Adalet ve - Bağımsız Savunma

Transkript

Adalet ve - Bağımsız Savunma
Adalet ve
Özgürlük İçin!
Çetin TURAN
Avukat, İzmir Barosu
“Adalet duygusunun zedelendiği ülkelerde insanların toplumu bir arada tutan
değerlerden uzaklaşması ve hukuk ortamının bir karabasana dönüşmesi kaçınılmazdır. Ülkemiz hukuka aykırılıklar denizinde dümensiz gemiye dönmüştür.”
Socrates’i zehiri içerken gösteren bir gravür...
Baroların genel kurulları
toplanıyor. Ekim ayı, tüm
barolar için seçim ayıdır. İzmir Barosu da seçime hazırlanıyor. Bağımsız savunma
olanaklarının yitirildiği, yargı
bağımsızlığının yok edildiği
bu günlerde, baroların hukukun üstünlüğü için vereceği mücadele büyük önem
kazanmıştır. İzmir Barosu
yönetim kurulları, zaman zaman çizgi dışına düşse de,
ülke ve meslek sorunları arasındaki diyalektik bağlantının bilincinde olarak bu
güne kadar görevlerini sürdürmüşlerdir.
Yönetim kurulu üyeleri
için baro çalışmalarını her
şeyin önüne almak temel ilkedir. ‘Önce baro, sonra büro’
anlamına gelen ‘baroculuk’,
özellikle yönetim kurulu
üyelerinin titizlikle uyması
gereken bir kavramdır.
Baro’yu hiçbir kişinin, grubun ya da siyasi partinin
kuyruğuna takmamak; baronun bağımsızlığını savunmak; kişisel çıkarları için
kullanmamak; ‘önce baro’ anlayışının gerekleridir. Baro
yönetim kurulları, tüm avukatlara, bir meslek örgütü olmanın bilinci ile, ayrım gözetmeden yaklaşmak; tüm
avukatların görüşlerine, katılmasa da saygı duymak; onların düşünceleri nedeniyle
dışlanmalarına meydan vermemekle yükümlüdür.
Baro komisyonları, vazgeçilmez yapılardır. Komisyon çalışması baro içinde bir
üretim sürecidir. Komisyonlarla ilişkilerin düzeyi, yönetim kurulunun başarısını belirleyen en önemli kriterdir.
Çalışma sürecinde korunması gereken karşılıklı güven, sevgi ve saygıdır. Baro
yönetim kurulu ile komisyon
ilişkisi ‘amir-memur’ ilişkisi
olmadığı gibi, komisyonlar
da baro yönetim kurullarının
üzerinde, onlardan bağımsız
çalışma grupları olarak düşünülemezler. Sonuçta sorumluluğu üstlenecek ve hesap verecek olan taraf baro
yönetim kuruludur. Komisyonlarını verimli çalıştıramayan baro yönetimlerinin başarılı olması mümkün
değildir. Katılımcılık, ancak
tüm avukatlara açık komisyonlar sayesinde geliştirilebilir.
•••
Çok üyeli barolarda
gruplaşmaların olması doğaldır. Gruplar, kendilerince
uygun gördükleri yöntemlerle adaylarını belirlemektedir. Seçimi kazanan yönetim
kurulu üyeleri grup aidiyetlerini sağlıklı bir dengeye
oturtamazlarsa, baroda sorun var demektir. Geçmiş
dönemlerde bu ilişkileri karıştırmanın sıkıntıları yaşandı. Örneğin, Baro/Grup/
Devamı 2.sayfada...
Adalet ve
YIL: 2 SAYI: 6 EKİM 2012
İmtiyaz Sahibi: Toplum İçin Hukuk Derneği adına
Av. Azra SİRAY
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Av.Tamer DOĞAN
Yayın Kurulu: Av. Ahmet Hamdi YILDIRIM
Av. Azra SİRAY
Av. Çağatay YILMAZ
Av. Çetin TURAN
Av. Hüseyin ÖZGÜR
Av. Kemal YAZGAN
Av. Mert SARAÇOĞLU
Av. Tamer DOĞAN
Av. Uluğ İlve YÜCESOY
Yönetim Yeri: Milli Kütüphane Cad. No: 19/216
Konak-İZMİR • Tel: 0232 445 96 39
[email protected]
e-posta:
Tasarım/Uygulama: Rifat Güler / Tel.: 0232 421 08 96
Baskı ve cilt: Lamineks Matbaacılık Dijital Baskı
İşl. San. Tic. Ltd. Şti.
5627 Sokak No:37 Çamdibi/İzmir
Tel: 0232 433 33 55
Faks: 0232 457 30 33
www.lamineks.com.tr
Basım Tarihi: 7 Ekim 2012
BU
SAYIDA
1
Baro/Metre
Adalet ve Özgürlük İçin!
Çetin Turan
4
Dil Sürçmesi, 12 Eylül Referandumu ve HSYK
Ahmet Dokucu
5
Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuruya
İlişkin Bir Değerlendirme
Bahattin Özcan Acar
7
Sosyal Güvenlik Destek Primi
Avukatlar İçin Ne Anlama Geliyor?
Azra Siray
8
Yasa Yapma Süreci
Baki Okan
13 Avukat Mutsuzluğu
Tamer Doğan
16 Şam Hurması mı, Türk Lokumu mu?
Mert Saraçoğlu
18 İş Sahibinin Avukatlık Sözleşmesinden
Cayması
Cafer Özkan
20 Baro Yöneticileri Avukatları Değil, Süreçleri
Yönetir
Avukat Bahattin Özcan Acar ile Söyleşi
24 Seçim Barajı ve Getirdikleri
Sabri Kurt
26 Ulemaya Sormak!..
Çetin Turan
30 Ülkemizde İşe İade Var mı?
Erdinç Tekeli
35 Yargı Kararları
38 Cevval Kaplumbağa Diyor ki…
Behçet Akal
39 Gizli Tanık
Mert Saracoğlu
40 İzmir Barosu’nda Seçim Zamanı
2 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Baş tarafı 1.sayfada...
Komisyon, birbirlerine indirgenemeyecek üç farklı oluşumdur. Yönetim sürecinde
ise ‘grupçu’ anlayışın terk
edilmesi zorunludur. Grubun kendisini ‘baro’ yerine
koyması ve baro yönetim kurulu üzerinde egemen olmaya çalışması da yönetim
kurullarının işleyişini bozan
önemli yanlışlardan biridir.
Aynı şeyler komisyonlar için
de geçerlidir. Yine İzmir Baro’sunun geçmişinde, Baro
Yönetim Kurulları ile kimi
komisyonlar (‘çevreci avukatlar’, ‘insan hakları merkezi’,
‘İÖG’ vs) arasında sorunlar
yaşandığı biliniyor. Bir komisyonun baro yönetim kurulunu disipline etmeye ve
belli bir düşünce/ davranış
biçimini seçmeye zorlaması
doğru ve –bu sözcük aşınmış olsa da-demokratik değildir. Komisyonların yönetim kurulu tarafından bir
‘sorun’ olarak algılanması da
baro kültürü ile bağdaşmaz.
Yönetim kurulu tarafından
komisyonlara yönelik suçlayıcı yayın yapmak, komisyonu işlevsiz kılmak, feshetmek vs de onaylanması
imkansız yönetsel yanlışlardır. Sonuçta baroyu kamuoyu önünde tartışılabilir
duruma sürükleyen, baroların güvenilirliğini zedeleyen
ve asıl uğraş alanlarından
uzaklaşılmasına, gerilim ve
kutuplaşmalara yol açan bu
eğilimlerin ne barolara, ne
avukatlara ne de grup dürtüsü ile hareket edenlere yararı olmuştur.
Önemli olan çalışmaya
gönüllü avukatların varlığıdır; bu varsa, sorun yoktur.
İlişki kopukluğundan birinci
derecede yönetim sorumludur. Aksi halde avukatların
katılımının düşüklüğünden
yakınmanın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Yönetim kurullarının
üye bileşimi olarak keskin
düşünce ayrılıkları taşımaları, ülke ve meslek sorunlarına bakış açılarındaki zıtlıkların varlığı da yönetimi
hantallaştıran, tepkisizleştiren ya da sudan tepkilerle
günü geçiştiren bir çalışma
anlayışına sürükleyebilir.
Grup listelerinin bu nedenle
‘uzlaşmaz’ farklılıkların bilincinde olarak hazırlanması
gerekir.
Yeni yönetim kurulunun
bu deneyimlerden gerekli
dersleri çıkaracağını düşünüyoruz.
•••
Dikkat edilmesi gereken
bir başka nokta da yönetim
kurulu üyelerinin, her birinin, komisyon üyelerine göre
çok daha fazla emek ve zamanlarını baroya ayırma zorunluluklarıdır.
Seçilenler, özellikle yönetim kurulu üyeleri, eğer ilk
defa seçiliyorlarsa, sürpriz olmamalı, beklemedikleri ölçüde bir iş yoğunluğu ile karşılaşacaklardır. Diğer meslek
ve ülke sorunları bir yana salt
6.500 avukatın rutin işlemlerinin yürütülmesi bile son
derece zorlaşmıştır. Bu tür
görevlerin, hiçbir getirisinin
olmadığını da biliyoruz.
Özellikle yönetim kurulu
üyeleri, nedeniyle kendi bürolarındaki işleri yürütmekte
bile sıkıntıya düşerler. Önceki başkanlardan Sabri
Kurt’un, (1990-1992) Baro
görevlerinin yoğunluğu nedeniyle, başkanlığı süresince
yeni iş ve dava almayacağına
ilişkin bir duyuruyu bürosunun kapısına asması, fiili durumun çarpıcı bir özetidir;
sıra dışıdır ve unutulmaması
gerekir. Gerek başkanlık gerekse yönetim kurulu üyelikleri çok yoğun emek, zaman, yetkinlik ve feragat
gerektiren görevlerdir.
Bu zor görevlere talip
olanlara şimdiden başarılar
diliyoruz.
•••
Mesleğin sorunlarına bu
derginin önceki sayılarında
ve bu sayısında değiniliyor.
Yıllardır bunları dile getirmekten neredeyse bunalıma
gireceğiz. Hiç biri çözülmediği gibi, mesleği yürütmenin koşulları giderek ağır-
laştı. Seçime hazırlanan tüm
gruplar da bu konudaki görüş ve önerilerini paylaşmış
durumdalar. Bu nedenle ve
bu yazının kapasitesini de
aşacağı için, yönetim kurullarının Avukatlık Kanunu’nun 95/21. Maddesinden
kaynaklanan görevlerine deyetiniyorum.
ğinmekle
Çünkü bu görev karşısındaki
tavırları barolar için mihenk
taşı niteliğindedir.
•••
Avukatlık Kanununun
95. Maddesinin 21. Fıkrası,
yönetim kurullarına “Hukukun üstünlüğünü ve insan
haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak” görevini
vermiştir.
Son derece önemli, kapsamlı ve zorlu bir görevdir.
Bu madde ile belirlenen
görevin içini doldurmak yönetim kurulunun ülkeye ve
mesleğe bakış açısıyla yakından ilgilidir. Barolar bu görevlerini yerine getirirken,
özellikle siyasal iktidarlardan
bağımsız hareket etmek zorundadırlar. Tekrara gerek
var mı bilmiyorum, ama hukukun üstünlüğü ve insan
hakları için mücadele, tarih
boyunca hep siyasal iktidarlara karşı yürütülmüştür.
Kaynağını Avukatlık Kanunu’nun 95. Maddesinden
alan bu görev bu gün, hiçbir
zaman olmadığı kadar önem
kazanmıştır; üzerinde biraz
durmamız gerekiyor.
•••
Önce ‘Hukukun Üstünlüğü’ne bakalım. Ülkemizde
bu kavram artık unutulmuştur; yoktur; yeniden yaratılması, baroların önünde yaşamsal bir görev olarak
durmaktadır.
Hukuk devleti kavramının ‘ulusal’, ‘demokratik’, ‘laik’,
‘sosyal’, gibi anayasa ile belirlenen nitelikleri hiçbir zaman tam olarak işletilmedi;
ama şimdi hepsi tehlikede.
‘Ulusal’ olan ne varsa karalandı ve terk edildi. Ulusal
politikalar, uluslararası or-
Özgürlük için...
tamda ‘eşitlik’, ülke içinde
‘eşitlik ve özgürlük’ içerir.
Ama ikisi de yitirilmiştir. Yıllar boyu, “…ulus devlet
öldü!...”, “… küreselleşen
dünyada artık hiçbir ülke bağımsız değil, hepsi birbirine
bağımlı!...” yalanına sığınılarak, ülke bağımsızlığı hiçe
sayıldı. Ülkemiz, ABD güdümlü ‘BOP’ ile kıskıvrak
bağlanmıştır ve tüm komşuları ile köprüleri atmıştır.
Türkiye Uluslararası ortamda bağımsız davranma
gücünü giderek yitirmiş, ipleri ABD’nin elinde olan bir
savaşa doğru sürüklenmektedir. “Yurtta ve Dünyada
Barış” ilkesi terk edilmiştir.
Ülke içinde ise yurttaşlar bir
korku imparatorluğunda
gözaltına alınmış durumdadır. Eşitlik ve özgürlükten
söz etmek mümkün değildir.
Yargı bağımsız değildir;
yurttaşlar için sığınılacak son
kapı olma özelliğini özellikle
yaratılan ucu açık yargılama
süreçlerinde ve son ‘Balyoz’
kararları ile siyasallaşarak, yitirmiştir. Adalet duygusu,
kamu vicdanının en hassas
denge taşıdır. Bu dengeyi korumak; yargının en önemli
görevidir. Adalet duygusunun zedelendiği ülkelerde
insanların toplumu bir arada
tutan değerlerden uzaklaşması ve hukuk ortamının bir
karabasana dönüşmesi kaçınılmazdır. Ülkemiz hukuka
aykırılıklar denizinde dümensiz gemiye dönmüştür.
Baroların bu gidişe karşı çıkmaları, dışarıya karşı bağımsızlığı ülke içinde eşitliği ve
özgürlüğü savunmaları, siyaset değil, onların 95. Madde
kapsamında görevleridir.
•••
Siyasal iktidar, gitgide totaliter bir yapıya bürünmüştür. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin tümü, eğer
iktidar karşıtı ise, şiddetle
bastırılmaktadır. Sendikalar,
meslek örgütleri; ‘emek’, susturulmuştur. Basın işlevini
yitirmiş, karşı devrimin yollarını açmaktadır. Gerçek
anlamda bir demokrasiden
söz etmek mümkün değildir.
Hukukçular, demokrasinin
salt bir seçim mekanizmasından ibaret olmadığını,
hak ve özgürlüklerin; varlığı,
korunması ve kullanılması
ile ilgili olduğunu bilir. Demokrasinin geçerli olduğu
bir ülkede özgürlükler kısıtlanamaz, iktidar despotlaşamaz. O halde gerçek demokrasiyi savunmak da siyaset
değil, baroların 95. Madde
kapsamına giren görevlerindendir.
•••
Devletin dini esaslara dayandırılamayacağını öngören
Anayasa hükmüne rağmen,
bugün laiklik ilkesi ayaklar
altındadır. Örneklemeye gerek yok, yöneliş son derece
açık. Devletin ‘sosyal’ niteliği
ise zaten pek belli olmuyordu, şimdi hiç yok. Artık
her koyun kendi bacağından
asılıyor; sosyal politikalar
terk edilmiş, oy pazarında
yoksul halka –açlığını bastırsın diye- gıda maddeleri
dağıtılıyor.
(Sadaka kültürü yaygınlaşıyor; asgari “sadaka-i fıtır”
miktarı (sadaka taban fiyatı!..), Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bu yıl için
18,5 lira olarak belirlenmişti.
Ne var ki, İTO tarafından
açıklanan “2012 Temmuz
Ayı İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi”ne göre, Haziran’da 18 lira 75 kuruş olan
“fitre”, Temmuz’da yüzde
13.33 artışla 21 lira 25 kuruşa çıkmış, yani ‘sadaka taban fiyatı’ yükselmiş, zam
rekoru kırmış, buraya kadar
geldik.)
•••
Ülkemizin insan hakları
sicilinin ne durumda olduğunu da biliyoruz. Saydıklarımızın tamamı birlikte ve
her biri tek tek, hukuk devleti
olmanın zorunlu bileşenleridir. Bu bileşenlerin savunulması hukukun üstünlüğünün savunulmasıdır ve barolar yasal olarak sadece bu
değerleri savunmak değil aynı
zamanda ‘korumak’ ve ‘işlerlik
kazandırmak’la da görevlidir.
•••
Baskı ve sömürünün her
türlüsünün başını alıp gittiği
ülkemizde, emperyalizme,
onun dayattığı neo-liberalizme, köktendinciliğe, mikro
milliyetçiliğe, ırkçılığa, faşizme, terörizme karşı çıkmadan, bu odakları geriletmeden,
demokrasinin
çağdaş ölçütlerine ulaşabilmek mümkün değildir.
•••
Hukukun üstünlüğü için
mücadele, ister istemez baroları, emekten yana bir toplumsal düzeni savunmaya
doğru götürecektir. Çünkü
emekten yana bir toplumsal
düzen ‘eşitlik’ ve ‘özgürlük’
ayakları üzerinde yükselir.
Eşitlik ve özgürlük yoksa
adalet de yoktur. Bu iki ilke
aynı zamanda ‘hukuk devleti’
olmanın vazgeçilmez elemanlarıdır. Eşitliğin olmadığı yerde ‘özgürlük’ egemenler için çalışır, onlar
tarafından kullanılır/tüketilir. Toplumun güçsüz, emeği
ile geçinen geniş yığınları için
ise adaletsizlikten başka bir
sonuç vermez.
Emperyalizm, dünyayı
yeniden (ve üçüncü kez)
paylaşıp sömürgeleştirirken,
toplumcu, demokratik, sosyal bir ekonomik modeli değil, emek karşıtı, ‘rekabete dayalı
serbest
piyasa
ekonomisini’ alternatifi olmayan tek model olarak sunmaktadır. Bu politikaların
ideolojik dayanağı ‘neo-liberalizm’dir. Siyasal liberalizm
ile ‘özgürlükler’ öne çıkarılır,
‘ekonomik liberalizm’ ile topluma ‘eşitlik’ kavramına yabancı, her koyunun kendi
bacağından asıldığı, ‘serbest
piyasa ekonomisi’ ile yerliyabancı tekellerin egemenliği
dayatılır.
Eşitlik ve özgürlük ise
‘emeğin’ talebi ve hasretidir.
Ancak emekten yana bir
toplumsal düzende, ‘hukukun üstünlüğünü’, ‘demokratik, lâik, sosyal, hukuk devletini’ yaşatabilir, uluslararası
ortamda eşitliği, barışı, işbirliğini öne çıkarabilirsiniz.
Ancak emekten yana bir düzende ekonomik/sosyal haklardan koparmadan ‘insan
haklarını’ savunabilirsiniz.
•••
ABD ve AB’nin, Türkiye’de ‘eşitlik’ kavramı ışığında
ve barışçı yöntemlerle çözülebilecek kimi ‘etnik’ sorunları
(bu alanda gerçekten var olan
haksızlıkları), ‘azınlık hakları’
kategorisine yada ‘mikro-milliyetçilik’ çıkmazına taşıyıp
kışkırtma aracı olarak kullandığı da biliniyor. Ortadoğu’da İslam coğrafyasını kan
gölüne çevirenlerin insanî değerlerden söz etmeleri ciddiye
alınamaz. Barolar, öncelikle
hukukçuların örgütü olarak,
neo-liberal politikalara, bu
politikaların ülkemiz ekonomisinde, sosyal yapısında, siyasetinde ve hukukunda yarattığı olumsuzluklara karşı
çıkamayacaklarsa, neyin kavgasını vereceklerdir?
•••
Barolar, ülkenin korunması gereken ulusal değerlerinden de kopamazlar. Bu
nokta son derece önemlidir.
Kendi ülkesinin değerleri
üzerinde kök salmayan hiçbir
hareket, yığınsal özellikler
kazanamaz. Faşist hareketler
dünyanın her tarafında ulusal
değerleri, istismar ederek;
yanlış tanımlayarak; kitle tabanı edinme ya da anti-faşist
güç bileşenlerini bölme yolunda kullanmışlardır. Barolar
bu değerleri savunmanın ‘ulusal’ bir tavır olduğunu, neo
liberal fesadın iddia ettiği
gibi ‘faşistlik’ vs. olmadığını
bilmek durumundadır.
1919-1923 ve devamında gerçekleştirilenlerin
tümü, önceki siyasal-sosyal
yapıya göre (hatta pek çoğu
bu güne göre), son derece ilerici dönüşümlerdir. Ulusal
kurtuluş savaşı, devrimler,
aydınlanma, cumhuriyet rejimi, laiklik vs.. bunların
tümü tarihe geçmiş, topluma
ileriye doğru ivme kazandırmış, benimsenmiş, ulusal değerlere dönüşmüştür. Bu değerler, şimdi gerici siyasal
yapılanma, odak ve cemaat-
ler tarafından yok edilmeye
çalışılsa da, sanıldığının aksine, sahipsiz değildir.
Bu ilkelerin söküp atılacağını düşünenler de hüsrana uğrayacaklardır.
•••
Hiç unutmayacağımız,
ihmal edemeyeceğimiz bir
başka nokta da birleştirici olmaktır. Yarsav’ın açıklamasına göre yeni HSYK 7.000
hâkim ve savcının yerlerini
değiştirmiştir. Başbakan ‘benim bakanım, benim valim,
benim milletvekilim’ üslubunu, ‘benim yargım’ noktasına da taşımıştır; “yargıya
gerekeni söylemekte”dir; devir ‘kanun benim’ devridir.
Yargı çökmüştür, sadece
‘savunma mesleği’ ve onun
örgütleri; ‘barolar’ ayakta…
İşimiz çok ağır.
Hukukun üstünlüğü
mücadelesinde, yargı bağımsızlığını, yargıç güvencesini
savunmak da barolara düşüyor.
Bu nedenle barolar arası
diyalogu, iş ve güç birliğini,
hareketliliklere katılımı üst
düzeye taşımamız zorunludur. Barolar ve TBB seslerini
birlikte yükseltmek zorundadır. Yani, barolar ve avukatlar arasındaki birliği bozucu, itici, küçümseyici
tavırların, söylem ve ‘kavramların’ zamanı değildir; en geniş birliğin sağlanması gerekir. Bu birliğin ifadesini
bulmadığı, cılız eylemlerin
yararı yoktur. 60.000 avukatın olduğu bir ülkede,
Özel Yetkili Mahkemelerin
Kaldırılması için, İzmir’de ve
‘ülke düzeyinde’ avukatlarla
yapılan mitinge katılım oranının düşüklüğü, eksik ve
yanlışlar, bu açıdan değerlendirilmelidir.
•••
Umarım tekrar görüşürüz.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 3
Dil Sürçmesi, 12 Eylül
Referandumu ve HSYK
Ahmet DOKUCU
Avukat, İzmir Barosu
12 Eylül öncesinde Adana
Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul,
CHP Adana İl Başkanı Avukat
Ahmet Albay ile CHP Kayseri İl
Başkanı Avukat Mustafa Kulkuloğlu'nun öldürülmesinden müebbet hapis cezasına çarptırılan ve
3'üncü Yargı Paketi kapsamında
serbest bırakılan Muhsin Kehya,
"Ben kullanılmadım, herhangi bir
pişmanlık falan da duymuyorum.
Ben sadece bu süreç içerisinde özellikle 12 Eylül referandum sürecinde
’evet’ oyu veren herkese buradan
teşekkürlerimi iletiyorum” demişti.
Geçen günlerde Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan da milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması için yargıya talimat verdiklerini beyan etmiş, HSYK Başkanı ise bunu bir dil sürçmesi olarak
nitelemişti.
Bu gelişmelerin kaynağı 12
Eylül Referandumunda ‘evet’ oylarının ‘hayır’ oylarından fazla çıkmasıdır.
Sorun hukukçu etiği, hukukçu
namusu, hukukçu vicdanı ile
yakından ilgilidir. Bu nedenle 12
Eylül referandumunda özellikle
‘evet’ oyu veren hukukçuların ve
aynı doğrultuda açıklama yapan
baroların sorgulanması gerekir.
12 Eylül Referandumu öncesi
Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun mevcut yapısından şikayet
eden yargıçlar, avukatlar, barolar;
referanduma destek veren tüm
hukukçular, HSYK’nın yeni yapılanmasının yaratacağı sorunları
görememiş ya da görmek istememişlerdir.
Referandumdan sonra yapılan
HSYK seçimlerinde beklentilerin
aksine yerel mahkemelerde görev
yapan yargıçlar yerine Adalet
Bakanlığının işaret ettiği yargıçlar
aday olmuştur. Bu durumu sorgulamayan değerli yargıçlarımızın
4 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
oyları ile HSYK’nın mevcut yeni
yapısı “zuhur” etmiştir. Yüksek
Mahkeme üyelerinin seçiminden
sonra ve son 2012 kararnamesi ile
yargıda gerçekleştirilen tayin/terfilerle, yapılanma tamamlanmıştır.
Bugün ortaya çıkan sonuçlar-
dan referandum sonrası çalışmalara katılan ve HSYK’ya yoğun destek veren bir kısım yargıçlar dahi
rahatsızdır, korku ve tedirginlik
içindedir.
“Yetmez ama evet” diye diye
sandığa gidip güle oynaya “Evet”
“Yetmez ama evet” diye diye sandığa gidip
güle oynaya “Evet” oyu veren, ama daha
sonra Anayasa değişikliklerinin ülkeyi felakete
sürüklediğini gördüğü halde halâ bir özeleştiri
yapmayan hukukçular var. Özeleştiri, küçük
düşürmez; aydın namusu ve sorumluluğunun
gereğidir.
oyu veren, ama daha sonra Anayasa değişikliklerinin ülkeyi felakete
sürüklediğini gördüğü halde halâ
bir özeleştiri yapmayan hukukçular var. Özeleştiri, küçük düşürmez; aydın namusu ve sorumluluğunun gereğidir. Danıştay Başkanı
“artık yürütmenin durdurulması
kararı vermeyeceğiz, şimdiye kadar
verdik de ne oldu?” diyor, hava yollarında çalışanlara grev yasağı
getiriliyor, eğitim sistemi tahrip
ediliyor…
Mardin’de 13 yaşında 26 kişiye
satılan N.Ç.’nin erkeklerle rızasıyla beraber olduğuna yönelik toplum vicdanını sızlatan kararlar
yeni yargılama düzeninin ürünüdür. Bu tür kararların atamalar
sonrası oluşan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Özel Yetkili Mahkemeler, Ağır Ceza Mahkemeleri tarafından oluşturulduğunu, verildiğini, onandığını,
engellenmediğini görmezlikten
gelemeyiz.
Hukuk ve yargı alanında gözlenen tüm olumsuz düzenleme ve
kararların ardında 12 Eylül referandum sonuçlarının belirleyiciliğini görmemek mümkün değildir.
12 Eylül referandumu sonrasında yargı bağımsızlığı ortadan
kalkmıştır. Yargıya olan inanç
ortadan kalkmıştır. Bunda en
büyük pay, referanduma “yetmez
ama evet” diyen yargıçların, avukatların, öğretim üyelerinin ve
barolarındır.
Ne yazık ki topluma yanlış yol
göstermişlerdir.
Onların katkısı ile bugün yargı, iktidarın emrine girmiştir. Başbakan’ın dili onlar sayesinde sürçmektedir!... Üzerinden yıllar geçse
de referandumda verilen oyun
rengi, tüm hukukçular için turnusol kağıdı işlevi görecektir.
Anayasa Mahkemesine
Bireysel Başvuruya
İlişkin Bir Değerlendirme
Bahattin Özcan ACAR
Avukat, İzmir Barosu
Bireysel
başvuru
yolu,
12.09.2010 tarihinde yapılan
referandum
konusu
olan,
07.05.2010 tarih 5982 sayılı
Kanunun 18. maddesiyle, Anayasa Mahkemesi’nin görev ve
yetkilerini düzenleyen, Anayasanın 148. maddesine eklenen
düzenlemeyle hukukumuza girmiş, yüksek mahkemenin görev
ve yetkileri kapsamına dahil
edilmiştir.
Bireysel başvuruda, kanun
yolu incelemesi veya bu anlama
gelebilecek inceleme yapılamaması, yüksek mahkemelerin
“son yargı yeri” olmasının zorunlu sonucudur. Yukarıda belirtildiği gibi, kanun yolu incelemesi
yapılamamasının anlamı, bireysel
başvuru yoluyla, yüksek mahkeme kararının, ispata, hukuki nitelendirmeye, tespit hükmüne ve
hüküm fıkrasına etkide bulunu-
lamamasıdır, bozulamamasıdır,
yargı otoritesinin, uygulanmasının engellenememesidir.
C) Anayasanın 148. maddesinin V. fıkrasında, “Bireysel
başvuruya ilişkin usul ve esasların
kanunla düzenleneceği” hükmü
yer almıştır. Bu nedenle
23.09.2012 tarihinde yürürlüğe
giren 6216 sayılı Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun
Bireysel başvuru yolu ile,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvuruların
çokluğuna karşı bir çözüm
aranmasının da amaçlandığı ileri sürülmektedir.
Buna AİHM’ye başvuru yoluna bir tür baraj getirilmesi de
diyebiliriz.
A) Anayasada 148. maddenin III fıkrasıyla, bireysel
başvuru konusu üç koşulla
sınırlandırılmıştır.
1- Başvuru konusunun Anayasada güvence altına alınmış “temel hak ve özgürlükler”e ilişkin olması;
2- Bu hak ve özgürlüklerin
AİHS ve eki Protokollere
konu olan hak ve özgürlükler
kapsamında bulunması;
3- Önemli bir koşul da,
“Başvuruda bulunabilmek
için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması”dır.
B) 148/IV maddesiyle,
bireysel başvuruya “inceleme
sınırı” getirilmiştir.
Bu sınır, “bireysel başvuruda,
kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamayacağı” hükmüdür.
Usul hukukunun ortak/genel
ilkesine göre, uyuşmazlık konusu
eylemin, olgunun belirlenmesi
(ispatı)/ sübutu ve hukuken nitelendirilmesi, kanun yolu (temyiz
ve itiraz) konusudur.
Haşim Kılıç; Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi 1972
mezunu. Sayıştay üyesi iken 1990 yılında, Cumhurbaşkanı Turgut
Özal tarafından Anayasa Mahkemesi Üyeliği'ne atandı. 2007’de
Anayasa Mahkemesi Başkanlığına seçildi. Hukukçu değil; kısa süre
önce, Anayasa Mahkemesi’nin “milletin iradesini temsil edenlere
çelme takma yeri olmadığı” şeklindeki açıklaması, ‘Hukuk
Düzlemi’nde tartışılmıştı.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 5
kabul edilmiştir.
Kanunun 45-51 maddelerinde, konuya ilişkin düzenleme
yapılmış ise de bu düzenlemenin
Anayasanın yukarıda özetlenen
148/IV. fıkrasına aykırılık olup olmadığı ile birkaç basit öneri bu
yazının tartışma konusudur.
I- Bireysel başvuru, “yeni
bir kanun yolu “ değildir.
Anayasanın 148. maddesinin
IV. fıkrasında “bireysel başvuru”nun bir kanun yolu olmadığı,
hak ihlali halinde Anayasa Mahkemesine bir üst derece mahkemesi olarak kesinleşmiş yargı
kararının denetlenmesi için yetki
verilmediği açıkça belirtilmektedir.
Bireysel başvuru incelemesi
sonucunda, hak ihlali bulunan
bir yargı kararının kaldırılması ve
yeniden yargılama yapılması
yoluna gidilmesi söz konusu
değildir.
Başka bir ifadeyle, Anayasa
Mahkemesi bu açıdan yeni bir
üst yargı yeri değildir.
Oysa, bireysel başvuru açısından uygulamaya ilişkin usulü
düzenleyen 6216 sayılı kanunla
Anayasa Mahkemesine Anayasanın vermediği yetki verilmektedir.
Kanunun 48/2 maddesindeki düzenlemenin, içeriği, kapsamı, sınırları belirsizdir. 48/2
maddesine göre, “Mahkeme,
Anayasanın uygulanması ve
yorumlanmasını veya temel hakların kapsamının ve sınırlarının
belirlenmesi açısından önem
taşıyan ve esas hakkında karar
verilmesini gerektirmeyen ve
başvurucunun önemli bir zarara
uğramadığı başvurular reddedilir.
50/2’ye göre, “İhlal bir mahkeme kararından veya idari
işlemden kaynaklanmışsa, ihlale
konu kararın veya idari işlemin
iptaline karar verilir. Kararın iptali kendiliğinden ihlali kaldırmazsa
yargılamanın yeniden yapılmasına hükmedilir”.
Kanunun 48/2 ile 50/2 maddeleri birlikte değerlendirildiğinde yasanın, Anayasanın 148/IV
maddesindeki “bireysel başvuruda kanun yolunda gözetilmesi
gereken hususlarda
inceleme yapılamaz” hükmüne
aykırılık olduğu anlaşılmaktadır.
Uygulamada, Anayasanın
148/IV maddesine aykırılık
yaşanmaması, kanunun 45/2
maddesindeki
düzenlemeye
göre yapılacak uygulamalarda,
yüksek mahkemelerin “son
yargı yeri” olarak verdikleri
6 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
kararlara karışılmamasına bağlıdır.
Kanun yolunda gözetilmesi
gereken konular, ilgili usul
kanunlarında
gösterilmiştir.
Kanun yolu incelemesinde,
uygulanan hukuk kuralının olaya
uygunluğunun denetlenmesi de
bulunmaktadır. Kanun yoluna
konu olan bir karardaki hukuki
nitelendirme ve bunun denetiminde, Anayasa, AİHS ve eki
Protokoller de göz önüne alınmaktadır. Bu nedenle kanun,
incelemenin kanun yoluna giren
konularda
yapılamamasına
uygun, somut bir ölçüt getirilecek biçimde düzenlenmelidir.
II- Kanundaki diğer
hükümlerin durumu ve
birkaç öneri:
a) Düzenleme Alman Anayasa Mahkemesi Kanunu emsal
alınarak yapılmıştır.
Anayasanın 148/3 ve kanunun 45/2 maddesine göre bireysel başvuru yapılabilmesi için
idari ve yargısal başvuru yollarının tüketilmiş olması şarttır.
Örnek alınan Federal Alman
Anayasa Mahkemesi Kanunu'nun anayasa şikayeti (davası) denilen bireysel başvuru yolu
ile ilgili farklı ve önemli bir hükmüne bakmak gerekir.
Almanya'da da ihlale karşı,
bireysel başvuru için, yargısal
yolların tüketilmesi şart ise de;
bizdeki düzenlemeden farklı
olarak Alman Kanununda “yargısal başvuru yolu tüketilmiş
olmadan yapılan başvuru
hakkında; başvuru genel
yararlar açısından önemli ise
veya başvuru sahibinin önce
normal yargısal yola başvurması halinde, onun için ağır
ve telafisi güç zararların doğması muhtemel ise, Federal
Mahkeme derhal karar verebilir” hükmü yer almış bulunmaktadır.
Yeni düzenlemede, başvurudan önce tüm idari ve yargısal
yolların tüketilmiş olması şartının
aranması, isabetli ise de gerektiğinde, Federal Anayasa Mahkemesi Kanunundaki düzenlemede olduğu gibi, benzer
koşullarda mahkeme, kanun yollarının tüketilmiş olması şartı
aranmadan karar verebilmelidir.
b) Başvuruların harca tabi
olduğunu düzenleyen 47. madde haksız bir yük getirmektedir.
Temel hak ve özgürlüklerden
yararlanmayı sağlamak ve ihlalini önlemek, devletin temel görevidir. Alman kanununda bu başvuru yolu harçtan muaftır.
Yalnızca, hakkın kötüye kullanıldığının sabit olması durumunda, başvurucuya mahkeme
masrafı yüklenebilir.
c) Kanunun 48. maddesinde
bireysel başvuruların kabul edilebilirlik şartları ve incelenmesi
düzenlenmiştir. Kabul edilebilirlik incelemesinin “komisyon”larca yapılacağı öngörülmüş olup
alınacak kabul edilmezlik kararı
kesindir. Her zaman hata olabileceğinden bu karara karşı itiraz
hakkı olmalıdır.
d) Komisyonun oluşumu ve
çalışma tarzı kanun metninde
yer almamıştır. Kesin kararlar
verecek komisyonların oluşumu
ve
üyelerinin
niteliklerinin
kanunla belirlenmesi şarttır.
III- Yüksek Mahkemeler
eşit ve bağımsızdır.
Bireysel Başvuru düzenlemeleri Yüksek Mahkemelerin
beğımsızlık ve eşitliği bakımından sorunludur.
Anayasamızda egemenliğin
ulusa ait olduğu, bunun yasama, yürütme ve yargı erklerince
kullanılacağı, yargı görev ve
yetkisinin ulus adına karar veren
bağımsız mahkemelerce yerine
getirildiği vurgulandıktan sonra,
yargıya ilişkin düzenlemelerin
yer aldığı bölümde, Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay,
Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek
İdare Mahkemesi ve Uyuşmazlık Mahkemesi “Yüksek Mahkemeler” başlığı altında yer almıştır.
Yüksek Mahkemelerin görev
alanlarına ilişkin yargı yolları
arasında derece farkı yoktur.
Her yargı yolu diğerinden ayrı ve
bağımsızdır. Bu durum, yüksek
mahkemeler arasında hiyerarşi
olmadığının, işlev ve konumlarındaki eşitliğin sonucudur.
