Publication - Haber Ajanda

Transkript

Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
MAYIS 2014
YIL 8 SAYI 90 12,5 TL www.haberajanda.com.tr
haber
NESRİN ÇAYLI
Şiddet karşıtı
bir düşünür:
Cevdet Said
ZEHRA ULUCAK
Ortadoğu’da giderek
büyüyen bir akım:
İslamî Feminizm
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Türkiye,
21’inci yüzyılın
parlayan yıldızı
olacaksa...
SERVET HOCAOĞULLARI
Türkiye’yi
bekleyen gelecek:
Recep Tayyip Erdoğan
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ülkemiz
demokrasisinde
genel başkanlık
sisteminden
başkanlık sistemine
AHMET TURGUT
Unutulan mânâlarıyla
“Fetih” ve “Fatih”
Yayınları
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Kültür Dergisi
kültür
MAYIS 2014 YIL 1 SAYI 6
12,5 TL www.kulturajanda.com.tr
AHMET TURGUT
Tarih şuuru veya,
cenneti mazide
aramak
NESRİN ÇAYLI
İslâm Sancağı’nı
İstanbul surlarına taşıyan Sultan!
Yayınları
2
mayıs 2014
mayıs 2014
3
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 90 // MAYIS 2014
BAŞYAZI/ DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Oğlunun oğlunun oğlu…
08
Bir de bunların “oğulları” vardır. Kimi cübbe, kimi üniforma, kimi de kravat sahibidir. Ülkeyi yöneten seçilmişlerle protokollerde yan yana, art arda bulunurlar,
fakat işleri bu sorunları çözmek veya bu sorunlara dair sorumluluk altına girmek
değildir. Onlar, teknik bazı işleri halletmek üzere orada bulunan devlet memurlarıdır ama… İşte eski alışkanlık, konuşmadan duramazlar…
28 KAPAK // AHMET TURGUT
28
32
36
40
32
36
46
40
4
46
mayıs 2014
6 EDİTÖR
7 AHMET YOZGAT
Karikatür
8 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Oğlunun oğlunun oğlu…
10 ORHAN MÜCAHİT
Kömür karası hüzün
12 AYIN OLAYI
Tarihî taziye
14 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
PROF. DR. TURAN GÜVEN
20 ÖMER BEKİR SADIK
Türkiye, 21’inci yüzyılın parlayan
Dünya Ajanda
yıldızı olacaksa...
24 ULUĞ BAYINDIR
Tarihinde kale geleneği olmayan bir milleti kapa- Medya Ajanda lı topluma dönüştürmeye çalışanlar başarama28 AHMET TURGUT
dılar. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki far- Unutulan mânâlarıyla kı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla açık “Fetih” ve “Fatih”
toplum arasındaki farkı da göremiyorlar. Onun
32 PROF. DR. TURAN GÜVEN
içindir ki, eski Türkiye’yi özleyen Beyaz Türklerin
Türkiye, 21’inci yüzyılın
arkasında saf tutuyorlar.
parlayan yıldızı olacaksa...
36 SERVET HOCAOĞULLARI
SERVET HOCAOĞULLARI
Türkiye’yi bekleyen gelecek:
Türkiye’yi bekleyen gelecek:
Recep Tayyip Erdoğan
Recep Tayyip Erdoğan?
40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet” demekle
Ülkemiz demokrasisinde genel başkanlık
yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzansisteminden başkanlık sistemine
dığı yerlere onunla beraber yönelmeli ve kavuş45 AYTEKİN ATASOYU
malı... Çünkü ellerin kavuşması ve dünyaya onun
Kör yatıp şaşı kalkmayalım
liderliğinde uzanması için “zamanı gelmek” dev46 MEHMET SERHAT BIÇAK
rede!
Yuvarlakta raks
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
48 ORHAN MÜCAHİT
Ülkemiz demokrasisinde genel başkanlık
Yeni Türkiye önemli bir engeli daha aştı
sisteminden başkanlık sistemine
50 MURAT İLKTER
Sistem değişiyor ve demokrasimiz genel başkan Acizliğin anatomisi
lık adı altında yürütülen başkanlık sisteminden asıl 52 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
başkanlık sistemine doğru evriliyor. Ne demek mi
Şimdi beni iyi dinle!
istiyorum? Cumhuriyet tarihinde kurulan ve siste54 YAHYA KURT
min yaşamasına izin verdiği siyasî partilerimizin geKarşıtlık teorisi
nel başkanlarına bir göz attığımızda ne demek iste- 55 ALPARSLAN ŞİMŞEK
diğim daha iyi anlaşılacaktır.
Twitter adaleti
M. SERHAT BIÇAK
56 AHMET YOZGAT
Milletlerin İslam’ı mı,
Yuvarlakta raks
İslam’ın milleti mi?
Kendinizi bir kozaya kapatmadıkça dönüşemez,
58 YAVUZ ŞAHİN
süründüğünüz halde uçtuğunuzu sanırsınız rüya
Sır küpü
âlemlerinde. Öyleyse kozadan çıkmış fedakârın
59 AHMET SAĞLAM
simli kanatlarıyla ufka hayat parıltıları ekmekten,
Zulmü alkışlamadık, zalimi ise
içinde hayat eksik olan hayata hayat katmaktan
asla sevmedik
başka çaremiz mi var?
Unutulan mânâlarıyla “Fetih” ve “Fatih”
Bugün farkında olarak veya olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım” sözcüğü, vahyin kastettiği manalar itibariyle bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek bir “fatih” kelimesinin asıl/yüksek
manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri
aşacak, gönülleri birbirlerine açacak ve açılımlarını
nihayete erdirebilecek olanlardır.
NESRİN ÇAYLI
Şiddet karşıtı bir düşünür: Cevdet Said
60
60
66
68
72
80
82
83
Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak 14 yıl kadar
hapis yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay kadar önce
ülkesinden Türkiye’ye göç etmiş, farklı bir ülkenin diline,
üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık kesbedememiş, çeviri zafiyetine
yenik düşmenin muhtemel olduğu ve
sınırlı bir zaman dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana göre sadece bir
keşif programı olarak yorumlanmalıydı.
NESRİN ÇAYLI
Şiddet karşıtı bir düşünür:
CEVDET SAİD
CAHİT TUZ
Ortadoğu’da
süreklilik ve değişim
SEYİTAHMET KARAMAĞRALI
İran’ın “ezoterik” ittifakları...
Kim bu İran’ın gizli dostları?
ZEHRA ULUCAK
Ortadoğu’da giderek büyüyen bir akım:
İslamî feminizm
AHMET TAŞĞIN
Buda ve Peşte arasında
gül yetiştiren adam: “Gül Baba”
MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Rus cephesinde
yeni bir şey yok
İPEK ACAR SERT
Kadına yönelik şiddet
84 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Her gün sıcak haber,
yeni bir alev
86 DOÇ. DR. SERHAT ATABEY
Çocuk cinayetleri
ve idam
88 MEHMET ŞEKER
Kravatsız şık olmak
mümkün değil mi?
90 SABRİ ÖĞE
Çağımızın Derviş Yunus’u:
Cengiz Numanoğlu
92 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
“Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı
içinde en yüksek gür sada, İslam’ın
sadası olacaktır”
96 DR. MURAT ARABACI
Kur’an ve ışık
100OSMAN ZEKİ GENÇ
Ağaçlar kardeş imizdir
Ülkede dikilmedik tek meyve fidanı
kalmasın!
104SERVET HOCAOĞULLARI
Türkiye’de bir ilk daha...
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi
108 DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
ZEHRA ULUCAK
Ortadoğu’da giderek büyüyen bir akım: İslamî Feminizm
72
Kadınların birey olma çabaları, aydınlanma
ile başlayan sürecin hümanist felsefeler ve
bireyciliğe yapılan vurgu ile beslenmesinin bir
sonucudur. Kadına karşı
ayrımcılığın engellenmesi,
zamanla Ortadoğu ülkelerinin de yoğun siyasi
gündeminde yerini almaya
başlamıştır.
56
68
92
66
88
96
AHMET YOZGAT
SEYİTAHMET KARAMAĞRALI
PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
Milletlerin İslam’ı mı,
İslam’ın milleti mi?
İran’ın “ezoterik”
ittifakları… Kim bu İran’ın
gizli dostları?
“Ümitvar olunuz; şu istikbal
inkılâbı içinde en yüksek
gür sada, İslam’ın sadası
olacaktır!”
56
90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne
mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne
mutlu”cu Müslüman olmaya kanalize edilmek isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu insanın çağdaş bir Yahudi olacağı kesin.
Kendine has dini, kendine has
cenneti ve millî azizleri olacak bir
anlayıştan bahsediyoruz.
CAHİT TUZ
Ortadoğu’da
süreklilik ve değişim
Arap Baharı’nın getirdiği değişim dalgası sadece siyasî, demografik ve coğrafî değişimlerle
sınırlı kalmayacaktır. On yıllardır
üzerlerine serpilmiş olan umutsuzluk ve özgüven eksikliğini yaşanan bu süreçte üzerlerinden
atacak olan bölge halkı, etkisi küresel anlamda hissedilecek
yeni sorular da üretecektir.
66
68
Yıl: 1979... Humeyni,
Tahran’da... Fransa’dan geldiğinde yanında kim var, ne
var? Bunu kimsenin bildiği yok
ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah Tahran’a indiğinde, Batı
Asya’nın en büyük hükümdarı
apar topar tabanları yağlıyor ve
soluğu Mısır’da alıyordu. Şah’ı
bu kadar korkutan neydi ki sığındığı ülkede/eski Firavunların
Mısır’ında “ödü patlamış” olarak
ölü bulundu?!
MEHMET ŞEKER
Kravatsız şık olmak
mümkün değil mi?
Sözün burasında fıkra anlatacak
değilim, onu sonraya bırakalım
ama “varsayalım” diyerek bir konuya başlamak istiyorum. Zira bu
konu da fıkra kadar güldürücü ve
yetmezmiş gibi bir de düşündürücü! Vaktiniz varsa, gereğini yapın
ve hem gülün, hem düşünün. Zaten seçilen konu çok fonksiyonlu
olmazsa, pek işe yaramaz...
88
92
Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra, ilahî
emir doğrultusunda evrilmek şöyle dursun, vahiy kaynaklı doğruları bile kendine benzetti. Ortaya
pagan ruhu ve aklı taşıyan, ilk zamanlarında Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir karışım çıktı.
DR. MURAT ARABACI
Kur’an ve ışık
Avrupa’da, savaşın kazanıldığı
1945’te, bombanın yapılmak ve
Japonlara karşı kullanılmak üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her
yere protesto mektubu gönderdi.
Bir mektup da Başkan Roosvelt’e
yazdı, ancak bundan da sonuç
alamadı ki mektubu gönderdiği
sırada Roosvelt ölmüştü. Szilard,
bombanın, Japonların ve uluslararası gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu.
96
mayıs 2014
5
haberajanda
Editör
Sayı: 90/ Mayıs 2014
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
İLETİŞİM GENEL
KOORDİNATÖRÜ
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Dilek Yaraş
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Mayıs 2014
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara
Posta Kutusu Maltepe/İstanbul
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL,
kurum ve kuruluşlar için
300 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
6
mayıs 2014
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Allah’ın emri
Peygamber’in
kavliyle…
B
İLİYORUM, başlığı görür görmez “Editör görücüye gitmiş
galiba?” zannıyla başlayacaksınız okumaya. Ancak “Allah’ın
emri, Peygamber’in kavliyle” açılışı, evlilik konusuna endeksli değil, “hayırlı iş” referansına odaklı. Bu açıklamanın
ahirinde hayırlı işe çıkabiliriz biiznillah…
>> Hicret, İslam’ın birincil orijini. Bu
olayda görünenler ve odaklanılan mesele kadar figüranların aldıkları roller
de pekâlâ ehemmiyet taşır. İstisnasızdır
sanırım, insan film izlerken kendini
başroldeki karakterin yerine koyar. Bu
yüzden o karakterin hisleriyle hislenir
seyirci. Hicret meselesinin figüranları
objektifinden bakınca seyirci pozisyonundaki Müslümanın empati kurduğu
başrol “Peygamber”. Peki, izlediği filmlerde kendini figüranların yerine koyan
bir düşünceyle konuya yaklaştığımızda,
Hicret planında kime figüran niteliği
yükleyip onun empatisiyle düşünebiliriz?
Başrolü Peygamber’e (sav) yükleyince geride kalan isimleri tek tek sıralayalım mı? Ebu Bekir-i Sıddîk’i (ra) figüran
sayamayacağımıza göre -ki yardımcı roldedir- kimler vardır bu listenin içinde?
Nemrut’un nara düşürmek istediği
Halilullah’a bir karınca veya bir serçenin
geldiği ve yanmakta olan nara bir damla
su bırakmaya çalıştığı anlatılır da, o karınca veya serçenin “Söndüremezsem
de safım belli olsun” şeklinde verdiği
bir cevap vardır ya, bahsini tuttuğumuz
listeye alacağımız figüranlar da bu
minvalde bellidir: Çöl rehberi, üç deve,
bir güvercin ve bir örümcek...
Çöl rehberinin rolü, Habibullah ile
Sıddîk’e sağ salim “çölü geçirmek”...
“Velayet ile geçme” noktasını değerlendirmek elbette başka konu. Develerin
rolleri “vasıta olmak”... Peki, güvercin ile
örümceğin rolü nedir? Onların rolleri de
“mucize olmak” mı? Burada çok güzel
bir detaya rastlıyoruz. Ne ilginç bir tevafuk ki İbrahim Nebi’ye geldiği söylenen
iki canlı “karınca ve serçe” iken, aynı
türden iki canlı da Kâinatın Serveri’ne
gelmiş: “Örümcek ve güvercin”... Demek
ki hikâyede sonradan görünse ve hatta
akla ahir düşse de bir muhakkak var…
Bu figüranların hangisinin objektifinden görmek isterdiniz mağara girişinde
yaşananları? “Mağara girişinde yaşa-
nanları” diyoruz, zira içeride olan bitene
figüranlar şahit değillerdi. Umurlarında
olan tek şeyse “içeridekilerin selameti”
idi, “sır” değil. Akla o ahir düşen muhakkak için ya örümcek olmak var, ya güvercin. Devletin selameti ve bekası için
ilmek ilmek bir ağ örmeye ne derdiniz?
Ülkenizin yarınına bir Veda tepesi
uzaklık varsa eğer ve dillerinde üzerine
ay doğacak milletler dillerinde dua dua
şarkılarla bekleşiyorsa kapılarda örümceğin safını belli etmek uğruna ettiği
fedayı kalbinizle ördüğünüz muhabbet
ağlarıyla görmek istemez miydiniz?
Bütün hissiyatımızı, Sultanü’sŞuâra’nın deyişiyle ciğerlerimizden
kalemlerimize kan çekerek bu satırlara
şırınga ederken ne büyük bir çilenin
taliplisi olduğumuzu nasıl tarif edebiliriz ki? Evet, “Allah’ın emri, Peygamber’in
kavliyle” hayırlı bir işe talip olduk. Bu
talepte Hakk’a niyazı ümit kıldık. Dedik
ki Yakub (a.s.) misal, “Allah’ım biz aciziz,
bütün ümitlerimizi sana bağladık” ve
sonra örmeye başladık bugünden itibaren yeniden ve yeniden ağlarımızı.
Bizimkisi çelik çomak oynamak yahut
gönül eğlendirmek değil, beka ve selamet için sadece saf tutmak...
Yaz geliyor; Haziran, Temmuz ve
“Ağustos” geliyor… Olur ya görürseniz,
incitmeyin örümcekleri…
***
Bu sayımızı baskıya hazırladığımız
günlerde ülkemiz, maalesef kara bir
hüzne gark oldu. Manisa Soma’daki bir
kömür madeninde yaşanan elim olay,
yüzlerce canımızın yitmesine, yüzlerce
nefesle yitmemize sebep oldu. Milletimizin başı sağolsun…
Rahman ve Rahim olan Allah, ak
emeği toprağa verip kara taşlar çıkaran
bu kardeşlerimize cennetini, şehadet
makamını lütfetsin… “İnna lillahi ve inna
ileyhi raciun…”
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
mayıs 2014
7
haberajanda
Başyazı
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
Oğlunun oğlunun oğlu…
M
İLLETÇE en bilinen hasletimiz, hatta
ata sporumuzdur kahve köşelerinde,
otobüs duraklarında, televizyon
karşısında yahut parkta bahçede
hiçbir şekilde dahlimiz ve birkaç
kırıntı dışında bilgimizin olmadığı
ve çapı oldukça büyük işler hakkında atıp tutmak, onların
yapılış tarzlarındaki yanlışlıkları ve “Şöyle olsa daha iyi
olurdu”ları iştahla konuşmak...
>> Memleketin yönetiminden
ekonomik sisteme, üniversite
eğitiminden trafiğe, bayındırlıktan demiryolu ulaşımına kadar
neredeyse her meseleye dair,
her birimiz iş başındakilerin ne
hikmetse hiç bilmedikleri bazı
basit çözümlere sahip olmaktan
dolayı gururlanırız içten içe.
İki santim kalın demir koyarak
depreme hazırlık sorununu, her
yola üç şerit daha ilave ederek
trafik sorununu, birkaç haftada
memlekete bilmem kaç yüz
kilometre ray döşeyerek taşımacılığı, benzinin fiyatını yarıya
düşürerek hayat pahalılığını, üç
beş suikast ve gizli operasyonla
büyük ülkelerin komplolarını,
ülkedeki terörü ve bilumum
illegal teşkilatlanmaları hemen
halledecek fikirler sadece bizim aklımıza gelir. Nedense bu
memleketi kurtaracak bu basit
fikirler sadece sokakta, berberde, takside gelir insanların aklına; ülke direksiyonunun başındakiler ise böyle basit şeyleri bir
türlü akıl edemezler.
Bunlar sokaktaki insanın,
bizim halimizdir. Aslında eğlenceli bir dünyadır bu. Hiçbir
sorumluluğu ve yetkisi olmayan insanların atıp tutmaları
hayatımızı renklendiren ve bize
sohbet imkânı açan fırsatlardır
bir yerde. Ama bazılarımız bunlara olduğu gibi inanır, “essah”
zanneder. Hakikaten de birkaç
günde, adeta bir sihirli değnek
değmişçesine, tüm sorunlarımızdan kurtulabileceğimize
8
mayıs 2014
inanır kimisi ve bu basit çözümleri bir türlü uygulayamadıkları
için de yöneticiye, siyasetçiye,
bürokrata kinlenir, sinirlenir.
Ülkenin gelir kaynaklarını, vergi
toplama performansını, siyasî
konjonktürünü, dünyadaki
yerini, üzerindeki hesapları
bilmeye gerek yoktur; çözüm
hep basittir ve “Bunlar…” (yani
baştakiler) sırf ihanetlerinden
yahut gevşekliklerinden bu
“basit” sorunları çözmeye yanaşmazlar.
Kimin oğlu?
Bu durum halk arasında
normaldir. Bir de bunların “oğulları” vardır. Bu oğullar okumuş,
çalışmış, çeşitli fırsatları da
değerlendirerek büyük adam
olmuşlardır. Kimi cübbe, kimi
üniforma, kimi de kravat sahibidir. Ülkeyi yöneten seçilmişlerle
protokollerde yan yana, art arda
bulunurlar, fakat işleri bu sorunları çözmek veya bu sorunlara
dair sorumluluk altına girmek
değildir. Onlar, teknik bazı işleri
halletmek üzere orada bulunan
devlet memurlarıdır ama… İşte
eski alışkanlık, konuşmadan
duramazlar…
İçinden çıktıkları topluluğun
avam dilini üst düzeylere göre
“süslemeyi” öğrenmişlerdir
onlar. İlaveten, taşın altına elini
koymadan akıl verebilme diplomasına da sahiptirler. Herhangi
bir hesap yahut sorumluluk
ağırlığı taşımadıklarından ra-
hatça konuşur, akıl dağıtırlar.
Kötü gidişattan, karanlıktan,
haksızlıktan, adaletsizlikten
dem vurmak onların esas işidir.
Hatta kendilerini öyle kaptırırlar ki yanlışlığı, haksızlığı,
eşitsizliği ve adaletsizliği sadece
görebilmenin ve söyleyebilmenin kendilerini seçkin ve
aydın yaptığını bile zannederler.
Hâlbuki onlar da bilirler yanlışlığı görmek için sadece ortalama bir zekânın yeterli, esas
marifetin de “çözüm” üretmekte
olduğunu. Ama bu sorumsuz
akıldaneliğin çekiciliği ise bunların hepsini unutturur.
Geçtiğimiz ayın en heyecanlı
olaylarından biri de yine benzer
bir konuşmayla meydana çıktı.
Barolar Birliği Başkanı Prof.
Dr. Metin Feyzioğlu, Danıştay
açılışında uzun bir konuşma
sırasında ağzına gelen her türlü
“düşüncesini” devletin zirvesine saydırıyordu ki Başbakan
Erdoğan’ın gündemi sarsan
“Van minute!” protestosuna
tosladı.
Olayın ardından Süleyman
Özışık hatırlattı ki “biz bu milletin nice oğullarını gördük”.
Kıvrıkoğulları, Kılıçdaroğulları,
Kanadoğulları… Şimdi de Feyzioğulları… Kimi cübbeli, kimi
üniformalı, kimi kravatlı, kimi
“onursallı”… Bunların bir kısmı
siyasetçi de olsa, oy alamamaktan dolayı hiç gocunmadan
“akıldane” rolünü bihakkın
oynamaya devam edebilir
mesela. Diğer bir kısmı, milletin
iradesinin tecelli ettiği Meclis’e
uzaktan ayar verebilme gibi
insanüstü yeteneklere sahiptir.
Yekdiğeri, üzerindeki memur
üniformasına rağmen kendini
“zıllullah“ addedebilir, biz fanilere akıl verebilir, tehditler
savurabilir. Bir başkası, misal,
devletin bir kurumunun resmî
töreninde Cumhurbaşkanı’nı,
Başbakan’ı, bakanları, muhalefet partisi liderini ve bürokratla-
rı karşına alıp saatlerce saydırma imkânına sahiptir.
Evet, bunlar böyledir ama
bu ülke de artık pek eskisi gibi
değildir. Adına “teamül” denen
garip bir kaçamakla devlet
erkânını bir buçuk saate yakın
karşısında esir alıp kameralar
önünde ve cevap hakkı olmaksızın, tamamen gündem
ve yetki dışı söylemlerle fırça
atarken “zinde güçler”e göz
kırpma şeklindeki eski alışkanlık, bugün artık nahoş bir antik
gelenek olmaya yüz tutmuş
durumda, hani şu eskilerin
Şamanist törenleri, yamyamlık
ritüelleri gibi…
Bugün böyle şark kurnazlıkları bir şekilde duvara tosluyor,
devletin başındaki seçilmişler
de artık seslerini yükseltip teamüllerin dışına çıkabiliyorlar.
Birkaç radikal rejim askeri hariç,
bu işgüzarlığı savunabilecek
bedbahtlar da artık eskisi kadar
bol ve hazır değil. Ama yine de
yapılıyor bunlar, zira bu ülkede
bunu “siyaset”, bu müptezelliği
“aydınlık” ve “muhalefet” sanan
sanrılı bir kitle hâlâ mevcut ve
hayatiyetini devam ettiriyor. Allah onlara da acil şifalar versin.
Plan tuttu mu?
Metin Feyzioğlu’nun Danıştay
açılışında yaptığı konuşma,
süre, içerik, üslup ve tavır açısından “eski teamüllere” tamamen uygun bir şekilde, gayet
üstenci, kıymeti kendinden
menkul, öz-uzman lakırdılarıyla
doluydu. Devletin en üst kademesinin karşısında her türlü
subliminal tahrik unsurlarının
orta derece bir ustalıkla alt alta
dizildiği ve “Sözcü” gazetesi
jargonuna bulanmış bu konuşmanın amacının, başta Erdoğan
olmak üzere, ülkenin yeni yönetiminde inisiyatifi alan insanların tepkisini çekmek olduğu
açıkça ortada. Zira son dönemde son derece gergin günler
geçiren Başbakan, konuşmanın (muhtemelen) sonlarına
doğru tam anlamıyla “patladı”
ve hazırlanan bu mizansende
kendisinden beklenenin çok
üzerinde bir performans sergilemek durumunda kaldı. Benim
de sonuna kadar hak verdiğim
öfkesi, ses tonundan ten rengine kadar her işarette kendini
belli ederken, Feyzioğlu’nun konuşmasını kesip tepkilerini en
net ve en “Kasımpaşalı” biçimde
dile getirmekten kendini alıkoyamadı, hem de yanı başındaki
Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın teskin etme
çabalarına rağmen...
Feyzioğlu’nun, Başbakan’ın
tepkisi sırasındaki tavrını internette yayınlanan görüntülerden tekrar izlemenizi öneririm.
Görüntülerde izleyeceksiniz
-yahut izlediniz- ki Feyzioğlu,
adeta çölde su ararken baraj
bulmuş olmanın getirdiği bir
sevinç, şaşkınlıkla karışık bir
keyif içinde ve büyük bir rahatlıkla Başbakan’ın öfkesinin
karşısında sakin bir hukuk adamı kisvesine girmeye tevessül
ediyor. Konuşmasının başından
sonuna “hükümeti suçlayan”
ifadeleri sanki başkası etmiş
gibi, Başbakan’ın “edepsizlik”
sözü üzerine oynamayı ve
hakaret imalarını reddetmeyi
seçiyor.
Bu manzaraya bakınca,
oradaki amacın hem CHP’ye
siyaseten göz kırpmak, hem
de Hükümet kanadını, haydi
daha dolaysız olalım doğrudan
Recep Tayyip Erdoğan’ı çileden
çıkartmak olduğu aşikâr. Bu
amacın tastamam gerçekleştiğine ise hiç şüphe yok. Her ne
kadar Başbakan “haksızlık karşısında susmama” ilkesi gereği
doğru yerde bir tepki verse de
bu tip tepkilerdeki “ölçü”sünü
koruyabilecek kontrol gücünün
Metin Feyzioğlu’nun Danıştay açılışında yaptığı konuşma, süre, içerik, üslup ve tavır
açısından “eski teamüllere” tamamen uygun bir şekilde, gayet üstenci, kıymeti kendinden menkul, öz-uzman lakırdılarıyla doluydu. Devletin en üst kademesinin karşısında her türlü subliminal tahrik unsurlarının orta derece bir ustalıkla alt alta dizildiği
ve “Sözcü” gazetesi jargonuna bulanmış bu konuşmanın amacının, başta Erdoğan
olmak üzere, ülkenin yeni yönetiminde inisiyatifi alan insanların tepkisini çekmek
olduğu açıkça ortada.
artması için duacı olduğumu
belirtmeliyim.
İçinde bulunduğu gerginliği
ve insanoğlunun kendini kontrol altında tutmasının bazen ne
kadar zor olduğunu davranışsal
açıdan iyi bilirim. Fakat bu ülkede siyaset, kendisine asıllı veya
asılsız bir sürü itham yönelten
bir memuru bir saat yirmi
dakika oturup dinleyebilen
bir yöneticiye “diktatör” suçlamaları yapılarak yürütülen bir
süreç haline geldi. Erdoğan, bu
süflî taarruz biçimi karşısında
seviyesini ve öfkesini ne kadar
kontrol edebilirse, sahibi olduğu
izzeti de o derece olması gere-
ken noktada kalacak.
Ancak bu olayda beni esas
düşündüren, CHP siyasetine
göz kırpma adına orada o kadar
uzun bir performans sergileyen
Prof. Feyzioğlu’nun durumu.
Devletin zirvesinin protesto
amaçlı olarak salondan çıktığı
bir hengamede adeta “uyurgezer” gibi onların peşinden
salonu terk eden ve ardından
da Feyzioğlu’nu destekleyen
açıklamalar yapmaya yeltenen
ana muhalefet lideri (!) Kemal
Kılıçdaroğlu diğer “oğullara” hiç
mi ibret olmaz acaba?
Bence göz kırptığınız yere
dikkat edin, bu gidiş, gidiş değil...
mayıs 2014
9
haberajanda
Taziye
Aziz şehitlerimiz… Onlar karanlıkta
yaşadılar, karanlıklar içinde can
verdiler ama nurlar içinde uyanacak,
aydınlıklar içinde yaşayacaklar...
KÖMÜR KAR
S
OMA’da şehit olan madenci kardeşlerimize Allah’tan rahmet, acılı
ailelerine ve yakınlarına sabırlar diyoruz. Türkiye’nin başı sağolsun!...
>> Bu büyük trajediyi, bu büyük acıyı tarif etmek, kelimelere
dökmek kolay değil. Bu satırlar
kaleme alındığında 301 vatandaşımızın bedenlerine ulaşılmıştı.
Evet, bu acıyı, acımızı tarif
etmek mümkün değil. Sadece
ülkemiz değil, tüm dünya bu
acıyı paylaştı. Çünkü ölenler
emekçiydi. Emekçi demek iş demek, aş demek, alınteri demek…
Benzer acıları hemen hemen
tüm ülkeler tecrübe etmiş, yaşamıştır. Yüzlerce ailenin ocağına
ateş düştü. Ama o ateş öyle
büyük ki hepimizi yaktı. Eşler
kocalarının, çocuklar babalarının, ana babalar ise evlatlarının
acısını yaşıyor. Çok zor… Rabbim
10
mayıs 2014
ölenlere ve kalanlara rahmetiyle
muamele etsin.
Konuşulacak ve tartışılacak
çok şey var. Böyle acı bir olayı
dahi siyasete alet etmek isteyenler ve hemen her olayı bir fırsat
gibi görerek anarşi çıkarmak için
uğraşan çapulcular yüzünden
kafalar epeyce karıştı. Sosyal
medyanın kirli yüzü bir kez
daha kendini gösterdi. Yalan
yanlış haberler ortalığı karıştırdı.
Acıyı öfkeye, öfkeyi toplumsal
bir infiale dönüştürmek için
uğraşanlar oldu. Ancak beceremediler, beceremeyecekler;
olay araştırılacak ve gerçekler
önümüzdeki günlerde ortaya
çıkacak.
Çarpıcı iddialar
Olayın nedeni hakkında yapılan ilk açıklamalara göre kazaya/
çıkan yangına bir trafo arızasının
neden olduğu söylendi. Fakat
ilerleyen günlerde farklı iddialar
gündeme geldi. Bu iddialardan
şu an için en elle tutulanı, konu
hakkında en fazla tecrübe ve
bilgiye sahip olan madencilerden
eski Maden Mühendisleri Odası
Başkanı’ndan geldi. Mehmet
Torun, izlenim ve tecrübelerine
göre facianın nedeninin trafo patlaması değil, eski imalat diye tabir
edilen ve daha önce çalışılmış
kömür damarının “kendiliğinden
yanması” sonucu ortaya çıkan ve
son derece tehlikeli olan karbonmonoksit gazı olduğu yönündeki
düşündüklerini belirtti. Bu, anî ve
hızlı ölümleri açıklıyordu.
Sosyal güvenlik uzmanı Ali
Tezel ise bambaşka bir iddiayı
ortaya atarak, facianın trafodan
kaynaklanmadığını, maden ocağında üç ay önce yangın çıktığını
ve bulunan galerinin ağzının
beton ile kapatıldığını iddia etti.
Buradaki basınç nedeniyle patlama meydana geldiğini, yangının
da söndürülmemesinin asıl nedeninin bu olduğunu, ayrıca maden şirketinin olayı trafo üzerine
yıkarak tazminattan kurtulmayı
amaçladığını ileri sürdü.
Gerçekler er geç ortaya çıkacak. Devlet bunun için 28 savcı
görevlendirdi. Ancak sonuç
ne olursa olsun en genel ve en
doğru gerçek, bu kazanın bir
“ihmaller zinciri” yüzünden gerçekleştiğidir. Bunu, iş güvenliği
uzmanlığı eğitimi almış ve sanayi tecrübesi olan bir mühendis
olarak söylüyorum. Tek bir suçlu
yok bu felakette. Pek çok suçlu
var. Çünkü iş kazalarının istatistiğine bakıldığında, kazaların
yüzde 88’inin tehlikeli hareketlerden, yüzde 10’unun tehlikeli
durumlardan ve sadece yüzde
2 kadarının sebebi de önceden
tahmin edilemeyen, önlem
alınması ve tespit edilmesi çok
Orhan Mücahit
ASI HÜZÜN
zor nedenlerden kaynaklandığı
görülmektedir. Kısacası, iş kazalarının yüzde 98’i önlenebilir
kazalardır. Yani alınacak tedbirlerle, sıkı denetimlerle ve -özellikle altını çiziyorum- kurallara
uyarak iş kazalarının neredeyse
tamamına yakını engellenebilir
özelliktedir.
İhmal üstüne ihmal
Çıkacak raporda ne yazarsa
yazsın, sonuç ne olursa olsun,
emin olun tek bir suçlu yok.
Devlet burada suçludur. Denetim görevini layığı ile yapmamıştır. Denetim raporlarının tam
olması yeterli değil. Anlaşılıyor
ki mevzuatta veya uygulamalarda eksikler var. Neden
ilerlemiş ülkelerde bu şekilde
kazalar olmuyor? Kolaycı bir
yaklaşımla “Kader!” deyip işin
içinden sıyrılmak, bizce kazanın
kendisi kadar büyük bir felaket.
Bu anlayış, bundan sonra yapılacaklar için güven ve umut veren
bir açıklama değil.
Çağımızda gelişmemiş ve
az gelişmiş ülkelerde dahi
bu büyüklükte kazalar nadir
görülüyor. İddiası büyük 2014
Türkiye’sinde kesinlikle yaşanmaması gereken bir felaket bu!
güvenliği kurulu ya da kurulları
da suçludurlar. Görevlerini tam
olarak yerine getirmedikleri
aşikârdır. İşi kılıfına uygun yaptıkları, gerekli önlemleri almadıkları görülmektedir. O toplantılarda neler görüşüldüğü, işçi
temsilcilerinin arkadaşlarının
haklarını nasıl aradığı ortadadır.
İşveren suçludur. Prosedüre
göre gerekli önlemleri aldığını
iddia etse bile, anlaşılan o ki,
güvenlik önlemlerini tam olarak
sağlayamamıştır. İşveren, ilgili iş
kanunlarına ve yönetmeliklere
göre gerekli güvenlik önlemlerini almak, kontrol etmek ve
yapılmasını takip etmek zorundadır. İş güvenliğini sağlamak,
kanunî sorumluluk dışında hem
insanî, hem de vicdanî bir görev.
İşveren, öncelikle o işin ve orada
çalışmakta olan emektarların
da kendisine aileleri tarafından
verilmiş birer emanet olduklarını bilmeli, düşünmelidir.
Sendikalar suçludur; işçinin
güvenli çalışma hakları yeterince aranmamıştır. Sendikalar, haraç alır gibi aidat alırken işçinin
haklarını o özende aramamışlardır. Sendikalar, sadece maaş
talep ederken çalışan kurumlar
değildirler. İşçi, bizatihi sendikanın kendisidir. Oysa işçi sendikaları, üye aldıkları işçilerine
müşteri gibi yaklaşmaktadır.
İşveren dışında, ilgili işveren
temsilcisi, işçi temsilcisi, iş güvenliği uzmanlarından oluşan iş
Acı ama önemli, maalesef
orada çalışan işçilerimiz de
suçludur. Az çok ihmallerinin
O madende çalışan teknik
ekip de ayrıca suçludur ki bakım
onarımların düzenli yapılmadığı
ortaya çıkmıştır.
olduğu açıktır. Maalesef bir güvenlik kültürümüz yok. Gerek iş
kanunlarında, gerekse iş güvenliği yasasında, işveren yanında
işçinin de yapmakla yükümlü
olduğu sorumluluklar var. Pek
çok değişik sektörde bulundum,
büyük küçük pek çok işyerinde
çalışma ve bulunma fırsatı yakaladım ve insanımızın güvenlik
önlemlerini pek fazla önemsemediğine üzülerek şahit oldum.
Bu felaketten birey ve toplum
olarak çok dersler çıkarmalıyız.
Ciddi bir farkındalık sağlandı.
Bu acı felaketi hem iş sağlığı ve
güvenliği bakımından, hem de
emekçilerimizin hakları bakımından yeni bir başlangıca ve
güzel bir fırsata çevirmek elimizde. İnşaallah bu felaket, son
acımız olur.
Ve aziz şehitlerimiz… Onlar
karanlıkta yaşadılar, karanlıklar
içinde can verdiler ama nurlar
içinde uyanacak, aydınlıklar
içinde yaşayacaklar...
mayıs 2014
11
Haber Ajanda
AYINOLAYI
Ayın Olayı
Tarihî ta
23
NİSAN 2014, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 94’üncü
açılış yıldönümü ve “1915 Ermeni Tehciri”nin 100’üncü yıldönümünden bir yıl evveline rastlayan gün, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan, Başbakanlık resmî web sitesinden yayınlanan bildiri ile
1915 olaylarına ilişkin mahiyetiyle hem Ermeni vatandaşlarımıza, hem
de tüm dünyadaki Ermenilere hitap etti:
>> “Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini
olgunlukla konuşabileceklerine,
kayıplarını kendilerine yakışır
yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla 20.
yüzyılın başındaki koşullarda
hayatlarını kaybeden Ermenilerin
huzur içinde yatmalarını diliyor,
torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet
ağzıyla ilk kez dillendirilen bu
taziye, tüm dünyada önemli bir
çıkış ve korunması gereken bir
tavır olarak karşılandı. Başbakan
Erdoğan’ın bu çıkışı “özür” mahiyetinde dillendirilse de metin
itibariyle her şey ayan durumda.
Bu noktada metnin bütün satırlarına ayrı ayrı ve kelimelere tek
tek dikkat etmek gerektiği zannındayız. Başbakanlık resmî web
sitesindeki metin şöyle:
“Ermeni vatandaşlarımız ve
dünyadaki tüm Ermeniler için
özel bir anlam taşıyan 24 Nisan,
tarihî bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması
12
mayıs 2014
için değerli bir fırsat sunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun
son yıllarının, hangi din ve etnik
kökenden olursa olsun Türk, Kürt,
Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla
dolu, zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Adil bir insanî ve vicdanî
duruş, din ve etnik köken gözetmeden, bu dönemde yaşanmış
tüm acıları anlamayı gerekli kılar.
Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi
kurulması, ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam
ifade eder. Atalarımızın dediği
gibi, ‘ateş düştüğü yeri yakar’.
Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de
o dönemde yaşadıkları acıların
hatıralarını anmalarını anlamak
ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir. Türkiye’de 1915 olaylarına
ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi,
çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın
gereğidir. Türkiye’deki bu özgür
ortamı suçlayıcı, inciltici, hatta
bazen kışkırtıcı söylem ve iddiala-
rı seslendirmek için vesile olarak
görenler de bulunabilir. Ne var ki
tarihî meseleleri hukukî boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız,
kırgınlıkları yeniden dostluklara
dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve
hoşgörüyle karşılanması ve bütün
taraflardan benzer bir anlayışın
beklenmesi tabiîdir.
Türkiye Cumhuriyeti hukukun
evrensel değerleriyle uyumlu her
düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915
olaylarının Türkiye karşıtlığı için
bir bahane olarak kullanılması
ve siyasî çatışma konusu haline
getirilmesi de kabul edilemez.
Birinci Dünya Savaşı esnasında
yaşanan hadiseler hepimizin
ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil
hafıza perspektifinden bakılması,
insanî ve ilmî bir sorumluluktur.
Her din ve milletten milyonlarca
insanın hayatını kaybettiği Birinci
Dünya Savaşı esnasında, tehcir
gibi gayr-ı insanî sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması,
Türkler ile Ermeniler arasında
duygudaşlık kurulmasına ve
ziye
karşılıklı insanî tutum ve davranışlar sergilenmesine engel
olmamalıdır. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni
kavgalar üretmek, kabul edilebilir olmadığı gibi, ortak geleceğimizin inşası bakımından
hiçbir şekilde yararlı da değildir.
Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara
rağmen konuşabilmeyi, karşıdakini dinleyerek anlamaya
çalışmayı, uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi ve nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü
yüceltmeyi gerektirmektedir.
Bu anlayışla biz, Türkiye
Cumhuriyeti olarak, 1915
olaylarının bilimsel bir şekilde incelenmesi için ortak bir
tarih komisyonu kurulması
çağrısında bulunduk. Bu çağrı
geçerliliğini korumaktadır. Türk,
Ermeni ve uluslararası tarihçilerin yapacağı çalışma, 1915
olaylarının aydınlatılmasında
ve tarihin doğru anlaşılmasında
önemli bir rol oynayacaktır. Bu
çerçevede arşivlerimizi bütün
araştırmacıların kullanımına
açtık. Bugün arşivlerimizde
bulunan yüzbinlerce belge,
bütün tarihçilerin hizmetine
sunulmaktadır.
Türkiye, geleceğe güvenle
bakan bir ülke olarak, tarihin de
doğru anlaşılması için ilmî ve
kapsamlı çalışmaları her zaman
desteklemiştir. Etnik ve dinî
kökeni ne olursa olsun, yüzlerce
yıl bir arada yaşamış, sanattan
diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda
ortak değerler üretmiş Anadolu
insanları, yeni bir gelecek inşa
edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir.
Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve
göreneklere sahip halklarının,
geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve
birlikte anacaklarına dair umut
ve inançla 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde
yatmalarını diliyor, torunlarına
taziyelerimizi iletiyoruz.
Aynı dönemde, benzer ko-
Türkiye,geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak, tarihin
de doğru anlaşılması için ilmî ve kapsamlı çalışmaları
her zaman desteklemiştir. Etnik ve dinî kökeni ne olursa
olsun, yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak
değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa
edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir.
şullarda yaşamını yitiren -etnik
ve dinî kökeni ne olursa olsuntüm Osmanlı vatandaşlarını da
rahmetle ve saygıyla anıyoruz.”
İşte bu tarihî mesaj, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü tarafından İngilizce,
Fransızca, Almanca, İspanyolca,
Rusça, Arapça, Doğu ve Batı
Ermenice dillerine de tercüme
edilerek tam 9 lisanda yayımlandı. Ve her şey aşikârdı…
Başbakan Erdoğan’ın bu
çıkışına Türkiye’deki Ermeni
vatandaşlardan ve Ermeni
Patrikhanesi’nden cevaplar
gecikmedi. Başbakan’a yayınlanan mesaj üzerine teşekkür
ilanları ile karşılık veren Ermeni
vatandaşların ardından, Ermeni
Patrik Vekili Aram Ateşyan da
Başbakan Erdoğan ile Başbakanlık Resmî Konutu’nda görüştü. Ateşyan, ilk kez bir Türk
başbakanın bu acıyı paylaştığını
belirtti ve şöyle dedi: “Biz bu çıkışı görmezlikten gelemeyiz. Bu
barış dalının kurumasını istemiyoruz. Onu dikip meyve vermesini istiyoruz. Bu meyve için
herkesin desteğine ihtiyaç var.
İki toplum yıllarca barış içinde
yaşadı. O günleri özlüyoruz. İki
tarafa da çağrıda bulunuyoruz.
Yan yana gelip barış sağlanmalı.
Başbakanımız tarafından atılan
bu ilk adım, cemaatimizin büyük bölümü tarafından takdirle
karşılandı. Gelin el ele verelim
ve bu barış köprüsünün kurulmasında rol alalım.”
mayıs 2014
13
haberajanda
Soma
Daha birkaç yıl
öncesine kadar
Avrupa ve dünyanın yükselen
lideri olarak kabul
gören, Türkiye’yi
sözü dinlenir, fikri
sorulur bir konuma taşıyan bu
Başbakan, nasıl
olmuş da birdenbire dış desteğini
önemli ölçüde
kaybetmiştir? Ve
ne büyük tesadüftür ki, Başbakan’a
dışarıdan gelen
her tepki, içeride bir eylemler
zinciriyle desteklenmektedir?
Rahmetli Muhsin
Yazıcıoğlu’nun
katlini “Türk Birliği sevdası”na
bağlayan ortak
akıl, nasıl olur
da Erdoğan’ı dış
mihrakların ayak
oyunlarına karşı
korumaya almaz?
14
mayıs 2014
Cüneyt Akar
SOMA BAHANE
GEZİ ŞAHANE!
A
CILARIN en karasıyla yüzleştik
Mayıs’ın ortasında. Kömür karasıyla yoğrulmuş hayatlarını alınlarının akıyla madende bırakan
301 can gitti canımızdan. Her biri
70 milyonun canını yaktı da gitti.
Arkalarında hem gözyaşı, hem de soru işaretleri
bırakarak gittiler…
>> Soma’daki facia öncesi
ve sonrasıyla bize gösterdi ki
yolunda gitmeyen bir şeyler var
memlekette. İşletmeci şirket
yetkililerinin iddialarına göre
kendi kusurları yoktu bu kazada. Enerji Bakanı’na göre devlet
üzerine düşeni yapmış ve
madencilik mevzuatını Avrupa
standartlarına taşımıştı. Kimine
göre işçi bilinçsiz ve eğitimsizdi,
kimine göre denetim yetersizdi.
Kimi yaşam odasına takılıp
kaldı, kimi vardiya değişiminin
yerin yüzlerce metre altında
yapılmasına. Kimileri çıkıp Spor
Toto’da maç tahmini tutmuşçasına sevinçle “Ben demiştim!”
diyor, kimileri yeni bir “Gezi”
bulmuşçasına heyecanla meydanlara koşuyor.
Kazanın teknik boyutlarını
tartışabilecek altyapıya sahip
olmadığımdan şimdilik soruşturmanın sonuçlarını bekleyeceğim yorum yapmak için. Ama
bu acı tablodan bile siyasî rant
arayışları çıktığına göre, bunun
üzerine söyleyecek birkaç lafım
olacak elbette.
Senelerce kanla beslenen zihniyet, artık tüm memleketi yasa
boğan elim kazaları bile sokakta
kutlama çabasında. Bunun için
hiçbir provokasyon imkânı
da kaçırılmıyor. Yalan yanlış,
düzmece haberler yapan İngiliz
haber kanalı, sosyal medya
vasıtası ile yine milyonları kandırıyor. Taksim’deki eylemlerde
boy boy poz veren biri kalkıp
“Başbakan bana tokat attı” dediğinde önemli bir destekçi kitlesi
buluyor arkasında. Başbakan’ın
danışmanının bir vatandaşı
tekmelemesinin çirkinliği
konuşulurken, dayak yiyenin
asıl saldırgan olduğu gözlerden
kaçırılmaya çalışılıyor. Herkesin
üzerinde bir gerilim, herkes
patlamaya hazır bir bomba, her
kıvılcımsa bir gaz kaçağı peşinde artık memlekette.
Sokaktaki vatandaş, medya-
dan aldığı aşırı gazla soruyor:
“Neden bu hâle geldik? Bu toplumsal gerginlik niye? Bizi bu
kadar ayrıştırıp geren bu Hükümet değil mi?”
Evet, Erdoğan’ın üslubu bu
güne kadarkilerden alıştığımız
yumuşaklıkta, beklediğimiz
Menderes nezaketinde olmayabilir. Evet, Erdoğan sık sık insanî
tepkiler veriyor, sokaktaki
biriymiş gibi davranıyor olabilir.
Ancak bizim de artık sormamız
gereken bir şeyler, sorgulamamız gereken tepkiler olmalıdır.
Daha birkaç yıl öncesine
kadar Avrupa ve dünyanın
yükselen lideri olarak kabul
gören, Türkiye’yi sözü dinlenir,
fikri sorulur bir konuma taşıyan
bu Başbakan, nasıl olmuş da
birdenbire dış desteğini önemli
ölçüde kaybetmiştir? Ve ne
büyük tesadüftür ki, Başbakan’a
dışarıdan gelen her tepki,
içeride bir eylemler zinciriyle
desteklenmektedir? Rahmetli
Muhsin Yazıcıoğlu’nun katlini
“Türk Birliği sevdası”na bağlayan ortak akıl, nasıl olur da
Erdoğan’ı dış mihrakların ayak
oyunlarına karşı korumaya
almaz?
Anlamamız ve artık görmemiz gereken şudur ki, Recep
Tayyip Erdoğan ülkenin büyüyüp güçlenmesine vesile olduğu için Türkiye tüm dünyada
bir siyasî ve ekonomik tehdit
olarak algılanmaya başlan-
mıştır. Bu tehdit, Erdoğan’ın
başkanlığa doğru giden bir
cumhurbaşkanlığı ihtimali
ile güçlenmektedir. Ve bu
güçlü yükseliş, Ortadoğu’da
Türkiye’ye rağmen diledikleri
gibi at koşturmalarına imkân
sağlamayacaktır. İşte bölgede
gelecek hesapları yapanların
korktukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetleri değil,
bizatihi Erdoğan’dır. Gezi olayları ile başlayan ve artık her fırsatta kaşınan ayaklanma hevesleri
de Başbakan’ın gönderilmesine
endekslidir.
Mısır’da Mursi’ye yaptıklarını
Türkiye’de Erdoğan’a yapamadıkları için de her geçen gün
biraz daha hırs yapıp sinirlenmektedirler. Bu hırs ve sinir,
halkın içindeki isyan ekibine
de öyle bir pompalanmaktadır
ki kullanıldığını fark edemeyen kalabalıklar, günlük siyasî
argümanlarla her gün yeni bir
yalanın peşinde koşar oldular
ve en azından Cumhurbaşkanlığı seçimi neticeleninceye kadar
her fırsatı kollamaya devam
edecekler. İçerideki -Yılmaz
Özdil gibi- tetikçileri ekranlara
çıkıp, “Onlar AK Parti mitingine
gittiği için ölüm müstahaktı”
şeklindeki çaresiz saçmalamalarına devam edecekler. Biz ise,
“Büyük Türkiye Cumhuriyeti”
hedefine sahip olduğumuz
değerleri koruyarak ulaşacağız.
mayıs 2014
15
Türkiye Ajanda
Artık “Millî” İstihbarat!
UZUN ve sıkıntılı tartışmaların ardından Meclis’ten geçirilen “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” hükmü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından
onaylandıktan sonra Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
tehdit eden bütün yapılarla
irtibat kurabilecek. Cumhuriyet
savcıları ise MİT görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin
herhangi bir ihbar veya şikâyet
aldıklarında ya da böyle bir
durumu öğrendiklerinde MİT ile
temasa geçecekler. MİT Müsteşarı, Yargıtay ilgili dairesince
yargılanacak. MİT Müsteşarı’nın
tanıklığı da Başbakan’ın iznine
bağlı olacak.
Kanundaki bu değişiklikte en
dikkat çekici hususa da şimdi geçeceğiz, lakin bunu aktarmadan
evvel bir noktaya vurgu yapmak
elzem…
2010 referandumunda “Hayır”
oyu verip de referandumun
getirdiği yeniliklerden en verimli
şekilde faydalanan tuhaf muhalif zihniyetin karşı çıktığı şu
kanun değişikliğine bakınız ki
asla iktidara gelemeyeceklerini
açıkça itiraf edercesine yaptıkları itirazlara verilecek en temiz
cevap bağlamındaki hüküm de
bu hususta: TBMM bünyesinde
bir “Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu” kurulacak. >> Böylelikle Millî İstihbarat
Teşkilatı’nın (MİT) görevleri yeniden belirlendi. MİT’in görev
ve yetkilerine “dış güvenlik,
terörle mücadele ve millî
güvenliğe ilişkin konularda
Bakanlar Kurulu’nca verilen
görevleri yerine getirmek”, “dış
istihbarat, millî savunma, terörle
mücadele ve uluslararası suçlar
ile siber güvenlik konularında
her türlü teknik istihbarat ve
insan istihbaratı usul, araç ve
sistemlerini kullanmak suretiyle
bilgi, belge, haber ve veri toplamak, kaydetmek, analiz yapmak
ve üretilen istihbaratı gerekli
kuruluşlara ulaştırmak” ve de
“istihbarat kapasitesini, niteliğini
ve etkinliğini arttırmak amacıyla çağdaş istihbarat teşkilat usul
ve yöntemlerini araştırmak,
teknolojik gelişmeleri takip etmek ve uygun görülenleri temin
etmek” konuları eklendi. Değişiklikle birlikte, MİT’e
kanunla sayılan görevler dışında
görev verilemeyecek ve Teşkilat, yerli ve yabancı her türlü
kurum, kuruluş ve tüm örgüt
veya oluşumlarla, hatta kişilerle
direkt kontak kurarak uygun
koordinasyon yöntemlerini
uygulayabilecek. Tam da bu
noktada söz konusu değişikliği
istemeyen ve şiddetle karşı
16
mayıs 2014
çıkanların özellikle bu hüküm
konusundaki itirazlarını açıkçası
anlamakta çok güçlük çekiyor,
doğrusu anlayamıyorum. Oradan buradan gerekçeler sunarak
bu hükme bir müdafaa getirme
gereği de duymuyorum açıkçası,
ancak tek soru sormak istiyorum: “Hiç James Bond izlemediniz, Arabistanlı Lawrence’ye
dikkat bile etmediniz, tamam;
Olağan Şüpheliler, Ronin, Köstebek de görmedi gözünüz ama
Kara Murat da mı seyretmediniz
be mübarekler?!
Bu arada paralel yapının
protein yoksunu mahfillerine
duyurulur: MİT mensupları ve
ailelerinin kimliklerini ifşa edene 3-7 yıl arası düşünülen hapis
cezası hükmü de bu değişiklikle
eklendi. Hani şu lokantalarda
dansöz oynatırken kovaladıkları ama her nasılsa arkasından
ayyuka çıktıkları haberleri yapmaktan belki vazgeçerler…
Bundan böyle MİT, kamu
kurum ve kuruluşları, kamu
kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlarla diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan da bilgi, belge, veri ve
kayıt alabilecek, bunlara ait arşiv,
elektronik bilgi işlem merkezleri
ve iletişim altyapısından yararlanabilecek ve bu kurumlarla
doğrudan irtibat da kurabilecek.
TCK da yer alan “Devletin
Güvenliğine Karşı Suçlar”,
“Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”,
“Millî Savunmaya Karşı Suçlar”,
“Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve
Casusluk” başlıklı maddelerinde
yer alan suçlara –ancak Halkı
Askerlikten Soğutma, Askeri
İtaatsizliğe Teşvik, Seferberlikle
İlgili Görevin İhmali, Düşmandan Unvan ve Benzeri Payeler
Kabulü, Askerî Yasak Bölgelere
Girme başlıklı 318, 319, 324, 325
ve 332. maddeleri hariç- dair
soruşturma ve kovuşturmalarda
kullanılan ifade tutanaklarına
ve her türlü bilgi ve belgeye
erişebilecek, bunlardan numune
alabilecek yetki de bu değişiklikle verilmiş oldu. MİT, görevlerini
yerine getirirken gizli çalışma
usul, prensip ve tekniklerini
kullanabilecek.
MİT personeli, görevini yerine
getirirken ceza ve infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlülerle
“önceden bilgi vermek suretiyle”
görüşebilecek, görüşme yaptırabilecek ve görev gereği -terör
örgütleri dâhil- millî güvenliği
Bu komisyon, 17 üyeden
oluşan ve üye dağılımı da siyasî
parti gruplarının toplam sayısı
içindeki yüzde oranına göre
şekillendirilmiş bir yapıda ve
de MİT’in yerine getirdiği her
türlü faaliyetten haberdar olmuş
olacak. Yani şimdiye dek hiçbir
hareketinin bilgisini alamadığımız MİT’e Meclis denetimi,
“millet” denetimi gelecek. Hiçbir
zaman inanmak istemediğimiz,
fakat maalesef bu dedikodularla iyiden iyiye psikolojimizi
yitirdiğimiz “MİT ne kadar ‘M’?”
sorusunun cevabı bundan sonra
“Millet kadar” olacak.
Aylarca yürütülen diktatorya
hikâyelerinin senaristlerine
bir danışmak lazım “Nereden
uydurdunuz bunları?” diye. Zira
onlara göre, ülke her gün daha
büyük bir baskı içine alınıyor, gerilim politikası arttırılıyor, vatan
her yerinden bölünüp parçalanıyor ve sair ve sair… Hatta tüm
bunları belirtirlerken Başbakan
Erdoğan’ı da Ulu Hakan Abdulhamid Han’a benzetiyorlar. İşte
bizim de hem hâlâ ciğerimiz
yanarak üzüldüğümüz, hem de
başka bir açıyla çok güldüğümüz yer burası!.. Ne yapalım, gün
gelip de yine “İstemezük!” dedikleri hükümleri kullanırlarken
yine fısıldarız kulaklarına: “Hani
istemez idün?”
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Yargı muhtırasına ne denir?
ÖNCELİKLE habere geçmeden evvel başlık sorumuza ait şıkları verelim: a) Muhtıra muhtıradır/ b) “Nereden çıktı bu?”/ c) “Vicdan yolsuzluğu”/ d) “Yargı yolsuzluğu”...
>> 25 Nisan 2014 günü Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin
en hayret verici çıkışlarından
birine şahit oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç,
Anayasa Mahkemesi’nin 52.
kuruluş yıldönümünde bütün
devlet erkânına karşı yaptığı
konuşmayla hafızalardan kolay
kolay silinmeyecek bir tavırla
görüntü verdi.
Kılıç, konuşmasında kamu
gücünü etkili bir şekilde kullanan yargının her zaman siyasî
ve ideolojik yapılanmaların
hedefinde olduğunu işaretle
“Kaleyi ele geçirenler kendi
vesayet sistemlerini dayatmanın çabasına düşmüştür. Ele
geçiremeyenler ise yargının
bağımsızlık ve tarafsızlığının ne
kadar hayatî bir öneme sahip
olduğunu ancak söyleyip durmuşlardır. Kaleyi işgal edenlerse yargıyı kendi siyasî düşünce
ve ideolojilerine lojistik destek
sağlamak için ya da rakiplerine
karşı bir intikam alma aracı
olarak kullanmışlardır” ifadelerini kullandı.
AYM Başkanı’nın belirttiği
bu sözleri doğru kabul ederek,
maalesef sormak zorunda olduğumuz bir sorunla karşı karşıya
kalıyoruz: Peki, kaledekilerin
sahip oldukları hiçbir düşünce,
hiçbir ideoloji yok mu, olmadı
mı, olmayacak mı? Geçen sayımızda yer alan söyleşisiyle bir
gerçeği ortaya koyan SDE Başkanı Birol Akgün’e burada kulak
vermek lazım: “Türkiye’de yargı,
sadece bir hukuk zemini olarak
görülüyor. Yargı, çoğu zaman aslında siyasetin zeminidir. Hele
hele üst yargı organlarına doğru
gittiğinizde, oradaki normlarda,
önlerine konulan davaların
yorumlanması konusu, büyük
ölçüde hâkimlerin vicdanî
kanaatleri ve siyasî duruşlarıyla
yakından ilgilidir. Yukarıya
doğru gittikçe hep normlar,
yani yönetmelik, tüzük, yasa ve
anayasa çizgisinde gidildiğinde, hukuk hiyerarşisinde işin
teknik yönü azalır, siyasî yönü
artar.”
Kılıç’ın konuşmasına devam
edelim. Diyor ki, “Yeni bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık
olduk. Kimse bu yeni oluşumun
günahından kendini soyutlamaya çalışmasın. Tarih olanları
kaydediyor. Bunları konuşmak,
gerçekleri itiraf etmek ve cesaretle çözüm yolları bulmak zorundayız. Son dönemde yargı,
bu konuyla ilgili olarak ‘paralel
devlet’ ya da ‘çete’ diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve
çok ağır bir suçlamayla karşı
karşıyadır. Bu suçlama üzerinde
yapışık kaldığı sürece yargının
ayakta kalması mümkün değildir. Söz konusu iddiaların yargı
kurumlarında psikolojik travma
yarattığı, delil, bilgi ve belgeye
dayanmayan ihbar mektuplarının hüküm icra ettiği, hâkim
ve savcılar arasında önemli
ayrışma ve bölünmelere sebep
olduğu hiçbirimizin saklayamayacağı gerçeklerdir. Yargının
bu iç ağrısı ile yaşaması asla
mümkün değildir. İddia edilen
kayıt dışı yapılanma, yargı mensupları arasında korku, endişe
ve gelecekle ilgili belirsizliklerin
doğmasına ve aralarında olması
gereken meslekî ilişkinin çok
olumsuz biçimde etkilenmesine de yol açmaktadır. Görevi
maddî gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya
kaldığı bu iddianın adı ‘vicdan
yolsuzluğu’dur…”
İşte biz bu son tamlamayı duyduktan sonra hafif bir
ürpertiye girdik açıkçası. Söz
konusu iddiayı tarif edecek olan
kelimelerin seçilişi ne de dikkat
çekici değil mi? “Vicdan” ve
“yolsuzluk”… Bir devleti itibarsız
ve küçük düşürme adına, hani
“Yüzüne baka baka…” derler
ya, devletin yüzüne baka baka
çekilen bu cübbeli balans ayarı,
demokrasinin kimden sorulacağına dair kesilen külhanbeyi
raconunun hangi minvalde yürütülmesi gerektiğini ne kadar
da inceden gösteriyor. Bu millet,
zaten “Hep oralarda birilerinin
adamı oldu, bugün de başka birilerinin adamı olsun” bahsinde
şeyler istemez; bu millet, “Hakkı
desin, canımı yesin” der, işine
bakar. Hep böyle oldu, gelecekte
de böyle olacak…
DEP’in
kurucusu
Türkiye’ye
döndü
KAPATILAN Demokrasi Partisi (DEP) kurucu lideri Yaşar Kaya,
21 yıl sonra Türkiye’ye
döndü. Dönüşü Esenboğa Havalimanı’nda
bekleyen Yaşar Kaya
eşi Yurda Alaca, buruk
bir sevinç yaşadığını
ifade ederek eşinin sağlığının hiç iyi olmadığını söyledi.
>> “Sadece parti başkanı
olduğu için faili meçhul cinayetler listesinde ismi vardı,
bu yüzden yurtdışına gitti”
diyen Alaca sözlerine şöyle
devam etti: “Anaların yüreği
yanmasın. Bir yıldır şehit
cenazesi gelmiyor. İnşallah
Çözüm Süreci başarıyla neticelenir. Başbakan Erdoğan’ın
rolü çok büyük, inşallah o da
muvaffak olur. Barışı sağlarsa
ismi tarihe geçer.”
Kendisine verilen güvence
üzerine 21 yıl sonra ülkeye
dönebilen Yaşar Kaya ise
“Çözüm Süreci”ni olumlu bulduğunu dile getirirken, “Yaşamlar hep hırpalandı; üzücü
ama ileriye bakmamız lazım.
Yeni bir sürece girildi. Ben 74
yaşındayım ve Türkiye’de
çeşitli süreçleri yaşadım.
Sayın Başbakan belirli adımları atmakta çok haklı. Çözüm
Süreci olmasaydı, bu adımlar
atılmasaydı biz de Türkiye’ye
gidemezdik” dedi.
Bu arada Kaya, karşılandıktan hemen sonra hâkim
karşısına çıkarak ifade verdi
ve tutuksuz yargılanmak
üzere salıverildi.
mayıs 2014
17
Türkiye Ajanda
Twitter
bundan sonra
ne yapacak?
“Siyaset planım yok”
AĞUSTOS ayında gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında
günden güne kazanlar kaynıyor. Ciddi bir satrancın döndüğü planda,
muhalefetin Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından
çıkacak her detaya kilitlendiği aşikâr.
ler, çeşitli temayül çalışmaları
yapılıyor… Ben, devletin bütün
kademelerinde devletimize
hizmet ettim, büyük bir şerefle
bu görevleri yerine getirdim.
Bundan büyük bir gurur da söz
konusu olamaz. Bugünkü şartlar çerçevesinde, benim gelecekle ilgili bir siyaset planımın
olmadığını burada paylaşmak
isterim. Çünkü bakıyorum,
birçok spekülasyon, birçok
şey söyleniyor. Günü geldikçe
bunlar daha çok konuşulacak,
tartışılacaktır. Ama bunun da
bilinmesini arzu ederim.”
ULAŞTIRMA, Denizcilik ve
Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan,
Twitter yetkilileri ile görüş
birliğine varılan konuları yazılı
bir açıklamayla ilan etti.
Twitter yetkilileriyle yapılan
görüşmenin sıkıntılı geçen sürece olumlu bir katkı sağlayacak
şekilde ve iyi niyet zemininde
gerçekleştiğini belirten Elvan,
önümüzdeki süreçte olası sorunların hızla giderilebilmesi
için kurulan bu iletişimin devam etmesi konusunda görüş
birliğine varıldığını belirtti.
“Twitter.com” yetkilileri ile Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ve Telekomünikasyon
İletişim Başkanlığı (TİB) temsilcilerinin katıldığı toplantıya dair
bilgilerin verildiği açıklamaya
göre, toplantıda Twitter yetkililerine Türkiye Cumhuriyeti
mahkemeleri tarafından alınan
ve bazı hesapların kapatılmasını içeren mahkeme kararlarının
uygulanmasının talep edildiği
ve Twitter yetkililerinin de son
birkaç hafta içinde 200’den fazla
içeriğin çıkarıldığını, geçen hafta
sonu itibariyle de 5 mahkeme
kararının çözüme kavuşturulduğunu belirttikleri bildirildi.
Açıklamaya göre toplantıda,
özellikle kişisel hakların korunması ve mağduriyet yaşanan
durumlarda acil müdahale
içeren “süper etiketleme” yetkisinin TİB’e verilmesi ve daha
sık koordinasyon sağlanması
için de Türkiye’de bir irtibat
bürosunun açılması konusu dile
getirilmiş. Twitter, bu konu hakkındaki kararını merkez ofisiyle
görüştükten sonra açıklayacak. Ancak zararlı ve mahkeme
kararına konu olan içeriklerin
“buzlanarak” etkisizleştirilmesi
konusunda bir görüş birliğine
varıldığı da yine açıklamada yer
alan bilgilerden. Bakalım burada
hizaya çekilen Twitter, bundan
sonra ne yapacak?
18
mayıs 2014
>> Ancak söz konusu muhalefet açısından öyle bir çıkış
gerçekleşti ki Türkiye’deki
her sektör, her cemiyet ve her
kuruluş bu demece kilitlendi:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
“Bugünkü şartlar çerçevesinde
gelecekle ilgili siyaset planımın
olmadığını paylaşmak isterim”
diye konuştu.
Gül, sözlerine şöyle devam
etti: “Öncelikle şunu söylemek
isterim: Ben bu Cumhurbaşkanlığı seçiminin gayet nezih neticeleneceğini ve seçim sürecinin
de böyle olacağına inanıyorum.
Çünkü eskiden yaşadığımız
krizler, tartışmalar olmayacaktır. Herhangi bir belirsizlik de
söz konusu değildir. Onun için,
ülkenin üzerine siyasî riskler
yüklenmesin. Bu anlamda ben,
‘Herkes işinde gücünde sakin
olsun’ diyorum. Diğer yandan
tabiî ki adaylar çıkacaktır. Bunlar da önümüzdeki günlerde
belli olur. Sayın Başbakan
ve benimle ilgili konular söz
konusu olduğunda, bir araya
gelip bunları konuşacağımızı,
görüşeceğimizi zaten söyledik.
