Cilt 8 Sayı 1 - ATAUM

Transkript

Cilt 8 Sayı 1 - ATAUM
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi
Cilt/ 8 • Sayı/1 • Yıl /2009
Yayın Sahibinin Adı
Ankara Üniversitesi
Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
Adına Sahibi
Prof. Dr. Çağrı ERHAN
Editörler
Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Burça KIZILIRMAK(Ankara Üniversitesi)
Editör Yardımcısı
Uzm. Deniz SENEMOĞLU (Ankara Üniversitesi)
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Uzm. Dr. Mehmet Kaya UYSAL (Ankara Üniversitesi)
Yayın İdare Merkezi Adresi
Ankara Üniversitesi
Avrupa Toplulukları Araştırma ve
Uygulama Merkezi
Cebeci Kampüsü 06590 ANKARA
e-posta: [email protected]
[email protected]
web: http//www.ataum.ankara.edu.tr
Yayın İdare Merkezi Telefonu
0 (312) 362 07 80 – 362 07 62
Faks
0 (312) 320 50 61
Yayının Türü
Yerel Süreli Yayın
Basımcının Adı
Ankara Üniversitesi Basımevi
İncitaşı Sokak No.10
06510 Beşevler – Ankara
Basımcının Telefonu
0 (312) 213 66 55
Basım Tarihi/Yeri
25/09/2009 – Ankara
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Belgin AKÇAY (Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Birol AKGÜN (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Tuğrul ARAT (TOBB, ETÜ)
Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN (Bahçeşehir Ü.)
Prof. Dr. Füsun ARSAVA (Atılım Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa AYDIN (TOBB, ETÜ)
Doç. Dr. Ersel AYDINLI (Bilkent Üniversitesi)
Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI (ODTÜ)
Prof. Dr. Ali BOZER (Çankaya Üniversitesi)
Prof. Dr. Ömer BOZKURT (TODAİE)
Dr. Başak ÇALI (UCL)
Doç. Dr. Aykut ÇELEBİ (Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Mitat ÇELİKPALA (TOBB, ETU)
Doç. Dr. Selçuk ÇOLAKOĞLU (Adnan Menderes Ü.)
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU (Galatasaray Üniversitesi)
Prof. Dr. Muzaffer DARTAN (Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Alois ECKER (Viyana Üniversitesi)
Doç. Dr. Candan ATEŞ EKŞİ (Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Gülcan ERAKTAN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Atila ERALP (ODTÜ)
Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR
Doç. Dr. Kostas IFANTIS (Atina Üniversitesi)
Prof. Dr. Kemal KİRİŞÇİ (Boğaziçi Üniversitesi)
Doç. Dr. Gökhan KOÇER (Karadeniz Teknik Ü.)
Prof. Dr. Marianne KRÜGER-POTRATZ (Münster Ü.)
Yrd. Doç. Dr. Gamze AŞÇIOĞLU ÖZ (ODTÜ)
Doç. Dr. Çınar ÖZEN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Philip ROBINS (Oxford Üniversitesi)
Prof. Dr. Kenji TAKITA (Tokyo Chuo Üniversitesi)
Doç. Dr. Hakan TAŞDEMİR (Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Nahit TÖRE (Çankaya Üniversitesi)
Prof. Dr. Mehmet UĞUR (Greenwich Üniversitesi)
Yayın Kurulu
Uzm. Erhan AKDEMİR (Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Sanem BAYKAL (Ankara Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Erdem DENK (Ankara Üniversitesi)
Uzm. Ceran ARSLAN OLCAY (Ankara Üniversitesi)
Zerrin SAKARYA (Ankara Üniversitesi)
Demet H. SEZGEN (Ankara Üniversitesi)
ISSN 1303 - 2518
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından yılda iki kez yayınlanan hakemli bir
dergidir. Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler yazarlarına aittir. Tüm hakları saklıdır.
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, ULAKBİM, World Political Science
Abstracts, International Political Science Abstracts (IPSA) ve
PAIS International tarafından taranmaktadır.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA TOPLULUKLARI
ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ
ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI
DERGİSİ
.
Yıl: 2009
Cilt: 8, Sayı: 1
ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ
İncitaşı Sokak No:10
06510 Beşevler / ANKARA
Tel: 0 (312) 213 66 55
Basım Tarihi: 25/ 09/ 2009
ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ
Yıl: 2009
Cilt: 8, Sayı: 1
İÇİNDEKİLER
Erhan AKDEMİR
11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 Terörist
Saldırılarının Ardından İslam’ın Avrupa’da Algılanışı
1
Burcu Gökçe YILMAZ-AKIN
Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorununa Bir Çözüm Olarak
Türkiye’nin Üyeliği
27
Erol KURUBAŞ
Etnik Sorun-Dış Politika İlişkisi Bağlamında Kürt
Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri
39
T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKİS,
Palaeolithic Landscapes of Europe and Environs,
150.000-25.000 Years Ago: An Overview
Çeviren: Kaya UYSAL
Bir Genel Bakış: Günümüzden 150.000 İle 25.000 Yıllar
Öncesinde Paleolitik Döneme de Karşılık Gelen Zaman Aralığında
Avrupa Coğrafyasının Manzarası
71
Dilek TEMİZ
Gümrük Birliği ile Birlikte Türkiye’nin Dış Ticaretinde
Yapısal Değişimler Oldu mu?
115
Galym ZHUSSİPBEK
2007 Lizbon Antlaşması, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın
Tanımı ve Özellikleri, Güvenlik Aktörü Olarak Avrupa Birliğinin Nitelikleri
139
ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ (2009)
ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES
Year: 2009
Volume: 8, Number: 1
CONTENTS
Erhan AKDEMİR
Perception of Islam in Europe After the 11 September 2001,
11 March 2004 and 7 July 2005 Terrorist Attacks
1
Burcu Gökçe YILMAZ-AKIN
Turkey's Membership as a Remedy for Ageing
Problem of the European Union
27
Erol KURUBAŞ
The Impact of the Kurdish Problem on Turkish Foreign Policy in the
Context of the Ethnic Problem-Foreign Policy and Relationship
39
T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKİS,
Palaeolithic Landscapes of Europe and Environs, 150.000-25.000
Years Ago: An Overview
Translation into Turkish by M. Kaya UYSAL
71
Dilek TEMİZ
Have There Any Structural Changes Happenned In
Turkey's Foreign Trade With Customs Union?
115
Galym ZHUSSIPBEK
2007 Lisbon Treaty Definition and Characteristics of the European Security and
Defense Policy Qualifications of the European Union as a Security Actor
139
ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES (2009)
Ankara Review of European Studies
Volume / 8
• Number / 1
Owner on behalf of the Ankara University
European Union Research Center
Prof. Dr. Çağrı ERHAN
Editors
Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara University)
Assoc Prof. Dr. Burça KIZILIRMAK
(Ankara University)
Co-Editor
Deniz SENEMOĞLU (Ankara University)
Director of Publication
Dr. Mehmet Kaya UYSAL (Ankara University)
Address and Communication Details
Ankara Üniversitesi
Avrupa Toplulukları Araştırma ve
Uygulama Merkezi
Cebeci Kampusu 06590 ANKARA
e-mail: [email protected]
[email protected]
web: http//www.ataum.ankara.edu.tr
Tel: +90 (312) 362 07 80 – 362 07 62
Fax: +90 (312) 320 50 61
Type of Publication
Periodical
Printing House
Ankara Üniversitesi Basımevi
İncitaşı Sok. No: 10
06510 Beşevler - Ankara
Tel:+90.312.213 66 55
Date and Place of Publication
25/09/ 2009 - Ankara
• Year / 2009
Advisory Board
Prof. Dr. Belgin AKÇAY (Ankara University)
Assoc. Prof. Dr. Birol AKGÜN (Selçuk University)
Prof. Dr. Tuğrul ARAT (TOBB, ETU)
Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN (Bahçeşehir U.)
Prof. Dr. Füsun ARSAVA (Atılım University)
Prof. Dr. Mustafa AYDIN (TOBB, ETU)
Assoc. Prof. Dr. Ersel AYDINLI (Bilkent University)
Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI (METU)
Prof. Dr. Ali BOZER (Çankaya University)
Prof. Dr. Ömer BOZKURT (TODAIE)
Dr. Başak ÇALI (UCL)
Assoc. Prof. Dr. Aykut ÇELEBİ (Ankara University)
Assoc. Prof. Dr. Mitat ÇELİKPALA (TOBB, ETU)
Assoc. Prof. Dr. Selçuk ÇOLAKOĞLU (Adnan
Menderes U.)
Prof. Dr. Muzaffer DARTAN (Marmara University)
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU (Galatasaray University)
Prof. Dr. Alois ECKER (Wien University)
Assoc. Prof. Dr. Candan ATEŞ EKŞİ (Gazi U.)
Prof. Dr. Gülcan ERAKTAN (Ankara University)
Prof. Dr. Atila ERALP (METU)
Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR
Assoc. Prof. Dr. Kostas IFANTIS (Athens University)
Prof. Dr. Kemal KİRİŞÇİ (Boğaziçi University)
Assoc. Prof. Dr. Gökhan KOÇER (Karadeniz
Technical U.)
Prof. Dr. Marianne KRÜGER-POTRATZ (Münster
University)
Assist. Prof. Dr. Gamze AŞÇIOĞLU ÖZ (METU)
Assoc. Prof. Dr. Çınar ÖZEN (Ankara University)
Prof. Dr. Philip ROBINS (Oxford University)
Prof. Dr. Kenji TAKITA (Tokyo Chuo University)
Assoc. Prof. Dr. Hakan TAŞDEMİR (Gazi University)
Prof. Dr. Nahit TÖRE (Çankaya University)
Prof. Dr. Mehmet UĞUR ( Greenwich University)
Editorial Board
Erhan AKDEMİR (Ankara University)
Assoc. Prof. Dr. Sanem BAYKAL (Ankara University)
Assist. Prof. Dr. Erdem DENK (Ankara Üniversity)
Ceran ARSLAN OLCAY (Ankara University)
Zerrin SAKARYA (Ankara University)
Demet H. SEZGEN (Ankara University)
ISSN 1303 - 2518
Articles published in this series represent solely the views of the authors and not necessarily the
Ankara University European Union Research Centre and its staff.
All rights reserved.
Ankara Review of European Studies is abstracted and indexed in ULAKBİM
World Political Science Abstract, International Political Science Abstracts
(IPSA) and PAIS International.
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
8, No:1
(Yıl: 2009), s.1-26
BĐR TASARRUFCilt:
ŞEKLĐ
OLARAK
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005
TERÖRĐST SALDIRILARININ
ARDINDAN ĐSLAM’IN AVRUPA’DA ALGILANIŞI
Erhan AKDEMĐR∗
Özet
Avrupa’nın kimliği, tarihsel süreç içerisinde öteki topluluklarla ilişkili konumuna
göre gelişen ve değişen değer yargılarıyla yoğrulmuştur. Bugün ise Avrupa’da din,
gerçekten vicdani bir inanış olarak mı var, yoksa halen “ötekini” tanımlamada
tanımlayıcı ana unsur olarak duruyor mu?
11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarlıklar çatışması
gibi olguların tartışıldığı günümüz ortamında Müslüman ve Avrupalı kimliklerinin bir
arada var olması kaçınılmaz tarihi bir fırsattır. AB’nin özellikle Batı Avrupa’nın
“Türkler” ve “Türkiye” sınavı işte bu aşamada çok büyük bir önem kazanmaktadır.
Eğer bu sınav başarılı bir biçimde verilir ise, insanlık için yeni bir dönemin
başlangıcından da söz edilebilecek; geçmişte birbirleriyle çatışır görünse de aslında
birbirlerine çok şeyler katmış olan farklı uygarlıkların, birbirlerini tamamlayarak yeni
bir anlayışa doğru gidildiği görülecektir. Şu an iki farklı kültürün bir araya gelebileceği
tek platform olarak görünen Avrupa Birliği, hem Hıristiyanlığı hem de Müslümanlığı
aynı birlik içerisinde bir araya getirip, amacını ve değerlerini de farklılıklarla ortak
yaşam, hoşgörü, çokkültürlülük kavramlarıyla temellendirilebilir ise, bundan sadece
Avrupa kıtası değil, tüm dünya da çok olumlu şekilde etkilenecektir.
