezâyil tahsiline sarf itmiş nice kâmiller ekâbirden mesnedi olmaduğı eclden menâsıb-ı ilmiyyeden mahrum, belki cihet-i maişette dahi kemâl mertebe âciz ve mütehayyir kalmışlardır ve nice ecnebi ve câhil vezir-i a’zama ve sâyir ekâbire intisâb ile tarîk-ı ilme dâhil olup zamân-ı kalîlde merâtib-i âliyeye vâsıl ve bi-nihâye mâl ve menâle nâ’il olmışlardır. Herkes ilmi içün ri’âyet olunmayup biz-zât rağbet olmaduğı eclden, etvâr-ı selef ref ü telef olup tahsîl-i ilme sa’y ve güşiş ider kimesne az kalmıştır. Alî medreselerde olan müderris efendilerden ekserinün ilmi ü faziletten behresi ve kemâl ve ma’rifet ile şöhresi yoğ-iken kimi intisâbla ve kimi mâl virmegle ve kimi molla-zâde olmağla müderris olup ifâde ve istifâde ber-taraf olmıştır.”75 Ve sadeleştirilmiş hali: “Kazaskerler işlerini kendi başlarına yürütmeli, pâdişah buyruğuna aykırı hareket etmemelidir. Kazaskerlerin ilmiyye mansıblarını vermek için vezîr-i azama başvurup onunla görüşmeleri insafa sığmaz. Çünkü bütün ömrünü 75) Hırzü’l-Mülük, sh. 196 317 ilme harcamış nice olgun kişiler kendilerine arka çıkacak büyükleri olmaması yüzünden ilmiyye mansıblarından yoksun ve hattâ geçim sıkıntısı içinde kalmışlardır. Aksine nice yabancı ve câhil vezîr-i azam ve diğer büyüklere kapılarak ilmiyye mesleğine girmiş, kısa sürede yüksek mertebelere ulaşmış uçsuz bucaksız paraya, mala kavuşmuşlardır. Artık ilim sahibi olmak için çalışıp çabalayan pek az kişi kalmıştır. Yüksek medreselerdeki müderrislerin ekserisi; ilim fazilet, kemâl ve marifet bakımından adları sanları olmadığı hâlde, ya birine kapılandıklarından veya mal verdiklerinden yahut molla çocuğu olduklarından dolayı müderris olmuşlardır. Böylece ders vermek de, dersten yararlanmak da ortadan kalkmıştır”76 Bu satırlar 1574-1595 yılları arasında saltanat sürmüş Sultan III. Murad’a arz ediliyor… Medreseler konusunda uzun zamandan beri devam eden bir çalışmamız var… Tek amacımız atalara tapma dinini, geçmişi kutsama tutumunu ortadan kaldırmak… Her türlü putu kırarak, tevhid inancına yer açmak! Rahat olduğumuzu sanmayın!.. Fakat gönüllerde Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne yer açabilmek için önce mâsivâ’ya “Lâ” çekmek gerekiyor… Fakat bu arada: Rahmetli Üstad’ımın “Anneme Mektup“ şiirindeki “anne” sadece biyolojik mevcudiyetimizin sebebi olan bir varlık mıdır? Yoksa anne sütü kadar temiz, saf, iffet, izzet, ismet sıfatları ile muttasıf; her türlü özlemin, hasretin, aksiyona geçme iştiyakı içindeki îmânın ifadesi olan bir remz midir? Yirmi küsur yaşındaki bir delikanlının yazdığı bu şiirdeki “anne” figürünün böyle bir sembolün tezahürü olduğuna inanıyorum… Ben bu gurbet ile düştüm düşeli, Her gün biraz daha süzülmekteyim. Her gece, içine mermer döşeli, Bir soğuk yatakta büzülmekteyim. 76) Hırzü’l-Mülük, sh.164 318 Böylece bir lâhza kaldığım zaman, Geceyi koynuma aldığım zaman, Gözlerim kapanıp daldığım zaman, Yeniden yollara düzülmekteyim. Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim. Dolayısıyla biz: Her gece, içine mermer döşeli, Bir soğuk yatakta büzülmekteyim. (büzülmekteyiz) ………………. Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim… “Hayır, biz maziyi put haline getirip, atalarımıza tapmıyoruz” diyorsanız; yukarıdaki ve benzeri sorulara cevap vermeniz gerekir!... Tasavvufî düşünce ne demektir? Tasavvufî düşüncede duraklama ve gerileme var mıdır? Yoksa tasavvufî düşünce muhkem âyet ve mütevatir hadis gibi zaman ve mekân üstü müdür? Tarikatlar hatasız mıdır? Varsa hataları nelerdir? İslâm inancına göre günahdan masûn Peygamberler dahi “zelle” denilen ufak hatalar işlerler… Peki, bu tarikat şeyhlerinin de hataları var mıdır? Varsa nelerdir? Veya bugünkü “helâl” kategorisinin bulunmadığı bir sistemde bir insanın “şeyh”lik iddiası başlı başına bir hata değil midir? Bir yılda üretilen mal ve hizmetin toplamı olan tarım, sanayi ve hizmet sektöründe elde edilen hâsıla da (özellikle ulusal veya millî kavramını kullanmıyorum… Çünkü “ulus” aşamasına gelmemiş geçmiş ve bugünkü toplumlarda da bu hâsıla söz konusudur.) banka ile mutlak manada ilgisi olmayan bir tek, kör kuruş var mıdır? Tarım demeyin!.. Araştırın, belki de en fazla faiz tarım sektöründe!... Bu ve benzeri sorulardan bunalınca içinizden geçeni tahmin edebiliyoruz: “Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’yi 319 bu kadar ciddiye almayın! Bizim koca koca âlimlerimiz(!) faize bile fetva(!) vermişlerdir! Faiz-i şerif? Muamele-i Şer’iyye?” Bugün tahminen 800 milyar $ olarak ifade edilen, bu toplumun ürettiği toplam bir yıllık hasılanın içinde faize bir şekilde bulaşmamış, faizden masûn tek bir kör kuruş var mı? Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat istikametinde olduğunu iddia eden tarikatçı, yine bu iddia içindeki fıkıh âlimlerinin(!) asırlardır, başkalarına gelince kıskançlıkla içtihat yapmanın şartlarının zorluğundan bahisle, uğruna savaştıkları “içtihat yapamazsınız” tezine rağmen; kendilerinin zamanı tanrılaştırarak, yükselen değerlere ait, özellikle iktisadî konulardaki her meseleye verdikleri fetvalara(!) ne diyorsunuz? Bu bir fikrî ensest değil midir? Gâvurun kendi uygarlığı ve ekonomik sistemi içinde ürettiği her finansal enstrümana parça başı, fason fetva(!) üretmenin İslâm izzet, iffet ve ismeti ile kabil-i telif olduğunu düşünüyor musun? Yukarıda şizofrenik bir durumdan bahsettim… Dinci kişiliğin yarılmasından, çatlamasından, çatır çatır yırtılmasından bahsettim… Geçmişi kutsayan, maziye tapınan bir dinci, söz günümüz ve gelecek olunca niçin bu kutsal tanıdığı değerlerle istikbalini kurmaya çalışmaz? Niçin derhal her bakımdan kutsadığı mazisi ile yüzde yüz zıt yükselen değerler, istikbal konusunda, nazarında tartışmasız kutsal doğrular olarak parıldar! Bugün müelliflerinin dahi çaresizlik içinde eleştirdikleri değerlere niçin “inanç” besler? Çünkü mazi teselli, istikbal iktidar temin ediyor! İktidar; yani mevki, güç, mal, mülk, prestij, para ile sağladığı tahakküm gücü… Tanrısal güç!... Bugün dincilerin kulaklarından Dolar, Euro; ağızlarından altın, mücevher fışkırıyor… Müslüman kardeşim! Bu bahiste son sözümüz; en büyük mucize Kur’an-ı Azimü’ş-şan…”Kur’ân-ı Kerim On Ayrı Bakımdan Mûcizedir” 77 başlığı altında Kurtubî ne güzel izah ediyor! 77) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, sh. 1 / 283 320 EK Bu satırları yazdıktan bir süre sonra gazetelerden birinde ilginç bir haber okudum… Bütünlüğünü bozmamaya çalışarak, metne müdahale etmeden kısaltıp, değerlendirmeniz için araya ekleyerek, dikkatlerinize arz ediyorum… {Geçenlerde Ekşi Sözlük’te “Galatasaray’a yakışan seksi teknik direktör” diye bir başlığa rastladım. Mancini’nin bir moda ikonu ilan edilmesi Manchester City’nin teknik patronluğunu yaptığı dönemlere denk geliyor. Her zaman takım elbise giymeye özen gösteren teknik adam gömleklerini özel terzisine diktiriyor. Ayakkabıları da özel yapım. En çok konuşulan detayıysa, kış aylarında taktığı, çalıştığı takımların renklerini taşıyan özel atkıları. Mancini, City camiasına atkı takma modasını getirdi. GEÇEN YIL DİNDAR OLDU Mancini’nin moda tutkusu bir yana, yeni yeni öne çıkan dindar yaşam tarzı da ilgi çekici. Katolik bir ailenin çocuğu olan ve çocuklarını da Katolik olarak yetiştiren teknik adam geçen yıl kendisine ilahi mesaj gönderildiğine inanan bir olay yaşamış. Mancini rüyasında Hz. Meryem’in her yıl göründüğüne inanılan ve Hıristiyanlar için kutsal bir yer olarak kabul edilen Bosna Hersek yakınlarındaki Medjugorje’yi görür. Rüyasında Medjugorje’li bir kâhinin kendisini çağırması üzerine 2 günlüğüne Medjugorje’ye gider. Hıristiyan inancına göre hac vazifesi kabul edilen bu gezide manevi tatmine ulaşan Mancini, Vicka Mijatovic adlı din adamının duasına da katılır... Bu geziden döndükten sonra bir basın toplantısı düzenleyen teknik adam, dini değerlerin, kariyeri ve kişisel hayatındaki değerlerin çok daha üzerinde olduğunu belirtmişti. 321 YAT MERAKLISI Mancini İngiltere’de genelde özel aracı yerine metroyu kullanıyordu. Hatta Arsenal- Liverpool karşılaşmasına metroyla gitmesi çok ses getirmişti. Ancak Mancini’nin en büyük tutkusu yatlar. 2008’de İnter’den ayrılırken aldığı 16 milyon Euro’yu da buna harcadı. Mancini o tazminat sayesinde “Kifaru” adlı bir yat şirketinin ortağı oldu. Özel olarak dizayn ettirdiği 19,5 metre boyunda bir teknesi var.78 Bütün bu örneklerle şu noktayı vurguluyoruz: Müslümanım diyenlerin bu gibi hallere itibar ve iltifat etmemeleri gerekir… Mucize haktır, keramet haktır; îmân ederiz… Ama keramet amaç değildir. Bir Müslüman için hayatî olan; Ehl-i Sünnet ve’l cemaat akîdesi ve Şeriat-ı garrây’-ı İslâmiyye’dir… Artık bu adamlar da şunu anlamalı ki, görüldüğü üzere olağanüstü halin çok farklı tezahürleri vardır… Daha önce saydık… Keramet midir? İstidraç mıdır? Psikolojik bir durum mudur? Onun için bir kere daha tekrar ediyoruz: Keramet değil, istikamet! 78) http://www.haberturk.com/yasam/haber/883266-mancininin-ilahi-mesajkabul-ettigi-ruyasi- 322 “Postmodernistler, saf hakikat ışığının altında – hayatın tadını çıkarmayı amaçlamazlar; daha çok düşünce bataklığında debelenmeyi hedeflerler.” J.W. Murphy* Buraya kadar anlattıklarımızdan sonra postmodernite-din konusunu ihmal ettiğimiz sanılabilir. Hâlbuki biz bu izahlardan sonra bu konunun daha iyi anlaşılabileceğini düşündük. Onun için sona bıraktık… Bir bakıma her şey aynı; ama bir bakıma da her şey kökten değişiyor… Burada maksadı aşmadan postmoderniteyi açıklayıp, dine bakışını temellendirmeye çalışacağız… Öncelikle postmoderniteyi, moderniteden tam bir kopuş biçiminde algılamak, Batı Felsefesi oluşum sürecini kavrayamamaktan ortaya çıkan bir illüzyondur. Çünkü bu gün, her ne kadar bu özelliğinden şüpheye düşsek de, Batı Felsefesinin diyalektik bir özelliği vardır. Her dönem; kendinden sonrasının çekirdek, potens halinde imkânını barındırır… Bunun için hiçbir müktesebat kör bağırsak gibi kesilip veya çürük bir diş gibi çekilip atılmaz… * John W. Murpy, Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Eti kitap, 1995, sh. 35 Bu hususla ilgili ayrıca bkz: Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Rey Yayınları, Kayseri 1997 323 {Terim muhtemelen ilk kez Arnold Toynbee tarafından tasarlandı ve 1939’da kullanıldı! Hacimli bir eser olan A Study of History’sinde Toynbee, birinci cildin ilk sayfasındaki bir dipnotta, tarihçilerin “modern” dönem olarak göndermede bulundukları dönemin aşağı yukarı ondokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde -yani 1850 ile 1875 arasında- sona erdiğini öne sürer. Bu, o andan itibaren “modernizm sonrası” bir döneme girildiğini, post-modernitenin yirminci yüzyıldan çok ondokuzuncu yüzyıla denk düştüğünü gösterir. Toynbee eserini yazarken modern dönemin sonuna dair bu düşünceyi pekiştirmiş ve çalışmanın 1939’da yayımlanan 5. cildinde “post-modern” terimini çekinmeden ilk kez kullanmıştır. Bu noktada, modernin Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914-18’de sona erdiğini ve postmodernin iki savaş arası yıllarda, 1918 ile 1939 arasında eklemlenmeye ve biçimlenmeye başladığını öne sürerek kronolojiyi biraz değiştirmiştir.” 1 Belki de özenle seçtiğim şu tespit postmodernizmi mükemmel özetleyecektir: “Uçsal olanı basitleştirmek amacıyla, postmodern’i meta-anlatılara yönelik inanılmazlık olarak tanımlayacağım. Bu inanılmazlık kuşkusuz bilimlerdeki ilerlemenin bir ürünüdür. Ancak ilerleme, akabinde, bu inanılmazlığı öngörmektedir.” 2 Meta-anlatı veya üst-anlatı: “Yani evrensel iddiaları olduğu düşünülen geniş ölçekli teorik yorumlar” 3 On dokuz ve Yirminci yüzyılların bize verdiği teröre karşı: “Gelin bütünlüğe 1) Habermas v.d. Thomas D. Dochherty, Postmodernist Burjuva Liberalizmi, çev. Yavuz Alagon, İstanbul, Mavi Ada yay. 2000, sh. 8 2) J-F Lyotard, Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, İstanbul, ara yay. 1990, sh.6…Bu ülkedeki kültür hayatını anlatabilmeye yardımcı olur, kanaatıyla, bu kitabın birinci sayfasına koyduğum el yazısı notu sizinle paylaşmak istedim: “ Tercüme tam bir facia… İki kere başladım, okumak mümkün değil. Üçüncü kere başlıyorum… Dördüncü kere başlıyorum…” Dördüncüde başarmışım okumayı… Bu tespit sadece bu kitaba münhasır mı? Ne gezer! 3) David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis, 1997, sh. 21 324 karşı savaş başlatalım, gelin sunulamayana tanıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım” 4 Hemen başta şu noktayı tespit edelim; postmodernizm, her türlü “izm”e karşı olduğu gibi bütün egemen, büyük, yaygın, zaman ve mekân üstü gerçeklere sahip olduğunu iddia eden dinlere de karşıdır… İslâmiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi. Bütün meta-anlatılara… Bütün üst-anlatılara… Bütün evrensel çözüm tekliflerine… Modernizmin; rasyonalism (akılcılık), positivizm (olguculuk), scientism (bilimcilik) gibi temel değerleri savunmasına karşılık; Relativizm (görecelik), pluralizm (çoğulculuk), septisizm (şüphecilik), eklektisizmi (seçmecilik) savunur.… Buna rağmen “Metafizik derinlikten kaçınması dahil, kendine özgü bir positivizmi bulunan postmodernizm,……. aştığını ileri sürdüğü modernliğin bir çocuğudur.” 5 Din anlayışları, yerleşik din algısından tamamen farklıdır. “Postmodern teologlar, ezeli ve ebedi bilgiyi elde etmeye kalkışmadılar, daha çok Tanrı’nın deneyimde ifşa oluşunu anlamaya çalıştılar. Tanrıyla ilgili bütün sorular, insanî problemlerin çözümüne atıfla sorulmalıydı……. Özetle, postmodern kültürde toplumun bir totalite veya mükemmel bir sistem olduğu fikri terk edilir. Mutlak bilginin yokluğu nedeniyle, hem kişinin varlığı hem toplumsal düzen kesinlikten yoksun hale gelir…….. Söylemek istediği, insanın doğası ve Tanrı dâhil, hiçbir toplumsal fenomenin asli bir anlamının bulunmadığıdır.” 