Gördüğünüz gibi çeşitli istişare-
Bu dikkat çekici konuşmayı
yaptığı sırada sürekli bir merak
sebebiyle benzetilerek gündeme getirilen Putin-Medvedev
dönüşümlerinin sorulması
üzerine çarpıcı bir cevapla bu
önemli konuşmayı noktaladı
Cumhurbaşkanı: “MedvedevPutin formülü çok tartışılıyor.
Bu şeklin demokrasiye yakışan
bir uygulama olduğu kanaatinde değilim. Hâlihazırda, bugünkü şartlar içerisinde ne düşündüğümü söylemiş oldum size…
Şu bir gerçek ki, ben bağımsız
bir şekilde siyasete girmiş ve
yahut da cumhurbaşkanı olmuş
biri değilim. Dolayısıyla bunları
arkadaşlarımızla konuşacağımızı, tartışacağımızı ve neticede
bir karara varacağımızı, bunu
da kendi aramızda konuşarak
halledeceğimizi söyledim.
Dediğim gibi bunlar gayet açık,
şeffaf bir şekilde olan konular.
Türkiye yeterince olgun bir
ülke. Hepimiz de yeteri kadar
olgunuz. Onun için Türkiye’nin
geleceği daima parlak, daima iyi
olacaktır.”
Parti “Üç döneme devam” dedi
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimini doğrudan ilgilendiren AK
Parti Tüzüğü’ndeki üç dönem
aktif olabilme kuralı konusunda
herkes bir şeyler söylüyordu.
Ancak kimin ne diyeceği ve nasıl
hareket edeceği önemli değil,
AK Parti Genel Kurulu’nu temsil
eden MKYK’nın ne karar vereceği
çok önemliydi. Nihayet bu karar
çıktı ve AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, 5 saatlik bir toplantının
ardından alınan kararı açıkladı:
“MKYK’mız, tüzüğümüzdeki üç
dönem kuralı ile ilgili herhangi
bir girişimde bulunulmamasına,
mevcut kuralın devamının isabetli olacağına karar vermiştir.”
“Yasadışı dinleme soruşturması”
Ve BDP,
HDP’ye
geçer…
ADANA Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı dinleme soruşturması kapsamında 2 emniyet müdürü ile biri emekli 7 polis hakkında 56’şar yıl hapis cezası istemiyle ağır ceza mahkemesinde kamu davası açıldığını bildirdi.
NE olur mazur görünüz, bu haberi çok
önemli bulduğumuz
için giriyor, ancak konunun ehemmiyetinden
ötürü derin yorumlara
meyletmeden konuyu
buraya taşıyoruz.
kapsamında kamu davası açıldı
>> Adana Adliyesi’nde bazı
hâkim ve savcıların yasadışı
dinlenilmesine yönelik açılan
soruşturmaların da tamamlandığı belirtildi.
Başsavcılığın, ayrıca
Adana’da görev yapan bazı
kamu görevlilerinin, bir kısım
hâkim, savcı ve zabıt katibi ile
adliye personelinin yasadışı
dinlendiğine ilişkin yapılan suç
duyuruları üzerine başlattığı
soruşturmalarsa sürüyor. Söz
konusu dava, 17 Aralık’la başlayan kirli süreçte durdurulan
MİT tırlarıyla tavan yapan paralel yapı saldırılarının su yüzüne
çıkması yönünde çok önemli
bir yer tutuyor.
30 yılın ardından tekrar
16 NİSAN 2014 tarihi itibariyle Çankaya Köşkü’nde,
30 yılın ardından ilk kez bir karşılama töreninde atlı
birlik yer aldı. Bu ilkin gerçekleştiği ilk tören, resmî bir
ziyaret için Türkiye’ye gelen Letonya Cumhurbaşkanı
Andris Berzins ile gerçekleştirildi.
>> Kara Harp Okulu Atlı
Birliği’ne bağlı süvariler, Letonya Cumhurbaşkanı Berzins’i ta-
şıyan makam aracına, Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’ne
girişinden tören alanına kadar
eşlik ettiler. Bu arada Muhafız
Alayı Tören Birliği de ilk defa
yeni kıyafetleriyle karşılama
törenine katıldı.
Meclis Muhafız Taburu bünyesinde ve 1920 yılında “Süvari
Takımı” olarak kurulan, daha
sonra 1961’den 1984’e kadar
Cumhurbaşkanlığı Muhafız
Alayı kadrosunda bulunan
ve nihayet şu an Kara Harp
Okulu Komutanlığı’na bağlanan süvari grubu, 30 yıl
aradan sonra ilk kez Çankaya
Köşkü’ndeki protokol töreninde
yer aldı ve 41 atlı, tören esnasında görev yaptı. Cumhurbaşkanı
Gül, Cumhurbaşkanlığı Muhafız
Alayı Komutanlığı’nı ziyareti
sırasında, konuk devlet başkanlarının karşılanmalarında “atlı
tören kıtasının kullanılması
talimatı”nı vermiş, Danimarka
dönüşünde de Türk tarihindeki
atlı karşılamalardan bahsetmişti. Süvariler, Türk bayrağı ve
konuk ülkenin bayrağının yanı
sıra, tarihteki bağımsız 16 Türk
devletinin bayraklarını da taşıyorlar. Ve bu ihtişam, söz konusu devletin vakarı olduğunda
ne de güzel duruyor…
>> Barış ve Demokrasi
Partisi (BDP), yerel seçimler
evvelinde bir kısım milletvekilini özellikle ayırarak
kurdurulan HDP’ye geçişle
kendisini bir tür feshetme
girişiminde bulundu. Tabiî
bu durum onlara göre böyle
değil.
HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, katılımın
ardından yaptığı konuşmada kendileri için bugünün
çok önemli ve tarihî bir gün
olduğunu belirterek, ortak
hareketlerinin sözcü ve vekilleri olmak üzere birlikte
kurdukları ortak partiye
geçtiklerini söyledi. Kürkçü
Kürt halkının, kendi kaderini
değiştirirken Türkiye’yi de
değiştirdiğini söyleyerek,
“Yeni bir geleceğe yelken açıyoruz. Sadece bir yer değiştirmiyoruz, yeni bir stratejiyi
Türkiye siyasetine taşıyoruz”
beyanında bulundu. HDP, Meclis’te 27 milletvekiliyle grup oluşturduğuna ilişkin başvurusunu da
TBMM Başkanlığı’na yaptı.
Peki, yerel seçimlerden sonra
“Bir Türkiye partisi hüviyeti
alma yolunda” neler değişecek, neler gelişecek? BDP’nin
HDP’ye katılımı hangi partileri etkileyecek? Bu soruların
cevabını Cumhurbaşkanlığı
seçiminden evvel görmek
mümkün belki, ama mutlaka
bazı ipuçları yakalanacak.
mayıs 2014
19
Dünya Ajanda
Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!
Hindistan’da da
Müslüman
köylere
saldırı
ALMANYA Cumhurbaşkanı’nın ülkemize yaptığı ziyaret, ayın son
günlerini yeteri kadar meşgul eden söylentileri de beraberinde getirdi.
CHP haricindeki bütün çevreleri rahatsız eden Alman Cumhurbaşkanı Gauck, Türkiye Cumhuriyeti’nin içişlerine baskı ve müdahale içeren
ipe sapa gelmez sözleriyle sinirleri gerdi.
HİNDİSTAN’ın kuzeydoğusundaki Assam eyaletinde, bölgede özerklik isteyen
Bodo isyancılarından oluşan
ayrılıkçı militanlar, eyalet
bünyesinde bulunan Müslüman köylülere, geceyarısı
denebilecek vakitlerde
otomatik silahlarla saldırarak en az 10 kişinin yaşamını
yitirmesine sebep oldular.
Baksa bölgesindeki ilk saldırıda da iki köye girilmiş ve
Ulusal Demokratik Bodoland Cephesi (NDFB) militanlarının ikisi kadın üç kişiyi
öldürdüğü saptanmıştı.
Yeryüzünün hangi noktasına bakarsak bakalım,
Müslümanların kendi topraklarından tecrit edilmeye
çalışıldıkları aşikâr şekilde
görülüyor. Filistin, Arakan,
Suriye, Mali, Kongo, Kırım,
Orta Afrika ve daha birçok
ülkeden bahsederken Hindistan da bunlara dâhil oldu.
Asya ve Afrika’da bu yaşananlara çokça değinirken,
diğer taraftan dikkat çeken
bir kıta da Avrupa. Zira neredeyse her gün Müslümanların evlerine ve camilere
çizilen gamalı haçlar, kapı
önlerine bırakılan domuz
başları, sözlü ve hareketli
tacizler hep Müslümanlara.
Her nedense dünyanın
bozulmuş ilişki biçimi böyle:
“Sana sevdanın yolları, bana
kurşunlar…”
20
mayıs 2014
>> Gauck’un konumuz olan
mesnetsiz ifadeleri, tam da
ülkemizde yeni bir sistematiğe
dökülecek Millî İstihbarat Teşkilatı meselemize derin salvolar
taşıyordu.
Gezi olaylarıyla ülkemiz
üzerindeki planlarının ayyuka
çıktığı dönemde Almanya’nın
konuk hüviyetiyle yaptığı bu
çıkış, uluslararası ve ulusal
istihbarat formatlarına dair tam
da aklımıza yeni şeyler getiriyordu ki Almanya’da sürmekte
olan Neonazi NSU terör örgütü
davasıyla ilgili yeni bir şey daha
gerçekleşti. Örgütle bağlantısı
olduğu iddia edilen eski istihbarat muhbiri “Corelli” kod adlı
Thomas R., NSU davasında
tanıklık yapacağı beklenirken
evinde ölü bulundu.
2012’nin Eylül ayında muhbirliği deşifre olduğundan tanık
koruma programı alınarak yeni
bir kimliğe bürünen Thomas
R.’nin telefon numarası, NSU
terör örgütü kurucularından
Uwe Mundlos’un telefon fihristinde bulundu. Ancak yerel
polisin yaptığı açıklamaya
göre, Bielefeld yakınlarındaki
Schloss Holte-Stukenbruck
kasabasında yaşayan Thomas
R.’nin ölümünde herhangi bir
dış faktöre rastlanmamış, şeker
hastası olduğu için bu hastalıktan ölmüş olabilirmiş.
Bu, ölen tanıkların ilki değil,
belli ki sonuncusu da olmayacak. Zira Almanya’da yaşayan
çeşitli milletlerden insanın
ölümünde sorumlu tutulan
NSU’nun Alman derin devleti,
polisi ve istihbarat güçleriyle
ilişkileri olduğu daha ilk günlerden söyleniyordu bile. Öyle
ya, istihbaratçılara ait belgeler
halen kayıp ve faili meçhul
cinayetler kafa karıştırıyor.
Türk Hükümeti’ni en güçlü
olduğu dönemde baskı ve şiddet politikası gütmekle itham
eden ve bunu herkesin gözünün içine bakarak yapabilen
birine tam da bu noktada atalar
sözünü söylemek gerek sanırım: “Büyük lokma ye, büyük
söz söyleme!”
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Kırımoğlu’na Kırım yasağı
Urumçi’ye
dikkat!
KIRIM’ın Ukrayna’nın elinden alınışının ardından tarihle yaşıt bir çileye sahip Kırım Tatarları, yine Soğuk Savaş görüntüsüne haiz günlerin
perişanlığını solur oldular.
>> Kırım Tatarlarının lideri
ve Ukrayna Milletvekili Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu,
Rusya’nın Kırım’da yaşayanlar
hakkında başlattığı “vatandaş
olma” çağrısına tepki göstererek Rus vatandaşlığına Kırım
Tatarlarının girmeyeceklerini
belirtmişti. Kırımoğlu’nun bu
tepkisine Rusya’nın tepkisi ise,
onu doğduğu vatan topraklarına
bastırmamak şeklinde oldu:
“Rus askerleri, Kırım’ın oğlunu
Kırım’a almadı.”
Uluslararası görüşmeler
sebebiyle Kırım dışında olan
Kırımoğlu’na önce Moskova
Havalimanı’nda, Rusya’ya girişi konusunda izin verilmedi.
Kiev’den karayoluyla Kırım’a
gelen Kırımoğlu’nu karşılamak
için Ukrayna ve Kırım Tatar bayraklarıyla sınıra gelen Kırım Tatarları ile Rus askerleri arasında
da ayrıca arbedeler yaşandı. Rus
askerleri havaya ateş açarken,
kurulan barikatları aşan Tatarlar,
ÇİN’in batısında kalan Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin
başkenti olan Urumçi’de yaşanan patlamada 3 kişi öldü,
79 kişi yaralandı. Güney Tren
İstasyonu’nda meydana gelen
patlamanın ardından, saldırıyı
gerçekleştirenlerin istasyondaki kalabalığa bıçaklarla saldırdığı da söyleniyor.
Ukrayna tarafındaki kontrol noktasından geçen Kırımoğlu ile ara
bölgede buluştular. Bunun üzerine bölgeye asker takviyesi yapan
Ruslar, kendilerinin oluşturduğu
sınır kapısını tekrar kapattılar.
Dolayısıyla binlerce Kırım Tatarı,
buluşulan ara bölgede mahsur
kaldı. Hiçbir girişime olumlu
Mısır’da neler oluyor?
GEÇEN ay darbeci Mısır yönetimi hâkimlerinin ilan
ettiği 528 idam kararına 683 kişi daha eklenince konumuz dondu.
>> Ancak Mısır’da yaşananlar
bununla da sınırlı kalmamış
ve meğer “gösterilere katılmak,
arbede çıkarmak ve yasaklı
bir örgüte mensup olmak” gerekçesiyle darbe karşıtı olarak
nitelenen 15 yaş altındaki 21
çocuğa 6’şar ayla 2’şer yıl ara-
sında değişen hapis cezaları da
verilmiş.
Aralarında 14 yaşında bir kızın da bulunduğu 8 çocuğa 2, 13
çocuğa ise 6’şar ay hapis cezası
verilirken, insafı kurumuş mahkemenin bu kararı “ıslahevine
yanıt alınamamasının ardından,
Kırımoğlu herhangi bir zararın
çıkmaması için Kiev’e döneceğini
belirtti ve böylece binlerce Tatar,
Rus askerlerinin kontrolünde
Kırım’a alındı. Bu Ruslardı değil
mi bölgedeki Tatarlara teminat
veren? O an da votkasız yapamamışlardı anlaşılan…
gönderme” şekline çevirmesini
ise yorumlamak güç.
Bu arada, Mart ayında alınan
528 idam kararının 37’si onaylandı, diğerleri ise ömür boyu
hapse çevrildi. Mısır’da yeni
cumhurbaşkanlığı seçimlerine
gidilirken darbe yönetiminin
insafsız yargıçlarının daha hangi kararlara imza atacaklarını
tahmin etmek hiç de zor değil.
Bu idam kararlarına dünyanın her nedense (!) dediği
hiçbir şey yok. Ancak Türkiye
başka… Ne demişti Abdurrahim
Karakoç Ağabey? “Yiğidim,
aslanım, ha gayret eyle!/ Gaflet
üstümüzde kalmasın böyle./
İmanla yatıp kalk, ihlasla söyle;/
Kutlu mesaj verilmeyi bekliyor,/
Ölü dünya dirilmeyi bekliyor…/
Bizi bekler esir olmuş ülkeler,/
Bizi bekler yetim kalmış ülkeler;/ “İmdat!” diye haber salmış
ülkeler./ Boş mabetler girilmeyi
bekliyor,/ Ölü dünya dirilmeyi
bekliyor…”
Saldırının Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Uygur Özerk
Bölgesi’ne yaptığı 4 günlük
ziyaretin tamamlanmasının hemen ardından düzenlenmesi ise dikkat çekici. Öyle
ya, bundan sonraki günlerde
meşhur (!) Çin polisinin Uygur
Türkleri arasında nasıl bir av
başlatacağı ayrıca bir merak
konusu olur. Avrupa, Amerika
ve Ortadoğu’yu düşünmekten
biraz fazla mı Asya’yı boşladık
ne? Çin’in izlediği politikaların
ne İsrail’den, ne İngiltere’den,
ne de Rusya’dan arka kalır yanı
var…
Suriye’ye
3 aday
SURİYE Anayasa Mahkemesi Sözcülüğü’nden yapılan
açıklamaya göre, 3 Haziran
2014 günü yapılacak devlet
başkanlığı seçimine aday olan
23 kişiden 3’nün başvurusu
kabul edildi. Suriye, önünde
duran seçime Baas Partisi
Başkanı Beşşar Esed, Halep
Milletvekili Mahir Abdülhafız Haccar ve eski bakan ve
Suriye Meclisi üyesi olan Hasan Abdullah en-Nuri ile gidecek. Böylelikle katillerin ne
büyük bir demokrasi vicdanı
taşıdıklarını görmüş olduk. Bu
adamlara hak aramaya değil,
oy vermeye gidin canım!..
mayıs 2014
21
Dünya Ajanda
“Türkiye kötü gün dostu”
TUNUS Cumhurbaşkanı Merzuki, Türkiye hakkında dikkat çeken
açıklamalarda bulundu. “Arap Baharı” şeklinde isimlendirilen sürece başlangıç noktası olan ülkede sağlanan nihaî mutabakat, sonunda krizlere dönüşmeden bir anayasayla sonuçlanabilmişti. O günden bu yana nelerle ve kimlerle mücadele ettiklerine değinen Merzuki, Türkiye’yi kara gün dostu olarak niteledi.
Aliyev’den
Türkiye’ye
destek
dar zamandaki dostluğun kıymetini biliyor.”
>> Yaklaşık bir yıl önce
Şambi dağlarında yaşanan
patlamaları hatırlatan Merzuki,
“Ordu komutanları bu tür dağlık alanlardaki çatışmalar için
gerekli teçhizat ve zırhlı araçlara sahip olmadığımızı, söz
konusu teçhizatın kardeş ülke
Türkiye’de bulunduğunu belirt-
tiler. Gül ile yaptığımız telefon
görüşmesinde bu durumu ifade
ettim. Bu talebe tek bir cümle
ile karşılık verdi: ‘Sahip olduğumuz bütün imkânlar hizmetinizdedir.’ Bu zırhlı araçlar 2 ay
sonra Tunus’a teslim edildi ve
Türkler, kötü gün dostu olduklarını kanıtlamış oldular. Türkiye,
Merzuki, gelecek dönemlerde daha büyük projelerin
hayata geçirilmesi için AnkaraTunus dayanışmasının daha
da artacağına inandığını
belirtirken Başbakan Erdoğan
hakkında “Türk halkı kimin
kendini hizmet için adadığının idrakinde. “Recep Tayyip
Erdoğan başkanlığındaki Adalet ve Kalkınma Partisi, tüm
karşıt medya kampanyalarına
rağmen büyük bir galibiyet
kazandı. Seçim sonuçlarına
şaşırmadım. Bu seçimler, ülkede elit kesim ile halk arasında
derin bir uçurumun olduğunun
göstergesi olması açısından
bir ders mesabesindedir. Bu
iki kesimin de birbirinden ayrı
olduğunun göstergesidir. Halk,
kimin kendini hizmet için
adadığının ve kimin sandıktan korkmadığının idrakinde
olduğunu ifade etti. Netice
olarak halkın düşünüldüğü gibi
düzenlenen komplolara kolaylıkla kanmayacağı ve Hükümet
karşıtı medya kampanyalarının
etkisinin de sınırlı kaldığı anlaşıldı” yorumunu yaptı.
IKBY Türkiye üzerinden satışa başlıyor
IRAK Kürt Bölgesel Yönetimi
(IKBY) Başbakanı Neçirvan
Barzani, Türkiye’de depolanan
petrolün satışına 2 Mayıs’tan
itibaren başlanacağını bildirdi. Barzani, petrol parasının
Türkiye’deki bir bankaya yatırılacağını da ekledi.
1 Ocak 2014 tarihinden itibaren Türkiye’ye ihraç edilen ve
hâlâ depolama işlemi sürdürülen petrol artık satılacak. Daha
fazla beklemelerinin kendilerine zarar vereceğini belirten
Barzani, “Merkezî hükümetten
22
mayıs 2014
BAŞBAKAN Erdoğan’ın
1915 olaylarıyla ilgili sunduğu
yazılı mesajın ardından, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham
Aliyev mesaja destek vererek
“Erdoğan birkaç yıl önce Ermenistan yönetimine arşivlerin
açılmasını teklif etmiş, ancak
olumlu bir cevap alamamıştı.
Bu kez Ermeni asıllı vatandaşlara taziye dileklerini sundu,
fakat Ermenistan’dan yine
olumlu bir karşılık gelmedi”
ifadesini
kullandı.
Aliyev, Prag’da yapılan Doğu
Ortaklığı Zirvesi’nde de
Türkiye’yi 1915 olayları sebebiyle sınırlarını kapatmakla
itham eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a
cevap vermiş, “Bugün maalesef Ermenistan Cumhurbaşkanı bir fırsat bularak Türkiye’ye
saldırdı. Bunu yapmak çok
kolay, çünkü toplantıda
Türkiye’den bir temsilci bulunmuyor. Fakat ben buradayım
ve Türkiye-Ermenistan sınırının neden kapalı olduğunu
anlatabilirim” diyerek gardaşlığımıza gardaşlık katmıştı.
bağımsız olarak, Türkiye’de
depolanan petrolün satışına başlıyoruz. Satış hasılatı
ise Türkiye’deki bir bankaya yatırılacak. Eğer isterse
Türkiye’ye satacağız bu petrolü,
yoksa başka ülkelere vereceğiz.
Bu satış uluslararası standartlara da uygun olacak” dedi. Bilindiği üzere Bağdat Hükümeti, bölgenin bütçesinde
kesintiye gitmiş ve Bölgesel
Yönetimle Merkezî Yönetim
arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Türkiye’nin elindeki verilere göre Ceyhan’daki tanklarda
depolanan petrolün 1,5 milyon
varile ulaştığı belirtiliyor. Fildişi Sahillerinden Başbakan’a selam
SON yıllarda İslam dünyasının Türkiye’ye olan güveni büyük bir teveccühe ulaştı. Myanmar ve Hindistan’dan dahi yükselen dualar, Türkiye’nin kuruluş yıllarında gönderilen
ziynetler gibi.
>> Fildişi Sahilleri Müslümanlarının lideri Şeyh Abubakar
Fofana da Türkiye’nin yaşadığı
son döneme dair endişesini
aktarırken, “Türkiye’de Mısır
ve Tunus’taki benzer olayların
yaşanmasından endişe ettik,
korktuk. Ama Türk halkı, siyasî
problemlerinin üstesinden duygusallıktan uzak kalarak gelme
olgunluğuna ulaştı” dedi. Batı Afrika’daki Fildişi
Sahilleri’nin en büyük kenti olan
Abidjan’ın yarıdan fazlası Müslüman ve Türkiye, bu Müslüman
halka elinden geldiğince yetişmeye gayret gösteriyor. Fofana
bu sebeple Fildişi Sahilleri’nin
Türklerin ikinci ülkesi olduğunu
dahi ifade ediyor. Bu ifade fazla
yabancı gelmiyor bugünlerde,
zira İslam âleminin hepsi aynı
beyanda bulunuyor. Ne mutlu!.. Birçok kez Türkiye’ye davet edildiğini fakat sadece
iki defa gelebildiğini belirten
Fofana, “Üzüntülü ve hüzün
verici günlerden sonra bizleri
sevindiren Allah’a hamdolsun.
Türkiye’deki son gelişmeler
karşısında Fildişi Müslümanları
olarak çok endişelendik. Fakat
seçimlerle birlikte gördük ki, aslında Türk toplumu haklının ve
Hakk’ın yanında. Türk halkına,
haklının yanında durdukları için
çok teşekkür ediyoruz” dedi.
Fildişi Müslümanları, diğer
İslam ülkelerinde olduğu
gibi Cuma hutbesi sırasında Türkiye’ye ve Başbakan
Erdoğan’a dua ediyor, şöyle diyorlar: Recep Tayyip Erdoğan’ı
Allah yolundan ayırma, onu iç
ve dış tehlikelere karşı koru, hükümetine yardım et, Türkiye’ye
zaferler nasip eyle, İslam kardeşliğimizi pekiştir, dinimizi
âliye eyle…”
Alışmış, kudurmuştan betermiş!
MAVİ Marmara katliamının daha davası bitmemişken, İsrail’den bir Mavi Marmara örneği daha geldi.
Öyle ya, atalar sözüyle alışmış, kudurmuştan betermiş; bir kez yapınca…
>> Yabancı bazı aktivistlerin
kurduğu bir organizasyon tarafından Gazze’ye uygulanan
ablukanın kırılması amacıyla
Avrupa’ya açılmaya hazırlanan
Gazze adlı gemiye kimliği belirsiz kişilerce bombalı saldırı
düzenlendi. Nitekim bu kafa
başka tazminatlar ödememenin
derdine düştü belli ki, zira sıkıntısı gemi durdurmak veya insana kıymak değil, o iş basit…
Gemi, 13 Kanadalı, Fransız ve
Avustralyalı aktivistin topladığı
bağışlarla satın alınmış. İçerisinde tarım ve sanayi ürünleri,
besin maddeleri bulunan gemi,
Filistin kültürüne ait malzemeleri de ihraç etmek amacıyla
Avrupa limanlarına doğru yola
çıkmaya hazırlanıyordu.
Bu arada bir İsrail haberi
daha verelim. İsrail askerleri,
Nablus’ta bir cami ve Filistinlilere ait dört evi yıktı. Ruhsatsız
oldukları gerekçesiyle 6 yıl
önce inşa edilmiş bu yapılara
kasteden İsrail, Yahudi yerleşimcilerin kaçak yapılanmalarını en
muazzam kılıflara uydurmaktan
geri kalmıyor. Bugüne dek binlerce Filistinli aynı bahanelerle
evlerinden ve camilerinden
oldu. Peki, nereye kadar?
mayıs 2014
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
Diyanet’i
kaçıncı sıraya aldınız?
B
AŞBAKAN Recep Tayyip
Erdoğan’ın bugünlerde karşısına
aldığı cephe daha da genişledi. Yalnız onun karşısına almış olduğu
cephenin bir nevi mimlediği bazı
isimler de mevcut. Bu isim listesinde alenen yer aldığı bilinenlere
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,
İçişleri Bakanı Efkan Âlâ ve MİT Müsteşarı Hakan
Fidan’ı kolaylıkla örnek vermemiz mümkün. Ancak
bu isimlerin sıralarını belirtmek elbette imkânsız.
Yalnız öyle bir isim var ki, bu listeyi tutanlar iyiden
iyiye onun üzerine operasyon yapmaya çalışırken,
belki mevkii sebebiyle zorlanıyorlar. Bu isim, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez...
mayıs 2014
>> Biz Sayın Başkan’ı kesinlikle siyasî
bir düzeneğe oturtmaktan imtina ederiz,
ancak mevkiinin hakkını veren duruşuyla
birilerini rahatsız ettiği kesin. Belirttiğimiz
gibi Görmez ismi, Diyanet İşleri Başkanlığı
gibi doğrudan siyasete girilemeyecek bir
mevkide. Bu yüzden de her gün manşetlerle bu isim üzerine oynanamıyor, ancak
onun yaptığı hizmetleri “Görmez”den gelmek de olmuyor. Peki, ne yapmalı? Fırsatını kollamalı…
Gelelim bu fırsatlardan birine. Haber
şöyle: Rize’de düzenlenen Kutlu Doğum
Haftası etkinliklerine katılmak üzere
şehirde bulunan ve bir konferansta ko-
nuşan Başkan’a, konuşması sırasında 96
yaşındaki bir amca bir şeyler söylemeye
çalışıyor. Fakat yaşlı adamı salondaki güvenlik görevlileri yaka paça dışarı alıyorlar.
Haberlerdeki ilk verilere göre yaşlı adam,
“Dinlemeyin bu kâfiri!” diye bağırıyor.
Şimdi bu konudaki aynı medyanın ikinci
haberine gelelim. Verilen haberin başlıkları
şöyle: “Protestocu dededen helallik istedi.”
Haberin devamı için buyurun: “Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Rize’de, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında
katıldığı konferansta kendisiyle görüşmek
isteyen fakat güvenlik güçlerince salondan
çıkarılan kişiyi yaşadığı köyde ziyaret etti.
Katıldığı konferansın ardından Mustafa
Cebir’in yaşadığı Kalkandere ilçesine bağlı
İnci köyüne giden Görmez, gül verdiği
Cebir ile sohbet ederek sorunlarını dinledi.
Cebir ile akşam namazını birlikte kılan
Görmez, ziyaret sonrası yaptığı açıklamada
‘Amcamıza konferansta yapılan hareket
bizleri üzdü. Konuyu bilseydim konferansı
bırakır, çıkar ve kapıda kendisini dinlerdim. Çok üzüntülüyüm. Bize hakkını helal
etmesini istiyorum’ dedi. Ziyaret nedeniyle
oldukça mutlu olduğunu söyleyen Cebir
ise, sarıldığı Görmez’e hakkını helal ettiğini
söyledi. Cebir, Görmez’in katıldığı konferansta, kendisine ‘Görüşmek istiyorum,
görüşmek istiyorum’ diye bağırmış, bunun
üzerine güvenlik görevlileri tarafından
salondan çıkarılmıştı.”
Biri yalan söylüyor ama kim? Ya birinci
haberi yapan, ya ikinci haberi yapan? Ama
belli ki iki haberi yapan da aynı, zira haberin başlığı kendini ele veriyor: “Protestocu
dede…” Protesto edenle görüşmek isteyen
arasındaki farkı buradan anlatacak değiliz
ama “Bu medyanın artık birazcık ahlak
dersi alması lazım” diye düşünüyoruz.
Çünkü ortada gözden kaçan fakat mutlaka
üzerine gidilmesi gereken bir hakaret etme
ve iftira atma yöntemi var: “Başkasının
ağzından küfür”. Nasıl mı?
İlk habere baktığınızda, 96 yaşındaki
Mustafa Cebir’in “Dinlemeyin bu kâfiri!”
diye bağırdığı söylenirken, ne Mustafa
Amca’dan böyle söylediğine dair bir işaret
var, ne de ikinci haberde birinciyi tasdik
eden bir belirti. İkinci habere göre Mustafa
Amca “Görüşmek istiyorum” diye bağırmış.
Peki, “Dinlemeyin bu kâfiri!” diyen kim?
Bir haberi uydurabilir, yalan haber de
yapabilirsiniz, ancak hakaret etmek veya
iftira atmak istediğiniz birine başkasının
ağzından küfredemezsiniz. Bu alçaklık ve
hatta namus noksanlığıdır; böyle habercilik yerin dibine batsın!..
Uluğ Bayındır // [email protected]
Çarpıtmaya gel!
Z
AMAN gazetesi şu sıralar hangi konuyu,
kimi manşet yapacağını, kimi konuşturup
Hükümet’e çattıracağını şaşırdı. Bu şaşırtı
örneklerinden biri de ilk Kamu Başdenetçisi (Ombudsman) Nihat Ömeroğlu oldu. >> Gazetede yayınlanmış
olan “Ombudsman kamudaki
tasfiyeler için uyardı” başlıklı
haber hakkında Ömeroğlu,
demeci üzerinde bir çarpıtma olduğunu ve yanlış algı
politikası uygulanarak Kamu
Denetçiliği Kurumu ve şahsını
yıpratmaya ve de saygınlığını
zedelemeye yönelik bir girişim yapıldığını söyledi.
Zaman Gazetesi muhabirinin bir konferans sırasında
sorduğu “bir kısım yargı
ve polis mensuplarının görevlerinden alınması veya
başka yerlere atanmalarına
dair kendilerine bir şikâyet
başvurusu olup olmadığının”
sorulması üzerine Ömeroğlu,
yahut susun!
B
İR kısım medyanın sürekli şekilde bu milletin değerlerine saldırışını ve hangi detaylarda bu hücumu gerçekleştirdiğini bu sayfalara taşıyarak göstermeye çalıştık. Ancak şimdiye kadar sinemizde biriken öyle
bir sıkıntı var ki, daha tutsak, sanki içimizde patlayacak. Bu yüzden bir an evvel hakkaniyeti mutlak
yerine getirme adına bu tenkidi aynı sayfalara taşımak elzem.
siyasî içerikli bu soruya cevap
vermeyeceğini, kuruma bu
konuda bir şikâyet başvurusu
yapılmadığını, ilgililerin yargı
yolunu tercih ettiklerini belirterek ve Anayasa’nın 38. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 6. maddesini
tekrarlayarak masumiyet
karinesinin herkes için geçerli
olduğunu beyan etti.
Bir zamanlar gazetelerde
yer alan tekziplere takıntım
vardı. Zira tekzip, gazetenin
yalanının resmiyete dökülmüş halidir gözümde. İşte bu
tekziplerin neredeyse olmadığı bir gazeteden nasıl bir
gazeteye… Tebrikler!
Zaman’ın kaşığı kırıldı!
ABD menşeli bir kuruluş
olan Freedom House’nin
Türkiye’yi “basın özgürlüğü
olmayan ülkeler” kategorisine alması, Zaman gazetesi
tarafından manşete çekildi.
Çok normal, zira Hükümet’e
karşı almış olduğu cephede
eline geçen her silahı kullanmak derdinde. Fakat aynı
kuruluşun geçen yılki darbe
davalarıyla ilgili olarak yine
Türkiye’yi eleştiren beyanlarına aynı gazete “Darbeci subay-
Ya hayr konuşun
lara Amerikan desteği” başlığıyla tepki göstermiş, haberi
“itibarsızlaştırma amaçlı”
olarak vermişti. Öküz ölünce
ortaklık bozulmadı aslında;
zira süren de, tiren de, öküz
de çiftçininken birileri yalnız
kâra girişmişlerdi. Kâr oluğu
sökülünce, pilavdan dönenin
de kaşığı kırıldı. >> Milletten, millî iradeden
tarafta durduğunu her dakika, her saniye belirten, bu
vurguyu hazırladığı her VTR,
her fragman, her tanıtım, her
program ve hatta her cıngıla
yerleştiren belli bir medya topluluğu var. Fakat bu toplulukta
bulunan televizyon, gazete ve
radyolarda yer bulan birtakım
isimler, yaptıkları program,
yazdıkları yazılar, ifade ettikleri beyanlar ve girdikleri mülakatlarla bu millete, millî iradenin temizliğine, Başbakan’a
ve Hükümet’e ne derece zarar
verdiklerinin farkındalar mı
acaba?
Hiçbir arka plana sahip
olmadığı açıkça belli olan
birtakım şahsiyetlerin, bu ülke
insanıyla hiçbir tekâmül, hiçbir
kulvar, hiçbir düşünce ve hatta
hiçbir histe yer alamayacağı
ve takındıkları ahlak tanımaz
üslup ve de sığındıkları sığ
argümanların acziyeti içinde
ne kadar rezil olduklarından
da mı haberleri yok?
Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı, Bilge Kral, merhum Aliya
İzzetbegoviç’e “Biz de onları
öldürelim” denildiğinde onun
sergilediği duruştan bir nebze
nasiplenmemiş mi bu insanlar? “Ne farkımız kalır?..”
Değil mi ki Güzeller Güzeli
Resul (s.a.v.) “Kim ki Allah’a ve
ahiret gününe inanıyorsa, ya
hayır konuşsun yahut sussun”
buyuruyor, bu noktadaki
vicdan sahibi kimseler sorumluluk duygusuyla hareket
etmemeliler mi?
Belki bu konuda söylemek,
yazmak, hatta haykırmak
istediğim çok şey var, lakin
şimdilik bu tepkinin bir refleks
gibi algılanmasını arzu etmekteyim. Dilerim bu derun muhasebeye birazcık sahiptirler…
mayıs 2014
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
Türkiye itibar
kaybediyormuş!
T
ÜRKİYE’de. birileri yıllarca itibarı Batı’ya yağdanlık olmakta aradı. Bu kimseler hiç eksildi mi, bilakis arttı. Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’un açıklamalarından yola çıkarak içini döken Bugün Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt, 30 Nisan 2014 tarihli yazısıyla Başbakan, Dışişleri ve Hükümet’in şahsı bahsiyle Türkiye’nin itibar kaybettiğini ispatlamaya çalışmış. Ona
göre çözüm ne mi? Otoriteden izin almak…
(!)
IN
AY
>> “Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Türkiye ziyaretinde diplomatik
açıdan son derece sıradışı
açıklamalar yaptı. Doğu
Almanya’da ‘otoriter’ bir
rejim altında, ‘neyin hukuk,
neyin hukuksuzluk olduğuna komünist partinin
karar verdiği’ dönemde 50
yıl yaşamanın tecrübesi
ile konuştuğunu hatırlatan
Gauck, özellikle ODTÜ’de
çok çarpıcı şu tespitlerde
bulunuyor:
-Kuvvetler ayrımını kısıtlama eğilimini gördüğüm
zaman bunu özel bir kaygı
duyarak izledim. Hükümetin, hoşuna gitmeyen çok
sayıda savcı ve polisi yerin-
mayıs 2014
den alışı, çarpık gelişmeleri
aydınlatmalarına engel olur.
-İnsanların hayatları üzerinde daha güçlü bir gizli
servis kontrolü amaçlandığında, sokak protestoları
zor kullanılarak bastırıldığında, hatta bu yüzden
insanlar canından olduğunda, itiraf ediyorum bu gelişmeler beni korkutuyor.
-İnternet ve sosyal
iletişim ağlarına erişimin
kısıtlandığı, eleştirel bakış
açısına sahip gazetecilerin işten çıkarıldığı, hatta
yargılandığı, gazetelere
yayın yasağı getirildiği ve
yayıncıların hukukî baskı
altına alındığı bir zamanı
I
AR
B
İ
İT
yaşıyoruz. (Gauck kaç yıldır Türkiye’de yaşıyorsa?..
Çeşme’ye tatile mi geldi? Her
şey dâhille mi? U.B.)
-Kimsenin dininin kamusal alana da uygulanmasına
engel olunamaz. Demokrasinin diyaloğa ihtiyacı vardır. Kamuoyunda kullanılan
dilin zehirlenmesi ve düşman imajının oluşturulması
topluma zarar veriyor.
Tüm bu eleştiriler, bir
süredir Türkiye’de de aydınlar tarafından açık açık dile
getiriliyor. En son Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim
Kılıç‘ın tespitleri ve uyarıları
da bunlardan farklı değildi.
Başbakan Erdoğan,
Gauck’un açıklamalarına
dün grup toplantısında
cevap verdi, “Herhalde
kendisini hâlâ rahip zannediyor” dedi. Oysa Gauck’un
bu kaygılarının, ileri demokratik ülkelerde yaygın
bir şekilde paylaşıldığı
görülüyor.
Avrupa Birliği üst düzey
temsilcilerinin art arda “hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve şeffaflık” uyarıları göz ardı edilmemeli.
Hatta “Türkiye ile Avrupa
Birliği üyelik müzakerelerini askıya almayı” önerenler bile oldu. ABD’de de
kaygıların farklı olmadığı
görülüyor. Dışişleri ve Beyaz
Saray temsilcilerinin endişe
beyanları ve uyarıları da bu
gerçeği ortaya koyuyor.
Başbakan Erdoğan, Amerikan PBS televizyonunda
yayınlanan yeni mülakatında, “Başkan Obama ile bir
buçuk ay önce görüşmemiz
oldu. Eskisi kadar sık konuşmuyoruz” itirafında bulunuyor. O görüşme de 8 ay
aradan sonra gerçekleşmiş
ve ardından içeriğe ilişkin
kamuoyuna Türk tarafının
yanlış bilgilendirmeleri
nedeniyle Beyaz Saray’dan
bir ilke imza atılarak ‘resmî
yalanlama’ gelmişti.
Ortadoğu’da da Mısır,
Suriye, Irak ve Suudi Arabistan ile yaşanan sorunlar
ortada. O ülkelerde de daha
önce elde edilen itibarların kaybedildiği biliniyor.
Türkiye’nin, müttefikleri
tarafından yapılan dostça
eleştirileri önyargısız değerlendirmesinde fayda var.
Reformlara geri dönülmesi,
ileri demokrasiye aykırı
uygulamaların sonlandırılması, Batılı ülkeler ve komşularla ilişkilerin yeniden
güçlü şekilde tesis edilmesi
gerekiyor.
Türkiye ekonomisine
güven ve istikrarın sürmesi,
etkili bir dış politika uygulanabilmesi için yeni bir dil
ve yenilenen bir dış politika
vizyonu hayata geçirilmeli.
İtibar kaybı ve algımıza
ilişkin gerçekleri yok sayıp
gözümüzü kapatmak, olsa
olsa Türkiye’nin geleceğine
zarar verir.”
Özgürlük
Evi’nin
duvarı kerpiç
B
AŞKA bir haberimizde de
yer vermiştik ya, ABD
menşeli bir kuruluş
olan Freedom House,
Türkiye’deki basın özgürlüğünden kaygılı olduğunu söylemiş. Ah ne
de güzel söylemiş, bizimkilere can geldi…
>> Freedom House, Türkçe karşılığıyla Özgürlük
Evi, raporunda belirtildiği
üzere “Türkiye’de basın
özgürlüğünden kaygı duyduğunu” bildirmiş. Ancak
bu bildiriye Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu’nun verdiği
“Türkiye’ye dönük bir algı
operasyonu yapılıyorsa, hepimizin buna ortak bir tepki
vermesi gerek” şeklindeki
cevabı, ABD Dışişleri Bakanlığı
Sözcü Yardımcısı Marie Harf
tarafından sert (!) şekilde de
karşılık bulmuş. Harf’e göre
öyle bir algı operasyonu yokmuş. Öyle ya, biz yazmıyoruz,
The Economist yazıyor “İkinci
Gezi’den kurtuluş yok” diye.
Her şey ortada, algı değil,
direkt operasyon var.
Ayrıca çok ilginç bir detay
dikkatimizi çekiyor. Söz konusu kuruluş olan Freedom
House’den bahseden medyamız, bu kuruluşa özellikle bir
nitelik atfediyor: “Bağımsız”.
“ABD’li bağımsız araştırma kuruluşu” filan şeklinde verilen
Freedom House haberlerinin
dahi nasıl bir “algı operasyonu” içerdiğini görmezden
gelmek imkânsız. Neden bizde
hiçbir şey “bağımsız” değil?
“Heykel destek üstünde,/
Benim ruhum desteksiz…”
Kinayesi paralel
Ö
NCE haberin kendisini verelim: “Tayland Başbakanı Yingluk Şinavatra, devletin üst kademelerinde keyfî tayinler yaptığı suçlamasıyla dün
mahkeme karşısına çıktı. Uzmanlar bugün karara bağlanacak davada
başbakanın görevinden uzaklaştırılacağı tahmininde bulunurken, planlanan geniş katılımlı eylemlerin ölümlere yol açmasından korkuluyor.
>> Son aylarda yükselen
hükümet karşıtlığı nedeniyle
zor günler yaşayan Güneydoğu
Asya ülkesi Tayland’da Başbakan Yingluk Şinavatra görevini
kötüye kullanmakla suçlanıyor.
Hakkında yoğun yolsuzluk
iddiaları da bulunan Başbakan Şinavatra, Milli Güvenlik
Kurulu’na başkanlık eden Tavil
Pliensri’nin görevden alınması
sürecinde partisi ve yakın akrabaları adına siyasî çıkar gözettiği suçlamasıyla dün Anayasa
Mahkemesi karşısına çıktı…”
belirttiği gibi “Belli ki bir yolsuzluk var”…
Haberin nerede yayınlandığını söylersem kendim bir mide
fesadı geçireceğim, hem size de
“Yine mi?” dedirterek kendime
laf ettirmek istemem.
Başbakan Şinavatra Anayasa
Mahkemesi’nde yargılanacak
ve “uzmanların görüşlerine
göre” büyük ihtimalle “görevinden uzaklaştırılacak”: Bu “uzmanlar” büyük olasılıkla paralel
medyanın yazarları oluyor
bizde. Zaten buradaki AYM
Başkanı da keyiflendirdi zat-ı
şahaneleri. Nihayet istenen ne?
“Başbakan’ın alınması…”
Arkadaşlar bol kinayeli, sözleri meclisten dışarı (!) haberlere
imza atmaya devam ediyorlar.
Dünyadaki her başbakan istifası, her yolsuzluk haberi, her rüşvet suçlaması bu arkadaşların
manşetinde patlıyor. Muhterem
büyüklerinin BBC ekranlarında
İlle de bu çabayla yapılan
haberlerin yoğunluğu öyle bir
boyutu aştı ki, hani Süleyman
abilerle dalsak boy veremeyiz,
o şiddette. Haberi öne aldık
ki tek tek Türkiye’de nelerin
olmasını istediklerini rahatlıkla
çıkarabilelim.
Haberin daha ilk cümlesi
“keyfî tayinler” konusuna atıf
yapıyor: “Paralel abileri eski
yerlerine getirin…”
Yine habere göre uzmanlar,
hükümet protestolarında ölüm-
lerin olmasından endişeleniyorlarmış: Geldi dayandı kapımıza
Gezi değil mi? The Economist
abiniz sayesinde parolayı da
aldınız; e bundan sonra ölümlerden “kaygı” duymakta ısrar
edebilirsiniz. Ancak Allah’ın da
bir hesabı var.
Habere göre son aylarda hükümet karşıtlığı büyüyormuş:
Daha ne olsun, kutsal ittifaka bir
de siz katıldınız milyonlar aşan
tirajınızla…
Başbakan Şinavatra, görevini
kötüye kullanma ve yolsuzlukla suçlanıyormuş: Aslında
habere dikkat edersiniz, Şinavatra sadece “görevi kötüye
kullanmakla” suçlanıyor, fakat
bizimkiler yolsuzluğu da kaktırıveriyor araya. E haliyle, yoksa
nasıl haberi denk düşürecek,
bu konuda nasıl daha anlaşılır
olabilecekler?
Ben bunların haber biçimlerinden de, haberlerinden
bezdim; başka şeyler yapmak
lazım…
mayıs 2014
27
haberajanda
Kapak
Ahmet Turgut*
[email protected]
Yine o yüce günde
Kâbe’deki tüm putlar Nübüvvetin eliyle teker teker kırılmıştı. Günahkârla değil, günahla uğraşan Güzel Ahlâkın
Sahibi (s.a.v.), müşriklerle hesaplaşmak yerine şirkle, yani
bölünmüşlüğün, çirkinliğin ve
bâtılın kaynağıyla hesaplaşmıştı. Derdinin sadece kadro
farklılığı olmadığını gösterirken, bir yandan da kitleleri
doğru yoldan uzaklaştıran
sebeplerle mücadele edilmesi
gerektiğini her devrin Müslümanlarına ödev olarak bıraktı.
***
Gönüllerin hakikate açılmasının yolu barış, huzur, emniyet ve merhamet ortamı istiyor. Bir başka ifadeyle, gönüllerin birbirine ısınabilmesi ve
kalplerin açılabilmesidir “asıl
fetih”. Haliyle “fatih” kavramımız da buna bağlı olarak kendi
mecrasına oturabilmekte…
***
Bugün farkında olarak veya
olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım” sözcüğü, vahyin
kastettiği manalar itibariyle
bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek bir “fatih”
kelimesinin asıl/yüksek
manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri aşacak,
gönülleri birbirlerine açacak
ve açılımlarını nihayete erdirebilecek olanlardır.
28
mayıs 2014
Unutulan
“Fetih”
*https://twitter.com/ahturgut
*https://www.facebook.com/AhmetTurgut.Official
mânâlarıyla ve “Fatih”
H
ER yıl 30 Mayıs vesilesiyle İstanbul’un
fethini yâd edip Ulubatlı Hasan’ın indinde tüm şehitlerimizi yâd eder, başlı başına bir azim sembolü olan gemilerin karadan yürütülmesini ve Fatih
Sultan Mehmed’in kendi asrını aşan
dâhi vizyonunu hatırlar ve de çağ açıp çağ kapayan nesillerin torunu olmanın hazzını ve o günlerden şu an uzak
kalışımızın burukluğunu iç içe yaşarız.
Benzer şekilde, Ağustos ayının
sonuna denk gelen Malazgirt’imiz
vardır. Bu zaferi, Anadolu’nun fethi bahislerinin başlangıcı sayarız.
Takvimlerden takip etmesek dahi
daha nice fetihlerimizi dem be
dem yâd etmeye çalışır, Osmanlı ve
Selçuklu’nun da dışına çıkarak Selahaddin Eyyûbi ile Kudüs’ün fethini
yaşar ve tüm bu fetihleri yenilemek
isteriz. Adım adım geçmişe doğru
ilerleyince nihayet tüm fetihlerin
sembol ismini de hatırlarız: Son
vahyin kalbi olan Mekke’nin fethini...
Evet, nice fethe rol model olmuş-
tur Mekke’ninki. Peki, nedir asırlar
boyunca onu tüm fetihlerin önünde
tutan?
Akla gelen ilk seçenektir belki
de, Resûlullah (s.a.v.), fetih sonrasında her türlü şart kendi lehine
dönmüşken bile düşmanlıkta sınır
tanımayan Kureyşli müşrikleri cezalandırmak yerine affetmişti. Zira O,
şehirleri değil, gönülleri fethe çıkmış
bir Rahmet Abidesi idi.
Ve azatlı, azadın
haberini verir
O gün Kâbe’ye uzanan kapıları
açmış ve Allah’ın Evini müminle-
mayıs 2014
29
haberajanda
Kapak
rin mümince haccedebilecekleri hale getirmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in emriyle
Beytullah’ın üzerine çıkan Habeşli Bilal,
Ezan-ı Muhammedî’yi okumuş, Allah’tan
yüce hiçbir şeyin olmadığını söyleyerek insanları Son Nebi’nin yolunda felaha çağırmıştı. Bu olayla birlikte görüldü ki, o yüce
Fetih Günü, Kâbe’nin üzerinde insanları
kurtuluşa çağıran kişi sadece azatlı bir köleydi. Şanı nebiler ve ayetlerle yücelenmiş
olan Allah’ın Evi, o gün özgürlüğünü her
30
mayıs 2014
manada kazanmış insanın ayaklarının altındaydı. Sadece bu sahne bile akledebilen
insanlar için nice mesajlar verebilmekte.
leleri doğru yoldan uzaklaştıran sebeplerle
mücadele edilmesi gerektiğini her devrin
Müslümanlarına ödev olarak bıraktı.
Yine o yüce günde Kâbe’deki tüm putlar Nübüvvetin eliyle teker teker kırılmıştı.
Günahkârla değil, günahla uğraşan Güzel
Ahlâkın Sahibi (s.a.v.), müşriklerle hesaplaşmak yerine şirkle, yani bölünmüşlüğün,
çirkinliğin ve bâtılın kaynağıyla hesaplaşmıştı. Derdinin sadece kadro farklılığı
olmadığını gösterirken, bir yandan da kit-
Barışta aranan “Feth-i
Mübin”
Peki, Kur’an’ın indinde diğerlerinden ayrı
olan bir fetih var mı?
Fetih Sûresi’nin birinci ayetinde geçen “Feth-i Mübin” tabiri, Peygamber
Efendimiz’e (s.a.v.) nasip edilen “apaçık bir
KUR’AN’DA ALLAH İÇİN İKİ YERDE BU KÖKTEN GELEN KELİMELER KULLANILMIŞ: İLKİ ARAF SÛRESİ 89. AYETTE GEÇİYOR VE O’NUN “HAYR’ÜL-FÂTİHİN”
OLDUĞU BİLDİRİLİYOR. YANİ “FATİHLERİN EN HAYIRLISI”… BU TAMLAMA
SAYESİNDE ANLIYORUZ Kİ, ALLAH YEGÂNE FATİH DEĞİLDİR. LAKİN TÜM
FÂTİHLER İÇERİSİNDE EN HAYIRLI OLANIDIR. YİNE AYETİN TAMAMINDAN BAKILINCA “FATİH” KELİMESİNİN, HAK İLE BÂTILIN ARASINI AÇAN, YANİ “HAKKI
ORTAYA ÇIKARTAN” MANASINDA KULLANILDIĞINI DA GÖREBİLİYORUZ.
toprağın/beldenin alınmasını fetih sandık.
Olabilir mi? Öyleyse öncelikle Rabbin adıyla okunması emredilen Kitaba dönelim…
El-Fettâh
Kur’an’da Allah için iki yerde bu kökten
gelen kelimeler kullanılmış: İlki Araf Sûresi
89. ayette geçiyor ve O’nun “Hayr’ülFâtihin” olduğu bildiriliyor. Yani “Fatihlerin En Hayırlısı”… Bu tamlama sayesinde
anlıyoruz ki, Allah yegâne fatih değildir.
Lakin tüm fâtihler içerisinde en hayırlı
olanıdır. Yine ayetin tamamından bakılınca “fatih” kelimesinin, hak ile bâtılın arasını
açan, yani “hakkı ortaya çıkartan” manasında kullanıldığını da görebiliyoruz.
“Fatih” kelimesinin mübalağalı, kâmil
hali olan “El-Fettâh” İsm-i İlahîsi ise Sebe
Sûresi 26. ayette geçiyor. Diyanet İşleri’nin
tercümesi aynıyla şöyle: “De ki; Rabbimiz
hepimizi kıyamet günü bir araya toplayacak,
sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, gerçeği apaçık ortaya koyandır (ElFettâh) ve hakkıyla bilendir (El-Alîm).”
Açmak ama neyi, neye?
İsterseniz Rabbin anlattığı fetih kavramı
üzerinde derinleşebilmek için şimdi de aynı
kelimenin anayurduna uzanalım, Arapçaya…
fetih” durumundan bahsediyor. Ama böylesi bir fetih, cephede kazanılmış bir zafer
için değil, bir barış ânı için söyleniyor: Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı an…
Üzerinde durup fikredilmesi gereken bir
inceliktir bu. Evet, tüm fetihler içerisinde
en temiz ve en şanlı olan Mekke’nin fethi
bile Kitabın özel saydığı fetih değildi. Neden acaba?
Belki de bizler, “fetih” kelimesini Rabca
okumak istemediğimiz için, herhangi bir
Erbabına malumdur, “feth” kelimesi
Arapça orijinaliyle “açmak, açış” manasına
gelir. Araplar, bir suyun gözeden çıkıp hedefine doğru, hiçbir engele takılmaksızın ilerlemesine de bu yüzden “feth” derler. Kelime
“maddî sahada kapalı olanı açmak” kabilinden manalara sahipken, manevî/ruhsal alanda aklın, iradenin, vicdanın ve özellikle de
kalbin hakikate açılmasını ifade eder. Kitabın önsözü mahiyetindeki Fatiha’ya“Kur’an’ı
açan sûre” denilmesi de bu yüzdendir.
Bu kelimeye Peygamber Efendimiz’in
(s.a.v.) uygulamaları perspektifinden bakınca, tebliğin insanlara ulaştırılmasının
önündeki kapalı kapıları açtığı için, askerî
zaferler için de “fetih” olarak anılageldiğini
görürüz. Buradan hareketle “Tebliğcinin
giremediği ve/veya kovulduğu yere ordu
girer” ilkesi belirmiştir.
Açılım: Bir fetih hazırlığı
Kördüğüm olmuş ihtilafların isabetli hükümlerle aşılmasına/açılmasına da “fetih”
denilir. Buradaki anlam, gönülleri yekdiğerine kapalı olan kitleleri adil hükümler
çerçevesinde birbirlerine açabilmeyi vazeder. Evet, Kitapta geçen “Feth-i Mübin” ve
“Hayr’ül-Fâtihin” tabirlerinin irfanî kokusu
tam da bu mana üzerinden gelmektedir.
Bedir, Hendek, Mûte ve sair zaferlere yahut
Hayber’in, Mekke’nin fetihleri yerine sulh/
selamet akdi olan Hudeybiye Antlaşması’na
“apaçık bir fetih” denilmesi burayla ilgili olmalı.
Ve yine anlıyoruz ki, gönüllerin hakikate
açılmasının yolu barış, huzur, emniyet ve
merhamet ortamı istiyor. Bir başka ifadeyle,
gönüllerin birbirine ısınabilmesi ve kalplerin açılabilmesidir “asıl fetih”. Haliyle “fatih” kavramımız da buna bağlı olarak kendi
mecrasına oturabilmekte…
Fethinde hayır vesilesi olan fatihler, kendilerini ve diğer insanları iyi-güzel-doğru
olana, kısaca rahmâniyete açanlardır. Onların en büyük emareleri ise, evvelkilerin kördüğümlerini çözen ve kitleleri birbirlerine
ısındırabilen insanlar olmalarıdır. Ez-cümle: Bugün farkında olarak veya
olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım”
sözcüğü, vahyin kastettiği manalar itibariyle
bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek
bir “fatih” kelimesinin asıl/yüksek manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri
aşacak, gönülleri birbirlerine açacak ve açılımlarını nihayete erdirebilecek olanlardır.
Elbette gayret samimî niyet sahiplerinin,
akıbet ise En Güzel İsimlerin Sahibi ve ElFettâh olan Allah’ın elindedir.
mayıs 2014
31
haberajanda
Analiz
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
Tarihinde kale geleneği olmayan bir
milleti kapalı topluma
dönüştürmeye çalışanlar başaramadılar.
Eski Türkiye ile yeni
Türkiye arasındaki farkı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla
açık toplum arasındaki
farkı da göremiyorlar.
Onun içindir ki, eski
Türkiye’yi özleyen
Beyaz Türklerin arkasında saf tutuyorlar.
***
Bugünkü sivil siyaset liderliğinin de Beyaz Türklerin bu siyasî
hayatından çıkaracağı
dersler vardır. Eğer AK
Parti iktidarı, gücün
cazibesine kapılarak
milletten büyük bir
kopuş yaşarsa, gereken ders çıkarılmamış
demektir. Bunun için
ne yapmak lazım?
Ülkenin insan kaynaklarını “Bendendir”
veya “Sendendir” ayrımı yapmadan, liyakatlerine göre kullanmak
gerekir. Devlete yapılan istihdamda bir cemaatten kurtulurken
başka bir cemaatin
kucağına düşme tehlikesine de azamî dikkat
gösterilmelidir.
32
mayıs 2014
Türkiye, 21’
parlayan yı
K
İM ne derse desin, Türki-ye’nin siyasal tarihinde, 2002 - 2014 yılları
arasın-daki 12 yıllık zaman dilimini zihinsel kölelikten kurtuluşun
başlangıcı olarak görüyorum. Belki de tarihçiler bu dönemi, tarihin
“nesnesi” olan bir Türkiye’den “öznesi” olan bir Türkiye’ye geçiş
olarak da yazacaklar. Hükümet kanadında siyaset yapanlarsa 2000
yılından önceki Türkiye’yi “eski”, sonrakini ise “Yeni Türkiye” olarak
tanımlıyorlar. Bu tanımlama, biraz da “Yeni Türkiye”nin oluşumunda
sivil siyasî liderliğin payını ima etmek için tercih ediliyor. Doğrusunu
söylemek gerekirse, buna kimsenin bir itirazının olacağını sanmıyorum.
>> Yenik düşmüş bir medeniyetin çocukları olarak 80 yıldan beri başımızdaki “Beyaz Türklerin”
bizleri nasıl bir zihinsel köleliğe mahkûm ettiklerini daha yenilerde görmeye başladık. Zihinsel
köleliği içselleştirerek bir hayat tarzı haline getirmiş olan nice insanlar var ki içinden geçtiğimiz
süreçleri hâlâ idrak edememekte, eski Türkiye’ye
dönmeyi büyük bir özlemle istemektedirler. Acaba eski Türkiye’ye özlem duyan ve hatta onu fetişleştiren bu insanlar kimler? Bunların büyük bir
kısmı, 1930’lu yılların resmî ideolojisine yaslanarak kurdukları oligarşik iktidarlarını kaybedenlerdir. Rahatsızlıklarının esas sebebi budur.
Türkiye, yaklaşık on yıl öncesine kadar Batı’nın
ve ABD’nin dümen suyunda kişiliksiz bir iç ve dış
politika takip eden ülkelerden biriydi. Hatırlayınız o günleri, okyanus ötesinden ABD öksürse
Türkiye burada nezle oluyordu. Cumhuriyet’in
kuruluşundan beri Batı’ya ve ABD’ye bağımlılığı
bir “varlık” gerekçesi haline getirmiş ve devletin
kılcal damarlarına kadar girmiş olan Beyaz Türklerin halkı aşağılamalarından bıkmıştık.
Selçuklu ve Osmanlı Devletlerimizin mirası
üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir avuç
“Beyaz Türk”ün ve Levanten ailelerin kontrolün-
de daha nereye kadar gidebilirdi? Bir insan ömrü
kadar kısa bir zaman diliminde, Beyaz Türklerin
oligarşik iktidarlarının son bulmasına şahit olunca gözlerimize inanamadık. Meğer bütün mesele,
sivil siyasetin her türlü vesayetten uzak kalarak
devletin kurumlarını yönetmesiymiş. Topluma bir
güven geldi ve önü açıldı. Kapalı toplum yapısından açık topluma yapısına bir yumuşak geçiş oldu.
En sonunda fıtratımıza uygun olana, yani aslımıza
dönüştük.
Tarihinde kale geleneği olmayan bir milleti kapalı topluma dönüştürmeye çalışanlar başaramadılar. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla açık
toplum arasındaki farkı da göremiyorlar. Onun
içindir ki, eski Türkiye’yi özleyen Beyaz Türklerin
arkasında saf tutuyorlar.
Dert belli, İslam düşmanlığı…
Beyaz Türkler, içselleştirdikleri Batılı hayat
tarzları ile sanki medeniyetimizin inşa ettiği insanlar değillerdi. Gerek Batı’nın, gerekse onların
ülkedeki insan kaynağı olan Beyaz Türklerin bilinçaltında bir İslam düşmanlığı, en hafif şekliyle
bir İslamofobi yatmaktaydı. Hiç kimseyi durup
inci yüzyılın
ldızı olacaksa..
AK Parti’nin 12 yıllık iktidarı göstermiştir ki, ülkeye hizmet verilmesi ve toplumda önemli zihniyet değişikliği yaratılmasında sadece konjonktür etkili olmamış, sivil siyaset kurumunun önderliği de bu konuda büyük rol oynamıştır. Hatta “Bütün bunlar tamamen sivil siyasetin liderliğinde yapılmıştır” da denebilir.
mayıs 2014
33
haberajanda
Analiz
dururken suçlama niyetim yok; kaldı ki,
hiç kimse tercih ettiği bir hayat tarzından
dolayı da kınanamaz. Herkes yaşadığı hayatın faturasını zaten öbür dünyada önüne
koyulduğu zaman görecek. Bizim acele
etmemiz fazla bir şeyi değiştirmiyor zaten.
Benim burada vurgulamak istediğim ve hiç
de kabullenmek niyetinde olmadığım şey,
birtakım insanların çıkıp da kendilerini
Türkiye’nin sahibi olarak görmeleri, halkı
yönetmek üzere Tanrı tarafından seçildiklerini sanmaları, halka yukarıdan bakmaları ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanları
yok saymalarıdır.
Hem bu ülkenin sahibi olduğunuzu
iddia edeceksiniz, hem yaşadığınız hayatın içinde bu coğrafyaya damgasını vuran
Müslümanlığa ait hiçbir kırıntı olmayacak
ve hem de -daha da kötüsü- Gerçek Vahyin en büyük düşmanı kesileceksiniz. Kusura bakmayın, ama bu yaman çelişkiyi kıyamete kadar sürdüremezsiniz. Bu durum,
ancak farklı din, kültür ve ideolojilerin inşa
ettiği insanlar arasındaki bir çelişkiye tekabül eder ki, işte bu noktada iktidar mücadelesi ve çatışma kaçınılmaz olur.
Batılıların ve içimizdeki Beyaz Türklerin
ortak özelliklerini bir kere daha vurgulama
gereği duyuyorum: İkisinin de bilinçaltında İslam düşmanlığı ve İslamofobi yatıyor.
Kafasının arkasında böyle bir fikir taşıyan
ve zaman zaman da bunu bir eylem planı ile hayata geçirmeye çalışan insanların
beni yönetmesini isteyecek kadar ahmak
değilim. Ne yazık ki, ülkemin Müslüman
halkı uzun bir süre, kendilerini aşağılayan bu insanlara hizmet etmeyi “devlet
hizmeti” zannetmişlerdir. Oysa bu Beyaz
Türkler, Türkiye’yi küresel güçlerin zengin
bir pazarı haline getirerek tarihin nesnesi
yapmışlardı. Bu öyle bir zihinsel kölelikti
ki, Türkiye insan kaynaklarının ve tarihî
misyonunun bile farkına varamıyordu.
Belki birçoğumuz haklı olarak “O günkü
şartlar böyle gerektiriyordu” diyebilir, ama
öyle bir siyasal sistem kurumuştu ki sistemi kuranlar, “Bu sistem kıyamete kadar
böyle gidecek” diyorlardı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye zihinsel bir köleliğe
mahkûm olmuştu.
Beyaz Türklerden
çıkarılacak dersler var
Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlayan ve
giderek devlet içindeki hâkimiyetleri artan
“Beyaz Türkler”, bir gün gelip de kurdukları hegemonyanın yıkılacağını hiç hesap
34
mayıs 2014
Burada vurgulamak istediğim ve hiç de kabullenmek niyetinde olmadığım
şey, birtakım insanların çıkıp da kendilerini Türkiye’nin sahibi olarak görmeleri, halkı yönetmek üzere Tanrı tarafından seçildiklerini sanmaları, halka yukarıdan bakmaları ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanları yok saymalarıdır.
edemediler. Neden hesap edemediler?
Kendilerini devletle özdeşleştiren bu grup
devlete öyle yerleşmişti ki, sahip oldukları
gücün kaybolması ancak devletin yıkılması
ile gerçekleşebilirdi. Bu güçlerinin dolayısıyla devlet-i ebed müddet olacağını sanıyorlardı.
Bugünkü sivil siyaset liderliğinin de Beyaz Türklerin bu siyasî hayatından çıkaracağı dersler vardır. Eğer AK Parti iktidarı,
gücün cazibesine kapılarak milletten büyük bir kopuş yaşarsa, gereken ders çıkarılmamış demektir. Bunun için ne yapmak
lazım? Ülkenin insan kaynaklarını “Bendendir” veya “Sendendir” ayrımı yapmadan, liyakatlerine göre kullanmak gerekir.
Devlete yapılan istihdamda bir cemaatten
kurtulurken başka bir cemaatin kucağına
düşme tehlikesine de azamî dikkat gösterilmelidir.
Bugün itibariyle Türkiye’nin sağlam bir
sivil siyasal sisteme kavuşturulduğunu söylemek mümkün değildir. Sağlam bir sistem
kuramazsanız, ülkeyi kaygan bir zemin
üzerinde tutmaya çalışır ve çok zorlanırsınız. Ne yazık ki sivil siyaset liderliğinin ta
başta yaptığı hata, 12 yıllık iktidar sürecinin sonuna kadar devam etmiş ve Türkiye
kaygan bir zemin üzerinde bırakılmıştır.
