İndir - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi

Transkript

İndir - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006
Boş sayfa
G. Ü. İ. F. adına sahibi
Sorumlu yazı işleri müdürü
Editör
Prof. Dr. Kadri Yamaç
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Prof. Dr. İrfan Erdoğan
Yardımcı editörler
Yrd. Doç. Dr. Cem Yaşın
Araş. Gör. Özge Güven
Doç. Dr. Gamze Yücesan Özdemir
Dokt. öğr. Esra Keloğlu-İşler
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Yayın kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç
Prof. Dr. Bayram Kaya
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu
Prof. Dr. Sacide Vural
Prof. Dr. Nilgün Gürkan Pazarcı
Prof. Dr. Seçil Büker
Doç. Dr. Nazife Güngör
Prof. Dr. Peyami Çelikcan
Prof. Dr. Raşit Kaya
Prof. Dr. Dan Schiller
Prof. Dr. Vincent Mosco
Prof. Dr. Stuart Ewen
Anadolu Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Maltepe Üniversitesi
ODTÜ
University of Illinois, USA
Queens’ University, Canada
CUNY, USA
Kapak resmi
www.valleyofthewolvesiraq.com sayfasından (public domain) uyarlandı.
Kapak ve sayfa tasarımı
İrfan Erdoğan
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli yerel süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: [email protected]
Yayın tarihi: 23 Ağustos 2006
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Dergi Politikası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram
ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı
kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir;
Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için bir forum
oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi
kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal bağlamda faydalı
bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
Journal’s Policy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and
formerly published under the title Communication, is a social sciences journal
focusing upon theory and research on communication. The journal is
dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations;
to developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in
Turkey and around the world in order to further the field; to expand the
frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to
perform its role in the development of theoretically and methodologically
enriched multidisciplinary body of knowledge on communication.
Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle bu sayıdaki veya web sayfasındaki
makale ve diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası
dijital olarak editöre gönderilmelidir. Dijital kopya PC word formatında
hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine bir niyet mektubuna
eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra yazara önerisini
sunar. Makalenin hakemlere gönderilmesine karar verirse, basılı iki kopya
“Editör, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi, Emek, Ankara” adresine postalanmalıdır. Basılı kopya A4 kağıt
üzerinde, sayfanın tek tarafına, 1.5 aralıkla, köşelerden 2.5 cm aralık vererek,
Times new roman 12 punto ile ve sayfalar numaralandırılarak hazırlanmalıdır.
Metin içi referanslar, dipnotlar ve kaynakça kesinlikle Dergi’nin belirlediği
kurallara uymalıdır.
Submissions
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital
form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should
be e-mailed to ([email protected]). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format. The
manuscript should be double-spaced; references and formatting should follow
the style guidelines of the APA (5th ed.). Please find the further information
in the last section of this issue or in the web page of the journal.
Editörün Notu
Editörlük, özellikle kaliteli üretim dışındaki her tür üretimin bol ve çok
gelişmiş olduğu bir üretim ilişkileri ortamında, eğer akademik kalite politikası
güdülürse, en zor işlerden biridir.
İletişim dergisini zamanında çıkarmak için Cem Yaşın iki yıla yakın
zamandır yoğun çabalar gösterdi. Elinde birilerinin “basılmaya hazır” olarak
nitelediği yeterince makale vardı ve yeni makaleler de geliyordu. Fakat
makaleleri bana gösterdiği an çok ciddi bir sorun olduğu ortaya çıktı:
makalelerin çoğu makale olmayan makalelerdi. Bazıları konu/sorun
bağlamında ve hemen hepsi metodolojik bağlamda akademik/bilimsel
değerden yoksundu. Elbette her yazar ürününü kusursuz ve mükemmel olarak
görür; fakat “huysuz ve kendini beğenmiş editörler” hemen bazı kusurlar
bulurlar ve bazen hakeme bile göndermeden, örneğin “makalenizde ciddi
yöntembilimsel sorunlar bulunmaktadır, lütfen bu sorunları giderdikten sonra,
isterseniz, yeniden dergimize gönderebilirsiniz” diye yanıt verirler. Pasif rol
almayan editöre ek olarak, hakemler bazen anlamlı bazen anlamsız, bazen
doğru ve bazen de haksız ve hatta yanlış değerlendirmeler yaparlar. Yazarın
morali daha da bozulur. Hakemlerin ve editörlerin bir diğer sorunu da kendi
ideolojik yönelimlerine veya kendi yöntembilimsel yaklaşımlarına uygun
düşmeyen bir makale gördüklerinde, hemen bir ağızdan “bu bir bilimsel
makaleden çok, propaganda veya promosyon yazısına benzemiş, dolayısıyla
yayınlanamaz” derler. Yazarın morali iyice bozulur, çünkü yazar mükemmel
bir makale yazdığından çok emindir. Dolayısıyla, dışsal atıflara başvurur,
çünkü dışsal atıflar çok rahatlatıcıdır: Sorun editörden ve hakemlerden
kaynaklanmaktadır. Hele bir de düzeltme verilirse, yazar daha çok bozulur;
çünkü bu içeriğe karışmadır, haksız “dış” müdahaledir: Editör “metodolojik
hatalar var, hakemlerin de gösterdiği gibi hatalar şunlar, isterseniz, bu hatalar
üzerinde durup gerekli değişiklikleri yaparak bize gönderebilirsiniz” der.
Duyarlı yazar olarak, öfkelenirsiniz ve en yumuşak dille “editörle veya
hakemle aranızda yaklaşım/anlayış farkı olduğunu” düzeltmeyi reddedersiniz.
Makaleniz basılmaz. Türkiye’deki egemen ilişki tarzını çok iyi bildiğiniz için,
“biliyordum basmayacaklarını” der ve en başta yapmadığınızı yaparsınız:
Tanıdık biri kanalıyla başka bir dergide bastırma yoluna gider ve bastırırsınız.
Hem de önerilen düzeltmelerin hiçbirini yapmadan; çünkü mükemmel bir
makale yazdığınız için düzeltmelere ne gerek var ki! Gereksiz. Siz bunu
yaparken, muhtemelen bir başka yerde bir başkası gönderdiği makalenin
üçüncü düzeltmesini yapıyordur. Bu kişi de makalesini ilk gönderdiğinde
mükemmel sanıyordu; fakat hakemlerden aldığı yanıtlardan bazılarından,
gerçekten de düzeltilmesi gereken yerler olduğunu gördü. Nasıl da gözünden
kaçmıştı? Nasıl düşünememişti? Elbette her hakemin her dediği doğru
olmayabilir. Her hakem hep “doğru eleştiriyle” gelmez; önünüzde iki seçenek
vardır: ya o hakemin istediklerini görmezlikten gelmek veya bir şekilde
geçiştirmek; ya da “tutarlı bir şekilde” yanıt vermek ki, bu ikinci yol editör
hakem yakınlığı ve hakem psikolojisi nedeniyle, verimli olmayabilir. Fakat
editöre tasarımınızın yöntembilimsel yapısını ve içeriğini geliştiren her
öneriye açık olduğunuzu bildirirseniz, editöre ve hakemlere değerli zamanları
ve yardımları için teşekkür ederseniz, yaptığınız her düzeltmeyi somut bir
şekilde belirtirseniz, çoğu kez, bu safhaya gelindiğinde, makalenizin basılma
olasılığı artar. Basıldığında bakarsınız ki en az bir sene geçmiş. Ama basılmış.
Bu makaleyle övünebilirsiniz. Ama çıkar ilişkilerinden geçerek, makale
olmayan bir makaleyle utanç duyarsınız (sanmıyorum, çünkü utanç duyacak
biri, bunu yapmaz).
Türkiye’de makale gönderilmesi ve basılmasıyla ilgili en az iki temel
egemen ilişki tarzı bulunmaktadır. Birincisi, birini tanıyorsan, basılır. İkincisi,
birini tanımıyorsan, ancak ideolojik uyum varsa ve birkaç diğer özel koşulları
yerine getirmişsen basılır, aksi takdirde en mükemmel bir yapıt olsa bile
basılmaz: Egemen ölçüt ne yazık ki çok az bilimsel karakter taşımaktadır.
Türkiye’de hakemlikle ilgili deneyimleriniz, eminim, benim gibi, çok
olumsuzdur: Hakemlerin ne kadarının makaleyi okuduğunu bilemiyoruz.
Makaleyi gönderen veya makaledeki konu ve yaklaşım “tanıdıksa,” fazla
okumaya gerek kalmaz. “Bizden değilse” veya “Tanıdık görünmüyorsa” veya
“hoşa gitmiyorsa” veya İrfan Erdoğan gibi akademik dile saygı göstermiyor
ve günlük dildeki sivri ifadeleri karıştırarak kullanıyorsa, gene fazla okumaya
gerek kalmaz. Türkiye’de hakemlerin makaleyi ayrıntılı olarak okuyup
ayrıntılı bilgi verdiğine ne kadar rastladınız?
Yukarıdaki tür makale değerlendirme pratiği, dergi editörlerinin “makale
değerlendirmesi formunun” biçimi ile de desteklenmektedir. Bu formlar hem
standartlaşmış ‘kapsül” değerlendirme getirmekte hem de bir bilimsel
dergiden yapılmaması gereken ölçme hatalarıyla dolu sorular ve seçenekler
sunmaktadır. Örneğin, “Yazı konusunun iletişim araştırmaları için
uygunluğu” gibi sorular “çok yetersiz, yetersiz, orta, iyi, çok iyi” veya çok iyi,
iyi, orta, kötü, çok kötü” seçenekleriyle ölçülmektedir. Bu beş seçenek,
makalede uygunluk, uyum, tutarlılık, ilişkinin kurulması, gösterilen özen,
açıklık, anlaşılırlık veya özgünlük ölçüsü değildir. Ayrıca, bir akademik
derginin hakem değerlendirme formunda anlamsız, gereksiz, yanlış, yanlı ve
“çifte namlulu soru olmamalıdır,” ama ne yazık ki hakem değerlendirme
formlarının önemli bir kısmı çifte namlulu ve hatta daha fazla namlulu
sorulardan oluşmaktadır. Örneğin, hakemden yukarıdaki beş seçenekten birini
seçmesini isteyen şu değerlendirme soruları sorulmaktadır: “Literatür taraması
ve çalışmasının önceki çalışmalarla ilişkisinin kurulması; anlatımın mantıksal
ve yapısal süreklilik; sorunun ve çalışmanın amacının ortaya konuluşu;
konunun tanımlanması, çalışmanın varsayımlarının ve amacının tartışılması.”
Bu soruların hepsi çifte namluludur; son cümle çok az kişinin yapamayacağını
başararak üç namlulu soru soruyor ve ampirizmin en temel kuralını çiğniyor.
Bir diğerinde “bu çalışma konu, yöntem ve diğer bakımlardan yayınlanamaz”
denmektedir. Belki konusu iyidir, ama yöntemde ciddi sorunları vardır.
Ayrıca “diğer bakımlardan” ne demek? Belirsizliğe dayanan değerlendirme
keyfidir. Ayrıca, “araştırmanın dayandığı veri tabanının elde edilmesi ve
değerlendirilmesindeki metodolojik yeterlilik” sorusunu sormak ve beş
seçenek vermek, bunu yazanın çokbilmişlik taslarken bilmediğini anlatmıyor
mu? “Araştırmanın dayandığı veri tabanı” diye bir şey olmaz; araştırmanın
olası veri kaynakları (veya örneklemini çıkarttığı nüfusu) vardır. Zaten bu veri
kaynağına ulaşılamazsa (erişim sorunu varsa) araştırma yapılamaz. Bazen
makale değerlendirmesinde konmaması gereken seçenekler konmaktadır: “Bu
dergide uygun değil, ama başka dergilere gönderilebilir.” Yani, “benim
kaliteli dergimde yayınlanamaz, ama düşük kalitede dergiler var, onlara
gönderebilirsin!” diyebilecek “kendini beğenmişliği” gösterebilmek için, en
azından kendi değerlendirme formunda kendin en basit metodolojik hataları
yapmayacak kadar temel yöntembilim bilgisine sahip olmak gerekir. Bir
başka değerlendirme ifadesi de şöyle “bu şekliyle herhangi bir akademik
dergide yayınlanması doğru değildir.” Bu tür seçenekler asla verilmemelidir,
çünkü bu, yazara, diğer dergilere, diğer editörlere hakaret karakterini
taşımaktadır. Ama editör, makalenin konusuna uygun bir dergiyi önerebilir.
Biz İletişim dergimizde yukarıdaki hatalar, yanlılık, ilgisizlik ve benzeri
ilişki ve üretim tarzından elimizden geldiği kadar uzak durmaya çalıştık. Yine
de yaptığımız hataları bize gerekçeli olarak gösteren ve doğruyu da öneren
herkese şimdiden teşekkür ederiz. Yanlışımızı kabul eder ve düzeltiriz.
Editörlük ve hakemlik sürecini, bir makalenin kabul ve reddedilme
koşullarını yazarın lehinde değiştirdik. Yazardan beklentimiz, bir makalenin
ilk gönderişte asla kabul edilmeyeceği gerçeğini kabul etmesidir. Yazar en az
iki düzeltme olasılığına hazır olmalıdır. Kabul edilecek makaleler ancak
alanında ün kazanmış kişilerden istenen “davetli” makalelerdir. Bu kişilerin
de var olan bilgi birikimine başvurmadan yazdıkları (yani metin içi referans
ve kaynakçası olmayan) hiçbir makale kabul edilmeyecektir. Makale sunumu,
editörlük ve hakemlik süreci, basılabilecek makalelerde aranan temel bilimsel
yapı ile ilgili bilgiler ayrıntılı olarak bu sayının sonunda sunuldu. En kısa
zamanda, web sayfasından da bu bilgilere ulaşılabilecektir.
Her türlü örgütlü yapılar içindeki ve dışındaki insan ilişkilerinde olduğu
gibi, özellikle akademik ilişkilerde yazarın “ideolojik yönelimine” bağlı
olarak gelen “yanlı ve bağnaz kararlara” dünyanın her yerinde rastlanır.
“Bizden olan” ve “bizden olmayan” gibi kavramlarla ifade edilen ve bu
ifadenin bir yazıyı bastırmama ve kitabı okutmamaya kadar çeşitlenen günlük
pratikleri, cehaleti destekleyen böl ve yönet politikalarının başarılarından
biridir. Bu ilkel ve aşağılık tutum dergimize asla yansımayacaktır. Bu dergi
her çıkarı temsil eden her görüşe açıktır. Bu amaçla geliştirdiğimiz çözümleri
bu sayının son sayfalarındaki açıklamalarda bulabilirsiniz. Bizim akademik/
bilimsel ahlakımız “Machiavelli’nin strateji ve taktikleriyle gelen “çoğulcu
demokrasi” iddiası karakterini taşımaz. Biz her şeyden önce insanın insanca
varlığının değerinden hareket ettiğimiz için, dergimizin de insanı merkez alan
karakterde olmasına gayret göstermeyi amaçladık. Bunun anlamlarından biri
de ‘şirketi merkeze alanların” dışarıda bırakılacağı değildir; olası her
yaklaşımın, uygulamalı ve yönetimsel araştırmaların, farklı görüşlerin ve
çıkarların dergide yer bulacağıdır.
Dergimizde sadece yazarların isimlerini kullandık; isimlerin önlerine Prof.
Dr. gibi ünvanlar koymadık. İnsanın kimliğini tanımlayan “statü bağlamında
ne olduğu” değil, “nasıl bir insan olduğudur.” Kendini profesör veya uzman
olmaktan geçerek tanımlayan ve kendinde bu tanımdan geçerek değer bulan
insan, ne yazık ki sorunlu bir insandır. Profesör olmak, özellikle Türkiye gibi
yapılarda, bir insanı ve ürününü, örneğin bir doktora öğrencisinden ve
ürününden daha iyi veya değerli olduğunun belirleyici göstergesi değildir. Bu
nedenle, makalenin ilk ve son değerlendirilmesinde, ölçüt olarak bireyin kim
olduğu değil, sunulan ürünün (makalenin) akademik/bilimsel doğası alındı.
Hakemlerimizden de, böyle bir tutum bekleriz. Bu konuda çıkacak sorunlarla
ilgili çözümümüz için de lütfen derginin sonundaki açıklamalarımızı okuyun.
Dolayısıyla, herkes kendi inandığı veya doğru bulduğu felsefi yaklaşıma,
epistemolojik geleneğe ve metodolojik yapıya uygun bir şekilde hazırladığı
makalesini dergimize gönderebilir. En temel koşulumuz, makalenin var olan
bilgi birikiminden hareket ederek inşa edilmiş bir araştırma karakterine sahip
olmasıdır.
İnsanlığın gelişmesi, daima, kendi koşullarına düşüncesiyle tepki üreten
ve bu koşulları irdeleyen, eleştiren ve daha iyisini kurmak için mücadele eden
insanlar sayesinde olmuştur. İnsana insanlık karakterini veren ve insanca
değişimi getiren koşul, daima kendini ve dışını soruşturma, eleştirme ve
değiştirme çabası olmuştur. Bu insanlar diğerlerinin katılımıyla tarihi yapmış
ve değiştirmişlerdir. Bu nedenle, kendini, diğerlerini, dışını ve hayatı
soruşturan insan “yaşayan ve yaşatan insandır,” birileri tarafından katledilse
bile. Soruşturulmayan, soruşturulması yasak olan veya yanlış soruşturulan
hayat; örneğin, “bizden başkasına” hayat hakkı tanımayan vicdansızlığı ve
işlenmiş hunharlığı anlatır. Bu, tüketimle değerin bulunduğunu ve
kazanıldığını işleyen bir pazar yapısının yarattığı ve insanlararası düşmanlığı
teşvik eden örgütlü koşulların üzücü sonuçlarından biridir. Bu insan, vücutsal
gereksinimleri karşılamayı ve gösterişi yaşamın anlamı sanır. Cahilliğinde en
bilmiş insandır. Bunlara her yerde rastlarız; önemli mevkiler dâhil.
Dolayısıyla, biz insanı soruşturmaya davet ederken, soruşturan insanların
da bu dergiden geçerek soruşturmaları zenginleştirmelerini bekliyoruz.
Bu sayıyla editörlüğünü üstlendiğim İletişim dergisi yılın başından beri
Türkiye’de ve dünyada yoğun tartışmalara neden olan bir filmin analizine
ayrıldı: Kurtlar Vadisi Irak. Bu özel sayı, Deli Yürek’ten başlayarak Kurtlar
Vadisi’nde yansıtılmaya devam edilen, şimdiye kadar gizli kalmış veya
bastırılmış bir ilişkiler yapısını betimleyen ve Kurtlar Vadisi filmine daha
olumlu bakış açısıyla yaklaşan Korkmaz Alemdar’ın önsüzüyle başladı.
İkinci olarak Kurtlar Vadisi dizisiyle Kurtlar Vadisi Irak arasındaki bağı
kurmamıza, böylece Kurtlar Vadisi Irak filmini daha iyi anlamamıza yardım
eden Zeynep Gültekin’in makalesine yer verildi. Bu makaleyi, okuyucuya
Kurtlar vadisi’nin olay örgüsünü ve karakter işlenişini açıklayan Esra
Keloğlu-İşler’in makalesi takip etti. Esra makalesinde, Kurtlar Vadisi’yle ve
karakterleriyle daha ilk kez karşılaşıyormuş gibi sorunların nasıl sunulduğu,
sorunun nasıl işlendiği ve nasıl sonuçlandırıldığı, sonraki sahneyle nasıl
bağlandığı üzerinde durmakta; okuyucuya filmde önde gelen ve önemli isimli
ve isimsiz karakterlerin film boyu inşasında işlenişini açıklamaktadır.
Teolojik anlatılar bize tanrı-kul ve kul-kul ilişkileri ve sonuçlarıyla ilgili
olarak ders alınması, izlenmesi ve uyulması gereken “gerçekler” sunarlar.
Kurtlar vadisi Irak filmi, bir öç almayı, bir hesabı kapatmayı amaçlayan bir
savaş durumuyla ilişkilidir. İlk savaş Havva’nın (yılanın? şeytanın?) Adem’i
kandırmasıyla cennetten kovulmaları ve dünyaya atılmalarından sonra olan
çocukları Habil ile Kabil arasında olmuştur. Bu iki kardeş arasındaki soğuk ve
birinin diğerini öldürmesiyle sonuçlanan sıcak savaşla makalesine başlayan
İrfan Erdoğan, Kurtlar Vadisi Irak filminin sunduğu içeriğin doğasını, bu tür
filmlerin genel karakterlerini ve bu karakterler içinde Kurtlar Vadisi Irak’ın
yerini ve anlamını irdelemektedir. Editör’ün dergide makalesini yayınlaması
“etik bağlamında” doğru olmayabilir. Fakat bu sayı özel bir sayı olduğu ve
makalemde sunulan ayrıntılı bilgi, analiz, değerlendirme ve tartışmaların
okuyucular için faydalı, düşündürücü ve araştırmaya yönlendirme bağlamında
provokatif olacağı düşüncesiyle tereddüt etmeden koydum.
Seçil Büker, Kurtlar Vadisi Irak filmini incelemeyi daha çok sanatsal
temsilin kurgulanmasında kimliklerin inşası ve ilişkisel belirlemelerin
kurulması bağlamında ele almaktadır. Bunu da daha çok filmsel temsildeki
kahraman ve önde gelen karakterler üzerinden odaklanarak yapmaktadır.
Cem Yaşın Kurtlar Vadisi Irak filminin bilişsel yapı analizini okuyuculara
sunmaktadır. Cem’in filmin konuları ele alış biçimini tarihsel-düşünsel bağla
ilişkilendirerek yorumlaması okuyucular için ilginç gelecektir.
Kurtlar Vadisi Irak filmi aynı zamanda bir kültürel bir üründür. Bu üründe
belli kültürel inşalar yapılmakta ve kültürel kimlikler açıklanmaktadır. Ayhan
Selçuk’un makalesi filmin bu kültürel yanı üzerinde durmaktadır.
Dergimizde, makaleler bölümünden sonra, ‘forum” bölümü oluşturduk.
Bu sayıda forum bölümünü Esra Keloğlu-İşler ile İngiltere’deki arşivlerden
yararlanan Aytül Tamer beraber hazırladılar. Forum bölümünde, Esra ve
Aytül Türkiye, Avrupa, Amerika ve internetteki tartışmalardan Türkçe,
İngilizce ve Fransızca örnekler verdiler.
Derginin son bölümünü dergi politikası ve makale göndermeyi düşünen
yazarlar için kurallara ayırdık. Bir makalenin basılma olasılığını artırmak ve
sürecin aldığı zamanı kısaltmak için, bu bölümün okunması gerekir.
Bu sayının özel doğası ve kapsamı nedeniyle, araştırma notları ve raporlar
bölümü ve kitap, belgesel ve diğer filmler, videolar, tv programları ve sanat
sunumları gibi iletişim ürünleriyle ilgili değerlendirme bölümü konmadı.
Sadece iletişim alanında akademik faaliyetlerle ilgili haberler verildi.
İrfan Erdoğan
Sayı 22 Kış-Bahar 2006
MAKALELER
Korkmaz Alemdar
Deliyürek Bumerang Cehennemi’nden Kurtlar Vadisi Irak’a .............. 1
Zeynep Gültekin
Irak’dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi ...................................................... 9
Esra Keloğlu İşler
Kurtlar Vadisi Irak: olay örgüsü ve karakter işlenişi........................... 37
İrfan Erdoğan
Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil’in
yeni-emperyalist Habil’den öç alışı ..................................................... 71
Seçil Büker
Kurtlar Vadisinde eksiği kahraman dolduruyor ................................ 137
Cem Yaşın
Kurtlar Vadisi Irak filminin bilişsel yapı analizi ............................... 157
Ayhan Selçuk
Kurtlar Vadisi Irak filminde kültürel öğeler ve
kimlik sunumları üzerine bir inceleme .............................................. 183
FORUM
Esra Keloğlu-İşler ve Aytül Tamer
Forum hakkında................................................................................. 211
Ayşe Asker
Kurtlar Vadisi Irak: basında tartışmalar ............................................ 215
Yasemin Çongar
ABD’nin Kurtlar Vadisi kabusu ....................................................... 228
Olaf Möller
Valley of the Wolves Iraq ................................................................. 231
http://www.aqoul.com/archive
Turkey: Anti-Western sentiment and Islam is the solution ............... 236
Christoph Burkhardt
Movie "Valley of the Wolves" .......................................................... 236
Deutche Welle
German calls to ban controversial Turkish movie on Iraq ................ 237
http://www.lexpress.fr/info/monde/dossier/islamisme/
La Vallée des Loups ......................................................................... 239
Claude Rainaudi
Le Film turc "La Vallée des loups - Irak" ........................................ 240
Northamericanpatriot.com
Valley of the Wolves ........................................................................ 244
Associated Press
New Turkish film villifies Americans ............................................... 245
Karl Vick
On Turkey's big screen, America cast as villain................................ 246
Mavi Zambak
When the children of the Black Sea are taught to hate priests ......... 247
Tom Tugend
The nefarious parts we play............................................................... 248
İnternette tartışmalar ........................................................................ 250
HABER: Konferans, seminer ve paneller .......................................... 268
DERGİ HAKKINDA
Dergi politikası ve yazarlar için kurallar .......................................... 271
ABOUT THE JOURNAL
Journal policy and manuscript submission .................................. 285
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 1-8
Önsöz
Deliyürek Bumerang Cehennemi’nden
Kurtlar Vadisi Irak’a
Korkmaz Alemdar
İletişim, bu sayısında, 2005 yılında gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak
filminin incelenmesini özel konu olarak seçti. Bunun iki nedeni var: filmin
niteliği, yarattığı etki ve Ortadoğu’da yaşananlara getirdiği yorum. Etkisinin
sürekli olmayacağını biliyoruz. Benzer bütün yapıtlar gibi üzerinde
konuşulacak, sonra yavaş yavaş unutulanlar listesine eklenecek.
Kurtlar Vadisi Irak’ın, Ortadoğu’da olanbitene yeni bir yorum getirmesi
de söz konusu değil. A.B.D. ve İngiltere’nin neler yaptığını bilmeyen
kalmadı; ama yapılanları yüksek sesle söyleme cesaretini gösteren yapıtlardan
biri. Bu özellik de yeni değil, ama gerçeğin bir bölümünü çağdaş bir anlatım
biçimiyle kitlelere aktarmayı başardı.
Kurtlar Vadisi Irak gösterime girdiği günden itibaren yurtiçinde ve
dışında tartışmalara konu oldu. Farklı nedenler farklı duruşları ve yorumları
getirdi. Bir film, herhangi bir ürün gibi, kendi içinde ve kendisi için bir
inceleme konusudur. Ama aynı zamanda döneminin gelişmelerinin, bazı
düşünce ve duyguların dışavurumudur. Bu bakımdan Kurtlar Vadisi Irak,
sinema dili açısından tartışılabileceği gibi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da
yaşananlara ilişkin bir yorum olarak da değerlendirilebilir. Bu yazı ikinci
konu üzerinde duracaktır.
Kurtlar Vadisi Irak uluslararası gelişmelere ilişkin Türkiye’nin geleneksel
politikasına farklı bir yorum getirdi: A.B.D. Ortadoğu’da barışı değil, savaşı
desteklemektedir; demokrasiyi değil, teokratik yapıları güçlendirmeye
çalışmaktadır; Türkiye’nin geleneksel müttefiki değil, onun sırtından bölgenin
haritasını değiştirmeye çalışan güvenilmez bir güçtür. Bu yorum Türkiye’nin
ABD ile ilişkilerinde gelinen önemli bir yol ayrımına işaret etmektedir. Çünkü
2
Korkmaz Alemdar
Türk Amerikan ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana farklı işbirliği
örneklerinin ortaya koyduğu gibi bir dostluk ilişkisidir. Daha doğrusu Türkiye
bu ilişkinin böyle bir ilişki olduğuna inanmak istiyordu. Oysa Irak’taki
gelişmeler bunun tam olarak böyle olmadığını ortaya koydu. Kurtlar Vadisi
Irak da bu noktanın altını sinema dilinin anlatım özelliklerini kullanarak
çarpıcı bir biçimde ortaya koydu.
Uluslararası ilişkiler tarihimiz gözden geçirildiğinde daha açık
görülecektir ki, A.B.D. Türkiye ile ilişkilerini bizim sandığımız ya da
sanmaktan hoşlandığımız gibi sürekli bir dostluk ilişkisi üzerine değil, çıkar
ilişkisi üzerine kurmuştur. Türkiye, ABD’nin Sovyetler Birliği ile girdiği
büyük mücadelede Ortadoğu bölgesinde güvenebileceği, güvenebilmek için
de denetim altında tuttuğu bir ülkedir. Türkiye bu ilişkiden, bugün daha iyi
görüldüğü gibi, zarar gören taraftır. Daha da önemlisi, Soğuk Savaş ve
gelişmeleri, Türkiye’nin ulusal bağımsızlık ve komşularıyla dostluk
politikasında önemli sapmalara yol açmıştır. Ama uluslararası gelişmeler, iç
politikanın yönlendiricilerine Batı şemsiyesi altında diledikleri politikaları
uygulama olanağını verdiği için kamuoyu ve önemli kurumlar bu ilişkinin
edilgen tarafı haline getirilmişlerdir.
Yanılgılar, yanlışlıklar
Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal sorunları yıllardır tartışılır;
kalkınmanın neden gerçekleştirilemediği sorgulanır. Niyazi Berkes'in iki yüz
yıldır neden bocaladığımızı sormasının üzerinden neredeyse elli yıl geçmiştir.
Ama sorun hâlâ çözüm beklemektedir. Oysa Ulusal Kurtuluş Savaşı ertesinde
devletin girişimleriyle ekonomik ve kültürel kalkınmada önemli mesafeler
alınmıştı. Fabrikalar insanların karnını doyurmaya, çıplaklığını örtmeye izin
verecek ürünler üretmeye; zihinleri besleyecek eğitim ve kültür politikaları
geliştirilmeye başlanmıştı. Bu çabalar yirmi yıl kadar sürdü. İkinci Dünya
Savaşı ve sonrasının getirdiği dünya düzeni Türkiye’nin politikalarını
sürdürmesine olanak vermedi. Soğuk Savaş cumhuriyetin temel politikalarının
geri plana itilmesine yol açtı. Ulusal bağımsızlık ve ekonomik kalkınma
yerini, Batı’ya bağımlılığa bıraktı. Tek Parti yönetiminden şikayetçi burjuvazi
halkın memnuniyetsizliğinden yararlanarak bu politikaların yürütücüsü oldu.
Kalkınma devam etti, ama bu artık bağımlılık içinde bir kalkınma oldu.
Bugün tarihimizin en büyük iç ve dış borcuna ve işsizlik oranına sahibiz.
Ülkemizi yönetebildiğimiz söylenemez. Alacaklarını tahsil edebilmek için
Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a
3
Dünya Bankası ve IMF’nin müdahaleleri inanılmaz boyutlardadır. Bürokrasi
ülke çıkarlarından çok, yaptırım gücü olan Batılıların isteklerine göre tutum
almaktadır. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerindeki gibi. Ülke,
sorunlarını çözme konusunda her düzeyde tıkanmış görünmektedir. Tek umut
Avrupa Birliği üyeliği gibi sunulmaktadır. İş çevreleri, siyasetçiler, onlara
yakın gazeteciler ve bazı üniversite çalışanları Avrupa Birliği’ne üye olmakla
kalkınılacağına, insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözüleceğine
inanmaktadırlar. AB üyeliğine mutlaka ulaşılması gerekmektedir, yoksa uygar
dünyanın mutlu bir üyesi olmak fırsatı kaçacak; Türkiye yeni ortaçağın
karanlıkları içinde kaybolup gidecektir.
Bugüne kadar gelişmesi için her türlü devlet desteğinden yararlanan ama
hiç bir zaman yeterli bir ulusal ve uluslararası güç haline gelemeyen
burjuvazimiz, bu kez de umudunu AB üyeliğine bağlamış görünmektedir.
Fabrika kurmak, üretim yapmak, mal satmak, rekabet etmek ona zor
gelmektedir. Hele araştırma yapmak olağanüstü güç bir iştir. Dünyanın önde
gelen büyük şirketlerine aracılık yapmak bile artık fazla gelmektedir.
Cumhuriyet yönetimi boyunca siyasal iktidarların halkın ekmeğinden keserek
onlara aktardığı kaynaklarla edindikleri zenginlikleri yabancılara satıp rantiye
olmanın zamanının geldiğini düşünmektedirler. Kendilerine yapılacak
ödemelerle diledikleri herhangi bir ülkenin sonradan görmeleri ile birlikte
hakettikleri mutluluğu bulabileceklerini sanmaktadırlar. Böyle bir yaşamı
kurmalarının mümkün olmadığını söylemek bir işe yarar mı? Galata
Bankerleri’nin bile Avrupa sermayesine yaranamadığını, işlevlerini bitirdikten
sonra yok olup gittiklerini anlatmanın bir yararı olabilir mi? Hayır, çünkü
onlar düşüncelere değil, çıkarlarına bakarlar. Bugün kendilerine kuşaklar boyu
yeteceğini sandıkları kaynakların efendileri tarafından kısa sürede
yağmalanacağını ve beş kuruşsuz bırakılacaklarını anlatmaya çalışmak boşuna
bir çabadır.
Burjuvazi sadece İstanbul’da oturduğu düşünülen insanlar değildir
denebilir. Anadolu’da da güçlenen oldukça becerikli (bazen yeşil olarak
nitelenen) bir sermaye olduğu, inançlı insanların ve Almanya’da çalışan
yurttaşlarımızın birikimlerini değerlendirme yeteneğini geliştirdiği
hatırlatılabilir. Ama daha önce Adana’da, Ankara’da başlayan alçakgönüllü
girişimleri dışa bağımlı hale getiren sürecin bunlar için de geçerli olacağını
söylemek için Nostradamus’un yeteneklerine sahip olmaya gerek var mıdır?
Bu durumda bir iki yüz yıl daha bocalayacak mıyız? Gelişmeler doğru
değerlendirilmezse böyle olacağına kuşku yoktur. Kalkınma için güvenilen
4
Korkmaz Alemdar
güçlerin güvenilecek yanı kalmamıştır. Göründüğü kadarıyla küresel
efendilere hizmet önceliklidir.
Bu konularda biraz kafa yormuş, Henri Guillemin adında bir Fransız
araştırmacı kendi ülkesindeki gelişmeler için ilginç şeyler söylemektedir.
Onun belirlemelerine göre, Fransız burjuvazisi ülke yönetiminde kendi işine
gelen her politikayı ulusal politika olarak kabul ettirmekte başarılıdır. Fransız
halkının bu politikaları desteklemesi için de gerekli önlemler alınır. 1870
yılında Bismarck yönetimindeki Prusya’nın tahrikleriyle bu ülkeye savaş açan
Fransa, ilk çatışmaları kaybeder. Alman orduları Fransız topraklarına girer.
Kaybedilen bir çarpışmadır. Fransa, savaşı sürdürecek, kaybettiği toprakları
(Alsace ve Lorraine) geri alacak, Bismarck'a kafa tutacak, Alman birliğinin
kurulmasına engel olacak güce sahiptir. Ama gelişmeler buna izin vermez.
Çünkü Paris Komünü kurulur. İktidar burjuvazinin elinden çıkmaktadır. Bu
tehlike karşısında Fransız burjuvazisi ordunun Almanlar karşısında yenilgisini
kabul etmesini ve cepheden çekilmesini ister. Böylece ordunun cepheden
çekilen güçleri Versay’da toplanıp Paris üzerine yürüyebilecektir. Alman
orduları yerine Paris Komünü’nün, Cumhuriyetçilerin, yeni bir yönetim
arayışındaki Fransız işçi sınıfının ezilmesi daha kolay olacaktır. Bütün bunlar
ulusal çıkarları korumak için yapılır. (Nazım Hikmet yıllar sonra Paris'te 1789
devrimini yapanların Versay’a yürüyüşünü de hatırlayarak şöyle yazar: "Bir
keresinde gülüm/Paris yürümüş Versay’ın üstüne/bir başka sefer/Versay
Paris’i kurşuna dizmiş...")
H. Guillemin, yönetici sınıfların ulusal politika diye kabul ettirmeye
çalıştıkları politikaların aslında onların sınıfsal çıkarlarını yansıttığını anlatır.
Fransa için anlatılanlar kaygı verici olsa da Türkiye için de geçerlidir. Uzun
süren bir Soğuk Savaş dönemi, burjuvazinin sahip olabileceği bütün
yaratıcılığı yok etmiştir. Öncülüğünü, üretkenliğini unutmuş, sadece parasal
çıkarlarını korumaya odaklanmıştır. Yeni dünya düzenine kolaylıkla uyum
sağlayacak esnekliktedir. Ulusal sorunlara duyarsızdır; her şeyi satıp gitmeye
hazır hale gelmiştir. Kıbrıs ya da Güneydoğu farketmemektedir. Guillemin’in
sözünü ettiği vurdumduymazlık burada da geçerlidir. Geçmişe bakıp bir
özeleştiri yapmak yerine, daha önce başarıyla izlenmiş politikaların
hatırlatılmasına bile tahammülü yoktur. Devletçilik, Köy Enstitüleri, dünya
klasiklerinin yayımı, radyo ve televizyonda kamu yayıncılığı… Hiç birinin adı
bile edilmemektedir. Kendi başarısızlıklarını başarı gibi anlatmada kuşkusuz
elinde çok büyük bir ikna gücü vardır. Bu 1990’lı yıllardan bu yana dünya
sistemine eklemlenmede sistematik biçimde kullanılan ticari radyo ve
Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a
5
televizyon yayıncılığıdır. Kitle iletişim araçlarının bugünkü gücü insanı
dehşete düşürecek boyutlardadır. Geçen yüzyılın başlarında kitle iletişim
araçlarının kadını erkek ve erkeği kadın yapma dışında her şeyi
gerçekleştirebileceği düşünülürdü. Bugün bunu da yapacak güce ulaşmıştır.
Bunlara karşı ne yapılabilir? Kapitalizmin küreselleşme sürecini Tanzimat’tan
bu yana çok ayrıntılı olarak yaşayan bir toplum olarak başımıza gelenler ve
gelebilecek olanlar konusunda biraz kafa yorsak, sadece kendimize değil,
insanlığa da büyük iyilik etmiş olacağız. Yoksa olanbitene aklı başında
kimsenin yüreği dayanamayacaktır.
Düşlerin sonu mu?
Türkiye Soğuk Savaş’la birlikte donup kaldı, düşler alemine daldı.
1920’lerde dünyaya örnek olacak bir ulusal kurtuluş savaşı ve kalkınma
hamlesinden yorgun düşmüş, Batı’nın sunduğu olanaklarla mutluluk aramaya
başlamıştı. Siyasal iktidarları, kurumları Türk insanını bu düşe inandırmıştı.
Şimdi rüyadan uyanmak zamanı. Kurtlar Vadisi Irak bu anlamda önemli, ama
bu noktaya gelmek kolay olmadı. Nereden nereye gelindiği konusunda eldeki
verileri gözden geçirmekte yarar var. Verilebilecek ilk örnek 12 Eylül 1980
askeri müdahalesi sonrası yaşananlarla ilgilidir. Bu satırların yazarı, A.İ.T.İ.A.
Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Aydın Güven
Gürkan adına katıldığı Genelkurmay Başkanlığı’nın bir bilgilendirme
toplantısında, görevli subaylar tarafından şu bilgilerin aktarıldığına tanık
olmuştu: Türkiye dünyanın çok önemli bir bölgesinde yer aldığı için pek çok
ülkenin ilgisini çekmektedir. Özellikle doğu ve güneydoğu Anadolu bölgeleri
Batılı araştırmacıların yoğun çalışmalar yaptığı bölgelerimizdir. Amerikalı,
Kanadalı, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Hollandalı ve İsveçli bilim
adamları bölgenin tarihini, kültürünü araştırmakta, geçmişin izlerini taşıyan
yapıların onarımı için çaba sarfetmektedirler. Türkiye’nin en duyarlı
bölgelerine onu rahatsız edecek biçimde ilgi gösteren ülkeler Batılı ülkelerdir.
(Bu gerçeği o tarihte de hemen herkes biliyordu, ama bilmezlikten gelme ya
da görmeme erdemli olmanın koşulu idi). Aktarılan bilgilerden sonra ulaşılan
sonuç biraz garip olmakla birlikte şöyleydi: Türkiye’nin düşmanı kuzey
komşusudur; asıl tehlike kuzeyden gelmektedir.
12 Eylül askeri harekatı sonrasında yapılan resmi değerlendirme bu
doğrultudaydı.
6
Korkmaz Alemdar
Bu görüşün Türk siyasetindeki ağırlığı önemlidir. Türkiye Batı’ya doğru
olan yürüşüyünde öylesine önünü göremez hale gelmiştir ki, dost/düşman
tanımı bilerek karıştırılmıştır. Soğuk Savaş’la birlikte zihinlere getirilen baskı,
bir dünya görüşünün egemen kılınmasına gözü kapalı razı olmayı beraberinde
getirmiştir. Batı kampında yer almanın her şeyi kolaylaştıracağı düşüncesi
henüz yeni yeni geliştirilmeye çalışılan ulusal sanayiyi yok ettiği gibi,
bağımsızlık düşüncesini de ortadan kaldırmıştır. Bu işbirliği siyasal iktidarları
anlamsız bir rahatlığı itmiş, Sovyetler Birliği’ne karşı koşulsuz düşmanlık
kampına katılmanın yarattığı rahatlık karşılığında içeride geniş kitlelerin
sömürülmesine olanak verecek bir yapının oluşturulmasını sağlamıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın neden ve kime karşı kimlerin desteği ile
gerçekleştirildiği unutulmuş/unutturulmuş, dostların düşman, düşmanların
dost gösterildiği dönem başlamıştır. Kurtlar Vadisi Irak bu uygulamaların
sonucu ortaya çıkan bir dönemin bir eleştirisidir.
Hatırlatılması gereken bir başka nokta, 2001 yılında yapılan bir başka
filmdir: Deliyürek Bumerang Cehennemi. Bu film Kurtlar Vadisi Irak’ın
habercisidir. Çünkü 12 Eylül sonrasının anlamsız açıklamalarını bir kenara
bırakarak Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlatmaya çalışan bu filmdir. Bu
filmin yapılabilmesi için ABD’nin Ortadoğu politikalarının gerçek
boyutlarının kavranması gerekmiştir: Türkiye artık büyük müttefikinin neler
yapmaya çalıştığının farkındadır. İçeride ve dışarıda ciddi güvenlik sorunları
ile başetmeye çalışmaktadır. Eşref Bitlis ve Gaffar Okan cinayetleri ABD ile
ilişkilendirilmektedir. Film bölgede Türklere çok benzeyen ve Türk gibi
tanınan (Kasap Hasan), Türkçe ve Kürtçeyi çok iyi konuşan Amerikalı
görevliden (Kuzey Dakotalı David), çoban kılığında PKK’ya hizmet eden
boynunda haç taşıyan imamların varlığından söz etmektedir. Güneydoğu
gerçekleri birdenbire değişmektedir. Hizbullah’ı destekleyen, Türk
hükümetinin güvenlik kaygılarını boşa çıkarmaya çalışan, bölgede milyarlarca
dolara ulaşan eroin, uranyum, kırmızı civa gibi çeşitli madenlerin
kaçakçılığını denetleyen, bu arada Kürdistan’ın kurulması için çalışan güçler
söz konusudur. Bunlar ABD’nin denetimi ve bilgisinde gerçekleşmektedir.
Çünkü “ABD derin devletinin yetiştirdiği, kozmik bilgilerle donatılmış, gayri
nizami harbi iyi bilenler” ABD Büyükelçiliğinin denetiminde çalışmakta,
kullanabilecekleri herkesle işbirliği yapmaktadırlar. Bu öylesine büyük bir
güçtür ki karşı koymaya çalışan herkesi ezip geçmektedir. Mezopotamya tarih
boyunca iktidar mücadelesinin odağında bir bölgedir. Herkesin çıkarı ve ilgisi
vardır. Bugün de dünyayı denetlemek isteyen güçlerin bu bölgenin denetimini
Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a
7
ele geçirmek için uğraşması söz konusudur. Deliyürek Bumerang Cehennemi
Kasap Hasan ya da Kuzey Dakotalı David’in roketle öldürülmesi ile son
bulur. Ama ABD ve politikalarına yapılan göndermelerin Kurtlar Vadisi Irak
kadar dikkatleri çektiği söylenemez.
Kurtlar Vadisi Irak’ın katkısı
Kurtlar Vadisi Irak üzerine yazılanlar ya da söylenenler ne ölçüde ciddiye
alınabilir? Bir film gerçek dünyayı yansıtıyormuş gibi değerlendirilebilir mi?
Bu nihayet bir sinema filmidir demelerine rağmen Amerikalı yetkililer neden
filmi ciddiye alma gereği duydular ve ne kadar ilgi çektiğini görüp üzerinde
durma gereği hissettiler. Neden? Çünkü hiç bir film nedensiz yapılmaz.1
Uluslararası gelişmeler konusunda Türk halkının ne düşündüğünü
Amerikalıların film aracılığı ile izlediği söylenebilir.
Kurtlar Vadisi Irak tarihin akışını değiştirecek değildir. Bir film olduğu
için değil, Türkiye’de, Türkler için, onların da böyle bir içeriği
alkışlayanlarının gelişmeleri etkileme gücü sınırlı olduğu için böyledir.
Sinema, iktidarını uluslararası düzeyde güçlendirmeye ve yaymaya çalışan
toplumların denetiminde önemli etkiler yaratabilir; kamuoyunu ve siyaseti
biçimlendirebilir. Hollywood örneği bunun önemli kanıtıdır. Sadece film
üretme kapasitesi ile değil, bu filmlerin pazarlanması, dünya ölçeğinde
gösterimi sağlayacak örgütlenmelerin gerçekleştirilmesi ve bütün bu
çabalardan elde edilecek gelirin güvence altına alınarak ABD’ye aktarılması
bu gücün önemini ortaya koyar. Gücü sınırlı toplumların sinemaları için aynı
yargıda bulunmak zordur. Tek bir filmin gösteriminin sağlanması bile zordur.
İçerikten mutlu olmayanlar geçerliliği tartışmalı pek çok nedenle bu filmlerin
kamuoyuna ulaşmasına engel olabilirler.
Filmin hatta onu yaratan Kurtlar Vadisi isimli televizyon dizisinin çok
ciddiye alındığı biliniyor. O kadar ki televizyon dizisi önce bir başka
televizyon kanalı tarafından satın alındı, sonra parlak bir finalle sona erdirildi.
Yani artık yok. Oysa dizi güncel gelişmeleri izliyor, herkesin anlayabileceği
biçimde uluslararası gelişmeleri yorumlamaya çalışıyordu. Dizi hakettiği
görkemli sonla bitirildi. Türkiye’nin çok önemli gazetecileri Hollywood’a
1
Ayrıntılı bilgi için bkn: Ignacio Ramonet (2001) Hollywood ve Vietnam savaşı
(Çev: N. Tutal) Yıllık, s. 217-23;
8
Korkmaz Alemdar
kadar gidip, ünlü oyunculara büyük paralar ödeyerek son bölümlerin çekimine
tanıklık ettiler.
Şu noktanın da vurgulanmasında yarar vardır: Kurtlar Vadisi Irak tuhaf
bir biçimde küreselleşmenin yarattığı kuralsızlaştırma (deregulation)
politikalarının da bir ürünüdür. Kuralsızlaştırma, herkesin bildiği gibi,
Türkiye’de tekelleşmeyi arttıran, kamu yayın kuruluşlarını zayıflatan, meslek
örgütlerinin gücünü ortadan kaldıran etkiler yapmıştır. Ticari televizyon
kanallarının ortaya çıkması, rekabetleri Hollywood benzeri yapımların ortaya
çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Daha çok macera, cinsellik, mafya
öyküleri bu tür yapımların vazgeçilmez ögeleri olarak zaten keşfedilmişti. Al
Capone öyküleri ile büyüyenlerin yaşadıkları coğrafyadaki olağanüstü
etkileyici, karmaşık çıkar ilişkilerini konu alan dizi ve filmler yapması
kaçınılmazdı ve başladı. Bu her şeyi denetlemeye çalışanların yeni yöntemler
geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. O nedenle, Kurtlar Vadisi Irak’tan duyulan
rahatsızlık dile getirilse de fazla önemsendiğinin belirtilmemesi gerekir;
gösteriminin güçleştirilmesi yeterli olabilir. Film için yapılması güç olan,
filmi yaratan ve kamuoyunu etkilemeyi sürdüren dizi için yapılabilir. Örneğin
daha çok para karşılığı bir başka televizyon kanalı tarafından satın alınması,
sonra da ortadan kaldırılması sağlanabilir. Etkileyici bir sona erdirme için de
son bölümlerin örneğin Hollywood’da çekilmesi düşünülebilir. Amerikan
yapımları ile sıradan öyküleri izlemeye alıştırılmış kamuoyunun, yaygın
iletişim araçlarının övgüleri ile ne büyük işler başarıldığına inanmaları bile
sağlanabilir.
Kurtlar Vadisi Irak bir derstir; iyi okunması, öğrenilmesi gerekir.
Anlattıkları, her öykü gibi, bazen ilginç bazen çocukçadır. Ama bir ulusun
yaşamı sadece öykülerle değil, gelişmeleri doğru anlayabilen,
değerlendirebilen, bilgili kuşakların yönetiminde yüceltilebilir. Yakın
geçmişin gelişmeleri bunu yeterince kanıtlamaktadır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 9-36
Makale
Irak’dan önce:
Kurtlar Vadisi dizisi
Zeynep Gültekin 1
Özet: Bu makalede son yılların en popüler dizisi Kurtlar vadisinin ana temaları, inşa
ettiği kimlikler ve bunlarla sundukları incelendi. Bu inceleme akademik bilgiye katkı
amacıyla ve İletişim dergisinin bu sayısına konu olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için
bilgilendirici bir ardalan kaynağı olması için tasarlandı. Analiz için veriler dizinin 55
bölümünden toplandı ve değerlendirildi. Araştırmanın en önde gelen bulgusuna göre,
Kurtlar vadisinde ele alınan konular, bu konuların işlenişi ve kimlik inşaları özellikle
vatan ve millet sevgisi ve devleti koruma adına, gayrimeşru yolları, şiddeti ve
öldürmeyi meşrulaştıran bir şekilde kurgulanmaktadır. Film sosyal, ekonomik,
kültürel ve siyasal eleştiri sunma yerine, ciddi şekilde baskı ve terör yoluyla var olan
yapı insanın kendini ölesiye adamasıyla desteklenmektedir. Filmin sunduğu Temel
görüşe göre, amaç için her araç ve yolun kullanımı meşrudur.
Anahtar kelimeler: Kurtlar vadisi, mafya filmleri, devlet mafya bağı, filmde şiddet.
Abstract: This article studied the main themes, constructed identities and
presentations of themes and identities in the Valley of Wolves tv series. It was
designed to contribute to the academic knowledge and to be reference source for the
special issue of the Communication journal studying the Valley of Wolves Irak
movie. Data for analysis were collected from 55 episodes of the serial. It was found
that subjects of the Valley of Wolves, treatment of these subjects and construction of
identities were set up to legitimize the illegal ways, violence and murder in the name
of love of country and people and defense of Turkish state. The movie, instead of
providing social, economic, cultural and political criticism, the existing system is
defended by means of oppression and terror and by means of deadly dedication of
men to the cause of defending the country and state. According to the main idea
presented by the movie, the use of every means and ways for the cause are justified.
Keywords: Valley of Wolves, mafia movies, mafia state connection, movie violence
1
Doktora Öğrencisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
10
Irak’dan önce
GİRİŞ
Televizyon, gündelik yaşam deneyimlerinin bir parçası olmakla birlikte,
yaşamın anlamlandırılmasında, duygu ve düşüncelerin, önceliklerin, yaşam
tarzlarının biçimlendirilmesinde yol gösterici mesajlar gönderen bir araçtır.
Lippmann kitle iletişim araçlarının, gerçek dünyayı çarpıtarak yansıttıklarını;
bu çarpık yansının da insanların "kafalarındaki görüntüleri" meydana
getirdiğini belirtir. Televizyonun özelliği, malzemesini gerçek dünyadan
almakla birlikte, bu malzemeyle kendine özgü bir dünya çiziyor olmasından
kaynaklanır. Televizyon ekranlarında gerçek dünya değil, gerçek dünyadan
unsurlarla ve bu unsurların temsilleriyle kurulan bir dünyayı sunulur.
Programlarıyla dünyayı görünür kılan televizyon böylece bütün gerçekleri
görünür statüsüne indirger ve gerçeğin elde edilebilirliği yanılsamasını verir.
Dünyayı değişmez görünümler yapan televizyon, aynı zamanda modern
insanın yaşam biçimini anlatır: serilerle, dizilerle, Kurtlar Vadisi'yle,
Popstar'la, belli çevrelerdeki 20. yüzyıl yaşamının açık uçluluğunu, şekilsiz ve
biçimsizliğini günlük toplumsal yaşama ağırlık vererek biçim ve kapanma (ev,
aile, çevre) arzusuyla barıştırır (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 168).
İlkel toplumlardaki "ritüellerin" ve "mitlerin" yaptığı şeyleri çağdaş
toplumlarda televizyon yapmakta ve bugünkü toplumlarda yepyeni mitlerin
üretilmesine önayak olmaktadır (Kaplan, 1993: 79). Gelişmiş kapitalizmdeki
yayın araçlarının merkezi rolü, mitolojinin ve egemen ideolojileri üretmektir
ve bu televizyon ve dizilerce yapılır. Eco’ya göre kitle iletişim araçları sadece
ideolojileri taşımakla yetinmez; çünkü bu araçların bizatihi kendileri birer
ideolojidir (1991: 94). Televizyonun en önemli formatı olan dizi filmler, egemen
ideoloji işlevi görürler ve böylece, "topluma uyumlu, sosyal yapıya entegre olmuş
bireyler yaratarak, toplum işleyişinde ortaya çıkacak çatlakları engelleyerek ve yerleşik değerlerin yaygın hale gelmesiyle toplumun işleyişini kolaylaştırırlar
(Parkan, 1989:80). Farklı yaşam biçimlerinin konu edildiği diziler toplumun
hemen her kesiminden izleyiciye seslenirler. Dizilerde olay örgüsünün basit
dokulu, dolayısıyla da kolay anlaşılır olması, olay dizisinin basit neden-sonuç
ilişkisine dayandırılması, bu tür kültürel ürünlerin toplumun geneli tarafından
izlenmesinin önemli bir nedenidir. Diğer yandan, bu tür dizilerde çoğunlukla
toplumda gündelik yaşamdaki toplumsal öğeler ve motifler kullanılır.
Dolayısıyla da izleyiciler dizide geçen olayları, işlenen durumları, yer alan
kişileri kendilerine, kendi yaşamlarına yakın bulur ve sahiplenirler. Asmalı
Zeynep Gültekin
11
Konak, Zerda, Bir İstanbul Masalı, Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi dizilerin
çok tutulması ve izlenmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur.
Kurtlar Vadisi Türkiye’de yayınlandığı sürelerde birçok kişi tarafından
izlenmiş ve sevilmiştir. Dizinin olay dizisi ile ülkenin gündeminin örtüşmesi
ve dizide işlenen temalar izleyicinin ilgisini çekmiştir. Nedeni ne olursa olsun
Kurtlar Vadisi toplumda büyük ilgi görmüş ve insanların yaşamlarının çeşitli
alanlarına da bir biçimde sızmıştır. Bu çalışmada, bu tür yapıtların Türkiye’de
çok az incelendiği göz önünde bulundurarak, dolayısıyla, bu bağlamda bilgi
birikimine katkıda bulunmak amacıyla, dizinin konusundaki temel temaları ve
karakterler belirlenmeye çalışıldı. Ayrıca, İletişim dergisinin bu sayısına konu
olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için bir ardalan bilgilendirme de amaçlandı.
Bunların yanında, böylesine geniş toplum kesimlerine yayılan ve etkide
bulunan bu kültürel ürünün ele alınması, dizinin neden bu kadar üzerinde
durulduğuna ve incelemelere konu olduğunu anlamaya da katkıda bulunabilir.
YÖNTEM
Çalışma, dizinin var olma biçimini ve sürecini, kendine özgü niteliklerini
anlamaya çalışmasını içeriğinde sunulanların doğası bağlamında ele alan
niteliksel bir incelemedir. Temalar ve karakterlerle ilgili verileri toplamak ve
analiz etmek için 2003-2005 yıllarında toplam 97 bölüm yayınlanan dizinin
55 bölüm izlendi.. Dizinin geneli hakkında bilgi edinmek için bir yıllık (55
bölüm) yayınlanan bölümün izlenmesi yeterli olacağı düşünüldü. Dizinin
konu anlatımı açısından diğer bölümlere dair bilgiler internetteki bilgilerden
yararlanılarak oluşturuldu.
DİZİNİN GENEL KARAKTERİ
“Kurtlar Vadisi” adlı televizyon dizisi Türkiye’nin önde gelen televizyon
kanallarından biri olan Show TV’de prime-time’da, ilk bölümü Ocak 2003’de
yayınlanmaya başlamıştır. Yapımcılığını Osman Sınav’ın üstlendiği, Pana
Film imzası ile ekranlara gelen dizinin senaryo yazarlığını Raci Şaşmaz,
Bahadır Özdener ve Ahmet Yurdakul, yönetmenliğini önce Osman Sınav
sonra Serdar Akar, proje danışmalığını ise Soner Yalçın gerçekleştirmiştir.
Gökhan Kırdar’ın müziği ile perşembe günleri yayınlanan dizi, izlenme
oranları raporlarına göre (www.medyacafe.com), uzun süre Türkiye’nin en
çok izlenen dizisi olmuştur. Üstelik Türk takımlarının UEFA kupasındaki
maçlarından bile çok izlenmiştir (Akbaş, 2004: 22). Örneğin, dizinin 25 Mart
2004 tarihinde yayınlanan 43. bölümünün izlenme oranı % 16,3’tür. Aynı gün
12
Irak’dan önce
oynanan Valencia-Gençlerbirliği maçının izlenme oranı % 14, 3’tür. Dizinin özet
bölümleri bile çoğu zaman izlenme oranı açısından kendi saat diliminde ilk üç
sıralamasında yer almaktadır: 13 Mayıs 2004 tarihinde dizinin bir önceki
haftasına ait özeti % 12,1 izlenme oranı ile üçüncüdür (Özçelik, 2004: 26).
9 Kasım 1996’da Türkiye, Susurluk yakınlarındaki trafik kazasıyla ortaya
çıkan, yer altı dünyasıyla “devlet” arasındaki yakın bağlara ilişkin haberlerle
(Bovenkerk ve Yeşilgöz, 2000:7), medya içinde değişim yaşanmıştır. O andan
itibaren mafya, Türkiye’de günlük haber haline gelmiş, ülkedeki yasa dışı
etkinlikler (yolsuzluk, kaçakçılık, kara para aklama çabaları vb) mafya-polissiyaset ilişkileri içerisinde ele alınmaya başlanmıştır (Güngör, 2002: 912).
İçeriklerin bu yöne kayması televizyon dizilerine de yansımıştır. Dizilerde
yavaş yavaş mafyadan kesitler görülmeye başlanırken, tamamıyla mafya
üzerine kurulan yapımlar da ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Kurtlar Vadisi dizisi
de doğrudan mafya konulu bir dizi olarak tanımlanabilir.
Dizinin böyle bir tür olarak değerlendirilmesinde, dizinin yaratıcısı,
yapımcısı ve yönetmeninin (Osman Sınav) bir röportajında neden mafya dizisi
çektiğine dair söyledikleri de dikkat çekicidir: “Türkiye’nin milli gelirinin
yarısı mafyadan bu karanlık ve puslu vadiden geçiyor vergilendirilmiyor. Bu
para, Türkiye’deki masum her vatandaştan kesilmiş toplumsal bir haraçtır. Bu
durumu diziye aktarmaya çalıştık” (Uskan, 2004: 16). “Türkiye’nin böyle bir
diziye ihtiyacı var çünkü ülke aslında coğrafyasıyla, Batı’dan, Avrupa’dan
Ortadoğu’ya, Kafkaslar’a kadar giden bir vadi şeklinde. Türkiye, dünyanın
Kurtlar Vadisi’nde yer alan bir ülke. Burada olanları deşifre etmek gerekir”
(Çapa, 2003: 30). Bununla birlikte dizinin konsept danışmanı gazeteci Soner
Yalçın, Zaman gazetesine verdiği röportajda Türkiye’de yıllardır mafya dizisi
diye lokal olarak hareket eden ve aksiyoner yönü öne çıkan kabadayıların
anlatıldığı filmlerin gösterildiğini; ancak Kurtlar Vadisi’nin mafyanın, güçlü,
organize hatta uluslararası ayakları olan bir organizasyon olduğunu ortaya
çıkardığını, 1980’lerin başından itibaren uluslararası konjonktüre bağlı olarak
Türkiye’de mafyanın ciddi yapılar olarak ortaya çıktığını, organizasyonun
elde ettiği ekonomik güç ve kurumlar nezdinde söz sahibi olma çabasıyla
devleti ele geçirmeye çalıştığını; dizinin de bunları kendisine konu edindiğini
belirtmektedir (Çapa, 2003: 29). Mafya dizi özelliğini, kullanılan müziklerde
de görmek mümkündür. Dizinin müziklerini yapan Gökhan Kırdar’a göre,
dizi içinde silahların olması, aksiyon içermesi, gerilimli ve sert olması
müziğinde böyle bir yapıda olmasını gerektirir (www.gokhankirdar.org/
haber.htm).
Zeynep Gültekin
13
DİZİNİN ANA TEMASININ İŞLENİŞİ
Başlangıç
Ali Candan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni yeni bitirmiştir. Hayatında her
şey sıradan gibi görünse de herkesten sakladığı bir sırrı vardır. Bu sırrı ne
ailesine, ne en yakın dostuna, ne de sevdiği nişanlısı Elif’e söyleyebilmiştir.
Çünkü bu sır devlet güvenliğini sarsabilecek öneme sahiptir. Ali, kütüphane
görevlisi olarak bilinen ama devletin gizli bir örgütü olan KGT’nin (Kamu
Güvenlik Teşkilatı) yöneticilerinden ve derin devletin uzantısı olan Arslan
Akbey tarafından devlet adına yapılan birçok operasyona katılmıştır. Ancak
son görevi diğerlerinden hayli farklıdır. Türkiye’deki en büyük mafya
oluşumu olan Kurtlar Konseyi’nin içine sızması ve Konsey’i çökertmesi
gerekmektedir. Bunu yapabilmek için yüzünü, kimliğini ve anılarını geçmişte
bırakır. Yüzü estetik ameliyatla değiştirilen Ali Candan artık Polat Alemdar
kimliğini taşımaktadır. Başta ailesi ve nişanlısının şüphelenmemesi için tüm
gazetelerde ve televizyonda Ali Candan’ın bir trafik kazasında öldüğü haberi
yer alır. Operasyonun birinci bölümü tamamlanmıştır.
Kurtlar Konseyinde güç ve cürüm ilişkileri
Arslan Akbey, Kurtlar Konseyi’nin içine sızmanın çok güç olduğunu
bildiğinden Polat’ı mafya aleminde sözü geçen Emmi’nin yanına yerleştirir.
Mafya, Polat Alemdar’ı Emmi’nin Almanya’dan gelen yeğeni olarak tanır.
Emmi, aradan kısa bir süre geçtikten sonra faili meçhul bir cinayetin kurbanı
olur; ama aslında Arslan Bey “Polat Alemdar” sırrını kendisi dışında kimsenin
bilmesini istemediği için Emmiyi öldürmüştür. Polat, Emmi’nin boşalan
koltuğuna oturur. Kendisine en yakın gördüğü kişi de Emmi’nin sağ kolu olan
Seyfo’dur. Ancak Polat’ın mafyanın içine girmesi İstanbul’un sefiri olma
yolunda hızla ilerleyen Süleyman Çakır ile tanışmasından sonra gerçekleşir.
Süleyman Çakır, Kurtlar Konseyi’nin yakından takip ettiği bir isimdir.
Bunun en önemli nedeni de Konsey üyelerinden Laz Ziya’nın kızı Nesrin’le
evlenerek Laz Ziya’nın damadı olmuş olmasıdır. Zaman içinde Polat ve Çakır
hem can dostu, hem de iş ortağı olurlar. Çakır’ın İstanbul sefiri olmasından
sonra Polat da Konsey’in dikkatini çekmeyi başarır.
Ali’nin ölümünün ardından nişanlısı Elif, arkadaşı Deli Hikmet ve ailesi
duygusal bir yıkım yaşarlar. Elif, yeni tanıştığı Polat’a yakınlık duyarken
öldüğünü sandığı nişanlısına saygısızlık da etmek istemez.
14
Irak’dan önce
İstanbul Sefiri olmayı hayal eden Kurtlar Konseyi üyelerinden Tombalacı,
Çakır’ın İstanbul Sefiri olmasını bir türlü içine sindiremez. Bunun üzerine
Tombalacı ve Çakır arasında bir savaş başlar. Birbirlerinin birçok işini
baltalayan Tombalacı ve Çakır arasındaki savaşın fitili, Tombalacı’nın, Çakır
ve Polat’ın açtığı yeraltı kumarhanesini basması ve kumarhanedeki birçok
kişiyi öldürmesiyle (ki bunlardan biri Çakır’ın kız kardeşi Derya’dır)
ateşlenmiş olur. Ama gene aynı kumarhane Tombalacı’nın da mezarı olur.
Çakır ve Polat, Tombalacı’yı kaçırıp sözü edilen kumarhanede işkence
yaparak öldürürler. Çakır ve Polat’ın yıldızı Konsey ile bir türlü barışmaz.
Çakır ve Polat, Tombalacı olayından sonra, Konsey’in önemli bir üyesi olan
Testere Necmi’nin İstanbul’da uyuşturucu satmasını engellerler. Necmi de
bunun üzerine, Tombalacı gibi, Çakır’ı ve Polat’ı ortadan kaldırmanın
yollarını arar. Bu planında kısmen başarılı da olur ve Çakır’ı pusuya
düşürerek öldürür. Çakır’ın ölümünden sonra Polat tek başına kalır. Mafya
aleminde ayakta kalabilmek için kendisine yeni bir ekip kurar. Ekip; Çakır’ın
sağ kolu olan Memati, Seyfo, Güllü, Abdülhey’den oluşur.
Mafya etrafında bu gelişmeler yaşanırken, derin devlet içerisinde de
çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Kamu Güvenlik Teşkilatı (KGT)’nın çalışma
stilini beğenmeyen bazı üst düzey devlet yöneticileri Arslan Akbey’in
öldürülme kararını vermişlerdir. Arslan Bey öldürülür. Polat’ın Ali olduğunu
bilen kimse kalmaz. Bunun üzerine Polat kimliğini kanıtlayabilmek için
Arslan Bey’in evine gider, günlük bulur ve aslında Ali’nin de Efe olduğunu
öğrenir. Öğrendiği başka bir şey de Abdülhey’in de devlet için çalıştığıdır.
Elif, Ali’nin ölmediğini öğrenir, ipuçlarını takip eder ve Ali’nin
yetimhane arşivlerine ulaşır. Yetimhane görevlisi Ali’yi hatırlar bir şeyler
anlatır ancak bilgilerini yaymaması için öldürülür. Nergis Karahanlı kızının
yardımlarıyla hayata döner. Doğu Bey, KGT’yi yeniden canlandırmaya çalışır.
Dış ilişkileri korumak için Polat’a çeşitli görevler verir. Kıbrıs’a gider Rauf
Denktaş’la Kıbrıs’la ilgili görüşür, bir yandan da Ali Candan’ın kim olduğunu
öğrenmeye çalışır. Konseyde bozulmalar olur ve Hüsrev Ağa, Kılıç tarafından
öldürülür. Hüsrev Ağa yerine Halil İbrahim getirilir. Halil İbrahim’i
cezaevinden kaçırarak Polat Baron’un gözüne girer, onunla yakınlaşır ve en
sonunda da Baron’u korumaya başlar. Polat’ın Baron’la yakınlaşmasından
hoşlanmayan Memati sokaklara döner. Nesrin Rus Mafyası ile anlaşma yapar,
Laz Ziya’dan korunmak için Memati’yi yanına alır. Memati, Ruslar
tarafından vurulur, yoğun bakıma alınır. Polat intikamını alır ve hepsini
öldürür. Karahanlı, Ali’nin kendi oğlu olduğunu öğrenir bunu ailesindeki
Zeynep Gültekin
15
herkese ve aynı zamanda Ömer Efendi ve ailesine anlatır. Baron, dünyayı
yöneten küresel konsey tarafından Türkiye’deki karışıklıklar nedeniyle
cezalandırılır ve öldürülür. Bundan sonra yeni Baron Polat olur. Tüm konsey
üyelerinden bilgileri alır. Polat, anlayamadığı güçler tarafından dış ülkelerde
görevlendirilir. Bu görevler başarıyla geçer bu sırada konsey üyelerinin bir
kısmı öldürülür, bir kısmı kaçar ya da tutuklanır. Bundan sonra Polat, tüm
gerçekleri anlatır. Elif’i, Nergis’i ve Safiye’yi kaybeder. Ömer Efendi’leri ise
İstanbul dışına gönderir. Polat, dünya baronlarının önüne çıkar, onlarla
konuşur, bu görüşmeden sonra ise Amerika’dan Türkiye’ye döner ve
Abdülhey, Memati, Güllü ile birlikte mahkemeye çıkar ve tüm gerçekleri,
yaşadıklarını anlatırlar. Sonunda ise masum olduklarına inanılır ve serbest
kalırlar (www.kanald.com.tr/dizi/kurtlarvadisi).
DİZİ KARAKTERLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Kurtlar Vadisindeki dizi karakterlerinin tarihsel geçmişi ve ilişkileri
sadece önde gelenler ve Kurtlar Vadisi Irak filminde yer alanlar için verildi.
Süleyman Çakır (Oktay Kaynarca)
Babası cami avlusunda öldürüldükten sonra kardeşi ve annesine bakmak
için okumaz ve İstanbul sokaklarında nohut pilav satmaya başlar. Nohut pilav
sattığı bir gün zabıta tarafından yakalanır. Zabıta, Çakır’ı korumaya çalışan
kardeşi Derya’yı tartaklarken Çakır zabıtayı bıçakla öldürür ve ilk cezaevi
macerası başlar. Bundan sonra artık yasal olmayan işlere girer ve giderek
“büyük“işler yapar. Bu işlerini yaparken haklıyı haksızdan ayırt ederek kendi
adalet sistemini de kurar. Küçük işlerden (zar atma, haraç alma) giderek
büyümeye başladıkça mafyayla tanışır. Bu sırada ünlü mafya babası Laz
Ziya’nın kızı Nesrin’le evlenir, mafyanın içine girer ve onların tetikçiliğini
yapar. Büyük mafya babalarının işlerini zorlaştıran, yollarına taş koyanların
ortadan kaldırılmasını sağlayarak gözlerine girmeye çalışır. Dizinin ilk
bölümü Çakır’ın birden fazla mafya babasını öldürme sahneleri ile başlar. Bu
ölümleri gerçekleştirerek dikkatleri çeker ve ödül olarak kaçak kumarhane
açmasına izin verilir. Verilen işleri yerine getirmesi ile kendisine İstanbul
sefirliği verilir ancak bu sırada öldürülür. Çakır dizinin ilk bölümlerinde para
canlısı, muhteris, gözünü kırpmadan vahşice adam öldürebilen, tipik bir
“doğustan katil olan biridir. Mafya çarkının en küçük bir dişlisi olabilmek için
feda etmeyeceği şey yok gibidir, gururu (el öpmek, özür dilemek, öldürme
kararını almış olmasına rağmen affetmek vb gibi) da dahil. Senaryo geliştikçe,
aynı Çakır merhametli, ailesine bağlı, sözünün eri, vatanperver, dost canlısı,
16
Irak’dan önce
onurlu ve bonkör bir adam olur. Ondaki bu değişim Polat Alemdar’la
dostluğunun ilerlemesiyle atbaşı gider (Cantek, 2004: 2). Bu dostlukla birlikte
Çakır aslında iyi bir mafya babası olmuştur; güçsüzün yanında olmaya çalışır,
hakkını aramak ve korumak için kendi adaletini oluşturur.
Çakır, yasal olmayan yollarla kazanç sağlar bunu güç elde edebilmek
amacıyla yapar. Gerektiğinde sahip olduğu gücü ve parayı gereksinim duyan
insanlara verir (Kanlıca’daki evlerin tapusunun mahalle sakinlerine geri
verilmesi vb). Çakır daima sert, ciddi, acımasız tavırlarını sergilerken bu
özelliklerini görsel olarak da destekleyen unsurlar vardır; aniden güler ve
sinirlenir bunu mimikleri ile belli eder, çoğunlukla kravatsız takım elbise
giyer, lüks arabaları kullanır hatta özel şoförü vardır, gücünün destekçisi silahı
hep yanındadır.
Polat Alemdar (Necati Şaşmaz)
Ali Candan olarak Kanlıca’da müezzinin evlatlık oğludur. Tüm yaşamı bu
mahallede arkadaşı Deli Hikmet ve sevgilisi Elif Eylül’le geçer. Kütüphane
görevlisi olarak bilinen Arslan Akbey ise en büyük akıl hocasıdır. Bu hoca
onu Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya ikna eder ve ardından da kendi
biriminde çalışan elemanı yapar. Ali Candan bu gizli birim için çeşitli
görevlerde bulunur. En son görevi ise İstanbul’a gelip yüzü ve kimliğini
değiştirerek ülke için tehdit oluşturan mafyanın içine sızmak ve onu
çökertmektir. Bunu yapmak için kimliğinden, yüzünden, ailesinden ve
sevdiklerinden vazgeçer. Yeni hayatına Emmi olarak bilinen bir dönem devlet
için çalışmış eski kabadayının Almanya’dan gelmiş yeğeni olarak başlar.
Kendisinin Ali olduğunu sadece Arslan Bey ve Emmi bilir. Bir süre sonra
Ali’nin Polat olduğu anlaşılmaması için Emmi, Arslan Bey tarafından
öldürülür. Polat Alemdar olarak yeni hayatına Arslan Bey tarafından
çalıştırılır. Mafya ortamında ismi ilk kez, kendi mahallesine el koymak
isteyen arazi mafyasına karşı, tek başına mahalleyi savunma işiyle duyulur.
Bundan sonra olaylar hızla ilerler ve Çakır’la dost olmaya kadar gider.
Emmi’nin ölmesi, Çakır’la dostlukları ile artık mafyanın içindedir. Bu sırada
Elif ve ailesi ile de iyi kalpli kabadayı/mafya üyesi Polat Alemdar olarak ilişki
kurar, onları uzaktan uzağa korur. Arslan Bey’in de yardımları ile yaptığı her
hareket de de onu olumlayan söylemler vurgulanır.
Arslan Akbey (Selçuk Yöntem)
Gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu Kuşçu Başı Eşref’in
torunu olan Arslan Bey, aile geleneği sürdüren, Kamu Güvenlik Teşkilatı
isimli gizli birimin başıdır. Dizide belki en çok milliyetçi düşünceyi
Zeynep Gültekin
17
vurgulayan kişidir. Arslan Bey’e göre sistemi, devleti tehdit eden mafyayı
çökertmek gereklidir bu da ancak onların içine sızarak yani kaleyi içten
fethederek yapılabilir düşüncesi ile Ali/Polat’ı yetiştirir ve görev verir.
Hiç kimsenin bilmediği bir ofisi vardır son teknoloji kullanılarak
döşenmiş ofisinden dış dünyayı kontrol eder. Her ne kadar başında olduğu
kurum resmi olarak tanınmasa da, devlet tarafından başvurulur. Devlet adına
operasyonlara gider istenileni yapar ama devletin üst düzeydeki görevlilerine
güvenmediği için yaptığının bir kısmını kendi doğrularına saklar (mafya
babalarından birine ait olan silahların kaçırılmasına engel olur, bunu bildirir
ancak silahları teslim etmez saklar). Sistem içinde kural tanımamazlığı onu
tehdit unsuru haline getirir. Öldürülerek tehdit unsuru ortadan kaldırılır.
Memati Baş (Gürkan Uygun)
Annesi Memati’yi doğururken öldüğü için ismi Memati, yani “ölüm”
koyulur. Küçük yaşta olduğu için hapishane yerine ıslahevine gönderilir.
Burada kendinden büyükler tarafından tacize uğrar. Tacize uğradığı bir gün,
Çakır tarafından kurtarılır ve bundan sonra Çakır’ın sağ kolu olarak onun
yanında yer alır. Çakır’ın tüm kirli işlerinden (adam öldürme, haraç toplama
vb.) haberdardır ve hatta pek çoğunu kendisi gerçekleştirir. Çalışanlar için
Çakır’dan sonraki patrondur. Hayatı Çakır’ın emirleri üzerine kurulmuştur,
sorunların çözümleri için kesin ve kolay çözüm yolu olarak öldürmeyi seçer.
Kimi zaman Çakır’ı öldürmeyi tercih etmeyip beklemesi nedeniyle eleştirir ve
“siyaset bizim işimiz değil” diyerek uyarır. Fiziksel özellikleri, duruşu, çok
nadir konuşması ve vazgeçemediği silahı ile Çakır’ın ölüm makinesi
tanımlamasına görsel olarak uyar. Çakır’ın ölümünden sonra Polat’ın sağ kolu
olur.
Abdülhey (Kenan Çoban)
Dizinin ilerleyen bölümlerinde Çakır’ın sağ kolu gibi birine Polat’ın da
ihtiyaç duyması üzerine diziye dahil olur. Devlet için pek çok kez çalışmış,
Güneydoğu dağlarında bulunmuştur, yeni görevi ise İstanbul’da mafya içine
sızmış devlet görevlisinin sağ kolu olmaktır. Polat’ın polislerden kaçmak
üzere parka saklanması ile parkın çöplerini toplayan üstü başı dökülen bir
çöpçünün Polat’la konuşmasıyla ilk kez karşılaşırlar. Biri mafya üyesi (derin
devletin adamı) diğeri çöpçü olan bu iki kişinin ilişkisi başlamış olur. Zaman
Abdülhey’in lehine işler, çöpçülükten mafya üyeliğine terfi eder ve Polat’ın
sağ kolu olur. Hiç konuşmaz, duygu ve düşüncelerini mimikleri ile anlatır.
Başkası yaptığında onu öldürebilecekken kendisine takılan ve onun tam tersi
çok konuşan Erhan’a sesini çıkarmaz ve hatta onu korur.
18
Irak’dan önce
Güllü Erhan (Erhan Ufak)
Dizinin ilerleyen bölümlerinde katılır. Isparta’nın köyünden dayısı Seyfo
Dayı’nın yanına gelir. Kendisini mafyanın içinde bulur ve dayısı bu düzenden
onu uzak tutmaya çalışsa da Erhan bu konuda ısrar eder. Köyden yeni gelmiş
olan Erhan dayısının tüm kısıtlamalarına karşın büyük şehrin havasına
kendisini kaptırır; eline silah alır, kadınlarla gönül eğlendirir ancak içinde hiç
kötü niyet beslemez sadece Polat’ın söylediği sözlere uyar ve onun verdiği
öğütleri ciddiye alır. Diğerlerinden farklı olarak kırmızı gömlek ve çizgili
takım elbise ve ceket cebinde kırmızı gül takarak delikanlı kimliğini yeniden
tanımlar. Saçlarının kıvırcık olması ve burgulu bıyıkları masumane
konuşmaları ile diğerleri tarafından eğlence kaynağı olur.
Baron (Zafer Ergin)
Mehmet Karahanlı, 1980’den sonra kendisine yollar açarak görünürde
başarılı işadamı gözüken ancak acımasız, mafya babası konseyin başıdır. Gizli
servislerle bağlantıları vardır. ABD yanlısı politikaların savunucusu ve
sözcüsüdür. Nergis Karahanlı’nın kocası, Safiye Karahanlı’nın babasıdır.
Geçmişte oğlu Efe kaçırılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Bu
nedenle kızını korumak amacıyla Fransa’ya göndermiş ve orada büyümesini
sağlamıştır. Kılıç, sağ koludur; aldığı kararların uygulamasını Kılıç’a bırakır.
Çeşitli dernek ve vakıfların başkanlığını yapar gözükmekle birlikte bunlar
üzerinden silah kaçakçılığı, para aklama, uyuşturucu ticareti gibi yasadışı
faaliyetleri yapar. Önemli olan kazanılacak paradır. Bunun için ülkesini,
insanlarını ve hatta ona bağlı olan mafya üyelerini satabilir. Dizide iyi
karakterlerin tam karşısında kötü olarak sunulur çünkü kurulu düzeni tehdit
eder. Yasalar ve devlet onun kazanacağı şeyler için bir araç olarak kullanılır.
Güvenlik nedeniyle İstanbul dışında lüks bir villa da yaşar. Ulaşımını lüks
arabalar veya helikopterlerle sağlar. Sert, sesini yükseltmeyen, soğukkanlı, tek
başına karar alan, sözü dinlenmediğinde acımasız kararlar alabilen, konsey
üyeleri dışında kimseyle yüz yüze görüşmeyen gizemli biri olarak otoritesini
pekiştirir. Güç her zaman onun elinde olmalı ve o yönlendirmelidir. Kendisine
karşı gelen tek kişi kızı olmuş ve ona rağmen İstanbul’da kalmıştır. Hemen
her konuda bilgi sahibidir, kendisini ve otoritesini tehdit eden tek kişi vardır;
bir anda ortaya çıkan kim olduğuna dair bilgi bulunmayan Polat Alemdar’dır.
Yaptıklarını takip eder ve en sonunda dost mu, düşman mı olduğunu anlamak
için kendisi ile yüz yüze görüşme kararı alır. Dizinin ilerleyen bölümlerinde
Polat’ın kaybolan oğlu Efe olduğunu anlar ancak bu sırada Dünya
baronlarının kararı ile öldürülür. Boşalan tahtına oğlu Polat geçer.
Zeynep Gültekin
19
Hüsrev Ağa (Baykal Saran)
Güneydoğu’dan göç etmiş hala orayla bağları olan uyuşturucu ticareti
yapan üyelerdendir. Gelenek ve göreneklerine bağlı, inançlı biridir.
Uyuşturucu satmasına rağmen, çevresindeki insanların bunu kullanmasına
tahammül edemez. Kızı Nazlı’yı kendisi okuyamadığı için yurt dışında
okutmuştur. Kızı çalışmak istediğini söylediğinde ben seni çalışmak için
okutmadım diyerek ataerkil düzenin sözcülüğünü yapar. Kızı ile arasında ki
ilişki mesafelidir, kızını sever ama hep işleri vardır ve hep uzaktır. Nazlı, evde
boş oturmaktan sıkılıp yeni arkadaş edinir. Bu arkadaş ise kendisini eroine
alıştırıp tecavüz edecek olan Erdal’dır. Hüsrev Ağa, böyle bir lekeyi taşımak
istemediği için kızına aşırı dozda eroin yaptırıp öldürterek “namus”unu
temizler.
Diğer konsey üyelerinin evlerine göre daha geleneksel biçimde döşenmiş
bir villada yaşar. Çiftliği vardır, at yetiştirmesini ve ata binmesini sever.
Gelenekçiliğini uyuşturucu ticaretinde bile gösterir; eroin yerine uyuşturucu
haplarla ilgilenmesi gerektiği söylediğinde reddeder. Rus mafyası ile
ilişkilerini ilerletmesi üzerine Baron tarafından öldürülür.
Samuel Vanunu (Nişan Şirinyan)
İsraillidir, Konsey’in dış politikasına yön verir. Ortadoğu konusunda
uzmandır, dış istihbaratlarla ilişkisi güçlüdür. Baron her türlü dış müdahale
kararlarında ve ortaklıklarda ona danışır. Dizinin sonlarına doğru gizli ilişkiler
kurar ve konseyin dağılmasında önemli rol oynar.
Ömer Baba (Emin Olcay)
Ali Candan’ı çocukları olmayınca evlatlık alan Ömer Candan’dır. Dizide
mafyanın bilge kişisi, hatırı sayılan, sözü dinlenen kişidir. Uzlaştırıcı yapıya
sahiptir bunda müezzin olmasının önemli etkisi vardır. Hoşgörülü, çözüm
bulucu konumdadır. Yeniye karşı hoşgörülüdür ama bağlı olduğu değerlerden
kopmaz. Sık sık eskiye özlem duysa da bu özlem onun tutuculuğunun bir
sonucu değildir. Gündemi takip eder, devletin varlığını, onun kuruyuculuğunu
kabul etmiştir. O’na göre devletin polisi, mahkemeleri herhangi bir sıkıntıyla
karşılaşıldığında çözümde yardımcı olacak bir adalet sistemidir. Bir çok
konuda görüşünün alındığı bir özelliği vardır. Kadercilik Kuran-ı kerime
göndermeler yaparak vurgulanır. İnsanların yaşadığı olayların Allah’ın takdiri
dışında gerçekleşen amaçsız bir doğa olayı olmadığı, tersine tamamen
Allah’ın iradesi ile gerçekleştiği üzerinde durulur. Hoşgörülü olmayı,
uzlaşmacı olmayı ve hayatı anlamayı, tasavvuf inancından, Yunus Emre’den,
Mevlana’dan, Kurandan alıntılar yaparak dükkanına gelenlere aktarır:
20
Irak’dan önce
Karşılıksız sevmek analıktır, babalıktır. Benim bir gücüm yok.
Rabbimin tattırdığı bir babalığım var elimde, sizin güç dediğiniz benim
nasip dediğim. Mevlana der ki, sende ne en iyiyse insanlara ondan ver.
TÜRÜN TEMEL TEMALARINDA İŞLENENLER
Genel
Televizyon dizi türlerinin en yaygın alt kategorileri, içerdikleri
karakterlerin mesleklerine göre adlandırılmakla oluşmuştur, örneğin, polisiye,
dedektif, avukat, doktor, kovboy ya da gazeteci dizileri gibi. Televizyonun en
popüler dizileri polisiye türünde olanlar ya da suçla ilgili konulan
içeriklerinde barındıranlardır. Televizyondaki suç dizileri kitle iletişim
endüstrisinde, üretim ve tüketim açısından çok önemli bir yerdedir. Tüm
insanların kafasında örgütlü suç ya da mafya dendiğinde bazı, imajlar ve
yargılar oluşmaktadır. Bu imaj ve yargıların hepsi kişisel deneyimlerle elde
edilmiş değillerdir. Kitle iletişim araçlarından alınan bilgiler, izlenimler ile bir
yargı oluşturulur. Mafya dizilerinde, polisiyelerde, dedektif dizilerinde, iyi ve
kötü karşıtlığı üzerine kurulmuş yapılar görünür. Burada, kötü; suç ve suçludur.
Batıdaki örneklerde, suç sıkı sıkıya tanımlanmıştır. Bu sebepler neyin suç
olduğu konusunda hiçbir karmaşa ve ikilem yaşanmaz. Suçun ve suçlunun
geçmişi, suçun toplumsal temelleri ve kaynakları da araştırılmaz, bu karakterler
de zaten yardımcı karakterler ya da figüranlardır. Her bölüm bir suçun
işlenmesiyle başlayıp, serüvenler sonunda suçlunun cezalandırılmasıyla biter.
Kurtlar Vadisi dizisi ile mafya unsurunun farklı bir boyutu da bu dizide
gündeme gelmiştir; görünürde ideolojik olmamasına rağmen, güçlü, suç
örgütü üyelerinin hemen hepsinin devletle bir ilişkisi vardır. Dizide değerlerin
yıprandığı ifade edilir, bu değerleri düzeltmek için milliyetçilik miti yoğun olarak
kullanılırken şiddet meşrulaştırılmaktadır, bu yıpranmışlık o kadar fazladır ki
örgütlü suç dünyasının eski değerleri bile (delikanlılık) özlenir olmuştur.
Organize suç dizilerinde karşılaşılan hep egemen sınıfın bakış açısıdır.
Kötülükler sergilenir sergilenmesine ama, bunlar hep sistemin içinde
çözümlenebilir sorunlardır. Bunun yanı sıra popüler ürünler, gerek içerikleri
gerek biçimlerinde son derece şematik kurgulara yaslanır, izleyiciyi bir tür
stereotiplere alıştırırlar (Oktay, 2002: 27-28). Can Kozanoğlu bu tür dizileri
Kirli Dünya Dizileri olarak adlandırmaktadır. Ona göre, bu dizilerde, hemen
tüm karakterler iddialı, güçlü ve kötüdür; ilişkiler çıkar, şantaj, yalan ve satış
üzerinden yürür; iyi karakterler için çok sınırlı kontenjan vardır; tipler yakışlı,
güzel, bakımlı ve şıktır; olaylar villalarda, lüks plazalarda, en pahalı
Zeynep Gültekin
21
lokantalarda geçer; olmadık anda bir insanın attığı kazıkla işler iyice karışır…
Bazen sert, iddialı, güçlü, delikanlı, mert bir kahraman birkaç arkadaşıyla
birlikte mücadele verir; bazen de olmaz, ana karakterin tümü kötüdür. Bu
dizlerdeki karakterler kontenjanları, son dönemin güç, para, kirlilik, entrika
sembollerine göre belirlenir. Çok zengin iş adamaları, mafyatik işadamları,
düz mafya elemanları. Gücün ve kirliliğin yoğunlaştığı odaklar iş dünyası,
mafya, eğlence dünyası, medyadır; tüm bu alemler kirli dünya dizilerinde
temsil edilir. Siyaset ayağı çoğunlukla atlanır. Haliyle olaylar da bu
odaklardaki karakterlerin bulunabileceği mekanlarda, onların yaşayabileceği
yerlerde geçer.
Bu dizilerin ilk bölümlerinde karakterlerin tanıtılması, izleyicinin ortama
uyum sağlaması amaçlanır. İzleyici bu giriş derslerinde ne olup ne bittiğini
çok anlamaz. Tuhaf şeyler dönmektedir. Dizi için başarının ölçüsü, izleyicinin
ne oluyor acaba merakına düşebilmesi ve karakterlere kapılabilmesidir. Bir
sonraki aşamanın da önemli ayaklarında biridir karakterlerin sürükleyiciliği.
İyi kalpli, sevimli, yardımsever kahraman tipinden değildir kirli dünya
dizilerinin kahramanları. Ama anti kahraman olmak için de fazla alımlı, fazla
çekici, güçlü ve beceriklidirler. Bu ara kategorideki kahramanlar izleyiciyi
yakalayabilirse ve ilk bölümlerin ne oluyor acaba merakı, entrikalar arttıkça
daha neler göreceğiz bakalım şaşkınlığına dönüşebilirse dizi tutmuş demektir.
Şimdi sıra geçici etki sağlayan denge operasyonlarına gelmiştir. Bir taraf
yıkılır; bittiği, kaybettiği düşünülür. Oysa hemen ardından diğer taraf yıkılır;
bu kez onun bittiği kaybettiği düşünülür. Oysa dizide net cepheler halinde iki
taraf olmadığı için karakterin büyük bölümü de ikili için düşme, kalkma,
yıkılma, dirilme, kaybetme, kazanma anlarının sınırı yoktur (Kozanoğlu,
2001: 119-121).
Kurtlar Vadisi, bu açılardan mafya dizi örneklerini gösterir. Toplumsal
olaylar birebir gerçekliği ile değil kurgusal olarak yansıtılır, buna en iyi örnek
dizinin Türkiye gündemine ve daha önceki yıllarda yaşanmış olaylara
gönderme yapması ile verilebilir (Kumarhane sahibi Ömer Lütfi Topal
cinayeti, Mafyaya ait olduğu düşünülen geminin batması, Türkiye’nin Kıbrıs
ve Irak Savaşı politikaları vb). Dizide olayların ve karakterlerin müziği vardır
(Çakır’ın ölümü, Laz Ziya’nın karısını asması, Polat ve Elif’in aşkı vb).
Dizide mafya ilişkilerinin anlatımının dışında, şiddet, milliyetçilik, kadın, din,
kahramanlık-delikanlılık, aile, adalet, güç ilişkileri, iyi-kötü karşıtlığı gibi
temalar da işlenir.
22
Irak’dan önce
Şiddet
Televizyon, şiddet ve değişim için bir gizilgüç değildir ama yerleşik
düzenin gücünü ve yetkisini korumak ve meşrulaştırmak için önemli bir
araçtır. Bu açıdan bakılınca televizyon, şiddet olaylarını güç oyununun
kurallarını göstermeye ve mevcut toplumsal düzeni pekiştirmeye yardımcı en
basit ve ucuz dramatik araçtır. İnsanın dış dünya konusundaki bilgisi dolaylı
ve eksik olduğu için (Büker ve Kıran, 1999: 30) televizyonda ki görüntülerle
şiddetin zararsız, olağan olduğu kanıksanır. Böylece artık etkilemez hale
gelen çok olağanmış gibi sunulan görüntülerle sanıldığından çok daha çarpıcı
olan gerçekler arasında uçurum yaratılır (Baş. Aile. Araş. Kurumu Kurumu,
1998: 240-241) ve izleyiciyi toplumsal gerçekliği yanlış biçimde algılamaya
sürüklenir.
Televizyon programlarında kullanılan şiddet genel olarak para, güç veya
mevki gibi toplumsal statü simgelerine ulaşmak için kullanılır. Güç elde
etmek ve başkalarına hükmetmekle yakından bağlantılı olan şiddet kullanımı
bir kişiliğin bir başkası üzerindeki egemenliğinden ziyade bir sosyal rolün
diğeri üzerindeki egemenliğiyle ilgili olarak gündeme gelir (Turam, 2005:
400-401). Kurtlar vadisi dizisinde her türlü şiddet uygulaması, yaşamın
vazgeçilmez ya da ayrılmaz bir parçasıymışçasına sorgulanmaksızın gündeme
gelir. Güç araçlarını ele geçirmek, elde bulundurmak ve düzenlemek isteyen
insanlar toplu şiddete başvururlar. Ezilenler adalet adına, ayrıcalık sahipleri
düzen adına, arada kalanlar da korkudan şiddete başvururlar (Büker ve Kıran,
1999: 24-25). Dizi içerisinde Polat Alemdar düzeni tehdit eden mafyayı yok
edebilmek, Mafya liderleri güçlerini devam ettirebilmek, Süleyman Çakır
mafya liderleri arasına girmek için şiddete başvururlar. Bu durumda dizinin
kendisi, kendine mal ettiği düzen adına şiddete yer verir. Kötü adamların
(Mafya üyeleri ile “Çakır ve Polat’ın karşısında olanlar”) birbirlerine şiddet
uygulaması, anne ve babanın çocuklarını dövmesi, erkeklerin kadınlara şiddet
uygulamaları sıradan eylemlerdir. Dizide cinayet rutin bir iştir. Bu rutin iş
metaforu tüm bölümlerde karşımıza çıkar. “Babalar”ın gözüne girilecekse iş
temiz yapılmalıdır. İşi yapanların birer aile babası olarak görünürde kutsal aile
huzuru ortamında aileleri için hazırladıkları yaşamlar gibi (Karahanlı
Mehmet’in kızını korumak için yurtdışında okutması, Hüsrev Ağa’nın kızını
İngiltere’de okutması, Çakır’ın çocuklarını sinemaya götürmesi vb.) patates
soyan bıçak ile insan öldüren sustalı yada mermi arasında bir fark gözetmeyen
mafya insanın ikiyüzlü ahlakı da verilir. İyi ve kötü erkek karakterler güçlerini
Zeynep Gültekin
23
şiddet aracılığıyla sunar, “şeref” ve “namus” bu yolla temizlenir ve gösterilir,
kahramanca tavırlar böyle sergilenir. İntikam almak, anlatı da gerilimi
sağlayan en etkili dramatik öğelerden biridir; erkekler sık sık kavga eder ya da
birbirlerini öldürürler. Kurtlar Vadisi dizisinde mafya liderlerini bir arada
tutan konseyde mafya liderleri birbirlerine kazık atar, herkes para ve iktidar
peşinde koşar bu arada ise yollarına çıkan herkes katledilir.
Ünsal Oskay’ın belirttiği gibi, şiddet içerikli sunularda machismo görülür.
Machismo, “dava adamı”, “iyi kovboy”, “erkek kalabilmek” gibi
davranışların ağır basan tiplerin canlandırdığı olgudur. “Kahraman”
kimliğinde görülen bu tür machismo toplum açısından önemli işlerin
gerektirdiği bir kahramanlık ve güç gösterisini ifade eder. Bu tür
kahramanların kadından uzak durması, kendisini toplum ve insanlık yaşamı
için daha önemli işlere adaması söz konusudur. Bu kahramanlık, insanlarla
ilişkilerinde her zaman erkekçe güçlü yada ergil kalabilen taraf olmaya özen
göstermek durumundadırlar. Bu kahraman için kadın önemsizdir, hatta kadın
aşağı görülür. Kahramanlar kadına sert davranarak, ona zaman ayırmayarak,
kadından kaçarak kendilerini önemli işlerine, haklı davalarına, misyonlarına
adarlar (Oskay, 1993: 366). Kurtlar Vadisi dizisinde şiddetin bu biçimi
özellikle dizinin kahramanlarından Süleyman Çakır, Polat Alemdar, Memati,
Arslan Bey gibi karakterlerde görülür. Polat, dizinin başlangıcından itibaren
devleti ve vatanı için kimliğini gizlemiş devlet görevlisi olarak, Süleyman
Çakır mafya içinde “iyi mafya olarak” en üste çıkmak için önemli davaların
peşindedirler. Süleyman Çakır katil arketipi ile şimşekler çakan kısık
bakışlarıyla, ketum, kendinden emin tavrıyla serseri kahraman figürü ile
ortaya çıkar. Bu tip, kentin varoşlarından lüks semtlerine geçip adaletin
temsilcisi olma temel özelliği ile sunulur. Ortada kötü bir durum ve bir sorun
vardır. Kötülüğün ortadan kaldırılması sorunun çözümüne bağlıdır. Nitekim
sorunun çözümü için Polat, Çakır ve adamları harekete geçer. O andan
itibaren kahramanlar için tek amaç vardır, kötüyü yok etmek.
Resmi ideolojinin klişe kötüleri olarak karşımıza çıkan Tombalacı
Mehmet, Testere Necmi, vb. kötünün somutlaşması olduğu gibi Çakır hedefi
şaşırtılmış bir kurtarıcı olarak sunulur. Polat Alemdar, Çakır’la uyguladıkları
şiddeti kurulu düzenin devamı için olağanlaştırır. Düzeni tehdit eden her
durum da Polat Çakır’ın yanındadır, devreye girer ve düzenin bozulan ya da
bozulma tehlikesiyle karşı karşıya kalan dengelerini egemen düzenin
korunmasında kullanılan bir araç olarak kullanır (Baron Mehmet
24
Irak’dan önce
Karahanlı’nın Ruslar tarafından öldürülmesi devletin planlarını bozacağından
istenmez ve devlet mafya liderlerinin başkanını korur).
Kadına yönelik şiddette ise, kadının denetlenmesi, sahip olmak istenen
olarak gösterilmesiyle ilintilidir ve toplumsal açıdan güçlü ile güçsüz
arasındaki eşitsiz ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Erkeğin kadına
yönelik şiddet kullanmasındaki önemli bir neden, edindikleri erkek rolünün,
şiddeti sorunların çözümünde bir olanak olarak sunmasıdır. Dizide, erkeklerin
kadınlara uyguladığı şiddet; tokattan, tecavüze, kaçırmadan, aşağılamaya dek
çok geniş bir yelpaze içinde sergilenir. Erkeğin öfkesini (Çakır’ın karısı
Nesrin’e tartışma sırasında cevap vermesi, kendi başına aldığı kararlar
sonucunda tokat atması, onu yere fırlatması) ya da cinsel arzusunu
denetleyemediği (Erdal’ın kadınlara tecavüz etmesi, kumarhane inşaatında
çalışan işçilerin Derya’yı taciz etmeleri) ve kıskançlığın erkeği kaba kuvvet
kullanmaya ittiği olağanlaştırılarak verilir. Olağanlaştırılan anlatı yapısı,
şiddet ve şiddet aracılığıyla yaratılan korku ortamı (Nesrin’in Çakır’dan
korkması, Meral’in babası Laz Ziya’dan korkması, Canan’ın Erdal’ın
saldırısından korkması, vb.) ile kadınlar ilişkilerinde, beklentilerinde
sınırlandırır, denetlenirler. Erkeğin kadına yönelik şiddetinde dizide babanın
ya da kocanın yanlış anlamaların kurbanı olarak ve kadının açıklama
yapmasına izin vermeyerek öfkelerini sergiledikleri sahnelerin sonunda, tokat
atılmış kadın karakterin yakın ölçekli kamera çekimi ve kameranın geriye
hareketiyle ölçeğin genişlemesi ile kadının çaresizliği yenilmişliği verilirken
erkeğin şiddeti olağanlaştırılır.
Şiddetin meşrulaştırılmasına yardım eden öğeler de vardır, bunlar; ses ve
görsel öğelerdir. Müzik tematik özelliklere sahiptir. Süleyman Çakır
karakterinin her öldürme eylemi öncesinde başlayan ve eylemi bitene kadar
devam eden izleyiciye de birilerinin öldürüleceğinin haberini veren zil sesinin
kullanılması gibi müzik tematikleştirilir. Ses efektleri de şiddetin
pekiştirilmesinde önemli rol oynar tüm bombalama, silahlı çatışma gibi şiddet
kategorilerinde ses efektleri yoğun olarak kullanılır. Şiddetin
meşrulaştırılmasında kimi zaman görsel öğe olmadan tek başına karakterlerin
konuşmaları ve tonlamaları kullanılır. Şiddettin kullanımı o kadar olağandır
ki, karakterlerin isimlerinde bile şiddet hissedilir (Testere Necmi, Kılıç vb).
Zeynep Gültekin
25
Milliyetçilik
Şiddetle birlikte en çok işlenen tematik içerik milliyetçiliktir. Milliyetçi
söylem medya zemininde yeniden üretilir: Ulusun inşa edilmesi sürecinde,
milli bilincin oluşmasına ve ulus-devletin meşruluk kazanmasına hizmet eder
ve tarihin derinliklerinde ulusal bir kök arar ya da kökler icat eder. Ulusun
tarihin derinliklerinde inşa edilmesi için de köklere ve atalara dair mitler
kullanılır. Tarihsel anılar efsaneler uydurulur. Bir takım olaylar ve olgular
farklı yorumlanarak, ulusu yücelten kurgulara dönüştürülür. Ulus-devlet
formunun bir ayağı kapitalist dünya sisteminin dayattığı nesnel bir zemine
basarken, diğer ayağı masalsı ve mitolojik bir tarih kurgusunda yahut saflığını
korumuş halka ilişkin olduğu varsayılan ama devlet tarafından
“millileştirilen” folklorik bilgide durur; modern bir olgu ve tasavvur olan ulus,
böylelikle tarihin diplerinde yeniden yaratılır ve bu yaratım süreci çeşitli
ideolojik yazın türleri yoluyla sağlanarak, yine modern çağın bir olgusu olan
kitlesel iletişim imkanlarıyla yayılır; yurttaş, böylelikle, yeni kimliğini,
kendisini yaşamadan, kendi hayatının dışından öğrenir (Aydın, 1998: 50).
Ulusal kimliğin inşa edilmesinde diziler, siyasi ulus düşüncesinin gerçek
yaşanılan bir deneyime, duygusallığa ve gündelik bir olguya dönüştüğü,
yaşanılan bir deneyim olarak her gün milyonların katıldığı kitlesel merasim ve
geleneklerin temelini oluşturan bir ajandır. Aynı zamanda dizi içerikleri
dolayımlanan günlük hayatın bir parçasıdır, değişik ve değişmekte olan kültür
kaynakları mönüsü sunmasıyla ortak izleyenlerinde öz-kimlik duygusu
geliştirir. Bu bağlamda film ve televizyon medyası kolektif anıların ve
kimliklerin oluşmasında güçlü bir rol oynamaktadır (İmançer, 2003: 248-249).
Kurtlar Vadisi dizisinin milliyetçi işleyişinde biz ve bizden olanlar iyilerdir;
onlar ise kötülerdir. Bu inşa, Türk-yabancı ve hatta Müslüman-Müslüman
olmayan karşıtlığıyla desteklenir. Dizinin kişileri ve bunlar aracılığıyla ön
plana çıkarılan değer ve davranış biçimleri sosyal ilişkiler ağı çerçevesinde
geleneksel yapının sürdürülmesi yönünde işlev görür. Bu metinlerin söylemi
içinde ortaya çıkan temel karakterler “kahraman”(Çakır, Polat) ve
“rakip”(Mafya üyeleri, Ruslar vb) ikilisi arasında oluşturulan karşıtlıkla
tanımlanan stereotiplerdir. Kahramanlar, iyiye (Çakır: İyi Mafya), akıllıya,
güçlüye, Türk’e, Müslüman olana atfedilen değerlerin, davranış biçimlerinin
bir arada toplandığı ve sürekli olarak yinelendiği kişilerdir. Dizinin anlatısı
içinde oluşturulan karşıtlıklar (iyi-kötü) aracılığıyla kahraman ve
karşısındakinin kişilik özellikleri tanımlanırken bir yandan toplumsal olarak
26
Irak’dan önce
“arzu edilir” olan davranış biçimleri ve değerler bu karşıtlıklar bünyesinde
kahramanla bütünleştirilerek ön plana çıkarılır. Mafya ve baba tiplemeleri
odaklı kahraman ya da delikanlı tiplemeleri ile milliyetçilik öğesi de 1980
sonrası Türkiye’sinde bir ittifak halinde sunulmaya başlanır.
Hemen hemen tüm yerli dizilerde milliyetçilik geleneksel öğeler
içerisinde ön planda yer alır, bu yönüyle de 1980’lerin Türkiye’sinin yükselen
değeri olarak belirir. Ama Susurluk olayının ardından perdelerin açılmasıyla
birlikte söz konusu değerin gayri meşru bir zeminde yükselen bir değer olarak
belirmeye başladığı gözlenir. Abdullah Çatlı, Alaeddin Çakıcı, Tevfik
Ağansoy gibi mafya babalarını kendilerini milliyetçi olarak nitelemelerinin bu
gelişmede önemli bir etkisi olduğu düşünülebilir. Buradan hareketle
televizyonun kurmaca dünyasına konu olan mafya babalarının milliyetçi
kimliklerin bir bir ön plana çıkarılması da bu yönde gerçekle kurmacanın
karşılıklı yansıması olarak değerlendirilebilir (Güngör, 2002: 920). Kurtlar
Vadisi dizisindeki Polat Alemdar karakteri de böyle bir sunumla verilir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta milliyetçi ve geleneksel
öğelerle sentezlenen kişilik özellikleri çoğunlukla olumlu bir bakış açısıyla
yansıtılmasıdır.
Kahraman imgesiyle sunulan kişi (Polat) temelde insanlık yanlısı, başka
bir deyişle düzen savunucusu ve koruyucusu biri olduğu için, sahip olduğu
kişilik özellikleri de ne olursa olsun toplumda kabul görür. Çünkü o her
şeyden önce kendisini insanlığın korunmasına, yani düzenin bekçiliğine
adamıştır. Bu yönüyle düzenin diğer koruyucuları (emniyet güçleri, siyasiler
vb.) ile de ortak bir paydada buluşur ve gerektiğinde onlarla işbirliği içine de
girebilir. Bu açıdan dizide milliyetçi düşünce en çok erkek kahramanın (Polat
Alemdar) çevresinde oluşturulan erkeklik ve kahramanlık söylemi aracılığıyla
kurulur. Türk ulusunun bütün üstün meziyetlerinin taşıyıcısı (onurlu, namuslu,
vatanını her şeyin üstünde tutan, ahlaklı, büyüğünü sayan, cesur, mert, vefalı)
olarak Polat Alemdar, yok etmek istediği mafya babalarından hep daha “iyi,
adaletli” bir “baba ve kabadayı”dır. Polat Alemdar’ın karakterinde ortaya
çıkan, Türk ulusunun eşsiz özellikleri; mafyayı çökertmek için giriştiği
mücadele sırasında tekrar tekrar sergilenir ve yüceltilir. Dizide Türk ulusu
ideal erkeğin tüm nitelikleriyle donatılmış bir ulus olarak kurgulanır. Tıpkı
temsilcisi olan erkek kahraman gibi Türk ulusu da yenilmez ve mutlaktır:
Yüz sene önceydi. Yüz sene önce olduğu gibi biz de ülke olarak aynı
kaderi yaşıyoruz. Kaybedilen toprakları almak için yenilmez denen
Alman orduları ile birlikte savaşa giren Enver Paşa sonuçta koca
Zeynep Gültekin
27
imparatorluğun bitmesine neden oldu. Ülkesi, milleti için canını
vermekten çekinmeyen milyonlarca Mehmetçikler bile bu çöküşü
durduramadılar ama biz yapacağız… Bizim tarihimiz yüz yıllık değil
bin yıllık korkak, pısırık politikayla bizim işimiz olamaz. Gerekirse
Musul’a, Kerkük’e gireriz de Bağdat’a girip otururuz da, ölürüz
öldürürüz de. Bu vatanın, milletin çıkarı için canımızı seve seve veririz
de. Dünyada gerilla savaşını kazanmış düzenli ordu bizimki, ne
kazanacağız sorusuna gelince hiçbir şey Mehmetçiğin bir damla
kanından değerli olamaz. Bin kere ölürüm, bin kere öldürürüm de…”
Polat ve Arslan Bey’in konuşmalarındaki örneklerde olduğu gibi açık,
basitleştirilmiş ancak duygusal coşkular yaratan ve aktaran mecazlı bir
anlatımla milliyetçilik metinleri oluşturulur:
Büyük devletler ihanetle yıkılmaz ama ihanetlerle küçülür. Teşkilatın
ikinci adamı, hain çıkabilir, hatta gerekçeleri de vardır. Hiçbir şey
yoksa evlatlarının geleceğini düşünür. Ama teşkilatın birinci adamı bu
ihaneti savunup Amerika karşısında itibar kaybediyoruz havası
estirirse işte bu kabul edilemez. Mesele sen, ben, o, bu, şu meselesi
değil. Ben mühim değilim, canımı alırlar olur biter, Aslan gider kaplan
gelir, ama ihanet içindekiler nasıl evlatlarını düşünüyorsa ben de vatan
evlatlarını düşünüyorum, onların iki-üç evladı varsa, benim yetmiş
milyon evladım var.
Bu vatana büyük hizmetlerin dokunmuştur, onurlu yaşadın, devletini
bildin buna göre de sana biçilen raconu layıkıyla ifa ettin…
Biz ömrümüz vefa ettiğince doğru bildiğimizi yaptık. Devletimiz
doğru yaptıysa devletimizden yana olduk, devletimizi doğru yanda
görmediğimiz zamanda milletimizin yanında olduk…”
Polat ve Arslan Akbey, vatanı için yapamayacakları şey yoktur. Polat
kendisinden Ali’den ve ailesinden vazgeçerek kimliğini, yaşamını bile
değiştirir. Kurtlar Vadisi dizisinde milliyetçi düşünce ahlaki değerler
üzerinden de açığa çıkar:
Bu ülke bin yıllık devlet sizin gibi düşünce kısırı adamları o koltukta
oturtuyor. Sizin vatan, millet, bayrak, bağımsızlık, onur gibi tüm ahlaki
değerleri yıllar önce toprağa gömdüğünüz anlaşılıyor…” Türkler ile
diğer uluslar arasında yürütülen mücadelede kadınlar ahlaki değerlerin
karşılaştırılmasını sağlayan araçsal bir rol oynarlar; buna en iyi örnek
de Tombalacı Mehmet’in karısı, ülkesinin ekonomik, siyasi dış
politikası doğrultusunda Türkiye’de insanları öldürten, yasal olmayan
yollarla para kazanan İsrailli Ester’dir.
28
Irak’dan önce
Türk İslam Sentezi
Aynı zamanda, İslami motiflerle güçlendirilmiş erkek-Türk kimliğinin
temsilcisi olan erkek kahramanlar, milliyetçi düşüncenin, dönemin getirdiği
kimi etkilerle de şekillenen temsilcileri olarak ekranda yer alır. Erkeklikle
bitişen bir kahramanlığın asıl kaynağı olarak Türklüğü ve Müslümanlığı
vurgularlar. Özellikle 80’lerdeki baskın olan kahraman modeli, ihtilal
sonrasında resmiyet kazanmış Türk-İslam sentezinin “ideal insan” modeline
oldukça yakındır. Dizilerde genellikle İslami değerlere bağlı geleneksel,
yoksul aileler içinden çıkan iyi ve kötü karakterler, çoğunlukla mafya olan
ailenin erkeklerinden biri ve resmi güçlerin temsilcisi olan kardeşler, yakın
arkadaşlar vb arasında gelişen ve sonucunda “milli” değerlerin galip çıktığı
mücadeleler konu edilir. Dizide dinsel ritüel ve dinsel motif içeren, sık sık
mafya ya da kanun dışı güçlere bulaşmış kahramanın Müslüman kimliği,
resmi güçlerin temsilcisi olan kahramanın da Müslüman –Türk kimliği
etrafında bulunan kimi karakterler simgeler, diyaloglar ve olaylar aracılığıyla
vurgulanır. Toplumsal olarak arzu edilir davranışlar dine göndermeler yaparak
belirlenir: kumar oynamak ve oynatmak dizi açısından “günah”, doğru
sözlülük (mertlik), yardımseverlik “sevap”tır. Dizide; geleneksel değerlerden
ayrılmadan, dini ve milli kimliği yitirmeden, devlete bağlı kalarak vatana
millete nasıl hayırlı birey olunabileceğine dair yollar gösterilir ve bu değerlere
sahip karakterler; Polat Alemdar, Seyfo Dayı, Nazife Anne, Deli Hikmet’te
olduğu gibi iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımını yapabilen, adil, sabırlı, devletini,
milletini seven bu kavramların simgesel değerlerine saygı duyan gibi
özelliklerle bireyler erdemli olarak yüceltilir. Geleneklere verilen değerler ile
dizide geleneklerle belirlenen toplum anlayışından söz etmek mümkündür.
Müslümanlığın ideal tipi sunulur ve Türklükle bağdaştırılır: “Peygamber
efendimiz derdi ki, insanlara hizmet eden insanların efendisidir. Kurşun
sıkmakla vazifeli Türk Mehmetçiği de, bizi hasretlere gark eden alim de
yaşarken de, ölürken de ülkelerine hizmet etmişlerdir.” Böylece Müslümanlık
ve Türklük ayrılmaz ikili olarak sunulmaktadır. Dizide, Polat Türklüğün ve
Müslüman Türklerin temsilcisi, simgesi yapılmaktadır. Bu dizideki temalar
genellikle; Türkler cesur ulustur, Türkler yardımseverdir, Türkler çok
güçlüdür ve yıkılmazlar, Türkler vefalıdır, Türkler en güvenilir ulustur,
Türkler en dirençli ulustur, Türkler en yüksek ahlaki değerlere sahiptir,
Türkler Müslüman’dır gibi Türklük tanımlarına ve Türklük sıfatlarına
ilişkindir.
Zeynep Gültekin
29
İslam, milliyetçilik ve toprak sahipliği
Dizide Orta Asya’dan Kuzey Avrupa’ya uzanan çok geniş bir coğrafyanın
Türklere “ait” olduğuna yönelik bir düşünce alttan alta sezdirilir. Türkler bu
geniş toprakların hiçbir yerine “yabancı” değildir:
Türkiye’nin bir politikası vardır ve onu harfiyen uygulamaktadır.
Sessiz kalmak taraf olmamak politikası yok anlamına gelmez. Amerika
daha elli yıldır orta doğuda, biz ise bin yıldır. Bugün küçümsenen Rus,
İran, Araplar buranın ev sahibidir…
Amerika bilir ki Mezapotamya’da bir şeyler yapabilmenin onayı
Mehmetçiğin namlusundan geçer…
Ülkelerin dostları yoktur, çıkarları vardır. Ortadoğu’ya girmek kolaydır
ama burayı yönetmek zordur. İşte bu yüzden işgallerin hepsi bizim de
meselemizdir…”
Milliyetçi söylemde, her hangi bir toprak parçasının asıl “hak edenlere”
ait olduğu görüşü önemli bir yere sahiptir. Türk vatandaşlarının “kutsal”
topraklar üzerinde aynı haklara sahip olduğu vurgulanarak vatan toprakları
kutsallaştırılır. Anadolu’da yaşayan herkesin Türk olduğunu belirtirken, temel
kanıt olarak da kan, dava ve tarihin ortak olduğunu vurgulanır:
Benim bir davam var buradaki herkesi bu davaya ortak sayarım,
dediklerimi yapmayanı da davama, davamıza ihanet etmiş sayarım.
Benim davam bu topraklar üzerinde yaşayan bir tek mazlumun bir
damla kanına karşılık bin zalim kanı akıtmak. Bu davayı güdebilmenin
tek yolu zalim olmamak, mazlum da olmamak, mazlum hakkını
zalimden almak, hepsini alamasak da bu uğurda ölürüz… Benim
davamda; bayrak, kuran, silah, millet, tarih ortağımdır.
Sözü edilen ortak temalar bağlamında birlik haline gelen Türk milleti,
herhangi bir olumsuzluk karşısında Türk devleti tarafından korunur. Başka bir
deyişle, Türk devleti milletin birliğini sağlama güvencesi konumundadır.
Hilal, Türklüğün İslam’la bütünleşmesini simgeler. Hilal Müslüman
Türkleri simgeleyen bir figür olarak yer alır. Eski Mezopotamya
uygarlıklarında, Sümer, Akad ve Yunan uygarlıklarında ve Hristiyanlık
ikonografyasında rastlanan bir simge olan hilal, asıl olarak Bizans şehirlerinin
simgesidir. Birçok Müslüman ülke tarafından benimsenen ve bu ülke
bayraklarında yer alan hilalin İslami bir simge olarak kullanılışı yakın
zamanlarda gerçekleşir. Dizide hilal dinsel çoşku yaratan bir simge olmanın
dışında Orta Asya ülke bayrakları ile birlikte de verilir. İslami vurgunun Ömer
30
Irak’dan önce
baba aracılığıyla yapıldığı dizide İslami değerlerle daha da güçlenmiş olan
Türk ulusu vurgulanır. Bu nedenle bu dizide hilal de İslamı değil “Müslüman
Türkleri” simgeleyen bir figür olarak yer alır.
Dizide Türklerin yaşadığı, yaşamış olduğu coğrafyayı gösteren “harita”
görüntüsü sıklıkla devlet görevlilerinin geçtiği karelerde (Arslan Bey’in odası,
Mit görevlilerinin odası) verilir. Kimi zaman oldukça stilize edilmiş olan bu
haritalar, bir çok tarih dersi kitabında ratlanabilen haritalarda benzerlik taşır.
Haritaya bakılarak yapılan konuşmalarda “bu yerler bizimdi, bizim”,
“mezapotamyanın anahtarı bizdeydi ve şimdi de biz de olacak, bunun için
gerekirse bir değil bin Mehmetçiğin kanını akıtırız” gibi cümleler ile büyük
bir coğrafyaya hakim olma isteği sezdirilir.
İyi ve kötü, biz ve onlar
İyi ve kötü, arasında dinsel veya ulusal kimlik bazında oluşturulan
karşıtlıklar yoluyla, taraflar arası mücadele kolayca milliyetler ve dinler arası
çatışmaya dönüştürülür. Örneğin, Testere Necmi’nin Rus mafyası içinde
girmesi, İsrailli Ester’in Polat’ı kaçırması gibi olaylarla sunulur. Din ve
milliyetler arası oluşturulan karşıtlık sonucu ecnebinin, Rus’un,Yahudi’nin
bütün yaptığı olumsuzluklara rağmen galip gelen “iyi” yani Türk ve
Müslüman olandır. Ulusal ve dinsel kimlik bu karşıtlıklar yoluyla kurulurken
beklenen davranış biçimleri ve değerler de vurgulanmış olur.
Dizide biz ve onlar kavramlarını kullanarak gündelik hayatta da biz ve
onlar ayırımını yeniden üretmeye katkıda bulunur. Biz sözcüğünün
kullanılmasıyla, Biz’im hakkımızda olumlu bilgiler ön plana çıkarılır:
Türkiye=biz gerektiği zaman gerektiği yerde oluruz, Amerika bizden habersiz
Ortadoğu’da çoban bile gezdiremez; biz Türkler onurumuz namusumuz için
yaşarız; bu devlet bu millet bizde oldukça bu ülke batmaz. Biz duygusuna
eşlik eden bayrak ve vatan sözcükleri de Türklüğün işaretine dönüşen bir
metafor konumundadır. Güçlü bir vatan ve yurt söylemi önemli yer edindiği
konuşmalar milliyetçiliğin ana damarlarından biri konumundadır:
Vatan, millet, bayrak, bağımsızlık uğruna her gün ölürüm öldürürüm.
Bayrak ve kimlik
Dizide Türk kimliğini tasvir eden temalardan biri de bayrak düşüncesidir.
Bayrakla kurulan ilişkiyle vatan, Türklük, birlik sağlanır. Dizide milliyetçilik,
bayrak metaforu sayesinde daha da güçlendirilir. Bayraklar aidiyet göstergesi
olarak kodlanır ve vatandaşlığın milliyetle bağını oluşturan bir konumdadır.
Zeynep Gültekin
31
Bayrak figürü, milliyetçi kimliğin oluşturulmasında önemli bir öğe olarak
karşımıza çıkar. Vatan, bayrak, devlet gibi kavramlar tıpkı dinsel simgeler
gibi algılanır, bu simgeler söylemlerde kutsallıktan pay alır.
Ekonomik koşullar ve ekmeğini kazanma
Dizide ekonomik koşullarının hayatına yön verdiği sunulur. Zenginliğin
önemli olduğunu vurgulanırken, para kazanmak için “alın teri” dökmek yerine
alternatif yollar gösterilir. Bunlar, insanları tehdit ederek haraç almak,
birilerinin fedailiğini ve tetikçiliğini yapmak gibi örneklendirilebilir. Gayri
resmi işlerle (uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapmak vb) köşeyi dönme,
zengin olma ve toplum içinde yer edinme üzerinde durulur ancak bu
alternatiflerin en sonunda cezasız kalmayacağı verilir (tüm mafya üyeleri ölür,
mafya ortadan kalkar, devlet için çalışanlar affedilir).
Aile ve düzen
Dizide aile hemen hemen tüm bölümler de konu edinir. Geleneksel ve
modern ayrımı aile üzerinden kurulur. Aile anlayışı anne-baba-çocuk
ilişkisinin dışına çıkar. Geleneksel aile kurgusunda mahalle sakinlerini
alırken, modern aile kurgusu içine sadece anne-baba-çocuk ilişkisini koyar, bu
açıdan geleneksel ve modern ayrımı sadece birey sayısı olarak işlenir. Her iki
aile anlayışında da kararları alan ve uygulayan evin erkeği, büyüğü olur.
Suç ve ceza
Dizide adalet sorgulanır gibi görünse de yine adaletin kaynağını devlete
gönderir. İyi mafyanın olabileceği Çakır ve Polat gibi karakterlerle sunulur.
Bu kahramanlardan biri ölür diğeri ise zaten devlet için çalışır. İyi mafya
olarak sunulan Çakır, güçsüzün yanında olmaya çalışır, hakkını aramak ve
korumak için kendi adaletini oluşturur. Çakır, genel olarak ezilmişlik, kendini
gerçekleştirememe, yoksulluk halleriyle birleştiğinde bireysel adaleti
gerçekleştirme hakkını meşrulaştırmasına da örnektir. Her ne kadar “Türk
Devletinin Adaleti”, “Devletin üstünlüğü” gibi kavramları kullansa da
bunların düzenin işlemesinde geçerli olmadığını, düzenin oluşturulması, her
şeyin iyileştirilmesi için bir dönem devletten ayrı olarak sistemi kontrol etmek
gerektiğini savunur ve bu nedenle en büyük olmak için adam öldürür, haraç
alır vb. Kendi deyimiyle bu düzende güçsüzün hakkını yedirtmemek için
yapar bunların hepsini. Ancak bunlar yaptığı işleri meşrulaştırmaktan başka
bir şey değildir. Çalışanlarına, haksızlığa kendi koyduğu sınırlar içerisinde
32
Irak’dan önce
karşıdır, “adaletli” davranır, dürüst, mert olunmasını ister, iyilik yapar ancak
kendi düşünceleri ile ters düşünce acımasızca saldırır, öldürür, bağırır. Çünkü
kendisi haksız yere kimsenin canını yakmaz ama hak eden olduğunda da
cezasını çekmelidir (Tombalacı Mehmet’i öldürmesi vb). Cezalandırma ve
ödüllendirme kendisi tarafından karar verilen mekanizma gibi görünse de
küçük işler (tanınmayan sıradan birini öldürülmesi, kaçırılması gibi)
dışındakilerin hepsinde mafyanın otorite figürü Konsey ve Konseyin başkanı
Mehmet Karahanlı karar sürecindedir (Şevko’ya dokunmayacaksın,
Tombalacı’dan özür dileyeceksin, Kumarhane açabilirsin, vb).
Dizide içinde yaşanılan düzenin aksaklıkları olsa da hiçbir zaman onun
değiştirilmesi gerekmez ya da ona alternatif öneri sunulmaz. Ne de olsa yüz
yıllardır sürüp giden bir düzen vardır. Arslan Bey ve Polat Alemdar ile ortaya
konulan tavır aslında kurulu düzenin kurum ve örgütlerinden çok onları
etkileyen kişiler üzerinde yoğunlaşır. Arslan Bey’e göre sorunlar aslında
düzenin kendisinden değil onu yönetenlerden kaynaklanır, Doğu Bey,
Ali/Polat ya da kendisi gibiler tarafından düzen sürdürülse ortada sorun
olmayacaktır aslında. Arslan Bey, düzene yönelik gerçek bir eleştiri
getirmeyip radikal bir çözüm önerisi olarak devlet görevlisini mafya üyesi
yapma kararı almasına rağmen aslında kurulu düzenin yeniden üretimine
katkıda bulunur. Dizide Arslan Bey iyi karakter olarak sunulur ne de olsa
devletini, ülkesini tehdit edenlere karşı savaş açmıştır. Ancak kendisi de gayrı
resmi, başına buyruk kararlar alan ve uygulayan bir kurumun başındadır.
Mafyaya savaş açar, ülkeyi kurtarmak ister, ancak bunu yaparken kimi zaman
devleti temsil edenlere de gözdağı verip, onlardan bağımsız hareket eder.
Devlet içinde devlettir. Mafya ve devlet için tehdit unsuru oluşturmasını
meşrulaştıran hedefler karşısına koyar; mafya ülkenin tehdit unsuru iken
devlet de amaçlarını gerçekleştirmek için karşılarına kimi zaman taş koyandır:
Erkeklik, kabadayılık, delikanlılık
Polat ülkesi için her şeyinden vazgeçmeyi göze almış bir kahramandır.
Mafya dizilerinin özelliği "erkeklik" ve "cesaret" üzerine kurulu mit sürekli
olarak yinelenir. Erkek kahraman (Polat Alemdar) cesur, iyi niyetli, fedakar,
dürüstlükten ve doğruluktan taviz vermeyen ama biraz da gizemli yönleriyle
mükemmel bir kişilik olarak sunulur. Polat Alemdar ülkeyi hem içte hem de
dışta düşmanlara karşı kurtaracak bir kahramandır. Herkesten önce belanın
kokusunu alır buna karşı planlarını yapar (yanında yardımcıları ve ona yol
göstericisi Arslan Bey’i vardır). Mafyanın düzenine uyarak adaleti sağlamaya
Zeynep Gültekin
33
çalışırken, öldürdüğü herkesi, yaptığı her şeyi ülkesi vatanı için yaptığı
vurgulanarak meşrulaştırılır.
Yeraltı aleminin geçmişte dayandığı temel kavram olan "kabadayılığın"
yerini "delikanlılık" alır ve bir düğmesi açık gömleği ve takım elbisesi,
pardösüsüyle, belinden eksik etmediği silahı ve yeni hayatıyla “Ali: Polat” bu
açıdan tam bir delikanlıdır. Delikanlı olmayı devlet görevi adı altında güce
yani hedefine ulaşmak için, şiddeti kullanmayı da “bizim hedefimiz belli
mafya kalmayana kadar devlet, mafya bittikten sonra Mehmet” gibi sözlerle
meşrulaştırır.
Geleneklere saygı
İyi kahramanın geleneklerle olan bağı bütünleştirilir. Aile büyüklerinin
(Ömer Baba, Nazife Anne’ye), ustanın (Arslan Akbey), sözünden çıkmamak
gibi ve genelde toplumun geleneksel yapısını sürdürmekten yana olan
davranış biçimleri iyi-kötü karşıtlığı ile kahramana (Polat Alemdar’a)
atfedilir. Polat Alemdar Türklüğün simgesi olarak, her şeyden önce büyüğe
ve başa saygının temel oluşturduğu “Türk töresine” bağlıdır. Kahraman (Polat
Alemdar), devlete ya da devleti temsil eden otorite figürüne (Arslan Akbey)
sonuna kadar itaat eden; güç, cesaret ve yiğitlik gibi özellikleri kişiliğinde
doğal olarak taşıyan; liderlik vasıflarına sahip, insanlar üzerinde doğal bir