Anahtar Kelimeler: Ötekileştirme, Avrupa ve Đslâm, Terör Saldırıları, Đslâmofobi
Abstract
European identity was formulated by developing relations with other communities
in the historical process and varying values. In this historical process the main factor of
European identity was an Islam, but confrontation of religions was always dangerous.
Ankara Üniversitesi ATAUM AB Uzmanı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi
∗
2
ERHAN AKDEMĐR
Recently religion in Europe, is it an actually belief of conscience or is it still a main
factor to define “other”?
After starting 11 September 2001 and still ongoing discussion of the clash of
civilizations such as the phenomenon in today's environment, the existence of Muslim
and European identity should not be missed is a historic opportunity. At this stage
Turkey and Turks examination of Europe especially for Western side becomes a big
important. If this examination is passed successfully, new beginning for humanity will
be possible; different civilizations conflicted and had an interaction, they will complete
lacks of each other then tend towards to new approach. At this moment European Union
is a unique platform for assembling two different cultures, if Christianity and Muslim
are combined in a same community with tolerance, common life with different aims and
values which are fixed with multicultural concepts, this will be positive impact on all
around the world not only Europe.
Key Words: Othering, Europe and Islam, Terror Attack, Islamophobia
Giriş
11 Eylül saldırıları sonrası dünya kamuoyu El-Kaide terör örgütünün eylemleriyle
beraber yeni-köktencilik (selefilik) terminolojisini çok sık duymaya başlamıştır. Yeni
köktencilik Hanbelî1 tarzda saf bir Đslam’a dönüşü öngören, Batı’ya karşı muhalefeti
çok daha büyük oranda dinsel terminolojiyle açıklayan ve Batıyla uzlaşmayı tamamen
reddeden ve Batılı modellerden kopuş için Đslami cemaatin bir arada yaşaması ve
güçlenmesini salık veren bir öğretidir. Toplumu tabandan Đslamileştirmeyi hedefleyen
ve düşünsel arayışların yerine insanların kendisini tamamen imana bırakması isteyen,
siyasal Đslam’dan farklı olarak siyasal olmayan, kültürel bir akımdır.2 Bu akımın
güçlenmesi ise tesadüf olmayıp Batı ekonomik ve siyasal politikalarıyla yakından
ilgilidir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin son yıllardaki Afganistan ve Irak’ı
işgali, yeni-köktenci grubun içinde bir grup olan Cihatçılar’ın dünyadaki terör
eylemlerini arttırmasına neden olmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde görülen
(Đstanbul, Madrid, Londra, Bali ve Riyad) saldırılar da bunun örneklerindendir3.
Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası güvenliğin gündemi çevresel bozulma,
organize suç, insan kaçakçılığı ve terörizmi de içeren bir dizi yeni tehdit tarafından
doldurulmuştur. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminin sosyalizm/liberalizm karşıtlığı
temelinde oluşturulmasından farklı olarak, Soğuk Savaş sonrası dönem gerek iç
politikada gerek uluslararası ilişkilerde kimlik/farklılık temelinde oluşarak, farklı
kimliklerin tanınma politikalarına zemin olmuştur. Bu çerçevede Đslam - Batı ilişkisi de
1
Đmam-ı Hanbeli (Ahmed bin Hanbel)'in kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere
ve gösterdiği yola Hanbeli Mezhebi denir. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan,
amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Hanbeli denir.
Ahmed bin Hanbel'e göre "Kur'an'da yazılanlar ya da hadisler dışında hiçbir şey yoktur." Her
konunun çözümü için gerekli olan şeyler bu ikisinde vardır.
2
Oliver Roy, Siyasal Đslam’ın Đflası, çev. Cüneyt Akalın, Đstanbul, Metis, 2005, s.161.
3
Rasim Özgür Dönmez, “Kolektif Kimlikten Kolektif Siyasal Şiddete: Uluslararası YeniKöktenci Terörün Sosyopolitiği”, Panorama, Ekim 2005, Sayı 14.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
3
farklı bir mecraya yönelmiştir. Soğuk Savaş boyunca Batı, siyasal ve kültürel kimliğini
anti-komünist eksende tanımlamaktaydı. Batı dünyası Doğu bloğunu işaret ederek
kendini demokratik ve özgürlükçü olarak ifade etmekteydi. Bu bağlamda iki kutuplu
dünya sisteminin son bulması, Batı için büyük bir meşruiyet eksikliği doğurdu. “Biz”i
meşru kılacak bir “öteki” antitezi, yani Doğu bloğu ortadan kalkmıştı. Đşte tam bu
noktada “Đslam tehlikesi” keşfedildi. Hatta bu bağlamda Ekim 1994 Aralık 1995
tarihleri arasında NATO Genel Sekreterliği görevinde bulunan Willy Claes, 2 Şubat
1995 tarihinde Alman Sueddeutsche Zeitung gazetesine verdiği demeçte Đslami
köktendinciliği NATO ittifakı için çok ciddi bir tehlike olarak gördüğünü ifade etti4. Bu
çerçevede “komünizm tehlikesi”nin yerini “Đslam tehlikesi” aldı. Sovyetler Birliği
yerini Đran’a bıraktı. Nasıl ki komünizm sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmekle
kalınmayıp, Batı kültürünün ve değer yargılarının düşmanı gibi gösterildiyse, Đslam
dünyasına da aynı işlev yüklendi5. Bu çerçevede de Soğuk Savaş dönemindeki ortak
düşmana (Sovyetler Birliği) karşı birliktelik, yerini güvensizlik ve düşmanlığa
bırakmıştır. Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası dönem siyasal Đslam’ın kendini Batı’ya
karşı tanımlayıp, küreselleşmesine yol açmıştır. Buna karşılık Batı da Đslamiyet’i bir
güvenlik sorunu olarak algılamaya başlamış ve 11 Eylül ile beraber değiştirilmesi ve
modernleşmeyle uyumlaştırılması gereken bir “öteki” olarak görmeye başlamıştır6.
Klasik savunma yöntemlerinin kullanılması yukarıda dile getirilen tehditlerle baş
edebilmek için yeterli olmadığından, uluslararası politikanın aktörleri bu yeni tehditlerin
yıkıcı etkilerine daha açık hale gelmişlerdir. Şimdiye kadar bir benzeri daha
yaşanmamış olan 11 Eylül 2001 saldırıları, 15 Kasım 2003’de Đstanbul’da Neve Şalom
ve Beth Đsrael Sinagogları’na düzenlenen saldırılar, 20 Kasım 2003’de yine Đstanbul’da
HSBC bankasına ve Đngiltere Başkonsolosluğu’na yapılan saldırılar7, 11 Mart 2004’te
Madrid metrosunda gerçekleşen patlamalar ve Đngiltere’de, Londra’da 7 Temmuz 2005
tarihinde meydana gelen, 21 Temmuz'da tekrarlanan saldırılar da bu çerçevede Avrupa
Birliği (AB) karar alıcılarını tehdit algılamaları üzerinde yeniden düşünmeye
zorlamıştır. Avrupa devletleri arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca genellikle
operasyonel stratejiler üzerine inşa edilmiş girişimler, bahsi geçen saldırıların ardından
karmaşık ve çok çeşitlilik içeren hukuki bir zemine taşınmıştır. Özellikle 11 Eylül
saldırılarının ardından AB’nin terörizmle mücadele politikası hukuki, ekonomik,
4
2 Şubat 19954 Süddeutsche Zeitung’dan Aktaran Rienk W. Terpstra, “The Mediterranean Basin
As A New Playing Field For European Security Organizations”, Helsinki Monitor, Vol. 8, No. 1,
1997, ss. 48 – 58., Aktaran, Nuri Yurdusev, “The End Of The Cold War And InterCivilizational Relations: The Implications For Security Issues And NATO”, North Atlantic
Treaty Organization (NATO) Fellowship Programme 1995-1997 Indıvıdual Research
Fellowshıps Fınal Report On The Project, Ankara, 1997, s. 37.
5
Bihter Çarhoğlu, “Medeniyetler Çatışması ve Batı Medyasında Đslâm Söylemi: Almanya
Örneği”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.10 No.41, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2007, ss.207 –
213.
6
Rasim Özgür Dönmez, “Küreselleşme, Batı Modernliği ve Şiddet: Batı’ya Karşı Siyasal Đslam”,
Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, 2004, ss. 81 – 114.
7
Đstanbul’daki bu saldırılar sonucunda toplam 58 kişi hayatını kaybetmiş, 700’ün üzerinde de
insan yaralanmıştır.
4
ERHAN AKDEMĐR
diplomatik ve idari önlemleri içeren şiddetli bir değişim geçirmiş ve bu süreç Madrid ve
Londra saldırılarının ardından daha da hız kazanarak devam etmiştir.8
Avrupa, terörist saldırıların ardından yüzyıllardır kendisine “öteki”, dahası
“Avrupalılık” ortak kimliğinin hem geçmişte, hem bugün teşkilinde kurucu bir karşıt
unsur olarak kullandığı Đslamiyet, Müslümanlar ve Türkler karşısında kelimenin tam
anlamıyla bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. New York, Madrid ve Londra’daki terörist
saldırıların ardından gerçekleştirilen bazı kamuoyu araştırmalarına9 göre Fransa,
Almanya, Avusturya, Đtalya, Danimarka gibi AB üyesi ülkelerde Müslümanlara karşı
duyulan önyargılarda ve Müslümanların karşılaştıkları ayrımcılık, ırkçılık ve
dışlanmalarda10 artışlar olduğu kaydedilmektedir.
Günümüzde Amerika'daki 11 Eylül saldırılarının ardından, Batı-dışı dünyanın ve
özellikle Đslâm toplumlarının bir uluslararası terörizmi yayma merkezi olarak
algılanması bu radikal düşünce tarzının iyice güçlenmesine yol açmıştır. Ayrıca,
Avrupa'nın bir refah adası olarak korunması kaygısı, Avrupa'daki radikal sağ
hareketlerin AB politikalarını etkilemesindeki temel faktörlerden bir tanesi olmuştur11.
Hatta bu kaygı sadece AB bağlamında değil, AB üyesi ülkelerin kendi siyasal
yelpazelerinin tümünü etkileyen bir duruma da gelmiştir. Bu çerçevede, "aşırılar"ın yanı
sıra Avrupa sağının bütünü, AB fikrine, özellikle "yabancı", “Đslamcı” ve "yozlaştırıcı"
sızıntılara olanak tanıdığı gerekçesiyle yüklenmektedir. Irkçı dayanaklara sahip bu
radikal sağ akımların sözcüleri, yabancı istilası karşısında Avrupa kültürünün kendini
savunması gerektiğini de düşünmektedirler. Tabi ki bu savunmayı yaparken de ırkçı
tanımlamalara başvurmaktadırlar.
Kimlik Kavramı
Kimlik kavramı Batı dillerinde Latincenin idem (aynı) kökünden türetilen identité
– identity kelimesinden gelmektedir.12 Kimlik kavramına ait çeşitli tanımlara bakacak
olursak, en basit ifade biçimiyle kimlik, toplum veya topluluklarının “Kimsiniz,
kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevap ya da cevaplardır13. Kimlik, herhangi bir
toplumsal veya kişisel birimin varlığını temel niteliklerini ortaya koyan söz konusu
sosyal birimi diğer birimlerden ayırarak aidiyet olgusunu şekillendiren temel yapısal
unsurdur. Diğer bir tanıma göre kimlik, toplumsal bir olgudur; varlığın bir vasfı, temel
8
Şevket Ovalı, “AB’nin Terörizmle Mücadele Politikasındaki Dönüşüm: 11 Eylül ve Madrid
Saldırılarının Etkisi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Vol. 5 No. 3, Bahar 2006, ss. 77 102.
9
Bu konu ile ilgili araştırmaların ayrıntılı örnekleri makalenin ileriki bölümlerinde incelenecektir.
10
Tahir Abbas, “Recent Developments to British Multicultural Theory, Policy and Practice: The
Case of British Muslims”, Citizenship Studies, Vol. 9 No. 2, Mayıs 2005, ss. 153 – 166.