Bu bağlamda Türkiye’nin siyasal sorunlarının çözümünde çok ciddi yöntem hataları yapılmıştır. “Bu yöntem hatası nedir?”
derseniz, sivil siyasetin Türkiye’de sağlam
bir sistem kurmayı birinci öncelik olarak
belirlememesidir.
21’inci yüzyılın Türkiye’sinde istikrarlı,
dinamik ve değişen dünya şartlarına uyum
sağlayabilen bir sivil siyasal sistem tesis
edilemediği sürece tali sorunların çözülmüş olması fazla değer taşımamaktadır.
Ne yazık ki 12 yıllık AK Parti iktidarı, sivil
siyasal sistemin ana sütunlarından biri olan
“sivil anayasa” konusunda başarısız olmuştur. Bu anayasa yapılamadığı müddetçe,
Türkiye kaygan bir siyasal zemin üzerinde
durmaya devam edecektir. Tabiî ki toplum
da diken üstünde gergin bekleyişini sürdürecektir.
Bugün için Hükümet ve Başbakan
Erdoğan’ın ülkede yegâne istikrar unsuru
olarak görülmesi, elbette onlar açısından
siyasî bir başarıdır, ama sağlam bir sistemin temelleri atılmadığı müddetçe, bu
durum gelecek için endişe vericidir. Eski
Türkiye’yi özleyen statükocuların bulacakları dış destekle -ki bu destek en küçük bir
tökezlemede gelecektir- Türkiye’de yeniden ekonomik ve zihinsel köleliğe dönülebilir. Allah korusun, Mısır’daki gibi bir
geriye dönüş, Türkiye’nin uzun sürecek bir
köleliğe yeniden dönüşü olacaktır. Böyle
bir şeyi düşünmenin ve akıldan geçirmenin
bile bugünkü Türkiye için bir “hakaret” gibi
algılanacağını biliyorum, ama buranın da
daha düne kadar ipleri dışarıya bağlı bazı
generallerin ülkesi olduğunu unutmayın.
Yine unutmayın ki, Ortadoğu coğrafyasında etkin olan küresel güçlerin yedekte
ve pusuda beklettikleri General Sisi’leri
hiç eksik olmayacaktır. Küresel güçlerin
askerler arasından özenle seçip ülkelerinde eğittikleri ve bazı konularda kendilerine
benzettikleri generallerin nesli henüz tükenmemiştir.
AK Parti’nin 12 yıllık iktidarı göstermiştir ki, ülkeye hizmet verilmesi ve toplumda
önemli zihniyet değişikliği yaratılmasında
sadece konjonktür etkili olmamış, sivil siyaset kurumunun önderliği de bu konuda
büyük rol oynamıştır. Hatta “Bütün bunlar tamamen sivil siyasetin liderliğinde
yapılmıştır” da denebilir. Oysa Türkiye’de
siyaset kurumu 1960 yılından beri, yani
yaklaşık 50 yıldır birileri tarafından bilinçli
olarak aşağılanmış, tokatlanmış ve değersizleştirilmişti. Türkiye’nin bundan sonra
ortaya çıkabilecek ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal sorunlarının çözülmesinde
de yine sivil siyasetin önderliğine ihtiyaç
duyulacaktır.
Türkiye’nin bütün insan kaynakları,
maddî ve manevî dinamikleri kullanılarak
altyapısı güçlü bir sistem oluşturmak gerekliliği ortadadır. Sosyal ve siyasal olayların, içinde insan psikolojisi de dâhil çok
sayıda parametreye bağlı olması sebebiyle
yeterince açık bir “gelecek öngörüsünde
bulunmak” mümkün değildir. Ama ben,
anayasa değişikliği ile kurulacak bir sivil
siyasal sistemin Türkiye’yi 21’inci yüzyılın
parlayan yıldızı haline getireceğini söyleyebilirim.
mayıs 2014
35
haberajanda
Analiz
Servet Hocaoğulları
[email protected]
TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN GELECEK
Erdoğan, Fransız ve Rus
devrimleri başta olmak üzere yüz yıl önceki dünyada
gerçekleşen devrimlerin ve
arkasından gelen ulusçuluk
formunun ortaya çıkardığı
sorun, yara, açmaz, çukur,
çelişki, acı, trajedi ve arayış
zamanlamasında, aramızda
bir “başbakan” hüviyetiyle
mevcut. Örneğin Mustafa
Kemal Atatürk, imparatorluk
bakiyesi üzerinde ulus devlet
oluştururken, kendini tarihî
bir eylem (devrim) içinde
bulan “zamanı gelmek” liderlerinden biridir ve o zamanda
devrim liderleri gibi bir tercihte bulunmuştur: “Zaman(ım)
geldi!”
***
Ancak o zamandan bu zamana çok şey değişti. Öyle
ki, o zamanlarda yapılan
birçok şeyin ortaya çıkardığı
etnik sorunlar, dinî krizler
ve siyasî linçler, gün geldi bir
çözümsüzlük listesi içinde
yer aldılar. Mustafa Kemal,
İmparatorluk’tan kalan çok
şeyi çözmenin yanı sıra, “zamanı gelmek” mastarının kuralına uymadan yapılmış bazı
uygulamaların da açtığı yaraları geleceğe bıraktı. Mustafa
Kemal’den sonra Erdoğan’a
kadar kimse (liderlik madalyası takılan kişi), zamanı gelmek
kuralını -fırsatını yakaladığı
halde- değerlendiremedi. Kim
bilir, belki de zamanı gelmemişti. Ancak bugün bu imkân,
Erdoğan’ın içinde olduğu bir
vakitte ve onun etrafında
dolaşarak çağrıda bulunuyor:
“Zamanı(n) geldi!”.
36
mayıs 2014
I
Kİ kişiden biri Recep Tayyip Erdoğan’a oy veriyor, onu seçiyor veya verdiği vekâleti yineliyor.
İki kişiden bir diğeri de Erdoğan dışında başka
parti başkanlarına oy verenler olarak paylaşılıyor. Şimdi basit bir soru soralım: İki kişiden biri
Recep Tayyip Erdoğan’ı “lider” olarak mı onaylıyor? Recep Tayyip Erdoğan hangi liderlik tanımı veya
liderlik kriterlerine uygun bir onayı temsil ediyor? Bu
soruya/ soruna vereceğimiz cevapla Türkiye’yi bekleyen
gelecek arasında direkt bir bağ/etkileşim var.
>> Daha önceki yazılarımızla iyice temellendirmiş olduğumuz üç özne, üç alan ve üç
imkân denkleminden yola çıkarak bu soruya/ soruna yaklaştığımızda, Türkiye’yi bekle-yen
gelecek senaryolarını seçeneklendirmek veya çeşitlendirmek
durumundayız.
Lider profillerinde
Erdoğan
Örneğin toplum olarak, doğal alandan başlayarak gelecek
senaryoları yazdığımızda din,
kültür ve ideoloji ölçeklerindeki durumumuzu ve özne
tarafları arasındaki iletişim ve
etkileşim kodlarının geleceğe
neler sunduğunu ortaya koymak zorundayız. Bu bağlamda
“Türkiye’yi bekleyen gelecek”
diyerek toplum dinamiklerimizi ve üç özne taraflarının
birlikte nasıl bir gelecek kurguladıklarını kastetmiş olacağız.
Bu noktada Erdoğan’ın liderliği, ancak ne kadar “doğal (alan)
lider” olduğuna ilişkin tespitleri
içerecek.
Erdoğan’ı “doğal alan lideri” olarak sunmak, bu ülkenin
tarih boyunca seyreden din,
kültür ve ideoloji ırmakları-
nın adeta denize dökülmeden buluşması gibi, bir isimde
varlığını güvende hissetme
üzerine oluşan bir “millî lider”
tanımlaması yapmak demektir.
Doğrusu Erdoğan’ın “millî bir
lider” olup olmadığı da tam anlamıyla “millî bir mesele”dir ve
bu konu “millî karar” gerektirir.
Bir başka anlamda Erdoğan’ın
milli lider olması, milli vicdanda karar kılınacak bir statüdür;
kişisel olarak bir yargıda bulunmam doğru olmaz...
Erdoğan’ı “sivil (alan) lider”
olarak tanımlamakla doğal
alanda -özü itibariyle- sivil
birey olmaktan başlayarak zamanla sivil alandaki -en azından- birden fazla örgütün ortak sözcüsü olma kurgusuyla
devam eden ve resmî alanda
da “sivil” kalabilen bir öncülüğü
tarif etmiş olacağız. Erdoğan’ı
bu tarife uygun lider kabul
eden hatırı sayılır bir kitle var.
Erdoğan Türk siyasi hayatının
gördüğü ve halkın özünü gördüğü “özü sözü bir, sözde değil
özde sivil” bir lider.
Bir parti genel başkanı ve
resmî alanda bir başbakan olma
performansı içinde kabul edilen “politik lider” kategorisinde
Erdoğan’ın liderliği 30 Mart
yerel seçimleriyle sadece tekrarlanmış değil, aynı zamanda bu
konudaki tartışmaları bir daha
açılmayacak netlikte hükme
bağlamıştır. Erdoğan, bu toplumun bugüne değin gördüğü
“on numara” politik liderdir.
Ancak tüm bu lider tanımları
dışında, “Türkiye’yi bekleyen
geleceğin” lideri olmak gibi
başka bir seçenek ve nitelikli bir
tarif daha var. Bir anlamda bu
seçenekle “Erdoğan millî lider
midir?” tartışmasının odağından açılacak bir “tarih pergeli”
ile Erdoğan’ın liderliğinin gerçek kategorisi ve gerçek liderlik
nitelemesi ona, tarihe ve vicdana teslim edilecektir. Daha açık
söyleyelim: Erdoğan’ın liderlik
kategorisi sivil lider, milli lider,
politik lider profilini aşan, etki
alanı bu tanımları geride bırakan özellikler taşımaktadır.
Peki ama bu liderlik nasıl bir
liderliktir?
Bir paradoks
mevcut
Türkiye’nin geleceği için
bu “beklenen liderlik” tarifi ve
iltifatı hayatî bir öneme sahiptir. Daha açık söyleyelim:
Erdoğan’a bu liderlik formatı
hatırlatılmaz ve hakkı teslim
edilmezse, o zaman Türkiye’yi
bekleyen bir gelecekten değil
de Türkiye’nin, Recep Tayyip
Erdoğan’ın liderliğini bekleyeceği bir gelecekten bahsediyor
olacağız. Aslında -dürüst olmak gerekirse- bu noktada kaçınılmaz bir durumumuz var:
Türkiye’yi bekleyen gelecek ile
Erdoğan’ın liderliğinde gelişecek
gelecek arasında “tavuk-yumurta”
ikilemini hatırlatan bir paradoks
mevcut.
“Erdoğan’sız Türkiye” hesabı
yapanlar, ne Türkiye’yi tanıyorlar, ne de “lider” tarifi yapabilecek ufka sahipler. Bu ifadeyi ağır
bulanlara tek şey hatırlatabiliriz:
Erdoğan’ın ağırlığını tartabilecek
analiz kantarınız yok!..
Dikkat edilecek
seçenek
Türkiye’yi bekleyen gelecek
senaryoları içinde beni en çok
tedirgin eden metin, Erdoğan’ın
kendini tartarken çıktığı analiz kantarları içinde bir seçeneği
unutmasıdır: “Zaman(ın) lideri”...
Zaman(ın) lideri tanımının bir
diğer okuma biçimi de “zamanı gelmek” mastarındaki liderlik
şeklindedir. Erdoğan “beklenen”
değil, “zamanı gelmek” liderliği
içinde bir fırsatı, “Şimdi zamanı!”
çağrısı içinde de diğer bir fırsatı yakalamıştır. Erdoğan’ın yanı
başından akıp giden bir “zamanı
gelmek” imkânı var ve Erdoğan,
bu imkânın lideri olabilir. Bunun
için de başkasının kendisine verdiği “liderlik madalyasını” takmak
yerine, bizzat “Hangi zamanın
lideri olmalıyım?” veya “Zamanı
gelmek mastarındaki ‘gelen’i nasıl
tanıyabilirim?” soruları üzerinde
düşünmelidir.
Erdoğan’ın liderlik klasmanının ölçek olarak dünya-küresel
olduğu tespiti bir soruya cevap
vermezsek eğer eksik kalır. O soru
şudur: “Erdoğan’ın liderliği bu
çağda, bu dünyada hangi ‘zamanı
“Erdoğan’sız Türkiye”
hesabı yapanlar, ne Türkiye’yi tanıyorlar, ne de
“lider” tarifi yapabilecek ufka sahipler. Bu ifadeyi
ağır bulanlara tek şey hatırlatabiliriz: Erdoğan’ın
ağırlığını tartabilecek analiz kantarınız yok!
mayıs 2014
37
haberajanda
Analiz
İmparatorluk mirasının sınırları içinde kalan Balkan,
Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında alınan roller ve misyonlar; imparatorluk bakiyesi üzerine kurulu ulus devletin
dinmeyen sancıları olan etnik, dini, kültürel krizleri çözmek
için atılan adımlar, açılımlar ve en önemlisi “zamanı gelmek” bilinci içinde sonlandırılacak küresel inisiyatiflerdeki
“diklenmeden dik duruş” seansları bize Erdoğan hakkında
kurabileceğimiz net bir cümle armağan ediyor: Erdoğan’ın
gelmek’ liderliğidir? Yani “dünya lideri” vurgusunun altını dolduracak kod hangisidir?
Erdoğan’ın liderliğini çözümleyecek “zamanı gelen lider” betimlemesini biraz açalım...
Örneğin, insanlık tarihinde “zamanı gelmek” liderliği listesinin ilk sırasında
“gelen”ler “vahiy alan elçilerdiler”. Ve onlar,
“insan lideri” olarak hafızalarda kaldılar. O
hafızayı taşımanın adı “iman ve kurtuluş”
oldu. Bir anlamda insanın dünyadaki serüveni peygamberlerin liderliği ile başladı. Zamanı geldi; vahiy geldi ve lider elçiler oldu.
Peygamberlerin açtığı fetih yolundan ilerleyerek yol alanlar içinden gün geldi o elçilerin izini süren “medenî liderler” çıktı. Onları
tarih, medeniyetin hafızası olarak kaydetti.
Medeniyet liderleri olarak anılanlar aynı
zamanda toplumların hayat rehberliği için
yöneldikleri model şahsiyetler oldular.
Medeniyetlerin bıraktığı heyecanı taşıyan zamanı gelmiş liderler bu medeniyetin
ruhunu dünyaya yaymak için fetih hareketlerine yöneldiler ve gün geldi imparatorluk
kuran liderler olarak kayda geçtiler.
İmparatorlukların görkemli günleri bir
gün geldi anlam ve toprak parçalanması
yaşadı. Fakat imparatorluktan geriye kalan
topraklarda “yeniden diriliş” müjdesi veren
liderler doğdu. Tarih onları da “ulus kuran
liderler” olarak kayda geçirdi. Bu kaydın
Türkçe karşılığı ise “devrim liderleri” şeklindedir. Bugün siyasî haritada görülen tüm
ulusların liderleri, imparatorlukların bakiyesi üzerinden ulus kuran devrimcilerin
mirasıdır.
Ancak imparatorluk küllerinden ulus
közünü çıkaran liderlerin devrimlerinin
sonunda iki önemli sancı miras kaldı: İmparatorluk hafızası ve ulus devletin içeride
bıraktığı etnik, dinsel ve kentsel krizler...
O zaman “zamanı gelmek” doğasından
mülhem, zamanı gelmiş şu sorumuzu soralım: Erdoğan hangi “zamanı gelmek”
liderliği fırsatını yakalamıştır? Bu fırsatı
38
mayıs 2014
dünya liderliği için “zamanı gelmek” fırsatı onun ellerinde.
Tek yapması gereken ellerini zamana uzatmak!
***
Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet” demekle yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerlere
onunla beraber yönelmeli ve kavuşmalı... Çünkü ellerin
kavuşması ve dünyaya onun liderliğinde uzanması için
“zamanı gelmek” devrede!
değerlendirecek hangi liderlik performansı
içindedir?
Soruyu ağırlaştıralım...Toplum, Erdoğan’ı
hangi zamanın içinde lider sanmaktadır?
Ağırlığı çok az kişinin kaldırabileceği yükte
soralım... İnsan zamana müdahil midir?
Zamanı geldi mi?
Kendi adıma bu yükün altına girerken
tercih ettiğim analiz kantarı, ulusçuluk bakiyesi üzerine zamanı okuyan bir “zamanı
gelmek” liderliği tespitidir.
Bu vurguyu somutlaştırayım: Erdoğan,
Fransız ve Rus devrimleri başta olmak üzere
yüz yıl önceki dünyada gerçekleşen devrimlerin ve arkasından gelen ulusçuluk formunun ortaya çıkardığı sorun, yara, açmaz, çukur, çelişki, acı, trajedi ve arayış zamanlamasında, aramızda bir “başbakan” hüviyetiyle
mevcut. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk,
imparatorluk bakiyesi üzerinde ulus devlet
oluştururken, kendini tarihî bir eylem (devrim) içinde bulan “zamanı gelmek” liderlerinden biridir ve o zamanda devrim liderleri
gibi bir tercihte bulunmuştur: “Zaman(ım)
geldi!”
Ancak o zamandan bu zamana çok şey
değişti. Öyle ki, o zamanlarda yapılan birçok şeyin (atılan adımların, çıkarılan yasaların vs.) ortaya çıkardığı etnik sorunlar,
dinî krizler ve siyasî linçler, gün geldi bir
çözümsüzlük listesi içinde yer aldılar. Mustafa Kemal, İmparatorluk’tan kalan çok
şeyi çözmenin yanı sıra, “zamanı gelmek”
mastarının kuralına uymadan yapılmış bazı
uygulamaların da açtığı yaraları geleceğe bıraktı. Mustafa Kemal’den sonra Erdoğan’a
kadar kimse (liderlik madalyası takılan kişi),
zamanı gelmek kuralını -fırsatını yakaladığı
halde- değerlendiremedi. Kim bilir, belki
de zamanı gelmemişti. Ancak bugün bu
imkân, Erdoğan’ın içinde olduğu bir vakitte
ve onun etrafında dolaşarak çağrıda bulunuyor: “Zamanı(n) geldi!”.
Peki, ne yapmalı? Daha doğrusu, “zamanı gelmek” içinde hangi siyasî kararlar eda
edilmeli? Erdoğan ve Türkiye’yi bekleyen
gelecek hakkında, “zamanı gelmek” liderliği noktasındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi
ötesinde neler bekleniyor? Medenî lider, kurucu lider, imparatorluk liderliği ve devrimci
lider zamanları gelip geçmişse eğer, zamanı
gelmek liderliği hangi liderliktir?
İşte “Türkiye’yi bekleyen gelecek: Recep
Tayyip Erdoğan” bağlamındaki ilk cümlenin yüklemi, tam da bu liderliği anlatmak
durumundadır.
Erdoğan’ın imparatorluk bakiyesi üzerine
kurulu ulus devletler içinde küresel etki alanı olan ve devrim sancılarının kırılgan yapısı en kritik olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
geleceğinde “dünya lideri” olarak kayda geçmesinin nedenleri arasında sivil anayasa ve
cumhurbaşkanlığı seçiminden çok daha öte
bir özellik var: Zamanı gelmek...
İmparatorluk mirasının sınırları içinde
kalan Balkan, Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında alınan roller ve misyonlar; imparatorluk bakiyesi üzerine kurulu ulus devletin
dinmeyen sancıları olan etnik, dini, kültürel
krizleri çözmek için atılan adımlar, açılımlar ve en önemlisi “zamanı gelmek” bilinci
içinde sonlandırılacak küresel inisiyatiflerdeki (Ermeni meselesi, Suriye, Arap Ba-
harı, AB müzakereleri vb...) “diklenmeden
dik duruş” seansları bize Erdoğan hakkında
kurabileceğimiz net bir cümle armağan ediyor: Erdoğan’ın dünya liderliği için “zamanı
gelmek” fırsatı onun ellerinde. Tek yapması gereken ellerini zamana uzatmak!
Unutmayalım ki, Recep Tayyip Erdoğan’ı
anlatacak bir makaleye, hatırata veya kitaba
uzatacağımız eller, ancak Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerleri fark ettiğinde “okumak”
sayılacaktır.
Erdoğan’ı doğru okuyamayanlar, onun
liderliğini ellerinde slogan ve döviz olarak taşımakla yetinmiş olacaklardır. Oysa
Erdoğan bundan çok daha fazlasını hak
edecek ve liderliğine karşı vefa olacak çok
daha fazla uzanacak ellere –haklı ve hakkı
olarak- ihtiyacı var.
Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet”
demekle yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerlere onunla beraber yönelmeli ve kavuşmalı... Çünkü ellerin kavuşması ve dünyaya onun liderliğinde
uzanması için “zamanı gelmek” devrede!
Erdoğan’ı doğru okuyamayanlar,
onun liderliğini ellerinde slogan ve döviz olarak taşımakla yetinmiş
olacaklardır. Oysa Erdoğan bundan çok daha fazlasını hak edecek ve
liderliğine karşı vefa olacak çok daha fazla uzanacak ellere –haklı ve
hakkı olarak- ihtiyacı var.
mayıs 2014
39
haberajanda
Analiz
Yakın tarihimiz
bu tek partili
dönemin zulüm hikâyeleri
ile doludur. Ve
bugün bile bu
hikâyelerin çoğu
olduğu gibi
anlatılmaz, anlatılamaz. Çünkü
örtülü irade,
bugün bile hâlâ
halkın iradesinin
üstündedir. Bu
yüzden bugün
hâlâ kimi arşivler
açılmamış, arşivlerin açılmasından
endişe edilmiş
olmalı ki en yakın
tarihimizin karanlık yönlerinin
aydınlanması
istenmemiştir.
***
Ellerindeki
imkânlar dün
sahip olduklarıyla mukayese
bile edilmeyecek
kadar fazlayken,
bir anlık engelleme için durduk yere Sabih
Kanadoğlu’nun
aklına uymuşlar
ve işte şimdi
“Nasıl yaparız
da Cumhurbaşkanlığı’na
bizim için hizmet
edecek birini seçtiririz?” hesabıyla
uğraşıyorlar. İşleri
gerçekten zor…
***
Bu millet kendilerini tanıyor ve
ortaya attıkları o
kadar kasete rağmen kendilerine
40
mayıs 2014
Bizim siyasî tarihimiz, değişmez parti
genel başkanlarının devlet başkanı
gibi hüküm sürdükleri bir demokrasiye
tanıktır. Bu bakımdan abartıya, yersiz
korkulara, olmaz endişelere gerek yoktur.
Atatürk, İnönü, Celal Bayar ne kadar demokratsa, eğer cumhurbaşkanı seçilecek
olursa Recep Tayyip Erdoğan da o kadar
demokrat olacaktır. Yoksa ille ve özellikle
“Atatürk ve İnönü demokrat değillerdi” mi
diyorsunuz? Yüksek sesle söyler misiniz?
Hem arşivlerin açılması gerektiği halde
açılmadığı o devir hakkında nasıl hüküm
verebilirsiniz ki? Haksızlık edip de laik
dinin ilahlarını kızdırmış olmaz mısınız?
Hem ne demişti Özal? “Alışırsınız…”
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
inanmadı. Hem
öyle inanmadı ki,
eğer AK Parti bazı
il ve ilçelerde göz
göre göre kimi
aday yanlışlarını
yapmasaydı, oyunu çok rahatlıkla
yüzde 50’nin
üzerine dahi
çıkarırdı. Bu söylediklerimizden
de bu milletin,
AK Parti’nin her
şeyini onayladığı
anlamı çıkmasın;
bu millet, AK
Parti’nin şahsında
tarihî yürüyüşünü görüyor
ve bu bakımdan
ona yapılanları
kendine yapılmış
gibi kabul ediyor.
Çünkü geriye
dönüp baktığında
gördükleri, kendisini olabildiğince
endişelendiriyor,
ürkütüyor, korkutuyor…
***
Sistem değişiyor
ve demokrasimiz
genel başkanlık
adı altında yürütülen başkanlık
sisteminden asıl
başkanlık sistemine doğru evriliyor. Ne demek mi
istiyorum? Cumhuriyet tarihinde
kurulan ve sistemin yaşamasına
izin verdiği siyasî
partilerimizin genel başkanlarına
bir göz attığımızda ne demek
istediğim daha iyi
anlaşılacaktır.
T
ÜRKİYE Büyük Millet Meclisi’nin en görünen yerinde
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi yazılmış olsa da Cumhuriyet kurulalı beri hâkimiyet, hiçbir zaman kayıtsız şartsız milletin olmamıştır.
>> Bir batı projesi olarak kurulan cumhurî rejimin sadece ismi
cumhuriyet, yani cumhurun, yani
halkın, yani milletin hâkim olduğu
yönetim biçimi olmuş, fakat -hiçbir zaman rejimin hâkimi olamadığı gibi- kıyısından köşesinden
rejime hâkim olur gibi olduğunda
da kendilerini Cumhuriyet’in asıl
sahibi sananlar tarafından cumhurun/halkın/milletin başına gelmedik bırakılmamıştır. Nitekim 1923
yılında kurulan cumhurî idarede
devlet, tam 27 yıl tek partinin başkanları tarafından yönetilmiş ve bu
dönemde cumhurun beklentilerine
cevap verilmediği gibi, dinine, diline, tarihine ve töresine de karşı
çıkılmış; dinine, diline, töresine ve
tarihine sahip çıkanlarsa en ağır, en
acımasız şekilde ya cezalandırılmış
ya da tamamen ortadan kaldırılmışlardır.
Yakın tarihimiz bu tek partili
dönemin zulüm hikâyeleri ile doludur. Ve bugün bile bu hikâyelerin
çoğu olduğu gibi anlatılmaz, anlatılamaz. Çünkü örtülü irade,
bugün bile hâlâ halkın iradesinin
üstündedir. Bu yüzden bugün hâlâ
kimi arşivler açılmamış, arşivlerin
açılmasından endişe edilmiş olmalı ki en yakın tarihimizin karanlık
yönlerinin aydınlanması istenmemiştir.
Bu millet iyi bilir
Evet, bu ülkede adı “cumhuriyet”
olan cumhurî rejim döneminde
halktan hep endişe edilmiş, hep
korkulmuştur. Çünkü bu ülkenin
üzerinde tasarruf etme yetkisinin
kendisinde olduğunu sanan, bilen,
kabul eden ve uzun süre gerçekten
de öyle kalan kimi güç odakları yakinen bilmektedirler ki, bu millet,
eline geçen en ufak fırsatta kendilerine Osmanlı tokadını vurmakta,
onları bir süreliğine de olsa iktidardan ve iktidarın nimetlerinden
uzaklaştırmakta ve de o asıl güç
odaklarını da, o asıl güç odaklarının ülke içindeki uzantılarını da
gayet iyi bilmektedir.
İşte şimdi ülke dışındaki o güç
odakları ile o güç odaklarının ülke
içindeki uzantıları, bu milletin vur-
maya hazırlandığı Osmanlı tokadını nasıl savuşturacaklarının hesabı içindedirler. Öyle sanıyorum ki,
bir anlık hevesle akıl hocaları olan
Sabih Kanadoğlu’na uymalarının
pişmanlığını ise acıyla çekmektedirler. Oysa Sabih Kanadoğlu’na
uymasalar ve cumhurbaşkanını
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne
seçtirmiş olsalardı, bu denli endişe
etmelerine ve kıvranmalarına hiç
de gerek kalmazdı.
O güç odakları, bir süre sonra
açıklayacakları adaylarını, kimi AK
Parti milletvekillerini meclise sokmayarak, kimi AK Parti milletvekiline de kendi adaylarına oy verdirerek seçtirmenin yolunu bulurlardı. Çünkü bu konuda ellerinde hiç
de yabana atılmayacak imkânlar
vardı, para onların ellerindeydi ve
kimi karanlık güçlerin hazırladığı
kasetler de...
Elbet kaset deyip geçemezdik;
kasetle kimleri buyrukları altına almış, kimleri siyaset sahnesinden çıkarmış, hangi makamları kimlerin
elinden alıp kimlere vermişlerdi ki
tam olarak bunu bilen yoktu. Daha
doğru bir ifadeyle bilinenler, bilinmeyenlerin yanında devede kulak
bile değildi.
Evet, işte böyle bir ortamda,
ellerindeki imkânlar dün sahip
mayıs 2014
41
haberajanda
Analiz
CHP bu millete yaptıklarını unutup, bu milletin karşısına
cumhurbaşkanı adayını çıkarmaya hazırlanıyor. Ve kendi
oyuyla kendi adayının cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini
bildiği için, bunu değişik şekilde kamuoyuna sunarak,
muhafazakâr kesimden oy almanın hesabını yapıyor.
olduklarıyla mukayese bile edilmeyecek
kadar fazlayken, bir anlık engelleme için
durduk yere Sabih Kanadoğlu’nun aklına
uymuşlar ve işte şimdi “Nasıl yaparız da
Cumhurbaşkanlığı’na bizim için hizmet
edecek birini seçtiririz?” hesabıyla uğraşıyorlar. İşleri gerçekten zor…
Bu millet kendilerini tanıyor ve ortaya
attıkları o kadar kasete rağmen kendilerine
inanmadı. Hem öyle inanmadı ki, eğer AK
Parti bazı il ve ilçelerde göz göre göre kimi
aday yanlışlarını yapmasaydı, oyunu çok
rahatlıkla yüzde 50’nin üzerine dahi çıkarırdı. Bu söylediklerimizden de bu milletin,
AK Parti’nin her şeyini onayladığı anlamı
çıkmasın, bu millet, AK Parti’nin şahsında
tarihî yürüyüşünü görüyor ve bu bakımdan
ona yapılanları kendine yapılmış gibi kabul
ediyor. Çünkü geriye dönüp baktığında gör-
42
mayıs 2014
dükleri, kendisini olabildiğince endişelendiriyor, ürkütüyor, korkutuyor…
Bu millet, kimi arşivler açılmamış olsa da,
hafızasında kalanlarla biliyor ki CHP’nin
çevresinde, onun önderliğinde, onun yol
göstericiliğinde olan hiçbir şey -kendisine
faydası olmadığı gibi- kendisi için mutlaka
zararlıdır. Örnek mi istersiniz?
CHP ve onun izinden gidenler, Deniz
Gezmiş ve arkadaşlarında hangi yüce fikirleri bulmuşlardır da her ölüm yıldönümünde
onları anmaktadırlar? Bu milletin ruh köküne bağlı hiçbir ferdi, ne Deniz Gezmiş’i,
ne de Deniz Gezmiş kafasındakileri sever.
Üstelik bu milletin hafızasında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ortadoğu Üniversitesi Rektörü Erdal İnönü tarafından misafir
edildiği de vardır. Hal böyleyken ve Ağustos
ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı
seçiminde muhafazakâr oylara şiddetle ihtiyaç duyulurken, hangi siyasî akıldır ki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma gereğini
duymaktadır?
İşte CHP ve işte CHP aklı budur!.. Milletten, milletin değerlerinden kopuk, kimi
güç odaklarının yönlendirmesine açık ve
-hal böyle olunca- milletin vuracağı şamarın
sonucuna da hazır… Sonra da neden başarılı olamadıklarının muhasebesiyle kafaları ve
gönülleri karışık…
Unutulmaz CHP icraatına
örnekler
Evet, bu millete CHP hep anlatılmalı ki
unutur gibi olduğunda kimi yanlışları yapması önlenmeli. Size birkaç örnek:
“İsmet Paşa’nın kendisi bile, kurulmasında
büyük rol oynadığı İstiklal Mahkemeleri’nin
yargıçlarının yarattığı korkudan mustaripti. İsmet Paşa mustaripse gerisini siz
düşünün artık. Yılmaz Karakoyunlu’nun
‘Üç Aliler Divanı’ adlı kitabında, İstiklal
Mahkemeleri’nin kaldırılmasından bir gece
önce İsmet Paşa ile Atatürk arasında geçen
bir konuşma şöyle aktarılıyor:
İsmet Paşa:‘Paşam,İstiklal Mahkemesi’ni
Demokles’in kılıcı gibi elinizde tutmaktan
ne zaman bıkacaksınız?’ İnönü’nün bahsettiği mahkeme, Ankara İstiklal Mahkemesi.
Reis Kel Ali, mahkeme üyeleri Kılıç Ali ve
Reşit Galip. Savcı ise Necib Ali. O akşam
balo var; hem Başbakan, hem de dehşet
havası estiren Ankara İstiklal Mahkemesi
tam kadro orada. Atatürk, Kel Ali’ye dönüp
şöyle diyor: ‘İstiklal Mahkemeleri’ni kapattım Ali Bey. Mesainize teşekkür ederim.’
Kel Ali şaşırıp ‘Paşam, meseleyi tetkik edip
bir rapor halinde size arz edeyim’ deyince,
Atatürk hırsla ayağa kalkarak şöyle diyor:
‘Ne raporu, ne diyorsun sen? Kurdum ve
kapattım…’ Astığı astık, kestiği kestik Üç
Ali’lerin yargıçlık saltanatı, Atatürk’ün tek
bir cümlesiyle son bulmuştu.” (Yeni Şafak,
Abdullah Muradoğlu, “Etme bulma dünyası ve İstiklal Mahkemeleri)
Bir örnek daha:
Demokrat Yargı Derneği Eş Başkanı ve
Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman
Can: “Yargının ideolojik oluşum serüveninde İstiklal Mahkemeleri’nin de çok önemli
bir yeri vardır. Birer terör aygıtından başka bir şey olmayan İstiklal Mahkemeleri,
Meclis’te yer alan hızlı ve radikal kişilerden
oluşturulmuştur: Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali, yani Üç Aliler Divanı. Türkiye’yi
teröre boğmuş olan bu mahkemelerin yalnızca ismi ‘mahkeme’ idi. Önce idam edip
sonra yargılama yapan mahkemeler…”
İstiklal Mahkemeleri’nin bir başlangıç
olduğunu, bununla yaratılan geleneğin 27
Mayıs yargılamalarında da karşımıza çıktığını söyleyen Can şöyle devam ediyor:
“Adnan Menderes’in idamıyla sonuçlanan
Yassıada yargılamasına da bu bağlamda ve
hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın 50 yıl sonra bu uygulamaları öven yüksek yargıçların
bulunduğu utancını da hatırlayarak ‘cüppeli
terör’ demek zorundayız.”
CHP elbette bu kadar
değil…
27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren
14 Mayıs 1950 seçimlerinin yıldönümünde
Akit’e konuşan eski DP Gençlik Kolları
yöneticisi ve AP eski milletvekili Kemal
Doğan, despotik bir ortamda geçen 27 yılı
“Türkiye’nin kayıp yılları” olarak değerlendiriyor ve Müslümanlara yönelik yapılan
baskıları ise “vicdansızlık” şeklinde yorumluyor. Kemal Doğan, “Bugün halen maneviyatsızlık konusunda sıkıntılar yaşıyorsak,
o günlerde yapılan akıl dışı uygulamalara
bakmak lazım” diyor. Medreselerin bir gecede kapatıldığını, ezanın Türkçeleştirildiğini
ve mütedeyyin insanların 27 yıl boyunca
kafeste tutulduğunu kaydeden Doğan,
“Maalesef o yıllarda dine dair ne varsa etkisizleştirilmiştir. Ezanı Türkçe okumayan
duyarlı imamlar, sokaktaki çocuklara ezan
okuturlardı, şikâyet geldiğinde ise cezaevini
boylarlardı. Sabah kalkar Kur’an kurslarına
giderdik, baskın yapılırdı. Bizi toplayıp karakola götürürler, ‘Neden Kur’an okuyorsunuz?’ diye sorarlar ve cevap beklemeden
dayak faslına başlarlardı. Hocalarımız ise
çoktan nezarete atılmış olurdu” beyanında
bulunuyor.
Ayrıca 1923’ten 1950’ye kadar ülkeyi tek
başına yöneten CHP’nin 27 yıl milleti yok
saydığını ve asker ile birlikte hareket ederek
faşizan uygulamalara imza attığını söyleyen
Doğan, 14 Mayıs 1950 günü sabah uyanan
insanların, 27 yıllık esaretten kurtulmanın
sevinciyle adeta bayram ettiklerini de vurguluyor ve “Allah bize bir daha tek partili
dönemleri yaşatmasın” diyor. Askerin dipçiğinin milletin omzundan eksik olmadığını
hatırlatan Kemal Doğan, “Aynı anlayış bugün iktidar olsa değişen bir şey olmaz. 24
saat içinde o yıllara döneriz” diye ekleyerek
CHP içinde bugün bir anket yapılsa yüzde
90’ının halen o yılları savunacağını öne sürüp “Gen değişmez, aynı tas, aynı hamam’
ifadesini kullanıyor.
Osmanlı’nın dağılmasına dâhil olan
grupların da devletin üst makamlarında görevlendirildiğini vurgulayan Doğan, “Canını
ve malını feda edenler devletten uzak tutuldu. Devleti esas kuranlar ikinci plana atıldı.
Halkın yokluğu ve derdi hiç düşünülmedi.
Anadolu verem ve bit ile boğuşurken, onlar
balolarda içkili âlemler yaptılar, yokluğu tatmadılar. Halkın hizmetinin karşılığı zulüm
oldu” diye konuşuyor.
Unutma, unutturma!
Bütün bu bilinenleri niye anlattım?
Kur’an’ın metodu bu olduğu için. Halık-ı
Zülcelal, kimi kıssaları Kur’an-ı Kerim’de
değişik şekillerle ve defalarca zikreder. O
(c.c.) abes iş yapamayacağına göre, anlaşılıyor ki bazı gerçekler defalarca anlatılmalı,
“hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür (insanın
hafızası unutma hastalığına tutulmuştur)”
gerçeği çerçevesinde bazı gerçekler unutturulmamalı.
Evet, Kur’an’ın metoduna uyarak, bizlerin de bazı gerçekleri halkın önüne tekraren
getirmemiz gerekir. Hakikaten de eğer bu
milletin bazı kesimleri yaşadıklarını, duyduklarını, şahit olduklarını veya kendilerine anlatılanları unutmamış olsalardı, CHP,
TBMM’ye hiç milletvekili sokabilir miydi?
Demek oluyor ki eli kalem tutan, ağzı laf yapan herkesin, hiç bıkmadan ve usanmadan
CHP’yi anlatması lazım.
İşte ben de bir kez daha bunu yapmaya
çalıştım. Nedeni ise açık; CHP bu millete
yaptıklarını unutup, bu milletin karşısına
cumhurbaşkanı adayını çıkarmaya hazırlanıyor. Ve kendi oyuyla kendi adayının
cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini bildiği
için, bunu değişik şekilde kamuoyuna sunarak, muhafazakâr kesimden oy almanın
hesabını yapıyor. Siyasî partilerin her türlü
siyasî manevrayı yapma haklarının olduğu
bir gerçektir ve bu gerçeği göz ardı edecek
değilim.
Fakat ülke gerçeklerini ve siyasî yelpazeyi yakinen bildiğim, bu konuda bir de kitap
yazdığım için (CHP’den AKP’ye Siyasî
Alan Belirlemesi, 2003), tıpkı 30 Mart seçimlerinden önce kimi kesimleri uyardığım
gibi bu kez de o kesimleri uyarıyorum ve
şöyle diyorum: “Bu millet, CHP ile aynı karede olanlara asla prim vermez ve CHP ile
aynı karede olanların bu birlikteliklerini asla
unutmaz. Günü gelince muhasebesini yapar
ve hesabı keser.”
Bu sözlerim, “Böyle olsun” diye değil,
böyle olacağı içindir. Çünkü bu milleti ve
bu milletin irfanını, bu milletin duygularını
nasıl da sessiz ve tepkisiz ifade ettiğini, sabrını, imanını, tarihine ve töresine bağlılığını
gayet iyi bilirim.
Siyasî partiler ve genel
başkanları
Evet, sistem değişiyor ve demokrasimiz
genel başkanlık adı altında yürütülen başkanlık sisteminden asıl başkanlık sistemine
doğru evriliyor. Ne demek mi istiyorum?
Cumhuriyet tarihinde kurulan ve sistemin
yaşamasına izin verdiği siyasî partilerimizin
genel başkanlarına bir göz attığımızda ne
demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. İşte
mayıs 2014
43
haberajanda
Analiz
1987-1993 yılları arasında -hiçbir başarısı
olmadan ve kendisini cumhurbaşkanı seçtirinceye kadar- 6 yıl süreyle DYP Genel
Başkanı; böylece Süleyman Demirel, tam
22 yıl süreyle ve ciddi hiçbir rakibi olmadan
siyasî parti genel başkanlığı yapmış oldu.
Necmettin Erbakan, kimi yasal engellerle
siyaseten yasaklanmalar dışında, kendisine
hiçbir rakip çıkmadan, kurduğu Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah
Partisi Genel Başkanlıklarını 20 yıl süreyle
yapmış oldu. Alpaslan Türkeş, 1965-1980
yılları arasında, 12 Eylül çetesi tarafından
partisi kapatılıncaya kadar 15 yıl, 19871997 yılları arasında da 10 yıl olmak üzere,
ölünceye kadar tam 25 yıl süreyle MHP
Genel Başkanlığı’nı yaparak, İnönü’den
sonra ikinci sırayı almış bir genel başkan.
Devlet Bahçeli, 1997-2014 yılları arasında,
tam 17 yıldır MHP Genel Başkanlığı’nı
yapmakta. Bahçeli, mevcut siyasî partiler
yasası değişmediği sürece, siyaseten kendisini başarılı gördüğü için ve eğer ömrü de
yeterse Ecevit ve Türkeş’e ait ortak 25 yıllık
genel başkanlık süresini geçip ikincilik sırasına oturabilir sanıyorum.
Hiçbir başarıları olmadığı halde Mesut
Yılmaz’ın ANAP Genel Başkanlığı süresi 11 yıl, Tansu Çiller’in Doğruyol Partisi
Genel Başkanlığı süresi 9 yıldır. Bu siyasilerimiz arasına Turgut Özal’ı katmadım,
zira Özal’ın genel başkanlığı, bu saydığımız
siyasilerin en az genel başkanlık yapanından
bile iki yıl daha eksik, sadece 7 yıl…
Sakın günlük başarılara aldanıp da Sabih Kanadoğlu ve benzerlerinin aklına uymayın. Kılavuzunuzu doğru seçin ki
burnunuz derde girmesin, benden söylemesi…
siyasî partilerimiz ve değişmez genel başkanları!
Cumhuriyet Halk Partisi: Atatürk,
ölünceye kadar tam on beş yıl (1923-1938)
CHP Genel Başkanı ve -elbette başbakanlarının hiç öne çıkamadığı- Cumhurbaşkanı. İsmet İnönü, ölümünden bir yıl
öncesine kadar, tam 34 yıl (1938-1972)
CHP Genel Başkanı ve bu durumda ülkemiz siyasetinde açık ara en uzun süre
ile genel başkanlık yapan siyasî kişilik ve
-elbette başbakanlarının hiç öne çıkamadığı- Cumhurbaşkanı. Bülent Ecevit, 12
Eylül darbesiyle siyasî partiler kapatılıncaya kadar, sekiz yıl (1972-1980) kesiksiz
CHP Genel Başkanı ve 1987-2004 yılları
arasında -tam 17 yıl kesiksiz- DSP Genel
Başkanı, yani 25 yıl rakipsiz genel başkan-
44
mayıs 2014
lık yaparak Türk siyaset tarihinde, Türkeş’in
İnönü’den sonra açık ara ikinciliğine ortak
olan genel başkan. Deniz Baykal, 20002010 yılları arasında, kasetle indirilinceye
kadar tam on yıl kesiksiz CHP Genel Başkanı. Kemal Kılıçdaroğlu, 2010 yılından
beri, hiçbir siyasî başarısı olmadan dört yıldır CHP Genel Başkanlığı’nı yürütüyor.
Seçmen açısından muhafazakâr cephenin
siyasî partilerine baktığımızda da durumun
esas olarak aynı olduğunu görürüz.
Celal Bayar, 1946-1960 yılları arasında,
27 Mayıs çetesi tarafından partisi kapatılıncaya kadar tam 14 yıl süreyle kesintisi
Demokrat Parti Genel Başkanı. Süleyman
Demirel, 1964-1980 yılları arasında, 12
Eylül çetesi tarafından partisi kapatılıncaya kadar tam 16 yıl süreyle Adalet Partisi,
Tavsiye
Bütün bunlar göstermektedir ki, bizim
siyasî tarihimiz, değişmez parti genel başkanlarının devlet başkanı gibi hüküm sürdükleri bir demokrasiye tanıktır. Bu bakımdan abartıya, yersiz korkulara, olmaz endişelere gerek yoktur. Atatürk, İnönü, Celal
Bayar ne kadar demokratsa, eğer cumhurbaşkanı seçilecek olursa Recep Tayyip Erdoğan da o kadar demokrat olacaktır. Yoksa
ille ve özellikle “Atatürk ve İnönü demokrat
değillerdi” mi diyorsunuz? Yüksek sesle söyler misiniz? Hem arşivlerin açılması gerektiği halde açılmadığı o devir hakkında nasıl
hüküm verebilirsiniz ki? Haksızlık edip de
laik dinin ilahlarını kızdırmış olmaz mısınız? Hem ne demişti Özal? “Alışırsınız…”
“Bir şey daha” mı? Sakın günlük başarılara aldanıp da Sabih Kanadoğlu ve benzerlerinin aklına uymayın. Kılavuzunuzu doğru
seçin ki burnunuz derde girmesin, benden
söylemesi…
haberajanda
Siyaset
T
Aytekin Atasoyu
[email protected]
ÜRK siyaseti,
Cumhuriyet’in kurulduğu
ilk günden itibaren topluma liderlik eden siyasal
aktörlerin sahip olduğu
vizyon ve bu aktörlerin
inandıkları siyasal ya da
ideolojik paradigmalar
üzerinden şekillendirilmeye çalışıldı. Devlet
sistemi ve kanunlar da
bu bağlamda inşa edildi.
Genellikle inşa edilen
siyasal düzen ve bu düzenin dayandığı ideolojiler,
toplumsal paradigma ve
toplumsal dinamiklerle
uyuşmadığı için siyasal
krizler gündemimizden
hiç eksik olmadı. 27 Mayıs
ve 12 Eylül darbeleri, 28
Şubat post-modern darbesi ile 27 Nisan e-muhtırası
ise hep bu uyuşmazlığın
sonucu ortaya çıktı.
Bu krizler ülkeye çok
acılar yaşattı. 27 Mayıs’ta
Adnan Menderes ve arkadaşları darağacına gönderildi. 12 Eylül Darbesi’nden
sonra Türk siyasal hayatına damga vuran Turgut
Özal öldü. Özal’ın ölümü
üzerindeki sır perdesi halen aydınlatılabilmiş değil
ve birçok insan Özal’ın
öldürüldüğüne inanıyor.
28 Şubat sonrasında
yaşananlar hafızalardaki
tazeliğini daha koruyor.
Bunlar yaşanan acılardan
sadece birkaçı.
Türkiye’de şimdiye
kadar ortaya çıkan siyasî
krizler sistem tartışmalarını da beraberinde getirdi.
Her kriz sonrası gerek
siyasal sistem, gerekse
hukuk sistemi üzerinde
revizyonlar yapıldı. Bu
revizyonlar, genellikle bir
önceki döneme tepki olarak gerçekleşti. Örneğin 61
ve 82 Anayasaları kendinden önceki dönemlere bir
tepki olarak ortaya çıktı.
Bu örneklerin en önemlilerinden biri de 27 Nisan
bildirisiyle başlayan, 367
En doğru stratejiler bile felsefî
ve toplumsal dinamikler oluşturulmadan hayata geçirilirse
-kısa vadede kazanç sağlasa
bile- orta ve uzun vadede yeni
krizler doğurur. Ağustos ayında
Türkiye, yeni cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına
gidecek.
Kör yatıp
şaşı kalkmayalım
HALKIN yarısından fazlasının oyunu almış bir cumhurbaşkanı, mevcut siyasal sistemde tanımlanmış olmasa bile
fiilî başkan anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçim
sisteminde bir değişiklik olmayacağından dolayı ortaya çıkan bu fiilî durum, arzu etsek de, etmesek de mevcut siyasal
sistemin yarı başkanlık veya başkanlık lehine dönüşümünü
zorunlu bir hale getirmektedir.
mazlık yaşama ihtimali
yabana atılmamalıdır.
Halkın yarısından
fazlasının oyunu almış
bir cumhurbaşkanı, tek
başına kabineyi, hatta
Meclis’in tümünü çok
rahatlıkla karşısına alabilir ve bu tutumu herhangi
bir meşruiyet sorununa
sebebiyet vermez. Çünkü
halkın yarısından fazlasının oyunu almış bir
cumhurbaşkanı için bu
karşı duruşun meşruiyet
kaynağı yine halkın kendisi olacaktır.
garabetiyle devam eden
ve 2007 yılında AK Parti
hükümeti tarafından
halka sunularak alınan
kararla cumhurbaşkanını
halkın seçmesidir.
Bu karar da öz itibariyle
kendinden önceki sisteme karşı bir tepki niteliği
taşımaktadır. Örnekleri
çoğaltmaksa mümkün.
Buradaki önemli nokta,
alınan kararların felsefî ve
toplumsal dinamiklerinin
oluşmamış olmasıdır.
Tabiî bunu dile getirirken
kastım, alınan kararların
yanlışlığını ifade etmek
değil.
En doğru stratejiler bile
felsefî ve toplumsal dinamikler oluşturulmadan
hayata geçirilirse -kısa vadede kazanç sağlasa bileorta ve uzun vadede yeni
krizler doğurur. Ağustos
ayında Türkiye, yeni cumhurbaşkanını seçmek için
sandık başına gidecek.
Halkın ilk kez doğrudan
cumhurbaşkanını belir-
leyeceği bu seçim, çok
büyük bir sürpriz gelişme
olmazsa ilk kez ideolojik
temelli siyasî bir krizden
uzak, sakin bir ortamda
gerçekleştirilecek. Siyasal göstergeler seçimin
kriz ortamından uzak
geçeceğini gösterse de
Cumhurbaşkanlığı seçimi
sonrası yeni bir kriz bizleri
bekliyor olacaktır.
Halkın cumhurbaşkanını seçmesi, halk iradesinin devletin en tepesine
yansıması açısından çok
önemli bir parametre olsa
da, mevcut siyasî sistem,
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yürütme
içerisinde bir kriz ihtimalini beraberinde getirecektir. Seçimlerin ardından
kısa vadede olmasa bile
orta ve uzun vadede yürütmenin iki ana erki olan
Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı makamının
politik olarak karşı karşıya
gelmesi içten bile değildir.
Hatta Cumhurbaşkanı’nın
Meclis’le bile politik uyuş-
Halkın yarısından
fazlasının oyunu almış bir
cumhurbaşkanı, mevcut
siyasal sistemde tanımlanmış olmasa bile fiilî
başkan anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanlığı
seçim sisteminde bir değişiklik olmayacağından
dolayı ortaya çıkan bu
fiilî durum, arzu etsek de,
etmesek de mevcut siyasal sistemin yarı başkanlık
veya başkanlık lehine
dönüşümünü zorunlu
bir hale getirmektedir.
Bu zorunluluk, özellikle
muhalefet kanadındaki
siyasal aktörler tarafından
görmezlikten gelinmektedir. Üstelik muhalefetteki
siyasal aktörler, ortaya
çıkacak bu fiilî duruma
karşı herhangi bir çözüm
önerisi de sunmamaktadırlar.
Geçmiş tecrübeler
gösteriyor ki toplumsal ve
siyasal gerçekliği görmezden gelmek muhalefetteki
siyasal aktörler için kronik
bir durum. Kör yatıp şaşı
kalkmanın hiç kimseye
bir faydası yok. Onun için
sistemin dönüşümüne
herkes kendini alıştırmalıdır, özellikle de muhalefetteki siyasal aktörler.
mayıs 2014
45
haberajanda
Analiz
Yuvarlakta H
RAKS
ANİ sorulsa
“Hayatınızdaki en
mühim şiir
hangisidir?” diye,
herhalde
tereddüt etmeden Necip Fazıl
Kısakürek’in Çile’sini söylerim.
Lise yıllarında gece kulağımdan,
gündüz dilimden düşmeyen
bu şiirin benim için yeri ayrıdır.
Öyle ya, hayatında fenne yer
ayırmamış, ancak bu şiirle keşfedebilmiş biri olarak “her şeyi
öğrenmeye zorlanmak” kurgusundan kendi kendime “öğrenmeyi öğrenip gerisini acziyete
bırakmak” noktasına gelmemi
sağlayan sözlerle doludur “Çile”.
>> “Gâiblerden bir ses geldi: ‘Bu adam,/
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!’/ Ve uçtu
tepemden birdenbire dam;/ Gök devrildi,
künde üstüne künde…” dizeleriyle başlayan bu şiirin, hakikat yolundaki arayışa
dair bütün yolculuğu her dizede ayrı bir
hikâyeyle anlatan bir efsunu vardır.
Ülkem için, hiçbir şeyi düşünmeksizin,
tek bir yola koyuluyorum. Mesele şu sıralar zamana odaklı ve onunla kısıtlanmış.
Aynı şiir, “Niçin küçülüyor eşya uzakta?/
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?/ Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?/ Sonum
varmış, onu öğrensem asıl…” diyerek araya giriyor, ben de izin veriyorum.
Hayal açlığı sebepli
beyin gurultuları
Memlekete biçilen hayal etme payını
küresel planda değerlendirdiğimizde, o
koca hayal kazanlarından kepçe kepçe
doldurmak varken bir çay kaşığının çeyreği nispetince beslendiğimizi gördükçe
geleceğe olan açlığın bu serde ne büyük
hastalıklar açtığına daha da şahit oluyorum. Meğer açlığa alışılmış, havsala midemiz küçülmüş ve o bir çay kaşığının
çeyreğini bir çeyrek ölçek fazla gördüğümüzde “Şiştim; o fazla gelir” demişiz.
Ufka baktıkça büyüklüğünü görüp
tedirgin olmuş, başımızı önümüze alıp
“Bana ne!” zevzekliğiyle baş başa kalmışız. İmanın şartıyla hareket edince elini ve
dilini doğrudan kullanan bir hamle fik-
46
mayıs 2014
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
riyle ufka baktığında yaratış hikmetini seyirdeki muazzam kudrete sığınarak, o uçsuz
bucaksız görünen ufukların göze nasıl da
sığdırıldığını akletmek varken, o zevzeklik
çukuruna düşmek nedendi peki?
Herkesin bu soruya bir cevabı vardır, herkesin cevabının kendine kalışı gibi bendeki
de bende kalsın. Zira şu an önemli de değil.
Biz “rüyada gözsüz görmeye” gidelim…
Siyasetin rüyası
Son on yıllık Türkiye siyasetinde gelinen
nokta, izahı bakımından birkaç ciltlik siyasetname doldurulacak esaslar taşıyor. Başı
önde söz dinleyen ve “Hadi akıllım!” dendiğinde başka bir şey istemeye lüzum kalmayan ülke manzarası bambaşka bir görüntü
aldı. Ufka “Uzak!” diyerek kilometreleri hesap etmekten adım atmaya çekinen devlet
figürü, bu düzlemde küresel planın aktörü
olma yolunda bütün senaryoların içerisine
dâhil oluyor.
Peki, “siyasetin rüyası” şeklinde okunabilecek bir sistemde görebiliyor muyuz kendimizi? Düşünsenize, Matrix’in yeni Neo’su
olmuşsunuz ve Morfeus o kablolu koltuğa
sizi oturtup ense kökünüze o şişli aleti sapladığında “Hih, acıdı!” diyecek haliniz yok;
siz Neo’sunuz ve üç bölümlük serinin sonunda öleceğinizi bile bile kendinizi feda
etme pozisyonundasınız…
Ortada, var olmakta varlık sorunu çeken
bir düşünce sistemi mevcudiyet gösterirken
böylesi bir siyaset rüyasından bahsetmek
aslında öyle kolay ki… “Rüyada gözsüz görmek”, sanırım bu ülkede yaşananlara şehadet
getirmemek için üretilen en bariz bahanelerden biri. Neyin olup bittiğini anlamamak ve
gerçeklikle hakikate rağmen bir teselli aramak adına “Evet, bu ülkede güzel olan bir
şeyler var ama bunların hepsi rüya. Dolayısıyla bunların hiçbirine inanmayın! Aslında
bu ülkede hiçbir şey güzel değil, hiçbir şey
yolunda gitmiyor” demenin gaddarlığını bütün millete ödetmek isteyenler var.
Saat kaç?
Ancak zaman, bir yuvarlak içinde raksedip duruyor. O dönüyor ve biz her dönüşe
bir isim veriyoruz: Bir, iki, üç, dört, 2002,
“One minute!”, 7 Şubat, Mavi Marmara, 17
Aralık, 30 Mart…
Bu raks devam ederken, ya zamanın sahip
olduğu kabiliyete haiz biçimde hareketlerine uyum gösterecek yahut attığı adımlar esnasında ayağına bastıkça tokat yiyeceksiniz.
Eğer Neo olmuş, o şişi ense kökünüze yemiş
ve üç bölümlük serinin sonuna dayanmışsanız, zamanın sahip olduğu kabiliyete haiz
olmadan yaşayamazsınız.
Adına “saat” denen yuvarlakta “1” rakamı,
“5” rakamının gerisindedir. Ancak aynı yuvarlakta “1” rakamı, “5” rakamının ilerisindedir de. Her şerde hayır vurgusu bu şemadadır. Bu yuvarlağa ve bu yuvarlağın göstermiş
olduğu şemaya dikkatle bakmak gerek. Zira
en nihayetinde her şey yuvarlakta ve yuvarlak, asla bir geometri doğrusu değildir. İşte
Recep Tayyip Erdoğan’ı sadece geometrik
bir doğruya oturtarak 17 Aralık darbesiyle
geride bırakacaklarını, yani halk nazarında
tasfiye olacağını düşünenler, zamanın her an
yaptığı raksa ayak uyduramayarak tokadını
yiyenlerdir.
Peki, yedikleri tokatlara rağmen henüz
uykularından uyanamayanlar şimdi hangi
âlemdeler? Her şeyi gözsüz gördükleri rüya
âleminde ve aynı sayıklamalarla baş başa…
Ense kökünden aldığı acıyı çile membaında damıtıp kapılar açmaya talip bir feda
adamının “Sonum varmış, onu öğrensem
asıl” şeklinde dillendirdiği isteğini görmeye
az kaldı. Ancak bu isteğin yerine gelmesinden evvel bazı şeylerin bizde yerli yerince
oturması şart.
Türkiye Matrix’inin “3” bölümlük seyri
sonunda kafeslerini parçalamış bir memleket için sistemin girdabına kendini feda
eden bir sembol insandan bahsediyorsak,
sonun nasıl hazırlandığını son hareketlerle
izah etmek yerinde olacaktır. Hakikatinde
kafeslerini parçalayan ülkeyi “Parçalanıyor!”
naralarıyla 40 yıldır bir türlü parçalayamayanların gözsüz rüya görücüleri, işte bu hazırlanan sonda kendi kıyametlerini hissetmenin soğuk terlerini dökmekteler.
Kaçırılan cümleler
Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP)
kendisini alenen kapatması ve milletvekilleri ile üyelerinin Halkların Demokratik
Partisi’ne (HDP) geçmesi işleminin gerçekleşmesi evvelinde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın sarf ettiği bir
cümle çok önemliydi: “Artık herhangi bir
siyasî partide eş başkanlık düşünmüyorum.”
Geçişlerin ardından Meclis’e sunulan grup
kurma dilekçesiyle HDP, TBMM’de grubu olan eski görünümlü yeni parti oluverdi.
HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü,
HDP’nin misyonu hakkındaki açıklamasında alternatif sol bir duruş ve eski Kürtçü partilerden tamamen farklı bir yörüngeyle doğrudan “bütün Türkiye” siyasetinde yürüyen
bir çizgide olacaklarını belirtti. Bu açıklama,
Demirtaş’ın ilginç çıkışının ardından daha
da önemli bir vurguyu getirdi gündeme.
Bu arada İslam üzere tanınan görüntüsüyle eski BDP, yeni HDP’li milletvekili
Altan Tan, HDP’nin eş başkanlık modelindeki başkanlardan bir tanesinin İslam kimliğinde olan biri olmasını –ki büyük ihtimalle
kendini işaret etmişti- talep etmiş, ancak sol
ağırlık sebebiyle bu istek yerine gelmemişti.
Bu noktada şunu da ayrıca belirtmek lazım: Bütün bu detayları düşününce MHP
ve CHP derken diğer bütün muhalefet
partilerinin artık hangi argümanları kullanacaklarını, hangi programlarla muhalefet
yapacaklarını kestirmenin imkânı var mı?
Kafdağını sırtlanmış adam
Çözüm Süreci yuvarlağındaki bu raksta,
uygun hareket kabiliyetini yakalamış tek bir
feda faktörü görünüyorken, rüya âleminde
sayıklayanlar o fedakârın kendi için ülkeyi
feda ettiğini söylemişlerdi. Hâlbuki HDP
fotoğrafında görünen her ayrıntı, yalnız ve
yalnız kendini feda ederek ülkenin bütünlüğünü daha da sıkılaştırma amacında sağlayan bir yere işaret ediyor: Recep Tayyip
Erdoğan…
Bu zamana endeksli eser içinde diğerlerinden bahsetmemek olur mu peki? Olur…
Zira zamana endeksli bu oyunda dönüşme
ve değişme eğiliminde olmayan hiçbir mevzi zaptedilmekten kurtulamaz. Bu raksta
ayağına basılan her eşten tokat yemek var;
öyleyse ancak bu kabiliyeti yakalayarak
tokattan kaçınılabilir. Bu noktada çizilen
üçgenlerde veya çekilen çatılarda hep aynı
kaide üzerine konulacak heykellerin baltalanması mümkündür. Öyle ya, ruhsuz her
model de ancak birer heykeldir. Modelleri
bünyesinde mutlak bir ruhtan bahsedilebilecek tek fedakâr için söylenecek sözü de
Çile diyor: “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,/ Minicik gövdeme yüklü Kafdağı./ Bir
zerreciğim ki arşa gebeyim;/ Dev sancılarımın budur kaynağı!”
Kendinizi bir kozaya kapatmadıkça dönüşemez, süründüğünüz halde uçtuğunuzu
sanırsınız rüya âlemlerinde. Öyleyse kozadan çıkmış fedakârın simli kanatlarıyla ufka
hayat parıltıları ekmekten, içinde hayat eksik olan hayata hayat katmaktan başka çaremiz mi var?
“Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!/
Heybem hayat dolu, deste ve yumak./ Sen,
bütün dalların birleştiği kök!/ Biricik meselem Sonsuza varmak…”
mayıs 2014
47
haberajanda
Siyaset
Yeni Türkiye
Orhan Mücahit
[email protected]
İktidarın en
önemli başarılarından biri de
sağlanan ekonomik istikrar. Bu
istikrar sürdüğü
müddetçe AK Parti
iktidarı gücünü
koruyacaktır. Muhalefetin her fırsatı
krize çevirerek
AK Parti’den çok
ekonomiye zarar
vermesi halkı
olumsuz yönde
etkiledi. Hem Gezi
olaylarının, hem
de 17 Aralık operasyonunun hedefi
iktidardı. Ancak en
büyük darbe ekonomiye vuruldu.
Milyarlarca liralık
zarar vatandaşa
yansıdı.
48
mayıs 2014
önemli bir
engeli daha aştı
T
ÜRKİYE 30 Mart’ta seçimini yaptı. Halk, seçimler üzerine kurgulanan kirli tezgâhı gördü ve bu oyunu bozdu. Milli irade, her türlü
engele rağmen galip geldi. Paralel ittifak çok
büyük bir hezimet yaşadı. “Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Al-i İmran 54)
>> Onlar, hedefleri için -devlete ve millete rağmen- iktidara bir tuzak kurdular. Ve fakat
milletin gayreti ve kavlî duası
vesilesi ile bu tuzağa kendileri düştüler. Her işte bir hayır
vardır. 17 Aralık yaşanmasa idi,
içimizdeki bu gizli tehlike belki
de çok daha büyüyecek ve artık
engellenemez bir duruma gelecekti. Bu süreçte herkes eteğindeki taşları dökmüş, saflar da
belli olmuş oldu. Kimin dost,
kimin düşman olduğu biraz
daha netleşti. Hemen her kesim hissesine düşen payı aldı.
Üzülüyorum
Bu vesile ile kendi çıkarları
için samimi ve temiz duygularımızı kullanan Camia’nın
gerçek yüzünü görmüş olduk.
Evet, açıkçası kandırıldık. Bizi
diyalog ve hoşgörü ile kandırdılar. Derece ile girdikleri gözde okullardan derece ile mezun
olan temiz, saf kardeşlerimizin
üç beş kuruşa tamah ederek,
“sırf Allah rızası için” gurbet
ellerdeki samimi mücadelelerini kullanarak bizi kandırdılar.
Efendilerinin (!) “meğer hiç de
gerçek olmayan” gözyaşları ile
kandırdılar. Kandırdılar, evet,
ama samimi olarak söylüyorum,
kandırıldığımıza değil, sadece
Camia’ya gönül vermiş (hâlâ
orada hizmet etmeye devam
eden) temiz ve samimi insanımızın düştüğü kötü duruma ve
onlarla aramıza nifak sokmalarına üzülüyorum. Camia’nın
o saf ve temiz tabanı, doğal
olarak büyük bir travma yaşıyor; hayatlarını adadıkları davalarının bu ülkeye ihanet için
kullanıldığına inanamıyorlar.
Umuyorum, onlar da bizim
gördüklerimizi görürler.
Bu vesile ile bir gerçeği daha
anlamamız ve kabul etmemiz
gerekiyor: Bizim kandırılmamız, tamamen kendi hatamız,
kendi cahilliğimiz. Dinimizi
tanıma ve yaşama konusunda
samimiyetsiz oluşumuz ve ibadetlerdeki tembelliğimiz bizi
bu duruma getirdi. İslam’ı tanımak, anlamak ve yaşamak yerine, bizim adımıza önder olma
iddiasında olanların peşine takıldık. Oysa Allah (c.c.), “Hep
birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a)
sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini
hatırlayın. Hani sizler birbirini-
ze düşmanlar idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun
bu nimeti sayesinde kardeşler
olmuştunuz. Yine siz, bir ateş
çukurunun tam kenarında idiniz
de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte
Allah size âyetlerini böyle apaçık
bildiriyor ki doğru yola eresiniz”
(Al-i İmran 103) diyor bize.
Bizler Allah’ın ipine sarılmak yerine mürşitlerin eteğine
yapışmayı tercih ettik. Rabbimiz ile aramıza köprüler kurmaya çalıştık. Ne gariptir, bize
aslında şahdamarımızdan daha
yakın olan Allah’a yaklaşmak
için ta “okyanus ötesinden” medet umduk…
Tarih tekerrürden ibaretmiş.