Yargı yolu görev alanlarıyla
sınırlı olan yüksek mahkemelerin, görevleri dahilinde “son
yargı yeri (mercii)” olduğu
belirtilmiştir (Any.154-157).
Yüksek Mahkemelerin görev
alanlarına ilişkin “son yargı
yeri” olarak verdikleri kararlar
kesindir.
Bu kararlar başka mahkemelerce denetlenemez, bozulamaz; uygulanması herhangi bir
merci tarafından engellenemez.
Yüksek
Mahkemelerin
bağımsızlığı ve eşitliği ilkesinin yargı içinde ve dışında
etkili hukuki sonuçları vardır.
Yüksek mahkemeler birbirlerinin görev alanına giremezler.
Bu konu Anayasanın 158. maddesiyle düzenlenmiştir.
Yüksek mahkemeler birbirlerinin “son yargı yeri” olarak verdiği kararlar ile bağlı olup, yargı
yolu ilk derece mahkemelerinin
kararlarına ve uygulamalarına
karışamazlar..
Yüksek Mahkemelerin kararlarına karışılamaması, anlaşmazlık konusu eylem ve olguların sübutu ile (tavsifini) hukuki
nitelendirmesini de kapsar.
Belirtilen anayasal ilkenin
yargı dışındaki sonuçlarından
birisi, mahkeme kararlarının
bağlayıcılığıdır. (Any.138/son)
Diğeri ise, yasamanın, yüksek mahkemelerin görev alanlarını, işlevlerini, bu mahkemelerin
eşitliğini, bağımsızlığını ve
kararlarının etkinliğini (yargı otoritesini), uygulanmasını bozabilecek, zedeleyebilecek yasama
işleminde bulunamamasıdır.
Yasama organınca yüksek
mahkemelerden birisinin görev
alanı düzenlenirken veya genişletilirken, Anayasada belirtilen
eşitlik ve bağımsızlık bozulamaz, bir yüksek yargı organının
yetki alanı genişletilirken, öteki
yüksek yargı organlarının yetki
ve görevlerine tecavüz edilemez.
SONUÇ:
Mevcut düzenleme, yüksek
mahkemelerin eşitliği ve bağımsızlığına dair anayasal ilkeye
aykırı bir nitelik taşımaktadır.
Kanunun 48/2 maddesinin kapsam ve sınırlarının belirsizliği
Anayasa Mahkemesini, yüksek
mahkemeler arasındaki eşitliği
ve bağımsızlığı bozacak derecede güçlendirmektedir.
Kanunun 50/2 maddesi ise,
mahkeme kararının iptali veya
yargılamanın yeniden yapılması
kararıyla, bireysel başvuruya,
Anayasanın
148/IV’maddesi
hükmüne aykırı şekilde, yüksek
mahkemelerin “son yargı yeri”
olarak verdikleri kararlara karşı
yeni bir kanun yolu niteliği
kazandırmaktadır.
Oysa, yasa koyucu, yasama
yetkisini, hukuk düzenini bozucu biçimde değil, hukuk devletine ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun biçimde kullanmakla
görevlidir.
Sosyal Güvenlik Destek Primi
AVUKATLAR İÇİN NE
ANLAMA GELİYOR?
Azra SİRAY
Avukat, İzmir Barosu
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre
01.10.2008 tarihinden itibaren, “kendi
adına ve hesabına bağımsız çalışan”
avukatlar 4/1-b bendi kapsamında sigortalı sayılmaktalar ve yaşlılık aylığı
almaya hak kazandıklarında Sosyal
Güvenlik Kurumundan yazılı istekte
bulunmaları halinde kendilerine aylık
bağlanmaktadır.
Yaşlılık aylığı bağlanan ancak avukatlık mesleğini aynı koşullarda yapmaya devam eden avukatlardan sosyal
güvenlik destek primi kesilmektedir.
Söz konusu kesintiye ilişkin olarak
yapılan düzenlemede bir kısım ayrımlarda bulunulmuştur, buna göre;
01.10.2008 tarihinden sonra serbest
avukat olanlar, yaşlılık aylığı bağlandıktan sonra tekrar çalışmaya başlarlarsa
yaşlılık aylıkları kesilecektir. (md 30/3a) Aylıklarının kesilmemesi için yazılı
istekte bulunanların yaşlılık aylıklarının
ödenmesine devam edilecek ancak aylıklarının % 15'i oranında sosyal güvenlik destek primi kesilecektir. (Md
30/3-b)
Söz konusu avukatların yaşlılık aylığı almaya hak kazanmaları için 9000
prim ödemeleri ve 31.12.2035 tarihine
kadar kadın ise 58 erkek ise 60 yaşına
gelmesi gerekmektedir. Bu yaş sınırı
01.01.2048 tarihinden itibaren ise
kadın erkek tüm avukatlar için 65
yaştır.
Gerçekten de mesleğe yeni başlayan
meslektaşlarımız için yaşlılık aylığı oldukça zor bir süreçten sonra mümkün
olabilecektir.
2012 yılında sosyal güvenlik destek
primi kesilen avukatların genel durumuna gelince;
01.10.2008 tarihinden önce yaşlılık
aylığı bağlanmış bulunan avukatlar ile
01.10.2008 tarihinden önce topluluk
sigortası kapsamında olup bu tarihten
sonra yaşlılık aylığı bağlanan avukatlar
ve 01.10.2008 tarihinde sosyal güvenlik
destek primi ödeyerek çalışmakta olan
avukatlar %15 oranında emekli aylıklarından kesilmek suretiyle sosyal güvenlik destek primi ödemekteler.
26.01.2012 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 6270 sayılı kanun ile
5510 sayılı kanunun geçici 14. Maddesine ek fıkra eklenerek 2008 yılı
Ekim ayı başından önce 5434 sayılı
Emekli Sandığı Kanununa göre emekli
olup yine bu tarihten önce serbest avukatlık veya noterlik yapanların aylıklarından da %15 oranında sosyal güvenlik destek primi kesileceği hükme
bağlanmıştır.
6270 sayılı yasadan önce Sosyal
Güvenlik Kurumu Başkanlığı 2009/37
sayılı genelge ile; 5434 sayılı Emekli
Sandığı Kanuna göre emekli aylığı almakta iken 2008 yılı Ekim ayı başından
önce serbest avukatlık ile noterlik mesleğini yapanlardan sosyal güvenlik destek primi kesilmeyeceğini açıklamıştı.
(madde 5.7.2.) Ancak yeni düzenleme
ile söz konusu avukatlar da sosyal güvenlik destek priminden sorumlu olacaklardır.
5510 sayılı kanun 30.maddesinde
“Sosyal güvenlik destek primine tabi
olanların primleri, aylıklarından kesilmek suretiyle tahsil edilir.” hükmünü
getirirken aynı kanunun 87. Maddesinin
b bendinde sosyal güvenlik destek primine tabi olanların prim ödeme yükümlüsü oldukları belirtilmektedir.
Böylece yasal düzenleme gereği sosyal
güvenlik destek primi kesilmesi gereken
serbest avukatların kesinti için sosyal
güvenlik kurumuna bildirimde bulunmaları gerekecektir aksi halde daha
sonra borçlu durumuna düşmeleri söz
konusu olabilecektir kanısındayım.
Sosyal güvenlik destek primi ödenmiş veya bildirilmiş süreler 5510 sayılı
Kanuna göre malullük, yaşlılık ve ölüm
sigortaları prim ödeme gün sayısına
ilave edilmemektedir (30/3-b). Yaşlılık
aylığından yapılan destek primi kesintisinin avukatlara hiçbir faydası, dönüşü
olmamaktadır. Yaşlılık aylığının çalışma
süresi ve ödenen prime göre tespit edilerek ödendiği göz önüne alındığında
aylıkta kesintiye gidilmesinin açıklaması
yoktur. Çünkü yaşlılık aylığı almakta
iken çalışmaya devam eden avukatın
söz konusu çalışmasının Sosyal Güvenlik Kurumunu ilgilendiren bir yönü
bulunmamaktadır. Avukat yasal düzenlemenin gerektirdiği şartlara uymuş,
primlerini ödemiş ve yaşlılık aylığı almaya hak kazanmıştır, çalışmaya devam
etmesinin kuruma getirdiği hiçbir yükümlülük yoktur.
Sosyal güvenlik destekleme primi
ile iş kazası ve meslek hastalığı haklarından avukatların faydalanabilmesinin
mümkün olup olmadığı açık değildir.
5510 sayılı yasa Meslek hastalığını,
sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin
niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli
hastalık, bedensel veya ruhsal özürlülük
halleri olarak tanımlamaktadır. (madde
14)
Hangi hallerin meslek hastalığı sayılacağı, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikte
düzenlenmiştir, eki meslek hastalıkları
listesinde avukatları doğrudan ilgilendiren hastalık görülmemiştir. Yönetmelikte belirlenmiş hastalıklar dışında
herhangi bir hastalığın meslek hastalığı
sayılıp sayılmaması hususunda çıkabilecek uyuşmazlıklar, Sosyal Sigorta
Yüksek Sağlık Kurulunca karara bağlanacaktır. Avukatlar için iş kazasının
tanımının da ne olduğu belli değildir.
Bu yönüyle de destekleme priminin
faydası yoktur.
Diğer taraftan 5510 sayılı kanunun
81. Maddesine göre; kısa vadeli sigorta
kolları prim oranı, yapılan işin iş kazası
ve meslek hastalığı bakımından gösterdiği tehlikenin ağırlığına göre % 1
ilâ % 6,5 oranları arasında olmak üzere
değişmektedir. İş kazası ve meslek hastalığı tanımı belli olmayan avukatlardan
%6,5 üst sınırının üzerinde %15 destek
primi kesilmesinin yasal düzenlemenin
amacı ile bağdaşmadığı açıktır.
Burada hedeflenen yaşlılık aylığı
alanların çalışmamasını sağlamak ise,
yapılması gereken aylıkların açlık sınırının üzerine çıkarılmasıdır. Bu gün
avukatların kendilerine ödenen yaşlılık
aylığı ile geçinilebilmesi mümkün değildir. Yaşlılık aylıklarının genel olarak
bulunduğu düzey söz konusu durumun
bahanesi olamayacaktır.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 7
Yasa Yapma Süreci
Baki OKAN
Avukat, İzmir Barosu
Giriş
Ülke yönetimini elinde tutanların çabalarıyla son on yıla
yayılarak yaşanan siyasal, ekonomik ve toplumsal travmanın
değişik bakış açılarından değerlendirmesi yapılabilir. Bu değerlendirmeler sonucunda da
olumlu/olumsuz, yeterli/yetersiz
vb. değer yargıları ortaya konulabilir. Ancak, bu değer yargılarının objektif bir süzgeçten geçirilmesi olanağı olsa, kuşkusuz
yasama alanında uygulamaya
konulanlar öncelik taşıyacak ve
“olumsuz” nitelemesi bu alanda
yapılanlar bakımından ağırlıklı
bir çoğunluğun görüşü olacaktır. Gerçekten yasama alanında
ortaya konulan performans
değerlendirildiğinde geçtiğimiz
on yıllık süreçte nicelik olarak
tarihsel bir rekor kırıldığı söylenebilir. Ama kırılan bu rekorun
pek de övünülecek bir yanı
olduğu söylenemez. Zira, yasama işlevinin en azından son on
yılına baktığımızda, gerektiği
gibi özenli davranılmadığı,
süreçlerin iyi yönetilmediği,
dağınıklığın ve umursamazlığın
egemen olduğu bir zihniyetin
yapılan işin önemini kavramaktan uzak olduğu, kısır düşüncelerle yasama meclisinin itibarının sarsılmasına zemin hazırlandığı bir gerçektir.
Bütün bu söylem son günlerde sıklıkla karşılaştığımız yasa,
tüzük, yönetmeliklerde yapılan
ve üstelik bürokrasinin azaltılması gibi iddialı bir gerekçeye
dayandırılan değişikliklerden
kaynaklanmaktadır. O nedenledir ki, izninizle sözü bu yazı
boyunca uzatacağız.
Bilinen bir gerçektir ki,
demokrasinin bir türlü kurumsallaşmadığı ve yerleşemediği
ülkemizde ve benzeri kimi ülkelerde yasa yapımı, hükümet
politikalarının uygulama aracı
olarak kullanılmaktadır. Ülkemizde mevcut iktidar döneminde yoğun bir yasama faaliyetine
tanık olunmaktadır. Bu yoğun
süreç içerisinde yasaların taşı8 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Bilindiği gibi, yasaların temel amacı, kamu yararını
gözetmek, toplumun gereksinimine yanıt vermek olmalıdır.
Ne var ki, günümüzde bu nesnel amacın bir yana
bırakıldığı, kişisel ve siyasal amaçlara yönelik yasaların
sayısının giderek çoğaldığı gözlenmektedir. Kamu yararı
amacıyla çıkarılması gerekirken, aslında başka amaçlarla
çıkarılan yasalar hakkında, halka bilgi verme gereği bile
duyulmamaktadır.
ması gerekli genellik, soyutluk
ve nesnellik gibi nitelikleri
gözardı edilmekte, kamu yararının gözetildiği yasalar yerine,
kişisel ve siyasal amaç taşıyan
yasalar meclisten geçirilmekte;
içerik olarak da demokratik ve
özgürlükçü
olmak
yerine,
yasaklayıcı anlayış öne çıkmaktadır. Kimi hukukçularca 'yasa
enflasyonu' olarak tanımlanan
bu ortam nedeniyle, özellikle
uygulama aşamasında birçok
sorunla karşılaşılmakta ve kuşkusuz bu durumun sonucu olarak yasalar etkinliğini yitirmektedirler. Bu bağlamda Türkiye’de
yasa yapım sürecinin ele alınıp
sorgulanması ivedi bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır.
Yasa Yapım Süreci
Parlamentoların geleneksel
işlevi yasa yapmaktır ki bu işlevlerinden ötürü “yasama” organı
olarak adlandırılırlar. Yasama
süreci, yasa yapım işlevinin gerçekleştirilmesi yolunda, işlerin
Meclise girişinden başlayarak
komisyonlardan
ve
Genel
Kurul’dan geçişlerini ve süreçten çıkışlarını içeren bütün aşamaları ve bu aşamalarda işleyişe dâhil olan bütün birimleri ve
işleyiş biçimlerini içine almaktadır. Bu aşamaların her biri belli
bir amaca hizmet etmektedir.
Yasa yapma sürecinde
TBMM'nin, işlevsel olarak
verimlilik ve performans yönünden her zaman sürece hâkim
olamadığı, toplumun beklentilerini anında yanıtlayabilen süreci
her zaman yönetemediği görülmektedir. Parlamentoya yansıyan siyasal tablo, her zaman
istenildiği gibi çalışmasına izin
vermemektedir.
TBMM’nin
çalışmalarını verimlilik ve performans açısından inceleyen bir
doktora tezinde, TBMM’nin performansında en önemli faktörün
“çoğunluk partisi” olduğu,
çoğunluk partisi veya partilerin
istediklerinde çok sayıda yasayı
kısa sürede çıkarılabildiği sonucuna ulaşılmıştır. Çoğunluk partisinin hakimiyeti ve homojenliği
olması durumunda yasama
sürecinin belirleyicisi olduğu,
çözüm olarak siyasi parti gruplarını sorumlu hale getirecek
Anayasal düzenlemelerin yapılması, TBMM’de komisyonların
parti disiplini dışında özerk olarak çalışabilmesi, özellikle
komisyonlara bilgi desteği sağlanması amacıyla uzmanlık
kurumunun
yerleştirilmesi
gerektiği vurgulanmaktadır.(1)
Yasal
metinlerin
kalite
yönünden sahip olmaları gereken en önemli özelliklerden biri,
toplumun gereksinimini en iyi
karşılayacak şekilde ilişkileri
düzenlemeleridir. Yasaların en
sağlıklı şekilde, bu yönde sınanmaları toplumsal gereksinmelerin sistemli ve yaygın çalışmalarla araştırılması ve yasa metni
ile toplumsal gereksinmeler arasındaki ilişkinin karşılaştırma
yöntemiyle kurulmasıdır. Yasaların sık sık değişmesi, gereksinimlerden kaynaklanan baskıların etkisiyle gerçekleşmektedir.
TBMM’nin çıkardığı çeşitli alanları düzenleyen yasaların büyük
kısmı önceki yasal mevzuatta
değişiklik yapmıştır.
Siyasal partiler halkın taleplerinin ve isteklerinin meşru yoldan yönetime yansımasının aracıdır. Çeşitli sebeplerle siyasal
partiler, bu aracı görevini yerine
getirememektedir. Bu açığı
bazen baskı grupları da denilen
sivil toplum kuruluşları doldurmaktadır. Bu bakımdan baskı
gruplarının siyasette önemli yer
tuttuğunu söyleyebiliriz. Baskı
grupları aynı ilgi, istek ve amacı
taşıyan bireyleri bir araya getirir
ve siyasetin belirlenmesi sürecinde önemli rol oynarlar. Baskı
grupları güçlerini bir araya getirerek taleplerini kamu politikası
haline getirmeye yönelik bir güç
oluşturmak
amacındadırlar.
Aslında, demokrasinin gelişimi
ile sivil toplum kuruluşlarının
gelişimi paralel bir süreç izlemektedir.
İngiltere, düzenleme yapma
sürecinde düzenlemeden etkilenenlere danışma, onların görüşünü alma bakımından ileri
düzeyde bir ülkedir. Danışmada
önemli olan husus, düzenlemeher türlü yasa vb.için kullanılmaktadır- hazırlama sürecinde
danışma sürecini mümkün
olduğunca erken başlatmak ve
hazırlanan mevzuattan etkilenmesi muhtemel kesimlerin
görüşünü dikkate almaktır.
İngiltere’de,
düzenlemeden
etkilenecek olanların görüşünün
alınması için en az 12 haftalık
bir süre ve yorum yapmalarına
yardımcı olacak şekilde düzenleme taslağına ilişkin bilgi verilmesi gerektiği düşünülmektedir.(2)
İngiltere’de hükümet, kamuözel sektöre, sivil toplum kuruluşlarına ve bireylere düzenlemeden kaynaklanan bürokrasi
sorununa ve bu sorunun ortadan kaldırılmasına ilişkin önerilerini değişik yollarla sunmalarını istemektedir. Daha iyi düzenleme birimi olarak anılan bu
birim, bürokratik yükün azaltılmasına ilişkin her öneriye ayrı
bir önem verdiklerini ve öneri
sahiplerine yapmış oldukları
başvuru için önerileriyle ilgili bilgi verileceğini açıkça internet
sayfalarında beyan etmişlerdir.
İnternet sayfasındaki ibare şöyledir: Düzenlemeden kaynaklanan bürokrasinin azaltılmasına
ilişkin öneriniz, ilgili kamu kuruluşuna gönderilecektir ve e-mail
yoluyla yaptığınız öneriye ilişkin
bir “alındı fişi” alacaksınız. Önerinize 90 iş günü içerisinde
cevap verilecektir.(3)
Ülkemizde ise, yasa tasarılarının hazırlanmasında uyulacak
kural ve yöntemler “Kanun,
Kanun Hükmünde Kararname,
Tüzük ve Yönetmelik Tasarılarının Hazırlanmasına ilişkin Esaslar”da belirlenmiştir. Başbakanlık tarafından hazırlanan bu
yönetmelikte, sadece ilgili
bakanlık ve kuruluşlardan görüş
alınması konusu üzerinde durulmaktadır. Buna karşılık Üniversitelerin, yüksek yargı organlarının, sendika ve meslek örgütlerinin bu sürece katılımları konusundan söz edilmemektedir.
Sanırız bu durum, ihmalden çok
bilinçli bir tercihtir.
Yasaların görüşülmesinde
Komisyon çalışmasına gerek
duyulmasının temel nedeni,
inceleme aşamasına yeterince
zaman ayrılması, meclisin iş
yükünün hafifletilmesi ve konuların çoğu zaman uzmanlaşmayı
gerektiriyor olmasıdır.(4) Ancak
uygulamada bu gerekliliğin
yeterince yerine getirildiği söylenemez.
Komisyon
çalışmalarının
temel amacı, Genel Kurula gidecek tasarı ve tekliflerin daha
teknik düzeyde incelenmesi ve
yasa yapım tekniğine uygun
hale getirilmesidir. Komisyon
çalışmaları, yasama faaliyetinin
bir başlangıcını oluşturur ve
zorunluluk olmadıkça bundan
vazgeçilemez. Bunun dışında,
yasaların komisyonlarda ve
Genel Kurulda görüşülmesi
sırasında yeterli titizlikle çalışılmadığını gösteren bir başka
örnek olarak, ülkemizde özellikle son dönemlerde yaygın olan
“gece yarısı sonrası yasaları”
verilebilir.
Bilindiği gibi, yasaların temel
amacı, kamu yararını gözetmek,
toplumun gereksinimine yanıt
vermek olmalıdır. Ne var ki,
günümüzde bu nesnel amacın
bir yana bırakıldığı, kişisel ve
siyasal amaçlara yönelik yasaların sayısının giderek çoğaldığı
gözlenmektedir. Kamu yararı
amacıyla çıkarılması gerekirken,
aslında başka amaçlarla çıkarılan yasalar hakkında, halka bilgi
verme gereği bile duyulmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi, yasaların kamu yararının sağlanması
amacına yönelik olmasını da
aramaktadır:
“Yasaların, kamu yararının
sağlanması amacına yönelik
olması, genel, objektif, adil
kurallar içermesi ve hakkaniyet
ölçütlerini gözetmesi hukuk
devleti olmanın gereğidir. Bu
nedenle yasa koyucunun hukuki
düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini gözönünde tutarak kullanması gerekir” (5)
Profesör Teziç, kamu yararı
unsurunu, yasanın tanımlanmasıyla ilgili olmayıp, geçerlik şartı
saymaktadır. Yasaların kişisel
ve politik amaçlarla konulmuş
olması halinde ortada bir yetki
saptırması söz konusu olacaktır. Yasama organındaki çoğunluk, sırf kendi politik çıkarları
için bir yasa koyarsa, bu yasa
amaç unsuru bakımından sakat
olur. Yasa koyucu kamuya
yararlı olanı belirlemekte serbesttir. Anayasa Mahkemesi,
amaç unsurunu değerlendirirken, yasama organının bir yasayı kamu yararı amacıyla mı yoksa kişisel ya da politik bir amaçla mı yaptığını araştırmalıdır.
Ancak, yasaların görüşülmesi
sırasında yasa koyucunun amacının kamu yararı olmadığının
Özetle torba yasa uygulamasının, hukuk sistemimiz ile
bağdaşmadığı açıktır. Çünkü bu durum, yasa yapma tekniğine
aykırı olduğu gibi, Başbakanlık tarafından yayınlanan,
“Kanun, Kanun Hükmünde Kararname, Tüzük ve
Yönetmelik Tasarılarının Hazırlanmasına İlişkin Esaslar”ın
13. maddesine de aykırıdır. 13. maddeye göre, “Bir tasarı ile,
zorunlu olmadıkça, birden fazla kanunun hükümleri
değiştirilemez. Her yasada öngörülen değişiklikler müstakil
tasarılarla düzenlenir.” Ayrık durumlarda ve ancak zorunlu
hallerde kullanılması gereken bu yöntem, bizde neredeyse kural
haline gelmiştir
açıkça
ortaya
konabildiği
durumlarda iptal yoluna gidilebilir. (6)
Görüldüğü gibi ülkemizde
son yıllarda giderek artan bu
uygulama sonucunda ortaya
çıkan durum ekonomi biliminden mülhem bir deyişle 'yasa
enflasyonu' olarak nitelendirilmektedir. Yaşamın her alanını
yasayla düzenleme ve bunları
günün koşullarına, daha doğru
bir deyişle, hükümet edenlerin
siyasal amaçlarına göre yeniden
belirlemeye soyunan çoğunluğun, yasama meclisini - deyim
yerindeyse - bir 'yasa imalathanesi' ne dönüştürdüğü yolundaki tespit isabetli bir nitelemedir.
Elbette bu hızlı sayısal artışın
hukuk devleti ilkesini de tehdit
ettiği öne sürülmektedir.[7)
Özetle, yasa enflasyonunun
hukuk düzenini karmaşaya
sürüklediği, yaratılan bu kaotik
hukuk
ortamından
kimi
kişi/grup/cemaat/topluluk/oligarşik yapılanmaların -ne derseniz deyiniz- alabildiğine yararlandığı da bir gerçektir.
Ülkemizde “Torba/Paket
Yasa” ve “Temel Yasa”
Uygulamaları
Yasaların topluca değiştirilmesi, haberci jargonuyla söylersek; “torba ve paketler” halinde
meclisten geçirilmesi düşüncesi
aslında göründüğü kadar pratik
ve kullanışlı bir uygulama değildir. “Yasa” sözcüğünün önüne
konulan “torba” sözcüğü sözlük
anlamıyla, içine öteberi konulan
taşıma işlevi gören bir gereçtir.
Kim ne derse desin, bu terim,
halkımızın pratik/kıvrak zekasının
bir ürünü olarak medyanın da
katkısı ile yaygınlaşmış ve kamuoyunun güncel kullanımına
yerleşmiştir. Kısaca, birbiri ile
konu yönünden ilgisi olmayan ve
bir çok yasada değişiklikler yapan yasalara “torba yasa” denilmektedir. Örneğin "Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına
Dair 5234 Sayılı yasa" ile 64 yasada değişiklik yapılmıştır.
Bir yasanın torba yasa olup
olmadığının temel göstergelerinden birisi, yasanın başlığıdır.
Torba yasaların başlığı, içerik itibariyle yürürlükteki birden fazla
yasayı etkilediği için genellikle
“çeşitli yasalarda/yasa hükmünde kararnamelerde” diye
başlamaktadır.
Bu uygulamanın özellikleri
kabaca, şöyle sıralanabilir:(8)
-Torba yasa uygulaması, geleneksel komisyon sistemini
devre dışı bırakmaktadır. Hemen
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 9
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ’NDE SON DURUM
ABD merkezli Freedom House tarafından yayımlanan 2012 Basın
Özgürlüğü Raporu’nda, Bir önceki yıla göre Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında bir puan kaybeden Türkiye, 197 ülke arasında 117’nci sıraya geriledi. Rapora göre Türkiye’de basın özgürlüğünün, Nijerya, Mali, Tanzanya gibi üçüncü dünya
ülkelerinden geri kalması dikkat çekti.
Raporda, Ergenekon soruşturması ve
KCK davası nedeniyle “Türkiye’nin dünyada en fazla tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkelerden biri olduğu” vurgulandı. Raporda, Ceza Kanunu’yla
Terörle Mücadele Kanunu’nun basın ve
ifade özgürlüğüne zarar verdiği belirtildi.
ÖNCE SAVCILAR LÜTFEN...
Deniz Feneri soruşturmasını yürütürken soruşturmadan alınan
savcı Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz Yargıtay 11. Ceza Dairesi’nde yargılanmaya başlandı. Böylece üç
savcı, yürüttükleri soruşturmanın faillerinden daha önce hâkim
karşısına çıkmış oldu.
Savcı Nadi Türkaslan, “resmi belgede sahtecilik ve görevi kötüye
kullanmak” suçlarından, savcı Yaren ve Tamöz de “görevi kötüye
kullanmak” suçundan yargılanıyor.
Yetkisizlik kararıyla Ankara’dan İstanbul’a gönderilen Deniz Feneri iddianamesinin akıbeti ise bilinmiyor.
BALYOZ DAVASINDA “SAVUNMA” YOK
Balyoz davasında, tanık
dinletme ve bilirkişi tayin edilmesine yönelik
talepleri kabul edilmeyen sanık avukatlarının
duruşmalara girmeme
eylemi, mahkemece hüküm verilinceye kadar
devam etti.
Bu dönemde, İstanbul
Barosu ile davaya bakan
İstanbul 10. Ağır Ceza
Mahkemesi arasında, protestocu avukatlar yerine atama yapılması konusunda müzekkere nedeniyle karşılıklı atışma yaşandı.
Mahkemenin, avukat atanmadığı durumda yasal işlem yapılacağı uyarısına İstanbul Barosu, “Mahkemenin bu yazısı başkanlığımızı yasadışı işlem yapmaya zorlama anlamına gelmektedir.
Bir avukatla vekâlet ilişkisi devam eden sanığa zorunlu müdafi
görevlendirilemez” şeklinde yanıt verdi.
Duruşmalar bu şekilde devam ederken, mahkeme heyeti Ağustos ayında verdiği bir ara kararda avukatların protesto amacıyla
duruşmalara girmemesini “hakkın kötüye kullanılması” olarak
değerlendirdi. Mahkeme bir sonraki celsede müdafiler duruşmaya katılmasalar dahi yargılamaya devam edileceği, sanıklara
son savunmaları için söz hakkı verileceği ihtarında bulundu.
Nihayet, 21 Eylül günü kararlar açıklandı ve 2 yıl 8 aylık hukuki
süreç tamamlandı. Davada 365 sanıktan 323'ü ceza aldı. Ceza
alan sanıklardan 78'i 18, 214'ü ise 16 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
10 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
her torba yasa tasarısı/teklifi,
mali nitelikli hükümler içerdiği
gerekçesiyle, esas yönünden
“bütçe komisyonu” na havale
edilmektedir. Ayrı yasa teklifleri
halinde sunulmuş olsa, başka ihtisas komisyonlarının görev alanına girecek olan işler, zorunlu
olarak tek komisyona gönderildiği için devre dışı (bypass) bırakılmış komisyonların uzmanlığından
yararlanmadan
ve
katkıları alınamadan yasalaşmış
olmaktadır.
- Torba yasa görüşmelerinin,
özellikle, komisyon aşamasında,
metne yeni madde eklenmesi
sıklıkla görülmektedir. Genel Kurulda, torba yasaya yeni madde
eklenmesi Komisyon aşamasına
göre çok daha zordur.
- Komisyona gelen ve komisyondan geçen madde sayısının
yeni maddelerin eklenmesi yüzünden katlanarak arttığı görülmektedir. Böylece, torbaya daha
önceden kamufle edilmek istendiği ya da kamuoyunda, ilgili kesimlerde en azından bir süre
gözlerden kaçırılmak istendiği
için konulmayan bir madde veya
konu son anda eklenmiş olmaktadır. Bu bağlamda, torba yasalar, genellikle, yasadan etkilenecek
kesimler
bakımından
sürprizlere açıktır.
-Yasa yapım sürecinde sivil
toplumun etkili bir şekilde katılması ve görüşlerini açıklaması,
torba yasa yönteminde yeterince
uygulanmamaktadır. Öte yandan, çok sayıda yasa çok sayıda
bakanlığı ve kuruluşu ilgilendirdiğinden yasa yapım sürecinin
teknik ilgilileri arasında gereken
bilgi akışı sağlanamamaktadır.
Bu durum, yasama hatalarının
artmasına yol açabilmektedir.
Torba yasa uygulamasının
pragmatist gerekçelerle doğduğu bir gerçektir. Hükümetler
bir an önce gerçekleştirmek istedikleri, her birini ayrı bir yasa
ile yapmak durumunda kalacakları düzenlemelerin hepsini geniş
bir yelpazede torba yasa uygulaması yoluyla yapabilmektedirler. Bu durum, özellikle seçimlerin yaklaştığı, yasama dönemlerinin sona ermesine yakın zamanlarda sıklıkla görülmektedir.
Çünkü, artık sona ermek üzere
olan dönemde yeni bir seçimle
işbaşına geçip geçmeyeceği belirsiz olan hükümetler, giderayak
yapmak istedikleri düzenlemeleri
birleştirmektedir.
Torba yasa sadece yasama
süreci açısından değil, tasarı ya
da teklif yasalaştıktan sonra uygulama sürecinde de sorunlar
doğurmaktadır. Torba yasa çı-
karma yolu, muhalefetin ve sivil
toplum kuruluşlarının yasa yapım
süreçlerine etkili biçimde katılımının sağlanamamasını göze almayı gerektirmektedir. Kaldı ki,
konu bakımından değişik alanları
kapsayabilen torba yasaların, yürürlükteki mevzuata olan etkileri
hakkında, iktidar partisi üyesi
milletvekilleri bile içerik hakimiyeti bakımından sıkıntıya düşmektedir. Uygulamada, böyle bir
zorunluluk olmadığı halde, temel
yasa kapsamında görüşülen
torba yasaların hızla yasalaştırılması yüzünden ortaya çıkan yasama hatalarını düzeltmek amacıyla değişen yasa veya
yasalarda çok geçmeden yeniden değişiklik yapılmasını körüklemektedir. Kısaca, ülkemizde
torba yasalar, değişen yasada
yeni değişiklik gereksinimlerini
tetikleyici bir etken niteliği de taşımaktadır.(9)
Konuyla ilgili bir köşe yazısındaki şu alıntı her şeyi özetliyor
aslında:
“...İçinde çok, çok, çok şey
var. Öğretim üyesinden avukata,
emeklisinden çalışana, işadamından köylüye, müteahhitten
memura, bankacıdan afetzedeye, meteoroloji çalışanından
Üsküdar'ın Selimiye ve İhsaniye
Mahallesi sakinlerine kadar, herkesi ilgilendiren maddeler kanuna doldurulmuş... İlginç olan
da şu: İsimsiz ve uzun “torba”
bir yasayla 64 yasada değişiklik
yapılırken, değişiklik yapılan yasaların isminden hiç mi hiç söz
edilmiyor. Sadece numaraları veriliyor. Demek ki halkımız, tüm
yasaları numarasından tanır durumda!.” (10)
Özetle torba yasa uygulamasının, hukuk sistemimiz ile bağdaşmadığı açıktır. Çünkü bu durum, yasa yapma tekniğine aykırı
olduğu gibi, Başbakanlık tarafından yayınlanan, “Kanun, Kanun
Hükmünde Kararname, Tüzük ve
Yönetmelik Tasarılarının Hazırlanmasına İlişkin Esaslar”ın 13.
maddesine de aykırıdır. 13. maddeye göre, “Bir tasarı ile, zorunlu
olmadıkça, birden fazla kanunun
hükümleri değiştirilemez. Her yasada öngörülen değişiklikler
müstakil tasarılarla düzenlenir.”
Ayrık durumlarda ve ancak zorunlu hallerde kullanılması gereken bu yöntem, bizde neredeyse
kural haline gelmiştir. Gerek yasa
enflasyonu, gerekse torba yasa
uygulamasının, yasal düzenlemelerin öngörülebilirliği, ulaşılabilirliği, etkinliği gibi ilkelere aykırı
olduğu ve son tahlilde de hukuk
güvenliğini tehdit ettiği bir gerçektir.
Bu bağlamda, yasaların yeterli titizlik ve ciddiyetle hazırlanmadığı, komisyon ve genel kurul
aşamalarında da benzer bir durumun yaşandığı bir ortamda çıkarılan temel yasalarımızdan
olan Türk Borçlar Kanununun
Geçici 2. Maddesi ile ilgili traji
komik bir hatayı dikkatlerinize
sunmak isterim. Bu temel yasa
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe
girmiştir. Ancak yasanın yürürlüğe girmesinden önce kira sözleşmesine ilişkin bazı hükümlerin
sorun yaratacağı düşüncesiyle
olsa gerek, bir başka yasa ile
Türk Borçlar Kanununa eklenen
Geçici 2. Madde ile kira sözleşmesi ile ilgili bazı maddelerinin
yürürlük tarihi 8 yıl sonraya ertelenirken bu süre içinde doğacak
uyuşmazlıklara kira sözleşmesi
hükümlerinin uygulanacağı belirtildi. Aynı geçici maddenin son
fıkrasında ise; kira sözleşmesinde hüküm bulunmayan hallerde yürürlükten kaldırılan
(mülga) Borçlar Kanunu hükümlerine yollama yapılarak uyuşmazlıkların çözümü yürürlükte olmayan bir yasaya bağlanmıştır!
Geçici madde düzenlemesinin amacı, yasanın uygulanmasından kaynaklanacak kamu yararına aykırı sonuç ya da
durumlara geçici çözümler üreterek, yeni yasanın esas hükümlerince getirilen düzenlemelere
yumuşak geçişi sağlamaktır. Ancak, yukarıdaki örnekte bu amaç
aşılarak uyuşmazlıkların çözüm
yolu geçici değil sürekli olarak
ve üstelik yürürlükten kaldırılan
bir yasaya bağlanmaktadır. Geçici maddenin yarattığı bu hukuksal hatanın giderilmemesi, en
azından 8 yıl boyunca yeni sorunlar doğuracak ve uygulamada
tartışmalı durumlara sebep olacaktır.
Yasaların gereken ciddiyet ve titizlikle hazırlanmadığına ilişkin
örnekler çoğaltılabilir.
3. Yargı Paketi olarak adlandırılan yasanın görüşülmesi sırasında İktidar partisinin, CMK
250, 251 ve 252 maddelerinin
kaldırılması ve Terörle Mücadele
Yasasının 10. maddesinde değişiklik yapılarak, bu yasa kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davaların, bölge ağır ceza
mahkemelerinde görülmesine
yönelik yasa teklifi torba/paket
yasaya eklendi. Mecliste deyim
yerindeyse ışık hızıyla yasalaştı
ve aynı hızla Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yayımlandı.
Bu şu anlama gelmektedir; 6352
sayılı yasa uyarınca, bir yanda
artık kamuyonun kaygıyla izlediği, adil olmayan uygulamalarını
bildiği Özel Görevli Ağır Ceza
Mahkemeleri sürecek, diğer
yanda ise, aynı işlevi bir başka
adla sürdürecek Bölge Ağır Ceza
mahkemeleri kurulacaktır. Bilmem bu filmi daha önce izlediğinizi anımsadınız mı?