11
Robert S. Leiken, “Europe’s Immigration Problem, and Ours”, Mediterranean Quarterly,
Vol. 15, No., 4, Güz, 2004, ss. 203 – 218.
12
Mehmet Ali Kılıçbay, “Kimlikler Okyanusu”, Doğu Batı Dergisi, Yıl:6 Sayı:23, Ankara,2003,
s.s. 155 – 159.
13
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Đstanbul,Remzi Kitabevi, 1996, s.3.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
5
betimleyicisi ve tanımıdır14. Iver Neumann’ın ifadesine göre de kimlik, “değişken çok
boyutlu ve daima yeniden düzenlenen bir fenomendir ve bütün kimlikler, yalnız bu
sebepten muğlâktır”15. Halim Nezihoğlu ise kimliği, “farklı ve değişen düzeylerde bir
çok faktör ve değişkenin etkileşerek oluşturduğu kompleks bir olgudur”16 şeklinde
açıklamaktadır.
Kimlik, genel ifadeyle tarihsel ve toplumsal değişkenlere bağlı olarak belirlenir.
Bunun sonucunda yoğun bir süreklilik ve dinamizm içerir. Zira kimlik, varlığın
sürekliliği ile ilişkili bir etkileşim sürecinde kendini ötekilerden veya diğerlerinden ayırt
edici özelliğini oluşturur.17 Esasında kimlik, insan topluluklarına özgü bir varoluş
olgusudur. Bu nedenle, kimliğin toplumsallığı, bize onun farklılık olgusu ile
varolduğunu gösterir. Farklılık olmadan kimlik olmaz. Kimlik, farklılık ve öteki ile
tanımlanmakta ve anlamlanmaktadır18. Dolayısıyla kimliğin oluşabilmesinde başka
kimliklerin varlığı ve bu doğrultuda kimlikler arası farklılaşmanın bulunması zorunlu
bir koşulu oluşturmaktadır.
Bir toplumsal kimliğin meydana gelmesinde ve tanımlanmasında "nesnel" ve
"öznel" olmak üzere iki farklı öğe mevcuttur. Nesnel öğeleri, toplumsal kimlik
biriminin üyeleri tarafından paylaşılan özellikler şeklinde tanımlayabiliriz. Bunlar ise;
semboller, mitoslar, dil, din, etnik köken, coğrafya, hayat tarzı, beraber yaşanan tarih,
değerler, gelenek ve göreneklerdir. Öznel öğeler ise, nesnel öğelerin içselleştirilmesi
süreci şeklinde tanımlanabilir. Ortak mitler ve tarihsel bellek, ortak bir dil, ortak bir
kitlesel kamu kültürü, topluluğun tüm bireyleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler
ise Smith tarafından ulusal kimliğin nesnel öğeleri olarak tarif edilir.19
Kolektif kimlik ise, kişinin benliğinin grup kimliği içerisinde yeniden
şekillenmesidir20. Taylor ve Whitter’e göre ise kolektif kimlik, grubun grup elemanları
tarafından ortak çıkarları, deneyimleri ve bağları bakımından tekrar adlandırılmasıdır21.
Alberto Melluci ise kavramı, aktörlerin mücadele ettikleri çevre ya da “öteki”
bağlamında ürettikleri duygusal ve bellek tanımlarının kolektif hareketlere yol açması
14
A. Nuri Yurdusev, “Avrupa Kimliği’nin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Atilla Eralp (der.),
Türkiye ve Avrupa, Ankara, Đmge Kitabevi, 1997, s. 18.
15
Iver B. Neumann, “Avrupa Kimliği AB Genişlemesi ve Entegrasyon/Dışlama Bağıntısı”,
Avrasya Dosyası (Vol.5 No.4) , Ankara, , 1999, s.19.
16
Halim Nezihoğlu, “Avrupa’nın Bütünleşme Süreci Işığında ‘Avrupa Kimliği’ne Bir Bakış”,
Yeni Türkiye Dergisi (Vol.6 No.36), Ankara, 2000, s.870.
17
Đbrahim S. Canbolat, Savaş ve Barış Arasında Dünya, Bursa, Alfa – Aktüel Kitabevi, 2003,
s.212.
18
Yurdusev, op.cit., s.20.
19
Anthony D. Smith, “National Identity and the Idea of European Unity”, International Affairs,
Vol.68, No.1, 1992, s.60.
20
Debra Friedman ve Doug McAdam, “Collective Identity and Activism:Networks, Choices and
the Life”, Frontiers in Social Movement Theory, Aldon D. Morris ve Carol McClurg Mueller
(der.), New Haven, Londra, Yale University Press, 1992, ss.156 – 173.
21
Verta Taylor ve Nancy E. Whitter, “Collective Identity in Socail Movement Communities”,
Frontiers in Social Movement Theory, Aldon D. Morris ve Carol McClurg Mueller (der.), New
Haven, Londra, Yale University Press, 1992, ss.104 - 129.
6
ERHAN AKDEMĐR
olarak tarif etmektedir22. Bu şekilde bakıldığında, kolektif kimlik, bellek süreçlerine
bağlıdır ve herhangi bir grubun üyeleri, kendilerini ortak geçmişlerinin anılarına
dayanarak tanımlar. Bu bağlamda da, toplumsal grupların sürekli bir oluşum içinde
olabildikleri, sınırlarını sürekli olarak tanımladıkları görüşüne dayanan dinamik bir
kimlik fikrinden, kavramından söz edilebilir.
Bu açıdan bakıldığında, ulusal kimlik, kolektif kimliğin özgül bir biçimidir ve
Schlesinger bunu şöyle açıklamaktadır:
Bütün kimlikler, bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde oluşur ve birbirlerini
karşılıklı tanımaları gerekir. Kimlik… bir “nesne” olarak değil “ bir simgeler ve ilişkiler
sistemi” olarak düşünülmelidir… herhangi bir failin kimliğinin sürdürülmesi, tek, belirli
bir kimlik değil; sürekli bir yeniden oluşum sürecidir ve bunda öz tanımlama ve
farklılığın onaylanması boyutları birbiriyle devamlı iç içe geçer… kimlik, kolektif
eylemin dinamik, gelişmekte olan bir yönüdür.23
Bu çerçevede çalışmanın temel mantığını yansıtan önemli noktanın altı da Donald
tarafından çizilmektedir. Donald’ın ifadesiyle:
Yabancı kültür korkusuyla, yabancı ideoloji ve “içerideki düşman” korkusuyla
ırkçılıkta kendini gösteren şey şudur: Bilinen sınırlar olmadığı taktirde her şey, mikrop
dolu kargaşalı bir ortam içinde yok olup gidecek, kimlikler eriyip yok olacak ve “Ben”,
boğulacak ya da ezilip mahvolacaktır.24
Đşte kimlik sorunun altında yatan, bu korkudur; ister ulus, ister birey düzeyinde
olsun. Bu tip korkulardan kaynaklandığı takdirde, Mattelart’ın da belirttiği gibi belirli
bir “kültürel kimliğin” savunulması, gayet kolaylıkla bayağı bir milliyetçiliğe, hatta
ırkçılığa dönüşebilir ve belli bir grubun diğerine üstün olduğu milliyetçiliği ortaya
çıkarabilir.25
Avrupalılık Kimliği ve Avrupa - Đslam Đlişkileri
Kimlik varolmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına
almak için farklılığı ötekine dönüştürür.26 Ayrıca kimlik durağan değildir ve ötekiyle
etkileşimi sayesinde değişir. Bu çerçevede bir kimliğin meydana gelebilmesi için bir
“ötekinin” varlığına ihtiyaç olduğu gibi, toplumların kimliklerinin meydana gelebilmesi
için de “öteki” toplumların varlığına ihtiyaç vardır.27 Bu çerçevede herhangi bir
22
Alberto Melluci, “The Process of Collective Identity”, Social Movements and Culture, Hank
Johnston ve Bert Klandermans (der.), Londra, UCL Press, 1995, ss. 41 - 64
23
Aktaran, David Morley ve Kevin Robins, Kimlik Mekânları: Küresel Medya, elektronik
Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1997, s.74.
24
Aktaran, David Morley ve Kevin Robins, op.cit., s.75.
25
Armand Mattelart, International Image Markets : In Search of an Alternative Perspective,
Londra, Comedia Pub. Group, 1984, s. 13 – 18.
26
William E. Connolly, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm
Önerileri, çev. Fermâ Lekesizalın, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.93.
27
Nedret Kuran Burçoğlu, “Avrupa ve Avrupalılık”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Vol.6
No., 23., Kasım 2004 – Ocak 2005, s. 10.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
7
toplumun kendini anlaması ve tanımlaması, kendine atfettiği kimliğin ötekiyle karşılıklı
etkileşimi süreci sonunda meydana gelmektedir. Bu bağlamda ötekini anlama ve
anlatma sürecinde Avrupa’nın kendini nasıl anladığını Çırakman şöyle dile getiriyor:
“Avrupa kendini nasıl anladığını hem göreceli hem de değişken bir biçimde ortaya
koyar. Öteki, diğeri, yani Avrupalı olmayan oldukça geniş ve çeşitli bir kategori
olduğundan Avrupa’nın kendi görüntüsü de o denli çeşitli ve farklıdır. Bununla birlikte
ötekine bakış ve ötekinin imgesi de deneyimlerin ve etkileşimin tarih içinde
farklılaşmasıyla değişmektedir. Bu nedenle Avrupa’nın kendi görüntüsü aslında çoğul,
karmaşık ve değişkendir.”28
Avrupa’nın kendini algılayışı olarak Hıristiyanlık 15. ve 16. yüzyıllarda dönemin
anahtar fikri durumundadır. “Hıristiyan cumhuriyet”, Hıristiyan birlik”, Hıristiyan
dünya” Batı Avrupa’da Roma Katolik kilisesine ait insanların yaşadıkları yerler olarak
anılmıştır. Bu bağlamda Hıristiyan dünyanın sınırları ise, Đngiltere, Đspanya, Đtalya,
Fransa gibi Latin Hıristiyanlarının yaşadıkları Batı Roma Đmparatorluğu’nun ve Latin
kilisesinin yurdu olmuştur. Öte yanda Doğu Avrupa’da bulunan Ortodoks kilisesi ise bu
birlikten dışlanmıştır.29
Roma Đmparatorluğu’nun parçalanması sonrası ve 632’de Hz. Muhammed’in
ölümünün ardından Đslam’ın askeri, daha sonra kültürel ve dini üstünlüğü çok geniş bir
alana yayılmıştır. Đran, Suriye ve Mısır, Kuzey Afrika Đslam orduları tarafından
fethedilmiştir. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda ise Đspanya ve Sicilya Đslam
toprakları arasına girmiştir. Daha sonra da on üçüncü ve on dördüncü ile on sekizinci
yüzyıllar arasında bugünkü Avrupa coğrafyası, Asya steplerinden ve Akdeniz’in
güneyinden gelen Müslümanların saldırılarına sahne olmuştur30. Bu saldırılara karşı
Avrupa’nın ise savunmadan yoksun olması ve Müslümanların Güneydoğu Avrupa’yı da
içerecek şekilde Batıya doğru genişleme niyetleri, bunların başarıya erişip erişmediği
veya Avrupalıların bunların başarılı olduklarını düşünüp düşünmemeleri bir yana,
Avrupa’nın birleşmesi ve dayanışması fikirlerinin filizlenmesine ve Avrupa’nın
doğumunu hazırlayan “şiddetli doğum sancıları”na neden olmuştur.
Avrupa, Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak Hıristiyanlık,
Reformasyon, Rönesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerinin ürettiği değerler
üzerine kurulmuş olmasına karşın bu değerleri bir araya getiren ve Avrupalıları bu
değerler çerçevesinde birleştiren en önemli faktör yukarıda da üzerinde durulduğu gibi
dışsaldı. Avrupa kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu dışsal rolü Avrupalıların
onlara atfettikleri ötekilik sıfatı çerçevesinde Đslam ve Müslümanlar üstlenmişlerdir.