6 Bütün postmodern anlayışlar döner dolaşır Nietzsche’ye ulaşır. {Nietzsche’nin “Tanrı’nın öldüğü”nü ilan etmesi postmo4) J-F Lyotard, sh. 98 5) Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı, 1999, sh. 131 6) John W. Murpy, Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Eti kitap, 1995, sh. 61 325 dern dinin mihenk taşıdır……. Tanrı artık bir meta-söylem statüsüne sahip değildir……. Tanrının değerinin düşmesini müteakip, kalan her şey yeryüzüdür……. O nedenle postmodernistler, dinin kişilerarası olduğunu düşünürler.” 7 Postmodern dinin geleneksel kilise ile de ilişkisi dikkat çekicidir: “{Harvey Cox, postmodern dinin geleneksel kiliselerin tabanında ve sınırında doğduğunu yazar. Bu muhalefet “sahte cemaatler” seklinde ortaya çıkar; ilgili gruplar, her ne kadar bu alanla sınırlı değillerse de cemaatler, üyelerinin evlerinde toplanırlar. Bazen papazlar ve diğer resmi vaizler de hazır bulunur; ancak, onların cemaate girip girmemeleri önemli görülmez. Kitabı Mukaddes, düzenli şekilde okunur ve ilgili politik ve ekonomik bilgilerle bağlantı içinde tartışılır. Bu cemaatler, muhafazakâr ve baskıcı olduğu düşünülen geleneksel kilise hiyerarşisini çözmek için kurulmaktadır. Ayrıca Kitabı Mudaddes, toplumsal adaletsizliği düzeltmeyi hedefleyen eylemin temeli olarak ele alınır. Pratik ve moral felsefe birleştirilir. Bu nedenlerle bazı teologlar, sahte organizasyonların kurumlaşmış kiliselere, reformasyondakine benzer ciddi bir meydan okuma konumunda bulunduklarını ilan ederler. Din, dünyadan tecrit edilemez; din moral güç olarak serbest bırakılmalıdır…. Başka bir söyleyişle, postmodern görüşte din, kurumların konusu içinde bulunan toplumsal endişelere cevap vermelidir.}8 Modernitede; rasyonel ve positive olmayan, benzerlikleri ve birbiri ardına gelişleri isbat edilemeyen, mistik, metafizik yaklaşımlar reddedilmişti. Fakat bütün bu unsurlar felsefi bir altyapıya kavuşurlar Postmodernist yaklaşımda…. {Yeni Çağ postmodernistlerinin ortak yanı, analitik, bilimsel ve akli olana karşı duygusal, akıldışı, mistik ve büyüsel olanı tercih etmeleridir (Capra 1982). Modern bilimin açıklayamadığı her şey üzerinde odaklanır ve mesela, hayalet bölgelerine ilişkin kılavuzlar hazırlar ve perili evlere turlar düzenlerler. Reenkarnasyon inancı 7) A.g.e. sh. 165 8) A.g.e. sh.169 326 önemli boyutlardadır ve geçmiş hayatlarının ayrıntılarını keşfetmek için bir sürü enerji harcarlar. Doğaüstücülük ve okültizm de popülerdir. Kurumsal-olmayan din, yeni maneviyat merkezi bir ilgi konusudur; modern, örgütlü, ana akım halindeki Protestanlığa ya da “tek, evrensel, Katolik ya da Yahudi dinine” alternatif olarak bu anlayış çıkartılır. Paganizm ve panteizm geri dönüp post-modern dinler haline gelmişlerdir. Kozmik ve mistik bir karakteri olan bu iki dinde de: “kadim halkların bilgeliğine övgüler” düzülür (Fox 1990: 37). Kara Tanrıça, Altıncı Duyu, gizem, İsa’nın “kayıp” yılları, astroloji, astronomik hac yolculukları, yıldız falları, tarot, hâleler, çubukla yeraltı suları aramak, duyuötesi algı, el falı, numeroloji, vampirler, kurtadamlar, Büyük Ayak, yaşayan mumyalar başlıca ilgi konularıdır…….. Yeni Çağ (New-Age) olumlayıcı post-modernistleri benliklerinin içinden ya da güneş sisteminin dışından gelecek derin, esin verici mesajların peşine düşerler. Meditasyon, I Ching, güneş işaretleri, ay işaretleri, mistik Doğu dinleri, çeşitli Yoga türleri ve büyü ayinleri bunun çeşitli örnekleridir.}9 Moderniteye muhalif yaşama biçimleri ve deneyimleri: {“Alternatif hareketler” diye adlandırdığımız bir takım hareketlerin bütünlük düşüncesine önem verdiklerini, yeni bir yaşam tarzı yaratmak için uğraştıklarını görüyoruz…… Kimilerine göre yepyeni bir çağa “New Age”e girmek üzereyiz. Ancak yeni olan her şey iyi demek değildir; eski olan her şeyi de sırf eski diye atmak gerekmez………… “New Age” adı altında ortaya çıkan pek çok şeyin martavaldan başka bir şey olmadığını da göreceksin. “Yeni Dincilik”, “ Yeni Gizemcilik” ya da “Modern Boş İnan” denen akımlar son yıllarda Batı’yı etkisi altına alan akımlardan birkaçı. Tüm bunlar büyük bir sanayi haline gelmiş durumda. Hıristiyanlık etkisini kaybettikçe, pazarı bu yenidünya görüşleri kaplıyor. }10 9) P. M. Rosenau, Post-modernizm ve Toplum Bilimleri, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Ark, 1998, sh. 239 10) Jostein Gaarder, Sofi’nin Dünyası, çev. Gülay Kutal, İstanbul, Pan yay. 1994, sh. 523 327 Burada hesaba katılması gereken bir nokta da; teknoloji, kitle iletişim araçları ve hayatımız üzerindeki etkileri: “Artık tek bir şehrin ya da tek devletin vatandaşı değiliz. Gezegensel uygarlığın bir parçasıyız.”11 Böyle bir ortamda “Batı” ile sınırlamak ne derece doğru olur ama özellikle Batı insanın ilgi konularındaki kayma: {Alberto kitapçıdaki en büyük bölümü gösterdi. Burası NEW AGE, ALTERNATİF YAŞAM ve GİZEMCİLİK adlı üç ayrı bölümden oluşuyordu. Duvardaki kitapların adı birbirinden ilginçti: “Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?” “Spiritizmin Sırları?”, “Tarot”. “UFO Olgusu”, “İyileştirme”, “Tanrıların dönüşü”, “Bundan Önce de Buradaydın”, “Astroloji Nedir?” vs. Yüzlerce değişik başlıklı kitap vardı. Rafların altında kitaplar ayrıca üst üste yığılı duruyorlardı………… Bunların çoğu martaval ama porno kitapları kadar çok satıyorlar. Bunların çoğuna bir tür pornografi demek de mümkün zaten. Genç insanların çoğu buraya gelip kendilerini en çok heyecanlandıran konulardaki kitapları alıyorlar. Oysa gerçek felsefeyle bu tür kitapların ilişkisi olsa olsa ancak gerçek aşkla pornografinin ilişkisi kadardır…….. Buna ESP ya da parapsikoloji deniyor, diye söze başladı, -Buna telepati, durugörü, psikokinezi deniyor. Buna spiritizm, astroloji, ufoloji deniyor. Bir sürü adı var bunun. }12 Kuşkusuz bu noktaya geldiğimizde temel soru, Batı Dünyası’nın en azından XIII. Asrın ortalarında başladığını düşündüğümüz; bir rasyonalist-positivist-empirist oluşum sürecinden bu duruma nasıl savrulduğu!... Tekrar etmeyeceğiz… Ama düşünülsün! Daha İskolastik süreç içindeki sancılar, Renaissance, Reform, Metod Çağı, Aydınlanma Felsefesi ve… Yine kuşkusuz bunun hesabını vermeye kalkışmayacağız, ama yazarın şöyle bir cevap denemesi var, sınırlı da olsa: {Bu, kuşkusuz, “gizemli” olana, gündelik hayatın sıkıcı tek düzeliğini yıkıp “değişik” olanı bulmaya dair bir özlemden kaynaklanıyor. Oysa bu görünen köye kılavuz aramak gibi bir şey. }13 Biraz 11) A.g.e. sh. 524 12) A.g.e. sh. 526 13) A.g.e. sh. 526 328 naiv bir yaklaşım belki de… Ama sorunu analizde hepimizin çaresizliği düşünülürse üzerinde durmaya değer!... Fakat yazarın şu yaklaşımının da çok ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum…: {Bazen ilginç rastlantılar gelir başına. Dükkâna gidip 28 kronluk14 bir şey alırsın örneğin. Biraz sonra Jorün gelip sana olan 28 kron borcunu öder. Sonra sinemaya gidersiniz ve biletinde 28 numaralı koltuk yazar. -Evet, gizemli bir rastlantı olurdu bu. -En azından bir rastlantı olduğu kesin. İşte insanlar bu tür rastlantıları biriktiriyorlar. Gizemli ya da açıklanamaz deneyimlerini topluyorlar. Bu tür deneyimler milyonlarca insanın yaşamından toplanıp bir araya getirilince, inandırıcılık kazanmaya başlıyor. Ve de bunların sayısı giderek artıyor. Oysa burada da yalnızca kazanan kuponlar göze görünmekte. -Ama bu tür şeyleri devamlı yaşayan, geleceği görebilen birtakım insanlar ya da “medyum”lar gerçekten de var, değil mi? -Tabii. Birtakım üçkâğıtçıları saymazsak, bu tür “gizemli olaylar”a yerinde bir açıklama getirmek mümkün. -Nasıl yani? -Freud’un bilinçaltıyla ilgili söylediklerini hatırlıyorsun, değil mi?}15 Hep bizim de ısrar ettiğimiz; hayatın bir yerinde, görülmesi mümkün olmayan saklı, gizli, rasyonel olmayan, mistik bir nokta, şifre vardır…. Aydınlanmanın görmek istemediği, bir nevi motivasyonlu unutma ile kurtulmaya çalıştığı, Comte’un beni ilgilendirmez dediği irrasyonalite…. Bu öyle bir gerçeksiz gerçek14) Yazar Norveçli… Norveç para birimi. 15) Jostein Gaarder, sh.527 329 liktir ki; hiç ummadığınız, hiç aramadığınız bir anda, yüzsüzce ortaya çıkar ve size nanik yapar! {Örneğin tek kelime İbranice bilmeyen bir kadın “medyum”, trans halindeyken bu dilde konuşmaya başlamıştır. O halde bu kadın ya daha önce de yaşamış ya da ölü birinin ruhuyla temasa geçmiş olmalıdır. -Sence hangisi? -Sonradan bu kadının küçükken Yahudi bir dadısı olduğu ortaya çıkmıştır…. - ……………………………….. Genel bir değerlendirme yapar: Ya martaval!... Ya kazanan kupon meselesi… Ya da “bilinçaltı”…. }16 Yazarla birlikte, meselenin hiç değilse bir kısmına şöyle bakılabilir: {Ayrıca biz insanların henüz anlayamadığı, pek çok şey olabilir. Tüm doğa yasalarını bilmiyor olabiliriz. Örneğin geçen yüzyılda manyetizma ya da elektrik gibi olgular bir tür sihir gibi algılanıyordu. Büyük büyükbabama televizyondan ya da bilgisayardan bahsetseler gözleri faltaşı gibi açılırdı her halde…….. Bu kez doğaüstü olayları anlatan kitapların yanından geçip gittiler. Alberto kitapçının en dibindeki ince raflardan birinin önünde durdu. Rafın üzerindeki küçücük levhada “FELSEFE” yazıyordu. }17 Hatırlamanızı rica ediyorum; kitapçıda en büyük bölüm, üç bölüm doğaüstü konulara ayrılmış… Rafların altında kitaplar ayrıca üst üste yığılı duruyorlardı… Alberto kitapçının en dibindeki ince raflardan birinin önünde durdu. Rafın üzerindeki küçücük levhada “FELSEFE” yazıyordu… Felsefe utancından, küçülmüş küçülmüş, buharlaşmak, yok olmak istiyor… Artık estetik ameliyat olma imkânını kaybetmiş, dişleri dökülmüş 16) A.g.e. sh. 528 17) A.g.e. sh. 530 330 fettân yosma! Kim kime ihanet etti? Batı mı Felsefeye; Felsefe mi Batı’ya? Yoksa karşılıklı bir ihanet mi? “İhanet yok” dediğinizi duyar gibi oluyorum… Ama size katılmıyorum… Şu anda felsefe bekâ savaşı veriyor… Bütün kırmızı çizgileri siliniyor… Biz de devamlı kırmızı çizgilerimizden bahsediyoruz… Ama devamlı siliniyor… Bu gün felsefenin imkânı tartışılıyor… Ama ben bile soruyorum: Bu da bir nevî felsefe yapmak değil midir? Yani iflas etmiş felsefe tasfiye edilirken bile felsefe yapıyoruz… Veya terekeleri18 bölüşülürken bile felsefe yapmak zorundayız? Ama ayaklar altında kalan felsefenin mırıldandığını duyuyorum… {Beni dinlemiyorsunuz! Bir de benim savunmamı alın! Benim tek misyonum kutsalla savaşmaktı… Putları yıkmaktı… Sizle birlikte kutsalı yok ettik… Putları yıktık… Ama bu sefer siz beni kutsadınız… Siz beni putlaştırdınız… Siz bana tapınmaya başladınız. Ben size demedim mi? Ben sadece eleştiririm, ben sadece yıkarım! Benden çözüm beklemeyin! Ama siz benden çözüm beklediniz… Ben eczacı kalfası mıyım? Ben size bir yutuşta bütün ağrınızı, sızınızı kesecek ilaç, uyuşturucu veremem! Ben size demedim mi! Her “dır” veya “dir”le biten yargıdan sonra ben “…..mi acaba!” der ve yoluma devam ederim!.... Siz “yere bırakılan cisimler düşer” yargısını verirsiniz, nefs emniyeti içinde uyursunuz… Siz gerçeği buldunuz! Ama ben “…..mi acaba?” der yola koyulurum…. Sizin yolunuzun bittiği yerde, benim yolculuğum başlar!... Ben size demedim mi? Ben nikâhlı, namuslu aile kadını, çocuklarınızın anası olamam! Ama siz benim uğruma meşru, gül yüzlü, çocuklarınızın anasını terk ettiniz!... Siz neyse, çünkü her şeye rağmen metres olarak kullandınız beni… Ama şu sizin Doğu’nuzda “Müslüman” denilen bir takım adamlar var, onlar bana nikâhlı karılarından daha aziz bir statü verdiler.... Beni anlamadan, sırf koltuk değneği olarak kullanmak için kutsallaştıran oportünistlerden, daha fecî intikam alacağım… Ve alıyorum! En azından îmânlarında iğtişaş meydana ge18) Ölen kimsenin bıraktığı şey. 331 tirerek! Beni yok saymayın!.. Sizi çarparım! Felç ederim... Beni kutsamayın! Muzmahil ederim! Benim “menşei”mi anlamaya çalışın, benimle hesaplaşın! Ve hesabımı kapatın… Ama sakın ola ki, defterimi dürmeye kalkışmayın… Tekrar hesaplaşın, tekrar hesabımı kapatın… İşte o zaman bir anda; sihrim, cazibem, makyajım, büyüm, baştan çıkarıcı güzelliğim derhal kaybolur! Masallardaki cadılar gibi…. Ben dört mevsim elde valiz sürekli bir yolculuğa yazgılıyım! Siz benimle yaz tatili yapmaya kalkıyorsunuz!} Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere; bir noktası dahi değişmemiş, bu güne kadar mütevatir olarak gelmiş mukaddes bir kitap sahibi; zaman-mekan üstü hakikatleri muhtevî, kıyamete kadar bâkî değerleri olan, özellikle insanları kategorik olarak mümin-kafir, diye ayıran, hasılı tek doğrunun kendisi olduğu iddiasında bulunan İslâmiyet gibi bir dinin postmodernizmle uzlaşması mümkün değildir. Temelde İslam’ın itikadî konularda “uzlaşma” ile uzlaşması da mümkün değildir. Bizim yorumumuz böyle fakat ciddi sorunlar da çıkabilir. Çünkü: “Buna göre, postmodernizm birçok yeni siyasî ve toplumsal hareketi destekler, partizanca ve dogmatik tavırdan ziyade çoğulculuğu ve hoşgörüyü savunur.“19 Yanlış anlaşılmak istemem, ben diyalogcuların; hoşgörüyü savunarak postmodernizme hizmet ettiklerini söylemiyorum…. Zaten onlar bu ilişkileri anlayamazlar… Zaten cahil adamlar, formel eğitimleri yeterli olanların dahi, entellektüel donanımları müsait değil! Onlar sadece sonuca bakarlar; tipik oportünizm yaklaşımı… Postmodernizm farklı bir bağlamda da hoşgörüye karşı çıkar… Peki, Postmodernist bir evrende İslam’a yer yok mudur? Hayır, vardır… Çünkü postmodernistler “çokkültürlülük”, “feminizm”, “kadın, lezbiyen, gay çalışmaları”, “sömürgecilik sonrası çalışmaları”, “üçüncü dünya araştırmaları” ile uzlaşmakta ve omuz omuza yürüdükleri görülmektedir. İslâmiyette bu alanlar19) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, sh. 841 332 dan birinin içine veya yanına sığınarak yer bulabilir. Bunları biz söylüyoruz… Ama teologlar nasıl becerirlerse, görmek istediklerini görürler… Ve onlar farklı görüyorlar… Veya gözleri o kadar keskin ki; görmediklerini de görüyorlar: “Postmodernizmin, akıl dışındaki bilgi kaynaklarına, çoğulculuğa, öteki’nin haklarına ve hatta göreliğe vurgusu da aynı şekilde aşırılığa, köktenciliğe ve dışlayıcılığa varmadığı sürece İslâm inançlarıyla da sağduyu sahibi pek çok insanın inançlarıyla da uyuşan değerlerdir.” 