Yasanın geçici 2/4 maddesinde, “Özel Görevli Ağır Ceza
Mahkemelerinde açılmış olan
davalara kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar bakılacağı”
hükmü geçici sözcüğünün sınırlarını zorlamaktadır. Bu mahkemelerde görülmekte olan davaların dosya kapsamı ve sanık
sayısı vs. dikkate alındığında
belki de on yıllara yayılacağını
öngörmek hiç de zor değildir.
Aynı maddede yetkisizlik ve görevsizlik kararı verilemeyeceği de
düzenlenmiştir. Yasa bu haliyle
hukuk devleti ve eşitlik ilkeleri
bakımından anayasaya aykırı hükümler içermektedir.
Görüldüğü gibi temel yasalarımızda yapılan bu vahim hata ve
hukuka aykırılıklar hukuk güvenliği yönünden ileri sürülen kaygıları doğrulamaktadır.
Yürütme Organının
Yasama Çalışmalarındaki Rolü
Yürütme organının, yasama
çalışmalarına hakim olmaya
başlamasıyla birlikte yasa, hak
ve özgürlükleri düzenlemek ve
güvencelemek, kamu yararı
amacına yönelik genel, kişisel
olmayan kurallar içermek yerine; hükümet politikalarının
uygulamaya geçirilmesine hizmet eden, böylece de kişisel ve
siyasal amaçları kollayan bir
araç haline gelmiştir. Böylece
yasa yapım yöntemlerine uyulmadan, oldukça hızlı bir biçimde mecliste oylanan tasarı ve
teklifler, olağan bir uygulama
halini almıştır. İkinci olarak, bu
hızlı “yasa imalatını” denetleyecek ve yavaşlatacak bir siyasal
ve yargısal denetim sisteminin
eksikliği de, sözkonusu süreçte
rol üstlenen çoğunluğu da
cesaretlendirmektedir.
Prof. Kaboğlu'na göre,
“Siyasal parti çoğunluğuna
dayanan parlamentoculukta,
yasama organı, hükümetler iradesinin ve idare tarafından
hazırlanmış metinlerin kayıt
bürosuna
dönüşmektedir.
Günümüzde yasa genel iradenin ifadesi olmaktan çok, iktidar
partileri ve hükümet iradesinin
yansımasıdır. Artık yasanın
genel niteliğinin de tartışma
götürmesi Parlamento’nun işl-
YENİ ANAYASA İÇİN YAZIM SÜRECİ BAŞLADI
TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Ekim 2011’den bu yana
süren çalışmalarının ardından yeni anayasa sürecinde ikinci
aşama olan yazım aşamasına Mayıs ayında başladı.
Uzlaşma Komisyonu’nda, devletin şekli, nitelikleri, bayrağının
tarif edildiği “Başlangıç” bölümünün yazımının en sona bırakılması kararlaştırılırken yeni anayasanın 9 bölümden oluşması
konusunda ilke kararına varıldı.
Yeni anayasanın yazımına “Temel hak ve özgürlükler”den başlanması benimsendi.
ALİ ALKAN YARGITAY’IN BAŞKANI SEÇİLDİ
Nazım Kaynak'ın 5 Mayıs'ta yaş
haddinden emekliye ayrılmasının
ardından Yargıtay Başkanlığı için
yapılan seçimlerde, 13. Hukuk
Dairesi Başkanı Ali Alkan ilk turda
201 oy alarak başkan seçildi. Yargıtay Birinci Başkanvekilliği’ne ise
23. Hukuk Dairesi Başkanı Mahmut Bilgen seçilirken, Bilgen’in
de Alkan kadar (200) oy alması,
iki ismi de aynı grubun blok olarak desteklediği yorumlarına neden oldu.
Alkan, kendisini cemaatin desteklediğine ilişkin kulislere, “Yargıtay’da hiç kimse belli bir inancın temsilcisi değildir” sözleriyle
karşılık verirken “blok” hareket üyelerin istediğini seçtirdiği değerlendirmesini ise “yakıştırma” olarak niteledi.
DANIŞTAY BAŞKANI ‘YÜRÜTMEYİ
DURDURMUYOR’
Danıştay Başkanı Hüseyin Karakullukçu’nun,
nükleer santral projeleri
konusunda, “Danıştay
bunun da yürütmesini
durdurabilir mi?” sorusuna, “Ne varsa durduruyoruz. Yok, durdurma
yok artık. İlerleme var. Ben espri yapıyorum, siz ciddiye alıp yazıyorsunuz. Devletin, milletin lehine ne varsa yapılacak. Bunun
lamı cimi yok. Öyle bir şey mi var? Onu durdur, bunu durdur.
Durdurduk ne oldu?” diye cevap verdi.
Karakullukçu’nun beyanı, hukukçular tarafından ihsası rey olarak
değerlendirildi.
Uzun yıllar idari yargıda hâkimlik yapan ve bir süre önce emekli
olan Kudret Ulutürk, Danıştay Başkanı Karakullukçu’nun açıklamalarıyla ilgili olarak, “Danıştay Başkanı’nın açıklamaları önceki
açıklamalarıyla bağdaşır niteliktedir. İdarenin ajanı gibi yaklaşım
sergilemiştir. İhsası rey içerir. 40 yıl idari yargıçlık yapmış birisi
olarak, bu yaklaşımın, bir yargı mensubuna uygun olmadığını
söylüyorum” dedi.
İzmir Barosu Başkanı Sema Pektaş da, “Danıştay Başkanı’nın,
idareye açık çek veren bir değerlendirme yapması açık biçimde
anayasa ihlalidir. Herkesi anayasaya uygun davranmaya davet
ediyoruz. Danıştay Başkanı’na, anayasa böyle bir açıklama
yapma yetkisi vermiyor. Karakullukçu, bu açıklamasıyla, oyunun
rengini açıklamaktan öte anayasa ihlali yapmıştır” dedi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 11
AVUKAT GÖRÜŞMESİ KAYIT ALTINDA
‘Sincan 1 No’lu F Tipi Cezaevi’ndeki avukatların tutuklu ve hükümlülerle görüşme yaptığı odalara kamera takıldı. Cezaevi yönetimi bu uygulamayı “güvenlik gerekçesi” ile yaptığını belirtti.
Çağdaş Hukukçular Derneği Ankara Şubesi, savunma hakkının
kısıtlandığını belirterek ilgililer hakkında suç duyurusunda bulundu.
HAK İHLALLERİNDE BİR ALTIN, BİR GÜMÜŞ...
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın Avrupa Konseyi geneli
ve Türkiye’ye ilişkin AİHM’ye yapılan başvuru ve mahkeme kararlarına ilişkin istatistikleri yayınladığı raporuna göre Türkiye,
AİHM’ye yapılan başvuru sayısı bakımından ikinci sırada. Birincilik
Rusya’nın. Buna karşılık Türkiye, 1959-2011 yılları arasında mahkemenin verdiği ihlal kararlarında ise 2 bin 404 kararla 47 ülke
içerisinde birinci sırada yer alıyor.
Türkiye’ye ilişkin ihlal kararları, mahkemenin vermiş olduğu tüm
ihlal kararlarının yüzde 19’unu oluşturuyor.
Türkiye aleyhine verilen kararlarda en çok ihlal edilen haklar adil
yargılanma hakkı, mülkiyet hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı,
işkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağı olarak sıralanıyor.
İSTANBUL BAROSU BAŞKANI YÖNETİM KURULU
ÜYELERİ HAKKINDA SORUŞTURMA
Silivri Cumhuriyet Savcılığı, İstanbul Barosu Başkanı Kocasakal
ve 10 yönetim kurulu üyesi hakkında Balyoz davasına bakan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin suç duyurusu üzerine soruşturma başlattı.
İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve 10 yönetim kurulu
üyesi, Balyoz davasında sanık avukatlarının “savunma hakkı”nın
engellendiği, avukat Celal Ülgen’in duruşmadan çıkarıldığına
ilişkin şikâyetleri üzerine 6 Nisan 2012 tarihindeki duruşmaya
girmişti. Bunun üzerine, baroların mahkemeyi denetleyemeceğini ifade eden İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, İstanbul Barosu heyeti hakkında “adil yargılamayı etkileme girişiminde bulundukları” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu.
Mahkeme, ayrıca, duruşmaya katılmayan sanık avukatlarının yerine avukat tayin edilmesi için yazdığı yazıya karşılık İstanbul
Barosu’nun verdiği ret kararı dolayısıyla da suç duyurusunda
bulundu.
Bu gelişmeler üzerine İstanbul Barosu’nca yapılan açıklamada
“Tümüyle adil yargılama hakkını, savunmayı ve meslek onurunu korumayı amaçlayan tavrımızın ‘suç’ olarak nitelenmesi ve ‘şüpheli’ sıfatıyla çağrı çıkarılması karşısında, hukuksuzluğa teslim olmayacağımızı ve
‘yasaya uygun işlem yapılıncaya’ kadar davete icabet etmeyeceğimizi, yalnızca meslektaşlarımızın hukukunu korumak adına değil, yurttaşların da hukuk güvenliği adına kamuoyuna
ilan ederiz” denildi.
Açıklamada, “Hukuksuzluğun doruğa ulaştığı olağanüstü dönemlerde hukuk devletini, savunmayı ve meslek onurunu korumak için bedel ödemek gerekiyorsa,
İstanbul Barosu Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri bu bedeli ödemeye hazırdır”
ifadeleri kullanıldı.
12 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
evini örselemiştir...”(11) Bu
durum, kuvvetler ayrılığı ilkesi
ve parlamentoların etkinliği üzerinde yeniden düşünmeyi ve
yürütme organının yasama
çalışmalarına hakim olmasının
nedenlerini ortaya koymayı
gerekli kılmaktadır. İktidar partisi üyesi olan Prof. Burhan
Kuzu’ya göre, “parlamentolar,
yasama fonksiyonlarını tam olarak yitirmeseler bile, oldukça
zayıflamışlardır ve günümüzde
bir müzakere organı durumuna
indirgenmiştir”(12) Bazı yazarlar
ise, ülkemiz için parlamentoların
bugün bir müzakere organı bile
olmadığını ileri sürmektedir.(13)
Zira yürütme organından gelen
yasa tasarıları, çoğu zaman
üzerinde değişiklik yapılmaksızın ve muhalefet partileri kavga
kıyamet sindirilerek oylanmaktadır. Bu durumda artık meclis,
milletin gerçek temsilcisi sıfatıyla, temsil görevini yerine getirememektedir. Asli görevi olan
“yasa yapma”, sadece bir onay
makamı olarak “yasaları oylama” işlemine indirgenmiştir.
İkinci asli görevi olan yürütme
organını denetleme işlevini ise
yerine getirmesi hukuken mümkün gibi görünse de fiilen olanaksız olduğu bilinen sebeplerle
gerçekleşememektedir.
Başbakan partisinin grup
toplantısında milletvekillerini
bazı davranışları sebebiyle azarlamış ve şu veciz sözleri söylemiştir: “Bizim sevkettiğimiz
yasaları birtakım önergelerle
değiştirmeye çalışıyorsunuz. Biz
bunları okuyarak hazırlamıyor
muyuz?”(14)
Yürütme organının yasama
çalışmalarında etkin ve hakim
olmasının iki temel nedeni öne
çıkmaktadır. İlki, mevcut seçim
sisteminin çoğulcu bir demokrasiye değil, çoğunlukçu bir
demokrasiye yol açan etkisi,
öncelikle mecliste çoğunluğu
elde eden partinin aşırı güç
kazanmasına neden olmaktadır.
Bunun sonucunda ise, yasa ile
çoğunluk iradesi özdeşleşebilmektedir. İkinci olarak, parti içi
demokrasi sorunu ve parti
disiplini de, yasama organının
gerçek işlevini yitirmesinde etkili
olmaktadır. Parti içi demokrasi
yokluğu ya da eksikliği ve parti
disiplini, milletvekillerinin, partilerinden ve parti başkanlarından
bağımsız olarak, özgür iradeleriyle hareket edebilmelerini
engellemektedir.
etkilemekte ve toplumsal değişim de buna bağlı olarak hızlı bir
şekilde gerçekleşmektedir. Bu
nedenle toplumsal değişime
paralel bir değişim gösteremeyen yasalarımız çok daha kısa
sürede eskiyebilmektedir. Bu
cümleden olarak; ancak, toplumun değişimine uyan, yerel ve
evrensel gelişmeleri benimseyen bir anlayışla yapılan yasaların ömrü uzun olabilir. Yeterli ön
hazırlık aşamasından geçmemiş, iyi bir yasa hazırlığı için
gerekli olan ilkelere uyulmamış,
ilgili çevrelerin katılımları sağlanmamış ve hızlı bir biçimde
hazırlanarak yürürlüğe konulmuş yasalarımız, kalite unsurundan da yoksun olacağı gibi,
hataların giderilmesi için sık sık
değişiklik yapılması zorunlu olacaktır. Yasa yapma sürecinin
zamanında ve verimli işlemesi
kadar sürecin saydam/açık
olması, her isteyenin süreci izleyebilmesi ve gerektiğinde menfaatini etkileyen konularda
muhataplarından hesap sorabilmesi de ayrı bir önem taşımaktadır.
Dipnotlar :
1. Ö.Faruk GENÇKAYA, Örgütsel Özelliklerin
Yasama Performansına Etkisi: Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin Yapısal-Fonksiyonel Analizi-Doktora Tezi
2. İngiltere, Hollanda ve ABD’de Daha İyi
Düzenleme Çalışmaları ve Bu Çalışmalardan Türkiye İçin Çıkarılabilecek
Sonuçlar – Yasama Dergisi 2008/9
3.http://www.betterregulation.gov.uk
4. BAKIRCI, 2000: 310-311; SABUNCU,
2005: 202; TEZİÇ, 1972: 59).
5. ARAÇ/İBA, 2003, 37
6. http\\:www.anayasa.gov.tr
AYM, E: 1963/124, K: 1963/243, k.t.
11.10.1963.
AYM, E.1990/31, K.1990/24, k.t. 24/9/1990;
AYM, E. 2001/353, K. 2002/87, k.t.
26.9.2002;
AYM, E. 2003/12, K. 2004/69, k.t.
16.06.2004.
AYM, E. 2002/132, K. 2003/48, k.t. 4.6.2003;
AYM, E. 2001/79, K. 2002/194, k.t.
26.11.2002.
7.TEZİÇ, 1972: 49 ve 104 vd.
8. Şeref İBA, Ülkemizde “Torba yasa” ve
“Temel yasa” Uygulamaları • Ankara
Barosu Dergisi-2011/1
9.Şeref İBA (2010), Parlamento Hukuku,
İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları,
(yenilenmiş ) 4. Baskı.
10. URAS, Milliyet 27 Eylül 2004
11. KABOĞLU, 2000: 167
12. KUZU, 1987: 121
Sonuç
Bilim ve teknoloji alanındaki
gelişmeler, toplumsal yapıyı
13. ÇAKIN Akın, Yasa Yapma Süreci ve Sosyal Kontrol (Şeffaflık ve Katılım) , Yasama Dergisi 2008/6,7,8
14. AKÇALI, 26.7.2004: 15
AVUKAT
MUTSUZLUĞU
Tamer DOĞAN
Avukat, İzmir Barosu
Çok uzun zamandan beri cevabını bulmaya çalıştığım sorulardan
biri “avukatlığın bize neleri kaybettirdiği” sorusu oldu. Hukuk fakültesinde okumanın ve sonrasında hukuk disiplini içinde hareket etmenin,
avukatlık pratiği yapmanın bize kazandırdıkları üzerine konuşmaya gerek yok. Bir taraftan bunları az çok
bildiğimizden, diğer taraftan da, bu
yapının içinde olmak sebebiyle, bu
kazanımları ortaya dökmenin bizim
için fayda getirmeyeceğini düşündüğümden. Bu mesleğin bize neler kazandırdığını bizim dışımızdakiler
değerlendirsin. Beni ilgilendiren, kayıplarımız.
2000-2002 döneminde İzmir
Barosu yayın kurulunda çalışırken,
muhtemelen altta yatan bu sorunun
etkisiyle, bir taraftan avukatlık mesleğini yürütüp diğer taraftan başka
alanlarda, özellikle kültür ve sanat
alanında, bir şeyler üreten meslektaşlarımızla konuşmanın ufuk açıcı
olacağını düşündük. Kültür ve sanat
pratiğinin o meslektaşlara neler kazandırdığını, belki daha da önemlisi
bu pratiğin mesleği yürütme şekillerine etkisini görmeye, onları bizden
(sadece avukatlık yapan ve hayatına
başka bir şeyler girmesine izin vermeyen fanilerden) ayıran bir şey olup
olmadığını görmek heyecan verici
olacaktı.
Böylece, şiir, müzik, dans, karikatür, fotoğraf gibi alanlarda uğraş
veren, daha ötesi bu alanda üretim
yapan meslektaşlarımızla söyleşiler
gerçekleştirdik. Söyleşinin gidişine
bağlı olarak çok ilginç yanıtlarla karşılaştık. Bu iki alanı (avukatlık ve sanatsal/kültürel faaliyet alanlarını)
birbirini besleyen/destekleyen alanlar olarak görenler de vardı; bunlar
arasında bir mesafe koymayı gerekli
(bazen zorunlu) görenler de vardı.
Müspet bir yerden bakmak gerekirse, avukatlık yapmak, sorunları
çözme, olayları değerlendirme, yaşananlara daha derinlikli, analitik
bakma imkanı yaratmasının ötesinde, örneğin sanat pratiği içinde
hareket etmeye niyetli birine ne kazandırabilir? Ama bir kez daha tersten bakmayı tercih edeceğim: Avukatlık, sanata yakınlaşmak isteyen
bir insanı arkasından çeken, engel
olan bir pratik midir?
Soru, özellikle üreten olmak bakımından anlamlı görünüyor. Ama
bugün gelinen noktada durum daha
vahim: Artık sanatsal ya da kültürel
ürünleri tüketme (okuma, dinleme,
izleme vb) noktasında da giderek gerilediğimiz görülüyor. Hayatın anlamlı bir sürü noktasından uzaklaşıyoruz. Sorunun yalnızca “çok işim
var, başka bir şeye vakit ayıramıyorum” yanıtıyla karşılanabileceğini, sanırım, hiçbirimiz düşünmüyoruz.
Başka bir şeyler olmalı.
Elbette, hacizde, duruşmalarda,
müvekkillerle, yargı mensuplarıyla ya
da meslektaşlarla ilişkilerde yaşananları bir çırpıda üzerimizden atıp kendimizi ‘entelektüel faaliyette bulunmanın keyfi’ne bırakmak kolay değil.
Doğrudur: mesleği yürütürken
yaşanan sorunlar, gerilimler, özellikle
serbest çalışanlar için geçerli belirsizlik durumu bizleri ziyadesiyle yoruyor, yıpratıyor; başka şeyler için
kullanılabilecek bir zihin ya da ruh
hali bırakmıyor.
Ama başka bir yerden daha bakmak gerekiyor: Mesleği doğru yürütmek için (isterseniz siz bunu davaları kazanmak, alacakları tahsil
etmek vb. şekilde de düşünebilirsiniz; herkesin ‘doğru’su başka), kabul
etmek ve içinde bulunmayı göze almak zorunda olduğumuz bir “gerçeklik” hali var. Ve bu hal, bizim için ziyadesiyle tanımlayıcı ve belirleyici
oluyor.
Boşanmak için gelen bir müvekkile ne konuşuyorsunuz? Evliliğin
nasıl bir ‘sözleşmesel yükümlülük’
doğurduğunu, bir evliliği tüketici olmaktan çıkarmak için konuya daha
farklı bir yerden bakmak gerektiğini,
yaşanan ekonomik ya da siyasal gelişmelerin zaman içerisinde insanların tahammül sınırlarını aşağıya çektiğini ve artık evli insanların
birbirleriyle dayanışma yerine birbirlerine katlanmak gibi bir ruh haline
girdiğini, oysa karşımızdakini anlamak için önce kendimizi dinlememiz
gerektiğini, neyin peşinde olduğumuzu değerlendirip buna göre karşı
taraftan da ne beklememiz gerektiğini belirleyebileceğimizi, birlikte olmanın birlikte üretmenin mutlaka
peşinde koşulması, sonuna kadar
zorlanması gereken ülküler olduğunu mu anlatıyorsunuz?
Tersine, geçimsizlik sebepleri nedir, çocukları ne yapacaksınız, ne kadar nafaka/tazminat istiyorsunuz vb.
soruları sorup bunları yargılama hukukunun sizden istediği şekilde bir
dilekçeye döküp davanızı açıyorsunuz.
Böylece ömür geçiyor. Bunları
her gün, her hafta, yıllarca ve sonuçta
bir ömür boyu yapınca, başka bir hakikat olabileceğini unutuyorsunuz.
Ya da artık gözleriniz o başka şeyi
görebilme yeteneğini yitiriyor.
* * *
Bir meslektaşımın uyarısıyla
“Avukatlar Nasıl Yoldan Çıkar?” (1)
isimli bir kitap yayımlandığını duyunca, doğal olarak, ilgi çekici geldi.
Hele de kitabın arka sayfasında “…
avukatların mutsuzluğu kavramsal
ve fenomenolojik boyutlara sahiptir…
Bu ikisi birbiriyle bağlantılıdır…
Bize göre MacLeish’in içinde bulunduğu açmazın kökü, aynı bugünkü
pek çok avukat için olduğu gibi, hukuksal formalizm adıyla bilinen hukuk ve hukuk pratiği yaklaşımına kadar uzar..” diye giden bir alıntı da
görünce, yukarıda sözünü ettiğim soruların cevaplarını bulabileceğim
inancıyla kitabı okudum.
Kitap, bir avukat ve bir şairin yaşamları ve birbirleriyle olan ilişkilerinden yola çıkarak avukatların mutsuzluğuna yol açan temel sebeplere
yönelik açıklamaları –bu konuda yapılmış başka çalışmalara ilişkin bilgilerle birlikte- içeriyor. Çok sayıda
alıntı ve buna bağlı dipnotlar dikkate
alındığında, yazarlarının konuya ilişkin daha derin analizlerinin eksik
kaldığı duygusu uyandırmakla bir-
likte, ortaya konan veriler oldukça
açıklayıcı.
Ele alınan meseleyi netleştirmek
bakımından kitabın son bölümlerinden başlamak daha uygun görünüyor. Bu bölümlerde, avukatların
memnuniyetsizlikleri çok çarpıcı örnekler ve araştırma sonuçlarıyla birlikte değerlendirilmiş. Ortaya çıkan
manzara hiçbirimize yabancı değil:
Pek çok avukat, mesleğe girmiş olmaktan pişmanlık duyarak, başka
alanlara kaymanın hayalini kuruyor.
İşten duyulan tatminsizlikler,
uzun mesailer, ezici iş yükü, yinelenen ve birbirine benzeyen işler, zayıf
meslek dayanışması, rekabetçilik,
avukatlığın neredeyse ticari faaliyete
dönüşmesi, kamuoyunda kötü imaj
vb. durumlar bu mutsuzluğun temel
sebepleri olarak sayılmış.
Çok tanıdık değil mi?
Ben, bu sayılan durumların her
biri için açıklama yapmaya girişmeyeceğim. Kitapta doğrudan avukatların açıklamalarıyla sunulmuş çok
sayıda örnek var. Örnekleri gözden
geçirdiğinizde, çoğunun bizler için
de yaşanmışlık duygusu yarattığını
göreceksiniz. Amerika’da yaşayan
avukatların -hukuk sistemleri, örgütlenişleri, mesleği yürütme biçimleri
bizimkinden farklı olsa da- yaşadıkları sıkıntıların burada yaşananlarla
örtüşüyor olması, ortak ve temel bir
sorunun varlığına işaret ediyor.
* * *
Kitap, kendi alanlarında yetenekli, popüler; ama ayrıca başka bakımlardan da dikkat çekici gerilimleri olan, biri hukukçu biri şair, iki
kişiyi örnek alarak hazırlanmış: Archibald Mac Leish ve Ezra Pound
Archibald MacLeish (18921982) Amerika’lı bir hukukçu. Avukatlık dışında bürokratik görevler de
yürütmüş, hatta Roosevelt döneminde dışişleri bakan yardımcılığına
kadar yükselmiş biri. MacLeish’i ilginç kılan özelliği, yaşamının önemli
bir bölümünde edebiyatla yakın ilişki
kurmuş olması. Ödül alan tiyatro
oyunları ve yayımlanan şiirleri var.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 13
4 YIL SONRA KEŞİF
2008 yılında, basın açıklamasına katıldığı gerekçesiyle tutuklanan
ve işkenceyle öldürülen Engin Çeber’in Metris Cezaevi’nde koğuşunda ölümünde yaklaşık 4 yıl sonra keşif yapıldı.
Yargıtay’ca verilen bozma kararı sonrası, Çeber’in ölümünden
sorumlu 51 kamu görevlisinin yeniden yargılandığı davada yapılan keşif işlemine tutuklu sanıklar ve Çeber’le aynı koğuşta
kalan olayın tanığı tutuklular da katıldı.
N’APALIM, “FİİLİ İMKANSIZLIK” VAR!
Bakanlar Kurulu, bazı özelleştirme işlemleri hakkında verilen
yargı kararlarının uygulanmasında ortaya çıkan fiili imkansızlık
nedeniyle Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nca yapılmış iş ve işlemlerin devam ettirilerek sonuçlandırılmasını kararlaştırdı.
Konuya ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı, Resmi Gazete'nin yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Buna göre, Bakanlar Kurulu, özelleştirme uygulamaları sonucunda nihai devir sözleşmesi imzalanarak devir ve teslim işlemleri tamamlanmış olan özelleştirme işlemleri hakkında verilen
yargı kararlarının uygulanmasında ortaya çıkan fiili imkansızlık
nedeniyle Eti Alüminyum AŞ'nin yüzde 100 oranındaki hissesinin
satış yöntemiyle özelleştirilmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri
AŞ'ye ait Kuşadası Limanı'nın işletme hakkı verilmesi yöntemiyle
özelleştirilmesi, Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ'ye ait Çeşme
Limanı'nın işletme hakkı verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi,
SEKA-Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları AŞ'ye ait Balıkesir İşletmesi'nin varlık satışı yöntemiyle özelleştirilmesi ve Türkiye
Petrol Rafinerileri AŞ'nin yüzde 14,76 oranındaki hissesinin İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Toptan Satışlar Pazarı'nda satılması işlemlerini iptal eden yargı kararlarıyla ilgili olarak geriye
ve ileriye yönelik herhangi bir işlem tesis edilmemesine ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nca bu yönde yapılmış olan iş ve işlemlerin devam ettirilerek sonuçlandırılmasına karar verdi.
HSYK KLASİĞİ : YAZ KARARNAMESİ
Adli yargı yaz kararnamesini tamamlayan HSYK, 2 bin 335 hâkim
ve savcının görev yerini değiştirdi. Kararnameyle Ergenekon
savcısı Cihan Kansız, Şike savcısı Mehmet Berk ve Balyoz davası
savcısı Savaş Kırbaş’ın özel yetkileri alındı. Adı geçenler Başsavcı
Vekilliklerine atandı
Hrant Dink cinayeti davasını karara bağlayan İstanbul 14. Ağır
Ceza Mahkemesi’nin Başkanı Rüstem Eryılmaz, Bakırköy Ağır
Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na atandı..
KCK davasına bakan Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı
Menderes Yılmaz da İzmir Hâkimliği’ne atandı.
Uludere’de 34 köylünün bombalarak öldürülmesine ilişkin soruşturmayı yürüten özel yetkili Diyarbakır Başsavcıvekili Ahmet
Karaca da Adana Başsavcı Vekilliği’ne atandı.
YARSAV’ın kurucusu, kapatılan Yargı-Sen’in Başkanı Ömer Faruk
Eminağoğlu’na yönelik HSYK’nin olumsuz tavrı, bu kararnamede
de kendini gösterdi. Daha önce Yargıtay Savcılığı’ndan İstanbul
hâkimliğine atanan Eminağoğlu, bu kez de Çankırı hâkimliğine
getirildi.
Avukat Turgut Kazan, HSYK’nin son kararnamesini yorumlarken,
hükümet ile “hizmet” arasındaki savaşın devam ettiğini söyledi.
Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, kararnameyi “Cemaatin yargıdaki iktidarını sınırlayacak, gerilecek hiçbir girişim taşımıyor. Hatta tam tersi, cemaatin bu iktidarını pekiştirmeye yöneliktir” diye değerlendirdi. YARSAV Başkanı Murat
Arslan ise kararnamenin “herkesi memnun etmeye yönelik” olduğunu söyledi.
Harvard’dan onur derecesiyle
mezun olduktan sonra, avukatlık
yapmakla yazmak arasında kararsız
kalan MacLeish, biraz da zorunlu
olarak, önce bir avukatlık şirketinde
çalışmaya başlar. Para kazanır, mutlu
bir evlilik yapar, çocukları olur, şirkete ortak olma olasılığı belirir. Yine
de mutsuzdur. Şöyle yazar ailesine:
“Hukuk –ilginçtir- çok kalabalık ve
kederle dolu. Yalnızca kendi kazançlarını öne çıkarıyor, başka değil.
Onun gelişiminden duyabileceğim bir
memnuniyet ya da çıkarabileceğim
bir taahhüt bulunmuyor..” (2)
Bekleneceği üzere, avukatlık bürosundan istifa eder. Bir süre Paris’te
yaşar ve eserleri saygın dergilerde basılmaya başlar (Pound’u çok önemseyen MacLeish, bu dönemde de Pound’dan beklediği övgüleri alamaz).
Sonuçta, Paris’te de beklentilerini
karşılayamayınca tekrar Amerika’ya
döner ve yazarlığı ikinci plana atarak
güvenli, bürokratik alanlarda çalışmaya başlar.
Kitap, MacLeish’in bu geliş- gidişlerini net bir şekilde özetliyor:
“MacLeish başından itibaren başka
bir şeyin açlığını çeken olağanüstü bir
hukuk teknisyeni idi. Beşeri bilimlerde yetişmiş ancak yavan bir hukuk
dünyasına sıkışmış ve kişiliğinin iki
parçasını bir araya getirmenin mücadelesini vermişti.” (3)
Özelikle şair yanı, MacLeish’in
Ezra Pound ile olan ilişkisinin belirleyici yönlerinden. İkili, uzunca bir
süre mektuplaşarak birbirlerine görüşlerini iletirler. MacLeish şairlikte
ısrar eder ve bu konuda Pound’dan
destek bulabileceğini umar. Ancak,
dönemin en dikkat çekici ve yenilikçi
şairlerinden olan Pound, bu konuda
fazla açık sözlü ve kırıcıdır. MacLeish’in şiirlerini beğenmez.
Ezra Pound (1885-1972) Amerikan şiirine getirdiği yenilikleriyle
olduğu kadar, 2. Dünya Savaşı’ndaki
Ezra Pound
14 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Archibald Mac Leish
faşistleri destekleyen tutumu dolayısıyla da çok tartışılan bir şair. Sanat
ile siyaset ilişkisinin nasıl değerlendirileceği bakımından oldukça ilgi
çekici bir örnek. Ama bu konu, bu
yazının sınırlarını aşar.
Siyasi görüşleri o kadar uç noktalara ulaşır ki, arkadaşları onun aklını oynattığını düşünmeye başlarlar.
Özellikle İtalya’da bulunduğu dönemde Mussolini hükümetine övgüler düzdüğü bir dizi radyo programı
yapar. Programlarında Amerika’yı,
Roosevelt’i, Yahudileri ve hatta o dönem Gerçekler ve Rakamlar Dairesinin yöneticiliğini yapmakta olan
MacLeish’i suçlar.
Bu gelişmeler sonrasında,
1943’te Washington’da hakkında
ihanet suçlamasıyla dava açılır. Ka-
sım 1945’te Amerika’ya döner ve tutuklanır. Mahkeme, Pound’un akıl
sağlığının yerinde olmadığına karar
verir ve onu cezai ehliyetleri olmayanların tedavi gördüğü bir hastaneye gönderir.
2. Dünya Savaşı ve sonrasında
soğuk savaş (özelikle McCarthy uygulamaları) nedeniyle kesintiye uğrayan MacLeish ve Pound arasındaki ilişki, McCarthy’nin gözden
düşmesinden sonra 1955 yılında tekrar başlar. Pound 10 yıldır hastanede
tutulmaktadır. Serbest bırakılması
için yoğun bir çalışma başlatılır. Bu
konuda en büyük çabayı sarfeden de
kendisini bir şair olarak beğenmediğini açıkça belli ettiği, bir dönem siyaseten de eleştirdiği MacLeish olur.
Çabalar sonuç verir ve Pound
1958’de serbest bırakılır.
lışma sürelerini günlük on saat ya da
haftada 60 saatle sınırlandıran yasa
iptal edilir. Gerekçe, yasanın sözleşme serbestisini zayıflatmasıdır.
Mahkemeye göre, işçiler, zorlu çalışma koşullarını kabul edip etmemekte özgürdürler; aynı işverenin
de bu çalışma koşullarını sineye çekecek işçiler bulup bulmamak konusunda özgür olduğu gibi.
Sanırım, bu örnekler, formalist
yaklaşımın bizi nerelere sürükleyebileceği konusunda açıklayıcı olmuştur. Kitapta başka örnekler de var.
(Elbette, günümüzde yukarıda verilen örneklerdeki kadar tuhaf kararlar
çıkmıyor. Ama kitap, formalizmin
bugün hala birçok alanda etkisinin
devam ettiğine vurgu yapıyor)
* * *
* * *
MacLeish’i, özellikle Ezra Pound
ile olan ilişkisi üzerinden, örnek alan
kitabın yazarları, avukatların mutsuzluğunu, bu mesleğin öğrenilmesinde ve yürütülmesinde etkili olan
‘Formalizm’ rahatsızlığına bağlıyor.
Hukuksal formalizm, hukuksal
kararların ortaya çıkışında, dışsal etkenler yerine içsel etkenlere vurgu
yapan hukuksal muhakeme anlayışı
olarak tanımlanıyor.
Bu yaklaşım, her şeyden önce hukuk eğitiminde kendini gösteriyor.
Doktrini ve davaları önemseyip, adalet, sosyal politika ve siyaset gibi dışsal etkenleri küçümseyen bir eğitim
biçimi olarak.
Ama toplamda bir politika olarak kendini her yerde belli ediyor.
Uygulamada, özellikle içtihada
vurgu yapan, yöneten sınıfın çıkarlarına hizmet etmek üzere konulmuş
olduklarını görmezden gelerek, verili
kurallar düzeninin gerekli ve haklı
olduğunu varsayan bir yaklaşım.
Böylece, mahkemenin hesaba katması gereken eşitlik, merhamet, iktisat, sınıf ilişkileri gibi unsurların
sayısını azaltıyor. (s. 96)
Hukuk dışı alanlarda da kendisini gösteren formalizm, boğucu endüstrileşmenin entelektüel karşılığı
olarak nitelendiriliyor. Bu yaklaşımın sonucu olarak da sapkın kararlar
ortaya çıkıyor.
Örneğin, 1896 yılında siyahlar
ve beyazların farklı demiryolu araçlarında yolculuk yapmaları gerektiğine ilişkin bir yasaya karşı açılan davayı, Yüksek Mahkeme reddeder.
Mahkemeye göre, araçlar biçimsel
olarak birbirinin aynısıdır ve eşitlik
ilkesinin gerektirdiği de bundan ibarettir. Araçların işlevsel olarak eşit
olması yeterlidir.
Bundan birkaç yıl sonra verilen
bir başka kararda da fırıncıların ça-
Başa dönersek… Bu mesleğin
bize neleri kaybettirdiği, bizi neden
bu kadar mutsuz ettiği sorusunun
yanıtını arıyoruz. Bu konuda üzerinde durulabilecek birçok nokta var.
Ama ortaya çıkan tablo, yanıtın o kadar da basit olmadığını gösteriyor.
Neyi nasıl öğrendiğimizi ve neyin
içinde yer aldığımızı da gözden geçirmemiz gerekiyor. Böyle olunca,
konu aynı zamanda ideolojik olarak
avukatlık mesleğinin konumlanmasıyla da bağlantılı. Açıkçası bizden
ne bekleniyorsa, neyi öğrenmemiz,
neyi yapmamız isteniyorsa, biz de
onu yerine getiriyoruz. Öyle olunca
da kamuoyunda “başkalarının felaketleri ile beslenen fırsatçılar ve adaletten çok paraya düşkün kişiler” olarak tanımlanan avukatlar “soğuk,
heyecansız, şefkatsiz, fazla mantıki,
olgu-odaklı, saldırgan, rekabetçi, insafsız ve hatta ahlak dışı” görülüyorlar. (4)
Çok mu ağır oldu?
Dipnotlar:
(1) Avukatlar Nasıl Yoldan Çıkar? Ezra
Pound, A. MacLeish, Şiir, Hukuku ve
Hayal Kırıklığı; Jean Stefancic –
Richard Delgado, Çev. Kasım Akbaş,
Nota Bene Yayınları, 2012.
Kitabın çevirmeni Kasım Akbaş
“Avukatlık Mesleğinin Ekonomi
Politiği” kitabının da yazarı. Bu
kitapla ilgili Av. Hüseyin Özgür imzalı
yazı, dergimizin 2. Sayısında
(Temmuz 2011) yer almıştı.