Avrupa’nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesinde Đslam – Hıristiyanlık
çatışması önemli bir rol oynamıştır. Hatta Avrupa merkezli dünya görüşünün oluşması
da bu çatışmadan doğmuştur. Đslâm Avrupa’nın en etkili “ötekisi” olmuştur. Tarihsel
olarak Avrupa kimliğinin ortaya çıkışında “karşıt kimlik” unsurunu (yani “negatif”
28
Aslı Çırakman, “Hıristiyanlıktan Uygarlığa: Değişen Avrupa Đmgeleri”, Toplumsal Tarih
Dergisi, No: 112, Nisan 2003, ss. 34 –39.
29
Ibid.
30
Edward Said, Oryantalizm, çev. Nezih Uzel, Đstanbul, Đrfan Yayımcılık, 1998, s. 91 – 92.
8
ERHAN AKDEMĐR
olanı, “düşmanı”, “öteki”ni) Đslam meydana getirmiştir. Avrupa’nın zıttı “doğu” yani
Akdenizli Müslüman Doğu olmuştur31.
Avrupalıları Müslümanlara karşı belli değerler çerçevesinde birleştiren ve Đslam –
Hıristiyanlık çatışmasının en somut göstergesi olan olay ise Haçlı Seferleri olmuştur.
Đsmini “haç”tan (cross, Latince crux) alan Haçlı Seferleri, 11. yüzyıldan 13. yüzyıla
kadar devam eden Hıristiyan âlemini Đslam karşısında savaş meydanına çıkaran sekiz
askeri savaşı içermektedir. Đslam dünyasının siyasi ve dini çekişmelerde artış yaşadığı
bir dönemde Batı, Müslümanları Đspanya, Đtalya, Sicilya ve Akdeniz’den sürüp atmak
için karşı saldırıya geçmiştir. 11. yüzyılın sonlarına doğru, kuvvetleri Abbasi orduları
tarafından bozguna uğratılan Bizans Đmparatoru I. Alexius, Müslüman orduların
Asya’yı boydan boya ele geçirmesinden ve Đstanbul’u (Constantinople) işgal
etmesinden korkarak, Batıdan yardım talep etmiştir. Hıristiyan idarecilere ve Papa’ya,
Kudüs ve çevresini Müslüman hâkimiyetinden kurtarmak için uzun ve zahmetli bir işe
girişmek suretiyle Đslam saldırısını tersine çevirme çağrısında bulunmuştur. Haçlı
Seferleri, Papa II. Urban’ın Đmparator Alexius’un bu çağrısına olumlu cevap vermesiyle
başlamıştır. 1095’te Urban kutsal toprağın (Kudüs) kâfirlerden (Müslümanlardan)
kurtarılması çağrısında bulunmuştur. Diğer yandan Papa açısından bu çağrı (Haçlı
Seferleri), papalık otoritesini elde tutmak, dünyevi idarecileri meşrulaştırma rolünü
devam ettirmek ve Doğu (Yunan) ve Batı (Latin) kiliselerini tekrar birleştirmek için de
uygun bir fırsat sağlıyordu32.
Bununla birlikte Müslümanlar siyasi, askeri ve dini varlıkları kadar teknoloji,
mimari, klasik bilim, matematik kimya, ziraat, su kullanımı, felsefe, siyaset bilimi,
seyahat edebiyatı gibi alanlarda da Avrupa’ya katkıda bulunmuşlardır. Bu çerçevede
Müslümanlar, salt “ötekiler” olarak değil bilime yaptıkları katkılarıyla da Avrupa’nın
şekillenmesinde de önemli bir faktör durumundadırlar.33 Ancak belirtmek gerekir ki, bu
durum Avrupalılar açısından Müslümanların “öteki”lik pozisyonlarında da bir
değişikliğe neden olmamıştır. Ayrıca, Müslümanlar tarih boyunca Avrupa’nın değişik
toplumlarıyla değişik türden barışçıl veya çatışmalı ilişkiler kurmuşlardır. Đşte bu
tarihsel süreçte Đslam ile Hıristiyanlık arasındaki çekişme34 Avrupa’nın kültürel bir
birim olarak meydana gelmesindeki önemli etkenlerden bir tanesidir.
Yukarıda ifade edilenler bağlamında, Avrupa tarihinde Đslâm tehdidi deneyimi
bulunmaktadır. Hıristiyan Avrupa, Đspanya’da bir dönem için yüksek ve ileri bir kültür
geliştirmiş olsa da, Müslümanların Đberik Yarımadası’nı kontrol altlarına almalarını
kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamıştır.35 Yine aynı Avrupa, Müslüman
Osmanlı’nın Đstanbul üzerinden Viyana’ya kadar ilerlemesini çok daha büyük ve
31
Veysel Bozkurt, Avrupa Birliği ve Türkiye, Bursa, Vipaş. A.Ş., 2001, s.14.
Steven Runciman, A History of the Crusades, Cambridge, Cambridge Univerity Press, 1992.
33
Nezar Alsayyad ve Manuel Castells, Müslüman Avrupa ya da Avro-Đslâm, çev. Zehra Savan,
Đstanbul, Everest Yayınları, 2004, s.33.
34
Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Đstanbul, Derin Yayınları, 2003, s.20.
35
Bernard Lewis, Đslam’ın Krizi, çev. Abdullah Yılmaz, Đstanbul, Literatür Yayınları, 2003, s.
41.
32
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
9
tehlikeli bir tehdit olarak algılamıştır. Bu açılardan Đslam, Hıristiyanlık için bir tehlike
olarak var olmuştur.
Müslüman dünyanın Batı karşısında ekonomik ve askeri olarak gerilemesi ve
bunun sonucunda on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa
ile Đslam arasındaki ilişki zaman zaman sömürgecilik biçiminde zaman zaman da
mandacılık biçiminde gelişmiştir. Kuzey, Batı ve Orta Afrika, Cezayir’deki Fransa36,
Fas’taki Đspanya, Trablus, Mısır, Hindistan’daki Đngiltere ve Endonezya’daki Hollanda
sömürgecilik biçimi ilişkilere örnek olarak verilebilir. Đngiltere’nin Irak ve Filistin
mandaterliği, Fransa’nın Suriye ve Lübnan mandaterliği ise bu dönemde mandacılık
biçiminde gelişen ilişkilere örnek olarak verilebilir.
Aslında on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Batı’nın
sömürgeci ve mandater olarak Müslüman dünyaya girişiyle hem Müslümanların siyasi,
dini – kültürel kimlik ve tarihini tehdit etmiş hem de uluslararası ilişkiler alanında yeni
bir kavramın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yeni kavram, sömürge işgallerine
ve manda rejimlerine karşı Müslümanların sorduğu, ‘Hıristiyan bir hükümetin yönetimi
altında Müslüman olarak yaşayabilir miyiz?’ soruyla ortaya çıkan siyasal Đslam
kavramıdır37.
Bununla birlikte günümüzde de Müslümanlar arasında Batı’nın kendilerine tehdit
oluşturduğu yönünde fikirlere sahip olanlar bulunmaktadır. Bu Müslümanlar, Batı ile
ilişkilerinde haksızlık ve baskıya maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Onlara göre
Müslüman toplumlardaki başarısızlık ve istikrarsızlığın arka planında “Militan
Hıristiyanlık” yatmaktadır. Bu Müslümanlar ayrıca, Hıristiyanlık ve Müslümanlık
arasındaki tarihsel süreç içerisinde gelişen Haçlı Seferleri Avrupa sömürgeciliği ve
mandacılığı, Đsrail’in kurulması, Đsrail’in Batı Şeria, Gazze ve Lübnan’ı işgali ve petrol
çıkarları nedeniyle otokratik rejimlerin desteklenmesi gibi olaylar çerçevesinde
ekonomik ve kültürel istilaya dayalı dini-kültürel emperyalizm içeren bir Batı tehdidinin
de var olduğuna inanmaktadırlar38.
1950 – 1970 döneminde Mağrip’ten, Türkiye’den, Kuzey Afrika’dan ya da Hint
altkıtasından Müslüman kökenli işçi ve göçmenlerin Avrupa’ya akmasıyla beraber
özellikle Batı Avrupa’daki Đslam’ın nüfus tabanı oluşmuştur. Bu bağlamda da
Avrupalılarla Müslümanlar arasında hem bir tür yakınlaşma ortaya çıkmaya başlamış
hem de Müslüman kavramı ile göçmen kavramının beraber anılmasına da neden
olmuştur39
36
Dominique Maillard, “The Muslims in France and the French Model of Integration”,
Mediterranean Quarterly, Vol. 16, No. 1, Kış 2005, s. 62 – 78.
37
Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı Đslam”, Oryantalizm,
Hegemonya ve Kültürel Fark, Fuat Keyman, .Mahmut Mutman ve Meyda Yeğenoğlu (Der.),
Đstanbul, Đletişim, 1996, s. 51.
38
John L. Esposito, Đslam Tehdidi Efsanesi, Çev. (Ömer Baldık, Ali Köse, Talip Küçükcan),
Đstanbul, Ufuk Kitapları, 2002, s. 348 – 349.
39
Oliver Roy, Küreselleşen Đslam, çev. Haldun Bayrı, Đstanbul, Metis Yayınları, 2003, s. 51.
10
ERHAN AKDEMĐR
Bugün ise Đslam, Avrupa’da en büyük azınlık dinidir.40 Bu bağlamda AB
toplumunun en büyük ikinci dini grubunu oluşturan Müslümanların nüfusu Avrupa’da
yaklaşık 15 milyondur. Bu rakam AB toplam nüfusunun yüzde üçüne tekabül
etmektedir. Fransa, Almanya, Belçika, Đngiltere, Hollanda, Yunanistan ve
Bulgaristan’da her bir ülkenin kendi toplam nüfuslarının yüzde üç ila yüzde on üç
arasında değişen rakamlarda Müslüman nüfus bulunmaktadır. Örneğin 7,6 milyon
nüfusa sahip Bulgaristan’ın toplam nüfusunun yüzde on üçü Müslüman nüfustur.
Danimarka, Finlandiya ve Đsveç gibi ülkelerin her birinin kendi toplam nüfuslarındaki
Müslüman nüfusun oranı ise yüzde bir düzeyindedir.
Avrupa’da yaşayan yaklaşık 15 milyon Müslüman’ın yaklaşık 4,5 milyonu
Fransa’da41, 3 Milyonu Almanya’da42, 1,6 milyonu Đngiltere’de43, yarım milyondan
fazlası da Đtalya ve Hollanda da yaşamaktadır. Geriye kalan nüfus ise oldukça azınlıkta
kalmak suretiyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yayılmış bir haldedir. Bununla birlikte
AB’de yaşayan Müslümanlar farklı etnik kökenler, diller, dünyevi ve dini eğilimler,
kültürel gelenekler ve politik görüşlerden oluşan çok çeşitli bir karışımdır. AB’nin
Müslüman nüfusları ise Türkiye, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Pakistan, Bangladeş ve Eski
Yugoslavya’dan gelen Müslümanlardan oluşmaktadır. Bunların önemli bir kısmı ise AB
vatandaşıdır.44
Bununla birlikte bugünün AB ülkelerinin bazıları Đslam’ı gerek resmi dinleri
olarak kabul etmişler gerek resmi olarak tanımış durumdadırlar. 1878 yılında yapılan
Berlin Kongresi’nde, Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan Đmparatorluğu’nun
sınırları içerisinde kalması sonucunda Avusturya Macaristan Đmparatorluğu, 15
Temmuz 1912 tarihinde çıkardığı bir kanunla Đslâm dinini resmen dinlerinden biri
olarak kabul etmiştir. Bu durum bugünkü Avusturya için de aynen geçerlidir45. Belçika
ise Đslam dinini 1974’de resmi olarak tanımıştır46. Hollanda hükümeti kaynaklarında ise
Müslümanlara ilk referansın 1970’lerden sonra yabancı işçilere dini danışmanlık
sağlanması gerektiği hususuna atıfta bulunan Yabancı Đşçiler Memorandumu’nda
bulunmaktadır47.
40
Jytte Klausen, Đslamı Yeniden Düşünmek: Batı Avrupa’da Siyaset ve Din, çev. Mahmut
Aydın, Ankara, Liberte Yayınları, 2008, s. 25.
41
Fransa’nın nüfusunun yaklaşık % 80’ni Roman Katolik’tir. Đslam ikinci büyük din
konumundadır.
