Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7

Transkript

Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
1
Linç girişimleri, neoliberalizm ve güvenlik devleti
Zeynep Gambetti
Bu yazõda çözülmeye çalõşõlacak olan sorunun ilk öğesi, Türkiye’de son iki yõlda linç
ve toplumsal şiddet olaylarõnda belirgin bir sayõsal artõşõn meydana gelmiş olmasõdõr. Siyasal
içerikli linç girişimleri, son dönemde en yoğun olarak 2005 Nevruz kutlamalarõ sõrasõnda
bayrak yakma iddialarõndan sonra başladõ ve 1.5 yõl içinde basõna yansõyan 30 kadar linç
girişimi meydana geldi.1 Bunlarõn çoğunluğu Kürtleri ve solcularõ hedefliyordu. Bunun
yanõsõra 6-7 Eylül olaylarõnõn 50. yõldönümünde açõlan bir fotoğraf sergisinin ve bunun
ardõndan TESEV raporunun açõklanmasõ için düzenlenen bir toplantõnõn basõlmasõ; yazarlara
ve gazetecilere karşõ açõlan davalar; eşcinsel ve transseksüellerin gösteri yapmaktan tehditlerle
alõkoyulmalarõ gibi saldõrgan davranõşlarla örülmüş bir gerginliğin varlõğõ, en azõndan
medyanõn yansõttõğõ bir gündem halini geldi.
Sorunu karmaşõklaştõran ikinci durum ise, hemen hemen aynõ zamanda Batõ’da da
toplum bekçiliği (vigilantism2) ve güvenlik gerekçeli şiddetin artmõş olmasõdõr. A.B.D.’de 11
Eylül sonrasõ bayrak furyasõnõ ve Campus Watch gibi toplum bekçiliği pratikleri
Türkiye’dekilerle birebir örtüşmese de, benzerlikleri hiç dikkate almamak da ciddi analitik bir
hata olur. Türkiye tarihi ve kurumsal yapõsõ itibariyle Batõ demokrasilerinden farklõ olabilir,
fakat muhalif söylemlerin bastõrõlmasõ burada da, orada da, oldukça yeni, alõşmamõş
yöntemler aracõlõğõyla gerçekleştirilmektedir. Bunu gözardõ edip Türkiye’deki linç ve bekçilik
olgusunu salt ulusal dinamiklerle açõklamak yetersiz kalacaktõr.
Üçüncü bir sorun ise, Türkiye ekonomisinin neoliberal kürelleşme girdabõna kapõlan
birçoklarõ gibi, bunun toplumsal etkilerine maruz kalõyor olmasõdõr. Neoliberalizm, “resmi
devlet aygõtõnõn parçasõ olmayan ve şirket mantõğõyla hareket eden özerk yönetim birimleri
aracõlõğõyla tahakküm ve düzenleme alanlarõnõ çoğaltõr” (Gupta ve Sharma, 2006: 277). Aynõ
zamanda eşitsizlik zeminini de genişletir: metropollerin etrafõnda giderek büyüyen
varoşlardan, özellikle tarõmda gelir kaynaklarõndaki artan güvensizliğe; temel hizmetlerinde
(elektrik, su, doğal gaz) özelleştirme güdümlü fiyat artõşlarõndan, çokuluslu şirketler ile alt
1
Bunlarõn hepsinin “linç girişimi” olarak adlandõrõlmasõnõn sebebi, bir olay dõşõnda (3 Eylül 2006’da İsmailağa
Cemaati imamõnõ bõçaklayan saldõrganõn camide katledilmesi) ölümle sonuçlanmamõş olmalarõdõr.
2
Vigilantism, kanuni yetkisi olmayan sivil halkõn, yani devletin resmi kolluk kuvvetlerinin ve yargõ
mekanizmasõnõn bir parçasõ olmayanlarõn, toplumsal düzeni sağlamaya çalõşma faaliyetlerini ifade eder. Gönüllü
bekçilikten infaz memurluğuna kadar çeşitli şekillere bürünen vigilantism’i Türkçe’ye “toplum bekçiliği” veya
“toplumsal bekçilik” olarak çevirmek yerinde olur.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
2
sõnõf arasõndaki rekabete kadar (çöp toplayõcõlõğõ buna bir örnek teşkil eder). Fransõz
banliyölerinin gözler önüne serdiği gibi, bunlarõn doğurduğu şiddet patlamalarõndan Batõ da
payõnõ almaktadõr.
O halde, Türkiye’deki linç girişimlerinin birçok ülkede gözlemlenen gergin gidişat ile
nasõl ilintili olabileceği sorusu sorulmalõdõr. Bu gerginliği, artõyor veya azalõyor olmasõ
sorusundan bağõmsõz olarak ele alarak çözümlemek gerekir. Burada çözümlemeden kasõt, linç
girişimleri ve toplumsal şiddeti bir veya iki temel sebebe indirgeyerek açõklamak değil, yani
basit nedensellik ilişkileri kurmak değil; bunlara zemin hazõrlayan konjonktürün yapõsõnõ ve
olasõ etkilerini tespit etmektir. Türkiye'de, özellikle 1980 darbesinden beri, sõkõyönetim,
olağanüstü hal, ulusal güvenlik, "düşük yoğunluklu savaş", Kürt sorunu ve islami rejim
tehdidi gibi şiddet altyapõsõ içeren söylem ve pratikler neredeyse süreklilik arzetmektedir.
Buna anayasadan başlamak üzere tüm yasalarda ağõrlõklõ olarak yer alan yasaklar, emekçi
sõnõfõn sendikalarõyla ve haklarõyla beraber sindirilmesi, artan polis yetkileri gibi birçok
baskõcõ politikayõ da eklemek gerekir. 12 Eylül'ün düzen ve istikrarõ sağladõğõ iddiasõ, darbe
öncesindeki toplumsal şiddetin yerini devlet şiddetinin aldõğõ gerçeğini gizler. 1970'li yõllarõn
kanlõ çatõşmalarõna son verdiği gerekçesiyle meşrulaştõrõlan darbe, daha kurumsal ve sembolik
şiddet türlerini günlük hayatõn bir parçasõ haline getirmiş, bir kuşağõn tamamõnõ bu pratik ve
söylemlerle yetiştirmiş, yoğurmuştur. Yönetimin sivillere devredilmesinin hemen akabinde
ortaya çõkan PKK tehdidi ise, ordunun siyaset sahnesinden çekilmemesinin yolunu da
açmõştõr. Geçmişiyle bir türlü yüzleşemeyen bu siyasal kültürün yakõn dönem hafõzasõnda
bastõrõlan en ciddi şiddet olaylarõ olan 12 Eylül ve Güneydoğu’daki 15 yõllõk savaş hala dile ve
bilince gelememektedir.
Buna rağmen, şu tesbiti yapmak önemlidir: linç girişimleri, Güneydoğu'da savaşõn
hõzõnõ kaybettiği bir döneme rastlar. Bunun yüzeydeki nedenleri, siyasal parti liderleri ve
şahin gazetecelerin çok defa işaret ettikleri gibi, Avrupa Birliği ile ilişkilerdeki hayal kõrõklõğõ,
AKP hükümetinin iradesizliği, “halkõn sabrõnõn taşmasõ” olabilir. Hiç kuşkusuz toplumsal
şiddet, artan milliyetçi aidiyet biçimleriyle veya çarpõk ekonomik düzenin psikolojilerde
yarattõğõ bozukluk ile de açõklanabilir. Milliyetçilik, 1980’den bu yana sağ-sol eksenini kesen,
devlet aygõtlarõ tarafõndan doğrudan aşõlanan ve yeniden üretilen bir ideoloji olarak, hakim
dilin ve politik ufkun üzerinde ipotek kurmuştur. Serbest piyasa ekonomisine geçiş ise, gelir
gruplarõ arasõndaki aralõğõ açmõş, geleneksel dayanõşma ve yardõmlaşma ağlarõnõ çözmüş,
dengeleyici unsurlarõn eksikliğinde, başta emekçi ve çiftçiler olmak üzere birçok kesimi
piyasa mekanizmasõnõn rekabetçi şartlarõna teslim etmiştir.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
3
Ancak siyaset bilimi literatüründe “savaş sonrasõ şiddet” olarak adlandõrõlan olgu, salt
iç dinamikler üzerinden, salt Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde kalarak ve biraz da bu tarihin
“nevi şahsõna munhassõr” olduğu varsayõmõ üzerinden yapõlacak değerlendirmelerin bir
noktadan sonra yanõltõcõ olacağõna işaret eder. Savaş yaşamõş toplumlarda (örneğin Kuzey
İrlanda, Sri Lanka, Güney Afrika), şiddetin bir norm olarak içselleştirmesi, bir “şiddet
kültürünün” ortaya çõkmasõ sözkonusudur, ki bunun en belirgin tezahürlerinden biri linç
girişimleri ve galeyanlardõr. Farklõ ülkeler üzerine yapõlan incelemelerde, toplumsal ya da
kişilerarasõ sorunlarõn çözümünde, günlük hayatõn yarattõğõ sõkõntõlarla baş etmede “normal”
bir yöntem olarak şiddetin kullanõlagelmesi, savaş sonrasõ dönemlere tekabül eder. Başka bir
deyişle şiddet, iktidar ve statü kazanmanõn meşru bir yolu olmuş, kanõksanmõş ve makbul
değerler dağarcõğõnda yer edinmiştir.
1980’lerin başõndan beri dünyada ve Türkiye’de toplumsal tahayyüller arasõnda yer
edinen bir başka değer ise piyasadõr. “Benim memurum işini bilir” önermesinin altõnda yatan
“kişisel başarõ uğruna her yol mübahtõr” zihniyeti, her türlü usulsüzlüğü (hayali ihracat, rüşvet
ve hortumculuk) teşvik edebileceği gibi, aynõ zamanda – ve daha geniş toplum kesimleri
açõsõndan bakõldõğõnda belki de daha belirgin olarak – bireysel girişim ve insiyatifi hakim
değer haline getirmektedir. Neoliberalizmin işlerliğini sağlayan ideoloji ve pratikler
bağlamõnda ele alõndõğõnda, memur örneği pek de tesadufi değildir: konumu gereği geçimini
devlet sayesinde sağlayan memurun devletten bağõmsõzlaşmasõ, kendi başõnõn çaresine
bakmasõnõ öğrenmesi, yani devlet dõşõndan gelir üretmesi, 24 Ocak kararlarõyla başlayan ve
kamu reformu yasalarõna kadar uzanan süreçte, patolojik olmaktan çõkmõş, norm haline
gelmiştir. Özelleştirme süreci, devletin hizmet alõmlarõndan çekilmesi, eğitim ve sağlõk
alanlarõnõn piyasaya devredilmesi, sözleşmeli personel uygulamasõ, rekabeti ve verimliliği
kõstas alan “toplam kalite yönetimi” gibi uygulamalarõn3 sonucunda memur, ya doğrudan özel
sektör personeli, ya da piyasa koşullarõna tabi tutulan devlet personeli olmak üzeredir.
Ben bu yazõda, herkesin devlet dõşõ alana – “sivil” toplum alanõna – itilmesi olarak
değerlendirilen bu gidişatõn, tam tersine, herkesin iktidar alanõna çekilmesi olduğunu iddia
edeceğim. Türkiye’deki linç girişimleri bu paradoksu anlamak açõsõndan son derece
elverişlidir. Bir çeşit sivil insiyatif veya girişimcilik olarak da görülebilecek olan bu toplumsal
şiddet türü, devlet/sivil toplum arasõndaki mesafenin fiilen ortadan kalktõğõna, "memur
vatandaş" veya "polis vatandaş" öznelliklerinin oluştuğuna işaret eder. Bu yüzden şiddet,
3
Bunlarõn arasõnda özellikle, İl Özel İdaresi, Mahalli İdareler, Belediyeler, Personel Rejimi ve İş Yasalarõnda
yapõlan düzenlemeleri saymak gerekir.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
4
iktidar tarafõndan belirlenen ideolojik faylar üzerinden patlamakta; iktidara karşõ değil, iktidar
içinden tezahür etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine has özelliklerini yadsõmadan – aksine, bunlar
temelinde yapõlacak incelemelerin de linç girişimleri ve toplumsal şiddet dinamiklerine õşõk
tutacağõnõ kabul ederek – bu yazõda vurgulanacak noktanõn farklõ olduğunu belirtmem gerekir.
Devlet, ekonomi ve sivil toplum üçlüsü arasõnda kurulacak ilişkiler, girift ve karmaşõk bir
tablonun farklõ öğelerinin birbirleriyle nasõl bir etkileşim içerisinde olduklarõ gösterilmek
suretiyle ortaya çõkabilir ancak. Sivil toplumun “İkinci Uyanõşõ’nõn güçlü büyüsü” (Comaroff
ve Comaroff, 200: 331) piyasanõn egemenliği imi altõnda gerçekleşiyor olabilir gerçekten;
ancak bunu devlete karşõ halk, hükümet iktidarõna karşõ piyasa güçleri, yurttaşa karşõ müşteri
ikilemleriyle anlamanõn koşullarõ henüz oluşmamõştõr. Bush yönetiminin 11 Eylül sonrasõ
politikalarõ örneğinde görüldüğü gibi, yönetimsellik çağõnda devletin egemen refleksleri yok
olmamõş (Gambetti ve Güremen, 2005), tam tersine devlet-ekonomi-sivil toplum üçlüsünün
kenetlenmesine yol açacak şekilde güçlenmiştir. Devletin işlevlerinin özelleştirilmesi,
paradoksal olarak, devlet ile sivil toplum arasõndaki mesafenin azalmõş olduğunu gösterir.
Kuramsal anlamda burada sözkonusu olan, Leviathan’dan Behemoth’a geçiştir.4 Beriki
devlet, ekonomi ve toplumun tamamõnõ betimleyen yapõsal şekilsizliğin imgesidir. Franz
Neumann (1987), Behemoth figürünü Nazi Almanya’sõnõn devlet yapõsõnõ açõmlamak için
kullanmõştõ. Modern devlet özel ile kamusalõ, devlet ile sivil toplumu, yasal olan ile olmayanõ
net bir biçimde ayrõştõrmaya çalõşõrken, Behemoth figürünün betimlediği toplumsallõkta,
bunlar yeniden birbirlerine karõşmakta, sõnõrlar ortadan kalkmakta ve amorf bir yapõ vücut
bulmaktadõr. Ben burada, linç girişimlerinin bu geçişin göstergelerinden biri olduğunu iddia
edeceğim.