(2) a.g.e., s. 49
(3) a.g.e., s. 23
HABERAL’IN DOKTORLARI YARGILANIYOR
Ergenekon davası tutuklu sanığı, CHP Zonguldak Milletvekili
Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın doktorları hakkında hazırlanan
iddianame kabul edildi. Doktorların, 7.5 ile 15’er yıl arasında
hapis cezasına mahkûm edilmeleri istendi.
İddianamede, 17 Nisan 2009’da tutuklanan ve aynı gün rahatsızlanan Haberal’ın tedaviye başlamasından bir süre sonra
taburcu edilmesine yönelik heyet raporu düzenlendiği ancak
16 Ekim 2009 tarihli bu raporun işleme konulmadığı, adli
mercilerden saklandığı iddia ediliyor
İNSAN HAKLARI, BAŞBAKAN GÜVENCESİNDE
Mecliste kabul edilen Türkiye
İnsan Hakları Kurumu Kanunu ile hak ihlallerini incelemek için oluşturulan kurum
doğrudan Başbakanlık’la ilişkili hale getirildi. İşkence ve
kötü muameleyle mücadele
etmek, şikâyetleri incelemek,
insan haklarının korunmasına, ihlallerin önlenmesine
yönelik çalışmalar yapmak
üzere oluşturulan Türkiye İnsan Hakları Kurumu, doğrudan
Başbakan’a bağlandı.
11 üyeden oluşacak kurul üyelerinin 7’sini Bakanlar Kurulu,
2’sini Cumhurbaşkanı, 1’ini YÖK seçecek.
BİRİ GİDER BİRİ GELİR (BAZEN İKİSİ DE
KALIR)
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılmasından sonra kurulan ve geçen Temmuz ayında yapılan değişiklik ile yürürlükten kaldırılan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin yerini,
bu kez de Terörle Mücadele Kanunu kapsamında düzenlenen
mahkemeler aldı.
Bu mahkemelerin nerelerde kurulacağına, Adalet Bakanlığı’nın teklifiyle HSYK karar verecek.
Ancak halen devam etmekte olan davalar, mevcut Özel Yetkili
Ağır Ceza Mahkemeleri tarafından bakılmaya devam edecek.
Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, özel yetkili
mahkemelerin kaldırılarak, yerine terörle mücadele mahkemeleri kurulmasını, “kes-yapıştır formülü” olarak nitelendirdi.
Devlet güvenlik mahkemeleri kapatıldığında buradaki davaların ÖYM’lere devredildiğini anımsatan Feyzioğlu, buna karşın mevcut davaların aynı mahkemelerde sürecek olmasının
anayasaya aykırı olduğunu vurguladı.
BİREYSEL BAŞVURU İÇİN 150-TL HARÇ
Anayasa Mahkemesi’ne tanınan bireysel başvuru hakkının
uygulamaya başlaması nedeniyle Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nde değişikliğe gidilerek, başvurunun usulleri belirlendi.
Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği ve buna
ilişkin kararın kesinleştiği tarihten, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren 30 gün içinde yapılması gerekecek. Bireysel başvuru için 150 lira bireysel başvuru harcının da maliye veznesine yatırılması gerekiyor.
(4) a.g.e., s. 117
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 15
Şam Hurması mı,
Türk Lokumu mu ?
Mert SARAÇOĞLU
Avukat, İzmir Barosu
“Suriye ile Türkiye, daha yedi buçuk yıl
öncesine kadar birbirine husumetle bakıyordu. Sürekli gerginlikler yaşanıyor, iki ülke
zaman zaman savaşın eşiğine geliyordu.
Biz geldik, Esad kardeşimle oturduk, iki ülke
arasındaki meseleleri konuştuk, istişare
ettik, müzakere ettik ve Türkiye ile Suriye'yi
bölgenin iki kardeş, iki dost ülkesi haline
getirdik. Her alanda işbirliğine gittik...
Şimdi benim Gaziantepli kardeşim, cebine pasaportunu koyuyor, istediği gibi
Halep'e gidiyor, Şam'a gidiyor. Halep'teki,
Şam'daki, Lazkiye'deki, Hama, Humus'taki
kardeşim cebine pasaportunu koyuyor,
Gaziantep'e geliyor.
Kim kazandı? Gaziantep kazandı. Gaziantepli esnaf kardeşim kazandı, tüccar
kazandı, sanayici kazandı, vatandaşım
kazandı. Bütün o korkuların, bütün o tehditlerin ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. Düşman üretme politikasından yarar değil, zarar
gördüğümüz ortaya çıktı.''(1)
Referandum öncesi mitinglerden Gaziantep’te yapılan bu dokunaklı konuşma
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat
kendisine ait. Çok değil, iki yıl öncesine
kadar,Türkiye Cumhuriyeti başbakanının
Esad kardeşi ile olan yakın ilişkisi, ortak
bakanlar kurulu toplantılarına varıncaya
kadar ilerlemişti.
Kardeşlikten hasımlığa giden yolun bu
kadar kısa olması, hükümetin Suriye politikasındaki keskin dönüşünü de –kuşkusuzinandırıcılıktan uzak kılıyor. İflah olmaz bir
diktatör olduğuna son anda karar verilen
Beşar Esad’ın temsil ettiği Suriye’ye neden
birdenbire diş bilendiği konusunda iç
kamuoyu bir türlü ikna edilebilmiş değil.
Ülkemizde kamuoyunun içini dışını bilenler,
‘muhalefete ve demokrasiye tahammülsüz’
bir tek adamın devrilmesi gerektiğine inandırmanın ne denli zor olduğunu da bilirler.
Muhalefetin yerlisi kriminalize edilmişken
yabancısının masumiyetine kim inanır?
Nereden bakılırsa bakılsın, hükümetin Suriye sorunu ile ilgili olarak, iç kamuoyundan
onay almaya dönük çabalarının toplumsal
algıda ‘elalemin muhalefeti’nden öte bir karşılık bulabildiğini söylemek zor görünüyor.
16 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Tayyip Erdoğan ve eşi, Şam’da Beşar Esad ve eşi ile birlikte
Beşar Esad’ın bir insan kasabı, Suriye’nin ise alt edilmesi gereken azılı bir düşman olarak resmedildiği tabloya değen fırça
darbeleri şimdilik oldukça acemice vurulmuşa benziyor. İlerleyen günlerde bu resme
bir ‘usta eli’ değer mi, bugünden kestirebilmek mümkün değil.
Başka bir açıdan ise, siyasal iktidarın iç
gündemle ilgili pek çok başlıkta yaptığı gibi,
Suriye politikasında da halkın geniş kesimlerinin onayını bir önkoşul olarak görmediği
iddia edilebilir. Bu iddiaya dayanak olarak,
başbakanın Suriye’nin iç meselemiz olduğu
yönündeki beyanı, kinayeli de olsa, gösterilebilir. Gelgelelim, dış ilişkiler söz konusu
olduğunda, Suriye konusunda takınılan
tutumu ‘uluslararası meşruiyet’ve ‘uluslararası hukuk’ zeminine yaslanmadan savunabilmek olanaksızlaşacaktır.
Suriye’de yaratılmış olan kargaşa ortamında Türkiye, bilindiği gibi, silahlı isyancılardan yana açıkça taraf oldu. Kendilerine
‘Özgür Suriye Ordusu’ adını veren paramiliter güçlerin Suriye devletince ‘terörist’, yandaşları tarafından ise’ ‘muhalif’olarak adlandırılması bu grupların karakteristik özelliklerini değiştirmiyor: 1- Siyasal önderlik, mutlak olarak köktendinci örgütlerdedir, 2Silahlı grupların yalnızca mühimmat ve
finans değil, aynı zamanda militan ihtiyacı
Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye eliyle alenen karşılanmaktadır.
Dış desteğin bu denli görünür oluşu,
yakın tarihe kadar, kendi resmi ideolojimizin
sözcülerinden duymaya alışık olduğumuz
‘kökü dışarıda’ kavramını çağrıştırıyor. Öyle
anlaşılıyor ki, Türkiye söz konusu olduğunda, adı geçen silahlı militanların kökü bu kez
dışarıda değil, içeridedir. İnsani gerekçeler
ileri sürülerek sınırdan içeri alınan onbinlerce kişi ‘mülteci kampı’ adı verilen alanlara
yerleştirilmiş, bu kampların gerçekte neye
hizmet ettiği konusu ise kamuoyundan gizlenmeye çalışılmıştır. Hatırlanacağı üzere,
ortaya atılan ciddi iddiaları yerinde araştırmak üzere Hatay’daki Apaydın kampını
ziyaret etmek isteyen CHP milletvekillerine
kampa giriş izni verilmemişti. Hatay valisinin
engellemeye ilişkin açıklaması ise devlet
ciddiyetinin veciz bir ifadesi olarak hafızalardaki yerini aldı: “Bahsi geçen kampta
kalan misafirler güvenlik endişesiyle ziyaret
edilmeyi arzu etmemektedirler.”(2)
Bahsi geçen kampta kalan ‘misafirlerin’
çatışma bölgelerinden gelip Hatay’daki
çeşitli hastanelerde tedavilerinin sağlandığı,
savaşmaya hazır olarak sınırın öte yanına
geçirildikleri artık bir sır sayılmazken, ziyaret
edilmeyi arzu etmemeleri anlaşılır görünüyor. Aynı misafirlerin Özgür Suriye Ordusu’nun ana üssü olarak Hatay’ı, iletişim
numarası olarak da Türkiye’deki GSM şirketine kayıtlı bir telefon hattını gösterdikleri
düşünüldüğünde, Türk misafirperverliği parmak ısırtıyor.
nın koşullarını yaratmak için adeta elinden
geleni yapıyor. Bu uğurda, Suriye’den yeni
bir Irak veya Afganistan imal edilecek NATO
müdahalesinin alt yapı çalışmalarında eşsiz
bir şehvetle, iştahla rol alıyor.
Türkiye’de üstlenerek Suriye sınırında eylem yaptığı ileri sürülen El Kaide militanları...
Egemen bir devlete yönelmiş açık bir
saldırının göz göre göre destekçisi, hatta
merkezi durumunda olmak, uluslararası
hukuk açısından meşru kabul edilebilir mi?
Neo-liberal pencereden bu soruya verilecek
yanıt, Birleşmiş Milletler düzeninin dünya
sisteminde artık geçerliliğini yitirdiği, ulusal
sınırlarla birlikte ‘egemenlik hakkı’ kavramının da aşındığı biçiminde olacaktır. Her şey
bir yana, ‘Arap Baharı’ manipülasyonunun
trajik kurbanlarından Muammer Kaddafi’nin
linç görüntüleri bu yaklaşımı ‘uygulamada’
doğrular nitelikte görülebilir. Fakat söz
konusu olan, emperyalist bir merkez ülkenin
ulusal çıkarları ise, 11 Eylül örneğinde
yaşandığı üzere, ‘ulus-devletin sonu’ palavrası biter; koca bir coğrafyanın ulus-devlete
ait bol yıldızlı bayraklar, ordular ve şirketlerle tarumar edilmesi ‘doğal hak’ olur. ‘Küreselleşme’ ile serbestleşmenin sağlandığı ve
sınırların anlamını yitirdiği tezi ancak çevreülkeler söz konusu olduğunda geçerlilik
taşır.
Gündelik dilde çoğunlukla ‘çifte standart’ olarak karşılık bulan bu bariz asimetri
yönetilenlerin zihninde kanıksandı, doğallaştırıldı. Dünyaya dayatılan neo-liberal algı,
toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, uluslararası alanda da ‘eşitlik’ varsayımını tarihe
gömmeye yeminli göründüğünden, kategorik olarak hukuka giderek yabancılaşıyor.
Muhatapları arasında önkabul olarak dahi
eşitliğin verili sayılmadığı bir ilişki hukuksal
olabilir mi? Dünyanın son yirmi yılında olup
bitenlere “Eşitlik tarihe gömüldü, yaşasın
özgürlük!” çığlıklarının eşlik etmesi rastlantı
sayılabilir mi?
Eşitliğin ve buna bağlı olarak hukukun
olmadığı yerde ezen taraf değilseniz, zafer
sarhoşluğuyla duvarları yıkanların özgürlük
çığlığına katılmanız safdillik olur; günü gelir
sizi de özgürleştirirler! O halde, Türkiye’nin
Suriye ile ilişkilerine eşitlik düzleminden
hareketle hukuk penceresinden yaklaşmak
yalnızca bir vicdan borcu değil, temsilcisi
olduğunu iddia edenler için ‘ulusal çıkarla-
rın’ da gereği olan bir zorunluluktur.
İç hukuktan başlanacak olursa; öncelikle, kendilerine ‘Özgür Suriye Ordusu’ adını
veren silahlı grup üyesi militanların Türkiye’de barındırılmasının açık bir anayasal
ihlal olduğunu belirtmek gerekiyor. Anayasa’nın 92. maddesinde, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme
yetkisi TBMM’ye hasredilmişken, konuyu
bütün açıklığıyla Meclis gündemine taşıma
iradesi gösteremeyen siyasal iktidar, saman
altından su yürütmeyi tercih ediyor.
Samanların su içinde yüzdüğü şu sıralar,
TCK’nın ‘yabancı devlet aleyhine asker toplama’ başlıklı 306. maddesine göre 12 yıla
kadar hapis istemiyle yargılanması gereken
failleradalete hesap vermiyor. Çünkü adalet
de, kendileri de son zamanlarda pek meşguller.
Uluslararası hukuka gelecek olursak, iki
ülke arasında 1998 Ekim ayında imzalanmış
Adana Protokolü ilk olarak üzerinde durulmaya değer görünüyor. Halen yürürlükte
olan bu ikili anlaşma ve ek protokolleri gereğince her iki ülke, silahlı muhalif grupların
karşılıklı olarak iadesi konusunda mutabakata vardılar. Türkiye’deki Suriye karşıtı
paramiliter güçlerin iadesi bir yana, himaye
edilmekte olduğu göz önüne alındığında,
anlaşmayı bozan tarafı tespit etmek zor
olmasa gerek. Suriye’nin protokolün imza
tarihinden sonra PKK’lıları kasten kendi
topraklarında bulundurduğu yönünde bir
iddia ise Türkiye tarafınca resmen gündeme
getirilebilmiş değil. Kaldı ki, Suriye yönetimince yakalanan çok sayıdaki PKK militanının Türkiye’ye teslim edildiği biliniyor.(3)
Taraflar arasında yürürlüğünü koruyan
ikili anlaşmanın yanısıra, devletlerarası ilişkilerde yerleşik bir ilke olan ‘devletlerin kendi
ülkelerini başka bir egemen devlet aleyhine
kullandırmama yükümlülüğü’nün de ağır
biçimde ihlal edilmekte olduğu anlaşılıyor.
Gelgelelim, Türkiye’yi temsil eden yönetici
kadro hiçbir uluslararası meşruiyet ölçütü
gözetmeksizin, Suriye ile bir sıcak çatışma-
Geçtiğimiz Haziran ayında, bir Türk jetinin Suriye açıklarında düşürülmesi NATO
sözleşmesinde yer alan 5. maddenin uygulamaya sokulması için yeterli bir gelişme
olarak sunuldu.(4) Bu teze gerekçe olarak
ise; vurulan uçağın silahsız olduğu, Suriye
makamlarınca hiçbir uyarı yapılmadan
düşürüldüğü biçiminde önermeler sıralandı.
Ancak somut örneğimizdeki gibi keşif uçaklarının casusluk faaliyetleri için kullanıldığı,
Türk jetinin Suriye hava sahasını ihlalinin
sabit olduğu göz önüne alındığında, Suriye’nin eyleminin uluslararası hukuk çerçevesinde ‘meşru müdafaa’ olarak değerlendirilmesi de pekala mümkün. Kaldı ki, NATO
sözleşmesinin 5. maddesi, NATO üyesi bir
ülkenin egemenlik haklarını hedef alan
silahlı bir saldırının bir başka ülke tarafından
açıkça ve haklı hiçbir neden olmaksızın gerçekleştirilmesi durumunda gündeme gelebiliyor.
Öyle sabırsız bir iştah ki bu, Türkiye dış
politikasının NATO saldırganlığını bir an
önce devreye sokmaya dönük aceleci
adımları bizzat emperyalist merkezler eliyle
dizginlenmeye çalışılıyor. ABD Başkanı
Obama’nın Türk yetkililerle tam da bu başlıkta yaptığı telefon görüşmesi sırasında bir
elinde duran beyzbol sopası dizginlerin
nerede olduğunu hatırlatan utanç verici bir
örnek olarak tarihe not düşülüyor. Türkiye’nin bir akıncı eri gibi cephe önüne sürülüp yalnızlığa mahkum edildiği yorumları
sıklıkla yapılıyor.
“Yalnız ve güzel ülke” mi?(5) Yazık ki
masumiyet taşımayan bir durum bu.Yalnızca, yalnız.
(1) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 14 Ağustos
2010 tarihli Gaziantep konuşması şu linkten izlenebilir:
http://www.youtube.com/watch?v=MdxFC0uB2lA
(2) Hatay valisi Celalettin Lekesiz’in konuyla ilgili açıklamasının ayrıntıları için:
http://www.haberturk.com/gundem/haber/771803
-vali-lekesizden-chp-yaniti
(3) Refik Yılmaz, CHP Hatay milletvekili, Ülkemize
Sığınan Suriye Vatandaşlarının Barındıkları Çadırkentler Hakkında İnceleme Raporu Muhalefet Şerhi, 23.02.2012, s.2 şu linkten ulaşılabilir:
http://www.amnesty.org.tr/ai/system/files/TBMM_
%C4%B0H%C4%B0K_rapor_Muhalefet.pdf
(4) 4 Nisan 1949 tarihli Kuzey Atlantik Antlaşması’nın
5. maddesi, bugüne değin yalnızca bir kez 11
Eylül saldırılarından sonra Afganistan’a karşı uygulamaya konulmuştur: “Taraflar, Kuzey Amerika'da
veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna
yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş
bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle
bir saldırı olursa BM Yasası'nın 51. Maddesinde
tanınan bireysel ya da toplu öz savunma hakkını
kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği
sağlamak ve korumak için bireysel olarak ve diğerler ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil
olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak
saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı
olacakları konusunda anlaşmışlardır.”
(5) Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi yönetmen ödülünü aldığı 2008 Cannes Film Festivali’ndeki nitelemesine
gönderme yapılmıştır.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 17
İŞ SAHİBİNİN
AVUKATLIK
SÖZLEŞMESİNDEN
CAYMASI
Cafer ÖZKAN
Avukat, İzmir Barosu
İş sahibi, avukattan
hukuki yardım
istediğine ve avukat
da bunu kabul
ettiğine, vekalet akdi
bu şekilde
kurulduğuna göre
hem kanuna hem de
tarafların iradesine
aykırı olarak bu
sözleşmenin “alelade
bir vekalet akdi
olduğunu”
savunmak ve buna
dayalı olarak da
174/2.
maddesindeki Ceza
Şartı’nın burada
uygulanamayacağı
sonucuna varmak
isabetli değildir.
18 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Avukatların iş sahipleriyle ilişkilerinde karşılaşılan ilginç bir sorun
da iş sahibinin avukatla anlaşmaya
vardıktan sonra cayması durumudur.
İş sahibi avukata işi tevdi ettikten
sonra avukatı azletmek, vekaletname
vermemek, “Ben bu davayı açmaktan/takip etmekten vazgeçiyorum”
ya da “Ben bu davayı başka bir avukatla veya bizzat takip edeceğim” demek suretiyle yaptığı anlaşmadan
vazgeçmiş olabilir. O takdirde taraflar arasındaki sözleşmeye dayalı olarak avukat iş sahibinden herhangi
bir ücret talep edebilecek midir?
Eğer avukat, yapılan anlaşma
doğrultusunda işe başlamış ise sorun
yoktur. Bu durumda Avukatlık Kanunundaki avukatın azline ilişkin
hükümler uygulanacaktır. 1136 sayılı
Avukatlık Kanununun 174/2. maddesinde “Avukatın azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı
azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez.” denilmektedir. Demek ki iş
sahibi, vekil ettiği avukatı haklı bir
neden olmaksızın azletmişse kararlaştırılan ücretin tamamını avukata
ödemekle yükümlüdür. Bir ücret kararlaştırılmamış ise iş sahibinin avukata ödemek zorunda olduğu ücret,
Kanununun 164/4. maddesine göre
belirlenecektir.
Bu yazıda, avukatın işe başladıktan sonra azledilmiş olmasını değil,
işe başlamadan iş sahibinin cayması
durumu tartışılacaktır.
İş sahibi avukata işi tevdi ettikten
ve avukat işi kabul ettikten sonra artık vekalet sözleşmesi kurulmuş ol-
maktadır. Vekalet sözleşmesi bir
şekle tabi değildir. 1136 sayılı kanununun önceki düzenlemesinde avukatlık sözleşmesinin ücrete ilişkin
bölümünün yazılı şekle tabi olması
zorunluluğu vardı. Kanunda 2001
yılından yapılan değişiklikle bu zorunluluk da kalkmıştır. Özetle iş sahibinin avukata vekaletname verip
vermemesinin sözleşmenin kurulması ile bir ilgisi yoktur. Vekaletname
vekalet akdinin kurulduğuna ilişkin
bir ispat vasıtasıdır.
İş sahibi vekaletname vermeden
sözleşmeden caydığı ya da vekaletname verdiği halde avukatı vekaletten azlettiği, azletmese dahi tevdi ettiği işin avukat tarafından
yürütülmesinden vazgeçtiğini bildirdiği takdirde ne olacaktır? Daha somut bir anlatımla avukat kendisine
tevdi edilen işle ilgili olarak hiçbir işlem yapmadan iş sahibi sözleşmeden
caymışsa acaba ücrete hak kazanacak
mıdır?
Bu durumda iş sahibinin sözleşmeden caymasındaki nedene bakmak gerekir: Eğer iş sahibinin bu
davranışı 174/2. maddede belirtilen
haklı nedene dayanıyorsa (Örneğin
avukat iş sahibinin güvenini zedeleyecek davranışlarda bulunmuşsa, geçerli bir nedeni olmaksızın makul sürede işe başlamamışsa) kuşkusuz
avukat iş sahibinden ücret isteyemeyecektir. Peki iş sahibi sözleşmeden
caymak için haklı bir nedeni olduğunu kanıtlayamazsa avukat ücret
talep edebilecek midir?
Bunun için 174/2 madde hükmünü irdelemek gerekir. Bu düzen-
leme, avukatlık sözleşmesinin iş sahibi tarafından haksız yere bozulmasını yaptırıma bağlamaktadır ve bu
haliyle Ceza Şartı niteliğindedir. Bilindiği gibi Ceza Şartı Borçlar Hukukunda sözleşmenin bozulmasının
bir yaptırımı olarak yer almaktadır.
174/2. maddedeki düzenlemenin
Borçlar Kanunu düzenlemesinden
ayrılan yanları ise buradaki Ceza Şartı’nın sözleşmeden değil kanundan
doğması ve miktarının da (kararlaştırılan ücretin tamamı) kanunla belirlenmiş olmasıdır. Bu nedenle de
hakim, hüküm kurarken sözleşmeden doğan ceza şartında indirim yapabildiği halde avukatın (Ceza Şartı
olarak) hak kazandığı ücretten indirim yapamayacaktır.
Burada avukatın işe başlayıp başlamamasının, dosyaya vekaletname
koyup koymamasının, herhangi bir
dilekçe, ihtarname vb yazıp ilgili yere
verip vermemesinin hiç önemi yoktur. Çünkü avukatlık sözleşmesi bir
vekalet akdi olarak kurulmuştur ve
bu sözleşme avukatın bir kusuru olmaksızın karşı tarafça bozulmuştur.
Aynı şekilde, iş sahibinin cayma nedeninin kendince haklı olup olmaması da önemli değildir. Yani iş sahibi, davayı açmakta yararı
olmadığını anladığını, karşı yanla anlaşma olasılığının doğduğunu, davayı
kazanma ihtimalinin düşük olduğunu, masrafların fazla geldiğini ileri
sürerek caysa bile bu gerekçeler avukatın Ceza Şartı niteliğinde ücret talep etmesine engel olmamalıdır.
Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin
içtihatları da bu doğrultudadır: Ör-
neğin 13. HD. nin 13. Dairenin
03.03.1989 gün ve 5926-360 sayılı
kararında “Avukatlık Kanununun
174/2. maddesi gereğince azil haklı
bir sebebe dayanmıyorsa vekalet ilişkisi sona ermekle beraber vekil ücretin tamamını isteyebilir, Avukatlık
Kanunundaki bu özel hüküm gereğince azil halinde avukat herhangi
bir iş yapmamış olsa bile ücretin tamamına hak kazanacağı açıklanmak
suretiyle haksız azlin cezai şartı özel
olarak gösterilmiş bulunmaktadır”
denilerek 174/2. maddedeki düzenlemenin kanundan kaynaklanan
Ceza Şartı niteliğinde olduğu vurgulanmıştır. Yine 20.04.1993 gün ve
1381-3362 sayılı kararında “Vekalet
görevinden haksız azledilen avukat,
vekaleten hiçbir iş yapmasa dahi tam
vekalet ücretine hak kazanır” denilmektedir.
Aynı daire, bir başka kararında,
avukatın ücrete hak kazanması için
ücret sözleşmesinin yapılmış olmasını yeterli saymış, avukata vekaletname verilmemiş bile olsa ücrete hak
kazandığını hükme bağlamıştır
(04.05.1988 gün ve 783-2567 no.lu
karar). Kararda “”Gerek Borçlar ve
Gerek Avukatlık Kanunu hükümlerine göre taraflar arasında işin görülmesine ilişkin birleşen iradeler ile vekalet sözleşmesi oluşur. Temyize
konu olayda işin takibini yüklenen
avukat ile iş sahibi davalılar arasında
yazılı ve hukuken geçerli bir vekalet
sözleşmesi akdedilmiş olmakla yasanın öngördüğü şekilde bir davaya vekalet sözleşmesi meydana gelmiştir.
Davalıların bir süre sonra vekillerine
mahkemelerde işi takibe imkan veren
temsil yetkisini vermeleri gerektiği
halde vekaletname vermemek suretiyle avukatın yüklendiği vekalet görevini engellemeleri, gerçekleşmiş vekalet sözleşmesinden vazgeçme olup
Av. K.’nun 174. maddesine ifade edilen azil sonucunu doğurur, B:u durumda iş sahibi davalıların Av. K’nun
174. maddesi hükmünce kararlaştırılan ücretin tamamını ödemeleri zorunludur.” denilmektedir.
BU kararlarda dikkat çeken husus, iş sahibinin işten caymasının
avukatın azledilmesi anlamına geldiğinin vurgulanmasıdır.
Buna karşılık, Yargıtay 3. Hukuk
Dairesi bazı kararlarında 174/2.
maddeyi iş sahibinin cayması durumunda 13. Daireye göre dar yorumlama eğilimindedir. Bu Dairenin
2008/6473-9508 sayılı kararındaki
”azil halinde ücretin tamamı verilir
yasal cezai koşulun uygulanabilmesi
için de hukuki yardımın başlaması,
yani dava açma üstlenilmiş ise davayı
takip için hukuki yardım amacıyla
gerekli hazırlıkların tamamlanmış ol-
ması gerekir” cümlesi konuyu tartışmalı hale getirmekte, avukatın cayma
nedeniyle ücretin tamamını talep
edebilmesi için bazı işleri yapmış olmasını ön görmektedir. Gerçi bu kararda da illa ki davaya girmiş ya da
davayı açmış olma şartı aranmamakta, “gerekli hazırlıkların yapılmış
olması” ücrete hak kazanabilmek için
yeterli bulunmaktadır. Aynı Daire
1997/11339-12497 sayılı kararında
da iş sahibinin avukata vekaletname
vermemiş olması halinde “taraflar
arasında alelade bir vekalet bulunduğunun kabulü ve sorunun buna
göre çözümlenmesi gerekir” diyerek
bu durumda Avukatlık Kanununun
174. maddesinin uygulanamayacağını belirtmekte, ancak avukata Medeni Kanunun 4. maddesi doğrultusunda bir ücret takdir edilmesi
gerektiği görüşüne yer vermektedir.
Bu görüşe katılmak olanaksızdır.
Çünkü yukarıda değindiğimiz üzere
Vekaletname, vekalet sözleşmesinin
geçerlilik koşulu değildir.
3. Hukuk Dairesinin, avukat ile
müvekkil arasındaki vekalet ilişkisinin kurulmuş olduğunu kabul ettikten sonra bunun “alelade bir vekalet
ilişkisi” olduğundan bahisle sorunun
buna göre çözümlenmesi görüşü hatalıdır. Çünkü avukatın verdiği hizmet hukuki yardımdır ve Avukatlık
Kanununa göre (madde 35) hukuki
yardım hizmeti münhasıran avukatlar tarafından verilebilir. Yani burada
vekalet akdi ile üstlenilen iş, Avukatlık Kanunundan doğan yetki ve sorumluluklarıyla birlikte avukatlık
hizmetidir. İş sahibi avukattan hukuki yardım istediğine ve avukat da
bunu kabul ettiğine, vekalet akdi bu
şekilde kurulduğuna göre hem kanuna hem de tarafların iradesine aykırı olarak bu sözleşmenin “alelade
bir vekalet akdi olduğunu” savunmak
ve buna dayalı olarak da 174/2. maddesindeki Ceza Şartı’nın burada uygulanamayacağı sonucuna varmak
isabetli değildir. Ayrıca 174/2. maddesindeki düzenlemeden çıkan sonuca göre kurulan sözleşmenin hangi
aşamada bozulduğunu tartışmaya,
sözleşme kurulduktan sonra avukatın hangi hizmetleri verdiğini irdelemeye gerek yoktur. Esasen “Ceza
Şartı”nın özelliği sözleşmeden cayan
taraf için bir yaptırım olması, caymanın karşı tarafın kusurundan kaynaklanmaması halinde cayan taraf
açısından haklı nedene dayanıp dayanmadığının önemli olmamasıdır.
BALYOZ VE POYRAZKÖY DAVASININ SANIK
AVUKATLARINDAN ŞİKAYET
Balyoz ve Poyrazköy davalarında tutuklu sanıkların avukatları, 3.
yargı paketi kapsamındaki yasal değişikliklere karşın tahliye taleplerini reddeden 6 yargıç hakkında HSYK’na suç duyurusunda
bulundular.
Avukatlar, tahliye taleplerinin reddi kararında imzaları bulunan
Balyoz davasına bakan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti
Başkanı Murat Üründü, üye hâkimler Savaş Çelik ve Abdullah
Öztürk ile Poyrazköy davasına bakan İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti Başkanı Mehmet Hamzaçebi, Osman Kaya ve Vedat
Dalda hakkında soruşturma başlatılmasını istediler.
CEZAEVİ KAZANDIRMA PROJESİ
Diyarbakır’da yetişkinler, kadınlar ile çocuklar için 5 ayrı bölümden
oluşan Türkiye’nin ikinci büyük cezaevi kampusunun yapılmaya
başlamasının ardından kapatılan TEKEL Tütün İşleme Fabrikası’nın
da açık cezaevine dönüştürüldüğü ortaya çıktı. Cezaevine mahkûmlar sevk edilmeye başlandı.
ÇOCUKLAR CEZAEVİNDE
Ülkemizde 0-6 yaş arası 300’e yakın çocuk anneleriyle birlikte cezaevinde kalıyor. Yaş ortalaması ağırlıklı olarak 14-18 yaş olan 2
bin 300 çocuk ise çeşitli suçlardan cezaevinde. Bu rakamlara göre
yaklaşık 2 bin 600 çocuk, hayatının başında cezaeviyle tanışıyor.
Çocuklar için çok sayıda proje üreten Türkiye Çocuklara Yeniden
Özgürlük Vakfı İkinci Başkanı Nevin Özgün, ülkemizde gerek cezaevindeki çocuklar, gerekse annesi ile cezaevinde kalmak zorunda kalan çocukların yasal hakları ile ilgili uluslararası sözleşmelere imza atıldığı ancak bunlara yeteri kadar uyulmadığını
söyledi.
Özellikle çocukların kaldığı cezaevlerinde büyük eksiklikler olduğunun altını çizen Özgün, çocukların destek alabileceği psikososyal hizmet uzmanlarının yetersizliğini ifade ederek “Örneğin
500 kişiye 2 psikolog ya da sosyal hizmet uzmanı düşüyor” diye
konuştu.
7 YILDA 3 BİN 777 ÇOCUK MAHKÛM EDİLDİ
Ağır ceza mahkemelerinde 2004-2011 yılları arasında yargılanan
8 bin 828 çocuktan 3 bin 777’si hakkında mahkûmiyet kararı verildi.
Yazılı soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in
verdiği bilgiye göre ağır ceza mahkemeleri ile özel yetkili ağır
ceza mahkemelerinde açılan davalarda 2004-2011 yılları arasında
8 bin 828’i 18 yaşından küçük olmak üzere 209 bin 750 kişi yargılandı. Bu yargılamalarda, 3 bin 777’si 18 yaşından küçük olmak
üzere 137 bin 692 kişi hakkında mahkûmiyet kararı verildi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 19
İzmir Barosu Bağımsız Savunma Grubu
“Baro yöneticileri
süreçleri
2008 yılında oluşturulan ve ilk kez o yıl Baro Genel Kurulunda seçime katılan Bağımsız
Savunma Grubu bu dönem de seçimlere girecek. Biz de, aynı zamanda dergimiz yazarlarından olan, grubun başkan adayı Bahattin Özcan Acar’la söyleştik.
Ekim ayında yapılacak seçimlere,
Bağımsız Savunma Grubunun
başkan adayı olarak katılacaksınız. Aslında, 2002-2004 döneminde İzmir Barosu Başkanlığı
yapmış biri olarak, yeterince tanınan bir adaysınız. Ancak, siz
de kabul edersiniz ki, her yıl yüzlerce genç avukat katılıyor baromuza. O dönemi yaşamayan ve
bu nedenle de sizi çok iyi tanımayan birçok meslektaşımız var. Bu
yüzden, diğer konulara geçmeden
önce kısaca kendinizden bahsetmenizi istesek?
Muğla'da 1945 yılında doğmuşum. 1950 yılında babamın görevi sebebiyle İzmir'e yerleştik. Okul yaşamına İzmir'de başladım. Namık
Kemal Lisesi mezunuyum. 1966 yılında İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsünün Edebiyat Bölümünü bitirdim.
Kura sonucu atandığım Konya'da
aynı yıl Türkçe öğretmeni olarak çalışmaya başladım.
1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ve yeniden aydınlanma ortamının oluşması, özellikle 1968 ruhu
bizim gibi gençlerde toplumculuk
eğiliminin güçlenmesinde, yurtseverlik duygusunun içselleştirilmesinde
etkili oluyordu. Hepimiz daha çok
öğrenmek çabası içindeydik. Mesleki
örgütlenme çalışmalarında sorumluluk almak istiyorduk. Bu duygularla
1969-1970 döneminde Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), 19721974 yıllarında Tüm Öğretmenler
Birlik ve Dayanışma Derneği (TÖBDER) Konya Şubesinde Yönetim
Kurulu üyesi ve Şube Başkanı olarak
görev yaptım.
1970 yılında Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesine girdim. Fakülteyi
bitirdikten sonra 1975 yılında
20 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Konya’da serbest avukat olarak çalışmaya başladım. 1978 yılında Etibank
Alüminyum Tesislerinde çalışan
6000 işçinin DİSK içinde örgütlenmesinde çalışabilmek için işimi ve
evimi Seydişehir'e taşıdım. 12 Eylül.1980 darbesi nedeniyle bu çalışmalarımız sonuç getirmedi. 1988 yılına kadar burada serbest avukat
olarak çalıştıktan sonra İzmir'e dönerek Baromuz bünyesine katıldım.
1994-1998 yıllarında iki dönem
İzmir Barosu Yönetim Kurulu üyeliğine seçildim. Bu evrede Yayın Kurulu üyeliği ve baro yayınları yazı işleri müdürlüğü yaptım. 1998’den
sonra kurumsallaşan Baro Staj Eğitim Merkezinde “Avukatlık Hukuku”
alanında eğitim görevlisi olarak staj
yapan meslektaşlarımızla bilgi ve deneyim paylaştım. 2000–2002 döneminde Türkiye Barolar Birliği Delegeliği ve 2002-2004 döneminde
İzmir Barosu Başkanlığı görevlerinde
bulundum. Halen, bir meslektaşımla
ortak olarak, dayanışma içinde avukatlık çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Başkan adayı olarak temsil ettiğiniz Bağımsız Savunma Grubu
hangi ihtiyaçtan doğdu? Daha
açık sormak gerekirse, sizi ‘yeni’
bir grup kurmaya yönelten gelişmeler nelerdir? Biraz grubun ilkelerinden söz eder misiniz?
İzmir Barosu’nun onurlu geçmişi,
demokrasi, hukukun üstünlüğü, mesleğin saygınlığı için, özellikle hukuksuzluğun egemen olduğu dönemlerde
baskıya, faşizme, gericiliğe, ırkçılığa
karşı demokrasi ve hukuk devleti için
verilen mücadelelerle doludur. Bu
onurlu geçmişte meslektaşlarımızın
özveri ve emekleri vardır.