42
Günümüzde yaklaşık yarım milyon Müslüman Alman pasaportuna sahiptir ve gittikçe daha çok
sayıda Müslüman bu pasaportu talep etmektedir.
43
Census 2001, Uluslararası Đstatistikler Ofisi, Londra.
<http://www.statistics.gov.uk/census2001/access_results.asp>
44
Mehmet Zeki Aydın ve Müşerref Yardım, “Belçika’da Đslamofobi ve Müslümanlara Yönelik
Ayrımcılık”, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, No. 1, 2008, s.
7 – 32.
45
Bernard Godard, “Official Recognition of Islam”, European Islam: Challenges for Public
Policy and Society, Centre for European Policy Studies, Samir Amghar, Amel Boubekeur,
Mıchael Emerson (der.), Brussels, 2007, s. 183 – 203.
46
Godard, Ibid., s. 189.
47
Jan Rath, Rinnus Pennix, Kees Groenendijk, Astrid Meyer, Western Europe and Its Islam,
Leiden, Brill, 2001, s.29.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
11
Avrupa kıtası genelinde var olan bu geniş Müslüman nüfus ve bu nüfusun kıtanın
en büyük ikinci dini grubunu oluşturması kimi Avrupa halkları arasında kendi
kimliklerinin, kültürlerinin yok olup gideceği korkusunu ve bu bağlamda da kültürel
kimliklerinin savunulması dürtüsünü beraberinde getirmektedir. Bu durum ise “içerideki
düşman” korkusunu fitillemekte o da milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa dönüşebilmektedir.
Hudson’un da dile getirdiği gibi, ırkçılık farklı zamanlarda “öteki”nin farklı biçimlerde
ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan aslında tarihsel bir fenomendir ve dolayısıyla
kültürel bir tarihe sahiptir.48 Avrupa tarihinde de yukarıda dile getirildiği gibi
“ötekileştirme”, bir tanımlama unsuru olarak kullanılmıştır. Diğer yandan, Avrupa’nın
farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda zengin bir deneyi
olmaması, topluma sonradan eklenenlere, farklı ve yabancılara, Avrupa içinde genelde
kuşku ile bakılmasına neden olmuştur. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.
Tarihsel kaynaklı bu kuşku ve “ötekileştirme” son dönemde ise özellikle ABD’ye
yönelik 11 Eylül terör saldırıları ve ardından Avrupa’da gerçekleştirilen Madrid ve
Londra bombalamaları sonrası daha somut bir biçimde gözler önündedir.49
Terörist Saldırılar ve Avrupa’da Đslam
11 Eylül 2001’de New York’taki Đkiz Kulelere ve Pentagon’a yapılan saldırı, o
tarihten itibaren belki de üzerinde en fazla yorum yapılan bir konu haline gelmiştir. Bu
yorumların bir kısmı uluslararası terörizme, bir kısmı yaşanan olayın ardından
uluslararası ilişkilerde meydana gelebilecek olası gelişmelere, bir kısmı “terör”
kavramına ve bir kısmı da olayın kültür-din eksenindeki yansımalarına ilişkin olmuştur.
Uluslararası kamuoyunun dikkati özellikle din ve şiddet arasındaki ilişkiye çevrilmiş,
Đslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır50.
Madrid ve Londra saldırıları ise bu risklerin, korkuların Avrupalılar için de yersiz
olmadığını kanıtlamıştır. Örneğin, 40 milyon nüfusu bulunan Đspanya’da, beş yüz bini
Müslüman olmak üzere yaklaşık bir buçuk milyon göçmen bulunmaktadır. Bununla
birlikte 11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terör saldırılarından önce
Đspanya’yı pek çok AB ülkesinden ayıran önemli bir fark bulunmaktaydı. Bu fark, AB
içerisinde Đspanya’nın hoşgörüsü en yüksek toplumlardan birisi olmasıydı. Ancak,
terörist saldırılarının ardından pek çok Avrupa ülkesinde görülen “Đslam=terör” anlayışı
Đspanya’da da bundan sonra görülmeye başlanmıştır.51
Bu bağlamda Amerika, Đspanya ve Đngiltere’deki terörist saldırılar sonrasında
Avrupa’da, Müslümanların ve Đslam’ın varlığını Batılı değerlerin geleceği açısından bir
tehdit olarak algılayanların nüfuz alanları giderek genişlemektedir. Özellikle son
48
Nicholas Hudson, “ ‘Hottentots’ and the Evolution of European Racism”, Journal of
European Studies, Vol. 34, No:4, 2004, ss. 308 – 332.
49
Fatma Yılmaz, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik
Araştırmalar Kurumu (USAK), 2008, s. 5.
50
Edward Marks, “Terorism in Context: From Tactical to Strategic”, Mediterranean Quarterly,
Vol. 17, No., 4, 2006, ss. 46 – 59.
51
Javier Jordan ve Nicola Horsburgh, “Spain and Islamist Terrorism: Analysis of the Threat and
Response 1995 – 2005”, Mediterranean Politics, Vol. 11, No. 2, July 2006, s. 209 - 229.
12
ERHAN AKDEMĐR
yıllarda küresel düzeyde artan terör ve tedhiş olaylarını Đslam’la ilişkilendiren bazı
Avrupalı kesimler ise bunu siyasi bir propaganda aracı olarak kullanmaktadırlar.
Bununla birlikte terörist saldırıların ardından Avrupa’da, başta Müslümanlara
olmak üzere, göçmenlere ve yabancılara yönelik baskıcı tutumların, ayrımcılığın,
ırkçılığın hatta sözlü veya fiziksel saldırıların da olduğu gözlemlenmektedir. Aslına
bakılırsa bu noktada Avrupa, Đslam ve terör kavramlarını yan yana olarak ilk defa
kullanmamıştır. Ortadoğu’daki her kriz, kıtada bir şiddet patlamasından endişe
edilmesine yol açmıştır. Bu bağlamda özellikle 1979 yılındaki Đran Devriminin Batı
üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Đran Devrimi esnasında rehine krizlerinin
yaşanması, elçiliklere yönelik saldırıların gerçekleştirilmesi, devrim ihracına yönelik
eylemler ve terörizme destek gibi olaylar Đran Devrimini Batı’nın güvenliği için bir
tehdit unsuruna dönüştürmüştür52. 1991’deki Körfez Savaşı, 1993’de Dünya Ticaret
Merkezi’nin bombalanması, 1994’de Cezayirli aşırı dincilerin Air France uçağını
kaçırmaları, 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan elçiliklerinin El – Kaide
tarafından bombalanması, Eylül 2000’de Đkinci Đntifada ve son sekiz yılda Afganistan
ve Irak’ta yaşananlar da bu noktada oldukça önemli gelişmelerdir. Kaldı ki, günümüzde
de halen Lübnan, Filistin, Đran ve Irak’ta hüküm süren anlaşmazlıklar, AB ile Müslüman
dünya arasındaki gerilimi artırmakta ve Müslümanların Avrupa ile bütünleşmesine
darbe vurmaktadır.
11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terörist saldırıları ise
Müslümanların ve Đslam’ın durumunu bariz bir şekilde kötüleştirmiştir.53 Madrid ve
Londra’da gerçekleştirilen terör saldırıları ile Avrupa’nın küresel terörizm gerçeği ile
doğrudan tanışması, bu süreci yabancılar aleyhine çevirerek yabancı grupları korku ve
endişenin odak noktası durumuna getirmiştir.
Bu terörist saldırıların ardından Batı’da yaşanan gelişmeler dikkate alındığında,
Đslami varlığın bazı Batılı devletler tarafından Batılı yaşam tarzına karşı bir tehdit
şeklinde algılandığı görülmektedir. Bazı AB üyesi ülkelerce Đslami köktendincilik,
Batı’daki yabancı düşmanı, ırkçı ve şiddet eğilimli davranışların kaynağı olarak
resmedilmektedir. Danimarka’da aşırı sağ parti DFP (Danimarka Halk Partisi)’nin
terörist saldırılar sonrasında, Đslam’ı terörle bağdaştıran zihniyete dayanarak, bütün
Müslümanların acilen sınır dışı edilmelerini savunması, Belçika’da aşırı sağ ayrılıkçı –
milliyetçi VB (Vlaams Blok)’nin etnik topluluğun varlığına yönelik en ciddi tehdit
kaynağı olarak göçmenleri hedef göstermesi ve özellikle Müslümanları değer sistemleri
ve yaşam biçimleriyle Batı uygarlığıyla bağdaşması imkânsız yabancılar olarak
tanımlaması bu noktadaki en somut örneklerdir54.
52
John L. Esposito ve James P. Piscatori, “The Global Impact of the Iranian Revolution: A
Policy Perspective”, The Iranian Revolution: Its Global Impact?, John L. Esposito (der.),
Miami, Florida Intertanional University Pres, 1990, ss. 317 – 328.
53
Jeffrey Haynes, “Religion and International Relations after ‘9/11’”, Democratization, Vol. 12
No. 3, Jun2005, s. 398-413.
54
Hasan Saim Vural, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, s.
254.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
13
Bu noktada bir başka önemli örnek ise Đsveç medyasına aittir. Đsveç gazetelerinden
Dagens-Nyheter, 2003 yılında yayınladığı yazılarında, Đslam dini ve Müslüman
kültürünü Đsveç toplumu ve birliğine bir tehdit olarak göstermiştir.55 2006 yılında
yapılan bir araştırmaya göre de, Đngilizlerin yarıdan fazlası Đslam’ın Batı için bir tehdit
oluşturduğuna inanmaktadır. The Daily Telegraph gazetesinin tespitine göre,
Đngilizlerin yüzde 53’ü Đslam dinini liberal Batı demokrasisi için tehdit olarak
görmektedir. Yapılan araştırmaya göre; giderek artan sayıda kişi Đngiltere'nin bir
Müslüman sorunuyla karşı karşıya olduğunu düşünmektedir. Đngiliz Müslümanların
büyük çoğunluğunun ülkeye sadakat duygusu taşımadığını, bir terör eylemine göz
yumabileceğini, hatta eylemi bizzat gerçekleştireceğini düşünenlerin oranı 2007’de
yüzde 10 iken,
2008’de yüzde 18 seviyesine çıkmıştır. Pratikte tüm Đngiliz
Müslümanların barışçıl, yasalara uyan ve terör eylemleri karşısında diğer herkes gibi
üzülen kişiler olduğuna inanlar ise yüzde 23'ten yüzde 16'ya düşmüştür. 2001 yılında
radikal Đslamcıları ayrı tutarak, Đslam'ın kendisini bir tehdit olarak görenlerin oranı
yüzde 32 iken şimdi bu oran yüzde 53'e tırmanmış durumdadır.56
Bu durumun yanı sıra, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında dini değerlerin
yükseliş kaydetmesi ya da kimi Avrupalılarca bunun şiddet eğilimli davranışların
kaynağı olarak resmedilmesi, yoksulluk, işsizlik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dışlanma,
siyasal temsildeki kısıtlamalar ve asimilasyon tehdidi gibi çeşitli yapısal sorunların
sonucu olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede, toplumlar, kendi varlıklarını ve
güvenliklerini tehdit alında hissettiklerinde, korkunun nedeni olduğunu düşündükleri
unsurlara karşı kendiliğinden bir tepki geliştirirler. Bu tepki çoğu zaman, toplumsal
türdeşliği bozan “öteki” gruplara karşı geliştirilir. Batıda bu tepkinin adresi yabancılar,
göçmenler, Müslümanlar ve diğer azınlıklardır. Ötekine, yabancıya, göçmene, azınlığa,
Đslam’a, “biz”den olmayana karşı duyulan bu korku, kendiliğinden bir toplumsal refleks
olarak ortaya çıksa bile, sürekliliği başka unsurlarca sağlanmaktadır. Örneğin Fransa’da
Ulusal Cephe Partisi’nin lideri olan Jean Marie Le Pen, siyasi söylemlerinde, Fransa’nın
geleneksel olarak Katolik bir ülke olduğunu vurgulamaktadır. Le Pen’e göre ise
Müslümanlar, yani göçmenler “hakiki Fransızların” ellerinden işlerini alan yabancı
işgalcilerdir. Bu çerçevede kendisinin yüksek işsizlik oranlarına bulduğu çözüm ise,
Müslüman yabancıların ülkeden gönderilmesidir.57 Bu bağlamda Le Pen örneğinden de
yola çıkarak tekrarlamak gerekirse kimi AB üyesi ülkelerin kimi siyasetçilerinin bakış
açısına göre göçmenler, Müslümanlar, Pakistanlılar, Türkler, Cezayirliler, Faslılar ve
diğerleri potansiyel suçlular olarak algılanmaktadırlar.