20 Benim anladığım, daha doğrusu anlayabildiğim kadarı ile güya yazar, “akıl dışındaki bilgi kaynaklarına” ifadesi ile “vahy”e yol açılabileceğini mi düşünüyor? Hâlbuki onların akıl dışındaki bilgileri büyü, fal, yıldız falı, tarot vb. Onlara göre Tanrı artık meta-söylem statüsüne sahip değildir. Tanrının aslî bir anlamı da yoktur. Sonra siz vahiyle bütüncül bir evren inşâı iddiasındasınız. Ayrıca çoğulculuğa, öteki’nin haklarına ve göreliliğe vurgu yaparken; lezbiyen ve gaylere aynı hakları verebilecek misiniz? Veya onlarla birlikte, dışlanmış gruptan olma ortak yanınızla postmodernizmin hoş görüsünden yararlanmayı içinize sindirebilecek misiniz? Hâsılı bu nasıl bir zihniyet yapısı? Bizim anlamamıza imkân yok! Doğal olarak onların da bizi anlamalarına imkân yok! Şöyle bir soru ile itiraz edebilirler: “Siz, bir Müslümanın vahiyle bütüncül bir evren inşâı iddiasını da nereden çıkarıyorsunuz?” Biz bu mantıkla baş edemeyiz! Ama biz şunu ısrarla iddia ederiz ki; bu zihniyet felsefeyi herkesten iyi ezberleyebilir, öğrenebilir; fakat anlayamaz! Ve postmodernizmi de anlayamıyor!... Şimdiye kadar biz; İnanç-İman, Din-İslâm ve olağanüstü hal-keramet farklılığını temellendirmeye çalıştık… Hatta sûretâ benzer sanılan fikirler, zıt fikirlerden daha uzaktırlar birbirlerine… Yani inanç üzerine bina edilen bir dinin olağanüstü hal anlayışı, İmanla yoğrulan İslâm’ın keramet anlayışına, materyalist bir telakkiden daha yabancıdır itikadî bakımdan… 20) Cafer Sadık Yaran, Yaşayan Dünya Dinleri, sh. 457 333 Fakat bu noktada “îmân” üzerine ayrıca eğilmemiz gerekiyor… Önce durumumuzu tayin edelim: 1) Îmân, dil ile ikrar, kap ile tasdiktir… 2) Îmân artıp eksilmez… 3) Îmânda şekk (şüphe) olmaz, nasıl ki küfürde de şekk olmaz…. 4) Amel îmândan ayrıdır…21 Bu konuları netleştirdikten sonra, bir iltibâsa ve iğtişâşa meydan vermeden “Îmân” ın iktisab şekli üzerinde konuşabiliriz… Yani Allah’a îmân için delile ihtiyaç olup olmadığı, ayrıca delilin ne derece işlevsel olabileceği ayrı tartışma konuları… Bir din felsefesi kitabında veya kelam kaynaklarında bunları bulabilirsiniz. Fakat bizim böyle bir tartışmaya girmeye niyetimiz yok… Bir din felsefesi kitabı Tanrıyı ispat konusunda bu delilleri sıralar… Fakat her delilden sonra “bu delile yöneltilen eleştiriler” diye de bir bahis açar… Yani siz Allah’ın varlığı hakkında bir delil sunarsanız, sunduğunuzdan daha fazla eleştiri gelir… Yalnız biz şöyle bir soruyu meşru sayıyoruz ve sorma hakkını kendimizde buluyoruz: Eğer ispat mümkün olsaydı; bu güne kadar filozoflar ve kelamcılar tarafından yapılan ispatlarla inanmayan insan kalmaması gerekirdi… Dünyanın en parlak zekâ sahibi insanlarının bütün çabalarına rağmen, inkârcılar devam ediyor… Niçin? Yani sanki gündelik hayatımızı kanıtlarla idâme ettiriyormuşuz gibi… Daha önce anlatmaya çalıştık; genel anlamda inanma günlük hayatta başlıyor… Bu “inanma” fenomeni olmasa hayat durur! Gittim bakkaldan sirke aldım… Gelip evimde kullanıyorum… Niçin? Bakkalın beni zehirlemeyeceğine inandığım için. Laboratuvara gidip tahlil yaptırmıyorum… Peki, bakkala inanmazsam, laboranta nasıl inanacağım? Lûtfen biraz soyut düşünme rica ediyorum… Laboranta güvendim… Sekreter so21) İmam-ı Âzam, İtikad Risalesi, Y.Z. Yörükân, İslâmda Akaid, İstanbul, Ötüken, 2006, sh. 192 334 nuçları karıştırmışsa… Sekretere nasıl inanacağım? Yani kötü niyet bir tarafa, bir de ihmal sorunu var… Daha ileri gitmiyorum; hemen damga hazır elinizde “deli” diye tımarhaneye atarsınız… Yüzyıllardır kendiniz gibi düşünmeyenlere “deli” dediniz, attınız tımarhanelere… Şimdi yavaş yavaş siz de anlamaya başladınız… Tımarhanelerin ismini değiştirdiniz… Ben yine soracağım: Sizin bilimsel verilerinize(!) nasıl inanacağım? Yani, yani alışkanlıkları ile yaşayanlar için hayat farklı, sorgulayarak yaşayanlar için hayat farklı… Yani, yani hayatı akılla temellendirmeye çalışmak yaşama imkânını ortadan kaldırır… İnanırız gündelik hayatımızda… Başlar inanç gündelik yapıp etmelerimizde… Bu inanç transcendantal bir varlığa inanmaya kadar varır… Son nokta Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’ne îmânla konur… Ve bu kadar kuşkudan sonra “tevekkeltü Alallah” dersiniz ve yaşamaya devam edersiniz… Mademki Cenab-ı Hakk’a îmân var, öyleyse bakkala da inanç var… Benim için temel sorun bu noktada; bakkala inanan insan Hâlık-ı Zül Celal Hazretlerine nasıl îmân etmez? Garibe sensin vatan, Nur yurdunu aratan! Sensin, sensin yaratan, Rahmeti analarda. (Necip Fazıl ) 1973 Rahmet: Acıma, esirgeme, koruma, şefkat gösterme, merhamet… Analarda bu duygular olmasa hayat nasıl olurdu? Bakkalda Allah Teâlâ tarafından ihsan buyrulmuş bu duygular olmasa nasıl bir hayata mahkûm olurduk? Daha doğrusu yaşamak mümkün olur mu idi? Belgesellerde seyrediyoruz… Aslanın gölgesinden bile korkan çita, yavrusunun hayatı söz konusu olunca aslana saldırıyor ve kaçırıyor! Evet, bizzat seyrettim… Korkmayın, şüpheye düşmeyin, Hâlık-ı Zül Celal’in yarattığı bir nizam var! Bundan sonrası obsesyon olur! Vesvese!... Bir an “inanç”ı hayatın içinden çekin, alın! Nasıl bir hayat ortaya çıkar? Daha doğrusu yaşamak mümkün müdür? 335 Biz din felsefesi ve kelam tartışmalarına girmeden, İmam-ı Gazâli’yi takip ederek inanmanın fıtrî olduğuna inanıyoruz. “Yâni her akıl sahibi sonradan meydana gelen şey’in kendi başına olamayacağını ve bunun bir mûcidi olduğunu, delîle lüzûm göstermeden anlar.” 22 Ve daha sarih bir şekilde: “Görülüyor ki, Allahü Teâlâ’nın varlığına, insan fıtratı ve Kur’ân-ı Kerim’in delilleri, başka delil aramağa lüzum bırakmayacak derecede kuvvetli ve açıktır” 23 der, fakat buna rağmen şöyle devam eder: “Fakat biz, Kelâmcılara uyarak aklî delilleri de zikrederek deriz ki…”24 diye devam eder… Ve yine çok önemli şu tespitte bulunur: “Asıl olan, sahih itikad ile kesin tasdiktir, bu da ancak taklid ile elde edilir.” 25 der… Asıl önemli olan fikrî hayatının bir muhasebesini yaptığı El Munkızu Min-ed Dalâl’de “Safsataya ve İlimlerin İnkârına Dair”26 diye bir başlık açar ve ilimlerin eleştirisini, içine düştüğü vesveseyi anlattıktan sonra: {Bu seziş ve bu safsatadan kurtuluş bir delil veya bir istidlâl tertibi ile değil, ancak Allah’ın kalbime ilka’ ettiği bir nur ile olmuştur. Bu nur, birçok bilgi kapılarının anahtarıdır. Her kim bir şeyin hakikatini keşf ve mânasının sırf delillere bağlı olduğunu zannederse, muhakkak ki, Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olur. Âyet-i Kerime’de: “Allahü Teâlâ kimin hidâyetini murad ederse, İslâm için kalbini şerh eder…27” buyrulmuştur. Bu âyette geçen “şerh” kelimesinden muradın ne olduğu Hz. Peygamber’den sorulunca: “O, Allahü Teâlâ’nın kalbe ilka’ ettiği nurdur” buyurdular.}28 22)������������������������������ İmam-ı Gazâlî, İhya: I / 187 23) A.g.e. sh. 269 24) A.g.e. sh. 269 25) Gazâlî, İtikadda Orta Yol, çev. Osman Demir, İstanbul, Klasik, 2012, sh.28 26) İmam-ı Gazâlî, Dalâletten Hidâyete, çev. Ahmet Suphi Furat, İstanbul, Şamil, 1972, sah. 27 27) “ Allah, kime hidâyet vermeyi dilerse, onun gönlünü İslâm’a açar.” Davutoğlu. En’âm Suresi: 6 / 125 28)����������������������������������������������������������������������������������� İmam-ı Gazâlî, El Munkızu Min-ed Dalâl, çev. Hüseyin Tural, İstanbul, Cağaloğlu, 1970, sh. 18 336 Yani biz îmânın olduğu yerde ispata gerek yoktur, diyoruz… Fakat îmân ettikten sonra hikmetini araştırmak, ayrı bir tutum… Ve şiddetle muhtaç olduğumuz bir zihniyet yapısı… Ve ottan, çöpten ulaşılan îmânın da ancak vesileleri kadar sağlamlığı olduğuna inanıyoruz. Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür! Sana çöl gibi gelen, O, göl diyorsa göldür. Necip Fazıl 1977 Üstad’ımın ölümünden birkaç yıl önce, o kadar çile ve fikrî serencâmdan sonra yazdığı bu beyit onun nerede karar kıldığının bir nişanesidir. Hâdî-i Mutlak Celle Celâlühu Hazretleri hepimize böyle bir îmân nasip etsin! Biz “eğer”le başlamayan, hiçbir şarta, delile, kanıta ihtiyaç duyulmadan; Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin lûtfu, ihsanı, ikramı ve bahşi olarak kalbe ilka’ edilen îmâna “Sıddıkî İman” diyoruz… İçinde “eğer” taşıyan, şarta bağlı bir îmân ne kadar oportünizme açık ise; hiçbir şarta bağlı olmayan, içinde “eğer” taşımayan îmân da o kadar oportünizme kapalıdır… Eğer İslâm toplumu açısından alırsak, biz Oportünist Değişimin Aktörleri’nin bu kanıta, delile, “eğer”e bağlı îmân sahipleri olduğunu düşünüyoruz… Oportünizmi terennüm eden ahlakî bir yargı: {“Eğer işim rast gitsin!” diyorsan, yalan söyleme.!} İçinde “eğer” barındıran, bu yüzden de saf olmayan, oportünist bir ahlaki ilke… Bu ifadenin açılımı: Yalan söylersen çevrenin güvenini kaybedersin, sahtekârlığın etrafa, yayılır, müşteri gelmez, para kazanamazsın… Tersinden alırsanız, para kazanıp kazanmamak umurunuzda değilse yalan söyleyebilirsiniz! Veya “bir kerelik vurgun bana yeter!” diyorsan, yalan söyleyebilirsin! Ama “Yalan söyleme!”, “eğer” içermeyen, oportünizmden uzak, saf bir ahlakî ilke… Bunun açılımı; zararına olsa bile, yalan söyleme!… Niçin “doğru” 337 söyleyeyim? Eylemin gerekçesi, bizâtihî eylemin içindedir! Çünkü Allah’ın emri… Îmân ettikten sonra, davranış haline getirdikten sonra, hikmetini araştır! “Bana haram olan, eğer davam için olursa helâldir”. İçinde “eğer” taşıyan hipotetik bir yargı… Dolayısıyla saf bir ahlakî umde değil! Oportünizme açık!... İstismara açık! Dava; parti, dernek, vakıf, tarikat, cemaat, hizmet olabilir… Ve bir gün o kadar fedakârlık yaptığınıza inanırsınız ki, bakmışınız bir anda “dava” ile özdeşleşmişsiniz… Bir kere de davanız için helâl olan, şahsınız için helal hale gelir… Bir kereden sonrası malum! Yani siz; odunun, size baharda elma, armut verdiği için îmân ediyorsanız; bir sabah kalkmışınız, bütün yeşillikler taş olmuş! Sizin îmân nereye sarılacak, nereye dayanacak? Koltuk değneğiniz işlevini yitirmiş… Çok beyhude bir yoldasınız!... Bir sabah kalkmışız; gökyüzünde nizam, intizam, düzen kalmamış! İnanın bu nizamsızlık, düzensizlik bütün îmânınıza da yansır… Gelin îmân ettikten sonra hep birlikte, hikmetini araştıralım… Ağlayalım… Ama gözümüzden yaşlar akarak, burnumuzdan sümükler akarak değil! Siz de diyeceksiniz ki, bizim peşimizden gelen ahmaklara bu bile çok! Bak, orada da siz haklısınız! Her bir delili ayrı ayrı tartışabiliriz, ama bizim konumuz ayrı… İşte bu zaman ve mekân üstü, bütün haricî şartları parantez içine alan îmân: {ALLAHIM! MUHAL FARZ Sonsuz fezanın dibine varsalar... Dibinin dibinin dibindeki dibi sonu nihâyeti bulsalar... Ve o “hiç...” çıksa... Bütün kâinat, bana en uzak yıldızdan, en yakın ağacına kadar küfür, inkar ve şüphede ısrar etse... Sistemli, teşkilatlı ve teçhizatlı küfür, aya secde ettirecek, güneşe elektrik faturası kestirecek, Kehkeşan’ı sarayına halı diye döşetecek marifete erse: ve bütün bu marifetleri küfre bağlasa... 338 İnsanı ölümden kurtarsalar, ölenleri diriltseler, ebedi hayatın sırrını bulmuş gibi görünseler... Ve ve... Ve bütün insanlık bir araya gelip Allaha ve peygamberine inanan bir mü’mini, âlemin en korkunç ve bulaştırıcı hastası diye kezzap şişeleri içinde yaksalar, eritseler, yok etseler... Ben yine senin; ve kainatı yüzüsuyu hürmetine yarattığın Sevgilinin, çizgisi çizgisine ve noktası noktasına yolu üzerinde kalacağım!!! NECİP FAZIL KISAKÜREK---13 MAYIS 1949} İşte size Sıddıkî îmân!.. Ve Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’da buyruluyor ki; “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulunu, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, herşeyi işiten, her şeyi gören O’dur.” 29 Peygamberimiz Aleyhisselâmın İsrâ ve Miracı ile ilgili yolculuğunu Kureyş müşrikleri haber alınca: {Hemen Hz. Ebu Bekir’in yanına, vardılar. Ona: “Ey Eba Bekir! Senin sahibin hakkındaki şeyden haberin var mı? O, güya, bu gece Beytü’l-Makdis’e varmış! Orada namaz kılmış! Sonra da Mekke’ye dönmüş dediler. Hz. Ebu Bekir: “Siz onun hakkında yalan söylüyorsunuz!” dedi. Müşrikler: “Hayır! Kendisi, şuradaki Mescid’de halka böyle söyledi!” dediler. Hz. Ebu Bekir: “Vallahi, eğer o bunu söyledi ise, muhakkak doğrudur!” dedi. 29) İsra Suresi: 17 / 1 339 Müşrikler: “Sen onu doğruluyor, kendisinin bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip sabahtan önce Mekke’ye geldiğini doğru buluyor musun ?” dediler. Hz. Ebu Bekir: “Evet! Bunda şaşacağınız ne var? Vallahi, ben onu bundan daha uzak olanından, gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine semadan haber geldiğini bana haber verdiğinde tasdik edip duruyorum”.}30 ………. Peygamberimiz Aleyhisselâm’ın yanına geldi, konuştuktan sonra, Peygamberimiz Aleyhisselâm da: “Ey Ebu Bekir! Sen Sıddîk’sın!” buyurmuş ve o gün ona Sıddîk ismini vermiştir.}31 İşte “Sıddıkî İman” dediğimiz, hiçbir delile, hiçbir istidlâle, hiçbir illiyete, hiçbir muhakemeye, hiçbir isbata ihtiyaç göstermeyen, “eğer” siz bir îmân… İfadenin mübarek fem-i Peygamberi’den çıkmış olması, kabul için yeterli… Burada bir parantez açmak istiyorum… Sebebi de bu olayın yorumundaki ihtilaflar… Kanaatimize göre İslâmî tefekkürün; nasıl Asr-ı Saadet’teki cevherini, zübdesini, kaybettiğinin, diyalektik bir öze kavuşamadığının, sürekli kendi içinde, gereksiz yere dönüp dolaştığının, yalama olduğunun, patinaj yaptığının bir örneğini teşkil ediyor bu yorumlar… Muhasebesi yapılmayan mefhumların birbirini nasıl çelmelediğinin, birbiri içinde nasıl düğümlendiğinin bir örneği… Birinci ve halen devam eden tartışma Âyet-i Celile ile sabit İsrâ’nın Hz. Peygamberin Ruhu ile mi, Bedeni ile mi gerçekleştiği… “Selefin ve Müslümanların büyük çoğunluğu ise İsrâ’nın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği 30) M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Işık yay. İstanbul, 2007, sh. 1-2 / 564 31) A.g.e. sh.565 340 görüşündedir.” 