I. Savaş sonrasõ şiddet olgusu ve “şiddet kültürü”
Adõ konmamakla, araştõrma konusu edilmemekle, toplumsal hafõzadan sürekli
bastõrõlmakla beraber, Türkiye 15 yõl kadar uzun bir süre bir iç savaş yaşadõ. Bunun etkilerini,
cumhuriyetin kuruluşundan beri varolan militarist ideolojiyle anlamak mümkün değildir. “Biz
bize benzeriz” mantõğõ terkedildiğinde, Türkiye’deki linç girişimleri ile uzun süren savaş ve
4
İngiliz düşünürü Hobbes modern devleti tanõmlamak için Leviathan metaforunu, yani mitolojideki tek kafalõ,
binlerce kol ve bacaklõ canavarõ seçmişti. Bu temsile göre devlet, tek bir merkezi yönetim altõnda toplanan
hukuki ve idari bir yapõ olarak tasvir ediliyordu. Hobbes’un devleti, çoğulluğa (kollar, bacaklar) rağmen belirgin
bir biçimi ve hareket yönü olan bütünlüklü bir yapõydõ. Neumann’õn Behemoth’u ise, bunun tam tersine, amorf,
sabit bir yapõsõ olmayan, müphem ve kaypak bir devleti anlatõr.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
5
silahlõ mücadele deneyiminden geçmiş toplumlarda çok sõk ortaya çõkan “savaş sonrasõ
şiddet” olgusu arasõnda büyük paralellikler olduğu göze çarpar.
Dünyadaki farklõ örneklerden yola çõkõlarak (Mozambik, Kuzey İrlanda, Sri Lanka,
Güney Afrika) yapõlan çalõşmalar göstermektedir ki, barõş anlaşmalarõ ve ateşkeslern sonra
toplumsal şiddet olgusu başgösterir. Milliyetçiliğin artõyor veya azalõyor olmasõndan bağõmsõz
olan bu durum, adi suç oranlarõnda belirgin bir artõş olarak tezahür edebileceği gibi, birçok
ülkede toplum bekçiliği ve toplu galeyanlara (mob violence) sebep verir. Literatürde “şiddet
kültürü” olarak geçen bu durum, şiddetin günlük hayatta ortaya çõkan sorunlarõ ve kişiler arasõ
ilişkileri düzenleme ve çözme yöntemi olarak kabul görmesi olarak tanõmlanõr (Steenkamp,
2005: 254). Salt söylemsel bir analizle yetinmekle kalmayõp, böylesi bir kültürün
yaratõlmasõnda bilfiil savaş pratiklerinin etkisini görmek gerekir.
Örneğin, 1994 ateşkes anlaşmalarõnõn ardõndan Kuzey İrlanda’da õrkçõ, homofobik ve
sekter saldõrõlarõn arttõğõ, şiddet türlerinin çeşitlendiği ve savaş döneminde yaşananlardan çok
daha geniş tabanlõ isyan ve galeyanlarõn meydana geldiği gözlemlenmiştir. Ateşkese rağmen
İrlanda’da paramiliter örgütler, çok daha düşük yoğunlukta da olsa, eylemlerini ara ara
sürdürmüş, tam olarak silahlanmamõş ve dolayõsõyla barõş tam anlamõyla tesisi
sağlanamamõştõr. Türkiye için de aynõ durumun sözkonusu olduğu not edilmelidir. İrlanda’da
hakim kültüre içkin olan fiziksel gücün yüceltilmesi, 30 yõl süren ve bir kuşağõn tamamõnõ
kapsayan iç savaşla pekiştiğinde bir “şiddet kültürü” ortaya çõkmõştõr (Jarman, 2004: 435).
Gerek hane içi şiddet, gerekse anti-sosyal olarak nitelendirilen faaliyetlerde (uyuşturucu
trafiği, hõrsõzlõk, silahlõ soygun, mala zarar verme) artõş kaydedilmiştir. Organize suçun
artmasõnõn yanõsõra, şiddet olaylarõnõn kamuoyunun dikkatini daha fazla çekmesi de
sözkonusudur. Üstelik, savaşta oluşmuş kutuplarõn barõş döneminde de birbirleriyle olan
çekişmeleri sürmektedir. Bu çekişmelerin, sembolik kõlõflara bürünmesi ise dikkat çekicidir:
taraflar, gösteri yürüyüşleri ve kutlama törenleri üzerinden birbirleriyle zõtlaşma içine girmeye
devam etmektedirler (Jarman, 2004: 424-425). Kutlamalar, geçmiş yõllarõn silahlõ
mücadelesinin sembolik uzantõlarõ olarak yaşanmaktadõr. Burada sözkonusu olan durum,
savaşõn kültürel pratiklere tercüme edilmesi, yani bir çeşit savaş taklidi olarak adlandõrõlabilir.
Türkiye’de ise benzeri bir durum Nevruz kutlamalarõ açõsõndan sözkonusu oldu. Hükümet
1991’de “Newroz”u Nevruz olarak Türkleştirerek resmi bayram ilan etti. 2000 yõlõnda
Cumhurbaşkanõ Süleyman Demirel ve Başbakan Bülent Ecevit Nevruz’un kardeşlik anlamõna
geldiğini söyleyen beyanlarda bulundular. Bir ertesi yõl Kültür ve Eğitim Bakanlõklarõ Orta
Asya Türki Cumhuriyetleri’nden folklor gruplarõ getirdiler. 2002’de Emniyet Teşkilatõ
okullarda dağõtõlmak üzere bir Nevruz kitapçõğõ bastõrdõ. Nevruz aslõnda bir Orta Asya Türk
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
6
geleneğiydi ve hatta aşõrõ milliyetçiliğin sembolleri olan Bozkurt ve Ergenekon destanõyla
ilişkiliydi.5 Dolayõsõyla, Nevruz’un anlamõ gerek Türkler, gerekse Kürtler için farklõlaştõ ve 21
Mart bir karşõlõklõ çekişme gününe dönüştü.
İrlanda’ya kõyasala Guatemala’da ise silahlarõn susmasõndan sonra ortaya çõkan şiddet
ise daha çok linç biçimini almõştõr. Ülkede yaşanan 36 yõllõk iç savaşta dahi görülmemiş bir
düzeye fõrlayan toplumsal bekçilik pratikleri, yoğunluklu olarak, askeri yönetimden sivil
yönetime geçildiğinde ortaya çõkmõş ve 1996 barõş anlaşmalarõnõn akabinde artmõştõr. Mağdur
eden ile edilen arasõndaki farkõ ortadan kaldõran bu pratikler, Guatemala’da devlet şiddetinin
varolan sivil toplum örüntüsünü ne denli hasara uğrattõğõnõn bir göstergesidir. 1996’dan sonra
Guatemala’daki suç oranõ, Latin Amerika ülkelerinde genelindeki suç oranõnõn iki katõndan
fazlasõna çõkmõştõr (Godoy, 2002: 644). Ancak Guatemala ile Türkiye arasõndaki fark,
Guatemala’da linç girişimlerinin savaşõ doğrudan yaşamõş olan topluluklar tarafõndan
gerçekleştiriliyor olmalarõdõr. Türkiye’deki koruculuk sistemine benzer bir mantõkla
silahlandõrõlan yerli halk, savaş yaşamõş bölgelerde işlevsiz hale gelen yargõnõn yerine popüler
bir yargõ mekanizmasõ kurmuş; adi suçlularõ canlõ canlõ yakarak veya taşlayarak öldürmeyi bir
norm haline getirmiştir. Resmi yargõ organlarõna olan güvenin savaş sõrasõnda erimesi
yüzünden halk, polisin yakaladõğõ suçlularõ bile linç etmeye kalkmakta, karakollara ya da
mahkemere saldõrmakta ve “adaleti kendi elleriyle” tesis etmeye (justicia a mano propia)
çalõşmaktadõr.
Böylesi şiddet kültürlerinin ortaya çõkmasõnda etkili olan faktörlerin sistematize
edilmesi için Steenkamp’in (2005) önerdiği şema faydalõ olabilir. Steenkamp, insanlarõn
neden şiddete başvurduğu sorusundan çok, toplumda şiddet kullanõmõnõ sürdürülebilir kõlan
norm ve değerler nasõl yaratõlõr ve kalõcõ hale getirilir sorusundan yola çõkarak, uluslararasõ,
ulusal, toplumsal ve bireysel koşullara bakmak gerektiğini savunur. Buradaki temel varsayõm,
bireysel şiddet davranõşlarõnõn, şiddeti meşrulaştõran daha geniş, makro süreçler içerisinde
teşvik edildiğidir.
En üst düzeyde, yani uluslararasõ ilişkiler alanõnda, ihtilaflarõ çözme yöntemi olarak
diyalog yerine askeri güç kullanõmõ, şiddetin bir iktidar ve kontrol mekanizmasõ olarak
işlevselliğinin altõnõ çizmektedir. Bunun yanõsõra, silahlõ gruplarõ besleyen ve gayri resmi veya
yasadõşõ yöntemlerle sürdürülen ilişki ağlarõnõn (örneğin, silah ticareti, uyuşturucu trafiği, mal
ya da insan kaçakçõlõğõ) bir nüfuz edinme yolu olarak şiddeti meşrulaştõrmaktadõr. Bu noktayõ
daha sonra ele alacağõm.
5
Hürriyet, 5 Mart 2002.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
7
Ulusal düzeyde ise, devletin kendi pratikleri vatandaşlarõn şiddeti benimsemesinde
kilit rol oynar. Özellikle iç savaşta devlet, kendi uyguladõğõ şiddeti gerekçelendirmek ve
meşrulaştõrmak durumundadõr. Barõş dönemlerinde cezalandõrõlacak olan şiddet eylemleri
savaş esnasõnda yüceltilir. Yasa-üstülük ve hatta yasadõşõlõk kusur olmaktan çõkar, vatana
hizmet etme, kahramanlõk, fedakarlõk olarak temsil edilir (Türkiye’de Çatlõ örneğinde olduğu
gibi). Savaş döneminin belirgin bir pratiği, toplumun savaşõn gerektirdiği özveriyi
içselleştirmesi için resmi kuruluşlar ve kanaat önderleri tarafõndan verilen demeçlerdir.
Toplumun kültür ve kimliğini şiddet pratikleri etrafõnda yeniden inşa etmek, şiddet
kullanõmõnõn sindirilmesini ve kabullenilmesini sağlamak amacõyla gerekli görülür. Bu
amaçla, kollektif hafõzanõn oluşumunda etkili olan resmi söylemler, devletin kuruluş
aşamalarõnda kullanõlmõş olan şiddeti (örneğin, kurtuluş veya bağõmsõzlõk savaşlarõnõ) sürekli
ön plana çõkarõr ve överler (Steenkamp, 2005: 260). Aidiyet hislerini güçlendirmek ve geçmiş
şiddeti kanõksamak amacõnõ güden demeçler, barõş döneminde de sürebilir. Burada önemli
olan, devletin bunu haklõ veya haksõz gerekçelerle yapmõş olmasõ değil, yapmõş olmasõnõn
toplumsala etkisinin ne olduğudur.
Söylemi destekleyen ve pekiştiren pratiklerden bir tanesi, yasalarõn askõya alõnmasõ
veya bizzat devlet tarafõndan delinmesidir. Bu, hukuğun değerini ve saygõnlõğõnõ azaltõr.
Etkinliği olmayan bir ceza sistemi, bireylerin haklarõnõ koruyamayan bir adalet mekanizmasõ,
yetersiz hakimiyet ve irade yüzünden hak ihlallerini kanun önüne getiremeyen bir kolluk
mekanizmasõ, sivil halkõn resmi adalete duyduğu güven ve saygõyõ ciddi ölçüde azaltõr
(Steenkamp, 2005: 259). Buna devletin kendi ihlallerine muafiyet veya dokunulmazlõk
tanõyan yasa veya uygulamalar da eklenince, şiddet kullanõmõnõn cezalandõrõlmayacağõ fikri
kanõksanmõş olur.
Ancak bundan da önemlisi, devletin kolluk güçlerine (ordu, jandarma, polis, özel tim)
verdiği olağanüstü yetkinin, savaş sürdükçe, aşõrõ şiddet uygulanmasõnõ “özendiren” (en
azõndan haklõ kõlan) bir hal almasõdõr. Güney Amerika üzerine yapõlan çalõşmalarda sõkça
tekrarlanan bir ifade, devletin “gerilla balõğõnõ yakalamak uğruna gölü kurutma” pratikleri ifa
etmiş olduğudur (Godoy, 2002: 642; Burt, 2006: 39). Bununla işkence, kayõplar, faili meçhul
cinayetler, köy boşaltma ve yakmalar6 kastedilmektedir. Barõş döneminde ise kolluk güçleri,
kendilerine tanõnan bu olağanüstü “hak”lardan mahrum bõrakõlmalarõna karşõ direnç gösterme
eğilimi içine girebilirler. Düzeni korumak adõna aşõrõ şiddete başvuran devlet, özellikle
ordunun siyasette ağõrlõklõ bir yeri varsa, toplumu ayrõca militarize etme yöntemine başvurur.
6
Bunlar “yanmõş toprak” (scorched earth) ifadesiyle anõlmakta.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
8
İç savaş zaten, esas itibariyle, devletin şiddet tekelini yitirdiğinin bir göstergesidir; toplumda
başka bir grup ya da örgüt bu hakkõ kendine intikal ettirmiştir çünkü. Toplumun her köşesine
nüfuz edemeyen devlet, bu defa sivil halkõ askerleştirerek kendini savunma yöntemine
başvurur. “Şiddet tekelinin devri” olarak da tanõmlanan bu hak intikali, çatõşma yaşayan
toplumlarõn bazõlarõnda koruculuk sistemine benzer sistemler oluşmasõna yol açmõştõr.
Genelde köylülerin silahlandõrõlmasõna gidilir. Yani devlet, bu iş için eğitilmemiş, yeterli
donanõm ve yönlendirmeye sahip olmayan, denetim ve gözetim mekanizmalarõna tabi
tutulamayan sivillere güç ve şiddet kullanõmõnõ kendi elleriyle devretmiş olur (Steenkamp,
2005: 258-259). Özellikle iç savaş veya düşük yoğunluklu çatõşmalar, asker ile sivil ayrõmõnõ
belirsizleştirme ve şiddeti topluma yayma anlamõnda daha etkilidir. Guatemala’da ordu, savaş
boyunca, yerel cemaat önderlerini fiziksel olarak ortadan kaldõrmaya çalõşmõştõr. Sendika
liderleri, Katolik grup başkanlarõ, öğrenci önderleri ve toplumsal adaleti savunan diğer tüm
örgütlerin başõndakilere karşõ yürütülen kampanyalar, süreç içerisinde, gerilla ile sivil halk
arasõnda hiçbir ayrõm yapõlmamasõ sonucunu doğurmuş, tüm yerlilerin potansiyel suçlu ve iç
düşman sayõlmasõna yol açmõştõr (Godoy, 2002: 646). Etkisizleştirilen cemaat önderlerinin
yerini devlet eliyle silahlandõrõlan korucular almõştõr. Koruculuk sistemi, Latin Amerika’daki
iç savaşlarda sõkça başvurulan bir yöntemdir. Peru’daki rondas campesinas, Guatemala’daki
patrullas de autodefensa civil gibi sistemlerin en büyük etkisi, “böl ve yönet” stratejisine
hizmet etmiş olmalarõdõr (Godoy, 2002: 648; Burt, 2006: 38). Yerel cemaatler içinde aidiyet
duygularõnõ bozan, dayanõşma, yardõmlaşma ve karşõlõklõ güveni yõkan, imkansõz hale getiren
bu uygulamalar, nihai olarak korku politikalarõnõn sivil halk üzerindeki etkisini pekiştirmiştir.