55
Göran Larsson, “The Impact of Global Conflicts on Local Contexts: Muslims in Sweden after
9/11 – the Rise of Islamophobia, or New Possibilities?”, Islam and Christian – Muslim
Relations, Vol. 16, No. 1, January 2005, s. 37 – 38.
56
<http://www.abhaber.com/haber.php?id=12984>
57
Laurence Michalak ve Agha Saeed, “Anakarasal Ayrışım: Fransa ve Amerika Birleşik
Devletleri’nde Đslam ve Müslüman Kimlikler”, Müslüman Avrupa ya da Avro-Đslâm, Nezar
Alsayyad ve Manuel Castells (der.), çev. Zehra Savan, Đstanbul, Everest Yayınları, 2004, s.221 –
247.
14
ERHAN AKDEMĐR
Aşırı sağcı Hollandalı bir siyasetçi olan Geert Wilders ise bu aşamada oldukça
önemli bir diğer örnektir. Müslümanlara karşı nefret ve ayrımcılığı teşvik etmekle
ünlenen Wilders, çektiği Fitne adlı filmde, Kuran'ı "faşist bir kitap" diye
nitelendirmiştir. Filmde Đslam, Naziliğe benzetilmekte ve Kuran'daki "nefret dolu
ifadelerin" yırtılıp atılması çağrısı yapılmaktadır. Siyasi söylemlerde Đslam karşıtlığına
verebileceğimiz bir diğer örnekte Avusturya’ya aittir. Avusturya’da 20 Ocak 2008
tarihinde Graz’da gerçekleştirilen yerel seçimler öncesinde aşırı sağcı parti Avusturya
Özgürlük Partisi adaylarından Susanne Winter'in yaptığı açıklamalar Đslam karşıtlığının
ne derecede olduğunu gözler önüne sermektedir. Winter, yaklaşık 3 bin kişilik bir
seçmen grubuna hitaben yaptığı konuşmada, Graz’ın “Müslüman göçmenlerin
oluşturduğu tsunamiye” maruz kaldığını söyleyerek Đslam’ın Akdeniz’in öte tarafına ait
olduğunu savunmuştur. Winter, Hz. Muhammed’in, Kuran’ı sara nöbetleri sırasında
yazan bir komutan olduğunu da ileri sürmüştür. Avusturya Özgürlük Partisi lideri
Strache de, bu tür söylemleri kullanmaktadır. Avusturya Özgürlük Partisi lideri Strache
yerel seçim öncesi yaptığı konuşmada şöyle demektedir: “Eğer Hıristiyanlığı güvence
altına almak istiyorsanız, Avrupa’nın Müslümanlaşmasını istemiyorsanız, o zaman
özgürlüğü seçmek zorundasınız, Sevgili Avusturyalılar, zira sadece biz size bu
güvenceyi vermeye hazırız.”
Her ne kadar Avrupa'daki Müslümanların ekseriyeti yaşadıkları ülke
vatandaşlığına geçmiş olsalar da yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü gibi kimi
Avrupa ülkelerinde bu insanlar bulundukları toplumun içinde "öteki" olarak görülmekte
ve "içerdeki tehdit ve düşman" olarak algılanmaktadırlar58. Bu algılamanın neden
olduğu ve kayıt altına alınan ırkçı şiddet ve suçların oranları da bu noktada karşımıza
somut örnekler olarak çıkmaktadır. Irkçı şiddet ve suçları kayıt altına alan resmi veriler,
2000’li yılların başından bu yana AB üyesi ülkelerde yaşanan ırkçı eğilimi ortaya
koymaktadır. 2000 – 2005 yılları arasında ırkçı saldırı ve suçlar bakımından
Danimarka’da % 70.9, Fransa’da % 34.3, Đrlanda’da % 21.2, Slovakya’da % 43.1,
Finlandiya’da % 8.4 ve Đngiltere’de % 4.2 oranlarında artışlar kaydedilmiştir59.
Amerika’daki ve Avrupa’daki terör olaylarından sonra AB’deki aşırı sağcılar
tarafından "içerdeki tehdit ve düşman" olarak algılanmaya başlayan Müslümanlar artık
aynı çevreler tarafından Avrupa'da bir güvenlik sorunu olarak da görülmeye
başlanmıştır. Bu açıdan Avrupa için güvenlik konusunu merkezi bir konuma getiren en
önemli etken, Avrupa’nın kendi güvenliğini temelde kimliğe ilişkin bir düzlemde ele
almasındandır.60
Avrupa'da Müslümanların "içerdeki tehdit" olarak algılanması ise, AB’nin Aralık
2001'de terörle mücadeleye yönelik önlemler kapsamında 'Common Positions and
58
Liz Fekete, “Anti-Muslim Racism and the European Security State”, Race and Class, Vol. 46,
No. 1, 2004, ss. 3-29.
59
“Trends and Developments 1997 – 2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination
and Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental
Rights, 2007, s. 39.
60
Timothy M. Savage, “Europe and Islam: Crescent Waxing, Cultures Clashing”, The
Washington Quarterly, Vol. 27, No. 3, 2004, ss. 25 – 50.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
15
Framework'61 adlı belgeyi kabul etmesine neden olmuştur. Üye ülkeler de bunu kendi
yasalarına yansıtmışlardır. AB’nin terörle mücadele önlemleri kapsamındaki bir diğer
çalışması da 2007 yılının ilk altı ayında AB Dönem Başkanlığını yürüten Almanya'nın
katkılarıyla gerçekleşmiştir. Çalışma, AB Polis Teşkilatı Europol bünyesinde ”Check
the Web” adını taşıyan bir internet izleme merkezi oluşturulması fikrine dayanmaktadır.
Bu merkez sürekli olarak sanal ortamda terörizm ve radikal Đslamcılarla ilgili internet
sayfalarını, forumları ve sohbet odalarını izleyerek yeni üyelerin kazanılması
çabalarından ve olası saldırı hazırlıklarından zamanında haberdar olabilmeyi
hedeflemektedir62. Keza Almanya kendi ülkesinde de Anayasayı Koruma Teşkilatı,
Federal Emniyet Teşkilatı, Askeri Đstihbarat Teşkilatı, Alman Dış Đstihbarat Teşkilatı ve
Federal Savcılık’ın katılımı ile bu merkeze çok benzer ortak bir internet izleme merkezi
oluşturmuştur.
Bu düzenlemeler sonucunda bazı Avrupa ülkeleri ABD’nin 11 Eylül sonrası
geliştirdiği ‘Homeland Security’63 modeli benzeri istihbarat birimleri64 oluşturarak
"içerdeki yabacı düşmanları" dini profil kullanarak fişlemeye başlamıştır. Đngiltere,
Danimarka ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit
oluşturdukları gerekçesiyle fişlenmişlerdir65. Fişleme kapsamı daha sonra daha da
genişletilmiş ve Müslüman iş adamları, sivil toplum kuruluşları, dernekler ve bunların
mensupları da dalga dalga yayılan Đslamofobi66 neticesinde fişlenerek izlenmeye
alınmışlardır.67 Fransız araştırmacı Giles Kepel, “The War for Muslim Minds: Islam and
the West” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi, artık radikal grupların Filistin, Irak ve
Afganistan'da değil Paris, Londra, Berlin ve Amsterdam varoşlarında taraftar edinmeye
çalıştıklarını iddia etmesi68 Avrupalıların kaygılarını pekiştirmiş ve Müslümanları bir
güvenlik tehdidi olarak görenlerin sayısını artırmıştır.
Bu çerçevede giderek büyüyen Đslâmofobi aslında, Müslüman ordularının Avrupa
kapılarına dayandığı 8. yüzyıldan beri Avrupa'da rastlanan bir olgudur. Zaman içinde
61
Council Common Position on 27 December 2001 on the Application of Specific Measures
to Combat Terrorism ( 2001 / 931 / CFSP).
62
<http://www.statewatch.org/news/2007/may/eu-check-the-web-8457-rev2-07.pdf>
63
ABD’de gerçekleştirilen saldırılar sırasında devletin güvenlik mekanizmaları arasında yeterli
eşgüdüm sağlanamadığını gören ABD yönetimi, doğrudan Beyaz Saray’a bağlı olarak görev
yapan Đç Güvenlik Bakanlığı’nı (Department of Homeland Security) kurdu. Bakanlık ilk olarak
yeni bir ulusal güvenlik stratejisi oluşturmakla görevlendirildi ve 2002’de strateji belgesi
yayımlandı. Belgede, ABD’nin terörizme karşı zafiyetlerinin belirlenerek giderilmesi, terörist
saldırıların önlenmesi ve saldırı sonrası atılacak adımlara yönelik hedeflere yer verildi.
64
Đngiltere Dışişleri Bakanı Jacqui Smith Đngiltere’nin terörizmle mücadelede izlediği stratejiyi
"önlem alma" temeli üzerine kurduklarını belirterek, bu çerçevede yerel kuruluşlar, sivil toplum
örgütleri ve dini cemaatlerle işbirliğine önem verdiklerini kaydetmektedir.
65
Talip Kücükcan, “AB’de Müslümanlar ve Đslamofobi”, Radikal Gazetesi, 11.06.2007
66
Đslamofobi, “Đslam korkusu” anlamına gelmektedir. Terim olarak Đslam’dan korkma, çekinme
içgüdüsü anlamına gelir.
67
<http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32001E0930:EN: HTML>,
(5 Ocak 2007).
68
Gilles Kepel, War for Muslim Minds: Islam and the West, Harvard, Harvard University
Pres, 2004.
16
ERHAN AKDEMĐR
değişik çehrelere bürünse de Haçlılar döneminde görülen Đslâm düşmanlığı ile Đspanya
kıyımlarında görülen Đslâm ve Yahudi düşmanlığı, Osmanlı'nın genişleme döneminde
görülen Đslâm düşmanlığı ve sömürgecilik döneminde görülen Đslâm düşmanlığı
arasında belirgin benzerlikler vardır. 1960'lardan sonra Avrupa'da yeni çehresini
gösteren Đslâmofobi de benzer özellikler taşımaktadır.
Kavram olarak Đslamofobi ise 1997 yılında ortaya çıkmıştır. Bir Đngiliz düşünce
kuruluşu olan Runnymede Trust 1997’de yayımladığı bir raporunda Müslümanların
yaşadığı zorlukları ifade etmek için bu kavramı ilk olarak ortaya atmıştır. Islamophobia:
A Challenge for Us All (Đslamofobi: Hepimiz Đçin Bir Meydan Okuma) adlı rapor, bu
düşünce kuruluşunun dinsel önyargının nedenlerini ve sonuçlarını ortaya koymak için
oluşturduğu bir komisyon tarafından kaleme alınmıştır. Rapor genel olarak Đslam dini
ile ilgili genel tartışmalarda ve Müslümanların karşı karşıya olduğu sorunlarda Đslam
karşıtı bir önyargının hakim olduğunu ve bu önyargının iş ve okul alanında
Müslümanlara yönelik ayrımcılık yapılmasını, onlardan nefret edilmesini ve onların
medyada ve günlük yaşamda yanlış karakterize edilmelerini körüklediğini ifade
etmektedir69.
11 Eylül terör saldırılarından sonra ekonomik güdülerin hâkim olduğu dışlama
kültürel bir çehreye dönüşmeye başlamış, Đslamiyet ve Müslümanlar Avrupa için en
ciddi tehdit olarak belirmiştir. Ekonomik kaygılarla Avrupalıların keyfini kaçıran
Müslümanların kültürel özellikleri iyice dikkat çekmeye ve tepki toplamaya başlamıştır.