32 Bu konuda Kurtubî’de33 daha geniş bilgi var. Eğer mesele mantıksa, Kurtubî’nin mükemmel bir temellendirmesi söz konusu… Ayrıca Elmalılı’nın34 da fevkalâde bir yorumu da var bu konuda… Aşağıdaki kısa açıklamayı da mütalaâ ederseniz, Muhammed Hamidullah’ın şu tespitini anlamak da mümkün değil: “Miraç tamamen ruhî-ma’nevî bir vakıadır.”35 Çünkü hadisenin evveline gidersek: {Peygamberimiz Aleyhisselâm; İsrâ ve Miracını Kureyş müşriklerine gidip haber vermek üzere ayağa kalkınca, Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani Hatun, Peygamberimiz Aleyhisselâm’ın ridasının ucundan tutup: “Ey amcamın oğlu! Ey Allah’ın Peygamberi! Sana and veriyorum. Bunu halka söyleme! Onlar seni yalanlarlar. Üzerler!” dedi. Peygamberimiz Aleyhisselâm: “Vallahi, ben bunu onlara söyleyeceğim!” buyurdu. Ümmü Hani Hatun, Habeşli cariyesine: “Yazıklar olsun sana! Git de, Resûlullah Aleyhisselâm o halka ne söylüyor? Halk ona ne söylüyor? Göz kulak ol!” dedi.}36 Kurtubî şöyle bir mütalâa serdeder: “Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı. Ummu Hâni Hz. Peygamber’e, Sen insanlara bunu anlatma, seni yalanlarlar, demezlerdi. Ebu Bekr es-Sıddîk (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı, Kureyşlilerin de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamaları32) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, sh. 10 / 321 33) A.g.e. Sh. 10 / 427 34) Elmalı, Hak Dini, Kur’an Dili,1935, sh. 4 / 3184 35) Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev. M. Said Mutlu, İstanbul, İrfan yayınevi, 1972, sah.105 36) M. Asım Köksal, 1-2 / 562 341 na da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Hz. Peygamber’in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta îmân etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi.” 37 [Ben konuyu tekrar mütalaâ ederken farkına vardım… Dipnot: 322, Kaynağın sayfa numarası: 322… Böyle saçmalıklarla mı uğraşacağız? Bu kadar dipnot içinde 322’nin gelmesi % kaç ihtimal? Ve yirmi ciltlik kitapta sayfa numarası olarak, 322’nin rast gelmesi % kaç ihtimal? Ayrıca bu tür tevâfuklara anlam atfedecek okuyucularınız olursa bol miktarda “keramet” icat edebilirsiniz! O zaman böyle “keramet”ler icat eden bir yazarı okumakta ayrı bir “keramet” olur! Hadi bir hadiseyi daha aktarayım… Bugün bir arkadaş geldi aklıma… Aramak istedim… Bir süre sonra baktım telefon… İstanbul’dan arayan o! Ayrıca unutmayın ki; aç tavuk rüyasında darı, bazı yaratıklar da kemik görürmüş… Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri, cümlemize akıl, fikir, istikamet ihsan etsin! Fakat bu notu yazdıktan sonra, metin üzerindeki çalışmalarımızla dipnot numarası değişti… Ama ben bu notu muhafaza ettim… Gaye kerâmet değil! İstikâmet!] Gerçekten de salt mantıkla hareket edeceksek; bir insanın uyku halinde rüyasında gördüğü fizik kanunlarını aşan eylemlerde bulunması, hatta akla, mantığa zıt fanteziler yaşaması herkes tarafından doğal karşılanabilecek bir olgu… Eğer Fahr-i Kâinât Sallalahu Aleyhi Vesellem, bu hadisenin uyku anında gerçekleştiğini söylese idi, niçin müşrikler, isyan etsin? Ümmü Hani Hatun, niçin uyarsın? Gerek verdiğimiz kaynakta, gerekse başka kaynaklarda karşı iddiaları ilzâm edici, tatminkâr, daha geniş bilgiler var. Peki, bu tartışma niçin sürüyor hâlâ? Biz de onu merak ediyoruz! Mesele mucizeyi inkâr etmekse, bu açıkça söylenir… Tartışması o minvâl üzere yapılır… İşte İslâm düşüncesinde; yaratıcı düşünmenin (diyalektik) yeşerememesinin temel sebebi, fikir (tez) ve karşı fikrin (antitez) açıkça ortaya konmaması, bu37) İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, sh. 10 / 322 342 nun sonucunda meselenin cedele (didişim-eristik ) dönüşmesi, bir uyuma (sentez) varılamaması olduğunu düşünüyorum. Söyleme yok, söyler gibi yapma var! Hemen kaçacağı yeri de bir köşede elinin altında tutuyor… Hani Bektaşi’ye sorarlar: “Baba erenler, Namaz kılıyor musun?” Sorunun cevabı yine bir soru: “Herkes kılar da, sen durur musun?” Ne anladınız? Baba erenler, namaz kılıyor mu? Kılmıyor mu? Yine aynı mantık: Adam höykürüyor: “Bir manada Ashabtan üstünsünüz!” Bir manada senin alçaklığın da sınır tanımıyor! Seleften birçok zât cedeli tasvip etmemiştir. Nitekim İmam-ı Gazâlî Hazretleri: “Mücâdeleyi şiâr edinen kimse, zekâsını hep bu yolda kullanır ve fıkhın zevkine varmaktan tembelleşir. Gerçekte, cedel’e girişenler, ün yapıp mevkî isteyen kimselerdir…… Hâlbuki kıymetli ömür sermayesi cedel yolunda giderken fıkıh ilminden mahrûm kalır.38” Yaratıcı düşüncenin ne demek olduğunu; en azından örnek olarak Mebsut’u, Mustasfa’yı mütalâa edenler anlarlar… Yanılma dileğiyle; bin yıldır, bu yaratıcı düşünmeden mahrum olduğumuz kanaat-i âcizânesini taşıyoruz… Bu yargıyı verirken hâşâ Cenab-ı Allah’ı kandırmaya yeltenme densizliği ve faaliyeti olarak nitelendirdiğimiz ve halen günümüzde de son hızıyla devam eden çok çok yaratıcı düşünme(!) örneği olan hile-i şer’iyye’yi saymıyoruz… Müslümanların kısm-ı âzâmisi; şüphesiz farkında olmadan, düşünme bazında materyalist bir konsepte sahip oldukları için; “Batı’nın teknolojiden başka önemli bir tarafı yoktur”, gibi naiv bir tespitle avunmaya çalışırlar… Şunu düşünemezler ki, başarılı buldukları ve bütün İslâm dünyasını burnundan yakalayıp asırlardır, yerlerde sürükleyen o teknolojiyi üreten bir “düşünme”dir… Bir zihniyettir… Yani ruh öncedir… Fikir öncedir… Madde ruhu takip eder… O zihniyet dün38) İmam-ı Gazâlî, ihya: 1 / 105 343 yası olmasaydı, bu teknoloji olmazdı… Ama Batı’nın; Antik Grek’den beri değerlendirirsek, zihniyet dünyasının bugün de değişmeyen, hatta artarak devam eden iki parametresi vardır: Irkçılık, emperyalizm... Keşke Müslümanlar İslâma yakışan bir tefekkür dünyası ve bundan eminen, filizlenen positif tabiat bilimleri ve genel zihniyetleri ile uyumlu bir teknoloji üretebilselerdi! Fikrî ve iktisadî, teknolojik İslâm hâkimiyeti… İslâmın bütün şubeleri ile devlete ve hayata egemen olduğu bir hakimiyet!... İslâmî tartışmalarda inad yok! İnad yok! İslâmî tartışmalarda inad olmaması gerekir! Yüzyıllardır medrese bu cedelle, nefsaniyetle hem kendini kilitledi, hem İslâm tefekkürünü… Ahlaken tefessüh, ilmen tereddî etti… Tek derdi; kavillerden birini, fetvalardan birini hâşâ îmân haline getirerek, hasmı parçalama… İmha etme! “Düşünme” konusunda, “Düşünme Üzerine” isimli kitabımızda bir şeyler söylemeye çalıştık… Bir örnekle son veriyorum: {Ebû Hanîfe nefsini her türlü süflî arzulardan kurtarmıştır. Onun tek emeli ve arzusu vardır: Hakikati doğru anlamak…… Hakikat öyle nazlı bir mahbubedir ki kendini ona tam vermeyene râm olmaz………. Hakikat aşığı bu yolda galip gelmiş, mağlûp düşmüş, onun için hep birdir. Yeter ki hakikat meydana çıksın. Mademki hakikat meydana çıkmıştır, öyle ise o galip demektir. Çünkü aradığı budur. Münazara ve mübahasede hasmı onu ikna ederse hakikat meydana çıktı diye yine sevinir, mağlûp da olsa hakikati anladı diye kendini galip sayar. Hakkı aramaktaki ihlâstan dolayıdır ki, kendi görüşünün mutlaka hak olduğunu ileri sürüp iddia etmiyor, şöyle diyordu: “Bizim görüşümüz budur. Bu, kadir olabildiğimiz en güzel kavildir. Kim ki bizim bu kavlimizden daha iyisini bulursa doğru olan odur.” Kendisine: -Ya Eba Hanîfe, bu verdiğin fetva şüphe götürmez bir hakikat midir? Dediler. 344 -Bilmem vallahi, dedi. Belki de şüphe kaldırmaz bir batıl olabilir! İmam Züfer şöyle diyor: “İmam Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ile birlikte Ebû Hanîfe’nin dersine devam ederdik. Onun söylediklerini yazardık. Bir gün Ebû Yusuf ’a dedi ki: Ne yapıyorsun öyle Yakup, benden her işittiğini yazma. Çünkü ben bugün bir rey görürüm, yarın onu bırakırım, yarın bir rey görürüm öbür gün ondan vazgeçerim.”}39 [Yeni düştüğüm not: Bu satırları, defalarca okudum! Her seferinde, tefekkür, tefahhus, tefakkuha çalıştım… Birden zihnim, fikrî zemine çakıldı, kaldı… Bir adım ileri gitmiyor… İmam-ı Âzam Hazretlerinin şu zihniyet iklimi İslâm dünyasına hâkim olsaydı?….. Vefatı miladi, 767 ( h. 150)… İslâm tefekkürü? İslâmî ilimler? Tabiat bilimleri? Teknoloji? Kül halinde İslâm? Ve tüm dünya? Yer altı? Gökyüzü? Bu soruları düşünmeye davet ediyorum! Daha 5-10 ( Ramazan ayı ) gün önce bir TV’de canlı yayında katılımcılardan biri, müeddeb bir yaklaşımla dini bir hüviyet sahibi, yaşayan birisini hafifçe tenkit etmeye kalkışınca, muhatap sanki, Allah’ına, Peygamber’ine, ırzına, namusuna saldırılmış gibi, kıpkırmızı olmuş, bağırıyormuş “Benim yanımda o zatı tenkit edemezsin!” diye, rivâyet edildiğine göre dışarıda kavgaya davet etmiş… İhlâslı Müslüman! Bunlar istisna değil! Kalplerimiz putlarla dolu! Tevhide yer kalmamış… Yalnız bu kişiden özür diliyorum… Bir hata yaptım… Büyük bir iftirada bulundum… “Allah’ına, Peygamber’ine, ırzına, namusuna saldırılmış gibi..” gibi dedim… Çünkü bu insanların, böyle bir durumda hoşgörü ile davranacaklarına inanıyorum… Bugünkü parantezi burada kapatıyorum. Metne dönüyorum…] Yeniden mütalâa ederken her ne kadar “Bir örnekle son veriyorum.” dedim ise de, şu yaptığımız alıntıya da analitik bir 39) Muhammed Ebû Zehra, Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ankara, DİB, 2005, sh. 81 345 yaklaşımdan da kendimi alamıyorum… Mezhebin gerekliliğine inanan, Hanefi mezhebi’ne mensup bir Müslüman; mezhepsizliği patolojik bir zihin durumu olarak değerlendiren, hatta paranoyak bir psikolojik arıza olarak gören ben; yukarıdaki ifadeleri mütalâa etikten sonra; mezhebi îmânî bir mesele, âlimleri eleştirilmez bir put haline getiren, onlardan bize nakledilenleri nass gibi dokunulmaz kabul eden, atalara tapma hastalığı ile ma’lûl, “Müslüman” olduklarını iddia eden, bilerek veya bilmeyerek İslâma ihanet edenlere soruyorum: Zerre kadar hayânız varsa, yüzünüz kızardı mı şimdi? Ne gezer… “Hayâ îmândandır!” Yukardaki alıntıyı bir daha oku! Bir daha oku! Tefahhus, teemmül, tefehhüm, tefekkür! Asırlardır, “ama” larla içtihadın önünü kestiniz, sözüm ona Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat maskesi veya ahmaklığınızla… “İctihad kapısı kapanmadı ama…” Bir “ama” da ben kullanacağım… Ama siz asırlardır ictihad (!) yapmaktan hiç vaz geçmediniz, hile-i şer’iyye hayâsızlığı ile dini tarla gibi sürdünüz… Altını üstüne getirdiniz! Halen de içtihat (!) yapıyorsunuz… … Bütün gayretiniz gâvursal değerleri aklamak… Hayâsızca kılıf bulmak! Bana bakın! Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat maskesi altında bilerek veya bilmeyerek İslâma ihanet ederek, içtihat (!) yapan hayâsızlar, şunu iyi bilin ki; sizin yaptığınız bir ensesttir! Bir insanın öz yavrusuna tecavüzünden daha iğrenç bir fikrî ensest!... Be hey Cenab-ı Allah’ı kandırmaya yeltenen hayâsızlar! Ben size nur yüzlü yavrularınızı dahi emanet edemem… Müslüman kardeşim! sende de kabahat var… Sen kendi elinle informel bir ruhbaniyet inşasına yardım ettin… Hepimiz kurumsal olmayan ruhbanlığın doğmasına çalıştık… İslam’ı Hıristiyanlığa çevirdik… Ehli Kitaplaştırdık… Bir din adamları kastı oluşturduk… Bu cehl-i mürekkeb içindeki, ezberci zavallıları asırlardır âlim, diye gördük… İmtiyazlı bir statü verdik! Atalara Tapınma (ancestor worship) hepimize çok cazip geliyor…. Somut Tanrı edinme ihtiyacı!… Fakat farkında değilsin ama tev346 hide gölge düşürüyor… Sanki bir adam ne kadar önce yaşamışsa o kadar büyük ve değerlidir… Mesela iki yüz yıl önce yaşayan, yüz yıl önce yaşayandan iki kat daha kıymetli… Hâlbuki bu İslâm zihniyetine aykırı bir yaklaşım… {Kendilerine: “Allah’ın indirdiğine ve Resule (onların hakemliğine) gelin denildiğinde “Atalarımızı ne halde bulmuşsak o bize yeter” derler. “Ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onlara tabi olacaklar?”}40 (Âyet-i Celile’nin sebeb-i nüzulü müşrikler için olmasına rağmen, kapsamının, hükmünün sözünü ettiğimiz şirkin mantığını kullanan herkes için geçerliği olduğuna inanıyoruz..) Biz en azından XVI. Yüzyılın ortalarından bu tarafa sözünü ettiğimiz hususlara kuşku ile bakıyoruz… Ya atalar hatada ise? Bu atalarına tapınan adamları ciddiye alma! Biraz da kimi ciddiye alacağını tayin etmesini bil! Bak! Biz de alıntı yapıyoruz! Bu hayâsızlara teslim olmakta mazur değilsin! Gerçi diyeceksin ki; teslim olan kim? Onlar bizim nefsimize göre konuşurlarsa makbulümüz, aksi takdirde beş paraya almayız! Burada da sen haklısın! Bir tarafta mealcilik hastalığı, öbür tarafta ruhbanlaştırma aymazlığı ile iç içe Bâtıniliği andırır bir zihniyet gafleti… İkisinin ortası yok mu? İfrat, tefrit… İtidalden ne haber? Misal olarak, Köprü satışı ile bey-i bil vefanın ne ilgisi var? Aynileştirip, köprü satışına fetva(!) veriyorlar… Biraz gayret et! Başkalarına engel olmak için İçtihat üzerinde titreyenler, kendileri bu konuda gâyet rahat içtihat(!) yapıyorlar… İhlâslı Müslüman! Sen ferasetinle bu hayâsızların temel anlayışlarının tümüyle gâvurlukları, emperyalizmi aklamak olduğunu sezersin… Bir kere burada işe şüphe ile başlamalı… Ve aç oku Ömer Nasuhi Bilmen’i41… “Bey’i Bi’l Vefa Hakkında Bazı Meseleler” başlıklı bölümü… Bari şunu yap!