Geçmişte de Lawrence gibiler
içimize kadar girip bizi bize
kırdırdı. Bugün yaşadıklarımız
benzer şeyler. Müslümanlar
daha bilinçli, daha akıllı olmalı. Dini kendi menfaatlerine
alet edenlerle samimi olanları,
kâmil mürşitlerle ajanlık yapanları iyi ayırt etmeli. Cemaatler,
bilerek veya bilmeyerek bizleri
bölüyordu. Ancak bu süreçte
pek çok cemaat ve STK, ortak
bildiri yayınlayarak Hükümet’e
sahip çıktı. Ümmet bilincinin
biraz daha güçlendiğine şahit
olduğumuz bir dönem yaşadık.
Umuyorum, bu birlik ve beraberlik hiç bozulmaz.
Bu seçimin
kazanan ve
kaybedenleri
AK Parti belirli bir kesim tarafından, bir siyasî partiden çok, siyasî bir
kimlik olarak görülüyor: Önemli bir kesim, Erdoğan’da bu duruşu, yani
kendini görüyor. Erdoğan, kabul etsinler veya etmesinler “bir dünya
lideri”. O, Ortadoğu’da ağırlığı olan bir isim, Balkanlardan Uzakdoğu’ya
kadar mesaj verme gücü var. Ve bu güçlü ses, her ülkeden küçümsenemez ve gözle görülür bir karşılık buluyor.
Seçim sürecinde artan gerilim azaldı. İstikrarın devam etmesi ekonomiye de yaradı.
Borsa yükselişe geçti. Dolar ve avro kuru
dengelendi. Piyasalarda iyimser bir hava
hâkim. Seçim sonuçları geçtiğimiz bir ay
boyunca epeyce tartışıldı. Her kesimin kendine göre dersler çıkardığı görülüyor. Seçimin mutlak ve tek galibi AK Parti. Muhalefet partileri ve paralel örgüt net bir şekilde
kaybetti.
AK parti neden kazandı, muhalefet neden kaybetti?
1. AK Parti iktidarının başarısı: Kim ne
derse desin, AK Parti iktidarı ve genel olarak AK Partili belediyeler başarılı işler yapıyorlar. İnsanlar yapılan yatırımları, gelişim
ve ilerlemeyi gözleriyle görüyor. Muhalefet
bu başarıyı kabul edip “daha iyisini yapmayı”
vaat edeceğine inkâr etmeyi ve sadece kötülemeyi tercih etti.
2. Ekonomik istikrar: İktidarın en önemli
başarılarından biri de sağlanan ekonomik
istikrar. Bu istikrar sürdüğü müddetçe AK
Parti iktidarı gücünü koruyacaktır. Muhalefetin her fırsatı krize çevirerek AK
Parti’den çok ekonomiye zarar vermesi
halkı olumsuz yönde etkiledi. Hem Gezi
olaylarının, hem de 17 Aralık operasyonunun hedefi iktidardı. Ancak en büyük darbe ekonomiye vuruldu. Milyarlarca liralık
zarar vatandaşa yansıdı.
3. “Recep Tayyip Erdoğan” faktörü: Başbakan Erdoğan, güçlü bir lider ve tecrübeli bir
siyasetçi. Seçim süreci boyunca tüm süreci
adeta tek başına sırtlandı ve yönetti. Bundan
öncekiler gibi 17 Aralık krizini de iyi yönetti. Muhalefet partilerinin “kabul edilmeli ki”
güçlü ve etkili liderleri yok.
4. Paralel örgütün başarısız olan “devleti
ele geçirme operasyonu”: Halkta yolsuzluk ve
rüşvet iddialarının Hükümet’e ama aynı zamanda devlete yönelik yapıldığı algısı oluştu.
Gizli olması gereken mahrem bilgiler dahi
bu süreçte deşifre edildi. Muhalefet partileri
ise devleti korumak yerine Hükümet’i suçlamayı tercih ettiler. Devletin bekası siyasete kurban edilmek istendi. Paralel örgütün
medyası, yaptığı yalan yanlış ve tamamen
taraflı yayınları ile güvenilirliğini yitirdi.
Cemaat’in nitelikli ama sayıca az bir gücü
olduğu görüldü. Sızmalar deşifre edildi.
Beddualar ise hak ettiği yeri buldu.
5. Muhalefet partilerinin paralel örgütle
yaptığı “samimi olmayan” ittifak: Paralel örgüt kendince muhalefeti, muhalefet de kendince paralel örgütü kullandığını düşünerek,
çirkin ve rezil bir ittifaka girişti. Samimiyetsizce kurulan bu kirli ittifak, halk nezdinde
kabul görmedi.
6. AK Parti belirli bir kesim tarafından,
bir siyasî partiden çok, siyasî bir kimlik olarak
görülüyor: Önemli bir kesim, Erdoğan’da
bu duruşu, yani kendini görüyor. Erdoğan,
kabul etsinler veya etmesinler “bir dünya lideri”. O, Ortadoğu’da ağırlığı olan bir isim,
Balkanlardan Uzakdoğu’ya kadar mesaj verme gücü var. Ve bu güçlü ses, her ülkeden
küçümsenemez ve gözle görülür bir karşılık
buluyor.
7. Muhalefet partileri: CHP ve MHP,
mevcut liderleri ve anlayışları ile çoğunluğun ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Ancak
anlaşılmalıdır ki bu partilerin liderleri ve
söylemleri değişse bile çoğunluğu asla ikna
edemeyecekler. Çünkü CHP ve MHP’nin
kimlik sorunu bitmeyecek bir problem.
CHP’nin İsmet İnönü zamanından beri
Türkiye’ye neler yaptığı ortada. Bu milletin
hafızasını silmeden de bu partinin iktidar
olabilme şansı yok. MHP’nin belirli bir kesimden ileri gidemeyeceği anlaşılmış oldu.
Kısacası bu partilerin “kendileri kabul etmeseler bile” devirleri kapandı.
Yakında Cumhurbaşkanlığı seçimi var.
Bizi yine gerilimli bir dönem bekliyor. İnanıyorum ki yine sağduyu hâkim olacak ve
yeni Türkiye’nin kutlu yükselişi devam edecek.
mayıs 2014
49
haberajanda
Analiz
Erdoğan neden on
adım öndedir? Birincisi, daha önceki
sivil görünümlü
cumhurbaşkanları
gibi inişte iken değil, aksine en güçlü
olduğu dönemde
bu makama aday
olmuştur. Talep eden
değil, talep edilen
noktasındadır. Çünkü hayatının hiçbir
döneminde sivilliğe
halel getirmemiştir.
“One minute!” çıkışı
ve “Diplomatik dilden haberim yok”
derken de sivilliğini
göstermiş, “AYM’nin
kararına saygı duymuyorum” duruşu
ve MGK’da posta
koymaya kalkan
komutana “Kes lan!”
derken de…
***
Savaş stratejisi ile
siyaset stratejisi
neredeyse birebir
örtüşür: 1. Yeteri kadar güçlü olmadan,
taarruz harekâtına
girişilmemelidir. 2.
Özellikle kesin sonuç
alınacak yerde, asla!
3. “Ağırlık noktası
olmayan bir strateji, karaktersiz bir
adama benzer” der
Clausewitz.
Ne yaparsınız ki kader ağlarını örmüş bir
kere; bunların hepsinin halktaki karşılığı
“liderliktir”. İster “özlenen” deyin, ister
“beklenen” veya isterseniz “hak eden”,
bu makamın tartışmasız tek adamı
“Erdoğan”dır.
50
mayıs 2014
ACİZLİĞİN A
NATOMİSİ
M
ISIR’daki cunta darbe
yaptığında demiştim ki,
“Demokrasi, artık bu
coğrafyada mazlumların
rejimidir”. Bunun için
“çözüm yolu olarak sandığı gösterenlerin”
kimler olduğuna bakmanız yeterlidir.
Her şey sandıktan ibaret değil elbette.
Ama sandıksız da demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değil. O yüzden, eğer darbeci
değilsen, tıpış tıpış o sandığa gidecek ve boyunun ölçüsünü alacaksın.
Hep diyoruz, yine diyelim: Bu milletin
başında bir “musibet” dolaşıyor. Cumhuriyet
ve demokrasiye olan tekâmül de bir türlü
gerçekleşmiyor. Hükümet’in karşısındaki
cephede ne varsa yanlarına alıyorlar, ama ne
yazık ki hepsini toplasanız bir “Uzun Adam”
etmiyor. Millet âlim değilse de arif. Arif olan
da her zaman gereğini yapıyor.
Dua etsinler ki zafer sarhoşu değiliz. Bir
musibet geldiğinde üzülmememiz, kazandıklarımız için de şımarılmaması gerektiğini biliyoruz.
Tıynetimizde “Halkı tanıyoruz” gibi
nefsaniyet cümleleri kurmak olmadığı gibi,
bazı edepsizlerin “Halk pilajları bastı, vatandaş denize giremiyor” havasında hiç değiliz.
Haddini bilendir halk; müneccim olmaya
da gerek yok. Sonucu görebilmek için miting meydanına akın akın giden insanların
gözlerindeki fer’e bakmanız yeterli. Çünkü
gerçek halk onlar.
Masa başında oturup sadece kendi çevrelerinden sonuç kotaranlar, elbette esnafın
ilk defa kendini deşifre etmesindeki hikmeti, dükkânlara asılan AK Parti bayraklarını,
tekerlekli sandalyede seğirten garipleri, miting meydanına on kişi gidiyorsa beş kişinin
yer bulamadığı için tornistan ettiğini anlayamazlar.
Kızmışlardı; iradelerine tahakküm edildiğini düşünüyorlardı. Çünkü aynı hissiyata yüzlerce kez kapılmış, iradelerinin nasıl
darağacını boyladığını biliyorlardı. Buna
“toplumsal hafıza” diyorlar ve hiç mevta olmuyor.
Yeni bir gündem doğmazsa bu mağlubiyetin üstü örtülemeyeceği için, 30 Mart seçimlerinin hemen ertesinde gündemi tekrar
şekillendirmeye başladılar. “Yenilen pehlivan
güreşe doymaz” hesabıyla ilk el enseyi çektiler: “Herkes cumhurbaşkanı olabilir, ama bir
tek RTE olamaz.”
“Zurnada peşrev olmaz” misali, mevcut
sistemi korumanın ötesinde stratejik bir
zekâ olmadığından, bence “Cumhurbaşkanı olsun diye Kılıçdaroğlu da, Bahçeli
de Erdoğan’a oy verir”. Hatta azıcık akılları varsa vermeliler. Çünkü başka türlü, bu
adam ölmedikçe rahat yüzü yok bunlara. Ya
da tek ihtimal var: Cumhurbaşkanı edip,
ununu eleyip eleğini duvara astırmak…
Yalnız şunu da unutmasınlar: Karşılarındaki alalade biri değil, ne yapacağı belli
olmayan biri…
Kim cumhurbaşkanı olmalı?
“Kim cumhurbaşkanı olmalıdır?” sorusu
ile “Nasıl olmalıdır?” sorusu hem ana, hem
de arada kaldığımız bir soru(n)dur. Çünkü
ilkinin cevabı belli: Recep Tayyip Erdoğan
mı, Abdullah Gül mü?
“Nasıl olmalıdır?” sorusu ise can yakıcıdır.
El mahkûm, cumhurbaşkanı hem kentli,
hem de halktan biri (yurttaş) olacaktır. Yani
hem köylü, hem kentli. Sorunlara vakıf olması da yetmez, rüştünü ispat etmiş olmalıdır. Çünkü bu kez de yetkileri değişmese
bile meşruiyeti ve gücü artmış bir makamı
belirleme konusundaki bütün dizginler milletin elindedir.
Milletin belirleyiciliğinde esas nokta ise,
siyasal alan ile devlet alanının tercihi meselesidir. Eğer millet sivil bir lider seçerse, siyasal alan devlet alanına doğru genişleyecek;
yok, statükonun belirlediği biri kazanırsa,
demokraside geriye doğru bir gidişi ifade
edilecek. Benim kanım, yüksek bürokrasiyi
belirleme yetkisi cumhurbaşkanına ait olduğu için, bürokratik doku ve yargının/hukukun sivilleşmesi adına milletin ferasetinin
galip geleceği yönünde.
Murat İlkter
[email protected]
Dua etsinler ki zafer sarhoşu değiliz.
Bir musibet geldiğinde üzülmememiz, kazandıklarımız için de şımarılmaması gerektiğini biliyoruz.
Atatürk dâhil olmak üzere, bu ülkenin
yetiştirdiği tek sivil lider Erdoğan’dır. Halkın seçmesi ile de cumhurbaşkanı olacak
olan kişi, dönüşen kentlilik ve yurttaşlığın
ilk sivil lideri olacaktır. Buna istinaden sistem de otomatikman değişmek zorundadır.
Muhalefeti/statükoyu hop oturtup hop kaldıran da budur.
Erdoğan neden on adım öndedir? Birincisi, daha önceki sivil görünümlü cumhurbaşkanları gibi inişte iken değil, aksine en
güçlü olduğu dönemde bu makama aday
olmuştur. Talep eden değil, talep edilen
noktasındadır. Çünkü hayatının hiçbir döneminde sivilliğe halel getirmemiştir. “One
minute!” çıkışı ve “Diplomatik dilden haberim yok” derken de sivilliğini göstermiş,
“AYM’nin kararına saygı duymuyorum”
duruşu ve MGK’da posta koymaya kalkan
komutana “Kes lan!” derken de…
Ne yaparsınız ki kader ağlarını örmüş bir
kere; bunların hepsinin halktaki karşılığı “liderliktir”. İster “özlenen” deyin, ister “beklenen” veya isterseniz “hak eden”, bu makamın
tartışmasız tek adamı “Erdoğan”dır.
Neden “tartışmasız”?
Savaş stratejisi ile siyaset stratejisi neredeyse birebir örtüşür: 1. Yeteri kadar güçlü
olmadan, taarruz harekâtına girişilmemelidir. 2. Özellikle kesin sonuç alınacak yerde,
asla! 3. “Ağırlık noktası olmayan bir strateji,
karaktersiz bir adama benzer” der Clausewitz.
Şimdi, muhalefetin önümüzde kalan
dört ay içinde güç oluşturma ihtimalinin
ne olduğuna bakalım. Yukarıda saydığımız
“dönüşen kentlilik ve yurttaşlık” üstüne gösterebileceği bir aday mevcut mu?
Gösterecekleri adayın ideolojisi, kültürel
göstergesi ve en önemlisi de stratejik ağırlık
noktası ile halktaki algısı ne kadar uyuşacak?
Yargı ve askerin dışında bir aday bulma istidadı var mı? “Var” diyorsanız, bence o aday
sizsiniz, hemen gidin ve Metin Uca gibi
Cumhurbaşkanlığı’na adaylığınızı koyun.
Ya da Kamer Genç’i aday gösterin. Olmadı,
Mansur Yavaş ne güne duruyor? Aslında o
kadar da düşünmeye gerek yok, CHP içinde İsrail’le iyi geçinecek adam mı yok? Herhangi birini aday gösterin, olsun bitsin...
mayıs 2014
51
haberajanda
Analiz
Sıçramak üzere olduğumuzda nereye bastığımız
çok mühimdir, nereye
düşeceğimiz de ha keza...
Lakin böyle düşünmek cesaretten ileri gelmez. Bunu
böyle düşünenler, sıçramak şöyle dursun, oldukları yerde kös kös kalmaya
mahkûmdurlar. Bugün
ülke olarak içinde bulunduğumuz sorunların çözümü,
ancak cesur yöneticilerin,
cesur siyasetçilerin ve
cesur liderlerin varlığı ile
mümkündür. Ülke olarak
sıçrayışa ihtiyacımız var
bir kez daha. Ve sıçrayışlar,
kendini riske atmayı göze
alan liderler ile mümkündür. Güvenliğini ve istikbalini riske atamayan, riskleri
göze alamayan liderlerle
badireler aşılır mı hiç?
Dağları eritmeyi bilmez
basiretsiz, cüretsiz ve cesaretsiz liderler...
52
mayıs 2014
Şimdi beni iy
K
ARDEŞİM, şimdi
beni iyi dinle! Sen
ve ben, sabıkalı bir
iklimde yemiş vermeye çalışan bir ağacın gölgesine sığınmış bekliyoruz. Hanzale yedirdiler bize yıllardır; her
gölgeliği îcâr ettiler, her zulme
“Îcâb” dediler. Sen kardeşim,
bu gailede garip düştün, liyakatsiz bahçıvanların ellerinde
budandıkça budandı dalların,
budandıkça budandı, budandıkça budandı...
Budadılar koca çınarı ve
usanmadılar. Aşka giden yollara barikatlar kurdular. Tabelalar değiştirildi yönünü şaşırasın
diye. Serencamına kir bulaştırmaya çalıştılar, mescidine leke
düşürmeye...
“Ön safta el bağlamış, secdene varıyoruz ya Rabbi” diye
haykırışlarımız ise hiç bitmedi,
devam ediyor hâlâ.
Siretimize saldıran, suretimize de iftira atıyor oldu.
Şecaatimizde fer, soracak ve
sorgulayacak mert kalmadı.
“Yolumuz uzun” deyip cüret
edecek ceht mi kaldı? Kalmadı… “Hilkatini behimî hülle ile
örten bir rûşene mi dönüştük
biz Allah’ım?” diye soruyorum;
sormaya mecalim kalmadı.
Şimdi beni iyi dinle kardeşim!
Sıçramak üzere olduğumuzda nereye bastığımız çok
mühimdir, nereye düşeceğimiz de ha keza. Lakin böyle
düşünmek cesaretten ileri gel-
Dua dua, sayfa sayfa açılan avuçlarımız söylesin şimdi. Zakirlerin kervanına karışsın sözcük sözcük cümlemiz. Halil olalım, halita değil. Vafi olalım, vâhî değil. Dâî olalım, dalle değil. Kâffe olalım, pâre değil. Güzâftan kaçıp hikmetmedara varalım, varalım
da anlayalım şühedayı. İzlek izlek yollar bulalım. İzbe yerde değil, orta yolda olalım ve varacaksak menzile öyle varalım.
i dinle!
mez. Bunu böyle düşünenler, sıçramak şöyle dursun, oldukları yerde kös kös kalmaya
mahkûmdurlar. Bugün ülke olarak içinde
bulunduğumuz sorunların çözümü, ancak
cesur yöneticilerin, cesur siyasetçilerin ve
cesur liderlerin varlığı ile mümkündür. Ülke
olarak sıçrayışa ihtiyacımız var bir kez daha.
Ve sıçrayışlar, kendini riske atmayı göze
alan liderler ile mümkündür. Güvenliğini
ve istikbalini riske atamayan, riskleri göze
alamayan liderlerle badireler aşılır mı hiç?
Dağları eritmeyi bilmez basiretsiz, cüretsiz
ve cesaretsiz liderler.
Tutku, liyakat, cesaret
Son 11 yılda -kabul edelim ya da etmeyelim- birçok alanda yol kat eden bu millet,
kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
biliyor. Dağlar tutkularla, denizler liyakatle,
yollar ise cesaretle aşılır. Şimdi ise cesaretin çağını yaşıyoruz. Bu ülkeyi son on yılda
inançları çerçevesinde tutkularıyla, mahareti
ölçüsünce liyakatiyle ve medeniyet bilinci
sayesinde cesaretiyle yöneten idareciler kadar yine tutkulu, liyakat sahibi ve cesur idarecilere her zaman ihtiyacımız olacak. Hiçbir kiri bünyesi kabul etmeyen bu milletin
kalbi kim için, kimler için, kim gibiler için
atıyor, görmemiz ve bilmemiz lazım.
Şimdi beni iyi dinle kardeşim!
Ülke yönetimi önümüzdeki bir buçuk
yılda yeniden şekillenecek. Önemli bir dönemeçten geçeceğiz. Fert fert yapacağımız
her tercih, bu milletin ve bu memleketin istikbalini etkileyecek. Vatandaş olarak siyasî
tercihlerimiz kritik öneme sahip olacak. “Ne
sel vursun al yanaklı bu toprakları, ne de kuraklık çöksün bu toprağın göz çukurlarına”
diye dua etmeye devam edeceğiz. Selden ve
kuraklıktan korunarak rahmeti arzu eden ve
hem hak eden bu millet, önümüzdeki aylarda
büyük bir cendereden geçecek. Hazır olmak,
hazırlıklı olmak lazım. Rabbim bu asil milleti
ve bu güzel ülkeyi şer tufanlarından korusun.
Bekleyiş
Cesaretin yıllarını yaşıyoruz. Biz haykırıyoruz… Bu millet, siyaseti Peygamberî bir
ahlakla yeniden inşa edecektir. Şüphesiz başlamış olan bu inşa süreci tamamlanacaktır.
Âlemlerin Efendisini bekliyoruz adeta. Veda
tepesinden bir toz bulutu yaklaşıyor sanki.
Kıyamda bekleyen bir şehrin sakini gibi,
metruk bir mahallenin çocuğu gibi oldum
da gözlerimi kırpmadan ufka bakıyorum.
Nasıl ki Yesrib, Süreyya yıldızının hicreti ile
Medine-i Münevvere’ye dönüştü ise, siyasetin de benzer biçimde dönüşeceği günü bekler gibi ufka bakıyorum “İki kişi ile birlikte
yaklaşan bir toz bulutu var mı?” diye…
Sesleniyorum: “Ya Nebi! Hançeremiz
patladı, esvata zaaf düştü. Her köşe başında bir göz seni bekliyor, her göze bir köşe
düştü. Her yolun bitiminde bir gönül seni
demliyor, her öykünün orta yerinde senden
söz ediliyor. Güllere adını yazıp gül suyunda
kokunu arıyoruz ya Nebi!.. Mest eden her
ezan seni de çağırıyor; biz susuyoruz, gür
sesli müezzinler sana sesleniyor…”
Tam da bu şekilde Âlemlerin Efendisine
sesleniyoruz, her gün doğumu ve doğumunu beklediğimiz ahlaki düzen için. Gün doğarken seslenip, gün boyu susuyoruz...
Susuyoruz belki ama şeksiz ve şüphesiz bir
seslenişle sükûneti bozuyoruz orta yerinden.
Asude sabahlarla değil, tufan yeri bir uyanışla gün doğumunu bekliyoruz bir kez daha.
Ve kaçıyoruz... Hullesini rüzgâr çalmış,
hilesini şeytandan almış, şöhretiyle nam salmış cahilimizden de kaçıyoruz. Soytarılık,
post satıcılığı, kürk hokkabazı mihrakların
oyunları biz onlardan kaçsak da bitmiyor.
Cemiyet her gün yeniden yıkılıp sanki yeniden yapılıyor. Her gün şekli bozulan ve
yeniden şekle giren cemiyetin bir parçasıyız.
Ne çok isteyenimiz var oysa biçim olarak en
azından adaletten ve kalkınmadan nasiplenmiş bir toplumu. Böyle bir toplum için
çabalayan liderlerin meskeni, o toplumun
billur kalbidir.
Şimdi beni iyi dinle!
Bu çilekeş söylemimiz dirayetimizden
ileri gelir, bu sitemkâr ifadeler gayretimizden. Yularından rahatsız ata nasıl küheylan
denmiyorsa, ateşten korkan suyla da ateşi
söndüremez kimse. Can içinde canla yollara
düşen cesur bir siyaset adamı, gidilen yolları, aşılan dağları senle bölüşürse ne gücünü
kaybeder, ne yolunu. Böyle bir dönemden
geçiyoruz işte. Seninle birlikte yol alan cesur
siyasetçilerin yanında yer almalısın. Batı’nın
şamdanları bizim şehirlerimizi aydınlatmaz.
Sen Mecnun ol, medeniyetin de Leyla’n olsun; sen gülle ol Asım’ın elinde; mancınıkta
kuvve ol garbın kalesini yerle bir eden âlim
gibi; Barbaros ol, Akif ’in deryasında hüküm
sür… Ve şan ol, şühedayı aş…
Bil ki şu çerağanda şuur vardı, sildiler.
Azar azar silindi. Hikmet vardı, hamiyet...
Unutulsun diye saklandı bunlar. Hatırlayanı
çok az şimdi. Mahiyet kurutuldu. Mahşeri
unuttuk, kıyameti hiç sorma. Aşk yolunda
meşki unuttuk, tefekkürü, zikri hiç sorma.
Sıratı unuttuk, cehennemi hiç sorma. Şarkın
şırasını zehir ettiler, Garbın ziftini şerbet.
Medeniyetimize ait ve dair ne varsa inkâr
ettirip Batı’ya bu milleti hizmetkâr etmeye
çalıştılar. Hilyeni üç kuruşa yok pahaya satıp
“Kendi hanumanına halâyık ol” diye uğraştılar. Oysa sen sakın öyle olma!..
Dua dua, sayfa sayfa açılan avuçlarımız
söylesin şimdi. Zakirlerin kervanına karışsın sözcük sözcük cümlemiz. Halil olalım,
halita değil. Vafi olalım, vâhî değil. Dâî
olalım, dalle değil. Kâffe olalım, pâre değil.
Güzâftan kaçıp hikmetmedara varalım,
varalım da anlayalım şühedayı. İzlek izlek
yollar bulalım. İzbe yerde değil, orta yolda
olalım ve varacaksak menzile öyle varalım.
İcar edilen gölgelikler icab denilen zulümler için, Garip düştüğün gailede garip
kalmamak için, budanan dallarının yine ve
yeniden daha gür yetişmesi için ayağa kalk
ve siyaseti Peygamberî bir ahlakla inşa etme
sürecinin tamamlanması adına önümüzdeki
seçimlerde tercihlerine çok özen göster.
mayıs 2014
53
haberajanda
Analiz
30
Yahya Kurt
[email protected]
MART seçimlerinin
sonuçları bazılarını hiç
memnun etmemiş olacak
ki maçtan sonra mağlup
takım futbolcusunun
“İyi mücadele ettik fakat
şanssızdık. Bir de hakem
hataları eklenince maçı
kaybettik. Bundan sonra
önümüzdeki maçlara
bakacağız!” demesi gibi
“Başarılıyız, oyumuzu
arttırdık fakat elektrikler
gitti, oylar çalındı!” diyerek
son sözlerini söylediler.
Malumunuz olduğu üzere,
önümüzdeki maç “Cumhurbaşkanlığı”... Bu maç
oldukça önemli, çünkü
kazanan şampiyon olacak,
kaybeden kümeye... İkincilik veya üçüncülükse söz
konusu bile değil.
Maç bu kadar önemli
olunca, ister istemez
kadro ve taktik de oldukça önemli oluyor. Hatta
bunun için yurtdışından
başarılı taktisyenler, yetenekli golcüler ve başarılı
file bekçileri getiriliyor,
Türkiye’nin önemli yetenekleri bir bir takıma kazandırılmaya çalışılıyor ve
Taraftarın desteğini almak
için canhıraşâne taktikler
uygulanıyor. Hakikat şu
ki, bundan sonra gecemiz
gündüzümüz Cumhurbaşkanlığı seçimi olacak.
“Cumhurbaşkanı kim
olur?”, “Kim kimi destekler?”, “Kim kiminle ittifak
yapar?”, “İki güçlü aday
olursa ülke kutuplaşma
yaşar mı?”, “Cumhurbaşkanını ilk defa halkın
seçmesi ne anlama
geliyor?”, “Partili cumhurbaşkanı konusundaki
fikriniz nedir?” ve bunlara
benzer yığınla soruya
cevap aranacak. Herkes,
her yerde bu konuyla ilgili
bir şeyler söyleyecek ve
kararı millet, yine sandıkta
verecek.
Peki, durum tam olarak
nedir?
30 Mart seçimlerinde
herkes gördü ki, AK Parti
ve Erdoğan’a olan halk
desteği devam ediyor. Bir
Nasıl bir siyaset anlayışımız
var gerçekten algılamak çok
zor. Adeta “Biri ölse de üzerinden siyaset yapsak” diye
bekliyoruz.
54
mayıs 2014
Karşıtlık teorisi
BU KADAR gücün ittifak ettiği bir durum ortadayken
Erdoğan’ın yanında kimler var peki? Herkes biliyor ki,
Erdoğan’ın bu süreçte sadece iki destekçisi olacak: Biri Hakk,
diğeri halk…
önceki yerel seçimlerde
düşüş yaşayan AK Parti bu
seçimde yerel seçimlerdeki en yüksek oy oranına
ulaştı. Seçimde elde edilen
başarı, AK Parti’nin “üç dönem kuralı” ve toplumsal
beklenti değerlendirildiğinde, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı düşüncesini iyice kuvvetleniyor.
Buna bir de Erdoğan’ın
liderlik karizması ve
mevcut siyasî potansiyeli
eklenince, Erdoğan’ın
Cumhurbaşkanlığı adaylığı kesinleşiyor. Yine
herkes biliyor ki, mevcut
siyasî hareketlerin hiçbiri,
tek başına Erdoğan’a rakip
olabilecek güçte değil.
O halde ne yapılacak? Göz göre göre
kimse Erdoğan’a
Cumhurbaşkanlığı’nı altın
tepside sunacak değil elbette. O zaman muhalefet
ne yapacak? Bu seçimde
nasıl bir strateji izleyecek?
Benim tahminim şu:
Son dönemde sıklıkla
gündeme getirilen ve 30
Mart seçimlerinde nispeten denenen “karşıtlık
teorisi” daha güçlü ve
daha etkili kullanılacak.
Her ne kadar Türkiye’nin
mevcut siyasî hayatındaki
partilerin ideolojik olarak
birbiriyle ittifak yapmaları
imkânsız gibi görünse de
bu ittifak yapılacak. Bu
ittifak ya gizli, ya aşikâr
yapılacak, ama yapılacak...
30 Mart’taki İstanbul
ve Ankara örnekleri ise
bunun en canlı örneği.
MHP bu ittifakı inkâr etse
de İstanbul ve özellikle de
Ankara’da aldığı oy geçen
seçimle karşılaştırtıldığında her şey çok daha net
görünüyor.
CHP ve MHP arasında
harç görevi gören Gülen
Cemaati de -30 Mart
seçimlerinde olduğu
gibi- bu ittifakın yine
yapıştırıcı gücü olma
özelliğini devam ettirecek.
Seçimlerden sonra Gülen
Cemaati’nin geri adım
atacağı bekleniyordu
fakat öyle olmadı. Bu
da gösteriyor ki Gülen
Cemaati, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisini
Erdoğan’ın karşısında ve
en güçlü aday kimse onun
yanında konumlandıracak.
Şüphesiz bu süreçte
BDP de oldukça önemli
bir etkiye sahip. Çözüm
Süreci ve bölgeye yapılan
yatırımlar dikkate alındığında BDP’nin Erdoğan
karşıtı cephede yer alacağı
kesin gibi görünüyor. Veya
BDP, tam tersi bir strateji
izleyerek Erdoğan’ı destekler gibi yapıp milliyetçi
seçmeni CHP ile ittifak
yapmaya ikna etmekte
zorlanacak MHP’ye mükemmel bir fırsat sunmuş
olacak. Bunların yanına
bir de Erdoğan ile yıldızı
hiç barışmadığı halde,
gücünden çekindikleri
için şirin görünen para
ve sermaye baronları ile
medya patronları eklendi
mi cephe hazır demektir.
Bir de bunlara takviye
yapacak olan dış güçler,
lobiler ve maşa örgütler
ilave olduğunda bu cephe tam anlamıyla ikmal
edilmiş olacak.
Bu kadar gücün ittifak
ettiği bir durum ortadayken Erdoğan’ın yanında
kimler var peki? Herkes
biliyor ki, Erdoğan’ın bu
süreçte sadece iki destekçisi olacak: Biri Hakk,
diğeri halk…
Sizin de fark ettiğiniz
gibi, “Erdoğan’a rakip kim
olabilir?” sorusu üzerine
hiçbir şey söylemedik.
Çünkü bunun hiçbir anlamı yok; sistem, sadece
“Erdoğan Cumhurbaşkanı
olmasın” karşıtlığı üzerine
kurulacak.
haberajanda
Toplum
T
Alparslan Şimşek
[email protected]
TAKLİDÎ imanın caiz
olmadığı belirtilir. Yani
delilsiz bilgiye inanmamak esastır. Bir şeyin ilim
olabilmesi için alamete
dayanması, hakikate bir
atıf olması gerekir. Değil
mi ki ilim alametten gelir,
aksi halde zan olur; bu
sebeple terbiye eden Rabbimiz, hakikate çağırırken
mutlaka delillerini sergiliyor. Allah, “Delil göstermedim, böyle emrediyorum.
Ben emrettiğim için yapacaksınız!” demiyor; kendi
varlığının, birliğinin ve
kitabının, kendi katından
oluşunun delillerini gösteriyor, kendi yasalarının
üstün oluşunun delillerini
sergiliyor ve aklımıza
hitap ediyor, ikna ediyor… Beni ikna et Twitter
adaleti!
İnancımdan dolayı
“kanunların ruhu” diyemiyorum; inancımda ruhun
çağrıştırdığı hususlar
belli başlı şeylerdir. Ben
kanunların arkasındaki
için “ahlaki inanç” demeyi
daha uygun buluyorum.
Bir kanunun adil olup
olmadığı, onu oluşturan
ahlaki inanca göredir.
Modern hukukun kanunlarını oluşturan ahlaki
inanç bireyciliktir. Bireycilik temelleri üzerinden
oluşturulan ve daha da
temelinde parçalanmış
bir varlık tasavvurundan
oluşturulan bu libas üzerimize uymadığı için, “Twitter adaleti” vicdanlarda
kabul görmeyecektir.
Kürsülerden istenen nutuk atılsın, “aldatılmışlık,
cübbelerle gizlenemez”.
Karşısında, “Sahip
olduğum her şey Allah’a
aittir ve bana Allah’ın
bir emanetidir. Emanete
sadakat, onu bana emanet
edenin razı olacağı yere
harcamaktır. Aksi halde
ihanet etmiş olurum!”
diyen bir topluluk ne
demek istiyor? Hayat ya
insanların bakışları ölçü
alınarak yaşanır ya da
mutlak hakikat olan ilahî
Şeytan suç işlediği için
değil, suçunu savunduğu
için şeytan oldu. Âdem ise
suçunu savunmadığı için
“adam” oldu.
Twitter adaleti
AŞAĞIDA zikredilen bakış açılarından, yani kanunların arkasındaki ahlaki inançlardan biri beşerî, diğeri ise ilahî bakış
açısıdır. Kanunların arkasındaki ahlaki inanç beşerî olduğu
müddetçe “Twitter adaleti” kabul görmeyecektir. Twitter
adaletinden bir pırtık da verseler, insanlar mutlu olmayacaktır. Takdir Allah’ın, eylemler bizim…
bakış ölçü alınarak. İnsanî
bakışı ölçü alıyorsanız,
“İnsanlar ne der?” diye
sorarsınız; ama ilahî bakışı
ölçü alıyorsanız, “Bu yaptığım işe Allah ne der?”
diye sorarsınız. İlahî bakış
ölçüsü ile oluşturulmayan
bir nizamın beşeri, köşeyi
döndüğünde “Devlet
yok” der ve her işi yapar.
Ama ilahî bakış ölçüsü ile
kurulan nizamın insanı,
köşeyi dönse de yapacağı
işte “Allah ne diyor?”
sorusunu kendi vicdanına
soracaktır. İşte ilahî bakış
açısı ile oluşturulan kanunlarla oluşan kararlar
“Twitter adaleti” değil,
“insan adaleti” olacaktırlar. O topluluk da o zaman
der ki, “Şeriatın kestiği
parmak acımaz”.
Şeytan suç işlediği için
değil, suçunu savunduğu
için şeytan oldu. Âdem ise
suçunu savunmadığı için
“adam” oldu. İnsan yanılır,
hata eder, günah işler
ama hatasını, günahını ve
yanılgısını savunamaz.
Kendisine verilen aklı,
vicdanı, fıtratı, iradeyi
inkâr etmiyorsa suçu
savunamaz. Bu da ancak
ilahî bakış açısı ile olabilir.
İlahî bakış açısıyla bakan
bu millet “Bedir”ini yaşadı
ve Allah, Bedir’in rövanşı
Uhud ile bir ders verdi. Aslında savaş kaybetmiş bir
ordu gibi bitmedik, tükenmedik; peki, Uhud’da
neden ısrar ediliyor?
“Sizden evvel kanun
olmuş birtakım vakalar
geçti; onun için arzda
dolaşın da bir bakın,
peygamberleri tekzip
edenlerin akıbetleri nasıl
olmuş?” (3: 137)
Bizden önce kendine
özgü yaşam tarzları olan
toplumlara bakmaya
davet ediyor bizi. Arzda
gezinip hakikati yalanlayanların sonunun ne
olduğunu görmemiz
için davet ediyor. Kendi
uygarlığı, kendi devleti,
kendi sistemini “ilelebet
yaşayacak” zannedenleri,
çağının firavunluğuna
soyunanları görmemiz
için bizi tarihe davet
ediyor. Lût gölünde büyük ahlaksızlığa verilen
belanın ve yine Yemen’de
bir toplumun nasıl belaya
çarptırıldığının kokusunu
almaya davet ediyor.
Buyurun, Vezüv’e gidin;
toplumsal kokuşmuşluğun tarihteki en mücessem örneğinden biri olan
bu kentin nasıl bir gecede
–yanardağ patlaması ilekül olduğunu ve o anda
beşerlerin ahlaksızlıklarını icra ederken nasıl taş
kesildiklerini görün.
Bu ayetle, açık hava
müzelerinde gezinip
Allah’tan rol kapma yarışına son vermeye davet
var bize. Beşerî bakışla
oluşturulan kanunların
sistemleştirdiği toplumların akıbetini görmeye
davet var.
Yukarıda zikredilen
bakış açılarından, yani
kanunların arkasındaki
ahlaki inançlardan biri
beşerî, diğeri ise ilahî
bakış açısıdır. Kanunların
arkasındaki ahlaki inanç
beşerî olduğu müddetçe
“Twitter adaleti” kabul
görmeyecektir. Twitter
adaletinden bir pırtık da
verseler, insanlar mutlu
olmayacaktır.
Takdir Allah’ın, eylemler bizim…
mayıs 2014
55
haberajanda
Analiz
90 sene önce
Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne mutlu”cu
Türk tipi, şimdi
de “Ne mutlu”cu
Müslüman olmaya
kanalize edilmek
isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu
insanın çağdaş
bir Yahudi olacağı
kesin. Kendine has
dini, kendine has
cenneti ve millî
azizleri olacak bir
anlayıştan bahsediyoruz.
***
Bu noktada
şu, bizi yanılgıya
düşürmesin: İnsanların, başlarına
Anadolu’da yemeni, Arabistan’da
keyfiye, İran’da
çar bağlaması
İslamiyet’in işi
değil, sadece
kendi yaşantı
şartlarına uygun
bir hayat belirleme çabasıdır. Bu,
Karadeniz’de fındık, Arabistan’da
hurma yemek kadar doğal ve dünyevidir. Yani fındık
ve portakalın, hurma karşısında asla
bir mukaddes taamlığı yoktur. Bu
noktada dini milletleştirme çabasındaki mukaddes
taamcılar, kutsal
kıyafet ve mübarek zatlar gibi
“uhrevî dünyalıklar” oluşturma
çabasındadırlar.
56
mayıs 2014
Milletlerin İs
İslam’ın mil
C
İHAMŞÜMUL ve total bir inanç sistemi
olan İslam’ın değişik
varyantlarının olması
imkân dâhilinde değil. Ancak bir
kısım çevreler, “Türk Müslümanlığı” tabirini ısrarla kullanmaya
devam ediyorlar. Bu ısrarcı tutumun amacını irdeleyişimizi yazının ikinci bölümüne bırakarak,
söz konusu tabirin tutarsızlığını
anlatmaya başlayalım.
Eğer yekpare bir karakteri
olan monoblok İslamiyet içinde
bir Türk Müslümanlığı unsuru
varsa, buna bağlı olarak bir Arap
Müslümanlığından da söz etmek
şart olur. Bu durumda bu kategorizasyon sonlanmaz ve devam
eder: İran, Kürt, Çerkez, Boşnak,
Afgan, Urdu, Berberi Müslümanlığı… Yani İslam içinde yer alan
tüm milletler, böylece kendi Müslümanlıklarını sürdürürler.
Adı üzerinde,
“Muslim National”
Bu saydıklarımız, tarih içerisinde İslam dairesi içine girmiş ulusların İslam tariflerinin isimlendirilmiş anlayışlarıdır. Bir de yeni
zamanlarda İslam’ı tercih eden
gruplar var: Alman, İngiliz, Koreli, Japon… ABD’de İslam’la şereflenen ve özellikle yoğunluğunu
siyahların oluşturduğu bir grup
var: “Muslim National (İslam
Milleti)”. Bunlara da ABD Müslümanlığı denecek herhalde(!).
Aslında Müslümanlığın tarih
içinde Sünnilik ve Şia gibi iki
kalın damar halinde tarif edildiği
malum. Bu iki damar da kendi
içindeki mezheplerle anlam algılarını oluşturmuş durumda. Haydi bu durumu Yüce Peygamber’in
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir”
hadisiyle “zenginlik” olarak yorumladık, ancak bu rahmet halini
milletler üzerinden çoğaltmak ne
kadar mantıklıdır?
Bilindiği gibi dinleri milletleştirmek eski bir illettir. Semavî
dinlerin bozulmasında, Allah’ın
bütün kullarının dinini “klan
dini”, “soy sop dini”, “belde dini”
veya “kavim dini” haline getirmenin suçu büyük. Kavim/millet
dini haline gelmiş semavî bir din,
Musevîlik olarak hayatta ve böyle
bir ırkçı sahiplenmenin ne kadar
tehlikeli olduğu da ta “Musa ile
Mısır’da çıkış” olayından bu yana
bütün insanlığa çektire çektire gelindiği biliniyor.
Din bilginlerinin çoğu tarafından kabul edildiğine göre, bidayette ilahî bir din olma ihtimali güçlü
olan Zerdüştlüğün, dualist/ikici bir
düzleme kayarak nasıl Persiyan bir
din haline geldiği de tarihin kaydettiği din-insan serüvenlerinden
biridir. Zaten İslamiyet’in İran
versiyonunun oluşmasında “millî
lam’ı mı,
leti mi?
Ahmet Yozgat
[email protected]
Zerdüştlüğün” sinsi etkisini görmek de mümkün.
Yeri gelmişken, şundan da
bahsetmek gerekir: “Dağda millet yaratma” hevesindeki Kürdik
taifenin, yarattıklarını sandıkları
halka millî din olarak “Yezidiliğin” ardından Zerdüştlüğü önermesi de tutmayınca, İslam’ın
Zerdüşt anlayışı içindeki bir
Kürt yorumunu alana sürecekleri
anlaşılıyor.
Tutarsız bir tarif
Gelelim Türk Müslümanlığı
tarifinin tutarsızlığına... Nedir bu “Türk Müslümanlığı”?
Anadolu’da yaşayan, neredeyse tamamı itikatta Maturidî ve
amelde Hanefî olan ve de Sünni
olarak tarif edilen müntesipler
mi, yoksa kendilerini bir türlü
tanımlayamamış olan Aleviler
mi oluşturuyor bu tanımı? Kanaatimce ikisi de değil. Masum gibi
görünen bu Türk Müslümanlığı
kavramını ortaya atanlar, bir millî
İslamiyet peşindeler ve dertleri,
ne Sünnilik, ne de Alevilik...
90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne
mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne
mutlu”cu Müslüman olmaya
kanalize edilmek isteniyor. Söz
konusu “Ne mutlu”cu insanın
çağdaş bir Yahudi olacağı kesin.
Kendine has dini, kendine has
cenneti ve millî azizleri olacak bir
anlayıştan bahsediyoruz. Daha
fazla açtırmayın kutuyu (!)…
İşte Türk Müslümanlığı konusundaki ısrarlı tutumun nihaî
hedefi, iki üst satırda belirtemediğim ve kapalı kutuda saklı tutulan diabolik plandır ve buraya
özellikle belirtiyorum ki “Türk
Müslümanlığının ne Alevilere, ne
Sünnilere bir hayrı vardır”. Hususiyetle Alevilerin, bu kavramdan
uzak durmaları kendi hayırlarına
olacaktır.
Sonuç olarak dinleri milletleştirmek, inanca vurulan en büyük
darbedir. Irkçılık kavramına dinî
bir kılıf giydirmek olan bu tarif,
dini din olmaktan çıkartıp bir
ideoloji haline sokarak onu si-
yasileştirir. Bu da inancı, onun
insanüstü ve cihanşümul oluşunu, buna bağlı olarak hoşgörü ve
barışçıl yanını yok ederek bir zulüm aracı haline getirir. Bu araç,
diğer kimseleri olduğu gibi, kendi müntesiplerini de yok etme
potansiyelini taşır “nas’larının”
arasında.
Başa dönünce…
Şimdi yazının en başına dönüp sadece ne milletlerin İslam’ı,
ne de İslam’ın milletleri demeksizin, sadece “İslam milleti” diyerek dahi hiçbir siyasî tat katmayarak yalnız “İslam” diyelim…
Bu noktada bizi yanılgıya şu
düşürmesin: İnsanların, başlarına
Anadolu’da yemeni, Arabistan’da
keyfiye, İran’da çar bağlaması İslamiyet’in işi değil; sadece
kendi yaşantı şartlarına uygun
bir hayat belirleme çabasıdır. Bu,
Karadeniz’de fındık, Arabistan’da
hurma yemek kadar doğal ve
dünyevidir. Yani fındık ve portakalın, hurma karşısında asla
bir mukaddes taamlığı yoktur.
Bu noktada dini milletleştirme
çabasındaki mukaddes taamcılar,
kutsal kıyafet ve mübarek zatlar
gibi “uhrevî dünyalıklar” oluşturma çabasındadırlar. Bu çabaların
karşısında kapı gibi duran olgu
ise İslam’ın kendisidir, Müslümanlar değil.
Öyle anlaşılıyor ki, millî bir
dine inanmak, ulus devlet içinde
yaşayan Müslümanların gururunu okşayan etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor ve kolayca
taraftar buluyor. Ulus devletlerin
can çekiştiği bir zaman diliminde “ulus devlet yanlılarının ulus
bir din oluşturma” ve paralel bir
düzlemde hayatlarını sürdürme
sinsiliğinin masum bir tezahürü
olarak söz konusu kavram pazara sürülmüştür. Bu bağlamda bu
kavramın, ne Türk’e, ne de Müslümana bir faydası yoktur. Bu
kavram ortaklığı, kuruluşunda
zarar etmeye mahkûm bir tere
ticaretidir. Tereciye tere satmanın
ya da bizim mahallede salyangoz
dükkânı açmanın âlemi yoktur.
mayıs 2014
57
haberajanda
Portre
G
Yavuz Şahin
[email protected]
ÜVEN, karşılıklı bir denklik üzere şekillendirilmiş
ve sarsılması zor bir duygu rengidir; tonunu zamanın ve yaşanmışlıkların
belirlediği, skalası kendi
içinde saklı bir histir. Güven kavramının mercekle
aranması gerekli mecraı
hiç kuşkusuz siyasettir. Bu
manada kendi hükmünün
ve dirayetinin devamlılığı
için her başbakanın güvenebileceği kurmaylara
ihtiyacı vardır.
Sır küpü
TÜRKİYE’DE en genç ve ikinci kez dışarıdan atanan Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı olan Fidan, devlet güvenlik sistemi için adeta demir yumruklu bir mimar gibidir. İstihbarat
dünyasında çok fazla karmaşıklığın olduğu ve ihanetle sadakatin aynı koltukta taşındığı bilinen bir gerçektir. Aklıyla
tecrübesini aynı doğrultuda yönetebilen, muhakeme yeteneğini son seviyesine kadar kullanabilen bir karakter Fidan.
Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanı’nın iç ve dış
tehlike, değişim ve gelişmelerden saha tecrübesiyle yetkin bir analiz
donanımı olan bir sır
katibine sahip olması kendi gücünün boyutlarını
göstermektedir. Geçmişte
aynı göreve sahip ve sivil
otoriterin emrinde olması
gereken kişilerin sorumluluğu altında oldukları
Başbakan’a yapılması
planlanan darbeleri bile
haber vermemiş olmaları,
bu görevin ne denli kritik
bir öneme sahip olduğunu
ortaya koyuyor.
Bir gerçek var ki, emek
ve çalışma gayreti, zorlukları aşmanın en güçlü dinamikleridir. Henüz satır
aralarında ismi geçmeyen
ve Başbakan’ın “Sır küpüm” diye övgülendirdiği
ve de kariyer açısından
geldiği noktanın zerrelerine kadar dolmuş yürekli
bir adamın hızla yükselişini anlatan bir yazı
yazmayı umuyorum. MİT
Müsteşarlığı’na büyük
Bir gerçek var ki, emek ve
çalışma gayreti, zorlukları aşmanın en güçlü dinamikleridir.
Henüz satır aralarında ismi geçmeyen ve Başbakan’ın “Sır küpüm” diye övgülendirdiği ve de
kariyer açısından geldiği noktanın zerrelerine kadar dolmuş
yürekli bir adamın hızla yükselişini anlatan bir yazı yazmayı
umuyorum. MİT Müsteşarlığı’na
büyük onur ve liyakatle atanan
ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti
için yegâne bir nimet kabul
edilebilecek saygıdeğer Hakan
Fidan’ın başarı öyküsünü kalemimin yettiği ölçüde anlatmaya
çalışacağım.
58
mayıs 2014
onur ve liyakatle atanan
ve Türkiye Cumhuriyeti
Devleti için yegâne bir
nimet kabul edilebilecek
saygıdeğer Hakan Fidan’ın
başarı öyküsünü kalemimin yettiği ölçüde anlatmaya çalışacağım.
Askerî eğitim ve çalışma hayatıyla birlikte çeşitli iş süreçleriyle devam
eden akademik başarılardan sonra getirildiği
Türk İşbirliği ve Kalkınma
İdaresi Başkanlığı görevi, Hakan Fidan için en
önemli sıçrama basamağı
olmuştur. Türk dış politikasının etkin yürütülmesine katkı sağlayacak
önemli saha çalışmaları
gerektiren bu görevde,
birçok ülkeye Türk kültürünün yaşatılması ve tanıtılması yönünde takdirle
karşılanan kazanımlarda
imzası vardır Fidan’ın.
Hazırlamış olduğu
tezde, başarılı bir dış
politika için güçlü bir
istihbarat gerekliliğini
savunan Hakan Fidan
ile Başbakan’ın herhangi
bir ortak siyasal geçmiş
veya Başbakan’ın İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ait
bir birliktelik olmayışına
rağmen, Fidan’ın şu anki
konumda oluşu tartışmasız bir başarının hak
edilmiş zaferidir.
Türkiye’de en genç ve
ikinci kez dışarıdan atanan Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı olan Fidan,
devlet güvenlik sistemi
için adeta demir yumruklu bir mimar gibidir. İstihbarat dünyasında çok fazla karmaşıklığın olduğu
ve ihanetle sadakatin aynı
koltukta taşındığı bilinen
bir gerçektir. Aklıyla tecrübesini aynı doğrultuda
yönetebilen, muhakeme
yeteneğini son seviyesine
kadar kullanabilen bir
karakter Fidan.
Kilit karar alıcılı olduğu
görevinde Oslo’da gerçekleştirdiği görüşmelerin ses
kayıtlarının ortaya çıkması, bir anda gündemin en
önemli konusu olmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin ilerleme gösterebilmesine her yönde
engel teşkil eden PKK ile
Devlet arasında hiçbir
zaman bu kadar önemli
çözüm diyaloglarının
kurulamamış olması nedeniyle, Oslo görüşmele-
rini gerçekleştiren Hakan
Fidan, birçok kalemşör
tarafından ihanet sandalına yükletildi.
Barış süreci için büyük
önem arz eden ve kara
propaganda ile anlamından uzaklaştırılmaya
çalışılan bu eyleme vesayetin farklı bir kanadı
soruşturmayla karşılık
vermişti. Böylesi mühim
bir konu üzerinde inisiyatif oluşu nedeniyle hedef
tahtası haline getirilen
MİT Müsteşarlığı’nda,
bu kriz Başbakan’ın sert
ve kararlı tutumuyla
atlatılmış oldu. Çıkarılan
yasayla MİT mensupları
yargı zırhına büründürülerek savcının soruşturma
kararı gerçekleşemeden
ortadan kaldırıldı.
Artık diğer ülkelerden
gelen istihbarat örgütü
mensuplarının ellerini
kollarını sallayarak gezmesine imkan vermeyen,
vesayet kimliklerine
boyun eğmeyen, halkların
kardeşliğini gerçek manada sağlayabilen, sadık,
vatansever ve “millî” bir
istihbarat teşkilatımız
olduğu için sonsuz teşekkürler…
haberajanda
Mısır
B
UGÜNLERDE Mısır
Mahkemesi’nin Müslüman
Kardeşler üyesi olan 529
kişi hakkında verdiği idam
kararına yönelik, tepki
mahiyetinde, birbiri ardına
gerçekleştirilen eylemlere
şahitlik etmekteyiz.
Bahsettiğimiz idam
kararlarının sebepleri
hakkında birtakım teoriler
Ahmet Sağlam
üretilebilir. Belki idam
[email protected] kararları, “Cumhurbaşkanı” olacak kişinin idamlara
engel olmasını ve halka
yakın bir kişi gibi gösterilmesini sağlamak içindir.
Belki de bu, Mursi’ye yönelik gerçekleştirilen darbe
esnasında darbecilerle
beraber hareket ettiğine
şahit olduğumuz İsrail’in,
“İslam Birliği” düşüncesi ile
Batı’ya kök söktürme niyetinde olan kitlelere yönelik
verdiği bir gözdağıdır.
Evet, bunlar tartışılmalıdır, ki tartışılıyor da zaten.
Fakat diğer önemli bir
mevzu ise, çiçek açmaya
başlayan demokrasi ümitlerinin yerini ne kadar bir
süre daha karamsarlığa
bıraktığını düşünmektir.
Gerçekten de bu duruma
“40-50 yılın emeği heba
oldu” gözüyle mi bakmalı,
yoksa surda açılan gediğin
mukaddesliği doğrultusunda mı?
Hiçbir mukaddes davanın yolu yoktur ki dikenli
tellerce işgal edilmemiş
olmasın. Yaşanmakta olan
her sefanın, mutlaka geçmişte çekilmiş bir cefası
mevcuttur. Bu mevzuyu
kavramamızı sağlayacak
olan örneklere göz atmak istesek, günümüze
en yakın ve konumuza
en uygun örnek olarak
Türkiye’mizin bugünkü
darbelere geçit vermeyen
demokrasi kazanımını
elde etmek için yaşadığı
sıkıntıları incelemek
yeterli olur. Bu duruma
en büyük örnek ise, Allah
Resulü ve sahabelerinin,
mukaddes davaları uğruna katlandıkları sıkıntılardır. Allah Resulü taşlara
hedef olurken, sahabeleri
ise aynı dava uğruna deri
parçalarını ısıtıp yiyecek
kadar aç kalmışlardı.
Tarih bir kez daha
ölüme gülümseyerek
gidenlerin zaferini yazmak
üzereyken, aynı zamanda
Zulmü alkışlamadık, zalimi ise
asla sevmedik
KURULUŞUNDAN beri radikal adımlar ortaya koyamamış
olan devletimin, korkuları ve kazançları için bugün bir kez
daha böyle bir zulme karşı sessizliklere gömülmesine ben
şahsen dayanamazdım. Bir devletten gençlerinin beklediği,
kısa vadede kazanım elde edip geleceğe onursuzluk bırakması değildir. Gençlerin omuzlarına telafisi mümkün olmayan ve ileride başlarına sürekli kakılacak onursuzluk gibi
büyük yüklerin yüklenmesinin izahı ancak bencillik ve ahlaksızlıkla tarif edilebilir.
kendisini çok güçlü atfeden devletlerin, katliamı
dahi normalmiş gibi karşılamasını da kaydetmektedir.
Dünyaya demokrasi
dersi vermeye soyunan
ABD, AB ve benzeri ülkeler, maalesef Mısır’ın
bu deneyiminden sonra
demokrasinin bölgeyi hiç
de zannettikleri gibi sömürülebilir bir yer haline
getirmeyeceğini, sömürgeci güçleri ayırt etmeden
düşman kabul edecek
olan iktidarların meydana
çıkmasına sebep olacağını
anlamışlar ve demokrasiyi
bölgeden uzaklaştırıcı
eylemlerin yanında yer
alma onursuzluğunda
bulunmuşlardır.
Aslında şaşırtıcı olan
ne, biliyor musunuz?
Tarihin kaydettiğini bile
bile, zalimin pençelerinde
can veren garip gurabayı
hakir gören BAE, Kuveyt
ve Ürdün gibi ülkelerle
bu halkı terörist ilan eden
Suudi Arabistan gibi ülke-
lerin eleştirilmezken –maalesef- devletin sahibi olan
halkı zalime karşı savunan
Türkiye’nin eleştirilmesi,
içeriden ve dışarıdan da
hedef tahtası haline getirilmek istenmesidir.
Kuruluşundan beri
radikal adımlar ortaya
koyamamış olan devletimin, korkuları ve
kazançları için bugün bir
kez daha böyle bir zulme
karşı sessizliklere gömülmesine ben şahsen dayanamazdım. Bir devletten
gençlerinin beklediği, kısa
vadede kazanım elde edip
geleceğe onursuzluk bırakması değildir. Gençlerin
omuzlarına telafisi mümkün olmayan ve ileride
başlarına sürekli kakılacak
onursuzluk gibi büyük
yüklerin yüklenmesinin
izahı ancak bencillik ve
ahlaksızlıkla tarif edilebilir.
Yaşanan olaylar gösteriyor ki, Ortadoğu’da
çoğulcu ve yapıcı siyasetin
tutunabileceği zemin
hâlâ oluşturulamadı.
Kader birliği yaptığımız
kardeşlerimiz için millet
olarak kafa yormak, neler
yapabileceğimizi tartışmak zorundayız. Bölgenin
kurtuluşunda kestirme bir
yol yoktur. Yapılması gerekenler konusunda asla
aceleci davranılmaması
gerekmektedir. Özellikle
eğitilmiş insan sayısının ve
bu ülkelerin kültür değerlerinin arttırılmasına gayret gösterilmelidir. Fakat
asla aceleci davranıp, bir
şeyleri silah gücü ile değiştirmenin çekici kapsamına
girilmemelidir.
Kazanç elde etmek için
veya bir şeyleri -olumlu
manada dahi olsa- değiştirmek için gücünüzle
saldırır, yakar yıkarsanız
tüm dünya halklarının
tepkisini çekersiniz. Fakat
öte yandan akıl ve ahlakla,
insanî değerler ile yardıma
koşarsanız, sadece yardıma koştuklarınızın değil,
tüm âlemin gönül sultanı
olmuş olursunuz.
mayıs 2014
59
HABERAJANDA
Said, İkinci Dünya
Savaşı sonrası
İslam dünyasının
genç kuşağından
sayılıyor. Cezayirli büyük düşünür
Malik Binnebi’nin
seçkin öğrencisi
ve izleyicisi olarak tanınmıştır.
60
mayıs 2014
Cevdet Said, anlattığı
her şeyi zaten kitaplarında, seminerlerinde,
dünyanın pek çok yerinde yıllardır söylüyordu. Çünkü onun kaynağı Kur’an-ı Kerim’di ve
onun için, ondan başka
hakikat kaynağı yoktu.
***
Suriyeli düşünür Cevdet Said, şiddet karşıtlığı ve Kur’an ayetlerine
getirdiği farklı yorumlarla dikkat çeken bir
isim. Said’in şiddet
karşıtı fikirleri, “ılımlı
İslam” fikrini savunan
çevreler tarafından da
son zamanlarda sık sık
referans olarak gösteriliyor.
***
50 yılı aşkın bir süredir dünyanın pek çok
ülkesinde seminerler
veren, Kur’an-ı Kerim’i
anlama ve uygulama
hassasiyeti ile sohbetler düzenleyen, bu
minvalde pek çok araştırma çalışmasına imza
atan Cevdet Said’i ülkemiz, medyanın mahir
spekülatif sunumu ile
tanıdı.
***
Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak
14 yıl kadar hapis
yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay
kadar önce ülkesinden
Türkiye’ye göç etmiş,
farklı bir ülkenin diline,
üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık
kesbedememiş, çeviri
zafiyetine yenik düşmenin muhtemel olduğu ve sınırlı bir zaman
dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana
göre sadece bir keşif
programı olarak yorumlanmalıydı.
C
EVDET Said, uzun
yıllardır vahyî perspektiften yaptığı çalışmalarında “şiddet
karşıtı”düşüncelerini
oldukça net biçimde
sunan ve söylemlerinde “fikrî mücadeleye” dikkat çeken, ülkemizde dilimize çevrilerek basılan kitaplarından
tanıdığımız Suriyeli bir mütefekkir.
Bundan 10 yıl kadar önce, bir arkadaşımın tavsiyesi ile İslam düşünürü
Cevdet Said’in “Güç, İrade, Eylem”
isimli kitabını okumuş ve hayli istifade etmiştim. Okuduğum bu kitap, 4.
baskı olup Ekim 2004 tarihini taşıyordu. O dönemde diğer çalışmalarını
etüt etme fırsatım olamamıştı.
26 Aralık 2013 tarihinde, Hilal TV’de, Resul Tosun ve Sibel
Eraslan’ın Cevdet Said’i konuk olarak
ağırladıkları “Hasılı Kelam” programını izlemiş ve program sonrası Said
hakkında yazılanları takip etmiştim.
“Hasılı Kelam” programında yaptığı açıklamalarla dikkatleri çekmiş ve
hakkında pek çok eleştiri yazısı yazılmıştı. Cevdet Said ismi, ikinci kere
dikkatimi çekmişti.
Yaşayan bir mütefekkir
Geçtiğimiz ay ise bir arkadaşım,
Kafkas Vakfı’nda Cevdet Said’in seminerine davet etti. O seminere katılamadım, ancak Kur’an-ı Kerim’i
anlama ve anlatmayı gaye haline getirmiş yaşayan bir mütefekkiri ziyaret
etmeyi kendime vazife addettim ve
kendisini evinde ziyaret ettim.
O gün, dünya Müslümanlarının ahvaline, çözüm önerilerine, ülkemizdeki
siyasi gelişmelere ve özellikle kendisi
hakkında yapılan eleştirilere kısa kısa
değindik. Yaklaşık bir saatlik bu sohbet
kısaydı; ancak Cevdet Said, anlattığı
her şeyi zaten kitaplarında, seminerlerinde, dünyanın pek çok yerinde yıllardır söylüyordu. Çünkü onun kaynağı
Kur’an-ı Kerim’di ve onun için, ondan
başka hakikat kaynağı yoktu.
Cevdet Said ismi, üçüncü keredir
ilgi alanıma girmişti. Bizatihi kendisiyle de tanışmak nasip olmuştu. Bu
gelişmeden sonra ülkemizde tercüme
edilerek basılmış diğer kitaplarını etüt
ettim nihayet. Okumalarımı yaptıktan sonra kısa bir söyleşiyi aktarmak
yerine, Said’in çalışmalarından, kitaplarından, ülkemizde hakkında yazılanlardan derlenmiş, daha faydalı olabileceğini düşündüğüm bu çalışmayı
kaleme aldım.
Nesrin Çaylı
[email protected]
Cevdet Said ismi,
üçüncü keredir ilgi alanıma girmişti. Bizatihi kendisiyle de tanışmak nasip
olmuştu. Bu gelişmeden sonra ülkemizde tercüme edilerek basılmış diğer
kitaplarını etüt ettim nihayet. Okumalarımı yaptıktan sonra kısa bir söyleşiyi
aktarmak yerine, Said’in çalışmalarından, kitaplarından, ülkemizde hakkında
yazılanlardan derlenmiş, daha faydalı olabileceğini düşündüğüm bu çalışmayı
kaleme aldım.
mayıs 2014
61
HABERAJANDA
Cevdet Said, yaşayan bir düşünür ve kapıları hemen hemen herkese açık. Gayet nazik ve sorulan sorulara 83 yaşına
rağmen “delikanlıca” cevap veriyor, müzakere ve mütalaa ediyor.
Cevdet Said kimdir?
1931 yılında, Suriye’nin Golan bölgesindeki Bi’ri Acem köyünde doğdu. Adigelerin
Abzeh kabilesinin Tsey sülalesine mensup
bir ailenin çocuğudur. Ezher Üniversitesi’nin
orta bölümünü okudu. Ardından aynı üniversitenin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nden
mezun oldu. Sürekli fikrî meselelerle meşgul
oldu, 50’li yılların sonlarından itibaren başlattığı yazma, araştırma, inceleme ve konferans verme faaliyetlerini sürdürdü.
Düşüncelerinde özellikle İslam’a şuurun
yeniden tashih edilmesi/düzeltilmesi, şiddetin reddi, “değişim” kavramı, afakî ve enfüsî
ayetlerin araştırılması, diyalog, anlaşma,
uzmanlaşma, birlikte yaşam gibi konular
üzerinde yoğunlaşmasının yanı sıra, çağdaş
Arap ve İslam âleminin yaşadığı düşünsel
sorunlar üzerinde çalıştı ve İslam dünyasının felsefî ve kültürel değerlerini yeniden
dirilterek öze dönmeyi amaçladı.
Çağdaş düşünce özgürlüğünün en başta
gelen savunucularındandır. Suriyeli düşünür Cevdet Said, şiddet karşıtlığı ve Kur’an
ayetlerine getirdiği farklı yorumlarla dikkat
çeken bir isim. Said’in şiddet karşıtı fikirleri, “ılımlı İslam” fikrini savunan çevreler tarafından da son zamanlarda sık sık referans
olarak gösteriliyor.
62
mayıs 2014
Dağ eteğinde bir köy ve
iki inek
Said, İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam
dünyasının genç kuşağından sayılıyor. Cezayirli büyük düşünür Malik Binnebi’nin
seçkin öğrencisi ve izleyicisi olarak tanınmıştır. Suriye’de Esed rejimi tarafından
birkaç kez sorgulanmış, 14 yıl hapis yatmış,
mesleğinden men edilmiş, her mütefekkir
gibi hakikat yolculuğunun çilesini çekmiş
bir düşünür. Büyük kentleri, bozulmaların
en büyük batağı olarak kabul eden Said, ülkemize göç etmeden önce ailesi ile birlikte,
İsrail sınırına çok yakın, dağ eteğindeki köyünde, beslediği iki ineği ve arıcılık ile geçimini sağladığı rivayet olunuyor.
Cevdet Said, 2012 yılının Kasım ayında,
kardeşi Muhammed Said’in Suriye rejimine
ait tankların açtığı ateş ile şehit olmasından
sonra, yeğenleri ve eşi ile birlikte ülkemize
göç ediyor. Türkiye’ye gelişi, hicret mi, göç
mü, yoksa bir kaçış mı olduğu da o dönemde tartışma konusu oluyor.