Ekonomik dışlama kültürel dışlamayla örtüşür duruma gelmiştir. Artan terör olaylarına
paralel olarak Avrupa çapında bir Đslamiyet korkusu ve düşmanlığı baş göstermiştir.70
AB ile Đslam arasında net bir güvensizlik ve yanlış algılama, anlama ve anlaşılma söz
konusu olmuştur. Hatta bazı kesimler, Dünya üzerinde 11 Eylülden bu yana Müslüman
ve Đslam karşıtlığının plânlı bir biçimde sürdürüldüğünü de savunmuşlardır.71
New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarından sonra Müslümanlara yönelik
dışlamanın içeriği kültürel unsurların baskın olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Saldırılar
Avrupa’da, Avrupa halklarının tamamında olmasa bile önemli bir kısmında, zaten var
olan, tarihin derinliklerinden gelen Đslam’a ve Müslümanlara yönelik kaygıları gün
yüzüne çıkarmıştır.72 Bu durum ayrıca Avrupa’da yaşayan Müslümanlarda da ciddi bir
endişeye neden olmuştur.73 Avrupa kamuoyunda Đslamiyet’e yönelik korku ve
kuşkuların artmasıyla yabancı işçi, göçmen ve sığınmacı kavramları beraber anılmaya,
Avrupa’daki yerleşik Müslümanlar potansiyel birer terör militanı olarak algılanmaya
69
Islamophobia: A Challenge for Us All, Runnymede Trust, Londra, 1997.
F.H. Burak Erdenir, Avrupa Kimliği: Pan- Milliyetçilikten Post-Milliyetçiliğe, Ankara, Ümit
Yayıncılık, 2005, s.76.
71
H. Bülent Olcay “Anti – Semitizm Hortluyor mu?”, 2023 Dergisi, Sayı: 38, 15 Haziran 2004,
s.55.
72
Meyda Yeğenoğlu, “ Avrupa Kimliğinin Đdeolojik Arkaplanı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi
Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s.89.
73
Walter Laquer, No End to War: Terrorism in the Twenty-First Century, New York,
Continuum, 2003, s. 176.
70
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
17
başlamışlardır74. Müslümanlara yönelik düşmanlık, Avrupa çapında bir Đslamiyet
korkusu ve düşmanlığı (Đslamfobia) üretmiştir. Daha önceleri yasadışı göçlerin
doğurduğu ekonomik kaygılarla75 Avrupalıların canını sıkan Müslümanların artık
kültürel özellikleri ve simgeleri hedef olmaya başlamıştır.
Halk düzeyinde, son birkaç yılda Almanya, Fransa, Polonya, Macaristan ve başka
yerlerde ölümcül anti-semitizm patlamalarına ve yine Almanya, Đtalya, Fransa ve Çek
Cumhuriyeti’ndeki Türk, Arnavut ve diğer göçmen veya konuk işçilere yönelik çok
daha şiddetli bir nefrete tanık olunmaktadır.76 Müslümanların hedef oldukları bu açık
düşmanlık, onların fiziki şiddete maruz kalmalarına kadar gidebilen bir olgu haline
gelmiştir. Bu da Đslam’a karşı bir tür nefretin ifadesi olarak algılanmaktadır.77 Yaşanan
bu gelişmeler ise Avrupa sağının güç kazanmasını ve Müslümanlara yönelik tehlikeli
bir sürecin başlamasını da tetiklemiştir. 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de ve 7
Temmuz 2005 tarihinde Londra’da meydana gelen olaylar Avrupa yönetimi ve
kamuoyu üzerinde de derin izler bırakmış, Avrupa’nın terör örgütlerine karşı çok daha
sert ve tutarlı tedbirler almasını sağlamıştır.
Modern toplumlarda medyanın gücü ve etkisi göz ardı edilemeyecek kadar
büyüktür. Bu açıdan ABD ve Avrupa’da yaşanan terör olaylarından sonra kimi Avrupa
medyasının Đslam hakkında yaptığı yayınların da Avrupa genelinde Đslam’a karşı büyük
bir önyargının oluşmasında oynadığı rolün gözden kaçırılmaması gerekir. Bu olaylardan
sonra Đslâm, kimi Batı medyasında sıklıkla yer almaya başlamış ve güncel söylemlerde
Müslümanlar bir “tehlike” ve “tehdit” olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bu noktada bir
diğer önemli tespit, Đslam ile ilgili haberlerde kullanılan olumsuz terminolojidir. “Đlkel”,
“köktendinci”, “otoriter”, “saldırgan”, “geri kalmış” gibi sıfatlar Đslâm kelimesinden
önce veya sonra sıklıkla kullanılır olmuştur. Bu noktada Almanya’da Erfurt Üniversitesi
tarafından yapılan araştırma oldukça önemlidir. Erfurt Üniversitesi tarafından yapılan
araştırmada, iki Alman devlet televizyonunun (ARD ve ZDF) Đslami haberleri
incelenmiştir. Araştırmada Đslam’ın hangi konular çerçevesinde haberlerde yer aldığı
analiz edilerek, bir buçuk yıl boyunca (2005 yılının ortasından 2006 yılı sonuna kadar)
iki televizyon kanalının haberleri takip edilmiştir. Sonuç olarak Đslam’ın en çok
terörizm ve aşırı dincilik konuları çerçevesinde habere konu olduğu ortaya çıkmıştır (%
23). Bunun dışında kalan Đslami haberleri şu konu başlıkları içerisinde yer almaktadır :
Uluslararası çatışmalar: % 16
Müslüman göçmenlerin uyum sorunu: % 15
Dini hoşgörüsüzlük: % 10
74
Leiken, op.cit.
Anthony Celso, “The Tragedy of Al-Endalus: The Madrid Terror Attacks and the Islamization
of Spanish Politics”, Mediterranean Quarterly, Vol. 16, No.3, 2005, ss. 86 – 101.
76
Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü, Đstanbul,
Everest Yayınları, 2002, s. 46 - 47.
77
Turhan Ilgaz, Avrupa’da Laiklik, Demokrasi ve Đslam Tartışmaları: Fransa’da Laisitenin
Uygulanışına Đlişkin Stasi Raporu, Ankara, Paragraf Yayınevi, 2005, s. 91.
75
18
ERHAN AKDEMĐR
Köktendincilik: % 7.5
Müslüman kadının ezilmesi: % 4.5
Đnsan hakları ihlalleri ve demokrasi: % 3.7
Bununla birlikte yapılan haberlerin içerikleri dışında, kullanılan haber başlıkları da
Đslam’la terörizmi birlikte anan öğeler taşımaktadır; “Tehlikeli Đslamcılar” veya
“Teröristler Komşumuz” gibi.78
Bazı Avrupa medyasında Müslümanlarla ilgili yapılan haberlerde ayrıca,
birbirinden farklı olmayan bir insanlar topluluğu resmi yaratılmıştır. Tüm dünyadaki
Müslümanları homojen bir toplulukmuş gibi gösterme eğilimleri takip edilmiştir.79 Bazı
Batı medyasında görülen bir başka yanlış eğilim de demokrasinin, düşünce
özgürlüğünün ve dinsel hoşgörünün sadece Batı toplumlarına ait özellikler olarak
gösterilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak da, Batı dışında kalan toplumların, özellikle
Đslâm ülkelerinin bu özelliklerin tam karşıtının savunucuları olarak resmedilmeleridir.
Ayrıca bazı Avrupa medyasının, özellikle birliğin genişlemesi ile birlikte, ekonomik
göçü olumsuz olarak yansıtması da kamuoyunda Müslüman işsizlere ve çalışanlara
yönelik düşmanlığın artmasına da neden olmuştur.80
Bu aşamada aşağıda verilen araştırma sonuçları konuyu daha net anlamamıza
yardımcı olacaktır.
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Đzleme Merkezi tarafından hazırlanan
2002 raporunda, Eylül 2001 sonrasında Müslüman yurttaş ve göçmenlere fiili saldırı ve
sözlü tacizlerin arttığı, saldırıların özellikle camileri ve başı örtülü kadınları hedef aldığı
bildirilmiştir. Birmingham Üniversitesi'nden Chris Allen ve Jorgen Nielsen tarafından
hazırlanan ve 2002 Mayıs'ında yayımlanan rapor, o zaman AB üyesi olan on beş ülkede
yapılan çalışmada ülkeler arasında minimum düzeyde farklılıklar görülmekle birlikte
tamamında Đslâm ve Müslümanlara yönelik saldırıların artmakta olduğunu gösteriyordu.
Allen ve Nielsen'in bulgularına göre saldırılar temelde sözlü düzeyde kalıyor ve bunlar
bütün Müslümanların terörist saldırılardan sorumlu tutulması, Müslüman çocuklara
'Usame' diye hakaret edilmesi, ki burada Đngiltere'de veliaht Prens Charles'ın oğlu Prens
Harry’nin, 2006 yılında çekilen videoda aynı bölükte görev yaptığı Pakistanlı asker
arkadaşı Ahmed Rıza Han’dan "Paki"81 diye söz etmesini de hatırlamak gerekiyor82,
seviyesinden başlayıp Müslüman kadınların başörtülerinin zorla çıkartılmasına ve
nihayet fiziki şiddete kadar varıyordu. Basın üzerinde de çalışma yapan ikili, 11 Eylül
78
Çarhoğlu, op.cit., s.210 - 211.
Nebi Miş ve Murat Yeşiltaş, “Kültürel Kimliklerin Güvensizliği: Avrupa Birliği ve
Medeniyetler Çatışmasını Yeniden Düşünmek”, Küreselleşen Dünyada Avrupa Birliği, Rasim
Özgür Dönmez ve Gökhan Telatar (der.), Ankara, Phoenix Yayınevi, 2008, s. 327.
80
Çarhoğlu, op.cit., s.210.
81
Hindistan ve Pakistanlılar için kullanılan ‘Paki’ sözcüğü, ırkçı ve aşağılayıcı bir sıfat olarak
değerlendiriliyor.
82
Prens Harry'nin Sandhurst askeri kolejindeki bir arkadaşından "Paki" diye söz ettiğini gösteren
video News of the World gazetesinin sayfalarına haber olarak taşındı ve video da internet
sayfasında yayımlandı.
79
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
19
saldırıları sonrasında basının "aşırılarla" genel Müslüman toplum arasında bir ayrım
gözetme gayreti göstermesine karşılık bu gayretin zamanla yok olduğu ve Müslümanları
aşağılayan, Müslümanlarla dalga geçen ve ön yargılar oluşturan makale ve
karikatürlerin görülür düzeyde artmış olduğunu kaydetmiştir. Çalışma, siyasetçilerin ve
toplum önderlerinin de Müslüman karşıtı söyleme kaydıklarını ve Đtalya ve
Danimarka'da özellikle aşırıya gidildiğini tespit etmiştir.83
Aynı merkezin Aralık 2006 tarihinde açıkladığı "Avrupa Birliği'nde MüslümanlarAyrımcılık ve Đslamofobi" başlıklı araştırmasında da, "eldeki verilerin Avrupalı
Müslümanların çoğunun genellikle kötü barınma koşullarında yaşadıkları, eğitimdeki
başarılarının ortalamanın altında ve işsizlik oranlarının ortalamanın üstünde olduğunu
gösterdiği" belirtilmiştir. Raporda Đslamfobia'nin kaynağı olarak yabancı düşmanlığı ile
ayrımcılığın tüm Müslümanları 'terörist' görme genellemesinin birleşmesi olarak
gösterilmektedir. AB içerisinde en kalabalık Müslüman nüfusa sahip Fransa'da Fransız
ismi taşıyanların bir iş görüşmesine çağrılma şansının, isimleri Müslümanlığı
çağrıştıranlardan beş kat fazla olduğunun altı çiziliyor. Müslümanların, Avrupa
ülkelerinde doğmuş ve büyümüş olsalar dahi başta eğitim, çalışma hayatı ve mülk
edinme alanlarında olmak üzere büyük ayrımcılığa maruz bırakılması raporun dikkat
çektiği bir başka konudur.84
Avrupa Polis Teşkilatı (EUROPOL) tarafından 2004 yılında yayınlanan KarşıTerör Birim Faaliyetleri Özet Değerlendirmesi’nde, 2000’li yılların Avrupa açısından
esas tehdidinin Đslami terörizm olduğuna dikkat çekilmiştir. 85
Bir diğer önemli araştırma da 2005 yılında Đnsan Hakları için Uluslararası Helsinki
Federasyonu (IHF) tarafından hazırlanan rapordur. Đnsan Hakları için Uluslararası
Helsinki Federasyonu tarafından hazırlanan raporda, 11 Avrupa Birliği ülkesinde, 11
Eylül 2001'den bu yana yaşananlar incelenmiştir. IHF Başkanı Aaron Rhodes'a göre
terörle mücadele kapsamında atılan bazı adımlar Müslümanlara ayrımcılık yapılması
eğilimlerini güçlendirmiştir. Raporda, Müslüman azınlıkların artan şekilde güvensizlik
ve düşmanca tavırlarla karşılaşıyor olmalarına dikkat çekilmiştir. Almanların yüzde
80'nin "Đslam" kelimesini "terör" ile birlikte düşünüyor olmasına değinilen raporda,
basında Müslümanların 'aramızdaki düşman' olarak görülmesine yol açan taraflı
haberlerin yer alması da eleştirilmektedir.86
Bu aşamada değinilmesi gereken önemli araştırmalardan bir diğeri de ABD’nin
önemli düşünce kuruluşlarından biri olan German Marshall Fund (GMF)’a aittir.