otorite yaratabilen, kahraman olması nedeniyle kullandığı şiddet “meşru”
sayılan bir kahramandır. Otoritenin temsilcisi olarak sunulan güç odağı “Şef:
Arslan Akbey” ve “Baron: Mehmet Karahanlı”’dır. Şefin dizi içinde
tanımlanan otoritesi Polat Alemdar’adır ve devletin (devlet tarafından resmi
olarak tanınmamasına karşın) hatırlatıcısı olarak sunulur. Bu otorite Arslan
Akbey’in, Polat Alemdar üzerinde koşulsuz egemenliğini kapsar. Buna göre
Polat Alemdar, Arslan Akbey’in sözünden dışarı çıkmaz.
Aşk ve sevgi
Dizide aşk, sevgi sevgiliye, aileye, iş arkadaşlarına, paraya karşı duyulur.
Paraya, mevkiye duyulan sevgi, maddileştirilir. Her ne kadar para kazanmanın
kısa yolları iyi mafya oluşturularak sunulsa da, para sevgisi ve kazanma hırsı
engeller sunularak cezalandırılır. İş arkadaşlarına (Memati’nin Çakır’a
sevgisi, Abdülhey’in Polat’a sevgisi, Polat’ın Arslan Bey’e sevgisi) duyulan
sevginin doğrudan olmasa da karşılığı olduğu hatırlatılır. Aileye ve sevgiliye
duyulan sevginin ise karşılığı olmadığı sunulur. Karşılıksız sevginin en iyi
örneğini Ali/Polat ile Elif’in aşkıdır. Polat Alemdar mafya babalığı, devlet
34
Irak’dan önce
görevlisi olmanın dışında sevgilidir. Ancak bu sevgi Ali Candan’dan kalmış
mirastır ve sevgisini bunun üzerine yeniden inşa edip etmemekte kararsız
kalır. Bir mafya babası olarak Elif’in gösterdiği sevgi ve ilgiyi doğrudan ona
göstermez, Elif hep sürünceme de kalır, kimi zaman Elif tarafından sıkıştırılır
ve sevgisini biraz da olsa dile getirir: “sen benim sevgiyi bilmediğimi mi
zannediyorsun, sen benim aşkı tatmadığımı mı zannediyorsun? Elimde silah,
gözümde kan var diye, gönlümün kanamadığını mı zannediyorsun...”.
İyi ve kötü kadın
Dizi erkek dünyasını konu eder, bu dünyada kadınların eğitimli, zengin
veya çalışıyor olmaları onlara söz hakkı vermez, olaylarda etkin ve belirleyici
olamazlar. Bu da kadının erkeğe yardımcı konumda yer verilmesi ile erkeğin
egemenliğinin pekiştirilmesinde bir rol yükler. Dizideki kadınlardan, Elif,
insanları sürekli sözleriyle rahatsız eder ama eylemde hep kurtarılmayı bekler.
Kurtarıcı meleği ise Ali/Polat’dır. Dizide kadınların korunması çoğunlukla
erkekler arasındaki mücadelelerden kaynaklanır (Çakır ve Testere’nin
mücadelesinde Nesrin ve Çocukların rehin alınması, Polat Alemdar’ın Şevko
ile mücadelesinde Elif’in kaçırılması vb). Kadını koruma durumunda olan
yine başka bir erkektir (Elif’i Polat, Nesrin, Meral’i ve Canan’ı Çakır’ın
koruması gibi). Her durumda kadın erkeğin sahipliğini gerektiren bir varlıktır
bu varlık kimi zaman sevilir, kimi zaman dövülür, kimi zaman da korunur ve
hakkında karar verilir. Kadın edilgin bir dünyada erkeklerin uygun gördüğü
biçimlerde yaşamaya çalışır. Dizideki kadınların bir kısmı mafya üyeleriyle
ilişkileri nedeniyle de erkeklere bağımlıdırlar çünkü kadınlar üzerinden
mücadeleler yapılabilir. Karı-koca, baba-kız, sevgili ilişkilerinde kadın her
zaman yerini bilmeli, konuşmalı, erkeğin dediğini yapmalı ve onu beklemeli
asla ona karşı gelmemelidir (Çakır’ın başka kadınlarla ilişkisini yüze vuran
Nesrin Çakır tarafından tokatlanarak, huysuz olarak nitelendirilmesi gibi).
Dizide kadın kendi kimliği ile değil erkeğin üzerinden kimliğe sahip olur:
Çakır’ın karısı, Laz Ziya’nın kızı, Polat’ın sevgilisi gibi.
Bağımlı kadın örneklerinden biri de Nesrin’dir. Nesrin’in en temel görevi,
annelik olarak tanımlanır. Her şeyden önce çocukları gelmelidir. Fevri
hareketlerde bulunmaması, alttan alarak davranışlarına yön vermesi onu
erkeklerin (Çakır ve Laz Ziya) gözünde değerli kılar. Birçok davranışıyla
otoriter bir görünüm sergiler; ancak onun bu görünümü, Çakır’ın evdeki
otoritesini sarsamaz. Nesrin birçok sorunun Çakır’a iletiminde aracı rol oynar.
Nesrin tüm çözüm getirici durumlarda Çakır’ı ön plana iter böylece Çakır’ın
Zeynep Gültekin
35
otoritesini de pekiştirir. Çakır’ın evde olduğu sabah ve akşam saatlerinde
Nesrin devamlı sofra hazırlar, sofra kaldırır. Sofra önemlidir çünkü sorunlar
ve olayları içeren diyaloglar bu sofranın etrafında gerçekleşir. Nesrin’in
“Kocamdır, evimin eridir, döver de sever de” gibi düşünce yapısı dışında
kardeşi Meral’in başına buyruk yaşaması onu rahatsız eder ve üzerinde
denetim kurmaya çalışır. Meral’e göre iyi bir evlattır çünkü babasının yaptığı
onca şeye rağmen onu sayar ve hatta sever. Dizi de kadınlar tarafından
beklenen erkek kötü adamlarla mücadele ederek evini geçindirirken, evin
bakımını üstlenen kadın sunumları ile geleneksel cinsiyet rolleri pekiştirilir.
Dizide cezalandırılan kadınlardan Meral ise “aile” düzenini bozmaya
(babasını öldürmeye çalışır, yine babasını yok etmek için düşman Testere
Nemci ile aşk yaşar) çalıştığı için öldürülür. Canan, yuva yıkan kadın olarak
cezalandırılır ve tecavüze uğrar. Erkeğe bağımlı olarak sunulan bir başka
kadın da Derya’dır. Çakır’dan habersiz bir şey yapamaz, yaptığında da
cezasına katlanmak zorunda kalır (Meral’i kaçırıp Polat’a götürür ve bir süre
üçü bir arada yaşar, Çakır bunları duyduğunda kendisine yalan söylendiğini,
namusunun kirlendiğini düşünür ve işin iç yüzünü Polat’tan, yani bir erkekten
öğreninceye kadar Derya ile hiç konuşmaz). Bacaklarını ve göğüslerini
dizideki diğer kadınlara göre daha cüretkarca sergilemesine karşın kendisine
bakılmasına bile tahammül edemez ve silahını çeker. Her ne kadar özgür bir iş
kadını gibi dursa da abisi tarafından evlendirilmek istenir ve bu ona sürekli
şaka yollu hatırlatılır. Derya hırslıdır; yaptığı işlerin peşinden koşar, başarıya
ulaşıncaya kadar da buna devam eder, çözümsüz kaldığında ise çaldığı kapı
yine bir erkek; abisidir. Ne de olsa onun da korunmaya ihtiyacı vardır.
Çakır’ın etrafındaki çalışanları tarafından saygı duyulan “abla”dır.
SONUÇ
Kültürel ürünlerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olarak görülen medyanın ürünü
olan Kurtlar Vadisi dizisi, daha çok izleyiciye ulaşmak kaygısıyla bir yandan
çağdaş mitler yaratırken, gündemde olanı yeniden işler ve bu yolla gerçekliği
yeniden kurarak belli egemen değerleri de yeniden üretir. Bu değerlerin
üretiminde çoğunlukla toplumda gündelik yaşamda baskın olan kültürel ve
toplumsal öğeler ve motifleri: Şiddet, milliyetçilik, aile, aşk, kadın,
kahramanlık, gibi temaları kullanılır. Dolayısıyla da izleyiciler dizide geçen
olayları, işlenen durumları, yer alan kişileri kendilerine, kendi yaşamlarına
yakın bulur ve sahiplenirler.
36
Irak’dan önce
KAYNAKÇA
Akbaş, T. (2004). Gerçek Kurtlar Vadisi. Tempo, l.887: 22.
Aydın, S. (1998). Kimlik sorunu, ulusallık ve Türk kimliği. Ankara: Öteki yayınları.
Bovenkerk, Frank ve Y. Yeşilgöz (2000). Türkiye’nin mafyası (çev: Nurten Aykanat
ve Haluk Tuna). İstanbul: İletişim.
Büker, S. ve A. Kıran (1999). Televizyon reklamlarında kadına yönelik şiddet.
İstanbul: Alan.
Cantek, L. (2002). Çakır ülkücü gençliğin pop idolüydü. Milliyet, 25 Nisan, s.2.
Çapa, Ebru (2003). Sağ ve sol ortada buluşuyor. Aktüel, 602: 29-31.
Eco, U. (1991). Kitle iletişim araçlarının art(ırıl)ması. İçinde: Y. Kaplan,
Enformasyon devrimi efsanesi. İstanbul: Rey.
Erdoğan, İ, ve K. Alemdar (2005), Popüler kültür ve iletişim. Ankara: Erk.
Güngör, N. (2002). Televizyonda gerçekliğin yeniden üretilmesi açısından Deli
Yürek. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi dergisi, 12: 896-912.
İmançer, D. (2003). Çağdaş kimliğin yapılanma süreci ve televizyon. Doğu-Batı, 23:
248-249.
Kozanoğlu, C. (2001). Yeni şehir notları. İstanbul: İletişim.
Oktay, A. (2002). Türkiye’de popüler kültür. İstanbul: Everest.
Oskay, Üniversitesi (1993). XIX. yüzyıldan günümüze kitle iletişiminin kültürel
işlevleri/kuramsal bir yaklaşım. İstanbul: Der.
Özçelik, Y. (2004). Ölüler zannediyor ki diriler her gün helva yiyor. Haftalık, 47: 26.
Parkan, M. (1989). Dizi film ve etkileri. Dokuz Eylül üniv. Gsf dergisi, 7:80.
Turam, Emir (2005). Tv’deki şiddetin çocuklara etkileri üzerine farklı bir bakış.
Cogito, kış-bahar: 400-401,
Uskan, A. (2004). Devrimci, ülkücü hepimizin düşmanı ortakmış aslında. Haftalık,
79: 16.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 37-70
Makale
Kurtlar Vadisi Irak:
Olay örgüsü ve karakter işlenişi
Esra Keloğlu-İşler 1
Özet: Bu araştırmada Kurtlar Vadisi Irak filmindeki öykü örgüsü ve karakterlerin
nasıl tanımlandığı belirlendi. Bunu yaparken, önce olaylar ana temalara göre
ayrıştırıldı. Filmde olaylar zinciri, iç içe sunulduğu ve her çözümle birlikte yeni sorun
sunulduğu için, temadan temaya bağın nasıl kurulduğu belirlendi. Ardından, Filmin
öykü örgütlenmesinin analizinde, öykülenen olaylar belirlendi; her olayın akışı sorun
sunma, sorun işleme ve sonuçlandırma bağlamında ele alınıp incelendi.
Böylece, temalar/olaylar filmsel zaman inşası içinde filmin sonuna kadar ele alınıp
açıklandı. Son olarak, karakter inşasının nasıl yapıldığı karakterler gruplandırılarak
film boyunca onların nasıl işlendiğinden hareket ederek karakterleri belirlendi. Bunu
yaparken, sadece karakterlerin temel özellikleri belirlendi ve filmdeki olaylarda
‘yaptıklarıyla, faaliyetleriyle” onlara yüklenen özellikler açıklandı.
Anahtar sözcükler: Kurtlar vadisi Irak, filmde öykü örgüsü, filmde karakter inşası
Abstract: This article studied the Valley of Wolves to determine the construction of
story and characters in the film. Firstly, the main themes were identified. Secondly,
the mode of connecting one theme to another were determined since series of events
were intermixed and a new problem was introduced as soon as a problem was
resolved. Then, the events were studied for story construction and the flow of each
event was analyzed in terms of problem presentation, treatment and conclusion. Thus,
themes/events were explained in the process of constructed time of the movie.
Finally, the construction of the main attributes of characters in the film was delineated
from the narrative.
Keywords: Valley of Wolves Iraq; narrative construction, character building
1
Doktora Öğrencisi, Selçuk Üniveristesi İletişim Fakültesi
38
Esra Keloğlu-İşler
GİRİŞ
Sinema denildiğinde görüntü, ışık, ses ve müzikle yapılan öykü içeren bir
ürün; bu ürün taşıyan ve gösteren araçlar; bu ürünü ve araçları üreten örgütlü
bir sosyal yapı (şirket veya kurum) ve yapısal ilişkiler; bu ürünü, araçları,
örgütlü yapıyı ve ilişkileri açıklayan, meşrulaştıran, bazen de eleştiren örgütlü
(ve örgütsüz) düşünsel üretim akla gelmelidir. Dolayısıyla, sinema seyir için
üretilen bir ürün ve ürünün ideolojisiyle ilgili örgütlü bir faaliyeti, bu
faaliyetin materyal amaç ve sonuçlarını anlatır (Erdoğan ve Solmaz, 2005:33).
Sinemada, en yoğun işlenen temaların başında iyi ve kötünün çatışmasıyla
birlikte şiddet gelir. Morgenstern’e göre, şiddet filmleri hayatın içindeki
şiddetin kaçınılmaz bir sonucudur (1967). Şiddetin örgütlü ve örgütsüz yeri
evden, sokağa, işyerinden savaş alanına kadar geniş bir yelpazeyi kaplar.
Savaş şiddeti insanları ilgilendiren en önemli ve en çok ilgi uyandıran şiddet
türüdür. Savaştaki şiddet gerçek ölüm, yoğun belirsizlik ve gerginlik,
sürükleyici sürekli bir aksiyon içermektedir. Bu durum, propaganda
gereksinimiyle de birleşince, sinema endüstrisi hem kendi seçimiyle hem de
devletin çeşitli kurumlarının desteğiyle savaş filmleri türünü çok çekici
yapmıştır. Bu da üretimi destekleyerek, sinema tarihini savaş filmi
kategorisinde çok sayıda örneklerle zenginleştirmiştir. Dikkat edilirse,
Prince’in de belirttiği gibi (2000), filmlerde şiddet yakın tarihli bir olgu
değildir; sinema’da sinemanın doğuşu kadar eskidir; çünkü filmin popüler
cazibesi için hayati bir önem taşımaktadır. Filmlerde savaş konusu Birinci
Dünya Savaşında kullanılmaya başlamış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve
sonrasında yoğunlaşmıştır. Savaş olsun olmasın, savaş filmleri günümüze
kadar iç savaşlardan uzay savaşlarına kadar çeşitlenen konuları alıp işlemeye
devam etmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi Türkiye’de üretilen bir savaş
filminin dış dünyada en yoğun şekilde tartışıldığı film olmuştur.
Garland’ın belirttiği gibi “savaş filmi” kategorisinin tam anlamıyla kesin
bir tanımlaması yapılamamaktadır (1987). Bazı filmler, bu kategorinin tam
kalbine düşerken bazı filmler ise gri bölgelerde dolaşmaktadır. Yine de savaş
filmi denilen kategorinin bazı temel özellikleri belirlemek mümkündür. Bu
özelliklerden en önde geleni bu filmlerde çok ciddi bir çatışma, düşmanlık
iletişimi, gizli operasyonlar, tutsaklar, esirler, mücadele, havada, karada ya da
denizde savaş gibi unsurları barındırmasıdır. Eğer bu çatışmada, ordu ve
askerlikle ilgi de varsa kategoriye dahil edilme kolaylaşır. Bu tür içine düşen
filmlerde dövüş, kan, vahşet, dram gibi adrenalini pompalayan öğeler
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
39
bulunmaktadır. Felson’un doğru bir şekilde belirlediği gibi, şiddeti izlemek
eğlencenin popüler şeklidir. İzleyici kalabalığı tıpkı Romalıların gladyatörleri
izleyerek eğlenmesi gibi filmlerdeki şiddeti izleyerek eğlenmektedirler. Bu
bağlamda, Kurtlar Vadisi Irak filmi, savaş filmlerinin tam kalbine düşmese
bile, savaşı ele alması, savaş alanına ‘özel bir savaşım vermek” amacıyla
gitmesi içinde bulundurduğu çatışma düşmanlık, mücadele, dram gibi öğeler
nedeniyle savaş-macera filmi olarak tanımlanabilir.
Hangi tür film olursa olsun, Kurtlar Vadisi Irak filmi dahil, her filmin olay
örgüsünün ve karakter biçimlendirmesinin, filmi anlamak ve anlamlandırmak
için ilk elde incelenmesi gerekir. Savaş filmi türlerinde, olay örgüsü ve
karakter biçimlendirmesi önemli ortaklıklar taşıdığı gibi bir o kadar da
farklılıklar taşır. Ortaklıklar ve farklılıklar alınan konuya, konuyla ilgili
tarihsel, kültürel ve ideolojik yapılara göre benzerlik ve farklılıklar
göstermektedir. Bu araştırmada Kurtlar Vadisi Irak filmindeki öykü örgüsü ve
karakterlerin nasıl tanımlandığı belirlendi. Böylece filmin inşasıyla ilgili
temel bilgiler bulunup sunuldu. Bu bilgiler, aynı zamanda diğer analizlerin
anlaşılmasında katkıda bulunulacaktır.
YÖNTEM
Kitle iletişimi medyasında sunulanlar ürünlerdir ve bize sunulan bu
ürünler yapımcıların amaçlarına uygun bir şekilde inşa edilerek karşımıza
çıkarlar. Bu inşayı şifrelenmiş hikayeler/anlatılar yoluyla yaparlar. Bu
üretilmiş inşalarla olaylar, kişiler, düşünceler, ilişkiler ve yaşamla ilgili her
şey öyküler içinde paketlenirler. Bu paketlenen öyküler arasında savaş ile
ilgili olanlar da vardır. Her öykü belli elemanlardan oluşur. Bu elemanların
başında anlatan (mekaniksel olarak bakıldığında, filmde bu kameradır) gelir.
Anlatan, öyküyü seçer, örgütler, yorumlar, sonuçlandırır. Öyküleme
karakterlerin ve faaliyetlerin sunulduğu görüş açısını içerir. Öykü
dinleyici/izleyici denen kişi/kişilere anlatılır. Öykü inşasında anlatılan
hikayenin türü (genre) seçilir. Bu tür içinde, çeşitli şifrelerin kullanımıyla
sahneler içinde olaylar sunulur ve örgütlenir, karakterler açıklanır ve
betimlenir, sorunlar işlenir ve sonuçlandırılır. Böylece, bir film içinde
“gerçek” temsil edilir veya “gerçek” inşa edilir. Bu incelemede, söz konusu
elemanlarla öykünün nasıl örgütlendiği bağlamında öykünün örgü yapısı ele
alındı ve karakterlerin nasıl inşa edildiği açıklandı. Öykü örgüsünün
belirlenmesinde, önce ana temalar ayrıştırıldı ve bunların ne olduğu belirlendi;
Bunu takiben, bütüne giden örgüde ana temalar arasındaki bağın nasıl
40
Esra Keloğlu-İşler
kurulduğu belirlendi. Ardından, filmin sunuş sırasına göre, her ana temada
birbirini takip eden üç öğe üzerinde duruldu: (1) Sahnenin başlangıcında
sunulan konu (ne olduğu, nasıl örgülendiği); (2) sahnelerle bu temanın işlenişi
(sorun sunumundan sonra çözüme ve aynı zamanda filmin sonuna ve yeni
soruna giden olayların inşası); (3) Sonunda ulaşılan çözüm. Böylece, olaylar
filmsel zaman sıralaması içinde filmin sonuna kadar ele alınıp açıklandı.
Karakterlerin oluşturulmasıyla ilgili analizde ise, sadece karakterlerin
temel özellikleri belirlendi. Karakter incelemesinde ana oyuncu isimleri belli
olan kahraman iyiler ve kötülerin kimlikleri, isimsiz iyi ve kötüler, isimsiz
kurbanlar belirlendi ve filmdeki olaylarda ‘yaptıklarıyla, faaliyetleriyle”
onlara yüklenen özellikler açıklandı.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Ana temalar ve örgünün temel yapısı
Kurtlar Vadisi Irak filminde 21 önemli tema işlenmektedir:
1. Çuval geçirme olayı üzerine mektupla yapılan çağrı ile başlangıç
2. Polat’ın çağrıya yanıtı olarak yola çıkışı
3. Yolda ilk sorunla karşılaşma: Kürt askerlerin çevirmesi
4. Düğün ve düğünde katliam
5. Otelde Polat’ın başarısız çözüm arayışı
6. Hapishanede işkence
7. İyi Amerikalı askerin kötü Amerikalı asker tarafından öldürülmesi
8. Amerikalı Yahudi doktorun organ ticareti
9. Doktor ve Sam arkadaşlığı
10. Cennete Hıristiyanların mı yoksa Yahudilerin mi gideceği
11. Sam’ın (ABD’nin) Iraklı Arap, Kürt ve Türkmen liderleri yönetmesi
12. Pazar yeri faciası ve Polat’ın Sam’a suikastının fiyaskoya uğraması
13. Sam’ın Türkmen lideri öldürüşü
14. Sam’ın öldürmek için Polat’ın peşine düşmesi
15. Iraklıların ABD’de askerlerinden nefreti ve zor durumda iyiler arası
dayanışma: Leyla ve Polat
16. Sam’ın duasıyla ABD’nin/Hıristiyanların amaçlarının açıklanması
17. Şeyh ve İslami anlayışın sunulması
18. Sam’ın Şeyhi yok etme planı ve Kürt liderin buna katılmaması
19. Şeyhin gazeteciyi kurtarması ve İslam’ın teröre karşı olduğu
20. Şeyhin evine saldırı ve Sam’ın öldürülmesi
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
41
21. Leyla’nın intikamı ve ölümü
Bu ana temalar içinde birden fazla alt temalar ve bu temalarla belli bilişler
işlenmektedir.
Filmde öykü sahneler içinde anlatılırken bazen tek sahnede bir tema
bitirilirken bazen de birden fazla sahnelere yayılmaktadır. Temalarla ilgili
olarak, her temanın örgüsü temel olarak üç biçimde olmaktadır: İlk olarak bir
temaya gerekçeli bir başlangıç yapılmaktadır. Bu başlangıç aynı sahnede
olabileceği gibi, bir önceki sahnede de olmaktadır. İkinci olarak temayla ilgili
olaylar örgütlenmekte ve işlenerek filmsel zaman içinde örülmektedir.
Üçüncü olarak, sorun/konu sonuçlandırılarak çözümlenmektedir. Bu çözüm
bazen orada bitmektedir (Kötü Amerikalı askerin iyi Amerikalıyı öldürmesi;
elbette, filmsel ideolojik bütünlük inşasında, filmin sonunda öldürülerek ceza
verilir). Bazen, diğer tema içine taşınmaktadır (Yahudi doktorun organ almak
için sağlam adam talebi). Bazen de, ikiden fazla tema içinde işlenmeye devam
etmektedir (örneğin Sam ile Polat çatışması).
Film bu tür işlenen temalardan oluşmaktadır. Sadece birden fazla sahneye
yayılan bir temanın ilişkili örülmesi yapılmamakta, aynı zamanda temalar
arasında bağ kurulmaktadır. Böylece temalar arası geçiş sağlanmaktadır.
Filmde temaların işlenmesi ve temalar arası bağların kurulmasıyla bir
bütün oluşturulmaktadır. Bu bütün temaların ve temalar arası geçişlerin
öykülenmeleri sırasında örülen yaşamla, ilişkilerle, insanlarla, ülkelerle,
değerlerle, kısaca bir dünya görüşüyle ilgili düşünsel içeriği oluşturmaktadır.
Dolayısıyla bu bütünün karakteri, filmdeki kurgulamada olduğu gibi, ancak
temaların incelenmesi sonucu anlaşılabilir.
Konular/temalar arası bağıların kuruluşu
Filmde temalar arası geçişte temel olarak birkaç tür bağ kullanılmaktadır:
1. Bir temanın bitişiyle bir çözüm sunulmaktadır, bu çözüm diğer tema
için bir başlangıç olmaktadır. Örneğin mektupla başlayan ve
mektubun bitişinde intiharla sonuçlandırılan temada, mektup gelecek
olan sahne için gerekçeyi oluşturmaktadır. Böylece bir olay örgüsü bir
diğer olayın başlaması için gerekçe olarak orta çıkıyor. Bu tür geçiş
örgüsü örneğin piyanoyla ilgili sahnelerde, piyano fiyaskosu
sonucunda, doğal olarak Sam’ın sorumluları temizleme girişimindeki
(Türkmen lideri öldürmesi, Polat’ı öldürmek için harekete geçmesi)
sahnelerinde bunlar görülür.
42
Esra Keloğlu-İşler
2. Bir temada işlenen konu ve alt-konularda sunulan ideoloji, ahlak
anlayışı, milliyetçilik, onur, vatan sevgisi, kültürel değerler gibi
bilişlerden biri diğer tema için bir başlangıç olmaktadır. Örneğin iki
din anlayışı arasında fark olduğu görüşü önce Sam’ın duasıyla ilgili
sahne için gerekçe olmaktadır. Bu sahnedeki örgünün sonu Şeyhin
dergahtaki duası ve zikir sahnesinin sunulması için bir mantıksal
başlangıç bağı oluşturmaktadır.
3. Bazen bir tema bir sahnede çözümlenmemekte ve birden fazla temalar
içine taşınmaktadır. Bu durumda bağ oldukça açıktır; çünkü hala örgü
devam etmektedir. Filmde bu da oldukça sık kullanılmaktadır.
4. Bazen temalar kısa sahnelere bölünmekte ve temaların bu sahneleri iç
içe verilmektedir. Böylece aynı kurgulanmış zamanda birkaç tema
birden işlenmektedir; fakat bu temalar birbiriyle bağıntılıdır. Film
boyu bu tür kurguyla örgüleme oldukça çok yapılmaktadır.
5. Bir tema bir önceki veya bir sonrakiyle sadece filmsel zaman
bağlamında ilişkili olabilir, fakat temada işlenen konunun bir önceki
veya bir sonraki ile doğrudan bağı olmayabilir. Bu bağ önceki olan
olayların (temaların) bir sonucu olarak oluşan bir tema olabilir.
Örneğin, Polat ile Leyla’nın damda konuşmaları bir önceki temayla
değil, o zamana kadar işlenen temalarla bağıntılıdır.
6. Bir filmde en önde gelen bir veya birden fazla temalar bütün film
boyu diğer temalar içinde çeşitli ölçüde işlenmektedir. Kurtlar
Vadisindeki iyi ve kötü, doğru ve yanlış,
haklı ve haksız,
milliyetçilik, kendini vatana adama gibi değerlerlerle ilgili temalar
çoğu sahnelerde çeşitli ölçüde yer almaktadır.
Olay Örgüsü
Filmin kurgusal zaman içinde örgütlenmesi bütün film boyunca büyük
çoğunlukla aynı şekilde oluyor: Kısa sahnelerde, aynı anda farklı yerde
olanlar anlatılıyor. Bu farklı anlatılar aynı zamanda akış içinde birbirine
bağlanarak öyküsel ilişkilendirmeyle örgüsel bütünlük sağlanıyor. Sorun
sunumunda örgü mektup yazmayla başlıyor. Film boyu zamansal olarak aynı
anda kurgulanan sorun sunumları ve işlemeleriyle, hep yeni nedenler
eklenerek, duygusal ve psikolojik gerginlik artırılıyor, böylece filmin sonunda
sunulan çözüm meşrulaştırılıyor.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
43
Sorunun “Süleyman’ın mektuptaki çağrısıyla” sunumu
Film, muckraking gazeteciliğin hafif bir türü gibi işleyen ancak adına
araştırmacı gazetecilik denilen Soner Yalçın isimli gazetecinin senaryo
danışmanlığında, aynen dizide olduğu gibi Türkiye kamuoyunu meşgul eden
gerçek olayları da içinde barındırıyor. Olay örgüsü, medyada geniş bir yer
bulan 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye Kuzey Irak’ta Amerikalı
askerlerin, Türk karakolunu basmaları ve Türk askerlerinin başına çuval
geçirerek götürülmeleri hakkında Süleyman adlı subayın Polat Alemdar’a
yazdığı mektuba başlıyor. Bu sorun sunumu teması intiharla tamamlanıyor.
Bu ilk örgüde, Süleyman masada oturarak mektup yazmaya başlıyor. Tarih ve
yeri söyledikten sonra on askeri ile birlikte başına gelenleri anlatırken film
olayın yaşandığı sahneye dönüyor (flash back). Sahne, silah doğrultmuş
askerle çevrili bir karargah ile açılmaktadır. Bütün bu silahlara davranmış
askeri topluluk arasında, lüks bir araba içinde tamamen beyaz kıyafetler
giyinmiş sivil bir adam arabasının camını açarak ıslıkla Beethoven’ın 9.
senfonisini çalmaktadır. O ana değin kim olduğu bilinmeyen bu adamın
çaldığı melodi alaycıdır; çünkü bir çatışma durumu yaşanmaktadır ve bu ezgi
Avrupa Birliğinin resmi marşı olarak kabul edilmiştir; daha da önemlisi, 9.
senfoniye Schiller’in yazdığı, dostluk, kardeşlik ve barışla ilgili sözlerle
içinde bulunulan durum, tezat oluşturmaktadır. Belki de, aslında kendini
beğenmiş bir ulusun kendini beğenmiş bir ordu-yöneticisinin barışın aslında
ne onlar için ne anlama geldiği ve bizim için ne anlama gelmesi gerektiğini
anlatıyor. Karargah içinde, çalan telefonu asker heyecanla subayına uzatır.
Yapılan konuşmadan “çatışmaya girmeyin” emri geldiği anlaşılmaktadır. Bu
noktada tarihten gelen, az sayısına rağmen kendinden daha güçlü ve fazla
sayıdaki düşmanı yenen kahraman Türk askeri ideası yeniden üretilir: Subay,
sinirli ancak saygılı bir tavırla direnmek için ısrar eder.”Çatıda makinelimiz
var, onbir kişiyiz, 100 Amerikalı 60 yerel askerin yarısını vuracak gücümüz
var” der. Bu arada sık sık etrafı saran askerler çokluğu ve karargahtakilerin
azlığı gösterilmektedir. Ama ne de olsa bir Türk on Amerikalıya bedeldir.
Subay son kez direnme isteğini meşrulaştırmaya çalışır yine de istediği emri
elde edemez. Durumu tanımlayan, çözüm arayan ama yukarıdan gelen
emirlerle sınırlanan ve engellenen ast olma hali, sahneyi izleyen pek çok Türk
izleyicinin empati kurup filmdeki kahramanlarla özdeşleştiği bir durum haline
gelmektedir. Silahların indirilmesinden sonra, arabadaki sivil adam içeri girer.
Bu sırada bir başka odada ise Türk askerleri arama için gelen Amerikalı
44
Esra Keloğlu-İşler
askerlere sigara içtikleri bahanesini öne sürmektedir fakat çok kısa süren bir
kamera hareketi seyircilere mangal içinde yakılarak imha edilen kağıtları
Amerikalı askerin tekmelemesini göstermektedir. Bu da orada Türklerin bu
aramayı mazur gösterebilecekleri bir işler karıştırdıklarının belli belirsiz iması
gibidir. Çatıdaki tek makinelinin başındaki Türk askerinin yanına gelen
Amerikalı askerler, tüfeklerini ona dürterler. Türk askeri kızar homurdanır
ama yapacağı bir şey yoktur onlarla birlikte kalkar. Bu sahnede film boyunca
devam eden kişilerin zaman zaman kişilikleri dışında Amerika, Türkiye gibi
birer ülke haline dönüşmeleri ve onların adına konuşmaları, hareket etmeleri
anlamında ilk örneklerden biridir. Burada yine bilinen bir durumun somut hali
tekrarlanır: Güçlü Amerikalı Türk’ü rahatsız eder, Türk homurdanır ama yine
de Amerikalının sözünü dinler yapar. İçeri giren sivil Amerikalı, Türk
subaylara küstah ve şımarık bir edayla birliklerinin güvende olmadığını öne
sürer. Oysaki baştan beri gösterilen kuşatma sahnesinde onlara tehlike
oluşturabilecek hiçbir şey yoktur ve bu gerekçe son derece saçmadır. Akla
hemen “kime karşı neden güvende değil?” sorusu gelmektedir. ABD Irak’ı
işgal ederken dünya kamuoyuna, kendi bahçelerinde/ülkelerinde güvende
olmadıklarını öne sürmüşlerdi. Son derece gururlu davranmaya çalışan subay
ise dışarı çıkmayacaklarını, hatta bu yolda öleceklerini de ifade eder. Sivil
Amerikalı, alaycı ve egemen bir tonla konuşarak, subayları sorgulamaya
götüreceklerini belirtir. Tavırlarını destekleyecek şekilde hareket ederek,
parmağıyla masanın üstündeki Türk bayrağıyla oynamaya yeltenir. İlk
sahnede mektubu yazan adının Süleyman olduğunu öğrendiğimiz subay
bayrağı kapar, katlayarak kalbinin üzerine koyar. Arada geçen karşı çıkmalar
ve konuşmalardan sonra Türk subay “biz askeriz şerefimizle oynamaya
hakkınız yok” deyince Amerikalı sivil “bu adamlar asker çok gururludurlar
yüzleri görülmesin” diyor. Bunu, kafalarına çuvallar geçirilmiş Türk
askerlerinin elleri arkadan kelepçeli olarak kamyonetlere bindirilişi takip eder.
Bu sahneyle, sorunun başlangıcı ve sonraki olaylara neden olacak ilk
başlangıçlar açıklanıyor. Bu yolla soruna ilk neden veriliyor ve sahneyi
sonuçlandırmak için mektubu yazan Subay Süleyman’a dönülüyor.
Süleyman, yazdıklarıyla neden Irak’ta olduklarını meşrulaştırıyor;
ardından sorunu çözememenin utancıyla intihar etmeden önce çözüm için
filmin kahramanı Polat’a başvuruyor: Meşru güçler sorunu çözemediğinde,
daima gayri-meşru güçler vardır. Süleyman, Polat’a çağrıyı “adalet şeref vb.
için ölemedik şimdi ben bunu senden istiyorum” diyerek sonlandırdıktan
sonra, “vatan sağ olsun” diyerek intihar ediyor.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
45
Bu başlangıç örgüsünde, Türk devletini/orduyu temsil eden subay bir
anlamda devletin acizliğini itiraf ederek şeref adalet, özgürlük, zayıfı koruma
gibi önemli bir mücadeleden başarısızlığını gerekçe göstererek çekilmektedir.
Bu iş, Polat Alemdar’a bırakılıyor. Bu sahne aynı zamanda son derece vahim
bir Türkiye gerçekliğine daha işaret etmektedir. Son yıllarda liselere, orta
dereceli okullara kadar inen şiddet olaylarının kökeninin, hala bir hukuk
toplumu olamamanın getirdiği sorunlara bağlanabilmesi, yasanın temsil ettiği
devletin çözemediği bütün işlerde mafyanın hızlı etkili ve ibret verici bir
şekilde işleri halletmesi söz konusudur. Halkın devleti temsil eden kesimlere
düşmanlık iletişimi geliştirirken devletin tam karşısında bir örgütlenme
gösteren mafyaya hayranlık ve sempati beslemesi, yeni yetme çocuk ve
gençler için özendirici rol modeller olması gibi çok önemli bir durum ortaya
çıkmıştır. Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler ise ortaya çıkan bu durumu teşvik
eden, mazur gösteren öğeler içermektedir.
Süleyman´ın çağrısına yanıt olarak yola çıkış
Sorunun sunumundan sonra, çağrıya karşılık veren sahneye geçiliyor. Bu
amaçla kurgulanan sahnelerde karakterler ve karakterlerin söylediklerinden
geçerek “ilişkisel gerçekler” sunuluyor ve tartışılıyor. Bunlar kişiler arası
sözlü iletişimden öldürmeye kadar giden ilişkisel faaliyetlerle inşa ediliyor:
Bir çöl arazisinde seyreden arabada üç kişi televizyondan Irak’la ilgili bir
şeyler izliyorlar. Normalin kırılmasına hazırlık kendi aralarındaki konuşmalar
ile oluyor. Şoförün yanında oturan adam şoföre nerede olduklarını sorarken
“kırmızı halıyı göremiyorum” diyor. Arkada oturan Mafya tarzı kıyafetler
içindeki Polat Alemdar ise “az sonra görürsün kırmızıyı sarıyı yeşili” cevabını
verirken film boyunca sürekli karşılaşılan çatışmalardan birini, Türk - Kürt
karşıtlığını sunuyor. Gönderme, Kürt bayrağı renklerine yapılmaktadır.
Şoförün yanındaki arkaya dönüp imayı anlamaya çalışınca arkadaki Polat
imaya aldırmayarak “trafik ışıkları” açıklamasını getirir. Oysa o bölgede trafik
ışıklarının bulunmayacağı çok açıktır. Bir çevirmeye rastlıyorlar. Şoförün
yanında oturan adının Memati olduğunu anladığımız adam “bunlar asker mi
polis mi” sorusunu yöneltiyor. Bu soruya yanıt ise “şehirde polis dağda asker
bir ayrım yok” şeklinde oluyor. Bölgedeki karmaşa bu biçimde kurgulanıyor.
46
Esra Keloğlu-İşler
Yolda sorun: Kürt Jandarmaların pasaport kontrolü
Normal yolculuk karşılaştıkları çevirme ile kırılıyor. Kürt kökenli olduğu
anlaşılan şoför Abdülhey askerler tarafından sorulan soruları cevaplıyor ve
arabadakilere inmelerini söylüyor. İndiklerinde Polat Alemdar da Abdülhey’le
ve kendilerini çeviren askerlerle Kürtçe konuşuyor. Polat Alemdar’ın
kendisine neden burada bulunduğunu soran askere “burada insan ucuzmuş
insan almaya geldik” demesiyle ortam gerginleşiyor; “yere yatın” emriyle
gerginlik doruğa çıkıyor ve Polat’ın Kürt askerine saldırmasıyla sıcak
çatışmaya dönüşüyor ve Kürt askerlerin ölümü ile sonuçlanıyor.
Düğün hazırlıkları, düğün ve şenlik havası
Düğün normal bir insan faaliyetidir. Filmde bu normalin sunumu günlük
yaşamın güzelliğini anlatan kısa kısa sahnelerle yapılıyor: Sarı, kırmızı, yeşil
renklerin baskın olduğu yöresel kıyafetler giymiş kadınlar bir bahçede düğün
hazırlıkları yapmaktadırlar. Bahçenin bir başka köşesinde ise damat berbere
tıraş olmaktadır. Minik bir çocuk, damat tıraşını izleyen babasının yanına
gelerek erkek eğlencesine katılmak isteyince babası onu annesinin yanına
yollar. Daha sonra aynı düğünle ilintili olarak imam nikahına geçilmektedir.
Şeyh, o yörenin adetlerini uygulayarak gelinin burnuna bir halka takar ve “hür
olana dek bunu asla çıkarma” der. Bir diğer sahnede baş başa kalan gelin ve
damadın konuşmasına yer verilmektedir. Damat yüz görümlüğü olarak geline
çok eski bir aile geleneğini tekrarlayarak antika ve değerli bir hançer hediye
eder. Sonraki sahnede gelin ve kız arkadaşları hediye üzerinde konuşurlar.
Ardında düğün sahnesine geçilir. Bir ipe kırmızı yeşil sarı lacivert renklerde
ampuller dizilmiş ve altındaki toprak avluda erkekler halay çekerken ikincil
karakterleri sürekli yeniden üretilen kadınlar eğlenceye evin damından alkış
tutarak katılmaktadır. Bu arada gelinin babası olduğu anlaşılan Şeyh geliyor.
Kendisini karşılayan damat ve babasına ile konuşuyorlar.
Düğünde normalin kırılacağını haber veren kurgu
Bu sırada düğün evinin hemen dışarısında bir grup Amerikan askeri
geliyor sahneye. Düğünde normalin kırılmasına giden anlatı düğüne saldırmak
için sabırsızlıkla bekleyen bu Amerikan askerlerinin aralarındaki
konuşmasıyla başlıyor. Düğünde eğlence sürüp giderken, düğündeki bir grup
erkek havaya ateş açmaya başlıyorlar. Bunun üzerine dışarıda bekleyen
askerler “artık teröristler” diyerek harekete geçiyorlar.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
47
Normalleştirilmiş anormal: Sam’a ders verme hazırlığı
Polat ve adamları otele gelirler. Askerler tarafından herhangi bir bomba
olup olmadığını anlamak için araçları kontrol edilir ve aranır. Gelişleri
Kürtlerden oluşan askeri polise haber verilir. Kahramanlar, otelin şık
restoranında yemek yerlerken Kürt askerleri gelir ve onları karakola götürmek
isterler. Bunun üzerine Polat askerin hangi ülkenin karakoluna bağlı olduğunu
öğrenmek ister. Askerin ”Irak Kürdistan” cevabına, Polat’ın “ben sizi
tanımıyorum buranın sahibi gelip beni alsın” karşılığını vermesiyle otele
gelişteki normal örgü sorun örgüsüne dönüşmeye başlar: Otelde Polat ve
askerler arasındaki gerilim başlar. Asker, binanın etrafının sarıldığını
söyleyerek kendileriyle gelmesi için silahına davranır. Polat bombaların
uzaktan kumandasını çıkartınca çatışma örgüsünde egemenlik Polat’a geçer.
Polat garsondan otelin müdürünü çağırmasını isteyerek elindeki bomba
uzaktan kumandasını masaya koyar. Otel müdürü Mr. Fender gelir. Otel
müdürünü, filmde görülen diğer Amerikalılar gibi, kendini beğenmiş bir
tavırla “sorunun ne olduğunu bilmiyorum ama sorunun çözüm yeri benim
otelim değil” der. Polat ise tam tersine yerin çok uygun olduğunu, oturmasını
ve Kürt askerleri yollamasını emreder bir tarzda ister. Müdürün bir baş
hareketiyle Kürt askerler ortamı terk ederler. Böylece Kürtlerle olan örgü
çözümlenirken, yeni bir çatışma örgüsü başlar: Polat, müdürü tam yanı başına
oturtarak altı kolona da C4 yerleştirdiğini bunun otelini yıkacağını açıklar.
Müdüre kimsenin zarar görmesini istemediğini bu nedenle otelin
boşaltılmasını söyler.
Düğünde normalin kırılışı ve katliamın işlenişi
Otelde başlayan sorundan, düğünde başlayan soruna geçilir. Amerikan
askerleri kamyonlarıyla düğün evine gelirler. Askerler sanki bunun bir düğün
olduğunu bilmiyorlarmış gibi, küstah bir tavırla “bu toplantıyı kim düzenledi”
diye karşılık verir.. Adam şaşırarak “bu bir düğün” der. Askerle konuşmak
üzere gelin ve damadın babaları gelir. Şeyh askerleri düğünün huzurunu
bozmamaları için ikna etmeye çalışır, ancak sonuç alamaz ve asker hepsini
şimdi götüreceklerini söyler. Çatışmaya gidişi işleyen bu örgüye, Sam’ın
arabasıyla gelişi eklenir. Giydiği bembeyaz takım elbise, sömürgelerdeki
İngiliz idarecileri anımsatır. Gelin Leyla, yaşananları, tedirgin bir halde,
damdan izler. Askerler insanları itip kakarak yanlarındaki kamyona
bindirirler. Şeyhin “dostumdur” dediği Sam ise duruma müdahale etmeyip, bir
süre izler. Daha sonra yoluna devam eder. Bu arada filmin başında düğün
48
Esra Keloğlu-İşler
hazırlıkları sahnesinde babasının yanına geldiğini gördüğümüz küçük çocuk,
bir askerin namlusundan içeri ufak bir sopa sokarak oyun oynarken, silah ateş
alır ve çocuk ölür. Çocuğun ölümüyle geçiş örgüsü tamamlanır; trajedi, öfke,
keder, çatışma ve katliam örgüsü başlar: Çocuğunun ölümünü gören anne
damdan aşağı atlayarak intihar eder. Anneye bakmaya giden damadın babası
yine askerler tarafından öldürülür. Damat ağlamaya başlar. Ölen küçük
çocuğun babası oğlunu kollarına alıp o da ağlayarak feryat eder. Leyla
damdan inerek damada doğru ilerlerken askerlerin tüfek dipçiğiyle yere
serilir. Bunu gören damat, kendini tutanların elinden kurtulmaya çalışıp
gelinin yanına gitmeye çabalarken kendisine bakan gelin Leyla’nın gözleri
önünde kafasına bir kurşun atılarak öldürülür.
Otelde ana soruna doğru giden ilk faaliyetler
Otel boşaltılmış, masada sadece Polat ve adamları kalmıştır. Bu sefer Mr.
Fender olayın vahametini anlamış ve daha yumuşak başlı bir tutum içindedir.
“meseleyi nasıl halledebiliriz” diye sorarken aynı zamanda olayı benimseyen
çözüm için çaba sağlayan bir davranış içine girmiştir. Polat pazarlık yapmak
istemektedir ve Sam William Marshall’ın otele gelmesini talep eder. Mr
Fender şaşırarak “Bay Marshall’ın otelimizle hiçbir ilgisi yok” demesine
karşılık Polat “maaşını siz ödemiyor musunuz? Amerikan askerlerinin sahibi
Amerikan kapitalizmi değil mi” diye sorar. Film boyunca yer yer görülen
kişilerin ülkeler namına konuşması burada yine tekrarlanmaktadır. Bu sefer,
Mr. Fender otel müdürü olarak Amerika Birleşik Devletleri kapitalizmini
temsil ediyor. Polat ise Amerikan emperyalizminden şikayet eden Türkiye’yi
temsil ediyor. Otel müdürü, Sam’ı arabasından arıyor. Sam, konuşmaya
başlamadan önce dolanan telefon kablosunu şımarık bir tavırla düzeltiyor.
Sam konuşmaya başladığında Polat Mr. Fender’ın elinden alıyor. Sam
konuştuğu kişinin kim olduğunu merak ediyor ve soruyor. Bunun üzerine
Polat Alemdar kendisini oteli havaya uçuracak olan kişi olarak tanıtıyor. Sam
son derece soğukkanlı bir tavırla gitmekte olduğu Kürt liderin daveti için
mazeret bildiriyor. Polat bomba nedeniyle ele geçirdiği üstünlükten güç alarak
otel müdürüne garson muamelesi yaparak tatlı mönüsü istiyor ve Amerika
Birleşik Devletlerinin geleneksel tatlısı olan “apple pie” sipariş ediyor.
Memati ise künefe istiyor “apıl pay Mcdonalds’ta da var” diyor. Memati’nin
cevabı Amerikan kapitalizmini eleştiren Polat’a Türkiye’de Amerikan
kültürünün yaygınlığını hatırlatıyor aslında.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
49
Her Amerikalı asker kötü değildir örgüsü
Askeri kamyonlarla topladıkları Iraklıları götüren iki asker kendi
aralarında sohbet ediyorlar. İyi Amerikalı asker kamyonun arkasındakilerin
havasızlıktan öleceklerini söylüyor, Kötü Amerikalı asker (Dante) aşağıya
iniyor ve tutukluların bulunduğu kamyonun kapalı kasasını, silahıyla tarıyor;
içeridekilerden kimileri yaralanıyor, kimileri de ölüyor. İyi Amerikalı asker
sinirlenerek, Kötü Amerikalıya “sen ne halt ettiğini sanıyorsun” diyor o da
“hava deliği açıyorum artık havasızlıktan ölmeyecekler” karşılığını veriyor.
Kötü Amerikan askerine içkin bir imaj örülmektedir: Ağzındaki sakızı, askeri
kıyafetinin kollarını keserek üniformasının formel halini değiştirmesi,
disiplinden uzak oluşu, emir komuta zincirinde başıboş davranması,
kontrolsüz bir asker imajı çizmektedir. İyi olan kötü olana kızarak bu
insanların terörist olması halinde bile kendilerinin asker gibi davranmaları
gerektiğini hatırlatıyor. Kötü Amerikalı asker ise umursamadığını belirtince
İyi asker kızarak durumu rapor edeceğini söylüyor ve kötü askeri tutuklamaya
yelteniyor. Kötü olanın yanıtı silahıyla iyi olanı vurmak şeklinde oluyor. Bu
sahnede normal ve anormalin çatışması iyi Amerikan askeri ve kötü amerikan
askeri temsillerinden geçerek yapılmaktadır. Bununla birlikte, sahnede çok
önemli bir meşrulaştırma bulunmaktadır: Düğünde sivilleri öldüren ve her
türlü dehşet ve şiddeti yaratan Amerikan askerinin, aslında Amerika’yı temsil
etmediği ve eğer iyi bir asker bunu hatırlatırsa, kötü tarafından susturulduğu,
oradaki karmaşanın bu tür askerlere zemin sağladığı meşrulaştırılmaktadır.
Organ ticareti ve iki kötünün çatışması
Abu Ghraib içindeki ameliyathanede bir doktor Iraklıların organlarını
kesip alıyor. Bu ilk bakışta normal gibi algılansa da hemen sonra çıkarılan
organların, üzerlerinde New York, Londra ve Tel Aviv gibi adresler yazılı
kutulara konması, burada ne tür bir iş yapıldığını açıklıyor. Böylece, film
seyircileri organ ticareti yapan doktorlar tanışıyorlar. Bir başka kötüyle.
Kamyondaki tutukluların hapishaneye getirildiğinde, tutukluların çoğunun
yaralı veya ölü olduğunu görerek sinirleniyor ve Amerikalı kötü askere
çıkışıyor; organlarını alabilmek için sağlıklı insanlar istediğini ve bir daha bu
insanları vurursa, onu öldüreceğini söylüyor. Burada anormal olan kendini
normal olarak sunmaktadır. Ayrıca Doktor ile Asker arasındaki çatışma, iyi
askerle kötü asker arasındaki öldürmeye giden ilişkinin farklı bir şekilde
örgülendiğini görüyoruz: Gözünü kırpmadan adam öldüren asker, elinde silahı
bile olmayan bir doktorun tehdidine karşı sessiz kalıyor.
50
Esra Keloğlu-İşler
Otelde baş kötüyle karşılaşma ve Polat’ın planının çöküşü
Oteldeki sorun örgüsü aynı anda birden fazla faaliyetlerle devam ediliyor:
Kürt liderin davetine gitmeyen Sam Marshall Polat Alemdar ile buluşmaya
girmeden önce kurtuluş planı için harekete geçer ve telefonla verdiği talimatla
davette gösteri için bulunan çocukları bir otobüse bindirterek otele gelmelerini
ister. Bu arada yine onun talimatları doğrultusunda, otelde bir bomba imha
ekibi Polat’ın taşıyıcı kolonlara bağladığı bombaları etkisiz hale getirmeye
çalışmaktadır. Otelde Sam’ın girişimlerinden habersiz olan Polat ve
yardımcıları onu beklemektedirler. Sam’ın Polat’ın karşısına gelişiyle,
ideolojik propagandayla, iki gücün kendini beğenmişlikleri ve bir davaya
adamışlıklarıyla gerginleşen yeni çatışma örgüsü başlıyor: Buraya kadar
küçük çatışma örgüleriyle ciddi sözel çatışmaya geçiş hazırlanmıştı. Bu
çatışmada Sam, film boyunca tekrarlanan ve kişisel imajını üretirken aynı
zamanda da “çirkin Amerikalı” imajını da yeniden üretmektedir. Polat’a kim
olduğunu sorar. Adını söyleyen Polat’ın karşısına oturarak Polat’a nasıl bir
belaya bulaştığının farkında olup olmadığını, canı sıkılmış bezgin bir ifadeyle,
angarya bir işle uğraşıyormuşçasına sorar. “Oteli havaya uçurmak istiyorsan
uçur benden alacağın bir şey yok” der. Bunun üzerine Polat Alemdar, bond
çantadan eline, Türk subayların kafasına geçirilen çuvallardan birini alarak,
Sam’dan kendisinin ve adamlarının bu çuvalları kafalarına geçirmelerini ister
ve gazeteciler onların resimlerini çektikten sonra gideceğini söyler. Bu “dişe
diş, göze göz” örgüsüyle çatışma tırmanmaya başlar. Sam onbeş senedir bu
bölgede olduğunu Türkleri iyi tanıdığını, övünmeyi sevdiklerini, kendi
kuralları, kırmızı çizgileri, değişmez Irak politikaları olduğunu, Türkler
istemese kimsenin burada bir şey yapamayacağını söyler. Sonra “Kırmızı
çizgilerinizi çoktan sildik politikalarınızın içine ettik, yani sizi anlamıyorum
buna aldırmadınız da başınıza geçen iki çuvala mı aldırdınız” diye sorar. Polat
Alemdar kızgın bakışlarla sessizce dinler. Polat Alemdar, söylenenleri
duymamış gibi üstlendiği çuval geçirme görevini yapmakta ısrar eder ve
tehdidini yineleyerek çuvalı Sam’ın kafasına fırlatır. Sam bunu kafasına çuval
geçirmiş gibi bir hakaret olarak niteliyor; önce öfkeleniyor ve hadi patlat
diyor; Bu anda çatışma örgüsü doruğuna çıkıyor. Fakat Polat’a durmasını
söylüyor. Bu sırada salona otobüsle getirilen çocuklar sokuluyor. Bu andan
itibaren çatışmada denge Sam’ın lehine bozuluyor. Polat’ın planının çöküşü
de başlamış oluyor. Sinirleniyor ve kumandayı elinden bırakıyor. Polat’ın
farklılığı masum sivilleri öldürmemek üzerine kurulu olduğu için, bu durum
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
51
onun planının başarısızlığa uğraması anlamına geliyor. Filmde Polat’ın ilk
planının işlememesi bu şekilde sunuluyor. Polat onun (yani Amerika’nın)
çocuk katili olduğunu söyledikten sonra Sam kendisinin Polat gibi tesadüfen
değil, barışı sağlamak için Tanrı görevlendirmesi ile orada olduğunu ve
amacını gerçekleştirmek için kimsenin ölmesine aldırmayacağını belirtiyor.
Ortaçağdaki hükümdarların erklerini tanrıya dayandırmalarına benzer şekilde
gücünü ve varlığını ilahi varlığa dayandırarak kendini meşrulaştırıyor. Sam
Polat’ın planını çökertmiştir. Bunun üzerine engellenmiş, başarısızlığa
uğramış, öfkeli Polat Alemdar, adamlarıyla beraber otelden çıkıp gidiyor.
Böylece olay Polat’ın başarısızlığıyla çözüme ulaşıyor. Sam için olay
tamamen çözümlenmiş değil ve sandalyesinin altındaki bombanın imha
edilişini beklerken çocukların gitmesine izin vermiyor. Piyanonun başına
geçerek yeniden Beethoven’in 9. senfonisini çalmaya başlıyor; çocuklar
marşın sözlerini koro halinde söylüyorlar. Bomba etkisiz hale getirildiğinde
sorun şimdilik çözümlenmiş oluyor. Film boyunca sık sık tekrarlanan
sunumlardan biri de kötü Amerikalının kendini halk, çocuklar ve kullandığı
etnik gruplar karşısında iyiliksever tavırlarla etkileme çabalarıdır. Sam’ın
kurban olduklarının bilincinde olmayan çocukların karşısında gülümseyerek
piyano çalması da onun için “Sam Amca” imajına katkı yapıyor.
Bir başka sorun örgüsü: hapishanede işkence
Filmde, işlenen konuya ek malzeme olarak medyada yer bulmuş gerçek
olaylarda çözüme ulaşmayan sorunlar olarak sunulmaktadır. Abu Ghraib
Hapishanesindeki işkence olaylarını anlatan sahne aslında bakılırsa filmin
olay örgüsü içinde sadece kötülüğün tanımlanmasında işlevsel bir yarar
sağlamak amacıyla yerleştirilmiş gibi görünmektedir. Tıpkı düğün sahnesinde
küçük çocuğun ailesinin trajik ölümü olaylar zincirinde olduğu gibi tamamen
izleyicinin kin, nefret, öfkelerini ve adrenalini yükseltmek için yapılan bir
örgü. Bu sahnede tutuklular çırılçıplak soyularak hakaretler eşliğinde
hücrelerde tazyikli soğuk suya tutuluyorlar. Bir başka hücrede bir tutuklu
hücresinde ağlayarak namaz kılarken kapı açılıyor ve yine medyada geniş yer
tutan, işkenceci kadın asker içeri giriyor. Mahkumu tekmelemeyerek
soyunmasını emrediyor, daha sonra, diğer çıplak adamların üstüne yatırıyor.
Tutuklular copla dövülüyor, yalvarıyor ve ağlıyorlar. Sahne, din karşıtlığını,
Hıristiyanlık dininin Müslümanlığa olan saygısızlığını ve eziyetini yeniden
ortaya koyuyor. Savaşta galip olanın elinde mağlup olanın acınası durumunu
yeniden üretiyor.
52
Esra Keloğlu-İşler
Polat ve Türkmen dayanışması; Türkmenlerin durumu
Sahne, Polat’ın o ana kadar görülmemiş olan bir diğer adamı Erhan’ın
arkadaşlarının sorunsuz bir şekilde dönmelerini beklemesiyle başlıyor.
Arkadaşları gelince onları bir kamyona bindiriyor. Grup beraberce Türkmen
liderin evine gidiyor. Buradan anlaşılıyor ki burada Polat’a Erhan aracılığıyla
yardım eden kişi Türkmen lideridir. Lider Irak’taki durumu ve Amerikalılar
tarafından yaptırılan paylaşımı anlatıyor; ve Türkmenlere gidecek bir yer bile
bırakılmadığından yakınıyor. Yani Türkmen liderin el altından yardım
çabalarının gerekçesi belirtiliyor ve daha sonra olacak olaylar için de bir
neden sunumu yapılmış oluyor. Türkmen lider, Sam’ın etnik grupların
bağımsız olarak bir araya toplanmasına izin vermediğini her şeyi kendisinin
bütün etnik grupları zaman zaman bir araya toplayarak planladığını ve en
yakın tarihli toplantıyı anlatıyor. Böylece normalin kırılmasına yönelik
hazırlık bu durum belirleme ve geçiş sahnesiyle tamamlanmış oluyor.
Şeyh ve sabır dergahı
Dergah çıkmazdakinin sığındığı yer olarak kurgulanmaktadır. Dergah
köydeki yaşam ve şeyhin desteğine ilişkin çeşitli kısa sahnelerle anlatılıyor.
Örneğin, revirde hastaların başında Şeyh, yaşamak ve savaşmak isteyen
hastalara sabırlı bir şekilde yaşamaları için en iyisinin dua etmek olduğunu
söylüyor. Bir diğer sahnede kızı Leyla kocasının Allah yolunda şehit
olduğunu, gözyaşı dökmeyip intihar bombacısı olmak istediğini belirtiyor
fakat Şeyh buna izin vermeyerek İslam’da bunun yeri olmadığını, bunun
kendini ve masumları öldürmek suretiyle Allah’a isyan olduğunu hatırlatıyor.
Müslümanlara isyan ve canlı bomba fikrini aşılayanların Hasan Sabbah’ tan
geldiğini belirterek, bunun şeytan işi olduğunu, Müslümanları dünyaya
korkunç insanlar olarak gösterdiğini, şu anki aciz durumun Müslümanların
kendinden, Allah yolundan sapmalarından, birlik olmamalarından
kaynaklandığını söylüyor. Bu eylemlerin artmasının kötü olduğunu düşmanın
bunu istediğini ve hatta onların düzenlediğini ileri sürüyor. Dua ederek
sabretmelerinin onları özgürlüğe götüreceğini telkin ediyor. Bu sahneyle o ana
kadar diğer kişilerin tanımlanmasıyla sunulan Şeyh karakteri kendi kendini
tanıtmaya ve sunmaya başlıyor. Film boyunca kin ve nefretten arınmış en zor
durumlarda bile metanetini koruyan diğer insanlara destek olmayı kesmeyen
Şeyh karakteri bu özellikleri ile Polat Alemdar’dan bile daha iyi bir kahraman
özelliği gösteriyor.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
53
Sam’ın Polat’ın peşine düşüşüyle ilgili ilk örgü
Sam kendi kurduğu Irak’taki normal durumu tehdit eden Polat Alemdar
hakkında bilgi alıyor. Polat’ın resmi olarak devlet adına çalışmadığı ama yine
de devlet adına çalıştığını öğreniyor.
Kötüler arası işbirliği kurgusu: Doktor ve Sam
Doktor ile Sam’ın arkadaş olduğunu ve aralarındaki işbirliğini işleyen bu
örgü doktorun insanların hayatını kurtardığını söylemesiyle başlıyor. Sam ona
zenginlerin hayatını kurtardığını söylüyor. Doktor, Şam’ı yetkililere şikayet
etmekle tehdit ediyor. Bunun üzerine Sam yine Amerika yerine konuşmaya
başlıyor ve “ben hep buradaydım sizin güvenliğini için kendimi tehlikeye
atıyorum” diyor. Burada üzeri örtük bir şekilde daha sonradan Yahudi olduğu
anlaşılacak doktora karşı Sam karakteri Arap yarımadasındaki düşman
İsrail’in hamisi Amerika konumu hatırlatılıyor. Sam, Kürtleri, Türkleri ve
Arapları birbirine düşürdüğünü doktorun ise böbrek için şikayet ettiğini ileri
sürüyor ve doktorun mahkumlara iyi davranılması isteğini basit ve lüzumsuz
bir istek olarak görüyor. Doktor ise, kimin niye öldürüldüğünü, kaç kişinin
öldürüldüğünü umursamadığını, yalnız mahkumların öldürülmemesi
gerektiğini çünkü organlara canlı olarak ihtiyacı olduğunu söylüyor. İstediği
teminatı alıyor. Bu sahne de yine herkesin kendi durumlarını normal rutinde
devam ettirme faaliyetlerine aynı zamanda “Yahudi doktor” karakterinin
pragmatizmine yapılan bir vurgu olarak film içinde konumlanmaktadır.
Kötüye ilk suikast girişimi, ikinci fiyasko ve pazaryeri faciası
Pazar yeri kalabalık. Sam ve etnik liderler orada bir lokantada toplantı
yapacaklar. Polat bir evin tepesinde uzun namlulu silahla Sam’ın gelmesini
bekliyor. İkinci hazırlık ise Leyla’nın kendi amacı için üzere tetikte beklemesi
ve civarda dolaşması ile betimleniyor. Sam geliyor ve restoranda Kürt,
Türkmen ve Arap liderlerle yemek için buluşuyor. Polat Sam’ı vurma fırsatı
bulamıyor. Çıkışta vurmak için bekliyor. Yemekte Sam amacının Irak’ı
birleştirmek ve barış içinde yaşamaları için kalıcı hükümet kurmak olduğunu
ifade diyor. Tabii ki burada yine kişi olarak Sam olarak değil ülke olarak
“Sam Amca”nın dünya kamuoyuna ilettiği mesaja gönderme yapılmaktadır.
Söz konusu amaca ulaşmak için Irak’ta bulunan her grubun neleri yapmaması
gerektiğini söylüyor. Arap lider ise düğünde olanları anımsatarak eşitlik
olmadığı argümanını ileri sürüyor. Sam “siz terörist yetiştiriyorsunuz”
cevabını veriyor. Arap ve Türkmen liderler petrol bölgelerinden zorla göç
54
Esra Keloğlu-İşler
ettirildiklerinden şikayet ediyorlar. Petrolde kendilerinin de hakkı olduğunu
söylüyorlar. Sam onlara de hak verdiğini fakat güvenliği sağlamak ve istikrarı
kurmak için böyle yaptıklarını söylüyor. Türkmen ve Arap liderler taleplerini
dile getirirken aynı zamanda Kürtlerden dert yanıyorlar. Kürt lider bunları
yadsıyarak ve hiç cevap vermeden güvenliği sağlamak için maddi destek ve
eğitimli insan istiyor. İçeride normal olay devam ederken dışarıda normal
olanın kırılmasına ilişkin bir olay gerçekleşmektedir. Bu da Leyla’nın
meydanda gezinerek beklerken düğünde öldürülen küçük çocuğun babasının,
intihar bombacısı olarak eylem hazırlığı içinde olduğunu anlamasıdır. Leyla
onu babası Şeyhin önerileri doğrultusunda niyetinden caydırmak için
yalvarıyor fakat çocuğun babası hedefine kilitlenmiş durumdadır. Bölgedeki
etnik liderlerle yemek sona erdiğinde Türkmen lider, Sam’la iki dakika
görüşmek istediğini söyleyerek onun dışarıya çıkmasını ve Polat Alemdar
tarafından vurulmasını engellemeye çalışıyor. Bu da normalin kırılmasını
engellemeye yönelik bir çaba olarak öykü örgüsü içinde yerini alıyor.
Dışarıda, askerler güvenliği sağlamakla uğraşırken, babanın (Ebu Ali)
bombaları patlatmasıyla normal hazırlık yapmış olan Polat’ın planı bir intihar
bombacısı eylemiyle çöküyor.. Büyük patlamada gösterilen bütün yaralı ve
acı çeken insanlar yığını, pazardaki masum sivil insanlar olarak sunuluyor. Bir
anlamda Şeyhin söyledikleri teyit edilmiş oluyor. Birbirinden habersiz olarak
aynı amaçla yani Sam’ı öldürmek üzere orada bulunan Leyla ilk kez, Polat ve
arkadaşları bu patlama sonucu çıkan arbededen dolayı ikinci kez amaçlarına
ulaşamamış oluyorlar. Normaldeki kırılmanın yol açtığı yeni sorun,
masumları öldüren intihar bombacısından sonra Polat ve arkadaşlarının
Amerikan askerlerini öldürmesi ve ortamdan kaçmalarıyla son buluyor.
Leyla’yla yolların kesişmesi: nefret ve dayanışma
Polat ve arkadaşları, Amerikan askerleri tarafından kuşatılıyorlar. Bu
soruna geçici çözüm, kaçma oluyor. Kaçarken Amerikan askerleriyle
çatışmaya devam eden Polat ve arkadaşlarının durumunu Leyla fark ediyor ve
onlara yardım ediyor. Leyla, Polat ve arkadaşlarını kendi evine getirip
saklıyor. Onları aramaya gelen Amerikalıların hakaretine maruz kalıyor; fakat
aradıklarını bulamayan askerler gidiyorlar. Böylece filmdeki kaçma kovalama
sahnesiyle başlayan sorun çözüme kavuşmuş ve normalin kırılmasına
hazırlıklar için zaman kazanılmış oluyor. Sabah olduğunda grubun amacını
anlayan Leyla yardım teklif ediyor. Leyla ile karşı tarafın varlığından habersiz
olduğu Erhan’la dışarıya bilgi aramaya gidiyorlar.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
55
Sam ve doktorun din üzerine tartışmaları
Sahne Sam’ın pazar faciasından ufak sıyrıklarla kurtulması ve Yahudi
doktor tarafından muayene edilmesi ile başlamaktadır. Örgü farklı dini
inançtakilerin birbirini anlamaması ve cennete sahiplik üzerine inşa ediliyor.
Sam intihar bombacısının cennete gitmeyi düşündüğü için öldüğünü ve İsa’ya
inanmayanların cenneti hayal etmesini anlayamadığını belirtiyor. Bu, Sam’ı
tedavi eden doktoru da rahatsız ediyor ve Yahudi kimliğini ortaya koyarak
“sen cennete gideceksin ben gidemeyecek miyim?” sorusunu soruyor. Her iki
tarafta cennete sahiplik iddiası yoluyla kendi bizliklerini yeniden kuruyorlar.
Bu sırada kötü Amerikan askeri rolündeki Dante içeri girerek Polat
Alemdar’ın arkadaşlarından birinin de patlama yerinde olduğunu ve koruma
kılığına girdiğini haber veriyor. Bu normalin kırılması için bir hazırlık
oluşturmaktadır hemen akabinde Sam Türkmen lideri çağırtıyor.
Türkmen liderin öldürülmesi
Türkmen lider geldiğinde Sam, Türkmen lideri olayı bilmekle, kendisine
haber vermemekle ve geç haber vermekle suçluyor ve Polat’la olan
bağlantısını bildiğini belirtiyor. Polat’ın yerini soruyor. Beklediği yanıtı
alamayınca, Türkmen liderin kafasına kurşun sıkarak onu öldürüyor. Böylece,
bu sahnedeki örgü Sam’ın bu tür bir sorunu nasıl çözümlediği üzerine
kuruluyor ve aynı zamanda Polat’ı öldürmek için peşine düşmesinin geçiş
inşası yapılıyor.
Sam’ın din anlayışının işlenişi
Bu işleniş şöyle örgüleniyor: Sam kilisede İsa peygamberin ikonasıyla
konuşarak onun yanında olmayı özlediğini, fakat ona karşı görevlerini
tamamlamadığı için olamadığını anladığını, ölen ve ölecek kahramanların
ruhlarını kutsamasını, huzur vermesini ve yol göstermesini diliyor. Bütün
fedakarlıkların hep görev aşkıyla yapıldığını bu görevin de İsa’nın krallığının
kurulması olduğunu ve dünya barışını korumak olduğunu söylüyor (yani
uhrevi olan amaç ve dünyevi olan amaç paralellik göstererek Amerikalıların
bölgede yaptıklarını meşrulaştırıyor). Sam bu işi kutsal kitapta vaat edilen
Babil hesaplaşmasının tamamlanması olarak görüyor. Kendisinin Hıristiyanlık
için önemli bir dini kişilik olarak geleceğe ismini bırakacağını hayal ediyor.
Dua devam ederken bir yandan da askerlerle Sam’ın halka yardım paketleri
dağıtması gösteriliyor. Halk yardım paketlerini ilkel bir açgözlülük içinde
kapışıyor. Halkı sağlık taramasından geçiriyorlar. Bu arada duada vaat edilmiş
56
Esra Keloğlu-İşler
toprakları fethetme arzusu dile getiriliyor ve bu durum gerçekleşene kadar kan
akacağını belirtiyor. Barışı sağlayanın Tanrının çocuğu olacağını söylerken
aynı zamanda kendisini Tanrının çocuğu olarak görüyor. Böylece Sam
kendini rahatlatıyor.
Şeyh’in duası ve zikir: İslam’da insan ve yaşam
İkinci dua sahnesi hemen birincinin ardından işleniyor. Dergah’taki zikir
sırasında, müritler, ayakta halka oluşturarak ilahi okuyorlar, tam ortada ise
Şeyh var ve dua ediyor. Dua, doğrudan Iraktaki durumla ilgili bir içerik
sunuyor: Galip olanı ve mağlup olanı Allah belirler o öyle istediği için öyle
olur” diyerek kaderciliği ve varolan durumu isyan etmeden olduğu gibi
kabullenmeyi işlemektedir. Yine “Allah zulmetmez biz kendi kendimize
zulmederiz. Bu da kişilerin kendi dertlerine düşerek birlik olmamalarından
kaynaklanmakta. Biz bize zulmettiğimiz için düşman da şimdi bize
zulmediyor. Günahkar, mağlup ve mahkum olan bizleriz. Zamanında Kuran
ve sünnetlerle uyanmadık şimdi düşman nedeniyle uyanıyoruz. Bize bu
saldırıları defedecek güç ve sabır ver” diyen şeyh başlarına gelen
felaketlerden kendilerini sorumlu tutarak sabretmeyi salık vermektedir. Bu
duadan sonra zikir seremonisi başlıyor. Şeyh ise en ortada halka yönünde
dönmeye başlıyor. Ritim davul zurna eşliğinde giderek hızlanıyor. Şeyhin
hareketiyle zikir seremonisi sona eriyor. Bu iki dua sahnesinin örgüsü iki
farklı dünyanın örgüsü iki farklı dünyayı, inancı ve ilişkileri anlatıyor. Bu
farklılıklar şöyle karşılaştırılabilir:
HIRİSTİYANLIK
Tanrı’ya bireysel bir yakarış
MÜSLÜMANLIK
Kolektif bir eylem
Birey insanda somutlaşan Tanrı
var; insan yarı-Tanrı bir varlık
Birey: kul ve Tanrı ile aracılığını
gerçekleştiren bir dini lidere ihtiyacı var.
Tanrının
edilmiş
durumu
Dua sahnesinde Tanrı tamamen soyut bir
varlık; ancak tam bir konsantrasyon ile
ilişki kurulabilir; mistik bir seremoni ile
dua
Tanrının dünya ile ilgili hiçbir işi yok;
Tanrı-insan ilişkisi daha felsefi bir boyutta
gerçekleşiyor
Göze görünmeyen ilahi ve yüce bir varlık
olan Tanrı’nın yazdığı yazgıya mutlak
boyun eğiş ve sabretme
İsa ile sembolize
ikonasına
tapınma
Tanrı dünya işleri ile ilgili belirli
hedefler
koyarken
yazgıyı
belirlemekte
Bireylerin oynadığı rol ve bunu
başaranın yüceltilmesi
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
57
Polat ve Leyla’nın kesişen amacı: Sam’ı öldürmek
Polat ve Leyla, evin damında konuşuyorlar. Polat Sam’ın insanlara
zulmüne karşı bir şey yapamamaktan ve planlarının başarısızlığa
uğramasından dolayı öfkelidir. Leyla, Sam’in bunları uzun zamandır yaptığını
ve onun ölmesini çok istediğini açıklıyor ama sabretmek gerektiğini de
söylüyor. Polat Alemdar ise böyle sabretmeyi nereden öğrendiğini sorunca,
Leyla, kendisini Şeyh Abdurrrahman Has Kerkuki’nin büyüttüğünü söylüyor.
Bütün evsiz, öksüz, zayıf ve kimsesizlerin Şeyh efendi tarafından
büyütüldüğünü söylüyor. Polat, Leyla’ya hayatta en çok ne yapmak istediğini
soruyor. Leyla’da eskiden bir hayali olduğunu bu hayalin ülkesinde huzur
içinde yaşayıp ölmek olduğunu şimdiyse tek hayalinin belinde taşıdığı hançeri
Sam’a saplamak olduğunu söylüyor. Polat ise “bu arzunu gerçekleştirmeni
engelleyecek olursam bana kızar mısın” diye soruyor. Polat ve Leyla ilişkisi,
aynı amacı taşıyan iki kişinin ilişkisi ve işbirliği olarak sunulmaktadır. Bu
filmde ikili arasında hiçbir amaçları dışında hiçbir duygusal ilişki
bulunmamaktadır.
Sam’a ikinci suikast planının habercisi olan örgü
Polat ve arkadaşları piyanonun geçeceği yola pusu kurup bekliyorlar.
Tren’in üzerine atlayarak piyanoya bomba yerleştiriyorlar. Askerler piyanoyu
kırmızı kurdelelerle süsleyerek Sam’a götürüyorlar.
İslam’ın terörü lanetlemesi
Sahne, El Kaide militanları yakaladıkları bir gazetecinin kafasını keserek
öldürme girişimlerini bir bildiri okuyarak videoya kaydettiği inşaya geçiyor.
Bu sırada içeriye Şeyh giriyor. Onları azarlayarak ellerinden kılıcı alıyor.
Kılıçla gazetecinin ellerini çözerek serbest bırakıyor. Kılıcı gazeteciye vererek
militanın kafasını uçurmasını söylüyor. Gazeteci kılıcı yere atarak kendi
dilinde “ben sadece bir gazeteciyim beni anlıyor musunuz” diyerek
kurtulduğu için teşekkür ediyor ve Şeyhin ayaklarına kapanıyor. Şeyh
davranışlarıyla sadece müritleri ve bölge halkının değil, kendi dininden,
ulusundan olmayanların bile saygısını kazanıyor. Bunu da adam öldürerek
değil adam öldürülmesini engelleyerek gerçekleştiriyor. Bu sahneye kadar
şeyh karakteri hep pasif bir şekilde akıl veren, dert dinleyen bir nevi hakem
pozisyonunda konumlanmaktaydı. Bu sahneyle Şeyhin bu pasif ve sabır telkin
edici konumunda negatif yönde değil yine pozitif yönde bir kırılma
gerçekleşmektedir ve Şeyh de kendi yöntemleriyle mücadele etmektedir.
58
Esra Keloğlu-İşler
Sam’ın Şeyhten kurtulma planı
Sam odasında herkesin yanına koştuğu bu şeyhten artık çok sıkıldığını
ifade ediyor. Yanındaki Kürt lider ise yüzünde büyük bir gülümseme ve
sempatiyle soyu peygambere kadar uzanan Şeyhe herkesin saygı gösterdiğini
anlatıyor. Sam ise Şeyhin soyunu umursamadığını eğer kendisinin yaptıklarını
bozmaya kalkışıyorsa teröristlerin başı anlamına geldiğini öne sürüyor. Kürt
lider bunun yanlış olduğunu Şeyhin öksüzlere yetimlere, dullara baktığını,
esas o olmasa herkesin terörist olacağı tezini ileri sürüyor. Sam ise lideri taraf
tutmaya zorluyor; ya kendisi ya Şeyh. Sam Şeyhin tutuklanması emrini
veriyor. O zamana dek Amerikalının her istediğini yerine getiren ve bunun da
mükafatını almış olan Kürt lider ilk kez karşı çıkarak bu işe karışmayacağını,
ona silah doğrultamayacağını ekmeğiyle büyüdüğünü, doğrultursa kendisini
çarpacağını da ilave ediyor. Fakat Sam “büyücü mü” diyerek dalga geçerek
Kürt lideri yolluyor.
Piyano suikastının başarısızlığı örgüsü
Bu örgü “şans” faktörü üzerine kurulmaktadır: Sam, evine yerleştirilen
piyanoya doğru yüzünde sevgi gülücüğüyle yürümeye başlıyor fakat tam
çalmaya başlayacağı sırada dışarıdan beton kırıcı yer matkabı sesi geliyor; o
da sinirlenerek balkondan çalışmakta olan işçileri azarlıyor ve oradan
gönderiyor. O an nota tutacağı balkondaki rüzgardan devrilerek piyanonun
tuşları üzerine düşüyor ve Sam piyanonun başına gelmeden bomba patlıyor.
Leyla’nın boş sevinci ve tedbirli Polat
Erhan ve Leyla bombanın patladığı haberini Polat ve arkadaşlarına
iletirler. Sam’ın öldüğünden hepsi de emindirler. Polat Leyla’ya evden
gitmeleri gerektiğini söyler. Leyla nasıl olsa öldü diyerek bunu anlamsız
bulur. Bu arada Erhan çocuklara şeker dağıtarak “Türkiye sizinle gurur
duyuyor” diye bağırttırmaktadır. Polat Abdülheyi Sam’ın öldüğünden emin
olmak için şehre gönderir gelirken de yanında araç getirmesini söyler.
Amerikalı kötü askerin yeni kötülüğü
Bu kışa sahnedeki örgü kötülüğün ve kötünün çocuk ve kadın
dinlemediğini ve terörlerini onlara da kattıklarını işlemektedir: Yahudi
doktora tutsak götüren asker “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye bağıran
çocuklardan birini annesiyle beraber yakalar ve bir hangara götürür. Burada
bir tarafta korku ve çaresizlik ve diğer tarafta hunharlık işlenmektedir.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
59
Dergah’a Sam’ın saldırısı, Sam’ın sonu ve Leyla’nın ölümü
Polat ve arkadaşları arabayla Şeyhin dergah köyüne, Leyla ile yaşlı
annesini getirirler. Polat, çeşme başında yaşlı bir Kürt’le konuşur. Sabah ezanı
okunmuştur ve cemaat namaz kılmak üzere camiye gider. Amerikalı askerler
ise camiye bomba atarlar. Polat, adamları ve Amerikalılar arasında çatışma
başlar. Arabasında oturarak emirler veren Sam’ın patlamadan sadece
parmağındaki ufak yara ile kurtulduğu anlaşılmaktadır. Köyün yakılması
emrini verir. Saldırı füzelerle, makineli tüfeklerle, tabancalarla sürmektedir.
Leyla, dergah köyde yaşayanları organize ederek onları binalardan
çıkartmaya, uzaklaştırmaya çalışır. Bu arada Leyla ile Polat, arabasından çıkıp
elinde silahıyla kendilerini arayan Sam’ı fark ederler ve onun patlamada
ölmediğini anlarlar. Sam’da Polat’ı fark eder. Tam bu çatışma sahnesi
sürerken Polat’ın adamları olan Memati ve Abdülhey arasındaki Kürt-Türk
diyaloğu sunulmaktadır: Öfkelenen Memati, hep bu “kürtlerin yüzünden”
deyince Abdüley bozularak “ağabey ben de kürdüm” der. Bunun üzerine
Memati “sen başkasın Abdülhey” der onun yanıtı ise “her şey böyle başlıyor
ağabey” olur. Burada hem ayrım yeniden üretiliyor hem de bunun çözümüne
ilişkin ipucu veriliyor. Yani önyargıların ayrımcılığı güçlendirdiği öne
sürülmektedir. Leyla, Sam sanarak bir adamı bıçaklar, tam bu adamın Sam
olmadığını gördüğünde ise karşısına Sam çıkar ve Leyla’nın göğsüne bir
kurşun sıkar. Leyla elinde hançeriyle yere düşer. Bu sırada Polat ortaya çıkar
Leyla’nın hançeriyle Sam’ı öldürmeyi başarır. Leyla’nın amacı kendisine
emanet edilen hançerle Sam’ın öldürülmesiydi. Polat’ın ki ise mümkünse
çuvalı Sam’ın kafasına geçirmek bu gerçekleşmezse de onu öldürmekti.
Böylece hem Leyla hem de Polat amaçlarına ulaşmıştır, sorun çözülmüştür.
Polat ölmek üzere olan Leyla’nın yanına gelir. Leyla son nefesinde
Sam’ın öldüğünü öğrenir. Polat’ın ölen kızın burnundaki halkayı çıkartır.
Çünkü şeyh, halkanın ancak Leyla’nın özgür olması durumunda
çıkartılabileceğini söylemişti. Kadının köleliğinin dul kalınca değil, ancak
ölünce bittiği bir kez daha üretilmiş olur.
Karakterlerin işlenişi
Filmde başrollerde Polat Alemdar, Sam, Abdurrahman Halis Kerkuki,
bulunmaktadır. Yan rollere bakıldığında ise Memati, Abdülhey, Leyla, Erhan,
doktor, Arap lideri Abu Tarık, Kürt lider, Türkmen Lider Hasan, otel müdürü
Mr. Fender, Amerikan askeri sayılabilir. Öte yandan, Peşmergeler, Türkmen,
Kürt, Arap kadın, çocuk, babalardan oluşan aileler, Amerikalı askerler ve
60
Esra Keloğlu-İşler
yerel ahaliden oluşan esirler, düğündeki nedimeler, akrabalar, dergah köydeki
insanlar, el kaide militanları, sağlık personellerinden oluşan kalabalık
denilebilecek bir figüran oyuncu grubu da filmde rol almaktadır.
İsimleri belli iyi karakterler
Polat Alemdar: Filmde “iyi adam” olan baş kahraman Polat Alemdar
karakteridir. Onun devletin gayri resmi adamı olduğu, devletin kanunla,
hukukla çözemediği işlerinde devreye girdiği mektupla yapılan çağrı
sahnesinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum Türkiye için çok tanıdık bir
gerçeklik olduğu için, izleyici için anormal bir durum oluşturmamakta ve
devletin yapamayacağı şekilde sorunları çözebilmesi için karaktere bir
gerekçe/temel vermektedir. Polat karakteri “vatan için ölebilecek” bir
kahraman ön sunumu ile ekranda görünmeden önce çağrı sahnesinde “seçilen
kişi” oluyor. Polat Alemdar’ın ekranda görüldüğü ilk sahne çağrıya cevap
vererek yola çıktığının görüldüğü sahnedir. Bu sahnede adamları araba
kullanırken arka koltukta oturan sert, asık yüzlü, lider/efendi gibi hareket
eden, adamlarının ağzından çıkacak sözleri dikkatle dinlediği bir kişi olarak
temsil edilmektedir. Polat’la ilgili olarak kılık kıyafet, tavır gibi sözsüz
iletişim öğelerine bakıldığında açıkça ortaya mafya lideri tarzı unsurlar öne
çıkmaktadır. Yolda karşılarına çıkan Kürt askerleriyle üstten bir tavırla
konuşuyor ve onların her istediğini kabul etmiyor açıkça sezilen bir düşmanlık
görülüyor fakat bu düşmanlık onların dilini çok iyi bilmesini de engellemiyor.
Amacına giden yoldaki engelleri kaldırmak (çevirme sırasında Kürt
jandarmalar) için rahatlıkla adam öldürebiliyor. Otel sahnesinde Polat
karakterine, devletin resmi ideolojisinin taşıyıcılığı öğesi ekleniyor. Başarılı
planlar yapan, anti-emperyalist, istedikleri doğrultusunda insanları manipüle
eden ancak sivillerin zarar görmesini istemeyen bir lider çiziliyor. Mr
Fender’ın kendisine olan tutumunu uygulamaya koyduğu planla değiştirerek
onun davranışlarını maniple ediyor zorla da olsa istediği gibi davranmasını
sağlıyor. Sam ile ilk konuştuğunda ona kendisini “tehlikeli” biri olarak
sunuyor. Sam’ın gelmesini beklerken, karşısındaki kültüre olan ilgi ve saygı
göstererek Amerikan tatlısı sipariş ediyor. Sam ile olan ilk karşılaşmasında
kibar davranıyor ancak çok az konuşuyor. Planını gerçekleştireceğinden çok
emin olduğu için Sam ’ın sözlerini cevap vermeksizin sabırla dinliyor. Fakat
yine de kararından vazgeçmiyor ve çuvalları Sam’ın yüzüne fırlatıyor. Bu
sahne ile Polat karakteri biraz daha belirlenmiştir ve mertlik, gözüpeklik,
maçoluk, milliyetçilik, onur ve gurura önem verme gibi özellikler
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
61
yüklenmiştir. Oysa, onu diğer mafya üyelerinden ayıran özelliği olan ülkesini,
devletini çok sevmesi bu yolda kendi hayatını ortaya koymaktan
çekinmemesi, üstlendiği görevi yerleştirme yolunda başarıya ulaşıncaya kadar
başarısızlıktan yılmayan hırslı mizacı film boyunca sık sık vurgulanmaktadır.
Sunulan mert, gözüpek, maço, lider, milliyetçi karakter, iyi özelliklerinin
altının çizilmesiyle kahraman statüsüne yükselmektedir. Polat Alemdar,
filmde bazı sahnelerde kendi yerine değil adeta Türkiye adına konuşmaktadır.
Amerikalı kötü adam Sam’de gösterilen yüksek kültüre ilişkin öğelere karşın,
Polat, Türkiye’deki halkın büyük bir çoğunluğu gibi, asık yüzlüdür, işinden
başka bir hobisi yoktur en yakın arkadaşları erkeklerdir. Pek çok kez
başarısızlığa uğrar; böylece psikolojik olarak engellenmişlik durumunu hem
kanıksar hem de mutsuzluğuna katık eder.
Memati: Polat Alemdarın yanından ayrılmayan sadık adamlarından biridir.
İlk sahneden itibaren belirli önyargılara sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Yapacağı her işte ve konuşacağı her kelimede Polat Alemdar’ın onayını
beklemektedir.Yöreyi tanımamakta ve ilk kez gelmektedir. Memati
karakterine, otelde tatlı sipariş etme sahnesinde Polat ile arasında geçen
diyalogta, geleneksellik, diğer kültürleri tanıma ve etkileşime girmeyi
istememe, inatçılık, batı kültüründense doğu kültürüne tercih etme gibi
özellikler eklenmektedir.
Abdülhey: Polat Alemdarın sadık adamı, Memati’ye göre daha ketum,
bulundukları yöreyi iyi tanıyan, az konuşan, Kürt etnik kimliğini ilk andan
itibaren açıkça ortaya koyan, milliyetçi, kolaylıkla adam öldüren bir karakter
olduğu ilk sahnede inşa edilmeye başlanıyor.
Erhan: Erhan karakteri ilk karşılaşma başarısızlığa uğradıktan sonra
arkadaşlarına yardım etmek için ortaya çıkmaktadır. Polat Alemdar’ın sadık
adamlarından biri olmasına rağmen diğer ikisi ile benzeşmeyen özellikleri
taşımaktadır. Polat ve iki adamı son derece sert ve maço tavırlar içindeyken,
Erhan’da bu tavırlar yoktur. Hatta onların tam tersi olarak güler, şakalar
yapar, yemek yapar vb. Bir sahnede arkadaşları için endişelenen, onlara bir
şey olmasın diye dua eden Erhan, diğerlerine duygularını rahatça gösteren tek
adamdır grup içinde. Aynı zamanda onun görünmesiyle filmde nasıl olduğu
açıklanamayan şeyleri onun gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır.
Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki: Filmdeki en önemli ve en iyi sunulan
karakterlerden biri de Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki’dir. Bu karakter, ilk
olarak düğün sahnesinde gelinin manevi babası olarak ortaya çıkmaktadır.
Saygın ve bilge bir kişi olduğu onu karşılamaya gelen dünürlerinin sözleriyle
62
Esra Keloğlu-İşler
işlenmektedir. Gelin ve damadın nikâhlarını kıyarken felsefesine ilişkin ilk
ipuçları da oluşturulmaktadır. Barışçıl, iyilikten yana, geleneksel, molla ya da
softa değil ama gerçek bir din bilgini olarak sunulmaktadır. Nikâhı kıyarken
kızına altın bir halka vererek onun özgür olana kadar bunu burnundan
çıkarmamasını söylemesi doğunun geleneksel kadın tutumunu benimsediğine
işaret etmektedir. Bununla birlikte, değerli bir altın parçasıyla kadını köleliğe
ikna etmeyi de doğu toplumunun doğal bir olgusu olarak yeniden
üretmektedir. Şeyh karakteri çoğu zaman, Polat Alemdar’dan bile daha iyi bir
insan olarak sunulmaktadır. Kızı Leyla’nın intihar bombacısı olmasını
engellemeye çalıştığı sahnede yaptığı konuşma ile, düşmanlarının bile
ölmesini istemeyen, bütün zavallı aciz, muhtaç insanların yardımına koşan, bir
felsefeci gibi derin konuşan bu adam, Polat’da bile hayranlık uyandırmıştır.
Karakter, intihar bombası olarak ölünmesine, intikam duygusuna, düşmanların
hareket ettiği şekilde hareket etmeye kesinlikle karşı olan bir din adamı olarak
çizilmiştir. Dua ederek sabretmelerinin onları özgürlüğe götüreceğini telkin
ediyor. Bu sahneyle o ana kadar diğer kişilerin tanımlanmasıyla sunulan Şeyh
karakteri kendi kendini tanıtmaya ve sunmaya başlıyor. Film boyunca kin ve
nefretten arınmış en zor durumlarda bile metanetini koruyan diğer insanlara
destek olmayı kesmeyen Şeyh karakteri bu özellikleri filmdeki en iyi bir
kahraman haline geliyor. Şeyhin din büyüğü olarak ibadete ilişkin ilk sahnesi
dua sahnesindeki rolü ile inşa edilmektedir. Bu sahnede kendisini takip eden
müritleri ile Tanrı arasında “aracılık” etme görevi karaktere eklenmektedir.
Aynı zamanda dua ederken yaptığı konuşma onu bütün dünyada sunulan
Müslüman imajından ayırıyor ve İslamı yeniden “barışçıl ve felsefi” bir din
olarak tanımlıyor. Şeyh Abdurrrahman Halis Kekuki şahsında İslam en
barışçı, en rasyonel ve en insancıl din olarak öne çıkarılmaktadır. Olaf
Möller’in yorumuna göre (2006), Sam Marshall karakterinin antagonisti Polat
Alemdar değil Şeyh Abdurrrahmen Halis Kerkuki karakteridir.
Şeyh karakteri, bilge, herkese sabır telkin eden, eylem yapmak yerine
mümkün olduğunca sabreden ve herkesten de bunu isteyen sakin bir
karakterdir. Bununla birlikte El Kaide militanlarınca öldürülmek üzere olan
bir gazeteciyi kurtardığı sahnede karakterinde bir kırılma gerçekleşmektedir.
Şeyh gerektiğinde tek başına en korkunç fanatiklerin eylemine gidip kurbanı
ellerinden alabilecek kadar gözüpek, cesur, güçlü, bir liderdir. Bu özellikleri
ile efsane haline gelen saygı uyandıran bir kişiliği vurgulanmaktadır.
Leyla-Gelin: Leyla, Şeyh Abdrurrahman Halis Kerkuki’nin evlatlığı en
sevdiği kızıdır. Leyla ilk olarak düğün gününde izleyici karşısına çıkmaktadır.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
63
Geleneklere göre yetiştirilmiş, uysal, kimsesiz bir genç kızdır. Damat
tarafından verilen hediye hançer ile gurur duyarak arkadaşlarına caka
satmaktadır. Evlenir evlenmez kaybettiği kocası karaktere intikam için çok
önemli bir amaç vermektedir. Bu amacı gerçekleştireceği araç ise hediye
edilen hançerdir. Leyla dul kalmasının ardından manevi babası Şeyh’in yanına
giderek intihar bombacısı olmak için izin istiyor. Ancak istediği izini alamıyor
babası bunun günah olduğunu anlatınca başka bir yol aramaya başlıyor.
Böylelikle karakterin büyüklerinin sözünden çıkmayan ama kafasına koyduğu
şeyi yapmaktan da geri durmayan bir karakteri olduğu anlaşılıyor. Leyla,
filmde geleneksel değerleri sorgulamadan kabul etmiş hayattan mutlu ve
huzurlu olmak dışında çok fazla şey beklemeyen, dış dünyayı pek fazla
tanımayan ancak saf ve iyi yürekli, talihsiz bir kız olarak izleyici karşısına
çıkmaktadır. En mutlu gününde birbiri ardına yaşanan trajik olaylara rağmen
yaşamak ve mücadele edecek gücü içinde bulacak, gereken noktada yardımını
esirgemeyecek kadar da cesur bir kızdır aynı zamanda. İntikam almak için
ettiği yemini gerçekleştirmek için büyük bir azim ve hırsla elinden gelen her
şeyi yapmaktadır. Leyla aynı zamanda çevresine ve sevdiklerine karşı çok
sorumluluk sahibidir. Örneğin Ebu Ali’nin kendisini canlı bomba olarak
patlatacağını anladığında yanına gidip onu vazgeçirmek için elinden geleni
yapar ancak başarılı olamaz. Leyla da intikam için yaşamakla beraber Ebu Ali
gibi dünyadan tamamen umudunu kesmiş değildir. Bu nedenle de Polat ve
arkadaşlarını sıkışmış bir halde görünce onlara yardım eder. Tesadüf eseri
amaçlarının aynı olduğu ortaya çıkar ve bu iki karakter arasında ortaklık
başlar. Leyla bu ilişkide hep yardım eden, kendi hakkında anlatan taraf, Polat
ise ataerkil, ketum, planlar yapan, koruyan taraftır. Böylece filmdeki kadın
karakter ve erkek karakter arasında duygusal bağ değil amaç birliğinden
doğan yakınlaşma sunuluyor.
Subay Süleyman: Mektupla çağrıyı yapan, Kuzey Irak’taki çuval olayının
aktörü olan Türk subayı. İçinde bulunduğu durumdan dolayı, emir komuta
zincirine uyması gerektiğinden kahraman olamayan “vatanı için ölme”
şerefinden yoksun bırakılmış bir kişi olarak sunulmaktadır. Yine de
vatansever, onurlu, gururlu, bir asker özelliklerini taşımaktadır. Adaleti
sağlamak için Polat Alemdar’a başvuran ve incinmiş onurunu intihar ederek
düzeltmeye çalışan kişi olarak işlenmektedir.
Ebu Ali: Ebu Ali ilk olarak düğün sahnesinde ortaya çıkmaktadır. Damat
traşı olurken yanına gelen küçük çocuğunu annesinin yanına yollayan karakter
bir aile adamı olarak sunulmaktadır. Ebu Ali, ikinci kez Sam ve liderlerin
64
Esra Keloğlu-İşler
yemek yediği meydanda ortaya çıkar onun gözlerinden siyah-beyaz olarak
verilen sahnelerde çevresindekileri değil hayalinde çocuğunun ölmeden
önceki son hallerini gördüğü anlaşılmaktadır. Tek bir amacı vardı o da canlı
bomba olarak intikam almaktır; bu nedenle de kendisini vazgeçirmek isteyen
Leyla’yı umursamaz bombayı patlatır. Bu da karakterin en önem verdiği şey
olan ailesi ölünce sadece intikam için yaşadığını göstermektedir.
İsimleri belli kötü karakterler
Sam William Marshall: Irak’ta yaşanan bu karmaşanın ardında ise Sam
William Marshall adında bir Amerikalı vardır. Kötü karakterin isim seçimi
bilinçlidir ve deyimler ve yan anlamlardan yararlanılmıştır. Sam isminin
Amerika’yı simgeleyen “Sam Amca” deyiminden çıktığı, ikinci isim olan
William’ın ise tipik bir İngiliz adı olması varsayımından hareketle
anglosakson kökenine gönderme yaptığı, Marshall soyadı ise, Türklerin gayet
iyi bildiği 1948 yılındaki Marshall yardımını hatırlattığı ileri sürülebilir.
Filmin ilk olayında, Sam, karargahın kuşatılması sahnesinde yani sorun
sunumuyla birlikte izleyici karşısına çıkmaktadır. Bu sahnede ilk göründüğü
yer, arabanın içinde ıslıkla 9. senfoniyi çaldığı sahnedir. Kuşatmada önemli
rol oynayan esrarengiz bir sivil adam olarak Sam karakteri, bu sahnede kılık
kıyafet seçiminden başlayarak, tavır, jest ve mimiklerine kadar sözsüz
iletişime ait pek çok elemanla inşa edilmeye başlanmaktadır. Kuşatma
durumu gibi belirsiz ve gergin bir ortam içinde son derece soğukkanlı hatta
ıslık çalabilecek kadar alaycı olabilen karakterin, parça seçiminin
Beethoven’ın 9. senfonisi olması itibariyle de üst kültüre ait elemanları
benimsemiş olduğu anlaşılmaktadır. Karargah içine girerek Türk subaylarla
konuştuğu sahnelerde alaycılık özelliği tekrar ederken, buyurganlık,
kendinden eminlikle birlikte özellikle Türk bayrağıyla oynama hareketiyle
küstahlık ve saygısızlık da özelliklerine eklenmektedir. Sam karakteri bu ilk
sahne ile bütün izleyicilerin üzerinde uzlaştığı “kötü” olmayı belirlemektedir.
Sam karakteri film boyunca kolonyal kıyafetler içinde gezmektedir. Bazen
bembeyaz takım elbiseler bazen de beyaz ya da açık renk safari kıyafetleri
içindedir. Açıkça dile getirilmese bile bölgeyi “sahip” ya da “patron” gibi
sahiplendiğini ya da ülkesinin sömürgesi gibi gördüğünü hissettirmektedir.
İkinci kez görüldüğü sahne olan düğün sahnesinde de Amerikan askerlerinin
attığı her adımdan haberdar olduğu ve bütün her şeyin onun emriyle
gerçekleştiği özelliği karaktere eklenmektedir. Emir vermekte sonra da
verdiği emrin uygulanışını bizzat görmektedir.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
65
Mr. Fender’ın arayarak Sam’a oteldeki durumu haber verdiği sahnede
Sam, uygulaması gereken planlarında ekstra bir engelle karşılaştığında
canının sıkıldığını belli etmekte ama yine karakterinin özelliği olan
soğukkanlılığını korumaktadır. Bu olayla Sam’ın çok hızlı bir şekilde plan
yapabilme ve planlarındaki değişikliği kolayca uygulamaya koyma, bunu
yaparken ise herkesi istediği kullanma gibi yeni özellikler Sam’ın kötülüğünü
tanımlayan öğeler olarak eklenmektedir.
Karakterin film boyunca bütün jest ve hareketlerinde içinde bulunduğu
coğrafyada yaşayan bütün etnik grupları ilkel, geri kalmış, cahil ve potansiyel
suçlu olarak görmesi tavır, jest ve mimiklerine yansımaktadır. Örneğin Polat
ile ilk karşılaşması aynı zamanda bir egemenlik sunumu gibidir. Polat’ın adını
söylemeden sadece milliyetiyle seslenmesi, Polat’ın bomba planını
küçümseyerek kendi planlarına engel oluşturmayacağını belirtmesi bunları
yaparken de tavırları karakterin “kötü” ve “nefret edilesi” özelliklerinin altını
iyice çizmektedir. Özellikle de Polat’a Türkler ve Türkiye hakkında yaptığı
konuşma, filmi izleyen Amerikan aleyhtarı izleyiciler arasında kuvvetli bir
duygudaşlık oluşturmada, Sam karakteriyle Amerika’ya olan nefreti inşa
etmede iyice belirgin hale gelmektedir. Bu sahnede güç, alaycılık, dünyanın
efendisi olmanın mağrurluğu gibi özellikler son derece açıktır. Yaptığı
konuşmanın ardından plana karşı yaptığı planın parçası olan çocuk kozunu
kullanmasıyla karaktere sivillerin ve çocuklarının ölmesini umursamayan kötü
öğesi de ekleniyor. Aynı zamanda pragmatizm ve herkesi kullanma öğeleri
iyice pekiştirilmiş oluyor. Sam karakteri aynı zamanda dini açıdan
muhafazakâr ve ayrımcıdır. Bu sahnede de çocukları kullandığı için kendisini
suçlayan Polat’a yaptığı konuşmada, ortaçağdaki hükümdarların erklerini
tanrıya dayandırmalarına benzer şekilde gücünü ve varlığını ilahi varlığa
dayandırarak kendini meşrulaştırıyor. Sam Marshall’ın haçlı ruhuyla dua
ederken ve Irak’ta ne yaptığını Polat’a açıklarken kendini “Tanrı’nın oğlu”
olarak sunmasıyla Hıristiyanlık karikatürize edilmektedir.
Sam aynı zamanda egemen batıyı simgelemektedir. Üst kültür öğelerini
benimsemiştir. Örneğin kendinden daha aşağıda olanların sınıflarını
belirlemek ve buna göre muamele etmek, hobi olarak piyano çalmak, klasik
müzikten hoşlanmak gibi yüksek kültürel özelliklere sahiptir. Bombanın
etkisiz hale getirilmesi için beklerken hemen piyanoda Beethoven çalmaya
başlaması da bunun göstergesidir. Film boyunca sık sık tekrarlanan
sunumlardan biri de kötü Amerikalının kendini halk, çocuklar ve kullandığı
etnik gruplar karşısında iyiliksever tavırlarla etkileme çabalarıdır. Sam ’ın
66
Esra Keloğlu-İşler
kurban olduklarının bilincinde olmayan çocukların karşısında gülümseyerek
piyano çalması da onun “Sam Amca” imajına katkı yapmaktadır.
Yahudi doktor ile Sam’ın konuştuğu sahnede ’a ABD adına konuşarak
kötünün çok çok kötü olduğu, orada bulunma amacının sadece bölgeyi
birbirine katarak kendine ve müttefiklerine çıkar sağlama işini “güvenlik”
gerekçesi altına saklamaktadır. Her türlü etnik grubu kendi amaçları için
istediği gibi kullanır. Kapitalisttir; insanlık dışı savaş ortamında bile para
kazanmanın müttefiklerine para kazandırmanın yolunu bulmaktadır.
Yemek sahnesinde sürekli olarak yüzünde bir tiksinme ifadesiyle
ortalıktaki olmayan sinekleri eliyle kovalamaktadır. Bu tiksinme ifadesinin
nedeni aslında liderlere karşı olan duygularıdır. Bu kendi kendini yönetmeyi
bilmeyen liderleriyle eşitiymiş gibi aynı masada yemek yemek onu
tiksindirmektedir. Liderlerin isteklerini aynı şekilde umursamaz tavırlarla
dinler “hallederiz” gibi muğlak ifadelerle başından savar.
Yemek yediği yerde canlı bomba eylemiyle karşılaşan Sam film boyunca
olduğu gibi bu patlamadan ufak sıyrıklarla çıkmıştır. Yahudi doktor tedavisini
yaparken, bombacının cenneti hayal ederek bu eyleme giriştiğini söyler.
Hıristiyan olmayan birinin cenneti hayal etmesinin imkansız olduğunu
söylediğinde ise doktor kızar. Böylece bu sahne ile karakterin aşırı Hıristiyan
din taraftarlığına ve haçlı zihniyetine vurgu yapılmaktadır.
Türkmen lideri çağırdıktan sonra onu Polat konusunda sorguya çeker
fakat yanıtı beğenmeyip öldürür. Bu da karakterin acımasızlığı ve ödülleri de
cezaları da dağıtmadaki cömertliğini göstermektedir. Aynı zamanda
kötülüğünün derecesini arttırma işlevi görmektedir.
Bu sahnenin hemen ardından gelen sahne Sam ’ın kilisede dua ettiği
sahnedir. Bu sahne ile karaktere sadece ABD adına çalışmadığı aynı zamanda
bir Haçlı ruhuyla Hıristiyanlık için çalışması eklenmektedir. Dünyevi ve
uhrevi amaçları birleşmektedir. Karakterin “adını bir din büyüğü olarak tarihe
yazdırmak” hayali onu insan olmaya yaklaştırsa bile filmde o kadar Haçlı
askeri zihniyetinde sunuluyor ki kötü yeni bir öğeyle yeniden tanımlanmış
oluyor. Bu hayali onunkendini yarı yarıya gerçekleştirmiş olduğu sanısıyla,
kendisini “Tanrı-çocuğu” olarak, yani İsa’ya eşdeğer görmesiyle karakteri bir
tür normal deli konumuna yerleştirmektedir. Bu konumunu pekiştirmek üzere
ekrana yardım eden, insan ve çocuk sevindiren mini-tanrı imajına sahip Sam
görüntüleri geliyor.
Sam, Şeyhin gazeteciyi kurtararak saygı uyandırmasına ve kendisinin
karşısında sürekli olarak güçlenmesine kızmıştır. Bu nedenle de onun da
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
67
terörist ilan edilmesine karar verir. Bu arada, hediyesi olan piyanosu da
gelmiştir. Tam çalmak için yanına yaklaştığında dışarıdan gürültü gelir.
Böylece kendisini kötü yapan özelliklerini bu defa orada çalışmakta olan
işçilere bağırarak yeniden üretir. Bu arada karakterine eklenen özellik
dengesizliktir. Çünkü kızıp bağırdıktan hemen sonra gülümseyerek teşekkür
eder. Sonra da dönüp “çalışıyorum” diyerek tekrar bağırır.
Mr Fender (Otel Müdürü): Mr. Fender Polat ve adamlarının otele gelerek
bomba yerleştirdiği sahnede aslında doğrudan bir kötü bir karakter olarak
sunulmasa da, Sam ’ın adamı olması, Polat Alemdar’a elinde bomba olduğunu
öğrenmeden önce pek de kibar davranmaması, menfaatlerine göre
davranması, Amerikan kapitalizminin “insan temsili” olarak sunulmasıyla,
ikincil kötü olarak işleniyor.
İsimsiz iyiler
Damat: Düğün sahnesinde Damat, yörenin ileri gelenlerinden bir ailenin
oğlu, geleneksel değerlere ve adetlere bağlı, namusa önem veren genç bir
adam olarak sunulmaktadır. Damat, düğünü basıldığında yaşanan trajediler
karşısında bir şeyler yapmak istemesine rağmen tutuklu olduğu için elinden
fazla bir şey gelmeyen yine de kahramanca bir hamle yaparak Leyla’ya
yardım etmek isterken öldürülen bir kurban rolündedir.
Kötü Amerikan Askerine karşı çıkan Amerikan askeri: Bu asker karakter
özellikleri düğünden toplanan tutuklular kamyona bindirildikten sonra iki
askerin kendi aralarındaki konuşmalarında çizilmektedir. Kamyondaki
tutukluların havasız kalacaklarından endişe etmesi son derece insani bir
özelliktir. Yanındaki kötü Amerikan askeri inip kamyonu silahıyla taradığında
ona kızmasıyla etik değerlere sahip olduğu gösterilmektedir. Kendisiyle aynı
değerleri paylaşmayan askeri üstlerine rapor etmekle tehdit etmesi orduya
içkin emir komuta zincirini uygulamaya çalışan bir asker olduğunun
göstergesidir. Bu asker diğeri tarafından vurularak öldürülmektedir. Bölgede
bu değerlere sahip askerlerin çoğunlukta olmadığını ve kolaylıkla gözden
çıkarılabildiğini gösterir. Filmde sunulan kötü Amerikalı stereotipinin inşası
iyi ve kötü olanı tanımlamaktan geçmektedir.
Türkmen Lideri: Türkmen lideri, Polat ve adamlarına Kuzey Irak’ta en
fazla yardım edenlerden biridir. Türkmen lider Polat’a gerekli bilgileri
sağlamaktadır. Bu karakter, tıpkı diğer etnik topluluk liderleri gibi asimile,
gerçek lider özellikleri taşımayan, istediklerini gerçekleştiremediği için ezik
bu nedenle de yer altı faaliyetlerine yardım eden bir kişi olarak sunulmaktadır.
68
Esra Keloğlu-İşler
Türkmen lideri yemekli toplantıda olduğu gibi sorunlarını Sam’a
aktararak diplomatik yönde çözümler de aramaktadır ancak sorunları Sam
tarafından öylesine dinlenerek umursanmamaktadır. Yine de elaltından
yardım ettiği Polat’ın Sam’a düzenlediği sabotajlarda başarılı olması
ihtimaline karşın iki tarafı da memnun etme çabası içinde Sam’ı korumaya
çalışmaktadır. Bu nedenle bu sahne ile Türkmen lidere oradaki Kürt liderden
farklı olmayacak şekilde güçlüden korkma ve onu savunma bu nedenle de
Polat Alemdara iki yüzlü davranma özelliği eklenmektedir.
Türkmen lideri ikili davranmaya kendisini çağıran Sam’ın yanına
gittiğinde de devam eder ancak Polat’a ettiği yardımlar bu karakterin sonunu
getirir.
İsimsiz kötüler
Yahudi Doktor: Tutukluların Abu Ghraib hapishanesi içindeki hastaneye
getirilmesiyle ilk kez izleyici karşına çıkan karakterindeki kötülük insan uzvu
çalması ve satması ile tanımlanmaktadır. Tutuklanan insanlardan böbrek,
kornea gibi organları çalarak yurt dışındaki zengin kişilere sattığı için,
mahkumlara kötü davranılmamasını istiyor. Yaralandıkları ya da öldükleri
takdirde organları işe yaramaz duruma geliyor. Buradan da özelliklerine
pragmatistlik ve menfaatçilik ekleniyor. Aynı konuşmanın tekrarlandığı Sam
ile konuşma sahnesi de yine herkesin kendi durumlarını normal rutinde devam
ettirme faaliyetlerine aynı zamanda “Yahudi doktor” karakterinin
pragmatizmine yapılan bir vurgu olarak film içinde konumlanmaktadır.
Canlı bomba eylemi sonrası Sam’ı tedavi etmeye gittiğinde yapılan
konuşmadan doktorun Yahudi olduğu ortaya çıkmaktadır. O da kendi dini
konusunda taraftır ve cennetin kendilerine ait olduğunu öne sürer. Organ
kaçakçılığı yaparken ameliyat ettiği tutukluları insan olarak görmeyen, sadece
organlarına ihtiyacı olduğu için canlı ve sağlıklı olmalarını isteyen buna
rağmen “seçilmiş halka” mensup olduğu için cennetin kendisine hak olduğunu
düşünen doktor da Yahudiliğin karikatürize edilmiş temsilidir.
Kötü Amerikalı asker: Bu askerin ilk olarak görüldüğü yer,
düğündekilerin ateş etmelerini sabırsızlıkla beklediği sahnedir. Bu sahnede
karakter hain bir tuzağı uygulamaya geçiren kişi olarak örülmeye
başlanmaktadır. Küstahtır, yöre halkına değer vermez, çocuk katilidir.
Amerikalı asker, düğünü basarak oradaki tutukluları Abu Ghraib’e
organlarını çalmak için götüren asker. Bu asker disiplinsiz, insani değerlerden
uzak, emir komuta zinciri tanımayan, serseri ruhlu ve suçlu profilinde biridir.
Öykü örgüsü ve karakter işlenişi
69
Kürt Lider: Kürt lider, bütün yerel liderlerle yemek yenilen sahnede,
Sam’a yağ çekerek varolmaktadır. Bu da onun kişiliğini güçlü olana
yaltaklanan ve onun emrinde her türlü zorbalık için kullanılmaya hazır bir
kişilik olarak sunulmaktadır. Sam kurduğu düzenin kolluk kuvveti olarak
çalışmaktadır. Yaptığı işten son derece memnundur. Örneğin yemek
sahnesinde masadaki Arap lider ve Türkmen lider halkları için isteklerde
bulunurken, o güvenliği sağlamak için daha fazla para ve eğitimli insan ister.
Kürt lider Sam’la konuşmak üzere evine gittiğinde kendisinden şeyhe
karşı işbirliği istendiğinde bunu kabul etmek istemiyor. Çünkü bu kadar iyi ve
saygı duyduğu birine kötülük yapmak istemiyor. Ancak Sam ısrar edince
Şeyh tarafından çarpılmaktan korktuğunu ileri sürüyor. Bu da aslında
karakterin cahil ve boş inançlara sahip bu nedenle de kolaylıkla maniple
edilebilir biri olduğunu gösteriyor.
İşkenceci Kadın Asker: Hapishanedeki işkence sahnesi, medyada uzun
süre konuşulan kadın askerlerin işkencelerinden esinlenerek çekilmiştir. Bu
sahnedeki kadın asker karakteri, ibadete saygı duymayan, beyaz, Hıristiyan,
acımasız, taciz eden, batılı kadın olarak inşa edilmiştir.
Kürt lider, peşmerge gümrükteki peşmerge komiserler, doktora tutuklu
götüren binbaşı, Abu Ghraib hapishanesindeki işkence yapan asker ve
gardiyanlar.
İsimsiz kurbanlar
Düğünde katledilen insanlar, tutuklanarak organları çalınmak üzere
doktora götürülen kamyondaki insanlar, Abu Ghraib hapishanesindeki esirler,
dergah köyde yaşayan ve saldırıya uğrayan insanlar, okul minibüsündeki
minik öğrenciler, canlı bomba eyleminde yaralanan meydandaki sivil halk bu
filmde gerçekten olmuş olaylardan yola çıkılarak hazırlanan olay örgüsündeki
kurbanları ifade etmektedir.
SONUÇ
Kurtlar vadisi Irak filmi 125 dakikada 21 olay işleyerek Polat Alemdar’ın
Kuzey Irak’taki olayla ilişkili olarak Türklerin gururunu kurtarma olayıyla
başlayan, bu olayın işlenişi sırasında yeni temalar eklenerek geliştirilen ve
sonunda ilk amaç ve bu amaca eklenen yeni amaçların da gerçekleşmesiyle
bitirilen klasik bir örgüye sahiptir. Filmin önemi örgünün kurgusal doğasından
çok, ele alınan temalar ve temalarda işlenen bilişlerde yatmaktadır.
70
Esra Keloğlu-İşler
Gorvett’in de belirttiği gibi, Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler, kendilerini
üreten ülkenin halkına dünyanın en büyük süpergücünü dahi altedebileceğine
ilişkin bir hayal sunmaktadırlar (2006). Sunulan bu hayal, hitap ettiği halkın
engellenmişliklerini, ezikliklerini, kırılan onurlarını tedavi etmek ve
gururlarını okşamak üzere, söz konusu halkın kendi acı, sevgi ve
hasretlerinden yola çıkılarak üretilmektedir. Filme ilginin Türkiye için rekor
sayılara ulaşması, bununla da kalmayıp gösterildiği Avrupa ülkelerinde
gördüğü ilginin altında sadece agresif iletişim kampanyası değil, filmdeki
gerçek olaylarla beslenen olay ve karakter örgüsünün de payı vardır.
Film yapımcıları toplumun bir parçasıdır; toplumun belli duyarlılıklarını
taşırken, Allen ve Gomery’nin belirttiği gibi (1985) sosyal baskı ve normlara
herkes kadar maruz kalırlar. Kurtlar Vadisi Irak filmi, olay örgüsü ve
karakterlerin inşası Hollywood tarzı ile örtüşmesine rağmen, yapımcının da
içinde yaşadığı örgütlü tarihsel ortam ve bu ortamın uluslararası ilişkilerdeki
yeri nedeniyle, filmde sürekli vurgulanan milliyetçiliğe, Amerikan ve Yahudi
karşıtlığına, Gorvett’in belirttiği gibi (2006), din olarak Müslümanlık, etnik
olarak Türklükle kurulan bir duygudaşlık hiyerarşisi örgüsüne ve popüler
olanı sömürerek yeniden üretmeye şaşırmamak gerekir.
KAYNAKÇA
Allen, Robert C. and Douglas Gomery (1985). Film history: theory and practice. New
York: McGraw-Hill.
Crowther, Bosley (2000). Movies to Kill People By. İçinde: Stephan Price (ed.)
Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press.
Erdoğan, İ. ve Solmaz, P. B. (2005). Sinema ve müzik: materyal satış ve bilinç
yönetimi için bilişsel ve duygusalın oluşturulması. Ankara: Erk.
Felson, Richard B. (2000). Mass Media Effects on Violent Behavior. Stephan Price
(ed.) Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press.
Garland, Brock (1997). War movies. New York: fact on File Publications.
Gorvett, Jon (2006) Cinema, Courtroom Reflect Wishes, Reality of Contemporary
Turkey. Washington Report on Middle East Affairs, 25 (3).
Mayo, Mike (1999). Vide Hound’s War Movies: Classic Conflict on Film. San
Fransisco:Visible Ink.
Möller, Olaf (2006). When Cultures Collide. Film Comment, May-June, s. 19.
Morgenstein, Joseph (1967). The Thin Red Line, Newsweek; August 28. İçinde:
Stephan Price (ed.) Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 71-136
Makale
Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe
Kabil’in yeni-emperyalist
Habil’den öç alışı
İrfan Erdoğan
Yirminci yüzyıl Einstein’den daha
çok Dachau ve Hiroşimadır.
Fritz Lang (Madsen, 1967)
Özet: 21. yüzyıl silahların, asgari ücret politikalarının ve bilinç endüstrilerinin
egemenliğinde maddi ve düşünsel yoksun ve yoksul bırakmanın demokratikleşme ve
küreselleşme olarak nitelendiği en gelişmiş hipokrasi çağıdır. Bu çağın egemen
temsilsel faaliyetlerinden biri olan sinema endüstrilerinin ürünleri yoksul ve yoksun
bırakmanın bütünleşik bir parçasıdır. Bu ürünler arasında Kurtlar Vadisi Irak filmi
işlediği konular ve bilişler ve Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında
önemli bir üründür. Bu makale bu ürünün sunduğunun doğasını belirlemek ve
irdelemek için tasarlandı. Bu amaçla gerekli veriler filmin içeriğinden ve var olan
bilgi birikiminden toplanarak değerlendirildi. Filmde dini inançla, insan olmayla,
uluslararası ilişkilerdeki sorunlar ve çözümlerle, savaştaki insanlık durumuyla ilgili
olarak ultra-sağ ideolojiye uygun bilişlerin işlendiği ve duyguların sömürüldüğü
bulundu. Düşmanlıklar yaratan böl ve yönet politikaları için oldukça işlevsel bir yapıt
olduğu sonucuna varıldı. Anahtar kelimeler: Kurtlar Vadisi Irak, savaş filmleri.
Summary: Twenty-first century is the hypocrisy age wherein mental deprivation and
material impoverishment under the hegemony of armed oppressive apparatuses,
minimum wage policies and consciousness industries are described as globalisation
and democratization. Products of cinema industries that are dominant representational
activities of this age are integral part of creation of this deprivation and
impoverishment. Valley of Wolves Iraq film, within the context of subjects and
awareness it cultivated and discussions it created in Turkey and in the world, is an
important one of these products. This article was designed in order to explore and
evaluate the nature of which this film presented. The necessary data and information
for study were gathered from the film and related literature. It was found that the
movie cultivates awareness and exploits feelings about religious beliefs, being human,
problems and solutions in international relations and human condition in the war that
are in line with ultra-right ideology. It was concluded that the movie is a quite
instrumental product for the policies of divide and conquer, and instigating hostility.
Keywords: Valley of Wolves, War Movies
72
İrfan Erdoğan
GİRİŞ
Sanal alemde intikamımızı aldık gerçekte de alıcaz.
Savununlan Amerikalılar Türkler geliyor.
(Ali, 11, 2, 2006: 5:27a.m.)1
Sorun
Kurtlar Vadisi Irak filmi 3 Şubat 2006 tarihinde vizyona girmeden önce
bir çığ gibi birden toplumsal gündeme oturdu (oturtuldu) ve kısa zamanda
ekonomik başarı kazandı. Irak filminin bu başarısı, dizinin popülerliğine ve
Irak savaşıyla ilgili olarak ele aldığı ana konunun Anadolu insanının taşıdığı
duyarlılıkları ustaca sömürmesine dayanmaktadır. Film beş kıtanın birçok
ülkesinde gösterildi ve tartışıldı. Batıda yasaklandı, engellendi veya gösterimi
sınırlandı. Film bilinmeyen nedenlerle, medyada tartışmalarla birlikte bir
müddet kaldıktan sonra gündemden düştü (büyük olasılıkla düşürüldü). Fakat
filmin siyasal, uluslararası (ABD ve Türkiye) ilişkiler ve iç politika
bağlamlarında önemli olması nedeniyle akademik ilgiyi ortadan kaldırmadı.
Dolayısıyla, filmin önemi üzerinde durmak ve incelemek gereksinimi devam
etmektedir.
Bu inceleme Kurtlar Vadisi Irak filmini, kurguladığı konuyu işleme
biçimi, bu işlemenin materyal ve düşünsel doğası bağlamında ele alıp
irdelemek için tasarlandı. Böylece, filmin içeriğinin ve içerikle işlediklerinin
doğası hakkında bilgi ve tartışma sunarak filmle ilgili tartışılanların ve
belirsizliklerin üzerinde duruldu ve açıklamalar getirildi. Bu yapılırken filmle
kurgulanmış temsilde sorunların nasıl sunulduğu ve çözüldüğü araştırıldı;
bunların toplumsal anlamları ve sonuçları çıkartılarak tartışıldı. Bunu
yaparken, aynı zamanda, konuyla ilgili olarak çıkarımlar ve sonuçlar üzerinde,
özellikle akademik araştırma yapanların düşünmesi ve yeni araştırmalar için,
ipuçları ve hareket noktaları sunuldu.
Savaş ve mafya/gangster filmleri, akademik inceleme konusu olarak
yeterince ele alınmazlar. Bu tutum aslında yanlıştır, çünkü bu filmler geniş
kitlelerin izlediği ve etkilendiği filmlerdir. Örneğin, savaş filmlerinin içeriğini
basit vatanseverlik ve milliyetçilik mesajıyla dolu olduğunu ve sağ politikaları
desteklediğini belirterek ve savaşı yücelttiğini söyleyerek bir kenara itmek
yerine, yüklenen anlamlar, amaç ve sonuçları bazında incelemek gerekir.
Ayrıca bu filmlerde çalışma koşulları, ücret politikaları ve artan pahalılıkla
1
Kaynak: http://www. kaijushakedown.com/2006/02/valley_of_the_w.html
Kabil’in öç alışı
73
bunalan insanlara, savaşmaya, öldürmeye ve ölmeye değer bir “asil/yüce
amaç ve dava” verilmesinin anlamları ve toplumdaki sonuçları üzerinde
durulmalıdır. Aynı zamanda, vatan, millet, onur, haysiyet, inanç, değerler gibi
düşünsel kavramların materyal ilişkiler dünyasına nasıl bağlandığının, bu
bağın nasıl işlenip anlamlandırıldığının, bununla aranan sonuçlarlın neler
olduğunun açıklanması gerekir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası
Hollywood savaş filmlerinde, sürekli işlenen tema “kahramanlık, fedakarlık,
özgürlük ve demokrasi” olmuştur; fakat günlük yaşam pratiklerinde bu
kavramların ne anlama geldiği açıklanmamıştır. Kurtlar Vadisi Irak filminde
kullanılan onur, haysiyet, kahramanlık vb kavramlar da zaten Anadolu
insanına derinden işlenmiş kavramlardır. Bu kavramların film yapımcılarının
amaçlarına uygun bir şekilde işlenerek toplumlun yaşam pratiklerine
yansıtılmasının doğasını incelerken sorulması gereken sorulardan birkaçı da
şunlardır: Günlük yaşam pratiklerinde kimler ilişkilerini bu şekilde düzenliyor
ve yürütüyor? Kimler bunu sadece bir biliş ve davranış yönetimi aracı olarak
kullanıyor? Bunların insanlar ve toplum için işlevsel sonuçları neler oluyor?
Kuramsal açıklama
Bu makalenin temel yaklaşımına göre, insan kendi tarihini kendisi yazar
ve bunu kendini içinde bulduğu koşullarda yapar. Gerçi kapitalizm, popüler
sanat endüstrisi yoluyla beyinlerimizi özgürlükçü bilincin gelişmesini
engelleyecek şekilde şaşırtır, şeyleri mistikleştirir ve maniple eder (Noel,
1988), fakat bu bağlamdaki başarısını devletin ve sermayenin meşrulaştırılmış
ve gayri meşru baskı ve terör aygıtları ve ücret politikalarıyla getirilen
çıkmaza sokma ve çaresiz bırakma koşulları olmaksızın asla elde edemez:
Bilgi ve enformasyon çağı diye dünyanın bilgi ve düşünce ile yönetildiği
fikrini yayanların ve “ekonomik indirgemecilik yapmayın” diye cahilce
bilgiçlik taslayanların düşünsel fakirliğini görmek için, şu soruya cevap
vermek yeterlidir: Eğer belli güçler materyal güce sahip olmasalardı ve
egemenliği üretim ilişkilerinde (örneğin ücret politikaları ve serbest köleliğin
yeniden üretiminde) sağlayamasalardı, bu bilinç yönetimini yapabilirler
miydi? Asla. Demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yapan ABD’de polis
ve ordu bir hafta “iptal edilse” ne olur? ABD’nin Amerikan kitleleri üzerinde
kurduğu ideolojik egemenliği nedeniyle, her şey eskisi gibi gider mi yoksa
sömürüye dayanan bir sistemin yarattığı “egemen ideolojiyi taşıyan insanlar”
tarafından çökertilir mi? Buna yanıt için, New York’ta elektrik sistemi çöküp
elektrikler kesildiğinde ne olduğuna bakmak bile yeterlidir. Dolayısıyla, tarih
74
İrfan Erdoğan
boyu kitlelerin yönetimi din ve ideolojiyle değil, materyal soygun yapılarının
ürettiği işyerinden orduya kadar çeşitlenen baskı ve sindirme aygıtlarıyla
oluşan üretim ilişkilerinden geçerek yapılmaktadır. Bilinç yönetimi (ideoloji)
bunun sadece güçlü ve bütünleşik bir parçasıdır: Kalemin kılıçtan daha güçlü
olduğunu yazanlar bile, tarih boyu hep kılıçların gücüyle desteklenen
egemenliklerin bir parçası olmuştur: Daima, kılıçla yönetirken, ondan
bağımsız ve onun üstünde olan akıl ve düşünceyle (veya ideolojiyle)
yönetildiği ön plana çıkartılır.
Devlet kurumları içinde ve dışında gizli olarak kurulan ve toplum içinde
sindirme, şiddet ve vahşet işini yürüten birimler tarih boyu var olmuştur.
Kapitalizme karşı kitlelerin demokrasi ve insan hakları talepleriyle birlikte, bu
tür birimlere ve örgütlenmelere gereksinim daha çok artmıştır. Bu ve benzeri
gereksinimlerle birlikte, 19. yüzyılın ortalarından beri artan bir şekilde
devletlerin ordu ve polis kurumlarında yeni birimler oluşturulmuştur. Devlet
kurumları dışında, Nat Pinkerton gibi işçi grevlerini bastırmak, işçi liderlerini
öldürmek, işçileri toplayıp dövmek, evlerini basıp terör saçmak ve elbette
bundan para kazanmak için kurulan özel dedektif ve güvenlik acentaları da
bunlara katılmıştır. Aynı zamanda, siyasal alanda, vatan, millet, aile, inanç
değerlerini koruduklarını iddia eden ve belli partilere bağlı aynı işleri gören
örgütlenmeler kurulmuştur. 1950’lerin artan bağımsızlık savaşları ve
mücadeleleri karşısında, bu yapılanmalar diğer ülkelere yayılmış ve bu
ülkelerde psikolojik savaş ve katliam birimleri oluşturulmuştur. 1960 ve
1970’lerde bunlara, artan grevler ve gösteriler (özellikle öğrenci gösterileri)
ile mücadele için devlet kurumları (polis ve ordu) içinde ve dışında yeni
birimler eklenmiş ve eski birimler genişletilmiştir. Bunlara, karşı-gerilla
birimleri ve bu işi parayla yürüten örgütler katılmıştır (veya var olan örgütler
bu işi parayla yapmaya başlamıştır). Ayrıca, eskiden beri dünyanın her
yerinde haksızlıklara karşı mücadelelere gönüllü olarak katılan insanlar örnek
alınarak, 1970 ve 1980’lerde, Orta ve Güney Amerika’da ve diğer ülkelerdeki
bağımsızlık mücadelesini bastırmada kullanmak için “paralı özel asker”
yetiştirme popülerleştirilmiştir. Okul ve medya eğitimiyle cahilleştirilen
kitleleri kontrol için kullanılan “komünist öcünün” 1990’larda ortadan
kalmasından sonra, devletler gizli olarak terörizmi teşvik ederken ve hatta
resmi kurumların gizli birimleri tarafından terör hareketleri düzenlenirken,
terörizmle savaş popülerleştirilmiş ve terörle mücadele birimleri
yaygınlaştırılmıştır. Aynı zamanda, ABD diğer ülkelerin polislerinin ve özel
birimlerinin eğitimini hem Amerika’ya getirterek hem de yerinde
Kabil’in öç alışı
75
uygulamalarla yoğunlaştırmıştır. Türkiye’de de günümüzde oldukça yaygın
kullanılan, oradan buradan toplanmış insanları karın tokluğuna çalıştıran
“güvenlik şirketleri” de gerektiğinde grev ve gösteri basma güçleri olarak
kullanılan örgütlenmelerdir. Özlüce, baskı, sindirme, cinayet, katliam,
bombalama, suikast, kundaklama, terör yaratma gibi birçok işlerde tarih boyu
artan bir şekilde devlet içi ve devlet dışı örgütlenmeler giderek nicel olarak
artmış ve nitel olarak karmaşıklaşmıştır. Yani, Kurtlar Vadisi’nin kurtları ve
vadisi ne tektir ne de yeni. Ona özenen bilişleri yoksul bırakılmışlar ve akıllı
pragmatik çıkarcılar yetişmesi ve yetiştirilmesinin tarihi de çook eskidir.