Guatemala’daki savaş üzerine yazõlan şu satõrlar, bu açõdan çok anlamlõdõr:
O halde Guatamela’daki savaşõn en kalõcõ etkisi, uzun mağdur listeleri veya
yüzlerce işaretlenmemiş mezardan ibaret olmayabilir. Bu etki, geride hiçbir
görünür iz bõrakmamõş olan birşeyde yatõyor olabilir: parçalanan cemaat bağlarõ,
güven ve anlam örgülerinde (Godoy, 2002: 648)
Siyasi otoritenin barõş dönemindeki edimleri de şiddetin normalleşmesinde önemli rol
oynar. Savaşõn yaralarõnõ sarmakta geciken, fiziksel altyapõya öncelik tanõyõp bireylerin ve
toplumsal dokunun aldõğõ yaralarõ gözardõ eden hükümetler, çaresizlik hissinin artmasõna yol
açabilir. Yapõsal şiddet olarak da adlandõrõlan ekonomik eşitsizlik ve mağduriyetleri
giderememek de bu durumu pekiştirir, güvensizlik ve korkunun özellikle alt gelir gruplarõnda
hakim duygu olarak yerleşmesine yol açar (Steenkamp, 2005:260). Guatemala’da ordu ve
devletin kolluk güçlerinin yüzlerce köyü haritadan sildiği bölge, aynõ zamanda, ülkenin en
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
9
yoksul ve dõşlanmõş bölgesidir. Yerel halk, ekonomik zorunluluk yüzünden kõyõ
bölgelerindeki büyük tarõm işletmelerinde hasat döneminde sezonluk işçi olarak çalõşmak
yoluyla geçimini sağlamaktadõr. Toplumsal düzlemde incelendiğinde, ailelerin ve geleneksel
ilişki ağlarõnõn, gelir kaynaklarõnõn zorunlu göç ve ölümler yüzünden yokolmasõ, sadece
istikrarsõzlõk ve güvensizlik yaratmakla kalmaz, genç kuşaklarõn kurumsallaşmõş bir toplumsal
yaşam içinde kendilerine bir yer edinmelerini de engeller. Şiddet, özellikle genç kuşaklar için
bir grup içerisinde statü kazanmanõn yöntemi haline gelebilir. Araştõrmalar gösteriyor ki, barõş
anlaşmalarõndan sonra insanlarõn daha fazla güvenlik umutlarõ gerçekleşmedikçe, kendini
koruma yöntemi olarak şiddeti meşru görmeye başlarlar (Steenkamp, 2005: 264-265). Toplum
bekçiliğinin tabanõ böyle oluşur.
Türkiye açõsõndan linç girişimlerini anlamakta açõklayõcõ olan bir diğer faktör ise,
toplumda bir grubun devlet söylem ve pratikleri aracõlõğõyla meşru hedef haline getirilmiş
olmasõdõr. İç savaş yaşayan diğer ülkelerde de (örneğin Kuzey İrlanda, Güney Afrika)
genellikle etnik, dini veya õrksal bölünmeler sonucunda bazõ gruplarõn “içeridekiler” (bizden),
diğerlerinin “dõşarõdakiler” (onlardan) olarak damgalanmasõ sözkonusudur. Hakim grup,
kendi kimliğini tanõmlamak ve sõnõrõnõ çizmek adõna pratik ve söylemlerini bu bölünme
ekseninde yeniden örgütler ve kurar. Toplumsal şiddet, gerek cemaat bağlarõ çöktüğü zaman,
gerekse bunlarõn tehdit algõlarõ karşõsõnda güçlendirilmesine gereksinim duyulduğu zaman
ortaya çõkabilir (Steenkamp, 2005:263).
Ne var ki, Türkiye’de şiddet, varolan düzene ve iktidara karşõ değil, bu düzenin temel
varsayõmlarõna (ve hatta bazen farklõ retorik ve pratikler altõnda özenle gizliyor olduklarõna)
sahip çõkan bir biçimde vuku buluyor. Şiddetin failleri, savaşõ doğrudan deneyimlemiş
kesimler olmadõklarõ gibi, linç girişimlerinin üç tanesi hariç neredeyse tamamõ savaşa sahne
olan bölgeden uzakta meydana geldi. Şiddet, adi suçlarõn patlamasõna da yol açmamõşa benzer
(genel bir artõş olduğu doğru olabilir, ama toplumsal ve kentsel yaşamõ sekteye
uğratmamõştõr). Güney Afrika’da toplum bekçiliği, adi suçlarõ önlemek üzere oluşturulan
yurttaş girişimleri şeklini alõr (Burr ve Jensen, 2004). Oysa Türkiye’de toplumsal şiddet daha
çok literatürde “rejim şiddeti” (establisment violence) olarak tabir edilen türe yakõndõr
(Rosenbaum ve Sederberg, 1974).
Provokatif de olsa, linç girişimlerini bir sivil toplum insiyatifi veya bir tür faillik
(agency) olarak görmek mümkündür. Kolluk güçleri, yerel güç odaklarõ, ekonomik eşitsizlik
ve tarõmsal dönüşüm yüzünden baskõ altõnda kalmõş öznelerin, mağdur konumunda olmak
yerine fail olma hali olarak nitelendirilebilirler (Godoy, 2004: 623). Devletin düzen koruma
işlevinin sivil topluma intikalinin, berikinin devletleşmesi olarak nitelendirilebilecek bir
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
10
gelişmeye yol açmasõ sözkonusudur. Sivil toplum (veya bireyler) devletin ideolojik çizgileri
boyunca hizalanõrken, devletten çok devletçi oluyor, bir çeşit “artõk devlet” vuku buluyor.
Aşağõda açõmlanacak olan da budur. Savaş sonrasõ şiddetin Türkiye’de hangi noktada ve nasõl
tetiklendiğini incelemek; bunu mutat (ve değişmediği varsayõlan) bir milliyetçilik ile
açõklamaktan ziyade, neoliberal düzende “güvenlik devleti” olarak tanõmlayabileceğimiz
olguyla ilişkilendirmek önem taşõmaktadõr. Neoliberal iktidar pratiklerinin milliyetçiliği farklõ
rasyonaliteler içine çekerek nasõl dönüştürdüğüne ve nasõl yeniden kurduğuna dair göstergeler
ancak bu sayede ortaya çõkabilir. 1980 sonrasõnda ve özellikle savaşõn sürdüğü yõllarda hakim
ideoloji haline getirilen milliyetçilik, 2000’li yõllarda ise, bir taraftan neoliberal toplumsal
öznelliklere eklemlenlenirken, diğer taraftan devletin yapõsõndaki radikal neoliberal
dönüşümlerin kõlõfõ haline gelmektedir.
II. Toplumsal şiddet: 21 Mart 2005 sonrasõ linç girişimleri
Basõna son dönemde “linç girişimi” olarak yansõyan ilk toplu galeyan, 6 Nisan 2005’te
Trabzon’da Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Dayanõşma Derneği (TAYAD) üyesi beş kişinin
bildiri dağõtmak isterken sokakta oluşan kalabalõk bir grubun saldõrõsõna uğramasõydõ. Türk
bayrağõnõn yakõldõğõ ve PKK flamasõnõn açõldõğõ söylentileri üzerine toplanan kalabalõk,
“Tecritte ölüm var” başlõklõ bildiriyi dağõtanlarõ dövmeye kalkõnca devreye giren polis,
TAYAD’lõlarõ korumaya çalõşmõş, ancak olayõ duyup gelenlerle birlikte sayõlarõ 2000’e ulaşan
kalabalõk, “Türkiye, Türkiye”, “Burasõ Trabzon, buradan çõkõş yok”, “Burasõ Mersin değil”,
“Bayrağõ yakanõ biz de yakarõz” sloganlarõ atarak, bildiri dağõtanlarõn kendilerine verilmesini
istemişti.7 Linçci kalabalõğõn içinde ülkücülerin bulunduğu basõna yansõmõştõ. Emniyet
Müdürü’nün telkinleriyle kalabalõk sakinleştirilmeye çalõşõlõrken, bildiri dağõtõlanlar gözaltõna
alõnmõş ve adliyeye sevkedilmişti. Ancak bu da öfkeyi yatõştõrmamõş olsa gerek ki, grup adliye
önüne de TAYAD’lõlarõn kendilerine verilmesi için gösteri yapmaya devam etmişti.
Hatõrlanmasõ gereken bir nokta, 6 Nisan’da cereyan eden ve 10 Nisan’da yine
Trabzon’da TAYAD’lõlarõn dernek üyelerinin gözaltõna alõnmasõnõ protesto eden basõn
açõklamasõnda da yinelenen galeyan, 21 Mart 2005’te Mersin’de Nevruz kutlamalarõ sõrasõnda
bayrak yakõlma iddialarõnõn akabinde gelişti.8
7
Milliyet, 7 Nisan 2005.
21-26 Mart arasõnda ise, basõnda fazla yankõ bulmayan birkaç münferit olay daha olmuştu. Murat Çelikkan,
Radikal, 26 Mart 2005: “DEHAP'õn Eskişehir ve Isparta il binalarõ saldõrõya uğradõ. Camlarõna 'Ya susturacağõz,
ya kan kusturacağõz,' yazõldõ. Isparta'da kapõlarõnõn önüne şüpheli bir paket bõrakõldõ. Bursa il binasõna 'Bu ülkeyi
kimse tehdit edemez, öleceksiniz! Binayõ da başõnõza yõkacağõz,' diye tehdit mesajõ asõldõ. Ülkü Ocaklarõ,
8
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
11
2005 Nevruz’unun özelliği, gösterilere katõlan çocuklardan bazõlarõnõn bir Türk
bayrağõnõ yerlerde sürükledikleri ve daha sonra yaktõklarõ iddiasõ üzerine, olaydan 2 gün sonra
bir açõklama yapan Genelkurmay Başkanlõğõ’nõn tüm ülkeyi bayraklarla donatan bir milli
sembolizm dalgasõ başlatmõş olmasõydõ. Basõn tarafõndan “son dönemde benzeri görülmeyen
sert bir açõklama”9 olarak değerlendirilen tepki şu sözlerle ifade edilmişti:
Türk milleti, engin tarihinde iyi ve kötü günler görmüş, sayõsõz zaferler yanõnda
ihanetler de yaşamõştõr. Ancak hiçbir zaman kendi vatanõnda, kendi sözde
vatandaşlarõ tarafõndan yapõlan böyle bir alçaklõkla karşõlaşmamõştõr. Savaş
meydanõnda vuruştuğu bir düşmanõn bayrağõna dahi saygõ gösteren bir ulusun,
kendi bayrağõnõn, kendi topraklarõnda, sözde kendi vatandaşlarõ tarafõndan böyle
bir muameleye maruz kalmasõ, hiçbir şekilde izah edilemez ve mazur görülemez.
Bu haince bir davranõştõr. Hem bir ülkenin vatandaşõ olmak, havasõnõ teneffüs
etmek, suyunu içmek, karnõnõ doyurmak, hem de o ülkenin en kutsal ortak değeri
olan bayrağõna el kaldõrmaya yeltenmek gaflet, dalalet ve hõyanetten başka bir
şekilde tarif edilemez. Dost ve düşman herkes şunu çok iyi bilmelidir ki; ne bu
ülkenin bölünmez bütünlüğü, ne de bu birlik ve bütünlüğün sembolü olan şanlõ
Türk bayrağõ, asla sahipsiz değildir. Başta yüce Türk Milleti olmak üzere, onun
bağrõndan çõkmõş TSK, tõpkõ atalarõnõn yaptõğõ gibi ülkesini ve bayrağõnõ koruma
ve kollamaya, bunun için gerekirse kanõnõn son damlasõnõ akõtmaya hazõrdõr,
yeminlidir. Onun vakar ve ciddiyetini, sabrõnõ yanlõş yorumlayanlara, yanlõş hesap
peşinde koşanlara, TSK'nin vatan ve bayrak sevgisini denemeye kalkõşanlara,
tarihin sayfalarõna bakmalarõnõ öneririz (vurgular bana ait).
Daha öncekilere kõyasla aşõrõ sert olan bu açõklama, “dünyayõ yaratmak” açõsõndan gerçek
anlamda performatif idi.
10
Hedef ve öncelikleri yeniden belirleyecek, tek bir beden olarak
“millet”in niteliklerini tayin edecek ve geçmişini, bugününü ve geleceğini tanõmlayacak bir
biçimde söylemsel alanõ yeniden düzenliyordu. Silahlõ Kuvvetler’i milletin organik parçasõ
Mersin'den sonra Ankara'da da gösteriler yaptõ. [...] Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü'nde bir grup
ülkücünün, Türkiye Komünist Partili öğrencilere saldõrdõğõ açõklandõ. Dört TKP'li öğrenci yaralandõ. TKP'li
öğrenciler, olayõ 'kamuoyunda geniş yer bulan milliyetçi hezeyanõn sonucu olarak' değerlendirdi. Eski Çağdaş
Hukukçular Derneği Başkanõ ve eski İzmir Barosu yöneticilerinden avukat Nedim Değirmenci, kapõsõnõn
yanõnda bulunan bir afişin yõrtõlmasõ bahane edilerek ülkücü olarak bilinen kişilerce saldõrõya uğradõ. Çenesi ve
dişleri kõrõlan Değirmenci ameliyata alõndõ.”
9
Milliyet, 23 Mart 2005.
10
Postyapõsalcõ tanõmdan ziyade, bu terimleri ilk kez Austin’in (1976) tanõmladõğõ ve daha sonra Warner’in
(2002) geliştirdiği özgün anlamõnda kullanõyorum. Performatif bir söylem, bir özne pozisyonuna çağõrmak ve
belirli anlamsal ve stilistik eklemlemeler aracõlõğõyla çağrõlan öznenin içinde devineceği alanõn koordinatlarõnõ
belirleyerek, “gerçeklik” algõlarõ üzerinde etki yaratõr. Dolayõsõyla, bir “dünya” kurmaya meyillidir.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
12
olarak konumlandõrõrken, millete de görev ve değerlerini “hatõrlatõyordu”. “Biz” olarak
kurgulanan milleti “yurttaş”õn karşõsõna çõkarõyor, berikine şüpheli öğe damgasõnõ vuruyordu.