… Örneğimiz üzerinde devam edersek… Köprü satışına fetva(!) veren hayâsızın, kendisinin başka bir yerde yazdığı “bey-i bil vefa” ile ilgili metni oku! Ne kadar 40) Maide Suresi: 5 / 104 41) Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiye Kamusu, sh. 6 / 126 347 ilgisiz olduğunu sen de göreceksin! Yine istisnaî bir akit olan selemi sınırsız genişletenlerin iğvasına kanma!.42 Yalnız burada “helal” “haram” tayinine kalkışma, îmânından olursun… Bu bizim usûlümüzle hiç değilse nim (yarım) ruhbanlara muhtaç olmadan “şüpheliler”i anlayabilirsin! Ve bir Müslüman “şüpheli”den kaçınır… Bütün müteşerrî tasavvuf kaynakları, şüpheden şiddetle sakındırır, fakat sözde tarikatçı, her bulduğunu gasp eder…. Bırak “şüpheli”yi, “haram”dan bile teberrî hassasiyeti yoktur!... Bu; asırlardır fikrî ensest içinde olanlara hatırlatıyorum: bizi aldattığınızı sanabilirsiniz, fakat unutmayın ki: “Doğrusu Rabbin hep gözetlemektedir” 43 Sıddıkiyet mertebesini biraz daha tefehhüm ve tefakkuha gayret edelim… Kavramaya, anlamaya çalışalım: {“Gaddar dünyadan elin boş ve halî olması” meselesine gelelim: Hz. Ebu Bekir, sahip olduğu malının, eşyasının ve erzakının tümünü infak etmiş, eski elbiseler giyerek Peygamberimiz Aleyhisselatü Vesselamın huzuruna gelmiş, Peygamberimiz: -Ailene ne bıraktın? Diye sorunca: -Bitmeyen iki hazine, tükenmeyen iki define bıraktım, demiş. -Bunlar nelerdir? Diye sorunca şu cevabı almıştı: -Biri Hakk Teâlâ sevgisi, diğeri Resulüne tabi olma işi. (Veya Allah ve Resulünü). Hz. Ebu Bekir, dünya safası bağından kalbini azad edince, elini de onun kederinden halî kılmış oldu.}44 Devam ediyoruz: {Nitekim Hazret-i Peygamber, “Ebû Bekir’in îmânı, bütün halkın îmânı ile tartılsa üstün gelirdi.” diyor. Bu Hadis-i Şerifteki 42) Bak! A.g.e. sh.6 / 111 43) Fecr Suresi: 89 / 14 44) Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergah, 2010, sh. 96 348 üstün gelme, ziyade ve noksan olmak bakımından değil, vukuflu ve nurlu olmak bakımındandır; zira ikrar ve tasdik artıp eksilen şeylerden değildir, îmân, ikrar ile tasdikten ibaret olunca da, insanın kesbi ve eseri (mahlûk) olmuş olur.}45 Görüyorsunuz, nasıl bir mertebenin talibiyiz? Ama biz isteriz! Biz dua ederiz! Çünkü bütün laf-ı güzaflar bir tarafa, İslâm dünyasının maddî ve manevî kurtuluşunun, tek çaresinin Sıddıkî İman olduğuna inanıyoruz… Şu ottan şu kadar gram, şundan şu kadar gram, kaynat iç! Kendine oyalama kâğıdı arıyorsun, onlar da sana layığını veriyor… Ota çöpe bağlanmış bir îmânda, kurtuluş ancak otla, çöple olur! Bir adım daha atıyoruz: “Halk nezdinde zındık olan Hakk nezdinde sıddîk olabilir. Halkın menfuru ve merdûdu olan, Hakk’ın makbûlü ve mahbûbu olabilir.” 46 Allah Teâlâ, başta ben olmak üzere cümlemizi ıslah etsin! Bu ifadeler nefsime hoş geldi! “Ben” halk değilim ya! Sıddıkiyet hassasiyeti: {Ebû Bekir es-Sıddık Radıyallahu Anh şöyle demiştir.: “Eğer Allah’ın kitabı hakkında bilmeden ya da şahsî yorumumla bir söz söylersem, beni hangi toprak bağrına basar, hangi gök altında gölgelendirir? }47 Önemine binaen farklı bir tercümeyi daha veriyorum: {Nitekim Hz. Ebû Bekir Radıyallahu Anh’den şöyle dediği nakledilir: “Kendi rey’imle Allah’ın kitabından bir şeyi yorumlamaya kalktığım zaman beni, hangi yer üzerinde taşır ve hangi semâ altında barındırır?48” Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri: “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne 45) Ebû Mansûr-i Mâturidî’nin Akaid Risalesi, Y.Z. Yörükân, İslâmda Akaid, sh. 248 46) Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, sh. 313 47) İbn Kayyım el-Cevziyye, İlâmü’l Muvakkı’în, İstanbul, Pınar yay. 2013, sh. I / 78 48) Serrâc, el-Lüma’, sh. 26 349 güzel arkadaşlar!”49 Kelâbâzî Sıddîk mefhumu konusunda şöyle bir açıklama yapıyor : “Sıddîklerin en aşağı derecesi şehidlerin en yüksek derecesi.50”dir. Hedefimiz Sıddıkî Îmân… Karınca misali… Başkaca da çaresi yok!... Sıralama sınavı ile meseleler çözümlenemez… Aksi takdirde ortada hiçbir şey kalmıyor… Nasreddin Hoca yürüyerek tarlasına gidiyor… Bir ağacın altına oturmuş, Temmuz sıcağı… Çıkarmış karpuzunu kesiyor… Etlice kesmiş, gelip görecek olanlar “ağa” desin... Hoca kanmamış, başlamış kemirmeye, gören; “uşağı” varmış, kabuğu o kemirmiş desin… Biraz sonra Hoca dayanamamış, kabuğu yemeye başlamış, “eşeği varmış” desinler ortada hiçbir şey kalmamış… Dikkat ederseniz, her aşamada Hocanın kendini tatmin edecek argümanları var! Hatta yanında başkaları olsa onları da ikna eder. Mesela oya ihtiyacı olsa, milyonları da kandırır… Bu fıkradan mülhem soruyoruz: Nerede miras hukuku? Nerede had cezaları? Nerede kısas hakkındaki âyet? Nerede faiz hassasiyeti? Ve devamı!.... Ve bir adım sonrası oportünizm!... Bütün gayret, bütün çaba; “Gerici”, “mürteci”, “yobaz”, “çağdışı”, “bilim düşmanı”, “akıl düşmanı” demesinler… “Kısas”ı at “çağdaş” desinler, “muhkem âyetleri at” “rasyonalist” desinler, “had cezalarını” at “modern” desinler, “ bazı emir ve yasaklar o günün geleneklerine göre konmuş” de “ilerici” desinler!.... Bütün Batılılaşma hareketlerinin bir süreç olduğunu kavrayamadan doğru tahlil, teşhis ve tedavi yapamayız… En azından yazılı metin olarak meselenin psikolojik yanını; Hasan Kâfî ElAkhisarî’nin, Usûlü’l-Hikem Fî Nizâmi’l – Âlem (1596) ve uygulamaları da 1718’den başlayarak dikkate almamız gerekir… Nitekim örnek olarak, genel kanaat; dünyada emsâli olmayan İslâm vakıf telakkisi ve Osmanlı’daki tatbikatının Cumhuriyet’le birlikte dumûra uğradığından bahsedilir. Hâlbuki {Batılı devlet49) Nisa Suresi, 4 / 69 50) Kelâbâzî, Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh, 1992, sh. 104 350 ler vakıfları tahrip etmek için Osmanlı Devleti’ne “Vakıflar Bakanlığı” kurdurarak, İslâm Hukuku’na göre yapılacak kontrolleri bir tarafa attırmışlar ve vakıfları gayelerinden saptırmışlardır.}51 Şu bilgiler de tahlil ve teşhis bakımından önemli: {İlk olarak Batılıların teşvik ve tazyikiyle vakıfların yönetimini “zabt-ü rabt” altına almak ve merkeziyetçi bir düşünce ile kabineye dâhil bir nâzır tarafından idaresini sağlamak üzere 1826’da Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti kurulmuştur. Nezâretin kurulmasıyla başlatılan ve 1839’da Tanzimât’ın ilânıyla hız verilen bir takım hukukî düzenlemelere gidilmiştir.}52 Ve “bundan sonra yapılacak iş, teb’a-i ecnebiyyenin emlâk-i gayrimenkule istimlâ etmelerine imkân sağlamaktı. Osmanlı Hükümetine bu bapta bir kanun neşrettirildi. Batılılar’ın istek ve tazyiki ile neşredilen kanun, 1274/1857 tarihli, Ahkâm-ı Arazi Kanunudur.”53 Batılıların istek ve tazyiki ile neşredilen bu kanunu kim hazırlamıştır? “ Cevdet Paşa; Tanzimat Meclisi âzalığı sırasında haftada iki gün devam ettiği Arazi Komisyonu reisliğinde ilk iş olarak memleketimizde araziye ait yürürlükte bulunan hükümleri kanun haline getirmiş ve meşhur 1274 tarihli “Arazi Kanunu”nu, “Tapu Nizamnamesi”ni, “Muvakkat Talimatname” yi hazırlamıştır.” 54 Yalnız Ahmet Cevdet Paşa’yı, sıradan bir teknokrat, bürokrat olarak düşünürseniz yanılırsınız… Nitekim M. Hamdi Yazır, Nazif Öztürk tarafından sadeleştirilen ve İslâmî harflerle tıpkıbasımı yapılan “Ahkâmu’l-Evkaf ” isimli eserinde meseleyi büyük bir vukufiyetle ele alarak mükemmel tespit ve teşhislerde bulunmuştur… Batı Uygarlı’ğının kaynaklarını ve oluşumunu iyi bilen, konuya vakıf merhumun, tefekkür gücünü gösteren bu kitaptan gönlümüz razı olmayarak, 51) S. Hayri Bolay, Nazif Öztürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle vakıflar, Ankara, TDV, 1995, sh. VI 52) Nazif Öztürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle vakıflar, Ankara, TDV, 1995, sh. 3 53) Nazif Öztürk, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Sempozyum- 1991,Ankara, ,TDV, 1993,sh.204 54) Ebul’ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara, TDV, 2009, sh. 49 351 sadece kısa bir alıntı ile iktifa edeceğiz… Özellikle vurgulamaya çalıştığımız nokta; merhumun bütün çeklerinin karşılığı olduğu ve ispatı... Bilgiye dayanmayan, şu veya bu şekilde elde edilen veya kulaktan dolma malûmâtla, karşılıksız çeklerle (İlim ve tefekkürle meşbû bir zihinle; işlenmiş, örülmüş, yiv yiv derinleşilmiş, çile mahsulü muhtevâya sahip olmayan mefhumlar) sürüyü, milyonları peşinize takıp, suya götürüp susuz getirebilirsiniz! Zühd makyajı altında, bir takım ciddi mahrumiyetlere katlanarak, ileride, öldükten sonra geleceğini düşündüğünüz şan ve şöhrete de sahip olabilirsiniz! Ama mücerret tefekkür adına ve özellikle de İslâm adına ne yapmış oldunuz? İnsan böyle tuhaf bir mahlûk!... Gelin tek başımıza ruhumuzun, kendimize bile kilitli fay hatlarında samimi bir yolculuğa çıkalım! Şu anda en önemli meselemiz: Cenazemize kaç kişinin ve kimlerin katılacağı değil midir? Sanki cenazemiz ve mezarımız garanti de? Bu kadar !?.... (mı acaba?...) Merhumun analizleri ile günümüzü daha iyi anlayabilirsiniz… Kanaat-i âcizânemize göre 1838’de İngilizlerle yapılan Serbest Ticaret anlaşması (Özellikle yed-i vahid usûlünün kaldırılması) -IMF - Maastricht Kriterleri, vb. iktisâdî süreci; Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve Kopenhag Kriterleri vb. siyasî süreci işaret ediyor… -{Bir tarafta ikinci bir “kuvve-i şarkiye”, Rusya Devleti şuf’a da’va ediyordu. Diğerleri gibi “kuvve-i âkıle”ye müracaattan ziyade kılıca sarılıp duruyordu. Bu sebeple “Şarkın yalnız pişmiş olması kâfi gelmiyordu. Bunu Hz. İsa’nın semavî sofrası haline getirerek, büyücek bir ziyafette yemek ve hatta fennin ve kimyanın son keşiflerinden istifade ederek yalnız uzuvlarının suyunu sıkıp tenâvül (yemek) etmek yollarını aramak lâzım geliyordu. İşte bu şartlar Avrupa “kuvve-i ilmiye”sini ve “Pénétration passifique” (arabuluculuğa girme, nüfuz salma, söz geçirme ve istila etme... gibi tabirlerle tercüme edebileceğimiz) siyasî prensiplerini inkişaf ettirmiş ve sürekli Rusya’nın gözüne bakar hale getirmişti. Şid352 detli savaşlar yaparak zorla istilaya meydan vermeksizin şeklen meşru’ gibi görünen ve ilk bakışta “efkâr-ı basite” tarafından mahzurları anlaşılamayan yollardan hareketle, başlangıçta İngiltere, Fransa, daha sonra da Almanya siyaseten maksatlarına ulaşmayı tercih ediyorlardı. Avusturya ise, vaziyetten vaziyete geçiyordu. Bu devletlerin cümlesi güya meşru’ bir vesile ihdası ile müdahale esasında bileşiyorlardı. Hangisinin müdahale vesilesi çok ise o galip demek idi. Aşağıda beyan olunacağı gibi, bu siyaseti birkaç noktada hulasa etmek mümkündür. Birincisi, Avrupalıların, dâhilde fikrî tesirlerine müsait bir ortam hazırlanması için Osmanlı memleketlerinin bütün yabancılara serbestçe açılmasını sağlamak; ikincisi, her Avrupalının bulunduğu yerde, iktisadî istilaya çalışması ve binâen aleyh hem daima kalabilmek ve hem Osmanlı arazilerinde mülk sahibi olabilmek; üçüncüsü “istilây-ı vicdanî” takip edilerek Avrupa’nın bilahare idaresine kolayca uyum sağlayacak surette Osmanlılarla kendi aralarında ruhî bir yakınlaşma husule getirmek; dördüncüsü, Osmanlı “arazilerinde yalnız yabancı fertlerin değil, manevî şahısların, hatta şirketlerin de istimlâk yapabilmelerini temin eylemek; beşincisi, şu ahvalin tatbikatına göre, her devlete bir nüfuz mıntıkası gösteriyor gibi bulunmak; altıncısı, geleceğe dönük bu şartların yerine getirilmesinden sonra, bir fırsat bulup siyasî istilayı ilân edebilmektir. Fakat Avrupa’yı ızrar etmemek konusunda, şu kaidelerin ilk tezahüratı devletler hukukudur. Bunun için siyasî faaliyet sahasında, devletler hukuku kaidesi, Avrupa’nın lehine ve Şarkın aleyhine mevzu’ olmak nokta-ı nazarından mütalâa ve tefsir olunması lâzım geliyordu. Şu itibarla bizden birinci istifade kapitülasyonlarla başlamıştır. Binâen aleyh evvel emirde “teba’a-i ecnebiye”nin bütün kayıtlardan âzâde olması ve fazlaca mümtaz ve muhterem bulunması şartıyla Osmanlı memleketlerinde serbestçe ikâmeti ve hukukî mahfuziyeti temin olunur olunmaz, siyasî müdahalenin birinci vesilesi meydana gelmiş ve devletin her türlü umuruna, idarî, adlî, siyasî kanunlarına “icrây-ı te’sir” kapısı açılmıştır. 353 Teba’a-i ecnebiyye’nin, Osmanlı ülkesine serbestce girmesini sağlayarak, buralara yerleşmelerini temin ettikten sonra; esas maksat, onların “emlâk-ı gayrimenkule” istimlâk etmelerini sağlamaktı. Osmanlı hükümeti’ne bu konuda bir kanun neşrettirildi. Lâkin bu kanun istenilen sonucu vermiyordu. Osmanlı memleketinin geniş arazilerini ucuz ucuz almak hevesine düşmüş olan Avrupa sermayedarlarını tergip (celbetmek) edemiyordu. Çünkü arazi ve “emvâl-i gayrimenkule” arasında, bil-cümle “hukuk-ı tasarrufiyesi” tam olarak temlik olunabilecek arazi pek azdı……Fakat vakıflar hükümetin nüfuzundan hariç idi. Avrupa arzu ederdi ki, “arazi-i emiriye” ve evkaf tamamen pazara çıkabilecek bir mal halinde bulunsun ve bunlar üzerinde ahalinin manevî bağlılığı şiddetli olmasın. Bundan başka bu malları “kıymet-i misliyle” değil, ucuz yollu satın almak kâbil olsun……Behemehâl “arazi-i evkafa hele evkafa çare bulunmalı idi. Avrupalılar her vesilede bu hususları, bil-hassa devletin malî durumu “nokta-i nazar”ından “mevzu-ı bahs” ve teklif ediyorlardı. .... Bu kayıtlar ile, vakıflara ait “ahkâm-ı emvâl-i gayrimenkule” muamelâtını, garip bir surette tahdid etmiş, emlâk ve araziyi kıymetinden düşürerek başka memleketlerde “hazine-i hükümetin” başlıca servet kaynağını teşkil eden vasıtalarından Osmanlı devletini mahrum bırakmıştır.}55 Bunların yanında “Osmanlı Devleti’nde şer’î esaslar dışında kanun ve nizamlara göre, vazife yapmak üzere kurulan “Nizamiye Mahkemeleri’nin teessüsünde de Ahmet Cevdet Paşa çok önemli bir rol oynamıştır. Çünkü halk bu mahkemelere taraftar olanları tekfir ediyor, îmân ve nikâhlarının yenilenmesini istiyordu.56 Cevdet Paşa tamamen oportünist bir yaklaşımla bu mahkemelerin kurulmasının nasıl yolunu açtığını da anlatıyor57….Kısmet olursa teferruatını hazırlamakta olduğumuz bundan sonraki “İslâm ve Oportünizm” isimli kitabımızda arz etmeye çalışacağız… 55) M. Hamdi Yazır, “ Ahkâmu’l-Evkaf ” , Nazif Öztürk, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle vakıflar, sh. 191 56) Ebul’ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara, TDV, 2009, sh. 229 57) Ahmet Cevdet Paşa, Tezâkir 40-Tetimme, Ankara, TTK, 1967, sh. 85 354 Yine aynı şekilde, aşağıya aldığımız yazı; “İslâm Harfleri bir gecede değiştirildi!” yargısının ne kadar naiv olduğunu ortaya koyuyor… AYŞE HÜR “Arap elifbasından Türk alfabesine” 58 06.10.2013 Başbakan’ın, “X, Q, W harflerinin kullanımına imkân getireceğiz, klavyelere özgürlük getiriyoruz” açıklamasının ardından ‘Türk’ alfabesinin tarihçesine uzandık. Sanılanın aksine Arap alfabesinin reforma tabi tutulması ilk kez, Mustafa Kemal’in modernleşme hamlelerinden çok daha önce dile getirildi. Yaygın kanı, Arap harflerinden Latin harflerine dönüşün Mustafa Kemal Atatürk’ün modernleşme hamleleriyle ilintili olduğu yolundadır ama Arap alfabesinin reforma tabi tutulmasını ilk dile getiren, son Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa idi. Münif Paşa 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı konuşmada, Arap harflerinin Türkçenin grameri için yetersiz olduğunu, bu yüzden Arap alfabesine yeni işaretler eklenmesini ve harflerin birbirinden ayrı yazılmasını (huruf-ı munfasıla) önermişti. 