Kapitalizmin, aynı anda, hem materyal zenginliği yaratma ve
desteklemede, hem de düşünsel yoksunluğu ve yoksulluğu yaratma ve
sürdürmede kullandığı popüler sanatlardan en gözde olanların başında film ve
televizyon endüstrileri gelir. Bu endüstriler bilinçli bir şekilde haber, eğlence,
reklam, program ve film gibi adlar altında, örgütlü insan ilişkileri ve insan
gerçeğinin belli yanlarını kurgulayıp sunarlar. Böylece yaşanmış, yaşanan ve
yaşanacaklar hakkında paketlenmiş gerçekler inşa eder ve insanlara bunları
işlerler. Bu endüstrilerin sundukları içeriklerden önde gelen ikisi savaş ve
mafya/gangster temalarıdır. Bu iki türün karışımı bir karakter taşıyan Kurtlar
Vadisi dizisi ve filmi, yönetici sınıfların örgütlü gangsterlerle nasıl ilişki
kurduklarının, her iki tarafın da ortak çıkarlarını nasıl gerçekleştirdiklerinin,
bunu yaparken dayandıkları beyin ve davranış yönetme kalıplarının neler
olduklarının temsili anlatısıdır. Bu temsil, aynı zamanda örgütlü suç/cinayet
yapılarının egemenliğinin tekelci kapitalist sistemin karakterinin doğrudan
yansımalarından biri olduğunun ifadesidir. Günümüzde örgütlü gangsterlerin
terörle ve suçla, gerektiğinde cinayetle baskı/ezme aracı olarak kullanılması
birçok ülkede, örneğin liselere ve üniversitelere bile yaygın bir şekilde
girmiştir. Doğru, haklı, dürüst ve iyi olan her şey üzerinde uygulanan bu
baskı, terör ve sindirme faaliyetleri siyasetçilerden liselerdeki müdürler ve
üniversitelerdeki dekanlara; okul hademesinden kantincisi ve öğrenci taşıma
vasıtalarına kadar toplumun hemen her yaşam alanı ve kademesine sirayet
etmiş durumdadır ve bu azalma yerine gittikçe de yayılmaktadır. Bu yaşam
alanları ve kademelerde gangsterleşen kliklerin, gangsterlerle ve mafyalaşmış
yapılarla işbirliğinde olanların kendi bireysel materyal çıkarlarını (çoğu kez
hırsızlıklarını) gerçekleştirirken vatan, millet, din, aile, onur, ahlak ve “biz ve
onlar” gibi düşünsel baskı araçlarını yoğun bir şekilde kullandıklarını görürüz:
Materyal soygun baskıcı düşünsel soygunla desteklenmektedir.
76
İrfan Erdoğan
Mafya gibi suç/cinayet yapılarında caniler/suç işleyenler kapitalistlerin
gücünü destekler, çünkü yasadışı veya resmi olmayan pazarlar küresel tekelci
kapitalizmin büyümesi için zorunlu yapılardır (DeFino, 2004). Pearce’in de
belirttiği gibi (1976: 159) ABD’de ve diğer ülkelerde örgütlü suçun doğasını
anlamak için, tekelci kapitalizmin dünya egemenliği bağlamında gelişmesini
incelemek gerekir. Pearce’in bu fikrini Drug Economics: A Fordist Model of
Criminal Capital? incelemesinde işleyen İtalyalı kuramcı Vincenzo Ruggiero,
geleneksel Fordist düşünceyi İtalya’daki yasadışı uyuşturucu madde pazarına
uygulamıştır. Bu uygulamadaki temel fikir Kurtlar Vadisi’ndeki Polat ve
çevresine oldukça uymaktadır: Uyuşturucu maddeyle ilgili faaliyetlerde,
Fordist üretimde olduğu gibi, bir görevi yerine getirmek için gerekli beceri
gerilemektedir. Beceriler “yönetici seviyesinde” (örneğin Polat) ve elde edilen
faydalar da seçkin üst seviyedeki birkaç kişide toplanmaktadır. Fordist
fabrikadaki gibi yasadışı ekonomide çalışanların büyük çoğunluğu yüksek
derecede üretici sistemlerin tuzağına düşmüştür, fakat doğrudan fayda elde
edememektedir, kırıntılarla geçinmektedir. Daha kötüsü, yasadışı faaliyetler
için hüküm giyenler en az bilgisi olan ve yasadışı sektörden en az çıkar
sağlayanlardır. Ama hapse girdiklerinde bile, örneğin en son Danıştay’daki
saldırı olayında olduğu gibi, kendilerini onurlu, doğru, haklı, inançlı ve
değerli hissederler. Bu hissetme, insanları yönetme işinde yöneten güçlerin
başarısını ve hissedenlerin de kazandıklarını sanırken kaybedişini anlatır. Bir
Afrikalının şu şikayetindeki gerçeği yakalamak aslında çok da zor değildir;
biraz beyin ve öncelikle de vicdan ister: Avrupa emperyalistleri Afrika’ya din,
aile değerleri ve altın/zenginlik vaadiyle geldiler; bize dini ve aile değerlerini
verdiler; altını/zenginliği kendileri aldılar. Afrika şimdi Batı değerleriyle çok
zengin ve materyal yaşamlarını gerçekleştiremeyecek kadar yoksul durumda.
Büyük ticaret/iş ile organize suç arasındaki ilişkide, Ruggiero’nun
belirttiği gibi, temiz iş ile kirli/suçlu iş/ticaret arasındaki fark giderek ortadan
kalkmaktadır: Yasadışı ekonomilerle yasal ekonomiler karşılıklı olarak
birbirine bağlılar ve biri olmadan diğeri yaşamaz. Büyük cinayet/suç örgütleri
yasal firmalara ve kısa dönemde daha avantajlı yasadışı faaliyetlere yatırım
yaptıklarında olağanüstü birikim alanında ustadırlar (Ruggiero 1985: 101).
Yasadışı örgütler dönemsel kazanç ve kayıp döneminden geçen firmalar için
doğal ortaktır. Bu yasal örgütler yasadışı faaliyetlerde yatırım potansiyeli
görürler ve bunu kendi avantajları için kullanırlar. Boswell (1999), bu
durumun çabalayan Rus ekonomisinde çok daha ciddi boyutlara geldiğini ve
Mafyanın ülkenin ekonomisinde önemli bir yer kazandığını belirtmektedir.
Kabil’in öç alışı
77
Türkiye’deki ‘kayıt dışı ekonominin” ve “para aklama” işinde yasal ve yasa
dışı örgütler arası ilişkilerin boyutunun ne ölçüde olduğu bilinmemektedir;
fakat ciddi boyutlarda olduğu varsayımı büyük olasılıkla geçerlidir. Rusya’da
“devlet içinde devlet” olan KGB 1990’da gelen değişimden sonra da gücünü
korumaya ve geliştirmeye devam etmiştir (Allbats, 1994). KGB’nin
Rusya’daki suç aygıtlarıyla ilişkileri bilinmektedir. Toplumdaki en küçük
siyasal huzursuzluktan haberi olan KGB gibi bir baskı ve güç aygıtının
toplumun ideolojik olarak temiz olmayan sektörün işlerini yıkmak için hiç bir
çaba göstermemesi ciddi şüpheler uyandırmaktadır. Türkiye’de MİT ve Polis
teşkilatı için de, “ne ölçüde yeterli çaba gösteriyor, daha doğrusu,
gösterebiliyor” sorusu sorulabilir. Bu soru, Kurtlar vadisi dizisini yakından
izleyenler ve alkışlayanlar arasında polis, istihbaratçı, siyasetçi ve bazı
akademisyenlerin olduğu gerçeğiyle birleştirildiğinde, durumun ne denli ciddi
olduğu ortaya çıkar. Kurtlar Vadisi gibi bir organize suç örgütünü yıkmak
için herhangi bir devletin Polat gibi tek bir ajana dayanması hem acizliği hem
de diğer “ikincil amaçlar” olduğunu anlatır. Kurtlar Vadisi dizisinde Polat
gizli bir devlet kurumunun “Kurtlar Konseyini” dağıtmak için görevlendirdiği
bir ajandır; fakat bu ajan Kurtlar Konseyinde imparatorluğunu ilan edip
Konseyi yok ettikten sonra, neden ve nasıl devlet içinde bu “devletin yasadışı
kurumu” sürmekte ve Polat “baskı ve terör aygıtının başı” olarak işine devam
etmekte ve hatta Irak’ta Türkiye’nin onurunu korumaktadır? Dünyanın hemen
her devletinin, baskı amaçlı faaliyetlerini gerçekleştirmek, yasal olarak
yapmadığını veya güç ilişkileri ve diğer nedenlerle yapamadığını yaptırmak
için meşru kurumları içinde gizli suç birimleri kurduğu (bu birimlerin o
kurum içinde bile terör estirdiği) ve toplumdaki suç örgütlerini kullandığı
bilinmektedir. Serpico filminden Yunanistan’da ordu ve siyasetçi suç/cinayet
işbirliğini gösteren Z: He lives ve Latin Amerika’daki durumu anlatan Missing
filmine kadar temsili örnekler bu gerçeği eleştirel olarak ele alan filmlerdir.
Polat asla böyle bir filmin kahramanı değildir; tam tersidir.
Cumhurbaşkanından bir kurumdaki çaycıya kadar herkes Türkiye’de neler
olduğunu çok iyi biliyor (aslında birileri dışında, çoğunluk muhtemelen yanlış
biliyor). Ama insanlar bilse de bilmese de, yürümemesi gereken “peynir
gemileri” hala yürüyor, çünkü bilen insan meşru gücü kullanan gayri
meşruluk karşısında ciddi riskleri göze alamazsa, susmak zorundadır. Örneğin
haydut/gangster Polat taslakları liselerde ve bazı üniversitelerde “biz örgütüz,
biz devletiz, istediğimizi yaparız, bize bir şey olmaz” diye övünmekte ve terör
estirmektedir. Yaptıkları polise ve medyaya aksetmemekte; dedikleri gibi
78
İrfan Erdoğan
“istediklerini yapmaktadır.” Bu haydutlara destek de, o kurumlarda bireysel
çıkarları için “gayrimeşru işler çevirenler” tarafından gelmektedir, çünkü
gayri meşru işler çevirenlerin baskı ve terör aracına gereksinimleri vardır. Bu
kullanma yasa dışı ekonomik çıkar sağlamaktan, gene ekonomik çıkar için
siyasal güç elde etmeye kadar çeşitlenmektedir. Örneğin, Rusya’da 1990’ların
Büyük Suç Devrimi ile gelen yönetici elitlerin/sınıfların statükosunu koruma
işi, hem yönetici sınıfların hem de suç örgütlerinin ekonomik zenginliğini ve
siyasal gücünü muhafaza etmesine ciddi katkılar sağlamaktadır. Buna yeniliberal politikalar ciddi katkıda bulunmaktadır: Her ülkede kamusal
zenginlikleri özele peşkeş çeken özelleştirme fırtınasıyla birlikte yasal ve yasa
dışı ekonomik güçler ve yönetici siyasi elitler birlikte iç içe çalışmaya
başladılar. Bu ülkelerde çeşitli nedenlerle kurulan, devlet tarafından
desteklenen ve devletin bazı kurumlarının kirli işlerini yapan yasal ve yasa
dışı örgütlerin ileri gelenleri, çete başları, mafya liderleri, haydut iş adamları,
dini kötüye kullanan tarikat liderleri, vurguncu şarlatanlar, akıllı katiller,
becerikli dolandırıcılar, bütün bunlarla iç içe olan siyasetçiler siyasal ve
ekonomik güç yapısını oluşturdular. Özelleştirme bu ülkelerde sadece
uluslararası dev şirketlerin işlerini kolaylaştırmadı, aynı zamanda yasadışı
yoldan hızla büyük para vurma olasılıklarını da artırdı ve bu olasılıklar yoğun
bir şekilde özelleştirmelerde ve devlet ihalelerinde kullanıldı. “Kayıt dışı
ekonomi” yanında, devletin para politikalarıyla birlikte kara para aklama ve
karaborsa pazarı genişledi. Ulus içi ve uluslararası suç örgütleri uyuşturucu
madde ticareti, köle işçi (slave labor) trafiği gibi geleneksel işleri yanında,
nükleer teknoloji trafiği, kaçak ve sahte bilgisayar teknolojisi, para
spekülasyonu gibi bilgi ve akıllı ticari karar gerektiren işlere de girdiler.
Böylece, küresel sömürünün at oynattığı yerel pazarlarda küreselleşmenin
getirdiği fırsatları değerlendiren karmaşık bir işbirlikçi güç yapısı gelişti. Bu
güç yapısının materyal ve ilişkisel dünyasında, bu dünyanın bütünleşik bir
parçası olan, bu dünya tarafından yaratılmış ve varlığı bu dünyanın varlığına
dayanan, benzer mafyalaşma ve kirli işler ve ilişkiler ağından oluşan bir bilinç
(kültür) endüstrisi de doğal olarak palazlandı. Televizyonu, sineması,
magazinleri, dergileri, kitapları, radyoları, internet kafeleri, cd ve vcd gibi
ürünleriyle bu endüstri egemen güç ve çıkar yapılarına işlevsel olan düşünsel
(alıklıklaştıran biliş, bilinç ve ideolojik) biçimleri yarattı ve yaydı. Kurtlar
Vadisi Irak filmi de bu egemen yeniden üretimin belli bir parçasıdır. Bu
sunumdan da kolayca anlaşılacağı gibi, kapitalizmin küreselleşmesi ve yerel
pazarların entegrasyonu kendiliğinden ve kolayca olmamaktadır. Ayrıca, H.
Kabil’in öç alışı
79
Schiller (1991) ve D. Schiller’in (1993) belirttiği gibi, karşıtlıklar da sürekli
artmakta ve çeşitlenmektedir. Böylece egemen bir yapı kendini yeniden
üretirken aynı zamanda karşıtlarını da üretmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi,
içinde çıkar politikalarını, iyinin ve kötünün mücadelesini, bu mücadelede
vatan ve onur gibi somut çıkarları destekleyen soyut duygular ve teolojiler
arası çatışmaları, sorunlara çözümde “sabır ve sebat” ile beslenen “dişe diş”
anlayışını taşıyan bir yapıt olarak, bu çeşitlenmenin ifadelerinden biridir.
YÖNTEM
Bu araştırmanın ele aldığı inceleme materyali Kurtlar Vadisi Irak filmidir.
Bu filmde sunulan içeriğin doğası araştırıldığı için, önce filmin materyal ve
düşünsel hareket noktası Kabil ve Habil ile ilgili teolojik anlatıdan hareket
ederek ve bunu üretim ilişkileriyle bağlayarak irdelendi. Ardından, Kurtlar
Vadisi filminde sunulanlar işlediği ilişkisel anlayış, düşünce, sorun ve çözüm
bağlamında analiz edildi ve tartışmalar sunuldu. Sonuç sunumunda, önce
Kurtlar Vadisi Irak filmi savaş ve mafya/gangster türleri içine yerleştirilerek,
tarihsel örneklerle bağ kurulup anlamlandırıldı; sonra filmin analiz ve
değerlendirmesinde sunulanların doğasıyla ilgili sonuçlar çıkartıldı. Bu
sonuçlar insan ve toplum ile ilişkilendirilerek değerlendirildi. Analiz ve
değerlendirmeler filmdeki temsiller ve örgütlü gerçekler üzerinde kurulan
mantıksal nedensellik bağları yoluyla yapıldı.
ANALİZ VE TARTIŞMA
Materyal ve bilişsel geçmiş
Teolojik anlatıya göre, Kabil Habil’i öldürür. Ama ikisinin de nesilleri
devam eder. Eski-göçebe Kabil (Cain) “bin atlı akınlarda çocuklar gibi
şendik, bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diye eskinin muhteşem
hayalleriyle övündüğü sırada, yanında at süren Amerikalı kahraman Charles
Bronson ona dönüp “pekiyi, son zamanlarda ne yaptınız?” diye alaylı bir
şekilde sorduğunda, 2 yeni-emperyalist Habil (Abel) eski-göçebe Kabil’i
çoktan kendine ücretli/maaşlı köle yapmış, ondan öğrendiklerini de tarih
boyunca mükemmelleştirmişti: Eski-göçebe Kabil bir zamanlar toplayıcılık,
2
Kabil, Charles Bronson’a (ABD’ye) dönüp “biz bağımsızlık savaşı veriyoruz? Senin
burada ne işin var sömürgen?” bile diyemez; çünkü filmi yapana ve işbirliğine
girenlerin bilincini ve bu bilinci oluşturan çıkarı belirleyen güce karşı olduğun an
yerinden edilirsin. Zaten bu filmi yapandan farklı bir bilişsel ifade beklenemez.
80
İrfan Erdoğan
avcılık, yağmacılık ve haraç ile geçinen bir “göçebe” akıncıydı. Bu yaşam
tarzında Kabil sürü izlemeyi, avlanacağı sürüyü nasıl gruplara ayıracağını,
onları nasıl böleceğini, yöneteceğini ve öldüreceğini çok iyi öğrenmişti. Kabil
yerleşik hayat yaşayan Habil’in yetiştirdiklerini belli zamanlarda yaptığı
akınlarla kolayca elinden alıyordu; sonradan buna, Habil’i haraca bağlamayı
ekledi. Kabil ekme ve dikme nedeniyle hiçbir “yere” bağlı değildi. Yer
“gittiği ve avlandığı” yerdi. Dolayısıyla, onun mülkiyetinde olan bir yer
yoktu: Onun yeri hiç bir yer ve aynı zamanda gidebileceği her yerdi. Gittiği
yerlerde de hep Habil yerleşmişti. Habil kendini Kabil’den korumak için
gerektiğinde Kabil’e vergi ve haraç verdi ve onu payelerle onurlandırdı. Bu
durum onu, aynı zamanda Kabil’e karşı korunma yolları aramaya itti: Habil
tarih boyu evini, köyünü, kasabasını ve kentini surlarla çevirerek savunma
işini geliştirdi. Habil ürününü ve yarattığı zenginliği dıştan gelen tehlikelere
karşı korumak için savaşı, stratejiyi, taktiği ve örgütlenme ve örgütlemeyi,
Kabil’i kandırmayı ve Kabil’i Kabil’le karşı kullanmayı öğrendi. Kabil’e
payeler, onurlar, askeri rütbeler ve maaşlar verdi. Surlar büyüdü, genişledi ve
yayıldı. Habil güçlendi. Zenginliğini topraktan/doğadan ve ilişkisel
egemenlikten (kölelik biçimlerinden) alan Habil, zenginlikler kazanmak için
topraklar işgal etmeye başladı. Bunu yaparken gerektiğinde Kabil’i kiraladı.
Bazen Kabil’i karşısında buldu. Bu sırada Kabil giderek avlanacak yer ve
yağmalayabilecek zayıflıkta yerleşik topluluklar bulamamaya başladı. Kabil
Habil’in topraklarında önce göçebe olarak ve kiralık “barbar” savaş gücü
olarak kaldı. Barbar Kabil giderek yoksul bir göçebe hayatı yaşamaya başladı.
Savaşarak geçinebilecek ortam ortadan kalkmıştı onun için. Yerleşik hayatla
birlikte, Kabil savaşmayı unuttu; toprak Habil’indi. Kabil o denli güçsüz ve
marjinal duruma gelmişti ki artık Kabil’in ona savaş açması bile gereksizdi
(Selçuklular ve Osmanlıların Türkmenlerle ilişkileri buna güzel bir örnektir).
Kabil artık Habil’in egemen olduğu bir dünyada köylü ve köle olarak
yaşıyordu. Sonradan, kapitalist demokrasinin gelmesiyle birlikte, Kabil
Habil’in ücretli ırgatı ve meşrulaştırılmış katliamla gerektiğinde birilerini
öldürmek için beslediği ve yetiştirdiği kiralık köleleri arasına katıldı. Bu
sırada, Habil topraklar işgal etmeye devam etti. Standartlaşmış örgütlenme ve
profesyonellikle kurulmuş ordular kullanarak “uygar” savaşlarda (Keegan,
1994) yeni topraklar kazandı ve imparatorluklar kurdu ve sömürgecilik işini
yaygınlaştırdı. Habil’in eski sömürge savaşlarını Habiller arası emperyalist
savaşlar takip etti. Bu savaşlarda artık eskinin “mertlik, kahramanlık” gibi
karakterleri ortadan kalktı; “kılıçla yüz yüze savaşan mertliğin yerini önce
Kabil’in öç alışı
81
tüfeğin ve sonra bilgisayarla kontrol edilen güdümlü füzelerin ardında
saklanan namertliğin” almasıyla birlikte savaş lojistik, tedarik, üretim, iletişim
ve teknolojik araç konusu oldu. Günümüzde, yeni-emperyalist Habil küresel
serüvenlerle insanları serbestçe soymak için Tanrının (paranın) sözünü
dünyaya yayıyor; dünyada her yere özgürlük ve demokrasi getiriyor. Kabil ise
Habil olamadığı için, Habil gibi yiyip, Habil gibi içip, Habil gibi giyinip,
Habil gibi konuşup ve düşünüp, olamayacağı Habil gibi olmak için durmadan
ömür tüketiyor: Habil’in serbest kölesi ve tüketicisi olarak Kabil, hem kendi
ömrünü tüketiyor hem de bazen kiralık bazen gönüllü tetikçi olarak iç ve dış
savaşlarda başka ömürler tüketiyor.
Yirmi birinci yüzyılın başı. Amerikalı Habil Irak’ı demokratikleştirmek
için işgal eder. Bu işgal sürecinde Türk Habilci-Kabil akşam yatarken “Musul
ve Kerkük” rüyası görmeyi planlar. Daha rüya başlar başlamaz, Habil, ACE
ile yıkanan yorganı kolayca “caart” diye yırtarak bu Kabil’in rüyasına dalar ve
“Musul veya Kerkük’te göreceğimiz her silahlı gücü düşman addedeceğiz ve
ateş açacağız” diyerek Habilci-Kabil’in rüyasına anında son verir. Çıkar
umutları boşa giden Habilci-Kabil’in morali çok bozuk. İşgale yardımda ödül
olarak düşünülen altı milyar dolar da gelmez. Üstelik Amerikalılar bir de Türk
askerlerinin Irak’ta kafasına torba geçirirler. Moral bozukluğuna bir de kırılan
onur ve haysiyet eklenir. Kabil öfkeli, ama gücü yok ki Habil’den hesap
sorsun. Bu sırada, Habilci-Kabil, Habil’in benzer durumda ne yaptığını
düşünür ve bulur: Habil Vietnam yenilgisinden sonra Rambo gibi filmler
yaparak bir taşta iki kuş vurmuş. Hem para kazanmış hem de sefiller kitlesine
milliyetçilik, düşmanlık ve derin manevi doyumlar sunarak onların materyal
açlığını manevi olarak besleme işine Rambo’yu da katmış.3 Habil’in cebi
dolu, dolayısıyla memnun. Sefil kitlelerin bir kısmının bilinci faşistçe
doyumlarla dolu, dolayısıyla onlar da memnun. Bunu öğrenen Türkiyeli Kabil
de, her zamanki gibi Habil’i taklit ederek, Kurtlar Vadisi Irak filmini yapar.
3
Burada milliyetçilik somut sömürüyü ve ABD’nin desteklediği katliamları
yaptırmada kullandığı, vicdansızlığın ve işlenmiş bilişsel yoksulluğun göstergesi
olan soyut kavramlardan biri olarak ele alındı. Bu anlamda milliyetçilik
vatanperverliğe ve vatanı korumaya ters düşen, Latin Amerika’dan Güney Kore’ye
kadar her ülkede ülke içinde düşmanlığı ve ırkçılığı körükleyen ve böl ve yönet
politikalarını destekleyen bir karakter taşır. Nasıl ki demokrasi ve özgürlük
kavramları demokrasinin ve özgürlüğün düşmanlarının mülkiyetinde ise,
vatanperverlik de ülkeleri kendi bireysel çıkarlarını gerçekleştirmek için
kullananların araç olarak mülkiyetindedir. Bu kavramlar üzerindeki sahiplik
mücadelesini asıl demokratlar ve vatanperverler kaybetmiş durumdadır.
82
İrfan Erdoğan
Filmin gösterimleri sonunda, Habilci-Kabil cebine dolanla memnun; cebinden
ve insanlığından gidenleri görmeyen sefiller de duygusal dolma (Amerikan
düşmanlığı) ve boşalmayla (düşmanı öldürüp rahatlamayla) memnunlar:
Kurtlar Vadisi’nde Habil’in kervanı hilallerle aydınlanan gecenin sessizliğini
yırtan ulumaların eşliğinde yoluna devam eder. Habil uluyan kurtlarından,
vadisinden ve kervanından memnun gülümser. Teolojinin ruhaniliği materyal
soygunun ve bu soyguna işlevsel olan düşünselin egemenliğiyle buharlaşır
gider [İşte bu, filmin materyal ve düşünsel özü ve sonucu]. Ama, Habil aynı
zamanda çok tedirgin, çünkü ABD’yi kendinden başka hiç kimse, özellikle
Türkiye gibi ülkelerden şimdiye kadar hiç kimse, sinemasal temsilden geçerek
eleştirmemiştir. Son zamanlarda Batıya hiç kimse bu tür temsilden geçerek
“Batının ne ve nasıl olduğunu” anlatmamıştır. Kurtlar Vadisi Irak filmi
Batı’nın ve özellikle ABD uygarlığının vahşiliğini Batı’ya ve Amerika’ya
gösterdiği için, çeşitli mekanizmalardan geçerek engellendi: Batı kendinin ne
ve nasıl olduğunu çok iyi biliyor; ama başkaları tarafından hatırlatılmasından
hoşlanmıyor. Bir diğer olasılık da, bu film “medeniyetler çatışması” tezini
güçlendirmek ve bu tezin desteklediği politikaları gerçekleştirme yolunda
kullanılan planlı strateji/taktiklerden biri olabilir; çünkü hem Müslümanlar
hem de Hıristiyanlar arasında, internetteki tartışmalardan da görülebileceği
gibi, yoğun düşmanlık duyguları ekilmekte ve canlandırılmaktadır.
Filmde sorunun başlangıcı: Türk’ün kırılan onuru
Filmin açılış sahnesinde bir Türk subayının Polat’a “sevgili kardeşim”
diye başlayan yazdığı mektupta, “Süleymaniye Kuzey Irakta 4 Temmuz 2003
günü 10 askerimle birlikte bölgenin güvenliği için hizmet verirken, daha dün
çayımızı içen, beraber çarpıştığımız adamlar karargahımıza baskın düzenleyip
bize silah çektiler” diyerek bir tür hıyanetten bahsediyor. Olay sırasında, Türk
askerleri ve ABD askerleri karşı karşıya birbirini öldürmek için parmaklar
tetikte bekliyorlar. On bir Türk askeri çarpışmaya hazır; fakat telefonla
“yukarıdan” ısrarla çatışmama emri veriliyor. Karargah komutanı telefonda,
sert bir dille, “bunların amacı arama yapmak değil, komutanım; çay
verdiğimiz adamlar bize silah doğrultuyorlar. Bunların eylemi bize yönelik
değil, Türk milletine yönelik” diyerek, “daha dün çayımızı içen (dostumuz
olan) bugün bize silah çekiyor” şikayetiyle öfkesini belirtiyor. Bu komutanlar
“Türkiye’nin ebedi dostları yok, ebedi çıkarları var” gerçeğini biliyorlar; ama
film yapımcılarının kurgusu ve kaygısı başka. Filmde komutan “on askerimle
ölmek için emirlerinize hazırım komutanım” diye ısrar ediyor; fakat üstü bunu
Kabil’in öç alışı
83
kabul etmiyor. Telefonda çatışmama emrini alan bu komutan askerlerine
silahlarını indirmelerini istiyor. Sonra sert bir ses tonuyla ABD askerlerine
arama yapmalarını ve sonra defolup gitmelerini söylüyor. Bu sahnede, kötü
Amerikalı Sam’ın asker olmadığını giyinişi ve “ama askerdim” deyişiyle
anlıyoruz. Sam tutuklama emri veriyor ve “bu adamlar asker, çok
gururludurlar, yüzleri görülmesin” diye ekliyor. Elleri bağlı ve başlarında
çuvalla Türk askerlerini kamyona sokup ayrılıyorlar. Sorunun bu
başlangıcında, Türk ordusunun oradaki komutan ve askerlerinin onurlu, cesur
ve hiç tereddüt etmeden ölmeye hazır oldukları işleniyor. “Çayımızı içen ve
beraber olduğumuz” Amerikalıların bize kalleşçe silah çekmesini hangi Türk
hazmedebilir ki? Telefonda Amerikalı askerlerle çatışmama kararını kimin ve
neden verdiği belli değil; ama çok üst seviyeden geldiği bellidir. Mektubu
yazan subay kendi kendine soruşturuyor:
Irakta olduğumuz her gün şunu düşündük: Bizim burada ne işimiz var?
Ama zaman içinde gördük ki, bu topraklara her hükmeden, bu
toprakların insanlarına zulmediyor. Bunu bir tek atalarımız yapmadı.
Ve biz maalesef o gün atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü
önlemek için, şerefimiz için ölemedik. Şimdi ben bunu senden
istiyorum. Ne acı değil mi?
Subay Süleyman, kurumsal yapının engelini aşıp kendi vicdanının
doğrultusunda savaşamadığından olmalı, bu utanç verici olaya dayanamayıp
“vatan sağ olsun” diye intihar ediyor.
Bu sunumun gerçek çuval geçirme olayıyla ne denli örtüştüğü belli değil.
Belki de ABD askerleri dost gibi “çay içmeye” geldiler. Türk askerleri sigara
içip kâğıt oynuyor ve tavla atıyordu. Hiç şüphelenmediler. Sonra Amerikalılar
onları “dostça” gafil avladılar. Bilemiyoruz. Fakat filmdeki kurguda, çuval
geçirme olayı temel sorunun başlangıcı olarak sunuluyor. Sunulurken de kötü
Amerikalı Sam, işgalci askerler ve kahraman Türk askerleriyle tanışıyoruz.
Polat’a mektup yazan subay intihar etmeden önce devlette bu sorunu
çözecek kimse kalmadığını ima etmekte, “şerefimiz için ölemedik. Şimdi ben
bunu senden istiyorum. Ne acı değil mi?” diyerek çözümü Polat’a havale
etmektedir. Sorun, dolayısıyla, sadece bir çuval geçirme sorunu değil, utanç
verici çuval sorunuyla yaşama veya bunu çözerek onurunu tamir etme sorunu
olarak işleniyor. Filmdeki anlatıya göre, devlet ve ordu bu onursuzlukla
yaşıyor; fakat bu subay yaşayamıyor ve intihardan başka çare bulamıyor.
Devlet ve ordu bürokrasisinin yavaşlığı, beceriksizliği, bunu yapanlardan
hesap sormaması ve onları cezalandırmaması sürekli olarak Hollywood savaş
84
İrfan Erdoğan
ve polis filmlerinde işlenir. Fakat daima bu beceriksizlikten ve bürokratik
kurallardan şikayet eden ve kuralları çiğneyen Dirty Harry, Diehard, Rambo
ve Kurtlar Vadisinin kahramanları gibi kahramanlar vardır: Artık kötü
adamlar tarafından bozulan düzeni yeniden inşa edecek tek onlardır. Polat da
bu durumu, “ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim.
Aynen senin de dediğin gibi ben Türküm. Ve bir Türkün kafasına çuval
geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” diyerek, “erkekçe” açıklamakta
ve sorunu kendi yöntemleriyle çözmektedir. Buna, köhnemiş devlete karşı
çağdaş küresel pazardaki serbest teşebbüsün en serbest olanının (mafyanın,
organize suçun) yüceltilmesi ve promosyonu denir. Türkiye’nin düzenini ve
dıştaki onurunu Türkiye’nin devleti, polisi ve ordusu gibi resmi güçleri değil,
bu güçlerden birisi tarafından gayri-resmi olarak örgütlenmiş Kurtlar
Vadisinin baş kurdu Polat, korkusuz kurtlarıyla Türk’ün haysiyetini korumak
için Irak’a gidiyor. Mafyayı, gangsterleri, külhanbeyleri ve kabadayıları ve
bunların nasıl çalıştıklarını bilmeyen izleyiciler, filmlerdeki bu sahte ve yalan
temsillere inanabilirler. Aslında, “otoriter kişilik” ile ilgili araştırmalara
bakılırsa, Polatların büyük çoğunluğu tek iken kurt gibi ürkek ve korkaktır.
Güçlüye karşı saygı gösterir ve boyun sunarlar. Güçsüzü de acımasızca ve
vicdansızca ezerler (Buna en somut örnekler filmde Batılı askerlerin Iraklılara
yaptıklarıdır). Sayıca çok ve güçlü olduklarında bile, savunmasız bir kişiye
karşı bıçakla ve silahla gelirler (filmdeki bazı sahneleri düşünün). Tek
başlarınaysa, habersizce arkadan vurur ve hemen kaçarlar. Ancak sürü
halinde, bir güçsüze saldırırken kahraman ve yırtıcıdırlar (filmde arama ve
düğün basma sahnelerini düşünün). Güçsüzken veya güçlüyle ilişkilerinde
mide bulandıracak kadar kölece, aciz ve zavallıdırlar (filmde Dante’nin
Doktor’un hakaretlerine karşı aldığı tavrı düşünün). Gangster ve mafya
filmlerinde olduğu gibi, “bizim” Polat ve itaatkar kurtları da asla böyle
yansıtılmaz. Ama gerçek nedir? Yanıt için, şirketlerdeki ve kurumlardaki
kölece kılınmamayı egemen tarz yapan çıkar ve güç ilişkileri dünyasını
düşünün. Polat’ın el, göz ve baş işaretleriyle kurtlarını nasıl yönettiğini
düşünün. ABD’nin Irak’taki teröristleri nasıl füzeyle avladığını düşünün.
Polat’ın kurtları, sözsüz iletişim ve davranışsal ifadeler ötesinde filmde sözlü
iletişime çok ender girmektedir; sadece bir kelime veya bir cümle söylemekte
ve sadece Polat tarafından isteneni ve yapılması gerekeni yapmaktadır. Buna,
saygı örtüsü altında gelen köleliğin ve efendiliğin, baskının ve sömürünün
yeniden üretimi denir. Bu üretim yoluyla kölelik ve efendilik bilinci ve
davranış kalıpları yüceltilerek desteklenir.
Kabil’in öç alışı
85
Savaşa neden ve Polat’ın nedeni
Savaş ve şiddet sorununa birçok nedenler verilir. Savaşların en önde gelen
nedenlerinden biri olarak “kıtlık problemi” gösterilir. Bu kıtlık sorunu aslında,
tarihte toprak, su, petrol gibi zenginlikler/kaynakları elde etmeye ve iktidarını
kendine ve diğerlerine durmadan güç elde ederek kanıtlamaya çalışan
iktidarsızın hastaca iktidar arayışı ve buluşudur. Dolayısıyla hem materyal
hem de psikolojik güç yaygınlaştırma arayışı, kendinde olmayana sahiplik ve
dolayısıyla kıtlık yaratmayı ve bunun için gerekçeyi ve savaşı beraberinde
getirmektedir. Dolayısıyla kıtlık gerekçesi sadece akademik bir kılıf, bir
bahanedir. Kıtlık var, çünkü yaratılıyor. Örneğin, ABD ordusunun Irak’ta
bulunması ABD’nin kıt kaynaklardan mahrum olması veya yoksulluk içinde
olmasından değildir. Aksine ABD bolluk içindedir ve savaş bu bolluğun
sürdürülmesi için yapılmaktadır. Zengin kaynakların olduğu yerlerde
“materyal ve düşünsel kıtlıklar” yaratma, uluslararası sermayenin
sürdürülebilir kalkınmasının sonucudur. Kurtlar Vadisi Irak filmi (ve dizisi)
bu sürdürülebilir kalkınmayı ve dolayısıyla bunun sonucu olarak gelen
materyal ve bilişsel kıtlıkları meşrulaştıran, bunu ve Polat’ı yaratanları
koruyan bir ilişkiler dünyasını bilişsel ve duygusal işlemelerden geçerek
destekleyen bir yapıttır.
Polat’ın savaşının nedenine gelince, Polat sürekli şiddetin ve katliamın
uygulandığı Irak’taki savaş alanına orijinal olarak tek bir nedenle gidiyor:
Savaş sırasında Türk askerlerine uygulanan onur kırıcı bir davranışın hesabını
“sana yapılanın en azından aynısını sen de onlara yap” mantığıyla hareket
ederek hesap sorma ve hesap kapamak için. Bu hesap sormada film, ABD
ordusunun yaptıkları insanlık dışı faaliyetleri de göstererek, ciddi bir intikam
almaktadır.
Sorunu çözme yolunda: Tehlike her yerden gelebilir
İkinci sahnede Polat ve adamları arabanın içinde sorun çözmeye
gidiyorlar. Türkiye sınırını geçtikten sonra, asker mi yoksa polis mi olduğu
belli olmayan üç Kürt tarafından yolları “çevirme” diye kesiliyor. Arabadan
indiriliyorlar. Kürtler “Irak’a gelmelerinin amacının ne olduğunu”
sorduğunda, Polat “insan satın almaya geldik; burada ucuz olduğunu duyduk”
diyerek, Kürtlerin satılmışlığını, ABD’nin Kürtleri satın aldığını ima ederek
onları aşağılıyor. Baran (2006) ultra-milliyetçi duygusallık olan bu tür
ifadelerin Türkiye’de insanların Kürtlere karşı düşmanca tutuma teşvik
ettiğini ve Irak-Türkiye ikili ilişkisini etkileyeceğini belirtmektedir.
86
İrfan Erdoğan
Öfkelenen Kürtler “arama” için onlardan yere yatmalarını istiyor. Polat
“adam gibi arayacaksanız arayın, ben yatmam“ diyor ve iki adamıyla birlikte
Kürt yol kesicileri öldürüyor. Amaçları belli olmayan bu üç Kürt, filmde
meşruluğu yeterince işlenmeyen bir şekilde öldürülüyorlar. Muhtemelen
bunun nedeni, buranın Kürtlerin resmi olarak kontrol ettiği Kuzey Irak olması
ve Polat’ın bu yönetimi meşru olarak tanımamasıdır.
Bu sahnenin sinema gösteriminde Kürtçe konuşmalar için Türkçe alt
yazılar var. Bu alt-yazılar VCD’de kaldırılmıştır. Kürtçe konuşulduğu için ne
dedikleri anlaşılmıyor. Bunun hangi amaçla veya kaygıyla yapıldığı belli
değil. Fakat bunu seyreden hiçbir Kürt, filmdeki Kürt ne tür Kürt olursa olsun,
ister İranlı, Türkiyeli veya Iraklı Kürt olsun, ister Polat’ın ister ABD’nin
Kürdü olsun, kendine böyle denilmesinden hoşlanmayacaktır.
Türk’ün onuruna ve haysiyetine karşı işlenen suçun intikamının
gecikmeden alınması gerektiğini kurgulayan ve işleyen bir ortamda, Polat
elbette bütün özel işlerini bırakıp “suçlunun” cezasını vermek için yola çıkışta
iyi ve kötünün ilk karşılaşması yukarıdaki gibi oluyor. Bu karşılaşma
sonunda, Polat ve iki adamı, “kötülere” en gözde metotlarıyla (kötülerin
kullandığı metotla) hak ettikleri dersi verdikten sonra yollarına devam
ediyorlar. Artık Irak’talar ve sorun ve çözüm işlemeler artacak. Filmde sorun
ve çözüm işleme çoğu kez eş zamanlı kesmelerle yapılan sahne geçişleriyle,
farklı iki veya üç olayın kısa parçalarını sunarak yapılan kurgu ile yapılıyor.
Bu yapılırken, izleyici gösterilen yerlerdeki olayların farkında oluyor. Fakat
Polat’ın orada olmadığı için bunlardan haberdar olması olasılığı yok. Ancak
sonradan öğrenebilir. İzleyiciler olaylardan etkilenerek dolmaktadır. Ama
Polat da sanki izlemiş gibi davranarak izleyicileri tatmin etmektedir.
Düğünde katliam ve kötülerle tanışma
Filmde işlenen ilk sorunlardan biri düğündeki katliamdır. Mekan, Kuzey
Irakta, muhtemelen El Hamra otelinin olduğu merkezi bir kentin yakınında bir
yerde bir dini liderin (Şeyhin) evi. Gelin olacak kızıyla konuşan Şeyh. kızının
burnuna ancak özgür olduğunda çıkartacağı bir hızma takıyor. Sonraki
sahnede damat, atası Selahattin Eyyubi’den beri ailesinin yadigar tuttuğu
hançeri ailenin namusunu koruma simgesi olarak geline hediye ediyor ve
gelinin alnına bir “taktir, değer ve sevgi” öpücüğü konduruyor. Gelin
arkadaşlarıyla konuşuyor ve şakalaşıyor. Davullu düğün başlıyor: çekilen
halaylar, seyreden kadınlar, oynayan ve eğlenen çocuklar. Ardından, bu
güzelliğe ve iyiye düşman olarak duran kötülerle tanışıyoruz: Tuzak kurmuş
Kabil’in öç alışı
87
ABD askerleri “terörist var” bahanesiyle harekete geçmek için düğüne
katılanların havaya ateş açmasını bekliyorlar. Ateş açılır açılmaz, düğünü
basıyor ve düğünde arama yapmaya başlıyorlar; erkekleri alıp götürüyorlar;
bir odada bir adamı bağlıyorlar, kadını dövüyorlar; buna şahit olan bir çocuk
korkuyla ağlıyor. Kargaşanın olduğu dış mekanda bir çocuk Amerikalı askerin
silahına bir dal çubuk sokarken silah ateş alıyor ve çocuk ölüyor. Annesi
kendini damdan atıyor. Silaha koşanlar ve vurulanlar. Gelin ağlayarak ölü
çocuğa koşarken, Amerikalı asker dipçikle vurup onu yere seriyor. Bunu
gören damat ona doğru hamle yapıyor; askerler onu durduruyor; silahsız
damat Amerikalı askere kafa vururken silahla öldürülüyor. Sahneler
sevdiklerinin öldürülmesiyle gelen derin acı çekme görüntüleri veriyor. Bu
sahneleri izleyen normal seyirci kaçınılmaz olarak düğündeki acı çeken
insanlara sempati duyacaktır; Amerikalı askerlere karşı da öfkeyle dolmaya
başlayacaktır. Zaten bu sahnede gösterilen doğru ve yanlış, haklı ve haksız,
mantıklı ve mantıksız davranışlarla izleyicinin beynine işlenmek istenen de
budur. Bunun yanında Amerikalıların diğer bir kültüre karşı saygısızlığı,
duyarsızlığı ve en küçük fırsatta şiddete ve katliama başvurduğu
işlenmektedir. Öte yandan bu olaylardan sonra, o kadar acıya rağmen Şeyhin
kızına verdiği öğütte, Amerikalının tam tersi karaktere sahip bir Müslüman
insan resmi çiziliyor.
Şeyhin, kızına verdiği öğüt: İyinin seçtiği yol
İnsanlar elle çektikleri iki tekerli arabalar ve battaniyelerle taşıdıkları ölü
ve yaralılarıyla yürüyerek şeyhin dergahına geliyorlar. Amerikalıların
zulmünden kaçan insanlar bunlar. Şeyh yatakta yatan bir yaralıyla. Yaralı
ölmek istemediğini ve savaşmak istediğini söylüyor. Şeyh Kuran’ın çeşitli
ayetlerinden esinlenerek yaralıya şunları diyor: İnananlar ölmekle hiçbir şey
kaybetmez. Yaşadıkça ne olacağı meçhul. Şu an yapabileceğin en iyi iş
başkaları için dua etmek, bu dualar sana rahmet ve nur olarak dönecektir. Bu
sözlerle kaçınılmazı kabullenmesini ve duayla karşılamasını öğütlüyor.
Dergahta acı, keder ve hüzün dolu. Şeyhin kızı derin acılar içinde “keşke ben
ölseydim” diye içi kan ağlarken vücuduna bomba yerleştirip intikam yemini
eder. Şeyh babasından izin ister bu intikam için; babası da “benim böyle bir
şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün” diye üzüntüyle cevap verir.
Müslüman’ın böyle bir hırsa kapılmaması gerektiğini belirtir. Canlı bomba
olmanın, kendi ve diğer masum insanların canına kıymanın Allaha isyan
olduğunu, bunun aslında bütün insanlığı öldürmek olduğunu söyler. Şeyhin
88
İrfan Erdoğan
“insanları öldürmüş olma” ile ilgili sözünün dayanağı El-Maide sûresinde
bulunabilir: Kim kısas gerekmeksizin veya yeryüzünde fesad işlemeksizin bir
nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Şeyh Müslümanlara bu
fikri aşılayanların ve onlardan intihar komandoları devşirenlerin Hasan
Sabbah fitnesini hortlatanlar olduğunu belirtir. “Bu bir kıyamet alametidir. Bil
ki şeytan işidir” dedikten sonra, buna neden ve çözüm sunar:
Bizim şu anki acizliğimiz ve zafiyetimiz, Allahın kitabı ve resulün
yolundan sapmışlığımızdan ve birlik olamayışımızdadır. Her intihar
eylemi bu acizliği ve zafiyeti artırır. Düşmanlarımız da böyle
eylemlerin artmasını istiyor. Hatta belki de kendileri düzenliyor.
Yegane kurtuluş ümidi Allahın ipine sarılmaktır. Dua edelim, gayret
edelim, bir olalım, hür olalım.
Böylece şeyhin ağzından izleyiciler İslam’ın intiharı ve suçsuzların canına
kıymayı tasvip etmediğini öğreniyor. Soruna çözüm olarak dua, gayret,
birlikte olma vurgulanıyor. Bu güzel; ancak insanın şunun gibi bir soruyu
akıldan çıkartmaması gerekir: “Bir olalım, hür olalım” sözü hiç Anadolu’da
(ve Irakta) güdülen “ulusal politika ve pratiklere” uyuyor mu? Birlik olma
sömürüye ve “bölücülüğe” son vermeyi gerektirir: Anadolu gibi zengin ve
çoğulcu bir yapıya sahip olan topraklarda, birlik ve dirlik, ancak bu
zenginliğin adil bölüşümü ve çoğulculuk üzerine kurulan devlet politikaları ile
olur: Birlik (dayanışma) anlayışı ile ırkçılık ve mezhepçilik birbirine ters
düşen, düşman iki anlayışı ve ilişkiyi anlatır. Irkçılığın ve mezhepçiliğin
ekonomik ve bilişsel soygunu destekleyen bir şekilde siyasallaştırıldığı yerde
birlik değil, bölücülük ve vicdansızlık egemendir. Bunun en somut örneği, bu
makale yazılırken Amerikalıların birbirine düşürdüğü Bağdat’ta bir haftada
binden fazla kişinin öldürülmesidir. Filmde şeyhin bahsettiği birlik düşmana
karşı olan birliktir. Bu düşman ülkeyi işgal eden bir dış ve Atatürk’ün
söylevinde belirttiği iç güçler olduğunda, birlik sağlıklı ve zorunlu bir faktör
olarak nitelenebilir. Bu düşman Kürt, Türk, Laz, Fenerbahçeli, Galatasaraylı,
türbanlı, laik, solcu, sağcı, asitçi, metalci, polis, öğrenci, demokratik haklar
için gösteri yapan memur ve işçi, CHP’li ve AKP’li, gerçekleri yazan bir
gazeteci, mafya başı bir katilin ne tür bir katil olduğunu anlatan bir
konuşmacıya doğruyu söylediği için saldıran bir mafya çömezi olduğunda,
konu artık birlik değil, klasik böl ve yönet politikaları, bu politikalarla
yürütülen hunharlık, işlenen vicdansızlık, bilişsel ve davranışsal yoksulluk ve
bunların insanlık için üzücü sonuçlarıdır. Üzücü olan şey, bu bilişsel
yoksulluğu işleyenler ve sömürgenler arasında dayanışma varken, bilişsel
Kabil’in öç alışı
89
yoksulluğu taşıyanlar kendi kardeşini ve babasını bile öldürecek kadar
vicdansızlaştırılmışlardır. Bu üretilen vicdansızlık ve bilişsel yoksulluk bunu
üreten toplumsal ve uluslararası yapıların en temel karakteridir.
İyi Türk Polat ve kötü Amerikalı Sam: İlk çatışma
Polat ve iki yardımcısı El Hamra oteline yerleşiyor. Bu sırada karakola
oteldekilerin listesi geliyor. Kürt polisler otele gelip Polat’ı karakola
götürmeye çalışıyorlar. Polat “hangi ülkenin karakolu” diye soruyor. Cevap
da “Irak Kürdistan” oluyor. “Ben sizi tanımıyorum buranın sahibi gelsin beni
alsın” diyor ve Otelin müdürünü çağırmalarını istiyor Polat. “Yoksa ne siz ne
de biz buradan çıkabiliriz” diyerek cebinden bombayı uzaktan ateşleme
kumandasını çıkartıp gösteriyor. Amerikalı müdür geliyor ve Kürt polislere
gitmelerini işaret ederek gönderiyor. Polat “bu otelin kaç ana taşıyıcı kolonu
var?” diye müdüre sorunca, otele patlayıcılar yerleştirildiği ortaya çıkıyor.
Henüz Polat ve yardımcılarının neden orada oldukları, ne için geldikleri belli
değil. Polat kimsenin zarar görmesini istemediği için otelin sessizce
boşaltılmasını istiyor. Otel boşaltılırken medya kameralarla otele doğru
gidiyor. Polat müdürden Mr. Sam’ı telefon ederek çağırmasını istiyor. Sam
ismi akıllıca seçilmiş, çünkü Sam “Uncle Sam” olarak Amerika’yı temsil
ediyor; soyadı da Amerika’nın dünya polisliğini anlatıyor. Otel müdürü,
Sam’ın otelle bir ilişkisi olmadığını söylüyor. Polat “Maaşını siz ödemiyor
musunuz? Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi?”
diye alayla soruyor. Böylece Sam’ın Amerikan askerlerinin patronu Amerikan
kapitalizminin temsilcisi olduğunu anlıyoruz. Hotel müdürü “anlayamadığını”
söylüyor ve Sam’ı cep telefonuyla arıyor. Polat telefonu alıyor ve Sam’ın “sen
kimsin?” sorusuna Polat “ben oteli havaya uçuracak kişiyim, tabi sen
varlığınla bizi onurlandırmazsan” diye yanıt veriyor. Sam Kürt lideriyle
toplantısını iptal edip otele yollanıyor. Sam gerekli tedbirler için emirler
veriyor ve otele geliyor.
Kürt lider, okul çocuklarının da olduğu bir toplantı salonunda, Sam’ın
gelemeyeceğini bildiriyor. Okul çocukları otobüse bindiriliyor ve otele gitmek
için yola çıkarıyorlar.
Amerikalı bomba uzmanları otelde kolonlara yerleştirilmiş bombaları
arıyor ve buluyor.
Sam Polat’ın masasının önüne geliyor ve Polat başından beri bozmadığı
kibarlığıyla otel müdürüne gidebileceğini söylüyor. Polat soğuk ama kibar,
sert ve kararlı bir profesyonel: Planını yapıyor ve onu soğukkanlılıkla
90
İrfan Erdoğan
uyguluyor. Aynı zamanda düşman karşısında egemen ve gururlu: Polat, Sam
geldiğinde ayağa bile kalkmıyor. Egemen ve oradaki her şeyi oturduğu yerden
yönetiyor ve kontrol ediyor.
Sam kendinden emin “nasıl bir belaya bulaştığının farkında mısın?”
diyerek, Polat’ın karşısındaki sandalyeye oturuyor. Polat da tilkiyi tuzağa
düşürmüş bir avcı gibi gülümseyerek “sen de üstünde oturduğunun belanın
farkında mısın?” diye soruyor. O zaman hem Sam hem de biz seyirciler
sandalyeden kalkarsa, sandalyeye bağlı bombanın patlayacağını ve Sam’ın
öleceğini öğreniyoruz.
İyi ile kötü arasındaki sözlü çatışma devam ediyor ve bu sırada bazı
belirsizlikler ortadan kalkıyor ve kötünün ayırt edici karakterleri ortaya
çıkıyor:
Sam: Amacın ne? Oteli havaya uçuracaksan uçur, benden alabileceğin bir
şey yok.
Polat “ama senin bana verebileceğin bir şey var” diyor ve bir adamına
getirdikleri çantayı açmasını işaret ediyor. Çantanın içinde torbalar var.
Polat: Bu torbayı kafana geçireceğim. Aynısını adamlarına da yapacağım.
Hep birlikte başınızda çuvallarla otelden çıkacaksınız. Ve gazeteciler
resminizi çekecekler. Bu kadarını bana verebilirsin değil mi? Ben de
bunun karşılığında sana Grand Harrilton’ı (oteli) vereceğim ve çekip
gideceğim.
Bunu dediği andan itibaren artık Polat’ın neden Irak’a geldiği ortaya
çıkıyor: Öç alarak, bir hesabı düzeltmek ve kapatmak. Aslında fazla bir şey
istemiyor. Amacı öldürmek değil; sadece onların Türk askerlerine yaptıklarını
Polat onlara yaparak öç almak istiyor. Herhangi bir pay isteme veya
emperyalist veya bireysel çıkar gibi amacı yok. Oldukça onurlu ve doğru bir
amaç güdüyor. Bu “adil öç anlayışı” Kuran’ın El Bakara suresinde şöyle
belirtilmektedir: Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas
(misilleme yapmak) farz kılındı. …Kim sizin üzerinize saldırırsa, siz de aynen
ona, size yaptığı tecavüz gibi saldırın.
Sam istihzayla gülümsüyor ve “bu çuvallar senin askerlerinin başına
geçirdiğim çuvallar mı?” diye soruyor.
Polat (sertçe): Başın hala gövdenin üstündeyken geçir şu çuvalı kafana,
yoksa sana tam uyacak bir kefen bezim var.
Kabil’in öç alışı
91
Bunun üzerine Sam ders vermeye başlıyor:
Bak Türk, tam beş yıldır bu bölgedeyim ve Türkleri çok iyi tanırım.
Övünmeyi seversiniz. Sizin kendi kurallarınız, kendi kırmızı
çizgileriniz vardır; değişmez Irak politikalarınız vardır ve hep biz
istemezsek burada kimse bir şey yapamaz dersiniz; Sana bir şey
şöyleyim mi; kırmızı çizgilerinizi çoktan sildik; Irak politikanızın içine
ettik. Sizi anlamıyorum, buna alınmadınız da başınıza geçirilen iki
çuvala mı alındınız? Niye alındığınızı söyleyeyim. Birleşik Devletler
son elli yıldır size para ödüyor, Donunuzun lastiğini bile biz
gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz? [Bu sırada Polat’ın iki
adamı öfkeli ve düşmanca bir şekilde, her an öldürecek gibi Sam’a dik,
dik bakıyorlar]. Para diyorsunuz yolluyoruz. Daha fazla istemek için
mi birbirinizi dolandırıyorsunuz? Silah istiyoruz dediniz gönderdik.
Savaşmayı kabul ettiniz. Ama askerlerinizi göndermeden pazarlığa
kalktınız. Ve sonra yine para istediniz. Nasıl unutursunuz
komünistlerden kurtarmamız için yalvardığınızı [ne zamandı bu. İyi bir
yalan]. Niye alındığınızı söyleyeyim, çünkü artık size ihtiyacımız yok.
Bunu duyan Polat, seyircilere dönerek, gerçek bir vatanperver gibi, en
azından şunları söyleyebilirdi:
Sam açıkça yalan söylüyor. Elli yıldır Amerika Türkiye’yi soyuyor;
Sam’ın bahsettiği dolandırıcıların işbirliği ve yardımıyla donumuzun
lastiğini bile çaldılar; ürettiklerimizi üretemez olduk; ürettiklerimize
marka isimlerini koyup haraç alıyorlar; endüstriyel gelişmemizi
engellediler; çayımız, suyumuz ve sabunumuz dahil her şeyimize el
attılar; tarımımızı mahvettiler; yardım diye silah sattılar; parayla adam
satın aldılar; Komünist öcüsü ve vatan koruma adına Anadolu insanını
birbirine düşman ettiler ve kırdırttılar. Amerika’nın bize artık ihtiyacı
yokmuş: Bu nedenle mi bütün uluslararası şirketleriniz bu ülkede cirit
atıyor ve ekonomimizi ve zenginliklerimizi birbirlerini dolandıran
işbirlikçilerle birlikte talan ediyorlar? Aslında bizim Amerikan
kapitalistleri ve onların içteki vatanasatan dostları gibi sömürgen sülük
ve soygunculara ihtiyacımız yok.
Eğer Polat bunları söyleseydi, işte o zaman asıl vatansever, asıl kahraman
ve asıl milliyetçi olurdu. Asıl o zaman milletin kahramanı olurdu; küresel
pazarın işbirlikçi ve kapitalist düzenin ortakçı (ve otlakçı) kahramanı değil.
Bunları söyleyemez, çünkü bu gerçekler onu var eden ve besleyen pazarın
inancına ve çıkarına aykırıdır; söylerse vatan haini olur. Söyleyemez, çünkü
Sam’ın söylediklerini doğru bulmaktadır; doğru bulmasaydı, Bazı Polatlar
senaryoda bunları yazar mıydı [senaryo’yu birkaç Polat yazmadı demeyin].
92
İrfan Erdoğan
Belki de, bunlar Polat’ı hiç ilgilendirmiyor, çünkü önce yapmak istediğini
yapması gerek: “Ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de
değilim” [siyasetçiler ve diplomatlar gibi senden para, silah dilenecek ve
kimseyi dolandıracak kadar aşağılık değilim; ben uyuşturucu madde ve
cinayetle işimi yürütürüm mü demek istiyor?].”Aynen senin de dediğin gibi
ben Türküm. Ve bir Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına
yıkarım” [çünkü Türk’ün kafasına çuvalı ancak ben geçirir, ben döver,
işkence eder ve gerekirse öldürürüm mü demek istiyor?]. “Şimdi kes sesini ve
tak şunu!” diyerek çuvalı Sam’ın yüzüne atıyor.
Sam (öfkeyle) “Peki, tamam, patlat, umurumda mıymış görelim, hadi
yap” diye bağırıyor: Sen benim Kabemi patlat ben de seninkini [Otel onun
Kabesi. Hemen her gangster gibi “dine saygılı bir katil” olan Polat’ın Kabesi
de İslamın Kabesi].
Polat bombayı patlatmak isteyince, durmasını söylüyor. Herkesin hassas
noktası olduğunu belirterek, “sen o çuvalı yüzüme atarak hassas noktama
dokundun ki bu hiç hoş değildi” diyor ve Polat’ın hassas noktasının ne
olduğunu bildiğini söyledikten sonra”‘içeri getirin” diye kapıda duranlara
emir veriyor. İçeriye otobüsle getirdikleri ilkokul çocuklarını dolduruyorlar.
Polat ve adamları şaşkın bakıyorlar.
Polat (bombayı patlatmadan vazgeçer): Sen aşağılık bir adamsın.
Sam: Hayır, çocukları severim… Benim gibi onlar da ölmekten
korkmuyor… Ama ne yazık ki büyüdüklerinde korkuyorlar. Tüm
günahkarlar gibi… Tüm çocukları büyümeden öldürsek dünya nasıl bir
yer olurdu acaba?
Polat: Sen zaten çocuk katilisin. Buradaki 30 çocuğu getirmek için kaç
çocuk öldürdün. Ben onları öldürmem, ben onları kullanmam. Bunu
yapsam ikimizin arasında ne fark kalırdı ki.
Sam: Seninle benim aramdaki farkı söyleyeyim. Sen on bir adamını bile
feda edemezsin, bu yüzden oturup ülkenin yok oluşunu izlersin. Oysa
ben gerekirse on bir bin adamımı feda ederim. Sen duyguların
yüzünden otuz çocuğa kıyamazsın, oysa ben onların duyguları için
hepsini tek tek öldürürüm. Barışı bozacak herkesi öldürürüm. Ben senin
gibi tesadüfen burada değilim. Barışı sağlamak için beni Tanrı
görevlendirdi. Bunu sağlayan tanrının çocuğudur.
Bu söze karşı Polat “benim senin gibi bir çocuğum yok” diye yanıt
veriyor. Kafası çalışan bir seyirci bu sözü duyduğunda en azından şunları
düşünebilir: Polat kendini Mehmet Ali Ağca gibi Tanrı (İsa, Mesih) mı
sanıyor? Ya da, birden bire Tanrı Polat’ın diliyle mi cevap veriyor?
Kabil’in öç alışı
93
Vatanperverliğin sahte oyuncuları ve emperyalist ve ırkçı Sam’ın küresel
pazardaki yerli çömezleri, aynı zamanda kendilerini Tanrının isteğini
açıklayan ve yerine getiren Tanrının dili ve eli mi sanıyorlar?
Sam: Düğmeye basmak istiyorsan, durma.
Polat düğmeye basmıyor; kabadayıca, “şimdi gidiyorum, nasılsa yine
karşılaşacağız” diyerek kalkıyor ve oteli terk ediyor.
Sam sandalyesinin altında bomba olduğu için bomba etkisiz hale
getirilinceye kadar kalkamıyor. Piyano çalıp çocuklarla şarkı söylüyor.
İyi ile kötünün bu yüzyüze sözlü iletişimle yapılan çatışmasında, Sam
Tanrının onları buraya “tanrının sözünü ve düzenini getirmek” için
görevlendirdiğini (manifest destiny) söyleyen bir deli olarak sunuluyor. Bu
deli, aynı gerekçeyle, 19.yüzyılda bütün Amerika’yı ele geçirmek için yüz
binlerce insan öldürdü; 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya serüvenine
başladığından beri milyonlarca insanın öldürülmesine doğrudan veya dolaylı
olarak katıldı. Dolayısıyla, Amerikan “manifest destiny” inancıyla ve hunhar
faydacılığıyla (pragmatizm) gelen bu deli küçümsenecek bir deli değil. Daha
kötüsü, bu deli tek bir birey de değil; bir pazar sistemi ve bu sistemin siyasal,
ekonomik, kültürel, sosyal ve psikolojik “çağdaş, modern, duyarlı ve bilmiş”
insanı. Bu deli şimdi de Lübnan´ı bombalıyor ve diğer deliler onu destekliyor.
Polat ise Sam’ın tam tersidir. Hiçbir suçsuz insanın (örneğin otelde
kalanların) ve çocukların kılına bile zarar gelmemesini isteyen, kendinden
olanı her şeye rağmen koruyan iyi kahramandır. Türkiye’de özel kuvvetler
için çalışmış. Yurt dışı görevlendirmeleri olmuş. Son görevinde yüzü estetik
ameliyatla değiştirilmiş. Türk mafyasının içine sızmış ve mafyayı çökertmiş.
Aslında Polat mafyanın başında kendi tekelini kurmuş. Böylece, mafya
devletin “kontrol ettiğini sandığı” işlevsel bir parçası olmuş. Bu mafya, Latin
Amerika’dan Rusya’ya ve Güney Çin’e kadar, benzeri ülkelerde kendi
çıkarlarını ve doğru gördüklerini hem devletin bazı güçlerinin istediğini
yaparken hem de kendileri için fazladan işler yaparken gerçekleştirmektedir.
Polat’ın yanındaki üç yardımcısı da kendi ekibi, özel birlikten; hepsi de resmi
olarak devlet için çalışmıyor, ama devletin bile haberi olmadan, kendileri,
kimin ne zaman neden ve nerede öldürüleceğine karar veriyorlar ve bunu da
“vatan, onur ve Türklük adına” yapıyorlar.
Onurlu kahramanımız Polat’ın aksine, kötü Amerikalı Sam’ı onur, çocuk
ve ihtiyar gibi hiçbir şey durdurmaz. Onun için önemli olan “iş yapmaktır” ve
amaca giden her yol mubahtır. Dolayısıyla, yüzlerce çocuğu kendi hayatını
kurtarmak için kalkan olarak kullanması onu rahatsız etmez. Ama Polat çocuk
94
İrfan Erdoğan
katili olmanın vebalini üstlenecek aşağılık bir karaktere sahip değildir. Bu,
idealist felsefenin mekaniksel materyalizmi ile yine idealist felsefenin
normatif etiğinin (ahlak felsefesinin) çatışması, düzen koruma ve sürdürmenin
en önemli strateji ve taktiklerinden biridir.
Kötünün kötülük örnekleri: Hapishanede işkence
Irakta bir hapishane. Bir Amerikalı asker-gardiyan geliyor ve hapisteki
herkesin soyunmasını istiyor ve onlara, “Cehenneme hoş geldiniz. Buradan
kurtuluşunuz yok. Sonsuza kadar yanacaksınız. O... çocukları. Burada sadece
acı bulacaksınız. Acınızı hafifletmek mi istiyorsunuz, üzgünüm teröristler,
bunu terörist olmadan önce düşünecektiniz” diye küfredip bağırıyor. Çıplak
mahkumlara tazyikli soğuk suyla işkence yapıyorlar. Bu sahnede de Latin
Amerika’dan Türkiye ve Uzak Doğuya kadar ülkelerin hiç de yabancı
olmadığı vahşiliğin en hafif bir örneğini görüyoruz. Bu sahnelerle izleyicilerin
acıma ve öfke duyguları yoğunlaştırılıyor.
Bir başka sahnede, hapisteki hücresinde namaz kılıp ağlayan bir mahkuma
bir kadın asker tekmelerle saldırıyor; “Aşağılık maymun” diye döverek
hücreden dışarı çıkartıyor. Koridorda askerler tarafından hunharca dövülenler
arasına atıyor ve dayak devam ediyor. Burada Amerikalının dine, inanca ve
insanlığa hiç saygısı olmadığı, Iraklıyı bir maymun olarak nitelediği,
bilinmeyen bir öfke ve hunharlıkla dolu olduğu işleniyor. Bu ne kadar doğru?
Bunun örneklerini dünyada herkes medyaya yansıyanlarla biliyor ve
yansımayanları bu örneklerden geçerek tahmin ediyor. Bu “kötülük ve
vicdansızlık” sadece ABD askerlerine mi ait? Cevap vermek için, filmi
seyrederken nasıl hissettiğinizi ve “kötüye” neler yapabileceğinizi dürüstçe
düşünün. O senin için “kötü” ve sen de onun için “kötüsün”. Dolayısıyla,
birbirinize neler yapabileceğinizi düşünün. Kurtlar Vadisi Irak neler
yapılabileceğine örneklerle dolu: Özel mülkiyet ilişkileri yapısında çıkmaza
sokulmuş ve uygun bir şekilde yetiştirilmiş serbest-kölelerin serbest kölelere
(kendisine) düşmanlığı denir buna.
Yahudi Dr. Frankenstein iş başında: Organ ticareti
Kapalı bir askeri kamyonun içine insanlar doldurulmuş. “İyi Amerikalı”
bir asker yanında oturan haydut kılıklı sivil giyinmiş “kötü Amerikalı” askere
“insanlar orada havasızlıktan ölebilirler” diye şikâyet ediyor. Kötü asker iyi
askerden arabayı durdurmasını söylüyor. Kötü asker arabadan iniyor ve
makineli tüfekle kamyonun kasasında delikler açıyor ve içindeki insanları
Kabil’in öç alışı
95
tarıyor. İyi asker “ne halt ediyorsun?“ diye çıkıştığında da “nefes almalarını
sağlıyorum, artık havasızlıktan ölmeyecekler” diye cevap veriyor. İyi asker
“bu insanlar terörist olabilir, ama unutma biz askeriz” diye kızgınca karşılık
verdikten sonra “seni tutukluyorum” dediğinde, kötü asker tarafından
öldürülüyor. Kamyon Abu Ghabraib Hapishanesine geliyor. Hapishanede bir
doktor, sağlam organları mahkumlardan kesip alıyor. Organlar (böbrekler)
itinayla uygun bir taşıma kutusuna konuyor, Tel Aviv, Londra ve New York
gibi metropollere gönderilmek için paketleniyor. Bu sırada, Amerikan
askerleri gelen kamyondan ölü ve yaralıları indiriyorlar. Biraz önce sağlam
organları Iraklı mahkûmlardan alan doktor, kamyondan indirilmiş yerde yatan
ölülere bakarak “nasıl bir insan bunu yapabilir?” diye isyan ediyor: Doktor
gerçeğin, iyinin ve doğrunun kendi çıkarına göre belirlendiği yirmi birinci
yüzyılın post-modern insanının derin duyarlılıklarını taşıyor. Doktor öfkeli
çünkü ölü insanın değil canlı insanın organı gerek ona. Ölü insan kaybedilmiş
birkaç organ demektir. Doktor, kötü askere çıkışıyor: “Bunlar insan, hayvan
değil!” Kötü asker “hayvanlara saygım daha fazladır efendim” deyince doktor
askeri öfkeyle iki eliyle iterek sarsıyor ve “eğer hastalarımı öldürmekten
vazgeçmezsen, ben de organlarını düzgün alamazsam, inan seni uykunda
öldürürüm” diye tehdit ediyor. Biraz önce silah arkadaşını gözünü kırpmadan
öldüren katil asker, sivil ve silahsız bir ihtiyar doktorun tehdidi karşısında
sessiz kalıyor: Güç ilişkisi ve alınamayacak risk.
Amerikalıların Vücut Çalanlar (Body Snatchers) gibi korku filmlerindeki
yöntemleri anlamsızlaştıran şekilde, Irak filminde savaşın “canlı insanlardan
bedavaya alınan organ hırsızları” için çok uygun bir yer olduğunu görüyoruz.
Frankenstein’in aptal yardımcısını hastaneye gönderip “yanlış beyin”
çalmasına da gerek yok: Savaşta her şey kolayca ve bedava çalınabilir,
yağmalanabilir ve gasp edilebilir. Çağdaş Frankenstein, diğer hırsızlar gibi,
talan edilen zenginliğin kaynağına gidiyor. Sam bu işte “ham madde mal
üreticisi ve pazar garantörü” ve kötü asker ise “mal taşıyıcı şoför” rolü
oynamaktadır. Iraklı kurbanlardan organları kesip alan, paketleyip gideceği
yere sevk eden doktor ise bir Amerikalı Yahudi’dir. Yahudi doktor Sam ile
arkadaş, dolayısıyla gücün yanında güçlü bir güç. Bu bağlamda filmdeki
sunumlarla en az birkaç biliş yeniden üretilmektedir: Yahudiler tüccardır ve
her şeyde para kazanma yolunu bulurlar. Yahudiler Amerikalılara da kafa
tutacak güçtedir. ABD’yi Yahudiler idare etmektedir.
96
İrfan Erdoğan
Sam ile Doktor işbirliği: Emperyalist iş tartışması
Sam (ABD) ile organ tüccarı doktor (İsrael) Whiskilerini çekerken, dostça
tartışıyorlar.
Doktor: Burada insanların hayatını kurtarıyorum
Sam: Sen zenginleri kurtarmaya çalışıyorsun
Doktor: Arkadaşımsın, ama neden burada olduğumuzu unutmayalım.
Sam (biraz kızgın): Ben hep buradayım, Sizin (İsrail’in) güvenliğiniz için
kendimi tehlikeye atıyorum. Kürtleri, Türkleri ve Arapları birbirine
düşürdüm. Sense bir böbrek için şikayet ediyorsun. Dalga mı
geçiyorsun?.
Doktor (sitem ediyor): Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun.
Sam: (siteme şikayetle yanıt veriyor) Beni sıkıştırmaktan vaz geçer misin.
Beni rahat bırak. Ne kadar zorlandığımı biliyor musun? Bir fikrin var
mı? Böyle basit konularda beni rahatsız etme.
Doktor (Kararlı ve sert): Bak senden tek istediğim mahkumlara iyi
davranılması. Bana lazımlar. Kimi öldürdüğün umurumda değil. Niye
öldürdüğün, kaç kişiyi öldürdüğün beni ilgilendirmez. Ama bana
birilerini getireceksen, adamlarına onları sokakta vurmamalarını
emretmeni istiyorum. Benim onlara canlı ihtiyacım var.
Sam (yumuşak, yatıştırıyor): Tamam bunu yapacağım. Evet, anlıyorum.
Bu sahnede iki kötünün, amaç ve çıkarlarına yönelik olarak birbiriyle
anlaşmazlığı ve bu anlaşmazlığın doktorun Sam’dan bedavaya “sağlam mal”
alma garantisi almasıyla tatlılıkla çözülmesi anlatılıyor. Bu anlatıda Amerikalı
için Irak insanının ve insanın değerinin ne anlama geldiğini ve kötünün
çıkarından geçerek kendini meşrulaştıran karakterini görüyoruz.
Cennete kim gidecek: Hıristiyanlar mı yoksa Yahudiler mi?
Doktorla Sam’ın ikinci karşılaşması pazaryerindeki canlı bomba olayında
Sam’ın sırtında bazı çizikler yaratan yaralanması sırasında oluyor. Doktor
Sam’ı tedavi ederken, Sam bu denli cüret ve küstahlığa akıl erdiremediğini
söylüyor. Bu deyişle birlikte Sam ile Doktor arasında, kimin cennete layık
olduğu, cennetin kime vaat edildiği konuşması başlıyor:
Doktor: Buradaki yaşamlarını düşününce, cennete gitmek için ölen
insanlar var. Diğer taraftaki mutlu yaşama kavuşmak için.
Sam (merakla): Anlamıyorum, İsa Mesih’e inanmayıp cennete gitmeyi
düşünenleri anlamıyorum.
Kabil’in öç alışı
97
Doktor (alayla sorgulayıcı): Yani, sen gidiyorsun, ben gidemiyorum.
Söylediğin şey bu mu?
Sam: İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı. Biz onun tarafından seçildik.
Onun krallığını kurabilmek için.
Doktor: Ha, buna bir itirazım yok. Ama benim halkım (Yahudiler) tanrıyla
pazarlık yapabilen tek halktır. Ve işte bu yüzden benim bildiğim soyum
cenneti hiç kimseye bırakmaz. Sence?
Sam “morfin” isteyerek konuşmayı sonlandırıyor.4
Hıristiyan ve Yahudilerin cennete talepleri yanında, Kuran’da cennete
vaad yoktur, fakat cennete (cehenneme) gitmenin koşulları belirlenmiştir.
Polat nereye gidecek: Cennete mi cehenneme mi? İtalyan gangsterleri
adam öldürdüklerinde “haç çıkartırlar” ve pazar günleri de kilisede “günah
çıkartırlar. Böylece yıkadıkları kanlı ellerine ek olarak kirli vicdanlarını da
Tanrı’yı kullanarak temizlerler. Polat adam öldürürken kirli vicdanını “vatan
ve millet” kılıfı ile temize çıkartmayla mı yetiniyor, yoksa, buna ek olarak,
“Ya Allah” veya “Allahü Ekber” diyor ve Allah’ın eli olarak (Allah için
yaptığını söyleyerek) yaptığı katliamları Allah’ın üstüne atıp, Sam gibi,
Cennete sahiplik mi iddia ediyor? Polat’ın vatan, millet ve din ile ilişkisi,
kapitalizmin vatan, millet ve din ile ilişkisinin aynısıdır: Kendi çıkarı ve
amacı için araç/alet olarak kullanmak.
ABD politikası ve dışarıda bırakılan Türkmenler
Otelden Polat Türkmen liderin evine geliyor. Lider şikayet ediyor: “Dağı
Kürtlere, külü Araplara, petrolü de kendilerine ayırdılar. Bizimse gidecek
yerimiz dahi yok. Bizi bağımsız olarak yan yana bile getirmiyor... Toplantıları
kendi himayesinde yapıyor”. Polat, Türkmen liderden, yakında pazaryerinde
Sam’ın yerel liderlerle toplantısı olduğunu öğreniyor. Bu da Polat’ın Sam’a
suikast planını getiriyor.
Sam pazaryeri toplantısını şikayetle açıyor ve ABD’nin Irak’ı kurtarma
çabasını ve bunun önündeki engeli Türkmen, Arap ve Kürt liderlere şöyle
açıklıyor:
Anladığınızı sanmıyorum, benim tek bir gayem var. O da Irak’ı bir
arada tutmak. Ve sizlerin burada barış içinde yaşabileceğinizi
kanıtlamak için kalıcı bir hükümet kurmak. (Türkmen lidere) siz
4
Bu doktora Ali-İmran Suresinde verilen cevap şöyledir: Ey Resulüm, o kafir olan
Yahudilere de ki “…siz muhakkak mağlup olacaksınız ve toplanıp cehenneme
sürüleceksiniz.”
98
İrfan Erdoğan
Türklerle ittifaka devam ettiğiniz sürece, (Arap lidere) siz de Arap
dünyasında buna devam ettiğiniz sürece, (Kürt lidere) sizin de
bağımsız bir Kürt devleti kurma çabalarınız sürerse, bu bölgede asla
barış olmaz. Beyler, benim tek itirazım bu kutuplaşma üzerine.
Dikkat edilirse Sam kendilerinin bağımsız bölgelere böldüğü Irakla ilgili
böl ve yönet politikasının tam tersinden bahsediyor. ABD’yi birleştirici ve
diğerlerini de bölücü unsurlar olarak tanımlıyor.
Arap lider ise “ama bize eşit davranmıyorsunuz. Biz suçluyuz, çünkü
Saddam’ı biz yarattık. Size göre hepimiz teröristiz. Neden düğündeki insanlar
terörist ilan edildiler. Sırf havaya ateş açtıkları için mi?” diye şikayet ediyor.
Buna karşı Sam “hayır, çünkü teröristler ve bombacı yetiştirmeye devam
ediyorsunuz” diye suçluyor ve ardından “sorunlarınızı anlatın, çözüm
bulmaya çalışacağım” diyerek onların ne düşündüklerini bilmeye çalışıyor.
Bunun üzerine Türkmen lider şikayete başlıyor: “Bakın, söylendiği gibi
köylerimiz sadece işgücü nedeniyle boşaltılmıyor. Köylerdeki aileler
Uydurma bahanelerle sistemli bir biçimde göç etmeye zorlanıyorlar. Sadece
bizimkiler de değil, Arap köyleri aynen bizim köyler gibi boşaltılıyor”.
Bunun üzerine sanki bunları bilmiyormuş gibi Sam Arap lidere “bu
söyledikleri doğru mu?” diye sorarak oyununa devam ediyor. Arap lider de
“maalesef doğru. Tabi bunun tek bir nedeni var. Petrol. Musul’da ve
Kerkük’teki petrol noktalarından teker teker çıkmaya zorlanıyoruz. Petrol bu
bölgelerin topraklarından çıkan bir değerdir. Bunda bizim de hakkımız yok
mu?” diyerek, petrolden pay istiyor. Sam’da “tabii ki, bunda hakkınız var,
ama önce güvenliği sağlamalıyız; sonra ekonomik meselelerle ilgileniriz.
İstikrar olmadan bu zenginliği paylaştırmamı bekleyemezsiniz benden”
diyerek buna niyeti olmadığını gösteriyor. Arap lider terörist iddiasıyla
tutuklanan, işkence gören masum Araplar olduğundan, tutuklanma sırasında
yakın akrabalarını kaybedenlerden bahsediyor. Türkmen lider de köylerinden
zorla göç ettirilen ailelerin sağ salim geri dönmesini istediklerini belirtiyor ve
“Kürtler de bize artık azınlık muamelesi yapmaktan vazgeçmeliler” diye
ekliyor.
Sam, sanki bütün bunlardan habersiz gibi, şahsen ilgileneceğini ve
gerekeni yapacağını belirterek oyunu bitiriyor.
Son sözü alan Kürt lider ise “güvenlik ve istikrar için daha fazla maddi
destek gerek, bölgenin kalkınması için eğitimli insanlara ihtiyaç var”
dediğinde, Sam alaylı bir gülüşle “doğrusunu isterseniz, CIA’de son yirmi
Kabil’in öç alışı
99
yıldır bu cümlelerin Kürtçesini ezberlemeyen stajyer bile yok” diye alayla
yanıt veriyor.
Toplantıda Türkmen ve Arap liderlerin şikayetlerinden Kürt lider rahatsız
görünüyor. Ama Sam’dan sözsüz iletişimle kaygı duymamasını anlatan
mesajlar alıyor. Sam’ın davranışından Kürt liderle işbirliğinde olduğu açıkça
görülmektedir. Sonradan, Kürt lider bir mitingde Sam’a Saddam’ın
sarayından gelen piyanoyu hediye ettiğinde, Sam Kürt liderin kulağına
”Türkmenlerin işi bitti, sıra Araplarda” dediğinde, bu işbirliği somut bir
şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bu sahnede, böl ve yönet politikası uygulamasında bölünenler arası çıkar
çatışmalarını, Amerikalıların Kürtleri kullandıklarını ve aynı zamanda
kötünün ve iyinin yanında olanların kimler olduğunu öğreniyoruz.
Pazar yeri faciası: Çıkmazda bırakılanın çözüm yolları
Polat Sam’ı pazaryeri toplantısında vurmak için suikast planı yapıyor.
Birden bire neden “çuval giydirme” ile ödeşme işini, suikast girişimine
döndürdüğü açık değil. Çuvalı giydirip gidecekti. Şimdi gerekçe vermeden
fikir değiştirdi. Pazaryeri insanlarla ve çocuklarla dolu. Polat bir binanın
üstünde dürbünlü tüfekle Sam’ın gelmesini bekliyor. Kurtları da pazarda
dolaşıyor. Sam korumaları arasında pazarda görünüyor. Fakat pazar çok
hareketli olduğu için Polat bir türlü ateş edecek pozisyonu yakalayamıyor.
Sam içeri giriyor ve liderlerle masaya oturuyorlar. Liderlerin şikâyetlerini
dinliyor. Toplantı bitiyor. Dışarıya çıkacaklar. Bu sırada birbirine bağlı dört
olay oluyor: (1) Düğündeki katliamın intikamının almak için vurulan çocuğun
babası canlı bomba olarak, kendini ve pazarda birçok kişiyi öldürüyor. (2)
Polat’ın planı böylece suya düşüyor, çünkü Sam yoğun koruma altında dışarı
çıkıyor. (3) Türkmen lider, Sam’ın hayatını “sizle biraz konuşabilir miyim?”
diye onu restoranın içinde tutarak dışarıda bombayla ölmesini veya Polat
tarafından vurulmasını farkında olmadan önleyerek kurtarıyor. Sam bomba
nedeniyle sadece yaralanıyor. (4) Polat’ın, adamını öldürmeye çalışan
Amerikan askerini vurmasıyla birlikte silahlı çatışma başlıyor. Polat´ın
adamları kaçıyor. Polat da birkaç Amerikalıyı öldürdükten sonra onu
kovalayan Amerikalı askerleri öldüre öldüre kaçmaya başlıyor. Bir eve
giriyor, giydiği Arap giysilerini çıkartıyor ve sakince sokağa çıkıp yürümeye
başlıyor.
Filmde hem bu suikast arayışında hem de sonradan bombalı piyanoyla
Sam’ı öldürme girişiminde kötüden kurtulmada doğru bir yol olarak suikast
100
İrfan Erdoğan
sunuluyor. Piyano olayında bombanın patladığını duyan herkes çok seviniyor,
bayram ediyor. Polat sevinmeden önce Sam’ın öldüğünden emin olmak
istiyor. Dikkat edilirse, suikast ölmeyi hak edenlere düzenleniyor. Böylece,
Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Türkiye gibi ülkelerde önde gelen aydınların
suikastla öldürülmeleri de meşrulaştırılıyor.
Bu olaylardan sonra, olayların hazırlanmasında kontrol Sam’ın eline
geçiyor: Sam ilk iş olarak Polat’ı öldürme operasyonu düzenliyor.
Polat’ı öldürme operasyonu ve iyiler arası dayanışma
Doktor Sam’ın yaralarını temizlerken, içeriye gelen Asker Polat’ın
adamlarının olay sırasında pazaryerinde olduğu istihbaratını getiriyor. Sam da
“Türkmen liderini buraya getirin” diye emir veriyor. Türkmen lideri
geldiğinde Sam onu sorguya çekiyor: “Hassan, sen benimle özel olarak
konuşmak istiyordun. Konu neydi? Bak Sam birazdan bir bomba patlayacak
mıydı, yoksa Sam Türkiye’den getirttiğim adamlar bomba patladıktan sonra
sana ve adamlarına ateş açacaklar mı diyecektin? Hı, hangisiydi?”
Hassan (Türkmen lider): Ama siz bize haksızlık ediyorsunuz. Hepimiz
oradaydık. Hepimizin hayatı tehlikedeydi.
Sam: Hassan sana bir kere daha soracağım. Nerede bu Polat Alemdar?
Hassan böyle bir ismi yeni duyuyormuş gibi şaşkınca “Polat Alemdar?”
diye tekrarlayınca, Sam tabancayı çekip onu öldürüyor. Sam tabancayı Hassan
ile gelen diğer kişiye çevirerek “Polat Alemdar nerede?” diye soruyor.
Polat’ın yerini öğreniyorlar ve Amerikan askerleri gece yarısı evi basıyorlar.
Dengesiz iki güç arasında kovalamaca başlıyor. Leyla onları bir eve
saklayarak zor durumdan kurtarıyor. Amerikan askerleri gece yarısı bütün
evlere aramak için tek tek baskın yapıyorlar. Burada düşmana karşı
dayanışma ve karşılıksız yardımın çok yalın bir şekilde işlendiğini görüyoruz:
Polat yardım eden genç kadına “adın ne?” diye soruyor.
Leyla: ne önemi var?
Polat: Çünkü borçlu olduğum kişinin adını bilmek isterim
Leyla: Borcunu ödeyeceğin zaman öğrenirsin.
Böylece Sam’ın Polat’a ilk saldırısı eşini erkenden “cennete” gönderen
‘cehennemliklilere” karşı Polat ve adamlarını fedakarca ve ölüm riskine
rağmen koruyan bir genç kadının yardımıyla etkisiz kalıyor.
Amerikalılar her yerde devriye geziyor. Polat ve arkadaşları Leyla’nın
evindeler. Polat “hayatlarını kurtardığı” ve “büyük konukseverlik” ettiği için
Leyla’ya teşekkür ediyor ve “ama buradan gitmeliyiz” diyor.
Kabil’in öç alışı
101
Leyla (endişeli): Amerikalılar her yerdeler. Biraz daha beklemeniz
gerekiyor.
Polat, çok hafif bir gülümsemeyle, Amerikalıların gitmeyeceğini,
saklanarak ve mücadele etmeyerek bir savaşın kazanılamayacağını şöyle
belirtiyor: “Amerikalıların gitmesini beklersek, yaşlanırız Leyla”.
Emperyalistin kanlı duası: Hz İsa’nın kötüye kullanılışı
Aynı dinden insanlar bile birbirini kırarken aynı tanrıya kendilerini
kazandırması ve düşmanı helak etmesi için dua ederler:
Tanrım (düşmanın) acıdan kıvranan yaralılarının çığlıklarıyla silahların
gürlemesini boğmak için bize yardım et. Evlerini ateş fırtınasıyla kül
etmemize yardım et... Bunu aşk için, aşkın kaynağı olan Tanrı için
istiyoruz...Amin" (Mark Twain'in Savaş Duasından, Erdoğan, 1997).
Böylece komşuyu öldürerek, bombalayarak, evini başına yıkarak Hz
İsa'nın "komşunu sev" ve "öbür yüzünü dön" önerisine uyulur: Komşunun
başına bomba yağdırılarak sevgi ifade edilir. Bu kadar hırs ve bu kadar
yoğunlukla sever insanlar birbirini! Bunun için de Tanrıdan yardım istenir.
Düşmanın evini başına yıkarken, öldürürken, karısının ve kızının ırzına
geçerken, malını ve toprağını talan ederken, Tanrıdan kendilerine güç vermesi
ve kendilerini takdis etmesi istenir. Benzer duayı Sam yapıyor. Hz İsa’yı
emperyalizme alet eden Sam Hz İsa’nın çarmıha gerilmiş ikonu karşısında
şöyle dua ediyor:
Efendim, bazen isyan ediyorum neden beni yanında istemiyorsun diye.
Ama anlıyorum ki sana karşı vazifelerim bitmedi…Ölen
kahramanların ve kahraman olacakların ruhlarını takdis et. Bize huzur
ver. Bize hep yol göster. Bu fedakarlıklar hep görev aşkıyla yapılıyor.
Isa efendimizi ve dünya barışını korumak için. Yüce efendim, bütün
gücümle vazifelerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Bu dünya sana
sadakatimi ispatlayacak işler yapmam için yaratıldı. Sen yeryüzüne
dönmeden önce kutsal kitapta vaat ettiğin Babil hesaplaşmamışını
tamamlamamı sağla. Gelecek nesiller tanrının krallığını inşa edecek
kahramanlara minnettarlığını sunarken dualarında beni an3maları ve
benim için ne büyük bir şereftir. … Burası Babil. Benim vatanım.
Bana nereye gidiyorsun demeyeceksin bir daha, sana söz veriyorum.
Ben bu topraklarda öleceğim. Kanım bu topraklarda akacak.
Kanım…vaat edilmiş topraklar bizim olana dek akacak. Vaat edilmiş
topraklar bizim olduğunda barış gelecek ve barışı sağlayan tanrının
çocuğu olacak.
102
İrfan Erdoğan
İki başkötü: Amerikalı Sam ve Amerikalı Yahudi doktor. Doktorun organ
ticaretinden başka amacı yok. Ama Sam kutsal toprakları ele geçirme gibi
yüce bir dava peşinde. Bunu yaparken Amerikan emperyalizmini Siyonist
görüşün “vaat edilmiş topraklara” sahipliği ile birleştiriyor ve Hz İsa’yı da bu
sömürgeci amaca alet ediyor. Bir Amerikalının, tanrının sözünü yayan bir
evangelist bile olsa, yeni bir haçlı seferi yaparak kutsal toprakları alma gibi
bir teolojik bilişe sahip olacağı olasılığı çok düşüktür. Bu bilinci “siyonistler”
ve emperyalist Avrupalılar taşıyabilir. Ayrıca bir Amerikalının siyonist
idealler taşıyacağı da beklenemez. Dolayısıyla filmde sunulan dua sahnesinde
Amerikan emperyalizminin “manifest destiny” anlayışını, siyonizmin vaat
edilmiş toprakları ele geçirme ve Avrupalıların Yeni-haçlı seferi düşüncesiyle
birleştirerek sunmak, konuyu materyal temelinden alarak Amerikan
emperyalizmini teolojik açıklamaya indirgemek demektir. 2006 Temmuz
ayında Israil’in Lübnan saldırısını ABD ve Avrupa “Hizbullah ve Suriye”
kılıfıyla destekledi. Aynı desteği, bilerek veya bilmeyerek, hemen her
cümlenin başında, “Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması sonucu
başlayan…” diye haber veren Türkiye’deki medya da verdi. İsrail’i Batı’nın
ve Türkiye’deki medyanın desteklemesinin ardında teolojik neden,
düşünülebilecek en son nedendir. Ayrıca, Amerikan emperyalizmini
Amerikan ırkçılığıyla destekleyen teolojik yanın siyonizmin ve Avrupa’nın
teolojiyle desteklenen ırkçılığından farklılıklarına dikkat etmek gerekir.
Filmdeki dua sahnesi bu üçünü birleştiren ve medeniyetler çatışması fikrini
anımsatan teolojik-emperyalist bir manifestoya benziyor. Bu manifestoda
emperyalizmin dünyadaki materyal soygunu gizlenmekte ve onun yerine
İsa’nın Krallığı ve bu krallık için bütün ruhunu adamış Sam gibi delilerin
söylemleri yerleştirilmektedir. Nasıl olsa cehenneme gidecek olan dinsiz
doktor ise “böbrek gaspı ve satışı” gibi anlamsız ve önemsiz, ama canice
işlerle uğraşmaktadır.
Teolojiyle desteklenen emperyalizmin serüveninde, vaat edilen topraklara
sahip oluncaya kadar kan akıyor ve barış ancak emperyalizmin dünya
egemenliğini elde etmesiyle sağlanıyor. Baskı, terör, cinayet, katliam ve
insanın insanı sömürüsüne dayanan bir sistem vaat edilmiş toprakları da alıp
dünya egemenliğini ele geçirdiğinde, Hz İsa’nın krallığını kuracağını
söylüyor. Yalan söylüyor. Hz İsa’nın vaat ettiği krallık bu dünyada değil öbür
dünyadadır; Hz İsa emperyalist değil anti-emperyalisttir: Hiçbir zaman
sömürgenlerin, güçlülerin ve zenginin yanında olmamıştır, daima yoksulun ve
güçsüzün yanında olmuştur. Hz İsa insanların günahı için kendini feda
Kabil’in öç alışı
103
etmiştir. Hz İsa insanın insana köleliğine karşı çıkmıştır. [Bu sözlerle
kesinlikle Hıristiyanlıktan bahsetmiyorum, Hz. İsa'nın kendisinden
bahsediyorum, çünkü Hıristiyanlık örgütlü din olarak insanlık tarihinde
insanlığa en büyük canavarlıkları yapmış veya yapılmasına ortak olarak
katılmış veya yapılmasının destekleyicisi olmuştur ve olmaktadır]. Hz. İsa ile
örgütlü Hıristiyanlık arasındaki ilişki, Hz. İsa’nın bu canavarlıklarda,
soygunda ve sömürüde satış yapan ve insanları harekete geçiren “süperstar”
olarak kullanılmasıdır. Hz. İsa hiç bir zaman emperyalizmi savunmadı: Eline
kılıcı alanın kılıçla öleceğini belirti. Köleliğe, zengine ve maddi zenginliğe
karşı tavrı çok açıktı: "Zenginliklere sahip olanlar için cennete gitmek ne
kadar zor! Çünkü bir devenin bir iğnenin deliğinden geçmesi bir zenginin
cennete girmesinden daha kolaydır" demiştir (Luke, 18:1825). Hz İsa ne yazık
ki Avrupa sömürgecilerinin, onları destekleyen örgütlü dinin elinde, katliam,
baskı, cinayet ve kandırma aracı olarak kullanılmıştır ve kullanılmaktadır.
Çağdaş uygarlığı temsil ettiklerini iddia eden bu cinayet örgütlerinin elinde,
Hz İsa’nın "hiç kimse iki sahibe hizmet edemez: Tek bir sahip vardır, O’da
Tanrıdır; komşunu sev; sana tokat vurana diğer yanağını sun" anlayışı, biçim
değiştirerek şu şekli almıştır: Üzerinde “GOD BLESS AMERİCA” yazılı
bombalarla yok et; modern işkence metotları geliştir, işkence yap; kafalarına
uzaktan ateş yağdır; evlerini başlarına yık ki anlasınlar; çocuklarını öldür ki
yas tutsunlar. Sam’ın yukarıdaki duasında, Batı’nın ırkçı, emperyalist ve hasta
ruhlu doğasının yansıdığını görüyoruz. Bu duada, aynı zamanda, medeniyetler
çatışması görüşünün politikalarına uygun olan düşmanlıklar işlenmektedir.
İslami anlayış ve Şeyhin duası
Sahne Şeyh’in duasıyla başlıyor. Dua sırasında görüntülerle Müslüman
insanların sevgi, saygı, yardım, dayanışma, her şeyi tanrının nimeti sayıp ona
kıymet verme, bir duvardan düşen küçük bir sıva parçasını bile geri yerine
koyarak yapıcı olma, işgal altındaki zorluklara rağmen onurlu ve şerefli
yaşama gibi güzel karakterleri anlatılıyor. Bu görüntülerdeki insan tipi,
Batılılaşmış veya Batıya öykünen bir maymunluğu değil, binlerce yıllık
geleneğin insanı. Dua şöyle:
Yarabbi,.. görünen ne olursa olsun; kim yenerse yensin; kim yenilirse
yenilsin. Galip olan, hakim olan, yapan ve yaptıran Sensin. …Sen
zulmetmezsin yarabbi; zulmeden biziz. Senin uğrunda kenetlenmeyip,
benlik uğruna ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için, kendimize
zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için, düşman da şimdi bize
104
İrfan Erdoğan
zulmediyor. Bütün zalimlerden ve senden sana sığındık. Bizler gafil
olduk, günahkar olduk, mahkum olduk, mağlup olduk, … Sen bizleri
düşmanın saldırılarıyla uyandırdın, şimdi de lütfet yarabbi bize bu
saldırıları defedecek güç ve enerji ver. Bilinçli sabır ve sebat ihsan
eyle... Kutlu peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı
zaman titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuku ahlakından ayırma
yarabbi.
Sahne duayı takip eden ilahiyle bitiyor. Duada katliamlardan, kandan,
tanrı adına kan döküp tanrının krallığını kurmaktan bahsedilmiyor. Sam’ın
duası ve dileği gibi, emperyalist gözü dönmüşlük, şiddet ve cinayetle dolu bir
dua değil. Amerika’ya veya emperyalizme karşı cihat da ilan etmiyor.
Tanrıdan zulme karşı insanları koruması isteniyor. Kötü durumdan kurtulmak
için Tanrıdan yardım, sabır ve sebat dileniyor. Şeyhe göre “sabır boyun
eğmek değildir. Sabır mücadeledir.”5 “Ey iman edenler, …düşmanlarınızla
olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın” (Ali-İmran suresi).
Bu duada ve filmde İslam’daki cihat anlayışı işlenmemiştir. Filmdeki bu
eksiklik ve benzeri diğer sunumlar, filmin kaba propaganda olduğu iddialarını
artırmaktadır. Elbette bu şeyhin tarikatı gibi Anadolu’da da barışçı olan ve
haksızlığa ve zulme karşı olan tarikatlar vardır. Fakat filmin, örneğin
Kuran’da surelerde sunulanlarda nedenleriyle birlikte açıklamalar getiren
sahneler olmadığı için, propaganda karakteri desteklenmektedir. Çünkü
aşağıdakilerin tarihsel bağlamı bilinmeli ve okuyucular yorumlarını bu
bağlam içinde yapmalıdır ki böylece doğru yorum ortaya çıksın:
O haram aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız
öldürün; onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin,…eğer tövbe
ederler, namazlarını kılıp zekatlarını verirlerse, kendilerini serbest
bırakın. …yeminlerini bozar ve dinimize taarruza kalkarlarsa, küfür
öncülerini hemen öldürün… Onlarla muharebe edin ki, Allah, sizin
ellerinizle kendilerini öldürsün ve böylece azap etsin; onları perişan
etsin, size karşı zafer versin. …Ey müminler, yoksa sizden cihat işi
terk olunur mu zannedersiniz? (Et-Tevbe Suresi). O kafirleri nerede
bulursanız öldürün; onlar sizi Mekke’den çıkardıkları gibi, siz de onları
oradan çıkarın (Bakara Suresi). Allah yolunda çarpış. …İman edenleri
de savaşa teşvik et (En-Nisa Suresi).
5
Filmin senaristi ve Polat, Elazığ merkezli Kadiri tarikatının lideri Abdulkadir
Şaşmaz’in oğludur. Kadiri tarikatı Anadolu’da en yaygın tarikatlardan biridir.
Filmdeki zikir sahnesinde okunan ilahi Kadiri tarikatı piri Abdulkadir Geylani
adına okunmaktadır. Tarikatın niteliğine dair işlenen biliş tesadüfi değildir; filmin
yapımcıları kendi tarikatlarının propagandasını yapmaktadır.
Kabil’in öç alışı
105
Savaşla yıkılan hayatlar: Dün ve bugün
Leyla, Polat’ın “bu hayatta en çok yapmak istediğin ne?” sorusuna verdiği
yanıtta, eskiden var olan hayaller, mutluluk ve mutluluğun özlemi işlenirken,
bu özlemin ve hayallerin yok edilişiyle gelen düşmanlık ve intikam duygusu
yoğunlaştırılıyor. Leyla’nın şimdi hayattan tek istediği huzur içinde ölebilmek
için hediye hançerini Sam’ın (Amerika’nın) kalbine saplamak. Dikkat edilirse,
savaşın getirdiği insan yıkımı ve bu yıkımla birlikte gelişen korku ve dehşet
psikolojisinde yoğunlaşan intikam duygusu, insanlığı maddeye sahiplikten
geçerek tanımlayan ve madde ve güç elde etmek için katliamlar yapan bir
alçalmış insanlığın kendine benzer bir insanlık yarattığını görüyoruz savaşta:
Silahlı katliama karşı silahlı katilin sunduğu tek seçenek, onun yöntemleriyle
olan karşı mücadele olarak kendini göstermektedir: Seni kendi evindeki
köpeğe ve herhangi bir hayvana etmediği muameleye layık gören, aşağılayan
ve işkence ederken zevk alanlara karşı, pasifizme, insan olmaya, anlayışa,
çekilmeye, sessiz kalmaya, susmaya ve onlara karşı onlar gibi olmamaya
imkan var mı? Pepsisini ve Colasını içtiğimiz, Pizzasını yediğimiz, Levy’sini
ve Nike’ını giydiğimiz, parfümünü ve rujunu sürdüğümüz bu güç, bizi
tüketimde kendine benzetirken, katil ruhluluğunda da bizi kendine
benzetmeden başka bize seçenek bırakmamaktadır. Camus, Marksist veya
humanistler yanılıyorlar: Seni kakaroç (iğrenç bir böcek) olarak görenler, seni
kakaroç gibi her fırsatta tepeleyip ezecektir. Gelecekte, gerekirse, ilaçlayıp
kitleler halinde imha edecektir. Bunu da teknolojik otomasyon sistemiyle
yapmazlarsa, içeride ve dışarıda daima yaptıkları gibi, kendi kakaroçlarıyla
(19’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri kiraladıkları, yetiştirdikleri ve
isteyerek kendinden olanı öldüren işçi sınıfının bir kısmını kullanarak)
yapacaklardır. Bugün bildiğimiz silahlarla, yarın kimyasal silahlarla. 6
Filmde gelecek de pek parlak sunulmuyor; çünkü öldürülen kötünün
yerini yeni bir kötü alacak ve iyi ve kötü (geceyle gündüz, karanlıkla aydınlık,
güzelle çirkin, haklıyla haksız) arasındaki savaş devam edecek: Filmde Sam’a
piyanoyla suikast girişiminin başarılı olduğunu sanan Leyla sevinirken. Polat
endişeli bir şekilde “buradan gitmemiz lazım” diyor.
6
Aslında seçenek çok: Onun olanı ve Cola Zurka gibi onun olduğunu gizleyeni, satın
alma, kullanma; onun “kullan ve at” dünya görüşünü destekleme; onun böl ve yönet
politikalarını, ırkçı milliyetçiliğini ve tarikatçı ayırımcılığını savunmama; kendi
değerini aşağılık gösteriş kültüründen geçerek değil de, insanca dayanışma
kültüründen geçerek bulmaya çalış. Seçenek çok, yeter ki seç.
106
İrfan Erdoğan
Leyla: Artık hiçbir yere gitmem; öldü gitti. Ne yapacak? O iğrenç ruhu
bizi rahatsız mı edecek?
Polat: Leyla, zor kısmı asıl şimdi başlıyor. Onun yerine gelecek adam,
bizimle temas ettiğinizi öğrenebilir.
Sam’ın şeyhi yok etme planı ve Kürt’ün vefası
Sam şeyhten kurtulmaya karar veriyor. Bunu yanından ayırmadığı Kürt
lidere söylüyor. Sam önünde engel olabilecek hiçbir iyinin varlığına
dayanamıyor: “Artık bu şeyhten çok sıkıldım. Türkmenler onun yanına
koşuyor. Araplar onun yanına koşuyor. En yakın adamları kim? Kürtler. Kim
bu adam Allah aşkına?”
Kürt lider Şeyhin soyunun peygambere kadar uzandığını, ona herkesin
saygı duyduğunu, yetimlere, dullara, işsizlere, çaresizlere onun baktığını
söylüyor. O olmasa “herkes terörist olurdu” diyor. Fakat Şeyhi tutuklamaya
karar vermiş olan Sam, soyunun umurunda olmadığını söylüyor ve Kürt lidere
“benden mi yoksa ondan mı yanasın” diye zor bir seçenek veriyor. Kürt lider
cevap veremeyince “menfaatin ne?’ diye soruyor. Kimseden menfaati
olmadığını söyleyen Kürt lider “ben bu işin bir parçası olamam efendim”
diyor ve ekliyor: “Benim babam, onun babası, hatta dedemin de babası, biz
hepimiz o köyün ekmeğiyle büyüdük. Bizi Saddam’ın zulmünden o
kurtarmıştı. Yapamam. Ben asla ona silah doğrultamam. O bizi çarpar”.
Sam: Çarpar mı? Yani büyücü mü bu adam?
Kürt lider (çok endişeli) : Hayır, hayır efendim. Siz onu bilmiyorsunuz.
Sam (alaylı ve emin): Yeterince biliyorum. Teşekkürler. Bu toplantı
bitmiştir.
Filmde Kürt lider kötü olarak betimlenmiyor: Sam’ın yanında ve onunla
işbirliğinde, onun kontrolünde biri olarak resmediliyor. Fakat Şeyhi tutuklama
konusuna gelindiğinde Kürt lider böyle iyi bir insana karşı gelmeyeceğini ve
bu olayın parçası olmayacağını belirterek Kürt’ün kültürünün de, Kürt
işbirlikçi bile olsa, onurlu, vefalı, kader ve kıymet bilen bir kültür olduğunu
vurguluyor.
Filmde Kürtler, iyi Kürtler, kötü Kürtler ve işbirlikçi Kürtler olarak üç
gruba ayrılmaktadır. İyi Kürt Polat’ın adamı, yani Türkiyeli olan ve Polat’ın
Kürt kurdu. Şeyhin dergâhındaki silahlı çatışmada, Memati yaralanınca
öfkeyle “hep bu Kürtlerin yüzünden” diyor. Abdülhey de “abi, ben de
kürdüm” dediğinde, Memati “sen başkasın, Abdülhey” diye yanıt veriyor.
Abdülhey’in yanıtı oldukça ilginç ve düşündürücü: “her şey böyle başlıyor,
Kabil’in öç alışı
107
abi”. Gerçekten de, “başka olma” ve ötekilik” yaratma ve bunu gerektiğinde
ırkçılığın, ayırımcılığın ve böl ve yönet politikalarının öğesi olarak kullanmak
için işlevsel bir başlangıçtır.
Şeyh’in gazeteciyi kurtarışı: İslam terörü desteklemez
Bu sahnede “Amerikalılar, İngilizler, Yahudiler Iraktan defolup
gitmedikçe herkesin kafasını teker teker keseceğiz” diyen “teröristler” bir
gazeteciyi kaçırmışlar. Gazeteci dua ediyor. Tam kafasını keserken, içeriye
Şeyh giriyor. “N’apıyorsunuz siz? Kime özeniyorsunuz? Zalimlere çalışan
kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını siz kimden
öğrendiniz?” diye sorarak kılıcı elinde tutan Iraklının elini tutarak dize
getiriyor. Iraklı “bu adam katillerin uşağı gazeteci; masum biri değil” diye
karşılık veriyor. Kılıcı Iraklı’nın elinden alan Şeyh öfkeli bir şekilde “ne
dedin? Sen Allah mısın ki, masum olmadığını bileceksin?” diye çıkışıyor.
“Zalim biri olabilir. Yalancı da olabilir. Bu adam biri sizin kellenizi uçursa
büyük bir keyifle fotoğrafınızı çekerek, Müslümanlar birbirlerini kesiyor da
diyebilir. Siz kendinize bir zalimin yaptığı işi nasıl yakıştırıyorsunuz?” diye
çıkışmaya devam ediyor. Sonra gazeteciye kalkmasını söylüyor ve kılıcı onun
eline vererek Iraklının kafasını kesmesini istiyor. Gazeteci kılıcı yere koyarak
“ben sadece bir gazeteciyim. Anlıyor musun?” diyor. Gazeteci böylece
herkesin bir mesleği olduğu ve mesleğine uygun iş yapması gerektiğini; kendi
mesleğinin gazetecilik olduğunu, adam öldürmek olmadığını vurguluyor.
Şeyh ise İslam’ın teröre ve şiddete karşıtlığını ortaya koyuyor. Bu sırada,
Polat ve yardımcılarının dünya görüşü ve sorun çözümü anlayışı film boyu
Şeyhin anlayışını geçersiz yapıyor ve sadece basit bir propagandaya
dönüştürüyor.
Çözümle gelen final:
Şeyhin evine saldırı ve Sam’ın öldürülmesi
Sam’a bombalı piyano ile yapılan suikast de başarısız oluyor. Sam
piyanoyu çalmaya oturuyor. Fakat büyük şans eseri kurtuluyor.
Polat ilk suikast olayındaki başarısızlıktan sonra olan her şeyde “yapan,
biçimlendiren ve yöneten” güç olmaktan çıkıyor. Olayları kontrol etme gibi
bir girişimi de olamıyor. Olacakları artık Polat planlayamıyor. Suikast olayına
kadar, fareyi (Sam’ı) yok etmeye çalışan kedi (Polat), ondan sonra bir taraftan
mücadele söylemi verirken diğer taraftan saklanmakta ve kaçmaktadır:
Kedinin fareye dönüşümü. Ama dişli bir fare, çünkü kovalamaca sırasında
108
İrfan Erdoğan
kaçarken öldüren Polat oluyor. Bu intikam kovalamacasında son durak şeyhin
evi (dergah) oluyor. Polat ve adamları şeyhin evine geliyorlar. Ezan
okunurken, Sam’ın emrindeki ABD askerleri füzeyle minareyi uçuruyorlar.
Füzelerle, makinelerle saldırı başlıyor. Polat ve adamları çatışmaya giriyor.
Saklambaç oyununu çok iyi bilen Polat ve arkadaşları askerleri teker teker
avlıyor. Sam Leyla’yı öldürüyor; Polat da Leyla’nın intikam hançeriyle Sam’ı
öldürüyor. Sam’ın yüzünde önce şaşkınlık ve sonra mutlu bir görüntü
oluşuyor: Emperyalizmin Babil’de mutlu ölümü. Öyle mi ölecek acaba? Leyla
Polat’ın kollarında can veriyor. Babasının burnuna taktığı hızma Polat’ın
avucunda: Leyla özgür artık. Polat ağlıyor. Biz de ağlıyoruz. Türk’ün onurunu
çuval geçirene çuval geçirme amacıyla başlayan bir öç alma sorunu, Irakla
ilgili çeşitli sorunlar ve propagandalarla birlikte çeşitleniyor ve sonunda baş
düşmanın ölümüyle çözümleniyor. Böylece filmde kurulan bireysel seviyeye
indirgenmiş sorunlar, bu seviyede işlenen mikro ve makro ideolojik çözüm
anlayışına uygun bir şekilde çözümleniyor. Çözümleniyor mu?
SONUÇLAR
Filmin başında, kahraman Polat kendi nüfuz/egemenlik ve katliam
alanından çıkıp ABD’nin egemenlik ve katliam alanına tecavüz ediyor.
Neden? Bizim başımıza çuval geçiren Amerikalıya “ders vermek” için.
Hepimiz izliyoruz: hepimiz birdenbire Polat oluyoruz. Başımıza çuval geçiren
düşmanın, klasik propaganda filmlerinin şanına yakışır bir şekilde, ne denli
aşağılık, alçak, insanlık duygularından yoksun, amacı için okul çocuklarını,
kızları, kadınları, suçsuz insanları öldürmekten kaçınmadığı göstermek gerek.
Filmde bu bol bol işleniyor. Elbette, bizim Polat (ve biz) bu hain tarafından
alçakça planlarlıyla zor durumda bırakılıyoruz. Fakat bu durumlardan hiç
kimseye bir kötülük yapmadan alnımızın akıyla çıkıyoruz. Irak sokakları
“Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganlarıyla çınlıyor. Çocukları, suçsuz
insanları koruyoruz, onların incinmesine razı olmuyoruz; incindiklerinde
içimiz kan ağlıyor ve düşmana karşı hıncımız daha da artıyor. Hatta kaçmak
zorunda bile kalıyoruz. Ama kalleş düşman peşimizi bırakmıyor. Artık başka
çare yok: Düşman yok edilmeli. Filmin başında planlanan basit bir “öç alma”
işi, bir çeşit kan davasına dönüşüyor; Amerikalıyı (Sam) öldürerek rahatlamak
istiyoruz. Ama işler pazar yerindeki canlı bomba olayı ve kaos nedeniyle
karışmaya başlıyor. Bu sırada Irak’taki savaşın ve şiddetin çirkin yüzünü,
organ ticareti yapan Yahudi doktoru, haksızlığa karşı çıkan “iyi” bir
Amerikan askerinin “kötü bir Amerikan askeri” tarafından öldürülmesini,
Kabil’in öç alışı
109
keyfi cinayetleri ve hapishanelerdeki işkenceleri, entrikaları, haksızlıları ve
kötülükleri görüyoruz. Bu iğrençlikten midemiz bulanıyor ve daha çok
doluyor ve öfkeleniyoruz. Polat yaptıklarıyla bizim öfkemizi dindiriyor, bizi
rahatlatıyor. Kendimizi film bittiğinde kederli fakat kazanmış hissediyoruz.
Cebimiz sekiz lira hafiflemiş, beynimiz gerginliklerden rahatlamış bir şekilde
sinemayı terk ediyoruz. Temsil yoluyla düşmandan öcümüzü alıyoruz:
“Savulun lan Amerikalılar, Türkler geliyor!” Kendimizin sandığımız küvette,
kendimiz için sandığımız kürek sallama denir buna. Bunun farkında mıyız?
Bazılarımız farkında. Ama düşmanlıklar körükleniyor: Aynı Fenerbahçe’nin
kazandığı maçta kendilerini rahatlatan Fenerbahçeli taraftarlar gibi, filmi
seyreden Anadolu insanı da rahatlıyor. Aynı zamanda, Fenerbahçelilerde
taraftarlık duygusu yoğunlaşırken, düşmana (diğer takımların oyuncularına)
karşı saldırgan duygular da yoğunlaşıyor.
Bir şeyler iflas etmiş: en iyi mafya bizim mafya
Özellikle Godfather II (1974), Chinatown (1974), Goodfellas (1990), Get
Shorty ve Sopranos gibi 300’den fazla mafya filmlerinde örgütlü suç ile
örgütlü ticaret/iş ve örgütlü siyaset arasındaki bağ ve ilişkiler işlendi. Kurtlar
Vadisi bu geleneğin Türkiye’deki yansımalarından biridir. Kurtlar Vadisi türü
mafya (ve savaş) filmi, sanki mafya ile mücadele gibi sunulan biçimleriyle de,
mafyalaşmayı, mafya ve devlet ilişkisini yüceltici dramatik öyküleme şekliyle
toplumsal ve bireysel bağlamda sakat sonuçların desteklenmesini
getirmektedir. Daha kötüsü, örgütlü suç/cinayet, Amerika’da olduğu gibi,
Türkiye gibi ülkelerde de toplumsal yapının doğal parçasıymış gibi görülmeye
ve sunulmaya başlandı. Kısa yoldan vurgun vurmak isteyenlerin bir kısmı
örgütlü suç yoluyla toplumsal sistemi kendi çıkarını gerçekleştirdiği bir
“sağılacak kaynak” olarak kullanmaya başladı. Bu kullanım (toplum ve
zenginliklerin soyulması) bu haydutlar ve katiller tarafından, doğal olarak,
vatan, millet, onur ve ırk gibi bahanelerle korunmaya başlandı. Bu sırada,
normal, iyi, doğru, dürüst ve ahlaklı vatandaşlar ise, terörizm çığırtkanlığı
yapan psikolojik savaş ve sıcak savaş teröristleri ve onların kullandıkları
güçler ve haydutlar tarafından sindirildi, bastırıldı, korkutuldu ve pasif
tüketiciler haline getirildi. Kısa yoldan vurgun vuranlar, gangsterler, mafyaya
özenen gençler ve erginler birer Polat Alemdar ve yardımcıları oldular:
“Hatırladığım kadarıyla, daima gangster olmak istedim. Bana göre, gangster
olmak Amerikan başkanı olmaktan daha iyiydi” (Martin Scorsese’nin
Goodfellas filminde Henry Hill’in sözü, 1990). Sorun bu kadar mı? Sorun
110
İrfan Erdoğan
medyadaki temsiller ve sonuçları mı? Yoksa örneğin, örgütlü suçun birçok
ülkede, polis ve adliye, bankacılık, finans, siyasal partiler gibi önemli yapılar
içine girmesi (Rawlinson, 1998), oralarda güç kazanması, böylece gayrimeşrunun meşrulaştırılması, örgütlü suçu ve yolsuzlukları engelleyecek yasal
tedbirlerin çalıştırılmaz hale getirilmesi (Freeh, 1996) ve suçlunun suçsuzlar
üzerinde egemenlik kurması ve bunun medyada yansıtılma biçimi mi?
Suçluların egemenliği altındaki bir toplum yönetimi ve suçlularla
işbirliğindeki bir medya mı? Filmdeki kahramanı ve adamlarıyla böyle bir
ilişkiler dünyasının temsilsel bir ürünü olan Kurtlar Vadisi Irak filminde, Türk
ordusunun üst zümresinin ve hükümetin onurumuzu korumadığı ima
edilmekte; açıkça Amerikan ve Yahudi düşmanlığı işlenmekte; bizden
olmayan Kürtler tek bir konu dışında işbirlikçi/satılmış olarak nitelenip
aşağılanmakta; İslam’ın terörizme karşı olduğu anlatılırken, şiddete karşı
şiddetle sorun çözümü getiren klasik faşist ve ırkçı Nazi yöntemi en uygun yol
olarak sunulmakta ve Türk-İslam sentezi görüşüne uygun Türk-Müslüman
milliyetçilik duyguları kamçılanarak yüceltilmektedir. Öte yandan, Kurtlar
Vadisi Irak filmi, Midnight Express’e, 2005 yılında 24 isimli televizyon
dizisinde bir Türk ailesini Amerika’yı yok etmeye çalışan teröristler olarak
sunmaya, ve West Wing programında boşanmak isteyen kızlarını öldürmek
isteyen bir Türk ailesini işlemelerine karşı “öç alma” tarzı bir yanıt olarak da
nitelenebilir: Sana yapılanın aynısını sen ona yap ki, nasıl olduğunu anlasın.
Duygusal sömürüye dayanan duyarlılığı bir türlü anlayamayan Sam gibi,
Baran da (2006) sorunu “Türklerin gerçek hayatta yapamadıklarını,
kahramanları sinema sahnesinde yapmaktadır” diyerek açıklamaktadır.7 ABD
çıkarları için uluslararası güvenlikle uğraşan, filmi İstanbul’da seyreden ve
Türkçe bilen Zeyno Baran (2006) gibi uzmanlar bu durumun Türkiye’nin
politikalarına yansımasından endişe etmektedir. Şimdi endişe olan bir durum,
sonradan, Türkiye’ye saldırmak için bir bahane olarak kullanılmak amacıyla
teşvik edilebilir.
7
Bir ülkenin egemen yapısına hizmet için kurulmuş bir kurumda çalışan Baran gibi
biri kaçınılmaz olarak o ülkenin çıkarını gerçekleştirirken, aynı zamanda kendi
çıkarını da gerçekleştirecektir. Bir toplumun özel veya devlet kurumunda çalışırken
kendi bireysel çıkarı için o ülkenin çıkarına karşı o ülkeyi soyma ve bölmede içte ve
dıştaki güçlerle işbirliği yapmak, birçok ülkede “kalkınma, gelişme, AB’ye girerek
kurtulma, öcü var bölücü var, provokasyon var” gibi satış yapma, yönlendirme ve
baskı kurma ile desteklenen bir gerçektir.
Kabil’in öç alışı
111
Polat, ne yazık ki, dürüstlüğün dürüst olmayanlar, vatan sevgisinin
vatanda ırkçı bölücülük yapanlar; ülkenin gelişmesini bu güzelim ülkeyi
yabancı sermayeye ve Avrupa’ya peşkeş çekme yarışında olanlar, onurun
onursuzlar, iyinin kötüler, hakkın haksızlar tarafından tanımlandığı, yanlışın
doğru, haksızın haklı, kötünün iyi olarak pazarlanıp satıldığı bir küresel ve
yerel egemenliği yeniden üreten temsilcilerden biri rolündedir: Polat,
Noreaga, Saddam ve Kaddafi gibi, sahibinin iyi hesaplayamadığı bir nedenle
sahibine bir veya birkaç kez havlayan veya “uslu dur, şunu yap, şunu yapma”
dendiği halde, yapma denilen bir şeyi de yapan (ve sahibi tarafından
cezalandırılan) sahibine kızmış sahibinin sesi mi? Bazı ülkeleri yönetenler ve
onların ideolojilerini medya temsilleriyle sunanlarda bir şeyler iflas etmiş ve
onun yerini bir şeyler almış ve almaktadır. Başbakanlarının bile “peşin para”
ile “iş yaptığı”, her “büyük işin” en az yüzde on rüşvetle yürüdüğü ülkeler
varsa, o ülkelerde nelerin yitirildiği ve nelerin yitirileceği, küçük çaplı
sürdürülen iç savaşta ve gelecek savaşta kimlerin telef olacağı ve ülkelerin ne
duruma düştüğü ve bundan kimlerin ne vurgunlar vurduğu gerçeği karşısında,
düşünen ve vicdanlı insanlar dehşete ve umutsuzluğa düşerler ve düşmekteler.
Ekonomik çıkar ve biliş yönetimi
Kurtlar Vadisi Irak filmi, sinemada propaganda, ideoloji ve siyasetin ele
alınışında, sinema endüstrisinin kültür ve bilinç endüstrisi olarak ekonomik
çıkarı biliş yönetiminden geçerek nasıl gerçekleştirdiğinin açık bir kanıtıdır.
Ayrıca, Kurtlar Vadisi Irak filmi ekonomiyle siyasetin ayrı iki şey olmadığını,
birbiriyle iç içe olduğunun somut göstergelerinden biridir.
Kurtlar Vadisi Irak filmi tür olarak “savaş alanına belli bir amaç için giden
bir gangster grubun serüvenini ele alan savaş filmi ile gangster filmi karışımı
bir karaktere sahiptir. Türkiye, çok kısa süren Kıbrıs Harekatı dışında, filme
konu edeceği bir dış savaş deneyimine henüz sahip olmadı. Olsa bile,
Rambolaştırma ötesinde, Hollywood gibi savaş eleştirisi yaparken bile
Amerikan ideolojisini işleyen incelikte propagandaya izin verecek bir ortam
olması gerekir. Savaş filmi gibi gangster filmleri de Türk medyasında ender
görünen türlerdir; fakat son zamanlarda Deli Yürek ve Kurtlar Vadisine olan
ilgi nedeniyle, ciddi ilgi çekmeye başladı. Amerikan gangsterleri ve gangster
filmleri gibi, son zamanların Türk gangsterleri ve gangster filmleri de belli
ekonomik ve yönetimsel koşulların yaratıklarıdır. Aynı zamanda, gangster
filmleri sanat, ticaret, biliş ve davranış yönetimi, şiddet, vahşet ve meşruluğa
önem vermeyen yönetimsel yapı ve toplum arasındaki bağları da temsil eder.
112
İrfan Erdoğan
Küresel film pazarındaki Hollywood egemenliğini kendine özgü bir
şekilde taklit eden Kurtlar Vadisi Irak filmi öncelikle Anadolu seyircisi için
yapılmış ve dış pazar olanakları düşünülmüş bir yerel emtiadır. Fakat
düşünülen yayılma patikası küresel sermayenin patikasını yansıtan/taklit eden
bir karaktere sahiptir.
Sorun belirleme, sorun çözümü, davranış kalıpları ve ilişki tarzıyla,
Kurtlar Vadisi Irak filmi, emtia pazarının milliyetçi duygularla dolu ve
doldurulan duygusal ve bilişsel pazarı tam zamanında sömürerek ulaştığı
başarıyı anlatır: Kurtlar Vadisi Irak kültürel emtia olarak Türkiye’de gişe
rekorları kırmıştır. Sponsorluk ve film sahneleri içine yerleştirilmiş reklam
yoluyla muhtemele çok daha fazla para kazanmıştır. Dizinin sponsoru Zippo
çakmaklarının ve sigara endüstrilerinin reklamı için filmde sürekli sigara
yakılmaktadır. Bunun yanında “Next and Next Star” çanak antenleri ve Isuzu
marka otomobiller filmde sık sık boy göstermektedirler.
Kurtlar Vadisi filminde ekonomik çıkar sağlama siyaset alanındaki bir
başarısızlığın, fiyaskonun, küçük düşürülmüşlük duygusunun filmsel
temsilden geçerek işlenerek duygu sömürüsü, ideolojik propaganda ile
gerçekleştirilmektedir. Bu tür sömürü ve pazar manipülasyonu yeni değildir.
Özellikle Amerikanın Vietnam öncesi ve yenilgisinden sonra yapılan
Hollywood filmleri hem Amerikan milliyetçilik duygularını işler ve
sömürürken, hem saldırganlığın ve yenilmişliğin psikolojisini temsilsel
yeniden kurgularla sunulan kahramanlık, doğruluk ve haklılık anlatılarıyla
gidermeye çalışmış ve aynı zamanda düşmanlık duygularını körüklemiş hem
de büyük bir ekonomik kar sağlamıştır. Commandos in Vietnam (1965) ve
Greeen Berets (1968) ile başlayan ve Rambo serileri, Missing in Action
(1984), Patriot (2000) ve We Were Soldiers (2002) ile devam eden bu filmler,
Kurtlar Vadisi Irak filminin de içinde olduğu egemen siyasal ideolojiyi ve
çıkarları destekleyen, milliyetçilik duygularını sömürerek hem propaganda
yapan hem de para kazanan filmlerdir. Kurtlar Vadisi Irak filmi, siyasal
doktrinler ölçeğinde “ultra-right vigilante” (yasal yetkisi olmadan toplum
düzenini demokratik haklar isteyen öğrencilere, memurlara, işçilere,
bölücülere, solculara, içki içenlere, küpe takarak erkek mi yoksa kadın mı
olduğu belli olmayıp erkek olan erkekleri ve kız olan kızları şaşırtarak ahlaki
bozanlara ve benzeri tüm “kötülere” karşı koruyan ve bu kötülere “hak
ettikleri dersi döverek, gerekiyorsa öldürerek veren” örgütlü aşırı-sağcı grup
hareketi) olarak nitelenen bir ideolojik çerçevenin saldırganlığı teşvik eden
promosyonunu yapıyor: En iyi Kötü ölü kötüdür. En iyi İyi de, en iyi kötüyü
Kabil’in öç alışı
113
öldürendir. Dolayısıyla, onu ortadan kaldırmak için, beklemezsin, ona
gidersin. Polat, Türk’ün onurunu kıran bir haksız güce karşı ”ben siyasi parti
lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim,… bir Türkün kafasına çuval
geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” diyerek, 1920’lerin Italyan
Faşistlerinin ve Alman Nazilerinin ülkenin beceriksiz ve korkak yöneticiler
tarafından yönetildiği, bunların bir şey yapmayacağı düşüncesini
desteklemektedir (Örneğin Comte, Mosca, Pareto, Michels, Eliot ve Hitler’in
yaydığı fikirler). Bu fikir Kurtlar Vadisi dizisinde de egemen bir düşünce
olarak sunulmakta ve Polat bu nedenle “meşru işine” dönme yerine “gayri
meşru” yolla “devletin yapamadıklarını” yapmaktadır. Dizinin sonunda,
Polat’ın mahkemede beraat etmesini sağlayan güç ve gerekçe de “devletin
meşru güçlerinin acizliği” üzerine inşa edilmiş olan bu aşırı-sağ görüşü
desteklemektedir. Daha kötüsü, insanlara, “devleti, vatanı, milleti, düzeni,
ahlakı, doğruyu korumak” için “kötüleri” (kötülere Abdi İpekçi ve Ahmet
Taner Kışlalı gibi Türkiye’de demokratik bir yönetim yapısı ve ilişkisinin
gelişmesini savunanlar, haksızlıkları protesto eden öğrenciler, demokratik
haklar isteyen işçiler ve memurlar, gülünç ama, Cumhuriyet gazetesi ve
benzerleri de dahil) öldürenlerin yanında olmalarının daha doğru olacağı
düşüncesini aşılıyor. Kötüyü cezalandırma, Kurtlar Vadisi Irak filminde,
“yasal/meşru gücün yapmadığını/yapamadığını üstlenen” Polat’ın “Türk’ün
intikamını” almasıyla gerçekleşiyor. Metz’in belirttiği gibi (1997) radikal
sağın propagandasını yapan filmlerde “öç alma” yeterli bir hareket ettiricidir.
Bu tür filmlerin başlangıcı film tarihi kadar eskidir. 1910’ların savaş
çığırtkanlığı yapan filmleri, sinemanın kışkırtma ve propaganda için kullanımı
zamanın koşullarına göre başarılı sayılabilir. O zamanın siyasal filmlerindeki
öyküleme çizgisi ve inançsal ve duygusal sömürüye yönelme şimdikiler
arasında, gelişmiş teknolojik manipülasyon dışında, çoğunlukla aynı kalmıştır.
1910’ların bu tür filmlerine örnek olarak Türkiye’de ilk belgesel film olarak
nitelenen (ama nerede olduğu, yapılıp yapılmadığı bile belli olmayan)
Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı (1914)8, Amerika’da Birth of a
Nation (1915), Almanya’da Alman Kadını Alman İmanı, Onur Alanında,
Anavatan Çağırıyor; Fransa’da Frontieres du Coeur, Mort au champ de
l’honneur ve La Fille du Beche; İngiltere’de Alman Boyunduruluğu Altında
verilebilir. Bu yabancı filmler, Kurtlar Vadisi Irak gibi, yoğun şovenist
filmlerdi. Bu filmlerde savaşın alkolikler, anasının kuzuları, züppeler, enteller
8
Türkiye’de sinemanın gelişmesi için bkz: Erdoğan ve Solmaz (2005).
114
İrfan Erdoğan
ve diğer güvenilmez karakterler için de ne kadar faydalı olduğu işleniyordu.
Fakat egemen öykü, kendini vatana adamış kahramanların korkak, alçak,
barbar ve acımasız olan düşmanla savaşı, bu sırada şehit düşmesi, onlara ve
geride kalan ailelerine dokunaklı seremonilerle onur madalyaları verilmesi
çerçevesinde inşa ediliyordu. Bu inşada, aynı zamanda, genç kızlar, anneler,
çocuklar, savunmasız yaşlılar kötüler tarafından sadistçe dövülür, işkenceye
tabi tutulur, iğfal edilir ve öldürülür. Kurtlar Vadisi Irak filminde de düğün
olayından başlayarak bunların bazıları veya benzerleri işlenmektedir.
Siyasal içerikli propaganda ve savaş filmlerinde çeşitli sunum stratejileri
kullanılmıştır. Örneğin Almanlar Birinci Dünya Savaşında ve sonrasındaki
filmlerde güç gösterisine önem vermişlerdir. ABD Birinci Dünya Savaşı’nda
yansızlık ve pasifliği vurgulayarak, şiddetin insan dışılığına odaklanmıştır.
ABD’nin savaşa girmesi durumu ortaya çıktığında, filmlerde ABD’nin savaşa
girişi için meşrulaştırma sunumları ve aşırı milliyetçilikle savaş çığırtkanlığı
başlamıştır. Sonraki filmler Amerikan militarizmini yüceltme çizgisinde
devam etmiştir. Aynı paraleldeki filmler eskiden beri Avrupa’da da
yapılmıştır. Örneğin İngilizler Almanlara karşı D. W. Griffith’e Hearts of the
World filmini yaptırmıştı.
Aynı zamanda, o zamandan beri izleyicilerin kendilerini özdeştirdikleri
sinema idolleri vardı ve bu idolleştirme günümüzde de yaygın bir şekilde
devam etmektedir: Kendini Polat sananların sayısı az olmasa gerek. Eskiden
beri onlar savaş filmlerinde kahramanlık ve fedakarlık örnekleri verdiler:
Charles Chaplin, Douglas Fairbanks, Theda Bara ve Meres Françaises rolüyle
Sarah Bernhardt gibilerden günümüzde Chuck Norris ve Tom Cruise’e kadar
sinema yıldızları buna dahildir. Çok sonradan Türk sinema yıldızları da aynı
şekilde, özellikle vatan hizmeti veren kahraman subaylar olarak, sahnede boy
gösterdi. Fakat ilginç olan, şimdiye kadar hiçbir “susurluk türü” bir “mafyoz
kahraman”, Polat Alemdar, Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini korumamıştı.
Türkiye’de Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini koruyacak dürüst insanlar ve
vatanseverler kalmadı mı? Dürüst ve vatansever insanlar Polat Almedarlar ve
Polat Alemdarları yaratıp kullananlara mı özeniyor veya onlar tarafından
solcu ve bölücü gibi kulplar takarak sindirildi mi? Türkiye’nin onurunu ve
haysiyetini ayaklar altına alanlar, onurlu ve haysiyetlilere karşı onur ve
haysiyet satışı mı yapıyor? Bir zamanlar askerleri sinemalardan jandarmayla
attıranlar, “Buraya köpekler ve askerler giremez” diye levhalar astıranlar,
rütbesiz askerleri değersiz görenler, sinemalara bile sokmayanlar ve falakaya
Kabil’in öç alışı
115
yatırılıp dövülmesine rıza gösterenler şimdi ne öğrendiler de “Bizim asker en
büyük asker” diye insanları coşturuyorlar?
Hem sanatsal hem de ideolojik olarak çok ince işlenmiş yapıyla gelen
Sovyet filmleri 1917’den itibaren siyasal içerikli olarak gelişti. İlk filmler çok
kısa olarak devrimi açıklayan, komünist fikirleri yaymaya çalışan filmlerdi.
Gelişme 1920’lerin sonlarında özellikle belgesel filmlerle oldu (örneğin
Esther Shub ve Dziga Vertov). Siyasal içerikli filmler devrimle ve karşıdevrimle ilgilendiler. Militarist, düşmanlık ve şovenist duyguları işleme
yerine, insanca gurur, dayanışma ve cemaat duygusunu işlediler (örneğin
Alexander Dovzhenko, Sergei Eisenstein ve Vsevolod Pudovkin filmleri).
Hitlerin yükselmesiyle, Sovyetlerde de Nazilere karşı filmler yapılmaya
başlandı. Pudovkin’in Deserter (1933), Minkin ve Rappoport’un Profesör
Mamlock (1939), Macheret’in Swamp Soldiers (1938), Eisenstein’in
Aleksander Nevsky bunlar arasındadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra AntiAmerikan propaganda Sovyet filmlerine konu olmaya başladı. Bu filmlerin
içerikleri, örneğin 1948’de Mikhail Romm’un Russian Question filminde
olduğu gibi ince propagandayla döşendi: Rusya’da seyahat eden bir Amerikalı
gazeteci Moskova siyasetçilerinin savaş kışkırtıcısı olmadığını görür. Bu