Milletin bir dõşarõsõ olduğunu ima ediyor, ama dõşarõsõ olarak içeriye işaret ediyordu. Yeğen’in
(2006: 80-81) belirttiği gibi, Genelkurmay Başkanõ’nõn demeci Kürtleri “geleceğin Türkleri”
konumundan çõkarmõş, asimile olma kapasitelerine olan umudun söndüğünü ifade etmiştir. Ek
olarak burada “düşman” ile “içimizdeki hain” arasõndaki fark da çok önemlidir. Düşman
belirgin bir niteliğe sahipken, içimizde olan “yabancõ” (stranger), farklõ “öğeleri kategorize
etme suretiyle belirsizlik ve muğlaklõğõ azaltmaya meyil eden (modern) düzenlemeleri sarsar,
çünkü müphemlik ifade eder” (Huysmans, 1998: 241).
Eklenmesi gereken bir diğer husus, bu söylemin düşmanõ (yani PKK’yõ) toplumun tüm
dokusuna yayarak dağõtmõş ve belirginsizleştirmiş olmasõdõr. Kürdün “sözde vatandaş” –
bizden biri olduğu halde otoriter değer dağõlõmõndan payõnõ almamõş olduğu için dõşõmõzda –
olarak müphemleşmesi tehdit algõsõnõ da genele yayar. Tehlike artõk belirgin bir kimliğe sahip
değildir; her yerden ve herkesten gelebilir. Bu müphemliğin iki temel etkisi vardõr: devletin
kimlik tesisinde belirleyici merci olmasõnõn önündeki engelleri kaldõrõr. Kimlik, basit bir
denklem haline gelir: devlet taraftarõ olanlar organik bütünün parçasõdõrlar; devlet şu ya da bu
şekilde karşõ olanlar veya onu eleştirenler ise “yabancõ”. Dolayõsõyla, hainliğin müphemleştiği
bir toplumda, yegane kõstas, odak veya litmus testi devlettir. Ülkeninizi sevip sevmediğiniz,
iyiliğini isteyip istemediğiniz, kimin tarafõnda olduğunuzla belirlenir. Eğer devletin
söylemiyle örtüşmeyen bir ilerleme anlayõşõnõz var ise, “sözde vatandaş”sõnõzdõr.
Müphemliğin ikinci etkisi, toplum bekçiliğini teşvik etmesidir. Aramõzda dolaşan ve bizden
biri olduğu imajõnõ veren herkes potansiyel hain olabileceği için, “sözde” olmayan vatandaşõn
diğerlerini kollamasõ, gerektiğinde ihbar etmesi veya doğrudan müdahale etmesi gerekir.
Spencer’in (2000:123) Sri Lanka’da söylentilerin işlevine dair yazdõklarõ, adeta
Genelkurmay Başkanõ’nõn demecinin etkilerini betimler (bu demecin kendisi kati olarak tesbit
edilmiş bir olgudan hareketle değil, çocuklarõn bayrak yaktõğõ söylentileri ardõndan
verilmiştir):
[S]öylentiler dünyasõ, [...] güçlü ve güçsüzler tarafõndan fark gözetmeksizin
paylaşõlan bir ahlaki düzeni, Sinhala halkõ ve onun bu dünyadaki yeri
konusundaki bir dizi önermeyle onarmaya yaradõ; ama aynõ zamanda, onarõlan
düzeni tehlikeye sokan ve altõnõ oyan şiddet eylemlerine de zemin yarattõ (italikler
özgün metne ait).
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
13
Genelkurmay Başkanõ’nõn demecinin yarattõğõ şiddet zemini, önce bir dizi demeç ve
gösteri şekline büründü. O ana dek sessiz kalmõş üst düzey politik aktörlerin (cumhurbaşkanõ,
meclis başkanõ, başbakan, dõşişleri bakanõ, anamuhalefet partisi lideri, parti grup başkanlarõ,
bazõ milletvekilleri) her biri Mersin olayõ hakkõnda basõna demeç verip olayõ kõnadõlar.
Bayrağõn fiilen yakõlõp yakõlmadõğõ henüz kesinleşmemiş ve çocuklarõn eline bayrak veren
kravatlõ bir kişinin varlõğõ fotoğraflarla tespit edilmiş olmasõna rağmen, 24 Mart’tan itibaren,
“bayrak furyasõ”11 olarak adlandõrõlabilecek bir dizi tepki oluştu. Bazõ resmi kurumlar buna
aracõ oldular.12 Bu furyaya CHP lideri Deniz Baykal tarafõndan verilen açõklama şuydu:
“Kimse kaygõlanmasõn, Türkiye faşist totaliter rejime yönelmiyor. Türkiye'nin
demokratik rejimden geri gitmesi söz konusu olamaz. Yaşananlar, Türkiye'ye
uzun süredir yapõlan haksõzlõklara karşõ tepkinin dõşavurumudur. [...] Dõşarõdaki
gelişmeler ve içeride bayrağa karşõ yapõlan saygõsõzlõk sonrasõ bir de 30 bin kişinin
ölümüne yol açan ‘Abdullah Öcalan yeniden yargõlansõn’ sesleri, konfederatif
devlet önerileri karşõsõnda hükümet susarsa meydanlar konuşur. 70 milyon insanõn
duygularõyla bu kadar oynanmaz, bu kadar rencide edilemez. Halk artõk
saygõsõzlõklara karşõ tepki istiyor.”13
Nevruz sonrasõnda patlak verecek olan linç girişimlerinin neredeyse her biri için gerek resmi
yetkililer, gerekse hakim basõn aynõ sebebi öne süreceklerdi: halkõn artõk sabrõ taşmaktaydõ.
Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan, Trabzon’da 6 Nisan’da girişilen linç eylemi ardõndan şu
açõklamayõ yaptõ: “Halkõn hassasiyetleri çok önemli. Halkõmõzõn milli hassasiyetlerine
dokunulduğu zaman, bunun tepkisi farklõ olacaktõr. Ancak, bunu da lütfen kimse istismar
etmesin.”14 Trabzon valisi ise, “Bazõ çevreler Trabzon'da kamu düzenini olumsuz etkileyecek
davranõşlarõ õsrarla sergilemeye devam etmektedir [...] Sivil toplum örgütleri hangi amacõ
gerçekleştirmek için kurulursa kurulsun, ortak payda bu ülkenin birliği, bütünlüğü ve
güvenliğidir” diye açõklamada bulundu.15 Linçcileri aklayan, onlarõn duygularõnõ istismar
11
Jonny Diamond, “Flag-waving frenzy grips Turkey”, BBC News, 2005/03/24 15:35:41 GMT.
http://news.bbc.co.uk/go/pr/fr/-/2/hi/europe/4379675.stm.
12
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun tüm TV kanallarõna ekranlarõna bayrak koyma çağrõsõ yaptõ; Kocaeli
başsavcõsõ adliye girişinde hakim, savcõ, avukat ve vatandaşa bayrak dağõttõ; farklõ yerlerde valiler, kaymakamlar,
emniyet müdürleri, eğitim müdürleri ve rektörler bayrak yürüyüşü düzenlediler, kamu dairelerini bayrakla
donattõlar. Ancak bunlarõn dõşõnda, ülkenin çeşitli illerinde, aralarõnda Ankara Ticaret Odasõ, Türkiye Yol-İş
Sendikasõ, Adana Ticaret Borsasõ olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşu bayrak kampanyasõ başlattõ. Bayrak
satõşlarõ patladõ (Milliyet, 25 Mart 2005)
13
Milliyet, 30 Mart 2005.
14
Milliyet, 8 Nisan 2005.
15
Milliyet, 12 Nisan 2005.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
14
ettikleri iddia edilen linç girişimi kurbanlarõnõ suçlayan bu tür söylemler, lafta kalmayõp
yargõya da yansõdõ. Linç edilme tehlikesi atlatan beş TAYAD’lõya “toplumda infial yaratmak”
suçundan 2 ila 4.5 yõl hapis cezasõ istemiyle dava açõlõrken, linç girişimine karõştõklarõndan
şüphelenen 11 kişi için “basit müessir fiil”den 2-6 ay arasõ hapis cezasõ istendi.16
2005 Nevruz’undan sonraki dönemde vuku bulan linç girişimlerinin seyri ve
çeşitliliği, bahsi geçen toplumsal hassasiyet konusunda önemli ipuçlarõ barõndõyor.
Trabzon’daki ilk iki girişimden sonra 2005 yõlõ içerisinde TAYAD’lõlara karşõ 12 Nisan’da
Sakarya’da, 26 Haziran’da yine Trabzon’da, 2 Kasõm’da Rize’de, 31 Aralõk’ta Artvin’de linç
girişiminde bulunuldu. Rize olayõnda, F-tipi cezaevlerini protesto etmek için tuttuklarõ ölüm
orucu sonucu ölen iki kişinin mezarõnõ ziyaret eden 15 TAYAD’lõya yapõlan saldõrõ, aynõ
günün akşamõ grubun güvenlik önlemleri altõnda Hopa’ya götürülmeleri sõrasõnda yolda da
tekrarlandõ. 12 Mayõs 2006’da ise TAYAD’lõlara bu defa Mersin’de Cuma namazõndan çõkan
ülkücüler saldõrdõ. TAYAD’õn bildiri dağõtma eylemi esnasõnda gerçekleşen bu saldõrõnõn,
grubun PKK’lõ olduğu sanõlarak gerçekleştiğini, “Kahrolsun PKK” sloganlarõndan
anlamaktayõz. Aynõ şekilde, 2005 ve 2006’da çeşitli illerde ve farklõ olaylarda, Ezilenlerin
Sosyalist Platformu, Temel Haklar Federasyonu, Türkiye Gençlik Federasyonu üyesi kişiler
bildiri dağõtõrken, Sakarya’da iki genç Mahir Çayan posteri asarken, Isparta’da üniversite
öğrencileri YÖK aleyhine bildiri dağõtõrken PKK’lõ olduklarõ gerekçesiyle linç edilmek
istendi.
Dikkati çeken bir husus, çoğu linç girişiminden sonra polisin mağdurlarõ güruhun
elinden kurtarmak için onlara polis üniformasõ giydirmesi, vali veya emniyet müdürünün
bizzat olay yerine gelip megafonla güruhu sakinleştirmeye çalõşmasõ, güruhun mağdurlarõ
emniyet müdürlüğüne veya adliye önüne dek takip etmesi, devletin kolluk kuvvetleri veya
yargõ mekanizmasõnõ tanõmadõklarõnõ sloganlarla ima edip, adaleti kendi elleriyle uygulama
iradelerini beyan etmeleriydi.
Genelkurmay demecinden sonra peydah olan linç girişimleri, bir yerde, 1980
darbesinden beri uykuda olduğu tahayyül edilen bu tuhaf varlõğõn, yani halkõn, “milli
hassasiyetleri”nin tüm muhalif gruplarõ tek bir kimlik (PKK) altõnda toplanmasõna yol açtõğõ
açõkça görülmektedir. Güruhlar aslõnda farklõlõklarõn nasõl düzlendiğine, ortadan kaldõrõldõğõna
işaret etmekteydiler. Güneydoğu’daki savaşõn etkisi burada da gözlenmektedir. Tüm Kürtleri
“PKK’lõ” veya “potansiyel PKK’lõ” olarak hedef alan uygulamalar (köy boşaltmalar, işkence
ve kötü muamele, günlük yaşamõ sekteye uğratan kimlik kontrolleri, vb.) ile “Kürt = PKK’lõ”
16
Milliyet, 18 Mayõs 2005.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
15
denklemini ima etmekten çekinmeyen resmi söylem ve basõnõn yarattõğõ etkiler birleştiğinde,
militan olan ile olmayan arasõndaki fark silinmişti. Linç girişimlerinin bu duruma ekledikleri
yenilik, tüm muhalif gruplarõn da artõk PKK kategorisine giriyor olmasõydõ. Dolayõsyla PKK,
bir anlamda, resmi ideoloji karşõtõ tüm görüş ve faaliyetleri imgeleyen bir “boş gösterene”
dönüşmekteydi.
Seçilmiş siyasetçilerin linç girişimlerinden sonraki tepkileri meşru şiddetin sõnõrlarõnõn
nasõl yeniden çizildiğini anlatõr. Weber’in klasik devlet tanõmõ – meşru şiddet tekelini elinde
tutan kurum – bir dönüşüme uğramaktaydõ. Güneydoğu’da savaş sürdükçe meşru (ve gayrimeşru) şiddet tekeli gerçekten de devletin denetimi altõndaydõ. Şimdiyse yaşatmak ile
öldürmek arasõnda karar verme yetkisi “topluma” devrediliyor gibiydi – en azõndan, toplumda
resmi söylemlerin “harcanabilir” olarak damgalamadõğõ bedenlere. Diğer bir deyişle,
söylemsel olarak kendilerine devletin “kurucu öğeleri” payesi verilen ve pratikte iktidar
yapõlarõ içine katõlan özneler, kanunun lafzõnõn sorumluluğunu tam olarak üzerlerine alõyor
gibiydiler. Kendilerini kanun hükmünün arkasõndaki irade ile özdeşleştirirken, aynõ zamanda,
hükmün içeriğine, yani ideolojisine, sõkõ sõkõya riayet ediyorlardõ.
6 Nisan 2005’teki ilk linç girişimi vakasõnõn ardõndan Trabzon Emniyet Müdürü'nün
gazetelere yansõyan sözleri şöyleydi: “Açõklama yapõlacağõnõ bir gün önceden haber aldõk.
Yanlõş olacağõnõ TAYAD'lõlara anlattõk ama õsrar ettiler.”17 Rize olaylarõndan sonra Belediye
Başkanõ’nõn “Bilsem ben de vururdum”, AKP Rize Milletvekili Abdülkadir Kart’õn ise
“Derslerini aldõlar, bir daha buraya gelmeye cesaret edemezler” dedikleri basõna yansõdõ.18
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ise 30 Ağustos törenleri sõrasõnda Türkiye’nin
Lübnan’a birlik göndermesini protesto edeyim derken linç edilmek istenen bir avuç gösterici
için: "Bu tipteki kişilere tepki var. Vatandaş pankartõ açtõrmamõş. Vatandaşõmõz gerekli
tepkiyi gösterdi. Güzel bir tepki vatandaşõmõzõn tepkisi” dedi.19
Bu
söylemsel
stratejiler,
“hassasiyetlerin”
liderler
tarafõndan
paylaşõldõğõnõ
göstermenin ötesinde bir olguya da işaret ediyordu. Koruculuk sistemiyle pratik anlamda
zaten başlamõş olan şiddet tekeli devri, savaş sonrasõnda devletin değerlerini koruyan öznenin
“halkõmõz” olduğunun resmen tanõnmasõyla başka bir boyuta evrildi. Devlet yetkilileri, bir
taraftan duruma hakim olduklarõ mesajõnõ vermeye uğraşõrken, diğer yandan son sözün artõk
kontrol altõnda tutamadõklarõ bir güçte olduğunu teslim eder gibiydiler. “Halk” devletin önüne
17
Mehmet Yõlmaz, “Devlet güçleri Trabzon’da acz içinde”, Milliyet, 9 Nisan 2005.