Bu özgeçmişe, şahidi olduğum son durumu eklemeliyim: Said, şimdi Beykoz’un
şehir merkezinden yaklaşık 20 kilometre
uzaklıkta, Akbaba köyündeki mazbut bir
evde, eşi ve şehit olan kardeşinin çocuklarıyla
birlikte yaşıyor. Evin girişi bir cami kursunu
andırıyor. Gayet sade döşenmiş, iki kanepe
ve bir sehpadan ibaret olan odaya kabul ediliyoruz. Çay ve hurma eşliğinde sohbet ediyoruz. Yüzünde sıcak bir tebessüm, sesinde
heyecan var. 83 yaşına rağmen hayli dinç.
“Bu enerjisi, vahiyle hemhal olmanın bir armağanı mıdır?” diye düşünmekten kendimi
alamadım doğrusu.
O, 1984’te
satırlarıyla Türkiye’deydi
Cevdet Said’in, “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” isimli kitabı, ilk
olarak İnsan Yayınları tarafından dilimize
çevrilerek 1984 yılında düşünce dünyamıza kazandırılmıştır. Bu çalışma, o yıllarda
Türkiye’nin içinde bulunduğu 80 Darbesi
sonrası sorgulamalar açısından önemli fikirler barındırmaktadır. Ancak sessiz soluksuz,
sadece ilgilisinin dikkatini çekebildiği kadar
okunabildiğini düşünüyorum. Daha sonra
Pınar Yayınları, Said’in pek çok eserinden
bazılarını 2000’li yıllarda yayın ve fikir dünyasına kazandırmıştır. Bu dönemde basılan
kitaplarının eskiye oranla kısmen bilinirliliğinin arttığını, fakat yine de belli bir kesim
tarafından etüt edildiğini söyleyebilirim.
İki yıl önce yeniden
fark ettik
50 yılı aşkın bir süredir, dünyanın pek çok
ülkesinde seminerler veren, Kur’an-ı Kerim’i
anlama ve uygulama hassasiyeti ile sohbetler
düzenleyen, bu minvalde pek çok araştırma
çalışmasına imza atan Cevdet Said’i ülkemiz, medyanın mahir spekülatif sunumu ile
tanıdı.
İsminden düne kadar pek haberdar olmadığımız bir kişiyi, medyanın pek hızlı bir
biçimde yaftalayıp polemik vesilesi olarak
sunumunu yapmakta cesurca taktiklere sahip
olduğuna kimsenin bir itirazı olmaz sanırım.
İşte 26 Aralık 2012’de, Hilal TV ekranlarında, Resul Tosun ve Sibel Erarslan’nın konuğu olarak Cevdet Said’i gördük görmesine de bu programdan sonra oluşan eleştiri
ve değerlendirmelerin ayakları ne kadar yere
basıyordu, pek emin olamadık. Said’i ağırlayan Tosun ve Eraslan’ın samimi bir girişim
içinde olduklarından hiç şüphem yok. Özellikle Sibel Eraslan’ın programı gayet olumlu
ve objektif kapattığı gözlerden kaçmamıştır.
Ancak ne olduysa program sonrasında oldu,
kalem sahibi olan (etkin yahut değil) pek
çok yazar, Cevdet Said hakkında yazdı ve
çizdi. Öte yandan bu program, Cevdet Said’i
anlama konusunda bize ipuçları sunuyordu.
Fakat izleyenlerin polemik oluşturması adına da çok fazla sebep barındırıyordu.
Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak
14 yıl kadar hapis yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay kadar önce ülkesinden
Türkiye’ye göç etmiş, farklı bir ülkenin diline, üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık kesbedememiş, çeviri zafiyetine yenik
düşmenin muhtemel olduğu ve sınırlı bir
zaman dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana göre sadece bir keşif programı olarak yorumlanmalıydı.
O güne kadar hakkında yeterli araştırma
yapılmamış, o gün itibariyle “şiddet karşıtı”
söylemlerinden hareketle gerekçeleri ve çıkış
noktası doğru biçimde analiz edilmeden, bir
özel kanal, Cevdet Said’i “sözde âlim” ifade-
leri ile sundu. Yaslandıkları nokta, Cevdet
Said’e atfedilen şu iki ifade idi: İlki, “Türkler
silah meraklısıdır”; ikincisi, “Osmanlı hilafet ile yönetiliyor. Hilafet rejimi demokratik değildir” şeklinde. (Cevdet Said’in, bu
ifadelerin yanlış anlaşıldığına dair cevapları
ve izahları “Düşüncede Yenilenme” isimli
kitapta verilmiştir.)
Acaba neden?
Bütün bu olanlardan sonra Cevdet Said,
verdiği röportajlarla yanlış anlaşıldığını
izah ettiyse de basında çalakalem yapılan
eleştiriler öylece kaldı ve Said hakkında
elle tutulur bir açıklama yapılmadı. Bunda
şaşılacak bir şey yok elbette, fakat dikkati
celp edecek saklı bir nokta var: Mütefekkir
Said, gündeme “şiddet karşıtı” olarak getirilip Türk ve Osmanlı tarihine dil uzatan
“sözde âlim” olarak lanse edilmişse de onun
hakkında yaptığım okuma, araştırma ve
1980 yılından bu yana yaptığı çalışmalarda
Said’in asıl derdinin ve gayretinin insanlığı ısrarla Kur’an-ı Kerim’i anlamaya davet
ediyor olmasıdır. Birkaç siyasî gündem
maddesi üzerinden “Çamur at, tutmazsa
izi kalır” mantalitesi ile böyle bir manipülasyon gerçekleşmişse ve sonra tekzip
edilmemişse, komplo teorisi üretme pratiğimizin arttığı şu günlerde zihnim “Acaba
neden?” sorusunu soruyor.
Münferit mesuliyet
Eleştirmek çok kolay, eleştirdiğimiz her
ne ise onun yerine yeni bir şey ikame edebilmekse çok zordur. Hakikat, malumunuzdur
ki tektir ve her mümin için ilim farzdır. Vahiy,
bize geçmişimizden anımıza ve dahi geleceğimize ait muhteşem reçeteler sunan yegâne
rehberdir. Ancak bu rehbere özel zaman ayıran, ihtisas alanı içinde değerlendirerek anlaşılmasını sağlayan mütefekkirlerden beslenmek, bizler için geniş ufuklar açacak, hayatta
varoluş misyonumuza vizyon katacaktır.
Cevdet Said, yaşayan bir düşünür ve kapıları hemen hemen herkese açık. Gayet
nazik ve sorulan sorulara 83 yaşına rağmen
“delikanlıca” cevap veriyor, müzakere ve
mütalaa ediyor. Said’in çalışmaları hakkında fikir sahibi olmak, düşünce dünyamız
için bir zenginlik olacaktır diye düşünüyorum.
Mütefekkirler, bana göre taraf tutmak,
şehy bellemek, cemaat mensubu olmak
ve oluşturmak için değildirler. Bilakis, hayatlarımızı doğru değerlendirmek, kulluk
vazifemizi idrak ederken ilmî ve fikrî teatide bulunmak, bilgilerine danışmak için
kıymetlidirler. İslam toplumsal bir dindir,
ancak münferit mesuliyet yükler. Her birimiz, aklımızı kullanmakla mükellefiz ve
dahi doğruyu tayin için, düşünürlerin fikirlerinden beslenmekte beis yoktur. İşbu beslendiğimiz fikirler, yegâne hakikat kaynağı
Kur’an-ı Kerim’i esas alıyor olsunlar…
Cevdet Said’in çalışmalarının tamamında,
kaynağı şartsız ve kuralsız Kur’an-ı Kerim
olan düşüncelerine, tespit ve analizlerine bu
bilgi dairesinde bakıldığında, fikirlerinden
istifade edileceğini ve yeni ufuklar açacağını
düşünüyorum.
Kitap ve sohbetlerinde isimlerini zikrettiği Doğulu ve Batılı düşünürlerin çalışmalarını etüt etmiş olması da önemlidir. Muhammed Esed, Muhammed İkbal, Malik
Bin Nebi, Bediüzzaman Said Nursi ve Batılı düşünürlerinden Arthur Herbert Wilde,
Martin Heidegger ve Michel Foucault, bu
isimlerden sadece birkaçıdır.
Okuma haritası
2012 yılında yaptığı açıklamalar sonrasında kendisine yapılan eleştirilere verdiği
cevaplar ve farklı ülkelerin haber kurumlarına verdiği röportajlar da yine Pınar Yayın-
mayıs 2014
63
HABERAJANDA
ları tarafından derlenmiş ve 2013 yılı Eylül
ayında basılmıştır. Pek çok soru işaretini
zihinlerden kaldıracak izah ve cevapların
bulunduğu bu kitap önemlidir.
Şimdi Cevdet Said’in kitaplarının içeriğine dair küçük alıntılarla bir okuma haritası
oluşturalım. Bu bölümü hazırlarken, kitap
isimlerinin yanında, kaleme alındığı tarihe
ulaşabilmişsem o tarihi, ulaşamadıysam ülkemizde ilk basılan tarihi not etme ihtiyacı
hissettim. Çünkü Cevdet Said’in, istikrarlı
biçimde ve yıllar öncesinden beri vahye
dikkat çektiği gerçeği böylece belirtilmiş
olacaktır.
Düşüncede Yenilenme
(Pınar Yayınları-Eylül 2013)
Said ile gerçekleştirilen söyleşiler, onun
fikrî incelikleri, başlangıçları ve tartışmaya
açık yönleriyle entelektüel bir bileşendir.
Bu haliyle söyleşiler, önce onun entelektüel
yolculuğunu anlamayı mümkün kılan birer
işaret taşıdır. Bu kitap, çeşitli kaynaklardan
toplanarak bir araya getirilen söyleşilerden
oluşmaktadır. Bu söyleşileri dört temel izlek
çerçevelendirmektedir. Düşünce dünyasıyla
tanışma, kavramlar, Müslüman dünyanın
kronik sorunları ve aktüel siyasî gelişmeler.
Söyleşiler boyunca bütün bu izlekler birbirlerine karışmakta ve anlamlı bir bütün
oluşmaktadır. Yine de her söyleşi, söyleşiyi
yapanın öncelik verdiği konularla bağlantılı
olarak, benzersiz ve kendine özgü havasını
oluşturmakta, okur, burada bakış açılarına
ve kişisel kabullere ilişkin son derece büyük
bir eleştirelliğin dile geldiğini gözlemleyebilecektir. Bu arada herkesin paylaştığı belli
bir anlayışı ortaya koyan görüşler de dikka-
tinizi çekecektir. Bu derleme, aynı zamanda
bir bütün olarak, günümüz Müslümanlarının düşünce dünyasının belli başlı tartışma
konularına da ışık tutacaktır.
Din ve Hukuk (1998)
Aydın kavramını, modern bir kavram
olmanın ötesinde, toplumları irşat eden önderler anlamında kullanan Cevdet Said, var
olan içler acısı durumda aydınların sorumluluklarının siyasilerden daha fazla olduğuna değinirken, yine aydınlara sorumluluklarını da hatırlatır.
Cevdet Said, evrensel siyasetin en üst
kurumu makamında bulunan Birleşmiş
Milletler’de, hukukun hükümsüz kılınarak
güce ve altın buzağıya, yani kapitale tapınıldığını gündeme getirirken, aydınların suskunluğunu eleştirir.
90’lı yıllarda kaleme almış olduğu yazılardan oluşan “Din ve Hukuk” kitabında
veto hakkı üzerinde yoğun olarak durmuş
olması, onun güncel siyasal meseleleri kendi
kavramlarıyla nasıl yorumladığını göstermektedir. Hakka tanıklık eden aydınların
bulunmadığı fetret zamanında, peygamberlerin davetini bir defa daha ihya ederek
insanlığın karşılaştığı sorunların çözülmesi
gerekliliği vardır. Demokrasiyi, şiddet dışı
siyasal değişimi önermesinden dolayı yücelten Cevdet Said, 90’lı yıllardaki Cezayir
olaylarını eleştirirken, Müslüman dünyada
sadece Türkiye’nin demokratik siyasal sistemi kabul etmekle önemli bir rol üstlendiğini
söyler. Yine aynı yıllarda ifade edilen bu görüşler, temelde demokrasi yüceltisi şeklinde
okunmaya müsait olmanın yanında, Cevdet
Said’in öteden beri savunageldiği ve ısrarla
üzerinde durduğu kavramları yeniden hatırlatması çerçevesinde de anlaşılabilir.
Âdem’in Oğlu
Habil Gibi Ol (1996)
Cevdet Said, Hazreti Adem’in iki oğlu
arasında meydana gelen, insanlık tarihinin
ilk mücadelesinden hareketle Yüce Allah’ın
tasvip ettiği metodu değişik açılardan değerlendirerek, Âlemlerin Rabbi tarafından
onaylanan bu metodun insanlık için bir meşale olması gerektiğini ısrarla vurguluyor:
“Yüce Allah, Hazreti Âdem`in iki çocuğu (Habil ve Kabil) ile ilgili olayı, onlardan
her birinin takındığı tavırları, sergiledikleri tutumları, sorunları çözme konusunda
kullandıkları yöntemlerini bize anlatmıştır.
Sözgelimi, onlardan biri, karşılaştığı sorunu,
yakalandığı hastalığı halletme konusunda
‘öldürme yöntemini’ benimserken, öteki
sorunların çözümlenmesi, hastalıkların tedavisi konusunda bu üsluplardan hiçbirini
kabul etmemiş, problemlerin çözümlenmesi
hususunda bu tür yöntemlerin içine girmekten uzak durmuştu.
Kuşkusuz bugün beşeriyet/insanlık, artık
Hazreti Âdem`in oğlunun (Habil) sergilediği bu tutumu anlama ve algılama imkânına
yaklaşmıştır. Oysa insanlık, asırlar boyu bu
büyük haberden yüz çevirdi, onu kabule
yanaşmadı. Bununla da kalmadı, mesela
problemleri çözme konusunda şiddet kullanmaya yanaşmayan, böyle bir oyunun içine girmeyen tutumu delilik ve gericilik/geri
kafalılık olarak tanımladı.”
Kurtulmak isteyenlere hazır reçeteler yetiştiren bir kalem değil Cevdet Said. Öncelikle kurtarıcılardan kurtulmayı gerektiren
bir yola çağırıyor muhatabını. Dünyanın en
problemli coğrafyalarından birinde yaşayan
bu düşünür, okurlarını zorbalık yerine rüşt
yoluna çağırıyor. Üst üste kim bilir kaç kuşağın tutkuları peşinde paramparça olduğu
bu coğrafyaya farklı bir teklif, değişik bir
bakış açısı getiriyor. İlk fırsatta zalime dönüşen bir mazlum olmak yerine akleden,
bilgiden korkmayan, ikrahtan ve fesattan
uzak durmayı seçen Habil’in bir portresini
örnek gösteriyor. Şiddet ve baskı yöntemleri kullanan kurtarıcıların teklif ettiği parlak
reçeteler yerine barış, diyalog, birlikte yaşamak gibi değerleri öne çıkaran bir yazar
Cevdet Said.
Güç, İrade, Eylem (1995)
Daha çok fikrî mücadele üzerinde duran Cevdet Said’in, eylem teorisini ortaya
64
mayıs 2014
koyduğu ve konuyu bütün boyutlarıyla ele
almaya çalıştığı “Güç, İrade, Eylem” adlı
eseri, onun düşünce dünyasının temellerini
anlamak bakımından son derece önemlidir. 1980’de kaleme alınan kitapta, Müslüman gençliğin fikrî önderlik yerine siyasî
önderliği öne çıkaran bir eylem stratejisini
benimsiyor oluşu eleştirilirken, Malik Bin
Nebi’nin meseleyi tahlil edişine yer verilmekte ve gençlerin hissî davranışlardan
uzak durmaları önerilmektedir.
Said’in eylem anlayışında kudret ve iradenin bileşimi esastır. Eğer bu ikisinin değeri
yüksekse, eylemin değeri de yüksek olur.
Bunlardan birinin değeri düşük olursa, eylemin değeri de düşük olur. Eylem meselesindeki kapalı noktaları çözerek Müslümanların meselelere bakış açısını değiştirmeye
çalışmasının altında yatan temel düşünce,
İslamî hareketliliklerin başarısızlıkları karşısında gayet rahat bir tavır takınılmasını sağlayan değerlendirmelerin yanlışlığını ortaya
koymaktadır.
Öte yandan Müslümanların, yanlışlarını sorgulamak bir yana, sürekli kendilerini
savunmaya çalışmalarını, yanlışların kendiliğinden meydana geldiğini, dolayısıyla onların oluşumunda hiçbir rollerinin olmadığı
şeklindeki kanaatlerini çocukça bulan Cevdet Said, temel olarak Müslüman zihninin,
arkasına gizlediği karanlık noktalara ışık tutarak yerleşik eylem telakkisini değiştirmenin gerekli olduğunu ifade etmektedir.
Bireysel ve Toplumsal
Değişmenin Yasaları (1984)
“İnsanın ve toplumun sorunları nelerdir?”
Bu soruya Batı bilimleri açısından bakıldığında, insana “kendi dışından” tespit edilen
ve adına “gelişme” denen hedeflere varabilmek için, öncelikle insanın ve toplumun
tanınması gerekir. Tanıma ve bilme, kontrol
etme ve denetleme, vazgeçilmez bir başlangıç aşamasıdır. Batı’da psikoloji “insan”ı,
sosyoloji de “toplum”u denetlemek ve belli
hedeflere yönlendirmek amacıyla geliştirilmiş ve fakat bugünü insana acı vermekten
başka pratik bir değeri kalmamış bilimler
olarak faaliyetlerini sürdürmektedir.
Cevdet Said ise bu kitabında, farklı kalkış noktalarından hareket ederek ve başka
amaçlar güderek, insanın ve toplumun değişme sorunlarını araştırmaktadır. Vardığı
sonuç çarpıcıdır: İnsan ve toplum, gelişme
denen, sonu belirsiz, tarihsel bir maceranın
aracı değil, aksine kendi tarihini kendi yapabilecek gücün ve imkânın kaynağıdır.
Âdemoğlunun
İlk Mezhebi (1966)
Cevdet Said, Müslüman dünyanın karşılaştığı sorunları öncelikle teorik olarak
ele alıp irdelemenin gerekli olduğunu düşünmektedir. İslamî ve insanî sorunların
çözümü konusunda örnek bir model olması
düşüncesi ile 60’lı yılların sonundan bu yana
Hazreti Âdem’in oğlu Habil’in mezhebini kendine araştırma konusu olarak seçen
Cevdet Said, onların öykülerinde kendisini
çekenin ne olduğunu açıklarken, insanlar
arası ilişkilerde gözetilmesi gereken sınırların burada olmasını anar öncelikle.
Said’in 1966’da kaleme aldığı “Âdemoğlunun İlk Mezhebi” kitabı, şiddeti anlamaya
dönük olarak biri minimalist, diğeri de daha
geniş ve kapsamlı “ihlal ve ihmal olarak şiddet” olmak üzere iki anlayışı bir arada sunmaktadır. Bu olguyu gündelik varyantlarıyla
birlikte salt toplumsal kökenli ve/veya kişilerarası şiddet biçiminde kavramayıp, savaş,
silahlı mücadele, terör eylemleri gibi, şiddetin siyasî gerekçelerini de tahlillerine dâhil
eder. Şiddeti geniş kapsamlı bir tahlile tâbi
tutan bu yaklaşım tarzı, şiddetin bir sarmal
gibi yapılandığını görmemizi sağlar. Şiddetin bu iki hâli arasındaki geçişliliğin her
zaman Âdemoğulları örneği üzerinden ele
alınmış olması, onun meseleyi kökten kavrama isteğinin göstergesidir.
Değişim Rüzgârları (2003)
Cevdet Said, düşünce düzleminde, Müslüman dünyanın büyük bir kriz içinde bulunduğu kanaatini taşımaktadır. Ona göre,
var olan sorunların tahlil edilmek bir yana,
tetkike tâbi tutulmasının gerekliliği konusunda tam anlamıyla vurdumduymazlık yaşanmaktadır. “Değişim Rüzgârları”, büyük
sorunların, geri kalmışlığın sınırlarının, kambur edici geleneklerin etkisinin yoğun olduğu
bir zaman diliminden değişim rüzgârlarının
Müslüman dünyada esmeye başladığı bir zaman dilimine geçildiğini ve ümmetin uzun
zamandır yitirdiği kimliğini yeniden kazanacağına ilişkin umudun dile getirildiği bir
kitap olması bakımından kayda değerdir.
Altı dersten oluşan kitap, Cevdet Said’in
Bi’ri Acem köyünde yapmış olduğu sohbetleri içermektedir. İlk sohbeti 17 Mayıs 1993
tarihli olan kitap, genel olarak 90’lı yılların
genel iyimserliğini yansıtır. O yıllardaki diyalog, hoşgörü, kanun hâkimiyeti, çoğulculuk, silahlı mücadelenin tenkidi, Batı’nın üstünlüğünün kabulü gibi konular öne çıkar.
Kitap, aynı zamanda dünyanın değişmesiyle mücadele araçlarının da değiştiğini,
fakat Müslüman dünyanın bunun idrakinde olmadığını dile getirmesiyle de farklı bir
bakış açısı sunar.
İyi okumalar diliyor, hayra vesile olmasını
temenni ediyorum.
mayıs 2014
65
haberajanda
Ortadoğu
Arap Baharı’nın
getirdiği değişim
dalgası sadece
siyasî, demografik ve coğrafî değişimlerle sınırlı kalmayacaktır.
On yıllardır üzerlerine serpilmiş
olan umutsuzluk ve özgüven
eksikliğini yaşanan bu süreçte üzerlerinden
atacak olan bölge halkı, etkisi
küresel anlamda hissedilecek
yeni sorular da
üretecektir. “İslam ve demokrasi yan yana işlemez” argümanıyla başta kendi halklarını ve
İslam dünyasını baskı altında tutmak suretiyle algı yönetimi yapan Batı
dünyası, bölgenin değişim talebine destek vermeyerek aslında
kendi meşruiyetini sorgulamanın bir konusu
haline getirmiştir. Zira demokrasinin menşei
olarak kabul edilen Batı dünyası, Cezayir, Filistin ve son olarak
Mısır’daki demokratik taleplere darbe vuran
cunta yönetimlerinin yanında yer alarak en
güçlü argümanı
olan demokrasi
sınavında sınıfta kalmıştır.
66
mayıs 2014
Ortadoğu’da sü
G
EÇTİĞİMİZ yüzyılın
başlarında Osmanlı’nın dünya sahnesinden silinmesiyle asker
kökenli
darbelerle
şekillenen yeni devlet yapıları, uyguladıkları baskıyla bölgede güç
eksenli bir istikrarın oluşmasını
sağladı. Yeni rejimlerle oluşan yönetim biçimleri, temelde farklılık
arz etseler de tasarrufta diktatöryal
yönetim ekseninde birleştiler. Ancak söz konusu rejimler, bölgenin
tarihsel gerçeklerine ve ruh yapısına uygun politikalar uygulamaktan uzak kaldılar. Böylece müstakil
birer devlet olarak sınırları çizilen
Ortadoğu devletleri, ithal akıl argümanlarıyla donatılmış rejimlerle
yönetildiler.
Ortadoğu’nun gerçeklerine tezat olan bu durum, süreci son üç
yılı aşkın süredir yaşanan değişim taleplerine getirmiştir. Arap
halkları, bölgenin genelinde yıllar
boyu süren baskılara, zorbalıklara,
haksızlıklara, hayal kırıklıklarına
ve de ekonomik, siyasal ve sosyal
başarısızlıklara “Yeter!” demek için
sokaklara dökülmüştür. Ünlü Arap
edebiyatçısı İlyâ Ebu Madi’nin
ifadesiyle “Arap halkları, despot
rejimlerce her türlü insanî haklar-
dan mahrum bırakılmış, açlık ve
sefalet içinde yaşamaya zorlanmıştır”. Arap Baharı, işte bu tarihsel
sürecin bir birikimi olarak ortaya
çıkmıştır. Nitekim sokağa dökülen halklar demokrasi, özgürlük ve
ekonomik iyileşme talebiyle sloganlar atmışlardır.
Arap Baharı: Halkların
değişim talebi
Ortadoğu büyük ve köklü bir
değişim sürecinden geçiyor. Bu değişimin görünen yüzü, bugün artık
yaygın bir terim haline gelmiş olan
“Arap Baharı” denilen süreçtir. Sü-
Türkiye bu süreçte, azınlık diktalarının değil, kendi geleceğine sahip çıkmak isteyen halkların yanında yer aldı. Kan bağına, ırka ve dine dayalı
her türlü kutuplaşmayı, etnik ve mezhep temelli tüm siyasî seçenekleri reddetti. Zira yeni Türk dış politikasının karar alıcıları, yaşadığımız
coğrafyadaki etnik ve mezhep farklılıklarını birer zenginlik olarak görmektedir. Evrensel ve demokratik değerler üzerinde savunulan siyaset
anlayışıyla coğrafyamızın geleceğine sahip çıkmaya gayreti gösterilmektedir.
Cahit Tuz*
[email protected]
reklilik ve değişim
recin başladığı güne dek, otoriter rejimlerin
dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı
koyarak ayakta kalmanın yolunu hep bulduğu bölgede, kentli orta sınıfların başını
çektiği bir özgürlük ve egemenlik hareketi,
sarsılmaz denen birçok yerleşik yapıyı sarstı
ve bir anda hem bölgenin, hem de dünya siyasetinin niteliğini değiştiren bir boyut aldı.
Her yüzyılın ilk çeyreğinde dünyayı dizayn etmeye çalışan küresel güçler, iradeleri
dışında cereyan eden söz konusu uyanış hareketlerine müdahil olma gayreti içerisine
girdiler. Öncelikli olarak sürecin Suriye’de
bir iç savaşa götürülmek suretiyle tıkanma
noktasına getirilmesi sonucu yapılan katliamlar, yaşadığımız yüzyılın tarihine kara bir
leke olarak geçmiştir. Dünyanın acziyetini
apaçık bir şekilde gözler önüne seren bu
hadise, sarılması zor yaralar meydana getirmiştir.
Ancak dünyanın, Ortadoğu halkalarının
bu haklı talebine göstermiş olduğu duyarsızlıksa değişim iradesine engel olmayacaktır.
Özellikle ulusal egemenlikler aşamasında
dünyayı kendine ve ötekine cehennem eden
örgütlü ideolojilerin saldırgan politik tutumları, bölge insanında sinmeyi ve saklamayı yaşamsal reflekslerin zorunlu savunması olarak
görmeye zorladı. Halk bu noktada inançlarını gizlemek zorunda bırakılmıştır.
Ancak iç içe kaynayan alevlerin bir yanardağı püskürtür gibi püskürteceği gün
gelecekti. Materyalist sapmalar, saplantılar
ile bastırılmış insan cevheri kendini yeniden
keşfedecekti. İşte Arap Baharı süreci, bölge
üzerinde adeta ameliyat yapan tüm dinamiklere “Dur!” demeyi ifade eden ve tamamen iç dinamiklerce ortaya çıkan toplumsal
bir itirazdır.
Türkiye bu süreçte, azınlık diktalarının
değil, kendi geleceğine sahip çıkmak isteyen halkların yanında yer aldı. Kan bağına,
ırka ve dine dayalı her türlü kutuplaşmayı,
etnik ve mezhep temelli tüm siyasî seçenekleri reddetti. Zira yeni Türk dış politikasının
karar alıcıları, yaşadığımız coğrafyadaki etnik ve mezhep farklılıklarını birer zenginlik
olarak görmektedir. Evrensel ve demokratik
değerler üzerinde savunulan siyaset anlayışıyla coğrafyamızın geleceğine sahip çıkmaya gayreti gösterilmektedir.
Sorular değişiyor
Artık bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikârdır. Ortadoğu’da uyuşukluğa
meydan okuyan yeni bir uyanış bulunmaktadır. Bölge halkları, artık kendi kaderlerini
kendileri belirleme noktasında geri döndürülemez bir yere ulaşmıştır. Bölgede yaşanan
hadiseler, gerek bölgesel, gerekse küresel
ölçekte birçok ülke için bir test mahiyetini
taşımaktadır. Bölgesel olarak, ülkelerine sıçrama ihtimali olan gösterilerin kullandıkları
havuç-sopa metoduyla kendi topraklarında
kök salmasını ve ivme kazanmasını engelleme çabalarının konjonktürel açıdan kısa
vadeli sonuçlar verse de uzun vadede bir
çözüm olmayacağı anlaşılacaktır. Zira toplumdan gelen değişim talepler siyasal kontrolden demokrasiye, aşırılıktan hoşgörüye,
ekonomik darboğazdan müreffeh bir yaşama dönüşü ifade etmektedir. Dolayısıyla
uzun vadeli şümullü değişimlere gitmeyen
yönetimlerin risk altında olacağını ifade etmemiz mümkündür.
Durumu küresel açıdan değerlendirdiğimizde, Arap Baharı’nın getirdiği değişim
dalgası sadece siyasî, demografik ve coğrafî
değişimlerle sınırlı kalmayacaktır. On yıllardır üzerlerine serpilmiş olan umutsuzluk
ve özgüven eksikliğini yaşanan bu süreçte
üzerlerinden atacak olan bölge halkı, etkisi
küresel anlamda hissedilecek yeni sorular da
üretecektir. “İslam ve demokrasi yan yana işlemez” argümanıyla başta kendi halklarını ve
İslam dünyasını baskı altında tutmak suretiyle algı yönetimi yapan Batı dünyası, bölgenin
değişim talebine destek vermeyerek aslında
kendi meşruiyetini sorgulamanın bir konusu
haline getirmiştir. Zira demokrasinin menşei
olarak kabul edilen Batı dünyası, Cezayir,
Filistin ve son olarak Mısır’daki demokratik
taleplere darbe vuran cunta yönetimlerinin
yanında yer alarak en güçlü argümanı olan
demokrasi sınavında sınıfta kalmıştır.
Kanaatimce önümüzdeki süreçte “İslam
ve demokrasi birlikte işler mi?” sorusundan
ziyade, Batı dünyasının İslam dünyasında
demokrasiye hazır olup olmadığını konu
edinen tartışmalar daha revaçta olacaktır.
Özellikle yeni yetişen akademisyenlerin bu
hususta yapacakları araştırmalar ve kaleme
alacakları bilimsel çalışmalar, İslam dünyasında yaşanan önemli tıkanıkların önünü
açacaktır.
Sözün özü, Ortadoğu değişiyor ve eski anlayışlar, dolayısıyla eski düzen(sizlik) yıkılıyor.
İletişim dili “çatışma dili” olmaktan çıkıyor,
barış ve uzlaşma dili haline geliyor. Bunun
doğal bir sonucu olarak çatışma kültürü de
işbirliği kültürüne dönüşmektedir. Belki de
uzunca bir süreden sonra bölge, kendi kaderini kendi ellerine almaya başlamaktadır.
Not: Soma’daki menfur hadisede vefat eden tüm
kardeşlerimize Yüce Rabbimden rahmet, yaralı kardeşlerimize acil şifalar, ailelerine sabır ve metanet
diliyorum. Rabbim bu tarz acıları ülkemize bir
daha yaşatmasın.
*SDE Ortadoğu Uzmanı
mayıs 2014
67
haberajanda
Strateji
İslami dönem İran’ında
iktidara gelen üç Farisiler Zend ve Pehlevî hanedanlıkları ile Humeyniyan Cumhuriyetiydi
ve bu yönetimler arasında sonuncusu olan ve
“Mollakrasi” aşağılamasıyla anılan rejim döneminde ülke, “İsna Aşeriye” fanatizmiyle çok
farklı bir çizgiye oturmuştu. Son rejimin, bu
yanıyla “Şah İsmailci” bir
manzarası vardı. Ancak
1501 ve 1735’e kadar
İran’ı idare eden İsmail’in
mensubu olduğu Safevi Hanedanı, çağdaşı
Osmanoğulları’ndan
kat be kat “Türkmen”
idi. Şu anda İran idaresi,
tarihinde ilk defa İran
ırkı ve İran ırkına özgü
İslam anlayışının eline
geçmiş durumdadır. Bu
itibarla “derin İran”ın
ülke tasavvuru, kadim
“Ahameniş-Persiyan”
İmparatorluğu’nun akıl
almaz genişlikteki coğrafyasını ele geçirmenin
yanında, Emevi İslam
Devleti’nin Endülüs’e
kadar uzanan topraklarında “Oniki İmamcılığı”
hâkim kılmaktır.
***
Biraz geriye gidelim.
Yıl: 1979... Humeyni,
Tahran’da... Fransa’dan
geldiğinde yanında kim
var, ne var? Bunu kimsenin bildiği yok ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah Tahran’a indiğinde,
Batı Asya’nın en büyük
hükümdarı apar topar
tabanları yağlıyor ve
soluğu Mısır’da alıyordu.
Şah’ı bu kadar korkutan
neydi ki sığındığı ülkede/eski Firavunların
Mısır’ında “ödü patlamış”
olarak ölü bulundu?!
68
mayıs 2014
İran’ın “ezoterik”
Kim bu İran’ın giz
1979
yılında, İran
İslam Devrimi
gerçekleşti. Nokta… Her ne kadar
cümle sonuna işaret olarak “nokta” konacaksa
da bu cümlenin sonuna bir “noktalı virgül” konulmalı kanaatimizce; zira “Humeyni Devrimi,”
İran coğrafyası üzerinde olup bitmiş bir durum
değil, tüm İslam arazizinde yeni başlayan bir
sürecin prototipi olarak karşımızda duruyor.
Seyitahmet Karamağralı
[email protected]
ittifakları..
li dostları?
>> Haddızatında Humeyniyan
tasavvur, bir pergel gibi sivri ucunu
“Kum’lu” bir zemine batırıp suya
atılan taş etkisiyle çevresine doğru
halka halka genişlemenin de startını vermişti takvimler ‘79’u gösterirken... Etrafta uzanıp giden diğer Müslüman ülkeler, bu duruma
“devrim ihracı” diyerek ad koydu
ve bu duruma karşı tavır almakta
gecikmediler.
Humeyni faşizmi, Miladî 640’lı
yıllarda Zerdüştik Kisra yönetiminin Nihavend Savaşı’nda “kutlu”
ateşinin söndürülmesi sonrasında
geçen 1330 yıllık moladan sonra
İranlıların İran’a hâkim olma hareketinin ismiydi ve Son Sasani
Kisrası’nın Türkistan’da vurulmasından sonra, onun ve akrabalarının davasını gütmek için kuru-
Kendimizi boş iş ve lafıgüzafla
kandırmayalım; “İran’a herkes
düşman!” palavrasını bir yana itip
“Yüzer yıllık periyotlarda, gelecekte
kim bizim gizli müttefikimiz olacak?”
diye kafa yoralım.
lan “Şuubiye” yer altı teşkilatının
zaferi gibiydi. Bu arada, Zend
Hanedanı’nın altmış yıllık yarı
hâkimiyetiyle Rus Sefaretinde kavas (bekçi) olarak görev yapan Taberistanlı, Elburz dağlısı Rıza’nın
Pehlevî’sinin, altmış yıllık sahiplenişini saymazsak, İranlılar, Fars
ülkesinde idarede değillerdi.
Derin İran’ın
“ölümcül” amacı
İslami dönem İran’ında iktidara
gelen üç Farisiler Zend ve Pehlevî
hanedanlıkları ile Humeyniyan
Cumhuriyetiydi ve bu yönetimler
arasında sonuncusu olan ve “Mollakrasi” aşağılamasıyla anılan rejim
döneminde ülke, “İsna Aşeriye”
fanatizmiyle çok farklı bir çizgiye
oturmuştu. Son rejimin, bu yanıyla
“Şah İsmailci” bir manzarası vardı.
Ancak 1501 ve 1735’e kadar İran’ı
idare eden İsmail’in mensubu olduğu Safevi Hanedanı, çağdaşı
Osmanoğulları’ndan kat be kat
“Türkmen” idi. Şu anda İran idaresi, tarihinde ilk defa İran ırkı ve
İran ırkına özgü İslam anlayışının eline geçmiş durumdadır. Bu
itibarla “derin İran”ın ülke tasavvuru, kadim “Ahameniş-Persiyan”
İmparatorluğu’nun akıl almaz
genişlikteki coğrafyasını ele geçirmenin yanında, Emevi İslam
Devleti’nin Endülüs’e kadar uzanan topraklarında “Oniki İmamcılığı” hâkim kılmaktır.
Şuubiye’den kalan derin amaç;
dinî ve ırkî anlamda iki kere büyütülüp pekiştirilmiş biçimde, “ölümüne” hayata geçirilmeye çalışılır-
ken, her ne pahasına olursa olsun
Kıyamet’in eşiğinde ele geçirilen
nihai fırsatın bir daha elden kaçırılmaması için bir “nükleer İran”
şarttı. İşte, son yıllarda, “Kıyamet
İran’ını” oluşturma gayreti gözetilmektedir. Dünyada, kimilerinin
ellerini ovuşturarak, kimilerinin
dehşetle izlediği İran manzarası
budur.
Nice zamandan beri başta İsrail, ABD ve diğer batılı devletlerin
onca gözdağına ve hatta yıkıcı yaptırımına rağmen, “Derin İran”ın
“ateşli” plânlarında bu kadar ısrarcı
olmasının sebepleri ne olabilir? Bu
soruya verilecek iki cevap var…
Bir: İranistan’ı çevreleyen ülkeler içerisinde yer alan ve oralarda
“Truva Atı” sayılabilecek ekalliyet,
Humeyniyan tasavvurun iştahını
kabartan ilk etken olarak karşımıza çıkıyor. “Kim bu Truvalılar?”
sorusunun cevabı, uzun ve bir o
kadar da “Yok artık!” dedirtecek
hayret potansiyeline sahiptir. Tamamı Sünni olarak bilinen çevre
ülkelerdeki Şii nüfus, bulundukları
tablo içinde “altın oran” denilecek
kadar bereketli... Pek çoğumuza
göre, Şia’nın vatanı İran olarak
bilindiği için doğal olarak Şiilerin
yurdu da İran olacaktır, öyle değil
mi? Lakin gelin görün ki kazın
ayağı öyle değildir. İran dışında
ve “komple Sünni” diye düşündüğümüz İslam ülkeleri içinde “istemediğimiz kadar” Şii yaşamakta.
Mesela Azerbaycan, neredeyse
baştan ayağa Şii nüfusa sahip bir
ülke olarak çıkıyor karşımıza. Yine
bunun gibi Şii oranı, Pakistan’da
mayıs 2014
69
haberajanda
Strateji
yüzde 20 dolaylarında seyrediyor ki bu oran,
iki yüz milyona yaklaşmış olan ülkede, kırk
milyon gibi bir sayıya ulaşıyor. Daha bitmedi... İslam ülkeleri içinde, otuz yıl evveline
kadar neredeyse tüm tarihi Sünni idareler
egemenliğinde geçmiş olan Irak’ın yaklaşık
yüzde 70’i Şii inancına mensup insanlardan
oluşuyor. Benzeri bir oran da Afganistan’da
karşımıza çıkıyor; ki bu oran yüzde 20’den
fazla… Suriye’nin yüzde 10’u, Suudi
Arabistan’ın yüzde 15’i, Katar’ın yüzde 25’i,
Bahreyn’in yüzde 75’i, Kuveyt’in yüzde 30’u
ve Lübnan’ın yüzde 45’i Şii dersem ne dersiniz? “Yok daha!” değil mi? Bu arada, ülkemizi ise bu isimlerin yanında saymıyorum
bile. Zira “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” hikâyelerinin memleketinin sahibiyiz
biz.
Plân yapıldığına göre…
Gelelim ikinci sebebe… Bugün, İslam
dünyası içinde, kendi soy dünyalarının üst
seviyelerinde olup da İran’la aynı “ırki/imani iştahı” göstermeyen ülkeler de var. Mesela, bunlardan biri Türkiye… Herkesin bildiği
bir coğrafi gerçeklik olarak, ırk düzleminde
bütün Orta Asya Türkiye’yi çağırıyor, Sünni
açıdansa tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika el
sallamaya devam ediyor Anadolu insanına
yani Hoca Nasrettin anlayışına göre irmik
ve şeker hazır ama Türkiye’nin “kalaylı lengerde tepeleme sıcak helva” yapmaya ya da
kendisine yakın bölgeleri yutmak için derin
planlar yaptığını sanan var mı aranızda?
Peki… Şartları Türkiye’ye göre daha vasat olan İran’ın bir “Caferi İmparatorluğu”
kurma noktasındaki iştahı niçin böyle kabarık? Çünkü herkes, gücü ölçüsünde plan
yapar, gücü dışında hayal kurar. Ciddi ciddi
plân yaptığına hatta plân yapmakla kalmayıp Irak’ı yörüngesine aldığına, Suriye’deki
Galat-ı Şia’nın en şedidlerinden olan
Numeyriyan Suriye’sinde örtülü bir harbe giriştiğine göre, “İran’ın, yüz yıllardan
Artık “ana hatları” ile belli olan İran’ın gizli müttefikine/ müttefiklerine göre İslam, iki bölüm: Sünniler ve Şiiler... Bu noktada gizli müttefik
kendi kendine soruyor: “11’inci yüzyıldaki Haçlı Seferleri’nden beri
kendime kadim düşman olarak bellediğim İslam, Şia’da mı, Sünnilikte
mi temsil ediliyor?”
70
mayıs 2014
beri hayata geçirmeyi istediği söz konusu,
“Ahameniş-Persiyan İmparatorluğu için
şartsız bir inancı var” demektir. Yoksa onu
bu yola sevkeden, bizim bilmediğimiz ya da
göremediğimiz güçlü bir arkası mı var?
Evet! Bulunduğumuz “kirli bilgi” noktasından bakınca arkası boş, önü dolu gibi görünen İran’ın, dünyayı karşısına alırken öyle
çok müttefiki var ki… Oh’ho! Peki kimlerdir bu müttefik olacak ikiyüzlüler? Bugün,
Tahran’a düşman görünen kim varsa, İran’ın
müttefiki de odur. Başta İngiltere, İsrail ve
ABD olmak üzere, Almanya, Fransa müttefikidir İran’ın. Bu noktada, ittifakı ayan beyan durumdaki Rusya ve Çin’in durumunu
saymıyorum; zira o durum, yazımızın konusuna dahil değildir.
İran’ın gizli müttefiklerinin kim olduklarını bilmenin ölçüsü, “İran düşmanlığı”dır;
yani şu anda Tahran’a düşman gözüyle
bakan kim varsa o bizatihi, “Aryanların
Ülkesi”nin gizli ortağıdır. “Aryan ya da Ari
Irk” deyince hepimizin aklına kim gelir?
Tabii ki dünyanın en “ezoterik delisi” Hitler, değil mi? İşte, “Deli Adolf ”un aradığı
“Aryanik kök”enin dünya coğrafyasındaki
adıdır İran yani Aryanların ülkesi… Sadece
Sosyal Darvinizm’den etkilenerek aramaya
çıktığı Aryan kök ve tarih arayışındaki motif
değildir Tahran’ı Batılılarla ortak kılan şiar.
Bir de “Ezoterik Kıyametçilik” vardır. Ortaklığın ikinci unsuru aynı zamanda İran ile
Siyonistleri de aynı potada harmanlamaktadır. Kıyamet’e beş kala, beklenen “Zerdüştik
Saoşyan” ile “Mesih” -buna bir de “Şia’nın
Mehdi Muntasır”ını da eklersek- işin, ezoterik temeli şekillenmiş olmaktadır. Başta
Amerikanlı Neo-con/Hıristiyan Siyonistler
olmak üzere tüm Batılı New Age mezhepleri ve klasik Hıristiyanlıkla birlikte Musevilik, “Kıyamet’in Kutsal kurtarıcısı”nı
beklerken İran boş durmuyor ve İran eski
Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejad ile ilişkili
olduğu iddia edilen gizli Armegedon örgütü
“Hüccetiler” marifetiyle Mehdi’sinin geldiğini ve bu haberi dünya medyasına vereceği
günü bekliyor.
Fransa’dan geldiğinde
Humeyni’nin yanında kim
vardı?
Durun! İstirham ederim, yazdıklarım
için “Yozgatlı Ahmet Efendi’nin uçuk kaçık
fantezileri” derseniz gönlüm kalır. Biliniz
ki, hakikatin kendisini, tamamına inanarak
yazmaktayım. “Efendim, ittifaklara taktik
değil de stratejik olarak yaklaşın, kısa vadeli
bu durumlara kulak asmayın. Söz konusu
ülkenin dinsel payda ortaklığını, ufak tefek
yol kazalarını göz ardı ederek, kıyamete
kadar uzatın ve öyle karar verin. Yeri gelmişken, birkaç yıl evvel biz, Suriye ile ortak
kabine toplantısı yapmadık mı? Şimdi ise
ha girdik, ha giriyoruz modundayız. Bunu,
nasıl bir dostluk metresiyle ölçebiliriz ki?”
denebilir…
Biraz geriye gidelim. Yıl: 1979... Humeyni, Tahran’da... Fransa’dan geldiğinde yanında kim vardı, ne vardı? Bunu kimsenin bildiği yok. Ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah
Tahran’a indiğinde, Batı Asya’nın en büyük
hükümdarı apar topar tabanları yağlıyor
ve soluğu Mısır’da alıyordu. Humeyni’nin
Tahran’a, yanındaki bir uçak dolusu Batılıyla indiğinde, Şah’ı bu kadar korkutan neydi
ki zavallı adam, sığındığı ülkede “ödü patlamış” olarak ölü bulundu? Bu sorunun cevabı
henüz verilmiş değil. Herhalde, devrinde
bölgesinin en güçlü ordusuna ve istihbaratına sahip olan “Şehinşah/Şahlar Şahı”nın bir
uçak dolusu –gazeteci olduğu iddia edilenadam ve yaşlı bir ayetullahtan korktuğunu
düşünecek değiliz.
Bitmedi… Koskoca Şah Hanedanı’nı
yaşlı bir adamın güçsüz nefesiyle yere çalan
gizli gücün, kurulan “Şia Devleti”ne yardımlarını sürdürdüğünü görüyoruz. İran’ın
yakasındaki, Sünniliğin kalelerinden bu
manadaki açık açık İran Şia’sı düşmanlığından çekinmeyen iki devletin peş peşe işgal
edildiğini “Yaşlı Kum Beyi’ne” bir kıyak
olarak yorumlayamıyorsak, neye yoracağız?
Evet, Afganistan ve Irak’tan söz ediyorum.
Ne eski Afganistan, ne de eski Irak var artık.
Biri, neredeyse ikinci bir Şia devleti haline
geldi, diğeri o yolda ilerliyor.
Gizli müttefikin yardımları
Bu arada, gizli müttefikin yardımları
sürüyor. Tunus, Mısır ve Libya’yı “iki bir”
demeden yerle bir eden güç, söz konusu
Suriye olunca kılını bile kıpırdatmıyor; böylece –hiçbir zaman vermeyeceği müdahale
izniyle- Türkiye’yi kışkırtıyor, Suriye-İran
dostluğunu sökülmez çivilerle perçinliyor
ve Suriye’ye bağlı olarak Lübnan’a, Şii Hizbullah eksenindeki bir devlete dönüşürken
ses çıkarmıyor (hatta güçlü lider Hariri bir
bilinmeze götürülüyor). Bununla yetinmeyen gizli müttefik, Bahreyn’i apar topar bir
küçük emirliğe dönüştürüyor ve İran’la sıcak temasa sokuyor.
Suudlarınsa bırakın Bahreyn’i, kendi topraklarının asayişini sağlayacak gücü bile yok.
Riyad Kralı, ülkesinde polis olarak Yemenli,
asker olarak Pakistanlı lejyonerleri çalıştırıyor. Peki, bunca sıkıntılı şey varken komşu
Bahreyn’i savunmak Suud’a mı düşmüştü?
Daha bitmedi… Yemen de farklı değil.
Sünni yönetime karşı ayaklanan Şiiler, Salih Abdullah’ı devirmelerinin ardında geçen
makul bir sürenin sonunda, Şii bir aşiret
beyini “Emir/İmam bilmem kaçıncı Yahya”
diye tahta oturtmasınlar sakın? Bakmayın
siz Yemenlilerin İran gibi “Oniki İmamcı”
değil de “Beş İmamcı Zeydi” olduğuna; iş
sonunda varıyor “hulûl hâlindeki Ali’ye” dayanıyor. Çok su kaldıracağını düşündüğüm
İran hamurunun, yoğurulmaya müsait kalanı kısmı var fakat yazmayacağım. Zira Yavuz Selim kızıyor. (En çok sarf ettiği cümle:
“Ağabey, kısa yaz, yerimiz yok!”)
Sonuç
Bırakın görünen ittifaklara bakıp anasını almayı, kenarına bakıp bezini almalıyız.
Artık “ana hatları” ile belli olan İran’ın gizli
müttefikine/ müttefiklerine göre İslam, iki
bölüm: Sünniler ve Şiiler... Bu noktada gizli müttefik kendi kendine soruyor: “11’inci
yüzyıldaki Haçlı Seferleri’nden beri kendime kadim düşman olarak bellediğim İslam,
Şia’da mı, Sünnilikte mi temsil ediliyor?”
Kendi sorusuna verdiği, kendi cevabı da
şöyle uğursuz müttefiğin: “Bunun lamı cimi
yok, İslam’da yol Sünniliktir, Şia ise tali...
Öyleyse, ne pahasına olursa olsun, NeoHaçlı savaşı sürmeli ve asıl İslam temsilcisi
Sünnilik, yeryüzünden silinmelidir. Bu silme
işleminde tali İslam, iyi bir müttefik olabilir.
Öyleyse yaşasın İran! İslam coğrafyasında
Persiyan harekâtı için her türlü destek mubahtır. Hırslı bir devlet kurmak, onu güçlendirmek ve silâhlandırmak ve karşısındaki
Sünni devletleri –özellikle Türkiye’yi- çökertmek için her şey yapılmalı…”
Durum, işte bundan ibaret! Kendimizi
boş iş ve lafıgüzafla kandırmayalım; “İran’a
herkes düşman!” palavrasını bir yana itip
“Yüzer yıllık periyotlarda, gelecekte kim
bizim gizli müttefikimiz olacak?” diye kafa
yoralım. Son sözümüz yine, her şeyin en
doğrusunu “Alim” olan Allah bilir…
mayıs 2014
71
haberajanda
Dosya
Arap Baharı ortaya
çıktığında, Müslüman
kadınların siyasî
sürece katılımı yeni
bir bakış açısı kazanmıştır. Libya’daki
olayları inceleyen
sosyolog Ryan Calder,
Arap Baharı sırasında
erkeklerin kadınlara
davranma tarzlarında
belirgin bir ayrım olduğunu vurgulamış,
kadınlara yönelik
saygınlığın artması
belirgin bir hal almıştır. Haziran 2012’de
Ürdünlü kadınlar, suç
failinin, kurbanıyla
evlenmesi halinde
tecavüz bedelinin
kaldırılmasına izin
veren kanunu protesto etmiştir.
***
Lübnan’da eşinden
dayak yiyen kadınların, görgü tanığı olmadan boşanma davası açması mümkün
değil. Fiziksel şiddeti
belgeleyen tıbbî raporlar dahi bu alanda
yetersiz görülüyor.
İnsan Hakları İzleme
Örgütü (HRW), polise
şikâyette bulunan
kadınların ise evlerine
geri gönderildiğini
belirtiyor. Eşlerin,
kadınların bedeni
üzerinde mutlak hak
sahibi olması, evlilik
içi tecavüzün suç sayılmaması ile bir kez
daha meşrulaştırılıyor. Bazı ülkelerdeki
ceza kanunu ise, tecavüzcülerin kurbanlarıyla evlenmeyi kabul
etmeleri halinde,
davalarının düşürülmesini mümkün kılan
maddeler içeriyor.
72
mayıs 2014
a
d
’
u
ğ
o
Ortad
:
m
ı
k
a
r
i
b
n
e
y
ü
y
ü
b
ig derek
Î
M
A
M
L
Z
I
S
İ N
E
F
I
M
K
Zehra Ulucak
[email protected]
ADINLARIN birey olma çabaları,
aydınlanma ile başlayan sürecin
hümanist felsefeler ve bireyciliğe
yapılan vurgu ile beslenmesinin
bir sonucudur. Kadına karşı
ayrımcılığın engellenmesi, zamanla
Ortadoğu ülkelerinin de yoğun siyasi
gündeminde yerini almaya başlamıştır.
>> İslamî feminizm tanımını,
Ortadoğu ve İslam dünyasında
cinsiyet araştırmaları konusunda
uzman olarak çalışmalar yapan
Margot Badran, “İslamî bir paradigma içerisinde açıkça ifade edilen feminist bir söylem ve bundan
ilhamla ortaya çıkmış davranış ve
aktivizmler” olarak, daha pratik
ve genel bir tanımla ise yine aynı
alanda uzman olan Sa’diyya Shaikh, “Kur’an’ın kesin sosyal adalet
emri temelinde en dolu çağdaş
tepkilerden biri” olarak tanımlıyor.
Bu tanımlardaki ortak noktanın,
İslami feminizmin, feministik algı
ve tepkinin İslam kökenli tecessümü olarak görülmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Genel “feminizm” akımından kısaca bahsedecek olursak,
kadınların değersizleştirilmesi
üzerine kurulan feminist teorik
perspektifleri, seslendikleri sorunun biyolojik, bireyselci, sosyopsikolojik ya da sosyokültürel ve
ekonomik olarak tanımlanıp tanımlanmadığına bağlı olarak dört
kategoriye ayırabiliriz.
Bu perspektifler, biyolojik manipülasyonları ve/veya siyasal
ayrılıkçılığı (radikal feminizm),
bireysel davranışı (liberal feminizm), sosyo-psikolojik etkenleri
ve bireysel davranışı (bilişsel/toplumsal öğrenme teorileri ve Fransız feminizmleri dâhil psikanalizden etkilenmiş toplumsal cinsiyet
teorileri) ve/veya sosyo-psikolojik
koşulları ve bireyleri etkileyecek
devrimci sosyokültürel ve ekonomik olayları (Marksist ve sosyalist
feminizm biçimleri) içerecek olan
bir değişme ihtiyacını varsaymalarına göre de ayrılabilir.
Feminist düşünce
evrimi
Radikal feminizm, cinsiyetler
arasında biyolojik olarak doğuştan
gelen (innate) farklılıklar olduğunu varsayar ve genellikle kadınları
değersizleştirmenin kökenlerini açıklamaktan ziyade, radikal
alternatiflerin betimlenmesi ve
geliştirilmesiyle ilgilenir. Radikal feminizm, kadınların yeniden
üretim süreçleri üzerindeki denetimlerinin, patriarkali ayakta tutmanın başlıca vasıtası olduğunu
savunur. Kimi radikal feministler,
bu sorunun tek çözümü olarak
biyolojik bir devrim önerisinde
bulunur. Kadınların erkeklerden
tamamen ayrı yaşamaları gerektiğini savunan radikal feminist yazarlar, sperm bankalarının kullanılmasından kadınların kendi özgün dillerini kullanmalarına kadar
ekstrem önerilerde bulunurlar.
Liberal feminizm, rasyonel zihinsel gelişimin en yüksek insan
ideali olduğunu ve devletin bu
amacı ve bununla ilintili amaçları
izlemek konusunda herkese eşit
fırsat verilmesini güvence altına
alacak şekilde edimde bulunması
gerektiğini varsayar. Erken dönem liberalleri kadınların eşit oy
ve mülkiyet hakkı edinmesi için
çalışırken, günümüzde eşit ücret
ve istihdam gibi konular için savaşmaktadırlar.
Hem Marksist, hem de sosyalist feministler, kapitalizm koşulları altında sınıfsal baskının
kadınlar üzerindeki baskıda temel
bir etken olduğuna inanırlar. Ortodoks Marksistler sınıfsal baskıyı
sorunun başlıca kaynağı olarak
görürken, sosyalist feministler ise
patriarkalin sınıfsal baskıya eşit
derecede önem taşıyan bir etken
olduğuna inanırlar. Birçok sosyalist feminist, ırk, cinsel tercih ve
kültürel ardyöre gibi kategorile-
mayıs 2014
73
haberajanda
Dosya
İslamcı
feminizm
Bugün tartışılmakta olan İslamcı feminizmin
kökleri, 19. yüzyılda İslam ülkelerindeki
Batılılaşma/modernleşme çabalarına katılan
entelektüel kadın ve erkeklerin düşüncelerinde bulunabilir. Bu yüzyılda kadın hareketlerinin de görüldüğü1 Osmanlı (Türkiye),
Mısır ve İran’da başlayan tartışmalar, farklı
toplumsal tecrübelerden etkilenmiş olsalar
da ortak bir çizgi oluşturmaktadır. Bu kadın
hareketleri, eleştirel kadın bakış açısının
ürünü oldukları için İslam kültürü içinde
gelişen bir kadın bilinçliliğinin varlığına da
işaret etmektedir2.
rin de hesaba katılması gerektiğini savunur
( Jaggar, 1983). Engels, kadınların erkeklere
tâbi kılınmasının kapitalizmden, özel mülkiyetten ve tek eşli aile biçimlerinden önce
var olmadığını iddia ettiği The Origin of the
Family, Private Property and The State (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) başlıklı çalışmasında Marksist feminist
argümanları başlatır. Bugün Marksizm’den
etkilenmiş feministlerin çoğu, Engels’in
katkısını, kadınların modern çekirdek aile
yapısı içinde baskı altına alınmasının ilk
maddeci açıklaması olarak kabul eder. (H.
Leslie Steeves)
“İslam hey şeyin
çözümüdür” anlayışı
Arap dünyası feministlerinin son yıllarda
büyük bir ikilem içinde olduğundan bahseden haberler, Mısır, Suriye veya Lübnan
gibi ülkelerdeki laik kadın hareketleri-
74
mayıs 2014
nin yok olmak üzere olduğunu söylüyor:
“İslamî hareketin destekçileri, bu örgütleri
Batı taklitçisi ve fazla elit olmakla eleştiriyor. Bu nedenle laik kadınların kendilerine
yandaş bulma şansı günden güne azalıyor
ve bu durum da yeni bir feminist akımın
güçlenmesine yol açıyor: İslami feminizm.”
İslamî feminizm için, feminizmin bahsini ettiğimiz dört versiyonuna alternatif
olarak geliştirildiğini, kaynağının, Kur’an
ve ilmihallerin savunduğu, kadına ait hak
ve özgürlükler olduğunu söyleyebiliriz. “Temeli dinî metinlere dayanan, kadın ve cinsiyet konusunda yürütülen bu tartışmanın
temelindeki dinî metinlerden en önemlisi
Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’dan yola çıkılarak
belirlenen günlük hayata dair davranış biçimleri ve diğer bazı dinî usul ve kaideler de
bu tartışmalar üzerinde etkili olmaktadır.”
(Badran)
Bundan birkaç yıl önce Beyrut’ta gerçekleştirilen, Arap ülkelerinde İslamî feminizmin yükselişiyle dışlanan laik kadın hareketinin tartışıldığı bir toplantıda, Tunus
Manuba Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında ders veren Amal
Grami, İslamî feminizm akımının ortaya
çıkmasının ve kendine birçok destekçi bulmasının nedeninin, İslam’ın siyasette güçlenmesi ve İslamî hareketin toplumda giderek daha fazla taraftar bulması olduğunu
söylemiştir.
Grami, “Kadın konusu dinî bir çerçevede
tartışıldığında, İslamî görüşü savunanların
ünlü ‘İslam her şeyin çözümüdür’ sloganı
gelip başköşeye oturuyor sanırım. Yani çözüm İslam’da ve İslamî kurumlarda aranıyor.
Tüm siyasi, sosyal ve ekonomik faktörler ise
göz ardı ediliyor” demektedir.
Bugün tartışılmakta olan İslamcı femi-
nizmin kökleri, 19. yüzyılda İslam ülkelerindeki Batılılaşma/modernleşme çabalarına katılan entelektüel kadın ve erkeklerin
düşüncelerinde bulunabilir. Bu yüzyılda
kadın hareketlerinin de görüldüğü1 Osmanlı (Türkiye), Mısır ve İran’da başlayan
tartışmalar, farklı toplumsal tecrübelerden
etkilenmiş olsalar da ortak bir çizgi oluşturmaktadır. Bu kadın hareketleri, eleştirel
kadın bakış açısının ürünü oldukları için
İslam kültürü içinde gelişen bir kadın bilinçliliğinin varlığına da işaret etmektedir2.
Siyaset bilimci Mürvet Hatim, İslamî
feminizmi İslamî politikanın bir stratejisinden ziyade, İslam kültüründe kadının
yerinin tam olarak anlaşılması için bir olanak sayıyor. Hatim, “İslamî feminizm, kültürel kadın mirasını ortaya çıkarmak için
sürdürülen bir çabadır. Yüzyıllardır ilk defa
inançlı kadınlar söz alarak, İslamî tarihteki
ve İslam dinindeki haklarını talep ediyorlar.
Bu alanlar, daha önce tamamen erkeklerin
egemenliğindeydi ve kadınları susturma
amacıyla kullanılıyordu. Laik ve dindar kadınlar arasındaki tartışmada önemli olan,
ortak görüşte birleşmek değil, bence önemli
olan, diyaloğu koparmamak ve her iki tarafın da diğerini susturmaya çalışmamasıdır”
diyor. (Kaynak: DW-Mona Naggar)
Müslüman feministlerin
ortaya çıkışı
İslam dünyasında büyüyen, İslamcılık
hareketi içinde gelişen İslamcı feminizm,
terim olarak İranlı yazar Afsaneh Najmabadeh ve Ziba Mir-Huseyni’nin eserlerinde ve Tahran menşeli kadın dergisi
Zanan’da ve Suudi Arabistanlı kadın yazar
Mai Yamani tarafından 1996 yılında yayımlanan “Feminism and Islam” kitabında
kullanılmıştır. Terim olarak ortaya çıkışı
yakın tarihlere rastlasa da Müslüman toplumlarında kadın haklarının müdafaasının
yaklaşık yüz yılı aşan bir geçmişi vardır. Batılı ülkelerin Müslüman toplumlara yönelik
eleştirilerine cevap niteliği taşıyan ve ilkin
ihyacı-reformist İslamcı erkek yazarların
eserlerinde yer alan bu müdafaa biçimi, kadınların İslam toplumlarında köleden farksız, ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri
suçlamalarını yok etmeye yöneliktir.
lışmalarında ifade bulmaktadır. 20. yüzyılın
sonuna doğru entelektüel Müslüman kadınlar, Müslüman dünyadaki kadın sorununu -Batılı feminist söylemi de dikkate
alarak- tartışmaya başlamışlardır. Böylece
İslam kültürü içinde feminist söylemden
dolaylı olarak etkilenen yeni bir kadın söylemi ortaya çıkmıştır. Bu yeni söylem, kadın
çalışmaları sahasına katkı yapan bir literatür oluşturmaya başlamıştır. Son yıllarda
entelektüel Müslüman kadınların din ve
gelenek içinde kadının durumunu tartışan
çalışmalarında dile getirdikleri yaklaşımlar
“İslamcı feminizm” olarak adlandırılmış ve
bu entelektüel Müslüman kadınlara da “İslamcı feminist” denilmiştir3.
Musawah ve Sisters
20. yüzyılın sonunda İran İslam Cumhuriyeti, hem İslam ülkelerindeki kadın
hakları çabasının yönünü, hem de Batı’daki
seküler feminist bilim insanlarını etkilemiştir4. İran’daki İslamcı feminizm tartışmaları,
daha çok bu ülkedeki siyasi-sosyal değişim
bağlamında yapılmaktadır. Bu tartışmalar
1980’lerde başlamış olsa da asıl tartışmalar 1990’lara gelindiğinde ortaya çıkmıştır.
Najmabadi, 1994’te yaptığı bir konuşmada
İslamcı feminizmi dinî ve seküler feministler arasında diyaloga imkân tanıyan bir reform hareketi olarak tanımlamıştır5.
Geçtiğimiz ay The Nation’nın web si-
tesinde yer alan bir makale, güncel İslamî
feminizmi özetler nitelikteydi. Müslüman
geleneğini sürdüren Müslüman kadınların,
kendi hakları için savaşmakta olduğundan
bahseden makale, yıllar boyunca birçok
kadının Müslüman kimliği ve cinsiyet eşitliğindeki inançları arasında seçim yapmak
durumunda kaldığını yazıyordu.
Bu, imkânsız bir karardı. Hem inançlarını, hem de feminist vicdanlarını reddedemezlerdi, bunlara ihanet edemezlerdi. Dört
yıl önce “Musawah” adında küresel bir eylem ortaya çıktı. Temeli eşitliğe dayanan bu
eyleme göre kadınlar, Müslümanlık geleneğinde kendi hakları için, eşitlik için savaşabilirlerdi. Birçok Müslüman kadın için bu,
bir ilham kaynağı oldu.
Türkiye, Mısır, Gambiya, Pakistan gibi
ülkelerden 12 kadın, bu eylemin öncüsü
olmuş ve eyleme liderlik etmiştir. Kuala
Lumpur’da yapılan bir toplantı sonucu bu
eylem, resmî bir boyuta taşınmıştır. Liderlik Konseyi şu an Malezya’da olsa da zaman
zaman bir ülkeden başka bir ülkeye taşınabilmektedir. Bütün dünyada Musawah
üyeleri, eğitim materyalleri hazırlayarak ve
kadınların yasal haklarını savunarak mücadele vermekte, sivil toplum kuruluşları da
bu faaliyetlere aktif destek sağlamaktadır.
Musawah, İslam dünyasından pek çok kadınla ortak çalışmaktadır.
Musawah’ın yaklaşımı, İslamiyet’te “Sis-
20. yüzyılın sonunda İran İslam Cumhuriyeti, hem İslam ülkelerindeki kadın hakları çabasının yönünü, hem de Batı’daki
seküler feminist bilim insanlarını etkilemiştir4. İran’daki İslamcı feminizm tartışmaları, daha çok bu ülkedeki siyasi-sosyal
değişim bağlamında yapılmaktadır.
İslamcı feminizm kavramı, İslam kültürü içinde gelişen bir olguya, Müslüman
kadınların birey olma çabalarına işaret etmektedir. Bu çabaların yansıması, entelektüel Müslüman kadınların din ve gelenek
içinde kadının durumunu ele aldıkları ça-
mayıs 2014
75
haberajanda
Dosya
ters” olarak anılan bir kuruma dayanmaktadır. Zainah Anwar, 1988’de Sisters’ı
kurmuş ve bunu Malezya’da siyasî ve dinî
bir güç haline getirmiştir. Bir AIDS aktivisti olan Marina Mahatir (aynı zamanda
Malezya’nın eski başbakanlarından birinin kızıdır) da “Sisters” ile çalışmaktadır
ve kendilerini kocalarından geçecek HIV
virüsünden korumak istemeyen birçok kadınla tanıştığını söylemektedir. Bu kadınlar,
cinsel yaşamlarında eşlerine karşı itaatsizlikte bulunmak istemediklerinden, seksi
reddetmeyi yahut evlerini ayırmayı ve hatta
prezervatif kullanmak konusunda ısrarcı
olmayı dahi düşünmemektedirler.