Amerika’da anlattığında herkes ona hücum eder; eşini işini ve evini kaybeden
gazeteci sonunda şunu söyler: “Amerika’nın düşmanları Sovyetler Birliğinde
değil, Washingtondadır” (Fulhammer ve Isaksson, 1971:28). Sovyetlerde aynı
zamanda Stalin’i öven, dolayısıyla sosyal gerçekçilik geleneğine aykırı düşen
filmler de yapıldı: Ant (1946), Stalingrad Savaşı (1949); Berlin’in Düşüşü
(1950); Unutulmaz Yıl 1919 (1952) gibi filmler bu türdendir. Sovyet filmciliği
bu yıllardan itibaren duraklama devrine girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Almanya’daki psikolojik
ezilmişliği, yenilginin getirdiği travmayı, 1920’lerin sonlarına kadar yapılan
filmlerde görürüz. Film klasiği olan ekspresyonist Alman filmlerinde hem
engellenmişlik ve saldırganlığı, hem de düzene karşı başkaldırıyı dehşetle
reddetmeyi aynı anda görürüz. Kracauer’in Dr. Caligari filmi siyah ve
beyazın (kontrastların, zıtlıkların) çatışmasıyla kurgulanan ekspresyonistik
anlatıda düzene sıkı sıkıya sarılan tutucu ideolojik içeriğin egemenliği vardır.
Bu tür çarpıcı yapıdan tümüyle uzak olan ve şiddet sahneleriyle donatılmış
Kurtlar Vadisi Irak filminde ise var olanın soruşturulması yok; onun yerine
var olana karşı bir tacizin cezalandırılması girişimi var. Bu girişimdeki arayış,
Türk’ün onurunu koruma adı altında gelmektedir. Kurtlar Vadisi’nde sunulan
sorun ve soruşturmalar hep bozulan düzenin kurulması ekseninde
116
İrfan Erdoğan
dönmektedir. Herhangi bir sistem soruşturması Kurtlar Vadisi’nde
bulunamaz; onun yerine yapısal gerçeklerden kopuk kişiselleştirilmiş ilişkisel
çatışmalar, iyiler arası dayanışma, umut ve biraz şüphecilik egemendir. Bu
durum hem Polat’ın, hem de mazlum ve en sevdiği katledilmiş rolünde olan
”iyilerin” sorun anlayışı ve çözümünde egemendir. Almanya’da 1925 ile 1935
arası filmler, ortamın umutsuzlukla umut, farkında olma ve ciddiyetsizlik,
dayanışma ve şüphecilik, gerçek ve fantezi durumunu yansıttı. Örneğin
Pabst’ın Joyless Street (1925) filmi ve Three Penny Opera (1931) filmleri bu
durumu yansıtır. Aynı zamanda, Amerikan Hollywood’unun etkisi ve ultragerici Alfred Hugenberg’in 1927’de UFA’ya ( Universum Film A. G.)
gelmesi de Alman film dünyasını etkiledi. UFA Hitleri destekledi ve
sanayicilerin finans desteğini getirdi. Alman sinemasında devrimci ve ilerici
sinemanın gelişmesine 1926’da yasaklara ve baskılara rağmen gösterilen
Eisenstein’in Battleship Potemkin filminin önemli katkısı oldu. Fakat kısa
zamanda bu film bütün Avrupa’da yasaklanmaya başlandı. Bu durum
Almanya’da Pabst, Piskator, Henirick Mann ve diğerlerinin Film Sanatları
Derneğini kurmasında da etkili oldu ve Alman realist filmleri yapılmaya
başlandı. Hitlerin gelişiyle (1932) Alman film kültüründeki kendini anlama ve
anlatma çabası son buldu. Alman aydınları ve sanatkarları Almanya’yı terk
etti ve çoğu Amerika’ya gittiler. Almanya’da Goebbels devri başladı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ölüm tüccarlığından para
kazananları kıskandıracak ölçüde “perdede gösterilen savaş filmleriyle”
Hollywood ve benzerleri hem para kazandılar hem de en etkili “bilinç iğfal
şebekesi” olarak bilişler işlemeye devam etiller: All Quiet on the Western
Front (1930), Air Force (1942), Wake Island (1942), Guadalcanal Diary
(1943), Gung Ho! (1944), Purple Heart (1944), The Battle of San Pietro
(1945), Objective, Burma! (1945), The Steel Helmet (1951) Attack! (1956),
The Boys of Company C (1978), Rambo: First Blood Part II (1985),
Heartbreak Ridge (1986), Black Hawk Down (2001) ve Steven Spielberg’in
War of the Worlds (2005). İkinci Dünya Savaşı sırasında, Why we Fight
serileri Amerikan halkına savaşı sattı. Invisible Agent filmi (1942) Alman
gestaposunun bir numaralı düşmanı oldu. Der Fuhrer’s Face (Fuhrerin Yuzü)
(1943) filminde Donald Duck Nazi terörünü deneyimledi. Walt Disney
çalışanlarını savaş propagandası için ordunun emrine verdi. Cary Grant
Destination Tokyo (1944) filmiyle Japonlarla karşı savaş açtı. Tarzan Triumps
(1943) filminde Tarzan Alman askerleriyle dövüştü. Savaş filmleri ve bu
filmlerle ideolojik propaganda geleneği İkinci Dünya, Kore, Vietnam ve Irak
Kabil’in öç alışı
117
Savaşıyla beslendi. Soğuk Savaş televizyon filmleri de Rat Patrol (ABC,
1966-1968) ve Combat (ABC, 1962-1967) savaş şiddetini yüceltti.
Bu gelenek 1960larda casus filmlerine taşındı. Aynı zamanda, incelikle
işlenen değişikliklerle savaş sonrası zamandaki Almanlarla alay eden
televizyon dizileri yapıldı. Savaş sonrasında, biliş yönetimi işi Red Menace
(Kızıl Tehlike, 1949) gibi filmlerle başlayan ve James Bond filmleriyle devam
eden Soğuk Savaş yarışına katılan filmlerle zenginleştirildi. Benzeri dönüşüm
Kore Savaşı sırasında ABD liberal ve insancıl düşüncesinin propagandasını
yapan bir diğer meşhur dizi MASH (1970) ile yapıldı. MASH dizisinde,
örneğin yaralı bir Türk askeri elindeki satırla “Çinli Çinli” diye etrafa
saldıran, Çinli öldürmekten başka bir şey düşünmeyen “kudurmuş biri” olarak
temsil edildi. Bu “deliden, kudurmuştan” kurtulmak için, hemen iyileştirip
cepheye göndermekten başka bir yol bulamadılar.9 Düşmanı ve ötekileri
kötüleme, macera filmlerinde kötü adam olarak (ajan, gangster olarak) Alman
insanı sunulmaya başlandı. Aynı zamanda, Sovyetlerle yarış, casus filmleri ve
James Bond yanında, iyi (Amerika) ile kötü (Rusya ve benzerleri) arasındaki
savaşı uzaya uzatan George Lucas'ın Star Wars filmleri serisi başladı ve en
son olarak Star Wars: Episode III -- Revenge of the Sith buna katıldı.
Mafya/Gangster filmleri ise, Little Caesar (1930), James Cagney’in
oynadığı Public Enemy (1931) ve Scarface (1932) ile başlayarak kendi
kahraman canilerini yarattı (Rawlinson, 1998). Bu caniler o zamandan beri
Amerikan popüler kültürünün hem Amerika’da (Jowett, 1980:61) hem de
dünyada “popüler kültür” kahramanları oldular. Bazılarına göre,
gangster/mafya filmlerinin gücü şiddet sorunuyla ilgilenmesindendir (Mast ve
Cohen, 1974:355). Aslında, şiddeti sorun yapması, aksine şiddeti
yüceltmesinden ve sinema tekniğini de kullanarak çekici yapmasındandır.
Gangster filmlerinde kahraman canilerin bazılarına “vatanseverlik” karakteri
verildi. Gangsterlerin temsilinde, örneğin Chicago’lu meşhur gangster Al
Capone kendini büyük vatanperver ve komünist düşmanı olarak sunmuştur.
Hapiste delirdiğinde bile Komünist korkusu ve düşmanlığı taşımış ve
9
Televizyonlarda muhtemelen “vatan sevgisi” aşıladıklarını sanan Türk askerleriyle
ilgili bazı programlar var. Bunları izleyen normal biri “adamlar delirmiş, Türk
askerini gözü dönmüş, kafadan kontak, çıldırmış birileri gibi gösteriyorlar” diye
düşünür. Bu tür programlar yapılmamalı; bilinç yönetimi işi vatan ve millet
sevgisini kendi materyal çıkarı için araç olarak kullanan fırsatçı ve gözü
dönmüşlere verilmemelidir. Bilinç yönetimi ince bir işleme gerektirir.
118
İrfan Erdoğan
yansıtmıştır; çünkü kapitalizm ona gangster/mafya olma fırsatı vermiş ve güç
sahibi bir yaşam koşulu hazırlamıştı.
Kapitalist pazarın serbestliğinde serbestçe suç işleyen gangsterlerin
kapitalizmi savunması gangster filmlerinde de yansıtılmıştır. Örneğin H.
Bogart’ın oynadığı All Through the Night ve Richard Widmark’ın oynadığı
Pickup on South Street filmlerinde, cinayetin serbest yatırımcıları olarak kendi
varlıklarını yaratan Amerikan demokrasisini korumak için Nazi ve
komünistlere karşı dövüşen canilerdi. Gangsterlerin mitleştirilmesi,
uyuşturucu madde satışı yapmayan ve aile ahlakı değerlerine kıymet veren,
vatanına asker olarak ve askerde kahramanlıkla hizmet eden, gerekirse vatanı
için her şeyi yapmaya hazır iyi gangster ve bunların tam tersini yapan kötü
gangster tiplemesi yaratıldı. Bu tipleme Godfather (1972) ve Godfather II
(1974) filmlerinde en mükemmel biçimi aldı. Amerikan ve diğer ülkelerdeki
gangster filmleri bu biçimi yüceltmeye ve gangsterliği meşrulaştırmaya
devam ettiler. Günümüzde Japanese Yakuza, Colombian Cartel, La Cosa
Nostra, ve Russian Mafia meşru siyasal ve ekonomik alandaki otaklıklar ve
işbirliğiyle yürüyen güçlü çıkar yapılarıdır. Amerikanın bağımsızlık günü
kutlamalarında (Temmuz 4) New York’ta iki güç havayı fişeklerle New York
halkını “Amerikalı olmak ne mutlu” duygularıyla doldurarak heyecanlandırır:
Bu havayi fişeklerinin birisi iyi Mafya babasının oturduğu Brooklyn’den
yükselir ve meşru olanla New York semalarında selamlaşır ve el sıkışırlar.
Fields (2004) yirmi birinci yüzyılda, Amerika’da caddelerde gang ve gangster
yaşamının gerilediğini, Godfather’ın umut ettiği “mafyanın meşru alanda
etkisi ve çalışmasının ortadan büyük ölçüde kalktığını belirtmekte ve
gangsterlerin hayali yaşamlarının sinemada, televizyonda, müzikte ve
bilgisayar oyunlarında arttığını söylemektedir. Fakat Rusya, Türkiye ve
benzeri ülkelerde gangsterlerin/tetikçilerin/mafyanın gerçek hayatta
yaygınlaştığı üzücü bir gerçektir. Türkiye’de gangsterliğin Türkiye’nin özel
koşullarına göre çıkıp gelişmesi ve bunun medyada temsile uyarlamasının en
başarılı olanı Kurtlar Vadisi dizisi oldu. Bu dizi Anadolu halkının bilincine
işlemiş olan ve sürekli olarak duyulan haberlerle ve Susurluk olayıyla yeniden
üretilen “derin devlet” anlayışı ve bu anlayışın çıkıp geldiği belli meşru ve
gayri-meşru güçlerin ortaklığı ortamına çok uydu. Bu ortamla ilgili olan
öykülemelerle beslenerek popüler oldu. Aynı zamanda, liselerde ve
Üniversitelerde bile “Biz örgütüz. Biz devletiz. Biz istediğimizi yaparız. Bize
bir şey olmaz” diyen ve gerçekten de onlara bir şey olmayan, meşru gücün
bilip tanıdığı gayri-meşru güç ve bu gücün büyük ve küçük haydutları, vatan
Kabil’in öç alışı
119
seven, vatan için canını vermeye hazır olan, kahraman, gözü pek “iyi
gangsterler” olarak sunuldu. Bunun sonuçlarından biri de, kendini Polat’a
özenen vicdansız ve gaddarlığın, birbirine zarar veren güçsüz kitlelerin
gençleri arasında yaygınlaşması oldu: Güçsüzün vekaleten yaşamı taklit
ederek kendinde güç bulması ve bunu kendi gibilere ve kendinden güçsüzlere
“caka satarak”, maşa ve tetikçi olarak günlük yaşamında yansıtması denir
buna. Polat duygulu bir kahraman. Devlet de arkasında. Filmde sunulan
anlatıya göre, hükümet, devlet ve ordu Irak’ta Amerikalı askerlerin Türk
askerlerine yaptığı aşağılayıcı hareketle ilgili olarak “kırılan onurumuzu tamir
edecek” bir şey yapmadı; yapamadı. Belki hükümet, devlet, ordu bunu
sinesine çekebilir. Ama kahraman katil Polat asla bunu yapamaz: Biz
gangsterler, devlet gizlice arkasında olan ve hatta “iş yapmayan devlet içinde
doğru iş yapmak isteyenleri de sindiren” ve “iş yapan aktif devletiz”. İş yapan
olarak, namusumuzu, onurumuzu biz koruruz, biz tamir ederiz. Bunun için de
Irak cehennemine öleceğimizi düşünmeden gideriz. Bir gangster bizim
onurumuzu korursa, o Türkiye’nin lideri olmaya bile layıktır! Meşhur Katil
olmak isteyen erkekliği ve vatan sevgisini kullanarak gangster olsun!
Gangster başları partilerin lideri olsun! Devleti yönetsin! Kurtlar Vadisi ve
Kurtlar vadisi dizisi, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek,
Türkiye ve benzeri ülkelerdeki egemen ekonomik ve siyasal ilişki ve yönetim
kültürünün önemli bir yanını açıklamaktadır.
Amerikan gangster filmlerinde özel mülkiyet haklarını veya düzeni ihlalle
gelen acının kısa da olsa yüksek ödülleri vardır: Hızlı yaşam, kadının
tüketimi, eğlence, içki, kumar, heyecan ve macera bu ödüller arasındadır:
Hızlı ve dolu yaşanıp, hızlı ve dolu ölünür. Kurtlar Vadisi’nde bu tür hızlı
yaşam pek gösterilmez, çünkü Amerika’nın bu tiplemesi sözde tutucu-ahlakçı
olan, fakat aslında içkiyi içen ve diğer uygunsuz şeyleri bol bol yapan ahlak
yoksunu egemen (ve tüccar-teolojik) tutucu düşünce tarzına uymaz. Kurtlar
Vadisi’ndeki bu sunum biçimi de içkiyi ve gayri meşru seksi sürekli kınayan
ve yasaklayan, fakat sürekli gayri-meşru seks, içki ve eğlence arayışında olan
bir yapının ikiyüzlü karakterini gösterir. Kurtlar Vadisi Irak filminde olduğu
gibi, bu gangsterlerin serüvenleriyle, günlük hayattaki problemleri çözme
yolunda bilinen tutucu mitler yeniden üretilir. Bu mitler aileden devlete kadar
çeşitli kurumları, pratikleri ve ilişkileri, duyguları, sevgileri, davranış
kalıplarını, sorun çözme yollarını, dostları ve düşmanları öğreten ve kullanılan
ilişkisel yapış biçimlerini meşrulaştıran bilişleri sürekli işlerler.
120
İrfan Erdoğan
Kapitalist pazarın kendi ve çıkar bilincinin en önemli özelliklerinden biri
de böl ve yönet politikalarını destekleyerek, demokrasi ve çoğulculuk imajı
vererek hem siyasal propaganda yapması hem de ekonomik pazarını
genişletmesidir. Bunun sonuçlarından biri de gene savaş filmlerinde Rambo
gibi filmlerin anlatısına ters düşen ve insan haklarına dayanan, savaş karşıtı ve
savaşta vahşeti eleştiren, Nazi katliamlarını konu alan filmlerin yapılmasıdır.
Egemen endüstriyel yapı içinde egemen sermaye tarafından yapılan bu tür
eleştirel filmlere gösterilecek en çarpıcı ilk örneklerden biri Walter Brenon’un
1916’daki War Bride/Savaş Gelini filmidir. Filmde barışsever kadın
kahraman gelecekte asker olacak birini doğurmamak için intihar eder. Bu film
“savaş karşıtı tehlikeli propaganda” olarak nitelenip yasaklanır. ABD Birinci
Dünya Savaşına İngilizlerin yanında girdiğinde, ABD’nin İngilizler’den
bağımsızlığı kazanmasını ele alan Spirit of ’76 filminin yapımcısı Robert
Goldstein Casusluk yasasıyla 10 yıl cezalandırılır (Fulhammer ve Isaksson,
1971:10).
Sonradan, savaşı pazarlamayan, meşrulaştırmayan, aksine yarattığı
insanlık durumunu, suçluluğu, öfkeyi, güçsüzlüğü ve bireysel psikolojik
çıkmazı işleyen Taxi Driver (1976), Deer Hunter (1978), Coming Home
(1978), Apocalypse Now (1979), Good Morning Vietnam (1987), Hamburger
Hill (1987), Casualties of War (1989), Thin Red Line (1998) ve The Pianist
(2002) gibi filmler de yapıldı (Young 2004). Bu filmlerde eleştirel konular
genellikle bireysel drama ve serüvenler biçiminde inşa edilmektedir.
Bir üçüncü tür de, hem egemen örgütlü yapılar içinde yer alan hem de
çoğunlukla dışında üretilen kısa ve uzun filmlerdir. Egemen yapılar içinde yer
alanlara örnekler Hollywood’un kurulmasından beri vardır. Üçüncü türe ilk
örnekleri arasında Cinetracts, Cinegiornialli lliberi, Militan Gerilla sineması,
Yeraltı Sineması, Realist Sinema, Neo-realist Sinema, İlerici Sinema gibi
isimlerle gelen ve Cesare Zavattini’nin “çoğunluk için çoğunluk tarafından
yapılmış film, evde yapılmış Molotov Coctail” (Furhammar ve Isaksson
(1971) diye adlandırdığı filmleri de içeren yapıtlardır. Örneğin, bu türde
1960’ların ve 1970’lerin sinemasında Hollywood’da, Avrupa’da ve
Türkiye’de eleştirel siyasal içerikli filmler üretildi. Dünyayı Titreten 10 Gün
gibi filmler oldukça karmaşık anlatılar ve sosyal eleştiriyle geldiler.
Savaş filmleri veya savaşla ilgili filmlerin yapılışındaki hareket noktası
(dayandığı gerekçeler veya sunduğu gerekçeler) farklıdır. Fakat hepsinin
gerisinde bir şekilde film endüstrisinin para kazanma amacı vardır. Fakat para
kazanma nükleer atıkları mağaralara ve toprağın altına gömerek, zehirli
Kabil’in öç alışı
121
atıkları çevreye saçarak, serbest köleler kitlesi yaratan ücret politikaları
uygulayarak yapıldığı gibi (ki bu egemen olan), sosyal sorumluluk çerçevesi
içinde de yapılabilir (ki yapılmaz, çünkü sermayenin sosyal sorumluluğu
kendi materyal çıkarları tarafından belirlenir; buna da bilinç yönetiminde
akıllıca “otosansür” denir)10. Kapitalist pazarın karakteri sermayenin her
olasılığı sömürerek para kazanma yolları kullanmasını beraberinde getirir. Bu
kullanmanın doğası sinemanın kendi zamanının biliş, ilgi ve duyarlılık
ortamını yansıtır. Sadece savaş filmlerinde değil tüm filmlerde, açık veya
örtülü bir şekilde, siyaset ve ekonomi içi içedir; ikisi birbirinin bütünleşik ve
destekleyici parçasıdır. Sinemanın sadece bir sanat olduğu veya sadece bir
eğlence ve boş vakit geçirme aracı olduğu geçersiz bir iddiadır. Sinema
endüstrisinin siyasal içeriği, Kurtlar Vadisi’nde olduğu gibi, bazen açıkça
belirgindir ve eğlence ve güldürü gibi formlarda gelen filmlerde olduğu gibi
çok daha incelikle dokunmuş bir şekildedir. Sinema filmleri zamanın
akımlarını, ortamını, tutumlarını, politikalarını, siyasal ilgilerini ve
çatışmalarını, özlüce toplumda o zamanda yaşanan koşullarla ilgilenir, onların
temsillerini aynı anda ideolojik egemenlik ve ekonomik çıkar için yeniden
kurgulayarak üretir. Ortam eğer savaşa karşıtlığın ve nükleer tehlikenin
vurgulandığı bir ortamsa, bu ortamda savaş karşıtlığından ve nükleer savaşa
karşıtlıktan para kazanma olasılığı vardır. Dolayısıyla, mücadelenin bir
parçası olan filmler yanında, Amerikan ideolojisi savaş karşıtlığını bireysel
ifadelere indirgeyerek işleyen filmleri görürüz. Rambo için ortam varsa veya
böyle bir ortam yaratılmak isteniyorsa, Rambo’yu ve Chuck Norris’i görürüz.
Vietnam’da yenilmişsek ve bu içimizde kalmışsa, kendimizi bu yenilgi
duygusundan kurtarmak ve rahatlamak (rahatlatmak) istiyorsak, bu ortam ve
duygu yaygın ve yoğunsa, Missing in Action gibi filmler yaparız. Böylece, var
olan duygusal ortamı sömürerek izleyicilerin ceplerini boşaltıp içlerini
doldururken biz de para kazanırız. Elbette, şu çok önemli, film yapımcısı para
kazanmak isteyen bir tüccardır, ama aynı zamanda tüccarın da bir ideolojisi
vardır; bir siyasal görüşü, bir siyasal duruşu vardır. Tüccarın siyasal duruşuna
egemen olan faktör “çok para kazanmaktır.” Bu çok para kazanmak Che
Guevera’nın t-shirtlerini ve şapkalarını satmaktan geçiyorsa, Che Guevera
filmi ve şarkısı yapmaktan geçiyorsa, bunu yapar. Elbette, başarı, önce Che’yi
10
Otosansür, aynı zamanda, gazeteciye, programcıya ve direktöre “sana ekmek parası
kazandıran patronun çıkarının nerelerde yattığını bil ve ona göre hareket et”
demektir. Etik de sermayenin çıkarıyla belirlenir ve meşrulaştırılır. Bunlar, serbest
pazarın serbestçe işini görmesi için örülen kılıflardan ikisidir.
122
İrfan Erdoğan
öldürmek, ardından mitleştirmek ve ardından da bu mitleri pazarın bir parçası
yapmak ile gelir. Bunun için de kapitalistin fazla yorulmasına gerek yoktur,
çünkü efsaneler/mitlerle yaşayan kitlelerin kiralanmış kısmı öldürmeyi ve
kiralanmamış kısmı da ağıtları, destanları, mitleştirmeyi, teolojik ve laik bilinç
endüstrileri ve kurumlarının yardımıyla, kendileri yaparlar: İnsanlık tarihi
böyle biçimlendirilmiştir ve böyle biçimlendirilmeye devam etmektedir.
Sosyal sınıf farklarının normalleştirilmesi
Elbette savaş, gangster/mafya türü filmlerin işlevleri emtia olmayla sınırlı
değildir: Küresel kapitalist sistemin sınıf egemenliğinden, teröründen, çalışma
koşulları ve ücret politikalarıyla yarattığı insanlık durumundan dikkatleri
başka yönlere çekmenin ve kaçış olasılıkları vermenin temsilsel yollarından
biri de Irak filmi gibi filmler yapmaktır. Bu yolla hem sınıfsal baskıyı ve
sömürüyü ortadan kaldıran bir temsilsel inşa sunulurken, aynı zamanda bu
inşayla gene sınıf baskısı ve terörünü bir kenara iten, bir toplumun tümüne
mal edilen ve hatta evrenselleştirilen doğrular, iyiler, haklılar, ahlaklılar,
sorunlar ve bunlara çözümler üreten yapıtlar yapılır. Kurtlar Vadisi Irak filmi
bu bağlamda oldukça başarılıdır, çünkü kapitalist ideolojinin gerçeği tam
tersine çeviren ideolojik sunumlarıyla bilişleri kirletmeye ve kirli bilişlerle
kimliklerini katillerle özdeştiren insanlar yaratmaya devam etmesine katkı
sağlamaktadır. Küçük esnaf bir ailede evlatlık olarak yetişen ve küçük esnafın
ideolojik çıkmazını hala içinde taşıyan Polat (bu ideolojik çıkmazı içinde
taşıyan veya propagandasını yapan bu filmi yapanlar) kapitalizmin maaş/ücret
köleliğinden kendini devletin gizli ajanı ve mafya babası olarak azat etmiştir.
Polat’ın günlük yaşamında işsiz kalacağı, aldığı ücret/maaş, çocuğunun okul
masraflarını nasıl karşılayacağı, hastalanan bir yakınının hastane masraflarını
nasıl temin edeceği gibi kaygıları yoktur. Onun kaygıları başkadır: Polat’ın
kaygıları Anadolu insanının % 99’unun gerçek kaygıları değildir. Polat
yoluyla kapitalist bir dünya kendi çıkar ve kaygılarını ücret/maaş köleliği
koşullarında yaşayan kitlelerin üzerine çökerterek kendi imajında bir dünya
yaratma ve yürütme işinin temsilden geçerek biliş yönetimini yapmaktadır.
Savaş filmlerinde (ve diğer filmlerde) sınıfsal yapı ve ilişkinin tümüyle
yok sayılması, sınıfsız bir toplum olduğu fikrini yaymaz; aksine güç yapısı ve
ilişkilerindeki gerçek farkları saklar; bu farklılıkların ürettiği çatışmaları
normalleştirir, sınıfsal eşitsizlikleri doğallaştırır ve fetişleştirmede olduğu gibi
insanlar arası sosyal ilişkileri “şeyler arası ilişkilere” dönüştürür.
Kabil’in öç alışı
123
Kurtlar Vadisi’nde Polat ve adamları arasındaki ilişki “şeyler” yapma
üzerine kurulmuş, doğru, doğal ve iyi olarak sunulan bir dayanışmaya ve
bireysel üstünlük ayırımına dayanır. Burada farklılık herhangi bir sınıfsal
farklılık değil, bireysel beceri, yetenek, akıllılık ve önderlik gibi farklardır. Bu
farka örgütteki liderlik ve savaş filmlerinde ordudaki bürokratik yapı katılır.
Bunlar normal ve doğal olarak sunulur. Bu farkların filmdeki serüvende
meşrulaştırılmış ilişki tarzları, dayanışma ve çatışmalarla işlenmesinden
geçerek, hiç sınıfsal farklılıklar üzerinde durmaksızın, sınıfsal farklılıklar da
yeniden üretilerek normalleştirilmektedir. Bu durum, örneğin, Guadalcanal
Diary (1943), Gung Ho! (1944), Destination Tokyo (1944), Purple Heart
(1944), ve Objective, Burma! (1945), gibi filmlerde oldukça, belirgindir:
Yüksek rütbeliler genellikle sivil hayatta avukat, mühendis, eğitimci gibi
kariyere sahip olanlardır. Normal askerler ise çiftçiler, taksi şoförleri, araba
tamircisi gibi mesleklerden gelmektedir. İkinci Dünya savaşı sonrası savaş
filmlerinde sosyal sınıf konusu, Attack! (1956) ve Platon (1986) filmi
haricinde ele alınmamıştır (Michaud, 1997). Platon filmindeki merkezi
karakter ve öyküleyen Chris Taylor isimli asker yanında savaşan askerlerin
Amerikan toplumundaki yerini “en çok harcanabilir insanlar” diyerek belirtir.
Fakat film bunun ötesinde bu konuyu tümüyle bir kenara iter (Michaud,
1997). Daha önce isimleri belirtilen filmler yanında, Aliens (1986), The Abyss
(1989), Titanic (1997) ve Eyes Wide Shut (2001) gibi belli ölçüde sosyal sınıf
konusunu işleyen veya yansıtan filmler dışında, Hollywood filmlerinin büyük
çoğunluğunda, sınıf konusu ele alınmaz. Türkiye’de Yeşilçam geleneğinde
sınıf konusu “fukara kız zengin erkek,” “kötü, şımarık zengin ve iyi zengin”
öyküleriyle birleştirici ve ahlakla ilgili bireysel karakter, haysiyet, onur gibi
değerler üzerine kurulmuş ilişkiye dayanan kurgularla işlenmiştir. Fukara ve
zengin
olma
hayatın
gerçeğiyle
ve
felekle
ilişkilendirilerek
normalleştirilmiştir. Bunların yanında, ağalık sistemini ve geleneksel kültürü
eleştiren filmler vardır. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerde yapılan
“devrimci” veya “sol” filmler sınıf konusunu ele alırken, genellikle işçi
sınıfının ve gençlerin bilinçleri ve bilinçlendirilmesi üzerinde durmuşlardır.
Kurtlar Vadisi Irak filmi zamanındaki ortama gelindiğinde, artık sosyal sınıf
konusu duyulmaz olmuştur; onun yerini bilgi toplumu, enformasyon toplumu,
AB’ye katılma, tüketim demokrasisi, tüketim toplumu, küreselleşme,
yerelleşme gibi konular konuşulmaktadır. Bunların da filmlerde ve
televizyonlarda temsili çoğu kez promosyon ve teşvik biçiminde olmaktadır.
124
İrfan Erdoğan
Sorun ve çözümünde tarih ve insan: Bireyselleştirme
Filmde tarih kötünün yazdığı ve iyinin buna karşı tepki gösterdiği bireye
indirgenmiş bir tarih olarak ele alınmaktadır. Eğer ABD askerleri Türk
askerlerinin kafasına çuval geçirmeseydi, Polat Irak’a gitmeyecekti. Kurtlar
Vadisi Irak filminde “askerlerin kafasına çuval geçirme” olayı tarihsel
ilişkisel bağından, güç ilişkilerinden, bizlerin bilmediği gerçeklerden ve
katliamı üreten üretim ilişkilerinden kopartılmakta, onur meselesi yapılmakta,
koruma işi Polat adında onurlu bir “devlet kurumu destekli meşrulaştırılmış
bir gangstere” verilmektedir (onuru olan insan gangster olmaz). Onuru kırma
işinden sorumlu olarak da Irak’taki savaşta kirli işler yapan Amerikalılar
gösterilmektedir. Böylece bir uluslararası ilişkiler sorunu, iyi Türk’ü temsil
eden Polat (beni temsil etmiyor; dolayısıyla ben iyi Türk değilim; çünkü iyiyi
kötü tanımlıyor) ile kötü Amerikalıyı temsil eden bir Uncle Sam’ın kişisel
karakterine ve bu karaktere göre işler yapmalarına ve çatışmalarına
indirgeniyor. İyi Türk Polat iyi, çünkü çocukları, çaresizleri, yaşlıları
öldürmeyen, onun yerine hak edenleri öldüren bir katil kahraman. Kötü
Amerikalı kötü, çünkü iyi Türk’ün tersi karakterlere sahip bir katil kahraman.
İki katil iki ülkeyi temsil ediyor. Polat’ın “neden bizim kafamıza çuval
geçirdiniz” sorusu, Sam’ın onuru olmayan ve sadece çıkar mantığıyla hareket
eden (onursuz pragmatik anlayışa sahip) yanıtıyla karşılaşıyor. Polat’ın öç
alma serüveni başlıyor. Ama Sam hem insanlık onurunu ayaklar altına alan
çözüm yolları getiriyor hem de katilce politikalar planlıyor ve uyguluyor.
Polat’ın çözümler dünyasında ise bunlardan tek kurtuluş olarak suikast
düzenleme sunuluyor. Başarısız bir suikastla birlikte zor ve meşakkatli bir
serüvenler silsilesi başlıyor. Sonunda, kötü Amerikalı Sam hak ettiği ölümü
buluyor. Böylece her şey normale dönüyor: Savaş devam ediyor. Filmde
sorun “kötü bireylerde” dolayısıyla sorun bireysel yapısal sorun, makroyapısal bir sorun değil: Savaş ve şiddet normal, ama bunu gereği gibi
yapmayan ve bozan bazı bireylerin cezalandırılması gerekir. Polat bu
cezalandırma işinde, suçlayan, duruşmayı yöneten, sürdüren, cezayı veren ve
infaz eden tek mutlak ve doğru güç (Tanrı veya tanrının elçisi) oluyor.
Kurtlar Vadisi’ndeki iyiler, mazlumlar, kötüler, bireyler ve bu bireyler
arası ilişkiler savaşı yeniden-üreten toplumsal-sınıfsal ve uluslararası üretim
ilişkilerinden kopuk olduğu için, sadece bireysel duygulara, korkulara,
amaçlara, kin ve nefrete, hırsa vb dayandırılmaktadır. Tarikat gibi bir dinsel
örgütlü yapı bile Şeyhin kişiliğinde anlam kazanmaktadır. Doğal olarak o kötü
Kabil’in öç alışı
125
bireyin ölümü çözüm olarak sunulmakta ve insanlara kötüden kurtulmanın
yolu ve nasıl rahatlayacağı öğretilmektedir. Çözümü kötünün ölümüne
bağlamak oldukça işlevseldir, çünkü böylece kötülüğün kaynağı bireye
indirgenirken, kötü bireye karşı olan şiddet meşrulaştırılır.
Filmin başında, ilk meşrulaştırılmış şiddet kullanımı yolda kontrol için
onları durduran üç Kürdü öldürme sırasında oluyor ve film boyu bu şiddet
örnekleri sürekli veriliyor. Böylece, şiddete karşı şiddet “meşrulaştırılmış
şiddete başvurarak varlığını sürdürme” ile kaçınılmaz olarak gösteriliyor.
Buradaki temel harekete noktası “fiziksel varlığını korumak için şiddete karşı
şiddet zorunludur” fikridir.
Dikkat edilirse, tarih bireyselleştiriliyor ve aynı zamanda filmde “bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı var. Polat için dünya yanmış veya
yakılmış umurunda bile değil, yeter ki kendine ve kendi yakınlarına ve elbette
vatana bir şey olmasın. Bunu Sam da açıkça belirtiyor. Ama Polat harekete
geçtiğinde (serüvende) artık her şeyi umursamaya başlar.
İyi kahraman birey: Lider Polat’ın kimliği
Amerikan filmlerinde ve diğer ülkelerdeki taklitlerinde geleneksel olarak
gangsterlere, Kızılderililere, savaşa, devrimcilere, teröristlere, katillere,
haydutlara ve yabancılara karşı güçsüz kalan toplumu Süpermen, Süper polis,
A-Takımı, Süper bilim adamı, Süper kovboy Red Kid, Bionic kadın, 6 milyon
dolarlık adam, Örümcek adam, Örümcek Kadın ve Flash gibi süper
kahramanlar korurlar. Türkiye’de de bu işi beceriksiz ve kötü işleyen devlet
yerine, vatan için Kurtlar konseyini birbirine düşürüp fiziksel olarak ortadan
kaldırarak tek başına imparatorluğunu ilan eden Polat gibi serbest teşebbüsün
gücünü temsil eden gangsterler yaparlar. Amerikan gangster filmlerinde ve
Dirty Harry ve Diehard gibi polisiye-macera filmlerinde olduğu gibi, bu
vatanperver ve milliyetçi gangsterler kötülerin kullandıkları aynı yöntemi
kötülere karşı kullanarak sorunlara çözüm getirirler. Polat bütün diğer
serüvenlerinde olduğu gibi Irak serüveninde de, adaletsiz, gayrimeşru, baskıcı,
çürümüş, yozlaşmış, haksız ve kötü bir düzeni ve ilişkiler yapısını değiştirmek
için çalışmıyor. Aksine onun perçinlenmesini getiriyor. Örneğin filmde
İstenen şey, Türk’ün gururuna karşı işlenen bir saygısızlığın, adaletsizliğin,
haksızlığın, saldırının ve onur kırıcı davranışın onarılması ve adaletin
intikamla sağlanmasıdır. Bu yolla kurgulanan hakkın ve doğrunun
kazanmasıdır; böylece belli bir kültüre ait olan kurumlar, kurallar ve ilişkiler
126
İrfan Erdoğan
korunur; (bazıları tarafından kötüye kullanılsa da) egemen yapılar ve yaşam
tarzları doğalsallaştırılır, evrenselleştirilir ve normalleştirilir.
Kurtlar Vadisi Irak filminde kahraman Polat, polisiye-macera filmlerinde
Dragnet, Untouchables, Mod Squad, Dan August, Streets of San Fransisco
gibi bürokratik otoriteyi azaltan ve otoriter çözüme karşı liberal ideolojiye
demirleyen bir “gizli devlet polisi” modeline uymaz: Polat liberal anlayışın
uzun süren, uzun süreçlerden geçen, ayrıntılar üzerinde duran çözümlerden
hoşlanmaz, çünkü kararsızlığı ve yumuşaklığı zayıflık olarak niteler; çabuk,
etkili ve kesin çözümler getirmek gerekir. Bu da fiziksel olarak yok etme,
bastırma, ezme ve sindirme ile olur. Polat Baretta, Serpico, Starsky and
Hutch, Dirty Harry ve Sudden Impact filmlerindeki kahramanlar gibi
beceriksiz-bürokrasi içindeki bireyci-becerikli bir polis gibidir: Sorunu
kendisi kendi yöntemleriyle halleder. Polat aynı zamanda The Rookies, SWAT
ve benzeri hiyerarşik otoriteye boyun sunmayı getiren filmlerdekinden çok
daha fazla bir şekilde hiyerarşik otoriteyi yüceltir (Erdoğan, 2001). Polat hem
acımasız ve en kesin sonuca 45’lik magnum silahlıyla etkili bir şekilde
öldürerek sağlayan Dirty Harry’dir; hem orta sınıfın (esnafın) yoksun
bırakılmışların bazılarının bireylere ve işyerlerine yönelik hırsızlığı ve şiddeti
karşısında hiçbir şey yapmayan beceriksiz adalet sistemine karşı “adaleti
kendisi eliyle yerine getiren” Death Wish filmindeki Charles Bronson’dur;
hem her zaman bütün zorluklardan ve düşmanın planların ve saldırılarından
kurtulan ve düşmanı cezalandıran, “devletin en gizli teşkilatının en gözde
ajanı” James Bond’dur; hem Vietnam yenilgisinin acısını çıkartarak öç alan,
devletin ve ordunun yapamadığını yapan ve böylece bilişsel olarak yoksul
bırakılmışların (zekaca geri bırakılmışların) ırkçı milliyetçilik duygularını
şahlandırarak doyuran vatanın en kahraman fedakar evladı Rambo’dur; hem
bütün mafya babalarının babası Godfather II’deki Al Pacino gibi vatan
görevini yerine getirmiş, vatanını seven, vatanı için her an ölmeye hazır olan,
çok ender gülen, her şeyi iyi hesaplayan, plan yapıp uygulayan, dostlarına
vefalı ve düşmanlarına amansız ve acımasız bir kahramandır. Kurtlar Vadisi
filminde ayrıntılı olarak ve Irak filminde birkaç cümlelik yapılan
açıklamalarda, Polat, aynı zamanda, Latin Amerika’dan Uzak Doğuya kadar
birçok ülkede devletin kullandığı ve geri bırakılmış ve sömürülmüş
katmanlarının kendi gibileri ezmesine yardım eden, bazı devlet kurumlarının
beslediği cinayet, baskı ve sindirme teşkilatlarına benzer bir teşkilatın başıdır.
Kabil’in öç alışı
127
İlişkisel kimlikler: Sam, Polat ve kölelik bilinci
Irak filminde birincil mücadele Polat (iyi) ile Sam (kötü) arasında
olmaktadır. Film bu iki karakterin ilişkisinde, başlangıçta otel ve suikast
hazırlama olayı dışında, Sam planlayıp yapan olarak, “çatışma yaratan ve
getiren iletişimi” başlatan olarak ele alınmaktadır. Polat ise bu yapılandan
hareket ederek iyiyi, doğruyu ve haklıyı koruyan, “suçlu Amerikalıyı’
öldürme yolları arayan ve böylece insanları bu musibetten kurtarmaya çalışan
olarak sunulmaktadır. Filmdeki imaya göre, ülkenin vatanperver olan Türk ve
Kürtleri (diğer Türkler ve Kürtler değil, çünkü onlar satanlara “çalıyorsunuz
satıyorsunuz” dedikleri için, satançalanperverlerce vatanı satan solcular ve
düzen bozucular olarak nitelenmektedir), yani Polatlar, Mematiler,
Abdülheyler, Güllüler/Erkanlar ve hatta Ayşeler rahat ve hayatından memnun;
kimseye karışmadan “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek, bol
televizyon seyredip bol tüketerek, devletin koruması altında suç işleyerek
yaşayıp gidiyorlar. Her hangi bir emperyalist emelleri yok. Ama “kötüler”
kötülük yaparak Polatları harekete geçiriyorlar ve yaptıklarına pişman olma
fırsatı bulamadan Polat ve tayfası tarafından öbür dünyaya gönderilerek
cezalandırılıyorlar. Polat dünyaya “bana dokunmayın, yakarım!” diyor.
Eminim, dünya kahkahayla gülüyor. Biz üzülüyoruz; çünkü o yanlış kişi.
Sam işini insanca sevginin üzerinde gören, insanca sevdikleriyle insanca
ilişki kurma becerisinden ve bilincinden yoksun olan bir profesyonel. Sam
çocukları çok seviyor, çocuk kalmaları koşuluyla. Sam dünyadan maddi ve
manevi yoksunluğu yaratan, ama Tanrı adına iyi işler yaptığını savunan
kapitalizmi temsil ediyor. Polat ise Amerikan şirketlerinin yüzyıldan beri
yoğun bir şekilde uğraşıp yaygın çapta yaratamadığı “duyarlı profesyonel
robocop” işçiyi temsil ediyor. Bu işçi profesyonel, devletteki bir diğer
profesyonel tarafından bir diğer örgütte (Kurtlar Konseyinde) işçi başı olması
için görevlendiriliyor. Polat konseyi yok edip işçi başı oluyor. Bu işçi başı
kapitalizmin idealindeki işçi başı, çünkü kendini profesyonelce (katilce) işe
adıyor; nihai seviyede verimli çalışan bir kölenin bilincine ve motivasyonuna
sahip. Bu profesyonel işçi-başı ve yanındaki işçi yardımcıları o denli
kalıplaştırılmış biliş ve davranış şekilleri taşıyorlar ki her an öldürmeye
hazırlar. Kendilerini devlet, millet, vatan, Azrail, hakim, savcı ve infaz eden
adalet sanıyorlar. Kendilerinin olmayan bir siyasal ve ekonomik pazarı kendi
pazarları gibi görüyorlar; o pazarlara kendilerinin sahip olduğunu sanıyorlar:
Sahip olamayanın sahiplik iddiası ve bu iddiayla başkasının olanı ve kendi
128
İrfan Erdoğan
üzerinde kurulmuş egemenliği korumasıdır bu. Bu işlevsel geri-zekalılaştırma
binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzde ise, sayısız ilişki ve iletişim
kanallarından ve kişiler arası ilişkilere yansıtılan örgütlü yapılardan geçerek
çok sistemli ve planlı bir şekilde yürütülmektedir. Gelecekte, ırka dayanan
ayrımcılık yerine, “ben Mikrosoftluyum veya Ben IBM’liyim; yaşasın IBM:
En iyi işçi Bizim İşçi!” diye şirkete dayanan yeni-ırkçılık ve şirket
milliyetçiliği yaratacak olan bu “çokbilmiş geri zekalılaştıran profesyonellikte
”işin gereği nedeniyle hem sen hem sevdiklerin acı çekebilir; fakat bu acıdan
alınan zevk sevgilinle olmaktan aldığın zevkten çok daha ulvi ve değerlidir.
Hiç değilse, birçokları gibi işsiz değilsin.
Filmde satılan ahlak: Ahlaksızın toplumsal ahlaka sahip çıkışı
Sam ile sunulan ahlak, Sam’ın yöntemini kullanan Polat’ın sorun çözme
anlayışıyla desteklenen ahlak ve Şeyhin ahlakında olduğu gibi birkaç istisna
dışında film boyu işlenen anlayışlarla sunulan ahlak öğeleri aslında birbiriyle
örtüşen ve birbirini destekleyen bir karaktere sahiptir. Bu yüceltilen ahlakın
doğası bir CIA şefinin sözüyle özetlenebilir. Bu sözle, meşru gösterilen bir
dayanak verilerek, ahlaksal dilemma hissedenler varsa, onların rahatlamaları
sağlanmakta ve ahlaksızın ahlakı toplumsal ve evrensel ahlak yapılmaktadır:
Yaşadığımız dünya ahlakı olmayan bir dünya. Bu dünya çok güç
ve az güç, fazla mal ve az mal, fazla güvenlik ve az güvenlik
dünyasıdır, savaşın final ahlaksızlık olduğu bir dünya. Milletler
kaçınılmaz olarak şu deyişe kendilerini verirler: Kötü olmak
ölmekten daha iyidir. Bu dünyada Amerikanın dış politikası
pragmatik olmuştur ve böyle devam edecektir (Rositzke, 1988:
206).
Bu sözler, ABD’nin dünyanın her yerinde açık ve gizli kirli faaliyetlerini
haklı çıkartır ve ülkelerin yönetici sınıflarının ülke içindeki baskı ve sindirme
politikalarını meşrulaştırır. Buna, Amerikan pragmatizm düşüncesine
dayandırılan politikanın ahlakı denir. Bu dünyada, insan olmanın, ahlakın,
insan haklarının, etiğin, doğrunun ve yanlışın, haklının ve haksızın, iyinin ve
kötünün, değerlinin ve değersizin ne olduğunu, dostların ve düşmanların
kimler olduğu, model olarak alınacakların kimleri içereceği ve sorunların nasıl
çözüleceği ile ilgili tanımlamalar, ne yazık ki, ahlak satan ahlaksızlar, insan
hakları şampiyonluğu yapan insan kasapları, etiği patalojik etik olanlar,
doğruyu yanlış ve yanlışı doğru olarak gösterenler, iyiyi kötü ve kötüyü iyi
yapanlar, öznel çıkarlarıyla toplumu soyan hasta değerlere sahip olanlar,
Kabil’in öç alışı
129
çarpık ruhlu insanlar yaratacak insanımsıları model olarak gösterenler
tarafından yapılmaktadır. En yüksek seviyede hipokrasinin egemen olduğu,
gerçeğin giysilerini çalıp giyen sahtenin imajlarla doğruluk ve dürüstlük
sattığı bu tür bir egemenlikte, Al Pacino’nun kötü taklidi, çok duygulu,
Alemdar Polat sahte ismiyle, devlet adına ve devlet adını kullanarak kendi
adına meşrulaştırılmış cinayet işleyen ve meşrulaştırılmış cinayet yaratan bir
katilin, Türk devletini, Türk milletini, doğruyu, iyiyi, onuru, haysiyeti ve diğer
değerli şeyleri temsil etmesi oldukça normaldir. Çünkü onun alternatifi bir
model sunulamaz, çünkü insanca alternatifler, propaganda işlevleri yoksa
egemen siyasal, ekonomik ve kültürel pazar yönetimi için işlevsel ve faydalı
değildir.
Savaş ve şiddeti normalleştirme ve yüceltme
Irak serüvenin sonunda alınan intikam ile “kötülere,” “unutmayın
yaptığınız yanınıza kalmayacaktır, er geç intikam alınacaktır’ mesajı
verilmektedir. Seyircilere ise, öç alma yolunun doğruluğu ve zorunluluğu
sunulmaktadır. İntikam/öç peşinde koşma ve bu koşuştaki fantastik inşalarla
kötü/iblis insanlar yok edilmekte, iyiler şehit olsalar bile kazanmaktadır. İyi
katiller meşrulaştırılmış katliam yaptıkları için “ahlaken yüksel ve onurlu”
insanlar olarak sunulmaktadır. Kötü katiller ise ahlaken düşük seviyede,
yaşamaya hakları olmayan, dolayısıyla öldürülmeleri vacip ve gerekli pislikler
olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, savaş, intikam ve katillik “iyilerin”
“kötülere” hak ettikleri cezayı vermesinde normal ve meşru yol olarak
gösteriliyor. Savaşın ahlaksal ve manevi çöküntüye ve fiziksel yok etme ve
yok edilmeye götüren karakteri eleştirilme yerine yüceltiliyor. Nasıl insan
olunacağı savaşa ve şiddete karşıtlıkla değil, onu destekleme ve
meşrulaştırılmış öldürmeden geçerek olacağı anlatılıyor. Bu filmde, Irak
savaşında ve başımızı döndürdüğümüz her yerde açıkça görüleceği gibi, biz
öldürmenin meşru olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yirminci yüzyılın korku
çağı olarak niteleyen Alber Camus’un belirttiği gibi, bundan hoşlanmıyorsak,
bu dünyayı değiştirmek zorundayız. Fakat öldürme riski olmaksızın
değiştiremeyiz. Dolayısıyla, öldürme bizi geriye öldürmeye götürüyor. Bu
durumu kabullenerek geri çekilsek de veya bir terörün yerine bir diğerini
getiren terörle durumu ortadan kaldırmaya çalışsak da, terör içinde
yaşayamaya devam edeceğiz (Camus, 1972:19).
Kurtlar Vadisi Irak filminde, devletin silahlı kuvvetlerinin yapamadığı bir
“hesap sorma” işini Polat yapmaktadır. Kendi kararıyla kendini devletin
130
İrfan Erdoğan
yerine koyarak ve milletin haysiyetini/onurunu korumaya karar verip üç
önemli kurdunu da yanına alıp Irak’a giriyor ve soruşturma işi başlıyor: İyiler
ve suçsuzlar acı çekiyor ve hatta ölüyor. Fakat sonunda kötülük yapan kötüler
ölerek bedel ödüyorlar: Su testisi suyolunda kırılıyor. Filmde
normalleştirilmiş katliam ve bu katliamın düzenleyicisi ve yürütücüsü olan
pazar yapısı eleştirilmiyor. Eleştiri ve soruşturma savaşa yönelik değil;
savaşta onurlu olmayan işler yapan bireylere yönelik. Dolayısıyla, savaş
denen şiddet içinde uygulanan gayri-meşru şiddet ve tasvip edilemeyecek
faaliyetler işlenerek, “erkekçe ve onurlu savaş yap” olarak özetlenebilecek bir
“şiddet kullanımının yüceltilmesi” var filmde.
Film kötüyü öldürmeyi ve intikam için ölmeyi meşrulaştırırken, “haklı
öldürmede” katilin kullandığı aynı aracı ve yolu kullanarak (silahlı çatışma)
intikam almaktadır. Böylece çatışma çözümü olarak silahlı savaşı ve
çatışmayı kabul edilebilir çatışma çözümü olarak sunmaktadır.
Ultra-sağın promosyonu
Kurtlar Vadisi gibi tür dahil her tür kitle iletişimi ürününde izleyiciye
ahlakla, doğruyla, iyiyle, haklıyla ve bunların zıtlarıyla ilgili bilişler işlenir ve
işlenenler yeniden üretilir. Bu işlemelerde tutucudan en ultra sağcılığa kadar
uzanan inançlar ve duygular öne çıkartılır ve altta yatan güç/iktidar ve
materyal çıkar yapısı görünmez edilir. Vurgulanan materyal çıkar ve ilişkiler
değil, vatan sevgisi, sadakat, cesaret, inanç, erkeklik gibi soyut duygulardır.
Bu duygularla ölme ve öldürme, şiddet ve katillik yüceltilir. Bunlar da vatan
ve millet için, doğruluk ve haklılık adına, görev aşkıyla yapılır. Bu
meşrulaştırılmış gayrimeşrulukta Türk gangsterler, Amerikan filmlerindeki
gangsterler gibi sosyal kuralları ihlal etmenin getirdiği gerginliği ve acı
çekmeyi ritüelleştirmezler. Türk gangsterler klasik Nazi anlayışıyla gelen
yönetim/kontrol biçiminin insanlarıdır: Katı, sert, erkekçe, cesur, kararlıdırlar;
liberal burjuvalar ve kötüler gibi, kaypak, zayıf, kararsız ve korkak değildirler.
Gangsterlik, savaş, aşk ve seksüel politika
Savaş filmlerinde kadının seksüel mal veya emtia olarak tüketimi çok az
işlenir. Savaşın etik koduna aykırı görülür ve sunulduğunda, bu bağlamda
sunulur. Amerikan mafya türü Gangster filmlerinde İtalyanlar ailesine bağlıdır
ve aile vatan gibi önemlidir. Cinayet sadece “bir iştir”. Gangster birini
öldürdükten sonra evine gelirken eşine çiçek getirir. Eşi de onun gibi ailenin
sorunları ve sorumluluklarıyla didişmektedir. İtalyanlar dışındaki gangsterler
Kabil’in öç alışı
131
çoğu kez kadını tüketim maddesi olarak kullanırlar. Kurtlar Vadisi Irak
filminde aktif etkinlikte bulunan kadınlar savaşta erkeğini, kardeşini ve bir
sevdiğini kaybetmiş, intikam duygularıyla dolu acı çeken insanlardır. Filmde
sadece damadın geline hançer hediye ettiğinde alnından öpüşüyle anlatılan
seksüel olmayan ulvi bir sevgi var. Filmde kadınlar özellikle düğün
hazırlığında ve düğünde görünmekte, giysileri ve makyajlarıyla vitrinde
seyredilen veya aramızda yürüyen bir manken gibi güzeller. Filmde herhangi
bir seksüel ödül (erkek kahramanın kadını ödül olarak kullanıp tüketmesi ve
kadının buna istekle katılması) yok. Aksine öldürülen sevdiği için intikam
yolunda canını veren bir kahraman kadın (Leyla), Sam tarafından vurulup
“abi” diye çağırdığı Polat’ın kollarında öldüğünde platonik bir derin “bacı”
sevgisinin Polat’ı ağlattığını görüyoruz. Filmde seks yok, sevgi var. Onurlu,
imanlı, kendini ölürcesine ve öldürürcesine adayan bir aşk ve tutku var. Leyla
ve Polat arasında bu tutku abi ve bacı tutkusu oluyor.
Polat ve adamları “seksüel” olmayan varlıklar: Kendini bir amaca adamış
tek boyutlu bu insanlar için onlarla olanlar (dostlar) ve onlarla olmayanlar
(düşmanlar) vardır. Dostlar dayanışma, korunma ve koruma için oradadır;
düşmanlar da öldürülmek için. Kadın ve erkek arasındaki fark herhangi bir
şekilde açıkça işlenmemekte ve vurgulanmamaktadır. Kadın mücadeleye
yardım, dayanışma, fedakarlık ve intikam alma gibi duygular dolu olarak
katılan, savaşta çok acı çeken insan olarak sunuluyor. Polat’ın dünyasında,
vatan uğruna savaşılırken, yemek, içmek, eğlence, seks ve Migros’ta alışveriş
yapılmaz. Dolayısıyla, Irak serüveninde seksüel politika seks ile ilgilenmemek
olarak ortaya çıkmaktadır. Kahramanlarımız zaten vatan için can verme
yolunda yaptıklarından her türlü “doyumu” almaktadır. Seks gibi ufak ve
ayrıca “günah ve ahlaksız işler” özellikle model kahramanımız Polat için asla
biçilmemiştir; onun “raconunda” seks olmadığı gibi, Iraktaki vatan uğruna
geçirdiği günlerde asla böyle bir şey aklından bile geçmez. Filmdeki bu kaçış
tüketim endüstrilerinin bir bölümü için verimli olmamaktadır. Halbuki bu
kaçış “her bakış ve dokunuşta” taciz çığırtkanlığı yapan burjuva feminist
ayrımcılık ve yabancılaşmayla desteklense ve çözüm olarak “satın almayla
tatmin” işlenseydi, Irak filminde daha etkili bir promosyon yapılırdı. Hele,
laik burjuva tüketim çılgınlığıyla işlenen modacılık, aynı zamanda teolojik
burjuva tüketim inancıyla teşvik edilen türbancı-modacılıkla desteklenseydi,
“bölerek birbirine düşman edip yönetirken, iştahlandırarak daha çok sat”
işinde çok daha katkısı olurdu filmin. Ama “vatan kurtarma” ve milletin
onurunu yeniden inşa işinde, böyle bir kaygı Polat’ı yapanlara Polat
132
İrfan Erdoğan
yakıştırmazdı. Hatta gidip onları vatan ve onur uğruna vurabilirdi. Aslında
Polat’ın insanlık için yapacağı en iyi şey belki de kendini reddederek
öldürdüğü, düşman olduğu ve öldürmek istediği “diğer kendi” olmasıdır.
Ekmek ve sirk politikalarıyla pazarlama
Susurlukta somut olarak ortaya çıkan devlet mafya ilişkisi ve “derin
devlet” tartışmaları Kurtlar Vadisi Irak filminde (ve dizilerinde)
gayrimeşrunun meşrulaştırılması ve yüceltilmesi biçiminde kendini
göstermektedir.11 Kurtlar Vadisi serileri Costa Gavras türü filmlerdeki
dürüstlüğü, onuru ve haysiyeti baş aşağı döndürerek dürüstlüğü, onuru ve
haysiyeti gerçek yerinden koparıp soysuzlaştıran bir bilinç yönetimi alanına
taşımaktadır. Bu da oldukça doğaldır, çünkü filmin amacı Amerikan işgalinin
ve savaşın sosyal, ekonomik ve siyasal bir eleştirisini sunmak değildir. Amaç
gangsterliğe, Polat’ın onur, haysiyet ve dürüstlük anlayışına uygun bir şekilde
“kan davası” güden biri gibi intikam peşinde koşarak egemen olanı yeniden
üretmektir.
Filmde kötünün yaptıkları gösterilerek, kötünün öldürülmesi
meşrulaştırılıyor. Kötünün öldürülmesiyle yeni bir kötünün geleceği ve öç
almak için iyinin peşine düşeceği kaygısı, dolayısıyla, iyi ve kötü arasındaki
mücadelenin sürekli olduğu işleniyor. İntikam alınıyor ve hala hayat devam
ediyor. Savaş da devam eden hayatın bir parçası. Soruşturma savaş ve savaşla
ilgili uluslar arası ilişkiler yapısı değil, savaşta birilerinin yaptığı kötülükler ve
bunların cezalandırılması.
Whitney-Smith gibi bazıları her şey gibi savaşın da “seyir sporu”
olduğunu belirtmekte ve seyir kültürünü “arzu krizi” ve milliyetçiliğin
kayboluşu olarak sunmaktadır. Rambo, kötü taklidi Kurtlar Vadisi Irak ve
“seyir sporu” olarak nitelenen tüm kültürel pratikler binlerce yıldan beri
mükemmelleştirilen “ekmek ve sirk” ve “böl ve yönet” politikalarının en
gözde araçlarıdır. Sirki evimizin içine kadar getiren bu pratiklerde hem kuru
ekmeği gevelerken öç alma, baş edemediği sorunlarla dolu hayatındaki
engellenmişliklerini gidererek boşalma ve sürekli tekrarlanması gereken
rahatlama vardır; hem acıma ve haksızlığa karşı öfkeyi yoğunlaştıran duygu
sömürüsü yapılmaktadır; hem sorunları kaba güçle ve insan öldürerek
çözmeyi getiren biliş işleme ve bu işlenmiş bilişleri sosyal pratiğin sahnede
temsiliyle yeniden üreterek pekiştirme yoluyla ırkçılık ve düşmanlıklar
11
Bu bağlamda birçok araştırma ve kitap var; örneğin Aytaç (1997).
Kabil’in öç alışı
133
körüklenmektedir; bunları yaparken kapitalizmin gözde uzantısı ve Batının
böl ve yönet politikalarının başarılı temsilcisi nazizmin/faşizmin klasik vatan
sevgisi, kendini adama, din, iman ve ülke yönetiminin acizliği gibi bilişler ve
ilişkisel gaddar kudurmuşluk yeniden üretilmektedir. Bunlar konunun
düşünceyle ilgili yanlarıdır; diğer yan ise insanların ekonomik, kültürel ve
siyasal davranışlarıyla ilgili yandır. Bu yan insanları yoğun bir şekilde
gereksiz ve yanlış satın alma ve tüketmeye yönlendiren yandır. Bu satın alma
ve tüketmede insanlar sadece üretilmiş emtiaları değil aynı zamanda
birbirlerini ve kendilerini de belli kalıplar içindeki pratiklerden geçerek
tüketmektedir. Bu tüketmede bir elinde kuru ekmek ve diğerinde silahla (bu
silah BigMac veya Coca Cola da olabilir) “kendini bir şey sanan”
aptallaştırılmış kahraman insanımsılar ölmeye ve öldürmeye kadar giden
pratiklerle akıllı bir azınlığın şaşaalı yaşamasını sağlar ve kölelik sistemini
yeniden üretirler. Zenginliğin üretimi ve şehit cenaze törenleri birbirine sıkı
sıkıya bağlıdır; biri olmazsa, diğeri olmaz. Benzer şekilde, meşrulaştırılmış ve
gayrimeşru trilyonluk vurgunlar ve asgari ücret politikaları; PKK’nın varlığı
sayesinde vurgunlar yapanlar, dolayısıyla PKK sorununun sürmesi için
elinden gelen her şeyi yapanlar (birlik ve dirlik sloganlarıyla bölerek
yönetenler) ve Kurtlar Vadisi Irak ile avunan ve avutulanlar... Bir ulusun
haysiyetini Kurtlar Vadisinin devlet ajanı bir gangsterin koruması ve bunun
Türkiye insanının kahramanlık tarihini temsil eden bir şekilde özellikle
gençler arasında (büyük olasılıkla) yaygın bir şekilde benimsenmesi, en
azından insanlık için çok utanç verici ve üzücü bir durumdur. Kafasına çuval
geçirilenler ve her gün terörist ve şehit diye ölme ve öldürmeye kadar giden
ilişkilerde, Anadolu toprakları içinde birbirini yiyenlerin bozuk psikolojisi,
Anadolu insanını birbirine yedirterek ekonomik ve siyasal çıkarlar
sağlayanların hasta psikolojisi birleştirildiğinde (ki zaten ikisi de iç içe)
kurgulanmış temsilden (örneğin bir filmden) geçerek ekonomik çıkar sağlama
ve patolojik beyinler üretme ve sürdürme işi palazlanır. Kurtlar Vadisi Irak bu
tür palazlanma ve bu palazlanmayla yaratılan bilişsel ve ekonomik yoksunluk
ve yoksulluk koşulunu destekleme örneğidir.
Özlüce, Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler tüketim, satın alma, gösteri gibi
doyumlar peşinde koşan ve bunların dışındaki konularda harekete
geçirilemeyen insanlar milliyetçilik, doğruluk, haklılık, adalet, intikam gibi
duygularla doldurulur; heyecanlandırılır, güçsüzlüğünde ve yenilmişliğinde
hissedemeyenler hissettirilir; ağlamayanlar ağlatılır. Bu duygusallıkla insan
kendi toplumsal varlığını insanca ilişki yerine, meşrulaştırılmış zalimlik ve
134
İrfan Erdoğan
acımasızlıktan geçerek kanıtlar. Terörün içselleştirilmesinin ve mazoşist
uymacılığın promosyonunu, propagandasını yapar. Bu promosyon ve
propagandayla işlenen ve desteklenen bilişte (ve insanlık durumunda),
ezilenler “saldırgan ile veya saldırganlardan biriyle kendilerini özdeştirirler”
ve bu özdeştirmeler destekleyici sıfatlarla yüceltilir.12 Kurtlar Vadisi Irak
filminde bir saldırganın üst temsilcileri meşrulaştırılmış bir saldırganlığın
(savaşın) kurallarına uymayan bazı doğru olmayan işler yapıyor. Savaşta
yapmaması gereken bazı şeyleri yapan bir gücün temsilcilerinin bir diğer güce
(Türk ordusuna) karşı saygısızlığı, Tevrat’taki “dişe diş, göze göz” kuralına
uygun olarak cezalandırılmaya çalışılıyor. Fakat ceza, “kötülerin” işlediği
kanlı suçlar nedeniyle, ölüme dönüşüyor.
Bu tür ve diğer türdeki filmlerin yarattığı veya yeniden ürettiği her şey
üzerinde ayrıntılı olarak durulması, bunların amaçları ve sonuçları, toplum
politikalarıyla bağları, daha iyi bir dünya kurabilme olasılıkları bağlamında
incelenmesi gerekir. Bu tür inceleme faaliyetlerinin sonuçları akademik
işbirliği ile toplumsal ve toplumlar arası gündemlere getirilmeli ve bu
gündemlerde, değişim getirme amacıyla tutulmalıdır.
Teşekkür
Bu makalenin hazırlanışında okuyarak düzeltmeler yapan ve önerilerde bulunan
araştırma görevlisi ve doktora öğrencilerim Aytül Tamer ve Esra Keloğlu İşler ve
yüksek lisans öğrencim Can Cengiz’e teşekkür ederim.
12
Elbette, ben ve sen cahilleştirilmiş ve zalimleştirilmiş kitleye ait değiliz; biz
ücretli/maaşlı köle falan da değiliz. Biz başkayız; aslanız, kaplanız. Demokratik ve
özgür dünyanın özel ve kamusal alanlarında cirit atan, internette bilgi toplumuna
ulaşan özgür insanlarındanız. Siz FB’li misiniz yoksa? Umarım ‘post-modern veya
çağdaş duyarlılıklarınızı bu makalede “popülist söylemlerle” incitmiyorum.
Moralinizi bozduysam lütfen Armada’ya falan gidip alışveriş yaparak, kaliteli bir
şeyler yiyerek ve içerek rahatlayın ki sermaye de rahatlasın. Bakın, sermayeyi nasıl
destekliyorum? Coştum: Yaaşaa Fenerbahçee. Polat da FB’liymiş. Geçenlerde
Sevgilisinin GS’li olduğunu öğrenince dünyası başına yıkılmış. “Felek koymaz
güleyim” demiş; feleğe kahrederek kızı terk etmiş. Kız da inat olsun diye
Kasımpaşalıyla çıkmaya başlamış. Polat Kasımpaşalıyı da “vatan haini” diye
nallamış. Mahkemede Polat beraat etmiş: Her şey vatan için! Onur ve vatan! (Bu
öyküde bazı şeyler sakat gibi).
Kabil’in öç alışı
135
KAYNAKÇA
Albats, Y. (1994). The state within a state: The KGB and its hold on Russia- past,
present and future. New York: Farrar-Strauss-Giroux.
Aytaç, Ö. (1997). Medyanın gözüyle çeteler ve Susurluk. Ankara: Sam.
Baran, Z. (2006). Patriot games. National Interest, Spring, 134-138.
Boswell, S. (1999). The Russian mafia and the global capitalist system: a Marxist
perspective. http://www.irfanerdogan.com/dersler/poleconders/russianmafia. htm
adresinden 15 Şubat 2006’da indirildi.
Camus, A. (1972). Neither victims nor executioners. Illinois: World Without War
Publications.
Carroll, N. (1988). Mystifying movies: Fads and fallacies in Contemporary Film
Theory. New York: Columbia University Press.
DeFino, D. (2004). The prince of North Jersey. Journal of Popular Film & Television.
http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m0412/is_2_32 adresinden 15 Mayıs
2006’da indirildi.
Erdoğan, İ. (1997). Amerika: İkinci vatanda düşler ve gerçekler. Ankara: Ümit.
Erdoğan, İ. (2001). Popüler kültürde gasp ve popülerin gayri meşruluğu. Doğu Batı,
15 (2), 65-106.
Erdoğan, İ. ve Solmaz. P. B. (2005). Sinema ve müzik: Materyal satış ve bilinç
yönetimi için bilişsel ve duygusalın oluşturulması. Ankara: Erk.
Fields, I. W. (2004). Family values and feudal codes: the social politics of America’s
twenty-first century gangster. The Journal of Popular Culture, 37(4), 611-633
Freeh, L. (1996). Federal Bureau of Investigation: Before the Senate Appropriations
Committee Subcommittee on Foreign Operations. Hearing on International
Crime. http://www.alternatives.com/crime/ intrcrim.html adresinden 10 Mayıs
2006’da indirildi.
Furhammer, L. ve lsaksson, F. (1971). Politics and film. N.Y.: Praeger.
Hansen, M. B. (1999). Benjamin and cinema: Not a one-way street. (Walter
Benjamin). Critical Inquiry, 25 (2), 306-343.
Jowett, G. (1980). Bullets, beer and the Hays Office: Public enemy. İçinde: J. E.
O’Connor ve M. A. Jackson (Eds.). American history / American film:
Interpreting the Hollywood image. (s. 57 - 76). New York: Frederick Ungar
Publishing Co.
Keegan, J. (1994). A History of Warfare. New York, NY: Vintage Press
Knight, A. (1957). The liveliest art: A panoramic history of the movies. New York:
Menthor book.
Madsen, A. (1967). "Lang." Sight and Sound. 36 (3), 109-112
Mason, P. (2003). (Ed.) Criminal Visions: Media Representations of Crime and
Justice. Cullompton: Willan.
Mast, G. ve Cohen, M. (1974). Film theory and criticism. New York: Oxford
University Press.
136
İrfan Erdoğan
Metz, W. (1997). "Keep the coffee hot, Hugo": Nuclear trauma in Lang's 'The Big
Heat.' (director Fritz Lang). Film Criticism, 21 (3), 43-63.
Michaud, G. (1997). Class conflicts: Teaching the war film. Radical Teacher, 50, 1216.
Pearce, F. (1978). Art and reality: Gangsters in film and society. Sociological-ReviewMonograph, 26, 245-270.
Pearce, F. (1976). Crimes of the powerful: Marxism, crime and deviance. London:
Pluto Press Limited.
Rawlinson, P. (1998). Mafia, media and myth: Representations of Russian organised
crime. Howard Journal of Criminal Justice, 37 (4), 346-358.
Rositzke, H. (1988). The CIA’s secret operations: Espionage, counterespionage and
covert action. NJ: Westview Press.
Ruggiero, V. (1985). The encounter between big Business and organised crime.
Capital & Class, 26 (2), 93-104.
Ruggiero, V. (1995). Drug economics: A Fordist model of criminal capital?" Capital
& Class, 55 (1), 131-150.
Schiller, D. (1993). “Capitalism, information and uneven development.” İçinde: S. A.
Deetz (Ed.) Communication Yearbook 16. (s. 396-406). Ca:Sage.
Schiller, H.I. (1991). Not yet post imperialist era. Critical Studies in Mass
Communication, 8 (1), 13-28.
Whitney-Smith, E. (2006). War, Information, and history: Changing paradigms. 14
Mayıs 2006’da http://www.tmn.com adresinden indirildi.
Williams, P. (1995). Transnational criminal organizations: Strategic alliances. The
Washington Quarterly. Winter, 57-72.
Young, M. B. (2004). Now playing: Vietnam. OAH Magazine of History. 18 (5), 2228.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 137-156
Makale
Kurtlar Vadisi Irak’da eksiği
kahraman dolduruyor
Seçil Büker 1
Özet: Yazı amacı için çıktığı yolda karşısına çıkan engellerin üstesinden gelen ve
mitsel bir kahramana dönüşen Polat karakterini çözümlemeyi amaçlamaktadır.
Kahramanın gizemli bir geçmişi vardır ve bu geçmiş izleyicinin çıkarsamalarına
bırakılır. İzleyici kahramanın geçmişine ilişkin kendi yorumlarını geliştirir. Kahraman
romantik bir geçmişe sırtını verir ve filmde yabanıl bir ortamda kendisini gösterir. O
“görevi” yerine getirebilecek güçtedir ve bu yolculuğu ile de izleyicilere yaşamlarını
anlamlandırmaya çalışırken çıktıkları iç yolculuklarını anımsatacaktır. Sıradan bir
öykü ile mit arasındaki ayrımı izleyicinin izleme koşulu belirler. İzleyici izleme
sürecine kendisini yansıtabilir, böylece filmin anlattığı öykü kendi var oluşunu ve
değerlerini daha iyi anlamasına yardım edebilir. İzleyici filme kendisini yansıtır ama
bu durumda film kendisini yansıtmayı seçmez. Yapıntısal olduğu üzerine gösteriye
girişmez. Filmde yanılsamaya yol açan öğeler başattır. Saldırganlık, güç ve denetim
kavramları üzerine kurulan erkeklik ideolojisi filmde kahramanın kaslı gövdesi ile
değil, kahramanın serinkanlı davranışlarının oluşturduğu “giysi” ile sergilenir. Filmin
kahramanı hiçbir zaman kaslı gövdesini seyirlik olarak sunmaz.
Anahtar kelimeler: ideoloji, erkeklik, Kurtlar Vadisi Irak, kahramının inşası
Abstract: The main interest of the article is to analyse Polat Alemdar as a mythic
figure who overcomes obstacles that stand in the way of his quest for his goal. As a
mythic figure he has a mysterious past, the back story is implied to the audience. The
hero sets in the romantic past and now he is in an exotic milieux. He can manage to
fullfill the “task”, and the journey of the hero reminds the audience their own inner
journeys as they seek meaning in their lives. The difference between an ordinary story
and myth depends on how the audience views it. The spectators can add reflective
process to the viewing experince and the film conveys a story that can help the
spectators to better understand their own values and their own existence. The
audience projects on the film, but the film does not prefer to be a self-reflective film.
The film refuses to flaunt its own condition of artifice. Illusionistic elements are
dominant in the film. İdeology of masculinity which is worked out on notions and
attitudes of agression, power and control is displayed by the mythic figure of the hero
by his “costume” of calm attitudes but not by his mascular body. He never offers his
body for visual display. Keywords: ideology, masculinity, character construction
1
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
138
Seçil Büker
SUNUM
Bu makale Kurtlar Vadisi filminde Polat Alemdar’ın mitsel bir kahramana
dönüşümünün koşullarını irdelemeyi ve Polat Alemdar ile başka kahramanlar
arasındaki benzerlik ve ayrımları ortaya çıkarmayı amaçlamakatadır.
Çözümlemede mitsel kahramana dönüşme koşulları ve erkeklik ideolojisi
temel alındı. Çözümleme Rene Girard’ın “üçgen arzu” (arzunun öykünmeci
doğası) üzerine kuruldu.
ÇÖZÜMLEME
“Belgesel” başlıyor
Karşımızda bir subay. 4 temmuz 2003’de olan gerçek bir olaydan söz
ediyor. Yakın çekimde onun yüzü ve kalemi var. Kalem ve yüzden çevrinme
ile kamera mektubu buluyor. Mektup sayfası üzerinde subayın sesi geziniyor,
ses yavaşça mektuptan ayrılıyor, olayı izlerken onun sesini dış ses gibi
dinlemeyi sürdürüyoruz. Bu gerçek, yaşanmış bir an. Yaşananı biliyor
izleyici. Bir an belgesel izlediğini düşünüyor. Başına çuval geçirilmiş on bir
asker. On birler (on ikiye bir kalmış, ama on ikinci henüz yok), boşluğu filmin
kahramanı Polat Alemdar dolduracak. Döngü tamamlanmamış, on ikiden
vurmak için bir kahramana gereksinim var. Film az sonra onu sunacak.
Sunmayı vaat etti zaten. Eksik var, kahraman eksik. Şimdilik konuşan özne
Amerikalı Subay. Kamera açık alanın çorak topraklarından çevrinir.
Amerikan askerlerinin kuşattığı karargahı bulur. Soldan bir cip karargaha
yaklaşır, arka koltukta oturan güneş gözlüklü Amerikalı (Mr. Marshall) camı
indirir, kamera Amerikalı da odaklanır, o aldırmazlık içindedir, ıslıkla
dokuzuncu senfoniyi çaldığını izleyiciler anlamaz bile. Siyah güneş gözlükleri
gözlerini örter. Gözlüklü Amerikalı filmin başında ne tür bir anlam
yaratmaktadır? Gözlük ile görme nasıl ilişkilendirilebilir?
Ingold’a göre açık alan, bir yaşam alanı olarak doğa ile kültürün birleştiği
bir yerdir. Bu noktada Ingold açık alan (landscape) kavramının karşısına
görev alanı (taskcape) kavramını koyar (aktaran Carter ve Michael,
2004:273). Michael’a göre orada yaşayanlar açık alanla ilişki kurmak ve
yaşamlarını sürdürmek zorundadır. Bu tarlayı sürmek, yol açmak biçiminde
olabilir. Yaptıkları onlara yaşamı sürdürmeleri için gerekli olanı sağlar. Ama
bu süreçte teknolojinin kullanımı temel koşuldur. Örneğin kardan korunmak
için kar gözlüğü gereklidir. Doğa ile ilişki kurulurken doğaya yeniden biçim
verilir (Carter ve Michael, 2004:273). Kamera açık alanı bir çerçeve ile
Eksiği kahraman dolduruyor
139
sınırlarken, güneş gözlükleri gördüğümüzü estetize eder. Gözlük güneş
ışınları için bir tür filtre oluşturur kimi renkleri belirginleştirir kimi renkleri de
soluklaştırır. Yazarlara göre ya daha çok ya da daha az görmemizi sağlar.
Estetize etme edimi ise çift yönlü. Gözlüğün giysileri ile oluşturduğu uyum,
markası ve kullanım tarzı kişiyi estetik kılarken bakılanı da estetize eder.
Filtreden geçen ışık görüleni belirler. Gözlük kimi kez de askerileştirilmiş
erkeklik’i gösterebilir (Büker, 2004:274). Gözlük seyredilen alanı görmede bir
tür örtü ya da engel. Çünkü görmenin biçimini etkiliyor. Gözlük üzerine
yorumlarını araştırmacılar şöyle sürdürüyorlar: Örtü takılma biçimi de çeşitli
anlamlara yol açabiliyor. Polisiye film ve dizilerde polisler, gizli ajanlar bu
gözlükleri yeğliyor. Özellikle de aynalı gözlüklerde görevlinin nereye baktığı,
nasıl tepki vereceği belli olmuyor. Gözlük seyredilenin bir ön görüde
bulunmasını engelliyor. Bu tür bir iletişim ortamında polisin mikro
iktidarından kaynaklanan gücü yalnızca yetkesini değil, tehlikeli olabileceğini
de imler. Namlı ve saygın seyredenin seyredilememesi (görünür olmaması)
bir başka açıdan da seyredilememenin çok görünür olarak gerçekleştirildiğini
düşündürür. Carter ve Michael bu olguyu gizli olmayan gizli bakış olarak
tanımlıyorlar (2004:274-275).
Cip karargaha varır, cipin içindeki Amerikalı cipin camını indirir, ama
Amerikalıyı “göremeyiz”, cam engeli kalkmıştır, ama başka bir “cam”
görmeyi engeller. Çünkü bakışın sahibi gözlüklüdür. O da bakışın nesnelerine
karşı kayıtsızdır, çevreyi ve durumu umursamaz, önce yüzü bakışın nesnesine
(karargaha) dönüktür, az sonra başını öne çevirir, ıslık çalar, daha sonra
bakmadığını görünür kılmak için başını sola çevirir. Böylece bakma için
gerekli olan bir başka koşulu da ortadan kaldırır. Amerikalı cipten iner,
karargaha doğru ilerler, başını demir parmaklıklı pencereye çevirir, pencereye
bakar. “Gözlük belirsizliğin ve kötü niyetin göstergesi olabilir.” Film kişileri
onun ne yapacağını bilmez. O bir Amerikan subayıdır, ama bir bakıma da
yıldızdır. “Gözlüklü rock yıldızı ne hayranlarını ne de hayranlarının kendisine
olan ilgisini görür. Onun aldırmazlığı tüm dünyaya kayıtsız kalışından
kaynaklanır” (Büker, 2004:274). Araştırmacılarını gözlüğe ilişkin yorumlarını
temel alarak şu saptamayı yapabiliriz. Yıldız kendisini öylesine önemser ve
şişirir ki bu şişkin benlik gözlükten dışarıya yansır. Gözlüğün kurduğu bu
bilinmezlik ilişkisi onun gerçek doğasını saklar. Yıldız bakışının nesnesini
görmemeyi seçer, bakışının nesneleri de onun kendilerine kayıtsız olduğunu
düşünür. Bu durumda bakışla kurulan ilişki ters yüz olmuş gibi görünür.
140
Seçil Büker
Yüzbaşı ölmeye hazır on bir asker olduğunu vurgulayarak onurunu
korumaya çalışır. Ama yukarıdan çarpışma izni gelmez. Türk askerleri
silahları indirirler. Cipten inen Amerikalı demir parmaklıklı odanın camına
bakar ve adamlarını bir baş hareketi ile odaya yönlendirir. Sigara odası olduğu
söylenen odaya bir başka gözlüklü Amerikalı girer. Kesme: Siperde bekleyen
bir eri Amerikalı silahı ile dürter. Er:”Ne oluyor lan” der. Kesme. Eri
Amerikan askerleri konumlandığı noktadan uzaklaştırır, durum umutsuz
gibidir. Ama görüntünün sol tarafında uydu anteni üzerinde şu yazı vardır:
Next&Next Star. On bir askerin intikamını alacak olan yıldız (on ikinci kişi)
yakında karşımızda olacak, ama henüz filmin tanıtma yazıları sürüyor.
Böylece film “başlamamış” gibi yapılıyor. İslediklerimiz gerçek olaylar
üzerine kısa bir “belgesel”. “Dışarı çıkmayacağız gerekirse bizi öldürün”
diyen ve gözünü kırpmadan ölümü göze alan komutanı gören ve işiten
Gözlüklü Amerikalı daha önce “ters yüz ettiği bakışını” düzeltir, artık
aldırmazlığı sürdürmek zordur, gözlüğünü çıkartır. “Gerekirse öldürürüz,
şimdi sorgulama için karargaha götürüleceksiniz” der. Gözlüğünü takar ve
cipine biner, cipin camını kaldırır, artık bakmamayı hem gözlük hem de cipin
camı ile daha da altı çizili olarak sergilemektedir. Başlarına çuval geçirilmiş
Türk askerleri dışarı çıkarılırken tanıtma yazıları da akar. Kesme: Bu durumu
içine sindiremeyen Türk subay “atalarımıza layık olamadık, şerefimiz için
ölmedik, şimdi bunu senden istiyorum kardeşim” diyerek son verir yaşamına
ve mektubuna, intiharından sonra film başlar, çünkü filmin adı görüntüyü
kaplar: Kurtlar Vadisi Irak.
Film Başlıyor
Yol filmi başlar. Siyah2 cipte üç erkek, biri Polat Alemdar. Omurgası dik,
omuzları belli belirsiz geride, “ağaç pozisyonu” olarak tanımlanabilecek
gövde duruşunu seçmiş. Bastığı yere sağlam basıyor, kararlı, omurga dik ve
toprakla bağlantıda, soğukkanlı, dingin. Yolu kesecek olanları gördüklerinde
Polat Alemdar’ın iki arkadaşı başlarını daha da iyi görme isteğinin olağan bir
eğilimi olarak öne doğru ilerletirlerken, yüzlerini tedirginlik belirtileri
kaplarken Polat Alemdar cipin arkasında dingin duruşunu bozmadan ve
tedirginliğe kapılmadan oturur. Yol kesildiğinde bu özellikleri daha belirgin
olarak uygulamaya geçirebildiği ve gerekli eylemleri üretebildiği için yolu
2
Mr Marshall’ın askeri cipi, Polat Alemdar’ın siyah ve “sivil” cipi ile karşıtlık ilişkisi
oluşturur.
Eksiği kahraman dolduruyor
141
kesenleri kolayca ortadan kaldırır. Böylece tüm engellerin ortadan
kaldırabilecek nitelikte olduğu açıkça vurgulanır. İzleyici daha önce gördüğü
levhanın haber verdiği bir sonraki yıldızın Polat Alemdar olduğunu anlar.
Yeniden yola koyulduklarında, kamera açık alanı (yabanıl alanı)
alabildiğince vurgular. Açık alan Carter ve Michael’in vurguladığı gibi tam da
görev alanına dönüşmüş. Bu kez “görev” yaşamın sürdürülmesi gibi sıradan
bir işlev değil. “Görevimiz tehlike” olarak nitelendirilebilecek, tüm ulusu ve
ulusun onurunu ilgilendiren bir iş. Yabanıl doğada tehlikeli ve gerilimli
yolculuk sürüyor. Ama aynı alanda düğün hazırlıkları da var. Damat düğün
tıraşı oluyor. Sakalı tıraş kremi ile yumuşatıyor berber. “Sakal ne kadar sert
olursa olsun fırça sertliği alır, sakalı yumuşatır” diyor. Erkeğin
yumuşayabileceği böylece anımsatılıyor. Hangi erkek ne kerte yumuşayabilir?
Bunu henüz izleyici bilmiyor.
Polat Alemdar ve arkadaşları oteli basıyorlar. Polat Alemdar otelin
müdürünü çağırıyor ve “teknolojiyi” masaya koyuyor. Müdür karşısındaki
kişinin teknolojinin bilgisine sahip olduğunu bilmediği için direniyor. Polat
Alemdar dirseklerini masaya dayıyor, ellerini çene hizasında üst üste koyuyor
ve elindeki teknolojik gücün yapabileceklerini anlatmaya başlıyor. Ellerin bu
duruşu öz güveni, kararlılığı sergiliyor. Bu duruş kilimlerdeki “elinde belinde
motifinin” bir başka çeşitlemesi. Eller yine güç gösterisinin bir aracı, gerçek
bir “savaş” aracı. Ayrıca bu duruş yoga oturuşundaki duruşun tam karşıtıdır:
Bu duruşta eller aşağıda, üst üste tutulur, avuç içleri yukarı doğrudur, duruş
tam anlamıyla bir gevşeme ve teslimiyet halini sağlar. Aynı duruşun tam tersi
olan ve dirseklerin güçlü biçimde masaya dayandığı duruşta ise gerginlik,
tetikte olma hali vardır. Gevşemenin yerini güçlü bir kas gerilmesi alır. Bu
durumda müdürün yapabileceği tek şey Polat Alemdar ile uzlaşmayı seçmek
olabilir. Kahramanımız Polat Alemdar’ın isteği ile Mr. Marshall otele gelir, o
da “silahlıdır”.Onun silahı Türk erkeği üzerine edindiği bilgidir. Çocuklardan
oluşan koronun otele gelmesini sağlar. Türk erkeği savunmasız çocuklar
karşısında yumuşamak zorundadır, çünkü o masuma silah kaldırmaz. Polat
Alemdar uygulamalarından ve şimdilik intikam isteğinden vaz geçer.Böylece
Amerikan askerleri başlarına çuval geçirilmiş olarak oteli terk etmekten
kurtulurlar. Polat Alemdar ve arkadaşları oteli terk ederler. O masumlara
dokunmayacak kadar duyarlı bir kahramandır.
Kahramanın arkasında kalan öykü de önemli. Bu öykü kahramanın az
sonra izleyeceğimiz edimlerini haklılaştırır, ayrıca kahramana gereksindiği
gücü verir. Belgesel tadında izleyiciye aktarılan ve izleyicinin bildiği gerçek
142
Seçil Büker
olay kahramanı güdülüyor. Ama mite dönüşecek olan kahramanın kendi
geçmişi de var. İşte o geçmiş çok da açıklanmamalı, gizem korunmalı,
izleyiciye ipucları verilmeli ama her ayrıntı açıkça anlatılmamalıdır. Bu koşul
gerçekleştiğinde izleyici mite dönüştüreceği kahramanın geçmişini kendisi
kurar. Mr. Marshall’a yardımcısı otel baskınından sonra Polat Alemdar ile
ilgili şu bilgiyi verir: “Özel kuvvetler ile mafyayı çökertmiş, yüzünü estetik
ameliyat ile değiştirmiş, yurt dışı görevlerde bulunmuş”.
Polat Alemdar yine yurt dışı görevde, izleyici onun başarıları konusunda
bu kısa bilgiye dayanmak zorunda. Bu zorunluluk kahramanı mitsel boyuta
taşımasına da yol açacak. Polat Alemdar’ın gereksindiği ilk şey gizem.
Yaptıkları konusunda ipucları veriliyor, ama gizem korunuyor, çünkü gizem
onu sıradan olandan farklı kılacak. Genelde bu tür anlatılarda kahramanın
kendi yaşamı ile ilgili “hesabı kapatılmamış” bir sorun vardır. Kahraman
kendi geçmişi ile ilgili sorunu çözmek (hesabı kapatmak için) için yollara
düşer. Polat Alemdar ise kendi geçmişini kapatmıştır, öylesine kapatmıştır ki
artık yüzü de aynı yüz değildir. Onu yollara düşüren ulusunun geçmişindeki
kara lekedir. Bu lekeden tüm ulus rahatsız olmaktadır. Kahraman sorunu
çözerse ulusça “temizlik” gerçekleşecektir. Bu “temizlik” için izleyici
kendisini filme yansıtmalıdır.
İzleyici filme yansıyor
Gerçekçi kahraman dediğimizde “bizim gibi” olanı anlatmak isteriz.
Sıradan istekleri olan, yeni bir otomobil için biraz daha fazla çalışıp, düşler
kuran biridir bu kişi. Olağan üstü yetenekleri ve bu yeteneklere bağlı istekleri
yoktur sıradan kişinin. Ama filmin yapıntısal evrenine girdiğimizde bizden
çok farklı yetenek, bilgi ve beceri ile donanmış kahramanlarla karşılaşırız. Bu
evrende “simgesel kahramanlarla karşılaşırız, tek boyutludur bu kahramanlar,
aşk, akıl, adalet gibi kavramlardan biri üzerine kurulmuşlardır. Yunan ve
Roma dünyası onları bize bolca sunar: Athane/Minerva akıl Tanrıçası’dır,
Aprodite/ Venus ise aşk Tanrıçası’dır. Poseidon/Neptune denizleri yönetir,
Hades/Pluto yer altını dünyasının Tanrı’sıdır (Seger,1990:175). Gerçeğe
yaklaştıkça tek boyutluluğun çok boyutluluğa dönüşmesi kaçınılmaz.
Kuşkusuz gerçek isteniyorsa!
Tek boyutlu kahramanlar (tanrı ve tanrıçalar) ile mite dönüşen kahraman
arasında fark var, bu farkı da izleyici yaratıyor. Çünkü kahramanı mite
dönüştüren o. Film izleme süreci etkileyici, film izlerken izleyici gülüyor,
ağlıyor, kahramanları duyumsuyor, ama Seger’e göre (1990:185) tüm bu
Eksiği kahraman dolduruyor
143
deneyimler film bittiğinde biterse, izleyici filmden sonra kahramanı
yaşamında deneyim alanına sokmazsa kahraman mite dönüşmemiştir.
Kahramanın yaşamın içinde anlamlandırılması gerekiyor bu durumda. Ama
bunu gerçekleştirecek olan kuşkusuz izleyici. Kahramanın kendi adına
yapacağı bir şey yok. Seger’in bu konuda üstü kapalı olarak yaptığı benzetme
ilginç. Bu tür bir karakter “bir hortlak gibi” bizi sık sık ziyarete gelir. Bu
durumda izleyiciden filme yönelen bir yansımadan söz edilebilir. Bu
yansımaya filmin sunduğu öykünün bizim yaşamlarımız için önemli ve
anlamlı olması yol açar. Filmdeki kahraman yaşamlarımızdaki bir çelişkiyi,
sorunu, çatışmayı çözmek üzere gerçek yaşam koşullarında artık bizimle
birliktedir. O yaşamı ve yaşamdaki değerleri anlamlı kılar. İzleyiciden
kahramana doğru akıp giden bu yansıma izleyiciyi yeni davranışlara, yeni
güdülenmelere yöneltir. Bunun gerçekleşmesi için KAHRAMAN
GEREKLİDİR.
Kahraman tüm engelleri yenmeli, her tür güçlüğün
üstesinden
gelmelidir.
Bizim
de
yapmayı
düşlediklerimizi
o
gerçekleştirmelidir. Ama Seger’den yola çıkarak ve esinlenerek mit olmanın
ölçüsünü sunmak istiyoruz: Filmin anlattığı öyküye ve kahramana izleyici
kendisini yansıtabiliyor mu? Bu sorunun yanıtı “evet” olduğu sürece
kahraman mite dönüşür. Ama temel koşul izleyicinin kendini filme ve
kahramana yansıtarak yaşamını anlamlı kılmasıdır. İzleyici “yansıtıcı” olduğu
sürece kahraman kendisi adına endişelenmemeli. O artık unutulacak olan
değil, film bittiğinde yaşamı bitmiyor, film bittiğinde yaşamaya başlıyor.
Çünkü izleyici onunla var oluyor.
Film kendisini yansıtıyor
Film kendisini yansıtırsa izleyicide film ile ilgili bilinçlilik ya da
farkındalık oluşur. Çünkü kendi varlığının bilincinde olan roman, film, vb.
kendi yapay evrenini öne çıkartır, varlığını duyumsatır, gerçekmiş gibi
yapmaz. “Anlatmaktan çok “gösterir” (Stam, 1992:127). “Yansıtıcı” olarak
nitelendirdiğimiz filmler yanılsamayı kırıyorlar, yapıntısal bir gerçekliğe
açılmıyorlar, bu nedenle de anlatım dilleri “saydam” değil. “Gerçekmiş” gibi
yapmadıkları için sundukları film kişilerinin kahramana dönüşmesi olanaksız.
Çünkü bu filmleri izleyenler “yansıtıcıya” dönüşmüyorlar. Sorunları
tartışıyorlar, ama bu sorun ve çatışmalar yapıntısal bir gerçeklikte de yaşam
gerçeğinde de “çözülmüyor”. Film kişisinin geçmişi ve yapacakları üzerine
yorumlar inşa etmiyorlar. Stam’ a göre kendisi üzerine bilinçlilik geliştiren bu
türün ilk örneği Don Kişot. Cervantes filmlerde Jean-Luc Godard’ın yaptığını
144
Seçil Büker
yapıyor. Türlerle, geleneklerle “oynarken” kendi varlığı ve gücü konusunda
bilinçlilik geliştirirken, taklit ettiğini sanata dönüştürüyor (Stam, 1992:131).
Taklit edilenin varlığını yaratıcı önce kendisine sonra izleyiciye duyumsatırsa
bilinçlilik söz konusudur. Bilincin olduğu yerde “gerçekmiş gibilik” yok olur.
Ama “yansıtıcı izleyici” olarak tanımladığımız kişi tüm bu “taklitler” bir
“örtü” ile örtüldüğünde ve gizlendiğinde kendisini filme yansıtmak için
gerekli olan koşulu buluyor. Film ona aradığı kahramanı sunar. O da sunulana
HAYIR demeyi düşünmez. Önceki metinlere öykünme bu açıklamalarımız
bağlamında değerlendirildiğinde Polat Alemdar’ın kahramanlık serüvenine iyi
bir giriş yapılabilir.
Yeni dalga yönetmenlerinin, özellikle de Godard’ın kahramanları
filmlerden pek çok şey öğrendiklerini saklamazlar. Dahası ilgili filmlerin
oynadığı sinemalarının önünden geçer, afişlere bakarlar. Yanılsama içinde
olmadıkları için suç, intikam, sabır, tarih, doğa gibi kavramları soyutlama
gereği duymazlar. “Gerçekmiş gibi yapan”, izleyici için yanılsama koşullarını
gerçekleştiren anlatı “anlatı başlamadan önce bir olayın olduğunu sezdirerek
izleyiciyi “aldatır”, örneğin kovboy filmlerinde kahramanın intikam alması
için daha önce öldürülen erkek kardeşe gönderme yapılır” (Stam, 1992:139).
Böylece erkek kardeşin intikamının alınması gerektiği vurgulanır. Ama Geçen
Yıl Mariadbad’da erkek kahraman kadın kahramana daha önce bir aşk
yaşadıklarını anımsatmaya çalışsa da Alan Robbe-Grillet’nin dediği gibi bu
soruların aslında hiçbir anlamı yoktur:”Filmin geçtiği evren sürekli bir
şimdiki zaman evrenidir ve geçmişe dönüşü olanaksız kılar. Bu kadın ile bu
erkek ancak perdede görününce var olmaya başlamışlardır; daha önce
yokturlar. Filmin gösterimi bitince yine yok olurlar. Varoluşları filmin
gösterildiği süredir. Seyrettiğimiz görüntüler ve duyduğumuz sözlerin dışında
bir gerçeklik taşımazlar (Robbe-Grillet, 1963:78). Görüntüler ve sözler filmin
dışında da var olduklarında zaten “yansıtıcı izleyici” de mutludur, haz
duygusu içindedir, filmin kahramanı da.
Polat Alemdar kimin Personası’nı taklit ediyor
Çağdaş bir “kovboy”un Persona’sını taklit ediyor. Kardeşinin ve tüm
ulusun kırılan onurunun intikamını almak için yollara çıkıyor, başka ülkelere
gidiyor. Geçmişte kalan çok açık olarak sergileniyor, izleyici zaten bu olayı
biliyor. Bildiğini filmin evrenine taşıması kolay. İntikam kavramını
soyutlayan Polat Alemdar büyük harfle İntikam alır. Otel baskını sırasında Mr
Marshall’a şunu söyler: “Senden almak istediğim bir şey var”. Almak istediği
Eksiği kahraman dolduruyor
145
şeyi (intikamı) sözel olarak belirtmez. Alınmak istenin ne olduğunu Amerikalı
kendisi çıkartmalıdır. Ama bu çıkarmayı yapması için Mr Marshall’ın ek
bilgiye gereksinimi vardır. Polat Alemdar kendisini şöyle tanıtır: “Ben siyası
parti lideri değilim, asker de değilim, senin dediğin gibi Türk’üm”. Böylece
çağrışımsal düzeyde “Türk olmak” “intikam” kavramına bağlanır. Tüm ulusa
esenlik getirecek olan intikamdan sıradan Amerikan filmi kahramanları gibi
söz etmez. Filmdeki diğer kişilere “Böyle olacağını düşünmeliydin, intikam
almaya geldim, geleceğimi hiç de düşünmemiştin, değil mi? Bak geldim işte!”
demez.
“Romantik bir geçmişi olan ve yabanıl ülkelerde göz kamaştıran eylemler
gerçekleştiren serüven filmi kahramanı filmsel seyirliğe pek çok olanak sunar
(Sobchack’tan aktaran Neale, 2000:74).” Marchetti’ye göre (2000:74) her tür
şiddetin, dövüşün, silahlı çatışmanın çeşitlemelerini sunan bu filmler aslında
ikiye ayrılır:Tek başına altın arayan bir kahramanın serüvenini anlatanlar,
savaş filmlerinde olduğu gibi arkadaşları ile bir güçlüğün üstesinden gelen ve
yeniden esenlikli alanlara dönen kahramanların serüvenlerini anlatanlar.
Neale’in aynı sayfada vurguladığı önemli bir özellik de bu kahramanların
sınırlı uzamlar içinde olmaları ve bu sınırlı alanlarda yer değiştirme
yeteneğine sahip olmaları. Bu özelliklere baktığımızda sinema tarihinin
başlangıçından bu yana varlığını sürdüren yoğun eylemli serüven3 filmlerinin
bir çeşitlemesi ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Daha 1927’de Douglas
Fairbanks’in The Gauche adlı filmini tanımlamak için kullanılan bu terim
içinde pek çok türü barındırıyor. Kovboy filmleri, savaş filmleri, safari
öyküleri anlatan filmler vb. Ama Neale’e göre bugün terim seksenlerde
Hollywood’da Alien “dizisi” ile başlayan (1979, 1986, 1993), Indiana Jones
(1981,1984,1993), Rambo (1982,1985,1988, Terminator (1984, 1991) süren
ve Braveheart’a (1995) uzanan eğilimi kapsıyor. Kuşkusuz bu filmlerin
yıldızları gövdelerini geliştirmiş Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone,
Bruce Willis türü yıldızlardır. (Neale, 2000:71).
Fallik gücün kaslarla seyirlik nesneye dönüştürüldüğü bu filmlerle
karşılaştırıldığında Kurtlar Vadisi’nin kahramanının gücünü kasları ve
gelişkin gövdesi ile kurmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Erkek izleyici için
gelişkin gövdesi ile bir model sunan 1980 ve 90’lı yılların yıldızları Polat
Alemdar için “demode” olabilir. “Serüven filmlerinin yıldızları oyunculuktan
3
Action adventure daha çok aksyon macera olarak Türkçeye çevriliyor, biz burada
başka bir karşılığı önermek ve denemek istedik.
146
Seçil Büker
çok anatomiye dayanıyorlar. Bu eylemleri gerçekleştiren Schwarzenegger,
Sylvester Stallone, Jean-Claude Van Damme, Steven Seagal, Chuck Norris ve
Bruce Willis gibi yıldızlar etkileyici gövdelerini görsel seyirlik olarak
sunuyorlar” (Grant, 2004:372-373). Kendini seyirlik nesne olarak sunmak
kadınsı olmayı da benimsemek olarak nitelendiriyoruz. Dyer kendilerini
seyirlik olarak sunan yıldızların edilgin olmayı kabul etmediklerini vurgular
(Dyer,1983:66-67), onların yine eylem içinde oldukları için etkin olduklarını
söylemeye çalışır, ama giriştikleri eylemler ne denli göz kamaştırıcı olsa da
onlar Mulvey’in deyişi ile “bakılasılık” olmaktan kurtulamazlar. Sözü geçen
yazıda Dyer’ın (1983:63) “cinselliğin seyirlik olarak” sunulması olarak
tanımladığı olgu Polat Alemdar için geçerli değildir. Bakışın nesnesi olmak
her erkeğin kaldırabileceği bir olgu değil. Polat Alemdar Grant’in sözünü
ettiği “anotomi” yerine kararlı “duruş”unu koyar. Sözü edilen kahramanların
kaslı gövdelerinin yerine “duruş”unu sergiler. Böylece bilinen “bakılasılıktan”
kendisini soyutlar, çünkü o duruş ne acı çeken bir gövdenin sergilenmesidir,
ne sıcaktan dolayı terlemiş ve çekilen zorluktan gövdenin ne de güçlü kasların
sergilenmesidir. Polat’ın gövdesini giysileri örter, o örtünün altında güç,
saldırganlık ve olayları denetleyebilme yeteneği saklıdır. Filmin odağında
Neale’in (1983:5) “saldırganlık, güç ve denetim ile ilgili davranış ve
kavramların sergilenmesi” olarak tanımladığı erkeklik ideolojisi kuşkusuz
vardır. Ama bu ideolojinin sergilenmesi “bize göredir”.
Kendisini “Türk” olarak tanımlayan “mitolojik kahraman olacak şeylerin
değil, olan şeylerin yandaşıdır: Katledeceği ejder tam da status quo
canavarıdır. Yerinde Duran, geçmişin bekçisi... düşman büyük ve hilebazdır,
ejderdir, tirandır. Tiran gururludur, içinde cehennemi taşır. Karanlıktan
yeniden beliren mitolojik kahraman, tiranın cehenneminin gizine dair bir bilgi
getirir. Bir düğmeye basmak kadar basit bir hareketle etkileyici düzeneği
bozar” (Campell, 2000:377). Organları tıbbi malzemeye dönüştüren,
malzemenin niteliğinin bozulmaması için yaralı değil, canlı insanlara
gereksinim duyan bu Tiran barışı sağlamayı bir gösteriye dönüştürür. Tiranın
görevi yabanıl topraklarda barışı sağlamaktır. Bu amaçla yabanıl alanları
“görev alanlarına” dönüştürür. “Görev alanı” kendi toprakları değildir,
ötekinin açık alanıdır, ama Tiran Tanrı tarafından görevlendirildiğine inandığı
için ötekinin alanını kendi görev alanına dönüştürmekte bir sakınca görmez.
Şişkin egosu onu egemen ve güçlü olmaya özendirmektedir. Filmin daha
sonraki bölümlerinde Mr. Marshall İsa ikonasının önünde şunları söyleyerek
dua eder: “Bize yol göster, bize huzur ver. Bu fedakarlıklar hep görev aşkı ile
Eksiği kahraman dolduruyor
147
yapılıyor. Bütün gücümle görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Babil
hesaplaşmasını tamamlayıp barışı sağlamama yardım et”.
“Tiranın şişirilmiş egosu işleri ne kadar başarılı giderse gitsin kendisine ve
dünyasına bir lanettir. ...öz kazanımlı bağımsızlık devi, dünyanın felaket
habercisidir, zihinlerde kendisini insani eğilimler ile oyalayabilse bile”
(Campell, 2000:26).
Taşıma kamyonlarının havasız ve kapalı arka
bölümlerine organları alınmak üzere doldurulan insanlara ateş etmek
gösterinin bir parçasıdır. Ama insani yönü olan doktor organ deposu
insanların böylesine koşullarda taşınmasına izin vermek istemez. Polat
Alemdar canavarın bu yönünü Mr. Marshall’a “sen çocuk katilisin” diyerek
dile getirir. Mr Marshall “ben on bir bin adamımı feda ederim, barışı
sağlamak için herkesi öldürürüm, ben tesadüfen burada değilim, Tanrı
tarafından görevlendirildim” der. Polat Alemdar: “Çocukları rehin alsam
aramızda ne fark kalır” derken masum kişilere karşı ne denli duyarlı olduğunu
vurgular. Kahramanda olması gereken beceri, yetenek, bilgi vb gibi özellikleri
edinmiş, Greimas’ın deyişi ile edinç evresini tamamlamış olan Polat Alemdar
çocuklara kıyamadığı için Amerikan askerlerinin kafalarına çuval
geçirmekten ve intikamını almaktan vaz geçer.
Duygusallık ve çocuklara kıyamama onun saklamadığı, açıkça dile
getirdiği bir olgudur. Bilinen duruşunu sergileyerek oteli terk eder. Creed’in
(1987:67) “erkekliği oynuyorlar” dediği Stallone ve Schwarzenegger’e özgü
olarak gündeme getirdiği “insanbiçimli fallus, kaslı fallus”” kavramıyla Polat
Alemdar’ın sergilediği erkeklik arasında benzerlik yoktur. Erkek izleyici için
ideal ego olarak sunulan bu tür imgeler vücut geliştirme salonlarında gerçeğe
dönüştürülebilir. Bu tür “kaslı erkek gövdesi kahramanlık giysisi olarak işlev
görür” (Tasker,1993: 242). Masalsı güçlerle savaşırken örnek aldığı
Hollywood kahramanlardan Polat Alemdar’ın en belirgin farkı da budur. O
“giysi” olarak kaslara ve gelişkin gövdeye gereksinim duymaz.
“Mono mitin çekirdek birimi mitolojik serüvenin bilinen tek düze yoludur.
Ayrılma-erginlenme-dönüş. Bir kahraman olağan dünyadan doğa üstü
tuhaflıkların bölgesine doğru ilerler. Burada masalsı güçlerle karşılaşır ve
kesin bir zafer kazanır. Kahraman bu gizemli maceradan benzerleri üzerinde
üstünlük sağlayan bir güçle geri döner” (Campell, 2000:41).
Polat Alemdar mafya ile giriştiği ve bizim izlemediğimiz serüveninde
erginlenme dönemini tamamlamıştır. Serüven derken Nerlich (aktaran Neale,
2000:76) “beklenmedik ve olağanüstü olanı” vurgular, bu durumda kahraman
olağandışı ve beklenmedik biçimde ortaya çıkan durumlarla başa çıkabilmeli
148
Seçil Büker
ve kendisi için gerekli olan dönüşümü yaşamalıdır. Polat Alemdar da masalsı
güçlerle karşılaşmış, devleri, tiranları yenmiş ve zaferle yolculuğundan
dönmüştür. Üstün ve güçlü olduğunu yeniden kanıtlamasına gerek yoktur,
artık Büyük Koruyucu Baba olduğunu, gerektiğinde en değerli olanı
bırakabileceğini göstermek zorundadır. Masalsı güçlerle baş edebilmeyi
Hollywood’un eylem yüklü serüven filmlerini izleyerek öğrenmiş olabilir.
Aslında bu filmler de “bu tür serüvenleri arayan orta çağ şövalye kültünden
gelişmiştir” (Neale, 2000:76). Polat Alemdar otel baskını sırasında tatlı
olarak apple pie seçer. Yardımcısı ise onu model olarak seçer, ama henüz onu
taklit etmeyi başaramaz ve künefe ister.
“Günümüzde arzunun taklitçi doğasını algılamak zordur çünkü en ateşli
taklit en güçlü biçimde inkar edilendir. Don Kişot inkar etmiyor ve kendisini
Amadis’in müridi olduğunu ilan ediyordu (Girard; 2001:33). Arzunun taklitçi
doğasını “üçgen arzu” kavramı ile açıklayan Girard üçgenin köşelerine
arzulanan nesneyi, arzulayan özneyi ve dolayımcıyı yerleştirir. Genelde özne
ve nesne arasında düz bir çizgi olduğu varsayılır, nesnenin ortaya çıkmasına
yol açan dolayımlayıcı unutulur. Oysa öznenin nesnesine özlem duymasına
yol açan bir dolayımlayıcı her zaman vardır. “Bu başkası arzunun modelini
verir özneye” (Girard, 2001:10). Don Kişot bunu açıkça dile getirir: Don
Kişot Amadis de Gaule’un en mükemmel gezgin şövalyelerden biri olduğuna
inanır ve onu taklit eder. Kahramanımız dayak yedikten ve yaralı olarak
köyüne döndükten sonra bitkin bir halde uyur. Onun karıştığı serüvenlerin ve
saçma sapan sözlerinin sorumlusunu aramak için rahip yanına berber
arkadaşını alarak Don Kişot’un evine gider ve eve girer girmez Galya’lı
Amadis Dörtlüsü adlı kitabı bulur. İspanya’da basılan ilk şövalyelik kitabının
tüm olup bitenin sorumlusu olduğunu anlar (Cervantes, 2004:74). Girard
örnek alınan kişiyi arzunun dolayımlayıcısı olarak adlandırır (2001:23). Don
Kişot da pek çok kahraman gibi Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanır ve
atı Rocinante’ye şunları söyler: ”Ey atların en mükemmeli, Tanrı’ya ve kutsal
annesine güvenimi hala yitirmedim, yakında ikimiz de istediğimiz durumda
olacağız; sen efendini sırtına almış, ben de senin üzerinde, Tanrı’nın beni bu
dünyaya getirmesinin sebebi olan mesleğimi icra eder halde” (Girard,
2001:416). Katedral heyet üyesi Don Kişot’u uyarmak, dolayımlayıcısı
konusunda bilinçlendirmek ister: “Saygıdeğer beyefendi, boş, tatsız şövalye
kitaplarını okumak zat-ı alinize bu kadar zarar vermiş olabilir mi? Gerçekten
o kadar uzak şeylere inanacak kadar aklınızı bulandırmış olabilir mi?
Mümkün mü, insan aklı, şövalye kitaplarını dolduran o sayısız Amadis’lerin,
Eksiği kahraman dolduruyor
149
şövalyeler güruhunun, yılanın, ejderhanın, devin, görülmedik serüvenlerin,
savaşın,…onca saçma sapan olayın dünyada var olduğuna inanabilir mi? Ben
bu kitapları okurken hepsinin saçma ve yalan olduğunu düşünmeye
koyulmadığım sürece, belli bir zevk alıyorum. Ama ne olduklarını
düşündüğümde en iyisini bile duvara fırlatırım…bu kitaplar her cezaya
layıktır; çünkü sahte ve yalancıdırlar; sağ duyudan uzaktırlar;çünkü yeni
tarikatlar ve yaşama biçimleri yaratırlar ve çünkü cahil halkın, içerdikleri onca
saçmalığa inanmasına, gerçek sanmasına fırsat verirler. Hatta akıllı ve soylu
kimselerin zihinlerini bulandırma cüretini bile gösterirler; zat-ı alinize
verdikleri bunun açık örneği” (Girard, 2001:417).
Don Kişot tüm eleştirilere göğüs gerer, ustasını savunur. “Birini dünyada
Amadis’in de diğer maceracı şövalyelerin de olmadığına inandırmaya
çalışmak, güneşin aydınlanmadığına, buzun soğutmadığına, toprağın
doyurmadığına inandırmaya benzer” (Girard, 2001:418). Girard kahraman
arzusunun dışsal niteliğini yüksek sesle açıkladığı için, ustasını kutsadığı ve
onun müridi olduğunu ilan ettiği için dolayımın dışsal olduğunu söyler.
“Dolayımlayıcı ile arzulayan özne arasındaki uzaklık fiziksel alanla
ölçülmemektedir doğal olarak. Coğrafi uzaklığın bir etken olabilmesine karşın
ikisi arasındaki mesafe her şeyden önce ruhsaldır. Don Kişot ile Sanço fiziksel
olarak her zaman birbirine yakındırlar ama onları ayıran sosyal ve zihinsel
mesafe aşılamaz olarak kalacaktır. Uşak hiçbir zaman efendisinin arzuladığı
şeyi arzulayamaz. Şanso keşişler tarafından bırakılan yiyeceklere, yolda
bulduğu bir kese altına, Don Kişot’un üzülmeden bıraktığı bir takım nesnelere
gözünü diker, dolayısıyla Sanço’nunki dışsal dolayımdır. Dolayımcı ile
arasında hiçbir rekabet mümkün değildir” (Girard, 2001:29). Polat Alemdar
dolayımlayıcısı ile rekabet eder ve dolayımlayıcı ile kendisi arasında rekabet
etmemek için bir neden görmez, ama ikisi arasındaki Ruhsal mesafenin farklı
olduğunu, kendisinin de efendi olduğunu, hem de daha gelişkin ve bilge bir
efendi olduğunu sürekli vurgular. Örnek aldığı kahramanları ve Amerikan
filmlerini övmez. Amerikan film kahramanlarının yaşamında oynadığı önemli
rolü dile getirmez. “En ateşli taklit en güçlü biçimde inkar edilendir”
alıntısından yola çıktığımızda ve Polat Alemdar’ın bu güçlü inkarı
dolayımcısı olan film kahramanlarını aşarak gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.
Onun ateşli taklidinde “aşma” ve “yenme”, ulusu temizleme başattır. Mitsel
kahraman olmak için dolayım bağı yadsınmalıdır. Özne kahraman örnek
aldığı kişiden üstün olduğunu kanıtlamalıdır ki dolayımcı ortaya çıkmasın,
bundan dolayı bu tür taklitlerde mitsel kahraman taklit çabasını gizler, böyle
150
Seçil Büker
bir çaba gösterdiğini Don Kişot gibi ilan etmez, bu çaba ile övünmez, tam
tersine bu çabayı özenle saklar. Mitsel bir kahraman dolayımlayıcısı yokmuş
gibi yapmak ve bu konuda yanılsama yaratmak zorundadır. Dolayımlayıcı
onun düşmanıdır. O ulusu ve kendisi, dahası dünya için baş edilmesi gereken
bir engeldir, bir devdir. Bu durumda sıradan okumada dolayımlayıcı
“görünmez” olur ya da kahraman tarafından çeşitli yöntemlerle “görünmez”
kılınır. Böylece Girard’ın sözünü ettiği üçgen yok olur, her şey düz bir çizgiye
indirgenir. Çizginin bir ucunda kahraman ve diğer ucunda ise onun yitik
nesnesi vardır. Yitik nesnesini kahramanımız “intikam” sözcüğünü anmadan
şöyle dile getirir: “Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına
geçiririm”.
Polat Alemdar arzunun modelini veren Hollywood kahramanlarını yadsır,
arzunun kendiliğinden çıktığı üzerine bir inanç geliştirir ve inancı izleyiciye
de aktarır. Bu arzu için bir dolayımlayıcı yokmuş gibi yapar. Orhan Koçak
Romantik Yalan ve Romansal Hakikat’in önsözünde bu ayrımı şöyle açıklar:
“Eksenin bir ucunda dolayımın varlığını büsbütün gizleyen öteki ucundaysa
etkin dolayımın varlığını etkin biçimde ortaya çıkaran yapıtlar vardır. Girard
romantik-romansal karşıtlığı olarak adlandırır bu sınıflamayı; romantik yapıt
arzunun kendiliğindenliğini yücelten yapıttır; romansal yapıt da yüceltimi
kurcalayan ve deşen, aldanışın mekanizmalarını gösteren ve böylece arzunun
dolayımlanmış niteliğini açığa çıkaran yapıt” (2001:10). Don Kişot arzunun
dolayımlanmışlığını açıklarken Polat Alemdar gizler. “Ben serüven peşinde
koştukları söylenen şövalyelerdenim. Memleketimden ayrıldım, mülkümü
bıraktım, rahatımdan vaz geçtim ve kaderin kollarına kendimi teslim
ettim,beni istediği yere götürsün diye. Ölmüş olan gezgin şövalyelik
geleneğini diriltmek istedim ve uzun zamandır kah tökezleyip kah düşerek
kah savrulup kah doğrularak amacımı büyük ölçüde gerçekleştirmekteyim,
dullara yardım ederek, genç kızların imdadına koşarak, evlileri, öksüzleri,
yetimleri koruyarak gezgin şövalyelere yakışır işler yapıyorum” (Cervantes,
2004:538). Polat Alemdar da Don Kişot’un üstlendiği pek çok işlevi kendisine
görev edinmiştir. Ama o bunu açıklamaz, “özerk özne” olduğunu, “modelsiz”
olduğunu bu konuda sessiz kalarak, Don kişot gibi açıklamalar yapmayarak
kanıtlar. Taklit ettiği bir model yokmuş, “biricikmiş” gibi yapar, böylece
kendi üzerine oluşacak olan miti güçlendirir. Model yoksa, yalnızca esin daha
doğrusu “vahiy” vardır. “Vahiy” ve biriciklik onu tanrısal boyutta taşır. Bize
göre tanrısal boyutta olmak mitsel kahraman olmanın en önemli koşuludur.
Bir başka açıdan baktığınızda o yaralıdır. Girard’a göre “yaralanmış kişi, onu
Eksiği kahraman dolduruyor
151
yarayanla aynı düzeye koyar kendisini hep” (2001:16). Onu yaralayana
“saldırırken” onu model aldığını, ondan farklı olduğunu vurgulayarak gizler.
Arzusu kendiliğinden ortaya çıkmış gibi yapar.
Taklit sonrası: O artık mitsel bir kahraman
Egemen, özgür, güçlü erkekten hangisi daha güçlü? Dünyaya egemen olan
mı? Dünyaya egemen olana egemen olan mı? Ernestine Friedl erkeğe özgü
egemenliğin ölçüsünü “diğerlerini denetleme” ye indirgiyor (aktaran Sunday,
1996:164). Bu tanım erkeğin etkin olduğu tüm alanlarda egemenliğin de doğal
olarak ortaya çıktığını ileri süren tanımlarla karşılaştırıldığında daha “dar” bir
nitelendirme sunuyor. Bu “dar” tanımdan yola çıktığımızda Polat Alemdar’ın
denetimi kurarken yalnız olmadığını, yanında arkadaşlarının, ruhani liderin
ve bir kadının (Leyla) olduğunu göüyoruz. Leyla bu etkinlikte yer alan tüm
kadınları temsil eden Güçlü Dul Kadın. Erkek egemenliğinin tanımında bir
özellik olarak sözü edilen kadına yönelik şiddet ve kadın üzerinde egemenlik
kurma edimi ya da isteği bu filmde yok. Sanday bu tür eğilimlerin erkek
egemenliğinin bir özelliği olduğunu söylerken bir başka özellik de ekliyor:
“Siyasal ve ekonomik konularda karar verme konumundan kadının dışlanması
erkek egemenliğinin bir başka koşuludur” (Sunday,1996:164).
Öte yandan kadına yönelik olarak egemen konumdaki erkeğin kimi
özellikleri de ilgili bölümde Sunday şöyle sıralıyor: Sert, cesur, saldırgan,
sürekli kavga ve çatışma içinde, yaşamın büyük bölümünü erkeklere özgü
alanlarda geçiren, tecavüzcü, kadına dayak atmaktan çekinmeyen. Bu
özellikler erkek egemenliğinin göstergesi ise Polat Alemdar bu özelliklerin
pek çoğunu sergilemiyor. Kimilerini de (cesur, gerektiğinde sert ve acımasız,
saldırgan olma) kesinlikle kadına yönelik olarak sergilemiyor. Bu durumda
onun egemenliği yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır.
Öyleyse Polat Alemdar’ın egemen olma koşulları nasıl oluşuyor ve o nasıl
egemen konumunu koruyor? Alıntılar ile yola çıkalım:
Erkekler kadın üzerinde idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini cihad,
imamlık, miras gibi işlerde diğerinden üstün yaratılmıştır. Bir de erkekler
mallarından aile fertlerine harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar
ve Allahın korumasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı
zamanlarda koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizlikten korktuğunuz
kadınlara önce öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda
vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir
bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir. Çok büyüktür. (Nisa suresi:
4/34 Arif Pamuk ve Rahmi Serin Kur’an meali).
152
Seçil Büker
Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların
bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol
harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini
koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyleri korurlar. Sadakatsizlik ve
iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları
yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları
yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık
onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca
büyüktür. (Yaşar Nuri Öztürk meali).
Birinci mealde kadının dövülmesi söz konusu, ikincisi ise yalnızca onları
evden uzaklaştırmayı öneriyor. Yine birinci meal erkeklerin egemen olma
konumuna vurgularken, ikinci meal gözetim ve koruma üzerinde
yoğunlaşıyor. Şeyh’in koruması altında büyüyen ve annesiz ve babasız
Leyla’ya düğünden önce nişanlısı hançeri verirken şunları söyler:”Bundan
sonra bu senin, ata yadigarı, çok kıymetli, soyumun erkekleri Selahattin
Eyübbi’den bu hançeri eşlerine verdiler, soyumuzu, namusumuzu korusunlar
diye”. Filmdeki kadının konumu iki mealin de dışında gerçekleşen bir
uygulamadır. Kadın fallik güç simgesi olan hançeri düğünden önce almıştır.
Bu gücü almak için özel bir çabası da yoktur. Erkek gönül rahatlığı içinde,
geleneklere uyarak hançeri az sonra eşi olacak olan kadına verir. Böylece
erkek ve kadın arasındaki güç ilişkisindeki hiyerarşinin olmadığı ortaya çıktı.
Erkek egemenliği üzerine köy toplumlarında yaptığı araştırmalarda
Rogers erkeğin resmi yetkesi ile kadının resmi olmayan gücü arasında bir
denge gözlemledi (Rogers, 1975). Biçimsel olarak yetkeyi elinde bulunduran
erkeğin karşısında kadının da güçlü bir konumu vardı. Erkek ve kadın
arasındaki güç ilişkisinde hiyerarşi yoktu, ilişki dengedeydi ama yine de bu
dengeli ilişki erkeğin egemen olduğu konusunda bir mite4 yol açıyordu.
Rogers’a göre “köy toplumunda erkekler yetkeyi ellerinde tutuyor ve
kadınlardan saygı görüyor, karar verme konumunu da koruyabiliyorlardı.
Ama erkekler gücü göreceli olarak çok az kullanılıyorlar, ama denetim ve
gücü ellerinde tuttukları gibi bir görünüm veriyorlardı (sözcüğe vurgulama
benim). Bu güçsüz olma duygusu ile ilişkilendirilebilir, hem köy toplumunun
gözünde hem de dünyanın gözünde onların sahip olduğu güçsüz bir yetkeydi
(vurgulama benim), kadınlar erkeklerden daha güçlü olabiliyorlardı, bu
kuşkusuz erkeklerin “simgesel” gücü önemsiz demek değildi (Rogers,
4
Logos’a karşıt olduğu kadar zamanla historia’ya da ters düşen mythos en sonunda
“gerçek olarak var olmayan” her şeyi göstermeye başlamıştır (Eliade:1993:9).
Eksiği kahraman dolduruyor
153
1975:728-729). Yazısının girişinde geleneksel yaklaşımda güç, denetim ve
karar verme gibi üç kavramının önemini vurgulayan yazar bu güçlü kadınların
denetim ve karar verme konumlarını da elde tutabildiklerini anımsatıyor. Ama
bu gücün yetke ve yasallaşmış konumu (meşru konumu) barındırmadığını
söylüyor. Çünkü kadınlar siyasal kurumların içinde değiller. Doğrudan canlı
bomba olarak siyasal etkinliğin içinde olmak isteyen Leyla, Şeyh tarafından
engellenir. Şeyh önce yere çömelmiş olan “kızına” ayağa kalkmasını söyler ve
güç ilişkilerini dengeler. Sonra ona canlı bomba olmanın Allah’a iki kez isyan
etmek demek olduğunu anlatır. Birincisi “Allah’tan umut kesmektir”, ikincisi
ise “masum insanların ölümüne yol açmaktır”. Canlı bomba olmayı seçmek
kıyamet alametidir ve “şeytan işidir”. Bir olduğumuzu anımsatır ona. Böylece
film de Ingold’un “açık alan” ve “görev alanı” kavramlarının dışında bir de
“huzur alan” vardır ve bu alan diğer alanla karşıtlık ilişkisi içindedir. Bu
alanda kadın Şeyh’inin karşısında ayakta durabilir, düşüncelerini söyleyebilir.
Şeyh önerilenlere kendi yetkesi adına değil, Allah adına, İslamiyet adına karşı
çıkar. “Allah’ın ipine sarılalım” der ve kamera onun ışıklı yüzüne odaklanır.
Hiyerarşiye dayanmayan güç ilişkisinin kaynağı nedir?
Rogers erkekler ve kadınlar arasındaki, hiyerarşiye dayanmayan güç
ilişkisinin egemen erkek “mit”inden kaynaklandığını vurguluyor. Mit
kavramını “yaşamın içinde olup biten ile gerçek bir ilişkisi olmayan bir şey”
nitelendirerek, bu kavramı ideolojik ve davranışsal boyutta daha büyük bir
çerçevede ele aldığını ekliyor. Rogers’a göre bu kavramı masal ve
söylencelerde değil, erkeğe toplum içinde gösterilen saygıda ve erkeklerin
ellerine tuttukları prestij ve yetkede aranması gerekir Rogers sürdürüyor:
“Köy toplumları erkek egemen değildir, egemen erkek “mit”i hiyerarşik
olmayan toplumsal sistemi düzenler. Ama bu “mit” sıradan davranışları
belirlemez: Erkekler gerçekte egemen değillerdir, kadınlar da erkekler de
zaten bu egemenlik mitine inanmazlar…gerçekle yüzleşmekten kaçınarak
inanmış görünürler, yanılsamanın içine gömülürler (1975:729).
Mr Marshall’ı öldürmeyi Polat Alemdar üstlenir ve peçe takarak yüksek
bir binaya konumlanır. Ama Leyla da peçeli olarak savaş alanındadır (köy
meydanı). Ama bakışlarının nesnelerini engellemeyen, yalnızca yüzlerini
kapatan peçelerdir bunlar. Leyla yine intikam peşinde olan, canlı bomba
olmayı seçen erkeği durdurmak ister, ama başaramaz. Canlı bomba
patladığında masumlar da ölür. Polat Alemdar konumlandığı yerden kadınları
değil, arkadaşlarını korur, onlara yönelen silahları susturur. Ama Neale’in
sözünü ettiği “kahramanların sınırlı uzamlar içinde olmaları ve bu sınırlı
154
Seçil Büker
alanlarda yer değiştirme yeteneğine sahip olmaları gerekliliği” filmde işlemez.
Kaçma/kovalamada Polat Alemdar ve arkadaşları sıkışıp kalırlar, Polat
Alemdar arkadaşlarının birinin kaygı duymasına karşın evlere yönelir. Ama
ev içi alana girmesini sağlayacak olan kadınla karşılaşacağını bilmeden bu
seçimi yapar. Merdivenin başında tanımadığı kadını (Leyla) görür, kadın
onlara seslenir ve onları ev içi alana çeker, mahzene saklar.
“Erkeğin üstün olduğu düşüncesi erkeklerin yasal konumları ellerinde
tutmalarından kaynaklanır. Kadınların ev içi alanın dışına çıkmada ve
güçlerini göstermede yararlanabilecekleri çeşitli kanallar vardır
(Rogers,1975:734). Friedl “kadına özgü gücün daha çok ev içi alanda ortaya
çıktığını ve bu alanın kadınlarca denetlendiğini, çocukların evlendirilmeleri
gibi pek çok konuda kadının karar veren konumda olduğunu” söylese de
(aktaran Rogers, 1975:735), filmin evreninde Leyla gücünü ev dışı alana
taşır. Ama egemen erkek “miti”tüm önemli etkinliklerin erkek tarafından
yapıldığı” izlenimini yaratır ve onaylatır. “Güç ilişkisi karşılıklı bağımlılık
üzerine kurulu ise…erkek ve kadınlara birbirlerine eşit oranda bağımlıysalar
birbirlerini dengeliyorlar demektir” (Emersen ve Dahl’dan aktaran
Rogers,1975:749). “Egemen erkek “mit”i ancak kadının açıkça ortaya
çıkarmadığı erkeğin ise açıkça sergilediği güç arasında denge olduğunda
ortaya çıkmaktadır oluşmaktadır” (Rogers,1975:752). Daha sonra dostlukları
ilerlediğinde Leyla dışarıdan bilgi toplamayı (bilginin sahibi olmayı) ister,
ama Polat Alemdar bu araştırmayı Erhan ile birlikte yapmasını gerektiğini
söyler. Bir kadın ve bir erkek çevrede neler olup bittiğini gözlemleyerek
bilgiyi Polat’a ulaştırırlar.
Leyla ya da kadınlar dinsel törenlerde (zikir sahnelerinde) yer alamazlar.
Önce yarım daire biçiminde konumlanır erkekler. Zikir sürerken Şeyh
tarafından gerçekleştirilen dua dış sese dönüşür. Görüntüler evlerini terk eden,
acı içindeki insanları gösterir. Savaş alanından kaçanlar huzur alanına göç
etmeye başlarlar. Bir süre dış ses eşliğinde göç edenleri görürüz. “Yarabbi
işittik ve itaat ettik. Galip olan hakim olan sensin. Ya Rab sen zülüm etmezsin
zülüm eden biziz. Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesi ile ayrı düşüp
bölündüğümüz için kendimize zülüm ettik. Biz bize zülüm ettiğimiz için
düşman bize zülüm ediyor. Bize bu saldırıyı def edecek gücü ve enerjiyi ver.
Vuruşma hukukundan bizi ayırma”. Zikir daire biçimini alan erkeklerin
görüntüsü ile yeniden izleyiciye sunulur. Yine birlik düşüncesi vurgulanır.
Bütünlük ve tamlığı simgeleyen “daire” erkeğin yaşamdaki etkinliğini ve
etkenliğini vurguluyor. Bu özellikler onun savaşçı doğasını hazırlıyor.
Eksiği kahraman dolduruyor
155
Törende etkin olmaları savaş alanında da etkin olmalarını sağlıyor. Erkek hem
kurtarıcı hem yok edici. Leyla’nın tek arzusu, hançeri Mr. Marshall’ın kalbine
saplamak. Polat Alemdar bu arzu karşısında irkilir ve ona şunları söyler: “Bu
arzunu gerçekleştirmeni önleyecek olursam bana kızar mısın?”. Kadın
yalnızca kurtarıcı olduğu için hançeri Mr. Marshall’ın kalbine Polat Alemdar
saplar. Kahramanı ve arkadaşlarını kurtaran kadın başka yaşamlarını
sürmesini sağlarken, kendi yaşamını bedel olarak sunar. Törenlerde yer
almayan kadın yok etmeyi başaramıyor. Ama kendisi yok oluyor ve olası bir
aşk da gerçekleşemiyor. Kadın Polat Alemdar’ı tanımış olmanın güzelliği ile
yetiniyor. Hollywood filmlerinde rastladığımız cümleyi yineliyor: “Seni
tanımak güzeldi”. Polat Alemdar yalnız kalıyor. Mitsel kahramana da
yalnızlık yakışır. Yanında bir kadın olan mitsel kahraman görmek olanaklı