Milliyet, 5 Kasõm 2005.
19
Milliyet, 31 Ağustos 2006.
18
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
16
geçmiş, onu sürüklemekteydi. “Devlet” ise tepkileri bir yolla meşrulaştõrmak, alkõşlamak veya
“halk”õn cezalandõrdõklarõna bir kez kendisi vurmak durumundaydõ.
Tüm bunlarõ salt içselleştirilmiş Kemalizmin dõşavurumlarõ olarak algõlamak doğru
olmaz. Türkiye’deki tüm toplumsal ve siyasal pratikleri Kemalizm’le açõklama anlayõşõ,
birçok anlamda açõcõ olsa da, sorunsuz değildir. Bu anlayõşõn temelinde, kõsmen, kendini
cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen seksek küsur yõlda dönüştürdüğü ve dünya
konjonktürüyle uyumlu hale getirdiği halde Kemalizm’in değişmez bir özü olduğu varsayõmõ
yatar. Resmi söylemin içeriğine istinaden bu varsayõm geçerli olsa da, devlet pratiklerinin
biçimi “Kemalizm” kategorisiyle (veya “boş göstereniyle”) özetlenemez. Başka bir deyişle,
devletin ne olduğu ve ne yaptõğõnõ, salt resmi ideolojisinden yola çõkarak anlamak mümkün
değildir. Kemalizm bir rejim şeklini anlatan bir gösteren ise, “şiddetin taşaronlaşmasõ”20
cinsinden ifade bulan dönüşüm, rejimin belirleyici öğelerinden bazõlarõnõn (özellikle de
milliyetçiliğin) farklõlaştõğõna işaret eder. Neoliberal toplumsallõk içinde milliyetçi veya
Kemalist söylemler çeşitli yollardan mobilize edilirken, devlet-toplum ilişkisinin yapõ taşlarõ
da yeniden düzenlenir. Devletin söyleminin yanõ sõra yapõsõna da bakmak bu açõdan
önemlidir.
Hobbescu (ve Hegelci ve Weberci) bir devlet temsili temelinde kavramsallaştõrõlan
egemenlik, hukuğun topluma “şekil” veren ve sõnõrlar koyan gücü anlamõna gelir. Hobbes’un
Leviathan metaforu, doğal bir kaosa empoze edilen düzeni, şekilsizliğe dayatõlan yapõyõ –
kõsacasõ, müphemliğin belirgin bir kimliğe dönüştürülmesini ima eder. Hobbes’da devlet
düzeni ve toplum eşanlõ olarak oluşur: biri, öteki olmadan varolamaz. Devlet, bireysel
bedenlerin kendilerini yönetme haklarõnõ, bir üçüncüye devretmeleriyle oluşmuştur. Fakat
hukuk ve bunun tanõmladõğõ kurumlar, haklarõnõ devrettikten sonra “toplum” denilen alanda
günlük işlerine bakan bireysel bedenlerin gerçek (yaşanan, somut, materyel) devinimlerinin
tamamõnõ kapsayamaz asla. Devlet egemenliğinin nihai paradoksu, hukuk ve düzen sayesinde
oluşturulan aynõlaştõrmanõn bir bireyselleştirme de olmasõdõr. Özel ile kamusalõ, devlet ile
toplumu, hukuğun evrenselliği ile toplumsal varoluşun tikelliğini birbirlerinden ayrõştõrma
gayreti içinde olan Hobbes, bunlarõn kati sõnõrlarõnõ belirleme noktasõnda kendi kurduğu
tuzağa düşer. Devlet ve toplum arasõndaki olgusal ilişki hukuksal egemenlik modeli
tarafõndan bütünüyle temsil edilemediği için, sõnõrlar muğlaklaşõr ve pazarlõğa açõlõr hale gelir.
Bu
bağlamda
Foucault’nun
devleti
egemenlik
paradigmasõnõn
ötesinde
yeniden
kavramsallaştõrmasõ anlamlõdõr. Devlet; normlarõ, sõnõrlarõ ve öznellikleri inşa eden karmaşõk
20
Bu ifadeyi İsmet Akça’ya borçluyum.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
17
ilişkiler bütünü içindeki iktidar yapõlarõndan biridir sadece. Yönetimsellik üzerine çalõşmalar,
modern toplumlarda “düzen” inşasõ esnasõnda zõt eğilimlerin – örneğin, bireyselleşme ve
aynõlaşmanõn – eşanlõ olarak nasõl ortaya çõkabileceğini göstermekte ana akõm siyaset
biliminden çok daha başarõlõ olmuşlar; soyut ve yasal meşruluk tanõmlarõnõn, günlük yaşamõn
gri alanlarõnda devinen farklõ faillerin uyguladõğõ iktidar stratejileri karşõsõnda ne denli
geçirgen olduklarõnõ göstermişlerdir. Bu tür gri “çekişme alanlarõ” (Burr ve Jensen, 2004:
145) devlet egemenliğinin sõnõrlarõnõ işaret eder, devletin “toplum” tarafõndan nasõl
yapõlandõrõldõğõ ve dönüştürüldüğünü gösterir.
Bu anlamda Türkiye’de devlet geleneği (veya Kemalizm), iktidarõ oluşturan resmi
söylem ve somut pratiklerin yanõsõra, düzeni sarsan çekişmelerin yarattõğõ dönüştürücü etkiler
de gözönünde bulundurularak incelenmelidir. Bu makalenin konusu olan linç girişimleri, tam
da Das ve Poole’un (2004) “devletin marjlarõ” olarak adlandõrdõklarõ ara bölgede vuku
bulmuştur. Linç girişimleri, devletin hukuksal çerçevesinin silinmeye başladõğõ, ama aynõ
zamanda “özel adalet pratiklerine” bir yanõt üretmek durumunda bõrakõlan devletin yeniden
yapõlanmasõnõn gerçekleştiği alanlarõn varlõğõna işaret eder. Ağa, simsar ve mafya figürlerinde
olduğu gibi linçci güruh da, hukuk ile hukuk dõşõlõk arasõnda devinir, ancak bir farkla:
linçcilerin iktidarõ temsil ettiği kabul gören bir mevcudiyeti yoktur. Marjlarda yürütülen
etnografik incelemelere göre, “hukuğun kökeni sorusu, devlet mitinden ziyade; birtakõm
adamlarõn21, resmi hukuk ile devletin dõşõnda veya öncesinde varolduklarõ tahayyül edilen
hukuk ötesi pratikler arasõnda cezalandõrõlmadan dolaşma kabiliyetinin tanõnmasõndan doğan
güçle, devleti temsil etme veya hukuki yaptõrõm uygulama kabiliyetinde yatar” (Das ve Poole,
2004: 14; vurgular bana ait). Linçciler ise madalyonun öteki yüzünü teşkil ederler: onlar
Leviathan’õn sivil topluma, yani devlet iktidarõnõn dõşõna, ama yine de yasallõğõn içine havale
ettiği bireysel bedenlerdir. Devlete devredilen iktidarõ yeniden ellerine geçirmekle linçciler,
devlet denilen aygõtõn toplumun itaatkarlõğõna bağõmlõ olduğunun göstergesidirler adeta.
Linçci güruh kanun ve düzeni temsil eden yetkilileri, devletin esas (formel olmayan) temeline
sahip çõkmaya davet ederler. Linçciler dolayõsõyla meşruluğun hukuki tanõmõnõ “memurvatandaşõn” devindiği gri alana çeker, pazarlõğa açarlar.
III. Devlet ve sivil toplumun ayrõşmazlõğõ: yasalarõn bekçiliği olgusu
21
Orijinal metinde “men” olarak geçiyor.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
18
Linç girişimleri bir tür “savaş mimiği” iseler, adaletin siviller tarafõndan icra edilmesi
de “devlet mimiği”dir. Adli sisteme Türkiye’de olan güvenin hiç bir zaman çok yüksek
olmadõğõnõ söylemek yanlõş olmaz. Tam tersine, yargõnõn iktidar odaklarõndan bağõmsõz
olmadõğõ genelgeçer bir kanõdõr. En büyük iktidar odağõ da devlettir elbette ki. O halde
“halk”õn yargõyõ kendi ellerine almak istemesine, adalete olan güvenin azalmõş olmasõndan
başka bir açõklama bulmak gerekir.
Linç girişimlerinden sonraki yargõ kararlarõ popüler iradeyi yansõtõyordu. Trabzon’daki
saldõrganlõk, alt sõnõrdan ceza öngören “basit müessir fiil” olarak değerlendirilirken, Trabzon
Cumhuriyet
Başsavcõlõğõ’na
göre
TAYAD’lõlar
“toplumda
infial”
yaratõyorlardõ.
Genelkurmay Başkanõ’nõn demecinden bir hafta sonra, yeni ceza kanununun yürürlüğe
girmesi iki ay ertelendi. İfade ve basõn özgürlüğünün üzerindeki kõsõtlarõn kaldõrõlacağõ
beklenirken, ertelen yasa tam tersine bunlarõ arttõrarak çõkarõldõ. Bir yõl sonra ise, Terörle
Mücadele Yasasõ çõktõ. Kõsacasõ, Türkiye’de terörizm ve bölücü örgüt faaliyetleri nisbeten
azalmõşken, ülkedeki hukuksal yapõ katõlaştõrõlmõş oldu. Bu anlamda Türkiye hukuğu,
Batõ’daki yurtsever kanunlarõ ve anti-terör uygulamalarõnõn izinden giderek yeniden
düzenlendi.
Godoy, Guatemala’da linç olaylarõna uygun zemini hazõrlayan üç faktörden bahseder:
36 yõl süren bir silahlõ mücadelenin geride bõraktõğõ şiddet kültürü, çok zayõf bir hukuki yapõ
ve savaş sonrasõ ortaya çõkan iktidar boşluğu. Bunlar, yürürlüğe “linç kanununun” girmesine
katkõda bulunan temel sebeplerdir (2006: 626). Türkiye’ye baktõğõmõzda, benzeri bir zeminin
bulunduğunu görüyoruz. PKK lideri Abdullah Öcalan’õn 1999’da yakalanmasõndan sonra,
Türkiye’de sivil toplum, medya ve akademi daha çok-sesli hale gelmiş, Avrupa Birliği’ne tam
üyelik hedefiyle kültürel ve bireysel haklar gündem teşkil etmeye başlamõştõ. 1980 sonrasõ
siyaset sahnesi açõsõndan “cesur” sayõlabilecek girişimlere tanõk oldu: vatandaşlõğõ “Türklük”
yerine “Türkiyelilik” üzerinden tanõmlamak, Kürtçe TV ve radyo programlarõ başlatmak,
anadilde eğitim hakkõ talep etmek, Milli Güvenlik Konseyi’ni sivilleştirecek bir reforma
gitmek, 12 Eylül darbesinin meşruiyetini sorgulamak ve hatta 1915 olaylarõnõ akademik
konferanslarda tartõşmak gibi. Siyaset sahnesinin alõşõlmõş çizgilerinin dõşõna çõkan AKP’nin
seçimleri kazanmõş olmasõ da bir farklõlõk yaratõyor, varolan iktidar odaklarõnõ sarsõyordu.
Ancak bu entellektüel canlanmanõn hõzõ son iki yõldõr ciddi biçimde kesildi. Sokaklara farklõ
gruplar hakim olmaya başladõ.
Ortaya çõkan yeni aktörler arasõnda adõ daha önceleri hiç duyulmayan Kemal Kerinçsiz
vardõ. Orhan Pamuk, Elif Şafak, Perihan Mağden’e, cesaretini hayatõyla ödeyen Hrant Dink’e
ve başkalarõna (örneğin Ermeni konferansõnõn düzenleyicilerine) açõlan davalarõn arkasõnda
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
19
hep Kerinçsiz vardõ. Adliye önlerinde yeni bir “savaş” alanõ açõlmõş gibiydi. Şafak davasõndan
önce Kerinçsiz, web sitesinden bir duyuru yapmõştõ. “Türk milletine küfür etmenin ve
aşağõlamanõn bedelini hukuk alanõnda Türk düşmanlarõna ödetmek için herkesi ‘milli göreve
çağrõ’ sloganõyla Beyoğlu Adliyesi'ne” davet etmişti. “Batõ emperyalizmi, Türk Milletine
karşõ yapmõş olduğu Sevr'in yeniden dayatma mücadelesinde idol olarak Orhan Pamuk'larõ,
Hrant Dink'leri, Perihan Mağden'leri, Murat Belge'leri, Hasan Cemal'leri kullanma yoluna
gitmiştir. Etnik azõnlõkçõlarõn, bölücülerin, AB ve ABD muhiplerinin, mutareke aydõnlarõnõn
neoliberallerin yeni seçtikleri prensesleri Elif Şafak olmuştur” diye yazmõştõ.22 Davasõ
görülürken Perihan Mağden “PKK’nõn cariyesi”23 olmakla suçlanõrken, Hrant Dink’e “Türk
Ermenilerinin huzurunu bozan misyoner çocuğu”24 pankartõ açõldõ. Daha önce de Orhan
Pamuk, kitaplarõnõ yaktõrmaya kalkan Isparta Kaymakamõ tarafõndan “azõnlõk õrkçõsõ”
adledilmişti.25
Yasalarõn bekçiliği (legal vigilantism) olarak tanõmlanabilecek bu davalar serisinde (ve
adliye önlerinde bazen yumurta ve bozuk para atma, tükürme ve yumruklaşmaya varan itiş
kakõşta) dikkati çeken birkaç noktayõ ön plana çõkararak tartõşmak istiyorum. İlk olarak Kürt =
PKK = muhalefet denklemi genişletilerek tuhaf bir zincirleme tamlama oluşmaktaydõ.
Cumhuriyet gibi gazetelerin26 başõnõ çekerek normalleştirdiği bu “eşdeğerlik mantõğõ” (Laclau
ve Mouffe, 1985: 128-130) sonucunda şöylesi bir formül peydah olacaktõ: liberal = aydõn =
demokrat = AB/ABD’ci = işbirlikçi = vatan haini = emperyalist = Kürtçü/azõnlõkçõ = bölücü =
Atatürk düşmanõ = sömürgeci = neoliberal = örtük faşist. Bunlarõn tersi de karşõ kutbu temsil
edecekti.