1863’te bu sefer Azerbaycanlı ‘yenileşmeci’ Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu. 1879’da, Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan Kamus-ı Türkî adlı ilk Türkçe sözlüğün müellifi Şemseddin Sami Bey, benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi. Bu önerilerin altında alfabeyi kolaylaştırmakla cehaletin ortadan kalkacağı düşüncesi, yazının değiştirilmesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin altında yattığı düşünülen Şarklılıkla mücadelede önemli bir köşe taşı olduğu inancı ve en azın58) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/arap_elifbasindan_turk_alfabesine-1154226 355 dan bazıları için Türk milliyetçiliğiyle birlikte iyice belirginleşen Arap düşmanlığı yatıyordu. ENVER ELİFBASI Münif Paşa’nın 1862’de gündeme getirdiği harflerin ayrılması önerisi, 1911’de Milaslı Dr. İsmail Hakkı Bey tarafından benimsendi ve Hakkı Bey’in öncülüğünü yaptığı Islah-ı Huruf Cemiyeti’nin yayın organı Teceddüt (Yenilenme) gazetesinde kamuya duyuruldu. 1913 yılında Balkan Savaşları sürerken, İttihatçı Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın Tanin gazetesinin birinci sayfasındaki yeni yazı denemeleri işte bu tartışmaların sonucuydu. Habere göre, Harbiye Nazırı Enver Paşa, kendi dairelerinde yeni yazının kullanılmasını emretmişti. Ayrıca İçtihat dergisinde Abdullah Cevdet ve Celal Nuri (İleri); Hürriyet-i Fikrîye dergisinde Kılıçzâde Hakkı Bey gibi yazarlar bu girişimi destekleyen yazılar kaleme almışlardı. Ancak, Harbiye Nezareti’nde görevli kurmay subaylardan İsmet (İnönü), Enver Paşa’ya “Paşam, yaptığınız büyük bir inkılaptır. Ancak memleketin genç zabitleri ihtiyat subayı olarak bulunuyorlar ve keşiftedirler. Harfler öyle tek tek yazılırsa keşif raporları çok gecikir. Oysa keşif raporlarının hemen ulaşması lazımdır. Bu bakımdan bu büyük eserinizi zaferden sonra tatbik etmek üzere şimdilik erteleseniz,” derken bir başka subay Mustafa Kemal de “Peki, güzel! İyi bir niyet; fakat yarım iş, hem de zamansız. Harp zamanı harf zamanı değildir. Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır? (…) Bu şimdiki şekil, hem yazmayı, hem okumayı, hem de anlamayı dolayısıyla anlaşmayı eskisinden fazla geciktirir ve güçleştirir. Hız isteyen bir zamanda böyle yavaşlatıcı, zihinleri yorup şaşırtıcı bir teşebbüse geçmenin maddi, ameli ve milli ne faydası var? Sonra da mademki başladın, cesaret et şunu tam yap, medeni bir şekil alsın!” diyecekti. 356 Zamanın Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin de bu koroya “İlim emirle olmaz” diyerek katılması üzerine, çeşitli kesimlerce ‘Hatt-ı Cedîd’, ‘Hatt-ı Enverî’, ‘Ordu Elifbası’, ‘Enver Elifbası’ veya ‘Alman Yazısı’ gibi isimlerle anılan bu yeni alfabe, ordu içinde haberleşmede kullanıldı ama işleri kolaylaştırmada bir avantaj sağlamadığı için ömrü kısa oldu. MUSTAFA KEMAL TEMKİNLİ Mazhar Müfit’in iddiasına göre, Erzurum Kongresi’nin arifesinde, 7 - 8 Temmuz 1919 gecesi, Mustafa Kemal ilerde yapacağı işleri kendisine not ettirmişti. Bunlar arasında Arap alfabesinden Latin alfabesine geçmek de vardı. Halide Edip (Adıvar)’a göre de, Mustafa Kemal 1922’de kendisine Latin harflerinin kabulünden söz etmişti. Ancak ilginçtir, Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra harf inkılabı konusunda hevesli değillerdi. Örneğin Lozan Barış Görüşmelerinin kesintiye uğradığı Şubat 1923’te, Batı dünyasına liberal selamlar göndermek için alelacele toplanan İzmir İktisat Kongresi sırasında, İzmirli işçi delegesi Ali Nazmi, 1908’de Arnavutluk’ta, 1922’de Azerbaycan’da Latin alfabesinin kabul edilmesinden esinlenerek, Türkiye’de de benzer bir atılımın yapılmasını önermişti. Kongre başkanı Kazım Karabekir Paşa ise, Azerbaycan’da ve Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesinin büyük bir hata olduğunu, “Türk yazısı güçtür, okunmaz” şeklindeki propagandanın, aslında yüzyıllardır bizi “kemirmek” isteyen, İslam âlemini parçalamak isteyen Batı menşeli bir düşünce olduğunu, oysa Arap harflerinin İslam harfleri olduğunu ve Türk ırkına mal olduğunu söylemişti. İçtihat dergisinde Kılıçzâde Hakkı Bey, üç makaleyle Paşa’ya cevap verdiğinde Mustafa Kemal bu tartışmaya hiç katılmamaya özen göstermişti. 1924 yılının başında, Halifelik makamının kaldırılmasına desteklerini sağlamak için İstanbul gazetecileri ile İzmir’de bir araya gelen Mustafa Kemal’e, 1913’te Enver 357 Paşa’nın harfleri ayırma önerisine destek veren Hüseyin Cahit Bey “Latin yazısının ne zaman kabul edileceğini” sorduğunda, Mustafa Kemal bu sorudan rahatsız olmuştu. Aynı şekilde 1924 bütçe görüşmeleri sırasında İzmir Milletvekili Şükrü (Saraçoğlu), halkın okuma yazma bilmezliğinin tek nedeninin Arap harflerinin kullanılması olduğunu söylediğinde de Mustafa Kemal’den ses çıkmamıştı. Aynı yıl, Berlin’deki Türk öğrenciler “Yeni Harfler Birliği” adlı bir dernek kurmuş, bütün Türk illeri için Latin harflerinin kabulünü istemiş ve Yeni Yazı adlı bir de dergi çıkarmışlardı ancak bunlar Ankara’da bir hareket yaratmamıştı. 1925 yılında, alfabe değişikliğinin dine karşı bir hamle olduğunu ileri sürenlere İsmet İnönü “Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on sene azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz yolda yürüyelim. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir” diyordu. LEHTE VE ALEYHTE OLANLAR 1926 yılından itibaren gazetelerde Latin harfleri konusunda yazılar çıkmaya başladı. Ancak, örneğin 28 Mart 1926 tarihli Akşam gazetesinin “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlıklı anketine cevap verenlerin üçü (Dr. Abdullah Cevdet, Mustafa Hâmit, Refet Avni) dışındakiler Latin harflerini savunuyor, geri kalan 13 kişi ise karşı çıkıyordu. Bu kişiler arasında Avram Galanti, İbrahim Necmi (Dilmen), Halil Nimetullah (Öztürk) gibi Kemalist kültür devrimine başından itibaren inananlar, hatta Başbakan İsmet Paşa da vardı. İsmet Paşa’ya göre bu konudaki bir değişiklik devlet hayatını felce uğratırdı. Latin harflerini savunan azınlıkta ise Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Hüseyin 358 Cahit, Falih Rıfkı (Atay) gibi eski İttihatçılar vardı. Ancak aynı yıl Türkiye’ye gelen dilbilimci Dr. Kühne’nin önerisi ile Mustafa Kemal Macar alfabesini incelemeye başladı. Bu tarihten sonra çalışmalar birden hızlandı. 8 Ocak 1928’de Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Türk Ocakları Merkez ve Hars Heyetlerinde verdiği bir ziyafette Latin harfleri konusundan söz açtı. 8 Mart’ta Türk Ocağı Hars Heyeti’nde İsmet Paşa, Latin harfleriyle ilgili bir danışma toplantısı yaptı. Mayıs ayında CHP Genel Sekreteri ve Erzincan Milletvekili Saffet (Arıkan) ve üç milletvekili “beynelmilel erkam” (uluslararası rakamlar) sistemine geçilmesini önerdi ve bu değişiklik haziran ayında uygulamaya kondu. Artık sıra harflere gelmişti. Mustafa Kemal bu günlerde konuya açıkça dâhil oldu. Mayıs ayının sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla “lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkân-ı tatbikini düşünmek üzere” Dil Encümeni oluşturuldu. 24 Mayıs’ta ise Latin rakamlarının kullanılmasına ilişkin kanun kabul edildi. Q’DAN NASIL KURTULDUK? Bundan sonra Mustafa Kemal’in emriyle bir komisyon oluşturuldu. Falih Rıfkı’ya göre, komisyondaki ilk tartışma Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin bütün ses haklarını veren bir alfabe mi yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimelerin hakkını veren bir alfabe mi hazırlamak gerektiğinde çıkmıştı. Bu bağlamda, kaf, kef, gayın harflerini gereksiz bulanlarla gerekli bulanlar arasında epey ateşli tartışmalar olmuştu. Falih Rıfkı’ya göre ‘q-kü’ harfi tehlikesi şöyle atlatılmıştı: “Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kazım Paşa (Özalp) sofrada, ‘Ben adımı nasıl yazacağım, ‘kü’ harfi lazım,’ diye tutturdu. ‘Atatürk de bir harften ne çıkar? Kabul edelim,’ dedi. (…) Ben sofrada sesimi çıkarmadım. Ertesi gün yanına gittiğimde meseleyi aniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini 359 (büyük harf) bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı, Kemal’in baş harfini küçük ‘kü’nün büyütülmüşü ile sonra da ‘K’nın büyütülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden ‘kü’ harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk ‘kü’nün majüskülünü bilmiyordu. Çünkü o ‘K’nın büyütülmüşünden daha gösterişli idi.” SARAYBURNU NUTKU Mustafa Kemal, ‘uygun vaktin’ geldiğine kanaat getirmiş olmalıydı ki, 9 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı’nda sahnelediği bir ‘mizansen’ ile ‘Harf İnkılabı’nı başlattı. Falih Rıfkı’nın anlatımıyla, o gün parkta, bir köşede caz, bir köşede Mısırlı Müniretü’l-Mehdiye Hanım ve saz arkadaşlarının Arapça şarkı ve kasideleri seslendiriliyordu. Bu ikinci konseri dinleyen halka eşlik eden Mustafa Kemal, “Arap musiki takımının biteviye, ağlayışlı ve inleyişli melodileri” üzerine, yanındakilere dönmüş ve “Kimde bir defter var?” diye sormuştu. Ardından bulunan küçük deftere bir şeyler yazıp Falih Rıfkı’ya vermişti. Defterde yeni yazı ile ‘Sarayburnu Nutku’ diye bilinen hitabın ilk bölümleri vardı. Mustafa Kemal önce halka kendi seslenmiş, ardından notlarını orada bulunan bir gence vermiş, gencin okuyamaması üzerine de ‘’Vatandaşlarım, bu notlarım asıl hakiki Türk kelimeleri, Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhal okumaya teşebbüs etti. Biraz çalıştıktan sonra birdenbire okuyamadı. Şüphesiz okuyabilir. İsterim ki, bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarınızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz,’’ demişti. Ardından Falih Rıfkı’yı nutkun devamını okumakla görevlendirmişti. Bu konuşmadan anlaşıldığı üzere, Cumhuriyet’in yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu yaratmak için ‘eskiyi’, ‘hurafeleri’, ‘geriliği’, ‘Doğulu’ olmayı temsil eden Osmanlı 360 geçmişinden kendilerini farklılaştırmaya çalışırken, ilk darbeyi alfabeye vurmaya karar vermişlerdi. Olan bitenden haberdar gazeteciler ilk dizgi örneklerini hazırlamaya başlamışlardı bile. Temmuzun ilk haftasında Mahmut Soydan’ın Milliyet gazetesinin mürettibinin dizdiği şu başlık yaşanan zorlukları özetler mahiyetteydi: ‘’Otomobil Fi’atlaryTenzil xofforlere de fajdalydyr. Otomobiller de taksi fi’atlarynyn tenzil edileceğini ve bunun için tedkikatda bulunulduğunu jaznyxdyk....” Başka alanda yaşanması muhtemel sıkıntılar ise Başbakan İsmet Paşa’nın Gazi’ye çektiği şu telgraftan anlaşılıyordu: “Arap harflerini bırakıyorsunuz. Türk’ün özyapısını saptamaya ve yüceltmeye en uygun olan Türk harflerini kabul ediyorsunuz. Bu çok güzeldir. Ama kutsal camilerde duvarları süsleyen Aşere-i Mübeşşereyi (Peygamberin cennetlik olduklarını muştuladığı on Arap ileri geleninin adlarını) nasıl yazacaksınız? Arapça mı, Türkçe mi?’’ Gazi buna yanıt vermemişti ancak 28 Ağustos 1928 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de Dahiliye Vekili’nin şu ifadeleri boy gösterdi: ‘’Türkiye’de dil ve yazı Türkçedir. Arapça olsun iddiasında Araplar bile bulunamaz.’’ YA ÜÇ AYDA OLUR, YA HİÇ Falih Rıfkı eski yazıyla yeni yazının bir süre yan yana kullanılmasını önermiş, Mustafa Kemal, “Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz. Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir iç harb, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir,” demişti. İlk uygulamaları da bizzat Mustafa Kemal yaptı. 15 Eylül 1929 günü Sinop’ta, Köy Yatılı Okulu’nun bahçesinde iki saat 361 tahta başında halka ders vermiş, arabacı Bekir Ağa’ya yeni harflerden birkaç harf öğretmişti. 28 Eylül 1928’te Gemlik’te gazozcu Haydar, tuhafiyeci Yahya, zahireci İsmail, Bekir Ali, Adil ve Hüseyin, zürradan Ethem, zeytinci Mustafa, Sait, bakkal Osman ve Halit efendilere hitaben çektiği telgrafta şöyle diyordu: “Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini gösterdiğinizden memnun oldum, tebrik ederim. Arabi ve Farisi kelimelerde (k) ve (g)’nin önlerine (h) gelmesi meselesiyle zihinlerinizi işgal ve teşviş etmeyiniz. Tespit edilmekte olan lügat bunu arzunuz veçhile halledecektir efendim,” diyordu. 29 Eylül günlü Cumhuriyet gazetesi Yeni Türk Harfleri Marşı’nın notasını veriyordu. Bu marş, Mustafa Kemal’in isteği üzerine Zeki (Üngör) Bey tarafından bestelenmişti. Marşın sözleri yeni alfabenin harflerinin sıralanmasından oluşuyordu. 1 Kasım 1928 günü Atatürk’ün konuyla ilgili konuşmanın ardından, TBMM’de Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun kabul edildi. Dikkat edileceği gibi harflerin adı ‘Latin’ değil, ‘Türk’ harfleri olduğu belirtiliyordu. Bu adlandırmayı bizzat Mustafa Kemal yapmıştı. 3 Kasım’da Resmi Gazete’de yayımlanan 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’a göre, yeni harflere geçiş 1 Ocak 1929’u geçmeyecek, ancak tahkik evrakının, fezlekelerin, basılı evrakın ve defterlerin eski harflerle yazılması Haziran 1929’a kadar sürebilecekti. Eski yazı ile yazılan dilekçeler de bu tarihe kadar kabul edilecekti. Devlet dairelerinde kullanılan eski harfli kitap, talimatname, defter gibi malzemelerde ve devletin bazı muamelelerinde, 1930 Haziran’ına kadar eski harfler kullanılabilecekti. Para, pul, bono gibi değerli kâğıtlar, değiştirilinceye kadar geçerli olacaktı. MİLLET MEKTEPLERİ Bu tarihten itibaren yeni harfleri halka öğretmek için adeta 362 bir seferberlik başlatıldı. Matbaalar yeni kalıplar hazırlıyor, daktiloların tuşları değiştiriliyor, yol ve işyeri tabelaları, vapur isimleri, araç plakaları, afişler, cami içindeki süsleme yazıları bile değişiyordu. Bu arada eski harfli kitapların imhası da hummalı bir şekilde devam ediyordu. Bazıları Rumca, Ermenice gazetelerin de ‘Türk alfabesi’ ile çıkması gerektiğini söylüyordu. Yurt çapında 50 bin yeni alfabe dağıtıldı. 