Son 25 yıl içinde Sisters, İslamiyet kültüründe de bazı değişimlerin yaşandığını
görmüş ve böylece daha fazla kadın hakkını
aramakta, birçok Müslüman ülkede Kur’an
tefsiri, kanunların yazılış ve uygulanma
şeklini etkilemektedir. İslamiyet ilmine dayanan yasal sistem olan şeriat, birçok İslam
ülkesinde yasaların kaynağını oluşturmaktadır.
Malezya’da örneğin, şeriat mahkemesinin, aile kanunlarında Müslüman vatandaşlarının üzerinde yargı yetkisi vardır.
İran, Mısır, Afganistan ve Suudi Arabistan
gibi ülkelerde, neredeyse tüm mahkemeler
İslam hukukuna dayanarak çalışmaktadır.
Musawah’ın kurucuları, kadınların kanunlara dayanarak kendi haklarını savunmalarının mümkün olduğuna inanmaktadır.
Kadınların kamu tartışmaları ve yürüyüşlere katılmasının ardından, yıllar sonra Fas’ta
etkili olan yasal reformlardan da esinlenmişlerdir. 2004 yılında Fas Parlamentosu,
evliliğin eşler arasında eşit sorumluluk ve
eşit ortaklık olduğunu tanımlayan bir yasa
tasarısı çıkarmış ve bu, kadınlara boşanma
hakkını tanımıştır.
“Hem Müslüman, hem
feminist olunmaz” çukuru
Feminizm, Amerika ve Avrupa’da ortaya
çıktığı zaman, İslam dünyasının çoğu sömürge işgali altındaydı. Yirminci yüzyılda
Müslüman ülkeler bağımsızlığını kazanmış, siyasî İslam’ın oraya çıkışı, İslamiyet ve
feminizm arasındaki tansiyonu yükseltmiş,
ortamı biraz daha kızıştırmıştı. İki ideoloji
arasındaki uçurum, İran devriminin gerçekleştiği 1979 yılında daha da belirgin
hale gelmişti. Ziba Mir-Hüseyni, iki düşünce biçimi arasında çatışma olduğunu,
birinin siyasî İslam, diğerinin ise insan hakları ve eşitlik olduğunu dile getirmişti. Hem
76
mayıs 2014
Müslüman, hem de feminist olma seçeneği
olmaksızın, bazı bireyler de inançlarından
vazgeçmişlerdi.
1980’lerin sonunda, İslamiyet ve feminizm arasına bir uzlaşma gerekmekteydi.
Malezya, feminizm için uygun bir zemin
olmuştu. İslamiyet’i devlet dini olarak tanımasına rağmen Malezya, hâlâ çoğulcu bir
demokrasi toplumudur. Malezyalı Müslüman feministler, devletten çok büyük tepki
almamış, Sisters kurulduğunda Malezya
Başbakanı Mahathir bin Muhammed, bunun için desteğini dile getirmiştir.
Malezya’nın, ayrıca işgücünde aktif olan
kadınlara sahip orta sınıfı mevcuttur. Diğer birçok Müslüman ülkede çok az kadın,
evi dışında çalışmaktadır. Son zamanlarda
yapılan Gallup araştırmaları, Arap ülkelerinde yaşayan kadınların işgücüne katılım
oranının düşük olduğunu göstermektedir.
Siyasî mücadelelerde
Müslüman kadının yeri
Arap Baharı ortaya çıktığında, Müslüman kadınların siyasî sürece katılımı
yeni bir bakış açısı kazanmıştır. Libya’daki
olayları inceleyen sosyolog Ryan Calder,
Arap Baharı sırasında erkeklerin kadınlara davranma tarzlarında belirgin bir ayrım
olduğunu vurgulamış, kadınlara yönelik
saygınlığın artması belirgin bir hal almıştır.
Haziran 2012’de Ürdünlü kadınlar, suç failinin, kurbanıyla evlenmesi halinde tecavüz
bedelinin kaldırılmasına izin veren kanunu
protesto etmiştir.
2012 yılının Ağustos ayında, 6 bin Tunuslu kadın, Tunus’un yeni anayasasında
daha fazla eşitlik hakkı için yürümüştür.
Müslüman dünyasında yaşanan değişimlerle birlikte, artık daha fazla kadın, cinsiyet
eşitliğine yönelik hakkını aramaktadır.
Bu arada atlanılmaması gereken, Arap
İnsani Kalkınma Raporları’nın şiddetle
eleştirdiği bir husus var ki, bu da “yabancı güçlerin” Arap kadınlarını “kurtarma”
çabasıdır. Bu tür hareketler sonucu bazı
Arapların, tüm kadın hareketlerini dışarıdan müdahale olarak gördükleri söyleniyor. Örneğin, çoğu Iraklı kadının ulusal
egemenlik ve bağımsızlık meseleleriyle uğraşmaktan kaçındıkları için Amerika tarafından kendileri adına kurulan organizasyonlarda yer almadıkları belirtiliyor. Buna
karşın Batı’dan getirildiği şeklindeki söylemin aksine, Arap kadın hareketlerinin,
bölgede var olan kamu bilinci sayesinde
oluştuğu ve Mısır’daki ilk kadın hareketle-
rinin 1880’lerde başladığı savunuluyor.
Batılı ülkelerde, 1979 İran devriminden
sonra giderek artan, ama özellikle 11 Eylül saldırısından sonra zirveye ulaşan İslam
fobisi, Ortadoğu’ya ilişkin arzuların ve korkuların yeni bağlamlarda, yeni söylemler
içinde ifade edilmesiyle birleşti. Bu yeni
bağlamın en belirgin teması, “gericiler tarafından kapatılan kadınların özgürlüklerine
kavuşturulması” idi6.
Arap Baharı’na yol açan ayaklanmalarda kadın protestocuların en ön saflarda yer
alması, hatta protestolara ön ayak olması,
Ortadoğu ve kadının rolü arasında yeni bir
sayfanın açılacağı şeklinde yorumlanmaya
başlamıştı. Örneğin Kahire’deki Adevviye
Camii yakınlarında bir protestocu kampını
yıkan askerî buldozerin önünde duran Mısırlı bir kadın, “Kanlı Çarşamba” adıyla anılan günün sembol isimlerinden biri oldu.
Bunun yanı sıra, Suriye’de cani diktatör
Beşşar Esed’e karşı savaşan kadınların kurduğu “Hazreti Aişe Tugayı”, hem ülkelerini
savunuyor, hem de gerçekleştirdikleri eylemlerle Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e
destek veriyor.
Günümüzde internet ve uydu gibi çağdaş
medya aracılığıyla yeni özgürleşme kanallarına erişim sağlanabilmesi, kadınlar için bir
nevi özgürleşme imkânı sağlarken, geleneksel yazılı basınla sağlanamayan diyalog,
iletişim ve ulaşılabilir bir cemaat olgusu, bu
yeni kanallar ile mümkün kılınmakta.
Tartışılan “kadın”
İslam ülkelerinde kadın konusu, genellikle toplumsal değişim tartışmaları bağlamında ele alınıp tartışılır. Ancak uzun
bir süre sömürgeci tecrübe ve oryantalist
söylemin etkisiyle daha çok savunmacı bir
yaklaşımla Müslüman kadının hakları ve
toplumsal konumu üzerinde durulduğu da
gözlerden kaçmamalıdır7.
Margot
Badran,
İslami feminizmden bahsederken
“İslamî feminizmin, bir bütün olarak seküler feminizmlerden daha
radikal” olduğunu söylemiştir. İslam
dininin ortaya çıktığı döneme bakacak olursak, belirli rollere sıkıştırılan
kadının, toplumun her kesiminde
ortaya çıktığını görmeye başlıyoruz.
O zamana kadar hep bir “nesne”
olarak görülen kadın, “boşanma”
ve benzeri haklarla birlikte “erkeğin
malı” olmaktan çıkıyor.
Margot Badran, İslami feminizmden
bahsederken “İslamî feminizmin, bir bütün
olarak seküler feminizmlerden daha radikal”
olduğunu söylemiştir. İslam dininin ortaya
çıktığı döneme bakacak olursak, belirli rollere sıkıştırılan kadının, toplumun her kesiminde ortaya çıktığını görmeye başlıyoruz.
O zamana kadar hep bir “nesne” olarak görülen kadın, “boşanma” ve benzeri haklarla
birlikte “erkeğin malı” olmaktan çıkıyor.
Günümüzde ise araştırmaların odağına
yerleştirilen Müslüman kadının, oryantalist
yaklaşımlarda veya sömürgeci söylemlerde
İslam ülkeleri için bir kimlik sorununa dönüştürülmesindeki asıl sorun, Müslüman
kadının ötekileştirilmesi ve özne olarak var
olmasına imkân tanınmamasıdır. İslam’ın,
kadınların kapatılarak ve dışlanarak ikincilleştirilmelerine neden olduğu yahut cinsiyetlere ayrı yaşam alanları öngörerek onları
güçlendirdiği düşünceleri, her durumda
dini, tarih dışı bir alanmışçasına ele aldığı
için sorunludur.
Feminizmin İslam’a aykırı olduğu görüşünün öne sürülmesiyle pek çok feminist
Müslüman kadın, İslam’ın erkekler tarafından kendilerine göre yorumlandığını ve
Hazreti Peygamber döneminde kadınların
sahip oldukları birçok hakkın ellerinden
alındığını söylüyor. Yeni toplumsal cinsiyete
duyarlı yorumlarda, Kur’an’daki toplumsal
cinsiyet eşitliğine vurgu yapılmakta. İslamcı
feministlere göre, Kur’an’daki bu toplumsal
cinsiyet eşitliği, yaygın ataerkil kültürlerin
etkisini yansıtan tefsir külliyatlarında görünürlüğünü yitirmiştir8. Nisa Sûresi’nin
ilk ayetinde yer alan “Sizi bir tek nefisten
yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden
birçok erkek ve kadın (meydana getirip)
yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının”
ifadesi ile Hucurât Sûresi’nin 13. ayetindeki “Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık” ifadesi dikkate alınarak, kadın ve erkek
arasında ontolojik açıdan bir fark olmadığı
belirtilmektedir.
İslamî prensipler ışığında erkeklik ve
kadınlık kimliklerinin nasıl anlaşılması
gerektiği üzerinde de duran entelektüel
Müslüman kadınlar, hem kendilerine biçilen Müslüman anne/eş rolünü, hem de
erkeklerin ailede bir eş, baba, kardeş, oğul
olarak İslamî rollerini oynayıp oynamadıklarını sorgulamışlardır. Pek çok ayet, açıkça
erkeklerin kadınlar üzerinde haksız güç
kullanımına karşı uyarı ve öğütlerde bulunurken, “Kur’an’ın yorumlarıyla erkeklik
ve erkek rolleri nasıl anlaşılmalıdır?” sorusu
sorulmuş, erkeklik nosyonunun ciddi olarak araştırılması gerektiğine işaret edilmiştir9.
“Aile, ceza ve vatandaşlık” kanunlarıyla erkeklere göre ikincil statüye indirilen
kadınlar, bölgedeki birçok ülkede birey
haklarından ve topluma eşit katılımdan
mahrum bırakılıyor. Yasal ayırımcılık ile
şiddete maruz kalma riskleri yükselirken,
Ortadoğu’daki birçok Müslüman ülkede
aile içi şiddete karşı özel bir yaptırım ya da
kanun bulunmuyor. Aile içi şiddet, çoğunlukla özel mesele sayılırken, devletin yetki
alanının dışında tutuluyor.
mayıs 2014
77
haberajanda
Dosya
Lübnan’da eşinden dayak yiyen kadınların, görgü tanığı olmadan boşanma davası
açması mümkün değil. Fiziksel şiddeti belgeleyen tıbbî raporlar dahi bu alanda yetersiz görülüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü
(HRW), polise şikâyette bulunan kadınların ise evlerine geri gönderildiğini belirtiyor.
Eşlerin, kadınların bedeni üzerinde mutlak
hak sahibi olması, evlilik içi tecavüzün suç
sayılmaması ile bir kez daha meşrulaştırılıyor. Bazı ülkelerdeki ceza kanunu ise, tecavüzcülerin kurbanlarıyla evlenmeyi kabul
etmeleri halinde, davalarının düşürülmesini
mümkün kılan maddeler içeriyor.
Başta İran olmak üzere, İslam ülkelerinde, Kur’an’da kadına verilen hakların bilfiil
uygulanması gerektiğine inanan kadınlar,
umduklarını bulamamış durumdalar. Örneğin, bazı Müslüman ülkelerde de göçmen
ve azınlık kadınlarının yanı sıra, yerli işçilerin hakları da ayırımcılığa oldukça açık.
Göçmen işgücünü koruyan ulusal yasalar,
çoğunluğu kadın olan yerel işçileri özellikle dışarıda bırakıyor. Bahreyn ve Suriye’de
yerli işçiler, işverenlerin izni olmadan yurtdışına çıkamıyor, kadınlar fiziksel ve cinsel
istismar riski altında ya da ücretsiz olarak
çalıştırılabiliyor. Bu ülkelerin birçoğu, kadın
78
mayıs 2014
ticaretini engellemek ya da bu yolla bölgeye getirilen kadınların haklarını korumakta
yetersiz kalıyor.
İran İslam Cumhuriyeti’nin, kadınları koruma ve şereflendirme sözünü yerine
getirmedeki başarısızlığı, İslamcı feminist
meydan okumayı ya da Mir-Hüseyni’nin
sözleriyle “yerli, yerel olarak üretilmiş feminist bilinçliliği” görünür kılmıştır10. İran’daki
İslamcı feministler, aile içinde kadının statüsünü geliştirmeye çalışmış ve görüşlerini
desteklemek için de yeni teolojik yorumlardan istifade etmişlerdir11.
Mısırlı kadın araştırmacı Aziza M. Karam, kendi ülkesindeki feminist düşünceyi
üçlü olarak sınıflandırır: Seküler feminizm,
Müslüman feminizm ve İslamcı feminizm.
Karam’a göre kadınların, cinsiyeti nedeniyle toplumda daha az avantajlı bir konuma
sahip olduğunu düşünen ve daha adil cinsiyet ilişkileri geliştirmeye çalışan herkes feministtir ve farklılıklar, feminizm içindeki
akım ve türler olarak görülebilir.
Ülkemiz perspektifinden
görülen feminizm
Mehmet Şevket Eygi, İslamcı feminizm
üzerine yazdığı bir yazıda, “Feminist İslam-
cı olabilir, ama feminist Müslüman olamaz.
Çünkü feminizm, İslam dinine uymayan,
hayli vahim bozukluklar sergileyen bir ideolojidir. İslamcılık bir ideoloji, feminizm
bir ideoloji. Tencere yuvarlanmış, kapağını
bulmuş. Lakin hem mümin olacak, hem
feminist, işte bu biraz zor. Biyolojik olarak
erkekle kadın bir ve eşit değildir. Erkeğin
üstünlükleri vardır, kadının üstünlükleri
de. Elbette kadın ve erkek, insan olarak,
Müslüman olarak hukuk önünde eşittir.
Feminizm, sadece İslam’a aykırı değildir,
Museviliğe ve Hıristiyanlığa da aykırıdır”
ifadelerini kaullanıyor.
Büyük ölçüde Mısır ve İran gibi ülkeler
ile Batı’da yaşayan Müslüman kadınların
yaptıkları çalışmalarla şekillenen feminist
söyleme, Türkiye’de yaşayan Müslüman
kadınların henüz yeterince katılmadığını
söyleyebiliriz. Bunun sebepleri, bu konuya
odaklı yeterince akademik çalışma yapılmamış olması, kadın entelektüellerin daha
çok ülke içi sorunlara eğilmeleri olabilir.
Türkiye’de İslam ve feminizm kelimelerinin bir arada kullanıldığı ilk örnek, haftalık
haber dergisi Nokta’nın, 20 Aralık 1987’de
yayımladığı “Türbanlı feministler” dosyasıdır. Türban değil, başörtüsü takan ve kendi-
nik bir yaklaşımın ürünü olduğu, Kur’an’ın
bugünkü kadın ayrımcılığına mesnet sayılabilecek biçimde ataerkil bir öze sahip olduğuna ilişkin yaklaşımların hiçbir şekilde
onaylanamayacağı, kadına karşı cinsiyetçi
ve ayrımcı bir dilin kullanılmasının, kadının
metalaştırılması ve tüketim nesnesi olarak
kullanılmasının asla söz konusu olmadığı
belirtilmiştir.
lerini “feminist” diye tanımlamayan kadınlara yakıştırılan bu yeni mefhum, gelişigüzel
kullanılmaya devam etse de ortalarda bunu
sahiplenen kimse yoktur12.
Modernleşmenin getirdiği yeni cinsiyet
rejiminin, erkek egemenliğinin yeniden kurulması anlamına geldiği unutulmamalıdır.
Mervat Hatem’in, Mısır’da modern ulus
devletin kurulması sürecini değerlendirirken belirttiği gibi, seçme ve seçilme hakları, doğum izni, çocuk bakım hizmetleri
gibi kazanımların aynı zamanda “ikincil bir
toplumsal cinsiyet bilincini üreten yeni disiplin ve toplumsal düzenleme biçimleriyle
bitiştiğinin” farkında olmak gerekir.
Kur’an’daki ahlakî ilkelere vurgu yapan
kadınlar, sorunlara farklı bir perspektiften
çözüm aramaktadır. Esasında tartışmaların
itikadı, sahadan çok, dinin muamelat kısmında yoğunlaştığı ve Müslüman erkeklerin kutsal metin yorumlarına sinen tek
yanlı bakış açısının çözümlendiği görülmektedir13. Birkaç sene önce Diyanet İşleri
Başkanlığı’nca düzenlenen bir kongrede,
halk arasında çok yaygın olan “kadına yönelik mitoloji ve hurafelerin dinde yeri olmadığı” vurgulanırken, feminizmin İslam’la
bağdaşmadığı ve “vahşi kapitalizmin değersizleştirdiği” kadının, özellikle görsel
medyada cinsel obje, mutfağa sıkıştırılmış
kişilik olarak yansıtılması şiddetle eleştirilmiştir. Kongrenin sonuç bildirgesinde,
Kur’an-ı Kerim’de ve Hazreti Peygamber’in
sünnetinde, kadının cinsiyet bağlamında
değil, insanlık düzleminde ele alındığı, kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımı ve
karşıtlığına ilişkin söylemlerinse İslam’ın
temel metinlerine yansıtılmasının anakro-
Batı’nın aksine Müslüman kadınlar,
İslam öğretileri bağlamında söylem üretmektedir. Müslüman kadınlar söz konusu
olduğunda, sorun ne İslam’da, ne de onun
geleneğindedir. Yabancı ideolojilerin Müslüman toplumlar üzerindeki dayatması, cahillik ve gerçek İslam’ın çarpıtılmasıdır. Bu
sebeple İslamî çevrede başarılı olmayı hedefleyen bir feminist girişim, sadece kadın
çıkarları için değil, toplumun bütünü için
çalışmalıdır14.
Yalnız bütün bunların dışında unutulmaması gereken asıl husus, Kur’an’ın kadına ziyadesiyle ayrıcalık tanıdığıdır. Allah,
Kur’an’da kadını ve kadın haklarını koruma
altına almış, din ahlakının yaşanmadığı
toplumlarda kadınlara olan yanlış bakış
açısını ortadan kaldırmış, kadına toplum
içerisinde saygın bir yer kazandırmıştır.
Ayetlerde kadınların nazenin, güzel, zarif,
itina gösterilmesi ve sevilmesi gerektiğine
vurgu yapılmaktadır.
Kadının toplumdaki statüsü, aile hayatındaki önemi, çalışıp çalışamayacağı gibi
birtakım sosyal konular yıllardır dünya gündeminde önemli bir yer tutmaktadır. Oysa
bir Müslüman için kadının toplumdaki
yeri çok belirgindir ve gerçek İslam ahlakının benimsendiği bir toplumda böyle bir
tartışmanın yaşanması mümkün değildir.
(H. Yahya) Çünkü İslam’da kadın ile erkek
eşittir. Hatta Kur’an’da, kadının korunma,
özen, ihtimam bakımından erkekten üstün
olmasının nedeni, kadının korunmaya ihtiyacı olmasından değil, Kur’an’da kadına verilen üstün değerdendir. Kur’an ahlakından
habersiz Müslüman toplumlarda, kadınların hak elde etmeleri zorlukla mümkün
olmakta ya da olamamaktadır. Toplumda
Kur’an’ın gereğine uygun yaşanılması halinde, kadınlar hak aramaya ihtiyaç duymayacaklardır.
Kaynakça
Notlar
*The Nation
*hkubra.org
*arsiv.salom
*sonyorumhaber
1.
Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, (İstanbul:
Metis Yayınları, 1996)
2.
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat
Fak. Yayınları, 2008.
3.
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat
Fak. Yayınları, 2008.
4.
Mojab, “Theorizing the Politcs of Islamic Feminism”
5.
Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents”
6.
Aksu Bora, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,
no:39, 2008.
7.
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat
Fak. Yayınları, 2008.
8.
Badran, “Islamic Feminism: What’s in a Name?”
9.
Omaima Abou-Bakr, “Islamic Feminism? What’s
in a Name?: Preliminary Reflections”, Association for Middle East Women’s Studies
10. Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents”
11. Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents”
12. Ülkü Özel Akagündüz, İslami Feminizm: Adı var
kendi yok, 2006
13. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat
Fak. Yayınları, 2008.
14. Al-Faruqi, Lois Lamya’, “Islamic Traditions and
The Feminist Movement: Confrontation or
Cooperation?”, Jannah/Sisters/Feminism
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, (İstanbul:
Metis Yayınları, 1996)
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman
Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv.
İlahiyat Fak. Yayınları, 2008.
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman
Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv.
İlahiyat Fak. Yayınları, 2008.
Mojab, “Theorizing the Politcs of Islamic
Feminism”
Moghadam, “Islamic Feminism and Its
Discontents”
Aksu Bora, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,
no:39, 2008.
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman
Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv.
İlahiyat Fak. Yayınları, 2008.
Badran, “Islamic Feminism: What’s in a Name?”
Omaima Abou-Bakr, “Islamic Feminism?
What’s in a Name?: Preliminary Reflections”,
Association for Middle East Women’s Studies
Moghadam, “Islamic Feminism and Its
Discontents”
Moghadam, “Islamic Feminism and Its
Discontents”
Ülkü Özel Akagündüz, İslami Feminizm: Adı var
kendi yok, 2006
Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman
Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv.
İlahiyat Fak. Yayınları, 2008.
Al-Faruqi, Lois Lamya’, “Islamic Traditions and
The Feminist Movement: Confrontation or
Cooperation?”, Jannah/Sisters/Feminism
mayıs 2014
79
haberajanda
Macaristan
Y
II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu
yeni zihin ve coğrafya, Macarlar ile
Türkiye arasındaki
akademik ilişkiyi
ve ortak çalışmaları
sekteye uğratmış ve
neredeyse kopma
noktasına getirmiştir. Bu nedenle
Türkiye’de daha
fazla Macar öğrenci
bulundurulmalı,
daha çok bilim adamı istihdam edilmeli
ve Türkoloji çalışmalarının yanı sıra
Macar kültür tarihi
ve Osmanlı dönemine ilişkin daha
fazla ortak çalışma
yürütülmeli, ortak
sempozyumlar ve
diğer çalışmalar da
yine bu çerçevede
takip edilmelidir.
80
mayıs 2014
UNUS Emre Enstitüsü Budapeşte
Türk Kültür Merkezi tarafından düzenlenen Gül Baba’yı Anma Günü etkinlikleri çerçevesinde Budapeşte’ye
bir seyahat gerçekleştirdim.
>> Şehrin en güzel caddesinde tarihî
ve eski bir binada faaliyet yürüten
Enstitü, müdür dışında iki Türk ve iki
Macar görevli tarafından hizmet vermekteydi. Macarlar arasında çok kısa
bir sürede sağlanan bu bağlantı, ilişki,
güven ve samimiyet, Türkiye’nin soydaşlarımız arasındaki itibarını güçlendirmekte ve saygınlığını artırmakta ve
bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin
Doç. Dr. Ahmet Taşğın
[email protected]
yeni Gül Baba’sı Müdür Bey ve ekibinin
kısa sürede oluşturduğu olumlu hava, adeta gül yetiştirmeye devam eden bir görüntü
vermektedir.
Etkinlik birkaç gün sürdü. Konferans,
sergi, konser ve dolu dolu geçen Türk gecesiyle, adeta etkinliğin her bir kısmına katılan
ilgili çevreler büyülenerek ayrıldılar. Bizimle
ilgili kısım, Kültür Merkezi’nin tarihî binasındaki konferans salonunda gerçekleştirildi.
Konferans öncesi aileden kalan küçük eşya,
hatıra ve fotoğraflarla gelen Macar ailelerin, Gül Baba ve etrafında gerçekleşen kimi
izleri yanlarında getirerek Türk yetkililerle
paylaşma gayreti ve heyecanı her hallerinden anlaşılmaktaydı.
Macarların kendilerini Türk olarak gördükleri ve böyle adlandırdıkları da dikkatten
kaçmamıştır. Kaldı ki Türkoloji’nin gelişmesinde Macar bilim adamlarının Avrupa’nın
giriş kapılarında kendilerine dair yaptıkları
araştırmalar, onları doğal olarak Osmanlı’ya
ve Türkiye Cumhuriyeti’ne getirmiş, uzun
süren çalışmaların paylaşıldığı yerler olmuştur. Bu çalışmalardan elde edilen veriler halen tedavüldedir ve istifade edilmektedir.
II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu yeni
zihin ve coğrafya, Macarlar ile Türkiye arasındaki akademik ilişkiyi ve ortak çalışmaları sekteye uğratmış ve neredeyse kopma
noktasına getirmiştir. Bu nedenle Türkiye’de
daha fazla Macar öğrenci bulundurulmalı, daha çok bilim adamı istihdam edilmeli
ve Türkoloji çalışmalarının yanı sıra Macar
kültür tarihi ve Osmanlı dönemine ilişkin
daha fazla ortak çalışma yürütülmeli, ortak
sempozyumlar ve diğer çalışmalar da yine
bu çerçevede takip edilmelidir.
Konferansa katılanlar arasında Macar
Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı ve
üniversitenin -alanında tanınmış- üstatları
ve özellikle Gül Baba ve Bektaşilik hakkında yetkin bilim adamları bulunmaktaydı. Müzik, tarih, edebiyat ve tekke üzerine
çalışmalarsa konunun uzmanları tarafından
geniş bir çerçevede ve derinlemesine anlatıldı. Doğrusu genç Macar bilim adamlarının
konu anlatma ve aktarmada gösterdikleri
başarı beni heyecanlandırdı. Her iki genç
bilim adamı da Gül Baba etrafında yaptıkları konuşmalarıyla geleceğin Bektaşilik konusundaki otoriteleri arasında olacaklarını
ve her iki bilim adamını da izlemeye devam
etmemiz gerektiğini gösterdiler. İkisi de çok
iyi Osmanlı Türkçesi bilmekte, yazmakta ve
arşiv belgelerini bu ölçüde okumaktaydılar.
Anlattıkları konuların kaynaklarına orijinal
dillerinde hâkimdiler ve sunumlarıyla da
bunu gösterdiler.
Senirken’ten Budapeşte’ye Tuğrul ile Turul
Türkiye’den ise konferans çerçevesinde
-benim dışımda- Yrd. Doç. Dr. Mehmet
Ersal Bey vardı. Mehmet Bey, yüksek lisans
ve doktora tezleri çerçevesinde Alevi ocaklarındaki mürşit ve pir yapılanması çerçevesinde Isparta Senirkent bağlantısıyla Gül
Baba’yı anlattı. Gül Baba ile ilgili bu bağlantı Macar bilim adamlarını heyecanlandırdı
ve ilgilerini fazlasıyla çekti.
Benim konuşmam, Macarların “Turul”
diye adlandırdıkları ongunları ile Hacı Bektaş Velayetnamesi’ndeki Tuğrul arasındaki
ilişki üzerine oldu. Aslında Tuğrul’u sadece
Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi etrafında
anlatmakla yetinmedim ve başka kaynakları
da aktardım. Buna göre, Tuğrul’un -Oğuz
boylarının da ongunu olduğundan- Türkler
arasında farklı adlarla devam ettirildiğine
varıncaya kadar birçok noktayı paylaşmaya
gayret ettim.
Dede Korkut hikâyelerinin “Deli Tumrul”
temasından hareketle “Dumrul”un Tuğrul
olabileceği, “Güvercin İlahisi” olarak mevlitlerin tetimmelerinde yer alışı, Şah Hatayi
mahlasıyla Beli Dedik Beliye ve Şahin ile
Ali adlı hikâyelerle de halk kültürü arasındaki yaygınlığından da söz ettim.
Güvercin ve Tuğrul
Hacı Bektaş’ın Rum’a gelişinde, kendisini
karşılayan Rum erenlerinin bir şekilde onu
engellemeye çalışmalarına mukabil, bunu
yapmaya güç yetirememelerini aktaran bir
husustur “Güvercin ve Tuğrul”. Hacı Bektaş güvercin şeklini alır ve Hacı Tuğrul da
“Tuğrul” şeklinde onu avlamaya gelir, fakat
muvaffak olamaz.
Konuyu eski Türk inançları, Tuğrul’un
irfan içerisindeki anlamı, Hacı Bektaş bağlantısı ve Macarların kalbinde yer etmiş
olan Gül Baba’nın aynı esaslar üzerinden
varlık konusuna değindiği ve bunun da
doğrudan Macarlarla ortak alana rastlamasıyla tamamladım.
Macar bilim adamları bu konuya inanılmaz ilgi gösterdiler ve sunum dışında
da uzun uzun konuşma imkânımız oldu.
Kuşlar ve Türk halk inanışları konusunda
oldukça geniş bir literatür bulunmakta ve
bu çerçevedeki konuyu da Bahaddin Ögel
ele almaktaydı.
Cuma vaktiydi ve eski sanayi bölgesindeki
metruk bir yerde, bir anlamda mültecilerin
yerleşik olduğu bir semtin içerisinde Cuma
namazını eda ettik. Türkiye’nin her yerinden
insanlar ve farklı Müslüman ülke vatandaşları bir arada bulunmaktaydılar, Namaz sonrasında da birlikte, mescitte dağıtılan yemek
yenmekteydi. Topluluğun arasında tek tük
Macar Müslümanları da gördük.
Yeni atanan Din Ataşesi, büyük bir gayretle Diyanet için iyi bir yer arıyor, bir mescit
kurmak istiyor; bunun için kimi girişimlerde
de bulunmuş. Doğrusu insan, Yunus Emre
Enstitüsü’nün yerini ve binasını görünce
“Böyle bir semtte Diyanet ve mescidin neden yeri olmasın, girişimleri neden buradan
yürütmesin?” diye de düşünüyor.
Gül Baba Türbesi
Macarlar, Türk insanı gibi sıcak ve cana
yakın insanlar; bunu çarşı pazar her yerde
görmek mümkündür. Sebze satılan pazara
ve marketlere yapılan kısa geziler ve tabiî ki
Macarların meşhur kırmızıbiberi etrafında
yapılan sohbetler de yine gelip insanı Türklük konusuyla izah etmeye çalışmaya itiyor.
Gül Baba Türbesi yakın zamanda restore
edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Programın bütün katılımcılarıyla birlikte türbe
ziyaretine gittik. Prof. Dr. Tuncer Baykara
Beyefendi de vardı ve eski Anadolu geleneklerini bilen biri olarak, hazır Din Ataşesi
de orada olunca, kısa bir aşır okumasını ve
dua etmesini talep etti. Gül Baba etkinliği
ilk defa yapılmış ve türbe etrafında böyle bir
ziyaret ve dua da bununla gerçekleşmiş oldu.
Macar bilim adamlarıyla sohbet burada da
devam etti. Gül Baba dışında diğer türbe ve
mescitler hakkında da konuşuldu.
O günün akşamında, saygın bir konser
salonunda unutulmaz bir gece yaşatan sanatçılar, Gül Baba ve Budapeşte’yi bize yeniden hatırlattılar. Konser salonu dolmuştu.
Çok kısa zamanda hazırlanan program ve
çekirdek bir kadroyla çalışarak gerçekleşen
konser inanılmazdı. Türkiye’den gelen tasavvuf müziği grubu ile Macar sanatçıların
okudukları eserlerin tadı damağımızda kaldı, gönlümüz şad oldu.
Gül Baba’yı görmeye gitmek ve ziyaret
etmek zaman farkını ortadan kaldırdı ve
yapılan etkinlik de bizi Gül Baba’ya ve Gül
Baba’yı da günümüze getirdi.
Tuna nehri, başladığı yerden yüzyıllardır
geçtiği her yere Gül Baba’dan gül kokulu
zikrini ve selamını taşıyor.
mayıs 2014
81
haberajanda
Rusya
B
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
İRİNCİ Dünya Savaşı öncesinde kendini hissettirmeye başlayıp savaş
sonrasında olağanüstü
bir ivme kazanan sanayii hamlesi ve sömürgecilik hukukuyla orantılı bir
şekilde yükselen üretim
savaşımı, 1700’lerin dünyasında “devlet” kavramını tabanda ve entelektüel çevrede tartışmalı hale
getirir.
“En güçlü, gücünü hak,
boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak güçlü değildir.
Güçlünün hakkı, işte buradan gelir. Görünüşte alay
edilen hak, gerçekte bir ilke
olmuştur!” der Rousseau
ve bu noktada insanlığı II.
Dünya Savaşı’na götürecek
algı eşiğinin yapıtaşı, “güce
itaatin bir ahlak olduğu” savında tutarak devamında
da bu yapıyı sorgulama gereksinimiyle “Ama bize hiç
açıklanmayacak mıdır bu
sözcük? Güç maddesel bir
şeydir. Bundan nasıl ahlak
çıkabilir bilmem; güce boyun eğmek, bir istem işi değil, bir zorunluluk, olsa olsa
bir sakıntı işidir. Ne bakımdan ödev olabilir bu?” değerlendirmesinde bulunur.
İşte 20. yüzyılın modern
devlet kulislerinde ilke
hâlini alan ve makine toplumlarının üretim tabanlı doğurganlıklarını teşvik
etme politikası, kurtuluşu bir taraftan Nazi ideallerini, diğer yandan Sovyet
adamını inşa etmekte gören kuramcılara hayli tesir
eder. Sömürgeci barbarlığını da unutmamak gerekir
bu kapsamda. Amaca ulaşmak için mübah görülen
her türlü zorbalık, zamanla
amaca dönüşür. İlkesel bir
ilkesizlik ve kurallı bir kuralsızlık gibi, eşine modern
çağlarda sıklıkla rastlamaya başladığımız oksimo-
Memur için de değişen pek
bir şey yok. Rus demek, devrimin öncesi ve sonrasında
“efendi” demektir. Darwin’in
evrim kalifikasyonunda Rus,
doğal seçilim yasasının tüm
artı değerlerini bünyesinde
barındıran üstün ırk ve devrim
inşasıyla dönüştürülmeye en
müsait insanî üstel yaratım,
çağın Âdem’i.
82
mayıs 2014
Rus cephesinde
yeni bir şey yok
İŞTE 20. yüzyılın modern devlet kulislerinde ilke hâlini alan
ve makine toplumlarının üretim tabanlı doğurganlıklarını
teşvik etme politikası, kurtuluşu bir taraftan Nazi ideallerini,
diğer yandan Sovyet adamını inşa etmekte gören kuramcılara hayli tesir eder. Sömürgeci barbarlığını da unutmamak
gerekir bu kapsamda. Amaca ulaşmak için mübah görülen
her türlü zorbalık, zamanla amaca dönüşür. İlkesel bir ilkesizlik ve kurallı bir kuralsızlık gibi, eşine modern çağlarda sıklıkla
rastlamaya başladığımız oksimoronlar nükseder.
adamın görevi, Tkoçev’in ifade ettiği üzere “insanlığın ekseriyetini hayatın ziyafetine
davet etmektir”. Yani ihtilalin ideallerine tebaa olmayı
kabul eden kısımla hayatın
lezzetinde buluşmak, devrimi kabul etmeyen ve onu
anlama kabiliyetinden yoksun olanları ise yok etmek...
ronlar nükseder.
Ekim devrimi, 19. yüzyıl kuramcılarının 20. yüzyıl kavşağındaki en biricik
edinimleri. Uygulayıcı üst
kadro için Marks ve Engels
mottosunun vücut bulmuş hali, yepyeni bir idealar evreni, “kozmos” fikriyle uyuşabilen yegâne akım
ve hümanist bir devlet organizasyonu... Tüm bunlar,
Rus egemenliğiyle ilintili
halklar için olağanüstü bir
anlam taşımıyor elbette.
Devrim yahut Çarlık diktatoryasının modernizasyonu… Bunlar, aynı kapıya
çıkan ve başka desen ve
renklerle bezenmiş iki işteş yoldur aslında. Proleter
aynı fabrikanın emekçisi,
çiftçi de aynı toprağın bekçisidir; Çarlık gitmiş, Sovyet gelmiş ne fayda!..
Memur için de değişen
pek bir şey yok. Rus de-
mek, devrimin öncesi ve
sonrasında “efendi” demektir. Darwin’in evrim
kalifikasyonunda Rus, doğal seçilim yasasının tüm
artı değerlerini bünyesinde barındıran üstün ırk
ve devrim inşasıyla dönüştürülmeye en müsait insanî üstel yaratım, çağın Âdem’i.
“Yeni adam, üstün varlık
olan ihtilalcidir; aşağı mahluk olan, küçük burjuvanın zıttıdır.” Bu üstün nitelik, Sovyet edebiyatının o
vazgeçilmez “idealist Rus”
karakterinde göze çarpar.
Diğer halklar, kutsal devrimi gerçekleştiren idealist
Rus’un talebesidir. Bu halkların devrimi özümsemeleri de Rus mürebbiyenin
lütfu iledir. Peki, bu yeni çağın Âdem’i (devrimci Rus
mürebbiyesi) hangi âlî vazifelerle donatılmıştı? “Yeni
Romanov Hanedan
mensupları Lenin’in emriyle kurşuna dizildikten
sonra Rusya’ya bağlı coğrafyalara vaat edilen huzur gelmedi. Coğrafyaya
hâkim olma gayretindeki
Deli Petro hücumu, bir gelenek halinde Son Çar’a kadar devam ettirildi. Ardından Sovyetler, Türkistan
ahalisi başta olmak üzere,
Rus etnolojisi dışında kalan halkların içtimaî yaşantılarını, gelenek ve dinî
mensubiyetlerini işgale
başladı...
Sovyetler dağıldı; iyi
kötü işleyen bir demokrasiye sahipler. Dünkü siyasetleri hangi felaketlere yol
açtıysa, bugün UkraynaKırım örneğinde gördüğümüz hadiseler Rus gelenek
ve mantığında hiçbir şeyin
değişmediğini kanıtlar niteliktedir.
Tüm bunların yanında
görülen o ki, Batı barbarlığı da doymak bilmeyen
açlığının etkisiyle daha
fazlasına sahip olmak davasının sinir ataklarını geçiriyor (Almanya Reis-i
Cumhuru’nun pervasızlığı). İtalyan, Fransız ve İngiliz sömürgeciliği ile Nazi
Almanya’sını üreten bu
barbarlığın, insanlık namına dünyaya verebileceği
hiçbir şey yoktur.
haberajanda
Toplum
K
İpek Acar Sert
[email protected]
ADIN K cinayetlerinin
sayısı, son 7 yılda yüzde
1400 arttı. Belki de oran
artmadı, aynıydı; ama
medya aracılığı ile daha da
görünür oldu. Araştırmalara göre ülkemizde cinayet
sonucu ölen kadınların
yüzde 70’i eşi tarafından
öldürüldü. Daha fazla
şiddet görme korkusu ve
hatta ölüm tehdidi aldığı
için uğradığı zulmü gizleyen kadınlarımızın varlığı,
kadına yönelik şiddetin
istatistikî verilerini ne
denli reel kılabilir?
Kadına yönelik şiddet
VAHYİN ışığında mülahaza yaparak merhamet ve vicdan
hislerimizi güçlü kılabilmek her daim elimizde. Bu sayede
ailemiz şöyle dursun, yabancı birilerine yapılan zulüm karşısında dahi şiddeti ret, anlayışı ve merhameti davet edenlerden oluruz.
Kıskançlık krizlerine
kapılarak sokak ortasında
eski eşini vuran bir adam…
Tartışma esnasında cinnet
getiren bir babanın, çocuklarının ve eşinin canına
kastetmesi… Sevgisizliğin,
şiddetin hâkim olduğu
bir evlilikten kurtulmak
isteyen kadının, salt boşanma talebi üzerine kocası
tarafından öldürülmesi…
Örnekler öyle çok ki…
Bunlar, medyada yer alan,
hepimizin bildiği iç acıtan
vakalar, cinayetler. Ya gün
yüzüne çıkmayanlar?!
Dolayısıyla verilerin, gerçekleri tam yansıtmadığını
düşünüyorum.
Aile, emek, vefa, ihlas
ve huzur gibi kavramlarla
bir bütündür; ancak bazı
ailelerdeki şiddetin varlığı,
bu mefhumlara ne kadar
da zıt ve uzak. Canınıza
zarar veren kişinin en
yakınlarınızdan olması ne
acı! İnsanı evladının, anne
babasının, eşinin canına
kastedecek kadar canavarlaştıran nedir? Saik ne
olursa olsun, en yakınlarını ölüm ile cezalandırmak,
sağlıklı bir ruhun davranışı
olamaz.
Alkol, madde bağımlılığı, gizli depresyon, kişilik
bozuklukları, ekonomik ve
sosyal sorunların kişinin
ruh sağlığı üzerindeki
baskıcı ve yıpratıcı hale
bürünmesi ve sair… Bunlar,
şiddet uygulayan kişilerin
başlıca problemleri ve
dahi hastalıkları. Akıl
Aile, emek, vefa, ihlas ve
huzur gibi kavramlarla bir bütündür; ancak bazı ailelerdeki
şiddetin varlığı, bu mefhumlara
ne kadar da zıt ve uzak.
ve ruhsal sorunlarının
beraberinde, kişi bir de
vicdan duyarlılığı düşük
ve merhametten yoksun
bir kalp taşıyorsa, anlık
öfkeyle şiddet uygulaması
kaçınılmaz.
Toplumsal, kadına
yönelik şiddet veya aile
içi şiddet nasıl önlenecek?
Bunu saptamak benim
uzmanlık alanım değil,
fakat birey olarak elbette
fikirlerim olacak. Tertemiz
kalplere sahip olan çocukları empati yapabilen, başkalarının haklarına riayet
edebilen, Hakk yolunda,
merhamet ve vicdan
sahibi olarak büyütmek
biz büyüklerin en temel
görevi. Bu istikamette
büyüyen çocuklar geleceğin şiddet karşıtı, barış
yanlısı nesilleri ve huzurlu
ailelere sahip olacaklardır.
Tabiî çocuklara bu eğitimi
verecek olan ebeveynlerin
de sağlıklı beyne ve ruha
sahip olmaları gerekiyor.
Diğer önlemler ise,
caydırıcı cezalar ve şiddet
gördüğü için yasal başvurularda bulunan kadınların aile içi durumlarının
incelenmesidir. Bunların
eşleri takibe alınmalı,
varsa sağlık sorunları (gizli
depresyon, kişilik bozukluğu, alkol gibi) psikiyatriden
yardım alınmalı. Bu sayede kişi, öfkesini kontrol
edebilmeyi öğrenecek,
alınacak yardım ile yaşanması muhtemel olayların
-belki de cinayetlerin- önüne geçilecektir.
Devletin, kadına yönelik ve aile içi şiddeti
önlemek için uyguladığı
politikalar var. Örneğin
2012 yılında kabul edilen
Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin
Önlenmesine Dair Kanun.
Kanunun amacı; şiddete
uğrayan veya şiddete
uğrama tehlikesi bulunan
kadınların, çocukların, aile
bireylerinin ve tek taraflı
ısrarlı takip mağduru olan
kişilerin korunması ve bu
kişilere yönelik şiddetin
önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul
ve esasları düzenlemektir.*
Halkı bilinçlendirmek,
ıslah edebilmek için
kurum ve bakanlıklar da
mücadele veriyor. Sağlık
Bakanlığı, Diyanet İşleri
Başkanlığı, Milli Eğitim Ba-
kanlığı, Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu’ndan
Kadın Sığınma Evleri’ne
kadar pek çok kamu
kurumu kadına şiddet
sorunu ile ilgili çalışmalar
yürütüyor.
Şiddeti yok etmek ütopya gibi gözükse de en aza
indirgemek gayet mümkün. Yasaları yapmak,
uygulamak, eğitimlerle
toplumsal bilinci arttırmak
gerek, amenna. Ancak salt
yasalarla nereye kadar
gidebiliriz? Vahyin ışığında
mülahaza yaparak, merhamet ve vicdan hislerimizi canlandırmak, güçlü
kılmak her daim elimizde.
Bu sayede ailemiz şöyle
dursun, yabancı birilerine
yapılan zulüm karşısında
dahi şiddeti ret, anlayışı ve
merhameti davet edenlerden oluruz.
İki tanımlamayla kadının ehemmiyeti: “Kadın
annedir, kadın ailedir.”
Annelerimize, ailelerimize kol kanat olmak
dileğiyle…
*Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun. Amaç, kapsam ve
temel ilkeler MADDE 1.
mayıs 2014
83
haberajanda
Toplum
Her gün sıcak ha
Aklımızın almadığı, hunharca
işlenen her olayda duyduğumuz
dilekler şöyle:
“İçeride icabına
bakarlar inşallah...” Neden içeride birilerinin bitireceği bir hesap
olsun? Madem
gerçekten ölümdür karşılığı bazı
fiillerin, o halde
idam olsun! Modernitenin sözde
öncüsü ABD’ye
bakın, her yıl
onlarca kişiyi infaz ediyor. Bizse
içeride olanların
sağlayacağı adalete bağlıyoruz
kendimizi çaresiz. Bu ülkede
adalet madem
yargı eliyle tecelli ediyor -ki öyle
de olmalıdır-,
bırakın etsin o
zaman. Adaletin
adil olması için,
suç ve cezanın
uygunluğu en
temel kaidelerden biri değil midir? O halde bırakınız, bir kutu
baklava çalmakla
bir çocuğun hayatını çalmanın
bir farkı olsun.
84
mayıs 2014
S
EÇİM sıcağını atlattık. Hararetli tartışmalar,
seçim yorumlarındaki sevinç yahut hiddet
giderek azalıyor. Hazım sıkıntısı yaşayanlar,
bekledikleri darbe olasılıkları olmadığı ve sokağa dökmeye çalıştıkları halktan çağrılarına
cevap alamadıkları için kırgın. Sevinenler de
abartılı coşkunluktan kurtuluyor, güzel…
>> Piyasaların tepkileri olumlu, faiz oranlarının nihayet 17
Aralık öncesine döndüğü ve
borsanın zirve yaptığı haberlerini de henüz aldık. Daha da
güzel olacak, umutluyuz…
Özellikle en temel sorunlarımızdan biri olan enerji konusundaki arayışlar ve yeni çözüm
çabaları daha çok getiri sağlayacak ülkemize. Bu ülkede, bir
gün her yeni gelişmenin veya siyasetteki en küçük dalgalanma-
nın ekonomik hayata kriz olarak
yansımadığı, sürekli yeni bir sorun olacak duygusu ile teyakkuz
halinde yaşamadığımız günleri
de göreceğiz. Artık sadece bir
iki gün sonra “Seçim bitti, işimize bakalım” diyerek öncesinin
ya da sonrasının “olağan” olduğu
seçimleri göreceğimizden daha
çok ümitliyim.
Herkesin seçimi sadece bir
tercih olarak görebildiği, kutuplaşma ve ayrılmanın değil,
seçimlerin “en iyiyi sunmak ve
tercih edilebilmek için” yarışıldığı, kıran kırana mücadele etseler
de millî menfaatler söz konusu
olduğunda akıl birliği edebilecek siyaset adamlarımızın var
olduğu günler de olacaktır elbet.
Obama ve Clinton’un ABD
Başkanlığı için yarıştığı seçimlerden sonra kazanan Obama’nın
Dışişleri Bakanı Clinton olmuştu. En güçlü rakibini ekibine
dâhil edebilmesi takdire şayandı; ülkemde görmek istediğim
bir tutumdu bu.
“Tansiyon azalıyor” dedik, zira
takvimler Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine doğru ilerliyor; bir
süre daha bu atmosferden çıkmamız mümkün olmayacak. AK
Parti bu süreci “Hangisi olacak?”
O minicik bedenlerindeki en küçük bir olumsuzluk, kocaman izler bırakıyor çocuklarda. Çevrenizde 0-6 yaş grubunda bir çocuk
varsa, bakın, en küçük bir olumsuz kelimede nasıl da büzüşüyor dudakları, nasıl hırçın ama çaresiz bir tepki ile incilerini döküveriyor
gözleri...
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
ber, yeni bir alev
sorusu üzerinden yaşarken, bir kısım medyanın eliyle muhalefet kanadında -“Ben de
varım” diye çığırtkan ama cılız seslerle çok
uğraşsa da- alakalı alakasız bütün isimlerin
aday adayı toplamı dahi on edemedi.
Muhalefetin “Kim aday olabilir?” sorusuna yanıt bulmak, güçlü bir isim üzerinde
uzlaşmak kolay olmamıştı. Zira aranan bir
“kahraman” idi. Hep sözünü ettiğimiz gibi,
2010’lu yılların siyaseti ve vizyonu tek bir
parti tarafından şekillenmeye devam edecek görünüyor. Yerel seçimlerde yaşadığımız
kısır siyaset de aynı şekilde sürdürülüyor.
Muhalefet partileri hâlâ AK Parti’nin tercihlerindeki yanlışlığı yahut doğurabileceği
sonuçlar üzerinden söylemini yürütüyor.
Onları eleştirebileceğimiz herhangi somut
bir ilerleme ise henüz kaydedilmiş değil.
Acılar puntolardan büyük
Aslında siyaset konulu tartışmalardaki
tansiyon düşüşü, belki de son haftalarda
sıkça yaşanan çocuk ölümleri ile de alakalı.
Ölüm, hele de masum çocukların ölümü
söz konusu olunca her şey büyük ölçüde
önem ve önceliğini kaybediyor. Bu satırları
da okuduğum haberlerin etkisi ile kaleme
alıyor değilim, aksine ağlamadan, kızımla
kucaklaşabilmek için mümkün olduğunca
kaçıyorum bu insafsız katilleri hatırlatan
haber ve yorumlardan.
Bırakın anneliği, sadece bir insan olarak
yaşadığım acı yüreğimi daha da daraltıyor;
“Ben böyleysem o anne baba nasıldır?” sorusuna cevap veremiyor kalbim. Bu ilk değil, yıllardır binlerce çocuk çeşitli istismar ve
şiddetin altında. Ölümler sadece manşetlere
yansıyor, oysa puntolardan daha büyük acılar. O minicik bedenlerindeki en küçük bir
olumsuzluk, kocaman izler bırakıyor çocuklarda. Çevrenizde 0-6 yaş grubunda bir
çocuk varsa, bakın, en küçük bir olumsuz
kelimede nasıl da büzüşüyor dudakları, nasıl
hırçın ama çaresiz bir tepki ile incilerini döküveriyor gözleri...
Gül yüzlü Gizem sadece acılara acı kattı.
Masum bedenlerin hastalıklı beyinlere kurban edilmesinin ne ilk, ne de son örneği o.
İstatistikler dehşet verici; uzmanların, artık
boyutları gittikçe yükseğe tırmanan istismar ve öldürme vakalarını daha sistematik
biçimde ele alması gerekiyor. Devlet bu işin
koordinatörü olmalı. Önleyici ve koruyucu
tedbirler ivedilikle hayata geçirilmeli. İşin
cinsel eğitim boyutu, internette kişisel verilerin ve fotoğrafların paylaşılması, çizgi
filmler ve animasyonlarla her yaştaki çocuğa
ve gence doğru mesajı verecek formattaki
çalışmalarla anlatılmalı. Çocukların cinsel
obje olarak algılanmasına, bedenlerinin kullanılmasına imkân tanıyan her türlü reklam
yahut farklı argümanlar da ortak bir sağduyu ile sonlandırılmalıdır.
Hangi pişmanlık inandırıcı?
Her konu ve her suçta olduğu gibi öncelik, elbette koruyucu tedbirlerdedir. Ancak
caydırıcı kanunlarımız olmadığı sürece her
suça kolayca cesaret edebilecek hastalıklı insanlar çıkacaktır.
Günlerce aile ile broşür dağıtan caninin,
yakalandıktan sonra “Gözümün önünden
gitmiyor, ölmek istiyorum” demesi boşuna
değildir. “Pişmanlık yasası ve iyi hal”, pek
çok durumda gerekli olduğu gibi, böylesi
durumlarda da adeta yapışılan bir can simidi. Ancak içimizde büyüyen öfkeye değil,
masumiyetin korunabilmesi adına cezalar
karşılıksız kalmamalıdır. Bu ülkede yargının
işleyiş tarzı, acılı ailelere acı katmıştır çoğu
zaman. Yıllarca sonuçlandırılmayan davalar,
adalete olan inancımızı sarsmaktadır sadece.
İçeriye girenlerden adalet
beklemek ne acı!..
Bu ülkenin Başbakanı bile “Eğer AB ile
ilgili idamlar kaldırılmamış olsa bu işlerin
karşılığı idamdır” diyorsa bu işte büyük bir
sorun var demektir. İnancımızda verilen
kısas, bu suçlarda cezanın kaçınılmazlığı ve
işlenen cürümün boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. AB yolunda hâlâ pek
çok standardı yakalamaya çalışan ülkemin
yıllar önce işe idamdan başlaması manidardı. Hukukçu değilim, ama bu işin hukukî
bir yolunun hukukçularımızca bulunabileceğini umuyorum. Bu sorun, acılarımızın
tekrarlanmaması adına ve hiç kimsenin bir
başkasına, hele de çocuklara zulmederek
katline izin verilmemesi adına çözülmelidir.
Aklımızın almadığı, hunharca işlenen her
olayda duyduğumuz dilekler şöyle: “İçeride
icabına bakarlar inşallah...” Neden içeride
birilerinin bitireceği bir hesap olsun? Madem gerçekten ölümdür karşılığı bazı fiillerin, o halde idam olsun! Modernitenin
sözde öncüsü ABD’ye bakın, her yıl onlarca
kişiyi infaz ediyor. Bizse içeride olanların
sağlayacağı adalete bağlıyoruz kendimizi
çaresiz. Bu ülkede adalet madem yargı eliyle
tecelli ediyor -ki öyle de olmalıdır-, bırakın
etsin o zaman. Adaletin adil olması için, suç
ve cezanın uygunluğu en temel kaidelerden
biri değil midir? O halde bırakınız, bir kutu
baklava çalmakla bir çocuğun hayatını çalmanın bir farkı olsun. Bir anne için, ömrü
boyunca unutamayacağı bir eziyetle ölen kızının boşluğunu doldurmayacak bir katilin
infazı, ama yeni bebelerin güvenle büyümelerine, insanların ecelle ölmelerine büyük bir
katkı olacak bu.
Bu ülkenin huzuru için atılacak çok
önemli adımlar var. Eğitim, sağlık, hukuk
ve medya, bu konudaki en temel alanlarımız olacak. Güvenli ve sağlıklı bir yaşam
için yükselen konfor yetmiyor, görüyoruz.
İnsanı insanlığına yaklaştıracak, canı emanet bilmesini sağlayacak değerleri yaşamak,
anlatmak ve yaşatmak için daha çok çaba
gerekiyor. Bugün medya eliyle pompalanan
yaşam kültürü sayesinde bu ideale ulaşmak
mümkün değil. Sahip olduğumuz kadim
kültürü parlatmadan, manasını özümsemeden mevcutları ne kadar yersek yiyelim
boş…
Hâsılı, ciddi bir öze dönüş ve bireysel ve
de kurumsal çaba isteyen zorunlu bir görev
hepimizi bekliyor. İsteyen ömrünü anlamlı
etmek üzere bu çabaya katılır, isteyen her
ölüm haberinde “Vah bizim insanlığımıza!”
deyip ağlamakla yetinir; ama korkarım bu
yetinmelerle her gün yeni bir eve ateş düşecek, haberimiz ola...
mayıs 2014
85
haberajanda
Toplum
Son zamanlarda ortaya çıkan çocuk
cinayetleri gösteriyor ki gidişat iyi değil. Dinamik bir
toplumuz ve
değişimler çok
hızlı. Biz bu değişimlere hemen cevap veremiyoruz.
Dünyevileştikçe köklerimizden ve uhrevî
bağlantılarımızdan kopuyor, savrulmalar yaşıyoruz.
Bu yüzden
sosyal çözülmeler, değer
erozyonları,
ahlakî çöküntüler kendini
gösteriyor ve
bunun da hayata yansımaları kapkaç,
çalma çırpma,
yağmalama, taciz, tecavüz ve
cinayet şeklinde oluyor. Bu
meyanda cezaların, hem caydırıcı gücü olmalı, hem de
mağdurların
adalet duygularını tatmin
edici şiddeti
bulunmalıdır.
Çocuk cinayetleri
ve idam
S
ON zamanlarda çocuk istismarları ve ölümleriyle ilgili çok üzücü haberler alıyoruz. “Koli bandıyla ayakları
bağlanıp bıçaklanarak öldürülen ve sonra da yakılmaya
çalışılan…”, “Tecavüz edildikten sonra boğularak öldürülen…”, “Tecavüz edilen, başına taşla vurulan ve elle boğularak öldürülen…” çocuklar… Bu çocukların ailelerinin içinde bulundukları durumu anlayabiliyor musunuz?
Bir toplumda ortaya çıkan suçlar,
o toplumun ruh hali ile ilgili önemli
ipuçları verir. Yukarıda üç farklı çocuk için kısaca geçtiğimiz haberler
ne kadar yürek parçalayıcı!..
Bir insanın bu kadar hunharlaşması acaba hangi mekanizmanın bir
sonucu? Hiçbir canlıya dahi yapılamayacak bu tür vahşiliklerin, büyüklerin ne tür oyunlar oynadığının
farkına varamayan çocuklara yapılması, insanın hayvanlardan daha
aşağılık olabileceğinin en müşahhas
göstergesidir.
Bu tür cinayetlerin arkasında ne
tür psiko-sosyal faktörlerin olduğuna dair bazı çalışmalara göz attığımızda hepimizin tahmin ettiği belli
hususlar öne çıkmaktadır.
Manevî yoksulluk
Şehirleşme sebebiyle bireyselleşme artmakta, insanlar üzerindeki
sosyal baskılar ortadan kalkmaktadır. Merhamet ve sevgiden yoksun,
empati kuramayan ve vicdanı kör-
86
mayıs 2014
Doç. Dr. Serhat Atabey
[email protected]
leşmiş psikopat insanlar her zaman
ortaya çıkabilir, ancak üzerlerindeki sosyal baskılar sebebiyle çok rahat hareket edemezler.
Özellikle bizim gibi kolektivist
bir yapıdan kontrolsüz bir şekilde
bireyselleşmeye geçen toplumlarda bu tür psikopatlar, “ipini koparmış dana” misali toplum içerisine
daldılar. Bu tiplerle hem kendilerini baskılayacak sosyal bağlar kopmuş, hem de mağdurları koruyup
kollayacak mekanizmalar zayıflamıştır. Herkes kendi derdinde ve
başkalarının derdiyle kimse ilgilenmemekte. Ortaya çıkan sorunlarda
sorumluluk almaksa en fazla 155
veya 156’yı aramaktan ibaret. Köy
hayatında köy sınırlarına giren yabancıyı takip eden, soran ve soruşturan anlayış, yerini şehir hayatının
oturduğu apartmanda karşı daireye
giren çıkanla dahi ilgilenmeyen bir
anlayışa terk etmiştir. Modern insanımız, sitesinin önünde bir mağdur çocuk görse, ne o çocuğun kim
olduğunu bilmekte, ne de onunla
ilgilenmektedir.
İnsanlarımıza ahlakî manada gereken eğitim (terbiye) verilebiliyor
mu? Buna “Evet” demek zor. Seküler bir anlayışla dünyevî hedefler
için yarıştırılan gençlerimizin “iyi
insan” olmak gibi bir amacı yok maalesef. Eğitim dediğimiz formal süreçlerde, bakıyoruz ki daha çok para
kazandıracak, itibar sağlayacak ve
güç sahibi yapacak hedefler için çabalıyoruz. Başarıya giden her yolun mübâh görülmesi, ciddi manada bir değer aşınmasına yol açıyor.
Özellikle toplumumuzun değerlerine uzak yaşam koçlarının, kişisel
gelişim uzmanlarının ve rehberlikçilerin hem ailelere, hem de gençlere verdikleri mesajlar da buna katkı yapıyor. Sonuçta sınırlandırılmak
istemeyen ve sınır tanımayan, her
türlü hadsizliği yapmaya hazır insanlar ortaya çıkıyor. Ayrıca sistem,
“Hemen şimdi!”, “Anı yaşa!”, “Dünyaya bir daha mı geleceksin?” türünden propagandalarla sığ, basit, herhangi bir otoriteden korkmayan ve
aklına geleni hemen yapan hayvanî
bir varlık üretmektedir.
Sınır tanımaz medya
hastalığı
Eskiden toplumda görülen
bazı anormal durumlar “şüyu’u
vuku’undan beter” kabilinden gizlenmeye çalışılırken, günümüzde
“Avrupa Birliği müktesebatı” falan denilerek idam cezasının barbarca olduğunu düşünenler olabiliyor; bunların bir kısmının idama karşı çıkma sebebi, sırf Kur’an-ı Kerim’de
kısasın farz olduğuna dair ayetlerin var olmasıdır. İdam cezasının dinî bir müeyyide olması, onların karşı çıkması için yeterli bir delil. İdam cezası çağ dışı ise, çocukların tecavüz
edilerek vahşice katledilmesi çağ içi bir durum mudur?
gazeteler, internet ve televizyonlar aracılığıyla her türlü anormal davranışların kontrolsüz bir şekilde herkese ulaşması da bu potansiyel psikopatları harekete geçirmektedir.
Taciz, tecavüz, öldürme ve cinayet gibi her
türlü istisnaî anormallik, her gün gözlerimizin önünde ve en olmadık biçimleriyle tezahür etmektedir. Aynı türden olaylara gerçek
hayatta şahit olduğumuz zaman da -evdeki aşinalıktan dolayı- bu tip durumları gayet sıradan bir vakaymış gibi görerek geçip
gitmekteyiz.
Sistemin bu tür arızalarını gidermek öyle
kolay değil. Biz biraz işin kolay tarafından
giderek bu tür canilere ne tür cezalar verilmesi gerektiği üzerinde düşünelim.
Adalet tatmin edici mi?
Hâlihazırda, hunharca katledilen ya da
tecavüz edilen çocukların faillerine verilen
cezalar hem mağdur yakınlarının, hem de
toplumun adalet duygularını tatmin etmemektedir. Bu yüzden ülkemizde zaman zaman idam cezasının neden kaldırıldığı sorgulanmaktadır. Biz de toplum düzeninin
sağlanması konusundaki bu yazıya içerik
olan çocuk istismarı ve cinayetlerinin önlenmesi için idam cezasının var olması gerektiğine inanıyoruz.
Çocuklar, insan türünün en masum varlıklarıdır. Kirlenen dünyamıza nefes aldıran
yavrulara verilen zararlar da bu yüzden en
ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Yanlışlıkla
kimse idam edilmemeli tamam, kesin delillerle sağlam bir yargılama sürecinden geçtikten sonra suçu sabit olan canilerin de cezası idam olmalı.
“Avrupa Birliği müktesebatı” filan denilerek idam cezasının barbarca olduğunu
düşünenler olabiliyor, bunların bir kısmının idama karşı çıkma sebebi, sırf Kur’an-ı
Kerim’de kısasın farz olduğuna dair ayetlerin
var olmasıdır. İdam cezasının dinî bir müeyyide olması, onların karşı çıkması için yeterli bir delil. İdam cezası çağ dışı ise, çocukların tecavüz edilerek vahşice katledilmesi çağ
içi bir durum mudur? Yukarıdaki gibi vahşi
bir cinayete kurban giden kişi bu kimselerin
çocuğu olsa tavırları nice olurdu?
Bu tür cinayetlerin önlenmesi için idam
cezasının yürürlükte olması ve bu tür psikopatların, yaptıkları vahşetin ardından idam
edileceklerini bilmeleri gerekiyor. Bunu
göze alarak cinayet işleyen kişinin de “Yeni
cinayetler ortaya çıkmasın” diye idam edilmesi gerekiyor. Çünkü araştırmalara göre ilk
kez adam öldüren birinin ikinci kez adam
öldürmesi daha kolay hale geliyor, öldürdükçe yaptığı iş sıradanlaşıyor.
Sonuç olarak, son zamanlarda ortaya çıkan çocuk cinayetleri gösteriyor ki gidişat iyi
değil. Dinamik bir toplumuz ve değişimler
çok hızlı. Biz bu değişimlere hemen cevap
veremiyoruz. Dünyevileştikçe köklerimizden ve uhrevî bağlantılarımızdan kopuyor,
savrulmalar yaşıyoruz. Bu yüzden sosyal çözülmeler, değer erozyonları, ahlakî çöküntüler kendini gösteriyor ve bunun da hayata
yansımaları kapkaç, çalma çırpma, yağmalama, taciz, tecavüz ve cinayet şeklinde oluyor. Bu meyanda cezaların, hem caydırıcı gücü olmalı, hem de mağdurların adalet
duygularını tatmin edici şiddeti bulunmalıdır. İşte bu yüzden idam cezası yürürlükte olmalıdır.
mayıs 2014
87
haberajanda
Toplum
Kravatsız şık olmak
mümkün değil mi?
E
TBMM dışındaki toplantı ve
açılış törenlerinde Başbakan
Erdoğan’ı kravatsız görüyoruz.
İlk olarak yanlış hatırlamıyorsam partinin “Kızılcahamam
Kampı” olarak bilinen toplantılarda başladı. Başbakan kravatsız katılınca, diğer parti yöneticisi ve milletvekilleri de
kravatları fora ettiler. Daha
sonra hafta sonuna denk gelen bütün faaliyetlerde siyasetçileri kravatsız gördük, görüyoruz. Lider takar, herkes takar.
Lider çıkarır, herkes çıkarır. Liderlik budur...
N meşhur fıkra kahramanları kimlerdir?
İlk aklımıza
gelenler Nasrettin Hoca,
Temel, Ofli
Hoca, Dadaş… Bu şekilde sıralayabiliriz. Ancak onlardan daha
önde gelen bir kişi var: “Adamın
biri...”