mı?
SONUÇ
Yabanıl bir ortamda (“görev alanında”) mitsel kahramana dönüşen Polat
Alemdar, kimi benzerliklere karşın öykündüğü kahramanlardan ayrımlı özgün
bir kahramandır. Erkeklik tanımının bir çok özelliğini taşır, ama gerektiğinde
tasarladığı eylemi gerçekleştirmemeyi seçebilir. Aslında onun da arzusunun
modeli vardır, ama böylesi bir model yokmuş gibi yapar ve filmin yanılsamalı
evreninde egemen bir erkek olduğunu kanıtlar.
KAYNAKÇA
Campell, J. (2000). Kahramanın sonsuz yolculuğu. İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Carter, S. ve Michael, M. (2004). Here comes the sun: shedding light on the cultural
body. İçinde: H. Thomas ve J. Ahmad (ed.). Cultural bodies: ethnography and
theory. Oxford: Blackwell Publishing.
Cervantes (2004). Don Quijote (çev: R. Hemken). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Creed, B (1987). “From Here to Modernity:Feminism and Postmodernism”, Screen.
28 (2).
Dyer, R. (1983). Don’t look now: the male pin-up”, Screen, 23, s. 3-4.
Eliade, M. (1993). Mitlerin özellikleri (çev: S. Rifat). İstanbul: Simavi Yayınları.
Girard, R. (2001). Rene Girard: Romantik yalan ve romansal hakikat. İstanbul: Metis
Yayınları.
Grant, B. K. (2004). Man’s favorite sport: The action films of Kathryn Bigelow.
İçinde: Y. Tasker (ed.). Action and adventure Cinema. London: Routledge.
Neale, S. (1983). “Masculinity as spectacle: Reflections on men and mainstream
cinema, Screen. 24 (6).
156
Seçil Büker
Neale, S. (2000). Action and adventure as Hollywood genre. İçinde: Y. Tasker (Eds.)
(2004). Action and adventure as Hollywood genre. London: Routledge.
Robbe-Grillet, A. (1961). Last year at Marienbad (çev. R. Howard). New York:
Grove Press.
Rogers, S. C. (1975). Female forms of power and myth of male dominance: a model
of female/male interaction in peasant society. American Ethnologist, 2 (4), 727756.
Sunday, P. R. (1996). Female power and male dominance: on the origins of sexual
inequality. Cambridge: Cambridge University Press.
Seger, L. (1990). Creating unforgetable characters. New York: An Owl Book.
Stam, R. (1992). reflexivity in film and literature:from Don Quixote to Jean-Luc
Godard. New York: Columbia University Press.
Tasker, Y. (1993). Dumb movies for dumb people: masculinity, the body, and the
voice in conpemporary action cinema. İçinde: S. Cohan ve I.R. Hark (eds.).
Screening the male: exploring masculinities in Hollywood cinema. London:
Routledge.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 157-181
Makale
Kurtlar Vadisi Irak filminin
bilişsel yapısı
Cem Yaşın1
Özet: Kültürel üretim süreçleri ideolojiktir. Bu süreç içerisinde özne konumları
oluşmaktadır. Özne ve kimlik inşası sembolsel, ikonsal ve indeksel anlatılardan
geçerek oluşturulur ve tutulur. Bu anlatılar içinde olumlu ve olumsuz kimlik
konumları yaratılır ve özneler bu konumlara yerleştirilir. Olumlu ve olumsuz kimlik
konumlarında yaratılan dahil etme ve dışarıda bırakma ile özneler tanımlanır ve
bilişsel yapının temel unsurları olarak işlenir.
Bilişsel yapının yeniden üretimi için kimlikleri anlatı içinde konumlandırmak
gerekmektedir. Anlatılar farklı araç ve formatta olabilir. Sinema da ideolojik bir araç
olarak, bu yapının yeniden üretildiği bir alandır. Bu çalışma “Kurtlar Vadisi Irak”
filminde bilişsel yapıları incelemektedir. Amaç bu yapıların neler olduğunu
belirlemek ve irdeleyerek var olan bilgiye katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda, Kurtlar
Vadisi Irak filminin içeriği bilişsel yapı inşası çerçevesi içinde incelendi. Bulgular
kuramsal çerçeveyi destekledi.
Anahtar kelimeler: Cognitive structure, İdeoloji, Kimlik, Kurtlar Vadisi Irak.
Abstract: Cultural production processes are ideological. In this process, subject
locations are constituted. The constructuion of subject and identity are formed and
maintanined through sembolic, iconic and indexial narrations. Positive and negative
identity positions are created by these narrations and subjects are placed in these
positions. Identities should be positioned within the narrative in order to reproduce the
congnitive surtucture. Narratives can be in different media and format. Cinema as a
medium of ideological apparatus, is a representational field of activity that reproduces
this structure. This study researches the constructions of cognitive structures in the
“Kurtlar Vadisi Irak” (Valley of Wolves in Irak). To do so, selected content of the
Valey of Wolves Irak movie were examined. Findings of the study provided support
for the theoretical framework.
Keywords: Cognitive structure, Ideology, Identity, Valley of Wolves-Irak.
1
Yard. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
158
Cem Yaşin
ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI
Bu makale, dünyayı anlamlandırdığımız bilişsel yapının, sinema filmi gibi
ürünlerle nasıl üretildiğini “Kurtlar Vadisi Irak” filmi üzerinden analiz etmek
amacıyla yazılmıştır. Dünyayı anlamlandırdığımız bilişsel haritalar ile mevcut
egemenlik ve iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğu veya sorgulandığı bu
çalışmanın alanını oluşturmaktadır. Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili basında yer
alan tartışmalar, bu bağlamda Amerika karşıtı bir bilincin mümkün olup
olmaması ile sınıflandırılabilir. Tartışmalara konu veya taraf olan yazılardan
bir kısmı Amerikan karşıtı bir bilinç veya içeriğin üretilemeyeceğini, bu
içeriğin Amerikan karşıtı tepkileri ortadan kaldırmak için üretildiğini
savunmuştur. Bu yazılarda tepkinin ortadan kaldırılmasını ise “gazını almak”
olarak tanımladıkları süreç içinde tepki gösteremeyenlerin filmi izleyerek
gerilimlerini attıkları ima edilmektedir. Filme yüklenen işlev, Amerikan
karşıtı tepkinin giderilmesi veya hafifletilmesi ve psikolojik rahatlama
sağlanmasıdır. Ama bu analiz bilişsel yapılarda filmin bir değişiklik yapıp
yapmaması ile ilgili noktayı gözden kaçırmaktadır. Bilişsel yapının, Amerika
ve diğer kimliklerin olumlu ve olumsuz kimlik kategorilerinde konumlanışını
belirlediği göz önüne alınırsa anlatı içinde bilişin yeniden üretilip
üretilmediğine bakmak gerekmektedir. Bu çalışmada anlatının nasıl
kurgulandığı, nasıl bir biliş yapısı sunulduğu analiz edilmektedir.
Siyaset bilimi ve anayasa hukuku kitapları, bir iktidarın sadece güç
kullanarak varlığını sürdüremeyeceğini yönetilenlerin de yönetenlerin
yönetme hakkı olduğuna iktidarın meşru iktidar olduğuna, inanmaları
gerektiğini belirtir. Bu nedenle siyasal iktidarlar varlıklarını yönetilenlerin
rızasına dayandırırlar. Rıza çoğu zaman yönetenlerin veya temsili kurumların
kimlerden oluştuğu kadar, siyasal sistem ile ilgili bir kavramdır. Bu rızanın
nasıl üretildiği ise bilinç ve ideoloji kuramlarınca açıklanmaktadır. Burke’e
göre “hiçbir yönetim sadece güç kullanarak ayakta kalamaz. İletişim, iktidarı
meşrulaştıran imajı yaratan anlamı sağlar.”(Stacks-Hill-Hickson, 1991: 119)
Burke göre Retorik insanlığı biçimlendiren sembollerle biçimlenir ve bağlamı
oluşturur. Retorik, bu bağlamı üç şekilde oluşturur: “1-Kendimizi ve ait
olduğumuz topluluğu tanımlar. 2-Sembolin yorumlanması anlamın doğasını
oluşturur. 3-güdüleri ve eylemleri anlamlandırır.”(Herrick, 2004: 224)
Sembollerden oluşan süreç ise ideolojiktir.
İdeoloji, bireylerin varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini
temsil eder.” (Althusser, 1989: 43) Bu temsil, maddi dünyanın nasıl
filmin bilişsel yapısı
159
anlamlandırılacağının bir toplumsal üretim olduğunu gösterir. Bu nedenle
“ideolojinin varoluşu maddidir.” (Althusser, 1989: 46) Althusser’in
tanımında, varoluşu maddi, yarattığı biliş ise gerçekle örtüşmeyen ideolojinin
diğer gündelik pratikler gibi kültürel ürünler içinde nasıl işlediği bu çalışmada
anlatı içinde oluşan kimlik kategorileri üzerinden incelenecektir.
YÖNTEM
Araştırmanın kuramsal çerçevesi özne, bilinç ve ideoloji bağı üzerine
oluşmaktadır. Çalışmanın amacını oluşturan bilişsel yapının ideolojik bir
üretim olduğu ve bu üretimin de sinema filmi gibi kültürel ürünler içinde
üretildiği çalışmanın temel varsayımlarıdır. Eagleton’a göre (1996: 41)
“İdeoloji, insani varlıkları birer toplumsal özne olarak kuran ve bu özneleri bir
toplumdaki egemen üretim ilişkilerine bağlayan yaşanan (lived) ilişkileri
üreten anlamlandırma pratiklerini düzenlemenin belli bir yoludur.” Başka bir
deyişle ideoloji olumlu ve olumsuz kimlik kategorilerinin oluşumunun yanı
sıra bize kim olduğumuz veya olmadığımız, biz olmayanın veya diğerinin kim
olduğunun üretildiği süreçlerdir. Bu süreci belirleyen ilk unsur, maddi
gerçekliğin bilgisinin üretilirken maddi gerçeklikten uzaklaştığıdır. Bu yüzden
ideoloji kavramı çoğu kere yabancılaşma, “camera obscura”, yanlış bilinç
gibi kavramlarla birlikte anılır. Marks ve Engels’e göre “İnsanlar ve sahip
oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki “camera obscura”daymış gibi
başaşağı çevrilmiş biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde
ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması
olması gibi, bu olguda da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin
olmasından ileri gelmektedir.”(Marks ve Engels, 1992: 42) Yabancılaşma ise
insanın kendi emeğinin doğasına yabancılaşması ile başlar. Bottigelli’nin
(1993: 65) belirttiği gibi:
İnsan ilkin, emeğinin tözünün ta kendisi olan doğaya yabancılaşır.
Ama bu yabancılaşma aracılığıyla doğa üzerindeki, onu örgensel
olmayan bedeni duruma getirecek egemenliğini hazırlar. İnsan, onda
artık cinsin temsilcisini değil bireyi, hasmı gördüğü öteki insana
yabancılaştırır.
Bu sürecin ikinci unsuru ise insanların bu sürecin içinde iken içinde
oldukları süreci algılayamamalarıdır. “İdeolojinin içinde yer alan kişiler
kendilerini tanım gereği ideolojinin dışında sanırlar: ideoloji aracılığıyla,
ideolojinin ideolojik karakterinin fiili yadsıması ideolojinin etkilerindendir.”
(Althusser, 1989: 54) “ideolojinin araçlarda (apparatuses), ritüellerde ve
160
Cem Yaşin
pratikte nesnel bir varlığı bulunmaktadır; bu manevi veya düşünsel değildir,
öznel değil, nesnel ve dışsaldır; o toplumun nesnel bir yüzüdür, toplumsal
bütünlüğün talebidir; hiçbir özne tarafından üretilmeyen, ama özneyi
şekillendirip, oluşturan kendini tekrar edecek tarzda yapılanmış bir
olgudur.”(Larrain, 1994: 91) Althusser ideolojiyi maddi gerçeklik olarak
tanımlarken, bu pratiğin oluşumunun devletin ideolojik aygıtları içinde
gerçekleştiğini belirtmiştir. Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA), Dini DİA
(değişik kiliseler sistemi), Öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet okulları
sistemi), Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA (değişik partileri de içeren
sistem), Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon v.b.),
Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor v.b.) gibi muhtelif aygıtlardan
oluşabilir. Althusser’e göre, üretim ilişkilerini yeniden üretimi, “hukukisiyasal ve ideolojik üstyapı yoluyla sağlanır.” (Althusser, 1989: 32)
İdeolojinin maddi pratiği ekonomiden ayrılan ayrı bir düzeydir. Kerteler veya
düzeyler arasında ilişkiyi görece özerk olarak tanımlayan Althusser,
ekonominin son kertede belirleme ilişkisinde olduğunu söyler. Toplumsal
öznenin oluşumu ideolojinin alanıdır. “Althusser toplumsal bütünlüğü ve
tarihi öznesiz süreçler olarak algılamıştır.”(Larrain, 1994: 95) Althusser’de
özne toplumsal eylemin faili değil, toplumsalla belirlenme ilişkisi içinde
ideolojinin nesnesidir. “Özne kategorisinin işleyişiyle, her ideoloji somut
bireyleri somut özneler olarak çağırır ve adlandırır.” (Althusser, 1989: 53)
Althusser’in ideoloji kuramından İdeolojinin özne ve kimlik kategorilerini
oluşturduğunu; özne kategorilerini oluşturan ideolojik süreçlerin somut
pratikler olduğunu; öznenin oluşumun bilişsel bir süreç olduğunu
çıkarabiliriz.
Althuser’in özne kuramı, yapısal kuramlarla paralellik göstermektedir.
Althusser’in ideoloji kuramı ile yapısal kuram arasında temel fark, ideoloji
olarak tanımlanan şeyin yapısalcı kuram içinde kültür olarak tanımlanmasıdır.
Kültür ise göstergelerle çalışmaktadır. Yapısalcı kuramda maddi gerçeklik ile
maddi gerçekliğin bilgisi arasındaki ayrım doğa-kültür karşıtlığı ile
tanımlanmaktadır. Sembolik alana giren veya dili kullanan, toplumsal birey
olarak özne konumunu kabul etmiş olur. Bu, sadece öznenin kendi kimliğinin
değil, toplumsal ilişkiler içinde diğer insanların da kim olduklarının
kabulüdür. Bu süreçte özne, toplumsal olarak belirlenmiş kim olduğunun
bilgisini simgesel alanda elde eder. Bu öznenin toplumsal belirlenimidir.
Saussure’a göre anlamın üretildiği alan dildir. “Dil sosyal bir
kurumdur.”(Bayrav, 1998: 41) “Dil bireyin değil, toplumun ortak aracıdır.
filmin bilişsel yapısı
161
Belli kuralları vardır. O kurallara uymadığımız takdirde meramımızı
anlatamayız. Bu bakımdan dil bizim dışımızda olan, bize baskı yapan bir
kuvvettir.” (Bayrav, 1998:.42) “Dil bir sözleşme, bir uzlaşımdır ve üstünde
anlaşmaya varılan göstergenin öz niteliği önemsizdir.” (Saussure, 1998: 39)
Dil ise göstergelerden oluşur. Saussure’a göstergenin “zihinsel bir kavramdan
oluştuğunu ve bu kavramın, dış dünyanın bir kavranışı olduğunu söyler.
Gösterge gerçeklikle yalnızca onu kullanan insanların kavramları aracılığıyla
ilişkilenir.” (Fiske, 1990: 64) “Saussure, göstergenin sistemdeki diğer
göstergelerle ilişkisine değer adını verir. Saussure’a göre anlamı belirleyen
aslında değerdir.” (Fiske, 1990: 69).
Lévi-Strauss’a göre “...özne varlığının farkında bile olmadığı bir yapı
tarafından inşa edilir. ...Özne yapının ve yapının dönüşümlerinin
nesnesidir.”(Coward ve Ellis, 1985: 41) Lévi-Strauss’a göre dil gibi toplum da
göstergeler dizgesidir. “Claude Lévi-Strauss da dilbilimsel yöntemi olduğu
gibi budunbilime aktarmaya kalkmaz, ancak onun belirli ilkelerinden, belirli
yöntemlerinden yararlanır. Toplumsal yapıyla dilsel yapının belirli özellikleri
de böyle bir yararlanmayı geçerli kılar: her iki yapı da bu ortak yapının
işlevidir.”(Yücel 1999: 58) Özne konumları bu toplumsal yapı içinde üretilir.
Lévi-Strauss yapının çözümlemesi için üç ilke önerir:
A) her yapı, birbirlerine değişim yasalarıyla bağlı, belirli bir bağıntılar
bütünüdür. B) her yapı kendi oluşturucu birimleri olan özgül öğelerin
bir birleşimidir ve bu nedenle bir yapıyı öbürüne indirgemek ya da bir
yapıyı başka bir yapı aracılığıyla ortadan kaldırmak olanaksızdır. C)
aynı dizgenin içinde yer alan farklı yapılar arasında –yasaların
araştırması gereken- bir bağdaşım ilişkisi vardır, fakat bunun doğal
çevreye uyum sağlama sürecinin başarıya ulaşması için zorunlu bir
ayıklanma düzeneğinin sonucu olduğunu sanmak yanlıştır. (LéviStrauss, 1983: 129)
“Claude Lévi-Strauss’un çabası, antropolojinin inceleme alanına giren
toplumların gözleminden çıkardığı genel gerçeklik ile insanın doğal olandan
kültürel olana geçişini, doğal olmayanın durumunu doğallaştırmasını ve bu
süreç içinde öznenin konumlanışını deşifre etmek olmuştur.” (Yaşın, 2002:
60) Bu makalede, yapısal analiz tekniğinin öncelikle filmin başat
karakterlerinin bütün içindeki karşıt konumlanışları tespit edilecek. İkinci
aşamada ise filmin anlatısı içindeki Polat Alemdar, Sam William Marshall,
Şeyh Abdurrahman Kerkuki gibi başat karakterlerin anlatıları içinde
kimliklerin kuruluşu incelenecektir.
162
Cem Yaşin
Araştırma’da veri toplama birimi olarak başat karakterlerin ikili
diyalogları ele alınacaktır. Bu diyaloglar dörtlü bir katman olarak
değerlendirilecektir. Bunlar inanç kimliği (Müslümanlık), etnik kimlik, ulusal
kimlik (ulus devlet boyutu) ve dünya sistemidir. Senaryo içinde bu üç kavram
birbiriyle yer değiştirerek kullanılmaktadır. Bu yer değiştirme kimlikleri
tanımlayan bilişsel yapıların yeniden üretildiği alanı oluşturmaktadır. Seçilen
diyaloglar, Polat ve Sam’ın konuşmaları, Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin kızı
Leyla ve müritleri arasında geçenlerdir. Buna ek olarak Polat’ın Leyla ve
diğer arkadaşları arasındaki konuşmalardan ve Sam’ın Yahudi doktor ile
konuşması ve ibadet ederken söylediklerinden de faydalanılmıştır.
ANALİZ
Anlatı yapısının oluşumu ve kimlik eksenleri
Senaryo, bir intikam öyküsü üzerine kurulmuştur. İntikam öyküsünü
oluşturan Türk askerlerine ABD askerlerinin yaptığı haksızlık ve bir Türk
subayının intiharının intikamı ile kurgulanmıştır. İkinci intikam öyküsü ise
Leyla’nın kocasının ABD askerlerince düğünde öldürülmesiyle başlar. Bu iki
intikam öyküsü, izleyicinin ABD’nin Irak operasyonunda yaşanan Türk
askerlerinin başına çuval geçirilmesi ve Irak halkına karşı yürütülen
operasyonlarla ilişkilendirilerek mevcut bilişsel yapılarla ilişki kurulmaktadır.
İlk intikam öyküsü, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’taki Türk
birliklerine Amerikan askerlerince düzenlenen operasyon sonunda bir Türk
subayının vasiyeti ile başlatılıyor. Bu vasiyet, Türk subayının Amerikan
askerlerine teslim olması ve direnememesinin sonucunda intihar etmesi ve
Polat’ı intikam için görevlendirmesi ile tanımlanıyor. İki ordu arasında
yaşanan olay, kişiselleştirilerek Polat ve Sam arasında bir intikam
mücadelesine dönüştürülüyor. İki devlet arasında ilişki, Amerikan ve Türk
kimlikleri arasında bir savaşa dönüştürülüyor. Polat’ın kimliğinde devlet
politikaları dışında bireysel bir mücadeleye indirgeniyor; devlet boyutu milli
kimlik ile yer değiştiriyor. Devlet politikasında gerçekleştirilemeyen, bir Türk
kahramanın kimliğinde mümkün kılınıyor. İzleyicinin ezikliği bir kahramanın
kimliğinde zaferi imkanlı kılan bir yapıya dönüşüyor. Özellikle Türk
seyircisinin Türkiye Cımhuriyeti’nin Irak politikasında bulamadığı güçlü
Türkiye beklentisi, maddi gerçeklikle anlatı içinde irade içi bir sürece
dönüşerek güç ilişkileri yeniden tasarlanıyor. Devlet olarak olmasa da milli
filmin bilişsel yapısı
163
kimlik olarak güçlü Türk imajı ortaya çıkıyor. Bu da filmin, izleyenler gerçek
dünyadaki yenilgiyi bir zafere dönüştüren öğesidir.
İkinci intikam öyküsü ise bir Müslüman kadının uğradığı zulümle
somutlaşıyor. Türk kamuoyunun ABD ordusunun uygulamalarına duyduğu
tepkiyi yakalayan anlatı unsuru, Müslümanların değer yapısı, aile kavramı ve
yaşam tarzına yapılan saldırı ikinci intikamı meşrulaştırıyor. Müslüman Irak
halkı ile ABD askerleri arasında çatışma ekseni Sam Marshall ile Leyla
arasındaki intikam öyküsünde ete kemiğe bürünüyor.
İkinci intikam öyküsünde, değişik seçenekler arasında tercihleri meşru ve
meşru olmayanlar arasındaki tercihlerle Müslüman kimliğini yeniden üretiyor.
Bu öykü ile Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin söylemleri bilge Müslümanın
ağzından, olması gerekeni tanımlanıyor.
İkinci intikam öyküsünün birinci intikam öyküsü ile birleşmesi ise Türk
kimliği ile Müslüman kimliği bir potada eritiyor. Ama hikayenin yapısı
Müslümanların zafere ancak Türk kimliği ile ulaşabileceğini
kavramsallaştırıyor. İkinci intikam öyküsü Türklerin Müslümanların hamisi
olduğu, Ortadoğu için Türklerin ağırlığı gibi kabulleri de izleyiciye aktarıyor.
Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin diyalogları Müslümanların nasıl olması
gerektiğini tanımlarken, kimlikler arasında ilişkileri tanımlamıyor. Mücadele
Türk kimliğinin önderliğine ihtiyaç gösteriyor. Bu yolla yaşam tarzı olarak
Müslümanlık, mücadele için Türk kimliği ön plana çıkarılıyor. Bu da özel
alanda Müslümanlığı, siyasal alanda Türklüğü ön plana çıkaran bir bilişsel
yapı sunuyor.
Diyaloglarda bilişsel yapı ve kimlik
Kurtlar Vadisi Irak’ın aksiyon filmi olması iddiasına karşın bilişsel
yapısını oluşturan, filmin kahramanlarının kendilerini ve diğerlerini
tanımladıkları konuşma metinleridir. Bu metinlerin sunumunda Polat’ın
konuşmaları özel bir öneme sahip. Bu önem filmin kahramanı üzerinden
sunulan doğruların bilişsel yapı üzerindeki ağırlığından kaynaklanmaktadır.
Polat -Sam Diyalogu
Polat’ın en önemli diyalogu Sam ile oteldeki diyalogudur. Polat ve
adamları otele bomba yerleştirdikten sonra Sam William Marsahll’ı otele
çağırırlar. Marshall içeri girdiğinde konuşma karşılıklı kimlik tanımları ile
başlar. Polat otel müdürüne Sam Marshall’ı aratır. Marshall Polat’a kim
olduğunu sorar. Polat cevap olarak “eğer otele gelmezsen oteli havaya
164
Cem Yaşin
uçuracak olan adamım” der.
İletişim bir güç mücadelesi biçiminde
başlamıştır. Sam Marshall otele geldiğinde ilk cümlesi “Bak Türk nasıl bir
belaya bulaştığının farkında mısın?” olur. Polat’ın cevabı ise Marshall altına
bomba bağlanmış sandalyeye oturduğunda “asıl sen üzerine oturduğun
belanın farkında mısın?” olur. Bir pazarlık formunda başlayan konuşma şu
şekilde devam eder:
Sam: Benden alacağın bir şey yok. Oteli havaya uçurmak istiyorsan uçur.
Polat: Senden alabileceğim bir şey yok. Ama senin bana verebileceğin bir
şey var.
Polat’ın adamı çantasını açar. Çantanın içinde çuval vardır. Çantayı Sam’a
doğru çevirir.
Polat: Bu çuvalı kafana geçireceğim. Aynını adamlarına yapacağım. Hep
birlikte başınızda çuvallarla otelden çıkacaksınız. Ve gazeteciler resminizi
çekecekler. Bende bunun karşılığında sana Grand Hamilton’ı verecek, çekip
gideceğim.
Konuşma karşılıklı güç dayatması ile devam etmektedir. Sam pazarlık
konuşmasını kimlik mücadelesine çevirerek devam eder. “Türk” diye
başladığı milli kimlik bazlı konuşma bundan sonra devlet politikasına gelir.
Sam: Bu çuvallar senin askerlerinin kafasına geçirdiğim çuvallar mı?
Polat: Başın hala gövdenin üzerindeyse geçir şu çuvalı kafana. Yoksa sana
tam uyacak bir kefen bezim var.
Sam’ın konuşmaya müdahalesi konuşmayı ulusal bir meseleye getirmiştir;
kimliğin boyutunda bir geçiş yapılmıştır. Sam:
Tamam bak Türk. Türkleri iyi tanırım. Övünmeyi seversiniz. Sizin
kendi kurallarınız kırmızı çizgileriniz var. Değişmez Irak
Politikalarınız var. Biz istemezsek kimse bir şey yapamaz dersiniz.
Sana bir şey söyleyeyim, kırmızı çizgilerini çoktan sildik. Irak
politikalarınızın içine ettik buna aldırmadınız da başınıza geçen iki
çuvala mı alındınız? Niye alındığınızı söyleyeyim. Birleşik Devletler
son elli yıldır size para ödüyor. Donunuzun lastiğini bile biz
gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz? Para istiyorsunuz
yolluyoruz. Daha fala istemek için mi birbirinizi dolandırıyorsunuz.
Silah istiyoruz dediniz. Kabul ettik; gönderdik. Ama askerlerinizi
göndermeden pazarlığa kalktınız. Ve sonra tekrar para istediniz. Nasıl
unutursunuz komünistlerden kurtarmamız için yalvardığınızı. Niye
alındığınızı söyleyeyim. Çünkü artık size ihtiyacımız yok.
Sam konuşmasını Türk kimliğinden hükümet politikasına getirir. Böylece
kimlik boyutunda geçiş yapmıştır. Ulusal politikaları ise Türkiye ile ABD
filmin bilişsel yapısı
165
ilişkilerine bağlamıştır. Bu durum dünya düzeni ve ABD’nin bu sistem içinde
yerini tanımlama imkanını getirmektedir. Söylem içinde Türkiye sürekli
talepte bulunan, güvenilmez bir ülke olarak tanımlanmaktadır. Konuşma
içinde Türkiye ve ABD ilişkileri yatay bir ilişki olarak değil dikey bir iktidar
ilişkisi biçiminde tanımlanmaktadır. Bu dikey ilişkinin, bir adamı olma ilişkisi
biçiminde olduğu “elli yıldır size para ödüyoruz” tümcesiyle ifade
edilmektedir. Zayıf bir ülkenin güçlü bir ülkeye sığınışı “komünistlerden
kurtulmak için yalvarmak” ifadesi ile belirtilmiştir. Anlatı içinde ABD’nin
süper güç oluşu, Türkiye’nin de bu süper güce biat ettiği tanımlanmaktadır.
Konuşma dünya düzeni içinde değişiklikler olduğunu, bu değişikliklerin de
ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacını ortadan kaldırdığını söylemektedir. Konuşma
sırasında Polat’ın adamlarının sinirlendiği görülmektedir. Bu tepki anlatılan
durumun kabul edilmediğini göstermektedir. Polat tepkisini şu ifade ile dile
getirmektedir: Ben siyasi parti lideri değilim; diplomat yada asker de değilim;
aynen senin de dediğin gibi ben bir Türk’üm. Ve bir Türk’ün kafasına çuval
geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım. Şimdi kes sesini ve tak şunu.
Polat, çuvalı Sam’ın suratına fırlatır. Sam’ın değiştirdiği kimlik boyutunu
Polat geri çevirmiştir. Siyasetçi, parti lideri, diplomat ya da asker olamamakla
kendini devletin dışında tanımlamaktadır. “Ben Türk’üm” ifadesi ile
kimliğinin altını çizmektedir. Kendini devletin dışında tanımlamasına rağmen
gösterilen tepkiden Türklerin devletlerine söz söyletmediğini çıkarmak
mümkündür. Diyaloglar yalnızca toplumsal yaşam içinde kimlik konumlarını
ve ilişki eksenlerini belirlememektedir. Biliş haritasının en önemli
unsurlarından olan değer sistemlerini ve kimliklerle değerler arasındaki
ilişkiyi de tanımlamaktadır. Türklerin devlet algısı ve devlete atfettikleri
değer, Polat’ın ve adamlarının tepkisiyle tasarlanmaktadır.
Polat’ın çuvalı Sam’ın suratına fırlatması, güç mücadelesinde bir tür rest
çekişi simgelemektedir. Sam’ın önünde iki seçenek vardır. Ya resti görüp
Polat’ın bombayı patlatması, ya da güç oyununda havlu atıp çuvalı başına
geçirmek. Fakat her iki durumda da çatışma ortadan kalkmaktadır. Gerilimi
sürdürecek bir formül Sam’den gelir. Sam Polat’ın restini başka bir
alternatifle geçiştirir.
Sam: Peki tamam patlat umurumda mıymış görelim. Hadi yap. Sen benim
Kabemi patlat, bende seninkini. Dur, dur bir dakika. Neyse bak. Herkesin
hassas bir noktası vardır. Sen o çuvalı atarak hassas noktama dokundun ki, bu
hiç hoş değildi. Bende seninkini biliyorum.
166
Cem Yaşin
Sam geri döner ve içeri çocukların getirilmesini ister. Diyalogun bu kısmı
Sam in Kabe tanımı ile ikili bir karşıtlığa bürünmektedir. Burada örtülü olarak
Hıristiyanlık ve Müslümanlığa gönderme yapılmaktadır. Yüzüne çuval
fırlatılmasını Sam hassas noktası olarak tanımlarken bilişsel olarak iktidar
erkinin zedelenişine tepkisi ile mağrur Amerikalı’nın karşısındakinin
zaaflarından yararlanarak tepkisini göstermesini izlemekteyiz. Türklerin
çocuklara zarar vermeyeceğinden yola çıkılarak otele çocukların getirilmesi
Amerikalıların kazanmak için hiçbir ahlaki norm taşımazken, Türklerin
değerleri söz konusu olduğunda kaybetmeyi göze alabildikleri filmin sunduğu
bilişsel yapı içinde yer almaktadır. Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki
mücadele örtük ve kopuk olarak film boyunca verilse de filmin bütününe
yansıyan bir yapı olmamaktadır. Filmin içinde mücadeleler dünya sistemi,
ulusal çıkarlar gibi unsurlar yerine kimlikler arasında çıkar çatışması ve pratik
gereksinimler ile ilişkilendirilmektedir. Kimlikler arasındaki ilişkiler bu
nedenle somut ve soyut kavramsallaştırma düzeylerinden somut düzeye daha
yakın verilmektedir; din somut pratiklerle kavramsallaştırılmaktadır. Dini
yapının inşası ile ilgili iki diyalogdan çok monolog veya söylev filmin içine
yerleştirilmiştir. Bunlardan biri Sam’ın İbadeti, diğeri ise Şeyh Abdurrahman
Kerkuki’nin müritlerine konuşmasıdır.
Sam’ın İbadeti
Sam’ın ibadetinde ABD askerinin Irak’taki varlığı bir kimlik değişikliği
ile Hıristiyanlık misyonu ile tanımlanmaktadır Şeyhin konuşması ve Sam’ın
ibadeti Müslümanlık-Hıristiyanlık çatışmasını bilişsel yapı içinde inşa
etmektedir. Sam’ın ibadeti Çarmıha gerilmiş İsa heykelinin önündeki mumu
yakışı ile başlamaktadır. Sam:
Efendim bazen isyan ediyorum, niye beni yanında istemiyorsun diye.
Ama anlıyorum sana karşı vazifelerim bitmedi. Kışkırtmalara direnen
kişi kutsanır. Çünkü öldüğünde kutsanır. Ölen kahramanların ve
kahraman olacakların ruhlarını takdis et. Bize huzur ver. Bize hep yol
göster. Bu fedakarlıklar hep görev aşkıyla yapılıyor. İsa efendimizi ve
dünya barışını korumak için. Yüce efendim bütün gücümle
vazifelerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Bu dünya sana sadakatimi
ispatlayacak işler yapmam için yaratıldı. Sen yeryüzüne dönmeden
önce kutsal kitapta vaat ettiğin Babil hesaplaşmasını tamamlamamı
sağla. Gelecek nesiller tanrının krallığını inşa edecek kahramanlara
minnettarlığını sunarken, dualarında beni anlamaları ne büyük bir
şereftir. Aziz Petros Roma’yı terk ettiğinde sen ona “Quo Vadis”
demiştin: Nereye gidiyorsun? Burası Babil benim vatanım. Bana
filmin bilişsel yapısı
167
nereye gidiyorsun demeyeceksin söz veriyorum. Ben bu topraklarda
öleceğim; kanım bu topraklarda akacak; kanım vaat edilmiş zamana
kadar, yani sen dönene kadar, yani vaat edilmiş topraklar bizim olana
kadar akacak. vaat etilmiş topraklar bizim olduğunda barış gelecek. Ve
barışı sağlayan tanrının çocuğu olacak.
Filmde Sam’ın duası, Kürt milislerin boşaltılacak evleri işaretleyişi, halka
erzak dağıtmaları; halka sağlık hizmeti götürülmesi gibi görüntülerle birlikte
verilmektedir. Bu görüntülerin dua ile birleşmesi, ABD ordusunun aslında
haçlı seferleri gibi Hıristiyanların çıkarları için Irak’ta olduğunu, bunu da
kutsal bir savaş olarak gördüklerini, Irak’ı Hıristiyanlara ait kutsal topraklar
olarak kabul ettiklerini bilişsel yapı içinde inşa etmektedir. ABD’nin Kürt
milislere evleri boşalttığı görüntüler ile “vaat edilmiş topraklar bizim
olduğunda barış gelecek” ifadesi ise ABD’nin bölgedeki planlarının
demografik bir dönüşüm olduğunu, bölgeye kalıcı olarak geldiğini bilişsel
yapı içine eklemektedir. Olumsuz kimliğin ağzından kurulan anlatı ile
düşmanın hedefleri tanımlanmaktadır. Filmin içinde olumlu kimlik
kategorisinde yer alan Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin ibadet sırasındaki
konuşması ise Müslümanları bu yapı içinde konumlamaktadır.
Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin Duası
Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin konuşması dua formatında
sunulmaktadır. Konuşmanın başlangıcında ise ibadet edilen mekan ve
müritleri arasında Şey Abdurrahman Kerkuki yer almaktadır.
Şeyh: Yarabbi işittik ve itaat ettik, Allah muhakkak işinde galiptir.
Görünen ne olursa olsun, kim yenerse yensin, kim yenilirse yenilsin, galip
olan, hakim olan, yapan ve yaptıran sensin. Sen ki Muhammet Mustafa’ya da
yenilgi sınavını yaşatansın.
Dua Müritlerin şeyhin çevresinde halka oluşturmasıyla başlarken, görüntü
genç bir Müslümanın sırtında, yaşlı Müslüman kadının evini terk edişine
geçmektedir. Ev çıkışında yaşlı kadın duvardan düşen taşı alıp yerine
yerleştirir. Görüntüde ellerinde silahla ABD askerleri görünmektedir. Şeyhin
konuşması, Müslümanların Irak’ta yaşanan olayları nasıl algılaması
gerektiğini tanımlamaktadır. Şeyh kimliği güvenilen, bilge ve dini bilgi olarak
danışma merci olarak kurulmaktadır. Bu yönüyle şeyhin azından çıkan sözler
Müslümanlar için doğru yargı ve davranış kalıplarını tanımlamaktadır.
Görüntüde mağdur Müslümanların durumu görünen olarak tanımlanmaktadır.
Aslında yenmek ve yenilmek gibi kavramların bu görüntü içinde olduğu, ama
168
Cem Yaşin
görüntünün arkasındaki gerçeğin Müslümanların bir sınavdan geçtiğidir. Bu
sınav oluşan koşullar içinde doğru tutum ve davranışın benimsenip
benimsenmemesi ile tanımlanmaktadır. Şeyh:
Sen zulmetmezsin Yarabbi! Yarabbi inandık ve tasdik ettik; zulmeden
biziz. Senin yolunda kenetlenmeyip, benlik hevesiyle bölündüğümüz
ve ayrı düştüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz
için şimdi düşman da bize zulmediyor. Bütün zalimlerden sana
sığındık. Yarabbi, bizler gafil olduk, günahkar olduk, mahkum olduk
ve mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleri ile uyanmadık. Sen
bizleri düşmanın saldırıları ile uyandırdın. Şimdi de lütfet Yarabbi bize
bu saldırıları defedecek güç ve enerji ver. Bilinçli sabır ve sebat ihsan
eyle. Yarabbi bize barış dini İslamı getiren kutlu peygamberin
hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman, titizlikle sadık kaldığı
vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma Yarabbi.
İlk bakışta Müslümanların bir öz eleştirisi olarak algılanabilecek
konuşma, görüntüler ile birleştiğinde içine düşülen olumsuz durumun
değerlendirmesi ve suçlunun yine Müslümanların hataları olduğu yargısını
üretmektedir. Görüntüde göç etmek zorunda kalan Müslümanların düştüğü
olumsuz durum gözlemlenmektedir. Konuşmanın ilk kısmında içine düşülen
durumun bir sınav olduğu belirtilmişti. Bu durumda zarar görenlerin yine
Müslümanlar olduğu tanımlanmaktadır. “Gafil olduk, günahkar olduk,
mahkum olduk ve mağlup olduk” ifadesi durumu sebepleri ile
ilişkilendirmektedir. İçine düşülen durumu Müslümanların davranışında
aranması gerektiğini göstermektedir. Konuşma içinde Şeyh bir İslamî kanaat
önderi konumuna gelmektedir. Kanaat önderinin durum tespitinde
Müslümanlar için iki yol gösterilmektedir. Birinci yolda Müslümanların
Kuran ve sünnetten ayrılması ile yapılan yanlışlık vardır. Bu yanlışlığa karşı
doğru yol olarak tanımlanan ise Kuran ve sünnetin yoludur. Konuşma içinde
ise kanaat önderi, çıkış yolunu sabır sebat olarak tanımlamakta, yapılmaması
gereken şeyi vuruşma hukuk ve ahlakından ayrılmak olarak tanımlamaktadır.
Böylece örtülü olarak ABD askerlerine karşı girişilen intihar eylemi gibi
saldırıların yanlış olduğu vurgulanmaktadır. Bu ayrımın iki ayrı İslam
yaklaşımını da tanımladığı söylenebilir. Amerikan politikası içinde ılımlı
İslam olarak tanımlanan ve İslami terörden ayrılan çizgiye gönderme
yapılmaktadır. Benzer ifadeler, Şeyhin Kızı Leyla ve teröristler ile kurduğu
diyaloglarda da gözlemlenmektedir.
filmin bilişsel yapısı
169
Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin kızı ile diyalogu
Leyla’nın düğünü ABD askerlerince basılmış kocası ve konuklardan bir
kısmı öldürülmüş, bir kısmı da yakalanarak göz altına alınmıştır. Leyla’nın
duyduğu kin onu intihar eylemcisi olma düşüncesine sevk etmiştir. Leyla
bunu kutsal bir görev olarak görmektedir. Şeyhinin huzuruna çıkmıştır. Leyla:
Kocam Allah yolunda şehit oldu. Eğer bir damla göz yaşı dökersem
Allah beni kahretsin. Ama Ali’yi neden, neden öldürdüler. Vallahi
öldürenleri öldürmek için üstüme bombaları bağlayıp üstlerine
yürüyeceğim. O zaman yemin ederim onlarda görecekler. Bir
Leyla’nın canı onların kaçının canına bedel. Görecekler. Baba izin ver
kendimi de onları da öldüreyim.
Şeyh kızının yaklaşımından irkilmiştir.
Şeyh: Benim böyle bir şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün. Bu
kavgayı bilen biri bunu nasıl ister. İslamı anlayan böyle bir hırsa nasıl kapılır.
Leyla: bundan başka ne yapabilirim ki.
Şeyh: Leyla kızım, canlı bomba olmak demek Allah’a bir değil de iki
isyan demektir. Birincisi Allah’tan umudu keserek kendi canına
kıyman; ikincisi düşmanınla birlikte masum insanların canına kıymayı
göze alman demektir. Leyla canlı bomba olduğun zaman kaç masumun
öleceğini bilebilirmisin? Bilemezsin. Bunu bilemediğin içinde gerçekte
şu veya bu masumu değil bütün insanları öldürmüş gibi olursun.
Müslümanlardan intihar komandosu devşirenler Hassan Sabah fitnesini
hortlatanlardır. Bu bir kıyamet alametidir. Bil ki şeytan işidir. Acını
anlıyorum. Ama Müslümanları dünyaya korkunç insanlarmış gibi
gösteren canlı bombalara heves ettiğini görünce üzülüyorum. Allah aciz
değildir. Bizim bu günkü acizliğimiz Allah’ın kitabı ve Resulünün
yolundan sapmışlığımızdan, birlik olamayışımızdandır. Her intihar
eylemi bu acizliği ve zafiyeti artırır. Düşmanlarımız da böyle
eylemlerin artmasını istiyor. Hatta belki de kendileri düzenliyor.
Yegane kurtuluş ümidi Allah’ın ipine sarılmaktır. Dua edelim, gayret
edelim, bir olalım, hür olalım.
Şeyh konuşmasında, tavsiye edilen şiddet eylemlerinden uzak durarak
sabretmeyi önermektedir. Müslümanlara önerisi ile bir Pentagon fantezisi olan
“ılımlı İslam” kavramına yaklaşmaktadır. Müslümanların bir olamayışı ile
ilgili kavramsallaştırması ise kimliği ulus devlet düzeninde algılamadığını
göstermektedir.
Ama
Dünya
düzenini
inanç
kimlikleri
ile
kavramsallaştırmaktadır. Dünya düzeni Müslüman olan ve olmayan olarak
tanımlanmaktadır.
170
Cem Yaşin
Şeyhin Teröristler ile Diyalogu
Aynı duruş ve bilişsel yapı, Şeyhin kaçırılan Amerikalı gazeteciyi
kurtardığı sahnede de vardır. Duvarda siyah üzerine beyaz yazılar asılı olan
bir odada Amerikalı gazeteci diz çöktürülmüştür. Yüzü örtülü adamlardan biri
gazetecinin pasaportunu tutmaktadır. Diz çöken gazetecinin başında yüzü
örtülü teröristlerden biri elinde kılıç beklemektedir. Diğer terörist, fotoğraf ile
resim çekerken, bir diğeri görüntüleri ve mesajları kameraya almaktadır.
Elinde kılıç olan terörist, kılıcını kınından çıkarıp gazetecinin başının üzerinde
kaldırır.
Terörist: Herkes Irak’a gelen işgalcilerin sonunu görsün. Amerikalar,
İngilizler, Yahudiler Irak’tan defolup gitmedikçe herkesin kafasını
teker teker keseceğiz.
Gazeteci öleceğini anlamış ve dua etmeye başlamıştır. Tam o sırada
kamera kapıda beliren Şeyhe döner. Şeyh sakin adımlarla içeri doğru yürür.
Diğer adamların Şeyhin girmesiyle duraklaması ve Şeyhin toplumsal
konumunu, saygınlığını vurgulamaktadır. Bu konumda söyleyeceği her şey bir
İslam aliminin, bir kanaat önderinin azından çıkmış olacaktır. Şeyh, elinde
kılıç olan adamın yanına kadar gelir ve adamların yüzlerine bakar.
Şeyh: Ne yapıyorsunuz siz? Kime özeniyorsunuz? Kime? Zalimlere
çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını
siz kimden öğrendiniz?
Şeyh teröristin elindeki kılıcı çekip alır.
Terörist: Bu adam katillerin uşağı gazeteci masum biri değil.
Şeyh: Ne dedin? Sen Allah mısın ki masum olmadığını bileceksin?
Şeyh kılıçla gazetecinin elini bağlayan ipi keser. Ses tonu yumuşamıştır.
Şeyh: Zalim biri olabilir, yalancı da olabilir, bu adam, biri sizin kellenizi
uçursa büyük bir keyifle fotoğrafınızı çekerek Müslümanlar birbirlerini
kesiyor da diyebilir. Siz kendinize bir zalimin yaptığı işi nasıl
yakıştırıyorsunuz? Nasıl?
Şeyh gazeteciye döner. Sırtına dokunur.
Şeyh: Kalk. Al bunu.
Şeyh kılıcı gazeteciye vermiştir.
Şeyh: Kes kafasını. İçinden geçeni yap. Hadi, hadi.
filmin bilişsel yapısı
171
Gazeteci kılıcı yere atar ve sadece gazeteci olduğunu söyler.
Müslümanların mücadele tarzının yanlış oluşumu, masum insanlara zarar
verebileceği somut bir olayla bilişsel yapı içine yerleştirilmiştir. Müslümanlar
tek bir özne konumu olarak inşa edilirken, Müslüman olmayan dünya, kendi
içinde farklılaşan bir yapı olarak sunulmaktadır. Aslında bu bakış, diğerinden
dikkatin kendine çevrildiği bir bilişsel yapıyı temsil etmektedir. Müslüman
olmayan dünya ile ilgilenilmemekte, Müslümanların kendi üzerine düşünümü
yapı içine yerleştirilmektedir. Müslüman kimliğinin yeniden üretiminde bu
işlevsel bir araç haline gelmektedir. Şeyhin diyaloglarında bilişsel yapı,
Müslümanlar ve diğerleri şeklinde oluşurken özellikle Sam Williams Marshall
ve Yahudi doktor arasındaki tartışmada inanç kimliği kendi içinde ayrışırken
diğer katmanlarla da kesişerek sunulmaktadır.
Sam’ın Yahudi doktorla diyalogu
Sam’ın doktorla iki diyalogu, iki olayın gerçekleşmesi ile ilgilidir. Yahudi
doktor, filmin yapısı içinde gözaltına alınanların organlarını çıkaran ve
ameliyat için hazır halde dondurucular içinde yollayan bir kişi olarak
sunulmaktadır. Doktor, düğünde gözaltına alınanların bir kısmının nedensiz
yere yaralanmaları üzerine askerlerin sorumlusu ile tartışmıştır. Çünkü
organları sağlam istemektedir.
Doktor: Sen aklını mı kaçırdın? Burada insanların hayatını kurtarmaya
çalışıyorum.
Sam: Sen zenginleri kurtarmaya çalışıyorsun.
Doktor: Beni seni yetkililere şikayet etmek zorunda bırakma. Çünkü
yaparım. Sen arkadaşımsın. Ama neden burada olduğumuzu unutma.
Sam: Ben buradayım. Sizin güvenliğiniz için kendimi tehlikeye atıyorum.
Kürtleri, Türkleri ve Arapları birbirlerine düşürdüm. Sen ise bir böbrek
için şikayet ediyorsun. Dalga mı geçiyorsun?
Doktor: Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun?
Sam: Beni sıkıştırmaktan vazgeçer misin? Beni rahat bırak. Ne kadar
zorlandığımı biliyor musun? Bir fikrin var mı? Böyle basit konularla
beni rahatsız etme.
Doktor: Bak senden tek istediğim mahkumlara iyi davranman. Bana
lazımlar. Kimi öldürdüğün umurumda değil. Niye öldürdüğün kaç
kişiyi öldürdüğün beni ilgilendirmez. Ama bana birini getireceksen
adamlarına onları sokakta vurmamalarını emretmeni istiyorum. Benim
organlara canlı ihtiyacım var.
Sam: Evet bunu yapacağım. Evet anlıyorum. Bunu yapacağım.
172
Cem Yaşin
Diyalog içinde ABD askerleri ile İsrailli doktor arasında kurulan ilişki
ABD askerlerinin Yahudilere hizmet için bölgede bulunduklarını bilişsel yapı
içinde inşa etmektedir. Sam’ın “sizin güvenliğiniz için buradayım” sözü ile de
bu yapı pekiştirilmektedir.
İkinci olay ise Pazar yerinde canlı bombanın patlaması sonucu Sam’ın
yaralanmasıdır. Sam tedavisi için doktorla buluşmuştur. Sam’ın sırtına
saplanan parçaları doktor temizlemektedir.
Doktor: Bu canını yakabilir. Canını yakarsa morfin yapabilirim.
Sam: Bu ne cüret, bu ne küstahlık.
Doktor: Buradaki yaşamlarını düşününce, cennete gitmek için ölen
insanlar var; diğer taraftaki mutlu yaşama kavuşmak için.
Sam: Anlamıyorum, İsa Mesih’e
düşünenleri anlamıyorum.
inanmayıp
cennete
gideceğini
Doktor: Yani sen gidiyorsun, ben gidemiyorum söylediğin şey bu mu?
Sam: İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı. Biz onun tarafından seçildik.
Onun krallığını kurabilmek için.
Doktor: Buna bir itirazım yok ama benim halkım tanrıyla pazarlık
yapabilen tek halktır. Bu yüzden bildiğim soyum cenneti kimseye
bırakmaz. Sence?
Sam: Morfin.
Sam’ın konuşmaya girişi Hıristiyanlığı ve Hıristiyan dünyasını dünyanın
diğer halklarından üstün gördüğü yapı ile başlamaktadır. Sam yapılan eylemi
haddini bilmezlik olarak tanımlamaktadır. Filmin yapısı içinde olumsuz
kimliğin kuruluşu kibirli bir kişilik yapısıyla birleştirilmiştir. Olumsuz
kimliğin karşıtı olarak kendini gören izleyicide aşağılanma ve hor görülme
hissi yaratacaktır. Olumsuz kimlik Müslümanları aşağılayan kendini üstün
gören bir yapı ile sunulmuştur. Sam’ın konuşmasından oradaki insanlara
değer vermediği, yaşam koşulları ile ilgilenmediği ortaya çıkmaktadır. Yahudi
doktor insanların yaşam koşullarının kötü olduğunu bu nedenle bu tür
eylemler yaptıklarını söylemektedir. Doktorun konuşmasından bilişsel yapıya
iki unsur eklenmektedir: Yahudilerin maddi koşulları algılama biçiminin
Hıristiyanlardan farklı olduğu. Pratik düşünmeleri sonucu daha nesnel
oldukları. Diğer unsur ise yapılan eylemin çaresiz insanların umutsuzluğu ile
ilişkilendirerek bir tür nihilist bir yapı olarak sunulmasıdır.
Sam ve Doktorun konuşmasında Hıristiyanlık ve Musevilik
karşılaştırılmaktadır. Sam’ın konuşması Irak’ta olan biteni Hıristiyanlığın
filmin bilişsel yapısı
173
inançları ile ilişkilendirmektedir. Diğer faktörler dışarıda kalmaktadır.
Böylece konu bir tür inanç kimlikleri arasındaki mücadeleye
indirgenmektedir. Sam’ın Yahudi doktorla tartışmaya girmediği de yapı
içinde izlenmektedir. Sam’ın konuşmalarından çıkan en önemli yapı unsuru
ise İsa’nın Krallığı kavramıdır. Bu bir tür dünya düzeni düz değiştirmesidir.
Dünya düzeni olumsuz kimliğin ağzından İsa’nın olarak sunulmaktadır.
Doktorun girişimleri ise konunun içinde “ben de varım” anlamı taşımaktadır.
Doktorun “benim halkım tanrıyla pazarlık yapabilen tek halktır” ifadesi
kendisine ayrıcalıklı gördüğünü ve dünya düzeni içinde pazarlık yapılmadan
Hıristiyanlığın tek başına hakim olamayacağını ima etmektedir.
Filmin yapısı içinde ABD’nin İsrail ile olan ilişkileri üç sahnede
verilmektedir. Bunlardan ilki Polat’ın otele bomba yerleştirdiğini açıklaması
ile salonu terk edenler arasında bir hahamın olmasıdır. Küçük bir sahne
olmasına rağmen salondakilerin kıyafetleri süreç içindeki kimlikleri temsil
etmektedir. İkincisi ise düğünde gözaltına alınanların götürüldüğü mekanın
bir organ toplanan mekan olmasıdır. Organ nakli işi ise Yahudi Doktor kanalı
ile İsrail ile ilişkilendirilmektedir. Üçüncüsü ise yukarda sunulan konuşmadır.
Sam’ın etnik kimlik temsilcileri ile diyaloğu
Diyalogların büyük bir kısmı inanç kimlikleri ile ilgili oluşturulmuş ve
etnik kimlikler aynı oranda temsil edilmemiştir. Arap, Kürt ve Türkmen
kimliklerinin bir araya geldiği diyalog, Sam ile Pazar yerinde buluşmalarıdır.
Liderler Sam’den önce gelmiş ve kebapçıda oturmuşlardır. Sam içeri girer.
Sam: Siz yemeğe başlamadınız mı?
Kürt Lider: Siz gelmeden olur mu efendim.
Sam: Otel bombacılarını buldunuz mu?
Kürt Lider: Maalesef efendim. Olayı araştırıyoruz en ufak detaylarına
kadar.
Sam: Anladığınızı sanmıyorum. Benim tek bir gayem var: Irak’ı bir arada
tutmak. Ve sizlerin barış içinde yaşayabileceğinizi kanıtlamak için
kalıcı bir hükümet kurmak. Siz Türklerle ittifaka devam ettiğiniz
sürece, sizde Arap dünyasıyla buna devam ettiğiniz sürece, sizinde
bağımsız bir Kürt Devleti kurma çabalarınız sürerse bu bölgede asla
barış olmaz. Beyler benim tek itirazım bu kutuplaşma üzerine. Lütfen
soğuk bir portakal suyu alabilir miyim?
Arap Lider: Ama bize eşit davranmıyorsunuz. Biz suçluyuz. Çünkü,
Saddam’ı biz yarattık, hepimiz teröristiz. Niye bir düğündeki insanlar
terörist ilan edildiler?
174
Cem Yaşin
Sam: Çünkü terörist ve bombacı yetiştirmeye devam ediyorsunuz. Pekala,
sorunlarınızı anlatın çözüm bulmaya çalışacağım.
Türkmen Lider: Bakın söylendiği gibi köylerimiz sadece işgücü nedeniyle
boşaltılmıyor. Köylerdeki aileler uydurma bahanelerle sistemli biçimde
göç etmeye zorlanılıyor. Sadece bizimkiler değil Arap köyleri de aynı
bizim köyler gibi boşaltılıyor.
Sam: Söyledikleri doğru mu Ebu Tarık?
Arap Lider: Maalesef doğru?
Konuşma içinde üç etnik yapının Sam’ın kişiliğinde ABD ile yakınlığı
oluşturulmaktadır. Yakından uzağa Kürtler, Araplar ve Türkmenler
sıralanmaktadır. Kürtler işbirlikçi, Türkmenler mağdur, Araplar ise arada bir
kimlik olarak temsil edilmektedir. Sürecin Kürtlerin menfaatine, Türkmen ve
Arapların aleyhine çalıştığı anlatılmaktadır. Etnik Yapıların ABD ile konumu
farklı diyalog ve söylemlerde yapılaşmaktadır.
Polat’ın Türkmen liderle konuşması
Polat ve adamları Türkmen Lider Hasan’ın evine gelmişlerdir. Polat’ın
eve giriş görüntüsü, Sam’ın bir adamından Polat hakkında bilgi alması ile
kesilir. Polat’ın kimliği ve ilişkileri ile ilgili bağlantı kurulmuş olmaktadır.
Polat’ın hem devlet için görev yapması hem gizli olması Türkmen lider Hasan
ile olan ilişkisinin bağlamını kurmaktadır. Görüntü Sam’ın bürosundan
Türkmen Lider Hasan’ın odasına döner. Polat ve Hasan koltuklara oturmuş
kahve içmektedirler.
Türkmen Lider: Dağı Kürtlere, çölü Araplara, petrolü de kendilerine
ayırdılar. Bizimse gidecek yerimiz dahi yok.
Polat: Planı bugün yapmadılar.
Türkmen Lider: Bizi bağımsız olarak bir araya dahi getirmiyor.
Toplantıları kendi himayesinde yapıyor.
Bilişsel yapıda Türkmen lider’in söyleminden etnik kimlikler arası
ilişkilerin ABD tarafından düzenlendiği, bu düzenlemenin ise Amerikan
çıkarlarına göre oluştuğu söylenebilir. Filmin kurgusu içinde Kürtler ile ABD
arasındaki efendi uşak ilişkisi, Türkmen ve Araplar için karşı kimlik
biçiminde yapılaşmıştır. Türkmen kimliği ABD tarafından kontrol edilemeyen
bir unsur ve Türkiye’ye yakın konumlandırılmıştır. ABD’nin adamı olma
yapısı Kürt liderin halka hitabında da yer almaktadır.
filmin bilişsel yapısı
175
Kürt liderin halka hitabı
Amerikan yardımı dağıtılan meydanda Kürt Lider konuşmaya başlar.
Yanında Sam vardır.
Kürt Lider: Hepinizin huzurunda aslında söylememem gereken bir
sürprizi bu mutlu günde sizlerle paylaşmak istiyorum. Bay Marshall’ın
bu ülke için yaptıklarını unutamayız; ve bizim için. Iraklılar olarak
sayın Marshall’a olan minnetimizi Bağdat’a bildirdik. Sayın
başkanımız bu minnettarlığımızı cevapsız bırakmadı. Sayın Marshall.
Sam: Bana sadece Sam de.
Kürt Lider: Saddam’ın sarayından gelen ve şu anda trenle buraya
gelmekte olan bir piyanoyu sizden kabul etmenizi istiyorum. Iraklıların
minnettarlığı adına.
Sam: Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. Onur duydum.
Sam Kürt Liderin kulağına eğilir; “Türkmenlerin işi bitti, sıra Araplarda”
der.
Bu diyalog üç etnik yapı içinde Kürtlerin işbirlikçi, Türkmenlerin ve
Arapların ise ABD çıkarlarıyla karşıt konumlanışını simgelemektedir. Yapı
içinde, ABD askerlerinin desteği ile etnik yapılar arasındaki güç dengelerinin
değişimi temsil edilmektedir.
Polat ile Leyla’nın diyalogları
Polat ile Şeyh kızı Leyla’nın diyalogları, tanımlanması en zor yapılardan
birini oluşturmaktadır. Bunun sebebi, ilişkinin ortak intikam hikayesi dışında
belirsiz yapısıdır. Filmin erkek ve kadın kahramanı arasındaki ilişkiyi bir aşk
ilişkisi olarak tanımlamak zordur. Kimlik katmanında ne aynı milletten ne de
aynı etnik yapıdan gelmektedirler. Ama ortak kimlik katmanı olan inanç
kimliği ile de ilişkiyi tanımlamak imkanlı değildir. Ortak düşman dışında,
ilişkinin temellendiği somut bir eylem de bulunmamaktadır. Bir işbirliği
formatında kurgulanan yapı Leyla’nın Polat ve adamlarını ABD askerlerinden
saklaması, istihbarat toplamada yardım etmesi gibi unsurlar somut pratiklerde
temsil edilmiştir.
Polat ve Leyla’nın ilk diyalogu, ABD askerlerinin aramalarından
Leyla’nın Polat ve adamlarını saklaması sonucu, ABD askerleri gittiğinde
gerçekleşmiştir. Polat ve adamlarının saklandığı sığınağın kapağını Leyla
açar.
176
Cem Yaşin
Leyla: Gittiler gelin
Polat: Adın ne?
Leyla Ne önemi var?
Polat: Çünkü borçlu olduğum kişinin ismini bilmek isterim.
Leyla: Borcunu ödeyeceğin zaman öğrenirsin.
İlk karşılaşmadan
görüntülenmektedir.
sonra
Leyla,
Polat
ve
adamları
bir
evde
Polat: Sen hayatımızı kurtardın. Buyur ettiniz ve büyük bir konukseverlik
gösterdiniz. Ama buradan gitmeliyiz.
Leyla: Amerikalılar her yerdeler. Biraz daha beklemeniz gerekiyor.
Polat: Amerikalıların gitmesini beklersek yaşlanırız Leyla. Dışardan bilgi
almamız ve ona göre davranmamız gerekiyor.
Leyla: Nasıl bir bilgiye ihtiyacınız var? Ben araştırıyım.
Polat: Hayır sen yapamazsın. Belki Abdülley. Ama onu tanırlar.
O sırada Erhan elinde tencere ile içeri girer.
Polat: Erhanla birlikte çıkarsanız rahatça dolaşabilir misiniz?
Leyla önce Polat ve adamlarını saklamış, sonra evinde ağırlamış ve
istihbarat toplamalarına yardımcı olmuştur. Evin damında Leyla ve
Polat oturmaktadır.
Leyla: Burada oturmamalısın. Eğer biri görürse yakalanabilirsin.
Polat: Sam yüzünden buraya tıkıldım. İnsanlara zulmediyor ve ben bir şey
yapamıyorum.
Leyla: Senin yaptığın yeni bir şey değil, onun zulmünde senin hiçbir rolün
yok. Onun ölmesini benden çok isteyen olamaz. Ama sabretmekten
başka yapacak bir şey yok.
Polat: Böyle sabırlı olmayı nereden öğrendin.
Leyla: Sabrın dayanamadığım kısmını yaşadığım hayattan, direnebildiğim
kısmını ise şeyhim sayesinde öğrendim.
Polat: Şeyh
Leyla: Abdurrahman Halis Kerkuki beni o büyüttü.
Polat: Annen, baban?
Leyla: Babamı hiç görmedim, Annem öldüğünde de onu
hatırlayamayacak kadar küçüktüm. Beni o büyüttü bütün evsizleri,
öksüzleri büyüttüğü gibi.
Polat: Bu hayatta en çok yapmak istediğin şey ne Leyla?
filmin bilişsel yapısı
177
Leyla: Eskiden bir hayalim vardı. Gözlerimi kapayıp, yıldızlara bakarken,
bu topraklarda son nefesimi vermek isterdim. Tek hayalim buydu
benim.
Polat: Şimdi?
Leyla: Şimdi tek bir isteğim var hayatta. Bu hançeri o aşağılık herifin
kalbine saplamak. Ancak o zaman anlayabilirim bir kalbi var m?, yok
mu? O zaman huzur içinde ölebilirim.
Uzun diyalog, olumsuz kimliğe duyulan tepki ile başlamaktadır. Bu tepki
içinde bulunan çaresizliği de tanımlamaktadır. Polat eli kolu bağlı
beklemektedir. Leyla’nın önerisi ise “sabır”dır. Sabır Leyla’nın kimliğini
önplana çıkarmakta. Olumlu vasıftan, olumlu vasfı yaratan kimlik çıkmakta
ve o da İslamiyet’e bağlanmaktadır.
Hayatta yapmak istenen şey ile olumlanan değerler ön tanımlanmaktadır.
Leyla’nın hayatta geçmiş beklentisinin “gözlerini kapayıp, yıldızlara
bakarken, bu topraklarda son nefesimi vermek” olması yaşadığı ortamı ve bu
yolla toprak kavramını başat değer olarak ön plana çıkarması vatan
kavramının eğritilmesi olarak değerlendirilebilir. Şu anda Leyla için en
önemli şeyin Sam’ı öldürmek olması, toprak ve vatan kavramları ile ilgili
hayatta en önemli beklentisini kaybetmiş olmasına bağlanabilir. Huzurlu bir
gelecek elinden alınmıştır. Artık geriye bu geleceği elinden alanlardan intikam
almak kalmıştır.
Leyla ve Polat’ın diyalogunda kişisel ilişki düzeyinde yapının oluşması
kimlik katmanlarında belirsizleştirmeyi getirmektedir. Leyla’nın etnik yapısı
hiçbir zaman ön plana çıkmamıştır. Şeyh tarafından büyütülmesi ve Şeyhin
kızı olması nedeni ile inanç kimliği katmanı kaçınılmaz olarak ön plana
çıkmaktadır. Kimlikler arası ilişkilerde ise Sam ve ABD karşısında
konumlanışı daha başat bir yapı oluşturmaktadır. Etnik kimliği arka plana
itilerek olumsuz kimlik karşısında konumundan kimlik yapısı oluşturulan
Leyla, aslında filmin yapısının içine Polat ile inanç kimliği ortak paydasında
bir araya gelmiş gösterilmektedir. Bu da ABD operasyonun belli etnik yapı ve
milletler, ulus devletlerle değil, Müslümanlara karşı bir girişim olarak yapı
içinde ifade edildiğini göstermektedir.
SONUÇ
Kurtlar Vadisi Irak filminin oluşturduğu bilişsel yapı, kimlikler arası
ilişkiler üzerinden kurulmuş bir yapıdır. İlişkiler, kimliğin farklı düzeyleri
arasında geçişle oluşmaktadır. Bu geçişlerin gerçekleştiği dört temel katman
178
Cem Yaşin
bulunmaktadır. En altta etnik kimlik katmanı, bunun üstünde inanç kimlik
katmanı, milli kimlik katmanı ve bu katmanların bağlandığı dünya düzeni
veya ulus devletlerin ilişki katmanı. Bu katmanlar arasındaki geçişler ise
maddi gerçeklik ve kurgusal ilişkisinin iki katman arasında kurulması ile
oluşmaktadır. Maddi gerçeklikle tanımlanan, haber gündemi içinde toplumsal
hafızada yer eden olaylardır. Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi bu tür
olaylara örnek verilebilir. Bu olay en son katman olan dünya düzeni ve ulus
devletlerin ilişkisinde bir olayken, bu olay milli kimlikler ile ilişkilendirilip
Polat’ın kişiliğinde ete kemiğe bürünerek anlatının yapısını oluşturmaktadır.
Somut toplumsal hafızanın ilişkilendiği katman ile tasarlanan yapının
oluştuğu katman arasında ilişki düz değiştirme ve metaforlarla sentezlenmekte
bilişsel yapı tekrar üretilmektedir. Türkiye’de günlerce Kerkük’te
Türkmenlere uygulanan asimilasyon politikası muhtelif haberler ile
verilmiştir. Kerkük’ün Kürtleştirilmesi ile ilgili görüntüler ve göçe zorlanan
Arap ve Türkmenlerin görüntüleri televizyonlarda yer almıştır. Bu
görüntülerin büyük bir kısmı somut toplumsal hafızanın oluşumunda önemli
bir faktör olmuştur. Bu toplumsal hafızanın yer aldığı kimlik katmanı etnik
kimlik katmanı, olarak tanımlanabilir. Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin
müritlerine duası göç ve bir kentin boşaltılma görüntüleri ile verilmiştir. Bu da
inanç kimliği katmanı ile etnik kimlik katmanını metaforlar değiştirilmesi ve
bilinç altında ideolojik kodların yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Türkmenler ve Araplara uygulanan asimilasyon politikası Müslümanlara
uygulanan baskı olarak sunulmaktadır. Katmanlar arasında geçiş ise bu
yapının dünya düzeninin Müslümanlar ile ABD yandaşları arasında yeniden
üretimini mümkün kılmaktadır.
Filmin bilişsel yapısı, büyük oranda olumlu kimlik kategorileri üzerinden
kurulmaktadır. Bilişsel yapıyı oluşturan olumlu kimlikler Polat, Şeyh
Abdurrahman Kerkuki, Leyla, Türkmen lider gibi unsurlardır. Bu kişilerin
kimlikleri, diyalog ve söylemleri yukarda bahsettiğimiz kimlik katmanları
arasında geçişlerde gözlemlenmektedir. İkili ilişkiler bu kimlikleri farklı
boyutlara taşınmasını sağlamaktadır. Film içinde ön plana çıkarılan, inanç
kimliği olmaktadır. ABD’nin Irak operasyonu bir tür Hristiyan-Müslüman
mücadelesi biçiminde sunulmakta, arka planda bu çatışma yapı içine
yerleştirilmektedir.
Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili ABD karşıtı bir bilişsel yapıyı taşıyıp
taşımadığı konusunda tartışmalara bu değerlendirmeler ışığında baktığımızda,
ABD’nin dünya düzeni içinde tasarladığı islami blok anlayışını desteklediği
filmin bilişsel yapısı
179
görülmektedir. ABD “İslami Terör” olarak tanımladığı şeye karşı kendi
müttefiklerinin kimliğinde tanımladığı “Ilımlı İslam” anlayışını yerleştirmeye
çalışmaktadır. Bu ayrım, filmin bilişsel yapısı içinde keskin çizgilerle
ayrılmaktadır. Bu da ABD’nin tasarladığı bilişsel yapılar ile Filmin bilişsel
yapısı içindeki paralelliği göstermektedir. Filmin ABD karşıtı olduğunun ileri
sürülmesi ise bu bilişsel yapının örtük olarak aktarılmasını imkanlı
kılabilmektedir.
Müslümanların nasıl olması gerektiği filmin yapısı içinde olumlu kimlik,
kanaat önderi olarak tasarlanan Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin söylemleri ile
yapı içine yerleştirilmiştir. Şeyhin yaklaşımı ile ılımlı olmayan veya şiddet
eylemlerine başvuran İslami çizgi, Kuran ve sünnetten kopuş olarak
tanımlanmaktadır. Leyla canlı bomba olmak istediğinde, Şeyh Abdurrahman
Kerkuki ona bu durumun Allaha iki büyük isyan olduğunu söylemiştir.
Bunlardan ilkinin Allah’dan umudu keserek canına kıymak; ikincisinin ise
masum insanların ölümüne sebebiyet vermek olduğunu söylemiştir. Filmin
yapısı içinde olumlu kimlik olarak yerleştirilen Polat ve Leyla ise benzer
şiddet eylemlerini meşru olarak uygulayabilmektedir. Eylemlerde farklılık
yokken filmin yapısı bu eylemleri meşrulaştırmaktadır. Aradaki ince çizgi
masum insanların hayatını kaybetme riski ile tanımlanmaktadır. Filmin
başından itibaren şiddeti meşrulaştıran veya gayri meşru kılan yapı burada
tanımlanmaktadır. Polat ve Sam arasındaki otelde yaşanan diyalogda olumlu
kimliği kuranın masum insanlara şiddet kullanmamak biçiminde olumsuz
kimliğin değili olarak yapılaştırılmıştı. Sam, Polat’ın oteli havaya uçurmasını
engelleme için çocukları otele getirmiş ve Türkler’in hassas noktasının
masum insanları öldürememek olduğunu söylemişti. Polat buna karşın “ Ben
onları öldürmem; ben onları kullanmam. Eğer bunu yapsam aramızda ne fark
kalır” der. Kimlikleri oluşturan en önemli kategori, filmlerin yapısı içinde
olumlu ve olumsuz kimlik kategorileridir. Bu ayrım filmin yapısı içinde
şiddetin kullanılma kuralları ile ayrıştırılmıştır. Filmde bu ayrışma Şey
Abdurrahman Kerkuki’nin kaçırılan gazeteci diyalogunda da yapıyı pekiştirici
bir unsur olarak kullanılır. Şeyh aynı yapıyı “kime özeniyorsunuz. zalimlere
çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını siz
kimden öğrendiniz?” ifadesi ile tekrarlar. Şeyhin ayininde de şiddeti kullanma
biçimi ile ilgili ayrım belirten ifadeler yer almaktadır. Örneğin, Şeyh şu
ifadeyi kullanmıştır: “bize barış dini İslamı getiren kutlu peygamberin
hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman, titizlikle sadık kaldığı
180
Cem Yaşin
vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma yarabbi”. Burada da şiddetin meşru ve
gayri meşru biçimleri ile ilgili aynı ayrım vardır.
Filmin yapısı ABD askerlerinin kullandığı şiddeti meşru göstermez. Ama
buna karşı direnişi de meşrulaştırmamaktadır. Bu olumsuzluk karşısında
Müslümanlar için yapılması gerekenin “sabır” göstermek olduğu
vurgulanmaktadır. Şiddeti meşru kılan bireysel savunma veya nefsi müdafaa
olması gerektiği, filmin bilişsel yapısı içinde vardır. Filmin meşru şiddet
özneleri olan Leyla, Polat ve adamlarını meşrulaştıran şey, özel alana ait olan
değer ve koşullara verilen zarara karşılık vermektedir. Polat’ın kardeşinin
ölümü, Leyla’nın kocasının öldürülmesi mücadelelerini meşrulaştıran
unsurlardır. Polat yaptığı işi anlatırken Sam’a “Ben siyasi parti lideri değilim;
diplomat yada asker de değilim; aynen senin de dediğin gibi ben bir Türk’üm.
Ve bir Türk’ün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım”
ifadesini kullanmıştır. Filmin bilişsel yapısı bu açıdan saldırıya veya
haksızlığa uğrayan bireylerin şiddet kullanmasını da meşrulaştıran bilişsel
yapılara sahiptir.
Filmin içinde etnik kimlikler inanç kimliğine göre daha arka planda
kalmıştır. Kürt kimliği Amerikan işbirlikçisi, Arap ve Türkmen kimliği
mağdur olarak sunulmuştur. Filmin içinde Arap kimliği sanki yokmuş gibi
gösterilmekte, Müslüman kimliğinin altında yer almaktadır. Kürt kimliği ise
daha belirgin ikinci olumsuz kimlik olarak yapı içinde konumlanmıştır. Etnik
kimliğin konumu filmin içinde bazen ortaya çıkarılmış bazen örtülmüştür.
Örneğin Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin etnik kimliği hiç ortaya
çıkarılmamıştır; Leyla’nın Arap olduğuna dair düğündeki konuklar dışında
hiçbir ipucu yoktur. Buradan yola çıkarak filmin yapısı içinde inanç
kimliğinin üst katman olarak kullanıldığını, üretilmek istenen bilişsel yapıda
Müslümanlığın üst kimlik olarak sunulduğu söylenebilir.
Filmin geneline baktığımızda ise baskın kimliğin Müslümanlık olduğunu
görmekteyiz. Ama bu kimlik özünde doğru fakat uygulamalarda hatalar
nedeniyle yanlış yola sapıp ayrılanların olduğu bir kimliktir. Kimliğin doğru
çizgisi şiddete karşı çıkan, sabır ve sebat gösteren bir yapıdır. Bu özelliği ile
“Ilımlı İslam” kavramına denk gelmektedir. Filmin genel yapısı içinde
Amerika olumsuz kimlik olarak kurgulanıyor olsa da, özünde kimliklerin
yapılandırmasında Müslüman temsilleri gibi unsurlar ABD’nin tasarladığı
dünya düzeni ile örtüşmektedir. Bu yapısı nedeniyle film, Amerikan karşıtı bir
yapıyı değil, ABD’nin tasarladığı dünya düzeninin bilişsel yapısını
filmin bilişsel yapısı
181
destekleyen, Müslümanları yeniden tanımlayan bilişsel yapı içinde yeniden
üreten bir özellik göstermektedir.
KAYNAKÇA
Althusser, Louis (1989). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İletişim
Yayınları
Bayrav, Süheylâ. (1998). Yapısal Dilbilim. İstanbul: Multilangual.
Bottigelli, E.(1993). 1844 Elyazmaları. Karl Marx. Ankara: Sol.
Coward, R., ve Ellis, J. (1985). Dil ve maddecilik-semiyolojideki gelişmeler ve özne
Teorisi (çev: Eser Tarım), İstanbul: İletişim.
Eagleton, T. (1996). İdeoloji (Çev: Muttalip Özcan). İstanbul: Ayrıntı.
Fiske, J. (1996). İletişim çalışmalarına giriş (Çev: Süleyman İrvan). Ankara: Bilim ve
Sanat Yayınları.
Herrick, J. A. (2004). The history and theory of rhetoric-an introduction. Boston:
Allyn & Bacon.
Larrain, J. (1994). İdeoloji ve kültürel kimlik – modernite ve üçüncü dünyanın varlığı
(Çev: Neşe Nur Domaniç). İstanbul: Sarmal.
Lévı-Strauss, C. (1983). Din ve büyü (Der & Çev: Ahmet Güngören). İstanbul: Yol.
Marks, K. (1993). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (Çev: Sevim Belli). Ankara:
Sol.
Marks, K. ve Engels F.(1992). Alman ideolojisi (Çev: Sevim Belli), 3. baskı, Ankara:
Sol.
Stacks, D., Hickson M.III., ve Hill S.R. (1991). Introduction to communication
Theory. Florida:Harcourt Brace Jovanovich Inc.
Yücel, T. (1984). Claude Levı-Strauss ve yaban düşünce (Çev: Tahsin yücel)
İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Yaşın, C. (2002). Haber söyleminin internet içeriklerine etkisi. Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
182
Cem Yaşin
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 183 -210
Makale
Kurtlar Vadisi Irak filminde
kültürel ögeler ve kimlik
sunumları üzerine bir inceleme
Ayhan Selçuk 1
Özet: Bu çalışmada, son zamanların en tartışmalı, üzerinde en çok spekülasyon
yapılan Kurtlar Vadisi Irak filmindeki kültürel yansımalar ve bunların sunuluş
biçimleri üzerinde durulacaktır. Filmde Türklerin yanı sıra başta Amerikalılar ve
Yahudiler olmak üzere, Iraklı Kürtler, Araplar ve Türkmenlerle ilgili kültürel ögelere
yer verilmiştir. İnceleme sonucunda elde edilen veriler, genellikle filmin akışı
içerisinde belirli bir sıra takip edilerek ve çeşitli alt başlıklar halinde değerlendirilmiş,
yer yer kültürel farklılıklara ilişkin karşılaştırmalar yapılmıştır. Filmde
Amerikan/Yahudi pragmatizmiyle, Anadolu ve Ortadoğu insanının duygusallığı, öne
çıkarılan kültürel ögeler olarak dikkati çekmektedir.
Anahtar kelimeler: Kurtlar Vadisi Irak, sinema kültürü, sinemada kimlik sunumu,
kültürel ögeler.
Abstract: In the study, the cultural reflections and their presentation styles are going
to be emphasized in Valley of The Wolves-Iraq which is the most controversial and
speculatory film of recent times. Some cultural elements concerning Americans and
Jews besides Turks in the foreground and kurds in Iraq, Arabians and Turkmen are
given place in the film. The obtained findings from the research results are generally
evaluated under a variety of sub-titles by following a specific order in the flow of the
film and the cultural differences are occasionally compared. The elements in the
foreground of the film call attention to the sentimentality of the people in the Middle
East and Anatolia by means of the pragmatism of American and Jew.
Keywords: Valley of Wolves-Iraq, cinema culture, cultural elements, identity.
1
Yard. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
184
Ayhan Selçuk
SORUN, AMAÇ VE YÖNTEM
Çağımızın en önemli ve etkili görsel sanatı olan sinema, sadece ait olduğu
toplumu ya da onun kültürel değerlerini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda
filmi üreten toplumun, şirketin ya da kurumun öteki toplumları nereye
yerleştirdiğine, onlara ait değer yargılarını ne şekilde konumlandırdığına da
aynalık yapar. Dolayısıyla, beyaz perdeye yansıtılanlar çoğunlukla
nesnellikten uzaktır ve kimin, neyin, nasıl temsil edileceği/sunulacağı, filmi
yapanların seçimine bağlıdır. Bu temsil ve sunum aracılığıyla, benimsenen
toplumlar, uluslar ya da değer yargıları yüceltilebileceği gibi, karşıt kültür ve
onun temsilcileri konumunda olanlar kötülenip değersizleştirilebilmektedir.
Hem bu baglamlarda hem de sinema sektörünün kıpırdanışı bağlamında, son
yıllarda Türk sinemasında gözle görülür bir hareketlilik söz konusu. Ciddi
bütçeler harcanarak çekilen filmler, ardı ardına vizyona giriyor ve
sinemaseverlerin beğenisine sunuluyor. Vizontele, G.O.R.A, Organize İşler,
Babam ve Oğlum son dönem filmlerinden bazıları. Bunlara en son
eklenenlerden birisi de ekranlarda izlenme rekorları kıran “Kurtlar Vadisi”
dizisinden hareketle çekilmiş, “Kurtlar Vadisi Irak” filmidir. Şubat 2006’da
gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak filmi, Türkiye’nin en yüksek bütçeli,
gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekte, üzerinde en çok konuşulan,
tartışılan, en çok beğenilen ya da eleştirilen filmi olarak Türk sinema
tarihindeki yerini almış gibi gözüküyor. Teknolojik efektlerden bolca
yararlanıldığı gözlenen filmin, gerek oyuncu kadrosu, gerek ele aldığı konu ya
da konular, gerekse zamanlama açısından bakıldığında, (Başta “Çuval
Olayı/Krizi” olmak üzere, çeşitli nedenlere bağlı olarak Türk-Amerikan
ilişkilerinin gergin olduğu bir dönem) Türkiye’de bir ilk olma özelliği
taşıdığından da söz edilebilir.
Yoğunlukları farklı olmakla birlikte hemen her film, kendi formatı
içerisine yerleştirilen kültürel ögeler aracılığıyla belli bir duygu, düşünce ve
bakış açısının yanı sıra birtakım anlamlar ya da yan anlamlar üretir (Büker,
1991; Wollen,1989) ve bize, “yapımcılarının doğru ya da yanlış, olumlu ya da
olumsuz, üzerlerine kurdukları gizli değer yargılarını, ideal insan davranışı
ve rol modelleri ile birlikte sunar.” (Güçhan, 1999:185). Bu durum, öncelikli
amacı filmi üretenlerin kendi haklılıklarını ve doğrularını yansıtmak olan
savaş filmlerinde daha da belirginleşir. Kurtlar Vadisi Irak filminde de durum
farklı değildir. Burada da, üretilen düşünceler ve aktarılmak istenen mesaj,
bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak idealize edilmiş tipler aracılığıyla
Kültürel öğeler
185
sunulmuş, karşıt kültürler arasında yaşanan “egemenlik ve mücadeleye”
dikkat çekilmiştir (Erdoğan, 1997). Sinemanın kültürel bir ürün olduğuna
vurgu yapan İrfan Erdoğan ve Pınar B.Solmaz (2005:22) “kültür alanı insan
yaşamının tümünü kapsayan egemenlik ve mücadele alanıdır. Egemenlik ve
mücadele her alanda her an sürekli verilmektedir” derken sinemanın bu
özelliğine de dikkat çeker gibidirler. Kurtlar Vadisi Irak filminin konusu,
kullanılan simgeler (hızma, hançer), motifler (din, Türklük, Kürtlük vs.),
dünyaya ve olaylara nereden, nasıl ve hangi açılardan bakıldığıyla ilişkilidir,
dolayısıyla ideolojilerden bağımsız değildir.
Sinemayı bütün bileşenleriyle birlikte ele alarak tanımlayan Erdoğan ve
Solmaz (2005:33), sinemanın ne olduğuna, neyi nasıl, hangi amaçla ürettiğine
ve ne anlattığına ilişkin görüşlerini şöyle özetlerler:
Sinema (veya cinema, movie, film) dediğimizde görüntü, ışık, ses ve
müzikle yapılan öyküyü içeren bir ürün; bu ürünü taşıyan ve gösteren
araçlar; bu ürünü ve bu araçları üreten örgütlü bir sosyal yapı (şirket
veya kurum) ve yapısal ilişkiler; bu ürünü, araçları, örgütlü yapıyı ve
ilişkileri açıklayan, meşrulaştıran, bazen de eleştiren örgütlü (ve
örgütsüz) düşünsel üretim akla gelmelidir. Dolayısıyla sinema seyir
için üretilen bir ürün ve bu ürünün ideolojisiyle ilgili örgütlü bir
faaliyeti, bu faaliyetin amaç ve sonuçlarını anlatır.
Film yapımcılarına en fazla esin kaynağı olan olaylardan birisi de
kuşkusuz, tarih boyunca, başta din ve ırkçılık temelli olmak üzere, çeşitli
nedenlere bağlı olarak yaşanmış savaşlardır. Geçmişten günümüze ve olası
gelişmelerden hareketle geleceğe bakıldığında, sinema endüstrisinin bu
anlamda -maalesef- malzeme sıkıntısı çekmeyeceğini söylemek, kehanet
olmasa gerek. Savaş filmleriyle ilgili olarak, Potemkin Zırhlısı, Savaş Günleri,
Müfreze, Şeref Madalyası, Vatanları İçin Öldüler, Ölüme Koşanlar, Avcı,
Rambo, Sakindi Oranın Şafakları, Kafkas Mahkumu, Bosna Yanıyor gibi
dünya sinema tarihine geçmiş örnekler verilebilir (Dorsay, 1998).
Aynı anda Avrupa’nın, yedi ülkesinde (Almanya, Belçika, Hollanda,
Avusturya, İngiltere, Danimarka, İsviçre) gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak
filmi, Avrupa dışında da, Rusya, Mısır, Suriye, Kırgızistan, Kazakistan,
Amerika ve Avustralya gibi oldukça geniş bir coğrafyada izleyiciyle
buluşmuş ve bu özelliğiyle, -beğenelim, beğenmeyelim- ilk kez bir Türk filmi,
dünya sinema tarihindeki yerini almıştır.2 Uluslararası ölçekte ses getiren,
2
Bkz. http://www.kurtlarvadisiirak.com
186
Ayhan Selçuk
hakkında çok şeyin yazılıp çizildiği, hatta gerek yerli, gerekse yabancı
politikacı ve askerlerin üzerinde yorumlar yaptığı Kurtlar Vadisi Irak filminin
akademik düzeyde ele alınmaması düşünülemezdi.
Filmi bu kadar önemli ve tartışılır kılan olgu kuşkusuz, onun “Hollywood
filmlerini” (Rotha, 1996: 83-143) aratmayacak derecede başarılı çekilmiş
aksiyon sahneleri ya da kullanılan ses ve görüntü efektleri değil, üretilen
kültür ve karşı kültürün sunumunun yanı sıra, söz konusu kültürlerin
temsilcileri arasında yaşanan egemenlik ve mücadelede kazanan ve
kaybedenlerin kim olduğudur.
Bu çalışmada, Kurtlar Vadisi Irak filmiyle ilgili yorumlarda dile getirilen,
“anti Amerikancı”, “anti semitist”, “Türk Rambo’su yaratılmış”, “ırkçı”,
“İslamcı” vb. söylemlerin tamamen dışında kalınarak, olabildiğince nesnel bir
şekilde, filmdeki kültürel ögeler ve bunların sunumu üzerinde durulacak,
deyiş yerindeyse bu anlamda, filmin röntgeni çekilecektir.
Filmdeki sözel ve görüntüsel ögeleri ve bu ögelerin kültürel bağlamda
yüklerini saptayabilmek için, film defalarca izlenerek notlar alınmış,
diyaloglar çözümlenmiş ve en sonunda elde edilen kültürel veriler
değerlendirilmeye çalışılmıştır. Yapmış olduğum araştırma sonucunda çeşitli
filmlere ait ki, buna savaş filmleri de dahil, bir çok eleştiri ve analiz
çalışmasının yapılmış olduğunu saptamama rağmen, kültürel ögelerin ele
alınıp incelendiği bir çalışmaya ulaşamadığımı üzülerek belirtmeliyim.
Buradan hareketle, yapılan bu mütevazı çalışmanın bu anlamda bir boşluğu
doldurmasını ümit ediyorum.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Yönetmenliğini Serdar Akar’ın üstlendiği filmin başrollerini Necati
Şaşmaz (Polat Alemdar), Billy Zane (Sam Wiliam Marshall) ve Bengüzar
Korel (Leyla) paylaşıyor.. “Kurtlar Vadisi Irak”ın diğer önemli rolleri ise iki
kez Oscar’a aday gösterilen ünlü oyuncu Gary Busey (Doktor) ve “Cennet’in
Krallığı” filminde Selahaddin Eyyübi rolüyle büyük çıkış yapan Suriyeli
oyuncu Ghassan Massoud (Abdurrahman Halis Kerkuki) arasında
paylaşılıyor.3 Türkçe’nin yanı sıra, zaman zaman Kürtçe, Arapça ve İngilizce
diyalogların yer aldığı filmde, sık sık altyazı çözümüne başvurulmuş. Örneğin
fragmanlarda Türkçe dublaj olarak izlediğimiz, “Ne iş yapıyorsun?”, “İnsan
3
http://www.linkdunyasi.com/Kurtlar_Vadisi_Irak.html
Kültürel öğeler
187
Ticareti. Buralarda ucuzmuş, adam alıp satmak!’ şeklindeki sözler, filmde
Kürtçe olarak söylenmektedir.
Kurtlar Vadisi Irak filmi, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’taki Türk
birliğiyle ABD askerleri arasında yaşanmış olan ve gündelik dilde “Çuval
Hadisesi” olarak betimlenen gerçek bir olaya atıf yapılarak başlıyor. Kuzey
Irak’ta konuşlanmış on bir kişilik özel Türk birliğinin karargahına, Amerikan
askerleri tarafından baskın düzenlenir. Türk tarafı, bunu önce müttefik
güçlerin olağan ziyaretlerinden biri zanneder, ancak kısa süre sonra durumun
bu kez farklı olduğu anlaşılır. ABD, Türk birliğinin varlığından rahatsızdır ve
bölgede söz söyleyecek tek gücün kendileri olduğu mesajını vermek
istemektedir. O gün on bir Türk askeri, başlarına çuval geçirilip halkın
gözleri önünde, askerlik onurları hiçe sayılarak sınır dışı edilirler. Buraya
kadar gerçekler üzerine kurgulanan filmde Süleyman Aslan, o on bir kişiden
biridir. Aşağılanıp tutuklanmayı onuruna yediremeyen Üsteğmen Süleyman,
geride bir mektup bırakarak intihar eder. Mektup, özel olarak yetiştirilmiş bir
Türk istihbaratçısı olan Polat Alemdar’a yazılmıştır.4
Üsteğmen Süleyman Aslan’ın mektubu şöyledir:
Sevgili Kardeşim, 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye Kuzey Irak’ta
on askerimle birlikte bölgenin güvenliği için hizmet verirken daha dün
çayımızı içen, beraber çarpıştığımız adamlar karargahımıza baskın
düzenleyip bize silah çektiler. Sevgili Kardeşim, Irak’ta olduğumuz her
gün şunu düşündüm: Bizim burada ne işimiz var? Ama zaman içinde
gördüm ki, bu topraklara her hükmeden bu toprakların insanlarına
zulüm yapmış, bir tek atalarımız bunu yapmadı ve biz maalesef o gün
atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü önlemek için, şerefimiz
için ölemedik. Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne kadar acı değil
mi? Kardeşin Süleyman.
Mektuba, Türk kültüründe oldukça yaygın bir hitap şekli olan “Sevgili
Kardeşim” diyerek başlanması ve mektubun “kardeşin” şeklinde bitirilmesi,
filmde karşımıza çıkan ilk kültürel öge olarak değerlendirilebilir. Filmi
izleyen batılıların bu hitap şeklinden hareketle, mektup yazılan kişinin (Polat
Alemdar’ın), yazanın gerçek kardeşi olduğunu düşünme olasılığı oldukça
yüksektir. Halbuki, Türk kültüründe bu şekilde hitap edilmesi, samimi
arkadaşlığın/dostluğun göstergesi olarak kabul edilir, dolayısıyla “kardeşim”
diyerek hitap edilmesi, tarafların mutlaka kardeş olmalarını gerektirmiyor.
4
http://www.kurtlarvadisiirak.com/;http://www.intersinema.com/film/film.asp?
id=1148
188
Ayhan Selçuk
Benzer bir durum, karakol komutanın askerlerine “Evladım” diye hitap
etmesinde de görülmektedir. Türk toplumunda yaşlıların, akrabalık bağı
olmaksızın, tanıdıkları veya hiç tanımadıkları kişilere, özellikle
gençlere/küçüklere “evladım”, “oğlum” ya da “kızım” diye seslenmesi, sık
rastlanılan bir durumdur (Selçuk, 2005). Bu yüzden, komutanın askerlerine
“evladım” diyerek hitap etmesi, onun babacanlığının yanı sıra kültürel bir
alışkanlığın sonucudur.
Bireylerin bilinçli olarak bir araya gelip bir şeyler yiyip-içmeleri
çoğunlukla, oluşmuş ya da oluşacak bir dostluğa işaret eder. Türk toplumunda
dostça uzatılan bir sigara, ikram edilen bir bardak çay ya da bir fincan kahve,
yeni dostlukların kurulmasında veya var olan dostlukların pekiştirilmesinde
oldukça işlevseldir ve kültürel bir değer taşır. Bu işlevsellik ve değer, “Bir
fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözünde ifadesini bulur. Gerek
üsteğmen Süleyman’ın arkadaşına yazdığı mektupta “… daha dün çayımızı
içen … adamlar karargahımıza baskın düzenleyip bize silah çektiler” diyerek
Amerikalılardan şikayette bulunması, gerekse karakol komutanının aynı
şekilde “Çay verdiğimiz adamlar bize silah doğrultuyor” diyerek amirine
yakınması, çay ikram etmeye Türk toplumunun yüklediği sembolik anlamı
ortaya koymaktadır. Amerikan askerlerinin tavrını anlamakta güçlük çeken
her iki komutan, adeta yukarıdaki deyişe atıfta bulunurcasına, “İçilen çayların
hiç mi hatırı yok?! Dost bilip, müttefik deyip bağrımıza bastık, çay ikram
ettik, bunların yaptıkları olacak şey değil, bu düpedüz bir kalleşlik!“
demektedir.
Üsteğmen Süleyman,“…bu topraklara her hükmeden bu toprakların
insanlarına zulüm yapmış, bir tek atalarımız bunu yapmadı” sözleriyle Türk
kültürünü diğer kültürlerle karşılaştırıyor ve bir anlamda “Bizim
kültürümüzde zulme yer yoktur, tam tersine, atalarımız gittikleri yerlerde
zulmü önlemiş, adaleti hakim kılmış” diyerek onları yüceltmektedir. “Biz
maalesef o gün atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü önlemek için,
şerefimiz için ölemedik” şeklindeki ifadelerle öz eleştiri yapan Üsteğmen
Süleyman, “Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne kadar acı değil mi?”
diyerek, arkadaşını sıralamış olduğu kültürel değerler için ‘şerefiyle’ ölmeye
davet eder. Burada, Türk ulusunun onuruna düşkünlüğüne, gerektiğinde bu
kutsal kavram için canlarını feda etmekten kaçınmayışlarına vurgu yapılır.
Kendilerinin bunu yapamadıklarının acısını yüreğinde hisseden üsteğmen,
arkadaşından bunu yapmasını, “olması gerektiği gibi” çarpışarak, vuruşarak
ölmesini ister.
Kültürel öğeler
189
Emirin demiri kestiği yer
Her kurumun kendine özgü kuralları, ilkeleri ve belirli bir işleyiş biçimi
vardır. Ordu, bu kuralların en sıkı şekilde uygulandığı, emir-komuta zincirinin
son derece işlevsel olduğu kurumların başında gelir. “Emir demiri keser”
şeklindeki Türk atasözü, ordu kültürünü, ordudaki ast-üst ilişkisini ve
hiyerarşik yapılanmadaki keskinliği özetler gibidir.
Amerikan askerleri Türk karargahını bastıkları zaman, sıradan bir
askerden karargah komutanına kadar herkes, Amerikalıların isteklerine boyun
eğmektense çarpışarak ölmeyi yeğlemektedir. Ancak çarpışmaya izin
çıkmamıştır. Aşağıdaki sahneler ve gerçekleşen diyaloglar, bu durumu ortaya
koyacak niteliktedir.
Bir asker karargah komutanına, “Komutanım, ısrarla çarpışmayın emri
geliyor” diyerek telefonu uzatır.
Karargah komutanı, “… on bir kişiyiz. Çatıda makinalımız var. Yüz
Amerikan, altmış yerli askerin yarısını vuracak gücümüz var” diyerek
çarpışma isteğini komutanına belirtir. Bu isteği geri çevrilen karargah
komutanı, “Onların amacı arama yapmak değil komutanım. … Onların eylemi
bize yönelik değil, Türk milletine yönelik” sözleriyle üstünü ikna etmeye
çalışacaktır. Karargah komutanının vurgulu bir ses tonuyla, “Ölmek için on
askerimle birlikte emir ve görüşlerinize hazırım komutanım” dedikten sonra,
sesini biraz daha yükselterek söylemiş olduğu “Komutanım, ölmek için
emirlerinizi bekliyorum dedim, arz ederim!” ifadesi, telefonun diğer ucundaki
komutanın daha gür bir sesle “Sen ne diyorsun?!. Sakın öyle bir çılgınlık
yapmayın!” vb. uyarılar üzerine söylenmiş bir söz gibidir. Burada bir yandan,
içinde yetişilen kültürün güce karşı direnişi gözlemlenirken, diğer yandan
ordu kültüründeki emir-komuta zincirinin nasıl çalıştığı dikkatlere
sunulmaktadır. Benzer bir durum karargah komutanıyla, emri altındaki
askerler arasında yaşanan diyalogda da görülmektedir. Aldığı emir gereği
başka çaresi kalmayan karargah komutanının askerlerine hitaben “Asker indir
silahı!” demesi üzerine Süleyman Üsteğmen’in yapılanın doğru olmadığını
ifade eden bir tonlamayla “Komutanım!!” diyerek direniş göstermesi,
karargah komutanın “Evladım, emir veriyorum size, indirin silahlarınızı!”
diyerek sözünü yinelemesinden sonra emrin yerine getirilmesi, yukarıda
yaşanan olayın birebir aynısıdır. Bu olayda karargah komutanı, kendisine
çarpışma izni vermeyen komutanın, Süleyman Üsteğmen ise bir önceki
sahnede çarpışarak ölmeyi göze alan karargah komutanının rolünü
190
Ayhan Selçuk
üstlenmiştir. Her iki olayda da kısa süreli direnişten sonra, emir demiri
kesmiştir.
Karargah komutanının ABD askerlerine söylediği “Ne istiyorsanız arayın,
sonra da def olup gidin!” sözüyle, arkasında iki Amerikan askerinin
kendisine silah doğrulttuğunu fark eden Türk askerinin “Ne oluyo lan?!!”
şeklindeki tepkisel ifadesi, düşmanca ilişkilerde kullanılan argo niteliğindeki
kültürel ifadeler olarak değerlendirilebilir.
Çiğnenen onura karşılık kısasa kısas kültürü
Amerikan askerlerinin Türk karargahına -arama yapma bahanesiylebaskın düzenlemeleri, bununla da yetinmeyip Türk askerlerini “sorgulama
yapmak üzere” kendi karargahlarına götürmek istemeleri, orada bulunan
askerleri son derece rencide etmiştir. Karargah komutanının “Dışarı
çıkmayacağız, gerekirse bizi öldürün” diyerek ölümü göze alması, Amerikalı
komutan Sam Wiliam Marshall’ın “tutuklayın” emrinden sonra “Biz
askerlerin şerefiyle oynamayın” diye bağırarak direniş göstermesi, Türk
askerinin “onurunu çiğnetmektense ölmeyi tercih etmesi” şeklinde ifadesini
bulan kültürel pratiğini ortaya koymaktadır. Üsteğmen Süleyman’ın olupbitenleri onuruna yediremeyip “Vatan sağ olsun” diyerek intihar etmesi de bu
bakış açısını doğrular niteliktedir.
Marshall’ın emrindeki komutana, Türk askerlerini kastederek, alaycı bir
üslupla da olsa, “… Çok gururludurlar. Yüzleri görülmesin” diyerek başlarına
çuval geçirilmesini ima etmesi, Türk askeri ve siyasi tarihine “Çuval
Hadisesi” olarak kayıt düşülmesine yol açacak bir sonuç doğursa da burada,
Türklerin onuruna düşkün bir ulus olduğunun düşmanları tarafından bile tescil
edildiği vurgusu yapılmaktadır.
Polat Alemdar, Süleyman Üsteğmen’in vasiyetini yerine getirmek ve
“Türk ulusunun onurunu kurtarmak” üzere iki arkadaşıyla (Memati,
Abdulhey) birlikte Kuzey Irak’a gider. (Polat Alemdar’ın üçüncü adamını
(Erhan) istihbarat toplamak ve gerekli bağlantıları sağlamak amacıyla daha
önceden gönderdiği, filmin ilerleyen bölümlerinde anlaşılacaktır.) Polat
Alemdar ve arkadaşları “Kürdistan Toprakları”na girdiklerinde
kıyafetlerinden asker mi, polis mi olduklarını anlayamadıkları silahlı dört kişi
tarafından durdurulur. Lider rolündeki Kürt askerinin/polisinin “Ne iş
yapıyorsun?” sorusuna Polat Alemdar’ın, “İnsan ticareti. Buralarda ucuzmuş
adam alıp satmak” şeklinde verdiği ironik cevapla, seyircilerin belleğinde
Kuzey Irak’taki Kürtlerin kendilerini küçük çıkarlar uğruna Amerikalılara
Kültürel öğeler
191
sattıkları mesajı uyarılmaktadır. Kürt askerinin/polisinin “…Yere yatın, arama
yapacağız” demesi üzerine çıkan çatışmada, Kürt askerleri öldürülür. Burada,
Türk devletinin kırmızı çizgilerinden biri kabul edilen “Kuzey Irak’ta bir Kürt
devletinin kurulması” sorunsalına dolaylı olarak göndermede bulunulmuş ve
böyle bir oluşumun gerçekleşmesi durumunda “gereğinin yapılacağı” mesajı
verilmiştir. Nitekim, kendilerini karakola götürmek isteyen Peşmergelere
Polat Alemdar’ın vurgulu ve imalı bir şekilde “Hangi karakola, hangi ülkenin
karakoluna davet ediyorsunuz?” diye sorması, Peşmergeli komutanın “Irak
Kürdistanı” diye karşılık vermesi üzerine “Ben sizi tanımıyorum! Buranın
sahibi gelsin beni alsın!” demesi, bu düşünceyi doğrular nitelikteki siyasal
içerikli mesajlardır.
Polat Alemdar ve adamları Türk askerlerinin başına çuval geçiren adamın,
Sam Wiliam Marshall’ın, peşindedir. Marshall’a kısa yoldan ulaşmak, onu
ayaklarına getirtmek için çoğunlukla Amerikalıların ve diğer yabancı misyon
şeflerinin kaldıkları otelin taşıyıcı kolonlarına bomba yerleştirirler. Polat
Alemdar, otel sahibinden Marshall’ı bulmasını ister. Otel sahibi gereğini
yerine getirmek üzere Marshall’ı arayarak, bir sorun olduğunu ve mutlaka
otele gelmesi gerektiğini söyler. Gelme konusunda isteksiz olduğunu anlayan
Polat Alemdar, telefonu eline alır ve Marshall’a, gelmediği taktirde oteli
havaya uçuracağını söyler.
Aşağıdaki diyalogda da görüleceği üzere Polat Alemdar’ın asıl amacı,
Türk askerlerine bu utancı yaşatan Marshall ve adamlarına aynı utancı
yaşatmak, bir anlamda kısasa kısas kuralını uygulamak ve bu şekilde, yıkılmış
olan onuru yeniden inşa etmektir. Bu amaç ve niyet Sam Wiliam Marshall’ın,
“Amacın ne? Oteli havaya uçurmak istiyorsan uçur... Benden alabileceğin bir
şey yok” şeklindeki sözlerine, “Senden almak istediğim bir şey yok. Ama,
senin bana verebileceğin bir şey var. Bu çuvalı kafana geçireceğim. Aynını
adamlarına da yapacağım. Hep birlikte başınızda çuvallarla otelden
çıkacaksınız! Gazeteciler resminizi çekecekler... Bu kadarını bana
verebilirsin, değil mi?” sözleriyle verilen karşılıkta ifadesini bulur. Marshall
ve adamlarının başlarında çuvallarla otelden dışarı çıkarılmaları ve bu
durumun gazeteciler tarafından görüntülenmesiyle, Türk ve dünya kamuoyu
önünde yıkılmış olan onurun kurtarıldığı, medya aracılığıyla dünya-aleme ilan
edilmiş olacaktır. Polat Alemdar’ın “Ben de bunun karşılığında sana Grand
Harilton Oteli vereceğim ve çekip gideceğim.” şeklindeki sözleri ilk bakışta,
amaçlarının bununla sınırlı olduğunu, başka bir niyet taşımadıklarını ifade
etmeye yönelik sözler gibi gözükse de bu ifadelerin yan anlamları olduğu
192
Ayhan Selçuk
ortadadır. Çünkü, Grand Harilton Oteli sıradan bir otel olmaktan çok,
kapitalizmi,
Amerikan
sermayesini
sembolize
edecek
şekilde
konumlandırılmıştır. Otel sahibinin, Marshall’ı çağırmaması durumunda oteli
havaya uçuracağını ima eden Polat Alemdar’a “Bay Marshall’ın otelimizle
hiçbir ilgisi yok” demesi üzerine, Polat Alemdar’ın “Maaşını siz ödemiyor
musunuz. Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi? “
diyerek karşılık vermesi, Marshall’ın, “…şimdi kes sesini ve tak şunu”
diyerek suratına çuval fırlatan Polat Alemdar’a sinirlenip “… Hadi yap. Sen
benim Kabe’mi patlat, ben de seninkini” demesi, bu konumlandırmayı açıkça
ortaya koymaktadır. ABD’li komutanın kapitalizmin sembolü olan oteli
“Kabe” olarak nitelemesi ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen bir mekanla
özdeşleştirmesi, Amerikan kapitalizmi için en önemli kutsalın sermaye
olduğunu göstermektedir.
Gerek söz konusu diyaloglar, gerekse aşağıdaki repliklerle Türk ve
Amerikan tarafının olaylara bakış açılarındaki farklılığa dikkat çekilmektedir.
S.W. Marshall’ın Polat Alemdar’a hitaben söylediği “… Tamam, bak Türk.
Türkleri çok iyi tanırım, Övünmeyi seversiniz. Sizin kendi kurallarınız, kendi
kırmızı çizgileriniz vardır. Değişmez Irak politikalarınız vardır. … Kırmızı
çizgilerinizi çoktan sildik. Irak politikanızın içine ettik. Sizi anlamıyorum.
Yani buna alınmadınız da, başınıza geçirilen iki çuvala mı alındınız. Neye
alındığınızı söyleyeyim. Birleşik devletler son 50 yıldır size para ödüyor.
Donunuzun lastiğini bile biz gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz?
Para diyorsunuz, yolluyoruz. Silah istiyoruz dediniz gönderdik. Savaşmayı
kabul ettiniz. Ama askerlerinizi göndermeden pazarlığa kalktınız ve sonra
yine para istediniz. Nasıl unutursunuz komünistlerden sizi kurtarmamız için
yalvardığınızı. Niye alındığınızı söyleyeyim! Çünkü artık size ihtiyacımız
yok.” Şeklindeki, Türk seyircileri rahatsız edecek türden sözleri ve buna
karşılık Polat Alemdar’ın, “Ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da
asker de değilim. Aynen senin dediğin gibi, ben Türküm. Ve bir Türkün
kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım! Şimdi kes sesini
0ve tak şunu (Çuvalı Marshall’ın yüzüne atıyor)” diyerek, daha çok kabadayı
kültüründe egemen olan bir söylemle, Amerikalıya “haddini bildirmesi”,
Türklerin bakış açılarında duygusallığın, Amerikalılarınkinde ise olayların
ekonomik ve siyasal boyutunun öne çıktığını vurgulayan önemli repliklerdir.
Bu bağlamda, Türklerin kültürel değerlerini, duygusal/zayıf yönünü iyi
bilen Marshall’ın eylemlerinde/politikalarında duygusallığa yer yoktur, işler
tesadüflere bırakılmaz. Otele gelirken bomba imha ekiplerinin yanı sıra,
Kültürel öğeler
193
herhangi bir aksilik olması durumunda devreye sokulmak üzere otuz kişilik
çocuk korosunun da beraberinde getirildiği ve başka bir salonda bekletildiği
sonradan anlaşılacaktır. Polat Alemdar’ın bombayı patlatmak için eline
kumandayı alması üzerine Marshall, “Ben senin hassas noktanı biliyorum”
diyecek ve baş hareketiyle çocukların salona girmesini sağlayarak Polat
Alemdar’dan önce bombayı patlatacaktır. Polat Alemdar’ın “Sen aşşağılık bir
adamsın...” sözüne karşılık olarak söylediği “Hayır, çocukları severim. …
Çünkü korkusuzlar. Benim gibi onlar da ölmekten korkmuyorlar. Ama ne
yazık ki, büyüdüklerinde korkuyorlar, tüm günahkarlar gibi.” şeklindeki
ifadeler çocukların durumunu betimlemekten çok, kendisinin günahsız,
dolayısıyla korkusuz olduğunu belirten bir işlevselliğe sahip. Burada ayrıca,
Türklerin olağan üstü durumlarda bile şefkat ve duygusallığı bırakmadıkları
ve bu yüzden rakiplerine koz verebildikleri, Amerikalıların ise acımasız,
pragmatik ve çıkarları için birçok masumu feda edebilecek tarzda
davrandıkları düşüncesi yinelenmektedir. Olaylara yaklaşım tarzındaki bu
farklılık aşağıdaki tabloda daha da belirginleşecektir:
Sam Wiliam Marshall, arkasına Hz.İsa’nın ‘Son Akşam yemeği’
tablosunu asacak kadar dindar olmanın ötesinde, amaçlarını gerçekleştirmek
için her türlü vahşeti “mübah sayan”, kökten dinci bir Hıristiyan portresi
çizmektedir. Marshall’ın bu özelliği, Polat Alemdar’ın çocukları kastederek
“… Ben onları öldürmem. Ben bunları kullanmam. Bunu yapSam Wiliam
Marshall ikimizin arasında ne fark kalırdı ki” sözlerine karşılık söylemiş
olduğu, iki kültürü karşılaştıran, “Seninle benim aramdaki farkı söyleyeyim.
Sen on bir adamını bile feda edemezsin. Bu yüzden oturup ülkenin yok
oluşunu izlersin. Oysa ben gerekirse on bir bin adamımı feda ederim. Sen
duyguların yüzünden otuz çocuğa kıyamazsın. Oysa ben ulvi duygular için
onları tek tek öldürürüm. Barışı bozacak herkesi öldürürüm.” şeklindeki
ifadelerine yansıtılmıştır.
Kendisini günahlardan arınmış “barış havarisi” olarak konumlandıran
Marshall, tesadüfen orada olmadığını, barışı sağlamak için Tanrı tarafından
görevlendirildiğini ve Tanrı’nın çocuğu olduğunu söyleyecek kadar “işi ileri
götürür”. Polat Alemdar’ın ‘Sen Tanrı’nın çocuğuysan, ben de Tanrı’nın
kendisiyim’ anlamına gelen kabadayı kültürüne özgü, hamaset kokan cevabı
gecikmeyecektir: “Benim senin gibi bir çocuğum yok...” Burada, çoğunlukla
ataerkil aile yapısına sahip olan Türklerde, babaya isyan eden çocukların
evlatlıktan çıkarılması anlayışına gönderme yapıldığından söz edilebilir.
194
Ayhan Selçuk
Planları alt-üst olan Polat Alemdar, eline bomba kumanda aletini alır ve
“Şimdi gidiyorum, nasılsa yine karşılaşacağız.” diyerek iki adamıyla birlikte
oteli terk eder. Bu arada üçüncü adamı Erhan, tedirgin bir şekilde onları
beklemektedir: Metafizik bir gerilim içinde olduğu gözlenen Erhan’ın
tedirginliği, “Allah’ım bir problem çıkmasın. Allah’ım bir an evvel gelsinler.
Allah’ım Abdulhey yanlış sandalyeye oturmasın. (Altına bomba yerleştirilen
ve Marshall’ın oturtulduğu sandalye kastediliyor.) Allah’ım beni buralarda bir
başıma bırakma” şeklindeki dualarına yansıtılmıştır. Erhan’ın bu söz ve
davranışları, Türk kültüründe darda kalan insanların Tanrı’ya sığınışlarını
gösteren tipik bir örnek olarak değerlendirilebilir.
Düğünde vahşet: Saldırgan ve saygısız kültür
Her toplumun gündelik yaşamın pratiklerini biçimlendiren kendine özgü
gelenek ve görenekleri, adetleri vardır. Gelenek ve göreneklerin, töre veya
ritüellerin en belirgin olarak gözlemlendiği alanlardan birisi de kuşkusuz
düğünlerdir. Kurtlar Vadisi Irak filminde sunulan düğün öncesi hazırlık ve
düğüne ilişkin öteki görüntülerde de durum farklı değildir. İzleyici ilk önce
evin avlusunda misafirlere yemek hazırlayan kadınların görüntüsüyle
karşılaşır. Geleneksel düğün yemeği için kazanlar kurulmuş, yaşlıca iki kadın
kazanları karıştırırken, bir diğeri kazanın altına odun atmaktadır. Daha genç
görünümlü iki bayan, üzerinde irili ufaklı bakır kapların, sürahilerin ve bol
miktarda salata malzemesi bulunan uzunca bir masanın başında ayakta salata
yaparken, bir başkası elindeki tencere ile erkeklerin kurmaya çalıştığı sedir
şeklindeki yer sofrasına doğru yönelmiştir. Yemek yenilecek yerin belli bir
bölümünün asılan kilimlerle kapatılmış olması, yemeğin haremlik selamlık
şeklinde yenileceğine işaret eden görüntülerdir. Bütün bu görüntülerin yanı
sıra damadın alnına kurban kanı sürülmesi ve köy meydanında tıraş olması,
Anadolu insanının pek de yabancısı olmadığı sahneler olarak nitelenebilir.
Köy berberinin damadın suratını sabunlarken söylediği, “Berberlik erkekliktir.
Kadın da sakaldır. Sakal ne kadar sert olursa olsun fırça bütün sertlikleri alır.
Önce
sakalı
bir
güzel
yumuşatacaksın,
yumuşatacaksın,
yuumuşatacaksınnn...” şeklindeki sözleri, kadın ve erkeğin berberlik mesleği
özelinde konumlandırılışını ifade eden tipik bir yaklaşımı sergilemektedir.
Düğün, öksüz olduğu için Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki tarafından
büyütüldüğü sonradan anlaşılacak olan Leyla ile hatırlı bir ailenin oğlu olan
Ali isimli bir gencin düğünüdür. Leyla, müstakbel eşi ve birkaç yakınıyla
birlikte şeyhin önünde diz üstü oturmaktadır. Bu sahnede düğün öncesi dini
Kültürel öğeler
195
nikah töreni yapıldığı izlenimi verilmektedir. Kucağındaki çocuğa hediye
verip, başından öpen ve sırtını pışpışlayarak dışarı gönderen şeyh, daha ilk
görüntüde müşfik bir insan portresi çizer. Kerkuki’nin Leyla’ya söylediği
“Benliğimizi yenene, ona söz geçirene kadar esir kalırız” şeklindeki sözler,
Türk tasavvuf geleneğinden izler taşımaktadır. Bu ifade ile bireylerin
duygularının ve egolarının esiri olduğu, duygularına gem vurabildiği,
egolarını dizginleyebildiği ölçüde özgür sayılabilecekleri vurgusu yapılır.
Kerkuki’nin “Kızım Leyla, hür olana kadar bunu asla çıkarma” diyerek
Leyla’nın burnuna hızma takması ise benlik duygusuna egemen olmayı
başarıncaya dek hızmayı çıkarmaması gerektiğini telkin eden yöresel bir
gelenek olarak dikkat çekmektedir. Anadolu’daki “geline kına yakarlar,
kocasına kurban olsun diye” anlayışını çağrıştıran bu ritüelin, söz konusu
toplumlarda kadının erkekler karşısındaki konumuna, evli olduğu ve yaşadığı
sürece bir anlamda kocasının kulu-kölesi olduğu düşüncesine işaret ettiği de
söylenebilir.
Leyla’nın manevi babası konumundaki Abdurrahman Halis Kerkuki,
bütün toplum kesimleri tarafından sevilip sayılan, sözü dinlenen bir insan
olmasının yanı sıra, uzlaştırıcı kişiliği ve radikalizmden uzak tavırlarıyla öne
çıkarılan bir tarikat şeyhini temsil etmektedir. Kerkuki’nin bu özelliği, bir süre
sonra, “böl-parçala-yönet” politikasıyla hareket eden Amerikalı komutan
Marshall’ı rahatsız etmeye başlayacaktır. Sohbet ettiği Kürt lidere, “Artık bu
şeyhten çok sıkıldım. Türkmenler onun yanına koşuyor, Araplar onun yanına
koşuyor, en yakın adamları kim? Kürtler ! Kim bu adam Allah aşkına?”
diyerek duyduğu rahatsızlığı dile getiren Marshall, amaçlarını gerçekleştirme
konusunda ciddi bir engel olarak gördüğü şeyhi tutuklamaya karar verir. Kürt
lider, Marshall’la işbirliği içinde olmasına rağmen, onun bu kararına, “Ben bu
işin bir parçası olamam efendim. (…) ben asla ona silah doğrultamam”
diyerek direniş gösterir. Gerek Kürt liderin takındığı bu tavır ve kullandığı
ifadeler, gerekse Marshall’ın söyledikleri, tarikat şeyhinin o yöredeki insanlar
açısından ne şekilde konumlandırıldığını ortaya koyan göstergelerdir.
Damadın duvağı açmadan önce geline bir hançer hediye ederek, “Bundan
sonra bu senindir” demesi, verilen hediyenin kuşaktan kuşağa aktarılan
önemli bir sembol olduğunun ip uçlarını veriyor. Bin yıllık olduğu söylenen
hançer, Haçlı Seferlerine karşı koyan ünlü komutan Selahattin Eyyubi’ye
aittir. Hediyeyi “çok güzel” bulan Leyla’ya müstakbel eşi, hançerin bu
özelliğini ve kendisine verme nedenini “Ata yadigarıdır, çok kıymetlidir.
Selahattin Eyyubi’den bugüne soyumun erkekleri bu hançeri eşlerine verdiler,
196
Ayhan Selçuk
soyumuzu, namusumuzu korusunlar diye” söyleriyle açıklar. Filmin sonunda
ABD’li komutan Marshall’ın Haçlı Seferlerini durduran Selahattin Eyyubi’nin
hançeriyle öldürülmesi, Irak işgalinin yeni bir Haçlı Seferi olduğunu ima
etmeye yönelik bilinçli bir tercih gibi gözüküyor.
Kutsal bir emanet olarak gördüğü hançeri öperek başına götüren Leyla,
görevinin bilincindedir ve bu yüzden, “Evladının emaneti bendedir”
diyecektir. Eşinin alnından öpen damat da aynı sözü tekrarlar. Adeta, emaneti
sahibine teslim etme konusunda ant içmişlerdir. Hançerin öpülerek alna
götürülmesi, hançere verilen değere, yüklenen sembolik anlama işaret eder.
Gerek Leyla’nın bu tavrı, gerekse bundan hoşnut olan damadın müstakbel
eşini alnından öpmesi, Türk toplumunda da özellikle kırsal kesimde
görülebilecek türden, tipik davranış biçimleri olarak değerlendirilebilir.
Gelin odasında arkadaşlarıyla sohbet eden Leyla, eşinin verdiği hançeri
arkadaşlarına gösterir. Arkadaşlarının hayret ve şaşkınlık ifade eden bir ses
tonuyla “Aaa bu gerçek mi?” demeleri üzerine Leyla, “Tabi. Bin yıllık bu!”
diyerek hediyesinin değerine işaret eder. Leyla’nın arkadaşlarından birinin,
“Erkekler ne zamandan beri kadınlara gerçek hediyeler veriyor” sözü, o
yörede yaşayan kadınların kendilerini erkekler karşısında ne şekilde
konumlandırdıklarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda o bölgede egemen
olan sosyal bir gerçekliğe de dikkat çekiyor. Yani, yukarıda da işaret edilmeye
çalışıldığı gibi, kadınların söz konusu toplumlarda genellikle ikincil konumda
kalışları vurgulanıyor.
Düğünde davullu zurnalı halay çekilmesi, kadınların evin damından,
aşağıda oynayan erkekleri izlemeleri, konuklara şerbet ikram edilmesi gibi
sahneler, o yöredeki düğün geleneğinin Anadolu düğünleriyle önemli ölçüde
benzeştiğini göstermektedir.
Düğün yerine Leyla’nın akrabası olduğu anlaşılan ve bindiği arabadan
varlıklı bir aşiret ağası olduğu izlenimi veren yaşlı bir adamın gelmesi üzerine
ortalık hareketlenir. Babasıyla birlikte misafiri karşılayan damadın,
selamlaşmadan (selamünaleyküm–aleykümselam) sonra yaşlı adamın elini
öpmesi, yaşlı adamın “Nasılsın damat?” sözüne damadın, “İyiyim, siz
nasılsınız?” deme yerine, eğilerek “Şeref verdiniz, hoş geldiniz!” şeklinde
karşılık vermesi, o yöredeki genç-yaşlı iletişiminin nasıl şekillendiğini
gösterdiği gibi, yaşa ve güce dayanan bir kültürel saygı hiyerarşisini de
anlatıyor. Buradan gençlerin, kendilerine hal hatır soran büyüklere, “İyiyim,
siz nasılsınız?” diye cevap vermesinin o bölgedeki insanlar açısından uygun
bir davranış biçimi olmadığı anlaşılmaktadır.
Kültürel öğeler
197
Damadın babasının dolaylı da olsa dünürüne, “Ya Ebu Talip, oğlum,
oğlundur dedim, sen hâlâ damat diyorsun” şeklindeki sitemine, gelinin
akrabasının “Ben bugün kız tarafıyım. Senin oğlun benim oğlumdur. Ama
lakin, Leyla da benim has kızımdır” diyerek karşılık vermesi, bir ölçüde
Anadolu’daki, “eti senin, kemiği benim” anlayışını anımsatan tipik kültürel
ilişki biçimini göstermektedir. Damadın babasının dünürüne, “ben sana damat
değil, oğul veriyorum” anlamına gelebilecek sözler söylemesi de bu kültürel
ilişki biçimini, yakınlık ve güven düzleminde pekiştirmektedir.
Sam Wiliam Marshall Wiliam Marshall, planını gerçekleştirmek üzere
bölgedeki herkesin bir araya geldiği bu düğünü basmayı düşünmektedir ve
bunun için fırsat kollamaktadır. Marshall ve adamları düğünlerde silah
atmanın yaygın bir gelenek olduğunu bildikleri halde, bunu arama yapmak
için bahane olarak kullanırlar. Silahların havaya sıkılmasıyla, sabırsızlıkla
beklenen an gelir ve ABD askerleri düğünü basarlar. Tamamı sivil olmak
üzere onlarca kişiyi katleden Amerikan askerleri, çok sayıda masum insanı da
terörist oldukları gerekçesiyle tutuklarlar. Katledilenlerden birisi de Leyla’nın
müstakbel eşidir.
Havaya kutlama ateşi atma şeklinde sergilenen ve normalde saygıyla
karşılanması gereken kültürel bir davranış biçimine, “işgalci kültürün
temsilcileri” tarafından bilinçli olarak farklı bir anlam yüklenilmiş ve bu
şekilde, düğün evini basmaları için kendilerince meşru bir zemin
oluşturulmuştur.
İslam kültüründe intihar ve terörizm
Yüreği yanan Leyla, eşinin intikamını almak için, canlı bomba olup
intihar eylemi düzenlemek düşüncesiyle Şeyh Kerkuki’den izin ister. “Benim
böyle bir şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün” diyen Kerkuki, “…Bu
kapıyı bilen böyle bir şeyi nasıl ister. İslam'ı anlayan, böyle bir hırsa nasıl
kapılır?” diye ekleyerek Leyla’nın bu isteği karşısındaki şaşkınlığını ifade
eder. İntihar eylemini iki açıdan “Allah’a isyan” olarak değerlendiren şeyh, bu
düşüncesini şu ifadelerle temellendirir: “Leyla kızım, canlı bomba olmak
Allah’a bir değil de iki büyük isyan demektir. Birincisi Allah’tan umudu
keserek kendi canına kıyman. İkincisi de düşmanınla beraber masum kişilere
de kıymayı göze alman. Leyla, canlı bomba olduğun zaman kaç masumun
öleceğini bilebilir misin? Bilemezsin. Onu bilemediğin için de gerçekte şu
veya bu kadar masumu değil, aslında bütün insanlığı öldürmüş gibi olursun...”
Kerkuki’nin bu sözleriyle İslam dinini doğru anlayanların böyle bir şey
198
Ayhan Selçuk
yapmayacaklarına, dolayısıyla bu tür eylemleri yapanların İslam’ı
anlamadıklarına vurgu yapılır ve intihar eylemine “cevaz veren” radikal
gruplar, “Müslümanlara bu fikri aşılayanlar ve onlardan intihar komandosu
devşirenler Hasan Sabbah fitnesini hortlatanlardır. Bu bir kıyamet alametidir
ve bil ki, şeytan işidir” denilerek eleştirilir. Benzer vurgu ve eleştiriler,
Kerkuki’nin rehin aldıkları yabancı bir gazetecinin “kellesini kesmek” üzere
olan direnişçilere karşı söylediği, “Kime özeniyorsunuz? Zalimlere çalışan
kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberin yapmadığını siz kimden
öğrendiniz?” ifadelerinde de görülmektedir.
Müslümanların aciz ve zayıf oluşlarını birlik içerisinde olamayışlarına
bağlayan Kerkuki, intihar eylemlerinin bu acizliği ve zaafiyeti artıracağını
düşünür. Düşmanların da bu eylemlerin artmasını istediklerini, hatta
Müslümanları dünya kamuoyunda kötü göstermek için bu tür eylemleri belki
de onların düzenlediğini belirtir. Birlik ve beraberlik çağrısı yapan
Kerkuki’nin “Dua edelim, gayret edelim, bir olalım, hür olalım!” şeklindeki
ifadeleri, Hacı Bektaşi Veli’nin “Bir olalım, diri olalım, iri olalım!”
özdeyişinin değişik bir versiyonu gibidir.
Kerkuki’deki, daha çok içe dönük olduğu gözlenen bu eleştiri kültürü,
dualarına da yansıtılmıştır. Irak’ta olup bitenlerden kendilerini sorumlu tutan
Kerkuki, “…Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz
ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için,
düşman da şimdi bize zulmediyor. Bizler gafil olduk, günahkâr olduk,
mahkum olduk, mağlup olduk” sözleriyle öz eleştiride bulunur. Burada, Irak
özelindeki bölünmüş parçalanmışlığa dikkat çekildiği gibi, diğer Müslüman
toplumlara da gönderme yapıldığı düşünülebilir. “… Bize barış dini İslam'ı
getiren kutlu Peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman
titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma” şeklinde dile
getirilen ifadelerde bir taraftan Tanrı’ya sığınma ve yakarış gözlenirken, diğer
taraftan İslam dininin barış dini olduğuna, dolayısıyla Hz. Muhammed’in
zorunlu bir durum olmadıkça savaşmadığına ve savaşmak zorunda kaldığında
uyguladığı ilkelere dikkat çekilir. Söz konusu ifadelerle dolaylı olarak, masum
insanların ölmesinin/ yaralanmasının kaçınılmaz olduğu canlı bomba eylemi
ve “kılıçla kelle keserek” tam bir vahşet görüntüsünün sergilendiği rehine
eylemlerinin yanlışlığına tekrar vurgu yapılır ve bu eğilimde olanlara
“peygamberin yapmadığını yapmayın, savaşmanız durumunda onun sadık
kaldığı ilkelerden ayrılmayın” çağrısı yinelenir.
Kültürel öğeler
199
Sam Wiliam Marshall ve Hıristiyan yayılmacı kültür
Sam Wiliam Marshall, daha önce de ifade edildiği gibi, kendisinin Tanrı
tarafından görevlendirildiğini iddia eden, yaşamını “Tanrı’nın krallığını inşa
etmeye” adamış ve bu nedenle “vaat edilmiş topraklara” kavuşuncaya,
hedeflerine ulaşıncaya kadar yaşlı, kadın, çoluk-çocuk demeden önüne geleni
yok etmekte sakınca görmeyen, fundamentalist bir Hıristiyan’ı
canlandırmaktadır. Mum yakıp, İsa ikonu önünde dua eden Marshall’ın
söylediği, “Efendim, bazen isyan ediyorum, “neden beni yanında
istemiyorsun” diye. Ama anlıyorum ki, sana karşı vazifelerim bitmedi.”
şeklindeki ifadelerle, Marshall’ın şahsında Amerikanın, bölgede “yapması
gereken” daha çok işi olduğu mesajı veriliyor. “Bu fedakarlıklar hep görev
aşkıyla yapılıyor. İsa efendimizi ve dünya barışını korumak için” şeklindeki,
yapılanlara dinsel ve barışçıl bir boyut kazandırmaya dönük sözler, ABD
Başkanı Bush’un 11 Eylül olaylarının ardından, “dünya barışını koruma”
adına söylemiş olduğu, (sonra güya geri aldığı) Haçlı Seferi anlamına gelen
“Crusade” sözünü anımsatmaktadır. Amerikanın Irak’ı işgalinde de aynı
gerekçe söz konusudur: “Demokrasi ve barış”. Bu dünyanın Tanrı’ya
sadakatini ispatlayacak işler yapması için yaratılmış olduğunu söyleyen
Marshall, “Sen yeryüzüne dönmeden önce, kutsal kitapta vaat ettiğin Babil
hesaplaşmasını tamamlamamı sağla” diyerek Tanrı’dan yardım dilerken aynı
zamanda gerçek amacını ve hedefini de ortaya koyar: Vaat edilmiş topraklar
olarak görülen, içinde Babil5 kentinin de bulunduğu Mezopotamya’yı (petrol
bölgesini) ele geçirmek. Marshall’ın dini fanatizminin hangi boyutlarda
olduğunu yansıtan aşağıdaki ifadeler, aynı zamanda kan ve vahşet üzerine
kurulan Amerikan emperyalizminin Hıristiyan inancıyla bütünleştirilerek
meşrulaştırılmaya çalışıldığını gösteren oldukça çarpıcı sözlerdir:
Gelecek nesiller Tanrı'nın krallığını inşa edecek kahramanlara
minnettarlığını sunarken, dualarında beni anmaları, benim için ne
büyük bir şereftir. Aziz Petrus Roma'yı terk ettiğinde sen yüce
efendimiz ona Quo Vadis demiştin. ‘Nereye gidiyorsun?’ Burası Babil,
benim vatanım. Bana nereye gidiyorsun demeyeceksin, sana söz
veriyorum. Ben bu topraklarda öleceğim... Kanım bu topraklarda
5
Babil/Babylonia, adını aldığı Babylon Kenti etrafında, Mezopotamya’da kurulmuş
olan kadim bir imparatorluktur. Babil’in merkezi bugünkü Irak’ın El Hilla Kasabası
üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil(ya) Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesinin
güneyinde bulunan Babil köyünde kurulmuştur. (bkz. http://tr.wikipedia.org
/wiki/Babil#Etimoloji)
200
Ayhan Selçuk
akacak. Kanım vaat edilmiş zamana kadar, yani sen dönene kadar, yani
vaat edilmiş topraklar bizim olana dek akacak…Vaat edilmiş topraklar
bizim olduğunda barış gelecek. Ve barışı sağlayan Tanrı'nın çocuğu
olacak!
Söylemde, yürütülen “kutsal savaşın”, göğe çıktığına ve zamanı gelince
döneceğine inanılan İsa-Mesih yeryüzüne ininceye, vaat edilmiş topraklar
elde edilinceye kadar süreceğine işaret edilir ki, bu sözler ABD başkanı
George Bush’un “terörle mücadelemiz binlerce yıl sürebilir” şeklindeki
beyanatıyla birebir örtüşmektedir. Dolayısıyla “...Kanım vaat edilmiş zamana
kadar, yani sen dönene kadar, yani vaat edilmiş topraklar bizim olana dek
akacak” sözü, yayılmacı bir kültürün varlığını ve bu kültürün kan dökmeyi
normal gördüğünü anlatmaktadır. Bu kültürde, vaat edilen toraklarda yaşayan
insanların insan olarak değeri ve varlığının hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla,
emperyalist bir ticari kültür, Hz. İsa’ya dayanan bir dini kültürle, kendini haklı
çıkarmaya çalışmaktadır.
Cennete sahip çıkma polemiği
Bombalı suikast sonrasında yaralanan Sam Wiliam Marshall, Yahudi
doktorla sohbet etmektedir. Gary Busey’in oynadığı doktor tiplemesi,
hapishane hastanesinde görevli, uluslararası organ ticareti yapan bir Yahudi’yi
canlandırmaktadır. Görevi, hastanedeki Iraklıların organlarını çıkartarak
Amerika, İngiltere, İsrail gibi zengin ülkelere pazarlamaktır. Savaşta bedava
organ elde eden bu ticari kültür için, ortamı hazırlayan da ABD ordusudur.
Kendisine suikast düzenlenmesini cüretkarlık ve küstahlık olarak
niteleyen Marshall, direnişçileri kastederek, “Buradaki yaşamlarını
düşününce; cennete gitmek için ölen insanlar var, diğer taraftaki mutlu
yaşama kavuşmak için” sözleriyle İslam’daki “şehitlik” inancına gönderme
yapmaktadır. Ardından söylediği “İsa Mesih’e inanmayıp cennete gitmeyi
düşünenleri, anlamıyorum” ifadeleriyle Hıristiyanların dışında kimsenin
cennete gidemeyeceğini vurgulayan Sam’a, Yahudi doktordan itiraz gelir:
Yani sen gidiyorsun, ben gidemiyorum! Söylediğin şey bu mu?
Doktorun sorusuna “İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı, biz onun
tarafından seçildik. Onun krallığını kurabilmek için” şeklinde politik bir
karşılık veren Marshall, bu sözleriyle bir taraftan Museviliği büsbütün
dışlamadıklarını ifade ederken, diğer yandan kendilerinin Tanrı tarafından
seçilmiş özel bir topluluk olduklarını söyleyerek dinsel fanatizmini
yinelemekten geri durmaz. Sam’ın sözlerine reel-politik açıdan bakıldığında,
Kültürel öğeler
201
Hıristiyan-Yahudi ittifakına vurgu yapıldığı da söylenebilir. ABD’li
komutana, “Ha, buna bir itirazım yok” diye karşılık veren Yahudi Doktorun,
“ama benim halkım Tanrı’yla pazarlık yapabilen tek halktır ve işte bu yüzden
benim bildiğim soyum cenneti kimseye bırakmaz” sözleriyle, Yahudilerin
becerikli ve ikna edici bir kültürel yapıya sahip oldukları hissettirilerek
Musevilik dinler arasında en tepe noktaya yerleştirilir. Kullandığı “benim
halkım”, “tek halk..”, “benim soyum” gibi sözcüklere vurgu yapması, Yahudi
doktorun sadece dinsel bir fanatizm değil, aynı zamanda Yahudileri diğer
halklar arasında önceleyen, ırksal bir fanatizm sergilediğine de işaret eder.
Hapishanede işkence: Vahşi kültürün bir diğer yüzü
Filmde, daha önceden gazete ve televizyon haberleriyle tanık olduğumuz
işkence görüntülerinin, özellikle Abu Ghabraib hapishanesinde yaşanan
insanlık dışı olayların aslına uygun olarak sunulduğu söylenebilir.
Cezaevindeki Iraklıların insanlık onurlarının hiçe sayılarak çırılçıplak
soyulmaları, bu vaziyette üst üste yığılmaları, üzerlerine tazyikli su sıkılması,
vahşi köpeklerle korkutulmaları ve namaz kılan bir tutuklunun tekmelenmesi
gibi görüntüler, Amerikan askerlerinin sergiledikleri vahşetin boyutlarını,
dine, insana ve insanlık değerlerine karşı saygısızlıklarını ortaya koyan son
derece çarpıcı sahnelerdir.
ABD askerlerinin öteki yüzünü bütün çıplaklığıyla yansıtan bu
görüntülerle izleyicilere, başını Amerika Birleşik Devletleri’nin çektiği ve
bütün dünyada propagandası yapılan “insan hakları”, “demokrasi”,
“özgürlük”, “barış”, “empati” ve “karşılıklı anlayış” gibi evrensel değerlerin,
yine en başta Amerika tarafından çiğnendiği mesajı verilmektedir.
Türkmenler, Leyla ve Polat: Dayanışma ve anlayış kültürü
Filmde dikkat çekilen konulardan birisi de kuşkusuz, Irak’taki
Türkmenlerin sahipsiz kalmaları ve içinde bulundukları çaresizliktir. Bu
durum, Türkmen liderin Amerikalıları kastederek, “Dağı Kürtlere, çölü
Araplara, petrolü de kendilerine ayırdılar. Bizimse gidecek yerimiz dahi yok!”
şeklindeki sözleriyle özetlenir.
Türkmen liderden toplantıyla ilgili bilgi alan Polat Alemdar ve
arkadaşları, pazar yerinde ABD’li komutan Marshall’a suikast hazırlarlar,
ancak sıkı güvenlik önlemleri alınmasından dolayı bunu gerçekleştiremezler.
Marshall’ın toplantı binasından çıkacağı sırada, düğünde öldürülen damadın
kardeşi bir intihar eylemi gerçekleştirir. Bu kargaşadan yararlanan Polat ve
202
Ayhan Selçuk
adamları birkaç Amerikalıyı öldürüp oradan uzaklaşırlar, fakat ABD askerleri
peşlerine düşer. Bunu fark eden Leyla, Türk olmadığı halde, ortak
düşmanlarına karşı, Polat ve arkadaşlarını evine alarak onları gizler. Filmin bu
aşamasından sonra gerçekleşen iyiler arasındaki işbirliği ve dayanışma
kültürü, filmin sonuna kadar devam edecektir.
Peşmergeler: Olumlanan ve olumsuzlanan Kürtler
Filmde Kürtlerle ilgili olarak birkaç kültürel değerin sunulduğu
görülmektedir. Polat Alemdar’ın Kuzey Irak girişinde karşılarına çıkan Kürt
askerlerine, “buralarda ucuzmuş, adam alıp satmak” şeklinde imalı sözler
söylemesi, daha sonra görüntüye gelen Kürt liderin, işgal kuvvetlerinin baş
aktörü Sam William Marshall’la “dostluk ve işbirliği” içinde olması, Iraklı
Kürtleri olumsuzlayan örneklerdendir.
Aynı Kürt liderin aralarındaki bu işbirliğine rağmen, Amerikalı komutanın
şeyh Kerkuki’yi tutuklama kararına karşı çıkması ya da çatışma sırasında
yaralanan Memati’nin olup bitenleri kastederek, “Hep bu Kürtlerin yüzünden”
şeklindeki sözüne, gerektiğinde vatan ve Polat için kendini feda eden
Abdulhey’in, “Abi ben de Kürt’üm” diyerek karşılık vermesi üzerine
Memati’nin, “Sen başkasın Abdulhey” demesi, bütün Kürt kökenlilerin aynı
kategoride değerlendirilmemesi gerektiğine işaret eden göstergelerdir.
Şeyh Kerkuki’nin tutuklanması konusunda Kürt liderin takındığı tavır,
Kürtlerin her şeye rağmen, “bizler” gibi kendisine iyilik yapana asla silah
doğrultmayacak kadar vefalı davrandıkları, dolayısıyla çayımızı içtikleri halde
“bizi” esir alan “aşağılık bir kültüre” ait olmadıkları gibi birtakım
çıkarsamalar yapmaya elverişlidir.
Yahudiler: Her zaman her yerde tüccardırlar
Filmin kimi yerlerinde Yahudilerin ticaret kültürünün öne çıkarıldığı
görülmektedir. Uluslararası organ ticareti yapan bir doktorla temsil edilen
Yahudilerin her koşuldan yararlanarak ticaret yaptıkları, ticaret ahlak ve
kültürlerini belirleyenin, insani değerler olmadığı işlenmektedir. Nitekim,
Yahudi doktorun, tutukluların getirildiği kapalı kasa aracı, “havasızlıktan
ölmemeleri için” silahla tarayarak “hava deliği” açan Dante isimli Amerikan
askerine (Ki, Marshall’ın sağ kolu rolündedir), “Bunu bir insan nasıl
yapabilir?”, “Bunlar insan!” diyerek kızmasının ardından, “Eğer hastalarımı
öldürmekten vazgeçmezsen ve ben de organlarımı düzgün alamazsam, inan
bana seni öldürürüm!” diyerek asıl amacını ortaya koyması ve dolaylı olarak,
Kültürel öğeler
203
organları sağlam istediğini belirtmesi, Yahudilerin hemen her şeye ticari
açıdan yaklaştıklarına vurgu yapan çarpıcı repliklerdendir.
Doktora söylettirilen “Benim halkım Tanrı’yla pazarlık yapabilen tek
halktır” ifadesiyle Yahudilerdeki ticaret kültürünün materyal alanla sınırlı
olmadığı, bu özelliklerini teolojik alana da taşıdıkları, Tanrı’yla olan
iletişimlerinde bile “pazarlıkçı bir tavır” sergiledikleri ironisi yapılır.
Sorun ve çözüm kültürü
Polat Alemdar ile Sam W. Marshall’ın sorun anlayışları aracılığıyla iki
ciddi kültürel farklılığın ortaya konulduğu filmde, Amerikan pragmatizmiyle
Anadolu ve Orta Doğu insanının duygusallığı, sürekli çatışma biçiminde
sunulmaktadır. Bu çatışmada, ABD pragmatizmi kötülenmekte ve
değersizleştirilmektedir. Marshall, film boyunca pragmatik kültürel
yaklaşımlar sergilerken, Polat haklar ve duygusal doğrular üzerinden hareket
etmektedir. Polat ve arkadaşları tarafından havaya uçurulacak olan oteldeki
çocuklar karşısında takınılan tavırlar ve söylenen sözler örneğinde olduğu
gibi.
Filmdeki sorun çözüm kültürüne bakıldığında, kötü adam (Marshall) ile
iyi adam (Polat) arasında, olayların sonuçları açısından düşünüldüğünde, çok
fazla fark olmadığı görülür: Kötünün kültürü vahşet, şiddet, savaş, silahlı
çatışma, baskı ve öldürme biçimlerinde kendini göstermektedir. İyinin
kültüründe de kötüyle çatışma ve sorunların çözümünde, “nefsi müdafaa”
bağlamında da olsa, gene kötünün kullandığı yollar ve araçlara başvurulduğu
dikkatlere sunulmaktadır. İçinde çatışma ve gerilim bulunan hemen her filmde
olduğu gibi, burada da kural değişmemiş, kötüler yaptıklarının cezasını
hayatlarıyla ödemişlerdir.
Filmdeki selamlaşma, tanışma ve hitap şekilleri
Her toplumun ya da sosyal grubun söz varlığında, gündelik yaşamın
çeşitli alanlarında kullandığı kendine özgü dilsel davranış kalıpları bulunur.
Bireylerin birisiyle iletişime girerken; selamlaşırken, tanışırken, birisine hitap
ederken ya da bir kimseyle vedalaşırken kullanmış oldukları kalıplaşmış
ifadeler, ait oldukları toplumun veya sosyal grubun yıllar içerisinde üretmiş
olduğu bu tür dilsel yapılardandır (Selçuk, 2005). Lüger’in (1990) “iletişim
rutinleri” olarak betimlediği söz konusu ifade kalıpları, iletişime giren
bireylerin, yaşlarına, cinsiyetlerine, eğitim düzeylerine, birbirleriyle önceden
204
Ayhan Selçuk
tanışıp tanışmamalarına ya da samimiyet derecelerine, sosyal konumlarına ve
yetişmiş oldukları kültürel çevreye göre değişiklikler gösterebilmektedir.
Gerek kültür içi (intracultural), gerekse kültürlerarası (intercultural)
iletişimde bu anlamda bir sorunun yaşanıp yaşanmaması daha çok, tarafların
kültür dünyalarının birbirine benzer ya da farklı oluşlarına bağlıdır.
Aşağıda çözümü verilecek olan Kurtlar Vadisi Irak’a ait bir film karesi, bu
duruma açıklık getirecek niteliktedir.
Filmin sonuna doğru Polat Alemdar ve adamları yanlarına Leyla’yı da
alarak şeyh Abdurrahman Kerkuki ile görüşmek üzere onun yaşadığı köye
giderler. Buluşma yeri köyün camisidir. Kerkuki, henüz görünürlerde yoktur.
Elini-yüzünü yıkamak üzere şadırvana giden Polat Alemdar, abdest almakta
olan yaşlı bir Iraklıyla karşılaşır. Aralarında şu ilginç diyalog yaşanır:
Polat: Selamünaleyküm
Yaşlı Adam: (Uzatarak) Aleykümselaam diyerek, yanına oturan Polat
Alemdar’a, “Nerden?” diye sorar.
Polat: Şehirden
Yaşlı Adam: Maşallah, kimlerdensin?
Polat: Türkiye’den
Yaşlı Adam: Türkiye!,Maşallah.(Bu arada ezan okunmaya başlar) Avrat
öldü yaşlandık.
Polat: Sana bir Türk kızı alalım!
Yaşlı Adam: Şeyh bırakmıyor ki.
Polat (gülümser) Adın ne?
Yaşlı Adam: Adım Peko Hüseyin
Ayrılmak üzere ayağa kalkan yaşlı adam, “Kim ölee, kim kala!” diyerek
Polat’la vedalaşır ve camiye yönelir. Iraklı ihtiyarın öleceği, adeta içine
doğmuş gibidir; camiden içeriye henüz adımını atmıştır ki, caminin minaresi
Amerikan askerleri tarafından havaya uçurulur. Polat kendisini yere atar.
Avlunun dışında bekleyen Polat’ın adamları bir ağızdan, “abii” diye
bağırırlar. Ortam bir anda savaş alanına döner. Arka arkaya gelen füze
saldırılarıyla cami yerle bir edilir. Yaşlı adam camideki diğer insanlarla
birlikte yaşamını yitirir. Polat Alemdar’ın adamlarına, “iyi misiniz” diye
seslenmesi üzerine Memati, “İyiyiz usta” diye karşılık verir. Amerikan
askerleriyle başlayan vuruşma sahneleri, filmin sonuna kadar devam eder.
Burada geçen konuşmalar, diyaloğun başlangıç ve gelişim süreci, Türk
izleyicisinin yabancısı olmadığı, Anadolu’nun herhangi bir köyünde/
Kültürel öğeler
205
kasabasında ya da kentin varoşlarında karşılaşılabilecek türden özellikler
içeriyor. Selamlaşmadan sonra yaşlı adamın, “Nerden?” diye sorması, Polat
Alemdar’ın “şehirden” geldiğini söylemesinin ardından, “Maşallah,
Kimlerdensin?” diye eklemesi, Anadolu köy kültüründe de oldukça sık
rastlanılan tipik bir tanışma biçimidir. Batı toplumlarında benzer bir iletişim
ortamında “Nerelisin/nerdensin?” gibi sorular yöneltilmesi, özellikle de
“…kimlerdensin?” şeklinde soru sorulması, bizdeki anlamda yaygın ve
bilinen bir durum değildir. Jörg Kuglin (1981: 54), Türk ve Alman
toplumunun bazı davranış biçimlerini ele aldığı bir yazısında bu duruma işaret
eder ve başından geçen, Türk kültürüne göre sıradanlığı olan, ancak kendince
ilginç bulduğu bir olayı şöyle anlatır:
Anadolu’da yaptığım bir otobüs seyahati sırasında, arka koltukta
oturan yaşlı bir adam durup dururken, son derece heyecanlı bir şekilde
“Sen nerdensin? diye sordu. Yanımda oturan, dört yıl Federal
Almanya’da işçi olarak çalışmış ve oranın iletişim kurallarını/insan
ilişkilerini belli ölçüde bilen ve bunun üzerine kendisiyle uzunca bir
süre sohbet ettiğim adam, “Niçin soruyorsun?, Bilirsen ne faydan
olacak?” şeklinde bir soruyla müdahale etti. İncinen ve geri çekilen
yaşlı adamın sözü: “Arkadaşlık yapıyoruz işte!” şeklindeydi.
Herhangi bir şeye, kişiye ya da olaya gönderme yapılarak kullanılan
“maşallah” sözcüğü, Türk ve Orta Doğu kültürüne özgü, kullanıldığı bağlama
göre farklı anlamlar (beğeni, şaşırma, eleştiri gibi) yüklenebilen bir
işlevselliğe sahiptir. Dolayısıyla, başka bir dile aktarılması söz konusu
olmayan bu sözcüğün, belli bir kültür coğrafyasının dışında anlaşılması da
olanaklı değildir.
Yine aynı şekilde, yaşlı adamın durduk yerde söylemiş olduğu, “Avrat
öldü yaşlandık” sözüne karşılık Polat’ın, “Sana bir Türk kızı alalım!” diyerek
latife yapması, Türk seyircisinin tebessümle karşılayacağı ve çok da
yadırgamayacağı bir replik olarak değerlendirilebilir, ancak kültürlerarası
iletişim bağlamında düşünüldüğünde bu ifadelerin, batılı sinemaseverler
tarafından -sözcük sözcüğüne çevirisi yapılmış olsa bile- doğru anlaşılıp
anlamlandırılabileceğini söylemek oldukça güçtür. “Sana bir Türk kızı
alalım!” ifadesi, ister “Seni bir Türk kızıyla evlendirelim!” anlamında
söylenilmiş olsun, isterse bazı yörelerimizde yaygın olan başlık geleneğine
(“ver parayı al kızı!”) gönderme yapılarak ifade edilmiş olsun, bunun bir
Alman, Fransız ya da Amerikalı izleyici tarafından doğru anlaşılması normal
koşullarda mümkün değildir. Çünkü bu ifade, yukarıda sözü edilen anlamların
206
Ayhan Selçuk
dışında Türk kültüründeki evlenmeye ilişkin sosyal bir gerçekliğe de işaret
eder. Bir kere, Türk toplumunda evlenecek olan gençler, evliliklerine ilişkin
kararlarını –ister flört sonrası, ister görücü usulüyle olsun- bireysel olarak
vermiş olsalar bile, çoğunlukla evlilikler, anne-babanın ve birinci derecede
yakın akrabaların onayı alındıktan sonra ya da en azından onların bilgisi
dahilinde gerçekleşir. Yani buradaki bireysellik, batılı anlamda bir bireysellik
değildir. Karar aşaması ve kız isteme geleneği başta olmak üzere, eşya/ev
temini, düğün vs. dikkate alındığında Türk toplumunda gençler sanki
evlenmezler, anne-baba ve yakın akrabalar tarafından evlendirilirler. Özellikle
kırsal kesimlerde anne-babaların, hatta yakın akrabaların, evlenme çağına
gelen gençlere “Falan/ın kızı/nı sana alalım!” veya “Filancaların
güzel/hamarat bir kızı varmış, ona bir bakalım!” türünden öneride bulunmaları
az rastlanılır bir durum değildir. Ya da Polat Alemdar’ın Iraklı ihtiyara
söylediği gibi, akrabalık bağı olmayan insanların bile tanıdıkları, nazının
geçtiği birisine “Sana falancayı alalım!” şeklinde teklifte bulunması,
olmayacak bir şey değildir. Bu durum başlık parası uygulaması olmayan
yerler için de geçerlidir. Çünkü buradaki “almak” sözcüğü çoğunlukla başlık
geleneğinden bağımsız olarak, “evlendirmek” (seni falanla evlendirelim!) ya
da “istemek” (Falanı sana isteyelim!) anlamında kullanılan genel bir ifadedir.
Türkçe’deki “kız almak”, “kız vermek” şeklindeki söyleyişler, Türk
toplumundaki evlilik öncesi süreçle ilgili kültürel pratiği ifade eder; erkek
tarafı isteyen/alan taraftır, kız tarafı veren. Batı toplumlarında “kız isteme” ya
da daha geniş şekliyle “kız-alıp-verme” diye bir uygulama olmadığı için, bu
ifadeleri birebir karşılayan sözcüklere de yer verilmez.
Polat’ın, Türk toplumunun bu geleneğinden hareketle söylemiş olduğu,
“Sana bir Türk kızı alalım!” sözüne, Iraklı yaşlı adamın, “Şeyh bırakmıyor
ki!” şeklinde karşılık vermesi, onun evlenme konusunda istekli olduğuna ve
bu isteğini daha önceden şeyhine aktardığına, ancak onun buna izin
vermediğine işaret eder. Müridin şeyhine “bağlılığını” gösteren bu ilginç
durum, aynı zamanda, tarikat şeyhinin yöre halkı ve müritleri üzerindeki
etkinliğini/otoritesini de ortaya koyar.
Amerikan askerlerinin saldırıya geçmesinin ardından kendisini yere atan
Polat Alemdar’ın adamlarının hep bir ağızdan, “abii” diye bağırmaları, bir
süre sonra Polat’ın onlara, “iyi misiniz” diye seslenmesi üzerine Memati’nin
“İyiyiz usta” diye karşılık vermesi, filmin bu bölümünde dikkati çeken ve
kültürlerarası iletişim bağlamında ele alınması gereken hitap şekillerindendir.
Kültürel öğeler
207
Batı dillerinde karşılığı bulunmayan, “abi” ya da sözlük diliyle “ağabey”
sözcüğü, Türk kültüründe büyük erkek kardeş anlamına gelmekle birlikte,
akrabalık bağı olmaksızın, yaşça büyük erkeklere saygı/sevgi ifadesi olarak da
kullanılır. Bu durum, filmin başında üsteğmen Süleyman’ın, kardeşlik bağı
olmamasına rağmen, arkadaşı Polat’a “kardeşim” diye hitap etmesiyle ya da
karakol komutanının askerine “evladım” demesiyle benzerlik gösterir. Polat
Alemdar’a bütün adamları tarafından “abi” diye seslenilmesi, sözcüğün bu
ikinci anlamıyla ilişkilidir. Memati’nin “İyiyiz usta” ifadesinde de benzer bir
durum söz konusudur. Asıl anlamının dışına çıkartılan “usta” sözcüğüne
burada, saygı ifade eden bir anlam, bir işlev yüklenmiştir.
“Abi” kavramı, toplumun bütün katmanları tarafından bir saygı ve sevgi
ifadesi olarak benimsenip yaygın biçimde kullanılmasına rağmen, “usta”
sözcüğü için aynı şey söylenilemez. Bu sözcüğün, buradaki anlamıyla, ancak
belirli toplum kesimlerince kullanıldığı görülür.
Kurtlar Vadisi Irak filminin birçok ülkede izlenildiği, dolayısıyla pek çok
yabancı dile çevrildiği düşünülecek olursa, Polat’ın adamlarının hep bir
0ağızdan “abii” diye bağırmalarının, ya da filmin çeşitli yerlerinde değişik
bağlamlarda kullanılan “abi” sözcüğünün örneğin; Erhan’ın bir tanıştırma
sahnesinde Iraklı Türkmen lidere hitaben söylediği “Hasan abi, bu Polat
abim” ifadesinin, yine aynı şekilde “iyiyiz usta” vb. kültürel boyutu olan öteki
sözlerin, filmin İngilizce, Almanca ve diğer batı dillerindeki versiyonlarında
ne şekilde karşılandığını araştırmak, başka bir çalışmayı gerektirir.
Önemli bir kültür ögesi olarak müzik
Müzik, bir ulusun, insan topluluğunun ya da bireyin duygu ve
düşüncelerinin, özlemlerinin, acı veya sevinçlerinin, tutkularının notalar ve
sesler aracılığıyla etkili bir biçimde dile getirilmesi olarak tanımlanabilir.
Erdoğan ve Solmaz (2005: 48) müzik kavramını “…seslerin belli
amaçlara göre ilişkide ve iletişimde bulunmayı gerçekleştirecek bir birlik
sağlamak için ritimsel, melodik ve/veya armonik olarak birleştirilmesidir”
şeklinde açıklarken, müziğin kültürel boyutunu öne çıkartan Alan P. Merriam
(1964: 27’den aktaran; Erol, 2003), “müzik, kültürel olarak anlam yüklü
sesler içinde kalıplaşan bir etkinlikler, düşünceler ve nesneler bütünüdür”
demektedir.
Toplumların ortak duygu, düşünüş, ideal ve anlayış tarzlarının
şekillenmesinde, geçmişin günümüze, yaşanılan zamanın geleceğe
aktarılmasında en etkili araçlardan birisi de kuşkusuz müziktir. Dolayısıyla,
208
Ayhan Selçuk
öncelikli amacı insanları etkilemek ve bilinç yönetimini gerçekleştirmek olan
sinema sektörünün böylesine etkili bir araçtan yararlanmaması düşünülemez.
Filmlerde müzik kullanımının sinemanın başlangıcından itibaren görüldüğüne
dikkat çeken Erdoğan ve Solmaz (2005:47), “müzik olmayan filme rastlamak
çok zordur” diyerek müziğin sinemadaki yeri ve önemine işaret ederler.
Kurtlar Vadisi Irak filminde de bu güçlü araçtan önemli ölçüde
yararlanıldığı görülmektedir. Filmde düzenlemesini Gökhan Kırdar’ın yaptığı,
çoğunluğu sözsüz olmak üzere on dokuz çeşit müzik parçasına yer verilmiştir.
Bunların filmin konusuyla ve verilmek istenen mesajlarla büyük ölçüde
örtüştüğü, dolayısıyla filmin izleyici üzerindeki etkisini önemli ölçüde
artırdığı söylenebilir. 6
Özellikle filmin sonunda Leyla’nın ölmesiyle söylenen ağıt (Candamı
Gurban) ve ardından Polat’ın Leyla’nın gözlerini kapatırken avucuna düşen
hızma görüntüsünün zumlanmasıyla başlayan, Kerkük yöresine ait “Altın
Hızma Mülayim” 7 türküsü, bu duygu ve mesaj yoğunluğunu doruğa çıkaran
parçalar olmuşlardır.
Gerek ağıt, gerekse diğer müzik parçaları, özellikle de “Altın Hızma
Mülayim” türküsü, filmde müzik kültüründen ne ölçüde yararlanıldığının
göstergeleridir.
SONUÇ
Sanat dalları arasında görsel olanların, özellikle de sinemanın, toplumların
kültürel değerlerini ve kültürlerarası ilişkilerini yansıtmada özel bir yeri ve
önemi vardır. Çünkü sinema, göze ve kulağa hitap etmenin yanı sıra, çeşitli
teknolojik aygıtlardan yararlanarak (ses efektleri ve müzik gibi) verilmek
istenen mesajları, çok daha etkili bir biçimde sunma gibi bir ayrıcalığa da
6
7
Söz konusu film müzikleri şunlardır: Altın Hızma/ 4 Temmuz/ KurtlarVadisi
”Orientmix”/ Düğün Evi/Hoyrat “Candamı Gurban”/Halebi ve Bedre
Halayı/Feryat/Cendere“Orchestrallmix”/Dergah/Cehennem/İkna/Pazaryeri/Gaz
Bombası/İşgal Altında /Plastik Toplar/Salat u Selam ve Dua/Havar Geylani/Son
Baskın/Altın Hızma“Playbackmix”(http://www.maksimum.com/cinema/haber /27/
54081.php)
Altın hızma mülayim türküsünün sözleri şöyledir: Altın hızma mülayim /Seni
Hak’tan dileyim/ Yaz günü temmuzda /Sen terle ben sileyim/ Gün gördüm, günler
gördüm /Seni gördüm şad’oldum; Altın hızma incidir /Gömleği nar incidir/ Benim
lal olmuş dilim /Ne dedim yar incinir/ Gün gördüm, günler gördüm /Seni gördüm
şad’oldum; Altın hızma tumağa / Yanaşıp al yanağa /Güzel gel görüşelim /Men
gidirem ırağa/Gün gördüm, günler gördüm /Seni gördüm şad’oldum
(http://www.turkusokagi.com/sozler.asp?İslem=GOR& ID=703)
Kültürel öğeler
209
sahiptir. Bu nedenle, başta Hollywood olmak üzere, dünyadaki belli başlı film
şirketleri, milyonlarca doları gözden çıkartarak çekmiş oldukları filmler
aracılığıyla, uluslararası ölçekte bilinç yönetimini gerçekleştirme adına büyük
bir yarış içerisindedirler. Bu anlamda, yapılan filmler arasında savaşla ilgili
olanların ayrı bir işlevselliği bulunmaktadır. Zira bu tür filmler, çoğunlukla
onu üretenlerin haklılıklarını, kültürel doğrularını geniş kitlelere iletmeyi ve
karşıt kültürleri değersizleştirmeyi amaçlamaktadır.
Son zamanlarda çıkış sürecine giren Türk sinemasının, kendisinden en çok
söz ettiren/ilgi uyandıran ve yukarıdaki özellikleri büyük ölçüde içeren
yapımlarından birisi de hiç kuşkusuz Kurtlar Vadisi Irak filmidir.
Kurtlar Vadisi Irak filminin gerek Türkiye’de, gerekse Türkiye dışında
gösterilen ülkelerde bu denli ilgi uyandırıp ses getirmesinde, verdiği
mesajların yanı sıra, temsil edilen toplumların ve onlara ait kültürel
değerlerinin sunuluş biçimlerinin payı büyüktür. Söz konusu kültürler
arasında öncelikle Türkler ve Amerikalılar olmak üzere, Yahudiler, Kürtler ve
kısmen Türkmenlere ait olanlar dikkati çekmektedir.
Nitekim filmde; Türklerin birbirlerine hitap şekilleri, dostluk anlayışları,
gerektiğinde ölümü göze alacak derecede onurlarına düşkünlükleri, bu
durumun düşmanlarınca da bilinmesi, kendilerine yapılana aynıyla karşılık
verişleri, vatan sevgisi, vatanı her şeyden önce tutmaları, belirgin kırmızı
çizgilerinin bulunması, bakış açılarında duygusallığın egemen olması,
olağanüstü durumlarda bile şefkat ve duygusallıktan vazgeçmeyişleri, Türk
ordusundaki emir-komuta zincirinin önemi ve Türk kültüründe asla zulme yer
verilmeyip aksine adaletin hakim kılınması gibi birtakım kültürel ögeler,
öncelikle vurgulanmaktadır.
Kurtlar Vadisi Irak’ta, Türklerden sonra en çok Amerikalıların kültürel
değerleri üzerinde durulur. Filme göre; Türklerden çok farklı kültürel
değerlere sahip olan Amerikalılar kendilerini üstün, başkalarını aşağı görürler;
öteki kültürlere ve onların kutsallarına karşı son derece saygısızdırlar; Tanrı
tarafından görevlendirilmiş, seçkin, özel bir topluluk olduklarını söylerler, bu
yüzden amaçları Tanrı’nın krallığını inşa etmektir, bütün eylemlerini dine
dayandırarak gerçekleştirirler, kendilerinin dışında cennete kimsenin
gitmeyeceğine inanırlar; en önemli kutsalları sermayedir (ABD’li komutanın
Grand Harilton Otelini Kabe olarak nitelemesi gibi); kan dökmeyi normal
gören yayılmacı bir kültürü temsil ederler, eylemlerinde duygusallığa yer
yoktur, son derece acımasızdırlar, gerektiğinde çocukları şantaj aracı olarak
210
Ayhan Selçuk
kullanmakta sakınca görmezler ve on bir bin adamı bile feda edebilirler.
Sözün özü, tüm düşünceleri ve eylemlerinde pragmatizm egemendir.
Amerikalılar gibi Yahudiler de kendilerini üstün ırk olarak görürler.
Onlarda da pragmatizm ve ticaret kültürü ön plandadır. Nitekim, savaş
ortamında bile durumdan vazife çıkartıp organ ticareti yapmaları bu temel
özellikleriyle ilgilidir.
Amerikalıların işbirlikçisi olarak sunulan Kürtler, küçük çıkarlar uğruna
kendilerini ucuza satarlar; ancak Doğululuktan gelen duygusallıklarından
dolayı vefayı da büsbütün elden bırakmazlar.
Sahipsiz kalmalarıyla öne çıkarılan Türkmenlerde ise dayanışma kültürü
belirgindir, bu nedenle Türkiye’den beklentileri olduğu sezdirilmektedir.
Bütün bunlara dayanılarak denilebilir ki, Kurtlar Vadisi Irak filmi, gerek
içerdiği kültürel ögeler ve kültürlerarası ilişkiler, gerek güncel konuları
etkileyici bir biçimde işleyişi, gerekse sinema tekniğindeki başarısıyla
kendisinden daha uzun süre söz ettireceğe benziyor.
KAYNAKÇA
Büker, S. (1991). Sinemada Anlam Yaratma. Ankara: İmge.
Dorsay, A. (1998). Sinema ve Çağımız. İstanbul: Remzi.
Erdoğan, İ. ( 1997). İletişim. Egemenlik Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.
Erdoğan, İ. ve Solmaz B. P. (2005). Sinema ve Müzik, Materyal Satış ve Bilinç
Yönetimi için Bilişsel ve Duygusalın Oluşturulması. Ankara: Erk.
Erol, A. (2003). Müziği Tanımlamak. http://www.muzikegitimcileri.net/bilimsel/
bildiri/A-Erol.html. 08.05.2006
Güçhan, G. (1999). Tür Sineması Görüntü ve İdeoloji. Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi. İletişim Bilimleri Fakültesi Yayınları.
Kuglin, J. (1981). Türkisch-deutsche Interferenzen im Bereich der Pragmatik. İçinde:
B.D.Müller (der.) Konfrontative Semantik. (s.52-59 ).Weil der Stadt.
Merriam, A.P. (1964). The Antropology of Music. Evanston: Northwestern University
Press.
Rotha, P. (1996). Sinema Tarihi, Ülke Sinemaları (çev: İ. Şener). İstanbul: Sistem
Yayıncılık.
Selçuk, A. (2005). Kültürlerarası İletişim Açısından Gündelik İletişim Davranışları.
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13.1-17.
Wollen, P. (1989). Sinemada Göstergeler ve Anlam (çev: Z. Aracagök). İstanbul:
Metis Yayınları. (Orijinali 1969’da basıldı).
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 211-214
Forum
Forum Hakkında
Esra Keloğlu İşler 1
Aytül Tamer 2
Kurtlar Vadisi Irak filmi üzerinde örgütlü yapılardan kişiler arası iletişime
kadar yoğun tartışmalar olmuştur, Tartışmaların günlük gazetelerde, akademik
dergilerde, aktüel ve film dergileri gibi diğer dergilerde özellikle Şubat ve
Mart (2006) aylarında çok sık tartışıldığı görülmektedir.
Forum bölümünde önce Türkiye, Avrupa, ABD ve Asya’dan filmle ilgili
tartışmalar sunuldu. Sonra internet forumlarından örnekler verildi.
“Forum: Türkiye” bölümünde Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili iki tartışma var.
Birincisinde Ayşe Asker film hakkında basındaki tartışmaları ayrıntılı olarak
sunmaktadır. İkincisinde ise Yasemin Çongar “ABD’nin Kurtlar vadisi
kâbusu” başlığı altında filmin diplomatik alandaki ele alınışını ve yarattığı
rahatsızlıkları incelemektedir. Bu tartışmalar, aslında, master öğrencisinden
profesöre kadar herkes için araştırma konusu/sorunu olarak ele alacağı
ilişkisel durumlar ve sonuçlarıyla dolu olduğu için, oldukça faydalıdır.
“Forum: Avrupa” bölümünde sunulan yazıların ilkinde, film eleştirmeni
Olaf Möller “The anti-American blockbuster from Turkey” başlığıyla sunduğu
makalesinde, filmin Amerikan ve İsrail karşıtı içeriğinden hareket ederek,
Avrupalıların Türkiye’ye yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmesini ve çok
dikkatli olmasını öğütlemektedir.
“Turkey: Anti-Western Sentiment and Islam is the Solution" başlıklı ikinci
makale filmin içeriğiyle ilgili oldukça anlamlı bulgular sunmaktadır.
Christoph Burkhardt makalesinde filmin tek yanlı olduğunu ve “kültür
çatışmasını” derinleştirdiğini belirtmekte; Kurtlar Vadisi’nin Avrupa’da nasıl
karşılandığını açıklamakta; Avrupa’da bazı politikacıların ve negatif
1
2
Doktora öğrencisi, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi
Araştırma görevlisi, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi
212
E. Keloğlu İşler ve A. Tamer
tutumların doğru olmadığı üzerinde durmaktadır. Filmin Türk, Arap ve
Müslüman halkın nasıl hissettiği ve düşündüğünü anlamada yardımcı
olacağını ve karşılıklı ilişkinin kurulması gerektiğini belirtmektedir.
Almanya’da filmin yasaklandığını belirten Deutche Welle Almanya’daki
önde gelen Yahudilerin film hakkındaki görüşlerini ve filmin yasaklanması
isteklerini belirtmekte; filmin gerçek olaylara dayandığını yazmakta ve
filmdeki önemli sahnelerden bahsetmektedir.
Fransa’dan “La Vallée des Loups” başlığıyla L’Express’in web sitesinde
yer alan bu makale, filmin gösterime çıkmasından sekiz gün kadar sonra
yazılmıştır. Yazı, filmin gerçek olaylara dayandığını belirterek başlamaktadır.
Filmdeki kahraman “Türk Rambosu”, film ise milliyetçi, anti-Amerikan
öğelerle patlama efektlerinin kokteyli olarak tarif edilmektedir. Dizinin
devamı olan filmin aşırı sağ mafya ortamını anlattığı, anlatılan hikâyenin
Mehmet Ali Ağca olayıyla paralellikler taşıdığına vurgu yapılmaktadır.
Gene Fransa’dan “Film turc "La Vallée des loups - Irak" : censures et
délires. Quand un James Bond Turc déstabilise les médias dominants”
başlığıyla yazan Claude Rainaudi yazısında, filmin agresif bir iletişim
kampanyası izlediği ve gözle görülebilir bir pazarlama çabasının başarılı
olduğu da eklenmektedir. “Hollywood reçeteli Türk filmi” olarak nitelen film,
yazara göre bütün zamanların en önemli Türk üretimi(!). Film içinde
Hollywood filmlerinin taşıdığı hemen hemen bütün öğelerin mevcut olduğunu
vurguluyor: Moda bir TV dizisinden alınma kahraman; Kanlı ve bol teknoloji
kullanılan özel efektler; Kötü ve iyi karakterler; Finalde teke tek mücadele.
Peki neden basın bu şaheserin gösterime çıkışından hiç bahsetmedi? Belki de
bir açıklama olabilir: İyiler Amerikalı değil, kötüler Amerikalı yani
Hollywood’un en önemli kurallarından biri unutulmuş. Kötüler Amerikalı,
James Bond Türk, sıra dışı değil mi? Kanımca bu yenilik iki reaksiyona yol
açtı: Katı sansür talepleri; Yumuşak ve etkili sansür. Almanya’da Edmund
Stoiber, Merkel, Yeşiller Partisi temsilcileri filmin doğrudan yasaklanmasını
istediler ve gösterimden çekilmesini istediler. Fransa’da resmi sansür hoş
karşılanmadığı için, çeşitli medyada bu filmden hiç behsedilememesi şeklinde
gelişti. Bahsetmeye cesaret edenlerse izleyiciyi filmin izlemeye teşvik
etmeksizin bunu yaptılar. Filme antisemitizm yaftası yapıştırıldı. Fakat bunun
gibi filmler, tirşe propaganda konusunda ABD’nin üstünlüğünü yitirmesine
neden olacak gibi. Eğer bu film ekonomik anlamda başarılı olursa bunu
diğerleri izleyecektir. Örneğin yakın gelecekte Rus “Top Gun” ları izlemek
olasıdır.
Forum hakkında
213
“Forum: Amerika” bölümünde ilk olarak “Valley of the Wolves” başlıklı
“Amerikan Patriot” sitesindeki yazı sunuldu. Yazar alaylı bir şekilde filmin
Batı’da protestolara ve ayaklanmalara neden olduğunu, öfkeli yenimuhafazakarların ve Yahudilerin Türk Konsolosluklarını bastığını, Türk
bayraklarını ve Kuran’ı yaktıklarını, “Yaşasın Bush” diye bağırdıklarını ve
caddelerde Müslümanları dövdüklerini anlatarak başlıyor (Aslında böyle bir
şey olmadığını ve olmayacağını, çünkü batının uygar olduğunu söylüyor).
Serdar Akar’ın anlattıklarının aksine Amerikalıların şiddet canlısı hayvanlar
olmadığını belirtiyor; Müslüman dünyanın ise bir film veya birkaç karikatür
yüzünden delicesine öfkeye kapıldığını anlatıyor. Yazar “akıllı bir polis
stratejisti” gibi, filmin yasaklanmamasını, tam aksine Amerikanın her yerinde
gösterilmesini, sinema salonlarına kameraların ve ajanların gönderilmesini ve
oraya giden Müslümanların ve engellenmiş bazı üniversite öğrencilerinin
böylece kimliklerinin belirlenebileceğini söylüyor. Sinemaya gidenleri büyük
olasılıkla ABD ve Avrupa’da tespit etimişlerdir. Ne için dersiniz?
İkinci yazıda “New Turkish film villifies Americans” başlığıyla gelen
Associated Press’in haberinden parçalar okuyucunun değerlendirmesi için
sunuldu. Bunu, Karl Vick’in “On Turkey's big screen, America cast as
villain” başlığıyla sunduğu yazıdan parçalar takip etti.
“Forum: Asya” bölümünde ilk olarak Asia News’den bir makale sunuldu.
Asianews’e Ankara’dan Mavi Zambak tarafından gönderilen yazıda, Film
eleştirmekte ve Türkiye’de Hıristiyanlığa karşı yoğun bir kışkırtma olduğu
belirtilmektedir. Bu kışkırtmaya politikacıların, gazetecilerin ve diğer medya
mensuplarının katıldığı ileri sürülmektedir. Bu durumdan Mavi Zambak çok
rahatsız olmuş ve neden ve kimin için rahatsız olduğu oldukça düşündürücü.
Fakat Mavi Zambak’ın makalesi önemli bilgiler ve bazı konularda ipuçları
veren ve okunması gereken bir makaledir. Benzer duyarlılığı Avrupa’da da
görmekteyiz: Anadolu’da papazların saldırıya uğradığını örneklerle anlatan ve
Kurtlar Vadisi Irak filminin de katkısı üzerinde duran Joshua Trevino “Death
priests in Anatolia” yazısında Mavi Zambak’la aynı kaygıları dile getiriyor.3
The Jerusalem Post gazetesinde filmi “The nefarious parts we play”
başlığıyla irdeleyen ve filmde Yahudilere verilen kötü roller üzerinde de
duran Tom Tugend, sorunu çok daha profesyonel ve tarafsız bir biçimde
sunmaktadır. Bu yazı da okumaya değer.
3
Bkz: http://www.brusselsjournal. com/node/1146
214
E. Keloğlu İşler ve A. Tamer
“Forum: İnternet” bölümünde internetteki tartışmalarda dünyanın birçok
yerinden örnekler verildi. Özellikle film forumlarındaki ve diğer forumlardaki
tartışmalara bakıldığında, çok yoğun ve derin duyguların ifadeleri görülür.
Amerikalı, Avrupalı, Orta Doğulu Milliyetçilerin ve liberallerin sitelerinde
Kurtlar Vadisi Irak filmi yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Sitelerde yazılanlara
bakıldığında, kendilerini “vatansever” veya “milliyetçi” olarak niteleyen
Amerikalıların ve Avrupalıların (muhtemelen çoğu gençler) filmden ciddi
şekilde rahatsız olduğunu görülür: Bu rahatsızlıklarını küfrederek, alay
ederek, aşağılayarak, hakaret ederek göstermektedirler. Fakat ilginç olan,
ideolojilerin işlediği bilişsel yoksulluk bütün bu reaksiyonlarda çeşitli
biçimlerde kendini göstermektedir: ABD sağcılarının (milliyetçilerin) hiçbiri
bu filmde temel karakterin ve konunun ideolojik yapısının kendi ideolojik
yapılarıyla örtüştüğünü görememektedir. İnsan bazen de üzülüyor, çünkü
kendini ve dünyayı egemen pazar yapılarının çıkarları ve bu çıkarlarını
gerçekleştiren savaş ve katliam gibi faaliyetleri destekleyen “çirkinleşmiş”
insanlar oldukça çok. Dolayısıyla, sitelerdeki “forumların” ifade özgürlüğü,
demokratikleştirme, kültürler arası anlayış ve dayanışma gibi olumlu sonuçlar
çıkardığı varsayımı ve beklentisi oldukça geçersizdir. Evet, birbirlerini bu tür
iletişimden geçerek çok iyi tanımakta ve düşmanlıklarını artırmaktadırlar.
Bazı forumlarda site yöneticileri tartışmaların karakterinin düşüklüğü
nedeniyle, tartışmayı kapatmak zorunda kalmaktadır. Bu “sanal sokak
dalaşmalarını” bu sokaktaki insanların biliş ve ilişki seviyelerinin düşük
olması nedeniyle, sadece bir veya iki örnek dışında, buraya koymanın anlamı
kalmadı. Onun yerine daha seviyeli, anlamlı ve düzgün olanlar seçilerek
sunuldu. Böylece, çeşitli ülkelerdeki insanların (hiç değilse, internette
forum’lara katılanların) ne düşündükleri hakkında bazı bilgiler elde edinildi.
Bu yazılar, Kurtlar Vadisi Irak filmi üzerinde yapılan “akademik olmayan” ve
çeşitli ülkelerden insanların filmle ve sunduğu içerikle ilgili olarak internette
yaptıkları tartışmalardan alıntılardır. Bu alıntıların içerikleri çok aydınlatıcı ve
aynı zamanda çok düşündürücüdür. Bu alıntıların her biri üzerinde bilişlerin
nasıl biçimlendiği ve bunun nasıl ifade edildiği bağlamında durulması gerekir.
Ayrıca, bunu yazan insanların kimlikleri belli olmadığı için, yazılanlar
okunduğunda bazılarının “bu işin profesyoneli olduğu,” bazılarının okuduğu,
bazılarının sadece geyik ve boşalma için orada olduğu, bazılarının kasıtlı
provokasyon yaptığı gibi kuşkular ortaya çıkmaktadır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 215-227
Türkiye
Kurtlar Vadisi Irak:
basında tartışmalar
Ayşe Asker 1
GİRİŞ
Bu çalışmada, Kurtlar Kurtlar Vadisi Irak filmi ile ilgili basında sunulan
olaylar ve tartışmalar ele alındı. Bu amaçla Kurtlar Vadisi Irak filminin Türk
basınında yansımaları Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet, Radikal, Vatan,
Akşam, Türkiye, Tercüman, Yeni Şafak, Bugün, Zaman, Yeniçağ, Ortadoğu,
Vakit, Birgün, Evrensel ve Yeniasır ele alınarak sunuldu. Çalışmanın içeriğini
Kurtlar Vadisi Irak filmi için filmin gösterime girdiği tarih ile çalışmanın
yapıldığı tarihi içeren 1 Ocak 2006-31 Mart 2006 tarihleri arasında yapılan
basın taraması oluşturdu.
OLAYLAR VE TARTIŞMALAR
Kurlar Vadisi Irak filmini, film vizyona girmeden önceki basın
tartışmalarını, filmin özelliklerini, vizyona girdikten sonraki basında
yansımalarını ele alacağımız üç ana başlık altında değerlendireceğiz.
Film vizyona girmeden önce basında Ocak ayı içinde filmle ve sponsoru
olan Doğan Medya Grubu’yla ilgili çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Bu
iddiaları ve Doğan Medya Grubu’nun bu iddialara cevabını şöyle özetlemek
mümkündür:
Kurtlar Vadisi dizisinin son bölümleri Kanal D’de yayınlanırken, Doğan
Grubu gazetelerinde 3 Şubat’da gösterime girecek olan filminden de
sözedilmeye başlanır. Radikal gazetesinde Olkan Özyurt imzalı, “Kurtlar
Çuvalın Peşinde”, haberi bunlardan biridir. Doğan Grubuna karşı olan basında
ise, filmle ilgili ilginç ‘komplo teorileri’ne yer verilir. Bunlardan biri Yeniçağ
gazetesinde 25 Aralık 2005 tarihinde yer alan Mustafa Duran imzalı haberdir.
1
Dr. , TBMM’de araştırmacı olarak çalışmaktadır.
216
Forum: Türkiye
Haber; “Polat Alemdar CİA Ajanı Çıktı: Hollywood Vadisi Operasyonu”
başlığını taşır. Haberde;
Tezkere krizi ve çuval olayı ardından Türkiye’de yükselen antiAmerikancı düşünceyi kırmak isteyen ABD, Hollywood filmleriyle
kendi halkına uyguladığı psikolojik harekatı, ‘Kurtlar Vadisi Irak’
sinema filmi üzerinden, Türkiye’de de sahneye koymaya başladı.
Geçtiğimiz yıllarda Show TV’de yayınlanan ve milli duygulara vurgu
yaptığı için izlenme rekorları kıran kurtlar Vadisi dizisi, önce Doğan
Medya Grubu aracılığıyla oyuncuları tarikatçılıkla suçlanarak
susturulmaya çalışıldı. Başarılı olunamayınca, dizinin konu ve
oyuncularının dehşet sahneleriyle topluma-özellikle gençlere-kötü
örnek olduğu iddia edildi; dizinin yayından kaldırılması için RTÜK’e
yine Doğan Medya Grubu aracılığıyla baskılar yapıldı ama sonuç
alınamadı. Tüm baskılara rağmen izlenme rekorları kıran dizinin
susturulamayacağını ve dizinin Türk halkı üzerindeki etkisini anlayan
ABD devreye girdi; dizi yüksek bir fiyatla Aydın Doğan’a ait Kanal D
televizyonuna transfer edildi. Yıllardır kendi halkı üzerinde Hollywood
filmleriyle baskı yaratan ve savaşlar öncesinde kamuoyu oluşturan
ABD, Türkiye’de de Kurtlar Vadisi dizisi ve son günlerde gündeme
gelen ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmiyle psikolojik harekat için düğmeye
bastı. ABD’nin psikolojik harekatının Türkiye ayağını ise Doğan
Grubu (özellikle Kanal D ve Hürriyet) oluşturdu. Psikolojik harekatın
ilk sinyalleri Kanal D’de yayınlanan Kurtlar Vadisi dizisinin bazı
bölümlerinde verilirken, en önemli adım şubat ayında vizyona girecek
olan ‘Kurtlar Vadisi Irak’ sinema filminde atıldı. Filmde 4 Temmuz
2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçiren
ABD’liler, Türk milletinin kendilerine duyduğu nefreti ve intikam
duygusunu ortadan kaldırmak için Polat Alemdar’ı Türk Rambosu
rolüne soyundurdu. ABD’nin psikolojik planına göre, Polat Alemdar
filmde, Mehmetçiğe çuval geçiren ABD’li generale rol gereği bir
güzelhaddini bildirecek, böylece çuval olayını kara bir leke olarak
gören Türk halkı da sanal olarak ABD’den intikamını almış olmanın
huzuruna kavuşacak. Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi’nin piyonu
yapmayı hedefleyen ABD, filmde Polat Alemdar’ı Türk halkının
intikamını alan milli bir kahraman olarak gösterecek, gerçek ise Polat
Alemdar ABD’nin amaçlarına hizmet etmiş olacak. Bu projeyle
birlikte önce İran, sonra da Suriye’ye saldırma planları yapan ABD,
Türkiye’de yükselen ‘Amerika tepkisini’ kıracak,operasyonlarda
İncirlik, Malatya, Erhaç ve Pirinçlik üslerinin kullanma iznini
toplumun tepkisini çekmeden alabilecek...
diye yazı sürer.
Türkiye’de tartışmalar
217
Bu yazı daha sonra Basın Konseyi’nin, Kurtlar Vadisi Irak filminin başrol
oyuncusu Necati Şaşmaz’ı ‘küçük düşürdüğü’ gerekçesiyle Yeniçağ
gazetesine uyarma cezası vermesine neden olmuştur (www.haber7.com).
Vakit gazetesi yazarlarından Abdurrahman Dilipak da “İran..İran!..” (7
Şubat 2006) ve “ABD Savaş Kışkırtıcılığı Yapıyor” başlıklı yazılarında
Yeniçağ’da sözkonusu edilen teoriye yer vermiştir (16 Şubat 2006).
Bu arada basında ‘çuval olayı’nı konu alan haberlerin filmin gösterime
girmesinden önce Doğan Grubu’nca özellikle Hürriyet tarafından tekrar
verilmesi de eleştiri konusu olur. Buna örnek olarak gösterilebilecek
yazılardan biri Akşam gazetesinde 22 Aralık 2005 günü Güler Kömürcü’nün
yazdığı “Çuval Haberleri Nereye Taşınmak İsteniyor?” başlıklı yazısıdır.
Kömürcü’ye göre, “Kurtlar Vadisi Film’inde de ele alınan bu haberlerin
verilmesinin nedeni de; ‘psikolojik operasyon’un bir parçası”dır.
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni olan Ertuğrul Özkök ise, bu
değerlendirmelere “Yeni Şarlatanlar” başlığıyla yazdığı yazıda cevap verir:
Şimdi size Türkiye’den bir komplo teorisi örneği anlatayım. Dünyanın
önde gelen haber ajansı Associated Press, önceki cumartesi günü bir
haber geçti. Kuzey Irak’ta çuval olayı sırasında tercümanlık yapan iki
Türk sözde Amerika’ya sığınmış. Çünkü Türkiye’de ölüm tehditleri
alıyorlarmış. Haber Pazar günü Vatan Gazetesi’nin manşetindeydi.
Hürriyet’in şehir baskılarında ise altta küçük verilmişti. Adamların
sığınma hakkı elde etmek için bu yola başvurdukları belliydi. Onun
için ertesi gün haberi devam ettirdik. Londra temsilcimiz Faruk Zabcı,
o olayda Türk askerleriyle birlikte gözaltına alınan bir İngiliz’le
konuştu. O da ‘pembe saçlı’ bir kız tercümandan söz etti. İkinci
haberin çıktığı gün, Kocaeli’nden biri okur temsilcimiz Doğan Satmış’ı
aradı. Dikkat edin arayan biz değil, tercümanın kendisi. Kendisinin
aynı olayda tercümanlık yaptığını anlattı. Bir arkadaşımızı gönderdik.
Gerçekten elindeki fotoğraflar ve verdiği bilgilerle olaya açıklık
getiriyordu. O haberi de verdik. Bakın ondan sonra neler oldu? Önce
beni Ankara’dan bir yetkili aradı. ‘Bu haberleri ‘Türk-Amerikan
ilişkilerini bozmaya yönelik bulduklarını’ söyledi. Arkasından
MHP’ye yakın bir gazetenin manşetinde bunun tam tersi bir senaryo
üretildi. Güya Hürriyet, Türkiye’nin Amerika ile bozuk olan ilişkilerini
düzeltmeye çalışıyordu. Bunun için ‘Kurtlar Vadisi’nin senaryosu bile
değiştirilmişti. Daha bu bitmeden bu defa üçüncü senaryo geldi.
Hürriyet bunu, ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinin reytingini artırmak için
yapıyordu. Komplo hastalığı budur...” (Hürriyet, 28 Aralık 2005).
Filmin vizyona girmesinden sonra Yeni Şafak gazetesi yazarlarından
Ahmet Kekeç ise 11 Şubat 2006 tarihinde, “Doğan Grubu Anti-
218
Forum: Türkiye
Amerikancılıkta Ekmek Keşfetti” başlığıyla yazdığı yazısında, yazının
başlığına da yansıdığı gibi ‘çuval haberleri’nin daha değişik bir yorumunu
yapar. Ona göre bu haberlerin yapılmasının tek bir nedeni vardır; o da Kurtlar
Vadisi Irak filminin tanıtımı içindir.
Vizyona giriş ve promosyon üzerine yorumlar
Bu tartışmalar içinde daha önce duyurulduğu gibi Kurtlar Vadisi Irak
filmi, 3 Şubat 2006 tarihinde vizyona girer. Bugün gazetesinde filmin vizyona
girdiği gün Coşkun Koçyiğit filmi özetle şöyle değerlendirir: Filmde bilinen
bir öykü anlatılmıştır. Amerikan askerlerinin 4 Temmuz 2003’te Kuzey
Irak’taki Türk Karargahına baskın yaparak 11 askerin başına çuval geçirilmesi
ile başlayan film, Polat Alemdar ile yol arkadaşları Memati, Abdülhey ve
Erhan’ın intikam için bu ülkeye sızmalarıyla hareketlenmektedir. Bu andan
itibaren şiddet dozu yüksek aksiyon sahneleriyle dikkat çeken filmde,
özellikle, işgalden sonra, Amerikalıların önceden tasarladıkları siyasi-sosyal
dönüşümü gerçekleştirmek için uyguladıkları planların zulüm halini almasının
altı çizilmektedir.
Filmin basın tanıtımı 7 Ekim 2005 tarihinde İstanbul’da Swissotel’de
yapılır (Zaman, 8 Ekim 2005). Film vizyona girmeden önce ise özel gösterimi
8 Ocak 2006 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yapılır. Zaten
Başbakanın film ekibiyle de yakın ilişkileri vardır. Daha 2004 yılında film
ekibiyle özel bir yemek yemesi haberleri basında yer alır (Hürriyet, 21
Haziran 2004). Başbakanın filmi beğendiği haberleri de medyaya yansır
(www.nethaber.com).
Kurtlar Vadisi Irak filminin 28 Ocak 2006 günü ise basın gösterimi
yapılır. Filmi izleyen sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, film ve Başbakanın
film değerlendirmesi hakkında şu eleştirilerde bulunur:
Sinema tekniği iyi ama filmin özüne karşıyım. Bir kızıl elma
koalisyonu olmuş. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok, ABD’liler
dünyayı şeytan gibi yöneten kötü insanlar gibi gösterilmiş. Filmde bir
tek olumlu Amerikalı yok. Adeta Bin Ladin acısıyla bakılmış. AntiAmerikan
tavrındaki
filmin
Türkiye
yararına
olduğunu
düşünmüyorum. Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan da filmi çok
beğendiğini söyleyip destek çıktı. En azından bu işe karışmamalı”
(www.nethaber.com).
Filmin gerek İstanbul’da gerek Ankara’da yapılan galasına da siyasetçiler
yoğun ilgi gösterir ve dikkat çekici açıklamalarda bulunurlar. Filmin 1 Şubat
Türkiye’de tartışmalar
219
2006 tarihinde yapılan İstanbul galasına katılan Devlet Bakanı Kürşat
Tüzmen, “Çok önemli bir film oldu. Bu film sayesinde yeni bir ihracat alanı
oluşacak. Belki Türkiye’de ABD’deki gibi Universal stüdyoları çapında
büyük stüdyolar açılacak. Bu da yeni bir döviz kapısı oluşturacak”
açıklamasında bulunur (Hürriyet, 2 Şubat 2006).
Kurtlar Vadisi Irak filminin 2 Şubat 2006 tarihli Ankara galası için ise
‘özel kuryeler’ aracılığıyla Başbakan, bakanlar ve siyasi parti başkanlarına
davetiyeler gönderilir (Sabah, 31 Ocak 2006). Milliyet’in 3 Şubat 2006 tarihli
internet sayfasında ‘son dakika’ haberi olarak “Kurtlar Vadisi Irak’ın galasına
Başbakan Erdoğan da katıldı” haberi yer alır. Fakat gerek haberin içeriğinden
ve gerek aynı tarihli Milliyet gazetesinden galaya; TBMM Başkanı Bülent
Arınç, Başbakanın eşi Emine Erdoğan, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun,
ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu, Keçiören Belediye Başkanı Turgut
Altınok, ATO Başkanı Sinan Aygün gibi isimlerin katıldığı anlaşılır. Filmden
sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan TBMM Başkanı Arınç ise, “Çok
müthiş bir film. Tarihe geçecek bir film” der ve bir gazetecinin “Senaryo sizce
gerçek hayattan alıntı mı?” sorusunu, “evet, birebir aynı” diye yanıtlar (a.k.).
Film vizyona girdikten sonra filmle ilişkilendirilen bir gelişme daha olur.
Bu da, Trabzon’da Katolik Rahip Andria Santoro’nun 16 yaşında bir Türk
genci tarafından öldürülmesidir. Bu olay dış dünyada olduğu kadar
Türkiye’de de yankı bulur. Türk basınında birçok köşe yazarı bu olayı da
Kurtlar Vadisi dizi ve filmiyle bağlantılı olarak değerlendirir. Bunlar arasında
Doğan Grubu gazetelerinde yer alanlar da vardır. Bunlara Murat Belge’nin
“Papazları Vuranların Ülkesi” (Radikal, 7 Şubat 2006), Nuray Mert, “Bir
Papazı Öldürmek” (Radikal, 9 Şubat 2006), Yalçın Bayer, “Trabzon
İzlenimleri:’İnsan Kurşunun Kimden Geldiğini Bilir” (Hürriyet 5 Şubat
2006), Ece Temelkuran, “Rahibi Kim Öldürdü?” (Milliyet, 8 Şubat 2006)
başlıklı yazıları örnek olarak gösterilebilir.
Doğan Grubu’nun dışında yer alan basında da rahibin öldürülmesi ile
Kurtlar Vadisi dizisi ve filmi arasında bağlantı kuranlar vardır ama bunlar
aynı zamanda diziye yer veren ve filme destek veren Doğan Grubu’nu bu
yönde eleştirmeyi de ihmal etmemişlerdir. Örneğin Hürriyet Ankara temsilcisi
Nur Batur’un 8 Şubat 2006 günlü Hürriyet gazetesinde “Cühela ve Ukala”
başlığıyla olaya yer verdiği yazısında,
olayın kahramanının Trabzonlu ve bağımsız Türkiye Partisi’nin lideri
Haydar Baş’ın etkisi altında kaldığını, Haydar Baş’ın da ‘Kurtlar
Vadisi Irak filminin Yapımcısı Raci Şaşmaz ve başrol oyuncusu Necati
220
Forum: Türkiye
Şaşmaz yani Polat Alemdar’la hem ideolojik hem de dini bazı
benzerlikleri olduğunu
vurgulamaktadır.
Bu habere atıf yapan Perihan Mağden, Nur Batur’un bu üslubunu “tutuk
bir mahcubiyet” olarak nitelendirdikten sonra bunun belki “standart Ankara
temsilcisi dili’nin ta kendisi’ ya da ‘vahim bir Kurtlar Vadisi Groupie’si
görüntüsü arz etmekte olduğuna inandığı Genel Yayın Yönetmenleri’nin
yaratmış olduğu bir inhibisyon...” olarak yorumladığı yazısında Hürriyet’in
olayı veriş şeklini eleştirdikten sonra asıl filmi ağır bir dille eleştirir(“Hırtlar
Vadisi”, Yeni Aktüel, 21-27 Şubat 2006).
Bu yazısından dolayı Perihan Mağden hakkında film ekibi suç
duyurusunda bulunur (Milliyet, 8 Nisan 2006) ve soruşturmayı tamamlayan
Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, Mağden hakkında üç aydan iki yıla kadar
hapis istemiyle dava açar Özellikle iddianamede Mağden’in, “Kurtlar Vadisi
çocuk katiliyle yeniden Katolik alemindeki aziz yaratan barbarlar haklı yerini
alıyor. Sağolasın ilham kurtları, Sağolasın pırtlar pardon Kurtlar Vadisi...”
cümlesi ile Trabzon’da işlenen rahip cinayeti arasında bağlantı kurduğu
belirtilmektedir (Hürriyet, 24 Nisan 2006).
Filmin içeriği üzerine yorumlar
Kurtlar Vadisi Irak filmi köşe yazarlarınca içeriği bakımından çeşitli
biçimlerde ele alınıp eleştirilmiştir.
Genel içerik açısından: Genel olarak filmi ele alan yazarların çoğu filmi
tipik bir Hollywood filmi olarak değerlendirmişlerdir. Öte yandan Kurtlar
Vadisi Irak filmini Türkiye’de de gösterimde olan yabancı filmlerle
karşılaştırarak, evrensel değerleri yakalayamadığı vurgusu yapan yazılar
vardır. Örneğin, Zülfü Livaneli’nin Vatan’daki köşesinde 22 Mart 2006 günü
yazdığı “Kendi Ülkesini Eleştirmek Cesareti” başlıklı yazı bunlardan biridir.
İçerik açısından bakınca yazarların filmde geçen diyalogları yazılarına
kendi bakış açılarına göre aldıkları görülür. Örneğin Hasan Pulur’un,
Milliyet’deki köşesinde 9 Şubat 2006’da “Şiddet, Şiddet Yine Şiddet” başlıklı
yazısında şöyle demektedir:
Irak politikanızın içine ettik. Yani buna alınmadınız da başınıza geçen
iki çuvala mı alındınız? Neye alındığınızı söyleyeyim. Birleşmiş
Devletler son 50 yıldır size para ödüyor, donunuzun lastiğini bile biz
gönderiyoruz. Neden bir şey üretmiyorsunuz? Para diyorsunuz,
yolluyoruz. Daha fazla istemek için birbirinizi dolandırıyorsunuz.
Türkiye’de tartışmalar
221
Nasıl unutursunuz komünistlerden sizi kurtarmamız için
yalvardığınızı…’ diyen Amerikalı subayın sözlerini ‘BİZİMKİ’ bu
lafları yiyip yutuyor.
Yiğit Bulut ise, Radikal’deki köşesinde, Sam’ın yukarıdaki sözlerini şu
şekilde yorumlamaktadır:
Bu cümle, senaristin ‘ekonomi cehaletinden ve bilinç eksikliğinden’
kaynaklanmıyorsa; tamamen yanlış bilgiler ile dolu ve/veya bir
milletin bilinçaltına verilebilecek kasıtlı bir mesaj içeren net bir
dezenformasyon…Nedenine gelince? ABD ve diğerleri daha açıkçası
dünya kapitalist sistemini yönetenler, Türkiye’ye bugüne kadar hiçbir
dönemde aldığından fazlasını hatta aldığının onda birini bile vermedi.
Daha sonra Yiğit yazısını rakamlarla açıklamaya çalışarak sürdürür(13
Şubat 2006).
İçerik açısından en detaylı değerlendirme ise Milliyet yazarlarından Fikret
Bila tarafından yapılır. Bila, filmde Atatürk’ün fotoğrafına yer verilmediği,
çuvalın intikamının alınmadığı, tarikata yer verildiği, hükümet ve
genelkurmayın eleştirildiği, anti-Amerikancılık yapıldığı ancak Kurtlar Vadisi
Irak’ın “ABD karşıtlığı yapmasına rağmen Türkiye’yi de iyice hırpaladığı”
düşüncesindedir (17 Şubat 2006).
Milliyetçilik bağlamında: Filmi bu bağlamda ele alan yazarlar,
milliyetçiliği negatif ve pozitif olarak ikiye ayırarak, filmin negatif
milliyetçilik yaptığını öne sürmüşlerdir. Filmi milliyetçilik bağlamında ele
alan yazarların bir vurgusu da, milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte milliyetçi
partilerin oylarında bir artış olmadığıdır. Bu yazılara örnek olarak Haluk
Şahin, “Milliyetçiliğin Mutasyonu”, (Radikal, 10 Şubat 2006); -“Ulusalcı
Dalga Niçin Oya Dönüşmüyor”, (15 Şubat 2006); Osman Ulugay, “Milliyetçi
Dalga Millete Yarar Mı?” (Milliyet, 6 Şubat 2006); -“21.Yüzyılda ‘Ulusal
Güç’ Olmanın Yolları”, (13 Şubat 2006); İsmet Berkan, “Yeni Çağrı’mız
Hayırlı Olsun: Kurtlar Vadisi-Irak…”, (Radikal, 5 Şubat 2006); -“Milliyetçi
Dalga Bitmedi Mi?”, (12 Şubat 2006); Avni Özgürel, “Ulusalcılık Dalgası
Üzerine…”, (Radikal, 1 Mart 2006); Ergun Babahan, “Milliyetçiler Buhar Mı
Oldu?”, (Sabah, 5 Şubat 2006); Güneri Civaoğlu, “Münih/Kurtlar Vadisi”,
(Milliyet, 5 Şubat 2006); İlter Türkmen, “Milliyetçilik ve Vatanseverlik”,
(Hürriyet, 18 Şubat 2006), İlhan Selçuk, “Şu Çılgın Türkler Ne Yapacak?..”,
(Cumhuriyet, 2 Mart 2006) yazıları verilebilir.
Bu yazarlardan Haluk Şahin, “Milliyetçiliğin Mutasyonu” başlıklı
yazısında, ‘Atatürk milliyetçiliğini pozitif olarak’ nitelendirdikten sonra
222
Forum: Türkiye
Kurtlar Vadisi Irak filmini negatif milliyetçilik bağlamında ele alarak şunları
söyler:
…bu dalganın en şoven, en zenefobik, en yalnızcı damarından akıyor.
Bu damar Amerika’dan nefret ediyor, Avrupa’ya kin kusuyor,
Yahudileri aşağılıyor, Batı’yı bir zamanlar Erbakan’ın bile yapamadığı
kadar batıl sayıyor. NATO’dan çıkacak, Amerika’ya savaş açacak,
Avrupa’dan kopacak, Batılı şirketleri kovacak, yabancıları atacak.
İç Siyaset Bağlamında: Filme siyasilerin büyük ilgi gösterdiğini daha önce
belirtmiştik. Fakat özellikle iç siyasette ve dış siyasette söz sahibi olan AKP
iktidar mensuplarının filme ilgi göstermesi eleştiri konusu olmuştur. Öte
yandan film başından beri ‘şiddet’ ve ‘hukuksuzluk’ bağlamında
değerlendirildiği için gündemdeki kimi uygulamalar da filmle
özdeşleştirilerek değerlendirilmiştir. Örneğin Güngör Mengi’nin Vatan’daki
köşesinde 27 Mart 2006 tarihinde yazdığı “Tehditle Terbiye” bu tür yazılara
iyi bir örnektir. Mengi bu yazısında, hükümetin uygulamaya koymaya
çalıştığı ‘doktor ithali’ ile tarım politikalarından yakınan bir çiftçiye sarfettiği
‘al ananı git’ sözünü konu ettiği yazısında; “Millet ‘Kurtlar Vadisi’
çözümlerini, yöntemlerini sevdi diye aynı jargonu, raconu hükümet ederken
benimsemenin yararı yok, tehlikesi vardır” eleştirisinde bulunmaktadır.
Dış Siyaset Bağlamında: Kurtlar Vadisi Irak filmi özellikle konusu antiAmerikancılık içerdiği için ABD basınında da yankı bulmuştur. Bunda AKP
iktidarının filme ilgi göstermesinin de büyük etkisi olmuştur. Öte yandan film
Avrupa’da 7 ülkede birden gösterime girmiştir (Vatan, 11 Şubat 2006). Bu
ülkeler içinde de Türklerin yoğun olduğu Almanya’da filmin ilk dış ülke
galası yapılmış (Sabah, 9 Şubat 2006) ve film gösterime girdiği günden
itibaren kapalı gişe oynaması (Hürriyet, 15 Şubat 2006) Almanya’da çok
geçmeden filme değişik kesimlerin tepkilerini çekmiştir. Türk basını da bu
tepkilere geniş olarak yer vermiştir. Bu tepkileri kimi köşe yazarlarının
yazılarında da bulmak olasıdır. Bu yazıları örneklemeden önce basınımızda
öncelikle ABD daha sonra Almanya ile ilgili bu haberlerin nasıl yer aldığını
örneklemek istiyoruz.
ABD Haberleri bağlamında: Bu haberlerin önceliğini “ABD’ye ‘Kurtlar
Vadisi’ Raporu” başlıklı haberler tutar. Buna göre filmin güçlü bir antiAmerikancılık içerdiği Amerika’ya rapor edilmektedir (Milliyet, 6 Şubat
2006).
Filme ABD’nin ilk tepkisi ise, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross
Wilson’a dayandırılarak haber yapılır. Büyükelçi, “Kurtlar Vadisi Dert Değil”
Türkiye’de tartışmalar
223
açıklaması yapmıştır (Radikal, 31 Ocak 2006) ve filmi de izlemeyi
düşünmeyecektir (Vatan, 6 Mart 2006). Daha sonra Büyükelçi Ross Wilson,
Türkiye’de bulunan askerlerine Kurtlar Vadisi Irak filminin gösterildiği
bölgelerde dikkatli olmaları uyarısında bulunacaktır (Vatan, 9 Şubat 2006).
ABD basınına yansıyan Kurtlar Vadisi Irak filminin tepkileri, bizim
basınımızda da haber olmuştur. Bunları örneklemek gerekirse; ABD’nin ünlü
haftalık haber dergisi Time, film vizyona girer girmez filmi konu edinmiştir.
Zaman gazetesi de bunu “Kurtlar Vadisi Irak Time Dergisinde” başlığıyla
haber yapmıştır. Time dergisi bu haberinde Kurtlar Vadisi Irak filminin başrol
oyuncusu Polat Alemdar için ‘Türk Rambosu’ nitelemesinde bulunmuştur. Bu
niteleme daha sonra basınımızda sık sık söz konusu edilecektir.
Wall Street Journal Kurtlar Vadisi-Irak filmini, ‘Türk Lokumu’ olarak
nitelendirmiş ve “gala gecesi filmi izleyen TBMM Başkanı Bülent Arınç ve
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın da filmden etkilenip
Kurtlar Vadisi-Irak ile ilgili söyledikleri övgü dolu sözlere de yer vererek
filmin yeterince ses getirdiğini” kaydetmiştir (Vatan, 10 Şubat 2006).
Washington Post gazetesi ise, Türkleri terörist olarak gösteren ve
Türkiye’den tepki alan ‘24’ dizisiyle, Kurtlar Vadisi-Irak filmini
karşılaştırmaktadır (Vatan, 14 Şubat 2006). Washington Post gazetesi filmle
ilgili bir başka haberinde ise, filmin galasına giden Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ı eleştirmiş ve bu haber basınımıza “Laura
Bush Geceyarısı Ekspresi Filmine Gider miydi?” başlığıyla yansımıştır
(Hürriyet, 16 Şubat 2006).
New York Times’a göre, “Kurtlar Vadisi Irak adlı film, Amerikan
aleyhtarlığını perçinlemektedir” ve bu yönüyle “ABD’yi kötüleyen en son
örnek”tir (Zaman, 3 Şubat 2006). New York Times’ın filmle ilgili bir başka
haberinde ise, “Kurtlar Vadisi Irak’ta Türklerin Düşmanı Sam Amca”
yorumunda bulunulup, film yanında Türk-Amerikan ilişkileri de
değerlendirilmiştir (Vatan, 14 Şubat 2006).
ABD basını filme o kadar yer vermiştir ki, hemen hergün manşet haber
yapmıştır. Nitekim Hürriyet, bunu 21 Şubat 2006 günü “Kurtlar Vadisi Irak
ABD’de Yine Manşet” başlığıyla vermiştir. Buna göre, “ABD’nin saygın
gazetelerinden The Philadelphia Inquirer, dünkü sayısında ...filmini manşet
haber” yapmıştır.
Öte yandan çok geçmeden ABD’nin askeri kanat tepkileri de basına
yansımaya başlar. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace, “Kurtlar
Vadisi-Irak filminin hayal mahsulü olduğunu ve gerçeklere dayalı olmadığını
224
Forum: Türkiye
belirtmiş ve hayal mahsulü bir şey üzerinde yorumda bulunmamız için bir
neden yok” demiştir (Sabah, 22 Şubat, 2006).
Peter Pace, Türkiye ziyaretinde ise, Kurtlar Vadisi-Irak filmi için, “bu
film, hiç gerçekleşmeyecek şeyleri gösteriyor” yorumunda bulunmuştur
(Sabah, 24 Mart 2006).
NATO Komutanı General James Jones ise, filmle ilgili yorumunda
“kamuoyunun ilgisini çeken filmler tabii ki genelde düşünceleri şekillendirir.
Önemli olan gerçek ile kurguyu ayırt etmektir” demektedir (Hürriyet, 11
Şubat 2006).
Amerikan Ordusunun günlük gazetesi Stars and Stripes’in manşetine
dayanılarak verilen haberde ise, “ABD Ordusu’ndan Kurtlar Vadisi Uyarısı”
gelmiştir. Buna göre, “Amerikan Ordusu, Avrupa’daki askerlerinden, ‘Kurtlar
Vadisi-Irak filmini gösteren sinemalardan uzak durmalarını ve film ile ilgili
tanımadıkları kişilerle tartışmaya girmemelerini” istemektedir (Hürriyet, 7
Şubat 2006).
Kurtlar Vadisi Irak filmi Amerika’nın iç siyasetinde bile söz konusu
olmuş ve Kongre’de bütçe görüşmelerinde bir milletvekili Dışişleri Bakanı
Condoleezza Rice’a filmi sormuş; bizim gazetelerimizde bunu “ABD
Kongresi’nde Kurtlar Vadisi Irak Filmi Tartışıldı”, (Hürriyet,10 Mart 2006)
ve “Kurtlar Vadisi’ni Rice’a Sordular; Kurtlar Vadisi Rice’ı Terletti”,
(Sabah,11 Mart 2006) başlıklarıyla haber yapmışlardır.
Basınımızda az da olsa filmin gösterime girdiği İngiltere ve Fransız
basınına yansıyan izlenimler de yer almıştır. Örneğin, Radikal’in “Kurtlar’
ABD’yi Isırıyor” başlığıyla verdiği haber, İngiltere’de yayınlanan The Daily
Telegraph gazetesinin haberidir (5 Şubat 2006). BBC’nin filmi haber yapması
ise Zaman gazetesinde “BBC’den Kurtlar Vadisi Irak Yorumu: Türkler İçin
Uygun Ama Amerikalılar İçin Değil” başlığıyla 12 Şubat 2006’da haber
olmuştur. Fransa’nın ünlü gazetesi Le Monde’un filmi haber yapmasını ise
Vatan gazetesi “Kurtlar Vadisi-Irak Le Monde’da: Amerikan Karşıtı
Rambo’nun Zaferi” başlığıyla vermiştir (21 Şubat 2006).
Kurtlar Vadisi Irak filminin, Amerika’nın tepkisini çekmesi ve Filistin’de
seçimi kazanan Hamas’ın lider düzeyinde Türkiye ziyareti üzerine, TürkAmerikan ilişkilerinde soğuk rüzgarların estiği yorumları yapılmaya başlanır.
Oysa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, filmin vizyona girdiği günlerde, “Kurtlar
Vadisi, Türkiye ABD İlişkilerini Etkilemez” yorumunda bulunmuştur
(Zaman, 5 Şubat 2006).
Türkiye’de tartışmalar
225
Bu konuda siyasilerin gerginleşen Türk-Amerikan ilişkilerini yumuşatmak
için söylediği son söz belki de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın
Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığını konu eden Wall Street Journal
gazetesine verdiği röportajda yer alan ve Hürriyet gazetesinin de manşet
yaptığı; “Kurtlar Vadisi-Irak Basındaki Haberlerle Yapılmış Olabilir”
cevabını alabiliriz (21 Nisan 2006).
Kurtlar Vadisi Irak filminin dış dünyada Amerika dışında tepki çeken ve
ülkemiz basınına da yansıyan bir başka ülke ise Almanya olmuştur.
Almanya’da film bir yandan orada yaşayan Türkler nedeniyle fazla ilgi
çekerken, öte yandan tarihsel olarak Almanlarda da varolan AntiAmerikancılık nedeniyle ilgi çekmiştir.
Kurtlar Vadisi Irak filminin Avrupa ülkeleri içinde ilk galası 8 Şubat 2006
tarihinde Köln’de yapılmıştır. (Sabah, 9 Şubat 2006). Fakat filmin
Almanya’da ‘porno’ filmlere uygulanan 18 yaş sınırlaması Türk basınında
tepkiyle karşılanır. Sabah gazetesi bu haberi, “Polat’a Porno Muamelesi”
başlığıyla haber yapmıştır (10 Şubat 2006). Buna rağmen film Almanya’da
ilgi görmüş ve Alman medyasını şaşırtmıştır. (Hürriyet, 15 Şubat 2006).
Çünkü filmin Almanya’da vizyona girdiği 69 sinemada izleyenlerin sayısı 282
bine ulaşmıştır (Hürriyet, 24 Şubat 2006). Bunun üzerine çok geçmeden
politikacılardan ve sivil örgütlerden filmin yasaklanması çağrıları gelir. Bu
tepkiler, Radikal gazetesinde “Kurtlar’a Alman Tepkisi” başlığıyla haber
olurken (20 Şubat 2006); Zaman gazetesinde, “Almanya’daki Yahudiler
‘Kurtlar Vadisi Irak’ Filmine Sansür İstiyor” başlığıyla yer alır (20 Şubat
2006). Oysa Almanya’nın yerel gazeteleri filmin yasaklanmasına karşıdırlar
(Vatan, 20 Şubat 2006). Alman Sansür Kurulu da “Kurtlar Vadisi Irak’a Bir
Yasaklama Olmadığını Açıklamıştır” (Vatan, 28 Şubat 2006). Fakat
Almanya’nın en büyük sinema salonları zinciri olan Cinemaxx, film iyi gişe
yapmasına rağmen programdan çıkarma kararı almıştır (Cumhuriyet, 23 Şubat
2006).
Köşe yazarlarının bu gelişmeleri değerlendirmeleri ise iki başlık altında
verilebilir:
1.Filmi stratejik olarak değerlendirip olumsuz yaklaşanlar: Bu yazarlar
özellikle Ortadoğudaki gelişmelere dikkat çekip, siyasilerin bu filmi iç
politika malzemesi yapmasını eleştirmişlerdir. Öte yandan filmin Türk-ABD
ilişkilerine verdiği zarar üzerinde durmuşlardır. Bu içerikteki yazılara örnek
olarak, Cengiz Çandar’ın, “Film Senaryoları-Gerçek Stratejiler Kurtlar Vadisi
Irak; Küresel Zemin’de Amerika”, (Bugün, 3 Şubat 2006); “Şu Çılgın
226
Forum: Türkiye
Türkler, Kurtlar Vadisi’nde Zamanında Değiliz.” (8 Şubat 2006); Ferai Tınç,
“Hukuk Devleti Bu Kadar Hata Kaldırmaz” (Hürriyet, 15 Ocak 2006); “En
Kritik Konu” (5 Şubat 2006); Osman Ulugay, “21.Yüzyılda ‘Ulusal Güç’
Olmanın Yolları” (Milliyet, 13 Şubat 2006); Süheyl Batum, “Perşembe’nin
Geleceği Çarşambadan Belliydi” (Vatan, 23 Şubat 2006). Murat Yetkin
“ABD İle İlişkilerde Neler Oluyor” (Radikal, 4 Nisan 2006); Yalçın Doğan,
“Hamas+Bir Film Eşittir 4 Milyar Dolar” (Hürriyet, 18 Mart 2006).
2. Dış kamuoyundaki tepkiler üzerine olumlayanlar: Filmin yukarıda
ayrıntılarına değindiğimiz dış kamuoyu tepkileri üzerine filme olumlu
yaklaşan yazarlar da olmuştur. Hatta olumlu ve olumsuz yaklaşımı birlikte
sergileyenler de olmuştur. Bunlardan biri Osman Ulugay’dır. Ulugay,
“Amerikalılara Türk Lokumu: Kurtlar Vadisi” (Milliyet, 12 Şubat 2006)
başlıklı yazısında bunun bir örneğini vermektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmini
eleştiren Wall Street Journal gazetesinin tepkisini ele alan Ulugay, filmi
başarılı bularak onaylamaktadır.
İkinci bir örnek İlhan Selçuk’un “Düşman?..” başlıklı yazısıdır
(Cumhuriyet, 12 Şubat 2006). Selçuk bu yazısında, daha önce değindiğimiz
NATO Komutanı, James Jones’un sözlerini ele alarak filmi onaylamaktadır.
Üçüncü bir örnek, Haluk Şahin’in “Geceyarısı Ekspresi’nin İntikamını
Aldık Mı?” başlıklı yazısıdır (Radikal, 26 Şubat, 2006). Haluk bu yazısında,
başlıkta geçen ve Türkleri aşağılayan bir film olarak uzun yıllar Türklerin
tepkisini çeken ‘Geceyarısı Ekspresi’ filmine atıf yaparak ve bu yönden iki
filmi karşılaştırarak Kurtlar Vadisi Irak filmini onaylamaktadır.
Dördüncü bir örnek, Türker Alkan’ın 3 Şubat 2006 tarihinde Radikal’de
yazdığı “Bizden Beceriksizler De Varmış!” yazısı olabilir. Alkan bu yazısında
daha önce sözünü ettiğimiz Alman politikacıların filme tepkisini eleştirerek
filmi onaylamaktadır.
Beşinci bir örnek, Oral Çalışlar’ın “Kurtlar Vadisi’ Merakı Nasıl Bir
Merak” adlı yazısıdır (Cumhuriyet, 7 Şubat 2006). Çalışlar bu yazısında
Almanya’da filme gösterilen tepkileri eleştirerek filmi onaylamaktadır.
Bu konuda son bir örnek ise kamuoyunda Amerikan taraftarlığı ile tanınan
Mehmet Ali Birand’ın “Amerikan Çifte Standardı...” başlıklı yazısıdır (Posta,
21 Şubat 2006). Birand, bu yazısında filme Amerikalıların gösterdiği tepkiyi
eleştirerek ve Geceyarısı Ekspresi filmine değinerek filmi onaylamaktadır.
Zaten Mehmet Ali Birand, 16 Mart 2006 günü Kanal D’de yayınlanan ve
Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ‘32.Gün’ programında da film ekibini
ağırlamıştır. Film ekibinin ilginç diyalogları da ekranlara yansımıştır. Bunları
Türkiye’de tartışmalar
227
örneklemek gerekirse, filmin başrol oyuncusu Necati Şaşmaz’ın “peygamber
soyundan geldiğini” belirtmesi; filmin senaristi Bahadır Özdener’in
“Hollywood’un kalbine bıçak sapladık” demesidir. Fakat daha da ilginç olanı
film ekibinin ABD’yi sözkonusu yaptığında Birand’ın konuyu değiştirmesidir.
Şiddet Bağlamında: Kurtlar Vadisi’nin dizi ve filminin çoğu zaman
‘şiddeti meşrulaştırdığı’ için eleştiri konusu yapıldığını belirtmiştik. Fakat
Kurtlar Vadisi Irak filmi gösterime gireceği günlerde ilginç bir gelişme olur
ve Kurtlar Vadisi’nin dizi olarak eski kanalı olan Show TV, kendisinde olan
bölümleri 9 Ocak 2006 tarihinde yayınlamaya başlar. Bunun üzerine Kanal D
de kendisinde olan bölümleri 16 Ocak 2006 tarihinde yayınlamaya başlar. Bu
arada Kurtlar Vadisi’nin yapımcı şirketi Pana Film’in dizinin yeni bölümleri
için Show TV ile anlaşmaya vardığı haberleri basında yer almaya başlar
(Vatan, 22 Şubat 2006). Öte yandan Doğan Grubu gazetelerinde film şirketi
ve oyuncuları hakkında yapılan kimi haberler-örneğin Pana film şirketi
hakkında Hürriyet’de 12 Şubat 2006 tarihinde “Kurtlar Vadisi’nden Doğan
Şirket Pana Film” başlıklı haber gibi-başından beri Doğan Grubu’nu diziyi
transfer etmek için kampanya yürütmekle suçlayan öteki medya organlarınca
‘kasıtlı’ bulunmuştur. Örneğin Yeniçağ gazetesinde Osman Tığraklı, 14 Şubat
2006 tarihinde “Kurtlar Vadisi’nde ‘Hır’ Çıktı” yazısında bu haberleri şöyle
yorumlamaktadır:
Doğan Grubu’nun lokomotifi olan Hürriyet gazetesi ve Kanal D
televizyonunun sponsor olduğu Kurtlar Vadisi dizi ve filminin yapımcı
şirketi Pana Film’in başka bir televizyon kanalıyla görüşmesi üzerine
iki grup arasında ‘hır’ çıktı! Hürriyet gazetesi milyonlarca dolar
harcayıp sponsor olduğu ve günlerce gerek Doğan Grubu’nun
televizyonlarından gerekse de gazetelerinden bıktırırcasına reklamını
yaptıkları Kurtlar Vadisi Irak filminin yapımcı şirketine ve
oyuncularına aba altından sopa göstermeye başladı.
SONUÇ
Kurtlar Vadisi dizi ve film olarak Türk kamuoyunda tartışmalı konuları
ele alarak izlenme başarısı sağlamıştır ki, bu aynı zamanda ticari başarıdır.
Arkaplanda bu ticari başarıdan yararlanmak isteyen Show TV ile Kanal D
arasındaki mücadele sürerken, kamuoyuna yansıyan bu tartışmalı konuların
medya aracılığıyla yeniden biçimlendirilmesidir. Yeniden biçimlendirmede
de, tartışmalı konularda taraf olanlardan yararlanılmıştır ama sonuçta taraf
olanlar da bir şekilde kendi çıkarları doğrultusunda bu biçimlendirmeden
yararlanmışlardır.
228
Forum: Türkiye
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 228-230
Türkiye
ABD’nin Kurtlar Vadisi kabusu
Yasemin Çongar 2
Washington, ilk başta “eğlencelik”
diyerek geçiştirdiği Kurtlar VadisiIrak filminin mesajlarından ve Türk
yetkililerce sahiplenilmesinden çok
rahatsız oldu.
Kurtlar Vadisi-Irak filmi içerdiği mesajlar kadar Türkiye’de gördüğü ilgi
nedeniyle de ABD yönetimini çok rahatsız etti. Öyle ki film, Türk-Amerikan
ilişkilerinde 2006’nın ilk yarısına damga vuran olaylardan biri haline geldi.
Film’in gösterime girişi ve yarattığı etki, Hamas’ın siyasi lideri Halid
Meşal’in şubattaki Ankara ziyaretinin Washington’da olumsuz karşılanması
ile de birleşince, iki ülke arasında ciddi bir pürüz oluşturdu.
Hollywood’un, uluslararası siyasi olayları popülist bir anlatımla yansıtan,
bir çok ülkeyi ve kültürü basmakalıp yaklaşımlar ve kaba tiplemelerle
karikatürize eden ürünlerine kuşkusuz alışık olan ABD yönetimi, neden Türk
sinemasının benzer bir örneğini bu kadar yadırgıyor? Bu sorunun yanıtı,
filmin Türkiye’de gördüğü siyasi sahiplenme ve yerine getirdiği toplumsal
işlevle ilgili.
RESMİ PROPAGANDA MI?
ABD’li diplomatlara “tanıdık” gelen bir film Kurtlar Vadisi-Irak. Bu
tanıdıklık duygusunu, Washington’daki bir yetkilinin ağzından aktaralım:
Nazi Almanyası’nın afişlerine, Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet
filmlerine, son yıllarda da Kuzey Kore gibi ülkelerde üretilen
propaganda malzemelerine has bir anti-Amerikancılık vardır. Özellikle
2
Bu makale, Yasemin Çongar’ın daha önce Milliyet gazetesinde bu konuda
yayımlanan haber ve yorumlarından yazar tarafından derlenerek hazırlanmıştır.
Türkiye’de tartışmalar
229
ABD askerlerini hedef alan, onları insaniyetten yoksun canavarlar
olarak gösteren bir propagandadır bu. Genel04likle, gerçeklere tümden
aykırı bir senaryo kapsamında ABD askerlerinin cezalandırılmasını,
yenilmesini, aşağılanmasını resmeder.
Bu yetkili filmi görmemiş; Türkiye’deki ABD’li diplomatların ve
Amerikan medyasının aktardıklarına dayanarak konuşuyor. Yetkilinin Kurtlar
Vadisi-Irak ile Arap dünyasında ya da Avrupa’da üretilen Amerikan karşıtı
ürünler yerine, Nazilerin, SSCB’nin ve Pyongyang’ın propaganda
malzemeleri arasında benzerlik kurmasını yadırgamamak mümkün mü?
Sonuçta, bu sayılanlar, baskı rejimlerince, doğrudan resmi ideoloji çizgisinde,
devlet bütçesinden üretilip dağıtılan malzemeler; Kurtlar Vadisi-Irak ise
bağımsız bir sinema yapıtı.
Bu itirazı dile getirince, “birebir aynı demiyorum ama tematik bir
benzerlik var” diye yanıtlıyor yetkili. Ardından, “Aslında biz en başta Kurtlar
Vadisi-Irak filmine eğlence endüstrisinin ürünü, gerçekleri yansıtmadığı
kolayca anlaşılacak kurgusal bir yapıt diye baktık. Üzerinde fazla durmadık.
Ama Türkiye’de filme resmen sahip çıkıldığını düşündürtecek şeyler de oldu”
diyerek Washington’ın bu konudaki asıl rahatsızlığını ifade ediyor.
ANKARA’NIN TAVRINA TEPKİ
Bush yönetimi, Kurtlar Vadisi-Irak için “Yahudi karşıtı, Amerikan
karşıtı” nitelemelerini kullanırken, bu tanımlara uyduğunu düşündüğü bir
filmin Türk hükümetince de sahiplenildiği izlenimine sahip. ABD’li bir
diplomatın bu konudaki açıklaması, Washington’ın ne düşündüğünü açıkça
yansıtıyor:
Türkiye’yi de rahatsız eden, Türkler hakkında önyargı doğurabilecek
Amerikan filmleri, television programları olduğunda bizim bunları
öven açıklamalarımıza tanık olmadınız. Türkleri aşağılayan, Amerikan
toplumunda Türklere karşı düşmanlık yaratabilecek bir filmin galasına
First Lady’nin ya da Temsilciler Meclisi Başkanı’nın gittiğini
düşünebiliyor musunuz?
Bu kapsamda, ABD yönetimini asıl kaygılandıran gelişmenin, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi ve kızları ile bazı bakanların filmin galasına
gitmesi, özellikle de TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “tarihi gerçeklere
uygun” olduğunu söyleyerek filmi övmesi olduğunu belirtelim.
230
Forum: Türkiye
POPÜLİZMİYLE ÜRKÜTTÜ
ABD’li yetkililerin Kurtlar Vadisi-Irak ile ilgili rahatsızlığı, filmin,
Türkiye’de zaten var olduğuna inandıkları Amerikan karşıtı, Yahudi karşıtı,
aşırı milliyetçi duyguları okşamakla kalmayıp kabartabileceği izleniminden de
kaynaklandı. Kurtlar Vadisi-Irak’ın Türkiye’de izlenme rekorları kırması ve
halkın filmdeki olayları gerçek gibi kabullenme olasılığı, Washington’ı
özellikle tedirgin etti.
Bush yönetimine mensup ya da yönetimden bağımsız birçok gözlemci,
Türk medyasında zaten genel bir milliyetçi ve ABD karşıtı hava olmasından
yakınıyor. Türkiye kamuoyunun azımsanamayacak bir kesiminin, Metal
Fırtına romanı ve benzerlerini yarı belgesel nitelikli birer ulusal kahramanlık
destanı gibi algılamaya yatkın olduğunu düşünenler, gişe başarısını bu
popülist dalga üzerinde durmasına borçlu saydıkları Kurtlar Vadisi-Irak’ın, bu
dalgayı daha da güçlendirmesinden rahatsızlar.
Son olarak, ABD’li yetkililere göre, “Film, eleştirel bir bakışla
izlenmemesi halinde, Amerikalılara özellikle de Amerikan askerlerine karşı
nefret duyguları yaratabilir.” Bu da bir yandan Türkiye’deki ABD’lilerin
güvenliği, bir yandan da özellikle Amerikan ordusunda Türkiye’ye ve
Türklere karşı olumsuz duygular doğurma potansiyeli açısından kaygı nedeni
sayılıyor.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 231-232
Avrupa
Valley of the Wolves Iraq:
The anti-American blockbuster from Turkey
Olaf Möller
1
This February in Germany the capture of Turkish blockbuster from
Yesilcam (Turkey's Hollywood) opened and became both a hit and a cause
celebre. Right-wing politicians had a field day, citing the film as evidence that
Europe needed to reconsider Turkey's eligibility for EU membership. The
film's defenders insisted that it was no different from a Hollywood movie.
Either way, if Turkey joins the European Union, the prevailing, deeply
romantic notion of Europe will have to be rethought. Eor all those
reactionaries clinging to this fantasy of White Christian Unity, Valley of the
Wolves was a godsend.
But let's get one thing straight: the Rim is absolutely indefensible. It's
actually a spin-off of a popular TV series featuring the perpetually stonc-faccd
secret agent Polat Alemdar {Necati Sasmaz) and his efforts to wipe out
organized crime in Turkey, in this, his first movie outing, he faces off against
his most formidable enemy yet: a (possibly rogue) U.S. military operative
called Marshall, played by Billy Zane.
The film's opening scenes re-create a real-life incident that inflamed
Turkish publis opinion: Turkish troops by the U.S. military in northern Iraq
in July 2003. In the movie, the squad's leader commits suicide, leaving a note
asking that his dishonor be avenged. Enter Alemdar and his team, already hot
on Marshall's trail. Curiously, they don't do that much ass-kicking, and when
they do, their actions arc largely counterproductive.
In fact, the film's nominal hero is offscreen for long stretches of running
time. And so, despite its setup. Valley of the Wolves: Iraq is not exactly a
classic revenge movie—the story seems to be a pretext for the depiction of a
paranoid political landscape.
1
Olaf Moller Alman film eleştirmenidir.
232
Forum: Avrupa
The key to the demagoguery of Valley of the Wolves: Iraq isn't post-Abu
Ghraib/Guantanamo anti-American sentiment: it's anti-Semitism. It's clear
why U.S. troops are in Iraq, and, for that matter, the Turkish military (fighting
a semi-clandestine war against the PKK and Kurdish separatism, although the
film conveniently never mentions this), but just what exacdy are the Jews
doing there? Why, in an early scene in which Alemdar confronts Marshall in a
hotel rigged with explosives, does an Orthodox Jew suddenly appear, stealing
away to safety? What is a Mengele-like, seemingly Jewish doctor doing in
Abu Ghraib, harvesting organs from dead prisoners and sending them off to
London, New York, and Tel Aviv?
The Jewish figure in the hotel scene alludes to the cliche of the cowardly
Jew, born with an instinct for avoiding trouble and always quick to get out of
harm's way. Busey's doctor meanwhile is a reference to the myths of secret
sacrificial rites among Jews. These anti-Semitic tropes are cemented in a
scene in which Marshall and the doctor discuss their respective faiths and
personal missions: Marshall sees himself as a crusader out to erect a New
Jerusalem, while the doctor is a Wandering Jew-like merchant living off
others without producing anything himself. It's through this anti-Semitism that
Valley of the Wolves: Iraq crosses over into the realm of meta-political
paranoia and becomes an expression of the conflict between Islam and JudeoChristianity.
As such. Marshall and the doctor's true antagonist isn't Alemdar but
Sheikh Abdurrahman Halis Karuki (Ghassan Massoud), a paragon of just and
decent Islamic mores who condemns suicide bombings as anti-Islamic and
saves a Western journalist from beheading in one ofthe film's most delirious
scenes. The nationalistic revenge plot line and the tract on the benevolence
and righteousness of (Sufi) Islam are finally brought together when Alemdar
kills Marshall with an ancient dagger given to him by a dying woman who's
also seeking revenge on the American for having killed her husband during a
massacre on their wedding day. The centuries-old justness of Islam avenges
the pride of Turkey.
Perhaps this crudely directed film is more a reaction to the Abu Ghraib
picrures and the master-race arrogance they embody, nurtured by Hollywood's
promotion of the image of a justified America fighting Untermenschen far and
wide. It's an image that we've all grown accustomed to, and oppose
perfunctorily, but about which we end up only making jokes.
Avrupa’da tartışmalar
233
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 233-235
Avrupa
Turkey: Anti-Western sentiment
and "Islam is the solution"
May 7, 2006 1
Earlier this year I saw the Turkish movie Kurtlar Vadisi Irak (Valley of
the Wolves - Iraq - Website). It is reportedly the most expensive Turkish
movie ever made but that's not why it made a big splash. Being a movie spinoff from one of Turkey's most-watched TV series, addressing a very
emotional topic, and playing to popular sentiments resulted in record audience
numbers - in Turkey itself and among Turkish communities abroad.
I would like to make some additional comments and highlight some issues
that I found particularly interesting:
1. What struck me was that all those bad, vile Americans were played by
American actors. And some of them aren't exactly "unknowns": The #1 bad
guy, the crusader "Sam" is played by Billy Zane (of Greek origins). The
(nameless) Jewish doctor who runs Abu Ghraib - portrayed as a collection
station where Iraqi prisoners are tortured and have their organs surgically
removed and sent to Israel, the U.K., and the U.S. (in order to make it clear to
the audience - the organ boxes have labels with "To: Tel Aviv", "To:
London", and "To: New York" on them, with the sender given as "-----") - is
played by Gary Busey. I really would like to know why people like Zane and
Busey would agree to play such parts - are they not afraid that they'd never get
work in Hollywood again?
There is a differentiation between the U.S. Army and mercenaries/special
forces (it's not clear whether "Sam"'s guys are part of the U.S. military or not).
There is one scene where an Army Lieutenant threatens to arrest a mercenary
(special forces?) because of an atrocity but is immediately shot dead by the
1
http://www.aqoul.com/archives/2006/05/turkey_antiwest.php#more
234
Forum: Avrupa
villain. Also, the wedding massacre starts with an accident - a young Iraq boy
wants to stick a flower into the barrel of a U.S. soldier's M16 whereupon the
soldier accidentally discharges his weapon and kills the boy, triggering a
gunfight-turning-into-massacre.
2. The ethnic stereotyping is quite interesting. The Kurds are allies of the
Americans, yet held in contempt by the latter - apparently even the vile
Americans know that Kurds are despicable. However, the team of Polat
Alemdar (the Turkish hero) has a Kurdish member, Abdülhey Çoban, and in
some dialogues he speaks Kurdish with Iraqi Kurds and translates for the two
Turkish team members. At one point Memati Bas, the #2 hero, curses the
Kurds. Being confronted by Abdülhey with "But ... I'm a Kurd" he answers:
"Yes, but you're a good one."
Arabs come in four versions: regular folk, passionate woman, jihadi
extremists, and voice-of-reasoned-authority shaykh. They are portrayed as
victims of aggression and occupation - like the wedding massacre - but the
real victims are the Turkmen. Their houses are marked with "x" signs and
their inhabitants subsequently evicted and told to leave the area. Their leader
(recognizable by the Turkmen flag in his living room) is the only one ever
speaking up to "Sam" and also the only one who helps the Turkish heroes.
Consequently, he is shot dead by "Sam". The depiction obviously emphasizes
Turkish-Turkmen brotherly bonds and suggests "members of our tribe" are
being victimized and dispossessed. There are two depictions of Jews in the
movie: one is Gary Busey's Mengele-like character and the other one an
orthodox Jew (with kaftan and payot) who weasels out of a hotel restaurant
when "Sam" shows up to confront the movie's heroes without the audience
ever learning why there would BE any orthodox Jews in Iraqi Kurdistan to
begin with.
3. The main tone of the movie shifts from Turkish (secular) nationalism
- after all, the heroes set out to seek revenge for the "hood event" - to the
message that "only pan-Islamic solidarity can help making the ummah strong
again". While the movie's heroes are secular - recognizable by their dark suits
and white shirts they wear on EVERY occasion -, others are strongly
identified through their religion: "Sam" prays to a cross for God's help in his
mission, we learn of the "Doctor"'s Jewish-ness only through a conversation
with "Sam" where they debate which group gets to go to Paradise, and the
Arab "Shaykh" ... well ... he's a shaykh of the Qadiriyyah Sufis. Interestingly
Avrupa’da tartışmalar
235
enough, there are almost no Qadiriyyah in Iraq, but it is quite important in
Turkey.
The "Shaykh" serves as the voice of reason and Muslim unity. He is
played by Ghassan Mas'ud, one of Syria's most famous actors and known in
the West through playing Salah al-Din (Saladdin) in Kingdom of Heaven. He
argues that suicide attacks are against Islam, against Muhammad's teachings
and constitute two wrongs: (1) one shows that one does not trust in Allah and
(2) one cannot know beforehand if the attack would not also kill innocent
bystanders and "one innocent killed is like killing all of mankind" (Qur'an,
Sura al-Ma'idah, 32). He argues that suicide attacks only serve to sow discord
among Muslims and adds "and who knows if the enemies haven't committed
some themselves." He says that "unity & freedom" (a core concept of
Turkey's state ideology) go hand in hand and it is because of disunity of the
Muslims that they are in the bad state that they're in.
So far, apart from a brilliant Jon Stewart piece on The Daily Show (video
here) and some articles there has been little reaction in the U.S. …
The movie caused great controversy in Germany, home to one of the
largest Turkish communities in Europe, with politicians calling for it to be
banned (next to impossible under German law), sending undercover
policemen to "observe" showings, and prompting Germany's most famous
"Turkish" politician, Cem Özdemir of the Green Party, to write a lengthy
critique in the country's most important news journal. …
When it comes to popular anti-"West"ernism Valley of the Wolves - Iraq
is not an isolated phenomenon. Orkun Ucar and Burak Turna are an author
team that has produced both Metal Storm and The 3rd World War. Both
books pin Turkey against seemingly superior foes - first the U.S. and then
Europe - which it defends with the help of strong allies that both times include
Russia. Think Tom Clancy a la turc….
I think that this is very significant. It should be seen within the framework
of a popular re-Islamization of the Turkish middle class - as shown in votes
for Islamist politicians as well as student defiance of the no-hijab law -, of the
increasing identification of the EU's refusal to grant Turkey membership
because it's perceived to be an "Islamic" country, and of such concepts as
"Islamic Calvinism". We keep talking about the "pious middle" and whether it
is modern or traditional - it seems in Turkey we have an example for how
public opinion and identity can shift quite rapidly.
236
Forum: Avrupa
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 236-237
Avrupa
Movie "Valley of the Wolves"
Christoph Burkhardt 1
Sunday, February 19, 2006
Saw this movie tonight. The cinema about half full with approx. 300
mostly turkish young men and quite many women.
The prime minister of the German federal state of Bavaria today
demanded to ban this movie. I don't think he actually saw the movie.
Most German newspapers (e.g. http://www.spiegel.de/) said the film is
anti-american, anti-jewish, anti-christian, and is bad because it deepens the
existing "culture clash" even more.
I don't agree. Well, of course the movie is one-sided. With a single
exception the Americans in the movie are unscrupulous, deadheartened and
bloodthirsty. They humiliate people of other countries /cultures/religion, don't
care about deaths of innocent civilians, maltreat prisoners, etc. Of course most
Americans are not like this, but as we know from the pictures and videos from
Abu Ghureib and from several other incidents, most of these things did really
happen. Why should it be not allowed to show these things in a movie?
One scene remind me strongly of holocaust movies: captives are
transported on a long journey in a container on a truck. One guard says to the
other: they might suffocate in the container because there is no fresh air
supply. The truck stops, the (American) guard gets off the truck and fires with
an automatic gun hundrets of bullet-holes into the container and creates a
bloodbath among the captives. Well, if a holocaust movie shows German
Nazis committing terrible things, I don't object too. Ok, I don't really know if
something like this container incident did really happen in Iraq, but we know
that many bad enough things did actually happen.
1
Christoph Burkhardt, http://www.cburkhardt.de/2006/02/movie-valley-of-wolves .
html
Avrupa’da tartışmalar
237
There are interesting scenes e.g. where a sheikh stops some fanatists from
executing an american journalist and confronts them with facts why this has
nothing to do with Islam, or another one where he discusses with suicide
bombers why their plans are wrong.
This movie can help us understand how many turkish, arabic or muslim
people feel and think. It is provocative, one-sided, and mixes historic truth
with fiction in a questionable way. However isn't that a good starting point for
discussing these issues? Sometimes provocation is necessary to get people
start talking. First we need to learn to talk about our own feelings. Then we
can talk to each other. It's not very healthy if the political correctness keeps
telling us to not talk about what we really think and feel just because it could
violate other peoples feelings.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 237-238
Avrupa
German calls to ban controversial
Turkish movie on Iraq
Deutsche Welle 1
Germany, 20.02.2006
German political leaders and Jewish community representatives have
demanded the boycott of a hit Turkish action movie that casts US soldiers in
Iraq as villains.
Bavarian Premier Edmund Stoiber and the Central Council of Jews
blasted "Valley of the Wolves -- Iraq" (Kurtlar Vadisi -- Irak) as antiAmerican and anti-Semitic and called on German cinemas to stop showing the
picture.
"This irresponsible film does not encourage integration but sows hate and
mistrust against the West," Stoiber told the Bild am Sonntag newspaper in a
reference to the film's popularity among Germany's large Turkish immigrant
community.
1
http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1909933,00.html
238
Forum: Avrupa
"I urge the cinema owners in Germany to pull this racist and anti-Western
hate film immediately," he said, adding that "EU candidate Turkey should
take a clear stand."
Charlotte Knobloch, vice president of the Central Council of Jews in
Germany, told the daily Frankfurter Allgemeine Zeitung the movie stoked
anti-Semitic sentiment.
The film has so far sold 200,000 tickets and is ranked fifth in the German
box office charts.
Film based on actual event
It is based on an actual event -- the arrest of 11 Turkish soldiers by a US
military unit in northern Iraq in July 2003 on grounds of "suspicious activity."
The men were held for two days, their heads bagged, before being released
without explanation.
Facts vs. fiction
Many Turkish movie goers told AFP news that the film is not an
accumulation of anti-American cliches.
"There is a bit of fiction," conceded 28-year-old soldier Alperen, who also
withheld his surname, "but it's very close to reality."
A US diplomat meanwhile brushed aside the film's significance, arguing
relations between Turkey and the US were returning to normal.
"It is entertainment," he told Reuters news service. "It does not purport to
be a factual version of events."
Reuters reports on the Istanbul premiere of a new film: 1
American actor Billy Zane stars in the film as Alemdar's nemesis, a
powerful U.S. intelligence agent who is determined to sow discord among
Iraq's Arabs, Kurds and Turkmens.
He said he was not worried by the film's anti-U.S. slant.
"It was definitely slanted," he told reporters from his seat at the front of
the cinema after the screening. But he added: "I'm a patriot. That's why I made
this film."
1
http://hurryupharry.bloghouse.net/archives/2006/02/05/valley_of_the_ wolves_
iraq.php
Avrupa’da tartışmalar
239
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 239
Avrupa
La Vallée des Loups
http://www.lexpress.fr/info/monde/dossier/islamisme/dossier.asp?ida=437950&p
Il est sorti il y a 8 jours à peine et c'est déjà un phénomène de société plus
qu'un film. La Vallée des Loups Irak est à l'affiche dans près de 500 salles à
travers tout le pays, c'est la plus grosse production de l'histoire du cinéma turc.
Et il est déjà assuré de battre tous les records d'entrées.
Film à grand spectacle, la Vallée des Loups a pour héros une sorte de
Rambo turc parti en croisade pour l'honneur perdu de la patrie turque. Il a
pour mission de venger le pays, humilié par l'armée américaine en Irak.
Le scénario se fonde sur des faits réels. En 2003, quelques semaines après
la chute de Bagdad, 11 soldats turcs sont capturés par l'US Army du côté de
Souleymanie, la co-capitale du Kurdistan irakien. Arrêtés, ils sont affublés
d'un sac sur la tête et expulsés sans ménagement. Cet épisode a été vécu en
Turquie comme une humiliation nationale.
Précisons que contrairement à la première guerre d'Irak, la Turquie a
refusé d'intervenir en 2003 mais aurait aimé pouvoir envoyer ses troupes dans
le Nord, pourchasser quelques membres du PKK, réfugiés dans les montagnes
irakiennes. Et puis l'autonomie du Kurdistan d'Irak fait peur à la Turquie, qui
craint que cela ne donne des idées à ses Kurdes à elle.
Le film est un concentré de nationalisme sur grand écran, une revanche
sur pellicule pour les Turcs. Une bonne dose d'anti-américanisme, beaucoup
de nationalisme, des drapeaux, des loups... Un cocktail explosif.
Le héros venge donc l'honneur de l'Armée turque en affrontant les
"méchants" américains qui tuent des villageois en plein mariage ou qui
shootent le minaret d'une mosquée avec son imam. Un médecin juif américain
organise même un trafic d'organes prélevés sur les prisonniers d'Abou Ghraïb,
la célèbre prison de Bagdad.
Les fans de la série télévisée La Vallée des Loups (Kurtlar Vadisi) s'y
retrouvent aussi. Cette série à la gloire des milieux mafieux d'extrême droite,
rappelle un peu l'histoire d'Ali Agca. Le film est déjà un immense succès et
grâce à une campagne de communication agressive, un marketing très visible,
les salles sont prises d'assaut (au sens figuré bien sûr).
240
Forum: Avrupa
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 240-243
Avrupa
Film turc "La Vallée des Loups-Irak":
censures et délires
Quand un James Bond Turc déstabilise les
médias dominants
Par Claude Rainaudi
Pour une fois, les troupes US sont les cibles du nouveau James Bond et
nous nageons en pleine « contre-propagande glauque ». Que le héros
conventionnel, le troupier étasunien, soit dépeint comme une cible légitime,
cela pose un vrai problème de guerre de l'information.
Si ce film est un succès en termes financiers, d'autres pourront suivre...
Du film « La vallée des Loups - Irak » (« Kurtlar vadisi - Irak »), la
plupart d'entre vous, je suppose, n'a jamais entendu parler. Il est pourtant
premier au box office en Turquie (quatre millions de spectateurs le premier
mois) et à déjà « fait » 250000 entrées en Allemagne, et en VOST.
Un film turc, une recette hollywoodienne
Plus importante production turque de tous les temps, ce film de Serdar
Akar [3] sacrifie à presque toutes les modes hollywoodiennes :
reprise du héros d'une série télévisée à la mode [4] ;
effets spéciaux pyrotechniques et hémoglobineux (beurk !) ;
méchants très très méchants ;
gentil très très fort qui tue tous les méchants ;
chef des méchants carrément fanatique et affligé d'une marotte ;
combat singulier à la fin, au cours duquel le gentil tue à la loyale le chef
des méchants...
Bref, tout pour marcher. On se demande bien pourquoi la presse
n'annonce pas la sortie du chef-d'oeuvre, sinon avec les mois d'avance
habituels, du moins avec pas trop de retard. Ah, oui, j'ai peut-être une
Avrupa’da tartışmalar
241
explication. L'une des modes hollywoodienne a été oubliée : les gentils ne
sont pas étasuniens, ce sont les méchants qui le sont.
(Long silence perplexe dans l'assistance...)
Oui, les méchants sont étasuniens et, accessoirement, le James Bond de
service est turc. Pas ordinaire, non ?
Censures et silences
Cette innovation a provoqué deux réactions, ma foi prévisibles, mais dont
l'ampleur, de mon point de vue, touche au délire :
des demandes de censure "dure" ;
une effective censure "douce".
En Allemagne, de nombreuses personnes, dont le « roi de Bavière »,
Edmund Stoiber, représentant du parti de la Chancelière Angela Merkel, ainsi
que des représentants du parti « Vert » réclament l'interdiction pure et simple
du film et demandent aux exploitants de le retirer des salles.
En France, où la censure officielle est toujours mal vue -- et je m'en
réjouis -- on choisit plutôt, pour l'instant, de ne point parler du film. Un
phénomène cinématographique est en train de se dérouler dans le silence gêné
de la plupart des médias [5]. Dans le même temps, la majorité de ceux qui
osent évoquer le film le font en des termes propres à en dégoûter le lecteur,
sans aucun argument critique.
Le principal argument des censeurs loquaces [6] est que le film serait
antisémite. Argument valable s'il en est ! Pourquoi donc ce film serait-il
antisémite ? Eh bien parce qu'un (oui, un) Juif y tient un rôle de méchant.
Voilà des gens (les médias dominants) qui ont soutenu la peste brune
antisémite sous prétexte de « révolution orange » en Ukraine (voir mon récent
article à ce sujet sur maniprop.com De l'antisémitisme et du révisionnisme en
Ukraine et au XXIème siècle ; « Révolution orange » et « Peste brune ») et
qui crient à l'antisémitisme parce un méchant d'opérette est juif... Je parlais,
dès le titre, de délire. À moins -- ce qu'à la laïcité ne plaise ! -- que l'on
considère les Juifs comme des sur-citoyens nantis des attributs de la majesté,
je vois mal comment on pourrait encore tourner des films s'il devenait
impossible de mettre en scène un méchant appartenant à une ethnie donnée.
Juifs, bien sûr, mais également Apaches, Esquimaux, Polonais, Lituaniens,
Zoulous, Allemands, Papous, Arabes, Viêtnamiens et tous les autres ne
pourraient plus fournir matière à un honnête ennemi de héros... il nous
resterait la science-fiction, jusqu'à ce que quelque hurluberlu este en justice
242
Forum: Avrupa
contre un auteur qui aurait donné une vilaine image des civilisations
exoplanétaires en confiant le mauvais rôle à un petit homme vert.
Un premier example de « contre-propagande glauque »
Fi donc des spécieux. La vraie raison des appels à la censure ne me
semble pas là. La vraie raison des appels à la censure, à mon humble avis, est
que, pour une fois, les troupes US sont les cibles du nouveau James Bond et
que nous nageons en pleine « contre-propagande glauque ». Que l'on produise
des films ennuyeux pour intellectuels de gauche et que ces films présentent les
USA sous leur jour le plus noir ne gêne quiconque -- fors leurs spectateurs
depuis qu'il est interdit de fumer dans les salles d'Art et Essai. Mais que le
héros conventionnel du film destiné au grand public, le troupier étasunien, soit
dépeint comme une cible légitime, cela pose un vrai problème de guerre de
l'information : les USA pourraient perdre leur suprématie en matière de
propagande glauque [7].
Si ce film est un succès en termes financiers, d'autres pourront suivre. On
verra demain un « Top Gun » russe dans lequel un pilote de Sukhoï SU-30Mk
se farcira à la pelle (ou au R-77 RVV-AE !) des aéronefs US (ce qui n'est pas
trop difficile, compte tenu des performances du couple SU-30Mk / R-77),
coulera quelques porte-avions (ce qui est... moins réaliste) puis se parachutera
au coeur du Texas pour éliminer, à mains nues, le chef d'un lobby militaroindustriel qui menaçait le monde d'une dictature biométrique... On verra des
jeux sur consoles où il sera enfin possible de se servir de l'AK-47, du RPG7V1 ou du VSSK Vychlop pour décimer des assassins de la CIA... On lira des
romans de gare où le héros se glisse dans les goulags de l'Otan pour en libérer
des opposants politiques que l'on y fait lentement mourir par le poison, le
défaut de soins, les humiliations et les tortures... Que sais-je encore ?
Alors, si messieurs les censeurs ont une autre justification de leurs
pratiques, qu'ils veulent bien me faire savoir pourquoi ils ne se sont jamais
souciés des milliers de méchants Russes, Coréens, Comanches, Arabes,
Viêtnamiens, Est-Allemands, Cubains et autres que des centaines de gentils
James Bonds et de gentils Rambos ont oniriquement envoyés ad patres et
pourquoi ils trouvent tout à coup parfaitement inacceptable qu'un gentil James
Bond turc dégomme, tout aussi oniriquement, un certain nombre de méchants
Gls.
Ah, oui... Je n'ai pas vu le film et je vais rarement au cinéma. Mais dès
que ça sera fait, je vous donnerai un avis, non plus sur les censeurs et leurs
mobiles les plus probables, mais sur le film lui même.
Avrupa’da tartışmalar
243
Un petit jeu cinématographique sur la censure
En attendant, nous pouvons jouer aux « scénarios croisés ». Comment
pensez-vous que la critique aurait accueilli le film suivant. Comme d'habitude,
ou comme La Vallée des loups ?
« La Vallée des chacals raconte comment le jeune John se rend au
Kurdistan irakien pour éliminer un capitaine irakien, Mohamed, qui avait trahi
un ami officier de l'armée US. Quelques minutes suffisent pour repérer les «
bons », les Etasuniens, tirant -- presque -- toujours de face, et les « méchants
», les « amis » qui mitraillent les enfants et bombardent les ambassades US.
Le capitaine Mohamed est particulièrement tourné en ridicule : il a la
plupart du temps du kat dans la bouche, il s'est fait livrer un narghilé plaqué or
dans son quartier général.
On le surprend à prier dans ses moments de doute, à quatre pattes face à
La Mecque. Derrière son bureau est accroché un chromo de la Qaaba.
Le film, qui regorge de violence sanguinolente, s'attarde aussi sur un
médecin nord-coréen prélevant des organes sur des otages blonds à des fins de
transplantation. Au passage, le réalisateur Teddy Bird en profite pour
dénoncer, plus sobrement, la torture des otages. »
NOTES:
1. Tél. : 01 56 26 01 01. Publicité gratuite rendue nécessaire par le blackout des publications spécialisées dans les programmes des spectacles.
2. semble, hélas, lisible seulement avec IE
3. Serdar Akar est lauréat du prix spécial du jury du Festival de Cannes
4. « La Vallée des loups » est le titre d'une série populaire dont le héros,
Polat Alemdar, est joué par Necati Şaşmaz
5. Gageons que cette tactique ne saurait fonctionner très longtemps
6. Les censeurs muets seraient bien en peine d'avancer des arguments en
respectant leur stratégie de l'étouffoir
7. La propagande glauque cherche à agir en court-circuitant la pensée
consciente et le débat. Elle s'appuie principalement sur les phénomènes de
modelage et de conditionnement évaluatif. Pour plus d'informations voir, par
exemple, sur maniprop.com, cet article de Jean-Léon Beauvois : Propagande
médiatique. La fabrique des opinions de base par la propagande glauque.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 244-245
Amerika
Valley of the Wolves
1
The blockbuster film "Valley of the Wolves", by Turkish director Serdan
Akar, opened to violent protests which escalated into full scale riots as crowds
of angry neo-cons and Jews seized Turkish Embassys throughout the West
and set them ablaze among shouts of "Hail Bush!" A bonfire, made from
Turkish flags and Korans, lit up the night sky as random Muslims were beaten
in the street.... Or at least that would be true, if Americans were the violent
animals they are portrayed as, in this blatantly offensive film concept.
But don't hold your breath, waiting for rioting to break out at movie
theaters everywhere because, as has been proved time and again, some
cultures are predisposed towards violence, ...but most are not. And despite
what Serdan Akar wants you to believe, Americans aren't seething to murder
Muslims in the streets. Quite the other way around, of late.
So a film depicting American soldiers as sadistic murdering bullies, and
Muslims as hapless innocent victims is custom tailored to incite and
perpetuate more hatred of the West, and the fiery "Arab street" falls for it
hook, line and sinker. What better proof that the Muslim world is teeming
with uncivilized savage brutes, than the fact that a few cartoons and a movie
have the power to send them into a blind, frothing rage? But no matter how