Bağımsız Savunma'yı oluşturan
meslektaşlar, yıllara dayalı mücadelenin deneyim ve birikimi içinden gelen ve onurla sahiplendikleri baro geleneğinin yüklediği duyarlılıkla,
meslek kuruluşunu etkin bir hukuk
örgütü yapabilmek için sorumluluk
üstlenen hukukçulardır. Bu arkadaşlar 30.06.2008 tarihli bir “çağrı” metnini tüm meslektaşlarımıza göndererek ülkenin, hukukun, mesleğin artan
sorunları ve özellikle Baroda yaşanan
kısır çekişmeler nedeniyle “dar grupçuluk” anlayışı dışında bir yaklaşım
önermiş, bunun için sorumluluk alacağını açıklamışlardır. Bu çağrıya rağmen maalesef genel kurula yedi
grupla gidilmiş, ibra sorunu başta olmak üzere orada tatsız olaylar yaşanmıştır.
Oysa dönem, bugün olduğu gibi
hukukçu sorumluluğu ve bağımsız
avukat duruşuyla hareket etme dönemiydi.
Gelenekleri ve birikimi tahrip
olan Baronun yeniden yapılandırılması, grupçu anlayışın üstesinden gelebileceği bir iş değildi.
Böyle bir ortamda, sorunların çözümünde dar grup anlayışları yerine
mesleğimizin özü olan ve Avukatlık
Kanununun 1. maddesinde bağımsızlık ilkesini vurgulayan “Avukat, yargının kurucu unsurlarından bağımsız
savunmayı temsil eder” anlayışının öne
çıkarılması; Baro’nun bir kişinin, bir
grubun ya da bir siyasal çizginin yan
kuruluşu konumuna getirilmemesi;
meslektaşlar arasında “kişisel nitelik
ve birikimi olanların, kendisini baro
camiasına kabul ettirmiş bulunanların” özgürce aday olabilmelerinin
önünün açılması, kısacası meslektaşı
temel alan, demokratik ve bağımsız
baro anlayışının yerleştirilmesi ama-
cıyla bu çağrıyı yapanlar, görev ve sorumluluk almak için “Bağımsız Savunma”yı oluşturdular. Bu yolda her
zaman ayrılıklarda uzlaşma aradılar.
“Elimizi taşın altına
koymuyoruz”
Bağımsız Savunma, mesleğin sorunlarını sadece şikâyet ederek ele
alan, çözüme ilişkin etkili ve inanılır
bir proje üretemeyen, meslek sorunları ile ülkenin hukuk yapısı/hukuk
sorunları arasındaki çok yönlü bağlantıları analiz edemeyen, sadece sabah akşam demokrasi, özgürlük, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı
gibi kavramları içeriği belirsiz slogan
halinde tekrarlayan yönetim anlayışları yerine; zor da olsa farklılıkları anlamayı, düşünceye özgürlük ve say-
Başkan Adayı Bahattin Özcan Acar:
avukatları değil,
yönetir.”
içindeki demirler korozyona uğradığı
zaman yapıda çatlamalar başlıyor doğal olarak.
Biz de önceki yıllarda bu tarz olguları yaşadık hep birlikte. Mesele
çok yönlü.
Neo-liberalizmin
etkileri
gıyı, hukuk ortak paydasında buluşmayı şiar edinmiştir. Bu noktada,
meslektaşlar olarak katılım anlamında hepimize düşen sorumlulukları da göz ardı etmememiz gerektiğini unutmayalım.
Maalesef, meslektaşlarımız, mesleğe bağlılıklarını ve mesleği icra etmenin sevincini yitirmiş durumdadırlar. Gençlerimiz bocalamakta ve
ümitlerini yitirerek mutsuzluğa sürüklenmektedirler. Her gün birbirimize “Mesleğin, hukukun, ülkenin durumu kötü, Baro bir şey yapmıyor”
diyerek yakınıyor, fakat elimizi taşın
altına koymuyoruz. Birilerinin vaatlerine inanarak kurtarıcılar bekliyoruz. Bu bağlamda önce kendimizi
eleştirmeliyiz.
Umudu yitirmemeliyiz. Doğru
olan kurtarıcı beklemek değil, kurta-
rıcıdan kurtulmayı becerebilmektir.
Unutmayalım, Baro yöneticileri avukatları değil, süreçleri yönetir.
Bağımsız Savunma içinde yer alan
avukatların önemli bir kesimi, öncesinde başka yapılar içinde yer
almış kişiler. Siz de daha öncesinde içinde olduğunuz başka bir
grupla aday olmuş ve başkanlığa
seçilmiştiniz. Şimdi neden diğer
gruplarla birlikte değilsiniz? Nedir
ayrışma noktaları?
İnsanlar kişisel özellikleri nedeniyle birliktelik oluşturmuyorlar, bilirsiniz. Onları bir arada tutan ortak
değerler, kalıcı ilkeler, dünya görüşü
yakınlıkları, hukuka bakışta benzerlik
gibi düşünceler birlikteliğin harcı, çimentosu oluyor. Bu harç bozulduğu,
Dünyadaki tek kutuplu hegemonyanın şirinlik maskesi takan
vahşi yüzü olan neo-liberalizm, bildiğimiz ve yaşadığımız gibi, dünyayı
birçok krize sürüklemiş, bu süreçte
her kişi ve kurum benzer nedenlerle
kriz ortamından payını almıştır.
Bu rüzgar, 2000 yılların başından
itibaren etik değerlerde, insan ilişkilerinde ve o dönem birlikte olduğumuz grup disiplininde sorunlara sebep olmuştur. Yani ilk yansıma
insana özgü olmuştur.
Grup içinde kişilere yönelik çarpıtma, genelleme, niyet okuma, sıfat
yakıştırma, ön yargı, dedikodu, kendi
doğrusunu dayatma gibi tutumlar
alışkanlık haline geldi. Baronun kurumsal yapısı içinde iyi amaçlarla
oluşturulan bazı komisyonlar, çalışma grupları kendilerine sağlanan
kurumsal olanakları baro içinde iktidar mücadelesi için kullanmaya,
baro yönetiminin kararlarına ve uyarılarına rağmen baroyu zor durumda
bırakan davranışlara yöneldiler.
Toplu imzalarla baro yönetimini
bloke etmeye çalıştılar. Grubun sağduyu sahibi deneyimli birçok üyesi,
hatta kurucusu olan bazı arkadaşlarımız uzun süre bu tür disiplinsizliklere sessiz kaldı. Asıl önemli olan
da buydu. Yapılan yanlışa seyirci kalınması grupta güven ortamını zedeledi, Grup içinde hoşgörü, saygı, güven ve dayanışma zamanla ortadan
kalktı. Bu arkadaşlarımızın çoğunun
bugün yaşananları daha doğru değerlendirdiklerini zannediyorum. Neden mi?
2004 yılında yönetime gelen grup
İÖG’nun varlığına son verdiği zaman, “olağanüstü genel kurul” fiyas-
kosunu yaşatan bu arkadaşlarımız
2010’da baro yönetimine geldikleri
halde bu çalışma grubunu yeniden
kurmaktan kaçındılar. Acaba geçmişten ders mi alınmıştı?
İkinci boyut ise politiktir.
Neo-liberal politikalara karşı açık,
net, yurtsever bir duruş şarttır. Herkes bu saldırı karşısında direnmek,
ait olduğu grubun ilkelerini, değerlerini unutmadan onlara sarılmak, sahiplenmek durumundadır.
Baroda oluşan grupsal birlikteliklerde, hiç kimse kendi siyasi çizgisini
ve tarzını gruba dayatamaz. Böyle bir
tavır, esasen mücadeleyi hukuk ekseninin dışına taşımak demektir.
Ayrıca, 8-9 sene önce Baro'da
çokça tartışılan, hatta Baro Başkanı
ve iki üye tarafından muhalefet şerhi
konulan AB projeleri bugün daha iyi
anlaşılmaktadır. Gerçekleştirilmesi
için büyük paralar ayrılan AB projeleri, gelişme ve ilerlemeden çok, ulusal
birlikteliklerin yıkımına, küresel iktidarın tesciline, sahte bir dünya barışına ve sömürüye hizmet eder durumdadır.
Keza insan hak ve özgürlükleri
sorununa bakış meselesi de ayrışmada önemli kavşaktır.
Hak ihlallerinin sebebi, eşitsizlikçi toplumsal yapılaşmadır. Bu yapı
değiştirilmeden insan hakları ihlallerindeki acılar hafifletilebilir, uyuşturulabilir, ancak temel sorun kökten
çözümlenemez.
Küresel sömürü ve neo-liberal
politikanın bir uzantısı olan “insan
hakları mücadelesinin her türlü ideoloji ve siyasetin üstünde olduğu” düşüncesine karşı dikkatli olunmalıdır.
İnsan hakları mücadelesi, ekonomik
ve sosyal hakları maskelememeli, hak
ihlalleri bahanesiyle küresel emperyalist gücün, ulusların, halkların bağımsızlığına yönelik müdahalesine
karşı durulmalıdır.
Ulusçuluk ve yurtseverlik anlayışı da gruplar arası ayrışmada etkili
olmuştur.
Emperyalizm karşısında ülkenin
korunması gereken ulusal değerleri,
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 21
başkalarına, faşistlere, şovenistlere
terk edilemez. Bu değerlere emekten
yana sınıfsal olarak bakmak, emperyalizmin etnik ve dinsel ayrımları kışkırtma, ulusları bölme yöntemlerine
karşı ulusal birliği savunmak gerekir.
Kendi ülkesinin değerlerine, bağımsızlık ve egemenliğine sahip çıkmayan hareketler yığınlardan kopar,
marjinalleşir ve bu alanları istismar
ederek kitle tabanı kazanan faşist ve
ırkçı eğilimlerin güçlenmesine yardım
eder.
Ülke bağımsızlığı ve ulusal egemenlik, emperyalist çözüm arayan etnik ya da dinsel oluşumlar karşısında
daha sıkı sahiplenilmesi gereken kazanımlardır.
Bu değerlerin korunması kadar,
hamasi davranışlarla grup çıkarı için
istismar edilmemesi de önemlidir.
Bağımsız Savunma'nın oluşumunda ve mücadelesindeki bazı çizgileri, başka Gruplara göre farklı olan
düşüncelerimizi kısaca böyle özetleyebilirim. Sözü daha fazla uzatmayayım.
Daha önce Baro Başkanlığı yapmış biri olarak, sizi yeniden aday
olmaya yönelten şey nedir? Sonuçta, oldukça meşakkatli bir süreç bu.
Bu soruya kişisel bir yanıt vermeden önce ülkemizin, hukukun, avukatlık mesleğinin, doğal olarak yargının, meslektaşların, baronun,
kısacası içinde bulunduğumuz koşullar ile bu koşullarda hukukçulara ve
baroya düşen görev ve sorumlulukların önemi üzerinde kafa yormamız
gerekir.
“Sorumluluk almak
gerekiyorsa…”
Gerekir, çünkü aday olmanın kişisel bir heves, kişisel bir tatmin olmadığını söylemeye gerek yok. Bizim
kuşağın genlerinde, sorumluluk almak gerekiyorsa bundan kaçınılamayacağına dair DNA’lar var. Yararlı
olacağına inanıyorsan, varım diyeceksin, duruşunu göstereceksin. Meslektaşların seçer ya da seçmez. Tercih
onların. Buna da saygı duyacaksın.
Şimdi neden aday olduğumuza geçelim.
Türkiye sınırlarında bir mezhep
çatışmasına varacak iç savaş sürüyor.
Coğrafyamızda yer alan ülkeler mezhep ve ırk temelinde parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya.
Bireyin din ve inanç özgürlüğünün teminatı olan laiklik yerlerde sürünüyor.
Siyasal iktidarın, ucu açık bir yargılama süreci ve hukuk dışı yargılama
yöntemleri kullanarak ‘muhaliflerini’
ortadan kaldırmaya yöneldiği bariz
olarak ortada. Bu durum muhalif belediyelere karşı şiddetle uygulanıyor.
22 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Hukukun temel ilkeleri, savunma
hakkı açıkça çiğneniyor, soruşturma
evresinden itibaren bir kısım yargı
mensubu görevlerini kötüye kullanmaya devam ediyor.
Haberleşme özgürlüğü bitti. Herkesin telefonu dinlenmekte, insanlar
telefonda espri yapmaktan, hatta
uzun konuşmaktan bile kaçınmakta.
Yıllardır tartışılan yargı bağımsızlığı hiç bu günkü kadar yara almadı. Avukatlar görevlerini yapamaz
haldedir. Avukatlara görevleri sırasında çıkarılan her zorluk, hukuk
devletinin önünde bir engeldir. Terörle Mücadele Kanunu"nun uygulandığı hallerde avukatın, şüphelinin
ifade tutanağını, bilirkişi raporlarını
ve şüphelinin hazır bulunmak hakkına sahip olduğu adli işlemlere ilişkin tutanakları alma hakkı, gizlilik
kararları ileri sürülerek engellenmektedir. Oysa gizlilik kapsamındaki delillerin basın ve yayın organlarında
günlerce yayınlanması olağan hale
gelmiş olup bu vahim bir hukuk ihlalidir.
Cumhuriyet savcısı da kolluk da,
şüpheli ve sanıkların lehindeki delilleri de toplamak ve savunma hakkını
korumakla yükümlü olduğu halde bırakın delil toplamayı, bazı durumlarda deliller klasör içlerinde, emanet
bürolarında gizlenmektedir.
“Önümüzdeki yıllar
mücadele yılları
olacaktır”
Silivri yargılamaları, KCK yargılamaları, toplu olarak götürülüp tutuklanan meslektaşlarımız, gazeteciler, ordu mensupları, hepsi için
durum içler acısıdır. Hukuk bitmiştir.
Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi, usul kurallarıdır. Usul kurallarına uyulmadan, uyuşmazlığın esası
doğru çözülemez. Usul kuralları,
esasa feda edilemez ve hafife alınamaz.
Bir soruşturma, toplumu sürekli
tedirgin edecek, bireyleri endişeye sürükleyecek yaygınlık, genişlik ve süreklilikte yapılamaz. Ceza davaları
her türlü anayasal ve yasal güvence
sağlanarak, en kısa sürede bitirilmelidir. Aylarca tutuklu kalınarak duruşma beklemek, adil yargılanma
hakkı ile bağdaşmaz.
Ceza yargılaması kurallarına
uyulmaması suçtur. Kurallara uymayan yargı mensupları, kamu görevlileri hakkında ilgili makamların derhal
harekete geçerek adli ve idari soruşturma başlatması gereklidir. Hukuk
devleti başka türlü korunamaz. Yargıya güven başka türlü sağlanamaz
Kısacası, belli ki önümüzdeki yıllar mücadele yılları olacaktır.
Mesleki sorunumuzun hiç biri,
meslek onurumuzdan, hukuk devleti
mücadelemizden daha önemli değildir. Keza, hiçbir mesleki sorun, ülkemizin bölünmezliğinden, cumhuriyetin temel kazanımlarından daha
öncelikli ve önemli değildir.
Göreve talip olurken beni en çok
etkileyen, sorumluluk almaya zorlayan duygu ve düşüncem, vicdan ve
adalet için mücadelenin içinde olmayı
istememdir. Birlikte olduğum arkadaşlarımda da aynı duygu ve düşünceler etkili olmuştur.
Konuştuklarımız, ister istemez,
eskiden beri tartışılan bir konuyu
gündeme getiriyor: “Baro siyaset
yapmalı mı?” Gerçekten de, zaman zaman, ülkede yaşanan sorunlara karşı sesini yükselten barolar ‘siyaset yapmakla’ suçlanıyor.
Sizce Baro ile siyaset arasında nasıl bir ilişki olabilir?
Yüz yıllık bir kuruluşun gelenekleri vardır. Gelenekler yol gösterir;
ancak kurumlaşma şarttır. Baro hem
meslek örgütü, hem hukuk kurumu
hem de demokratik baskı grubudur.
İzmir Barosu, kim tarafından temsil
edilirse edilsin, bu niteliklerini korumak ve geliştirmek zorundadır.
Yurt sorunlarıyla yakından ilgili,
ancak meslek örgütü olma kimliğinden uzaklaşmamalı, hukukun üstünlüğü ilkesini her şeyin üstünde tutmalı, kime karşı olursa olsun hukuk
ihlallerine seyirci kalmamalıdır.
Bir siyasal oluşumun paralelinde
imiş gibi bir görüntü yaratmak baronun fonksiyonlarına ve misyonuna
zarar verir. Baro’lar demokratik kitle
örgütleri değildir, modalaştığı, sıkça
kullanıldığı için söylüyorum sivil toplum kuruluşu da değildir, meslek örgütleridir. Bu nedenle baro organlarında görev alanlar diğer siyasal
örgütlerdeki yönetsel görevlerini bırakırlar. İzmir Barosu bu ilkeyi uzun
zaman titizlikle korumayı başarmıştır. Başka barolarda tespit ettiği aksi
eğilimlerle de mücadele etmiştir, önümüzdeki dönemde de mücadele edecektir.
Avukatlık Kanunu’nda değişiklik
yapılması için bazı AKP Milletvekilleri tarafından TBMM Başkanlığına kanun teklifi verildiği
doğru mu? Ne yapılmak isteniyor
sizce?
TBMM sunulan yasa teklifi, TBB
Genel Kurulunun yapısı; avukatın
bağımsızlığı ve savunma hakkı ile
bağdaşmayacak bir şekilde kanunu
değiştirme girişimidir.
Avukatlık Kanunu 43 yıl önce kabul edildi. Zaman zaman değişiklikler oldu. En önemlisi de 2001 yılında
gerçekleşti. Ancak bu güne kadar
kimse TBB Genel Kuruluna ilişkin
114. maddeyi değiştirme ihtiyacı duymadı.
4 Temmuz 2012 tarihinde bazı
AKP milletvekilleri, kalabalık baroların delege sayısını azaltacak, az sayıda avukatın üye olduğu baroların
delege sayısını abartılı bir şekilde arttıracak bir teklifi TBMM Başkanlığı’na sundular. Aynı teklifte zorlama
yoluyla, (Gruplar sanki tüzel kişilikmiş gibi) nisbi temsil sisteminin de
hayata geçirilmesi hedeflenmektedir.
Türkiye Barolar Birliğinin öznesi
barolar değil, avukatlar ve avukatlık
mesleğidir.
Yasada değişikliklerinde dikkate
alınması gereken norm ve ilkeler bu
teklifte yok sayılmaktadır.
Avukatlık Kanunu’nda olması gereken, mesleğe girişte kalite kazandıracağı kuşkusuz olan “avukatlık stajı
ve sınav” ile ilgili çağdaş bir yasal düzenlemeye ihtiyaç kendini dayatırken,
bunun yerine baro seçimlerinin arifesinde TBMM'nin tatile girdiği 4
Temmuz 2012 tarihinde Meclis Başkanlığına teklif sunulması çok dikkat
çekicidir
Siyasi iktidar ne olursa olsun
TBB'ni ele geçirmek, yargı üzerindeki
egemenliğini savunma üzerinde de
kurmayı amaçlamaktadır. Bu teklife
karşı mücadele etmek hukukun emridir.
Mücadele demişken, meslektaşların çoğunun Baroya ilgi duymadığı, etkinliklere katılımın azaldığı
söyleniyor. Böyle olunca da Baroların seslerini duyurmaları zorlaşıyor. Meslektaşlarla iletişim nasıl
sağlanır? Üyelerin baro faaliyetlerine katılımı nasıl artırılabilir?
İletişim, yönetim ve üretimin temel koşuludur. Baro-üye arasındaki
sıcaklık, telefon mesajları ya da eposta yoluyla sağlanamıyor. Katılımı
artırmak, herhangi bir avukatın bir
etkinliğe davet edilmesi ile de sınırlı
tutulmamalı. Gerçek katılım, üyelerin
içeriğinden örgütlenmesine kadar etkinliğin her aşamasında gönüllü ve
aktif olarak yer almasıdır. Seyircilik
ile katılımcılık farklı kavramlardır.
Baro-üye ilişkisinin (iletişimin),
en önemli aracı ise baro bültenidir.
Çıkarılış gerekçesi üyelerle baro arasında mesleki bilgi iletişimini sağlamak olan bülten, bu fonksiyonunu
kaybetmiştir. Özellikle son dönemde
baro bülteni kuşe kağıda basılı bir
‘fotoğraf albümü’ ile ‘monoton’, sürekli
kendisini yineleyen bir karışıma dönüşmüş durumdadır. Bültenin gerçek
fonksiyonuna kavuşturulması görevi
ile karşı karşıyayız.
Yönetim tarzının temel ilkesi saydamlık ve denetime açıklık, diğer bir
ilkesi üyeler arasında ayrım yapmamaktır. Görevlendirirken, hizmet sunarken, birlikte çalışırken bu ilkeyi
elden bırakmamak, baro komisyonlarının tüm üyelere açık olduğunu
unutmamaktır.
Son sözü size bırakalım…
Baro başkanının kullanacağı üslup son derece önemlidir. Saldırganşoven- hamasi bir üslubun baroya bir
yararı yoktur. ‘Ulusalcılık’, ’Cumhuriyetçilik’, Atatürkçülük’ kavramlarının içerikleri korunmalı, ‘tam bağımsızlık’ ilkesi sonuna kadar
savunulmalı ama bu kavramlar aşındırılmamalıdır. Seçilecek Baro Başkanı, Baro Yönetim Kurulu ile birlikte saflaşmayı giderici, birleştirici,
tüm avukatları kucaklayan bir anlayışı
yeniden yaratma görevi ile karşı karşıyadır.
Baro öncelikle meslektaşlar için
vardır Meslek ve meslektaşın yaşadığı
sorunlar baronun temel gündemidir.
Özellikle genç avukatların, ücretli çalışan avukatların çok ciddi sıkıntıları
vardır. Bunların çözümü için çalışmak
önceliğimizdir.
Bir de arabulucuk sorunu var. Geçtiğimiz aylar içinde Arabuluculuk Kanunu TBMM tarafından kabul edilerek
yasalaştı. Bu kanun kime ne yarar sağlar? İyi mi olmuştur?
Sizce sakıncalı hususları nelerdir?
Yukarıda da değindiğim gibi siyasi iktidar, yeni bir yargı ve adalet
anlayışı inşa ediyor. Yargı, güç mücadelesinde araç olarak kullanılıyor. Yargı eliyle toplumun adalet duygusu hızla köreltiliyor.
Oysa, adalet bizim işimiz, mesleğimiz, varlık nedenimizdir. Avukatlık mesleğinin bugünü ve geleceği, toplumun adalete olan ihtiyacı
ile aynı paraleldedir. Arabuluculuk Kanununu bu kapsamda ele
almak gerekir.
Kabul edilen, Arabuluculuk Kanunu yukarıda sözünü ettiğim,
hatta Bağımsız Savunma'nın ilk deklerasyonu sayılan 30.06.2008
tarihli çağrı yazımızın ana teması idi ve tehlikeye o tarihte dikkat
çekilmişti.
Arabuluculuk Kanunu ile:
Bazı durumlarda yargı yetkisi, “Ulus Adına” karar veren bağımsız
yargı organlarından alınmakta, belirli kişi ve çıkar çevrelerine bırakılmaktadır.
Hukuk eğitimi almamış kişilere hukuku uygulama yetkisi verilmekte, başka bir deyişle “kadılık” kurumuna iktidar eliyle zemin
hazırlanmaktadır.
Yargıda özelleştirmenin önü açılmaktadır.
Avukatlık meslek tekeli kırılmakta, etkinlik alanı daraltılmaktadır
Arabuluculuk Kanunu görüşülürken, avukatlık mesleğine ağır
darbe indirecek, hak arama özgürlüğünü yurttaşlar için ‘lüks’ haline
getirecek bu girişimlere karşı -birkaç Baro dışında- yeterli tepki
hukukçular tarafından şimdiye dek gösterilememiştir. Bu birkaç Baro
arasında meslek örgütümüz olan İzmir Barosu’nun bulunduğunu
söylemek ise -ne yazık ki- mümkün değildir.
3. YARGI PAKETİ KİME YARADI?
3. yargı paketi düzenlemesiyle birlikte cezaevlerinde yüzlerce
mahkûm tahliye oldu. Bunlar arasında Bahçelievler katliamı olarak bilinen cinayette TİP’li yedi genci elbise askısıyla boğan Ünal
Osmanağaoğlu ve Bünyamin Adanalı da var.
Tahliye kararı veren Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, “hukukumuzda karma uygulama söz konusu değil ise de” diyerek Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu için daha önce ölüm cezasını ağırlaştırılmış müebbet hapise dönüştüren lehe yoruma
ek olarak, Terörle Mücadele Yasası’nın ölüm cezasının hükümlülerinin 10 yılını cezaevinde geçirenlerin salınacakları hükmünü
uyguladı.
Kararı veren mahkemenin başkanı
Ali
Altınkaya,
Meclis’in yaptığı
yasanın gereğini
yerine getirdiklerini
belirterek
şunları söyledi:
“Meclis ‘Af verdim’
diyor, af kanunu
çıkıyor. Bu doğru
mudur, vicdanları
sızlatıyor mu? Sızlatıyor. Ama bizim yapacağımız bir şey yok. Biz yargıçlar olarak
bundan zevk almıyoruz.”
Ayrıca, 12 Eylül öncesinde dönemin CHP Kayseri ve Antalya il
başkanlarının öldürülmesi olaylarından hüküm giyen Muhsin
Kehya da yasa kapsamında tahliye edilenler arasında.
Yasa kapsamında 120 Hizbut Tahrir üyesi de tahliye edildi
DENİZ FENERİ’NDE ÖRGÜT YOK!
Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, Deniz Feneri soruşturmasında “örgüt”
ve “dolandırıcılık” suçlamasından
verilen takipsizlik kararına yapılan
itirazı reddetti.
Savcı Nadi Türkaslan’ın koordinasyonunda yürütülen Deniz Feneri
soruşturmasında aralarında Akman ve Karaman’ın da bulunduğu
9 şüpheli, “örgüt kurmak, yönetmek, üyesi olmak, nitelikli dolandırıcılık” ile “resmi belgede sahtecilik” suçlarından tutuklanmıştı. Ancak Türkaslan ile savcılar
Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz önce dosyadan el çektirildi,
ardından da “evrakta tahrifat” suçlamasıyla yargılanmaya başlandı.
Yeni atanan savcılar tarafından hazırlanan iddianamede, Akman ve
Karaman’ın da aralarında
bulunduğu 20 sanık, “Hizmet sebebiyle güveni kötüye kullanmak, özel
belgede sahtecilik, kamu görevlisinin sahtecilik suçuna iştirak
etmek”le suçlanmış; dolandırıcılık ve örgüt suçlaması bakımından ise kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmişti.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 23
Seçim Barajı ve
Getirdikleri
Sabri KURT
Avukat, İzmir Barosu
24 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Milletvekili Seçimi Kanunu
yapımında, “Temsilde Adalet,
Yönetimde İstikrar” sağlanması
hedeflenmelidir. Seçim Kanunumuza göre seçim yapılan çevrelerin tümünde geçerli oyların
%10’nu geçemeyen partiler milletvekili çıkaramazlar. Barajın altında kalan partilerin mecliste
temsilcisi olamıyor. Baraj altında
kalan partilerin çıkaracağı milletvekillerini de barajı geçen partiler
paylaşıyor. Bu nedenle partinin
meclisteki milletvekili oranı, seçimde aldığı oy oranından daha
yüksek oluyor. %10 barajla temsilde adaleti sağlamak olanaksızdır. Bu yüksek baraj, seçmenlerin gerçekten benimsediği
partiye oy vermesini de engelleyebilir. Seçmen, fikren bağlı olduğu partinin barajı aşamayacağına kanaat getirirse oy’unun
heder olacağı düşüncesiyle, yakın bulduğu başka partiye yönelebilmektedir.
Oranı yüksek barajın Temsilde Adaleti sağlamadığını seçim
sonuçlarında
oluşan
TBMM’nin yapısında görüyoruz.
2002 seçimlerinde AKP, oyların
%34,4’ünü alarak TBMM’de
%66’lık, CHP de %19’luk oy
oranıyla TBMM’de %33’lük temsil oranına ulaşmıştır. 2011 seçimlerinde ise AKP %49,9 oy almasına karşın TBMM’de %60’lık
oranla temsil edilmektedir.
Yönetimde istikrar, sürekli
aynı kişinin Başbakan olması,
hükümeti kurması, hükümet bunalımı yaşanmaması anlamında
kabul edilirse istikrar var denilebilir. Ancak istikrar, aynı kişinin
Başbakan olması ve hükümet
bunalımı olmaması demek değildir. Toplumdaki huzur ve istikrar
esastır. TBMM’de büyük çoğunluğu sağlayan ve tek başına iktidar olan bir parti “Milli iradeyi
ben temsil ediyorum, ben istediğim yasayı çıkarırım” dayatmasıyla Anayasayı da, Yargı Kararlarını da evrensel insan haklarını
da tanımaz bir yönetim biçimini
benimserse, o ülkede huzur da
istikrar da olamaz. Yönetimde bir
parti diktası oluşur. Hükümet bunalımının olmamasının, huzurlu
ve istikrarlı bir toplum hayatı olduğu anlamına gelmediği ülkemizin bu günkü geldiği noktadan
bellidir. AKP’nin meclis çoğunluğu, demokrasi ve özgürlük
söylemleriyle tek parti diktasını
ve tek adam diktatörlüğünü getirmiştir. AKP İktidarının ülkemizde yarattığı ötekileştirme,
kamplaşma ve bölünmelerle huzursuzluk artarak devam etmektedir. AKP demokrasiyi benimsemiş ve özümsemiş kimselerden oluşsaydı Meclisteki çoğunluğuyla gerçekten özgür ve demokratik lâik bir devlet düzeni
kurma çabasını gösterirdi. Demokrasi kültüründen yoksunlukları, ülkemizi ve halkımızı bilimsellikten uzak dinci bir yapılanmaya götürmektedir.
Milletvekili Seçimi Kanunundaki %10 baraj ve seçilenlerin
demokrasi kültüründen yoksun
olması, ülkedeki huzursuzluğun
ve tek parti diktasının en önemli
nedenlerinden birisidir.
AKP İktidarı Cumhuriyet Rejimini değiştirebilmek için, meclisten çıkarmak istediği her yasayı, Anayasa’ya aykırılığını da
dikkate almadan çıkarabilmektedir. Mecliste muhalefet milletvekillerinin konuşmaları, önerileri
sonuca etkili olmamaktadır. Muhalefetin bulunuşu, figüranlıktan
öte bir anlam taşımamaktadır.
Mecliste yasa yapma usulüne
de uygun davranıldığı söylenemez. Birbiriyle ilgisiz çeşitli yasalarda değişiklik yapan pek çok
madde bir “Torba yasa” adıyla
meclise getirilmektedir. Torba
Yasaların görüşüldüğü gece yarılarında, verilen bir önergeyle
çok önemli sonuçlar doğuracak
maddeler eklenebilmektedir. Bunun en tipik örneği, 26.04.2012
gecesinde 6300 sayılı torba yasa
görüşülürken, “Özelleştirme Uygulamaları Hakkındaki” 4046 sayılı kanuna son dakikada eklenen
geçici 5.ci maddedir. Bu maddeyle Yargı Organlarının özelleştirmelerle ilgili verdiği, Yürütmenin Durdurulması ve İptal
kararlarının UYGULANMAMA
yetkisi Bakanlar Kuruluna verilmiştir. Önceden komisyonlarda
6 AYDA 3163 YARGICIN YERİ DEĞİŞTİRİLDİ
görüşülmemiştir. Anayasaya aykırı olup olmadığı değerlendirilmemiştir. Getirilen bu ek madde
açıkça “Yasama ve yürütme organları ile İdare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu
organlar ve İdare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” (md 138/son)
hükmüne aykırıdır.
AKP İktidarı kendini Yargı’ya,
Anayasaya bağlı kabul etmemektedir. Hem de “Anayasaya
sadakatten ayrılmayacağıma namusum ve şerefim üzerine ant
içerim” diye yemin ettikleri halde.
Eklenen bu maddeyle devletteki
kuvvetler ayrılığı yok edilmiş, Bakanlar Kuruluna yargı kararını tanımama, yargı kararına uymama
yetkisi verilmiştir.
Kamu mallarının özelleştirilmesindeki satış ve ihalelerde, yasalara aykırılık ve kamu zararı nedeniyle açılan İptal davaları
mahkemelerce haklı bulunup satış iptal edilince satılanın Kamuya
geri verilmesi gerekir. Eklenen
geçici 5.madde, trilyonlarca liralık özelleştirmelerin kamuya geri
döndürülmesini engelliyor. Olayı
somutlaştırırsak:
Seydişehir Eti Alüminyum
Fabrikası Cengiz Holding’e,
Seka Kâğıt Fabrikası Albayraklar
Gurubuna, Tüpraşın %14,76 ‘lık
kısmı İsrailli Ofer’e özelleştirme
yoluyla devredilmiş, ancak özelleştirmeler Danıştay tarafından
iptal edilmiştir. Danıştay, Kuşadası Limanının işletme hakkının
30 yıllık süreyle ihale edilmesini,
ayrıca Çeşme Limanının işletmesinin ihalesini de iptal etmişti.
Yargının İptal kararlarına karşın
satılanlar ve işletme hakkı devredilen yerler kamuya döndürülmemişti.
Özelleştirme Uygulamaları
Hakkındaki Kanuna eklenen geçici 5. maddeyle Yargı kararını
uygulamama yetkisini Nisan
2012’ de alan Bakanlar Kurulu,
“Kararların uygulanmasında fiili
imkânsızlıklar olduğu” gerekçesiyle yukarıda yazılı özelleştirmeleri iptal eden yargı kararlarının
uygulanmamasına karar vermiştir. Kararda “Yargı kararlarıyla ilgili geriye veya ileriye yönelik
herhangi bir işlem yapılmamasına ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca bu yönde yapılan iş
ve işlemlerin sonuçlandırılmasına” denilmiştir.
Bakanlar Kurulu kararında
“Fiili imkânsızlık” gerekçe gösterilmişse de fiili imkânsızlık yoktur. Kamu malını satın alan tarafın yaptığı ödemeler, harcamalar
ödenerek mal geri alınabilirdi. Bu
durumda herhangi bir fiili veya
hukuki imkânsızlık olduğu kabul
edilemez. Bakanlar Kurulu Kararının iptali için Danıştay’a, 4046
sayılı yasaya eklenen geçici 5.
maddenin iptali için Anayasa
Mahkemesine giden olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değiliz.
Seçim Kanunundaki %10’ luk
yüksek baraj nedeniyle TBMM’
de büyük çoğunluk sağlayan başımızdaki Siyasal İktidarın hukuka aykırı ve kanun tanımaz uygulamalarını halkımız öğrenmeli
ve bilmelidir. İktidarın Hukuksuz,
akıl ve bilime aykırı gerici gidişini,
rejimi değiştirici uygulamalarını,
demokratik direnç gösteren halkımız önleyecektir. Aydın geçinen kişiler söylemlerle vakit geçireceklerine halkın dinamik
güçlerini harekete geçirecek, onları bilinçlendirecek çalışmalarda
yer almalı, örgütlü mücadele
gücü yükseltilmelidir. Tarih nice
diktatörlüklerin yok olup gittiklerine tanıktır. Bu tek parti diktatörlüğü de mutlaka yıkılacaktır.
İktidara seçimle geldikleri gibi,
gene halkın gücüyle gönderileceklerdir. Hiç kimse hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalıdır.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 2012 yılının ilk 6 aylık faaliyet raporu tamamlandı. Rapora göre, HSYK 3 bin 163 yargıç ve
savcının yerini değiştirdi.
HSYK, “Kamu İdarelerince Hazırlanacak Faaliyet Raporları Hakkında
Yönetmelik” hükümleri gereğince hazırlanan rapora göre, 1649
adli, 141 idari olmak üzere toplam 1790 hâkim ve savcının adaylığı
devam ediyor. Kurul 6 ay içinde 257 hâkim ve savcıyı mesleğe
kabul etti. 2012 yılının ilk altı ayında 9 hâkim ve savcı yeniden mesleğe kabul edilirken 6 hâkim ve savcının yeniden mesleğe kabul
edilme, 7 hâkim ve savcının ise yeniden inceleme talebi reddedildi.
2012 yılının ilk 6 ayında 5 kişi meslekten çıkarıldı, 7 hâkim ve savcı
meslekten çekildi. Bir kişinin sağlık nedeniyle meslekten ayrıldığı
bu dönemde, 65 hâkim ve savcı kendi isteğiyle emekliye ayrılırken
43 yargı mensubu yaş haddinden emekliye oldu.
6 AYDA 4796 KİŞİ GÖZALTINA ALINDI,
1576 KİŞİ TUTUKLANDI
İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre, 2012’nin ilk 6 ayında 4
bin 796 kişi gözaltına alındı,1576 kişi tutuklandı. Cezavlerinde de
35 kişi yaşamını yitirdi. Dur ihtarına uymadığı için açılan ateş sonucu
17 kişi öldürülürken, toplumsal gösterilere yapılan müdahalelerde
ise üç kişi yaşamını yitirdi.
TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, 6 ayda gözaltı sayısının 5 bine yaklaşmasını “iktidarın muhaliflere gözdağı vermek istemesi” olarak nitelendirdi. Fincancı, “İktidarın, muhalifleri yok etme
politikası artık şekil değiştirdi. Yok etme politikası, sokak ortasında
infazla değil, gözaltı ve tutuklamalarla devam ediyor” dedi.
İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan ise “İktidarın bakış açısında
insan haklarına yer yok. İktidar, tüm topluma yargı yoluyla baskı
uyguluyor. Sonra da seri gözaltıları başlatıyor. Cezaevlerinde ise
‘çürütme politikası’ uygulanıyor. Ağır bir infaz rejimi ile karşı karşıyayız” dedi.