Sözün burasında fıkra anlatacak değilim, onu sonraya bırakalım ama “varsayalım” diyerek bir
konuya başlamak istiyorum. Zira
bu konu da fıkra kadar güldürücü ve yetmezmiş gibi bir de düşündürücü! Vaktiniz varsa, gereğini yapın ve hem gülün, hem
düşünün. Zaten seçilen konu
çok fonksiyonlu olmazsa, pek işe
yaramaz, bu da böyle biline...
Adamın biri, yılın 364 günü
spor tarzda giyinse… Sadece bir
gün takım elbise ve kravat taksa, etrafındakiler “ne kadar şık
olduğu”na dair ifadelerle karşısına dikilir.
Tecrübeyle sabittir. Hatta bir
adım daha ileri götürelim varsayımı. O günün dışında kalan zamanlarda giydiği kıyafetler, daha
kaliteli, daha pahalı olsun. Netice
fark etmez. Yine o tek gün “çok
şık olduğu” söylenecektir. Çünkü
kravat takmıştır.
Nedir bunun sırrı? Kravat bir
sembol. Modernliğin, çağdaşlığın, Batılı olmanın ve daha ziyade Batıcı olmanın...
***
İlkokulda önlük yakası takan
bizler, orta okula başladığımız ilk
gün kravat takarız. Bir daha çıkarabilene aşk olsun.
Lise döneminde de mecburiyet vardır ancak erkek öğrenciler boynundaki kravatı fazlasıyla gevşetmeyi ve ilk fırsatta
çıkarmayı ciddi bir yiğitlik eylemi olarak görürler. Çıkarıp sallamaksa daha ileri ölçüde ergenlik
göstergesidir.
Dedik ya çıkarabilene aşk olsun diye... O dönemde delikanlı
kravatını çıkaracak ki aşk olacak.
Lise dönemindeki genç kızlar
için kravat mecburiyeti söz konusu değilse de bazı kızlarımız
uygun bir kıyafet denk getirip
kravat takmayı da tercih ediyor.
Ta ki ben ettim, sen etme diyecek birine rastlayana kadar.
88
mayıs 2014
Mehmet Şeker
[email protected]
Hırvatların
armağanı
Din adamında
kravatın işi ne?
Camilerde imamlar bile kravat takıyor.
Din adamlarımız niye Batılı hatta Batıcıymış gibi görüntü vermek zorunda bırakılıyor, anlamış değilim.
Evvelce birkaç yazıda bu konuya değinmişliğim vardır. O yazıların bir işe yaradığını görmedim. Fakat ümidimi yitirmiş değilim. Yine değinip değinip çekilmekten geri
durmayacağım.
***
Başında sarık, sırtında cüppe, boynunda kravatla kürsüde vaaz veriyor, hutbeye
çıkıyor, mihraba geçip cemaate namaz kıldırıyorlar. Cenaze yıkarken de kravat var,
mevtayı defnederken de, Kur’an-ı Kerim
okurken de...
Batının din adamlarına bakıyoruz, hiç birinde kravat yok. Enteresanın en enteresanı bir vaziyet...
***
Hıristiyan rahipler, kardinaller, papalar,
zangoçlar, hahamlar, Budist rahipler ve diğerlerinin kravat gibi bir derdi yok. Kravat
takmak batılılıksa, batıcılıksa, esas onların
takması gerekmez mi? Bizim geleneğimizde de olmayan bir nesne bu. Yüz yıl öncesine kadar kimsenin umursamadığı bir bez
parçası, bugün alenen mecburiyet haline
gelmiş.
Diyeceksiniz ki, imamlar devlet memuru.
O zaman cumartesi, pazar günleri tatil yapsınlar, namaz kıldırma görevini yerine getirmeyip başkalarına bıraksınlar. Milletvekili,
tapu memuru, öğretmen, subay, maliye müfettişi ve diğer bütün memurlar gibi. Görelim bakalım memuriyet nasılmış?
Serdengeçti’ye rahmet!
Bir milletvekilinin Türkiye Büyük Millet Meclisi salonuna kravatsız girmesini tahayyül etmek bile zor bugün. Sadece Genel
Kurul Salonu değil, parti grup salonlarınaa bile bir milletvekili kravatsız girse, tuhaf karşılanır.
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti
bunu denemiş biriydi. Uyarılmış gayet tabii,
bir dahaki sefere kravatsız gelirseniz, almayız denilmiş. O bir sonraki gelişinde de aynı
kıyafetle gelmiş. Sorduklarında bu defa kravatla geldim deyip beline kemer gibi doladığı kravatı göstermişti.
Lider kravatı çıkarınca
Son dönemde birçok alanda köklü değişikliklere imza atan Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın bu konuda da öncü olduğunu,
biraz dikkat edenler fark etmiştir.
TBMM dışındaki toplantı ve açılış törenlerinde Başbakan Erdoğan’ı kravatsız görüyoruz. İlk olarak yanlış hatırlamıyorsam partinin “Kızılcahamam Kampı” olarak bilinen
toplantılarda başladı. Başbakan kravatsız katılınca, diğer parti yöneticisi ve milletvekilleri
de kravatları fora ettiler. Daha sonra hafta sonuna denk gelen bütün faaliyetlerde siyasetçileri kravatsız gördük, görüyoruz.
Lider takar, herkes takar. Lider çıkarır,
herkes çıkarır. Liderlik budur...
***
Televizyon programlarındaki konuşmacılar da artık tamamen kravatlı değil. Bunun
bir mecburiyet olmadığı, kravat takmadan
da düzgün konuşulabileceği, seyredenlerin
ve dinleyenlerin kravat takmamış birinin
sözlerini de anlayabileceği anlaşıldı. Hatta
muhalefet partilerine de yansıdı bu anlayış.
***
Bir hususa dikkat çekmek isterim...
İflah olmaz bir kravat düşmanı değilim.
Artık Japonlar da kravat takıyor, Çinliler de,
Ruslar da... Bu konuda bir tek İranlılar ikna
edilemedi.
Haftada bir iki gün kravat çıkaran siyasetçilerin aksine, senede bir gün kravat takmak
benim de hoşuma gider. İnsanın etrafındaki arkadaşları tarafından iltifat görmesine
ihtiyacı vardır. Ben de “Ne kadar şık giyinmişsin” sözüne muhatap olmayı önemserim.
Fakat herkesin, her zaman, her yerde kravatlı olma mecburiyeti varmış gibi davranmayı fazlasıyla sakat, tuhaf ve mantık dışı
buluyorum.
Arz ederim...
K
RAVATIN tarihçesine bakacak olursak, kısaca Hırvatların dünyaya armağanı diyebiliriz. Kravat, papyon
gibi gömlek yakasına takılan bir boyun bağıdır. Erkek milletinin iki yakasını bir
araya getirir. Kelimenin aslı Fransızca. Cravate,
“Hırvatlar” anlamında kullanılan croates veya
cravates’den gelir. Hırvatlar, boyunlarına uzun
bez kurdeleler takarlardı. Bundan dolayı çeşitli kumaş ve derilerden yapılmış boyuna takılan
ve kendine has bağlama şekli olan boyun bağlarına da kravat denmiştir. Türkiye’de ilk defa
Tanzimat’tan sonra değişik tipte görülen kravata zamanla alışılmış ve erkek giyiminin bir
parçası haline gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu içinde kravat takan
ilk padişah Sultan Abdülmecid. Batılılaşma hareketleri etkisinde öncelikle aydınlar arasında
kendine yer bulan kravat, padişahın da tercih
doğrultusunda devlet dairelerine girmiş oldu.
Hırvatlar, kravat kelimesini kendilerine en
yakın şekilde söyleyen millet olarak bizleri
takdir etmektedirler, bunu da belirtmekte fayda olabilir.
Abuk sabuk
tabular artık yıkım
aşamasında
B
OYNUNDA kravatın varsa modernsin, çağdaşsın, yoksa çağın gerisindesin. Boynunda kravatın varsa
şıksın, yoksa paspalsın. Boynunda
kravatın varsa memursun, yoksa işçisin, köylüsün. Boynunda kravatın varsa Batılısın, yoksa Doğulusun hem de tam içinden. Boynunda
kravatın varsa şehirlisin, yoksa köylüsün. Kravata gıravat diyorsan, yine köylüsün.
Bir dönem köylüleri aşağılamak pek modaydı. Bunların ağzı soğan kokuyor dedin mi, yırttın. Köylüleri tarlaya Mozart eserleriyle göndermek, tarlada Şopen dinletmek, çalışırken
kravat taktırmak mümkün olamaz mı diye ciddi ciddi kafa yoranlar vardı. Türküleri ve şarkıları yasaklamak bile akla geldi ve bildiğiniz gibi
akla gelmekle kalmadı, tas tamam uygulandı.
Bu abuk sabuk tabular artık yıkım aşamasında. Çünkü anlayış boyutunda ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. Arada dönüşümü kavrayamayan, itiraz edenler çıksa da onlar kentsel
dönüşüme itiraz ederek geniş arazi ortasında tek başına kalan bina gibi fena halde sırıtıyorlar.
Fakat o sırıtma tatlı değil, acı bir sırıtma.
Köylüler artık uyandı. Olan bitenin farkına vardı. Cumhuriyetin, bir milletin kendini yönetmesi olduğunu anladı. Madem öyle yönetelim bakalım dedi.
mayıs 2014
89
haberajanda
Portre
Çağımızın Derviş Yunus’u:
Cengiz Numanoğlu
I
ŞIKLAR Askeri Lisesi’nde, benden bir üst
sınıfta idi. Popülerdi, güzel trompet çalardı. Gazinodaki danslı, sazlı, cazlı gecelerin
adamıydı. Benim en çok hoşlandığım, yatsı
vakti Uludağ’ın sırtlarına yaslanmış olan
okulumuzun avlusundan, aşağıda sessizce
göz kırpıştıran rüya şehir Bursa’ya ninni söyleyen yat
borusuydu.
>> Lise ve Harp Okulu’ndaki toplam
üç yıllık beraberliğimizde hiç konuşup
görüşmüşlüğümüz olmamışken, geçen
ay mübarek bir Cuma akşamı sürpriz bir
şekilde karşıma çıkıverdi. Sarılıp kucaklaştık. Sanki kırk yıllık dost gibiydik…
Pardon, 55 yıllık!
Neyse… Hemen ruhuma nüfuz etti ve
söze şöyle başladı: “Vefasız dost için yanma bu kadar./ Nankörlük beşerin hamurunda var./ Gördüğün yarayı sen yine de
sar;/ Kullar bilmese de Mevlâ bilir ya...”
Dedim: “Gecenin bu anında,/ İnan
ki tam tavında,/ Aziz dost Numanoğlu/
Yetiştin imdadıma…/ Pek hikmetli söyledin;/ Geldin, özümü deldin./ Haydi
gayrını söyle,/ Şu gönlümü şad eyle…”
Dedi: “Yanılıp karşılık bekleme kuldan./ Ola ki kıl vermez verdiğin çuldan./
Saldığın selamı çevirme yoldan/ Kullar
almasa da Mevla alır ya…”
Dedim: “İyi de aziz dostum yalnızlık/
Ah ne acıdır yalnızlık!..
Dedi: “Senin sahibin var, yokluğa kanma./ Sana senden yakın, uzakta sanma./
O’na tüm kâinat dar gelir amma/ Bir gönüle girer, farkında mısın?”
Dedim: “Madem bana yakın ise,/ Her
gönüle girer ise/ Onu kime sorayım?/
Haydi söyle, O’nu nerede bulayım?”
Dedi: “Yanılıp da yalnızlığa inanma./
Bir Sahibin var ki uzakta sanma./ Her
baktığın yerde görünür amma/ Nasıl
baktığına bağlı gördüğün…”
Dedim: “Elli beş yıl öncesinde,/ Işıklar Lisesi’nde,/ Loş ışıklı salonlarda, cazlarda, balolarda/ Trompet üstadıydın, ne
de güzel çalardın.../ Kahkahalar içinde
nice canlar yakardın./ Şehvetli bedenlere
90
mayıs 2014
Sabri Öğe
[email protected]
taze şehvet katardın./ Bak yine aynı sesin,/
Lakin bu kez farklı nefesin./ Ne oldu sana
böyle? Haydi bekletme, söyle!”
Dedi: “Yıllardır kendimi güya tanırdım./
Sanık ben, yargıç ben; hep aklanırdım./
Şeytanı en büyük düşman sanırdım,/ Ondan da beteri nefsimmiş meğer…”
Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım.
Şeytanı, en büyük düşman sanırdım;
Ondan da beteri.. Nefsimmiş meğer..
Dedim: “Peki, kendine ne dedin sonra
mirim?”
Dedi: “Dedim yıllar yılı gönlüm harapta./ Deva bulamadım sazda, şarapta./ Bir
yudum su verin, kaldım serapta;/ ‘Pınar yok’
dediler, secdeden gayrı…”
Dedim: “Aman üstadım devam edin!”
Dedi: “İlim kapısında verdim yılları./
Dinledim ‘Hakk’ diyen âlim kulları./
Sordum Dost’a giden bütün yolları,/ ‘
Yakın yok dediler.. Secdeden gayrı...Yakın
yok’ dediler secdeden gayrı…”
Dedim: “Bari sağlam bir yer buldunuz
mu? Hakk’a teslim oldunuz mu?”
Dedi: “Hevâdan kaçmaya ettim de yemin/ Olmadım yine de kendimden emin./
Ey Yüce Sahibim, Rabb’ül Âlemin!/ Nefsimle baş başa bırakma beni.../ Son buldu
kibirle büyük savaşım./ Önünde eğildi o
mağrur başım./ Gördün, Beytullah’ta seldi
gözyaşım./ Rahmetinden mahrum bırakma beni…”
Dedim: “Hep nefisten korktunuz,/ Şeytanı unuttunuz…”
Dedi: “Şeytan önce insana Allah’ı unutturur,/ Sonra ‘çağdaş’ çöplükte ne bulursa
yutturur./ Şeytanla her savaşa hiç korkusuzca varım,/ İnsan şeytanlaşırsa, işte ondan korkarım…”
Dedim: “Vay nereden nereye, Cenab-ı
Hakk nelere kadir!..”
Dedi: “Yüreğinde yoksa Allah inancı,/ Bil ki budur seni kemiren sancı./ Ruhunla bedenin iki yabancı…/
Bu çatık çehreyle bitmez bu yarış,/
Sen, sen ol da önce... Kendinle barış... Sen,
sen ol da kendinle barış…”
Dedim: “Affedersin, anlamadım. Ne demek istiyorsun?”
Dedi: “İlle de bir tokat mı yemelisin ensene?/ Ölüm sana gelmeden sen kendine
gelsene…”
Dedim: “Ne zaman gelecek o şey?”
Dedi: “Bu dünya, uzunca bir yolun başı./
O mezar dediğin bir sınır taşı./ Ömür, iki
günlük iman savaşı,/ Her an bitebilir, farkında mısın?”
Dedim: “Ölüm? Ölüm ne kadar soğuk,
ne kadar sarsıcı değil mi?”
Dedi: “Ölmeden ölene ölüm bir şölen,/
Ölümü öldürür ölmeden ölen...”
Dedim: “Ne şöleni üstadım? İnsanlar
mutsuz,/ Gelecekten umutsuz.../ Sarılmışlar bilime,/ Olmuyor ilerleme./ Yürekler
daralıyor,/ Ufuklar kararıyor./ Onlar muhtaç dermana;/ Söyle varsa bir sözün bu bunalmış insana...”
Dedi: “Ey insan! Yaşıyorken hem de
Kur’an çağında,/ Çırpınıp duruyorsun cehalet batağında./ Kalbin katı, gözün kör,
başın kibir dağında,/ Kur’an sana ‘Gel!’
diyor, ‘Bak, bendedir adresin’./ Ey eşref-i
mahlukat! Daha Kur’an ne desin?/ Özgürce seçmen için iki yoldan birini,/ Apaçık bildiriyor bütün ayetlerini./ ‘Ya Peygamber, ya şeytan’, seç diyor rehberini;/
Öyle seç ki sırattan rüzgâr gibi geçesin,/
İlle ‘şeytan’ diyorsan,/ Daha Kur’an ne
desin?”Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş,
Şuûru şehvete saptıran oymuş, Tutkuları,
putlar yaptıran oymuş, En sinsi düşmanım..
Nefsimmiş meğer...
Övgü dolu sözlerine kanmışım; “Kalbin
temiz’’ demiş, gerçek sanmışım. Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım,
İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer...
Dedim: “Kendi düşen ağlamaz mı diyorsun?” Dedi: “Dinde zorlama yoktur, insan
hürdür elbette./ İster dünyada pişer, isterse
ahirette…”
Dedim: “İnsan dünyada nasıl pişer?”
Dedi: “İnsan doğmak, insana ilahî bir
ihsandır./ İnsan doğan kaç kişi ölürken de
insandır?”
Dedim: “Bu insanlar ‘sevgi’ diyor,/ Sevgiliye yol istiyor./ Derdine çare için,/ ‘Bir
yudum huzur’ diyor…”
Dedi: “Sevgiye susadım, çare diyorsan,/
Dostunu dilinle dövme bu kadar./ ‘Sıratta
naz etsem Yâre’ diyorsan,/ Yaptığın hayrını övme bu kadar./ ‘Huzura susadım, çare’
diyorsan,/
Şu yalan dünyayı, sevme bu kadar.
Ah! Bir yakın olsam, Yâr’e diyorsan;
Namazı başından, savma bu kadar…Şu
yalan dünyayı sevme bu kadar./ Şu yalan
dünyayı, sevme bu kadar.
Ah! Bir yakın olsam, Yâr’e diyorsan;
Namazı başından, savma bu kadar…’ Ah
bir yakın olsam Yâre’ diyorsan,/ Namazı başından savma bu kadar.”
Dedim: “Neden binbaşıyken askerliği bıraktın?/ Daha nice rütbeleri arkana attın?”
Dedi: “Rütbe var, yazılır mezar taşına;/
Zaman sellerinde aşınır gider./ Rütbe var,
yazılır cennet arşına;/ Sonsuzdan sonsuza
taşınır gider.”
“Şart mıydı yani ayrılmak?” diye soruyorum da diyor: “Günah sofrasından doğrulmayanın/ Gönül sofrasında gözü olur mu?/
Allah aşkı ile yoğrulmayanın/ O’na naz etmeye yüzü olur mu?”
Dedim: “Daldık engin deryaya, sonu yok,
biliyorum. Of başımı döndürdün, bir formül istiyorum!”
Dedi: “Ya Allah’a baş eğer, hiç kimseye
eğmezsin;/ Ya herkese baş eğer, hiçbir şeye
değmezsin./ Ya Allah’a baş eğer, özgürlüğe
koşarsın;/ Ya nefsine baş eğer, köle gibi yaşarsın...”
Dedim: “Öyle zor ki öyle zor…/ Çile değil çekilen, avuçta bir kızıl kor…”
Dedi: “Her çilenin bir ecri, gecenin fecri
vardır,/ İnsanın selameti, ancak sabrı kadardır.”
Dedim: “Eyvallah sultanım, eyvallah!/
Eyvallah, bu günlük bu kadar yeter!..”
Ecdadı Numan, gönlü ise bir umman…
Ummana şöyle bir dalıp çıktık. Dün ninni
ile uyuttuğu insanları, bugün omuzlarından
sarsarak uyandırmaya çalışıyor. Sizi bilmem
ama ben onu çok, ama çok sevdim…
Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş,
Şuûru şehvete saptıran oymuş,
Tutkuları, putlar yaptıran oymuş,
En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer...
Övgü dolu sözlerine kanmışım;
‘’Kalbin temiz’’ demiş, gerçek sanmışım.
Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım,
İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer...
Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım.
Şeytanı, en büyük düşman sanırdım;
Ondan da beteri.
Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş,
Şuûru şehvete saptıran oymuş,
Tutkuları, putlar yaptıran oymuş,
En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer...
Övgü dolu sözlerine kanmışım;
‘’Kalbin temiz’’ demiş, gerçek sanmışım.
Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım,
İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer...
mayıs 2014
91
haberajanda
Toplum
Gelinen noktada “ihtiyaç” denilen kavram,
doğal yollarla değil,
üretim-tüketim ve rekabet koşullarına göre
değişik şeytanî yöntemlerle düzenlenmekte,
insanlık eşyaların peşinden hipnoz olmuşçasına
ve bir dilenci gibi sürüklenmektedir. “Üretim,
rekabet ve tüketim”,
hâlihazırdaki Batı medeniyetinin sihirli kelimeleridir.
***
İkinci açmaz, fazla üretimin piyasada eritilmesi
problemi… Heyete de ifade ettiğim gibi, “Kazançlar masrafa kâfi gelmediğinden, insanlar hileye,
harama sevk edilmekte,
ahlak esasları bu açmaz
sebebiyle ifsada uğramaktadır”. Uydurulmuş
bolluk içinde, farkında
olunamayan onursuzluk,
kölelik ve fukaralık...
***
Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla
tanıştıktan sonra, ilahî
emir doğrultusunda
evrilmek şöyle dursun,
vahiy kaynaklı doğruları
bile kendine benzetti.
Ortaya pagan ruhu ve
aklı taşıyan, ilk zamanlarında Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir
karışım çıktı. Şimdilerde
bahsi geçen medeniyetin
üzerinde Hıristiyan elbisesi bile bulunmuyor;
çırılçıplak olmuş ve hocası şeytanın izinde tüm
ruhları ve zihinleri iğfal
ediyor.
92
mayıs 2014
“Ümitvar
olunuz;
şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek
gür sada, İslam’ın sadası olacaktır”
G
ERÇEKTE yakaza olan rüyamda,
biri gelip bana
“Mukadderat-ı İslam
için teşekkül eden bir
meclis-i muhteşem
seninle görüşmek
istiyor” dedi. İçeriye
girdim. İçeride, “münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihîn”in büyükleri ve her asırda peygamberleri temsilen
görev ifa eden “Asarın Mebusları’nın içinde bulunduğu bir heyet”in hazır olduğunu
fark ettim. Kapının yanında beklemeye
başladım.
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
>> İçlerinden biri bana hitaben, “Ey
felaket, helaket asrının adamı, senin de
reyin var, fikrini beyan et” dedi. Heyetin ifade ettiği “felaket ve helaket asrı”
benzetmesi, üzerimize sağanak sağanak
yağan zorluklar sebebiyle oldukça manidardı.
1907-1918 arasındaki Balkan ve I.
Dünya Savaşları gibi iki büyük musibet
ve neticesinde ortaya çıkan göçler nüfusumuzu eritmişti. Uzun yıllar devam
eden savaşlardan dolayı hazine boşalmış, yokluk ve fakirlik inanılmaz boyutlara çıkmıştı. Otorite boşluğu asayişi
ortadan kaldırmış, eşkıyalar etrafı talan
ediyorlardı.
Sıraladığım tüm bu olumsuzluklar,
Allah’ın rahmetiyle çalışılarak telafi
edilebilirdi. Asıl felaket, kalan insanımızın “Hakk’ın üstün olduğuna, galip
geleceğine inancını” kaybetmesiydi.
Ruhların yeis bataklığında boğulmak
üzere olduğu zaman diliminde, heyete
hitaben “Sorun, cevap vereyim” şeklinde mukabelede bulundum. İçlerinden
biri, “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?” diye iki
soru sordu. Ben, “Musîbet şerr-i mahz
olmadığı için, bazen saadette felaket
olduğu gibi felaketten dahi saadet
çıkar” şeklinde cevap verdim. Biliyorsun, “musîbet” ile “şerr-i mahz” farklı
kavramlar. “Şerr-i mahz” kelimesi, “her
yönüyle zararlı olan şeyler” hakkında
kullanılır. Diğeri öyle değil; ilk bakışta
sıkıntı veriyor gibi görünmesine karşın
“neticesi hayırlı” olabilir.
Bu bağlamda düşünüldüğünde, “Allah adının yeryüzünde taşınması, temsil
edilmesi ve yüceltilmesi” olan birinci
vazife ile “bu değerin düşman saldırılarından korunması” olan ikinci vazife,
1299’dan beri, neredeyse 650 yıldır Osmanlı Devleti’ne nasip edilmişti. Onlar
da misyonlarının gereğini ellerinden
geldiğince, hayatlarını ortaya koyarak
yerine getirdiler.
Gelinen noktada düşmanlar, 1400
yıldır biriken öfke ve kinlerini, yakaladıkları ilk fırsatta bayrağı elinde tutan
Osmanlı’dan almak istediler. Bu kinin
ete kemiğe bürünmüş, her aklı başında
olan vicdan sahibinin anlayabileceği en
güzel örneğini de 11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları
Komutanı Orgeneral Edmund Henry
Hynman Allenby sergiledi.
Orada hazır bulunanların huzurunda bu büyük komutanın (!), Selahattin Eyyübi’nin mezarını tekmelerken
ağzından “Kalk Selahaddin, biz yine
geldik!” cümleleri dökülüyordu. Biraz
önce resmini çizmeye çalıştığım durumun vahametini unutmadan, hazır
bulunan heyete söylediğim cümleleri
şimdi olduğu gibi sana da tekrar etmem icap ediyor. Orada yarım kalan
ifademi “Eskiden beri Îla-i Kelimetullah ve beka-i istiklaliyet-i İslam
için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile
kendini yekvücut olan Âlem-i İslam’a
fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar
görmüş olan bu Devlet-i İslamiye’nin
felaketi, Âlem-i İslam’ın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir” cümleleriyle tamamladım. Ardından da “Zîra
şu musîbet, maye-i hayatımız ve ab-ı
hayatımız olan Uhuvvet-i İslamiye’nin
inkişaf ve ihtizazını harikulade tacil
ettiğini” söyledim. Hakikaten de öyle
oldu. Hayatımıza kast etmek amacıyla yürütülen saldırılar bizi birbirimize
kenetledi. İçimizdeki lüzumsuz tartışmaları bırakıp suikastlara karşı “tek
vücut” olmamıza yol açtı. “Girdiğimiz
mücadele kaybedilmiş gibi gözükse
de bu mağlûbiyetle bir saadet-i acile-i
muvakkati kaybedilirken, bir saadet-i
acile-i müstemirrenin (devamlı olanın)
bizi beklediğini ve pek cüz’î ve mütehavvil (değişen) ve mahdut (sınırlı)
olan hali geniş istikbal ile mübadele
edenin (değiştirenin) kazanacağını”
söyledim.
Fırsatları kaçıran
insanlık
Heyetten bir başkası “Söylediklerini
izah et” dedi. Biliyorsun, o gün itibariyle insanlık, bedeviyet, memlûkiyet
ve esaret evrelerini tamamlamış, 18501930’lu yıllar arasında ücretli kölelik
dönemi içinde bulunuyordu. Bu aşamanın da geçileceğini “Beşer, esir olmak
istemediği gibi ecir olmak da istemez”
şeklinde izah ettikten sonra, varılacak
noktanın, mülkiyetin tabana doğru yayılacağı, serbestlik ve rekabetin sermayeden daha önemli olacağı bir duruma
geçileceğini düşünüyordum.
Zaman içinde gelişmeler söylediğim
yönde ilerledi. Mevzu ile alakalı olarak
düşündüğüm ikinci gelişme, o güne
kadar geçerli olan “Devletler, milletler
muharebesini tabakat-ı beşer muhare-
mayıs 2014
93
haberajanda
Toplum
besine terk-i mevkî edecek” olması gerçeğiydi. Yani milletler ve devletler arasındaki
savaşların, yerini sınıflar arası mücadelelere
bırakacağını, üstüne üstlük sınıf savaşlarının
diğerlerine kıyasla çok ağır geçeceğini tahmin ediyordum.
19 ve 20. yüzyıllar boyunca bu hakikatin
ayniyle vaki olduğu ortaya çıktı. Hepimizin
şahit olduğu sınıf savaşları, sınır, coğrafya,
ırk, din, mezhep ve cinsiyet tahdidinden
bağımsız olarak karşımıza çıktığı için, eskiden olduğu biçimiyle filanca coğrafyanın
milletini değil, doğrudan insanlığın varlığını
tehdit eden boyutlara ulaştı.
Geriye dönüp baktığımızda, Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra insanoğlu, ayağına kadar gelen daha güzel ve adil bir dünya
inşa edebilme fırsatını -her zaman yaptığı
gibi- şeytanın telkini ile kaçırdı. O gün de
iddia ettiğim gibi hal, “Sefahet ve dalâletle
bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış” beyinlerin insanlığa sunduğu reçetelerin, önce
onların başını yiyeceği gerçeğiydi.
Bu görüşümün doğruluğu, İkinci Dünya
Savaşı’nda tecrübe edilerek yaşandı. Sonra
olanlarsa malum…
Heyete Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yaptığım açıklamamın devamında da galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye
belki daha şedîdane kapılma” ihtimalini göz
önünde bulundurarak galiplerin temsil ettiği cereyanın hem tabiat-ı Âlem-i İslam’a
münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü
kısa, parçalanmaya namzet olması sebebiyle,
galip gelip onlarla birlikte olmaktansa mağlup olup birtakım zorluklara katlanmanın
bizim için daha hayırlı olacağını söyledim.
Konuya ilişkin sözlerimi, “Eğer ona yapışsa
idik, Âlem-i İslam’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek, Batı’nın, şeytanın
telkiniyle ete kemiğe bürünmüş ideolojisi,
ulaşabildiğimiz coğrafyalarda bizim elimizle
kendi medeniyet dokumuza zerk edilecekti”
diyerek tamamladım.
İhtiyaç seviyesinin artışı
Meclisten bir başkası, “Neden Şeriat şu
medeniyeti reddeder?” diye bir soru sordu.
Ben, “Çünkü Batı medeniyeti beş menfi
esas üzerine teessüs edilmiş” diyerek söze
başladım ve “Bu esaslar, A’dan Z’ye bulunduğumuz medeniyetle zıttır. Birinin olduğu
yerde diğerinin var olması mümkün değildir” dedikten sonra konuyu biraz daha anlaşılır kılmak için ilave açıklamalar yaptım:
94
mayıs 2014
1. Onlarda “Nokta-i istinad kuvvettir. Neticesi tecavüzdür”. Bizde “Nokta-i istinad,
kuvvete bedel haktır. Neticesi adalettir”.
2. Onlarda “Hedef-i kastı menfaattır. Neticesi zahmet ve sıkıntıdır”. Bizde “Hedef,
menfaat yerine fazilettir. Neticesi muhabbettir”.
3. Onlarda “Hayatta düstur cidaldir, kavgadır. Neticesi çekişmektir”. Bizde “Hayat
düsturu cidal yerine yardımlaşmadır. Neticesi ittihad ve dayanışmadır”.
4. Onlarda “Kitleleri bir arada tutan rabıta, diğerlerini yutmakla beslenen unsuriyet
ve menfi milliyettir. Neticesi savaştır”. Bizde
“Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet
yerine rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir. Neticesi
samimî uhuvvet ve barıştır”.
5. Onlarda “Her faaliyet arzuları azdırmak içindir. Neticesi, insanı melek derecesinden hayvan seviyesine indirmektir”.
Bizde “Gelip geçiciliğe bedel ‘istikamet ve
doğruluktur’. Neticesi, insaniyetin terakkî
ve ruhen tekâmülüdür”.
Ve bu iki zıt yaklaşımın birbiriyle uyuşturulmasının söz konusu olamayacağını da
ayrıca ilave ettim. Hazır olan heyete anlatmaya çalıştığım mesele, Batı’nın bilim adına
ortaya koyduklarının görmezden gelinmesi
veya reddedilmesi değil, “bilim neticesinde
ortaya çıkan nimetlerin nasıl kullanılması”
gerektiğiyle ilgiliydi.
Bizim medeniyet dokumuz, yaratılış gayemize zıt olan hiçbir yaklaşımı kabul etmez. Biliyorsun ki biz, “Allah’a bakan veçhesi hariç, her şeyin helak olacağına” iman
eden bir düşünce ikliminin meyveleriyiz. Az
önce ifade ettiğim reddedişin dayanak noktası da burası olup, meselenin “geri kafalılık”
gibi tutarsız iftiralarla en ufak ilgisi yoktur.
Konuşmamızın akışı içinde, bahsi geçen
medeniyetin o gün itibariyle “Beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış olduğunu, yüzde onunu mümevveh (hayali)
saadete çıkarmış olduğunu, kalanını da iyikötü arasında bir yerde bıraktığı anlaşılmaktadır” dedikten sonra, bizim medeniyetimizin “umumun, laakal ekseriyetin saadetini
tazammun etmesi” gerektiğini söyledim. O
gün durum neyse, bugün itibariyle de vaziyet üç aşağı beş yukarı aynı, başka bir netice
çıkması sürpriz olurdu. Olması gereken budur ve öyle de oluyor. İfade ettiğim rakamlar, yüz yıl öncekilerle, inanılmaz bir benzerlik göstermektedir. Bu anlamda insanlık,
bir adım bile ilerleme kaydedememiştir.
Kaydedilen gelişme, “adaletsizliğin şeklinin
değişmesinden” ve “daha şeytanî bir biçim
almasından” başka bir anlam taşımamaktadır. Bu bağlamda “hem serbest hevanın
tahakkümüyle havaic-i gayr-i zarûriyenin
havaic-i zarûriye hükmüne geçtiğini”, daha
açık ifadesiyle “eskiden bir adam dört şeye
muhtaç iken, hazır medeniyetin onu yüz
şeye muhtaç ederek esir aldığını” söyledim.
Bu sön söylediğim husus, insanlık var
edildiğinden bu yana bu derece yıkıcı hiç olmamıştı. Gelinen noktada “ihtiyaç” denilen
kavram, doğal yollarla değil, üretim-tüketim
ve rekabet koşullarına göre değişik şeytanî
yöntemlerle düzenlenmekte, insanlık eşyaların peşinden hipnoz olmuşçasına ve bir
dilenci gibi sürüklenmektedir. “Üretim, rekabet ve tüketim”, hâlihazırdaki Batı medeniyetinin sihirli kelimeleridir.
Zenginlik içinde fukaralık
Sistem daha çok üretmek, daha ucuzunu
ortaya koymak ve üretilenlerin tüketilmesini
sağlamak için koca bir makine gibi çalışıyor.
Bu düzenekte Âdemoğlunun payına “onurunun makine çarkları arasında yok olması”
dışında bir şey düşmüyor.
Daha ucuzunu çok miktarda üretmeyi hedeflemişseniz, yapmanız gereken ilk
işlerden biri de “maliyetlerin azaltılması”
olacaktır. Diğer kalemlerle oynayarak bu
hedefi belli bir noktaya getirdikten sonraki
yapılacak işse çalışanların maliyet üzerindeki yüklerinin hafifletilmesidir. Yani daha
fazla üretimi daha düşük ücretle ortaya çıkarmak…
İkinci açmaz, fazla üretimin piyasada eritilmesi problemi… Heyete de ifade ettiğim
gibi, “Kazançlar masrafa kâfi gelmediğinden, insanlar hileye, harama sevk edilmekte, ahlak esasları bu açmaz sebebiyle ifsada
uğramaktadır”. Uydurulmuş bolluk içinde,
farkında olunamayan onursuzluk, kölelik ve
fukaralık...
Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra, ilahî emir doğrultusunda evrilmek şöyle dursun, vahiy kaynaklı
doğruları bile kendine benzetti. Ortaya pagan ruhu ve aklı taşıyan, ilk zamanlarında
Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir karışım çıktı. Şimdilerde bahsi geçen medeniyetin üzerinde Hıristiyan elbisesi bile bulunmuyor, çırılçıplak olmuş ve hocası şeytanın
izinde tüm ruhları ve zihinleri iğfal ediyor.
Tehlikenin eşiğinde
Böyle bir medeniyet algısının, bozulma-
dan bugüne kadar taşınmış olan vahiy eksenli bir dünya görüşü ve hemen her düsturuyla taban tabana zıt düşünce yapısıyla
bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır,
olmamıştır, olamaz. Bu uğurda harcanan çabalar, en iyi niyetle “gaflet” çizgisinin acınası
tezahürlerinden başka bir anlam taşımaz.
Çabaların neticesini görüyoruz; başarıyla
sonuçlanmış tek bir örneğin bulunup gösterilmesi mümkün değil.
Konuşmanın devamında meclisten bir
başkası, “Şeriat-ı Garradaki medeniyet nasıldır?” sorusunu yöneltti. Soruyu “Şeriat-ı
Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun ettiği ve
emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın
olumsuzluklarının giderilmesi sonucunda ortaya çıkacak gelişmelerdir” dedikten
sonra, ilaveten “Onun ‘menfi esasları’ yerine
‘müspet esaslar’ va’z edilerek hayata geçirilebilir” şeklinde cevapladım. Devamında
“Mağlûbiyetle mazlumların ve cumhûrun
içinde bulunduğu safa intikal ettik. Şimdi
yapılması gerekenin galiplerin içinde bulunduğu medeniyete kayıtsız kalmak yerine,
onu da, içinde bulunanları da akıllı davranmak suretiyle kendi medeniyet biçimimize
dönüştürmemiz ve kendimize hadim kılmamız olacaktır” dedim.
Mecliste bulunanlar başlarıyla beni tasdik
ettikten sonra, içlerinden biri, “Evet, ümitvar
olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek
gür sada, İslam’ın sadası olacaktır” dedi.
Aramızda geçen konuşma bu mihmanda
devam etti. O gün, dünyanın ve bizim ahvalimize ilişkin koyduğum teşhisler bir bir
gerçekleşti.
Her neyse… Geline noktada dünyanın
hali ortada. Geçen yüz yıl boyunca insanoğlunun yaşadığı bunalım, tarihin hiçbir
döneminde bu kadar derin ve tesirli olmamıştı. Dünya tarlası hiç bu kadar çok insanı
cehenneme taşımamıştı. Bilaistisna her bir
kişi, her bir topluluk, her bir millet bu zulümden nasibini aldı.
“Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları,
evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını programlarının birinci maddesine koydular”. “Tarihte görülmemiş bir halde
münâfıkâne ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli
oldu”. “Çok yıkıcı şekiller tatbik edildi”. Bunun
içindir ki “bahsi geçen dönemde” en mühim iş,
“Taklidî imânı tahkikî imana çevirerek imanı
kuvvetlendirmektir.”
“Her şeyden ziyade imanın esâsâtıyla meşgul
olmak, kat’î bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç,
hatta mecburiyet hâline gelmiştir.”
Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor, manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir
tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor; bu müthiş illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Bunlarla mümkün değil.
Durum o kadar vahimdir ki “bir ehl-i
keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan
(ölümden) yalnız birkaç tanesinin kazandığını, ötekilerin kaybettiğini müşahede
etmiş” ve bu keşfin, Müslüman nüfusun
yaşadığı bir coğrafyada vuku bulması durumunun ne derece vahim boyutlara ulaştığını
bize gösteriyor.
Bir medeniyetin temellerine saldırılar
oldu. “Temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın
yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir
ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını
ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın
hayatına bir fayda verebilir mi?” anlayışıyla çalıştık. Temel konuları ve onlara yapılan
saldırıları durdurmayı başardık. Mesele bir
noktaya kadar geldi ve şükürler olsun ki her
saldırının cevabı verildi.
Şimdi yapılması gereken
“Ortaya koyduğumuz esaslar üzerine yeni
bir medeniyetin inşası… Kalıcı olmanın tek
çaresi bu!”
Bak evladım! Fizikî şartlara bakarak “Bu
nasıl olacak?” diye bir soru sormak, hastalıklı
bir kafanın tezahüründen başka bir anlam
taşımaz. Biliyorsun, “bahar içinde bir sa-
atte yaz mevsiminin numunesini ve yazda
bir saatte kış fırtınasını icat eden Kadir-i
Zülcelâl” için her şey “gayet kolaydır”. Yapmamız gereken tek şey, “eşya ve hadiseleri
Batı felsefesinin ‘determinist mantığından’
uzaklaşarak anlamaya çalışmak”.
Sana ikinci söyleyeceğim husus, bundan
sonra izleyeceğiniz yöntemle ilgili olacak.
Birincisi öncelik ve fedakârlık… Maddî ve
manevî her şey bu uğurda feda edilecek, her
musibete katlanılacak, her işkenceye sabredilecek… Ne için?
Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor, manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti
içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun
felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor; bu
müthiş illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi?
Bunlarla mümkün değil. İflas etmiş bu yolla
çare üretmek, yarayı derinleştirmek dışında
bir işe yaramaz. Dünya zindanını derinleştirir, çekilen eza ve cefanın süresini uzatır.
Göreviniz, kendi medeniyetinizi, kendi
hükümlerimiz üzerine ve kendi yöntemlerimizle inşa etmek, sadece yazılı programı
uygulamak, bu uğurda gayret sarf etmek ve
-neticesi ne olursa olsun- onunla ilgilenmemektir.
mayıs 2014
95
haberajanda
Bilim Tarih
Endüstrileşmiş ülkelerin çoğu, elektrik enerjisi
elde edebilmek için odun,
petrol veya kömür yakıyordu. Ne var ki bu yöntem çok verimsizdi. Örneğin, modern bir elektrik
santrali, iyi cins bir kömür
parçasını kullanarak bir
ampulü sadece dört saat
yakacak kadar enerji üretebiliyordu. Öte yandan
kütle-enerji denklemi ise,
aynı miktarda kömürü
tamamen (geriye hiç kül
bırakmadan) enerjiye dönüştürmenin bir yolunu
bulabilmemiz halinde çok
daha büyük kazançlar
vadediyordu. Gerçekten
yapılan hesaplamalar, bu
tür bir dönüşümün, bir
ampulün dört saat yerine
1 trilyon 680 milyar saat
yanmasını sağlayacak
kadar enerji üreteceğini
gösteriyordu.
***
Başkan Roosevelt,
bu konunun değerlendirilmesi için bir
komisyon oluşturdu.
Kurulan komisyon, kısa
süre sonra Başkan’a bir
rapor vererek ünlü bilim
adamının tavsiyesine uygun hareket edilmesini
önerdi. Birkaç gün içinde
ABD’nin değişik üniversitelerinde ve laboratuvarlarında çalışan ve çoğu
Avrupa’dan göç etmiş
yüzlerce bilim adamı,
insanoğlunun düşünebileceği en yok edici silahı
yapmak için çalışmalara
başladı. Beş yıl boyunca
binlerce insan çalışmış
ve 2 milyar dolar para
harcanmıştı. Nihayet 16
Temmuz 1945 tarihinde
bütün bu çaba ve harcamaların sonunda ortaya
çıkan ürün, deneme için
hazırdı.
***
96
mayıs 2014
Avrupa’da, savaşın kazanıldığı 1945’te, bombanın yapılmak ve Japonlara karşı
kullanılmak üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her yere
protesto mektubu gönderdi. Bir mektup da Başkan Roosvelt’e yazdı, ancak bundan
da sonuç alamadı ki mektubu gönderdiği sırada Roosvelt ölmüştü. Szilard, bombanın, Japonların ve uluslararası gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu. Çünkü
Japonların, bombanın gücünü gördükleri anda on binlerce insan ölmeden teslim olacaklarından emindi. Ama Szilard ve onunla birlikte uğraşan bilim adamları başarısızlığa uğradı.
KUR’AN
VE IŞIK
“K
UR’AN ışıktır” demiştik. Bu, yalnız benim ifadem değil,
Kur’an’ın bizzat kendi kendisini ifadesidir. Kur’an, kendisini
yalnızca “ışık” olarak değil, vahiy, tenzil, kelâm, furkan, zikir,
şifa, rahmet gibi farklı sıfatlarla da nitelendirir. Vahiy, tenzil
ve kelâm ifadeleri, Kur’an’ı mahiyet, tabiat ve yapısı bakımından nitelerken, onun mucizevi yönüne de işaret eder. Kur’an’ın mucizevi yanı
(i’cazı), Allah’ın kelamı, Allah’ın sözü, O’nun konuşması olmasıdır. Kur’an, insan
veya kahin sözü değildir, ilahî kelâmdır.
>> İlahî kelamın özgünlüğü, onun, Allah’ın
kelamı oluşundandır. O vahiy’dir, tenzildir,
Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Hazreti Muhammed’le yaşama geçmiş, sahifelere
yazılarak “kitap” olmuş, “kitap” olarak da sonsuza
kadar korunmuş mucizedir. “Oku” diye başlayan
ve kaleme ant içilen Kitap’tır.
Kur’an’ın bakışı insana dönüktür ve öğüt ve
de uyarılarla dolu olan ilahî bir beyandır. Ve içeriği ve işlevini de furkan, zikir, şifa, ışık, rahmet
kelimeleri ile anlatır ki bu kelimeler, ilahî beyanın insanlar için bilgi, ölçü ve aydınlık olduğuna
yönelik nitelemeleridir. Bir toplumu asırlardır
biriken hurafe ve sanı çöplüğünden kurtarıp boş
Dr. Murat Arabacı
[email protected]
işlerin peşinde koşmaktan arındıracak ilahi bir
kelâm; doğruyu, iyiyi anlatan, gerçek ama gerçek değeri olan bilgileri açıklayan konuşan bir
vaizdir o. Ancak asırlardır ciltleri içeriğinden
daha değerli hale geldiği için furkan, zikir, şifa,
ışık, rahmet kelimeleri sözlüklerin sayfalarında
hüzünlü kelimeler olarak kaldı. Her şey hayal
meyal, yaşam el yordamıyla sürdürülüyor, ışıksızlığın kasveti çökmüş üzerimize ve tanyerinin ağarmasını bekliyoruz.
Mekke, işte böyle beklerken, canlı gömülen
kız çocuklarının hangi suçtan öldürüldüğünün
sorulacağının uyarısıyla (Tekvir, 8-9) sarsıldı.
Mekke’de artık tanyeri ağarıyordu.
Mekke’de kız çocukları, çarpık ekonomik,
sosyal ve ahlaki düzen yüzünden diri diri
gömülüyorlardı. Suçlu, yalnızca çocukları öldüren ana baba değildi. Asıl suçlu olanlar, bu
çarpık düzeni insanlara dayatan ve bu düzene
boyun eğenlerdi. Ne yazık ki Mekke düzeni,
günümüzde küresel ölçekte geçerli. Modern
bilimin artı değeri olan ekonomik ve teknolojik güç, her türlü ahlaki değer ve kontrolden
uzak bir şekilde milyonlarca insanın ölümüne
sebep oldu, oluyor. Tüm yeryüzünde tanyerinin
tekrar ağarması için bu insanların hangi suçtan
öldürüldüğü sorusunun muhatabı olduğumuzun farkındalığı gerekiyor.
İlk ışık kuramları
Bir örnek, ne demek istediğimi daha iyi
anlatacaktır: İnsanoğlunun, “fizikî ışığın” doğasını öğrenmek için başlayan merakının,
ahlaki ve moral değerlerden yoksun kalınca
atom bombası gibi bir felaketle sonuçlanmasına bakalım.
Günlük hayatımızda ışığın “ne” olduğunu
“bilmeden”, değerinin hep farkında olduk.
Hava karardığında güneş ışıklarını sabırsızlıkla beklerken, ay ışığının cılız aydınlığı bile gönlümüzü hep ferahlattı. Çünkü ancak ışığın aydınlığında görebiliyoruz. Çevreyle iletişimimizin büyük kısmı işitme ve görme sayesindedir.
“Görme”, insanın en önemli duyularından bir
tanesidir. Bu olayın nasıl gerçekleştiği, insanın
ilk çağlardan beri ilgisini çekmiştir. O zamanlar gözün, görme işlevinde en önemli organ olduğu biliniyordu, ama “göz” ve “görülen nesne”
arasındaki bağın ne ile ve nasıl kurulduğu asırlarca çözümlenemeyen bir konu olmuştur.
Göz ile görsel nesne arasındaki bağın “ışık”
olduğu, antik çağlarda doğa filozoflarının arasında ortak kabul görmüştür. Ancak göz ve
görülen nesne arasındaki bağın nasıl kurulduğu konusu oldukça tartışmalı idi. Bu tartışma, ışığın göze nasıl etki ettiği ve ışınların
kaynağının ne olduğu üzerinedir. Işığın göze
nasıl etki ettiği açıklanırken, ışınların kaynağı
olarak ileri sürülen iki temel görüş vardır: Işınların gözden çıktığını savunan “göz-ışın kuramı” ve ışınların nesneden çıktığını savunan
“nesne-ışın kuramı”.
Antik Yunan’da atomcu gelenekten Leukippos ve öğrencisi Demokritos (MÖ 460),
nesne-ışın kuramının savunucularıdır. Leukippos, ruhun dış dünyadaki nesneleri algılarken
onlara gitmediği, aksine algılama sürecinde
duyular aracılığıyla bu nesnelerin ruha geldiklerini ileri sürmüştür. Benzer düşünceleri savunan öğrencisi Demokritos, görme nesnesinden, o nesnenin kendi biçimini taşıyan sürekli
bir ışık yayılması ve bu ışığın göze girmesiyle
görmenin meydana geldiğini açıklamaya çalışmıştır. Işık ise, küçük ve yuvarlak oldukları için
oldukça hızlı bir biçimde devinen ince atomlardan meydana gelmiş cisimsel bir şeydir.
Göz-ışın kuramı ise M.Ö. 5. yüzyılda Alkmeon tarafından ortaya atılmıştır. Alkmeon’a
göre göz, ateşten yapılmıştır. Çünkü biri ona
çarptığında ateş çıkmaktadır. Görme de gözden yayılan ışığın bir nesne tarafından yansıtılmasıyla oluşur. Alkmeon’un savunuculuğunu yaptığı bu görüşü geliştirerek “birleşik”
bir kuram haline getiren kişi ise Eflatun’dur.
Ona (M.Ö. 427-347) göre de ışık gözden çıkmaktadır.
Eflatun’a göre birbirlerinden farklı iki tür
ışık (ateş) kaynağı vardır. Bunlardan biri gözün yaydığı, diğeri ise ışıklı nesnenin yaydığı
ışıktır. Görmeyi meydana getiren de bu iki ışığın karışımıyla oluşan bir başka ışıktır. Eflatun,
bu ışığa “görüş akıntısı” adını vermektedir. Bu
iki ışığın, daha doğrusu ateşin birleşmesinden,
dış ateş vasıtasıyla da ruha temas eden bir çeşit
cisim meydana gelmektedir. İşte bu cisim nesneye dokunursa, o nesnenin hareketlerini ruha
taşır ve görme duyumu ortaya çıkar. Şu halde
görme, iç ve dış ışığın oluşturduğu bir çeşit
“karışım ışık” aracılığıyla meydana gelmektedir. Eflatun bu görüşleriyle hem göz-ışın, hem
de nesne-ışın kuramlarının bir tür sentezini
yapmıştır.
Eflatun’dan sonra, onun öğrencisi olan Aristo da oldukça karmaşık, anlaşılması zor bir
görme kuramı geliştirmiştir. Aristo görmeyi,
görme nesnesinin formunun göze gelmesiyle
oluştuğunu benimsemiş ve görme nesnesinin
formunun göze gelmesine ortamın aracılık ettiğini ileri sürmüştür. Aristo, görme mekanizması için görüşler ileri sürerken ışığın doğasını
da açıklamaya çalışmıştır. Görme konusunda
çalışan önceki düşünürler, ışığı görmenin bir
bileşeni olarak kabul ediyorlardı bu mekanizmayı, ancak ışığın doğasını anlamaya yönelik
bir gereksinim duyulmamıştı. Aristo’nun çalışmaları, bu konudaki ilk denemeler sayılabilir.
İslam’la bakıp da görmek
Işığın kaynağının “ne” olduğu, görmenin
“nasıl” gerçekleştiği konusundaki tartışmaların
izlerine Kur’an’ın klasik tefsirlerinde rastlamak
mümkün. Fahruddin Er-Razi, ışığın gözden
çıktığını kabul etmiş ve meşhur eseri “Tefsir-i
Kebir”de görmeyi şöyle açıklamıştır: “Canlılar,
görülecek şeyleri ancak ışığın, onun iki gözünden
çıkıp görülecek şeyle birleştiğinde görürler. Binaenaleyh biz, gözümüzü açıp da bir adama baktığımızda onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim
gözlerimizden çıkan ışınlar, çok kısa bir anda o
adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte
bu da bu kadar bir hıza ulaşmış olan bir hareketi,
imkânsız olan şeyler cümlesinden değil, mümkün
olduğuna delalet eder.” (Cilt: 14, Sayfa: 393)
Işığın “ne” olduğu, yani doğası hakkında
bilimsel anlamda ilk araştırmayı ve açıklamaları yapan kişi İbn El-Heysem’dir. İbn ElHeysem, ışığın doğrusal yayılımı, gölgelerin
özellikleri, karanlık oda, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve halenin oluşumu gibi pek çok temel
ışık olgusunu hem kendisinden önce ortaya
konulmuş bilgilere dayanarak, hem de yaptığı
deneysel çalışma sonuçlarıyla matematiğe dayandırarak incelemiş ve yorumlamıştır. Bu çabası sonucunda ortaya koyduğu bütün kuram
ve kanıtlamalarını bilim tarihinin tereddütsüz
başyapıtlarından biri olan Kitâb El-Menâzır
adlı eserinde sergilemiştir.
İbn El-Heysem, çalışmalarında öncelikle
ışığın gözden çıktığını savunan “göz-ışın kuramına” karşı çıkarak, ışığın nesneden geldiğini
savunmuştur. Görme, nesnelerden gelen ışık
ve renk etkisiyle oluşur. Işık, geldiği kaynağa
göre iki türlüdür: Birincil ve ikincil ışık. Güneş
gibi, kendisi ışık kaynağı olan nesnelerden yayılan ışık, birincil ışıktır. Kendisi ışık kaynağı
olmayan nesnelerin (ay gibi) ışığına ise ikincil
ışık denir. İbn El-Heysem, ışığın kendisi, ışık
kaynağı olan nesnelerde (güneş gibi), nesnenin
üzerindeki her noktadan karşısındaki bütün
yönlere doğrusal olarak yayıldığını deneyleriyle göstermiştir.
Heysem’in bu eseri, 1270 yılında, fizikçi
Pole Vitelle tarafından Latinceye çevrildi. Bu
yüzyılda konuyla ilgi çalışmalar yapan Roger Bacon, John Pecham gibi bilim adamlarının eserlerinde Kitâb El-Menâzır’a atıflar
bulunmaktadır. En yaygın olarak kullanılan
Latince çevirisi ise, Friedrich Risner tarafından 1572’de, Basel’de, Witelo’nun kitabını da
içerecek şekilde Opticae Thesaurus (Optik Hazinesi) adıyla yayınlanmıştır. Bundan sonra da
yoğun bir şekilde okunmaya başlanan Opticae
Thesaurus, Batı’da optik biliminin kurulup gelişmesinde neredeyse tek kaynak eser olarak
etkili olmuştur.
Optik bilimine İbn ElHeysem etkisi
Bilim tarihçisi George Sarton’un (18841956) “Bütün zamanların en büyük optikçisi”
olarak nitelediği ve Batı’da “Alhazen” olarak
tanınan İbn El-Heysem, 965 yılında, Basra’da
doğdu. Basra ve Bağdat’ta mühendislik eğitimi-
mayıs 2014
97
haberajanda
Bilim Tarih
Nükleer kuvvet
Bilim tarihçisi George Sarton’un (1884-1956) “Bütün zamanların en büyük
optikçisi” olarak nitelediği ve Batı’da “Alhazen” olarak tanınan İbn El-Heysem, 965
yılında, Basra’da doğdu. Basra ve Bağdat’ta mühendislik eğitimini tamamladıktan
sonra, tanınmış bir mühendis olarak Mısır’a gitti. Her yıl düzenli taşmalarla çevresindeki verimli arazileri tahrip eden Nil nehrinin taşkınlarını kontrol altına alacak
projeler ürettiyse de başarılı olamadı.
ni tamamladıktan sonra, tanınmış bir mühendis
olarak Mısır’a gitti. Her yıl düzenli taşmalarla
çevresindeki verimli arazileri tahrip eden Nil
nehrinin taşkınlarını kontrol altına alacak projeler ürettiyse de başarılı olamadı. Ancak ömrünün geri kalanını bütünüyle ışık incelemesine
adayarak bilim tarihinde eşine az rastlanır eserler bıraktı ve 1039 yılında Kahire’de öldü.
İbn El-Heysem’le başlayan süreç,Einstein’in
çalışmalarıyla doruğa çıktı ve ışığın özelliklerinin çoğunu öğrendik. Işığın doğasını öğrenmek, evren anlayışımızı kökten değiştirdi.
Işık, bizlere uzay ve zaman arasındaki ilişkiyi
yeniden tanımlıyor, kütle ve enerjisininse aynı
olgunun farklı görünümleri olduğunu anlatıyordu. Bu anlatım, kütle-enerji dönüşümünün
teorik açıdan mümkün olduğunu gösterince
bilim adamları, maddeyi enerjiye dönüştürmenin bir yolunu aramaya başladılar. Biraz meraklıydılar ama en önemli neden, elde edilecek
ödülün çok büyük olmasıydı.
Endüstrileşmiş ülkelerin çoğu, elektrik
enerjisi elde edebilmek için odun, petrol veya
kömür yakıyordu. Ne var ki bu yöntem çok verimsizdi. Örneğin modern bir elektrik santrali,
iyi cins bir kömür parçasını kullanarak bir ampulü sadece dört saat yakacak kadar enerji üretebiliyordu. Öte yandan kütle-enerji denklemi
ise, aynı miktarda kömürü tamamen (geriye
98
mayıs 2014
hiç kül bırakmadan) enerjiye dönüştürmenin
bir yolunu bulabilmemiz halinde çok daha büyük kazançlar vadediyordu. Gerçekten yapılan
hesaplamalar, bu tür bir dönüşümün, bir ampulün dört saat yerine 1 trilyon 680 milyar saat
yanmasını sağlayacak kadar enerji üreteceğini
gösteriyordu.
Bilim adamlarının bu göz kamaştırıcı öngörüyü gerçeğe dönüştürmek için yaklaşık 297
bin 849 saat -34 yıl- çalışmaları gerekecekti.
Işığın özellikleri, bilim adamlarına yardımcı
olmaya devam etti. Işık sayesinde atomun yapısı ve bileşenleri ortaya çıkmaya, fizikçiler de
radyoaktivitenin sebebini anlamaya başladılar.
Her atomun çekirdeğini proton ve nötronlar oluşturuyordu. Nötronlar, elektrik açıdan
yüksüz parçacıklar olduğu için birbirlerini itmiyorlar, yani çok sayıda nötron, bir atomun
çekirdeğinde, bir araya sıkıştırılmış durumda
olmasına rağmen, kurtulmak için herhangi bir
girişimde bulunmuyorlardı. Ancak protonlar
için durum böyle değildi. Nötronların tersine
protonlar, pozitif yüklü oldukları için birbirlerini itiyorlardı ve doğal olarak atomun çekirdeğinde bir arada olmaya karşı koyuyorlardı.
Bunların çekirdekte hapsolmasını sağlayan tek
şey, protonların itme kuvvetinden biraz daha
fazla olan ve sanki bir tür nükleer yapışkanmış
gibi davranan güçlü bir kuvvetti.
Bu nükleer kuvvet çok güçlüdür. Hayalimizde biraz canlandırabilmek için kütle-çekim
kuvveti ile karşılaştıralım: Bir evin önünden
geçerken, çatıdan düşen bir kiremidin kafamıza isabet ettiğini düşünün. Bu sırada açığa
çıkan bir enerji vardır. Kiremidin kafanıza
çarptığı anda çıkan “ses”, bir enerjidir, bir de
“ısı” enerjisi vardır. Eğer çarpışmadan sonra
kiremidin ve kafamızın ısısını doğru bir şekilde ölçebilseydik, ikisinin de çarpışma öncesine göre biraz daha sıcak olduklarını anlardık.
Kiremidin düşmesinin sebebi, kütle-çekim
kuvvetidir. Çarpışmadan sonra açığa çıkan
enerji de kütle-çekiminden kaynaklanmaktadır. Kütle-çekimi iki kat daha kuvvetli olsaydı,
kiremit, zemine iki kat daha hızlı düşer, çarpışma anında daha çok ses çıkarır ve daha çok
ısı yaratırdı. Kısacası, daha çok enerji açığa çıkardı. Ve kütle-çekiminin büyüklüğünce enerji
miktarı da artar, kiremidin çarpmasıyla ortaya
çıkan enerji, insan aklının durmasına neden
olacak kadar yüksek düzeyde olurdu.
İlk bakışta kütle-çekiminden 10 trilyon trilyon trilyon kat daha kuvvetli bir güç olamayacağı düşünülebilir, ama böyle bir güç var ki tam
da şu anda, her birimizin içinde. İşte bu inanılmaz büyüklükteki güç, bizi oluşturan karbon
ve hidrojen atomlarının çekirdeklerindeki protonları bir arada tutan “nükleer” kuvvettir. Bu
kuvvetin etki mesafesi bir metrenin katrilyonda (10-13cm) biri olduğu için, atomun sınırları
dışına çıkmadığından günlük hayatımızı etkilemez. Ancak bu kuvvet, karbon, hidrojen ve
oksijen çekirdeklerindeki protonları kontrol
altında tutsa da (aksi olsaydı enerji yayarak yok
olurduk) bazı atom çekirdeklerindeki protonların tamamını kontrol altında tutamıyordu.
Örneğin “uranyum” çekirdeğinde birbirlerini
iten o kadar çok sayıda proton vardı ki nükleer
kuvvet, bunların tümünü kontrol edemiyor ve
böyle durumlarda protonların bazıları çekirdekten kurtulmayı başarabiliyorlardı. Radyoaktivite de bu yüzden oluşuyordu.
Uranyum gibi büyük bir atom çekirdeğinin
parçalanarak küçülmesi “fisyon”olarak adlandırıldı. Uranyum, radyum elementlerinin yaydığı
enerji ile nükleer fisyon olayının yeryüzünde
doğal olarak bulunan bir örneğidir. Doğada
kendiliğinden gerçekleşen atom çekirdeğinin ayrışması olayı, sanki evrenin yaratılışını
anlamaya giden yolda özenle bırakılmış izler
gibidir. Çalışmalar devam ettikçe, atom çekirdeğindeki değişimlerin yalnızca çok büyük
çekirdekli atomlarla gerçekleşmediği, hidrojen
gibi çok küçük çekirdekli atomların da nükleer
tepkimeye girebileceği gösterildi. Füzyon denilen bu işlemle hidrojen atomları birleşerek helyuma dönüşür. Ancak bu dönüşümün oluşması,
yani nükleer füzyon için yüksek derecede ısı ve
basınç gereklidir.
Kütle-enerji eşdeğerliği
Füzyon ve fisyon gibi nükleer tepkimeler sırasında yüksek düzeyde enerji açığa çıkar. Peki, bu
enerji nereden gelir? Bu sorunun cevabı, kütleenerji eşdeğerliliğindedir.
Bu eşdeğerliliği açıklayan formül, fizikteki
en ünlü, çoğu kişinin de bildiği bir formüldür:
“E=m.c2” Bu formül, çok ufak bir kütlenin büyük bir enerjiye dönüşebileceğini gösterir. Örneğin bir radyum çekirdeği radon ve helyum
çekirdeğine ayrıştığında, açığa çıkan radon
ve helyum çekirdeğinin kütlelerinin toplamı,
radyum çekirdeğinin kütlesinden azdır. Kütle
kaybı sadece yüzde 0,0023’tür, ancak kaybolan
0,000023 kilogramlık kütle için 400 tondan
fazla TNT’ye eş enerji açığa çıkar.
Atom çekirdeklerinin birleşmesi, yani füzyon tepkimelerinde nükleer ayrışmadan (fisyon) daha fazla enerji oluşur. Nükleer ayrışmanın (fisyon) dünyada örneği olmasına rağmen,
o zamana kadar dünyada hiç kimse nükleer
birleşmeye (füzyona) tanık olmadığı için olayın ayrıntıları daha sonra öğrenilecekti.
Bilim adamları bütün dikkatlerini nükleer
fisyon olayına ve uranyuma çevirdiler. Koyu
kahverengi bir mineralden elde edilen uranyum elementi, doğada bulunan en büyük atomu temsil ediyordu. Çekirdeği, sinir krizinin
eşiğindeymiş gibi çok büyük ve gergin olduğu
için kolayca parçalanabilirdi. Eğer bu gerçekleştirilebilirse, açığa çıkacak enerjiden yararlanılabilirdi. Ama atom çekirdeği parçalama
işine nasıl başlanacaktı?
Atomun parçalanması
ve savaş
Bilim adamları, önce uranyum çekirdeğini
bir elektronla vurmayı denedilerse de bu küçük
merminin bu işte çok cılız kaldığı ortaya çıktı.
Bunun üzerine çekirdeği yüksek hızlı protonla
vurmayı denediler, ancak bu kez de çekirdeğin
içindeki protonların itici kuvveti, bu protonun
çekirdeğe bir etkide bulunacak kadar yaklaşmasına izin vermedi. Nihayet 1934 yılında bilim adamları, bu iş için o zamanlar elektron ve
proton dışında bilinen diğer atom altı parçacık
olan nötronu denediklerinde başarılı oldular.
Elektriksel açıdan yüksüz olan nötron, birbirini karşılıklı olarak iten proton ailesine sızıp
aileyi parçalayabiliyordu. Bu süreç içerisinde
radyoaktif çekirdek, sıradan, eski moda yanma
ile elde edilebilecek enerjiden yüz milyarlarca
kat daha fazla enerji açığa çıkararak aşırı gerginlikten kurtuluyordu. İnsanoğlu, tarihte ilk
kez, milyarlarca yıl önceki yaratılışından bu
yana atom çekirdeklerinde depolanmış halde
bekleyen enerjiyi açığa çıkarmanın bir yolunu
bulmuştu.
Bilim adamları, bir uranyum çekirdeğini
yapay yollarla parçalayacak bir yöntem keşfet-
mişlerdi. Ancak çoğu insan için bu, akademik
bir konuydu. O dönemde insanlar, dünyada
politik gerginliklere yönelmişti. 1939 yılında Hitler’in ordusu Polonya’yı işgal etmiş ve
bunun hemen ardından İkinci Dünya Savaşı
patlak vermişti. Nazilerin Çekoslovakya’yı işgalinden sonra Hitler, bu ülkeden uranyum
madeninin ihracını yasaklamıştı. Bu gelişmeler, uranyum çekirdeğini parçalamayı başaran
bilim adamlarını kaygılandırmaya yetti ve
Hitler’in beyin takımının da nükleer fiziğin
gücünü keşfetmiş olabileceğini düşünmeye
başladılar.
1939 yılında Einstein başkanlığındaki bir
grup bilim adamı, ABD Başkanı Franklin
Roosevelt’e bir mektup yazdı. Einstein’in kaleme aldığı mektupta şu sözler yer alıyordu:
“Sayın Başkan, bana müsvedde olarak iletilen son
zamanlardaki bazı çalışmalar, bende uranyum
elementinin yakın bir gelecekte yeni ve önemli bir
enerji kaynağına dönüştürülebileceği beklentisini
doğurmuştur.”