many crappy, insulting movies and drawings you make about Americans,
you'd be hard pressed to find large mobs of them rioting in the streets, for
weeks on end. That is the contrast which tends to get ignored by the more
"enlightened" among us, who prefer to perpetually mull over "root causes"
and any other excuse that distracts from the fair summation that Muslims in
general, are violent.
An accusation proved justified, by scores of Muslims each day.
Should the film be banned, as some have been calling for? Absolutely
not! Don't be ridiculous. I say set the film for wide release throughout North
1
Http://www.northamericanpatriot.com/a_north_american_patriot/
2006/02/valleyof _the_w.html
Amerika’da tartışmalar
245
America, dispatch camera crews and profiling agents to opening night, and sit
back to record the reactions of hordes of young Muslim men. Throw in a
handful of disillusioned University undergrads, and we should get a good
working list of who to start taking a closer look at.
Meanwhile, no matter how hard they try to make Westerners look like
savage murderers, we just can't muster up enough hatred to prove them right
but elusive moderate Muslims aside, the majority of Islam is doing a - ahem bang up job of showing the world it's true, hideous face. the question is...Are
we seeing it yet? Needing to wake up, West just closes its eyes.
Amerika
New Turkish film villifies Americans 2
Associated Press yukarıdaki başlıkla verdiği ve “Valley of the Wolves:
Iraq reflects a growing antipathy against the U.S” alt-başlığıyla desteklediği
haberin daha başlığından itibaren “villifies” kavramını kullanarak ve metine
genellikle başkalarının ağzından niteleme sıfatları ekleyerek mekaniksel
yansızlık kurmaya çalışırken bile “habercilikte yansızlık” karakterini
yitirmektedir. Yanlı yorum ile haberi iç içe kullanan AP sunumundaki bu
karakteri okuyucunun incelemesi için AP haberden aşağıdaki alıntılar yapıldı:
The latest in a new genre of Turkish popular culture that vilifies the
United States, a Turkish movie shows American soldiers in Iraq crashing a
wedding and pumping a little boy full of lead in front of his mother. They
randomly machine-gun dozens of people to death, shoot the groom in the head
and drag those left alive to Abu Ghraib prison — where a Jewish-American
doctor cuts out their organs, which he sells to rich people in New York,
London and Tel Aviv.
“Valley of the Wolves: Iraq,” feeds off the increasingly negative feelings
many Turks harbor toward their longtime allies: Americans.
One recent opinion poll revealed the depth of the hostility in Turkey
toward Americans: 53 percent of Turks who responded to the 2005 Pew
Global Attitudes survey associated Americans with the word “rude”; 70
percent with “violent”; 68 percent with “greedy”; and 57 percent with
“immoral.”
2
(Public Domain) kaynak: http://www.msnbc.msn.com/id/11150082/
246
Forum: Amerika
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 246
Amerika
On Turkey's big screen, America cast
as villain
Karl Vick 3 (Washington Post, February 15, 2006)
Karl Vick makalesinde konuyu A.P.’den biraz daha farklı bir biçimde
sunmaktadır: In ''Valley of the Wolves: Iraq," US soldiers shoot small
children at point-blank range, harvest kidneys from Iraqi prisoners for
shipment to Tel Aviv, blow a Muslim cleric out of his minaret and, to top it all
off, display utter contempt for Turkish foreign policy.
Meanwhile, the American television series ''24" did not open at all in
Turkey last fall, despite high ratings over the three previous seasons for agent
Jack Bauer and the swashbuckling Counter-Terrorist Unit. The problem: In
season four, the terrorists intent on destroying America were Turks.
''It's kind of like firing missiles at each other!" Yasar Aktas said of the pop
culture war now playing between the United States and Turkey. The
unemployed cook was one of 1.75 million people who saw ''Valley of the
Wolves" in its first six days in Turkey. It opened last week in Europe, where
the US Army issued a notice warning service members to stay away from
affected multiplexes and ''to avoid getting into discussions about the movie
with people you don't know."
US troops strafing an Iraqi wedding? It was two years ago that Turkish
newspapers splashed news of an aerial bombardment of a wedding that US
commanders insisted was a gathering of insurgents.
The move to the big screen was to avenge the notorious events of July 4,
2003, which went largely unnoticed in the United States. That day US troops
arrested a team of Turkish special forces in northern Iraq. The Turks were
smuggling arms to ethnic brethren squared off against the Kurds, who were
allied with US forces. Photos of handcuffed Turks with bags over their heads
deeply humiliated and angered the Turkish public.
3
http://www.boston.com/ae/movies/articles/2006/02/15/on_turkeys_big_screen_
america_cast_as_villain/
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 247-248
Asya
When the children of the Black
Sea are taught to hate priests 1
Mavi Zambak
8 February, 2006
Zambak Asianews’e gonderdiği “When the children of the Black Sea are
taught to hate priests” başlıklı yazısına Can Dündar’ın “sağcı Milliyet
gazetesindeki” haberiyle başlıyor: Karadenizde bir yerel gazetenin haber
manşetinde “Kıyıda Bir Papaz Görüldü.” Bu başlığın sanki UFO görulmüş
gibi bir anlam taşıdığını söylüyor ve haberde papazin dagdan yukarı doğru
kaçtığını ve gençlerin yakalamak için arkasından koştugunu belirterek bu
denli ilkelliğe karşı şaşkınlığını ima ediyor. Bu bölgeye gelen papazlara karşı
alınan olumsuz tutumları MHP örneğiyle açıklamaktadır:
The chief party spokesman for the Grey Wolves (MHP) also commented:
'The priests who arrive in our area want to re-establish the Christian GreekOrthodox state that was here before, there are spies among these priests,
working for the West, they are trying to destroy our peace, the people from
the Black Sea are conservatives by nature'. Zambak Kurtlar Vadisi filmini ise
Hıristiyanlığa karşıt bir film olarak nitelemeketdir: "The Valley of WolvesIraq" is blatantly anti- American and Anti- Christian, a film that was highly
publicised and shown in cinema's across Turkey. All the atrocities that we
see in the Arab world carried out in the name of Allah are projected onto the
American Christians. Christians who massacre Muslim babies in Iraq, who
destroy everything, who blow up Mosques while Muslims are gathered in
prayer, Muslim religious leaders who forgive and negotiate the release of
Christian hostages from the hands of insurgents....A Turkish hero who fights
the American army and the religion they represent demonstrating the sublime
nature of the Islamic faith. As if that alone were not enough, for months now
1
http://www.asianews.it/dos.php?l=en&dos=&art=5340
Forum: Asya
248
in newspapers and on television stations we witness programmes and
discussions against Christianity, talk shows and articles which ridicule the
Christian religion and Christian beliefs. They promote the theory that
Christianity and Judaism are united in the intent to destroy the Islamic religion
and that this is why they attack Afghanistan, Iraq, and Palestine... This rising
antipathy towards Christianity took a turn for the worse following declarations
made on television by Rahsan Ecevit, wife of former Prime Minister Bulent
Ecevit (socialist and defender of the lay state!) that “the Islamic religion is
slipping from our hands, it’s loosing vitality, what's more many Muslims are
converting to Christianity". Why is no one trying to correct these subversive
phenomenons and tell the truth? A true meeting of cultures and civilizations
which Turkish authorities hold to pursue cannot remain a monologue.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 248-249
Asya
The nefarious parts we play
Tom Tugend 2
The Jerusalem Post, Feb. 15, 2006
Tom Tugent “oynadığımiz kötü roller” başlığıyla yazdığı makalede bir
gazeteci gibi filme yaklaşmaktadir:
Turkish movie featuring American actor Gary Busey as a Jewish U.S.
army doctor who cuts out the organs of Iraqi prisoners at Abu Ghraib and sells
them to wealthy foreign clients is breaking all box office records in Turkey.
Valley of the Wolves: Iraq (Kurtlar Vadisi: Irak in Turkish) is set for
release in a dozen Arab and European countries and the producer is at the
current Berlin International Film Festival to find distributors for the United
States and additional markets. …
2
http://www.jpost.com/servlet/Satellite?cid=1139395417918&pagename=
JPost%2FJPArticle%2FPrinter
Asya’da tartışmalar
249
An op-ed in the New York Sun characterized the storyline as "Rambo as
written by Jane Fonda and Michael Moore."
The Busey character, listed only as The Doctor, is far removed from the
Jewish stereotype in both appearance and manner, but hardly a credit to his
heritage. At one point, he scolds American soldiers for shooting up the
wedding guests "because it ruins their organs."
In another scene, a group of apparent organ buyers includes a man clearly
dressed as an Orthodox Jew.
Even worse is the depiction of Zane's character, Sam William Marshall, as
a psychopathic Christian fundamentalist, who can be kind to an Iraqi one
moment and then kill him instantly.
The two producers emphasized that they were against all forms of
extremism, regardless of religion, and that most of film's script was based on
fact.
Axelrod noted that the film's characters did include both extreme and
moderate Muslims and Christians, but no sympathetic Jew to counter-balance
the despicable doctor.
The film was made well before the current furor in the Muslim world over
Danish cartoons of the prophet Muhammad. However, Valley of the Wolves
raises the question whether its screen caricatures of Americans and Jews
reflect a rise in nationalistic and radical Islamic feelings, even in Turkey, the
one Muslim nation considered a friend of both the United States and Israel.
Rabbi Abraham Cooper, associate dean of the Simon Wiesenthal Center,
noted that the cutting out of organs from innocent people "wasn't created out
of thin air. It is a revival of the ancient blood libel against the Jews."
Valley of the Wolves opens with this historical incident and then veers
into fiction. One of the Turkish officers, unable to bear the shame of the
hooding, commits suicide. His farewell letter reaches Polat Alemdar, a
legendary Turkish intelligence officer and James Bond-like character, who
sets out to avenge the suicide.
The TV hero is the same as in the movie, but instead of pursuing
Americans he battles the Turkish mafia and its links with ultra-nationalist
militants and the state intelligence service.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 250-267
İnternet
İnternette tartışmalar
“Northamericanpatriot.com” sitesinden örnekler 1
Barbaric but not shocking. There exists, among the flock of freedom
loving peoples, the cowards who knowingly give aid to those opposing
freedom. (Washington, Feb. 26, 2006)
Wow look at all you stupid bastards all piled up in one place. I havn't seen
the movie but i bet it's one hundred percent accurate and you wanna know
why? Let's begin class, a foreign country one day attacks us and in their
cowardice drops bombs over our cities. After the bombs have killed innocent
women and children, the shock troops begin to invade our soil. the invaders
tell us that they are here for the goog of the american people as they secure oil
fields and march towards our capital to capture our president. Now we as
Americans admit we do not like the man in charge of our country, at the same
time however we we can all sgree that taking our president out of office by
force is not right. As this forein invader humiliates our leader with pictures of
him on newspapers worldwide with nothing but his briefs on we feel
humiliated as Americans. As our leader is taken out anarchy prevails.
throughout the world images are shown of americans finaly free, even though
most of the images were manufactured like the news in our papers as the
invaders take control of our press. As americans we are proud and ready to
fight the invaders, however every time we fight for our freedom and dignity
we are dehumanized through the use of labels these invaders have given us.
So every time we fight for our families and country we are "INSURGENTS".
labels such as these will always undermine our struggle in the eyes of the
world. Does this sound familiar? Meanwhile, 16 prisons are created in our
country the most notorious one in the news tortures our people daily and takes
1
Nap: http://www.northamericanpatriot.com/a_north_american_patriot/ 2006/02
/valley_of_the_w.html)
Internette tartışmalar
251
vomitous photos of ou ın pyramids, naked, touching other men, having dogs
bite our flesh, one specific bitch named lyndie england enjoys it. Reports of
soldiers raping women are apparent as is the whitehouse withholding such
ımages becuase they mıght incite muslim americans. (polittcal asasin, March
11, 2006)
Basically, I agree with tblubrd and political assasin. Most of the
comments, as would be expected from a website that hides hate, fear, and
bigotry behind a facade of "patriotism", would make matters worse, deepen
the divide, and incite prejudice and intolerance if such ignorance got out.
Fortunately, or as least as yet, it doesn't or hasn't. What made the "good
Germans" follow Hitler? What made the good Muslims follow their fanatics?
The same thing that makes Americans follow Cheney and Bush into an
empire of greed, corruption, and elitism. ( serge, March 13, 2006).
Do you know what makes difference betwwen Turkish soldiers and the
others? Any other nation's soldiers go war to Kill, We just go war to DIE...
(mavimehmetcik, March 16, 2006).
“haloscan.com” sitesinden örnekler 2
Turkey has been an ally with the US for decades. Is that this difficult to
accept that you screwed by arresting your own allies’ soldiers? Besides, this is
just a movie which only inspired from a real life story. Oh, by the way, if you
don’t hide your head like an ostrich, you would see that some corrupted
soldiers did horrible things in Iraq. Just run a little search on Yahoo for
pictures. Turks do not hate the US; they just don’t approve the Iraq War and
GW Bush, like the rest of the world. (a proud citizen, 02.06.06)
Ohh my dear friend Jake, You're probably having a big steak and mashed
potatoes with it while sitting and writing this stuff. You might even have a
car, huh? What burns in the tank my buddy? It is not easy to have all of them
together, my dear Jake. One has to stir the burning hell up once in a while and
unfortunately it's us who put their heads on the machine guns. And our fate is
to die in those lands as written in the Bible or the Koran. Some people are
gonna come out and kick our ass and all we are gonna be doing is eating steak
and burning more gas to move around our fat asses. Why don't you have a
copy of this movie in your DVD collection. I will donate it to ya (John,
02.07.06).
2
Halo: http://www.haloscan.com/comments/ jakejacobsen
252
Forum: Internet
All those posts show that valley of the wolves is doing a gread job.
Americans are facing with their truth. Nice improvement guys.(Anderson,
02.07.06).
Why do you think they won't let turkey into the EU, while Greece and
other nations with similar economies have already joined? As far as Turkey's
geopolitical position....Turkey is just the Mexico of Europe. (betti, 02.07.06)
The militant anti-Turkish and the anti-American views here sickening.
Over half of all Americans do not support the Bush administration, and close
to that ratio do not support Prime Minister Tayyip Erdogan in Turkey. I think
it is ridicilous to link the views of an entire nation with a government in
power, and it is even more stupid to link a silly military movie with the views
of that country as well. The world is insane right now, and ultimately
everyone is equally to blame for that. (Tilly, 02.08.06)
Amerikanın Anit kabir’e bir supermarket kurmasına ne dersiniz? Yediğim
BigMac’ın kağıdını Atatürk’ün mezarına atmamaya çalışacağım” diyen
Betti’ye yanıtlar:
You and people like you really degrade the image of USA in foreign
countries. you really should read and study more. You are just an ignorant
racist whom USA needs to take care of. (Anonymous, 02.09.06)
Hey betti, how about dropping another bomb on your roof top, so that
ignorant a… like you could not waste any more space in this planet. You are
not welcome here in the middle east. This is our backyard. Sooner or later
you'll know this. so get out. (Polat Alemdar, 02.09.06)
I can see you out on the streets looking for a turk or arab to beat up, do it
if its going to make you feel any beter… Its only a film and films are
business. People make money from this business from people like you and
me. Its controversial yes. If you disagree with this film debate it. Do some
research, do some homework and then say something intelligent about it.
Have you seen midnight express. Good film. Loved it. Alot of fascist patriots
didn't, and this is what is happening with Valley of Wolves. (John Wayne,
02.10.06).
Most people across the globe will say: Damn, the movie is bad, terribly
one sided and probably full of lies. But if I can hurt the american feelings with
that without hurting them physically then I will force myself to watch it all
and all over again. You see, its a kind of revenge for having had to watch your
propaganda shit for several decades. This turkish movie isnt better (turks are
Internette tartışmalar
253
even more nationalist and racist than americans are) but who cares, it just
feels refreshing! (funny, 02.14.06).
Since when did Turks begin to care for the Iraqi people? For years,
Turkey did nothing when Saddam was killing at will thousands of Kurds and
Iraqis... Now, when America comes in and stops the ongoing genocide and
experiences some problems while trying to do so, they sit back and wail about
the 'poor Iraqi people'. I can swear to you that much more than they hate
Americans [which most don't actually, but it is beginning to swing], Turks
hate Arabs. And to see such a movie put 'love and mercy' into the hands of the
Turkish solider for Iraqis, Kurds, and Arabs is pure lunacy!!!... After living in
Turkey for over 5 years, I'm obviously hurt by the apparent 'glee' that has
surrounded this movie here. They are giving tickets away to all government
officials, namely police, at discount prices. Most of all, I fear for my family as
young radicals grow up idolizing 'revenge against the imperialists' enshrined
in Necati Sasmaz's acting. The world, in the midst of all the violence
stemming from the 'Caricature of M.', should not forget that a Catholic Priest
while praying in his church was murdered by a 16 year old just last week in
northern Turkey ... the last words the priest heard were 'Allah Akbar!' -- the
world should stand up and listen or it might the last words that they hear.
Turkey is a dangerous caldron of great military pride and nationalism on one
side and potential radical Islamic fundamentalism on the other -- mixing the
two could be cataclysmic. The movie has the potential to excite certain
elements of Turkish society that have no moral inhibitions. Watch out...
Turkey's pride has been hurt, as has most of the Islamic world -- there will be
repercussions. If you want to understand the Middle East, then, you must
understand one word - Pride. We should be cautious when treading on theirs.
This movie is only the beginning. (Another American living in Turkey;
02.14.06).
we're "enslaved by Jews". What kind of conspiracy horseshit is that? Just
becuase we don't slaughter them and hate them like most of the rest of the
world it doesn't mean we're enslaved by them...it means we respect human
life. I know that concept is alien to the middle east, so I don't expect you to
understand. So you agree with Hitler's politics but not his actions? You must
be reading one of the middle east's best selling books Mein Kempf. The more
I hear people from your region of the world talk, the more I'm worried for the
human race. (heralder, 02.14.06).
254
Forum: Internet
“guardian.co.uk” sitesinden örnekler 3
Hollywood regularly portrays anyone foreign as being the enemy, the bad
guy... from the Germans, to the british toff to Muslims nowadays... Expect to
see a great wave of Double standards caress the American media over this
movie. They rewrite history in movies to portray themselves as the being the
great and good. Just look at Saving Private Ryan... where were the Brits? or
even U-571 which is about the Enigma machine. The US philosophy on
EVERYTHING is 'Do as we say, not as we do'. There's nothing wrong with
the turks entertaining themselves (Mucho Caliente, February 17, 2006).
The worst thing to happen to western civilisation in the past 20 yrs is
Political Correctness. Why is it such a bad thing when someone critcises a
Jew. Are they a perfect people? Are Jews and Muslims beyond or above
criticism. This film is a work of fiction. yet the banner of Anti-semitism pops
up so quick. and yes I agree, that the Jewish people are... demonised within
Arab/muslim culture and to a degree in general world culture. But so are
Muslims. I think both groups need to deal with their image in a more proactive manner. Rather than just hush any kind of talk regarding issues which
may be sensitive. Or shout out Islamophobia (FYI I'm Muslim) or Antisemitism. Which is the easy way out. There is reasons behind it all, at the
base. Human being at heart are ignorant. We like to generalise and stereotype
because it's easier than actually educating yourself (Mumin, Feb. 17, 2006).
Let me preface my comments with noting that I am yet to see the movie.
But from what I read in the left media of Turkey, the anti-Bush/anti-American
criticism of the movie is essentialy a pseudo-criticism aiming to cash on and
perhaps further agitate the rising nationalist ideologies in Turkey. In fact, it is
the latest in a series of pathological/nationalist artefacts that surfaced in the
recent years (e.g., Steel Storm--a conspiracy theory novel which tells the story
of how US Army invades Anatolia). Nationalism in Turkey, while it has some
kind of anti-imperialist component, is a regressive ideology just like every
other nationalism, including, for instance, ABD or British patriotism at the
olympics. In fact, I would argue that it is a film about an under-dog imperialist
against a super imperialist. So, dear reader don't be misled by the antibushism of this film. It is not a radical critique of nationalism/imperialism as
such; it is one kind of nationalism fighting with another (Ayhan, 17.2, 2006).
3
http://blogs.guardian.co.uk/culturevulture/archives/2006/02/17/hanoi_zane.html
Internette tartışmalar
255
“hurryupharry.bloghouse.net” adresinden örnekler 4
We are somehow supposed to be shocked that Middle Eastern action films
mirror the prejudices of their audiance, whilst presumably western action
films are about killing real evil people, like native Americans and Vietnamese
peasants. Its like the belief that somehow its inexcusable that Islam is the
driving force behind killing in the muslim world, whilst we can draw a veil
over the part that big business in the west plays as the driving force in sending
armys, assassins and torturers around the world to kill and maim people (and
I'm not talking about just Iraq). And before you quote Abu Grahib to me, do
you really think the trials got to the heart of the case, and I'm still waiting for
the CIA officers who organised the Chillian coup to be brought to account, or
for Henry Kissinger to explain to a court why it was OK to secretly kill half a
million innocent Cambodians (Drayman, February 6, 2006).
"Now that this film is occurring in the muslim country closest to the west,
can the pro-war crowd now admit they were wrong." And because "Mein
Kampf" is now a best seller in the muslim country closest to the West does
that mean Hitler was right? (Logan3, February 5, 2006).
Franky, you held up this film as an example of how Turkey feels. What's
so different about Logan3 holding up the country's bestselling book as an
example of how Turkey feels? (Lizzie, February 5, 2006).
Because this film and its popularity is a direct consequence of our actions.
And it was widely warned before we undertook those actions that these would
be the results (Franky, February 5, 2006).
“imdb.com” adresinden örnekler 5
Turkish addendum to how our world has gone out of control
Azrailangelo from Austria, 19 February 2006
In times of "Syriana", "Constant Gardener" and "Lord of War" this movie
is the Turkish addendum to how our world has gone out of control. It is more
right than ever to say that those who have power want more power those who
have money want more money in any circumstances without any morals. So I
wonder why some people complain about these facts, when this movie shows
them to the viewers, if those people are for democracy, freedom and equality
4
http://hurryupharry.bloghouse.net/archives/2006/02/05/valley_of_the_wolves
_iraq.php
5
http://www.imdb.com/title/tt0493264/usercomments
256
Forum: Internet
between all humans. Almost every mature man and woman knows and
understands why the US has gone in to Iraq.
After it has been covered up, what had been obvious to most of the
Turkish and middle-eastern people, it was only a question of time, when such
a movie would come out. While "Syriana" reflects the dirty business of oil
and corruption, while "Constant Gardener" reflects the dirty business of
pharmaceuticals and corruption and while "Lord of War" reflects the dirty
business of gunrunners and corruption "Kurtlar Vadisi Irak" gives a little bit
insight what is going on in a country, occupied by those who want more
power and more money, whatever it may costs in human-lives and humandignity.
About the events shown in this movie, we have been aware of through
various media before, haven't we? So what changes our minds as mature and
righteous human beings, when we see those events in a movie, played by
actors? We should condemn them in the same way we did before no matter if
it is a bombing of innocents by the occupiers or if it is a bombing of innocents
by suicide-attacks.
Is this an anti-Us movie? No this is an anti-war, anti-corruption and an
anti-imperialism movie. "Kurtlar Vadisi Irak" does not condemn a whole
nation like once "Midnight Express" did in the most shabby way, it damns
those who know no ethical standards and show no respect to other cultures,
religions and nations.
This movie can help us understand how many Turkish, Arabic or
Muslim people feel and think
cb-71 from Germany, 20 February 2006
Most German newspapers (e.g. www.spiegel.de) said the film is antiAmerican, anti-Jewish, anti-Christian, and is bad because it deepens the
existing "culture clash" even more. I don't agree. Well, of course the movie is
one-sided. With a single exception the Americans in the movie are
unscrupulous, dead-heartened and bloodthirsty. They humiliate people of
other countries/cultures/religion, don't care about deaths of innocent civilians,
maltreat prisoners, etc. Of course most Americans are not like this, but as we
know from the pictures and videos from Abu Ghureib and from several other
incidents, most of these things did really happen.
Why should it be not allowed to show these things in a movie? One scene
remind me strongly of holocaust movies: captives are transported on a long
Internette tartışmalar
257
journey in a container on a truck. One guard says to the other: they might
suffocate in the container because there is no fresh air supply. The truck stops,
the (American) guard gets off the truck and fires with an automatic gun
hundreds of bullet-holes into the container and creates a bloodbath among the
captives.
Well, if a holocaust movie shows German Nazis committing terrible
things, I don't object too. OK, I don't really know if something like this
container incident did really happen in Iraq, but we know that many bad
enough things did actually happen.
There are interesting scenes e.g. where a sheik stops some fanatists from
executing an American journalist and confronts them with facts why this has
nothing to do with Islam, or another one where he discusses with suicide
bombers why their plans are wrong.
This movie can help us understand how many Turkish, Arabic or Muslim
people feel and think. It is provocative, one-sided, and mixes historic truth
with fiction in a questionable way. However isn't that a good starting point for
discussing these issues? Sometimes provocation is necessary to get people
start talking. First we need to learn to talk about our own feelings. Then we
can talk to each other. It's not very healthy if the political correctness keeps
telling us to not talk about what we really think and feel just because it could
violate other peoples feelings.
View into the mirror
Stephan Frumm from Germany, 1 March 2006
A great movie about a group of Turkish Davids vs. the Army of the
"Power Nation"-Goliath in Iraq. I don't hold that movie for manure. It's
showing the real face of war in the Near East. Most of the shown are
happening day by day all around the world. We are watching only sterilized
pictures on TV. The reason why this film makes some people nervous is, that
its forcing to watch in the mirror.
People with lower grades of criticism ability are not well advised by this
movie. The question is: Are the people in Near East or elsewhere asked
whether they would like or want that kind of peace shown by the movie?
One should clean the own stable, before tying to clean other stables! To
understand this "Turkish Movie-Highlight" and to create an opinion about the
topic in general, one have to inform about their prophet Mohammed, his
achievements and the Islamic Culture.
258
Forum: Internet
The other side of the medal
Rawkidd from Switzerland, 23 February 2006
As mentioned before here somewhere, there is a true hysteria on going in
Europe about this movie, which i don't understand at all. Why is it, that people
get up now and denunciate the content.
What is wrong with them guys?
I mean Hollywood produced Bullsh.. for years, and told so called "true"
stories one-sided and no one ever said a word about their manipulative policy.
Russians have been showed bad and evil for years, then the Japanese, then the
Arabian world and it always was OK.
Who says, the good guys are always American?
Who says justice is being made by stars'n'stripes?
Once Oliver Stone dragged a whole country and its people in the mud and
every consumer thought, ooohhh yeah, so this is what Turkey is about. And
when the Turks complained about that movie, Hollywood's answer was: Hey,
it's just a movie. Don't take serious. Exact the same thing word, is what I'm
saying now: Hey, it's only Showbiz !!! But back to the movie.
Open Your Eyes See The World
Redback20 from Canada, 11 April 2006
Finally someone made something different then what we always use to
see from Hollywood, The Americans use to be always the one who save the
world and always the goods the winners, before was movies about Vietnam,
they use to be the bad ones and then the Russians, one American man fighting
against all the Russian army (Rambo) and now who else the Arabs ? If they
have the right to show to the whole world that Viet army is bad and Russians
too so whats wrong with this Kurtlar Vadisi... First time someone made
something different then Hollywood use to show us always and now they
become a shame ? I don't see any shame in this movie, it was a good movie i
enjoyed there is some truth and some fiction in it but at least its not Rambo ;)
more realistic then that...Open your eyes people!.
It is only the tip of the Iceberg
Elias La Fendi from London, UK, 31 March 2006
It is a great movie. Although not totally based on true events (since true
events in Iraq of daily killings, torture and human rights violations are by far
more horrific) for once, someone had the courage to depict the contrary of
Internette tartışmalar
259
what the gigantic but biased US media consistently and persistently portrays
the conditions in Iraqi. Anti-Arab and Anti-Muslim, movies based on stories
of total fabrication, such as True Lies, The Siege, and Syriana and many more
were just the norms how Hollywood vilifies an entire ethnic and religious
groups. It has become so common to see such bigotry as long as it is speaking
of "others". I came to know that all these racist movies were shown in the
movie theaters of the un-democratic Countries of the Middle East. None were
banned, despite their prejudice and incitement, and in spite of the fact that
these movies only serve to propagate stereotypes and misinformation about
Arabs and Muslims, enhance hatred, mystify the truths and induce clash of
civilizations. Now that Valley of the wolves has come to show only the tip of
the iceberg on the greatest terrorist act: invading an entire country and
destroying its infrastructure and economy, bringing torture, cluster bombs,
depleted uranium, innumerable acts of random murder(+173,000), arbitrary
arrests, brutal detentions, misery and degradation to the Iraqi people and yet
we read here that the American tax-payers (who are funding this terrorist
invasion) are debating whether or not to show such movie, a piece of the
reality of their Americans' own making!
This comment originally written by M puch
Crispyfritters456 from United States, 19 February 2006
When I watched this movie I was somewhat reminded of a mixture
between a classic (bad) western and a Nazi propaganda movie from the
forties. The historical "fact" consisted of Americans rounding up the
headquarters of Turkish special forces operating in northern Iraq,
apprehending them with sacks over their heads.
No reason given. No state leadership (or respectively their military) does
ANYTHING without a reason. Here it appears the Americans are simply evil.
Maybe it is arrogant of me to say the Turkish commander was an idiot for
committing suicide, because of being subjected to such "shame", instead of
becoming the movies hero himself.
So before we enter the debate about "real" depictions of events in Iraq, let
us consider what we know for facts from credible sources (meaning American
and German media as well as Al Jazeera English combined).
Yes there are camps like Guantanamo around the world. Very ugly stuff is
happening in those camps. …Abu Ghraib, being an infamous place, does not
even scratch the surface of camps like Auschwitz or Treblinka.
260
Forum: Internet
Talking about Abu Ghraib. After the perverted things that took place
there, the American military replaced the entire company guarding it. They
made it a normal prison by now, knowing they have constant media attention
from all over the world.
Then there is a scene in which the US Army unit waits outside a wedding
party until the party guests begin shooting into the air. …In reality this event
took place in Afghanistan where a "Spectre" gunship was flying over a
wedding ceremony. The airmen on board misinterpreted the small arms fire as
an attack (bullets hitting the plane) and subsequently opened fire, killing most
of the party guests. The real scandal was the Pentagon downplaying the event,
paying the victims families off 200$ per killed person, instead of openly
apologizing for the tragic mistake.
…All in all this is like an islamo-fascistoid, gory Turkish copy of the ATeam. Just like one-dimensional western productions that depict Arabs as
evil, women beating fascistoid fanatics this flick claiming to show "the other
side" is part of the problem, not a solution.
My salute to the producer
j199 from Singapore, 21 May 2006 (imdb)
The making itself is not that great as most viewers have said. However,
the action is entertaining enough. But I think what is more important is the
subject of the movie. I'm glad that someone is finally has the gut to make a
movie on the real injustice that committed by the America. It's amazing how
many narrow minded people actually refuse to accept the truth about US army
in Iraq. The massacre of civilian by US solder has already been reported by
Time magazine and now the US defend department finally bowed to public
pressure to investigate. Here's a report by US newspaper so no more
arguments about the fact behind this movie. www.registerguard.com/news/
2006/05/20/a3.nat.iraqprobe.0520.p1.php?section= nation_world. I just hope
we have a real hero like in the movie as well.
“kaijushakedown.com” adresinden örnekler 6
As far as the anti-Semitism, there's this hilarious scene where our hero is
in a fancy smancy hotel for shady influential evil people in Northern Iraq and
demands that the hotel be evacuated, and the camera catches an Orthodox Jew
6
Kai: http://www.kaijushakedown.com/2006/02/ valley_of_the_w.html
Internette tartışmalar
261
with locks, black robe and hat shuffling out the door. Besides that there's the
"Tel Aviv" (Among New York and London) written on iced lunch boxes
carrying the much talked about human organs that they're harvesting from
unfortunate wedding goers. That Garey Busey (who is so right for this) is
Jewish only comes up later and implicity when Billy Zane argues about how
his people are more chosen than Busey's. All this might have something to do
with the whole grudge story about Israel commandos training the Kurds in
Iraq for an independent Kurdistan...last year a couple Turkish newspapers
claimed that our foreign minister leaked their part of the story to Seymour
Hersh because the government was pissed off that Israel was simply ignoring
their concerns. But overall, the anti-Semitism in the movie is pretty much
overshadowed by Crazy Christian Guy. There's a long scene where the
camera pans across Christ on a cross in front of which Billy Zane is praying
and going on about how his blood will flow through Babylon. it's really not a
so-bad-its-good movie. It does in fact stay within some sort of logical
boundaries in order to work as propaganda. Of course, what is intentionally
ironic about the movie is that for a film motivated by nationalism it has an
awful lot of Kurdish dialogue. At one point, when two Turkish guys are under
fire and ducking for cover, one of them yells, "goddamn Kurds" to which the
other responds "dude, I'm a Kurd" to which the first guy says, "yeah, but
you're different." (2006).
Anybody who watches this movie and pays for it is a terrorist and wishes
death upon American soldiers. Well, soon Kurdistan will be a reality and you
will never get into the EU. Back to the middle ages for you, where you can
hang out with your friends Egypt and Iran ( Mike, Feb 10, 2006).
There can be bad terrorists believe in any religion. And some of the
American soldiers can be cruel as Kurtlar Vadisi says. But this doesnt mean
all Americans are cruel just as that nobody can say all muslems are cruel
because of some bad muslims. ( Hamit, Feb 10, 2006).
As it is showed in the vallet of the wolves,it is only the side of iceberg
which is seen. The uniqe real thing is in the blood of Turkish. One day, Turk
will be lead of the world, as nostradamus said so americans must be afraid of
Turks because we are Cengiz Han's, Fatih Sultan Mehmet's, Kanuni Sultan
Süleyman's and Mustafa Kemal Atatürk's grandchilren. (Istemi Yabgu, Feb
10, 2006).
Guys - look I think everyone believes that their country and their
forefathers are "Super Cool Number One Country in the World" so it's
262
Forum: Internet
pointless to debate whose country is better, and responding to these arguments
just makes everyone look silly. Let's all keep in mind that when you take a
movie starring Gary Busey and Billy Zane this seriously then, well, then Gary
Busey has won. ( Grady Hendrix, Feb 10, 2006).
I only recently found out about this movie but I'm really interested in
seeing it and I'm happy to payfor it, no bootlegging this one. It's nice to
support the other side of the situation, we all know hollywood has such a huge
bias and anything which doesn't support the JEWs is Anti-Semitism.( Chris,
Feb 10, 2006).
Why are the American screaming their indignation at this movie Have
they forgotten how they applauded when Chuck Norris was blowing up Arabs
in his Delta Force movies? The Americans are very sensitive when 53their
warts are exposed.(Henry, Feb 10, 2006).
I am not a Turk, nor a Muslim; however, I am looking forward to seeing
this movie. It's about time the rest of the world is expose to the intense hatred
Bush has generated with his invasion of Iraq (Henry, Feb 10, 2006).
Hollywood used all middle eastern people as terrorists, West and Europe
enjoyed themselves but when a Turkish movie tells the truth which everybody
knows, Americans are getting offensive. Truth is always on news and
newspapers. Lots of people are losing their lives for one person’s wrong
decision. Bush… Now Bush is asking Turkish government to back him up
against Iran, which we have very good relationship with Iran more than
United States history. It will not happen because anytime, Bush wants blood
we have border with them. Iraq, Syria and Iran. Guess who is getting more
effected from Bush’s mess? Turkish peoples economy and we do not want
unstable country neighboring us. Everybody was doing ok till Bush and his
dad mess up the middle east. (Kemal, Feb 10, 2006)
I am an half Kurd and half Turk..I feel %100 Turkish as far as my heritage
concern. I am also an American citizen..It is about time we balance the biased
Hollywood movies with movies which has different perception...For years, we
made movies in US showing any muslim as terrorist. Enough is enough. Have
you watched Fahrenheit 911?...I bet you have not...They are realy pictures in
that movie shows US soldiers brutality. Thats not to say all US soldiers are
bad...I am sure many of them are good people. But, few bad apple created
enough crap that, Iraqis no longer see American as liberators. Maybe Turks
are paying back for "Mignight Express" which was actually based on lies. At
least there is some truth to "Valley of Wolves Iraq". My advice to you, "if you
Internette tartışmalar
263
can't stand the heat, get out of the kitchen." By the way, proud to be an
American and say what I want....You have any problem with that ? (Orhan the
Turk, Feb 10, 2006).
The Bush administration and their supporters (like Mike) absolutely
abhore anyone who dares to expose the truth. Thus, you will see a near
hysterical response from the supporters of this evil to the movie "Valley of
Wolves - Iraq". They will do their best to suppress this movie, but they will
not succeed. I am looking forward to watching the movie. Recently, the head
of the Israeli Shin Bet stated that America will reqret their decision to remove
Saddam because this has unleaseed chaos and instability in the whole region.
His comments got very little attention in America. I believe that Iran is the
winner and America the loser from this whole Iraq fiasco perpetrated by
Bush. (Henry, Feb 11, 2006)
I assume you think the film is anti-semitist because it has a Jew as an
illegal organ harvester. Well bravo. I suppose you havn’t seem the numerous
American films depicting hispanics as bloodthirsty drug dealers, asians as evil
murderous triad gang members (and waiters!), and muslims as terrorists? And
too boot, nearly always depict other cultures as being backwards and living in
huts. I think his remark was in fact pointed at people like you who believe
jewish people can't be reflected in any negative light or it is racism. (oknow,
Feb 11, 2006).
Turkey is in the "Valley of Wolves". 30000 People have died due to terror
and the 91 Gulf war nearly bankrupted the Turkish Economy. So it is unfair to
put any blame on Turkey or the Turkish people for their sentiment. Keep in
mind that Turkey and Israel conduct joint military operations, assit each other
with regards to armaments upgrades. No need to explain that the biggest
threat to Turkey comes from Religious and Kurdish terrorists. Please note that
I said religious fanatics and not Muslim -Islamic fanatics. In fact the movie
stresses this difference. The movie repeatedly shows near "news release"
events over the past 3 yrs ..., arrest of Turkish Allies, Abu Ghraib, the
"Wedding Incident" etc. None seemed fictional to me ( yes the movie is
schockingly brutal).To keep in mind that this is MOVIE and that the next time
a NY Hassidic-American chooses Turkish Airlines to fly to Israel there are
more than Kosher meals and 3rd World kidneys to thank. Being a Texan does
not allow us to remain ignorant (Tony, Feb 11, 2006).
I watched that movie recently, and its not worth to talk about. There are
really ugly klicks like the scenes with good islamic sheyhs and bad jewish dr.
264
Forum: Internet
ugly. Its just like an arabic scenerio not turkish. I really felt uncomfortable
when I watch some turks shoot american soldiers even its in a movie. We
have a deep history from Atilla to Mustafa Kemal and there are a lot of turks
who die for their allies (for example in korea) but there is no turk who shoots
his ally in our history. Its not acceptable even its in a movie (Emrah, Feb 11,
2006).
To Mike, Who is the first nation to use Atomic bomb to kill hundreds of
thousands of civilians? Who came to another continent to drive the natives
out? Who wiped out Native Amercans of the map? Who brought slavery?
Who brought discrimination in human race? Should I keep going? Well you
should judge yourself first before judging others. Maybe than you might make
little sense, take my advise!!! (Turkish Thunder, Feb 11, 2006).
I saw that film in munich as a german...it was a great film made by
turks..Turks was the first people who dared to show the truths of the iraq
war..that movie should be shown all over the world, so everybody will see
that not the muslims were terrorist, they will see that the USA is the biggest
terrorist in the world...they should leave iraq as soon as possible, nobody
wants to see them there...i think its also truth, like the film shows, that great
britain and israel was also a part of that terrorism. thanks for the great film
(Michael Huber, Feb 12, 2006).
I have heard about this movie sadly it will be realeased late march here. i
think america should stop their invaiding journey because the way there going
they are going to create WW3. I know turks as freindly welcoming pride full
people that will do anything to keep their pride even if it means taking their
own life. I was in tears when i have read the message attaturk sent the anzacs
adter ww1. For you people that dont know ıt here ıt ıs: those heroes that shed
theır blood and lost theır lıves... You are now lyıng ın the soıl of a frıendly
country. Therefore rest ın peace. There ıs no dıfference between the johnnıes
and mehmets to us where they lıe sıde by sıde here ın thıs country of ours...
You, the mothers, who sent theır sons from faraway countrıes wıpe away your
tears; your sons are now lyıng ın our bosom and are ın peace. After havıng
lost theır lıves on thıs land they have become our sons as well (cameron from
australia, Feb 13, 2006).
Truth always hurts.... that movie shows us that the biggest terrorists in the
world were the americans....goddamn terrorists... thank you turkey for that
great movie showing us all the trues of the iraq war...(janis, Feb 13, 2006).
Internette tartışmalar
265
I think Billy Zane is being hypocritical here when he says, "I acted in this
movie because I'm a pacifist." Does he really think making this kind of film
doesn't incite violence and negative attitudes toward other countries? Daniel?--you think?...But maybe it was a positive thing! Maybe the writer just wanted
a fair and balanced cast demographic. You know! The Arabs had roles, the
Turks had roles, the Americans had roles. How could it be a film about the
middle east without a Jewish character? Wait! We need someone to play the
organ harvester! I mean, c'mon! Look at it as affirmative action! The
director/writer's own personal version of the "No Jew Left Behind" policy.
Especially now that it's all been elevated to mythological proportions. Maybe
even the Joseph Cambell Foundation will work it into their curriculum now!
Gee! Finally a Hero with a Thousand and One Faces! (Frankie-boy, Feb 13,
2006).
So far I am reading alot that this is "just a movie" and to not take it to
seriously. But what about the cartoons frem Denmark? Were they not "just
Cartoons"? Yet people died in protests over them. What if someone sees this
movie and decides to join the Terrorists? It was once said that the Pen is
mightier then the sword, because Ideas, both good or bad, can have big
consequences. (Tommy, Feb 13, 2006).
One has to admire the courage of Mr. Zane And Busey for taking on these
roles, especially in light of the blundering, ignorant and totally one-sided
attitude of most American movie fans who actually aren't used to regarding
the stories of "action movies" as propaganda but take them as wholey accurate
representations of the truth... "bibles" of the world "as it really is". If anyone
doubts that this is true of Americans (that they believe their own propaganda)
then think about how easily they have excused Mr. Bush for "sincerely
believing" that Iraq had weapons of mass destruction though all the evidence
he had pointed to the opposite conclusion. See, feelings- strong feelingsalways overide the truth when the interests of No. 1 are at stake, so to hell
with the U.N., our country, our friends, our neighbors, bothers, sisters and
parents- anyone that doesn't get that its a dog-eat-dog, gladitorial world is just
a big fool!.(John Shaplin, Feb 14, 2006).
USA is the worldpolice?? ...they were the biggest terrorists....thanks
turkey for showing us the facts of that war...everybody saw the real face of the
american soldiers..goddamnt idiots (Giovanni, Feb 14, 2006).
Romans, Egyptians, Greeks, Persians, Ottomans, Mongols, British, etc
aka: the forgotten great powers. How ironic that today most of them are
266
Forum: Internet
classified as developing countries... Over $450 billion of the 2006 US budget
is allocated to "defense". What the hell are we defending against? This
number does not even include $150 billion yet to be spent in Iraq. $600 billion
is greater than the GDP of many developed countries in the world. In order for
us to remain the great power, this number should go down not up.
Unfortunately unlike other countries that spend money on defense, we do use
our weapons. When we use them the only thing that we get in return is the
hate of the world. We should learn from history. The Romans also conquered
everyone around them for their "Defense". Centuries later we fly to Rome and
take cute snapshots of ourselves posing with their heroic monuments of the
past. If we don't want people to pay money to see the ruins of our great
monuments, we must learn to live in this world in peace, have respect for
others rights and believes and spend our resources wisely. I didn't choose to
be born an American as people born in Palestine, Sierra Leon, Sudan, Cuba,
Libya, etc did not choose to be born there. We are no different from each
other. We should not get hooked up on race, color, religion but accept that we
are only humans that occupy a certain cubic volume on earth for a period of
70-80 years and pass on. Living in America, I consider myself very privileged
compared to billions that do not have adequate access to food, water, shelter,
healthcare, education, security, "freedom". I think we should try to find ways
to spread this privilege to others. I would be very proud if had used the $600
billion for aid instead. Being great requires more than a great army. Because
of our own actions, ignorance and arrogance half (optimistic guess) of the
world already hates us. So, I am not surprised if there are more movies like
this one. We should start to think about how we can win back some of this
hate and not turn the other half against us.(Eric, Feb 14, 2006).
Probably, this is the first time, you see that Americans and also Jewishes
are bad man in a movie. You used to see bad characters as Russians,
Arabics...(Alper Tunga, Feb 15, 2006).
I´ve seen the movie. truth hurts. patriotism does not mean to deny the
truth. watch the movie. (kevin, Feb 15, 2006)
Good point, so what you're saying is maybe there should also be a movie
about the insurgents capturing and beheading military and civilians and then
posting them all over the internet for all to see. Or how about a movie about
local Iraqi's being treated by americans because they were being bombed or
beaten by their own people for helping us. We can go on for days with
point/counterpoint but it goes nowhere. You're right about the truth does hurt
Internette tartışmalar
267
but having seen what happens to our own people over there twice (both of my
own free will) it's hard to take this so serioulsy. In your words patriotism does
not mean to deny the truth but it at the very least means to be supportive of
your country. It is just a movie you're right about that but look at how much
hatred is generated by this. I'm sympathetic to the Iraqi people who were
persecuted under Sadaam and I'm also sympathetic to the people in
Afghanistan who lived under Taliban control for so long as well but what
really makes me mad are people who will turn their backs on the country that
gives them right to voice those opinions in the first place. Having proudly
served his country all I have to say is your welcome! (gino, Feb 15, 2006).
There is a scene with suicide bombing. the movie explains how the
religion thinks about killing and condemns it. i have learned a lot about the
way of life in iraq, about the religion, the community... i also have learned
that the big three religions (christianity, islam and jewish) claim in the same
way to be the only true way to god... this movie is shocking. its not that
antiamerican as you think about... just watch and learn (kevin, Feb 15, 2006).
I saw the movie...thank you Turkey.. long live... (iraqi, Feb 15, 2006).
I´ve seen that pics...are the americans proud of these soldiers? is that your
army? should everybody in the world proud of them too? are that the people
bring iraq democracy? i dont know what to say. I dont understand how
americans can be proud of things like that. Turks can be proud of that movie.
Now we german can imagine whats really in iraq happening, thanks for that
great film. (Janis, Feb 16, 2006)
Finally the Turks shoved how they feel about us, the civilized world. I
think that it s now a good oportunity to cut off realationship with that fanatic
racist country (by the way I always hated their kebab). Instead of raiding Iran
we should consider Turkey. I don t think that their population, which is made
up of the facist Turks, Alevis, Kurds, Zazas etc. would really support their
country. But instead collobarate with the free world (goldman, Feb 16, 2006).
Ok let me explain some elements of the movie. the movie is shocking
cause of the ideas... cause it shows how a stupid, criminal soldier (sam
marshall) and not the hole american army!!! is acting. Honour, dignity,
respect different cultures, religion, power...are the basics of this movie...
something that i am missing in our army, lead by Lynndie Englands and
Charles Graners (kevin, Feb 16, 2006).
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 268-269
Haber
konferanslar, seminerler ve
paneller
Gamze Yücesan Özdemir 1
Akademik bir araya gelişin farklı adlandırmaları olan konferanslar,
seminerler ve paneller, akademi içinde ve dışında olanlar için farklı
deneyimleri ifade eder. Öncelikle, akademik alanda fikir alişverişine imkan
verir. Düşünceleriniz ve kuramlarınızla, akademide yalnız olmadığınızı ya da
oldukça yalnız olduğunuzu deneyimlersiniz. Farklı çalışma konuları, kuramlar
ve yöntemlerle karşılaşırsınız. Bazıları sizi heyecanlandırır ve yeni çalışma
alanları biçimlendirmenize imkan sağlar. Ve son olarak, akademi camiasının
bir araya gelerek sosyalleştiği ve/veya hasret giderdiği ya da kavga ettiği anlar
ve mekanlardır. Şimdi önümüzdeki birkaç ay içinde iletişimciler nerede ve ne
konuşuyor olacaklar diye bir göz atalım.
ƒ Eylül ayı içerisinde (3-4 Eylül) Oxford’da Sosyo-Kültürel Değişim
Üzerine Araştırma Merkezi (Centre of Research on Socio-Cultural
Change) tarafından “Medya Değişimi ve Sosyal Teori”(Media
Change and Social Theory) adlı bir konferans düzenleniyor.
Konferansta öne çıkan başlıklar: Eleştirel teori, Bourdieu, söylem ve
kurumlara Neo-Foucauldian yaklaşımlar, aktör-ağ teorisi ve
demokrasi
teorileri.
(http://www.cresc.ac.uk/events/sept06/
Callforpapers.htm)
ƒ Ekim ayı içerisinde (5-7 Ekim) Bahçeşehir Üniversitesi bir
uluslararası etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bahçeşehir Üniversitesi ve
Kent State Üniversitesi (ABD), 1. Yıllık Uluslararası İletişim, Kitle
Haberleşme ve Kültür Konferansını (I. Annual International
Communication, Mass Media and Culture Conference) düzenliyorlar.
1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Konferanslar, seminerler, paneller
ƒ
ƒ
ƒ
ƒ
269
Konferansın konusu “Özgürlük ve Önyargı (Freedom and Prejudice)”.
(http://iletisim.bahcesehir.edu.tr/freedom/).
2-4 Kasım 2006’da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Ankara’da
TÜBİTAK ve Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ile “medya etiği”
üzerine uluslararası bir konferans düzenliyor. İletişim alanında uluslar
arası önem taşıyan Dan Schiller ve Vincent Mosco gibi isimlerin de
katılacağı konferans “iletişim, toplum ve etik” sunumlarıyla
başlayacak ve başlıca şu konular ele alınacaktır: Medya üretimi;
içerik ve etik; etik kültürü ve pratiklerinin gelişmesi; Etik konusunun
ele alınışı: Medya endüstrisinden sorun ve çözümler; Etik konusunun
ele alınışında bilim adamlarının görüşleri; Çözümler üzerine
tartışmalar.
Avrupa Sosyoloji Birliği (European Sociological Association)’nin
çalışma gruplarından biri olan Kitle Haberleşme ve İletişim
Araştırmaları Ağı (Mass Media and Communication Research
Network) 3-5 Kasım tarihlerinde Antalya’da bir çalıştay düzenliyor.
Çalıştayda temel tartışma konuları ise şöyle belirlenmiş: Avrupa
kamusal alanının gerçekleştirilmesinde medyanın rolü; Avrupa medya
sektörlerinin ekonomi politiği; medya kültürünün sosyolojik analizi
ve medya çıktılarının tüketiminde farklı eğilimler. Fazla bilgi için:
(http://www.valt.helsinki.fi/esa/commun.htm).
Malezya’da 15-17 Kasım tarihlerinde 2. Uluslararası Medya ve Çevre
Konferansı (2nd International Media and Environment Conference)
düzenleniyor. Bu konferansta medya örgütleri, sivil toplum
kuruluşları ve iş çevreleri arasında etkili iletişim strategileri
geliştirmek ve çevreyle ilgili konularda medyanın rolünü tartışmak
amaçlanıyor. (http://www.newsworldnature.com/ home.php)
Portekiz’de Lizbon Üniversitesi 28 ile 30 Kasım tarihleri arasında Dil,
İletişim ve Kültür (Language, Communication and Culture) konulu
bir konferansa ev sahipliği yapıyor. Konferans, sosyal bilimlerin
farklı disiplinlerinden akademisyenleri biraraya getirerek, dil, iletişim
ve günümüz dünyasının analizinde kullanılan sosyal ve kültürel
temalar üzerine tartışmaları amaçlıyor. (http://lcc.ulusofona.pt)
270
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 271-284
Dergi hakkında
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim dergisi iletişim
kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı
kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir;
Türkiye ve dünyada iletişim konularının bilimsel/akademik tartışması için bir
forum yeridir; iletişim alanındaki birikmiş bilgiye katkıda bulunarak insanlık
için faydalı bilginin oluşması ve gelişmesine katkıda bulunmayı
amaçlamaktadır; bunun için iletişimde kuramsal ve yöntembilimsel olarak
zengin çok disiplinli bilgi kazanımı ve gelişmesine çalışmaktadır.
Derginin anlayışına göre, dünyanın her yerinde iletişimle ilgilenen
akademisyenler arasında yaklaşımlar, yöntemler ve deneyimler
paylaşılmalıdır. Ancak bu yolla küreselleşen dünyadaki sorunlar üzerinde
ortaklaşa durulabilir ve anlamlı çözümler sunulabilir. Bu da iletişim konuları
üzerinde araştırma ve tartışmanın uluslararası kapsama genişletilmesini
beraberinde getirir. Bu nedenle, Dergi Türkiye ve dünyada iletişim konusunda
eleştirel ve insanlar için yapıcı görüşlerin, araştırmaların ve tartışmaların
yapıldığı ve okuyucuya sunulduğu akademik bir forum yeri olarak
düşünülmüştür. Dolayısıyla, İletişim dergisi öznel çıkarları destekleyen tek bir
görüşün değil, farklı yaklaşımların kendini ifade ettiği bir yerdir. Dergi
272
Dergi hakkında
okuyucularına klasik ve yeni kuramsal tartışmalar, yeni araştırmalar, önemli
konular, yeni akademik ürünler (kitaplar, makaleler) ve gelişmeler ile ilgili
bilgiler sunmayı amaçlamaktadır.
İletişim dergisi iletişimin sosyoloji, ekonomi, siyaset, kamu yönetimi,
sosyal psikoloji, kültür, antropoloji, tarih, dilbilim, söylem bilim, ekoloji,
ticari ve sanat gibi insan yaşamının her yanıyla ilgili çalışmaları basar.
Dergi dört ana bölümden oluşmaktadır:
(1) Kuram ve araştırma makaleleri bölümü ampirik ve ampirik olmayan
çalışmaları içerir. Bu çalışmalar Türkçe ve diğer ülkelerdeki
yazarların ana dillerinde yazılmış yapıtlardan oluşmaktadır.
(2) Forum bölümü iletişim konularıyla ilgili akademik konuşmalar,
yorumlar, eleştiriler, yorum ve eleştirilere yanıtlar, tartışmalar ve
düşüncelerden oluşmaktadır. Forum bölümündeki amaç iletişim
kuram ve araştırmaları, iletişim politikaları ve önemli güncel
konular/sorunlar üzerinde bilgi alışverişini sağlamak ve araştırmalar
için ipuçları sunmaktır.
(3) Değerlendirme/eleştiri bölümü kitap, belgesel ve diğer filmler,
videolar, televizyon programları ve sanat sunumları gibi iletişim
ürünleriyle ilgili kısa eleştirel değerlendirmeleri içermektedir.
(Eleştirel değerlendirme asla kötüleme anlamına alınmamalıdır; onun
yerine amaçlı promosyon ve reklam yapmayan dürüst ve içten
irdeleme olarak anlaşılmalıdır).
(4) Haberler ve Duyurular bölümünde ise araştırma notları, iletişimle ilgili
çeşitli raporlar sunulmakta ve iletişimle ilgili konferanslar, seminerler
ve paneller duyurulmaktadır.
YAZARLAR İÇİN KILAVUZ
Toplumsal bağlamda anlamlı bir iletişim konusu veya önemli sorunla
ilgilenen her hangi bir kuramsal yaklaşımdan hareketle hazırlanmış eserler
İletişim dergisine sunulabilir.
Eseri hazırlayan yazar, alanında meşhur biri olabileceği gibi bilinmeyen
biri de olabilir. Dergi unvanlara göre değil, bilimsel içeriğe göre bir
makalenin basılmasına karar veren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, basılmaya
değer gördüğü bir yapıtı (yazısı, eleştirisi, enformasyonu, değerlendirmesi)
olan herkes, dergiye gönderebilir.
Gönderilen makalelerin reddedilme oranını azaltarak basılma olasılığını
artırmak için editör ve hakemler makale değerlendirmelerinde yol gösterici ve
Yazarlar için bilgiler
273
makaleyi, mümkünse, basılabilir duruma getirici öneriler sunarlar.
Dolayısıyla, yazardanda, düzeltme verildi diye küsme, kendini meşrulaştırıcı
geçersiz yorumlarla cehaletin yeniden üretimine katılma veya uzanamadığı
üzüme “yetmemiş” diye “çamur atarak” başarısızlığını dışa atfetme gibi tutum
ve davranışlar sergileme yerine, makalesini önerileri göz önünde tutarak
geliştirmeye çalışması beklenir. Hiç kimse mükemmel veya tümüyle doğru bir
yapıt oluşturamaz; aranan mükemmellik ve evrensellik değil, kullanılan
yöntembilimsel yapıya gereğince uygun, tutarlı, sistemli ve sosyal bağlamda
anlamlı içerikte bir yapıt oluşturmaktır. Eğer bir hakemle yazar arasında
metodolojik ve içerik bağlamlarında oluşan farklılık çözülmez, fakat makale
basılırsa, hakem derginin Forum bölümüne makaleyle ilgili “yorumunu”
yazabilir ve yazar veya herhangi bir okur da buna bilimsel çerçevede cevap
verebilir. Düzeltme çabalarından sonra, kabul edilmeyen bir makalenin
yazarının yöntembilimsel eksiklerini tamamlayarak kendilerini geliştirmesi ve
yollarına devam etmesi beklenir.
Makale orijinal bir araştırma olabilir, var olan bir bilgiyi, yöntemi,
ölçmeyi eleştirel olarak analiz edebilir; kuram inşası veya kuramsal tartışma
sunabilir; bir iletişim ürününün, olayının veya deneyimin doğasıyla ve
sonuçlarıyla ilgili bir tasarım olabilir; iletişim politikaları ve uygulamalarıyla
ilgili durum veya tarihsel analiz yapabilir. Makalenin odaklandığı konu/sorun
ne olursa olsun, her makale var olan bilgiden hareket ederek bir bilimsel inşa
oluşturmalıdır.
Birikmiş bilgiye başvurmayan, gerekçeli bir tasarım sunmayan ve ilgili
alanda bilginin gelişmesine katkıda bulunmayan keşfedici, tanımlayıcı,
betimleyici (sadece durumu, olanı, sürecin ne olduğunu anlatan; bir ölçme
aygıtının promosyonunu yapan; “rating”, promosyon, reklam ve pazarlama
araştırması karakterinde olan; sosyo-demografik değişkenleri keyfi olarak
birbiriyle karşılaştıran) makaleler akademik/bilimsel karakterden yoksun
olduğu için İletişim dergisine uygun değildir.
Makale iyi Türkçe veya Amerikan İngilizcesi ile yazılmalıdır.
Dergi aşağıdaki türde yazıları kabul etmektedir:
• Makale bölümü için, iletişim kuram ve araştırmaları makalesi (6 000
kelime ve üzeri)
• Makale bölümü için iletişim kuram ve araştırmalarıyla ilgili alanında
otorite olan akademisyenlerden davetli makale (6 000 kelime ve üzeri)
274
Dergi hakkında
• Forum bölümü için iletişim konularıyla ilgili akademik konuşmalar,
yorumlar, eleştiriler, yorum ve eleştirilere yanıtlar, fikirlerden oluşan
yazılar (<3 000 kelime)
• Araştırma notları ve raporlar bölümü için özlü araştırma notları ve
iletişimle ilgili çeşitli raporlar (<2 000 kelime)
• Değerlendirme bölümü için kitap, belgesel ve diğer filmler, videolar,
televizyon programları ve sanat sunumları gibi iletişim ürünleriyle ilgili
kısa yazılar. Tek ürün değerlendirme (<1000 kelime) yapılacağı gibi
birkaç ürünü karşılaştıran değerlendirme makalesi (<3000 kelime) de
olabilir. Değerlendirme yazıları yeni ürünler veya az bilinen klasikler
üzerinde olmalıdır. Değerlendirmelerin temel yapısı en azından
aşağıdaki gibi olmalıdır:
1. Değerlendirilen ürünün ne üzerinde durduğunun belirtilmesi
2. Üzerinde durulan konuyu işleme bağlamında, temel anlatı
inşasının nasıl yapıldığının açıklanması
3. Konuyu ele alış ve işleyiş biçiminin, sunduğu analiz ve
sentezlerin doğası ve bunun sonuçlarının irdelenmesi
4. Ürünün alana ve toplumsal olana katkısının değerlendirilmesi.
• İletişim ve sosyal bilimler alanındaki faaliyelerle ilgili “haberler”
bölümü için toplantılardan akademik personel gereksinimlerine kadar
çeşitlenen özlü bilgilendirmeler yer alacaktır. (<2 000 kelime)
Bir değerlendirme yazısı yazmak isteyenlerin, işe başlamadan önce,
değerlendirecekleri materyalin uygun olup olmadığına karar vermek için
İletişim dergisinin editörüne başvurması gerekmektedir.
Metnin Düzenlenmesi
Kapak sayfası
Sadece makalenin başlığından oluşur. Buraya başka hiç bir bilgi veya isim
yazılmaz. Başlık makalenin içeriğini yansıtmalıdır ve 10 kelimeyi
geçmemelidir. Kısaltmalardan kaçınılmalıdır.
Başlık sayfası
Bu sayfa sırayla şunlardan oluşur: başlık; yazarın/yazarların isimleri; bağlı
oldukları kurumlar; mektup adresleri; telefon numaraları ve e-mail adresleri;
yazar birden fazlaysa, yazışma yapılacak yazarın belirtilmesi
Yazarlar için bilgiler
275
Özet ve anahtar kelimeler (abstract and keywords) sayfası
Özet/Abstract: Bu sayfada 175 kelimeyi geçmeyen Türkçe ve İngilizce
özet sunulur (ikisi birlikte 350 kelimeyi geçmemeli). Özet bir makalenin
kullandığı bilimsel araştırma tasarım türünün temel akış sırası takip etmelidir:
ne yapıldığı, nasıl yapıldığı (araştırma türü; veri toplama ve değerlendirme
süreci) ve en temel bulgu/bulgular (eğer ampirik tasarımsa), en temel
sonuç/sonuçlar, ve gerekiyorsa, öneriler sunulur.
Anahtar kelimeler/keywords: Özetten sonra en fazla dört tane anahtar
kelime konmalıdır. İngilizce anahtar kelimelerde “of, at, on, in, and”
kullanılmamalıdır. Bu ve sonraki sayfalarda, yazar/yazarların isimleri ve
yazarların kimliği hakkında ipucu veren herhangi bir belirleyici “gösteren”
konmamalıdır.
Hem özette hem de ana metinde ampirik tasarımın temel akış sırasını veya
ampirik olmayan bir tasarımın mantıksal yapısını içermeyen makale editörden
geçip hakemlere gönderilmeyecek, dolayısıyla ilk aşamada kabul
edilmeyerek, yazara gerekli düzeltmeler yapması için geri gönderilecektir.
Kısaltmalar
Alanda standart olmayan kısaltmalar özette ilk kullanılışında tanımlanır.
Makalenin tümünde kısaltmaların tutarlı kullanılmasına dikkat edilir.
Metin sayfaları
Makalenin kendisini içerir. Ampirik makaleler en az dört ana bölüme
ayrılır: Giriş, Yöntem, Bulgular ve Sonuç. Bulgular bölümü bulgular ve
tartışma, bulgular ve değerlendirme gibi isimlerle isimlendirilebilir. Sonuç
bölümü “sonuca doğru, sonuç yerine, sonuç desek mi, sonsuz değişimde
sonuçsuz sonuç, sonsuz semiyosizin sonucu, sonuç gibi bir şey, bilişimin
bitişimi” gibi başlıklarla adlandırılmamalıdır; bu şekilde adlandırılabilmesi
ancak böyle bir adlandırmayı gerektiren yöntembilimsel tasarımla olur ki bir
anı açıklarken o anın artık o an olmadığını belirten (zaten biliyoruz, o an
olmadığını) veya tarihsel sürekliliği veya tekrarlanan kalıpların olasılığını
reddeden bir görüş, bilimi ve bilimsel girişimi de anlamsız ve geçersiz
yaptığından, bilimsel araştırma gerek kalmaz. Her ana bölüm gerekirse alt
bölümlere ayrılabilir.
Ampirik olmayan makaleler en az üç ana bölüme ayrılır: Konunun
gerekçeli olarak sunulduğu giriş, konunun işlendiği analiz (analiz ve
değerlendirme veya analiz ve tartışma), analizle bilgi birimini ilişkilendiren
276
Dergi hakkında
sonuç. Bu ana bölümler ve alt-bölümler araştırmanın doğasına göre farklı
isimlendirilebilir.
Tasarıma, gerektiriyorsa, öneriler başlığı altında bir bölüm eklenebilir.
Her bölüm ve alt-bölüm başlığı tek bir satırda sunulmalıdır. Örneğin:
1. seviyede başlık: GİRİŞ
2. seviyede başlık: Problem (bold)
2. seviyede başlık: Amaç ve önem
1. seviyede başlık: YÖNTEM
1. seviyede başlık: BULGULAR VE TARTIŞMA
2. seviyede başlık: General demografik özellikler
2. seviyede başlık: İlişkisel analizler
3. seviyede başlık: Hipotez I
3. seviyede başlık: Hipotez II
Üç seviyeden fazla başlık olmamalıdır.
Forum ve değerlendirme bölümlerine yazı sunumu için önceden editörle
haberleşmek gerekmektedir.
Metnin yöntembilimsel içeriği
Giriş: Ne tür bilimsel tasarım olursa olsun, bir giriş başlığı olmalıdır.
Giriş başlığı giriş, sorun, konu, sorun, amaç ve önem gibi başlıklarla
sunulabilir. Gerekiyorsa alt başlıklar konabilir. Girişte gerekçeli olarak ne
yapıldığı belirlenmeli; yazarın ele aldığı konu/sorun ile ilgili bilgi birikimine
başvurularak ne yapıldığı, amaç ve önem belirlenmelidir. Amaç asla ne
yapıldığı değildir, neyin neden yapıldığıdır. İlle ki “amaç şudur”, “önem
şudur” demeye gerek yoktur; gerekçeler kendiliğinden amacı ve önemi ortaya
koyuyorsa, ayrıca amaç ve önem cümlesi kurmaya gerek olmayabilir. Girişte
sadece ne yapıldığı gerekçelendirilir; asla veri toplamayla ve
değerlendirmeyle ilgili tek bir kelime bile yazılmaz. Giriş bölümünde,
gerekçelerle yapılan sunum asla birbiriyle çelişkili kuramsal yapılar
getirmemelidir; yani konu\sorunun inşasında, kesinlikle kuramsal tutarlılık
olmalıdır; birbiriyle çelişen veya birbirine ters düşen iki kuramsal açıklamaya
dayanan bir tasarım bilimsel karakterden yoksundur. Bu tür tasarım olmayan
tasarıma “eklektik tasarım” denmez, bilimsel tasarımı bilmeme denir. Eklektik
tasarım kendi içinde mantıksal ve süreçsel tutarlılık taşıyan tasarımdır.
Yazarlar için bilgiler
277
Araştırmacı giriş bölümünde kuramsal bir çerçeveyi açıkça bir paragrafla
veya alt-başlıkla sunsun veya sunmasın, sunumda sunduğu gerekçeler ve
yaptığı inşadan tutarlı ve geçerli bir kuramsal çerçeve inşa edip etmediği belli
olur. Dolayısıyla, araştırmacı, incelemesinde inşa ettiğinin kuramsal yapısına
dikkat etmelidir.
Yöntem: Giriş bölümünü yöntem bölümü takip eder. Yöntem bölümünde
“yöntem, metod, veri toplama ve derlendirme süreçleri” gibi başlık
kullanılabilir. Bu bölümde araştırmacı, tasarımının türü, araştırmanın kapsamı
hakkında bir veya birkaç cümlelik açıklama getirmelidir. Veri
kaynağını/kaynaklarını belirtmeli; erişim soruları varsa, açıklamalı; verileri
(değerlendirme
yapmak
için
gerekli
işlenmemiş
datayı
veya
değerlendirmesine kaynak olarak kullandığı enformasyonları/bilgileri) nasıl
topladığını ve değerlendirdiğini açıklamalıdır. İçerik analizi yapıldı veya
metin analizi yapıldı gibi cümleler yetersizdir. Bunların nasıl yapıldığı
açıklanmalıdır. Bunu yaparken, metin analizi veya söylem analizi nedir,
türleri nelerdir, nasıl yapılır, gibi açıklamalar asla yapılmalıdır. Önemli olan,
yazarın kendi tasarımında kullandığı veri toplama ve değerlendirme
süreçlerinin ne olduğunun açıklanmasıdır. Tasarım ampirik bir tasarımsa,
tasarımın parametrik olup olmadığı belirtilmelidir; nüfustan başlayarak
örneklem almaya kadar gelen, ve örneklem almayı da içeren gerekli süreçler
açıklanmalıdır. Evren kavramı tanımlanmamış nüfustur, tanımlanmamış bir
şeyden örneklem asla çıkartılamaz, dolayısıyla, ampirik veri toplama ve analiz
süreci uygun bir şekilde kullanılmalıdır. Pozitivist içerik analizinde kesinlikle
birimler belirlenmeli ve ölçme biriminin nasıl ölçüldüğü açıklanmalıdır.
Deneysel veya deneysel olmayan ampirik tasarımda kesinlikle araştırma
soruları veya hipotezler gerekçeli olarak belirlenmeli; değişkenler bu
araştırma soruları ve hipotezlerden çıkartılmalı; gerekiyorsa, bu değişkenlerin
işlevsel tanımlamaları (operational definitions) yapılarak ölçülebilir hale
getirilmeli ve nasıl ölçüldükleri açıklanmalıdır. Her araştırma sorusu veya
hipotezle ilgili olarak yapılan ölçmede ne tür bir istatistik analiz yapılacağı,
gerekçesiyle açıklanmalıdır: Örneğin, bu parametrik incelemede, “A
hipotezini oluşturan iki değişken, isimsel seviyede ölçüldüğü için ki-kare testi
yapıldı”; veya “iki grup karşılaştırması yapmak için gurupların A karakteri
isimsel olarak ölçüldüğünden dolayı ki-kare ve B karakteri mesafeli olarak
ölçüldüğü için t-testi” yapıldı. Ya da, “bu parametrik olmayan incelemede, A
hipoteziyle ilgili karşılaştırma non-parametrik testlerden B testi kullanılarak
yapıldı” denmelidir. Keyfi olarak faktör analizi veya herhangi bir analiz
278
Dergi hakkında
yapılmaz. “SPSS 13 kullanılarak testler yapıldı” sözü hiçbir anlama gelmez,
gereksiz fazlalıktır. “Gerekli istatistikler yapıldı” demek de anlamsızdır,
çünkü “gerekli” sözü hiç bir şey anlatmaz. “A, B ve C istatistikleri kullanıldı”
demenin de bir anlamı yoktur: hangi ölçmeler için hangi istatistikleri
kullanıldığı belirtilmelidir. Sosyo-demografik değişkenlerle diğer bir
değişkeni/değişkenleri karşılaştırmanın hiçbir bilimsel anlamı yoktur: Bir
karşılaştırma yapılacaksa, bununla ilgili olarak gerekçeli bir hipotez veya
araştırma sorusu çıkartılmalıdır. Aksi taktirde “çöplük koy, çöplük al” türü
her şeyi ölçme ve karşılaştırma ortaya çıkar ki bu pozitivist ampirizmin
doğasına aykırıdır. Betimleyici/keşfedici tasarım yapılabilir, ama bu tür
tasarım da bilgi birikimine dayanarak, özellikle bilgi birikiminin eksikliği
durumunda, yapılır ve ciddi mantıksal bağlar kurmanın bir sonucudur.
Nedensellik bağları asla bir istatistiksel sonuçta hareket ederek kurulmaz;
istatistik bize ilişki hakkında bilgi verir; nedensellik bağı sunmaz. Nedensellik
bağı, önceden, kuramsal bir çerçeveden hareketle veya kuramsal bir çerçeve
inşa ederek kurulur. Dikkat: Asla “kavramsal çerçeve” alt-başlığı
kullanmayın, çünkü yanlıştır: Kuramsal çerçeve olur; kavramsal çerçeve
olmaz; kavramın tanımı olur ve bu tanımlardan hareket ederek varsayımlar
veya kuramsal çerçeveler inşa edilebilir veya tam tersinden, kuramsal bir
inşanın varsayımlarından veya kavramlarından hareket ederek test edilecek
hipotezler üretilir. Kültürel incelemeler gibi bir tasarımda, o tasarımın
doğasına uygun olarak verilerin nasıl toplandığı ve değerlendirildi
açıklanmalıdır. “Söylem analizi yapılacaktır” gibi bir söz asla yeterli değildir.
“Her şeyin sürekli olarak değiştiği, dolayısıyla, kuramsal bir açıklama
getirilemeyeceği, çünkü bir anı açıkladığımız an, o an gitmiş ve değişmiş
olacaktır” diyen, postpozitivist, postmodern, veya postmodernimsi
açıklamayla gelen ve tekrarlanan kalıpların vb olmadığını iddia eden bir
sunum elbette olabilir; çünkü düşünen insan, örneğin materyal ilişkiler
gerçeğine çeşitli kılıflar örebilir. Bu tür sunumların İletişim dergisinde
yayınlanması için, araştırmacının sunduğu şeyin sistemli ve tutarlı bir karakter
taşıması gerekir. Zaten sistemlilik ve tutarlılık inşa edildiği an
postmodernimsilik veya postmodern ve postpozitivist vb anlayış kendi
kendini çökertecektir. Bu dergi, akla gelebilen her varsayımı gerekçeli olarak
öne süren ve inceleyen/irdeleyen tutarlılığa açıktır; yeter ki okuyucu yazarın
ne dediğinin farkında olduğunu gorebilsin; yeter ki ne yapıldığı ve nasıl
yapıldığı hakkında yeterli açıklama getirilsin. Yöntem bölümünde
Yazarlar için bilgiler
279
gerekiyorsa, araştırmanın sınırlılıkları (sınırları değil) belirtilebilir; sınırlılık
metodolojik sorunlarla ilgilidir.
Bulgular (veya analiz) ve tartışma: Tasarımın üçüncü bölümü bulgular,
bulgular ve sonuçlar, bulgular ve değerlendirme, sonuç, analiz ve
değerlendirme gibi isimlerle, tasarımın karakterine uygun bir şekilde
isimlendirilebilir. Tasarımın üçüncü ana bölümü, ampirik tasarımda
bulguların sunulduğu ve değerlendirildiği/tartışıldığı bölüm olmalıdır.
Ampirik olmayan tasarımda ise, tasarıma uygun bir başlık kullanılmalıdır. Bu
başlık, gerekiyorsa, alt başlıklara ayrılmalıdır. Ampirik tasarımda, bulgular
yorumsuz sunulmalı ve sonra değerlendirme veya yorum yapılmalıdır.
Sonuçlar: Makalede bu ana bölüm kesinlikle olmalıdır. Sonuç sunulurken
kesinlikle var olan bilgi birikimi, tasarımın kuramsal gerekçeleri,
soruları/varsayımları/hipotezleri ve bulguları arasında bağ kurulmalıdır
(Hipotez sayılan/hesaplanan bir şey olmadığı için veya saymayla ilgili
olmadığı için veya işlevsel tanımlanması sayısal olarak yapılan ifadelerden
oluşmadığı için, “sayıltı” değildir; hipotez en az iki şey arasında ilişki sunan
veya nedensellik bağı kuran ifadedir). Bilgi birikiminden faydalanmayan, onu
irdelemeyen ve bilgi birikimiyle bulgularını ilişkilendirmeyen bir tasarımın
bilimsel karakteri ciddi şekilde eksiktir. İstatistiksel dağılım ve istatistiksel
sonuç sadece bulgudur, sonuç değil; bir şeyin yüzde dağılımını sunmak veya
anlamlı bir ilişki olduğunu belirtmek sonuç değildir; bulguyu sunmaktır.
Dolayısıyla, ampirik tasarımda bulgu ile sonuç karıştırılmamalıdır: Sonuç
dağılımın doğasıyla ilgili bulgunun, araştırma sorusu/hipotez ve var olan bilgi
birikimiyle ilişkilendirilmesiyle çıkartılır.
Öneriler sunulacaksa, beşinci bölüm olarak sunulabilir.
Değer yargıları öne süren, etik konularını farklı normatif çerçevelerden ele
alan bir araştırmacı, bunun bilincinde olmalı ve tasarımının normatif bir
tasarım olduğunu kesinlikle belirtmelidir. Normatif olmayan tasarımda,
normatif ifadeler kullanılmamalı veya kullanılacaksa, bilinçli bir şekilde
kullanılmalıdır.
Bu dergi öznel çıkarlara hizmet eden yönetimsel incelemelere de açıktır.
Fakat araştırmacı yönetimsel bir inceleme yaptığının farkında olmalıdır ve
bunu tasarımında belirtmelidir. Yönetimsel inceleme (administrative
Research, applied Research, operational Research, case study vb), örneğin
sadece dağılıma bakan ve bazı korelasyonlar yapan bir siyasal kampanya, bir
pazar araştırması veya bir yoksulluk araştırması seviyesindeyse, siyasal
partiler, Türkiye’de böl ve yönet politikarı, bilinç yönetimi, ve psikolojik
280
Dergi hakkında
savaş operasyonları yürütenler veya şirketler için faydalı olabilir, fakat
bilimsel bir değeri yoktur. Dolayısıyla, yönetimsel araştırmada, araştırmacının
kuramsal gerekçeler getirerek ve bilgi birikiminden faydalanarak tasarımına
bilimsel karakter kazandırması zorunludur. Bir ölçeğin, testin, değer analizi
yapacak bir ölçmenin, “auditing” sürecinin kullanılması bir bilimsel araştırma
değildir. Bir yöntemin, ölçeğin veya standart testin açıklanması da asla
bilimsel bir girişim değildir. İzleyicilerin hangi programları tercih ettiklerini
veya tüketicilerin hangi ürünü seçtiklerini belirleyen bir araştırma,
yoksullukla mücadele araştırması diye yoksulları çok çocuk yapmayla ve
eğitimsizlikle suçlayan sorularla dolu bir bilinç ve davranış yönetimi
araştırması, akademik/bilimsel bir araştırma değildir. Yönetimsel incelemenin
tasarımı da, kesinlikle tasarımın doğasına uygun bilimsel ve süreçsel inşa ile
gelmelidir. Bu tür incelemelerin hemen hepsi pozitivist-ampirik metodolojiyi
araç olarak kullandıkları için, pozitivist epistemolojiye ve ampirizmin
kurallarına ve süreçlerine uygun tasarım yapmalıdır.
Bir tasarım yapılmış ve bitmiş bir ürün olduğu için, dilinde “dili” vey
“mişli” geçmiş zaman kullanılmalıdır.
Teşekkür
Bu bölüm, ancak gerekirse kullanılır ve makale yayın için kabul
edildikten sonra eklenmelidir.
Dipnot
Dipnot ek bilgidir; çok zorunlu olmadıktan sonra kullanılmamalıdır.
Kullanıldığında da sayfa altına numaralandırarak verilmelidir.
Kaynakça
Kaynakçada sadece metinde kullanılan kaynaklar konur. Yani, metin
içinde kullanılmayan kaynak kaynakçada yer almaz. Aşağıda verilen örnekler
dışında kalan bütün kaynakça yazma biçimi APA 5 kurallarına göre
yapılmalıdır. Dikkat: sadece aşağıda gösterilmeyen kurallarda APA 5
kullanılmalıdır.
Metin içi kaynak örnekleri:
(Duran, 2003); (Tas, 2005: 16); Günay’a göre (2005); (Vert ve Hale,
2005: 71).
Yazarlar için bilgiler
281
Kaynakça örnekleri:
Asma, R. (1990). Art perception. Berkeley: University of California Press.
Grice, H., & Greg, R. (eds.). (1968). Early langua. New York: McGraw-Hill.
Polat, A. (der.). (1990). Olma kuramı. Ankara: Erk.
Duran, E. (2006). Etki ve yönü. İçinde: B. Kaya (der.). Etkiyi anlayalım. (s. 112-134).
Ankara: Ümit.
Freud, S. (1970). Psikoanaliz (çev: A. Fuat). New York: Norton. (Orijinal 1940’da
basıldı).
Baş, H. ve San, İ. (2001). Turizmle kim kalkınıyor? Turizm Sempozyumu, Ankara, (s.
237-288). Ankara: Turizm Üniversitesi Yayınları.
Kal, A. (2006). Kitle bitti. İletişim Dergisi, 66 (3), 178-200.
Elçi, O. (1991). Tahinli helva. Business Journal, 11, 58+. EBSCO Masterfile
database’den 27 Mayıs, 1999’da indirildi.
Mel, H. (2005). Vücudun dili olmaz. http://www.dnr.org/hra.htm adresinden 12 Mayıs
2005’de indirildi.
Tablolar ve şekiller
Metin içinde sunulmamalıdır; ayrı sayfalarda sunulmalıdır. Metin içinde
tablonun geleceği tahmini yere, iki paragraf boşluk aralık koyarak “tablo 1
buraya” yazılmalıdır. Tablo numaraları tablonun üstüne ve şekil numaraları
ise şeklin altına yazılır. Numaradan sonra nokta koyup bir aralık verilir ve
tabloyu/şekli tanımlayıcı başlık yazılır. Satırlar ve sütunlar başlıktaki ifadeye
göre, biçimlendirilmelidir. Örneğin, “Tablo 1. Cinsiyete göre tercihlerin
dağılımı” başlığını taşıyorsa, satıra cinsiyet konur. Eğer sayfaya sığmaması
nedeniyle, cinsiyet sütuna konacaksa, dağılım yüzdeleri sütuna göre verilir,
satıra göre değil.
Makalede yazıyla bir dağılım anlatıldıktan sonra, örneğin % 40 yetişkin
kadın, % 30 yetişkin erkek ve % 30 genç ve çocuklardan oluşmaktadır
dedikten sonra, tabloya gerek kalmaz; tablo veya grafik asla sunulmaz.
Ayrıca, okuyucuyu, birkaç dağılım okuması için tabloya yönlendirmemeli;
açıklama yazıyla yapılmalıdır. Tablo ve grafik göz boyamak, imaj yapmak
için verilmez; gerekli olduğu için verilir.
Makalenin değerlendirme süreci
İletişim dergisi hakemli bir dergidir.
Sunulan her makale üç aşamalı süreçten geçerek değerlendirilir: Editörün
değerlendirmesi, hakemlerin değerlendirmesi ve editörün kararı.
282
Dergi hakkında
Editörün değerlendirmesi sırasında, editör makaleyi, araştırmacının
kullandığı metodoloji bağlamında inceler ve metodolojik yapının
doğruluğu/yeterliliği bakımından değerlendirir. Uygun olursa, hakemlere
gönderir. Uygun değilse, metodolojik inşayı düzeltmesi için yazar eposta ile
bilgilendirilir. Yazar isterse, metodolojisini uygun hale getirerek yeniden
sunabilir ve bunu da gene editör değerlendirir.
Metodolojik uygunluk belirlenirse, makale en az 2 hakeme gönderilir.
Hakemlerin değerlendirmesi, editör tarafından, olası “ideolojik
yanlı/taraflı/haksız karar” (sadece olumsuz kararlar, olumlu olanlar değil)
bazında gözden geçirildikten sonra, makalenin kabulü, değiştirilmesi/
düzeltilmesi veya reddine karar verilir.
Hiçbir makale yöntembilimsel ve ideolojik yönelimi nedeniyle ne editör
ne de hakemler tarafından reddedilmeyecektir: Kullandığı kuramsal çerçeve
ve metodolojik süreçler bağlamında içsel tutarlılığa sahip olan, bu yolla bilgi
birikimine katkı sağlayan her makale basılacaktır. Makaleyle ilgili son karar
eğer düzeltme veya red ise, o zaman editör ve hakemler, basılmaması için kılıf
değil, bilimsel gerekçeler sunmalıdır. “İdeolojik bir broşür” veya “bir
promosyon materyali” gibi içerikle ilgili gerekçeler, epistemolojik ve
metodolojik dayanağa sahip değilse, geçersizdir; geçerli gerekçe
araştırmacının kullandığı metodolojiyle, bu metodolojinin uygun kullanımıyla
ve içeriğin tutarlılığıyla ilgili olmalıdır. İçerik kullanılan yöntembilimsel ve
epistemolojik çerçeveye göre değerlendirilmelidir. Ampirik bir tasarım
eleştirel bir tasarım ve eleştirel bir tasarım ampirik bir tasarım açısından asla
değerlendirilmemelidir. Değerlendirme, tasarımın epistemolojik ve
metodolojik çerçevesi belirlenerek bu çerçeve içinde, bu çerçeveye uygunluğu
bağlamında yapılmalıdır. Önemli olan, makalenin yazarının kullandığı
metodolojiyi doğru kullanması ve bu kullanımla biçimlendirilen içeriğin
tutarlı bir şekilde sunulmasıdır. Bu sunum mantıksal veya istatistiksel bağlar
kurup sonuçlar çıkartması, bu sonuç çıkartmanın ve sonuçların, sonuçların
çıkarıldığı süreçlerin, bu süreçlerde kullanılan gerekçelerin ve kuramsal
varsayımların içsel tutarlılıkla gelen geçerliliği önemlidir. Örneğin anne ve
babanın ölü ve canlı olmasıyla televizyon programının çocuklar üzerine
etkisinde farklılık olacağı ile ilgili bir hipotez geliştirmek, ciddi ve geçerli
gerekçeyi gerektirir; bu gerekçe getirilmeden veriler toplandıktan sonra
istatistiksel karşılaştırma yapmak ve ilişki olduğunu ve olmadığını söylemek
bilimsel hiç bir anlam ifade etmez. Bir sürü tabloları ve ilişki testlerini
sunmak, bilimsel tasarım ve bilimsel girişim değildir. Söylem analizi veya
Yazarlar için bilgiler
283
ideolojik analiz yapıyorum diye, kuramsal hiçbir dayanağı ve tutarlılığı
olmayan bir sürü “spekülasyonlar” sunmak ve bunları birkaç gazete haberi
veya birkaç düşünürün sözleriyle süslemek de bilimsel bir girişim değildir.
Sosyal bilimlerde araştırma/makale üniversitelerde çöreklenmiş güçlü
birilerinin ve onların müritlerinin “Weber şunu dedi, Durkeim şunu söyledi,
Marks bunu dedi” diye sıralayan dedikodu-derlemeleriyle sunduğu bir başka
“merkezi dedikodu sisteminin ürünü” değildir: Var olan bilgi birikimini
irdeleyen ve bu bilgi birikimi üzerine inşa edilen tartışma ve sonuç
getirmeyen bir tasarımın bilimsel bir değeri yoktur. Dolayısıyla, bir bilimsel
araştırmada, Weber’in veya Marks’ın ne dediğinin anlamı tasarımın inşasında
‘dedikodu” ötesine gidildiğinde vardır.
Bir şirketin tek bir sorunu da ele alınıp incelenebilir, fakat bu inceleme
girişte ele alınan sorunla ilgili bilgi birikimine başvurmuyorsa ve sonuçta bu
bilgi birikimiyle ilişkilendirilen bir değerlendirme yapmıyorsa, bu makale
ancak bilimsel karakteri olmayan basit bir yönetimsel araştırma olur.
Bir makale olduğu gibi kabul edilebilir; düzeltmeler yapılması koşuluyla
kabul edilebilir; olduğu şekliyle reddedilebilir, fakat yazarın yeniden yazması
ve sunması önerilebilir; tamamen reddedilebilir. Editörün ve hakemlerin
önerileri yazara/yazarlara yapacakları revizyonlarda yol gösterici olarak
sunulur.
Makale değerlendirme süreci normal olarak üç ay alır. Yaz aylarında bu
süre uzayabilir.
Telif hakkı ve orijinallik
İletişim dergisi akademik bir dergidir ve fikirlerin özgürce ve açıkça
tartışılması ve yayılması yanlısıdır. Bu nedenle İletişim dergisini okumak
isteyen herkese ve kurumlara parasız dağıtılır. Dergiye abone olmak
isteyenlerden abone ücreti alınmaz; fakat basım ve dağıtım masraflarına
yardım amaçlı bağışlar resmi kanallar yoluyla ve belgelendirilerek kabul
edilebilir. İletişim dergisinin ve makalelerinin, editör ve yazarından izin
alınmadan ticari amaçlı kullanımı yasaktır.
Dergiye yayınlanmak için sunulan makalelerin başka bir dergide
yayınlanmamış olması ve başka bir dergide yayınlanmaması gerekir. Özet
biçiminde veya önceden basılmış konferans konuşması parçası veya bir tez
olarak yayınlanmış olabilir. Fakat sadece başlığı değiştirilerek veya başlığında
ve içeriğinde birkaç değişiklik yaparak yayınlamak veya yayınlanmış bir
284
Dergi hakkında
makaleyi bu şekilde yeniden biçimlendirerek yayın için sunmak akademik
etik kurallarına aykırıdır.
Makalenin dergiye gönderilme biçimi
Makalenin bir kopyası dijital olarak editöre gönderilmelidir. Dijital kopya
PC word formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine
bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan
sonra yazara önerisini sunar. Makalenin hakemlere gönderilmesi
kararlaştırıldığında, basılı iki kopya “Editör, İletişim kuram ve araştırma
dergisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Emek, Ankara” adresine
postalanmalıdır. Basılı kopya A4 kağıt üzerinde, sayfanın tek tarafına, 1.5
aralıkla, köşelerden 2.5 cm aralık vererek, Times new roman 12 punto ile ve
sayfalar numaralandırılarak hazırlanmalıdır. Metin içi referanslar, dipnotlar ve
kaynakça kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır.
Kabul edilen makalenin düzeltme süreci
Kabul edilen makalede değişiklik yapılmaz. Düzeltmeler sadece İletişim
dergisinin belirlediği formata uyma, yazım hataları, cümle hataları, anlatı
bozuklukları bazında olmalıdır. Bir makalenin kabul edilmesi makalenin
basmaya hazır olduğu anlamında değildir. Makaleyi basılabilir biçime
getirme, editör ile yazar arasında süren çalışma sonunda olabilir.
Abonelik
İletişim Kuram ve Araştırma dergisi (ISSN 0739-3180) Şubat ve Ağustos
aylarında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından basılır. Abonelik için
herhangi bir koşul yoktur.
Not: Bu bilgiler derginin ana sayfasından elde edilebilir.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 285-292
About the Journal
Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and
published under the title Communication, is a social sciences journal focusing
upon theory and research on communication. The journal is dedicated to
present competing theoretical approaches and study orientations; to
developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in
Turkey and around the world in order to further the field; to expand the
frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to
perform its role in the development of a theoretically integrated and
methodologically enriched multidisciplinary body of knowledge on
communication.
It is also vital that approaches, methods, and experience should be shared
among communication scholars in many countries, so that the problems of the
globalizing world may be addressed and tackled in a concerted manner. The
complexity of this task demands enlightened research, debate, and policy
discussion. Hence, the journal provides an informed, critical but constructive
view of communication in Turkey and in the world. It gives its readers up to
date information about new research findings, major theoretical and
methodological debates, important issues and new publications and
developments.
286
About the journal
The journal publishes studies concerning the all aspects of human
communication. It has no disciplinary boundaries created by the academic and
professional specialization. Contributions are drawn from various fields
including sociology, economics, politics, public affairs, social psychology,
culture, anthropology, language, semiotics, ecology, business and
management. However, the contribution from a discipline should be related
with a communication issue in the field involved.
The journal consists of four main sections:
(1) Articles in the theory and research section present non-empirical and
empirical studies. Articles are solicited from all over the world, as the
international dimension is considered especially important. Hence it is vital to
recognize that many communication problems are common to a wide variety
of nations, while some are either global matters or at least oblivious of
national boundaries.
(2) Forum section contains addresses, comments, rejoinders and opinions
about communication issues. The journal's Forum section helps construct
better debates and provide valuable insights on communication theory,
research, policies and current issues.
(3) Reviews section contains short critical evaluation of communication
products such as books, documentary and feature films, videos, television
series, and art presentations.
(4) News and Announcement section contains research notes, brief study
notes, reports and announcement of conferences, seminars and panels.
Guidelines for Authors
The journal welcomes manuscripts from any theoretical position dealing
with a critical question or issue in communication. It seeks articles from
established scholars and professionals at any stage of their careers, from
neophytes to recognized authorities. The rate of manuscript rejection is
minimized by seeking constructive criticism from referees, so that authors are
encouraged to refine and develop their ideas. In the event that important
differences of opinion cannot be resolved between authors and referees, the
Forum section may be used to present a Comment on an article that has
recently been published in the journal, which may be followed by the author's
Reply.
Information for writers
287
Manuscripts may contribute original research, analyze an existing body of
knowledge, work on theoretical frontiers, or provide a critical assessment of a
communication product, event, or experience. Regardless of its specific focus,
each manuscript must develop a thesis and seriously reflect on the issues
under study.
Purely descriptive manuscripts which have no theoretical rationale and do
not contribute to the development of knowledge are inappropriate for this
journal.
Manuscripts must be written in good Turkish, American English, French
or German.
Journal of Communication Theory and Research is an international
semiannual journal which welcomes:
ƒ Communication theory and research papers (6 000 words +).
ƒ Invited articles, stimulating discussion on theory and research (6 000
words +).
ƒ Addresses, comments on previous research and rejoinders, or critical
short essays on any current communication issues (<3000 words).
ƒ Research notes and reports: short reporting of original works and
meetings (<2000 words).
ƒ Reviews (<1000 words) and Review Essays (<3000 words): A critical
evaluation of books, articles or other media product: The journal
publish shorter reviews of individual works of particular significance
and also prefers to publish review essays that compare two or more
communication products and discuss problems of approach or
analysis. Both types of reviews should be about recent products. It
generally should:
1. describe the concern of the product under review;
2. evaluate the mode of basic narrative structure.
3. evaluate the mode of presentation and the nature of analysis
and synthesis.
4. evaluate the products contribution in the social context and
context of related works.
Contact the managing editor before beginning work on a review to see
whether the material is eligible and free to be reviewed.
• News from the field: Information about academic activities in
communication and social sciences.
288
About the journal
Arrangement of manuscript
Cover page
Includes only title of the article. Title should be concise and informative,
and reflect the content of the article. Titles are often used in informationretrieval systems. Avoid abbreviations if possible.
Title page
Present the title, maximum 10 words, authors' full names and affiliation
addresses (where the actual work was done) below the names. Provide the full
postal address of each affiliation, including the country name, and, the e-mail
address of each author. Corresponding author: Clearly indicate who is
willing to handle correspondence at all stages of refereeing and publication,
also post-publication. Ensure that telephone (with country and area code) is
provided in addition to the e-mail address and the complete postal address.
Abstract and keywords page
Abstract: A concise and factual abstract is required. The abstract should
state briefly focus of the research, method used, the principal results (if
empirical design) and major conclusions. A methodologically structured
abstract is required. An abstract is often presented separate from the article, so
it must be able to stand alone. References should therefore be avoided, but if
essential, they must be cited in full, without reference to the reference list.
Non-standard or uncommon abbreviations should be avoided, but if essential
they must be defined at their first mention in the abstract itself. The length of
abstract should not exceed 250 words. Abstract should be written in good
Turkish and English. Keywords: Immediately after the abstract, a maximum of
4 keywords, avoiding general and plural terms and multiple concepts (avoid,
for example, in and of'). Be sparing with abbreviations: only abbreviations
firmly established in the field may be eligible. These keywords will be used
for indexing purposes.
Abbreviations
Define abbreviations that are not standard in this field at their first
occurrence in the abstract and in the article. Ensure consistency of
abbreviations throughout the article.
Information for writers
289
Text page
Text includes main body of the article. Empirical articles must be divided
at least four basic divisions: Introduction, Method, Findings, Conclusion.
Findings section can be named as findings and discussions. Conclusion
section can be named as conclusion and recommendations.
Non-empirical articles must have at least three basic sections:
Introduction, The Study (Analysis and Evaluation/Discussion), and
Conclusion. The Study (Analysis and evaluation or analysis and discussion)
section can be named differently according to the methodological and logical
nature of the article and can be divided into subtitled sections.
A Recommendation section can be added, if necessary, after the
conclusion.
Each heading should appear on its own separate line. Examples:
1ST Level: INTRODUCTION
2nd level: Problem (bold)
2nd level: Objective
ST
1 Level: METHOD
2nd level: Scope of the research
2nd level: Sampling
2nd level: Statistical analysis
ST
1 Level: FINDINGS AND DISCUSSIONS
2nd level: General Demographics
2nd level: Relational analyses
3rd level: Hypothesis I
3rd level: Hypothesis II
There should be no more than 3 levels of subdivision.
Queries and submissions for the review section and the forum section
should also be addressed to the editor.
Methodological content of the text page
Introduction: Formulate a study problem or issue and provide an adequate
background discussion based on accumulated knowledge in the field, avoiding
a detailed literature survey or a summary of the results. Manuscripts without a
scientific background and proper introductions are not suitable for
290
About the journal
publication. Purely descriptive, copy-paste type and administrative materials
are not accepted for publication.
Method: Provide sufficient detail to allow the work to be reproduced in
empirical design. Methods already published should be indicated by a
reference: only relevant modifications should be described.
Findings (and Discussions): Provide findings in empirical design and
discuss the meaning and significance of the results of the work, not repeat
them. Non-empirical design should provide logical and methodological
heading and sub-headings such as analysis, analysis and evaluation, analysis
and discussion, discussion.
Conclusions: The main conclusions of the study are not a summary of the
design. Conclusions should include conclusive statements based on the issues
under question, the data/information obtained and the knowledge accumulated
about the subject.
Acknowledgements
Place acknowledgements, including information on grants received,
before the references, in a separate section, and not as a footnote on the title
page. Do not include acknowledgments in the manuscript sent for review.
References
Reference style for English manuscripts must conform to the fifth edition
of the Publication Manual of the American Psychological Association.
Footnotes
Footnotes should be used only if necessary.
Tables and figures
Tables and figures should be ordered in Arabic numerals, followed by
very brief descriptive titles.
Information for writers
291
Evaluation of manuscript
The journal is a refereed journal. All manuscripts are evaluated by at least
2 independent referees. The paper evaluation, done through the managing
editor, is double blind/anonymous: neither referees nor the authors are aware
of each other’s identities.
Manuscripts accepted by the managing editor for consideration are sent to
three referees who have expertise in the issue of the manuscript. The decision
on whether or not to publish a given piece of work is based on the
recommendations of these referees.
A manuscript may be accepted as is, accepted pending revision, rejected
as is but with an invitation to rewrite and resubmit, or rejected outright. In any
event, relevant comments by referees will be sent to authors to be used as
guidelines for revision.
The manuscript review process normally takes two months. Summer
schedules and other factors may affect the timing of this process, however.
Copyright and originality
The Communication theory and research is an academic journal and is
dedicated to the open exchange of information. For this reason, The journal is
freely available to individuals and institutions. Copies of this journal or
articles in this journal may be distributed for research or educational purposes
free of charge and without permission. However, commercial use of the
journal articles contained herein is expressly prohibited without the written
consent of the editor. Submission of an article to the journal implies that the
work described has not been published previously (except in the form of an
abstract or as part of a published lecture or academic thesis), that it is not
under consideration for publication elsewhere, that its publication is approved
by all authors and tacitly or explicitly by the responsible authorities where the
work was carried out, and that, if accepted, it will not be published elsewhere
in the same form, in English or in any other language, without the written
consent of the journal’s Publisher.
292
About the journal
Submission format
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in
digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature
should be e-mailed (iletisimder@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not
Macintosh. If asked, the printed copy should be mailed to the Managing
Editor, Journal of Communication theory and research, Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi, Beşevler, Ankara, Türkiye/Turkey. The printed copy should
be double-spaced on either 8.5 x 11-inch or A4 paper (printed on one side
only), and references and formatting should follow the style guidelines
specified below.
Editing and Publication Process
Having an article accepted for publication does not imply that the
manuscript is in a ready-to-publish form. The copy-editing process may take
several rounds of work by the author and editor. The editor will work through
the copy-editing process with author whose manuscript has been accepted for
publication. The effort here is to work on the manuscript so that the author s
argument is clearly, logically, and cogently presented, and that the
documentation is complete and consistently arranged.
Subscriptions
Journal of Communication theory and research is published in the months
of February and August by the Faculty of Communication, Gazi University,
Türkiye.
Subscriptions and advertising requests should be sent to the editor.
P.S.: Information about the journal can be obtained from the main page of
the journal.