Burada çarpõcõ olan şuydu: demokrasinin olumsuz bir değer kazanmõş olmasõna
rağmen toplum bekçiliği yasalar, adalet mekanizmasõ ve yeni türemiş olan sivil toplum
örgütleri tarafõndan yapõlmaktaydõ. Başka bir deyişle, liberal demokrasilerde muhalif ve
eleştirel gruplarõn (yani “zayõflarõn”) aracõ olan kurum ve yapõlanmalar, demokrasi karşõtõ
olduklarõnõ açõkça beyan eden gruplar tarafõndan, demokratlara karşõ kullanõlõyordu. Parti
örgütlerinin yan kollarõ da değildi bunlar. Aralarõnda çok sayõda emekli askerin de bulunduğu
Kuvay-i Milliye Dernekleri ve Muharip Gaziler Derneği ile sivil ağõrlõklõ Büyük Hukukçular
Birliği, Türkiye Sivil Toplum Kuruluşlarõ Birliği gibi oluşumlardõ.
22
Radikal, 12 Eylül 2006.
Radikal, 8 Haziran 2006.
24
Radikal, 17 Mayõs 2006.
25
Hasan Cemal, “Orhan Pamuk üç!”, Milliyet, 31 Mart 2005.
26
Temsili bir örnek olarak bkz. Erol Manisalõ, “Kenan Evren hiç değişmedi ki!”, Cumhuriyet, 9 Mart 2007.
23
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
20
Buur ve Jensen’in (2004:146) Güney Afrika’da benzeri gruplar üzerinde yaptõğõ
çalõşmaya göre, toplum bekçiliği görevini üstlenen bir grup, kendisini şöyle tahayyül eder:
[A]hlaki, erdemli bir cemaatin savunucularõdõr; hatta bu cemaat bizzat onlarda
vücut bulur. Bu iddia iki varsayõm üzerinde temellenir: kimliği kolayca
belirlenebilecek bir cemaatin var olduğu ve bu cemaatin tehlike içinde ve
korunmaya muhtaç olduğu.
Ancak bu noktada belirtilmesi gerekir ki, devleti halkõn iradesinin vücut bulmasõ
olarak gören tarihi liberal ideal de bugün yeni bir gerçeklik kazanõr. Foucault’nun
yönetimsellikle ilgili öngördüğü gibi, siyasal yaşamõn norm ve kavramlarõ, otorite sahibi
kurumlardan ziyade (örneğin devletin ve kadrolu uzmanlarõnõn ürettiği bilgi ve pratikler), sivil
toplumun devletimsi pratikleri tarafõndan belirlenir olur. Bu süreç, farklõ bir diyalektiğe işaret
eder. Devlet, bir taraftan, özel adalet ve şiddete el koymasõyla; diğer taraftansa toplumun
kamusal adalet ve şiddete el koymasõ aracõlõğõyla yeniden yapõlanõr (Das ve Poole, 2004: 14).
Fakat aynõ zamanda, linçci güruh ve yasal savaşçõlarõn müdahalesiyle, devletin adalet
pratiklerinin gizli yüzü – devletin kendi önyargõlarõ, ideolojik taraflõlõğõ ve etnik ayrõmcõlõğõ –
ortaya çõkmakta ve açõkça savunulmaktadõr. Resmi söylemler hep meşrulaştõrõcõ kõlõklar ve
“demokrasi”, “tarafsõzlõk”, “kamusal fayda” gibi anahtar sözcükler altõna gizlenmek
zorundayken, sivil toplumun böyle bir kaygõsõ da yoktur. Sivil toplum taraflõlõğõna söz ve
edimleriyle, ölçülü olma gereği duymadan, sahip çõkabilir; “devlet gibi” davrandõğõnda
cezalandõrõlmayacağõnõn bilinciyle kamuoyuna devletten daha keskin bir mesaj verebilir;
başkalarõnõn da benzeri şekilde davranmasõ için daha cezbedici bir örnek teşkil eder. İnsan
haklarõ ihlallerinin devlet tarafõndan gerçekleştirilmesinin kanõksanmõş olduğu bir ülkede bile,
toplumun kendi elleriyle ve hukuk namõna “muhalifleri” liğme liğme etme iradesi gösteriyor
olmasõnõn yarattõğõ “normalleşme” çok daha etkilidir.
Devletin şiddet tekelini artõk elinde tutmadõğõ, bunun yanõsõra insan haklarõnõ ihlal
etme tekelinin de artõk yalnõzca devlette değil, toplumsal aktörlerde de olduğu tesbiti
önemlidir. İnsan haklarõ kuramlarõna içkin bir varsayõm olan, devlet şiddetinin karşõsõnda
erdemli ve insan haklarõna saygõlõ, insan haklarõnõ savunan ve devlete dayanan sivil toplum
anlayõşõ, bu durumda yõkõlõr (Godoy, 2002: 659). Bu gelişmenin başka endişe verici sonucu,
biçimsel bir demokrasinin (temsiliyet, serbest seçimler, çok partili sistem) geniş tabanlõ bir
toleranssõzlõk ile bağdaşabileceğidir. Godoy bunu “terörün demokratikleşmesi” olarak ifade
eder.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
21
Buraya kadarki çözümlemede, sivil toplum-devlet diyalektiği çerçevesinde açmaya
çalõştõğõm ilişkiyi, biraz daha karmaşõklaştõrarak bunun ekonomik boyutunu da irdelemeye
çalõşacağõm. Ekonomik boyut, sivil toplumdan özgürleştirici bir hareket çõkmasõnõn ne denli
zor olduğunu da gösterecektir. Sivil toplumun ne kadar “sivil” olduğu sorusu Batõ’da
1970’lerden beri sorulmakta ise de, Türkiye’de nispeten yeni bir kaygõdõr (bkz. özellikle
Navarro-Yaşin, 2002). Oysa linç girişimleri ve toplumsal bekçilik olgusu göstermektedir ki,
neoliberal düzende sivil topluma salt “sivil” olduğu için bir değer atfetmek son derece
yanõltõcõ olabilir.
V. Neoliberalizm, güvenlik söylemi ve Ordu olaylarõ
Liberalizmin akademik yansõmasõ, yurttaşlõk ve sivil toplum kavramlarõna fiiliyatta
özerklik atfetmek, bunlarõ devlet iktidarõna karşõ direnç noktalarõ teşkil ettikleri gerekçesiyle
idealize etmektir. Neoliberalizmin akademik yansõmasõ olan postmodern kimlik politikalarõ
kavramsallaştõrmalarõ ise, devletin günümüzdeki çoğulcu toplumsal pratikler sayesinde
kendiliğinden çözüleceğine umut bağlamakla aynõ hataya düşer. Devletin emsalsiz bir güç
odağõ olmaya devam ettiğini görememek, neoliberal pratiklerin toplumsala yayõlma sürecine
bir kendiliğindenlik atfetme yanõlgõsõnõ doğurur. Neoliberalizmin kendi söylemini esas alan bu
çerçeve, devletin sönümleneceğini, yerini özel sektör ve sivil girişimciliğin alacağõnõ,
dolayõsõyla siyasetin toplumsala taşõnmõş olduğunu ve toplumsal üzerinden yürütülmesi
gerektiğini varsayar. Oysa Marksist ve özellikle Gramsci’ci bir perspektiften bakõldõğõnda,
neoliberalizmin aksine sosyal refah devletine karşõ geliştirilen bir taktikler bütünü olduğu,
baskõcõ bir güç olan devlet aygõtõnõn kendisini yõkmadõğõ görülür.
Antropologlar son zamanlarda devleti, günlük hayatta (özellikle bürokratik düzeyde)
işleyen karmaşõk bir temsiller ve anlamlandõrma pratikleri olarak tahayyül etmişlerdir.
Bütünlüklü bir toplumsal imgelem yaratan bu pratikler aynõ zamanda sayõsõz direniş noktasõ
da açmaktadõr. “İdeolojik devlet aygõtlarõ” aracõlõğõyla etki eden Althusserci iktidar modelini
eleştiren Rose, Marksist kuramõn kapitalist toplumlara atfettiği yönetim mekanizmalarõnõn
neoliberal çağda artõk geçerli olmadõğõnõ iddia eder. Rose’a göre, otorite ilişkileri artõk tersine
çevrilebilirler: “vatandaşlara telkin edilecek bir norm olarak başlayan süreç ele geçirilip
vatandaşlarõn otoritelere yönelttiği bir talebe dönüşebilir” (1996: 52). Dolayõsyla, neoliberal
piyasa sistemi, geniş yelpazedeki uzmanlarõ, toplumsal teknolojiler ve öznellikleri sayesinde,
potansiyel olarak “özgürleştirici” bir alan olarak tahayyül edilir. Ancak, düzenleme
noktalarõnõn çoğullaşmasõ Zizek’in (1997) “çokuluslu sermayenin kültürel mantõğõ” olarak
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
22
tabir ettiği sahte seçim özgürlüğünü görünmez kõlmakla kalmaz, ayrõca devletin, toplumdaki
çoğul iktidar odaklarõyla kõyaslanmayacak bir merkezi gücü olduğu gerçeğini de gözardõ eder.
Tõpkõ siyaset bilimcilerin bundan önce yapmõş olduklarõ gibi, Foucaultcu antropoloji devleti
kamu yönetimi ile eşdeğer tutma hatasõna düşer ve özel/kamusal ayrõmõnõ olduğu gibi korur.
Yõkõlmakta olan sosyal refah devletinin iradesini kendilerine intikal ettiren neoliberal
özneler gerçekten de “kendilerini sağlõklõ olma ve azami normallik halinden faydalanma
iradeleri çerçevesinde yeniden kavramsallaştõrõrlar” (Rose, 1996: 52). Fakat Rose’un
görmediği şudur: buna güvenlik söylem ve pratikleri eklemlendiğinde, özneler kendi
mutluluklarõnõ güvenlik ile eşdeğer tutmaya başlarlar. Bu da, neoliberal öznelere atfedilen
görece özerkliğin fire vermesine yol açar. Güvenliği bir değer olarak içselleştiren neoliberal
özne, yaşamõnõ resmi çevrelerin belirlediği milli güvenlik hedeflerine göre yeniden düzenler.
Eğer devlet, hükümet programlarõ, bürokrasiler ve kontrol noktalarõndan ibaret değilse,
daha ziyade toplumsal ve siyasal alanõn bütününü etkileme gücüne sahip hegemonik bir
anlamlandõrma yapõsõysa, o halde sivil toplumun neoliberal çağda geri dönüşüne güvenlik
söyleminin eşlik etmesinin neden zorunlu olduğu daha kolay anlaşõlõr. Neoliberal çağda
yönetim gerçekten de “uzaktan yönetime” dönüşmüş olabilir; ama “yönetim” olarak
kalabilmesi, beden ve öznellikleri etkin olarak yönlendirme yetisine bağlõdõr. Herhangi bir
demokratik (demos-cratos, yani halkõn yönetimini tesis eden) dönüşüm, denetim ve
yönlendirme yetisini azaltacağõndan, devlet açõsõndan bakõldõğõnda, olasõ etkinlik alanlarõnõn
yeniden düzenlenmesi hayati bir mesele haline gelir. Sivil toplum, denetimi yeniden ele
geçirmek için uygun bir yerdir, çünkü özneler düzen tesis edilmesi açõsõndan faydalõ olacak
stratejilere sahip çõktõklarõnda, devletin onlar üzerindeki gücü de rahatça gizlenmiş olur.
Bu argümanõ burada daha fazla geliştirmem imkansõz. Ancak özetle vurgulamak
gerekirse, güvenlik söylemleri yönetim mantõğõnõ hem yatay (küreselleşme aracõlõğõyla
dünyaya) hem de dikey olarak (sivil topluma) pekiştirip güçlendirirken, neoliberal söylemler
kapitalist eşitsizlik mantõğõnõ (yine hem yatay, hem de dikey olarak) doğallaştõrõp
yaymaktadõrlar. Bu ikisinin birleşimi, alternatif olmadõğõ inancõnõ doğurur. Zira ne devlet ne
de kapitalizm kendilerine temelde alternatif olabilecek bir hareketi barõndõramaz: her ikisi de
iktidar ve sermayenin eşitsiz dağõlõmõna bağõmlõ olan mekanizmalardõr. Devlet, piyasayla
sermaye birikimi açõsõndan girift bir ilişkiye sahiptir; piyasa ve sermaye birikimi ise devletin
düzenleyici ve güven tesis edici fonksyonlarõna muhtaçtõr; devletin yaptõrõm gücünü
gerektiğinden çağõrmaktan ve kullanmaktan asla çekinmez (Harvey, 2000, 180-181).
Kuramsal düzeyde kalan bu savõ somutlamak gerekirse, Türkiye’deki linç girişimi ve
toplumsal şiddet olaylarõnõn bir üçüncü ayağõna dikkat çekilebilir. Linçci güruhun devletin
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
23
kendi adalet mekanizmasõna içkin olan taraflõlõğõ bir şekilde açõk ettiğini belirtmiştim.
Devletin ekonomik taraflõlõğõ da aynõ çerçevede incelenmesi gereken bir unsurdur. Kesinlikle
vurgulanmasõ gereken bir tuhaflõk, linç girişimlerinin arkasõndaki ekonomik sebeplerin (gelir
dağõlõmõndaki eşitsizliğin artmasõnõn yarattõğõ korku ve güvensizlik, yapõsal reformlarõn yol
açtõğõ çarpõklõklarõn etkileri, kõrsal kesimin tarõmõn tasviyesi yüzünden kentlere itilmiş olmasõ,
vb.), ara sõra dile gelseler de, toplumsal şiddet ile sistematik bir biçimde – en azõndan ana
akõm medya ve akademi tarafõndan – ilişkilendirilmemesidir. Göç, sezonluk emek, tohum
alõm fiyatlarõ ve ekonomik süreçler üzerinde sendika ve kooperatiflerin azalan hakimiyeti gibi
sorunlar, ya hiç bu terimlerle ifade bulmamakta, ya da seçilmişlerin bilinen eylem ve
kararlarõna atfedilerek kişiselleştirilmektedir.
Bir linç girişimi olmayan Ordu olaylarõnõ bu makalenin genel savõyla ilişkilendirmek
ilk bakõşta anlamlõ gelmeyebilir. Ancak, linç girişimlerinin yoğunluklu olarak Güneydoğu’dan
sezonluk işçi göçü alan Karadeniz (9 kez) ve Ege bölgesinde (2 kez) gerçekleştiği gözönünde
bulundurulduğunda, toplumsal şiddetin ekonomik boyutu daha belirgin hal alõr. Burada Ordu
fõndõk grevi üzerinde durmamõn nedeni, salt ekonomik kaygõlarla örgütlenen bir eylemin
terörizm terimleriyle ifade bulmasõdõr.