1 Ocak 1929’da büyük törenlerle açılan Millet Mektepleri’nde sadece İstanbul’da ilk gün 50 bin kişi eğitime başladı. Ordu, polis, parti, cemiyetler, öğretmenler, din adamları, milletvekilleri, hatta bizzat Mustafa Kemal bu seferberlikte görev aldı. Yurt genelinde o yıl öğrenci sayısı 600 bine ulaştı. Okuma yazma seferberliği hız kesse de, 1936’ya kadar sürdü. Dönemin Milli Eğitim Müdürü Mustafa Necati Bey’in ifadesiyle ‘’Millet Mektepleri’nden 1936 yılına değin 2.546.051 kişi diploma aldı. 1928-1929 yıllarında dershane sayısı 20.489 idi; 1935-1936 yıllarında 2.274’e indi. İlk yıl öğrenci sayısı 105.500 idi; son yıllarda 59.206’ya indi.” HANGİ İŞE YARADI? Peki, daha sonra ‘dilde sadeleşme’ çabalarıyla desteklenen yeni harfler, Türkiye halkının okuryazarlık oranlarını nasıl etkiledi? Buna cevap vermek kolay değil; çünkü Osmanlı dönemindeki okuma yazma oranlarına dair elimizde güvenilir istatistikler yok. Bu nedenle sağlıklı bir karşılaştırma yapmak mümkün değil. Bildiğimiz şu ki, bütün çabalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre, 16.5 milyon olan nüfusun sadece yüzde 20’si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945’te yüzde 30’a, 1950’de yüzde 34’e çıkabilmişti. Aslında bu durum gâyet doğaldı. Bir toplumun okumayazma oranlarının doğrudan alfabenin kolaylığı ya da zorluğuyla ilgisinin olmadığına dair dünya yüzünde bol örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, 363 Çin, İsrail, Kore, Sırbistan, Hindistan, Tayland gibi ülkeler ekonomik ve kültürel kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarabilmişlerdi. Sonuç olarak, Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılâbı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen ‘tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, ‘kozmopolit’, ‘karışık’, ‘Şarklı’, ‘geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, ‘etnik açıdan saf’, ‘dünya görüşü açısından laik’, ‘Batılı’, ‘modern’ bir ‘Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-ulus devletini inşa etmekti. Peki, bunda başarılı olundu mu? Takdiri sizlere bırakıyorum efendim!... ÖZET KAYNAKÇA Hikmet Dizdaroğlu, “Mirza Fethali Ahundzade ve Alfabe Meselesi”, Türk Dili, S. 8, Mayıs 1952, s. 460-463; Fevziye Abdullah Tansel, “Arap Harflerinin Islahı ve Değiştirilmesi Hakkında İlk Teşebbüsler ve Neticeleri 1862-1884”, Belleten, S. XVII/66, Nisan 1953, s. 223-249; Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I. Cilt, TTK Yayınları, 1966; Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, Çan Yayınları, 1962; Falih Rıfkı Atay, “Yeni Yazı”, Türk Dili, Sayı 23, Ağustos 1953, s. 717-719; A.g.y., Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayii A.Ş. Basımevi, 1969; İbrahim Necmi Dilmen, “Harf İnkılâbı”, Türk Dili-Belleten, S. 31-32, 1938, s. 20-23; Hüseyin Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003. 364 £ $ € £$€ £ $€ {Gönlümüzün derinliklerinde bir günde 50-100 saat, her an yaşayan; riyadan, tabasbustan uzak, en içten aşkımızı, inandığımız tanrılarımızı, herkesin bildiği “açık sırlar” olmasına rağmen, ifşa için araya paund, dolar ve euro sembolleri koydum! Cifirle çözmeye çalışın! Çok müşteri bulursunuz!} Bütün ifade etmeye çalıştığımız husus; mevzûun bir medeniyet meselesi olduğu… Kurtuluşun birinci şartının da bu noktanın kavranması olduğunu düşünüyoruz! Hastalığın ciddiyetini anlayamazsak, tedavi edemeyiz! Eğer ki; İslâmın uğradığı ihaneti birkaç kişiye veya bir kadroya ciro edersek; kurtuluşu da, birkaç kişi veya bir kadrodan bekleriz! Böylece güzergâhı değişmiş yollarda, eski tabelaların önünde boşa bekleriz! Düşün! 1950 seçimlerini hatırlıyorum! Sekiz yaşında idim. Davullar, zurnalar! Çocuk aklımla bir mana verememiştim… Çünkü babam CHP düşmanıydı ama Demokrat Parti’yi de tutmuyordu! Sen de hatırla! “Bir daha rey verirsem elim kırılsın!” diyenlerin ellerini toplasanız, gömecek mezarlık bulamazsınız! Mesele parti, siyasî 365 iktidar meselesi değil! Mesele medeniyet meselesi! Siyasilere de zulmediyorsunuz! Rey verirsen ver! Biz de bu yaşta futbol maçına gidiyoruz! Ama kendini bu kadar kaptırma! Bu kadar ciddiye alma! Olanlar “çocuk bayramı”ndan daha fazla bir gerçekliğe sahip değil! Bu gün dünyanın en demokratik ülkesi olan Amerika demokrasi değil, “lobitokrasi”dir (Hasan Koni).59 Derneklere vakıflara, yabancı servislerin avucunun içinde esir olanlara da zulmediyorsunuz! Koskoca bir İslâm uygarlığı birkaç kişinin ihmali, tembelliği, yetersizliği, hatta ihaneti ile yıkılmaz… Belki de birincil sebep olarak gördükleriniz anlatmaya çalıştığımız sürecin zorunlu sonucudur.. Çünkü yapısal olarak, temel mekanizmaları sağlam olan bir medeniyet, ufak tefek aksaklıkları kendi muafiyet istemi içinde telâfi eder… Ama burada söz konusu olan İslâm Medeniyeti açısından; zamanında tespit edilemeyerek, sürekli göz ardı edilen arızaların, ufak hataların, teraküm (kümülatif) ederek çığ gibi büyümesi! Bir doktor eğer çocuğunu seviyorsa; ebeveyn zaaflarından kurtularak, onun tetkik, tahlil ve filmlerini meslek haysiyetinin gerektirdiği şekilde, nesnel analize tabî tutmalıdır… Ve ona göre tedavi uygulamalıdır… Ama gördüğü her semptomu, zorlayarak, kendini kandırarak olumlu yorumlamayı bir tutum haline getirirse, çocuğuna en büyük ihaneti yapmış olur! Gerçeğin gözünün içine korkmadan bakabilmelidir, eğer çocuğunu seviyorsa… Uykusuz gecelerine mal olsa bile!... Tekrar pahasına bir Anadolu atasözünü arz etmeden geçemeyeceğim: 59) Birçok kaynak arasında şu ve benzeri kitaplara başvurabilirsiniz: -Tayyar Arı, Amerika’da Siyasal Yapı ve Lobiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Basım Yayım, 2000 - John J. Mearsheımer- Stephen .M. Walt, İsrail Lobisi Ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, İstanbul, Küre Yayınları, 2009 - Michael T. Klare, Kaynak Savaşları, çev. Hakan Tanıttıran. İstanbul, Devin Yayıncılık, 2004 - Jım Marrıs. CIA ve Pentagon’un Gizli Dosyaları, 11 Eylül, Afganistan, Irak İşgali ve ABD’nin Uyuşturucu Ticareti, çev. Bülent Üçpınar, İstanbul, Kesit yayınları, 2007 --Thomas P.M. Barnett, Pentagon’un Yeni Haritası, çev. Cem Küçük, İstanbul, 1001 kitap, 2005 366 “Kız çocuğu saklanacak değil, sakınılacak bir varlıktır!” Biz bu atasözündeki hikmeti kavrayamadık… Bu gün en emin yerler banka kasaları, eti, sütü saklayın, kaç gün dayanabilir? İnsanın, toplumun, fikrin, medeniyetin muhasebesini yapamadık! Yüzyıllardır ihmal ettik tefekkürü! Her sosyal birlikte bulunan, insanın olduğu her toplumda görülmesi mümkün olan bazı ferdî başarıları sistemleştiremedik, kontunite (süreklilik) sağlayamadık, eleştirel, diyalektik bir tutum benimseyemedik, onlarla avunduk! Asr-ı Saadet’i anlayamadık! Psikolojik destek olarak kullandık, istismar ettik! İnsan, toplum, fikir, medeniyet (kültür-teknik); bunların her biri değişim içinde bulunan, bir yanıyla yaşayan, her an yeni oluşlara gebe organizmalardır… Sürekli oluşum, değişim içinde olan hayatın unsurlarıdır… Biz bunları saklamaya kalktık… Ama bir de bakmışız ki, bütün bu değerleri kendimiz kokutmuşuz, yozlaştırmışız… Korkmadan, cesaretle, îmânının hatırı için şu soruyu, düşün! Uykunun kaçması pahasına: Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadına en büyük zararı, düşmanları mı verdi, yoksa saklamak isteyenler mi? Kısmet olursa hazırlamakta olduğumuz “İslâm ve oportünizm “ isimli kitabımızda daha tafsilatlı üzerinde duracağız!... Fakat kanaat-i âcizânemize göre, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akidesine en büyük zararı; onu saklamaya çalışanlar, kasalarına, o, örümcek bağlamış beyinlerine haps etmeye yeltenenler verdi… Ben halen Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadına düşmanlarının zarar verebileceklerine inanmıyorum!... Yeter ki söz konusu itikad akidelerine, umdelerine göre hareket edebilelim…. Tek tek örneklerle aşırı genellemeyi doğru bulmuyorum, ama o kadar çok örnek var ki; Asr-ı Saadet’in, o beyinsiz beynimizi buharlaştıran, muhayyilemizi yakan fikri ikliminin şifrelerini veren, Hendek Muharebesi’ni bir daha oku! Bir daha oku! Bir daha oku! Katarsiz, ağlamak için, Psikolojik savunma olarak, ona sığınmak, sözüm ona arınmak için değil! Müşriklerle yapılması düşünülen sulh meselesini; Fahr-i Kâinât Sallalahu Aleyhi Vesellem’le, 367 Cenâb-ı Seyyidi’l – Beşer Efendimiz’le, Ashab-ı Kiram’ın nasıl müzakere60 ettiğini! Teemmül, tefahhus, tefehhüm, tefakkuh ve tefekkür et!... Hz. Ömer’e Âyet-i Kerime’yi delil göstererek itiraz eden kadın sahabeyi hatırla61! Hatırla! Hatırla! Hatırla! Asr-ı Saadet’i; tefekkür, fikrî iklim dâhil, bütün şubeleri ile biraz anlayabilen bir Müslüman, Müslümanların yüzyıllardır yaşadıkları hayata bakıp ağlasın mı, gülsün mü? Herhangi bir şey haddini aşınca zıddına dönüşür! Onun için gelin biz, elbirliği ile ağlanacak halimize gülelim! İsterseniz tüm dünya gençlerine “Türk gibi gülmeyi” öğretelim… “Gülme Olimpiyatları” tertip edelim… Ama ben, vaz geçtim, çünkü “anlayabilmemiz için, ağlamamız lâzım!” Avam ancak sirk cambazlarına iltifat eder! Avamın teveccüh göstermesi için “gözyaşı”nın bile metalaştırılması, nesneleşmesi gerekir!... Yollarda koca koca ilanlar görüyorum! Tanımıyorum kim olduklarını! Ama il il gezerek, salonlarda ağlamak ve ağlatmak şarlatanlıktır! Bir halk türküsü ne güzel ifade ediyor: “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır.” Eğer geceleri sadece Allahü Zü-l-Celâl Hazretleri’nin rızası için ağlayan birkaç kişi varsa, onlar yeter! “Açık nasda içtihada mesağ yoktur.”, “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülatı inkâr edilemez!” Hükümlerinin hikmetini anlayamadık! Örümcek ağlarına dolaşmış, buharlaşmış beyinler, zamanın getirdiği değişime dayanamayınca, kendileri, sakladıklarını sandıkları değerler üzerinde, sandıklaşmış kafaları ile estetik operasyon yaptılar!... İşte bu fikrî bir ensesttir… Ve bu gayr-i meşru ilişkiden, hilkat garibeleri doğdu: Hile-i şer’iyye!... Çar60) Mustafa Köksal, İslâm Tarihi, sh. 5-6 / 91 61) Ebubekir Sifil, Hz. Ömer ve Nebevi Sünnet, İstanbul, Kayıhan yayınları, 2007, sh. 81 - M. Yusuf Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, çev. Ahmet M. Büyükçınar v.d. İstanbul, Kalem yayınevi, 1977, sh. II / 643 368 pılmış “zaruret” anlayışı, “zamanın” tanrısallaştırılması!... Maziyi yok saymak da, kutsamak da patolojik bir insanlık durumunu işaret eder… Daha önceleri arkayı, geçmişi kontrol etmek için dikiz aynasından bahs ediyorduk! Ama geçen gün gördüm, “navigasyon” diye bir aygıt icat edilmiş… Şoför oturduğu yerden, önündeki ekranda, hiç kafasını kaldırmadan, arkasını, geçmişini gâyet net görebiliyor! Hem geçmiş, hem gelecek biraz dikkatle gâyet net biçimde gözünün önünde artık! Geçmişi araştırıp, dersler çıkarmadan, salt önüne bakarak yol almak felaket!... Önünü görmeden, sırf arkaya bakarak yol almak facia! Yukarıda arz ettik, Müslüman ümmetinin kurtuluşunun şifresini bir daha veriyorum, ama hasta, patolojik dimağların uğraştığı cifirle değil! Şeriat-ı Garrây’-ı İslâmiyye’nin nurdan zihniyet sarayının sınırları içinde: Mecelle’nin 14.62 ve 39. Maddeleri… “Açık nasda içtihada mesağ yoktur.”, “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülatı inkar edilemez!”!... --- 62) Ömer Nasuhi Bilmen’de 13. Madde… Istılahatı Fıkhiye Kamusu.1 / 259 369 370 BİBLİYOGRAFYA Abdurrahman Şeref Efendi. Tarih Muhasebeleri, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 1985 Abdurrahman Şeref Efendi. Tarih Muhasebeleri, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 1985 Adıvar, A. Adnan. Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul, Remzi, 1994 Agamben, Gıorgıo. Dünyevileştirmeler, çev. Betül Parlak, İstanbul, Monokl, 2011 Ahmed Cevdet Paşa. Tezâkir, 1 – 12, TTK, Ankara, 1953 Ahmet Cevdet Paşa, Sultan Abdülhamid’e Arzlar – Ma’rûzât, sadeleştiren. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul, bky, 2010 Ahmet Cevdet Paşa. Tezâkir 40-Tetimme, Ankara, TTK, 1967 Akar, Atilla. Derin Dünya Devleti, İstanbul, Timaş, 2003 Akinan, Serdar. Neo-Takiyye, İstanbul, Doğan Kitap, 2006 Aksun, Ziya Nur. Osmanlı Tarihi, İstanbul, Ötüken, 1994 Altınay, Ahmet Refik. Lâle Devri, Ankara, MEB, 1973 371 Arı, Tayyar. Amerika’da Siyasal Yapı ve Lobiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Basım Yayım, 2000 Arı, Tayyar. Orta Doğu, İstanbul, Alfa yay. 2004 Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara, TİŞ, 1986 Armaoğlu, Fahir H. Siyasi Tarih 1789-1960, Ankara, S.B.F. yay. 1973 Armaoğlu, Fahir. Siyasî Tarih, Ankara, SBF 1973 Aşkar, Mustafa. Tasavvuf Tarihi Literatürü, İstanbul, İz yay. , 2006 Aydın, Mahmut. Yaşayan dünya Dinleri, Ankara, DİB, 2007 Barnett, Thomas P.M., Pentagon’un Yeni Haritası, çev. Cem Küçük, İstanbul, 1001 kitap, 2005 Başgil, Ali Fuad. Din ve Laiklik, İstanbul, Yağmur yay. 1962 Baymur, Feriha. Genel Psikoloji, İstanbul, İnkılâp, tarihsiz Bediüzaman Said Nursî. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991 Bediüzaman Said Nursî. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Sözler Yay. 1991 Behmoaras, Liz. Mazhar Osman, İstanbul, İnkilap, 2001 Beyatlı, Yahya Kemal. Eski Şiirin Rüzgariyle, Selimnâme, Yahya Kemal Enstitüsü, 1962 Beydavî. Beydavî Tefsiri. Çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Kahraman yay. 2011 Bilmen, Ömer Nasuhi. Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiye Kamusu, İstanbul, Bilmen yay. 1968, Bilmen, Ömer Nasuhi. Muvazzah İlmi Kelam, İstanbul, ergin kit. , 1959 Budak, Selçuk. Psikoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat yayınları, 2003 Büyük Larousse, Milliyet, Tarihsiz Can, Şefik. Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul, İnkılâp, 1994, 372 Canan, İbrahim. Kütüb-i Sitte, Ankara, Akçağ Yayınevi, 1992 Cevizci, Ahmet. Aydınlanma Felsefesi, Bursa, Ezgi, 2002 Cevizci, Ahmet. Felsefe Sözlüğü, İstanbul , Paradigma, 2002 Cross, Jonathan. Vatikan Komplosu, çev. Ebru Sürmeli, İstanbul, İkon, 2010 Çehov, Anton Pavloviç. Hikâyeler-I, çev. Servet Lünel (bu hikâyenin mütercimi H.A. Ediz) , İstanbul, MEB, 1966 Çiçek, Dursun. Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Rey Yayınları, Kayseri 1997 Dahl Robert A. Demokrasi ve eleştirileri, çev. Levent Köker, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı, 1993, Danişmend, İsmail Hami. İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Türkiye yay. 1961 Daryal, Ali Murat. Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, İstanbul, İFAV ( Marmara Üniv. İlahiyat Fak.),2009 Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç. Budala, çev. Mehmet Özgül, İstanbul, Can yay. 1982 Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç. Karamazof Kardeşler, çev. Ergin Altay, İstanbul, Can Yay. 1982, Dostoyevski, Fyodor Mihailoviç. Karamazof Kardeşler, çev. N. Yalaza Taluy, İstanbul, MEB, 1963 Durant, Will. Felsefenin Öyküsü, çev. Ender Gürol, İstanbul, İz yay. 2002 Durkheim, Emile. Din Hayatını İptidai Şekilleri, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul, Tanin Matbaası, 1923 Durmuş, Mehmet. Abant Konsili, Ankara, Anlam yay. 2012 Eagleton, Terry. Postmoderizmin Yanılsamaları, çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı, 1999 Ebû Mansûr-i Mâturidî’nin Akaid Risalesi, Y.Z. Yörükân, İslâmda Akaid Ebû Nasr Serrâc Tûsî. el-Lüma’, çev. H.Kâmil Yılmaz, İstanbul, Er- 373 kam, 2012 Ebu Tâlib El-Mekkî. Kûtu’l – Kulûb, Çev. Dilaver Selvi-Ali Kaya, İstanbul, Semerkand yayınları, 2011 Ebuzziya Tevfik. Yeni Osmanlılar Tarihi, İstanbul, Hürriyet yay. 1973 Eliade, Mircea. Kutsal ve Din dışı, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara, gece kit. 1991 Fığlalı Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul, Şa-to, 2001 Fığlalı, Ethem Ruhi. Çağımızda İtikadî İslam Mezhepleri, İzmir, İlahiyat Vakfı yay. 2008 Fığlalı, Ethem Ruhi. Kâdiyânilîk, İzmir, D. Eylül Üniv. 1986 Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, Sosyalizm, İstanbul, İ.Ü. İktisat Fak. Yay. 1965 Frazer, James G. Altın Dal, Dinin ve Folklorun Kökleri, Mehmet H. Doğan, İstanbul, Payel, 1991 Freud, Sigmund. Psikopatoloji Üzerine, çev. Selçuk Budak, Ankara, Öteki yay. 1997 Frıedel, Egon. Antik Yunan’ın Kültür Tarihi, çev. Necati Aça, Ankara, 1999 Gaarder, Jostein. Sofi’nin Dünyası, çev. Gülay Kutal, İstanbul, Pan yay. 1994 Gerrıtsen, Tess. Günahkâr, çev. Elif Sezginci, İstanbul, Martı, The New York Times Bestseller, 2009 Gore, Al. Küresel Denge, çev. Gülden Şen, İstanbul, Sabah kit. 1993 Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi, İstanbul, Bilgi, 1967 Güvenç Bozkurt, İnsan ve Kültür, İstanbul, Remzi, 1994 Habermas, Jürgen .v.d. Thomas D. Dochherty. Postmodernist Burjuva Liberalizmi, çev. Yavuz Alagon, İstanbul, Mavi Ada yay. 2000 Hammer, Joseph Von. Büyük Osmanlı Tarihi, çev. B. Sıtkı Baykal, İstanbul, Üçdal 374 Harvey, Davıd. Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis, 1997 Hoca Sadettin Efendi. Tacü’t – Tevarih, Eskişehir, Kültür Bakanlığı, 1992 Horkheimer, Max -T.W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği-I, çev. Oğuz Özügül, İstanbul, Kabalcı, 1995 Hucvirî. Keşfu’l-Mahcûb, çev Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh, 2010 Hugo, Victor. Doksan Üç İhtilali, çev. Burhan Toprak, İstanbul, MEB, 1967 İbn Kayyım el-Cevziyye. İlâmü’l Muvakkı’în, İstanbul, Pınar yay. 2013 İbni Teymiyye. Allah’ın Dostları İle Şeytanın Dostları Arasındaki FARK, çev. İbrahim Dal, Pınar, İstanbul, 2011, İmam Gazâlî. İhya, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir yay. 1974 İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l- Kur’ân, çev. M. Beşir Eryarsoy, Buruc, İstanbul, 2005 İmam-ı Âzam. İtikad Risalesi, Y.Z. Yörükân, İslâmda Akaid, İstanbul, Ötüken, 2006 İmam-ı Gazâlî. El Munkızu Men-ed Dalâl, çev. Hüseyin Tural, İstanbul, Cağaloğlu yayınları, 1970 İmam-ı Gazâlî. Dalâletten Hidâyete, çev. Ahmet Suphi Furat, İstanbul, Şamil, 1972 İmam-ı Gazâlî. İtikadda Orta Yol, çev. Osman Demir, İstanbul, Klasik, 2012, İmam-ı Rabbâni, Mektubat, çev. T.Hakan Alp v.d. İstanbul, Yasin yay., sh. 2004 İmâmü’l – Harameyn el- Cüveynî. Kitâbü’l-İrşâd, çev. A. Bülent Baloğlu v.d. Ankara, TDV, 2012 İnal, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Sadrazamlar, İstanbul, Dergâh yayınları 1982 375 Jaspers, Karl. Felsefe nedir? Çev. İ.Zeki Eyüpoğlu, İstanbul, Say, 1986 Kara, Mustafa. Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, İstanbul, Dergâh yay. 2010 Kara, Mustafa. Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, İstanbul, Dergâh yay. 2010 Karagöz, İsmail. Esma-i Hüsna, Ankara, DİB, 2007, sh. 188 Kazgan, Gülten. Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, İstanbul, Altın kit. 1997 Kazgan, Haydar. Galata Bankerleri –I, Ankara, Orion, 2005 Kelâbâzî. Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh, 1992 Kısakürek, Necip Fazıl. Hikâyelerim, Hasta Kumarbazın Not Defterinden, İstanbul, b.d. yay.1983 Kısakürek, Necip Fazıl. Benim Gözümde Menderes, İstanbul, b.d. yay. 1986 Kısakürek, Necip Fazıl. Büyük Doğu, 4 Şubat 1944 Kısakürek, Necip Fazıl. O ve ben, İstanbul, b.d. yay. 1978, Kısakürek, Necip Fazıl. Reis Bey, İstanbul, b.d. yay. 1984 Kısakürek, Necip Fazıl. Son Devrin Din mazlumları, İstanbul, b.d. yay. 1992 Kısakürek, Necip Fazıl. Son Devrin Din Mazlumları, İstanbul, b.d. yay.1992 Kısakürek, Necip Fazıl. Tohum, İstanbul, b.d. yay. 1984 Kitabı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit; İstanbul, Kitabı Mukaddes Şirketi, 1958, Klare, Michael T., Kaynak Savaşları, çev. Hakan Tanıttıran. İstanbul, Devin Yayıncılık, 2004 Köhler, Joachım. Aşklar ve Çiftler, Cosima Wagner, Frıedrıch Nietzsche, çev. Atilla Dirim, İstanbul, iletişim, 1999 Köksal, Mustafa Asım. İslam Tarihi, İstanbul, Işık yayınları, 2007 Köksal, Mustafa Asım. İslâm Tarihi, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1987 376 Kranz, Walter. Antik Felsefe, Metinler ve Açıklamalar, çev. Suad Y. Baydur, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak. Yay. Tarihsiz Lıebman, Marcel. Rus İhtilali, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, Varlık, 1968 Lyotard, Jean-Françoıs. Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, İstanbul, ara yay. 1990, M. Yusuf Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, çev. Ahmet M. Büyükçınar v.d. İstanbul, Kalem yayınevi, 1977, Mahalli, Hüsnü. Tezkereden Tezkereye Gerçekler, İstanbul, İskele yay. 2006 Malinovski, Bronislaw. Bilimsel bir Kültür Teorisi, çev. Saadet Özkal, İstanbul, Kabalcı, 1992 Malinovski, Bronislaw. Büyü, Bilim ve Din, çev. Saadet Özkal, İstanbul, Kabalcı, 1990 Mansel, Arif Müfid. Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, TTK, 1971 Mardin Ebul’ula, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, Ankara, TDV, 2009, sh. 6 Mardin, Şerif. Din ve İdeoloji, Ankara, Sevinç Matbaası, 1969 Marrıs, Jım. CIA ve Pentagon’un Gizli Dosyaları, 11 Eylül, Afganistan, Irak İşgali ve ABD’nin Uyuşturucu Ticareti, çev. Bülent Üçpınar, İstanbul, Kesit yayınları, 2007 Martin, Hans Peter - H. Schumann. Globalleşme Tuzağı, çev. Ö.S. Karadana-M. Kahraman, Ankara, Ümit yay. 1997 Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirilmesi ( din Üzerine) çev. Kaya Güvenç, Ankara, Sol Yay. 1976 Marx, Karl. Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Din Üzerine, çev. Kaya Güvenç, Ankara, Sol yay. 1976 Marx, Karl. L’ Observateur Rhénan’ın Komünizmi, Din Üzerine, çev. Kaya Güvenç, Sol yay. 1976 Mearsheımer, John J. - Stephen. M. Walt, İsrail Lobisi Ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, İstanbul, Küre Yayınları, 2009 377 Mengüşoğlu, Takiyettin. Felsefeye Giriş, İstanbul, İ.Ü. Ed. Fak. Yay. 1968 Mıchelet, Jules. Fransız İhtilâli Tarihi, çev. Hamdi Varoğlu, İstanbul, MEB, 1967 Moltke, H. Von, Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, İstanbul, Remzi, 1969 Muhammed Ebû Zehra. Ebu Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ankara, DİB, 2005 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev. M. Said Mutlu, İstanbul, İrfan yayınevi, 1972 Murpy, John W. Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Eti kitap, 1995, Mutafa Nuri Paşa. Netayic ül- Vukuat, sadeleştiren, Neşet Çağatay, Ankara, TTK, 1979 Naim, Ahmet, İslâm’da Dava-i Kavmiyyet, İstanbul, 1332 Necmüddin Kübra. Tasavvufî Hayat, çev. Mustafa Kara, İstanbul, Dergâh, 1996 Nietzsche, Frıedrıch. Dıonysos Dithyrambosları, çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Kabala, 1993 Ortaylı, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yılı, İstanbul, Timaş, 2008 Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, Ötüken, 1978 Öztürk, Nazif. Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle vakıflar, Ankara, TDV, 1995 Öztürk, Nazif. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Sempozyum1991,Ankara, ,TDV, 1993 Palmer, Sue. Zehirlenen Çocukluk, ( Modern Dünyanın Çocuklar Üzerindeki Zararlı Etkileri) çev. Özge Ç. Aksoy, İstanbul, iletişim, 2010 Reichenbach, Hans. Bilimsel Felsefenin Doğuşu, çev. Celal Yıldırım, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1981 Renan, Ernest. İsa’nın Hayatı, çev. Ziya İshan, Ankara, MEB, 1964 378 Rımbaud, Arthur. Seçme Şiirler, çev. İlhan Berk, İstanbul, de yay. 1962 Rosenau, Paulıne Marıe. Post-modernizm ve Toplum Bilimleri, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Ark, 1998 Rûdânî, Cem’ul-fevâid, çev. Naim Erdoğan, İstanbul, İz Yay. Tarihsiz Russel, Bertrand. İktidar, çev. Mete Ergin, İstanbul, Altın Kitaplar, 1967 Said Nursî. Risale-i Nur Külliyatı, İstanbul, Nesil, 1996 Said, Edward. Şarkiyatçılık, Berna Ülner, İstanbul, Metis, 1999 Schultz, Duane P. -Sydney E. Schultz, Modern Psikoloji Tarihi, çev. Yasemin Aslay, İstanbul, Kaknüs yay., 2001 Serahsî. Mebsût, Editör: M. Cevat Akşit, İstanbul, Gümüşev yayınları, 2008 Shahak, İsrael. İsrail’in nükleer sırları, çev. A. Emin Dağ, Kesit yay., İstanbul, 2003 Shakespeare, William. Othello, çev Orhan Burian, İstanbul, MEB, 1966 Sifil, Ebubekir. Hz. Ömer ve Nebevi Sünnet, İstanbul, Kayıhan yayınları, 2007, sh. 81 Sigmund, Freud. Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak, Ankara, Öteki yay. 1994 Soljenitsin, Aleksandr. Ağustos 1914, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Hürriyet yay. 1972 Sowerby, Robin. Yunan Kültür Tarihi, çev. Ö. Umut Hoşafcı, İstanbul, Inkılap, 2012 Şa’bân Zekiyüddin. İslâm Hukuk İlminin Esasları, Çev. İ. Kâfi Dönmez, Ankara, TDV, 2005 Şâtıbî. El- Muvâfakât, çev. Mehmet Doğan, İstanbul, İz Yay. 2010, Şeleş, Ali. Cemaleddin Efgânî, çev. Mehmet Çelen, İstanbul, İz yayıncılık, 2013 Şihabüddin Sühreverdi. Avârifü’l Meârif, çev. Abdülvehhab Öztürk, 379 İstanbul, Saadet yay. 2010 Şihabüddin Sühreverdi. Avârifü’l Meârif, çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Saadet yay. 2010 Tart, Donna. Gizli Tarih, çev. Selim Yeniçeri, İstanbul, Koridor, Uluslar arası Bestseller, 2006 Thompson, Edward Palmer. İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul, 2006 Thurow, Lester C. Kapitalizmin Geleceği, çev.S. Demirtaş-N. İlseven, İstanbul, Sabah kit. 1997 Toffler, Alvın. Üçüncü Dalga, çev. Ali Seden, İstanbul, Altın kitaplar, 1981 Tolstoy, Lev Nikolayeviç. Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul, Cem, 1970 Touraıne, Alaın. Birlikte Yaşayabilecek miyiz? Çev.Olcay Kunal, İstanbul, YKY, 2000 Turâbî, Vuslat. Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul, Altınoluk, 2008 Tümer, Günay -A. Küçük, Dinler Tarihi, Ankara, Ocak yay. 2002 Ulagay, Osman. AKP GERÇEĞİ ve Laik Darbe Fiyaskosu, Doğan kitap, İstanbul, 2008 Ulaş, Sarp Erk. Felsefe Sözlüğü, , Ankara, Bilim ve Sanat, 2002 Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı, 2012 Ülgener, Sabri F. Tarihte Darlık Buhranları. İstanbul, Derin Yayınları, 2006 Ünal, İ. Hakkı. İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara, DİB, 2001, Voltaire, François Marie Arauet. Amabe’in Mektupları, Zadig, çev. Y. Nabi Nayır, İstanbul, MEB, 1962 Voltaire, François Marie Arauet. Felsefe Sözlüğü I, çev. Lûtfi Ay, İstanbul, MEB, 1963 Voltaire, François Marie Arauet. Seçmeler, haz. Selahaddin Küçük, 380 İstanbul, 1975 Weischedel, Wilhelm. Felsefenin Arka Merdiveni, çev. Sedat Umran, İz Yay. 1993 Williams, Mırıam. Kutsal Fahişeler, çev. M. Barlas Çevikus, İstanbul, Varlık yay. 2004 Xingjian, Gao. Ruh Dağı, çev. Gülseren Devrim, İstanbul, Doğan kitap, 2002 Yalçın, Soner. -D. Yurdakul, Bay Pipo, İstanbul, Doğan Kitap, 2000 Yazır, Dersiamdan “Elmalı”lı Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur’an Dili İstanbul, Diyanet İşleri Reisliği, 1935 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak dini Kur’an Dili, sadeleştiren: İsmail Karaçam v.d. İstanbul, Azim yay. Tarihsiz Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken yay. 1985 Yıldırım, Cemal. Bilim Tarihi, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1994 Zahir, İhsan İlahi. İ. Dünyasında İngiliz Emperyalizmi Kadiyanilik, çev. Arif Aytekin, İstanbul, Ebru, 1985, Zuhaylî, Vehbe. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, , çev. Ahmet Efe v.d. İstanbul, Risale, 1992, Zuhaylî, Vehbe. Tefsirü’l-Münir. Çev. Hamdi Arslan v.d. İstanbul, Risale yay. 2007 381