Benzer belgeler

Irak`dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi

Irak`dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi amacıyla ve İletişim dergisinin bu sayısına konu olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için bilgilendirici bir ardalan kaynağı olması için tasarlandı. Analiz için veriler dizinin 55 bölümünden toplandı ve...

Detaylı

KURTLAR VADİSİ IRAK: ESKİ-GÖÇEBE KABİL`İN YENİ

KURTLAR VADİSİ IRAK: ESKİ-GÖÇEBE KABİL`İN YENİ bırakmanın bütünleşik bir parçasıdır. Bu ürünler arasında Kurtlar Vadisi Irak filmi işlediği konular ve bilişler ve Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında önemli bir üründür. Bu mak...

Detaylı

Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil`in yeni

Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil`in yeni işlediği konular ve bilişler ve Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında önemli bir üründür. Bu makale bu ürünün sunduğunun doğasını belirlemek ve irdelemek için tasarlandı. Bu amaçla...

Detaylı

Kurtlar Vadisi Irak: Olay örgüsü ve karakter işlenişi

Kurtlar Vadisi Irak: Olay örgüsü ve karakter işlenişi 5. Bir tema bir önceki veya bir sonrakiyle sadece filmsel zaman bağlamında ilişkili olabilir, fakat temada işlenen konunun bir önceki veya bir sonraki ile doğrudan bağı olmayabilir. Bu bağ önceki o...

Detaylı