SOSYALİST ENTERNASYONAL: “VEKİLLERİN
TUTUKLULUĞU İNSAN HAKLARI İHLALİDİR!”
24. Kongre çalışmalarını
tamamlayan Sosyalist
Enternasyonal’in Demokrasi Raporu adlı sonuç bildirgesinde Türkiye’deki yargı uygulamaları da gündeme getirildi. Bildirgede, ‘’Türkiye’de, parlamentonun
seçilmiş milletvekillerin
sebepsiz mahkeme kararları ile görevlerini yerine getirmeleri engellenmektedir” denildi
ve tutuklu vekil sorunu, “insan hakları ihlali” ve Birleşmiş Milletler
Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’ne aykırılık olarak değerlendirildi.
YEMİN METNİNE HAKİM İLAVESİ
Aralarında eski Kayseri Jandarma Alay Komutanı emekli Albay
Cemal Temizöz’ün de bulunduğu 7 sanığın yargılanması sırasında, Diyarbakır 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi başkanı, tanıklara
“Bildiğimi dosdoğru söyleyeceğime Allah’ım, namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim” şeklinde yemin ettirdi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 25
“Ulemaya
Çetin TURAN
Avukat, İzmir Barosu
“Laik bir rejimde,
din, siyasi rol
edinmesine karşı
korunmaktadır.
Yetkililerin elinde bir
araç değildir ve her
bireyin kendi vicdanı
tarafından
belirlenecek olan
saygıdeğer yerini
muhafaza
etmektedir…”
(Anayasa Mahkemesi’nin,
7 Mart 1989 tarihli kararı,
RG: 05.07.1989)
Türkiye’den ulema manzaraları...
26 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Kavramlar birbiri ardına günlük
yaşamımıza girdi.
Büyük Ortadoğu Projesi…
‘Arap Baharı’…
ABD icadı ‘adım adım şeriat’
anlamına gelen ‘Ilımlı İslam’ modeli…
Ortadoğu ülkelerinde; Irak’ta,
Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da yaşanan ‘devrilme’ ve ‘şeriata evrilme!..’ süreçleri…
Hedefe konulan Suriye ve sıradaki İran…
Susmak bilmeyen savaş tamtamları…
Türkiye toplumu bütün bu gelişmelerin aktif unsuru olarak, reaksiyoner (karşı devrimci) bir gidişin tüm renklerine boyanıyor.
Eğitimden Adalete devlet sıfırlanıp
yeniden yapılandırılıyor. Yüzyıllardır İslam dinini yaşayan bu ülkede
din adeta yeniden tanımlanıyor;
“Arap milliyetçiliği, Vahabilik,
Emevi tutuculuğu ve zulmü, ‘İslam’ diye dayatılıyor”. Dincilik
resmi ideoloji oldu… Laik toplum
yapısını yıkmak için İslâm’ın altıncı
şartına dönüştürülen ve adına
‘türban’ denilen bir üniforma, her
alanda her kapıyı açan, açılmazsa
kıran, koç başı olarak kullanılıyor.
Toplumu sindirmek, yıldırmak,
gidiş karşısında sessizliğe/tepkisizliğe mahkum etmek için, her
an herkesin sürece sanık olarak
dahil edilebileceği, tutuklanabileceği, bu anlamda ‘herkese açık’,
yargılama süreçleri yaratılıyor…
Gizli dinleme, gizli kayıt, gizli tanık, gizli virüs, gizli adalet!...Ve
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları…Yeni yargılama düzeni, bu
kodlarla yükseliyor!.
Cumhuriyet, devrimler, laiklik,
içerikleri boşaltılıp yeniden tanımlanarak, altmış yıldır sinsice kemiriliyordu. Şimdi artık gizlemeye
gerek görmüyorlar… Mahallede,
camide, sokakta, dernekte, dergâhta, mecliste, komisyonda; laiklik -ve laik yurttaşlar-hedef tahtasıdır.
Bir ilahiyat profesörü yakın zamanda “örtünmeyen kadınlar
fuhşu davet ederler” demiş ve
Türkiye’nin laik, modern, başı açık
kadınlarını ‘fahişelik eğilimi’ taşımakla suçlamıştı… Bir başka profesörün “biz laiklerle birlikte yaşayamayız, onlara ancak tahammül
ederiz!..” şeklindeki açıklaması ise
hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. İmam hatip mezunu ve dini
konularda ‘mürekkep yalamış’ olmakla övünen Başbakan’ın da
(zamanında) “…Müslümanlıkla laiklik bağdaşmaz, bir insan ya müslümandır ya da laik…’ dediğini hatırlamanın ise zamanıdır.
Örnekleri saymakla bitiremeyiz. Birkaç gün önce, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu toplantısında, mevcut Anayasa’nın 24.
maddesinin son fıkrasının laikliğin
güvencesi olarak yeni anayasa
çalışma metnine alınması önerildiğinde sinirlenen (!) AKP’li üye
ayağa fırlayarak, “Anayasanın 24.
maddesinin son fıkrası ne zaman
anayasaya girdi, 1961 anayasasında. Cumhuriyetin kurulduğu ilk
anayasada var mı?.. Yok. O zaman
bu, cumhuriyetin değil 27 Mayıs
darbesinin kazanımıdır.” diye sesini yükseltebiliyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, yazılı
mevzuattan laiklik ilkesine yapılan
tüm atıfları çıkarırken, 4+4+4 yasası ile ilkokul ve ortaokul müfredatına seçmeli Kuranıkerim, temel
dini bilgiler ve Hz. Peygamber’in
hayatı derslerini ekliyor. MEB,
yaklaşık 8 bin din kültürü ve ahlak
bilgisi öğretmeni açığını kapatamazsa, seçmeli dersler dâhil tüm
din derslerinde, müftüleri, imamları ve Kuran kursu eğiticilerini ücretli öğretmen olarak kullanacak.
Yargıtay, Cemevleri’nin ibadethane sayılamayacağına karar
verdi; gerekçe ‘tekke ve zaviyeler’
kanunu!.. Nasıl bir benzerlik saptandı bilemiyoruz ama bir devrim
yasasının halâ yürürlükte olduğunu ‘bağımsız yargıdan’ bu vesile ile öğrenmiş olduk.
İmam hatip okullarına kayıtlar
artık Cuma hutbelerinin konusudur. Çeşitli Dernekler, “…‘yeni
dönemde’ …Türkiye’nin gözbebeği olacak olan imam hatip liselerine kayıtta geç kalmayın!..”, yazılı ‘reklam’ broşürleri bastırıp
dağıtıyor. Malatya’da öğrencileri
İmam Hatip Okuluna davet eden
pankart ise bir rövanşın açık ifadesidir; ‘Şimdi sıra bizde!..’ i
İzmir’de 22 yeni imam hatip
okulu açıldı… Kilis’e kız imam hatip lisesi açılacak…
Kocaeli’nin Karamürsel ilçesinde Büyükşehir Belediyesi, ahşap paravanlarla kapatarak kadınlara özel plaj yaptırdı...
Malatya’nın Doğanşehir ilçesi
Sürgü beldesinde ramazan davulcusu ile tartıştıkları için linç edilmek istenen Evli ailesinin başına
gelenler biliniyor.i i Alevi bir yurttaş, Erzincan merkezde gündüz
vakti, sokak ortasında, oruç tutmadığı gerekçesiyle 15-20 kişinin
saldırısına uğradı. Kafatasında ve
burnunda kırıklarla ölümden dönen M.S. saldırı sırasında olay yerinde olan polis ekibinin saldırganlara müdahale etmek bir yana,
araçtan bile inmediğini söyledi.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı
Bölüm Başkanı ve bölümün tek
profesörü Dr. Sevinç Özer, türbanlı öğrencilerin “kendilerini aşağıladığı” yönündeki dilekçeleri
üzerine görevinden uzaklaştırıldı.
Ege Üniversitesi'nde öğrenim gören başörtülü bir öğrencinin,
“okula girmesini engellediği” öne
sürülen Prof. Dr. Esat Renan Pekünlü, 2 yıl 1 ay hapis cezasına
çarptırıldı, cezası ertelenmedi!..
Saymakla bitmiyor… Daha
dinci, daha mütevekkil, daha tabi,
daha itaatkâr; bağımsız düşünemeyen, kuşkulanmayan, sorgulamayan, karşı çıkmayan, direnmeyen–‘dinci’ ve ‘kinci’- nesiller
yetiştirilmek isteniyor.
• • •
Terör’ü ayıralım; ulaştığı boyutları, yarattığı acıları tarife gerek
yok, biliniyor. Nedenini de başbakan zaten açıkladı; İmam Hatip
sormak!..”
Türkiye’den ulema manzaraları...
Okullarından terörist yetişmiyor
muş. Yani terörün nedeni ‘öbür’
okullar oluyor!... Bu durumda bizler de terörist yetiştiren okullarda
okumuş olduk, artık geri de dönemeyiz! O yüzden böyle ‘hak,
hukuk’ diye saçmalayıp duruyor
olmayalım!
• • •
İçişleri Bakanlığı’na ait resmi
asayiş verileri ise Türkiye’de hırsızlık, gasp, yankesicilik ve kapkaç gibi suçlarda yaşanan artışı
ortaya koyuyor. Nasıl oluyor da
camilerimizin sayısı İran’ı sollar,
imam hatipler giderek çoğalır,
‘dincilik’ pazarlanırken, suç işleme
oranları artıyor, hapishaneler dolup taşıyor, ahlak bozuluyor?
Türkiye’de niçin asayiş ‘berkemal’ değil?
• • •
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in 2005 yılından sonra işlenen
suçlara ilişkin açıkladığı veriler,
çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor.
“2011 yılına kadar (son 7 yıl içerisinde) Türkiye’de hırsızlık, gasp,
yankesicilik ve kapkaç gibi meydana gelen asayiş olaylarının sayısı 6 milyon 961 bin 835” imiş.
Buna göre bir yılda ortalama 994
bin 548, bir günde ortalama 2 bin
724 hırsızlık, gasp, yankesicilik
gibi suç işleniyor. Başka bir de-
yişle Türkiye’de bir saatte 114 hırsızlık ve gasp gibi suç meydana
geliyor. Resmi verilere göre;
“2005-2011 yılları arasında Türkiye’de işlenen cinayet sayısı ise 16
bin 313” olarak hesaplanıyor.
Buna göre “Türkiye’de bir yılda
ortalama 2 bin 331, bir günde ise
ortalama 7 cinayet işleniyor.” Ve
bu cinayetlerin büyük çoğunluğu
kadınlara yönelik.
Gün geçmiyor ki birkaç kadın
sokak ortasında vurulmasın, töre
cinayetine kurban gitmesin.
• • •
Şimdi birkaç yıl öncesine gidelim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Kurul’u, 10 Kasım
2005 tarihinde önemli bir karar
verdi. Türkiye gündeminden bir
türlü düşmeyen, ‘türban’ sorunu
ile ilgili bu karar, iç hukuk yargı
organlarınca (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, İdare Mahkemeleri,), verilen kararlar ile aynı doğrultuda idi. ‘Büyük Kurul’, Türkiye
Cumhuriyeti ulusal yargı organlarınca verilen kararları hukuka uygun bulmuştu.
Son sözü ‘bağımsız’ yargının
söyleyeceği, yargı kararlarının
herkesi ve idareyi bağlayacağı, bu
kararlara uymak zorunluluğu demokrasi ile yönetilen ülkelerin temel özelliğidir.
Sorun, hukuken nihai çözüme
bu şekilde bağlandığı halde, siyasal iktidar tarafından yok sayıldı
ve bir siyasi getirim alanı olarak
istismara devam edildi. Bu gün
yargıya toz kondurmayan Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerinin; idare mahkemesinin,
Danıştay’ın, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin kararlarını nasıl
kabul etmez. Bir hukuk devletinde
bu mümkün olabilir mi? Bunlar
yargı kararı değil mi?
Süreci kısaca hatırlamakta yarar var.
23 Şubat 1998 tarihinde, İstanbul Üniversitesi Rektörü (Prof.
Dr. Kemal Alemdaroğlu; şimdi Silivri’de!..), bir Genelge yayınlamıştı. Genelgenin öğrencilerin uymaları gereken kıyafete ilişkin
bölümü şöyleydi;
“Anayasa, yasa, yönetmelikler,
Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Üniversite
Yönetim Kurulu Kararları doğrultusunda, (yabancı uyruklu
öğrenciler dâhil) bayan öğrencilerin başları bağlı olarak (başörtülü olarak), erkek öğrencilerin sakallı olarak ders, staj ve
uygulamalara alınmamaları gerekmektedir”.
Davacı öğrenci (Leyla Şahin),
genelgeye rağmen ‘İslami başörtüsü’ takması ve ısrar etmesi nedeniyle, derslere ve sınavlara kabul edilmemişti.
Yani genelge uygulanmıştı.
Leyla Şahin, 29 Temmuz 1998
tarihinde, rektörlüğün bu konuda
düzenleme yetkisinin bulunmadığını, Sözleşme’nin 8., 9. ve 14.
maddelerinde ve 1 nolu Protokol’ün 2. maddesinde teminat altına alınan haklarının ihlal edildiğini öne sürmüş ve Genelgenin
iptalini istemişti.
İstanbul 19. İdare Mahkemesi,
9 Mart 1999 tarihinde, “Yüksek
Öğrenim Kanunu’nun 13/b maddesinin üniversitenin idare organı
olan rektörlüğe düzenin korunması amacıyla üniversite öğrencilerinin kıyafetini düzenleme yetkisi
verdiğini; düzenleyici yetkinin ilgili
mevzuat, Anayasa Mahkemesi ve
Danıştay kararlarına uygun olarak
kullanıldığını…” belirterek davayı
reddetmiş, Danıştay da 19 Nisan
2001 tarihinde idare mahkemesi
kararını onamıştı.
Davacı, 21 Temmuz 1998 ta-
rihinde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na Türkiye Cumhuriyeti
aleyhine başvurmuş, başvuru kabul edilebilir bulunmuş ve 19 Kasım 2002 tarihinde, Strazburg’daki
İnsan
Hakları
Binası’nda kamuya açık bir duruşmadan sonra Daire, 29 Haziran 2004 tarihinde, başörtüsü
takma yasağına ilişkin olarak Sözleşme’nin 9. maddesinin ihlal edilmediğine ve Sözleşme’nin 9.
Maddesi, 1. numaralı Protokol’ün
2. maddesi ile birlikte dikkate alınarak, Sözleşme’nin 8, 10 ve 14.
maddeleri kapsamında başka bir
sorunun ortaya çıkmadığına oybirliğiyle karar vermişti..
Davacının istemi üzerine (27
Eylül 2004), Sözleşme’nin 43.
Maddesi uyarınca dava Büyük
Daire’ye iletilmiş ve Büyük Daire’deki inceleme sürecinde davacı
ve davalı T.C. Hükümeti esas
hakkında ayrı ayrı yazılı görüş bildirmişler, 18 Mayıs 2005 tarihinde
Strazburg’taki İnsan Hakları Binası’nda kamuya açık bir duruşma
daha yapılmış ve 10 Kasım 2005
tarihinde karar açıklanmıştı.i i i
55 sayfalık ayrıntılı ve çok
yönlü bir incelemeye dayalı karara
göre, üniversite öğrencilerinin kıyafetlerine ilişkin yapılan düzenlemelerin Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile çelişen bir yanı
yoktur.
Bu gelişmeler üzerine Hayrünnisa Gül de türban nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açtığı
davayı (eşi Cumhurbaşkanı olduktan sonra), geri çekmek zorunda
kalmıştı.
Türkiye Cumhuriyet Hükümeti,
AİHM’den, kararın onanmasını,
açılan davanın reddini talep etmiş,
dava da bu doğrultuda sonuçlanmıştı…Yani sonuç olarak davayı
Türkiye Cumhuriyeti kazanmıştı!..
Ne var ki bu sonuca devlet erkânı
üzüldü!... Bu da işin trajikomik tarafıdır…
Bu karar beğenilmeyebilir, evrensel, çağdaş hukuk normları ışığında eleştirilebilir, ama dolanılamaz, üzerinde esaslı hiçbir
değişiklik yapılamaz. Sözleşmeci
devlet mahkeme kararının gereğini yerine getirmekle mükelleftir.
O günden bu yana hukuk ortamında yaşanmış aksine bir yargı
kararı da yoktur.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 27
• • •
Sorun bu şekilde çözüldü diye
düşünürken, yeni bir tartışmanın
alevlendiğine tanık olduk.
Kararın ardından Başbakan,
“Mahkemenin bu konuda söz
söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır…
Biz de bu konuda biraz mürekkep yaladık…” dedi. Mahkemedeki savunma ile kamuoyu önündeki bu açıklama taban tabana
çelişiyordu.
Başbakan’ın Laik bir ülkede,
sosyal yaşam düzenlenirken, din
ulemasından fetva alınması gerektiğini, doğal ve yasal bir talep
gibi dile getirmesi, vahimdir.
O günden bu yana yaşadığımız süreçte bu yargı kararları, fiili
durumlar yaratılarak, anti-laik girişim, dayatma ve düzenlemelerle
aşılmaya çalışılıyor.
• • •
Üniversitelerde artık türban fiilen yasak olmaktan çıkmıştır.
4+4+4 formülü ile ‘milli eğitimin tümüyle imam hatip okullarına dönüştürülmesi; bebek yaşta
çocukların zorla okula alınıp hafızlığa özendirilmesi ve ‘mele’ denilen mollalara teslim edilmesi;
eğitimin içeriğinin dinselleştirilmesi; hayatın her alanında dini referansların giderek daha çok kullanılmaya başlaması ve ‘helal
bisiklet’ saçmalıklarına kadar işin
tırmandırılması; Cumhuriyet’in
tüm kazanımlarının reddedilerek
karalanması; yaşadığımız karşı
devrim sürecinin göstergeleridir.i v
Şimdi alıştık, (ya da uyuştuk
mu demeli bilmiyorum), bu tür
söylemleri pek yadırgamıyoruz.
Ne var ki 2005’te Başbakan’ın
bu açıklaması gündeme bomba
gibi düşmüştü. O günlerin kadrolu
‘düzeltmen’i Akif Beki, “…
‘ulema’dan kasıt ‘bilirkişi’ incelemesi yapılmamış olmasıdır”,
diye tevil etmeye çalıştı ise de ok
yaydan çıkmıştı. Türkiye’de, bir
AİHM kararının, din ulemasına atıf
yapılarak tartışılması, değersizleştirilmesi, aşağılanması ve uygulanmaması, yürürlükteki hukuk
düzeninde (ve de halâ), hukuken
ve fiilen, mümkün değildir.
Laiklik ilkesi -açıkça- Anayasa’dan çıkarılmadıkça, böyle bir
tartışmaya hukuken imkân yoktur.
Bir ‘dini ulema’ sınıfının bulunmaması ise bu tartışmanın önündeki fiili engeldir.
• • •
İstanbul Milletvekili Berhan
Şimşek, o günlerde Başbakan’dan sormuştu, basında yer
aldı;
“Danimarka’da yaptığınız değerlendirmede, ‘Bu konuyu di28 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
nin ulemasına sormak lazım’
sözünüzde bahsettiğiniz ulema
sınıfı Türkiye’de kimlerden
oluşmaktadır? Bu ulema sınıfı
Türkiye’nin iç hukuk düzeninde
ve yönetim yapısında söz söyleme hakkı olan bir sınıf mıdır?.. Ulema sınıfının Türkiye’de söz söyleme hakkı varsa
bu hakkı nereden almaktadır?”
Başbakanın bu konuda ne cevap verdiğini, bir adres gösterip
göstermediğini bilmiyoruz ama o
günden bu yana, AİHM Büyük
Daire Kararına rağmen ‘türban’ ve
‘ulema’ tartışması gündemden hiç
düşmedi. Tam ortalık duruldu derken bu kez farklı bir noktadan patladı; ana muhalefet partisinin
2010 yılı Temmuz sıcağında, türban konusunda ulemaya gitme
kararı aldığına ilişkin haberler basında yer aldı.v Bu haberler üzerine Bursa’da bir TV kanalında konuşan Arınç’ın söyledikleri ‘ulema’
kimliği konusundaki sıkıntısını dile
getiriyordu; “Zekeriya Beyaz ya da
Yaşar Nuri Öztürk’ü ulema zannedip, onlara sorarak başörtüsü sorununu çözmeye kalkarlarsa, yandım Allah!..”
Yani ‘dini ulema’ konusunda
sıkıntı var.
Şimdilik belli bir adres yok.
Demek ki öyle herkesin ulemadan
sayılması da mümkün değil. Dini
konularda uzman olmak yetmiyor;
bu alanda ‘uzman’lık son derece
‘izafi’ ve sübjektif. Herkesin ‘uleması’ kendi meşrebine uygun olacak; ‘ulema’ dediğin egemen siyasete uygun fetva verecek.
Aksi halde Osmanlı’da kellesi
alınırdı, şimdi cübbesinden ve unvanından oluyor.
Ali Bardakoğlu olayı henüz
unutulmadı. Diyanet İşleri Başkanı, ‘Türban dine giriş şartı değil’
demiş, siyasi irade ile ters düşmüştü. Diyanet İşleri Başkanlığının
bu açıklaması, ‘türban’ı İslam’ın
altıncı şartına dönüştürüp toplumu gerenlerin hoşuna gitmemişti. Bardakoğlu’nun suçu bu
kadar değil, dahası var; “…’Bir
konuda yasal düzenleme yapacağız, diyanetin görüşü nedir’, demek, laiklik ilkesine aykırıdır…” diyen de yine sayın Bardakoğlu’dur.
Bu kadarı onun gözden düşmesine (ulemadan sayılmamasına)
yetti, sahibinin uleması olamadı
ve görevden ayrılmak zorunda
kaldı.
• • •
‘Osmanlı’dan da biliyoruz ‘ulema’nın başı Şeyhülislam’ın vazifesi de Padişah iradesine meşruiyet kazandıran fetvaları vermekti;
aksi halde kelleyi “kallâvi kavuk
bile” kurtaramazdı.
Sultan 2. Mahmut döneminde
15 yıl arayla 2 kez Sadrazam’lık
yapan Mehmet Emin Rauf Paşa,
genç, boylu boslu ve oldukça yakışıklıydı. Sadrazamların giydiği
‘kallâvî kavuk’ da ona çok yakışırdı. Rauf Paşa, düşmanı Nişancı
Halet Efendi’nin fesadı yüzünden
padişah tarafından azledildi. Sultan 2. Mahmut, Nişancı Halet
Efendinin idam için tüm ısrarlarına
rağmen; “…Kallâvî kavuğun böylesine yakıştığı bu başa kıyılır mı...”
diyerek sadrazamın boynunu vurdurmadı ve sürgüne göndermekle
yetindi. Rauf Paşa bu sırada yaşadığı ölüm korkusunu hayatı boyunca unutmadı. 15 yıl Sakız adasında sürgünde kaldıktan sonra
‘affı şahane’ ile saraya döndü,
hem Sultan 2. Mahmut, hem de
Sultan Abdülmecit dönemlerinde
tekrar sadrazamlık yaptı. Devlet
işleri görüşülürken hep sustu,
sessiz kaldı. Soran bir yakınına
ise acı acı gülerek; “Şu zamandan sonra beni Kallâvî Kavuk bile
kurtaramaz”, demişti.
Son yıllarda, Osmanlı’ya öykünüyoruz ya, Nişancı Halet
Efendi kılıklılar (fesat erbabı), iyice
çoğaldı. Sadrazam Rauf Paşa’nın
ruhu ise şimdi ve her halde Başbakan’ın her sözüne kavuk sallayan; basının, yasama / yürütme
/ yargı erklerinin üzerinde dolaşıp
duruyor.
(Azledilenleri saymazsak, iki
şeyhülislamın padişah tarafından idam edildiği, birinin ise
katledildiği biliniyor; 1634'de
IV. Murad'ın idam ettirdiği Ahîzâde sehid Hüseyin Efendi,
1656'da IV. Mehmet’in idam
ettirdiği Hocazâde sehid
Mes'ud Efendi ve 1703 Edirne
Vakası’nda isyan eden cebeciler tarafından katledilen Erzurumlu Seyyid Feyzullah
Efendi).
•
Din uleması, şeriatla yönetilen
ülkelerde dini konularda söz sahibi olan topluluğa deniliyor. Ne
var ki yine o ülkelerde, salt dini
konularda değil, sosyal hayata
ilişkin olarak da her şey onların iki
dudağı arasında şekilleniyor.
Şeriatla yönetilen ülkelere göz
atmak, bu ‘ulema’ sınıfının yaşamı
nasıl kâbusa çevirdiğini anlamak
için yeterlidir.
Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın kızı Prenses Adile, “genç
kızlar arasında obezite oranı
%51’e, kemik erimesi oranı da
%67’ye çıktı. Çocuklarımız spor
yapmıyor. Kız okullarına beden
eğitimi dersi şart” dedi. Eğitim Bakanlığı yetkilileri bunun üzerine bir
çalışma başlattı. Mekke Valisi
Prens Halid el Faysal da bir okul
ziyareti sırasında yanına gelen ve
“ben de erkek kardeşlerim gibi
okulda spor yapmak istiyorum” diyen 8 yaşındaki bir kız çocuğuna,
“bu isteğin yerine gelecek” sözünü verdi. Sonra ulemaya soruldu; “caiz midir?”. Elcevap; “sadece ahlak seviyesi düşük olan
kadınlar spor yapar. Bakire kızlar
spor sırasında yapılan hareketlerle
bekâretlerini kaybedebilir, o zaman bu durumu ilerideki kocalarına nasıl açıklayacaklar. En iyisi
kızların evde oturmasıdır.” Ve sonunda Eğitim Bakanlığı bir genelge yayınlayarak kız okullarında
beden eğitimi dersini yasakladı.
(VATAN, 28.12.2010) Kral, prenses ve prens, ‘ulema’nın altında
kaldı!..
Laik devletlerde ‘dini ulema’
sınıfı yoktur, olamaz. Türkiye'de,
Cumhuriyetin ilanından sonra, 3
Mart 1924 tarihinde hilâfetin kaldırılması ile birlikte, ulema sınıfının
varlığı da sona erdi.
• • •
Dini siyasete alet etmeyen, kötüye kullanmayan, alıp satmayan,
ilâhiyat mensuplarına elbette
saygı duyulur. Bunlar Cumhuriyet’in yüz akıdır. Ne var ki, 21.
Yüzyıl Türkiye’sinde, yeniden
yerli/yabancı (ya da ithal) resmî
dinî ulema sınıfı yaratma arayışı var.v i Ne var ki bu arayış son derece riskli ve tehlikelidir. ‘Muhteşem Osmanlı’ hayali de kimseyi
yanıltmamalı. Komşu ülkelere (örneğin İran), bakıldığında görülür.
Ulema artık efendisine (Şaha), uygun fetva veren bir zümre değil,
‘kendisi için’ bir tür sınıf haline
geldi; doğrudan yönetiyor; siyasal
iktidarın emrinden/ hiyerarşisinden çıktı, iktidara el koydu (devleti
yuttu) ve siyasetin doğrudan belirleyicisi oldu. Oralarda ‘az buçuk’
mürekkep yalamışların esamisi
okunmuyor.
Lâik, demokratik, sosyal hukuk devleti ilkesinde birleşmekten
başka aydınlık yol yoktur. Bu ilkelerin içtenlikle, inanarak, içi
boşaltılmadan ve inatla savunulması gerekiyor.
• • •
Laiklik, dinsizlik değil, demokratik düzenin ve hukuk devletinin
asgari koşuludur; vazgeçilmez niteliğidir. Laiklik ilkesini rafa kaldırıp Türkiye’yi ılımlı İslam ülkesine
dönüştürmek, ABD güdümünde
sömürülen, kimliksiz bir üçüncü
dünya ülkesi haline getirmek için
girişilen çabaların ülkeyi götüreceği yer bataklıktır. Cumhuriyet
kuşakları ve halk, demokrasiyi ve
laiklik ilkesini sindirmiş ve bilincine
varmıştır. Bu gerici gidiş de mutlaka tersine çevrilecektir.
• • •
Laiklik denildiğinde nevri dönenlerin bilmeleri gerekiyor; laiklik
27 Mayıs anayasasının ürünü değildir. Mustafa Kemal Atatürk dö-
neminde, 1937 yılında, bir anayasa ilkesi olarak, 1924 Anayasasındaki yerini almıştır. İçini boşaltmak için bin dereden su
getirenlere de 1928 yılında Başbakan İsmet Paşa (İnönü) ve 120
arkadaşı tarafından (Anayasa’nın
2. Maddesindeki “devlet dini”ne
ilişkin hükmün Anayasa’dan çıkarılması için), verilen yasa önerisinin gerekçesindeki ‘laiklik’ tanımını anımsatmak gerekiyor.
“Dinin ile devlet işlerinin ayrılması prensibi, Devlet ve Hükümetçe dinsizliğin kabulü anlamına gelmemektedir. Din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrılması; dinlerin, devleti idare
edenlerle edecekler elinde bir
alet olmaktan kurtuluş teminatıdır (…) Türk devrimi, din ile
dünya işlerini karıştıran ve türlü
zorluklara neden olan maddeleri kaldırıp Anayasaya açık ve
samimi bir düzenleme getirerek Türkiye Cumhuriyeti’ne
gerçek anlamını vermiş olacaktır. Bu suretledir ki, insanlığın
manevi mutluluğunu üstlenen
din, aracı eli değmeden vicdanlarda yüce mevkiini kazanarak, Allah ile fert arasında
mukaddes bir temas vasıtası
haline girmiş olacaktır. Bu kutsal teması camilerde, kiliselerde, havralarda veya sadece
vicdanlarında arayıp bulanlar
vardır.Devlet ve kanunlar cümlesinin hâmisidir [koruyucusudur].” (Dr. Niyazi Altunya,
Türkiye’de Laiklik ve Din
Eğitimi, 3. Bası, Ankara
2010)
Anayasa
Mahkemesi’nin,
AİHM Büyük Dairesi’nin de atıfta
bulunduğu, 7 Mart 1989 tarihli kararında (RG: 05.07.1989) ne deniliyordu;
“Laiklik, milli egemenlik, demokrasi, özgürlük ve bilime
dayalı olan, siyasi, sosyal ve
kültürel hayatın medeni düzenleyicisidir. Laiklik, bireyin düşünce özgürlüğüyle kişiliğini ispat etmesine olanak tanıyan,
siyaset ve dini inançlar arasında ayrım yaparak din ve vicdan özgürlüğünü etkili kılan ilkedir. Dine dayalı, dini
düşünce ve kurallarla işleyen
toplumlarda, siyasi örgütlenmenin niteliği dinidir. Laik bir
rejimde, din, siyasi rol edinmesine karşı korunmaktadır. Yetkililerin elinde bir araç değildir
ve her bireyin kendi vicdanı tarafından belirlenecek olan saygıdeğer yerini muhafaza etmektedir…”
Bu tanıma kim itiraz edebilir?
Evet, yinelemek gerekiyor;
“Laik bir rejimde, din, siyasi rol
edinmesine karşı korunmaktadır. Yetkililerin elinde bir araç
değildir ve her bireyin kendi vic-
danı tarafından belirlenecek
olan saygıdeğer yerini muhafaza etmektedir...”
Danıştay 8. Dairesi’nin Ocak
2011’de, verdiği, Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş
Sınavında (ALES), türbana izin veren düzenlemenin yürütülmesini
durdurma kararı da aynı ilkeleri
korumaktadır, aynı yargısal içtihatlarla uyumludur.v i i
Çözüm budur ve bunca yargı
kararından sonra halâ çözümsüzlükten söz etmek, fiili durumlar
yaratarak hukuku delmek, hukukun üstünlüğü ilkesini hiçe saymaktır.
Hukukun üstünlüğü ilkesi etrafında birleşenler, yürüyüşlerini
‘hukuk düzleminde’ sağlam adımlarla sürdürmelidir. Bunun başka
yolu yoktur. Yani, laik düzen bu
ülkenin topraklarına ayağı basan
herkes için vazgeçilmezdir.
Kimileri anlamamakta dirense
de çağdaş hukuk düzeni, laik olmak zorundadır. Mustafa Kemal
Atatürk’ün büyüklüğü de buradan
kaynaklanır.
i
Almanya merkezli Der Spiegel dergisi, Fethullah Gülen cemaatinin Almanya’daki ‘en tehlikeli’ İslami
hareket olduğu ifadelerine yer verdi
ve eğitim örgütleriyle birlikte ‘Fethullahçılar’ın ‘gizli ittifak’ını sorguladı. (07.08.2012 Basın)
ii
‘Bağımsız yargı’, saldırganlar hakkında ‘linç’ yerine ‘mala zarar
verme’ suçundan soruşturma
açtı!…
iii
AİHM Büyük Daire’si, bire onaltı
oyla Sözleşme’nin 9. maddesinin
ihlal edilmemiş olduğuna; bire onaltı oyla 1 No.lu Protokol’ün 2.
maddesinin ilk hükmünün ihlal edilmemiş olduğuna; oybirliğiyle Sözleşme’nin 8. maddesinin ihlal
edilmemiş olduğuna; oybirliğiyle
Sözleşme’nin 10. maddesinin ihlal
edilmemiş olduğuna; oybirliğiyle
Sözleşme’nin 14. maddesinin ihlal
edilmemiş olduğuna karar vermiştir.
iv Partisini feshederek AKP’ye katılan
Numan Kurtulmuş, basına verdiği
ilk demecinde; “.. amacımız nice
Said Nursi’ler yetiştirmek. Mecliste
başörtülü milletvekili bulunmaması
eksikliktir…” dedi. (Basın,
22.09.2012)
v
25 Temmuz 2010 tarihli gazeteler.
vi Ehli Sünnet Uleması Birliği kurulmuş. Şişli'deki Grand Cevahir
Otel'de Ocak 2011’de düzenlenen
basın toplantısında konuşan Ehli
Sünnet Uleması Birliği Başkanı Dr.
Ahmed Er Raysuni, birliğin, “Müslümanlar arasındaki fitne ve fesadı bitirerek ümmeti yeniden bir araya
getirmek ve ulemayı ehli sünnetin
başvuru kaynağı yapmak” amacıyla
kurulduğunu söyledi.
vii Siyasal iktidarın güdümlü yargı
(HSYK/Yargıtay/Danıştay), yaratma
girişimleri ve bu yolda aldığı endişe
verici mesafe ise ayrı bir yazının konusudur.
TÜRBAN KARŞITI TAVIR 25 AY HAPİS GETİRDİ.
Türbanlı öğrenciyi okula almadığı gerekçesiyle 25 ay hapisle cezalandırılan Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Rennan Pekünlü,
hâkimin kendisini “Öğrencilerin toplu olarak oturdukları binalara
veya bunların eklentilerine girilmesine veya orada kalınmasına
engel olunması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına
hükmolunur” hükmüne dayanarak cezalandırdığını söyledi. Öğrencilere hiçbir şekilde fiziksel
engelleme yapmadığını anlatan Pekünlü, “Temyize gideceğim. Ama sonuç değişmese de
alnım açık yatarım. Ben bireysel tavır sergilemedim, evrensel bir ilke olan laiklik ilkesini
korumak için yaptım. Bu suç
için gururla yatarım, tıpkı Mustafa Balbay gibi. Eğer temyizden olumlu sonuç çıkarsa da
bu konudaki mücadelemi sürdüreceğim” dedi.
“Balyoz’da, Ergenekon’da hukuk sistemi nasıl işlediyse, bende de aynı şekilde işledi” diyen
Pekünlü, birçok öğretim üyesinin bu süreçte “üç maymunu” oynadığını vurguladı.
BALBAY VE ÖZKAN’A 16 CELSEDEN MEN CEZASI
İzmir Milletvekili Mustafa Balbay ve gazeteci Tuncay Özkan’a 16
celseden men cezası verildi
İzmir Ekonomi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Timur Demirbaş, cezayı “tamamen keyif bir uygulama” olarak nitelendirdi.
Duruşma düzenini bozan sanığın 1-2 celse dışarı çıkarılabileceğini
belirten Demirbaş, şöyle konuştu: “Sanık hazır bulunmadan, o
sanık hakkında yargılama yapılamaz. Bu ceza muhakemesi hukukunun temel
kuralıdır. Tabii, disiplinsiz hareket
ettiği zaman bir
sanık duruşma
düzenini
bozduğu için salondan dışarı çıkarılabilir. Bu birkaç
celse olabilir. 16
celse duruşmaya
katılamayacak. Bu
ceza hukukunun
temel kurallarına
aykıdır. Yasada,
duruşma düzenini bozan çıkarılır, yokluğunda yapılan işlemler sonrasında o kişiye anlatılır diyor. Yasada bu kadar ağır bir yaptırım yok. 16 celse
diyorsa bu kişiler hakkındaki yargılamanın yapılmaması gerekir.”
Prof. Demirbaş, Özkan’ın avukatına ilettiği notun, hâkim tarafından engellenmesini de eleştirdi. Demirbaş, “Yargılamanın yine
en temel kurallarından birisi sanık ile avukatının yan yana olması.
Avukatın sanığa bilgi vermesi. Bundan doğal ne olabilir? Elbette,
bu sırada yargılamayla ilgili belge alışverişi olabilir. Ancak Özkan’ın
gönderdiği notun avukatına ulaştırılmasına izin verilmemesi kanuna aykıdır. Sıkıyönetim mahkemelerinde bile sanıklarla avukatları yan yanadır. Avukat ile sanığın görüşmesi diye bir suç var
mı? Bu da ayrı komedi” dedi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 29
ÜLKEMİZDE İŞE
İADE VAR MI?