Başkan Roosevelt, bu konunun değerlendirilmesi için bir komisyon oluşturdu. Kurulan komisyon, kısa süre sonra Başkan’a bir
rapor vererek ünlü bilim adamının tavsiyesine uygun hareket edilmesini önerdi. Birkaç
gün içinde ABD’nin değişik üniversitelerinde ve laboratuvarlarında çalışan ve çoğu
Avrupa’dan göç etmiş yüzlerce bilim adamı,
insanoğlunun düşünebileceği en yok edici silahı yapmak için çalışmalara başladı. Beş yıl
boyunca binlerce insan çalışmış ve 2 milyar
dolar para harcanmıştı. Nihayet 16 Temmuz
1945 tarihinde bütün bu çaba ve harcamaların sonunda ortaya çıkan ürün, deneme için
hazırdı.
Bomba
Bomba, en yakın yerleşim yerinden 32 kilometre uzaklıkta, New Mexico çölünün tam
ortasındaki Alamogordo Hava Üssü’nde patlatılacaktı. Kimse ne olacağını bilmediği için,
bilim insanları da hazırlıklarında çok dikkatli
davranıyordu. Bombanın yapım ve tasarım
çalışmalarını yöneten genç fizikçi Robert
Oppenheimer, 16 kilometre uzaklıktaki bir
sığınağın deliğinden izliyordu olup biteni.
Yanında, projede görev yapan diğer üst düzey
siviller ile askerî yöneticilerden biri olan General Thomas Farrell de vardı. Ekipler, o sabahki
deneme için bütün gece çalışmışlardı.
Geri sayım başladı ve sıfıra gelindiğinde,
patlama adeta dünyayı aydınlattı. General Farrell, bu olayla ilgili olarak daha sonra şunları
yazacaktı: “Patlamanın ışık etkisini tarif etmek
olanaksızdı. Bütün arazi, gün ortasındaki güneşten çok daha parlak bir ışıkla aydınlanmıştı. Altın
sarısı, mor, gri ve mavi renkler vardı. Yakındaki
dağ silsilesindeki bir tepe ve her büyük yarık o kadar belirgin ve güzel bir şekilde aydınlanmıştı ki
bu manzarayı kelimelerle anlatmak imkânsızdı.
Kafanızda canlandırabilmek için mutlaka görmeniz gerekirdi.”
Genç fizikçi Oppenheimer ise, projesinin
başarılı olmasından dolayı rahatlamıştı rahatlamasına, ama gördüklerinden dolayı da
endişeye düşmüştü ve kutsal veda metinlerinden bir cümleyi söyledi: “Ben ölümün kendisi,
dünyaların yok edicisi oldum.”
Karşı tedbirler
İnsanlık, artık bütün bir gezegenin geleceğini tehlikeye sokan atom çağına girmişti. Ancak bu tehlikeyi fark eden bazı bilim adamları
gelecek felaketi önlemeye çalıştılar. Bu çabayı
gösteren sayılı insandan biri de üniversite hayatı Almanya’da geçen Leo Szilard adlı bir
Macar’dı. 1933 yılında Szilard, çalışmalarını
atom enerjisi üzerine yoğunlaştırmıştı. Sonunda bir nötronla atoma vurulursa, atom çekirdeğinin parçalanacağı ve enerjinin açığa çıkacağını fark etti. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi ise
insanlık için büyük acılar getirecekti.
Avrupa’da, savaşın kazanıldığı 1945’te, bombanın yapılmak ve Japonlara karşı kullanılmak
üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her yere protesto mektubu gönderdi. Bir mektup da Başkan Roosvelt’e
yazdı, ancak bundan da sonuç alamadı ki
mektubu gönderdiği sırada Roosvelt ölmüştü.
Szilard bombanın, Japonların ve uluslararası
gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu.
Çünkü Japonların, bombanın gücünü gördükleri anda on binlerce insan ölmeden teslim
olacaklarından emindi. Ama Szilard ve onunla
birlikte uğraşan bilim adamları başarısızlığa
uğradı.
İlk atom bombası, 6 Ağustos 1945 sabahı
“Enola Gay” isimli bir bombardıman uçağı ile
Hiroşima’ya atıldı. Saniyenin 10 binde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk
etkisi “gözleri kör eden” bir ışıktı. Ardından gelen 300 bin santigratlık ısı etkisi ile yaklaşık 3
kilometre çapındaki her şey yandı. Daha sonra
ise, patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte bin
800 kilometre ile esen alev rüzgârı çevredeki
her şeyi dümdüz etmişti. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde Hiroşima’yı
yok eden bu korkunç bombanın bilançosu,
yaklaşık 80 bin ölü ve 100 bin yaralıdır.
Elinden geleni yapmasına rağmen bu felaketi önleyemeyen Szilard, tutkuyla bağlandığı
fiziksel çalışmaları bıraktı. Katıldığı bir toplantıda bir kişi, bilimsel keşiflerin yıkım için
kullanılmasının bilim adamlarının trajedisi
olduğunu söylemişti. Ama Szilard aynı fikirde değildi ve “Hayır” dedi, “Bu, yalnız bilim
adamlarının değil, insanlığın trajedisidir”.
mayıs 2014
99
haberajanda
Tabiat
Kampanyanın uygulama biçimini bir ilçe örneğinde
açıklamak gerekirse, şunları söylemek mümkündür:
Söz konusu ilçenin belediyesi, ilçeye bağlı olan mahalle ve köy muhtarları bizim için önemlidir. Seçilen
bölgedeki her hanenin bahçesi de kampanyanın uygulama alanı olmalıdır. Bu işte gönüllülük esas. Bu itibarla gönüllü muhtar ve hane reisleri “Her haneye bir
meyve fidesi” kampanyasının motoru sayılabilir. Motorun harekete geçmesinde dikilecek fidanların mey-
ve verebilir olması önemlidir. Zira pragmatist düşünce
ve faydacı pratik her zaman tercih sebebidir. Bu durumda seçilen meyveli fidanların finansmanının öğrenci ve/veya velileri tarafından karşılanması hiç de
zor değildir. Çünkü birkaç yıl içinde meyve verecek
olan bir ağaç, sahiplerine fayda sağlayacağı için ilgi
uyandırır. Tabiî fidan temininde belediyelerden de istifade edilebilir, ki katılımı arttırmanın en kolay yolu
“bedava fidan”dır.
Ağaçlar
kardeş
Ülkede dikilmedik tek meyve fid
Ç
OK severim şu sözü: “Hepimiz kardeşiz!” Bunu, eski bir Kızılderili şefi
söylüyor Batılı, doğa ve insan katili kapitalist kodamanlarından birine. Kodaman, kendince aşağı bir yerliyle kardeş olma noktasında istekli olmadığı için, müstehzi bir eda ile dudağını büküyor. Şef o zaman,
“Beni yanlış anladınız mister! Ben, hepimiz kardeşiz derken dağları, ağaçları ve
hayvanları kast etmiştim, sizi değil…” diyor.
>> Kimse kendisini küçük görmemeli (görmesin). “Herkes içinde bir dev saklar”
derler. Devler ise devletler yıkar ve kurar.
Bizim amacımız -devlet yıkmak haşa- devlet kurmak da değil, kurulmuş olan devleti
yaşatmak olmalıdır. Bu cümlede devlet yerine millet kelimesini de kullanabiliriz. O
hâlde soralım kendimize: “Bu ülke için neler yapabiliriz (ya da ne yapabilirim)?”
100
mayıs 2014
Yalnızlığa terk etmeden
Bu soru karşısında herkesin vereceği bir
cevap vardır elbette. Verilen karşılıksa değişik olabilir, lakin ortak bir cevap üzerinde
uzlaşmamız da mümkündür. İşte bu noktada ilk aklımıza gelen iş ya da topyekûn olarak yapılabilecek şey, meyve fidesi dikmektir. Türkiye’nin bütün illerine uygulanması
gereken bir proje olarak fidan dikme kampanyası başlatmak ve bu seferberliği başarıyla uygulamak, gelecek için yapılacak en
iyi/hayırlı iştir. Bu hayırlı kampanyayı her
hanenin bahçesine bir meyve fidanı dikme
biçimine dönüştürmek hiç de zor bir şey değildir.
Bununla birlikte ağaç dikme kampanyalarının üç önemli sıkıntısı vardır: Bir, ağaç fidanı dikilecek yerin tespiti ve bu yerin dikim
için tahsisinin sağlanması. İki, kampanyanın finansmanının ortaya konulması ve dikim işçiliğinin yapılması. Eğer bu iki sorun
aşılabilirse üçüncü problem olarak dikilecek
fidanların bakımı, sulanması ve korunması
çıkar karşımıza. Gerçekten de bu üç sorun,
Osman Zeki Genç
[email protected]
Her karışı meyvelı ağaçlarla bezeli bir ülke şart. Bu
iş, gözümüzde büyütüldüğü kadar zor değildir. Hepi
topu bir on yıla ve inanmışlığa muhtacız.
imizdir
anı kalmasın!
ağaçlandırmada ciddi birer sıkıntıdır. Bu sıkıntılardan dolayı toplum, ağaç fidanı dikme kampanyalarından uzak durmayı tercih
etmektedir. İnsanlar, bu tür kampanyalara
katılsalar bile, daha sonra dikilen fidanların
sulanması, bakımı ve korunması hususunda yeterince atılgan davranmamaktalar. Doğal olarak sulama, bakım ve koruma tam yapılamayınca gerçekleştirilen çalışmalardan
müspet sonuçlar da doğmamaktadır.
“İlle meyve veren ağaç!”
Bir başka husus ise dikilecek ağaçların
cinsidir. Bildiğimiz kadarıyla, yapılan kampanyalarda çoğunlukla çam veya meşe tercih edilmektedir. Orman oluşturmak söz
konusu olduğunda, bu iki ağacın yanlış bir
seçim olduğu söylenemez, hatta doğruluğu da ortadadır. Ancak ferdî dikimlerde
“meyve fideleri”ni tercih etmek daha anlaşılır bir durumdur. Evet, ağaç bir süstür, oturup karşısına yeşiline bakılır, lakin ağacın temel görevi meyve vermektir. İnsan, ağaca
bakmaktan çok meyvesinden faydalanmaya
yatkındır. Belki süsüne bakmak bir ihtiyaç
sayılmayabilir, fakat yeme işlemi, günde üç
öğün yapılan insanî bir devinimdir. O hâlde,
“ille meyva veren ağaç”..
Tekrar dönelim konunun aslına. Yukarıdaki sorunlara muhatap olunmadan yapılabilecek bir kampanya, rahat bir şekilde başarıya ulaşabilir gibi görünmektedir bize.
Peki, başarılı kampanyalar mümkün mü?
Evet! Bu iş için ülke genelinde, bir bakanlı-
ğın öncülüğü şartı vardır. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı’nın (veya bir başka bakanlık
da olabilir)...
Kampanyanın uygulama biçimini bir ilçe
örneğinde açıklamak gerekirse şunları söylemek mümkündür:
Söz konusu ilçenin belediyesi, ilçeye bağlı olan mahalle ve köy muhtarları bizim için
önemlidir. Seçilen bölgedeki her hanenin
bahçesi de kampanyanın uygulama alanı olmalıdır. Bu işte gönüllülük esas. Bu itibarla
gönüllü muhtar ve hane reisleri “Her haneye bir meyve fidesi” kampanyasının motoru sayılabilir. Motorun harekete geçmesinde
dikilecek fidanların meyve verebilir olması
önemlidir. Zira pragmatist düşünce ve fay-
mayıs 2014
101
haberajanda
Tabiat
dacı pratik her zaman tercih sebebidir. Bu
durumda seçilen meyveli fidanların finansmanının öğrenci ve/veya velileri tarafından
karşılanması hiç de zor değildir. Çünkü birkaç yıl içinde meyve verecek olan bir ağaç,
sahiplerine fayda sağlayacağı için ilgi uyandırır. Tabiî fidan temininde belediyelerden
de istifade edilebilir ki katılımı arttırmanın
en kolay yolu “bedava fidan”dır.
Fidanların dikileceği yerleri seçmek o kadar da zor bir şey değil. Bu iş için okul bahçeleri, belediye park-bahçeleri ve kaldırım
kenarları hazır alan olarak fidan beklemektedirler. Fakat biz, dikim için her ailenin
kendi bahçesinin tercih edilmesinden yanayız. Hangi hane halkı, iki yıl sonra meyveye duracak elma, armut veya portakal gibi
ağaçların kendi bahçesine “meccanen” dikiliyor olmasına karşı çıkar ki?! Hiç!.. Benim
bahçeme, birilerinin meyve fidanı dikmek
için kapımı çalmasından son derece memnun olurum; ama bu memnuniyet, meyvesız
ağaçlar söz konusu olunca düşer. Hele köylüler? Asıl işi tarım olan köylüler gönüllü
katılımcılara niçin hayır desinler? Evlerinin
bahçesini ellerinde birer fidanla gelenlere
açmakta asla cimri davranmaz ve her istedikleri noktaya meyvelı bir ağaç dikilmesine
vize vermekte imtina etmezler.
Kısaca özetleyelim: Fidanlar belediyeden, dikimciler ilçe okullarından, yer köylülerden. Ancak ve mutlaka dikilecek fidanın
meyveli olması lazım. Hepsi bu!
Böyle bir kampanyada ne fidanın, ne katılımcının, ne de dikilecek yerin sorun olmayacağını göstermiş olduk. Hatta fidanları
ne sulama, ne bakım, ne de korunma sıkıntısı çıkar karşımıza. Ağaç hangi ailenin bahçesine dikilmişse, o ev sahipleri, kısa bir süre
sonra sepet sepet meyvesini toplayacağı fidanın “sulanması, bakımı ve korunmasını”
seve seve yapar. Çünkü yukarıda dediğimiz
gibi, bu fidanların ileride meyvelerini kendileri toplayacak, taze taze tüketecek, kurutacak, marmelatını, hatta turşusunu yapacaktır. Bu noktada fidanların dikimi hususunda
belediye işçisi ve öğrenci aramaya da lüzum
kalmaz. Çünkü her evin halkı, bahçesine dikeceği fidan için işçilikten kaçınmaz. Dikim
işleminin hızlı bir şekilde sağlanabilmesi
için, kampanyaya dâhil olacak köylülerden,
evlerinin bahçesinde elli santim derinliğinde
bir çukur açması istenecektir, o kadar. Böylece fidan dikecek aileler, önceden bahçelerinde birer çukur açmışlarsa yarım saat içinde bir fidan sahibi olacaklardır. Çukur sayısı
ne kadar fazla olursa, o sayıda fidanı garanti
etmişler demektir. Dikim ekip hâlinde ola-
102
mayıs 2014
cağı için, işlem oldukça kısa bir zamana tekabül edecektir, ki kampanyaya katılan evlerin işgal edilmesi söz konusu değildir.
Fidan kardeşliği
Bu kampanyadaki bir başka kolaylık da
belediyelerin makine desteği sağlamasıdır.
Hadi kazma kürekle çukur açmak zaman
alır ve aileleri zorlar diye düşünüldü diyelim
–ki kent mahalle sakinleri için bu mümkün- böyle durumlarda devreye iş makineleri sokulabilir. Makineler, söz konusu “Ağaç
Bayramı”nı idrak edecek köylere bir gün
önceden gider ve isteyenin bahçesine istediği kadar çukur kazar. İş ertesi güne kalır ve
ertesi gün de köye indirilen fidanları istersek
kasabadan getirdiğimiz öğrencilere, istersek
bizzat köylülerin kendilerine diktirebiliriz.
Asıl olan, bu işte çocukları kullanmaktır, bir
de yaşlıları. Zira o gün köyün imamı cemaatine şöyle diyecektir: “Kıyametin az sonra kopacağını da bilseniz, eğer elinizde bir
fidan varsa onu dikiniz.” Bu bir hadistir ve
hadislerin mesajları, en iyi yaşlılar tarafından algılanır.
Fidan dikilecek yer ve dikilecek fidanların
bakımı ve korunmasında gönüllülüğün esas
olduğunu vurgulamıştık: Bu itibarla bahçelerine meyve fidanı dikilmesini kabul eden
hane sahipleri bakım konusunda da gerekeni yapacaktır. Dikim için seçilen okulun öğrencileri ise gönüllü zincirinin birer parçası.
O hâlde onları da motive etmek gerekir. Bu
minvalde her yıl, okula yeni kaydolan öğrenciler ya da okuldan o yıl mezun olacaklar
için özel dikim yapılabilir. Bu durumda mezun olan öğrenci, fidanın malî gereğini yerine getirir ve yeni kaydolan öğrenci de birkaç
yıl boyunca bakımını üslenir, böylece bir “fidan kardeşliği” doğmuş olur.
Başka bir fikir daha
Kampanya bir başka şekille şöyle de organize edilebilir: Dikim için köy ve bahçe
aramaya gerek kalmadan, her öğrenci kendi
meyve fidesini kendi evinin bahçesine diker.
Herkes kendi fidanını kendi evinin bahçesine dikerse hem kampanyanın taliplisi daha
çok olur, hem de daha pratik ve kolay bir çalışma performansı yakalanır. Her yıl tekrar
eden ve geleneksel şekle getirilen kampanyaya yarı resmî bir “Ağaç Bayramı” statüsü
kazandırılırsa, her öğrenci yılda bir meyve
fidesi dikeceği için ilköğretimde sekiz, lise
döneminde ise üç veya dört meyve fidesinin
sahibi olur. Bu sayıya ailedeki herkesi dahil
edersek, on yıl içinde her hanenin küçük bir
meyveviliği hayat bulur.
Böyle bir kampanyada düşünülmesi gereken bir başka şey daha vardır: Disiplin…
Dikim için mutlaka, her yıl bir meyve çeşidi seçilmelidir. Mesela birinci yıl elma fidanı, diğer yıllarda farklı bir meyve... Bununla
birlikte yazlık ve kışlık meyve sıralaması da
ihmal edilmemelidir ya da dikilecek meyvelerin, yılın her mevsimine, hatta her ayına
hitap etmesi mühimdir. Dönem sıralaması göz önüne alınıp her yıl bir başka meyve seçilerek kampanyaya devam edilirse, beş
altı yılda her hane beş altı ayrı meyve ağacına sahip olmuş olur. İlkbahar için kayısı,
erik, kiraz, vişne, dut; yaz için elma, armut,
ayva, şeftali; sonbahar ve kış için narenciye;
yılın her dönemi için ceviz, badem ve benzeri meyvenin her biri bir başka yılda seçilip
dikilirse, söz konusu ilçenin tamamı bu süre
zarfında örnek bir yerleşim yeri hâline gelir. Diğer ilçelerin imrenerek baktığı, meyvesi ve meyve çeşidi bol bir ilçe durumuna
gelmek az şey midir?
Tabiî bu kampanyalarda ziraat mühendislerine de önemli bir görev düşecektir:
Bölgeye uygun meyve cinslerini araştırmak
ve en iyi cinsleri seçmek şarttır ki hasat zamanı kaliteli meyveler elde edilebilsin. Böyle bir seri çalışma sonunda bölgenin meyve
ihtiyacını karşılamış olmak, ülke ekonomisi açısından da fevkalade bir sonuç doğurur.
Aslolan, kendi kendine yetmektir.
Kampanyayı Türkiye ölçeğinde planlama durumunda, hiçbir il, kendisini düşünülmemiş hissetmez. Bununla birlikte işe
Güneydoğu’dan başlamak mümkündür. O
bölgenin özel durumu nedeniyle diyoruz ki,
“Madem ağaçlarla kardeşiz, o hâlde kalıcı
sevgiye topraktan başlamak gerektiği kanaatindeyiz”. Toprağını seven, onun ürününü
sevecektir. Daha sonra sevgi sırası hayvanlara ve insanlara doğru yükselecektir. Yani bu
sevgi zinciri aşağıdan yukarıya doğru kurulmalıdır. Maalesef yukarıdan aşağıya olmadı.
Unutmamalıyız ki biz, toprağın oğlu, ağaç
ve hayvanların kardeşiyiz.
Sözün bu durağında şunu söylemek şart
oldu: Her karışı meyveli ağaçlarla bezeli bir
ülke şart. Hep söyleriz ya, “Biz ekmekle beslenen bir toplumuz ve hastalıklarımızın temel nedeni de bu beslenme çeşididir”. Eğer
durum buysa, bir ön cümledeki ülke tarifinin hayata geçirilmesi şart değil, farzdır. Bu
iş, gözümüzde büyütüldüğü kadar zor değildir. Hepi topu bir on yıla ve inanmışlığa muhtacız.
Bir de bu kampanyalar için organizasyo-
nu yapıp takip edecek öncü insanlara ihtiyaç var. Bunun için kamu personelini harekete geçirmek şart. Halkı kompartımanlar
gibi düşünürsek, gereksinim duyulan lokomotiftir. Halk hareketlerinde en uygun lokomotiflerin “TCDD” damgalı olması hareketi anlamlı kılar. “Belediyeler” demiştik
yukarıda, “Bakanlık” dedik, “Okul, öğrenci, muhtar” dedik… Bir kez daha soralım:
Bu kampanyaya kimler katılabilir? Bu sorunun cevabı “herkes”dir. Devlet kurumları,
askeriye, okullar (yani öğrenci ve öğretmenler), STK’lar ve diğer kurum ve kuruluşlar...
Özellikle askerlerin bu kampanyalarda kullanılması çok verimli olur.
Gıda tekellerinin işini
zorlaştırmak ve onlara
ihtiyacı en aza indirmek
beplerinden biri de tüketilen gıdalardır.
Saklama yönünden soğuk hava depolarına
ihtiyaç duyulmayan meyveler öncelikle seçilebilir. Bunlardan bazıları fındık, ceviz, Antep fıstığı, yer fıstığı, badem ve kestane gibi
kabuklu meyveler ve keçiboynuzu gibi diğer
meyvelerdir. Bu meyveler, üretildikten sonra
çuvallarla evin bir köşesinde muhafaza edilebilirler. Artık meyvelerin tamamına yakını kurutulabilmektedir. Burada incir ve dut
gibi güçlü gıdaların öncelenmesi gerekir.
Her yıl ülkede ne kadar meyve fidesi üretilebiliyorsa tamamının toprakla buluşturulup dikilmesi hedeflenir, ki bu uygulanırsa, meyve yönünden Türkiye, -azami beş yıl
içinde- her yöresi meyve yönünden kendi
kendine yetecek bir ülke haline gelir.
Savaş zamanlarında olmazsa olmaz iki
şey vardır: Bir, silah ki şu an için bizim işimiz değil. İki, gıda… Şu an dünya üzerinde
en çok ihtiyaç duyulan ve üzerinde en fazla
oyun oynananlardan biri de gıda.
Ülkemizle ilgili hedefler tutturulduktan sonra çevre ülkeler ve ihtiyacı olan, açlık tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkelere de
yardım edilebilir, yol gösterilebilir. Her dönem için ülkenin gıda ihtiyacını büyük bir
kısmı karşılanabilir. Bu durumun bir artısı da insanlardan kalan meyvelerin hayvanlar tarafından tüketileceği için hayvancılığa
da büyük bir katkısının olacağıdır. Bu durumun en güzel taraflarından biri de meyve fidelerinin bir defa dikilmesine rağmen uzun
yıllar meyve vermeye devam etmesidir. Baklagiller ve sebzelerde her yıl dikme zorunluluğu vardır.
İnsan sağlığının en büyük bozulma se-
Anlamakta zorlanılan bir durum da belediyelerin neden atkestanesi diktiğidir. Ni-
Ülke genelinde bir kampanya ile okullarda, askeri kışlalarda ve isteyen bütün kamu
kurumu ve kamu kurumu niteliğindeki oda
ve sendikalarda isteyen herkes, her yıl dikebildiği kadar meyve fidesi dikmeli. Ülkede
üretilen veya var olan bütün meyve fidelerini toprakla buluşturmalı.
Gıda konusunda da iki durum bulunmakta: Biri, tohumların genetiği ile oynanmak
suretiyle gıda maddelerinin bize karşı ekonomik bir silah olarak kullanılması… Diğeri
de hazır gıda sektöründeki gıdaların içine neler katıldığı ve bu katılan şeylerin insan sağlığı üzerinde kısa, orta ve uzun vadede ne gibi
olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağının yüzde
100 bilinmesinin mümkün olmadığıdır.
Bir de ülkede yetişen yabani ot ve meyvelerin hangilerinin insan gıdası olarak kullanılabileceğinin en kısa zamanda araştırılarak ortaya çıkarılması da çok büyük bir
zarurettir. Binlerce insan gıdası olarak kullanılabilecek yabani ot ve meyve, her yıl kendiliğinden ortaya çıkmakta ve insanlar tarafından istifade edilememektedir.
çin Bursa kestanesi dikmezler? Neden hep
meyvesiz ağaçları tercih ederler de meyveli
ağaçları tercik etmezler?
Yaşlı ve yüksek meyve
ağaçlarının yenilenip ıslah
edilmesi
Herkesin bildiği gibi yaşlı ve koca meyve ağaçları her yerde mevcut. Çok büyük
ve yüksek oldukları için çıkılıp toplanması
çok zor. Aksi gibi, en güzel meyveler de o
en yüksek tepelerinde olur. Tepelerdeki bu
meyvelerin toplanması çok zor olduğu için,
çoğunlukla meyvelerin düşmesini beklemek
zorundasınızdır. Ya da meyveler toplanamadığı için bu ağaçlar köklerinden kesilip
yenisi dikilene kadar öylece kalırlar. Olan,
sonuçta meyve ağacına ve memleketin değerlerine olur. Ve bu meyve ağaçları genellikle nadir çeşitlerden oldukları için tamamen kaybolmaları da mümkündür.
Bu ağaçların çok basit bir şekilde hem
daha verimli, hem de kullanılabilir olmaları mümkündür. Bu yaşlı ağaçlar, diplerinden
değil de ağacına göre 2, 3 veya 4 metre yukarıdan, motorla tamamen dalları ve gövdeleri kesilip budanabilirler. Ağacın yeniden
sürgün vermesi beklenir. Ancak bu, ağacın
birkaç yıl meyve verememesi demek. Bu durum her halükârda göze alınacak.
Bu yeni ağaç dallarının (sürgünlerin) olabildiğince ve kendi istediği gibi büyümesine
ve sürgün vermesine müsaade edilmemelidir. Bu sürgünler, ilk yıldan itibaren “Ağaç
yaşken eğilir” mantığı ile kırmadan ve zedelemeden, dört bir taraftan iplerle aşağıya
doğru –şemsiye gibi- sarkıtılmalı. Her taraftan aşağı sarkıtılan yeni sürgünler, bu şekilde
sabitleşene kadar birkaç yıl tutulurlarsa sertleşir. Ondan sonra meyveleri elinizle, ağacın
dört bir yanından toplayabilirsiniz.
mayıs 2014
103
haberajanda
Aktüel/ Söyleşi
Her şeyden önce
üniversitelerimizin bünyesindeki
çalışmalar, ilgili
sivil kuruluşlar,
bir araya gelip
mucit olma
gayretinde olan
girişimci gruplar
başta olmak üzere hemen hemen
herkesin -deyim
yerindeyse- görücüye çıktığı,
deneyimlerin
paylaşıldığı, CV
geliştirme fırsatlarının bulunduğu ve -en önemlisi- halkın ilgisinin
sağlandığı bir
şenlik söz konusu. Yani çok yönlü
ve çok tarafı olan
bir şenlenme gerçekleşiyor.
***
Sanırım şenliği
gezince görmüşsünüzdür; asıl
şenlik çocuklarda, onların
heyecanında,
merakında. Ve
hayallerini kanatlandıran, dokunarak yaşadıkları
o müthiş merak
şenliği... İnanıyorum ki bu çocuklardaki şenlik, bir
gün ülkemizde
ve dünyada gurur duyacağımız
bilim ve teknoloji
insanlarına tanıklık edeceğimiz
gerçek şenliklere
dönüşecektir.
104
mayıs 2014
Türkiye’de bir ilk daha...
Bursa Bilim ve Teknolo
B
URSA Büyükşehir Belediyesi ile İl Milli Eğitim Müdürlüğü desteği ve Bursa
Bilim ve Teknoloji Merkezi ev sahipliğinde bu yıl 3’üncüsü düzenlenen ve
Türkiye’nin en büyük “Bilim Şenliği”ne
davet eden bilboardları gördüğümde doğrusu heyecanlandım. Kuruluş aşamasına tanık olduğum bu sürecin 3’üncü şenliğine gitmeyi planlarken, Bursa’nın
kurucu şehir olma geçmişine yakışır bir proje olan
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi Proje Koordinatörü ve aynı zamanda Bursa Kültür A.Ş. Genel
Müdürü Rıfat Bakan ile yapacağım söyleşinin yanı
sıra şenliği gezerken alacağım notları da bir “bilim
ve teknoloji” haberi yapmak beni mutlu etti. Çünkü
siyaset ve toplum eksenli stratejik yazıların ağırlıkta
olduğu dergimizin özellikle eğitim, sanat ve bilim
sayfaları bende hep “Siyaset bu alanlara hizmet ediyorsa kıymetlidir” mesajı verdiğinde haz almışımdır.
Merinos Parkı’ndaki şenliği gezerken ilk dikkatimi çeken, stantlardaki renkli görüntüler ve zenginliği
yansıtan çeşitlilik oldu. Gerek yerli ve yabancı katılımcıları, gerekse içeriği bakımından Türkiye’nin en
büyük bilim şenliği olan etkinlikte 180 proje standı,
25 meslekî yönlendirme çadırı ile bireysel deney düzenekleri geliştirilmiş ve Türkiye çapında patentli 30
mucit, bilimsel çalışmalar yürüten 10 bilim merkezi
ve 45 üniversite kulübü yer almıştı.
Yıldız Teknik Üniversitesi robotik kollu bant sistemi, elektrikli bisiklet, güneş enerjisi takip sistemi,
Servet Hocaoğulları
[email protected]
Etkinlik süresince şenlik alanından gündüz güneş, 3 Mayıs gecesi de
Satürn ile ay gözleminin yapılacak olması, TÜBİTAK Güneş ve Hidrojen
Enerjili Araçlar Yarışması’ndan sonra Türkiye’de en fazla güneş ve hidrojen enerjili aracın bu şenlikte sergi bulması çok önemli ayrıntılardan birkaçıydı.
üretme yöntemi de dikkat çeken çalışmalar
arasında yer almıştı.
Etkinlik süresince şenlik alanından gündüz güneş, 3 Mayıs gecesi de Satürn ile
ay gözleminin yapılacak olması, TÜBİTAK Güneş ve Hidrojen Enerjili Araçlar
Yarışması’ndan sonra Türkiye’de en fazla
güneş ve hidrojen enerjili aracın bu şenlikte
sergi bulması çok önemli ayrıntılardan birkaçıydı. Üç boyutlu printer, gastrofest, Butgem telden araba yapma ve engelli atölye
çadırları dikkat çeken düzeneklerdendi.
İlk kez “geleceğin otomobilleri” kapsamındaki elektrikli ve arazi araçlarının sergilenmesinin yanı sıra, üniversite kulüplerinin
hovercopter ve model uçak projeleri de şenliğe renk kattı. Gaziantep, Konya, Trabzon,
Çorum, İzmir, Kütahya, Manisa, İstanbul ve
Sakarya’dan 6 tır, geleceğin 20 otomobilini
Bursa’ya taşımışlardı. Uluslararası manada
da şenliğe bu yıl İtalyan, İngiliz, Fransız ve
Hollandalı 4 ekip katıldı.
ji Merkezi
üç kanatlı rüzgâr türbini, jeotermal enerji
tesisi, otomatik ağaç parçalama makinesi ve
soft dondurma makinesi projeleri ile şenliğe katılırken, Dokuz Eylül Üniversitesi ilk
görsel lansmanını gerçekleştireceği elektrikli arabasıyla buradaydı. Sakarya Üniversitesi
İleri Teknolojiler Uygulama Topluluğu’nun
TÜBİTAK Formula G 2013 Şampiyonu
olan Türkiye’nin en hızlı güneş enerjili aracı da bilim meraklılarıyla buluştu. Bireysel
mucit ve firmalar arasında ise telleri olmadan çalınabilen lazer kanun, uluslararası
enerji sempozyumunda yeni bir buluş olduğu kabul edilen ve dünyanın en ucuz hidrojen gazı üretimi olarak tescillenen hidrojen
Doğrusu çadırları gezip programı takip
ederken, gerçek bir bilim şenliğinde, “Eğlenirken öğreniyorum” tadında birçok workshop izledim ve Proje Koordinatörü Rıfat
Bakan’la tüm yoğunluğu içinde mini de
olsa bir söyleşide bulundum. Türkiye’de bir
ilk olan bu projenin kısa hikâyesini ondan
dinleyelim.
***
Adresin Bursa olması bizi
gururlandırıyor
• Bilim ve Teknoloji Merkezi Bursa’da
yeni kurulan bir merkez, bir anlamda
yeni doğmuş bir çocuk. Bu şenliğe baktığımızda, bu çocuğun ayakları üstünde
durmaya çalışan, bir yaşını doldurmuş
biri olduğu izlenimi var. Üstelik sadece Bursa için değil, Türkiye için de “ilk
çocuk” olduğu belirtiliyor. “Nasıl doğdu
bu proje?” diye insan merak ediyor, ne
de olsa bilim merakla başlar…
Doğrusu “merak” vurgusu önemli ve
hikâyemizin de başlangıcı. İngiltere’nin sanayi kenti olan fakat bizde spor kulübü nedeniyle bilinen Manchester’de gezerken, rehber
kitapçığında dikkatimi çeken “bilim-sanayi
müzesini” merak ettim. Gidip gördüğümde
eski bir istasyondan çevrilen bu müzenin bir
bölümünü çok beğendim. Çünkü çocukların
elle dokundukları, bir anlamda aktifleştikleri, “çocuk-bilim buluşması” diyebileceğimiz
bir bölüm vardı. İzlenimlerimi o dönemde
Osmangazi, bugünse Bursa Büyükşehir
Belediye Başkanımız Recep Altepe’ye aktardım. İlgilendi ve dünya örneklerini araştırarak bir proje taslağına dönüşmesini istedi.
Bir yandan araştırmalarımızı sürdürdük, öte
yandan da bazı fırsatları değerlendirerek Sayın Altepe’nin de bazı örnekleri görmesini
koordine ettik. Özellikle Bursasporumuz’un
İngiltere’de oynadığı maçları fırsat bilip, gidilen şehirlerdeki bilim-teknoloji, deneyim ve
ilgili merkezleri gezip görme fırsatı bulduk.
Böylelikle merakımız araştırmaya, araştırmalarımız bir proje taslağına ulaştı. Projenin
sağlam olması için dünyadaki neredeyse tüm
örnekleri görüp inceledik.
• Doğrusu bu öyküleme bize oldukça
tanıdık geldi. Dünya geziliyor, merak
uyandıran örnekler görülüp aynı güzelliğin, imkânın ülkemize gelmesi arzulanıyor; ancak ülkeye döndükten sonra
yaşananlar yine bildik, tanıdık sonuçlar:
“Biz yapamayız. Nerede finans ve insan
kaynaklarımız? Bizi aşar...” Sizin öykünüzün Türkiye ayağı da benzer miydi
yoksa? Türkiye’nin bilim ve teknoloji
merkezine ilişkin algı seçiciliği hangi
durumdaydı?
Evet, doğrusu bu refleksleri gördük. Ancak tarihimiz, toplumsal genlerimiz, son on
yılda Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle
Bursa’nın -sanayi kenti oluşu sebebiyle- bu
alanlardaki görgüsü bize cesaret verdi ve
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmek için kolları sıvadık. Türkiye’deki örnekleri -birkaç
üniversite bünyesinde istisna bir iki bölümü
olan yerleri- gezip gördüğünüzde, bizim
eğitim paradigmamızdaki tüm sorunları ortaya koyan bir tablo taşıyordu: Öğrenci aktif
değil, dokunmak yasak, bu işi bilen bir iki
kişi var ve onlar da birkaç örnekle sınırlı tek
yönlü bir anlatım formundalar.
Tereddütsüz diyebilirim ki, özellikle bi-
mayıs 2014
105
haberajanda
Aktüel
1 3
6
4 2
5
1, 2, 3, 4 Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, katıldığı şenlikte Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe ile birlikte şenliğe katılan stantları gezerek genç mucitlerle sohbet edip hatıra fotoğrafları çektirdi. // 5 Şenliğin en umut veren yanı, çocukların bilime olan ilgileri ve bilim gösterilerine halkın gösterdiği alakaydı. // 6 Röportaj
fotosunun altına: Bilim ve Teknoloji Proje koordinatörü ve Bursa Kültür A.Ş. Genel Müdürü Rıfat Bakan ve Yazarımız
Servet Hocaoğulları
lim ve teknoloji alanında psikolojik eşiklerimiz bir hayli fazla. Dolayısıyla projemiz,
“teknik” olduğu kadar felsefî ve eğitim paradigmasında değişiklik öneren bir stratejiye
de sahip olacak bir “model” çalışma hüviyetine kavuştu. Biz çocukların dokunarak
öğreneceği, eğlenirken kavrayacağı, toplum
katılımını sağlayacak kültürü inşa etmekte
ve Türkiye’nin ilk model bilim ve teknoloji
merkezine sahip olmasını sağlamakta kararlıydık, bunun ilk aşamasını sonuçlandırarak
da başarmış olduk. Artık ülkemizde tüm
üniversitelerin, ilgili STK’ların, öncülük
yapan bakanlıkların buluşacağı, şenliklerini
organize edeceği bir adres var ve bu adresin
Bursa olması bizi ayrıca gururlandırıyor.
• Peki, Bilim ve Teknoloji Merkezi ziyaretleri sırasında ilgili üniversitelerin
şenliklerine katılımları ile ilgili bakanlığın destek ve ilgi düzeyi var olan bu
psikolojik eşiğin aşılmasına, öngördüğünüz hedeflere doğru yürüyüşte hangi sosyal kimliklerin eşlik ettiğine dair
izlenimleriniz neler?
Doğrusu tarihî, kültürel ve hatta yakın tarihimizdeki tecrübeler ışığında, genlerimiz
ve kültürel kodlarımızda buna hazır olduğumuz hissi vardı. Nitekim öngörülerimizin çok ötesinde bir benimseme, özümseme,
106
mayıs 2014
katılım ve beklentiyi yükseltmeyle karşılaştık. Bu bizi çok sevindirdi. Hedeflediğimiz
modelin gerçekleşmesi noktasında bizi
diğer aşamalara yöneltti. Çünkü bilim ve
teknolojinin doğası neyi zorunlu kılıyor ve
ülkemizden bilim ve teknoloji insanlarının
çıkması için gerekli hangi alt ve üst yapı şartı kaçınılmaz oluyorsa her şeyi hesaplamış ve
yol haritasını dünyanın en iyi örneklerinden
biri kılacak şekilde hazırlamıştık.
Nitekim açılışını yaptığımız Bilim ve
Teknoloji Merkezimizin konuşlandığı alanı adeta bir kampüs ölçek ve çeşitliliğinde
tasarlamıştık. Öyle ki, insanımızın medenî
cesaretini hareketlendirecek, kendi medeniyet ve tarihî hafızasını insanımıza tanık
ettirecek ve bir şekilde bilim tarihimizi anlatan panaromik müze, atölye çalışmaları
için labarotuvarlar, 360 derece dönebilen
uzay ve havacılık simülatörlerü, TÜBİTAK
başta olmak üzere büyük kurumların liderliğinde uluslararası etkinlikleri düzenlemeyi
planlıyor ve çalışıyoruz. Ayrıca şehrin farklı
noktalarında, örneğin gözlem evi gibi, etkinleştiren alt projelerimiz var. Bir anlamda
Bursa’yı bilim ve teknoloji şehri yapmanın
tohumlarını ekmeye devam ediyoruz.
• Son olarak “Bilim Şenliği ne kadar şenlendi?” diye soralım…
Tabiî ki her şeyden önce üniversitelerimizin bünyesindeki çalışmalar, ilgili sivil kuruluşlar, bir araya gelip mucit olma gayretinde
olan girişimci gruplar başta olmak üzere
hemen hemen herkesin -deyim yerindeysegörücüye çıktığı, deneyimlerin paylaşıldığı,
CV geliştirme fırsatlarının bulunduğu ve
-en önemlisi- halkın ilgisinin sağlandığı bir
şenlik söz konusu. Yani çok yönlü ve çok tarafı olan bir şenlenme gerçekleşiyor.
Sanırım şenliği gezince görmüşsünüzdür,
asıl şenlik çocuklarda, onların heyecanında,
merakında. Ve hayallerini kanatlandıran,
dokunarak yaşadıkları o müthiş merak şenliği... İnanıyorum ki bu çocuklardaki şenlik, bir gün ülkemizde ve dünyada gurur
duyacağımız bilim ve teknoloji insanlarına
tanıklık edeceğimiz gerçek şenliklere dönüşecektir.
Kuşkusuz tüm bu çalışmalar ve sonuçlar,
büyük emek isteyen, kadro ve destek bekleyen, bilim ve siyaset insanlarının işbirliğini
zorunlu kılan çalışmalardır. Teşekkür etmemiz gereken o kadar çok isim, kurum, kuruluş, akademisyen ve gönüllü var ki, doğrusu
tüm bunların gerçekte isimsiz kahramanlar
olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçek
kahramanlar öncelikle “çocuklarımız”. Her
şey onlar için… Onların akıl ve hayal gücünü kanatlandırmak, geleceğe bırakacağımız
en önemli şenlik. Bu vesileyle şahsınızda
Haber Ajanda’ya ve tüm emeği geçenlere
teşekkür ediyorum.
mayıs 2014
107
haberajanda
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
BLOG
Yaşadığımız
çağda basılı
yayın organları
ve televizyon
gibi görsel yayın
organlarıyla herkese ulaşılamadığı görülmektedir. Ancak öyle
bir araç var ki
hemen herkese
ulaşmayı mümkün kılmakta:
“Bloglar”…
Çünkü herkesin
elinde internete
bağlı akıllı telefonlar bulunuyor. Herkesin
Linkedin, Facebook ve Twitter
gibi sosyal ağlarda hesapları
mevcut. Blog
hazırlanarak
sosyal ağlarda
paylaşıldığında
herkese ulaşmak mümkün.
ÇİNDE bulunduğumuz çağın meydana getirdiği en önemli çıktılardan biri
de bloglardır. Bilgi çağının bir sonucu
olarak, herkes her türlü bilgiye erişir
hale gelmiştir. Elde ettikleri bilgileri ve
her şeyi paylaştırarak, herkesi birer tasarımcı
ve belli bir okuyucu kitlesi olabilen bir yazar
haline dönüştürmüştür. Herkes elde ettiği bilgiye kendi bilgi ve tecrübelerini de ekleyerek
belli bir formatta, internet ortamında ve tekrar başkalarıyla paylaşarak bilginin gelişimine
katkı sağlamaktadır. Bilgi çağının bir sonucu
olarak artık herkes yazarlık yapabilmektedir.
Bedava oluşu sayesinde bir maliyetin de söz
konusu olmadığı blog hazırlama sırasında, sadece vakti olanlar, derledikleri veya elde ettikleri anlamlı bilgileri açtıkları bloglarda paylaşabilmektedirler. Bazen de kişi veya firmalar,
planlı olarak kendi kampanyalarını bloglar
üzerinden yürüterek itibarlarını veya rekabet
üstünlüklerini arttırma yoluna bu mecradan
gidebilmektedirler. Sadece kişiler değil, artık
kurum ve markaların bile temalarına göre çok
sayıda blogları bulunmaktadır. Blogun, okuyucu kitlesine çok hızlı ulaştığı için etkisi de hızlı
ve güçlü olmaktadır. Bu haliyle bloglar, pazarlamanın şeffaf bir aracı olarak ta kullanılabilmektedir.
“Blog”, İngilizce “weblog” kelimesinin kısa ve yaygınlaşmış adıdır. Kısaca “internet
günlüğü/e-günlük” olarak da ifade edebileceğimiz, teknik bilgi ve donanım gerektirmeyen,
kullanımı ve yönetimi kolay, zengin fonksiyonlu kişisel web alanları olan bloglar, sahiplerinin
yazılı ve görsel üretimlerini internet ortamında tüm dünyaya ulaştırmalarına imkân sağlıyor. Buna göre bloglama, bir nevi günlük tutma işidir. Web üzerinde bloglama işi, diğer
Teknoloji
108
mayıs 2014
CAGI
İ
ifadeyle “WebLog” işidir. Web internet ağını,
log ise günlüğü ifade etmektedir. Web üzerinden herkese açık olarak yapılan günlüklere, isteyen herkes ulaşabilir, yorum yazabilir, etkileşimde bulunabilir.
Blog, yazarların herhangi bir konu hakkında kolay ve hızlı şekilde yorumlarını, resimlerini, videolarını ve diğer internet sitelerine bağlantılarını paylaşmalarına olanak sağlayan web
siteleridir. Diğer bir tanımla, web programlama
becerisi gerektirmeyen, herkesin kolayca bilgisayar ağları üzerinden yazar-okur etkileşimini
sağlamalarına olanak sunan, kendi sayfalarını
yayımlayabilecekleri ortamlardır.
Genellikle bloglardaki yazılar ters bir kronolojik sırada görüntülenir. Bu şekilde en yeni
yazılar, sayfanın en başına gelirler. Bir blogda
resimler, yazılar, diğer internet sayfalarına ve
bloglara ait linkler ve çeşitli multimedya unsurları bulunur. Bloglar vasıtasıyla okurlar, yorumlarını etkileşimli olarak paylaşabilirler.
Bloglama ile ilgili kavramlar
Blogosfer: Global olarak tüm blogların oluşturduğu ve iletişim halinde olduğu topluluğa
blogosfer adı verilir.
Blogroll: Blogların diğer bloglara link verdiği
link kümelerine blogroll denir.
Geri link (linkback, trackback, pingback): Sizin
yazınıza atıfta bulunarak bir blogun link vermesidir.
Bloglama (blogging): Blog yazma etkinliğine
verilen addır.
Blogçu (blogger): Blogu açan, yazılarını yazan
ve yöneten kişidir.
RSS: RSS aboneliği olan kullanıcılara web
dana geldiği için, bu blogun da ömrü uzun
olmadı. 1999 yılında ise Peter Mertholz tarafından kişisel bir blog oluşturuldu. Bu blog
da kişisel içerikleri işleyen bir blogdu.
2000’li yıllarda blogculuk
sitesindeki içerik veya haberlerin dağıtımını
sağlayan bir yayın formatıdır.
Etiket: Yazınızın içeriğini özetleyen anahtar kelimelerdir. Herhangi bir konuyla ilgili
benzer yazıları bulmayı kolaylaştırır. Konuları kategorilere ayırmak için kullanılır.
Bloglama
Bugün birçok insan blogluyor. Bloglarken
şu noktalara dikkat edilmelidir: Kişisel bloglarda yazanlar, yazdığı zaman kişiliklerinin
yazıya geçtiğinden emin olmalıdırlar. Bunun
için birinci tekil şahıs dili kullanmak zorunda değiller, yazan kişinin ruhunu yansıtması
yeterli olacaktır.
Blogların tarihî gelişimi ve
90’lı yıllarda blogculuk
90’lı yılların başında blogculuk kavramını
meydana getirecek bir şey gerçekleşti. Links.
net yardımı ile bir öğrenci ilk blogunu oluşturdu. Elbette ilk blogun tam olarak kurulması 1994 yılına denk düşüyordu. En dikkat
çekici özellik ise, ilk kurulan blogun kişisel bir blog olmasıydı. İlk blog kurucusunun
adını da vurgulamak gerekir: “Justin Hall”.
1994 yılında ilk kişisel blogla başlayan ve
1997 yılında ilk weblog ile devam eden blogculuk, 2006 yılında 57 milyon, 2010 yılında
ise 152 milyon bloga ulaşmış ve 2010 yılı istatistiklerine göre günde 900 bin blog kaydına ulaşmıştır.
İkinci blog ise 1998 yılında kuruldu. Bu
blogun kuruluş amacı, basit işe alımlar ve açık
arttırım gibi işlemleri meydana getirmekti. Zaten internetin daha birçok kişi tarafından bilinmeyen bir devirde bu olaylar mey-
Tüm Blogların Sayısı (1,343,398)
Eğlence (46,464)
• Kutlama (10,656)
• Televizyon (9,508)
• Oyun (13,014)
İşletme (40,808)
• Finans (14,936)
Spor (16,227)
• Beyzbol (3,974)
• Hokey (3,507)
• Motor sporları (4,688)
Politika (17,138)
• Amerikan Politikaları (10,488)
Automobiller (8,109)
Teknoloji (47,570)
• Bilgi teknolojileri (32,666)
Yaşam (58,190)
• Sağlık (28,381)
• Evcil Hayvan (6,556)
• Aile (25,345)
Yeşil (13,046)
Bilim (16,420)
• Film (13,341)
• Mizah (7,385)
• Kitaplar (20,460)
• Müzik (15,434)
• Animasyon (5,206)
• Emlak (7,782)
• KOBİ (28,960)
• Futbol (6,002)
• Tenis (3,413)
• Basketbol (4,269)
• Golf (3,880)
2000’li yıllar, blogculuk için kesinlikle dönüm noktasıydı. İnternet kullanımının yavaş
yavaş yaygınlaşmaya başlamış olması insanları bloglamaya çekiyordu. Bu arada bloglamanın en önemli olayı da “Nedir-Nasıl yapılır?” yazıları olmuştur. Bu yazıların internet
üzerinde artışı ile birlikte blogculuk büyük
bir yol kat etti. Artık insanlar bilgiye bloglar
aracılığı ile ulaşabiliyor, bu şekilde bloglar da
kitlelere ulaşabiliyordu.
2003 yılında ise, şu an dünyanın en popüler sistemlerinden biri olan Wordpress’in temelleri atılmaya başlandı. Bu da blogcuların
çoğalmasındaki büyük ve önemli bir etkendir. Yıllar geçtikçe internet popülaritesi arttı ve insanlar, bloglarından gelir dahi elde
etmeye başladılar. Technorati tarafından yapılan bir açıklamaya göre, 2010 yılında ortalama bir oranla blog sahiplerinin yüzde 38’i
bloglarından gelir elde ediyorlardı. Bu oran
şu anda yüzde 40’ın üzerinde.
Bugün dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca okura ulaşan blog yazarlarının kişisel sayfaları sayesinde her geçen gün genişliyor bloglama. Günden güne sayıları çoğalan,
yayın kalitesi yükselen bloglar, etkileşimli yapılarıyla interneti gerçek bir küresel iletişim
platformuna dönüştürmüş durumda.
Technorati adlı sitede, 2014 yılının Nisan sonu itibariyle 1 milyon 343 bin 398 adet
blog olduğu rapor edilmiştir. Bu blogların
konularınagöre dağılımı ise şöyle:
Blog türleri
Bloglar -amaçlarına göre değişmek üzerekişisel (kişisel olarak oluşturulan bloglar), temalı (sadece belli konulardaki yazıların gönderildiği bloglar), topluluk (sadece üyelerinin
yazabildiği bloglar) ve kurumsal (şirketlerin
kendi haber, duyuru ve kampanyalarını yaptığı bloglar) olmak üzere 4 çeşittir.
• Dünya (23,655)
• Püf noktaları (18,360)
• Din (14,041)
• Moda (16,486)
• Ev (24,781)
• Sanat (27,368)
• Gıda (21,101)
• Seyahat (20,304)
mayıs 2014
109
haberajanda
Teknoloji
Kişisel bloglar, hızlı bir şekilde oluşturularak, oluşturan kişinin kişisel ilgi alanına
göre, bilgi sahibi olduğu alandaki güncel olay
ve gelişmeleri, duygu ve düşüncelerini, bilgi
ve deneyimlerini okurlarıyla paylaştığı web
günlükleridir.
Temalı bloglar, herhangi bir alanda bir teması olan ve o tema çerçevesinde yazı, resim,
video ve benzeri görsellerin paylaşılabildiği
bloglardır. Blogun sunduğu zengin yorum,
mesaj ve raporlama seçenekleriyle okurların
blogda yayınlanan yazılara olan ilgisi ve düşünceleri günü gününe takip edilebiliyor.
Topluluk blogları, belli bir topluluğun
amaçları doğrultusunda, topluluğa yönelik
bilgilerin karşılıklı iletişim oluşturacak şekilde paylaşılmasıyla oluşuyor.
Kurumsal bloglar ise iç amaçlar için kullanıldığında kültürel bir örgütlenme, bilgi paylaşımı ve işbirliği gibi amaçlar için yapılırken,
dış amaçlar için kullanıldığında da müşteri
ilişkileri, satış ve pazarlama ve de marka tanıtımı hedefleri için kullanılmaktadır.
Kurumsal veya şirket blogları, web sitesinden farklı olarak, daha kişisel, daha niş ve
daha amatör bir ruhla hazırlanması gerekir.
Her markanın vurgulamak istediği niş alanına yönelik bir blogu olmalı ve resmî web
sitesinden farklı olarak bu blogu her zaman
güncel tutmaya, müşteri veya okurlarıyla interaktif bir iletişime geçmeye özen göstermelidir. Ancak bunun için yine içerik yönetim profesyonellerine ihtiyaç vardır. Eğer
akıcı ve güzel bir dil ve çekici görseller kullanılırsa, kurumsal bloglar da çok geçmeden
hedef kitle üzerinde markaya karşı sadakat
meydana getirebilir.
Kurumsal bloglar, büyük örgütler için iş
bloglarıdır. Doğrudan iletişim ve görüşme
için şirketin insancıl yüzünü teşkil eder. Kurumsal bloglar, örgütsel amaçlara ulaşmaya da yardımcı olurlar. Ya içsel ya da dışsal
bloglar olmak üzere iki şekilde olabilirler ki
içsel bloglar, örgüt içinde bir iletişim ara-
S.No
Stratejiler
1
Planlama
2
Araştırma ve içerik hazırlama
3
Tanıtım ve pazarlama
4
Etkileşim
5
Ölçme ve değerlendirme
110
mayıs 2014
cı olarak kullanılabilir. Çalışanların görebileceği şekilde, genellikle Intranet üzerinde
yer alır ve de toplantıların ve e-posta görüşmelerinin yerine kullanılabilir; zamanlama ve yer açısından toplantıları pratik kılacak şekilde etkilidir. Bu bloglara dair fikirler,
konu, kişi ve tarihe göre kategorize edilebilir; düşünce ve konuşmalar kolaylıkla arşivlenebilir. İçsel bloglar, güçlü örgütsel bir
kültür oluşturur, bilgi paylaşımını sağlar, takımlara etkili bir işbirliği aracı olur.
Dışsal bloglar ise müşteri topluluklarıyla bağ kurmada yeni bir halkla ilişkiler aracı olarak kullanılır. Bunlar kamuya açık şekildedir ve kurumun/şirketin dışa açılan bir
penceresi konumundadırlar. Ürün ilanları yapılabilir, kurum politikaları açıklanabilir,
dış dünyayla iletişim sağlanabilir ve itibar yönetimi ile şikâyet ve eleştirilere cevap verilebilir. Dışsal blogların özel bir türü de CEO
bloglarıdır.
Kurumsal bloglar markayı güçlendirmek,
güçlü ilişkiler meydana getirmek ve ürün ya
da hizmetlerin pazarlanmasını ya da satılmasını kolaylaştırmak için yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kurumsal blog trafiğini arttırmak için yapılması gerekenleri şu şekilde
sıralayabiliriz: Ürünler ve onların nasıl kullanılacağıyla ilgili ipuçları yazılmalı. Sektörle
ilgili bir dizi başarı hikâyesi bulunmalı. Etkileşimli yarışmalar eklenmeli. Sektörle ilgili son dakika haberleri girilmeli. Tüketicilerin yaşam tarzlarıyla ilgili konularda bilgiler
yazılmalı. Şirketle ilgili haberler paylaşılmalı. İlgili ilk 10 makale veya Facebook sayfası özetlenmeli. Müşteri başarı hikâyelerini
blogda değerlendirmeli. Sektör liderleriyle
mülakatlar yapılmalı. Kurumda/şirkette çalışanlar ve CEO’larla mülakatlar yapılmalı.
Çekiliş (ikramiye) yoluyla blogdaki etkileşim
arttırılmalı. Bilgiler video, slayt ya da infografiklerden bir karma yapılarak sunulmalı.
Bloglama stratejisi
Blog kavramının temelinde yatan hikâye,
insanın bilgi, duygu, düşünce, deneyim ve
zevklerini başka insanlara ulaştırmaktır. Basit
düşünüldüğünde, blog yazan pek çok kişi olduğu halde, bazıları bunu istediği ölçüde başarabilirken, bazıları da sadece çevresindekilere ulaşabiliyor. Peki, aradaki fark ne?
Bu konuda birçok etken sayılabilir. Fakat
temel konu “strateji” olmalıdır. Yani hedefe
ulaşmak için belirlenen plan ya farklıdır ya
da bazılarında plan ve/veya amaç olmayışıdır.
Sürdürülebilir, doğru bir strateji ile blog, hedeflerine daha kolay ulaşabilecektir.
Bir blogun stratejisi, amaç ve okuyucu hedef kitlesine göre olmalıdır. Bloga sahip işletmelerin yüzde 55’ten fazlası, yüksek site
trafiğine sahiptirler. Yapılan her işin bir stratejisi olmalıdır. Elbette bloglamanın da bir
stratejisi olacaktır. Kişiden kişiye, kurumdan kuruma değişebilir olmakla birlikte, bloga başlarken yapılacak işlere göre belli stratejiler uygulandığında başarı elde edilebilir. Bu
strateji aşamaları planlama, araştırma, yayına
hazırlama, tanıtım, etkileşim, ölçme ve değerlendirme gibi aşamalardan oluşur ve her
birinin ayrı birer stratejisi olmalıdır.
Planlama
Bu aşama, blogun amacına ve türüne uygun olarak bir blog şablonu ve teması seçimiyle başlar, yayınlanacak konuların belirlenmesiyle devam eder. Planlama yapılmadan
hiçbir iş başarıya ulaşmaz. Ancak süreç içerindeki aksaklıklar ve kontrol sonucundaki geri bildirimler, sonraki planlamalara ışık
tutmalıdır. Konu seçerken diğer blogların
istatistiklerine bakmak ve de trend olan ve
okuyucunun dikkatini çeken konular belirlenerek -buna uygun konu listeleriyle- okuyucunun karşısına çıkmak doğru bir başlangıç
için önemlidir. Tabiî ki belirlenen konuların
ay içerisinde hangi takvimle yayınlanacağının belirlenmesi de planlama aşamasının bir
parçasıdır. Tüm yazıları aynı anda yayınlamak doğru bir strateji değildir. Blogta yayın-
Yapılacak işler
Blog şablonu,
Blog teması,
Blog içeriği,
Görsel materyal ve grafikler hazırlama,
İçeriği paylaşma,
URL adreslerini iyileştirme,
Daha fazla ziyaret trafiği sağlama,
Yorum ve sorulara cevap verme,
SEO (Search Engine Optimization – Arama Motoru Optimizasyonu) çalışması yapma, SERP (Search Engine Results Page –
Arama Motoru Sonuç Sayfası) performansı çalışması yapma, Google Analytics vb. analizleri yapma.
lanacak yazılar, okuyucuyu sürükleyecek şekilde bir sırada yayınlanmalıdır.
Araştırma ve içerik
hazırlama
Planlama aşamasında belirlenen konuların
araştırılması ve içeriklerinin hazırlanması bu
aşamanın konusunu oluşturmaktadır. Çünkü
blogda yayınlanacak yazıların yanıltıcı bilgiler içermemesi, öğretici ve doğru bilgi veren
nitelikte olması gerekir. Blog tema ve türe
göre doğru, detaylı ve paket bilgiler vermelidir. Okuyucu, blogdan okumaya başladığı
bir yazıyı sıkılmadan, sonuna kadar okumayı sürdürmelidir. Bunu, bu aşamada yapılacak
çalışmalar sağlayacaktır. Bu çerçevede, yayınlanacak konu üzerine daha önce yazılmış
yerli ve yabancı kaynakların ve literatürün taranması, daha önce yapılmış röportajların ve
o konuyla ilgili çıkan haberlerin incelenmesi, sonrasında da kendi fikrinizi ekleyerek konuyu ortaya çıkarabilirsiniz. Bu konuyu destekleyen görsel materyallerin kullanımı ise
sunumunuzu zenginleştirecektir.
Bu arada, yazıya son şeklini verdiğinizde,
yayınlamadan önce çevrenizdeki birkaç kişiye okutarak görüşlerini almak da önemli.
Yazıyı, okuma yazma bilen herhangi bir kişinin okuduğunda, kendi ölçeğinde bir şeyler anlayabileceği şekilde tasarlamak gerekir.
Bu amaçla yazı için doğru başlığı belirleme,
yazıyı biçimlendirme ve bazı yerlerini öne çıkarma (highlight), imla ve yazım denetimi
yapma gibi işlemlerden geçirilerek yayına hazır hale getirilmelidir.
Araştırma ve içerik hazırlama aşaması en
fazla zaman alan ve emek gerektiren bir aşamadır. Ancak sonunda ortaya çıkan ürün uğraştığınıza değecek. Bu aşamada harcadığınız tüm zamanlar, size olumlu dönüşler
sağlayacaktır. Asıl dönüşler ise, yazı okuyucularla buluştuktan sonra, alınan site trafiği
ve yorumlarla ortaya çıkmaktadır.
lir. Bir de alıntı yapılırken zorluk çıkabilir,
bu nedenle kısa link önemlidir. Bunu WordPress uygulamaktadır. Ardından yazı, sosyal medya platformlarında farklı gün ve saatlerde paylaşılmak üzere programlanabilir.
İnternet ortamında yapılan tartışma ve forumlarda yazının cevap olabileceği tartışmalar varsa, oralara katılarak yazının linki okuyuculara verilebilir.
Etkileşim
Bu aşamada URL adreslerini iyileştirme,
daha fazla ziyaret trafiği sağlama, yorum ve
sorulara cevap verme işlemleri gerçekleştirilir. URL adreslerini iyileştirme, tanıtım ve
pazarlama aşamasındaki linkin kısaltılmasını
da kapsayan bir işlemdir. Bir yazıya ulaşımı
kolaylaştıracak her şeyi ifade eder etkileşim.
Site trafiğini artırmak için sunucu band
genişliğini doğru planlamak, aynı anda sitede olan kişi sayısına bakılarak sunucuları ona
göre yapılandırmak ve daha hızlı sunucular
seçmek önemlidir. Diğer taraftan yazının tarayıcılar tarafından kolay açılması da trafiği arttıran bir durumdur. Yazı hazırlanırken
buna dikkat etmeli ve test ederek yayınlanmalıdır.
Etkileşim aşamasında okuyucuların yazıya
yazdığı cevapları ve sosyal meyda üzerinden
gelen tepkileri değerlendirilir. Yorumlara cevap vermek ve insanlarla etkileşime geçmek,
blog yazarlığının en keyifli taraflarındandır.
Ölçme ve değerlendirme
Ölçme ve değerlendirme aşaması ise en
Tanıtım ve pazarlama
Bu aşamada, hazırlanan yazı içeriğinin
okuyucuyla paylaşılması ve ardından da Linkedin, Twitter, Facebook ve diğer bloglar gibi
çeşitli sosyal medya araçlarıyla yazının yayınlandığı duyurularak okuyucuların ilgi duyması sağlanmalıdır. Google adWords gibi
ücretli veya karşılıklı tanıtım araçları da kullanılarak yazının daha geniş kitlelere ulaşması sağlanabilir.
Tanıtım ve pazarlama aşaması için birtakım püf noktalarından söz etmek mümkündür. Öncelikle sosyal medyada paylaşmak için yazının linkini kısaltmak gerekir.
Uzun linkler bazı tarayıcılarda çalışmayabi-
önemli aşamadır. Aylık yapılan blog planına
ne derece ulaşıldığı, o ayki geri bildirimlerden elde edilen hata ve yanlış uygulamaların
neler olduğu gibi bilgiler yeni ayın planlamasına ışık tutacaktır.
Bu aşama, SEO (Search Engine Optimization-Arama Motoru Optimizasyonu) çalışması yapılması ve Google Analytics ile
istatistik ve site trafik bilgilerinin alınarak in-
celenmesi gibi işlemlerden oluşur. SEO çalışması, blogun açıldığı ilk zaman yapıldığı
gibi, her ay yeniden iyileştirmeler gerektiren
bir süreçtir.
Ölçme ve değerlendirme aşamasında neyin doğru, neyin yanlış yapıldığı tespit edilir,
hatalar belirlenir, sonraki yazılar için bu hatalardan ders çıkarılmaya çalışılır.
Ölçümleme aşamasında Google Analytics
iyi bir yardımcıdır. “Yazı kaç kez okunmuş,
yazıyı okuduktan sonra kaç kişi o blogu terk
etmiş, yazıya kaç yorum gelmiş, sosyal medyada ne kadar paylaşılmış, ilgili kelimelerde
SERP (Search Engine Results Page-Arama
Motoru Sonuç Sayfası) performansı nedir?”
gibi sorulara bu aşamada cevap bulunmaya çalışılır. Arama sonuçlarının listelendiği
sayfa olan SERP sıralamasını manipüle ederek kendi blogunu ilk sıraya çıkartmak isteyen blog sahibi, SERP optimizasyonunu da
yapmak zorundadır. Mesela linkte yer alan
“/?p=2142” şeklindeki bir URL yapısı yerine
“/kategori/baslik-ismi.html” tarzı bir URL
yapısı, sıralamanıza daha olumlu şekilde etki
edecektir.
Ölçme ve değerlendirme aşamasından
sonra, elde edilen tecrübeler sürece dâhil edilerek tekrar yeni ay için planlama çalışmaları başlanır. Bu, blog sahibini sürükleyen sonsuz bir döngüdür.
Sonuç
Yaşadığımız çağda basılı yayın organları ve televizyon gibi görsel yayın organlarıyla
herkese ulaşılamadığı görülmektedir. Ancak
öyle bir araç var ki hemen herkese ulaşmayı mümkün kılmakta: “Bloglar”. Çünkü herkesin elinde internete bağlı akıllı telefonlar
bulunuyor. Herkesin Linkedin, Facebook ve
Twitter gibi sosyal ağlarda hesapları mevcut.
Blog hazırlanarak sosyal ağlarda paylaşıldığında herkese ulaşmak mümkün.
Wordpress’te hazırlanan bloglar, artık akıllı telefonlardan da okunabilecek formatlar da
içermektedir. Blogların diğer medya araçlarından bir farkı da etkileşimli olmasıdır. İsteyen kişi, yazıya yorum yazabilmekte ve katkı
sağlayabilmektedir. Bloglar, bugün kişilerin,
şirketlerin ve kurumların vazgeçilmez bir
aracı haline gelmiş ve pazarlamanın şeffaf bir
aracı görüntüsü almıştır. Çağımızda herkes,
bloglar sayesinde yazar haline gelmiştir. İnsanlar hem öğreniyor, hem de öğrendiği bilgilere kendi görüşlerini de ekleyerek yeniden
yayınlama imkânı sağlıyor. Yoksa sizin hâlâ
bir blogunuz yok mu?
mayıs 2014
111
112
mayıs 2014

Benzer belgeler