Hatõrlanacağõ üzere, Temmuz 2006’da Ordu’da yüzbin kişilik bir gösteri düzenlenmiş,
kilo başõna maliyet fiyatõnõn altõna düşen fõndõk fiyatlarõ konusunda hükümetin tutumu
protesto edilmişti. Karayolunu 8 saat boyunca kapatan mitingde kullanõlan slogan ve
pankartlar arasõnda “Milletin efendisi köle oldu sayenizde... Karadenizliyi kaça sattõnõz?...
Fõndõk katili Zapsu.... Fõndõk ölüyor, Zapsu gülüyor, vekiller seyrediyor...”27 gibi, hem
kişiselleştirme içeren, hem de Atatürk’ün deyişlerine başvuranlar vardõ. Başbakan’õn
danõşmanõ olan ve uluslararasõ piyasalarda findõk ticareti yapan Cüneyt Zapsu’nun fiyatlarõ
düşük tutmaktan fayda sağladõğõ iddia ediliyordu.
Ancak farklõ bir söylem de dikkati çekiyordu: “Fõndõk için bizi dağlara mõ
zorluyorsunuz?”28 ve “Terör bölücülük de, insanõ aç bõrakmak bölücülük değil mi?”29
Pankartlardaki bu ifadeler, mitinge seçilmişlerin verdiği tepkide de yankõ buldu. Başbakan
Erdoğan, Ordu mitingini “illegal bir çok örgütün katõldõğõ hükümeti karalamaya yönelik bir
eylem”30 olarak niteledi. Birkaç ay önce Diyarbakõr’da çok sayõda kişinin güvenlik güçleri
tarafõndan vurulmasõyla sonuçlanan ayaklanmaya bile benzetti: “Yine olay aynen
Diyarbakõr'da olduğu gibi kadõnlar, çocuklar yol ortasõna konuldu. Ve bütün trafik kesildi. 8-9
27
Radikal, 31 Temmuz 2006.
Radikal, 31 Temmuz 2006.
29
Yalçõn Bayer, “Açlõk ve Öfke”, Hürriyet, 1 Ağustos 2006.
30
“Köylü Kõzõlay’a bir oturursa kalkmaz”, Bianet, 1 Ağustos 2006.
28
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
24
saat vatandaşõ orada kimsenin mağdur etmeye hakkõ var mõ?” 31 Ordu Emniyet Müdürü’nün
protestocularõ zorla dağõtmayõ reddetmesi üzerine jandarmayõ bizzat kendi yolladõğõnõ
söyleyen Erdoğan, kamu düzeninin bozulmasõna izin verilemeyeceğini belirtti. İşin ilginç
yanõ, Emniyet Müdürü’nün itirazõnõn gerekçesi şuydu: “Kalabalõk çok fazla. Müdahale
edersem arbede çõkar. Bunlar halk.”32 “Halk” terimi protestocularun “terörist” olmadõklarõnõ
anlatõyordu. Buna rağmen, miting dağõtõlõrken gözaltõna alõnan 38 gösterici Terörle Mücadele
Şube Müdürlüğü’nde sorgulanarak mahkemeye sevkedildiler.33
Ordu mitingini “kalkõşma”34 olarak nitelendiren AKP Grup Başkanvekili ve Ordu
Milletvekili Eyüp Fatsa ise, bir ay sonra aynõ ilin bir beldesinde bir festivale katõldõğõnda
üzerine atõlan taş, tahta, pet şişe ve ayakkabõlardan jandarma aracõlõğõyla kaçtõktan sonra
şunlarõ söyledi: “Bu tavõr Ordululara yakõşmayan bir tavõrdõ. Bunu yapanlar kesinlikle iyi
niyetli de olamaz, Ordulu da olamaz. Terör örgütleri Karadeniz'e giremeyince şimdi fõndõğõ
kullanõyorlar. Bu olaylarla terör örgütlerine zemin hazõrlanõyor. Bunlarõn belki 1 kilo
fõndõklarõ bile yoktur.” AKP'li Belediye Başkanõ Mustafa Aydõn ise alandaki 10 bini aşkõn
kişiden yalnõzca 200'ünün protestoda bulunduğunu belirterek, “Direklili insanõ yoktu,
dõşarõdan gelmişlerdi. Yaşlarõ 30 bile yoktu. Belli ki örgütlüydüler” diye konuştu.35
Bu arada bölgeye fõndõk hasadõ için gelmiş olan sezonluk Kürt işçiler arasõndan “işçi
temsilcileri ile iş bağlantõsõ” yapmamõş olanlarõn Sakarya'nõn Karasu ve Kocaali ilçelerine
alõnmayacağõ yerel bir komisyon tarafõndan beyan edildi. Güneydoğu'dan tren ve minibüslerle
gelen çok sayõda fõndõk işçisi geri gönderildi.36 Eylül ayõnda ise Sakarya’nõn Akyazõ ilçesinde
aralarõnda Kürtçe konuşan dört işçiye omuz atan bir kişi dövülünce civardan “PKK’lõlar bir
gencimizi dövdü” diye gelenler yüzünden bir linç girişimi daha yaşandõ. Güruh Emniyet
Müdürlüğü’nün kapõsõnda toplanarak işçileri isteyince, takviye jandarma timi gönderildi. Kürt
işçiler savcõlõk tarafõndan serbest bõrakõldõklarõ halde, polis tarafõndan gizlice ilçeden
uzaklaştõrõldõlar.37
Muhalif gruplarõnõn hepsini PKK kategorisine sokan ve neredeyse tamamõnda
milliyetçi sloganlarla donanan saldõrganlõk halinin siyasal etkinlik çerçevesinin dõşõna taşarak,
günlük hayatõn devinimi içinde Kürtleri hedef almamasõ zaten düşünülemezdi. İlk olay 22
Ağustos 2005’te İzmir’de Siirt ve Diyarbakõr’lõ beş kişinin bir park yeri kavgasõ sonrasõnda
31
Hürriyet, 2 Ağustos 2006.
Akşam, 1 Ağustos 2006.
33
Hürriyet, 31 Temmuz 2006.
34
Milliyet, 2 Ağustos 2006.
35
Radikal, 20 Eylül 2006.
36
Radikal, 5 Ağustos 2006.
37
Hürriyet, 8 Eylül 2006.
32
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
25
götürüldükleri Adliye’de 1500 kişilik bir kalabalõk tarafõndan linç edilmek istenmeleriydi.
Adliye çõkõşõnda zanlõlarõ taşõyan polis minibüsüne 15 dakika boyunca saldõran ve geçmesine
izin vermeyen kalabalõk, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” ve “Kahrolsun PKK” sloganlarõ
attõ.38 2006 Nisan ayõnda İstanbul’da polis tarafõndan kovalanan bir grup Kürt gösterici,
Tarlabaşõ’nõn arka sokaklarõnda “Roman vatandaşlar”39 tarafõndan bõçak, balta ve kürekle linç
edilmekten zor kurtuldular. Mayõs ayõnda İzmir’in Bağyurdu ilçesinde yine park yeri
yüzünden çõkan bir tartõşma, meydan kavgasõna dönüştü ve 9 Kürt aile jandarma eşliğinde
ilçeyi terk etti. Terk edilen evlere Türk bayrağõ asõldõ, cam ve kapõlarõ kõrõldõ, içeride bõrakõlan
eşyalar parçalandõ. 40 2006 Ağustos’unda ise Konya’nõn Bozkõr ilçesinde biri Kürt iki işçi
arasõnda çõkan tartõşmanõn ardõndan bir Kürt kahvehanesini basan 1000 kişilik grup
“Bozkõr'da Kürt istemiyoruz”, “Kahrolsun PKK”, “Ya sev ya terk et” sloganlarõyla 2 kişiyi
yaraladõ. Yirmiden fazla Kürt ilçeyi terketmek zorunda kaldõ. 41
Sakarya Akyazõ olayõ gibi bunlar da gazetelere “etnik gerginlik” olarak yansõdõ. Ancak
sõnõf ve etnisitenin olasõ kesişme noktalarõ hakim basõnõn gözünden neredeyse tamamiyle
kaçmaktaydõ. Oysa bu konuda başka ülkelerde yapõlan akademik çalõşmalar, ayrõmcõ şiddet ile
ekonomik koşullarõn ne denli ilşkili olduğunu gösteriyor. Özellikle linç vakalarõ, ekonomik
zorluklar veya zorluk algõlarõ arttõkça artma eğilimine girebiliyor. Örneğin, Amerika Birleşik
Devletleri’nde 1882 ve 1914 arasõnda linç pratiklerinin artmasõnõn temel nedenleri beyazlarõn
ekonomik ve politik üstünlüklerinin popülist hareketler tarafõndan sarsõlmasõ olduğu kadar,
pamuk fiyatõndaki dalgalanmalar ve emek piyasasõnda giderek artan rekabettir (Olzak 1990:
397-398). Beck ve Tolnay (1990: 536-537) siyahlara karşõ güruh şiddetinin, özellikle küçük
çiftlik sahibi beyazlarõn finansal durumlarõnõ kötü etkileyen ekonomik koşullarõn hakim
olduğu dönemlere rastgeldiğini gösteriyorlar. Güney Amerika’da linçlerin en fazla vuku
bulduğu bölgeler, çevre ülkelerine has “kapitalist (az)gelişmişliğin” hakim olduğu bölgelerdir.
Buralarda
köylüler,
neoliberal
politikalar
yüzünden
tarõmdan
geçimlerini
artõk
sağlayamayacak hale getirilmiş ve piyasaya ucuz işgücü olarak eklemlenmek zorunda
bõrakõlmõşlardõr (Godoy, 2004: 632).
Ordu fõndõk mitingini organize edenlerden biri sorunu şöyle ifade ediyor: “2005
yõlõnda 1 milyon 84 bin kişi kõrsaldan koptu. Son 25 yõlõn en büyük göçü. Bu insanlar
sanayiye gitmedi, şehirlerin varoşlarõna gitti. Büyük kentlerde asayiş sorunu diyoruz ya işte
38
Milliyet, 23 Ağustos 2005.
Haber7.com, 2 Nisan 2006.
40
Hürriyet, 22 Mayõs 2006, Ülkede Özgür Gündem, 23 Mayõs 2006.
41
Ülkede Özgür Gündem, 31 Ağustos 2006.
39
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
26
tam bu.”42 Mitingde pankartlardan bazõlarõ “Çiftçi değil kapkaççõ mõ olalõm?” ve “İşsizler
ordusuna köylüyü katmayõn” diyerek aynõ soruna işaret ediyordu. Mitingde açõlan diğer
pankartlar da gözönünde bulundurulduğunda, piyasa kurallarõna uymanõn alternatifleri şöyle
sõralanõyordu: işsiz kalmak, kapkaçcõ olmak veya, üçüncü opsyon olarak, terörist olup dağa
çõkmak...
Ekonomik bir talebi, bir milli güvenlik sorunu olan terörizmle ilişkilendirmek
suretiyle, fõndõk üreticileri olsun, devlet yetkilileri olsun, sõnõf mücadelesine yeni bir boyut
kazandõrmaktaydõlar. Bu söylem, milli güvenliğin kurgulanmakta olan toplumsal sorun ve
tehditler hiyerarşisinin en başõnda yer alacağõnõ belirtmekle kalmõyorlar, tüm sorunlarõn
bundan böyle “güvenlik” sorunu olarak kodlanacağõnõn da işaretini veriyorlardõ. “İçimizdeki
hainler” arasõna talepkar sõnõflar da katõlmõş, devlet düzeni tanõmõ neoliberal düzen anlamõnõ
kazanarak pekişmişti.
Hem kronoloji, hem de örüntü açõsõndan Türkiye’yle çarpõcõ bir benzerlik içinde olan
Peru örneğine kõsaca değinmek, bu anlamda açõcõ olacaktõr. Peru’da 1980 öncesinde
yönetimde olan askeri dikta işçi sendikalarõnõ dağõtmõş, binlerce kamu çalõşanõnõ işten atmakla
kayõt dõşõ sektörü büyütmüş, çok sayõda sivilin işkence ve faili meçhul cinayetlerde ölmesine
sebep olmuştu. 1980’de başa geçen sivil yönetimler ise hiperenflasyon ve ekonomik krizlere
çözüm bulmak yerine ülkeyi patronaj ilişkileriyle idare ettiler. 1980’de Aydõnlõk Yol adõndaki
Maoist gerilla hareketi de devlete karşõ kanlõ eylemlerine başladõ. Ama bu dönemde ayrõca
sivil toplum canlanma belirtisi göstermiş, mahalle ve il örgütlenmeleri aracõlõğõyla katõlõmcõ
bir yurttaşlõk anlayõşõ gelişmeye başlamõştõ. Fujimori 1990’da başa geçtikten bir süre sonra
ekonomiyi neoliberal düzenin gereklerine göre yeniden yapõlandõrdõ, Aydõnlõk Yol’un liderini
yakalattõ ve devleti güçlendirdi. Gerginliği oldukça azalmõş bir siyasal alanda sivil toplumun
iyice gelişmesi gerekirken, bunun tam aksi gerçekleşti. Bunun en büyük nedeni, Fujimori’nin
terörizmi kendi otoritesini güçlendirmek, muhalefeti gayri-meşru göstermek ve kendisi
aleyhine olan her grubu “terörist” olarak damgalamakta gösterdiği çabaydõ. Bir Peru’lu
aktivistin ifadesiyle – “quien habla es terrorista” – kamusal alanda iktidar aleyhine
konuşmak, terörist damgasõ yemeği göze almak demekti (Burt, 2006: 34). Fujimori, toplumu
ve politikayõ militarize etmek için rejimin tehdit altõnda olduğu, geçmişteki şiddet ve kaos
dönemine her an dönülebileceği, teröristlerin hala etkin olduklarõ söylemini inşa etti. Sendika
başkanlarõnõ illegal örgüt üyeliğiyle suçlayan, gazeteleri hakimiyeti altõna alan, insan haklarõ
alanõ başta olmak üzere her tür sivil toplum faaliyetini “terörün yeniden başgöstermesi” olarak
42
Funda Özkan, “Ordu can derdinde”, Radikal, 1 Ağustos 2006.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
27
gören Fujimori’nin 1991 yõlõnda verdiği bir demeç manidardõr: “Teröristlerin ve bunlarõn
maşasõ olan örgütlerin... ordunun sistematik olarak insan haklarõnõ ihlal ettiğini iddia ederek
Peru’nun imajõna zarar vermek için ellerindeki tüm olanaklarõ kullandõklarõnõ ve
kullanacaklarõnõ biliyoruz” (46). Bu sayede, 10 yõllõk iktidarõ döneminde Fujimori yoksulluk
ve şiddetin yapõsal nedenlerinin tartõşõlmasõnõ engellemiş; sõnõf, toplumsal parçalanma ve etnik
ayrõmcõlõk gibi sorunlarõ yok sayabilmiştir (40, 45).