Erdinç TEKELİ
Avukat, İzmir Barosu
30 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
158 sayılı İLO sözleşmesi, işçinin
feshe karşı korunmasına ilişkin olup
işçiye iş güvencesi sağlamak amacı
ile düzenlenmiş uluslararası bir sözleşme metnidir.
T.C.Devleti 158 sayılı İLO
(Uluslar arası Çalışma Örgütü) sözleşmesini 1982 yılında imzalamış,1994 yılında 3999 sayılı yasa ile
kabul etmiş ve bu Yasa 18.06.1994
tarih 21964 sayılı R.G.de yayınlanmıştır.
158 sayılı İLO sözleşmesinin
Yasa olarak kabulü ve R.G.de yayınlanması yeni bir hakkın kullanımına
yol açmamış, imzada belirlenmiş
bekleme süresi de dolduğu halde, işçilerin açtığı işe iade davaları Yasal
dayanak olmadığı gerekçesiyle mahkemelerce ret edilmiştir.
Usulüne uygun Yasalaştırılmış
olan uluslararası sözleşmeler iç hu-
kuk kurallarına göre öncelikli olmasına karşın, Yasa yok sayılmış ve uygulanmamıştır.
09.08.2002 tarihinde 4773 sayılı
Yasa haline getirilen ve 15.03.2003
tarihinde yürürlüğe girmesi kararlaştırılan 158 sayılı İLO sözleşmesinden yararlanmak yine de mümkün olmamış Yasanın yürürlük tarihi
30.06.2003’e ertelenmiştir.
Ertelemeye ilişkin Yasa, Sosyal
Devlet İlkesine aykırı olduğuna karar
veren Cumhurbaşkanınca veto edilmiş, tekrar Meclise gönderilen Yasa
görüşülemeden, içeriğinde iş güvencesi hükümlerini de barındıran 4857
sayılı İş Yasası 10.06.2003 tarihinde
R.G.de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Batıdaki işçilerin uzun yıllardır
yararlandığı bu hakkın Türk işçisi tarafından kullanılması yukarıda an-
latıldığı gibi oldukça gecikmeli ülke
gerçekleri de göz önüne alınmadan
yürürlüğe konmuştur.
4773 sayılı İş Güvencesine ilişkin
Yasa maddeleri, imzalanan 158 sayılı
İLO sözleşmesindeki hakların oldukça budanmış halidir.
4857 sayılı İş Yasası ile getirilen
dava koşulları da,4773 sayılı Yasadaki, dava koşulu olan işyerindeki
işçi sayısını 10’dan 30’a çıkarmış, ayrıca işe iade davasını kazanıp süresinde işe başlama başvurusu yapan
işçinin işe başlatılmaması halinde
ödenecek tazminatın tavanını 12 aydan 8’e indirilmiş, hakları biraz daha
budamıştır.
Sonuçta, iş güvencesine ilişkin
haklar, ertelemeler ve budamalar sonucu yararlanılması oldukça zor bir
hale gelmiştir.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe
giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile işe ide davası açmak ve kazanmak daha da zorlaşmıştır. Çünkü bu davalar Basit Usule
tabi olduğundan, bu usule göre de
cevaba cevap verilemediğinden, ayrıca davaya ilişkin tüm yargılama giderleri peşin alındığından işe iade
davası açmak oldukça zorlaştırılmıştır.
Yürürlükteki iş Yasasının iş güvencesine ilişkin maddelerinde;
• belirsiz süreli iş akdi ile çalışan,
• en az 6 aylık kıdemi olan,
• işyerini tek başına sevk ve yönetimini yapmayan işçi,fesih bildiriminin yapıldığı tarihten itibaren 30 gün içerisinde işe iade
davası açabilecektir.Ayrıca işyerinde çalışan işçi sayısının da en
az 30 olması gerekmektedir.
İşe iade davalarının, Yerel Mahkemelerde 2 ay, Yargıtay’da ise 1 ay
içerisinde görülmesi Yasa hükmü
olsa da bu süre içerisinde davaların
sonuçlanması mümkün olamamak-
ÖSYM KLASİĞİ : HÂKİMLİĞE GEÇİŞ SINAVI İPTAL
tadır. 4 yılı aşan işe iade davaları vardır. Buna karşın davanın sonuçlanması süresi ne kadar uzun olursa olsun boşta geçen sürenin en fazla 4
aylık ücreti işverence karşılanabilmektedir.
İşe iade davası kabul edilip, kesinleştiğinde, işçinin 10 gün içerisinde işverene işe başlama başvurusu
yapması gerekmektedir. Yapılan başvuruyu ispatlamak oldukça zordur,
hatta işverenin insafına bırakılmıştır;
hiçbir işveren işe başlama başvurusu
yapıldığını gösteren belge vermemektedir; başvurunun noterden yapılması pahalıdır. Bu başvuru, fesihten
ortalama 18 ay sonra yapılmaktadır.
İşçi muhtemelen yeni bir iş bulmuştur; çünkü işsizlik ödentisi 10 aylık
süreyi aşamamaktadır (şartları
varsa), ancak işçi lehine sonuçlanmış
bir dava bulunmaktadır, çekilen sıkıntıların ve yapılan masrafların tazmini beklenmektedir, bunun için işe
dönüş başvurusu şarttır.
İşveren başvuruyu 1 ay içerisinde
değerlendirir, işçinin başka bir işte
çalıştığını öğrenmek zor değildir; ayrıca yaptığı fesih Mahkemece iptal
edilmiştir, işçiye olan kızgınlığı daha
da artmıştır; işçinin işe başlamama,
işverenin işçiyi işe başlatmama iradesi AÇIK VE NET olmasına karşın işveren işçiyi işe davet eder. Fesih
anında ödendiyse kıdem ihbar tazminatının da kendisine ödenmesini
ister.
Bu andan itibaren iş güvencesi
hakkının kullanılmasında büyük kırılma yaşanır, işçi muhtemelen çalıştığı işten ayrılmayı göze alamaz
çünkü yeni işyerinin şartlarına uygun
bir düzen kurmuştur ayrıca fesih
anında kendisine ödenenleri iade
etme gücü de yoktur, yine işverenin
kendisine olan kızgınlığının artığından kendisine o işyerinde çalışma or-
tamı sağlamayacağını da tahmin etmektedir, düşünür ve uzun uğraşılar
sonucu kazandığı hakkını kaybetmeyi göze alarak davet edildiği tarihte İŞE DÖNMEZ.
Bu durumda, işe iade davası açıp,
kazanan işçinin yararlanacağı hiçbir
şey yoktur, binbir güçlükle yaptığı
yargılama giderlerini ve duruşmalara
gelebilmek için aldığı izinlerden kaynaklanan ücret kayıplarını sineye
çekmek zorundadır.
Haksız olarak bazen kötü niyetle
işçinin iş akdini fesheden KUSURLU olduğu Mahkeme kararı ile
belirlenmiş işverenin kaybettiği hiçbir şey yoktur, işe başlatma ya da başlatmama seçenekleri olan işverene
karşın işçinin, çağrıldığında işe başlamama ve kararda belirtilmiş haklarını isteme hakkı yoktur. Bu durum
hak ve nesafet ilkelerine uygun değildir. İşe iade davasını kazanıp eski
işine dönen işçi sayısı %1 dahi değildir bu durumda ülkemizde işe
iade var mıdır?
SONUÇ
10.06.2003 tarihinde yürürlüğe
giren 4857 sayılı İş Yasasının yaklaşık
9 yıllık uygulaması sonunda tekrar
gözden geçirilerek, başta iş davalarında harcın kaldırılmasının yanında,
işe iade davası açmak için işçi sayısına
bakılmaması, dava açma süresinin işçinin işyerinden ayrıldığı tarihten itibaren başlaması, yargılama süresinin
tamamının ücretinin haklı çıkan işçiye ödenmesi, davayı kazandığı
halde işe dönmek istemeyen işçiye
de en azından çalışamadığı sürenin
ücretinin ödenmesi gibi iyileştirmeler
yapılması gerekir kanısındayız.
ÖSYM, 6 Mayıs 2012’de yapılan ve sınava giren karıkocaların aynı
puanları alması üzerine “sorular sızdırıldı” iddiaları ile gündeme
gelen “Avukatlar İçin Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Yarışma
Sınavı”nın tekrarlanmasına karar verdi. Soruların sızdırıldığına
ilişkin somut bir bulgu elde edilemediğini açıklayan ÖSYM, sınav
sonuçlarının tartışılır hale geldiğini belirterek sınavın tekrarlanacağını açıkladı.
Bu arada, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, çok sayıda suç duyurusuna konu olup iptal edilen ‘’Avukatlar İçin Adli Yargı Hâkim ve
Savcı Adaylığı Yarışma Sınavı” için soruşturma başlatırken, bu yıl
düzenlenen KPSS’ye ilişkin olarak da ayrı bir soruşturmanın yürütüldüğü öğrenildi.
Türkiye Adalet Akademisi ise sınav sorularının kendi kurumu tarafından hazırlandığı iddiasını yalanladı. Hâkim ve Savcı Adaylığı
Yarışma Sınavı’nın 1998’den beri ÖSYM tarafından yapıldığı vurgulanan açıklamada, Türkiye Adalet Akademisi’nin görevlerinin
4954 sayılı yasanın 5. maddesinde açıkça belirtildiği kaydedildi.
Adalet Akademisi’nin, ÖSYM veya başka herhangi kuruma soru
hazırlama gibi bir görevinin bulunmadığı belirtilen açıklamada,
şimdiye kadar da bu şekilde herhangi bir sorunun hazırlanmadığı
bildirildi.
BAŞBAKAN ERDOĞAN: “YARGIYA ZATEN
GEREKENLERİ SÖYLEDİK”
Başbakan Tayyip Erdoğan, BDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldıracaklarına ilişkin ilk kez çok açık bir mesaj verirken, “Yargıya
gerekenleri söyledik” ifadesini kullandı.
Erdoğan, 30 Eylül’deki büyük kongre konusunda değerlendirme
yapmak için AKP Genel Merkezi’nde topladığı milletvekillerine
seslenirken şunları söyledi:
“Yargıya gerekeni söyledik: Eğer kendilerine çok daha rahat
yer arıyorlarsa kendilerine adres verdim, Kandil’e gitsinler,
ama bu parlamentonun içinde mücadele edeceklerse, anayasa
ne emrediyorsa, hukuk neyi emrediyorsa o çerçevede hareket
etmeye mecburdurlar. Etmedikleri takdirde de şu anda kendileri... Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini
yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız.”
Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın BDP’li milletvekilleri ile ilgili “Yargıya
gerekeni söyledik” şeklindeki açıklaması, “anayasa suçu” olarak değerlendirilerek
savcılar
göreve çağrıldı.
İzmir Barosu Başkanı
Sema Pekdaş, Başbakan’ın sözleri ile ilgili olarak “İrkildim, korktum, tüylerim diken diken oldu. Böyle bir sözü
nasıl söyler? Cumhuriyet savcıları hiçbir ihbara gerek duymadan
resen soruşturma başlatmalıdır. Başbakan Erdoğan anayasa
suçu işliyor” dedi. Pekdaş, anayasada yer alan “Hiç kimse yargıya
emir ve talimatta bulunamaz” maddesinin hiçe sayıldığını, bu
durumun artık yürütmenin yargı üzerindeki baskısının “ifşası”
olduğunu söyledi.
“Savcıların Başbakan’ın açıklamalarıyla ilgili gereğini yapacağına inanıyorum. Eğer yapmazlarsa talimatın gereğini yerine
getirmiş olacaklardır” dedi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 31
YARSAV: YARGI ALT ÜST EDİLMİŞTİR
YARSAV Başkanı Murat Arslan, yaptığı yazılı açıklamada, yeni HSYK’nin ikinci adli yılını da geride bıraktığını belirterek “Yandaşlığı esas alan tayin tasarruflarıyla bir tarafta mağduriyet, diğer tarafta
piyangovari sürpriz terfilerle ötekileştirme-kutuplaşma arttırılarak devam etmiştir. Bir yıl içinde yargı
mensuplarının yarıdan fazlasının görev unvanları
ve yerleri değiştirilmiş, adeta yargı altüst edilmiştir.
Bu gayretkeşlik kürsü ile sınırlı kalmayıp bileşik kaplarda da etkisini göstermiş; HSYK anlayış ve icraatından ‘ayak alan’ Yargıtay ve Danıştay yönetimlerince, üyeler ve tetkik hâkimlerinin görev yerleri
resen değiştirilerek anılan anayasal kurumlara da
‘güvencesizdir’ levhası asılmıştır. Siyasi iktidarın, hiyerarşisi ve emri altındaki Adalet Bakanlığı, HSYK
ve hatta yasama içindeki güçleri ile yargıya saldırıları kesintiye uğramadan sürmektedir” dedi.
Demokrat Yargı Derneği Başkanı
Orhan Gazi Ertekin:
“DESPOTİZM SÜRECİNİN İÇİNDEYİZ”
Referandumda “Yetmez ama evet”çi kanadın temsilcilerinden olan Demokrat Yargı Derneği’nin Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin referandumun temel
iki amacının HSYK’de ve Anayasa Mahkemesi’nde
değişiklik yapmak olduğunu anlatarak “Her ikisi de
aslında bu kurumların demokratikleşmesi iddiasıyla
kamuoyunun karşısına çıktı ve çok yüksek bir oyla kabul edildi. İlk tecrübe HSYK’de yaşandı. HSYK, belli bir
ittifak tarafından devletleştirildi. Arkasından Anayasa
Mahkemesi’nde de bireysel başvuru yakında başlayacak. Fakat AYM, hem kurumsal hem de zihinsel yenilenmesine tabi tutulamadı. Her ikisinde de anayasa
referandumuna hedef teşkil eden yargıdaki demokratik dönüşümü gerçekleşemedi. Son derece tehlikeli,
yeni bir despotizm sürecine dahil edildi. Şu an tam
da o despotizm sürecinin içindeyiz” değerlendirmesini yaptı.
İktidar nereyi istiyorsa yargının orayı vurduğuna
işaret eden Ertekin, “Bu zaten Türk yargısının geleneğidir. Türkiye’de yargı, politik iktidarların, kendi gözlem ve çıkarları doğrultusunda kullandığı bir alet durumunda olmuştur. Bugün de bu gelenek değişmedi
maalesef. Aynı gelenek devam ediyor, fakat sahipleri
değişmiştir. Sahipleri bugün önemli ölçüde cemaat
ve Erdoğan ittifakı üzerinden iş görüyor. Ve maalesef
aynı antidemokratik süreç devam ediyor” dedi.
Referandum sürecindeki tavrına ilişkin olarak da
Ertekin şunları söyledi: “Şu an bunların olacağını bilseydim yine ‘evet’ derdim. En ufak bir pişmanlığım
yok. Hatta çok büyük bir gurur duyuyorum; 12 Eylül
referandumunda bir önceki despotizmi yıktığımız ve
onda pay sahibi olduğumuz için. Biz bir despotizme
karşı çıkıp yıkarken oldukça başarılı olduk. Ama bir
başka despotizmin onun yerini almasına karşı koyamadık. Elimizden geleni yaptık. Ama engelleyemedik.
Sonuçta bundan sonra da aynı despotizme karşı mücadele devam edecek, etmeli... ”
32 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Avukatlar Özel Yetkili
Mahkemelere Karşı
Yürüdü
İzmir Barosu öncülüğünde geçen
yıl yayımlanan ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılması istemini içeren
deklerasyonun karşılığını bulmaması
üzerine avukatlar, 5 Mayıs’ta alanlara
çıktı.
İzmir Barosu öncülüğünde düzenlenen mitinge katılan avukatlar adalet
için ‘bağımsız yargı‘ vurgusu yaptı. 12
baro başkanı ve yönetim kurulu üyesinin katıldığı mitingde özel yetkili
mahkemelerin kaldırılması istendi.
İzmir, İstanbul, Ankara, Bursa, Çanakkale, Adana, Uşak, Aydın, Manisa,
Balıkesir, Tekirdağ, Eskişehir barolarının başkanları, yönetim kurulu üyeleriyle hazır bulunduğu mitinge pek
çok şehir barosu da mesajıyla destek
verdi. Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan avukatlar, Gündoğdu Meydanı’na doğru yürüdü.
İzmir Barosu Başkanı Sema Pektaş
mitingde yaptığı konuşmada, “Bir yıl
önce yayımlan deklarasyonda, özel
görevli mahkemelerin kaldırılması dile
getirmiştik. Aradan geçen süre içinde
uygulamanın son bulması bir yana,
baskılar daha da artmış, her türlü muhalefet, baskı, sindirme, gözaltı ve tutuklama uygulamalarıyla tahakküm altına alınmıştır. Ülkemizin sürüklenmek
istendiği karanlığa karşı çıkmak için
geri adım atmayacağız” dedi.
İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal da “DGM’lerden daha beter
olan özel görevli mahkemeler, siyasi
iktidarın güç ve etki alanına dönüşmüş durumda. Bu mahkemeler olduğu sürece hiçbirimiz güvencede
değiliz. Ama tüm bedeli ödemeye
hazır olarak, savunma hakkını sonuna kadar kullanacağız” diye konuştu. .
TBB Başkan Yardımcısı Berra Besler ise yaptığı konuşmada savunmanın, Cumhuriyet'in kazanımlarından
biri ve halkın sesi olduğunu söyleyerek, halkın hak arayışına destek vermek, onun sesi olmak amacıyla bu eylemi düzenlediklerini ifade etti.
HÜKÜMLÜ SAYISI
HAVA İŞKOLUNDA
12 YILDA 4 KAT ARTTI GREV YASAĞI
Bir soru önergesine Adalet
Bakanı Sadullah Ergin tarafında
verilen cevap ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlü sayısının 2000 yılında 25 bin 545 iken
2012’de 93 bin 970 olduğunu
ortaya koydu. Bakan Ergin’in
verdiği bilgiye göre ceza infaz
kurumlarında bulunan hükümlü
sayısı 1990’da 29 bin 373,
1991’de 11 bin 47, 1992’de 12
bin 823, 1993’te 15 bin 147,
1994’te 16 bin 881, 1995’te 22
bin 8, 1996’da 26 bin 979,
1997’de 36 bin 334, 1998’de 35
bin 886, 1999’da 42 bin 665,
2000 tarihinde 25 bin 545,
2001’de 30 bin 384, 2002’de 33
bin 273, 2003’te 35 bin 730,
2004’te 40 bin 451, 2005’te 29
bin 445, 2006’da 35 bin 865,
2007’de 52 bin 809, 2008’de 63
bin 63, 2009’da 76 bin, 2010’da
86 bin 566, 2011’de 92 bin 617,
2012’de 93 bin 970.
Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü’nün hazırladığı verilere göre de, cezaevlerindeki
tutuklu ve hükümlü sayısı son
10 yılda üç katına çıkarak 132
bin 369’a ulaştı.
FAZIL SAY
HAKKINDAKİ
İDDİANAME KABUL
EDİLDİ
Dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say hakkında, Twitter
mesajları nedeniyle “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri
alenen aşağılama” iddiasıyla hazırlanan iddianame mahkeme tarafından kabul edildi.
İddianamede, Say’ın davaya konu tweet’lerinin, üç büyük dinin
mensuplarının ortak değerleri olan Allah, cennet ve cehennem gibi
kavramlara yönelik hislerini nedensiz yere inciterek, bu kavramların
“anlamsız, gereksiz ve değersiz” olduğu kanaatini uyandıracak şekilde “dini değerleri aşağılamak kastıyla” yazıldığı vurgulanıyor
TBMM’de kabul edilen havacılık hizmetlerinde grev yasağı
getiren düzenleme Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa Birliği Temel Haklar
Şartı, BM Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar Sözleşmesi ve
anayasaya aykırılık taşıyor. ILO normlarında, sadece silahlı
kuvvetler ve polis
konusunda sözleşmelerle sağlanan güvencelerin
ne ölçüde uygulanacağı ilgili ülke
mevzuatlarına
bırakılıyor. Diğer
alanlarda sınırlama bulunmuyor.
BİBER GAZI
ZARARSIZMIŞ!
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in bir soru önergesine “biber gazının tamamen doğal, bitkisel olduğu ve insan sağlığı
üzerinde kalıcı hiçbir etkisi olmadığı” şeklinde yanıt vermesi
hem tıp camiasında, hem de yakınlarını yitirenler tarafından
tepkiyle karşılandı.
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan, bir şeyin bitkisel kökenli ya da doğal olmasının
zararsız olduğu anlamına gelmeyeceğini dile getirerek “Bütün
uyuşturucular da bitkisel kökenlidir. Birçok yan etkisi olan
ilaçlar da yine bitkilerden ve doğal yollardan elde edilir. Dolayısıyla her doğal yoldan elde edilen zararsız değildir” diye konuştu.
Hüseyin Demir 29 Mart 2006’da İstanbul’da, İbrahim Sevindik 1 Mayıs 2007’de İstanbul’da, İshak Kalvo 6 Ekim
2009’da İstanbul’da, Metin Lokumcu 31 Mayıs 2011’de Hopa’da, Hacı Zengin 18 Mart 2012’de Zeytinburnu’nda ve Çayan Birben 28 Mayıs 2012’de Yalova’da biber gazına maruz
kalmaları sonrasında yaşamlarını yitirmişti.
CMK’nun 234.Maddesi
İptal Edildi
Anayasa Mahkemesi, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun mağdur ile şikâyetçinin haklarını düzenleyen 234. maddesindeki
“Tutanak ve belgelerden vekili aracılığı ile belge isteme” hükmündeki “vekili aracılığı ile” ibaresini iptal etti. Yüksek mahkemenin gerekçeli kararı Resmi Gazete’de yayımlandı.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 33
SÜRGÜ’DE
LİNÇ
EDİLMEK
İSTENEN
ALEVİ AİLE
KABAHATLİ
ÇIKTI
Malatya’nın Doğanşehir ilçesi Sürgü
beldesinde 28 Temmuz gecesi Alevi
Evli ailesini ramazan davulcusunu “Biz
oruç tutmuyoruz, burada çalma” diyerek uyarmasından sonra ailenin linç
edilmeye çalışmasına kadar varan
olaylarla ilgili Doğanşehir Cumhuriyet
Savcılığı tarafından yürütülen soruşturma sonrasında iddianame düzenlendi.
İddianamede, olayda linç edilmek istenen Evli ailesinin iki bireyine, saldırganlardan daha fazla ceza istendi. İddianamede, Evli ailesinin oğlu Servet
Evli hakkında davulcu Mustafa Evşi’ye
vurduğu gerekçesiyle basit yaralama,
davulcuya hakaret ve tehditte bulunduğu gerekçesiyle alenen hakaret ve
tehdit, evin önündeki kalabalığa yönelik sözleri nedeniyle de “var olan
veya varsayılan suç örgütlerinin korkutucu gücünden yararlanarak zincirleme tehditte bulunmak” suçlarından
hapisle cezalandırılması istendi. Evin
kızı Leyla Evli’ye de aynı suç kapsamında hapis cezası verilmesi talep
edildi.
Alevi ailenin kapısında davul çalarak
olayları başlatan Mustafa Evşi hakkında ise “suç işlemeye tahrik, mala
zarar verme, basit yaralama ve zincirleme hakaret” suçlarından hapis cezası istendi. Sanığın bu suçları Alevi
ailenin “haksız tahriki” altında işlediği
savunuldu. Saldırgan grup içinde yer
alan 49 kişi hakkında da benzer suçları
Alevi ailenin “haksız tahriki” altında işledikleri belirtilerek, ceza verilmesi istendi.
34 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Avrupa İnsan
Hakları
Mahkemesi’nden
İhlal Kararları
‘Vicdani ret’ kararı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, “vicdani ret” davasında Türkiye’yi mahkûm etti.
Vicdani retçi Halil Savda’nın yaptığı başvuruyu karara bağlayan AİHM, Türkiye’nin “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kötü muamelenin yasaklanmasıyla ilgili 3’üncü, ifade
özgürlüğüyle ilgili 9’uncu ve adil yargılanma
hakkıyla ilgili 6’ncı maddelerini ihlal ettiği”ne
hükmetti. Türkiye, Savda’ya mahkeme masrafları da içinde olmak üzere yaklaşık 14 bin
Avro ödeyecek.
İşkencecilere verilen
cezayı erteleyen Türkiye
mahkûm oldu
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gazinocu Tamer Taylan’ın 2000 yılında işkence
gördüğü gerekçesiyle açtığı davada, işkenceci polislere verilen cezanın ertelenmesi ve
polislerin görevden alınmaması nedeniyle
Türkiye’yi mahkûm etti. “Bu tür cezaların ertelenmesi, mahkûmiyet hükümlerinin etkisiz
kalmasına yol açtığından, kabul edilemez
tedbirler kategorisine girmektedir” diyen
AİHM, Taylan’a 45 bin 500 Avro manevi tazminat ödenmesine hükmetti.
Türkiye, AİHM’e gönderdiği savunmasında, “polis memurları hakkında hükmün
açıklanmasının geri bırakılmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS), ‘Hiç
kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz’ hükmünü içeren 3. maddesini ihlal etmediğini
ve hükmü takip eden 5 yıllık süre içinde polis
memurlarının kasıtlı başka bir suç işlemeleri
halinde hükmün icra edilecek olmasından
ötürü polis memurları açısından cezasızlık
ile sonuçlanmadığını” iddia etmişti.
AİHM kararında ise şu tespitleri yer aldı:
“Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesi ile düzenlenen hükmün açıklanmasının
geri bırakılması ilkesi, cezanın infazının ertelenmesinden daha güçlü bir etkiye sahiptir
ve suçluların cezadan muaf tutulması ile sonuçlanmaktadır. Bunun sebebi, hükmün
açıklanmasının geri bırakılması uygulamasının, suçlunun erteleme hükmüne uyması şartıyla, kararı ceza dahil olmak üzere tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırması; ancak
cezanın infazının ertelenmesi halinde ne karar ne de karara dayalı mahkûmiyetin varlığının sona ermemesidir.’’
‘Hayata Dönüş’te de ihlal
var
Bayrampaşa Cezaevi’ne 19 Aralık
2000’de yapılan operasyonda asker kurşunuyla yaralanan Cuma Şat’ın “yaşam hakkının ihlal edildiğine” karar veren Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi Türkiye’yi 15 bin Avro
tazminat ödemeye mahkum etti. 55 yaşındaki Şat, operasyon sırasında parçalanan
dirseği nedeniyle kolunu yüzde 70 oranında
kullanamıyor.
Türkiye Emekçi Komünist Partisi/Leninist
(TKEP/L) üyesi olduğu gerekçesiyle yargılanan Şat, 19-22 Aralık 2000’de 12 kişinin öldüğü “Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında
Bayrampaşa Cezaevi’nde dirseğinden yaralandı. Aylar sonra Adalet Bakanlığı’na yapılan
başvurunun ardından ameliyat edilen Şat,
suç duyuruları hakkında işlem yapılmayınca,
23 Mart 2004’te AİHM’ye başvurdu. Şat,
operasyonda yaşam hakkının tehlikeye atıldığını, işkence gördüğünü, yeterince tedavi
edilmediğini, bununla ilgili etkin soruşturma
yapılmadığını belirtti. AİHM, 10 Temmuz
2012’de verdiği kararında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi uyarınca
Şat’ın yaşam hakkının ihlal edildiğine hükmetti. Şat’ın yaşamının devletin sorumluluğunda olduğunu belirten mahkeme, Türkiye’yi, Şat’a 15 bin Avro manevi tazminat,
1000 Avro da mahkeme masrafı ödemeye
mahkum etti.
Yargılama süresinin
uzunluğu ihlal sebebi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs ettiği”
gerekçesiyle yargılaması 15 yıl sürdükten
sonra 2008 yılında ömür boyu hapse mahkûm edilen Sarp Kuray’ın adil yargılanmadığına ve yargılama süresinin uzun olduğuna
karar vererek Türkiye’yi 10 bin Avro cezaya
mahkûm etti.
İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı
YABANCI MAHKEME KARARLARININ
TENFİZİ İÇİN İLÂMIN GEREKÇELİ OLUP
OLMADIĞINA BAKILMAZ
T.C.
YARGITAY
İÇTİHADI BİRLEŞTİRME
BÜYÜK GENEL KURULU
KARARI
2010 / 1 E.
2012 / 1 K.
10.02.2012 T.
ÖZET: Kendi usul hukuku hükümlerine göre ‘ilâm” niteliğinde kabul edilen kesinleşmiş
yabancı mahkeme kararı ile ilgili olarak , 5718 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul
Hukuku Hakkında Kanun’da sınırlı olarak sayılan koşulları taşıması durumunda tenfize
karar verilmesi gerekir.Tenfiz yargıcının kesinleşmiş yabancı mahkeme ilamının maddi
hukuk bakımından doğruluğunu inceleme ve değerlendirme yetkisi yoktur. Türk usul
hukuku anlamında gerekçesi bulunmayan yabancı mahkeme ilâmının gerekçesizliği salt
bu nedenle tenfize engel değildir.
(NOT: Aşağıda kararın geniş bir özetini sunuyoruz).
İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME
KONUSUNDA BAŞVURU
edeceği benimsenmiş, görüş yazılarında da aynı yöne işaret edilmiştir.
“Yabancı mahkeme ilamının gerekçesiz olmasının kamu düzenine aykırılık
teşkil edip etmediği ve bu bağlamda
gerekçeden yoksunluğun yabancı
mahkeme kararının tenfizine engel olup
olmayacağı” hususunda Yargıtay 2.
Hukuk Dairesi kararlarının, aynı Daire
kararlarıyla ve Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin kararlarıyla çeliştiği ileri sürülerek, görüş aykırılığının içtihatların birleştirilmesi yoluyla giderilmesi, Av. Serpil
Alatalı Bayburt’un 24.11.2009 tarihli
başvurusuyla istenilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun
yabancı mahkeme ilamlarının tenfizinde
doğrudan geçersizlikle ilgili bir kararı
bulunmamakla birlikte; 21.06.2000
gün, E:2000/2-1051 K:2000/1068 ve
27.05.2009 gün, E:2009/19-102 K:
2009/208 sayılı kararlarında, gerek
2675 sayılı Kanun’un uygulanmasında
ve gerekse yürürlükte bulunan 5718
sayılı
Kanun’un
uygulanmasında
yabancı ilamın içeriğinin tetkik ve denetime uygun bulunduğu, kamu düzeni
ölçüsünün denetim için yeterli bulunduğu kabul edilmiştir.
Nasıl ki, Türk Mahkemesinden verilmiş bir “mahkeme ilamını” yabancı bir
devletin kendi usul hukuku kurallarına
göre bir icra emri veya emirname olarak
nitelemesi düşünülemez ise, aynı şekilde yabancı bir mahkeme kararının
mahkeme ilamı niteliğinin Türk usul
hukuku hükümlerine göre belirlemesi
de söz konusu olamaz.
Şu durumda; Hukuk Genel Kurulu’nun konuya ilişkin olarak, yabancı
mahkeme ilamlarının tenfizinde doğrudan geçersizlikle ilgili bir kararı bulunmadığından; İkinci Hukuk Dairesi kararlarının kendi içinde ve Onüçüncü
Hukuk Dairesi kararlarıyla çelişki arz
ettiği açıktır.
Nitekim, 5718 sayılı Milletlerarası
Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkındaki Kanunda tenfiz için 54. maddede
öngörülen usul hukukuna ilişkin şartlardan, kararı veren mahkemenin tabi
olduğu usul hukukuna göre değerlendirilebileceği ilkesinden hareket edildiği
açıktır.
KONUYLA İLGİLİ YASAL
DÜZENLEMELER:
Bu bakımdan kendi usul hukuku
hükümlerine göre “ ilam” niteliğinde
kabul edilen bir mahkeme kararını Türk
İcra Hukukunda yer alan bir düzenlemeye benzeterek, belirli bir miktar
paranın ödenmesi ihtarını içeren emirname veya “ödeme emri” olarak nitelemek olanaksızdır. Öyleyse, tenfize
uygun yabancı bir mahkeme ilamının,
5718 sayılı Kanunda sınırlı olarak sayılan şartları taşıması halinde tenfize
karar verilmesi gerekir.
…………
GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ
GİDERİLMESİ İSTEMİNE
KONU KARARLARDA
BELİRTİLEN GÖRÜŞLERİN
ÖZETLERİ
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin
30.06.1999 gün ve E:1999/5858
K:1999/7609 sayılı kararında; gerekçe
ihtiva etmeyen ve geçici boşanma
olduğu belirtilen yabancı mahkeme
kararının Türk kamu düzenine aykırılık
teşkil ettiği ifade edilmiştir.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin
08.06.2006 gün ve E:2006/2612
K:2006/9147 sayılı kararında; tanıma ve
tenfizde yabancı mahkeme kararının
doğruluğunun, uygulanmış olan usul
hükümlerinin, maddi ve hukuki tespitlerin inceleme dışında tutulması gerektiği, kamu düzenine açıkça aykırılığın
ancak, Anayasa ile düzenlenen temel
hak ve hürriyetlere, milletlerarası
hukukta kabul edilen temel ilkelere, adil
yargılanma ve savunma hakkına, genel
ahlaka, Türk hukuk düzeninin temelini
oluşturan ve devletin vazgeçemeyeceği
ilkelere aykırılık halleri ile sınırlı bulunduğu, bu itibarla yabancı mahkeme
ilamının gerekçesiz olmasının kamu
düzenine aykırı ve dolayısıyla tenfize
engel kabul edilemeyeceği belirtilmiş,
anılan Daire Başkanlığı’nca da istikrarlı
son uygulamalarının bu yönde olduğu
açıklanmıştır.
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin
05.12.2001 gün ve E:2001/9007
K:2001/11406 ve 02.10.2003 gün ve
E:2003/6226 K:2001/11095 sayılı
kararlarında; yabancı mahkeme ilamlarının gerekçe ihtiva etmemesinin Anayasa ve kamu düzenine aykırı olması
nedeniyle tanıma ve tenfize engel teşkil
(Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
M.141; 6100 sayılı HMK., M. 297; Mülga 1086 Sayılı HUMK. M. 388; 5718
Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul
Hukuku Hakkında Kanun’un Yabancı
Mahkeme ve Hakem Kararlarının Tenfizi ve Tanınması ile ilgili M. 52-57; Mülga
2675 Sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve
Usul Hukuku Hakkında Kanun’un M.
34-41)
…………….
DEĞERLENDİRME
Mülga 2675 sayılı Kanun ve bu
Kanun’u yürürlükten kaldıran 5718
sayılı Kanunda yabancı bir mahkeme
tarafından “hukuk davalarına ilişkin
olmak üzere verilmiş” ilamların tenfiz
edilebileceği, ayrıca ceza ilamlarının
“kişisel haklarla ilgili hükümlerinin” de
tenfize tabi bulunduğu kabul edilmiştir.
Şu halde “maddi hukuka” ait talepler hakkında verilmiş bulunan her türlü
yabancı mahkeme kararları, tenfiz kararı verilebilecek kararlardır.
Yabancı devletin usul hukukuna
tabii olarak verilmiş olan bir mahkeme
kararının, mahkeme ilamı niteliğinde
olup olmadığı ve kesinleşme şartları,
hiç şüphesiz ki münhasıran kararın
verildiği ülkenin usul hukuka göre tayin
ve tesbit olunur.
Bu durum, bilindiği üzere milletler
arası alanda gerekse Türk Mahkeme
uygulanmasında kabul edilmiş bulunan, usul hukukunda lex fori prensibinin, diğer bir deyişle mahkemenin kendi usul hukukuna tabii olması prensibinin bir gereğidir.
Tenfiz için aranan şartlardan biri,
Türk kamu düzeninin müdahalesi ile
ilgilidir. 5718 sayılı Kanun’un 54/c maddesine göre, yabancı bir mahkeme ilamının tenfiz edilebilmesi için, bu mahkeme ilamının Türk Kamu düzeninin
müdahalesini gerektirebilecek bir
”hüküm” taşımaması şarttır.
Burada yabancı mahkeme ilamının
tenfizinin reddini temin edebilecek tek
imkân yabancı mahkeme “hükmünün
ya da hüküm fıkralarının” Türk kamu
düzenine açıkça aykırı olmasıdır. Bu
şart bakımından yabancı ilamda yer
alan “gerekçe” ilamın tenfizini etkileyebilecek bir güce sahip değildir.
Önemle vurgulanmalıdır ki, tenfiz
hâkiminin yabancı mahkeme ilamının
maddi hukuk bakımından doğruluğunu
inceleme ve değerlendirme yetkisi yoktur. Bu yasak çerçevesinde, tenfiz hakiminin ilamda mevcut olan bir gerekçeyi
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 35
inceleyip değerlendirmesi de söz
konusu olamaz.
Diğer bir deyişle, ilamda bir
gerekçenin bulunması veya bulunmaması ilamda yer alan hükmün kamu
düzenine aykırılığını belirlemede
önem taşımamaktadır. Tenfizi talep
edilen yabancı mahkeme ilamında
Türk Usul Hukuku’nun anladığı
anlamda bir gerekçenin bulunması ya
da bulunmaması Türk Kamu düzeninin müdahalesi bakımından tenfiz için
ne etkilidir ne de gereklidir. Aksinin
kabulü, yeniden yargılama yapmak
sonucunu doğuracağı gibi yabancı
ilamı ittihaz eyleyen mahkemenin de
denetim ve inceleme organı haline
gelmek gibi istenilmeyen bir durum
belirecektir.