Dolayõsõyla, korku politikalarõ ve terörizm söyleminin salt politik olmayan görünmez
bir boyutu ve somut toplumsal etkileri olduğunu söylemek kuşkusuz mümkündür.
Neoliberalizmin paradoksu, meta kültürünün yarattõğõ aynõlaştõrmanõn bir bireyselleşme de
olmasõndan dolayõ devletin paradoksuyla benzerlik taşõr. Zira neoliberal yönetişim toplumsal
sorunlarõ bireylerin kendi sorumsuzluklarõna indirger, yapõsal bozukluklarõ bir irade eksikliği
gibi sunar ve önerdiği çözümleri sõnõflar veya ücret kategorilerine değil, performans üzerinden
bireye bağlar. Piyasa ekonomisi, bir taraftan kültürel farklõlõklarõn silinmesini ve tüketici
kitlelerini uysal bedenlere dönüşmesini gerektirir; diğer taraftan ise, memur tavrõnõn yerini
girişimcilik ruhuyla ikame eden piyasa, bu ruhun vatandaş insiyatifine doğru evrilmemesi için
önlemler almalõdõr. Toplumsal ve politik eşitsizliklere karşõ geliştirilecek herhangi bir sivil
toplum girişimi meta üretiminin yararõna değildir. Neoliberal ekonomik dönüşümün, Peru
örneğinden daha yakõn bir coğrafyada, Demir Lady’nin İngiltere’sinde, polis copu ve gayet
sert kanunlarla gerçekleştiğini unutmamak gerekir.
Bu noktada Türkiye örneğine dönersek, neoliberalizmin “apolitik tüketici” değil, tam
tersine “politik tüketici” ürettiğini daha açõk bir biçimde görürüz. Şiddeti söylemleri ve
pratikleriyle meşrulaştõrmõş, şiddete karşõ yargõ ve evrensel hak talepleri yolunu farklõ
dolayõmlarla kapatmõş olan bir devletin yarattõğõ toplumsallõkta, konformizm bireyin kendini
koruma yöntemlerinden en önemlisi haline gelir. Piyasa ekonomisi ise bireyi insiyatife
özendirmekte, yaşam standartlarõnõn sorumluluğunu bireyin kendine yüklemektedir. Bunun
önce 1990’lardan itibaren Doğu Blok’unda, sonra da Batõ’da görülen olumsuz etkileri, bir
ikinci korunma yönteminin kollektif aidiyetler olan dini, etnik veya milli kimliklere sõğõnmak
olduğunu gösterir. Merkezkaç kuvvetleri dengelenmesi, piyasa ekonomisini engellemeyecek
(ve hatta bunun yarattõğõ çarpõklõklarõ görünmez kõlacak) bir birlik yaratõlmasõna bağlõdõr.
Yakõn tarihimiz göstermektedir ki, terörizm söylemi böylesi bir birliği sağlamanõn en başarõlõ
yollarõndan biridir.
Türk milliyetçiliğine içkin olan hoşgörüsüzlük ve ötekileştirmenin de ötesinde, dünya
konjonktüründe uluslararasõ terörizm söyleminin yarattõğõ etkilere de bakmak gerekir o halde.
Muhalif aktör ve kimliklerin kriminalize edilmesi, terörist kategorisinde değerlendirilmesi
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
28
Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Türkiye’de olduğu kadar başka ülkelerde de (özellikle
ABD ve bazõ AB ülkeleri) gözlemlenen bu eğilim, uluslararasõ arenadaki terörist tanõmlarõnõn
iç siyasette “içimizdeki yabancõlar” imgelemine eklemlenmesiyle daha da belirgin bir hal
almõştõr. A.B.D.’de Bush yönetiminin insanlõk tarihine bõrakacağõ en hazin miras, terörle
mücadele söylemidir. Irak Savaşõ karşõtlarõnõn susturulmasõ, işkencenin yasallaşmasõ,
sõnõrlarda inşa edilen duvarlar, 12 Eylül darbesinin Türkiye'de gördüğü şiddetin
“normalleştirilmesi” ve muhalefetin lağvedilmesi işlevinin tüm dünya geneline yayõlmasõ
sürecinin adõmlarõ olarak görülebilir. Devletin artan suç oranõ, yeni toplumsal risk türleri,
yoksulluk ve dõşlanma gibi sorunlarla başa çõkabilme yetisini yitirmesi yüzünden “iflas ettiği”
söylemi, devletin vatandaşlarõnõ savaşlar ve güvenlik retoriği sayesinde nasõl hizaya
çağõrabileceğini ve kaybolan otoritesini nasõl geri alabileceğini öngörememektedir. Güvenlik
söylem ve pratikleri, devletin geri dönüşünün yeni kõlõfõdõr. Uluslararasõ düzeyde ihtilaflarõ
çözme yöntemi olarak kaba askeri güç kullanõmõ yeni bir model teşkil etmese de, 1990’larda
Soğuk Savaş’õn sona ermesiyle yeşeren farklõ bir dünya umudunun ne denli naif olduğunun
göstergesidir.
Sonuç
Dünya konjonktürü artan milliyetçi kapanma ve zor kullanõmõna doğru evrilmiş ise,
Türkiye’deki şiddet sorununu, milliyetçi zihniyeti düzeltmeye çalõşarak veya AB’den
esinlenen demokrasi söylemiyle çözmenin zor olacağõ teslim edilmelidir. Bu yazõnõn temel
amacõ, linç ve toplumsal şiddet sorununu artõk neoliberal piyasa düzeninin yarattõğõ ekonomik
çarpõklõklar, devletin yeniden yapõlanarak toplumsal görevlerinden sõyrõlma eğilimi ve eksilen
otoritesini “terör” ve “güvenlik” söylemleriyle ikame etmesi ekseni üzerinden de tartõşmak
gerektiğini savunmaktõ. Başka bir deyişle, sorunun salt bir “zihniyet” veya “siyasal gelenek”
meselesi olmaktan ziyade, ayrõca somut maddi dönüşümlerin etkisiyle toplumsal dokunun
aldõğõ yaralardan da kaynaklandõğõnõ belirtmenin ve bunu akademik bir gündem olarak
önermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü salt zihniyet sorunu olarak bakõldõğõnda
öngörülemeyecek çözümler, ancak böylesi bir perspektif aracõlõğõyla görünür kõlõnõr.
Neoliberal ekonomik düzenin çokkültürlü bir demokratik açõlõm getireceği, tepeden
inmeci yönetim şekillerinin yerine yönetişim mekanizmalarõna geçişi sağlayacağõ ve devletin
topluma müdahale olasõlõğõnõ azaltacağõ bir yanõlgõydõ. Neoliberal düzenin devletin baskõ
aygõtlarõnõ içermeksizin kurulamayacağõnõ hatõrlatan yeni şiddet sarmalõ, postmodern siyaset
beklentilerini de boşa çõkardõğõnõ söylemek yanlõş olmaz. Küresel sermaye, yerelde varolan
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
29
eşitsizlikleri keskinleştiren dõşlama mekanizmalarõ yaratmakla kalmamakta sadece; aynõ
zamanda, devlet şiddetini geri çağõran ya da meşrulaştõran toplumsal pratikler de üretmekte.
Linç girişimleri de bunlara örnektir. Genelkurmay Başkanõ’nõn demeci ile tetiklenen bu
galeyan hali geçmişimizde en fazla süreklilik arzeden milliyetçilik ile, yakõn geçmişteki iç
savaşõn meşrulaştõrdõğõ toplumsal şiddeti birleştirmenin dõşõnda, ekonomik çarpõklõklara karşõ
üretilen bir tepkidir. Bu tepkinin kendisinin de çarpõk olmasõ, devlet-sivil toplum arasõnda
sürekli birbirini besleyen bir şiddete çağõrma diyalektiği yaratmakta, her ikisini de olumsuz
yönde dönüştürmektedir. Sürmekte olan şiddet örüntüsü muhalif kimliklerin kriminalize
edilmesine ve buna paralel olarak, milli çõkarlar üzerindeki tehditleri ortadan kaldõrmak için
devlet rolünü üstlenen vatandaşlarõn aklanmasõna yol açar. Bu sayede muhalifler “yok
edilebilecek” bedenlere dönüşürken, toplum devletin bir kolu haline gelir. Devlet de popüler
talebi hem yönlendiren, hem de bunun tarafõndan yönlendirilen bir baskõ aygõtõ olma işlevini
görür.
Linç girişimleri ve yasal bekçilik furyalarõndan sonra, umut etmek gerekir ki, yeni
başlamõş olan siyasal cinayetler dizisi bu gidişatõn üçüncü ayağõ olmasõn. Zira Hrant Dink’in
katledilmesi, toplumsal hafõzamõzda kanamakta olan yaralara deva bulunmasõnõ çok uzun bir
süre daha erteledi bile.
Referanslar
Austin, John (1976), How to do things with words, Oxford, Oxford University Press.
Beck, E.M. ve Stewart E. Tolnay (1990), “The Killing Fields of the Deep South: The Market
for cotton and the Lynching of Blacks, 1882-1930”, American Sociological Review,
55:526-539.
Burt, Jo-Marie (2006), “‘Quien Habla Es Terrorista.’ The Political Use of Fear in Fujimori’s
Peru” Latin American Research Review, 41(3):32-62.
Buur, Lars ve Steffen Jensen (2004), “Introduction: Vigilantism and the Policing of Everyday
Life in South Africa”, African Studies, 63(2): 139-152.
Comaroff, Jean, ve John Comaroff. (2000) “Millenial Capitalism: First Thoughts on a Second
Coming”, Public Culture, 12(2): 291-343.
Das, Veena, ve Deborah Poole (2004), “State and Its Margins. Comparative Ethnograpies”, V.
Das ve D. Poole (der.) içinde, Anthropology in the Margins of the State, New Mexico,
School of American Research Press; Oxford, James Currey.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
30
Gambetti, Zeynep ve Refik Güremen (2005), “Did Somebody Say Liberal Totalitarianism?
Yes, and Despite the 5½ (Mis)uses of the Notion” Rethinking Marxism, 17(5): 638645.
Godoy, Angelina Snodgrass (2004), “When ‘justice’ is criminal: Lynchings in contemporary
Latin America”, Theory and Society, 33: 621-651.
Godoy, Angelina Snodgrass (2002), “Lychings and the Democratization of Terror in Postwar
Guatemala: Implications for Human Rights”, Human Rights Quarterly, 24: 640-661.
Gupta, Akhil, ve Aradhana Sharma (2006), “Globalization and Postcolonial States”, Current
Anthropology, 47 (2): 277-307.
Harvey, David (2000), Spaces of Hope, Edinburgh, Edinburgh University Press.
Huysmans, Jeff (1998), “Security! What Do You Mean? From Concept to Thick Signifier”,
European Journal of International Relations, 4(2): 226-255.
Jarman, Neil (2004), “From War to Peace? Changing Patterns of Violence in Northern
Ireland, 1990-2003”, Terrorism and Political Violence, 16 (3): 420-438.
Laclau, Ernesto ve Chantal Mouffe (1985), Hegemony and Socialist Strategy. Towards a
Radical Democratic Politics, Londra, Verso.
Navaro-Yashin, Yael (2002), Faces of the State, Princeton/Oxford, Princeton University
Press.
Neumann, Franz (1987), Béhémoth. Structure et pratique du National-socialisme 1933-1944,
Paris, Payot.
Olzak, Suzan (1990), “The Political Context of Competition: Lynching and Urban Racial
Violence, 1882-1914”, Social Forces, 69 (2): 395-421.
Rose, Niklas (1996), “Governing ‘Advanced’ Liberal Democracies”, A. Barry, T. Osborne ve
N. Rose (der.) içinde, Foucault and Political Reason, Chicago, Univ. of Chicago
Press.
Rosenbaum, H. Jon ve Peter C. Sederberg (1974), “Vigilantism. An Analysis of
Establishment Violence”, Comparative Politics, 6(4):541-570.
Spencer, Jonathan (2000), “Memory, Agency and Community”, V. Das ve A. Kleinman (der.)
içinde, Violence and Subjectivity, Berkeley, LA, Univ. of California Press.
Steenkamp, Chrissie (2005), “The Legacy of War: Conceptualizing a ‘Culture of Violence’ to
Explain Violence after Peace Accords”, The Round Table, 94 (379): 253-267.
Toplum ve Bilim, No. 109, Yaz 2007, s. 7-34
31
Warner, Michael (2002), “Publics and Counterpublics”, Public Culture Vol. 14(1): 49---90.
Yeğen, Mesut, (2006), Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa, Istanbul, Metis.
Zizek, Slavoj (1997), “Multiculturalism, or, the Cultural Logic of Multinational Capitalism”,
New Left Review, I-225:29-51.
İngilizce Özet
Lynching attempts and mob violence aimed at eliminating “the nation’s enemies” have
been occurring in regular intervals in Turkey over the past one-and-a-half years. Actually, the
discourse of national security has a long history in Turkey, reaching a peak after the 12 Sep.
1980 military coup and during the “low-intensity war” between the Turkish army and Kurdish
separatist guerillas. But very few lynching attempts occurred during this period. It was only
when the war, and along with it the “objective” reasons for securitization, ended that lynching
attempts and mob violence emerged. The specific question this paper asks is: why now? This
paper claims that the recent forms of societal violence in Turkey reveal a locking together of
state-economy-society. Discourses of terrorism in the international arena are articulated to
imaginaries of the “enemy in our midst” in domestic politics. The on-going pattern of
violence results in the criminalization of dissenting identities and the simultaneous absolution
of citizens who take on the role of the state of removing threats to national interests. Not only
do dissenters thereby become bodies that can be eliminated, but society itself becomes a
branch of the state. The dispensation of justice by citizens themselves may appear to be
symptomatic of the collapse of the state under the pressure of neoliberal ideology and
practice. But my claim is that vigilantism and lynching events actually buttress the state by
aligning civil society and citizens along national objectives. The neoliberal privatization of the
functions of the state has actually served to reduce the oppositional space between state and
society. In theoretical terms, the passage is from Leviathan to Behemoth, an amorphous
structure that engulfs state, economy and society.

Benzer belgeler

Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi

Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi değerlendirilen bu gidişatõn, tam tersine, herkesin iktidar alanõna çekilmesi olduğunu iddia edeceğim. Türkiye’deki linç girişimleri bu paradoksu anlamak açõsõndan son derece elverişlidir. Bir çeşi...

Detaylı