Aleyhine karar verilen tarafa
savunma hakkını kullanma imkânının
verilmemiş olması da Türk Kamu
düzeninin müdahalesini gerektiren bir
durumdur. İlke olarak, her mahkeme
kendi usul hükümlerini uygular(“Lex
Fori” prensibi). Bu sebeple yabancı
mahkemenin uyguladığı usulün, Türk
Usul hukukundan farklı olması Türk
Kamu düzeninin müdahalesi için bir
gerekçe değildir.
Aynı ilke yabancı mahkeme ilamında uygulanan ispat hukukuna ait
kurallar bakımından da geçerlidir.
Bununla beraber, eğer yabancı mahkeme ilamı Türk hukuk anlayışına
göre, bir hukuk devletinde olabilecek
bir usul hukuku düzeninden ve ispat
hukuku kurallarından farklı, adil yargılama ilkelerinin ihlal edici nitelikteki
bir usule tabii olarak verilmiş ise, Türk
kamu
düzeninin
müdahalesinin
gerekli olduğunu düşünerek tenfiz
talebinin reddi uygulanabilir. Özellikle
taraflara yeterli derecede kendilerini
savunma imkânı vermeyen bir usul
sistemi içinde verilmiş yabancı mahkeme ilamı için tenfiz talebinin reddi
söz konusu olabilecektir.
Yabancı Mahkemenin davada
kullandığı “Dava Usulü” de Türk
Kamu düzeninin müdahalesini gerektiren bir usul değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
“Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır” ilkesini
benimsemiştir (m.141/3). Türk Mahkemelerindeki davalarda duruşmalara
ilişkin yargılama kurallarını tespit
eden 141. maddenin, her türlü kararlarda gerekçe bulunmasını emreden
hükmünde yer alan “Bütün mahkemeler” kavramına, yabancı mahkemelerin de dahil olduğunu söylemek
olanaksızdır.
Anayasanın 141. maddesinin yargılama usulüne ilişkin olarak koyduğu
ilkelerin, münhasıran Türk Mahkemeleri için geçerli olacağı açık ve tartışmasız kabul edilen bir belirlemedir.
Türk Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun, şekli ve maddi içeriğini belirlediği “gerekçe” bilindiği üzere “Türk
Usul Hukuku anlamında” bir gerekçedir. Bu içerikteki bir gerekçenin
yabancı mahkeme kararında da
bulunmasını istemek veya aramak
şüphesiz lex fori prensibi ile de bağdaşmayacaktır.
Öncelikle bu içerikteki bir gerekçe, Anayasaya değil fakat Türk Hukuk
Muhakemeleri Kanunu’na ait bir
gerekçedir. Türk Usul Kanunu’nun
eski 388, yeni 297. maddesinde sayılan şekli ve maddi unsurların yabancı
bir mahkeme kararında da yer alması36 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
nı beklemek ve aramak, neticede bu
unsurlardan birinin veya bir kaçının
mevcut olmaması halinde bunu düşünerek tenfize uygun yabancı bir mahkeme ilamının tenfizini engellemek
anlamına gelir. Bu çeşit bir düzenleme Milletlerarası Usul Hukukunun ve
Türk Tenfiz Hukuku’nun kabul edemeyeceği bir görüş ve anlayış biçimidir.
Uygulamada ve ilmi görüşlere
göre benimsenen lex fori prensibi
gereği, şekil ve maddi içeriği ile
“gerekçe” her ülke hukukunun bizzat
kendisi tarafından belirlenen ve diğer
ülke hukukları tarafından “gerekçe”
olarak kabul edilmesi zorunlu ve
gerekli bir kavramdır. Buna rağmen
Anayasa’da yer alan Türk Mahkeme
kararlarının gerekçeli olması kuralı,
Türk Kamu Düzeninin müdahalesini
gerektirebilecek bir emredici hüküm
olarak düşünülemez.
Diğer yandan, mahkeme kararlarının gerekçeli yazılması gerektiğini ifade eden anayasa kuralının Türk Mahkemelerinden verilmiş kararlar için
“emredici” nitelikte olduğunda şüphe
yoktur.
Ancak burada, her emredici kuralın, Anayasa kuralı dahi olsa, “temel
hak ve hürriyetlere ilişkin bir kural
olmadıkça” yabancı hukukların uygulanmasında ve dikkate alınmasında
Türk Kamu Düzeninin müdahalesini
gerektirmeyeceğinin de kamu düzenine ilişkin bilinen bir prensip olduğunu
hatırlamak gerekir.
Türk tenfiz hukuku yabancı mahkeme kararlarının taşıdığı “hükümlerin” açıkça Türk kamu düzenini ihlal
edip etmeyeceği konusu ile ilgilenir.
Üstelik tenfiz hâkimine kararın gerekçesini incelemek ve dikkate almak
görev ve yetkisi dahi verilmemiştir.
Yabancı mahkeme kararı, verildiği
ülkenin usul hukuku kuralı “lex fori”
kuralına tabidir. Tenfiz şartları bu
kuralların nasıl ve hangi ölçüde tenfizi
engelleyeceğini ayrı ayrı göstermiştir.
Görülmektedir ki, yabancı mahkeme kararında Türk Usul Hukukunun
yeni yürürlüğe girmiş bulunan 6100
sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297. maddesi hükmü anlamında bir gerekçenin bulunmaması
tek başına Türk kamu düzeninin
müdahalesini gerektiren bir olgu
değildir.
geçerli olan prensiplere özel hukuka
ilişkin hüsnüniyet kurallarına, Türk
Devletinin siyasi rejimine, toplumun
ekonomik yapısının temelinden sarsacak olan değerlendirmeye, temel
insan haklarına, adalet anlayışına
aykırılıklar, kamu düzenine aykırılık
olarak kabul edileceğinden, yabancı
mahkeme ilamının hüküm fıkrasının
uygulanmasıyla, şu sonuçları doğuracak yabancı mahkeme kararlarının
tenfizi olanaklı değildir.
SONUÇ
“Yabancı mahkeme kararlarının
salt gerekçesinin bulunmamasının
kesinleşmiş yabancı mahkeme kararının tenfizine engel olmayacağına ve
bu hususun 5718 sayılı Milletlerarası
Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 54/c maddesi anlamında
kamu düzenine açıkça aykırılık sayılmayacağına”
10.02.2012 tarihinde yapılan ilk
toplantıda üçte ikiyi aşan oy çokluğu
ile karar verildi.
(NOT: Tam metni 20.09.2012
tarihli, 28417 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan kararda, çoğunluğun
yukarıdaki görüşüne 10 Hukuk Dairesi Üyesi Çetin Şen usul yönünden, bir
bölüm kurul üyesi ise aşağıda aynen
aktarılan nedenlerle karşı oy kullanmıştır.)
KARŞI OY
İçtihadı birleştirmenin konusu,
“Yabancı mahkeme kararlarının,
gerekçe ihtiva etmemesinin tenfize
engel olup olmayacağı” hakkındadır.
Sayın çoğunluk 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku
Hakkında Kanunun 54/c maddesi
gereğince hükmün kamu düzenine
açıkça aykırı bulunmaması halinde
gerekçe içermese dahi yabancı mahkeme kararının tenfiz edilebileceğini
kabul etmektedir.
Yabancı mahkeme ilamlarının
tenfiz şartları, 5718 sayılı Milletlerarası
Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanunun 54. maddesinde düzenlenmiştir.
Bu yasal düzenlemeye göre
yabancı mahkeme kararının tenfiz
edilebilmesi için;
a)Türkiye Cumhuriyeti ile ilamın
verildiği devlet arasında karşılıklılık
esasına dayanan bir anlaşma yahut o
devlette Türk mahkemelerinden verilmiş ilamların tenfizini mümkün kılan
bir kanun hükmünün veya fiili uygulamanın bulunması.
Kısaca; ilke olarak her mahkeme
kendi milli usul hükümlerini uygular,
bu sebeple yabancı mahkemenin tatbik ettiği usulün Türk hukukundan
farklı olması kamu düzeninin müdahalesi için gerekçe değildir. Aynı ilke
yabancı mahkeme kararında uygulanan ispat hukukuna ait kurallar bakımından da geçerlidir. Münhasıran
hukuki dinlenilme hakkı verilmeden
oluşturulan ve kesinleşen gerekçesiz
bir yabancı mahkeme kararının sırf bu
sebeple Türk kamu düzenine aykırı
bulunduğunu belirtmek suretiyle tenfiz talebinin reddi lex fori prensibine
de aykırı düşecektir.
c) Hükmün Kamu düzenine açıkça aykırı bulunmaması
Diğer bir değişle kendi usul hukuk
hükümleri uyarınca, Türk usul hukuku
anlamında, gerekçesi bulunmayan
yabancı mahkeme ilamlarının gerekçesizliği salt bu sebepten dolayı tenfize engel bir sebep olarak ileri sürülemez. Ancak kararın Türk Hukukunun
temel değerlerine, Türk genel ahlak
ve adap anlayışına, temel adalet anlayışına, Anayasada yer alan temel hak
ve özgürlüklere, milletlerarası alanda
ç) O yer kanunları uyarınca, kendisine karşı tenfiz istenen kişinin hükmü veren mahkemeye usulüne uygun
bir şekilde çağrılmamış veya o mahkemede temsil edilmemiş yahut
kanunlara aykırı bir şekilde gıyabında
veya yokluğunda hüküm verilmiş ve
bu kişinin yukarıda ki hususlardan
birine dayanarak tenfiz istemine karşı
Türk Mahkemesine itiraz etmemiş
olması gerekir.
b)İlamın Türk Mahkemelerinin
münhasır yetkisine girmeyen bir
konuda verilmiş olması veya davalının
itiraz etmesi şartıyla ilamın, dava
konusu veya taraflarla gerçek bir ilişkisi bulunmadığı halde kendisine yetki
tanıyan bir devlet mahkemesince
verilmiş olmaması.
Yasa koyucu, yabancı mahkeme
kararlarının tenfizini kayıtsız şartsız
kabul etmemiştir. Tenfiz için yukarda
belirtilen sınırlamaları getirmiştir. Bunlardan birisi de içtihadı birleştirmenin
konusunu oluşturan hükmün kamu
düzenine açıkça aykırı bulunmaması
ilkesidir. Tenfizi istenen kararda yasada öngörülen diğer koşullar gerçekleşse dahi hüküm kamu düzenine
aykırı ise tenfiz edilemeyecektir.
Kamu düzeninin tanımlanmasında, uygulama ve doktrinde oybirliği
bulunmamaktadır. Kamu düzeni
zamana ve yere göre değişebilir.
Ancak gün geçtikçe kamu düzeni
kavramının kapsamı daraltılmaktadır.
Anayasa ile düzenlenen temel hak ve
hürriyetlere, milletlerarası hukukta
kabul edilen temel ilkelere, adil yargılama ve savunma hakkına, genel
ahlaka Türk hukuk düzeninin temelini
oluşturan ve devletin vazgeçemeyeceği ilkelere aykırılık, kamu düzenine
aykırılık teşkil eder.
Tenfizi istenen kararın kamu
düzenine aykırı olup olmadığı gerekçe
ile saptanabilir. Anayasa 141/3 maddesi “ Bütün mahkemelerin her türlü
kararları gerekçeli olarak yazılır.”
HUMK 388 (HMK 297) maddesi de
bütün kararların gerekçeli olmasını
öngörmüştür. Gerekçe hükmün
dayandığı hukuki esasları açıklar.
Böylelikle hükmün denetlenmesi
mümkün olur. Taraflar da mahkemenin gerekçesi sayesinde haklı olup
olmadıklarını anlayabilir. Yargıtay
incelemesi aşamasında kararın usul
ve yasalara uygun olup olmadığı
gerekçe ile denetlenebilir. Avrupa
insan Hakları Sözleşmesinin 45.maddesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
hükümlerinin ve kararların gerekçeli
olmasını şart koştuğu gibi sözleşmenin 6. maddesi de adil yargılama hakkı başlığı altında kararların gerekçeli
olmasına değinmektedir.
Kararın hüküm fıkrası (sonucu),
talep hakkında verilen sonucu belirtir.
Örneğin; 50.000 TL’nin davalı Maliye
Hazinesinden tahsili ile davacı A’ya
verilmesine dair yabancı mahkeme
kararında ki hüküm fıkrası görünüşte
kamu düzenine açıkça aykırılık teşkil
etmemektedir. Ancak bu uyuşmazlık
(A) ile maliye Hazinesi arasındaki Türk
mahkemelerinin münhasır yetkisine
giren vergi hukuku uyuşmazlığından
doğduğu takdirde, Türk kamu düzenine aykırı bir kararın tenfizi sonucu
doğuracaktır. Tenfizi istenen kararın
kamu düzenine aykırılık teşkil edip
etmeyeceği hüküm fıkrası (sonucu),
ile gerekçenin birlikte değerlendirilmesi ile saptanacağından sayın
çoğunluğun gerekçe içermeyen
kararların sadece hüküm bölümünün
denetlenmesini yeterli gören düşüncelerine katılmıyoruz. 10.2.2012
Ali ALKAN
13.H.D.Başkanı
Harun KARA
13.H.D.Üyesi
Mehmet Ali ESMER
13.H.D.Üyesi
Mete DUMAN
13.H.D.Üyesi
Candaş İLGÜN
13.H.D.Üyesi
MAHKEMECE KARŞI TARAF
LEHİNE HÜKMEDİLEN VEKALET
ÜCRETİ KDV’NE TABİ DEĞİLDİR
T.C.
İSTANBUL
11. VERGİ MAHKEMESİ
2011/ 1275 E.
2012/ 1046 K.
14.05.2012 T.
İSTEMİN ÖZETİ: Avukatlık işinden dolayı vergi
mükellefi olan davacı tarafından ihtirazi kayıtla
verilen 2011/5. Dönemine ilişkin katma değer
vergisi beyannamesine istinaden yapılan
tahakkukunun; karşı taraf vekalet ücretleri bir
hizmetin karşılığı olmadığı için katma değer
vergisinin konusuna girmediği, vekalet ücreti
ödemek zorunda kalan taraf ile lehine vekalet
ücreti hükmedilen avukat arasında bir hizmet
ilişkisinin bulunmadığı gibi bu hususun Avukatlık
Kanununa göre yasak bir durum olduğu, söz
konusu ücretin 1086 Sayılı HUMK uyarınca bir
yargılama gideri olduğu ileri sürülerek iptali
istenmektedir.
SAVUNMA ÖZETİ: Davacının kendi beyan ettiği
matrah üzerinden tarh edilen dava konusu
vergiye karşı dava açamayacağı, dava
dilekçesinde eksiklikler bulunduğu , serbest
meslek faaliyeti çerçevesinde gelir elde eden
davacının, 3065 sayılı KDV Kanunu uyarınca
hizmet verdiği andan itibaren mükellef olduğu,
ayrıca 2011 Mayıs ayından evvel tebliğ edilen ve
lehine avukatlık ücreti hükmedilen kararların
dava açma süresi açısından tetkik edilmesi
gerektiği, yapılan işlemlerde hukuka aykırı bir
yön bulunmadığından davanın reddi gerektiği
savunulmuştur.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren İstanbul 11. Vergi Mahkemesi’nce
önceden belirlenen gün ve saatte açık olarak
yapılan duruşmaya davacı ve vekilleri ile davalı
idareyi temsilen Av. ..’nın geldikleri görüldü.
Taraflara usulüne uygun olarak söz hakkı verilip,
açıklamaları dinlendikten sonra duruşmaya son
verilip, dava dosyası incelenerek işin gereği
görüşüldü:
Dava, 2011/5. Dönemine ilişkin olarak ihtirazi
kayıtla verilen katma değer vergisi
beyannamesine istinaden yapılan katma değer
vergisi tahakkukunun iptali istemiyle açılmıştır.
3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 1.
Maddesinin 1. Fıkrasının 1. bendinde,
Türkiye’de; ticari, sınai, zirai faaliyet ve serbest
meslek faaliyeti çerçevesinde yapılan teslim ve
hizmetlerin katma değer vergisine tabi olduğu,
4. Maddesinde, Hizmetin teslim ve teslim
sayılan haller ile, mal ithalatı dışında kalan
işlemler olduğu, bu işlemlerin; bir şeyi yapmak
ve işlemek, meydana getirmek, imal etmek,
onarmak, temizlemek, muhafaza etmek,
hazırlamak, değerlendirmek, kiralamak, bir şeyi
ÖZET: Serbest meslek kazancının katma değer vergisine tabi olması bir hizmet
sunumuna bağlı olup, bu hizmetin tarafların karşılıklı iradeleriyle yaptıkları sözleşmeye bağlı olması ve bu hizmetin doğrudan doğruya iş sahibi (müvekkil) için yapılmış olması gerekir.
Bu nedenle mahkemelerce karşı taraf lehine hükmedilen vekalet ücreti, ödeyen
tarafın (borçlunun) karşı taraf avukatından aldığı bir hizmetin karşılığı olmadığından
katma değer vergisinin konusu dışında kalır.
yapmamayı taahhüt etmek gibi, şekillerde
gerçekleşebileceği hükümlerine yer verilmiştir.
193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 65.
Maddesinde, her türlü serbest meslek
faaliyetlerden doğan kazançların serbest meslek
kazancı olduğu, serbest meslek faaliyetinin;
sermayeden ziyade şahsi mesaiye ilmi veya
mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan ve ticari
mahiyette olmayan işlerin ve işverene tabi
olmaksızın şahsi sorumluluk altında kendi nam
ve hesabına yapılması olduğu belirtilmiştir.
1136 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun 1.
Maddesinde, avukatlığın, kamu hizmeti ve
serbest bir meslek olduğu, 163. Maddesinde
avukatlık sözleşmesinin serbestçe
düzenleneceği, avukatlık sözleşmesinin belli bir
hukuki yardımı ve meblağı yahut değeri
kapsaması gerektiği, 164. Maddesinde,
Avukatlık ücreti, avukatın hukuki yardımının
karşılığı olan meblağı veya değeri ifade edeceği,
maddenin devamında, ücretin tespitine ilişkin
esaslar belirlenmiş olup, bu maddenin son
fıkrasında 2.5.2001 tarih ve 4667 sayılı
Kanunu’nun 77. Maddesiyle değişmeden önceki
halinde, avukatla iş sahibi arasında aksine yazılı
sözleşme bulunmadıkça, tarifeye dayanılarak
karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin
avukata ait olduğu hükmüne yer verilmişken,
4667 sayılı Kanunla bu son fıkra, “dava
sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı
tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir.
Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve
mahsup edilemez, haczedilemez.” şeklinde
değiştirilmiştir.
Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Mahkemeleri
Kanunu’nun 423. Maddesinde, mahkemece
tayin edilen vekalet ücretlerinin yargılama
giderleri arasında yer aldığı düzenlenmiş, benzer
düzenleme 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu’nun 323. Maddesinde de
bulunmaktadır.
Dava dosyasının incelenmesinden, avukat olan
davacının elde ettiği karşı taraf vekalet
ücretlerine isabet eden Katma Değer Vergisini
ihtirazi kayıtla beyan ederek, karşı taraf vekalet
ücretlerinin katma değer vergisine tabi olmadığı
gerekçesiyle tahakkukunun iptali istemiyle iş bu
davayı açtığı görülmüştür.
Yukarıda yer alan yasal düzenlemelere göre,
avukatlık mesleğinin, serbest meslek faaliyeti,
bu meslekten elde edilen kazancın da serbest
meslek kazancı olduğu, serbest meslek faaliyeti
çerçevesinde yapılan teslim ve hizmetlerinde ise
katma değer vergisine tabi bulunmadığı
anlaşılmaktadır.
Avukatın gerek vekalet sözleşmesine dayalı
olarak müvekkilinden elde ettiği ücret gerekse
mahkeme kararıyla karşı taraftan elde ettiği
ücret serbest meslek kazancı olup, serbest
meslek kazancının katma değer vergisine tabi
olabilmesi için bir hizmet sunumuna dayalı
olması zorunludur. Hizmetin ise, tarafların
karşılıklı iradeleriyle akdettikleri sözleşmeye
dayalı olması ve bu hizmetin doğrudan doğruya
ve münhasıran, muhatap için yapılmış olması
gerekmektedir.
Mahkeme kararı uyarınca karşı taraf avukatına
ödenen vekalet ücreti, ödeyen tarafın karşı taraf
avukatından aldığı bir hizmetin karşılığı değildir.
Tamamen Hukuk Usulü Mahkemeleri Kanunu ve
Avukatlık Kanuna göre mahkeme kararı uyarınca
ödenmektedir. Zaten belirtilen şekilde vekalet
ücretine hak kazanan avukatların, karşı/borçlu
tarafa serbest meslek faaliyeti kapsamında bir
hizmet sunması hukuken mümkün olamaz.
Dolayısıyla, Avukatlık Kanuna göre haklı çıkan
tarafın avukatına ait olan bu vekalet ücretinin,
elde eden avukat için Gelir Vergisi Kanunu
açısından serbest meslek kazancı niteliğinde
olmasına rağmen, hem verilen hizmet karşılığı
elde edilen bir bedel niteliğinde olmaması, hem
de hizmet verilen kişiden tahsil edilen bir bedel
olmaması sebebiyle, katma değer vergisinin
konusuna girmemektedir.
Bu durumda, karşı taraf vekalet ücretinin katma
değer vergisinin konusuna girmemesi nedeniyle,
yapılan tahakkuk işleminde hukuka uyarlılık
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle; davanın kabulüne, dava
konusu tahakkuk işleminin iptaline, aşağıda
dökümü yapılan yargılama giderinin ve Avukatlık
Asgari Ücret Tarifesi uyarınca hesaplanan
900,00 TL vekalet ücretinin davalı idareden
alınarak davacıya ödenmesine, müdahil harç
giderleri ile 56 TL müdahil posta giderlerinin
müdahale talebinde bulunanlar üzerinde
bırakılmasına, artan posta avansının kararın
kesinleşmesi halinde davacıya ve müdahale
isteminde bulunanlara iadesine, kararın tebliğ
tarihini takip eden gün itibaren 30 gün içinde
Danıştay’a temyiz yolu açık olmak üzere
14/05/2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 37
Helâl Olsun !...
Duruşma sonunda mahkeme başkanı
sanıklara: “hakkınızı helâl edin” dedi.
(Milliyet 03.07.2012)
12-13 yaşlarındaydım, annem bana şöyle bir hikâye
anlattı; adamın birinin uzak bir şehirde kadılık yapan
çok samimi bir arkadaşı varmış. Bir gün adamın aklına
esmiş, “gideyim şu dostumu bir ziyaret edeyim.”
demiş. Bin bir zahmetle yolculuk yapıp arkadaşının
bulunduğu şehre varmış. Sorup soruşturup mahkemeyi
bulmuş. Kadı efendi o sırada başka bir davaya
bakmakta imiş. Adam açık kapıdan başını uzatmış,
kadı ile göz göze gelmişler fakat kadının yüzünde ne bir
tebessüm ne de hoş geldin gibilerden bir sözcük veya
ifade var. Adam fena halde bozulmuş ve üzgün bir
şekilde kapının önüne oturmuş. Bunca yorgunluğa mı
üzülsün, karşılaştığı muameleye mi yansın. Biraz
dinlenip dönmeyi düşünürken, dava başka bir güne
ertelenmiş, davacı ile davalı salonu terk edip gitmişler.
Kadı efendi yerinden kalkıp gelmiş, arkadaşının
boynuna sarılıp hoş geldin demiş, kendisini gördüğüne
ne kadar sevindiğini anlatmaya başlamış.
Adam gördüğü iki zıt muameleden fena halde şaşkın,
“yahu, demin seninle göz göze geldik, bir tebessüm
bile etmedin, şimdi de boynuma sarılıyorsun, bu tezat
nedir? “ demiş.
Kadı efendi ; “ kusura bakma” demiş “ben elbette seni
gördüm ama o sırada davacıyı dinlemeyi bitirip,
davalıyı dinlemeye başlamıştım, yüzümdeki ifadenin
değişmesinden dolayı bir taraf davayı kaybedeceği,
diğer taraf kazanacağı yolunda bir düşünceye kapılır
endişesi ile seni görmezlikten geldim” demiş.
Bu hikâye beni çok etkilemiş, çocuk aklımla asla böyle
bir mesleği icra edemeyeceğimi, hâkimlik yapanların da
olağanüstü insanlar olduklarını düşündürmüştü.
Şimdi ne kadar yanıldığımı anlıyorum, adalet dağıtmak
hiç de o kadar zor değilmiş meğer.
Yapacağınız iş şu ; mensubu olduğunuz
cemaat, gurup, ideolojinin patronları, gücü
elinde bulunduranların işaret ettiği adamları
içeri alıyorsun, sahte CD, uydurma delil,
imzasız ihbar, binlerce sayfalık polis
fezlekesini iddianame olarak kabul edip,
“yeter artık sal” talimatı alıncaya kadar içerde
tutuyorsun , sonra salıyorsun, bu kadar basit.
Vicdanında herhangi bir rahatsızlık duyacak
38 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
olursan, son duruşmada sanıklara “hakkınızı helâl edin”
diyorsun, olup bitiyor. Artık bir sabi çocuk kadar saf ve
günahsızsınız içiniz rahat olsun.
Musalla taşında upuzun yatmakta olan cenazenin
namazını kıldıran hoca hani sorar ya; “merhuma (veya
merhumeye) hakkınızı helâl ettiniz mi?..” ölende hakkı
olan, olmayan, tanıyıp tanımayan cemaat hep bir
ağızdan mırıldanır; “helâl olsun”
Ve cenaze omuzlara alınır.
Soruyorum lütfen cevap verin “adalete hakkınızı helâl
ettiniz mi ?”
SEHVEN!..
Bu kelimeyi sevdiğim kadar hiçbir kelimeyi sevmiyorum.
Ne aşk sözcükleri, ne manzara tasviri ifadeleri, ne beni
öven cümlelerdeki kelimeler, ne şiir dizeleri, ne şarkı
güfteleri beni “sehven” sözü kadar heyecanlandırmıyor.
Bu kelimeyi yaratan Araplara, “yanlışlıkla ya da
yanılarak” sözleri yerine Arapça’dan Türkçe’ye apartan
zat-ı muhtereme büyük hayranlığım var.
Düşünün bir kere, bu kelime bütün namussuzlukları,
bütün hırsızlıkları, hataları, günahları bir anda aklayıp
pir-ü pak ediyor. Kabul olunan tövbe gibi mübarek. Ne
halt işlersen işle “sehven” dedin mi, her şey bitti…Misal
;
• Bu düzmece CD delil çuvalına neden kondu?
• Savcı, “sehven efendim.”
• Tanımadığı örgüt üyelerinin telefon numaraları
sanığın telefonunda ne arıyor?
• Polis, “sehven yüklemişiz hâkim bey.”
Bence ceza kanununa bir madde konmalı, “sehven
yapıldığı beyan edilen fiiller suç teşkil etmez “,
denmeli…
“sehven çaldım hakim bey”
“sehven öldürdüm efendim”
“sehven tecavüz ettim, hakim bey”
“yardım paralarını sehven iç ettim savcı
bey”
“Yaz kızım, karar; sanık üzerine atılı eylemi
sehven işlediğinden suç teşkil
etmeyeceğine bu nedenle beraatına…”
KAYNAK GÖSTERMEZ KAYNAK YAPAR
Balyoz Mağdurlarına Müjde:
Temyiz Hakkı Kazanıldı
Tarihe altın harflerle yazılacak bir başarıyla tamamlanan
Balyoz davasının ardından, sanık yakınları için müjdeli haber
hükümet yetkililerinden geldi.
Haklarında mahkumiyet kararı
verilen sanıkların temyiz haklarının bulunduğu haberi yakınlarını sevince boğarken, ekran
başında duygu dolu anlar yaşandı. Sürecin bir de temyiz boyutu bulunduğunun açıklanması ile birlikte, tüm yurtta
hukuk devletine olan sarsılmaz
inancın daha da pekiştiği, ada-
lete olan güvenin tazelendiği
belirtiliyor.
Özel Görevli Mahkeme tarafından yapılan çok özel yargılama sırasında, savunma tarafından
sunulan
delillerin
değerlendirilmediği, şüphenin
sanıklar lehine yorumlanmadığı
gibi maksatlı iddialar ortaya atılmıştı. Hükümet yetkililerinin
temyiz yolunun açık olduğu yönündeki müjdesinden sonra, iddia sahibi mihrakların tahriklerine nasıl devam edecekleri ise
belirsizliğini koruyor.
Uzmanlar Açıkladı:
Türkiye’de Rejim
Değişmiştir
Darbe miydi değil miydi, postal mıydı takunya mıydı
derken, uzmanlardan Türkiye’deki rejim tartışmalarına
son noktayı koyan açıklama geldi. Konuyla ilgili titiz bir
çalışma yürüten ekibin başındaki isim Diyetisyen Narin
Filiz, son yıllarda obezite oranındaki artışın kaygı verici
olduğunu, ancak bu durumun bir rejim bunalımına yol
açmadan aşıldığını belirtti. Hareketsiz ve giderek daha
çok yiyen bir toplum olmamızın ağırlığa olan etkisinin
inkar edilemeyeceğini kaydeden Narin Filiz, çalışmalarının
sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
“Toplum olarak yeme alışkınlığımızdaki farklılaşmanın
çok önemli sonuçları olduğunu gözlemledik. Eskiden bir
oturuşta hepsini yiyorduk. Şimdi azar azar ve sık sık yiyoruz, üstelik ayakta yiyoruz. Tabi uygulanan rejim de haliyle
buna bağlı olarak farklılık gösteriyor. Vatandaşlarımız sık
ama kararında yemeye teşvik eden rejime daha çok rağbet eder oldular. Buna çeşitli isimler takanlar var. Ama
biz hazmı kolay olması açısından ‘yetmez ama evet rejimi’
diyoruz.”
Tumturaklı
Avukatlar Grubu
Seçime Hazır
Tumturaklı Avukatlar Grubu (TUMTAG) tüm avukatları kucaklayan
seçkin kadrosuyla seçim sürecindeki iddialı çıkışını sürdürüyor. Grubun
ilk kurulduğu günden bu yana savundukları demokratik, laik, milliyetçi,
muhafazakar, özgürlükçü, mukaddesatçı anlayıştan asla ödün vermeyeceklerini söyleyen başkan adayı Özberk Özbeyaz, çizgilerinin
net olduğunu bir kez daha vurguladı.
Hatırlanacağı gibi, grup ilk çıkışını basının ilgi odağı olan bir kokteylle Club Palace Resort Hotel’de yapmış, şarap ve viskinin yanısıra
zemzem suyunun da su gibi aktığı geceye birlik ve beraberlik mesajı
damgasını vurmuştu. Özbeyaz, bütünleştirici bir anlayışla çıktıkları
yolda her geçen gün daha da büyüdüklerini belirterek meslektaşlar
arasında ayrımcılığa son vereceklerini vaad etti:
“Bugüne kadar hep unutulan sigortalı avukatların sorunlarını bizden iyi kim bilebilir? Ekip olarak tüm arkadaşlar oturup birbirimize
bir söz verdik. Bundan sonra sigortalı çalışanlarımıza asgari ücretin
altında ücret vermeyelim dedik. Sonra da bunu tutanağa geçirdik ki
herkese örnek olalım istedik. Sonuçta biz onları da kendi meslektaşımız sayıyoruz, kucaklıyoruz. Bir de kıdem tazminatı meselesi var tabi.
Bu konuda gerçekçi olalım, kendimizi kandırmayalım. Sigortalı avukatlar meslektaşlarımızdan tazminatlarını alabiliyor mu? Bu işi baro
yönetiminde kuracağımız kıdem tazminatı fonuna bırakacağız ki, on
yıllık çalışma süresini doldurmuş sigortalı avukatlarımız mağdur olmasınlar.”
Meslek sorunlarına ‘Rantabl Avukat Minimal Baro’ anlayışıyla çözüm arayacaklarını sözlerine ekleyen Özberk Özbeyaz, seçim döneminde tüm meslektaşlara gönderecekleri birbirinden yaratıcı seçim
mesajlarıyla ‘Herkese 1000 SMS kampanyası’ projesinin hazır olduğunu kaydetti.
HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012 • 39
İzmir Barosu’nda
Seçim Zamanı
İzmir Barosu'nun 20-21 Ekim günlerinde yapılacak olağan genel kurulu öncesinde, avukatlar arasında seçim heyecanı giderek yükseliyor. Türkiye’nin
en fazla üyeye sahip barolarından olan
İzmir Barosu’nda, değişik gruplarda yer
alan avukatlar, baro organları için yapılacak seçimlerde meslektaşlarından
oy isteyecek.
Bir önceki genel kurulda olduğu gibi
bu yıl da çok sayıda grubun seçimlere
girmesi bekleniyor. Edindiğimiz bilgiye
göre, halen yönetimde olan Çağdaş
Avukatlar Grubu, İzmir Barosu Başkanı
Av. Sema Pekdaş’ı; Bağımsız Savunma
Grubu, eski baro başkanlarından Av.
Bahattin Özcan Acar’ı; Cumhuriyetçi
Avukatlar Grubu, eski baro başkanlarından Av. Özdemir Sökmen’i, İlerici
Avukatlar Grubu, Av. Arif İnönü’yü ve
Demokrat Avukatlar Grubu da Av. Mehmet Girgin’i baro başkanlığına aday
gösterecek.
Atlı binden fazla üyesi olan İzmir Barosu’nda beşbine yakın üyenin genel
kurulda oy kullanması bekleniyor.
Bağımsız Savunma
Grubu, adaylarını
açıkladı
28 Eylül’de İzmir Adliyesinde bir basın toplantısı düzenleyen Bağımsız Savunma Grubu, 2012-2014 döneminde
İzmir Barosu organlarında çalışmak
üzere göreve talip olan adaylarını basına ve kamuoyuna tanıttı.
40 • HUKUK DÜZLEMİ-6 • EKİM 2012
Tanıtım toplantısında söz alan grubun
başkan adayı Av.Bahattin Özcan Acar, yaptığı basın açıklamasında şu görüşlere yer
verdi:
“Önümüzdeki iki yıllık dönemde mesleğe, meslektaşlara ve hukuka, kurumsal
olarak hizmet verebilmek için İzmir Barosu'nun yönetimine talip oluyor, ‘Bağımsız
Savunma’nın adayları olarak görev ve sorumluluk almak istiyoruz.
Ucu açık bir yargılama süreci ve hukuk
dışı yargılama yöntemleri uygulanarak, hukukun temel ilkeleri, savunma hakkı açıkça
çiğnenerek, bir kısım yargı mensubu tarafından görev ve yetkiler kötüye kullanılarak
hukuk, güç mücadelesi ve otoriter bir devlet yapılanması için kullanılıyor.
Avukatların görevlerini yapamaz hale
geldikleri ortada. Silivri yargılamaları, KCK
yargılamaları, toplu olarak götürülüp tutuklanan meslektaşlarımız, gazeteciler, ordu
mensupları, hepsi için durum içler acısıdır.
Hukuk bitmiştir.
Arabuluculuk yasasıyla, yargıda özelleştirmenin önü açılıyor, avukatlık meslek tekeli kırılıyor, etkinlik alanı daraltılıyor.
4 Temmuz'da iktidar milletvekilleri tarafından Meclise verilen kanun teklifiyle, siyasi iktidar ne olursa olsun TBB'ni ele geçirmek, yargı üzerindeki egemenliğini
savunma üzerinde de kurmak istiyor.
Meslektaşlar mesleği icra etmenin şevkini kaybetti. Gençlerimiz bocalıyor, yarınlara dönük umutlarını yitiriyor.
Asla umudu yitirmeyeceğiz. Baro öncelikle meslektaşlar için vardır. Meslek
ve meslektaşın yaşadığı sorunlar baronun temel gündemidir. Ancak, hiçbir sorun, meslek onurumuzdan, hukuk için
mücadeleden daha önemli değildir.
Bağımsız Savunma'yı oluşturan
meslektaşlar, yıllara dayalı mücadelenin
deneyim ve birikimi içinden gelen,
onurla sahiplendikleri baro geleneğinin
yüklediği duyarlılıkla tüm meslektaşlarımızla birlikte, bugün en çok ihtiyaç
duyduğumuz ‘vicdan ve adalet’ için göreve taliptir.”
İzmir Barosu son genel kurul (2010) seçim
sonuçları
Adaylar
Aldığı oy
Av. Sema Pekdaş
(Çağdaş Avukatlar Grubu)
1022
Av. İbrahim Bahçıvancılar
(Bağımsız Savunma)
896
Av. Özdemir Sökmen
(Cumhuriyetçi Avukatlar Grubu)
871
Av. Erdoğan Öztürker
(Cumhuriyetçi Avukatlar Grubu)
809
Av. Refik Uzun
(Değişim Avukatlar Grubu)
286
Av. İlhan Erkul
(Tüm Cumhuriyetçi Avukatlar Grubu)
236
Av. Mehmet Seyrek
(İlerici Avukatlar Grubu)
111

Benzer belgeler

Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma

Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma eni boyu değerlendirilmesi gereken konular arasında. Ancak ben, bu yazıda, yapılan değişiklikleri uluslararası açıdan, AYM’nin bireysel başvuruları değerlendirirken evrensel uluslararası

Detaylı

hukuki makaleler

hukuki makaleler Adalet ve YIL: 2 SAYI: 6 EKİM 2012 İmtiyaz Sahibi: Toplum İçin Hukuk Derneği adına Av. Azra SİRAY Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Av.Tamer DOĞAN Yayın Kurulu: Av. Ahmet Hamdi YILDIRIM Av. Azra SİRAY A...

Detaylı