German Marshall Fund, son beş yıldır “Transatlantik Eğilimler” adı altında kamuoyu
araştırmaları gerçekleştirmektedir. Söz konusu kamuoyu araştırmasının 2006 yılı
sonuçlarına göre, Avrupalıların % 66’sı (2005 yılında bu oran % 58) uluslararası
terörizmi “son derece önemli” bir tehdit olarak kabul etmektedirler. Đslami köktencilik
83
European Monitoring Center on Racism and Xenophobia, 2002, s.34.
<http://eumc.europa.eu/eumc/material/pub/muslim/MR_1706-TR.pdf> , (25.03.2009)
85
Ovalı, op. cit., s. 90.
86
Avrupa'da Müslümanlara Hoşgörüsüzlük Artışta,
<http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/03/printable/050307_muslims_eu.shtml>
84
20
ERHAN AKDEMĐR
ise Avrupa’da % 52 oranında (2005 yılında bu oran % 45) “son derece önemli” tehdit
olarak görülmüştür. Geçen yıla nazaran Avrupa’daki en büyük artışlar terör olayları ile
karşılaşan ülkelerde olmuştur. Ayrıca, Avrupalıların % 56’sı Đslami değerlerin
demokrasi ile uyuşmadığını düşünmektedirler.
Bu konuda AB’ye yeni üye ülkelerde olumsuz bakış açısı yüksektir. Örneğin,
Slovakya ve Romanya’da Đslami değerlerin demokrasi ile uyuştuğunu düşünenlerin
oranı % 8 ve 9 dur. Terörizm ve Đslami köktencilik korkusunun etkisiyle Avrupalıların
% 76’sı ülkelerindeki göçmen sayısının çokluğunun önemli bir tehdit oluşturduğu
hususunda görüş birliği içindedirler. Avrupa’da göç olgusunu “son derece önemli bir
tehdit” olarak gören ülkelerin başında % 49 ile Đspanya, % 42 ile Đngiltere ve % 41 ile
Portekiz gelmektedir. Avrupalıların % 56’sı Đslami değerlerle demokrasi değerlerinin
bağdaşabileceğine inanmamaktadırlar. Bununla birlikte çoğunluk, sorunun belirli Đslami
gruplardan kaynaklandığı, genel olarak Đslamiyet’ten kaynaklanmadığı konusunda fikir
birliği içindedirler.87
Đngiltere’de Đslam korkusu Londra bombalamalarının ardından oldukça yaygın
şekilde görülmeye başlanmıştır88. Hatta Đslam korkusu 7 Temmuz 2005’de yaşanan
terör olayından öncede Đngiltere’de yaygın şekilde görülmekteydi89. Londra’daki
saldırılar ise var olan bu algının yaygınlığını katlayarak artırmıştır. Đngiliz The Guardian
gazetesi tarafından Mart 2005’te yapılan anket ise bu noktada oldukça önemlidir. 7
Temmuz terör saldırılarından üç ay önce gerçekleştirilen araştırmada Đngiltere’de
yaşayan Müslümanların % 63’ü, Müslüman olmayanlar tarafından ırkçı ve Đslam karşıtı
davranışlara maruz bırakıldıkları kaydedilmiştir. Günümüz itibariyle de aynı kaygıların
taşındığı Đngiltere’de politikacılar yükselişe geçen Đslamofobi’nin önünü kesmeye
çalışırlarken ülkede yaşayan Müslümanlarsa önyargılardan ve sosyal adaletsizlikten
şikâyetçidirler.90
AB üyesi ülke olan Hollanda’da da terörist saldırılar sonrası Müslümanlara
yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştır. Ülkede yaşayan Müslümanların Hollanda dili
ve kültürünü benimsemeleri yolunda acil tedbirler alınmış, iltica karşıtı sert yasal
tedbirlerin de alınmasına karar verilmiştir. Kasım 2004 tarihinde Hollandalı film
yapımcısı Theo Van Gogh’un Faslı bir göçmen tarafından öldürülmesi sonrasında
Hollanda hükümeti göçmenlere yönelik sert tedbirleri uygulamaya koymak üzere
87
Guardian July Poll,
<http://www.icmresearch.co.uk/reviews/2005/Guardian%20%20muslims%20july05/Guardian%2
0Muslims%20jul05.asp, > (10.01.2007), s.8.
88
Scott Poynting ve Victoria Mason, “ ‘Tolerance, Freedom, Jutice and Peace’?: Britain,
Australia and Anti-Muslim Racism Since 11 September 2001”, Journal of Intercultural Studies,
Vol., 27, No.4, Kasım, 2006, ss. 365 – 391.
89
Tahir Abbas, “Muslim Minorities in Britain: Integration, Multiculturalism and Radicalism in
the Post – 7/7 Period”, Journal of Intercultural Studies, Vol. 28, No.3, Ağustos 2007, ss. 287 –
300.
90
Daniel Johnson, “Allah’s England”, Commentary, Vol. 122, No.4, November 2006, s. 41-46.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
21
harekete geçmiştir91. Đspanya ve Portekiz’de de Madrid bombalamalarından sonra bu iki
ülkede Đslamiyet ve iltica konuları daha hassas ve tehlikeli konular olarak algılanmaya
başlamış ve Kuzey Afrikalı göçmenlere yönelik saldırılarda önemli artışlar olmuştur.92
Avrupa siyasi yelpazesinin sağ kesimindeki politikacılar, Müslümanları
marjinalleştirerek ve hatta onların varlığını inkâr ederek Avrupa kimliği için Hıristiyan
değerlerinin son derece önemli olduğunu ileri sürmektedirler. Radikal sağ taraftarlarının
takip ettiği bu politikaların ve kullandıkları söylemlerin en can sıkıcı tarafı ise bunların
toplumun genelinde “ötekine” karşı “yabancıya” karşı, “Türk”e karşı, “Müslüman”a
karşı yarattığı düşmancı bakış açısıdır. Avrupa Konseyi’nin Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle
Mücadele Komisyonu’nun 12 Şubat 2008 tarihinde yayınladığı rapor bu durumu
oldukça net olarak gözler önüne sermektedir. Komisyon’un Hollanda’da yaptığı
araştırmaya ilişkin yayınlanan raporunda bu ülkede artan Đslam korkusuyla birlikte, yine
bu ülkede Müslümanlara karşı ırkçı saldırıların, şiddet olaylarının ve ayrımcı
davranışların da giderek daha sık görüldüğü üzerinde durulmaktadır.
Yine bu bağlamda dikkat çeken bir başka nokta da Almanya’da Neo-Nazilerin
işlediği suçlardaki yükseliştir. Aşırı sağ ideoloji ve yabancı düşmanlığının izlerini
taşıyan suçlarda 2008 yılında son yılların rekoru kırılmıştır. Alman Parlamentosu’nda
muhalefetteki Sol Parti’nin konuyla ilgili bir önergesini yanıtlayan Federal Đçişleri
Bakanlığı 2008 yılında neonazi suçlarında ürkütücü bir artış olduğunu ve rekor
kırıldığını doğrulamıştır. Buna göre, 737’i şiddet içerikli olmak üzere 14 bin aşırı sağ
kökenli suç işlenerek kayıtlara geçmiştir. Söz konusu olaylarda, aralarında çok sayıda
Alman’ın da bulunduğu 773 kişi hastanelik olacak derecede yaralanmıştır. Bu
bağlamdaki en olumsuz yıl olarak kabul edilen ve 12 bin 240 olayın kayıtlara geçtiği
2006 yılının rekorunu kıran 2008’de Yahudi karşıtı eylemler artmasına da dikkat
çekilmektedir. En az 1090 antisemit eylem kayıtlara geçerken, bu olaylarda 36
Yahudi’nin yaralandığı belirtilmektedir93.
2008 Kültürlerarası Diyalog yılını kutlamış olan AB açısından gelinen durum da
çok iç açıcı değildir. Bunun nedeni Đslam fobisinin günümüzde artık Avrupa
bütünleşmesini de tehdit ettiği noktasındaki düşüncelerdir. Bu fobi aslında Avrupa’da
çok kültürlülüğün önündeki en büyük engeldir de. 21 Ocak 2008 tarihinde Davos
Ekonomik Forumu dolayısıyla Gallup tarafından düzenlenen ankette, Avrupalılar
arasında Đslam’ın kültürel kimliklerini tehdit ettiği yolundaki kaygıların büyüdüğü
üzerinde durulmaktadır. Đslam ve Batı arasında etkileşimin tehdit olduğunu
düşünenlerin oranı, Danimarka’da yüzde 79’a kadar yükselmektedir. Đngiltere’de
Irklararası Đlişkiler Enstitüsü’nün yayınladığı raporda bu görüşümüzü destekler
niteliktedir. 14 Mayıs 2008’de yayınlanan rapora göre Fransa, Almanya, Đngiltere ve
Norveç gibi ülkelerde 11 Eylül saldırılarından bu yana Müslüman karşıtı ırkçılığın
91
Robert S. Leiken,. “Europe's Angry Muslims”, Foreign Affairs, Vol. 84, No. 4, 2005, ss. 120
– 135.
92
Jordan ve Horsburgh, op.cit., 209 - 229.
93
Almanya'da Neo-Nazi Suçları Artıyor, <http://www.voanews.com/turkish/2009-02-19voa20.cfm> , (19.02.2009)
22
ERHAN AKDEMĐR
kurumsallaşmasında artış gözlenmektedir. Bu çerçevede rapora göre çok kültürlülüğe
engel olan, Müslüman toplulukların bütünleşmekten kaçınmaları ya da bu konuda
isteksiz davranmaları değil, AB üyesi ülkelerin bu konuda takındıkları tavırdır.94
Bu tür araştırma sonuçları göstermektedir ki, Müslümanları hedef alan şiddet
olayları Batı ülkelerinde giderek artış kaydetmektedir. Bu artış ise hoşgörüye dayanan
çokkültürlü toplum yapılarıyla övünen Avrupa ülkelerinin Đslamofobi çıkmazına
girdiklerini ortaya koymaktadır. Diğer bir bakış açısıyla, belki de Đslamofobi bazı
Avrupalılar için Müslümanlara yönelik varolan tarihsel önyargılarını ve klişelerini
kamuoyu önünde somutlaştırabilecek uygun bir ortam olarak da görünüyor olabilir. Bu
noktada din olarak Đslam’ın düşman olamayacağının, ancak dini aşırıcılığın düşman
olabileceğinin altını çizmek gerekmektedir.
Yukarıda ifade edilen araştırmalarda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen terör
eylemleri sonrasında toplumun genelinde Đslam’a karşı korkuların arttığı, Müslümanlara
karşı sözlü sataşma, aşağılama ve fiziki boyutlara ulaşan şiddetin arttığı
görülmektedir.95
New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarının ardından bugüne baktığımızda
Avrupa’da Đslamfobi’nin tezahürleri sözlü tehditlerden kişilere ve mülklere yapılan
fiziksel saldırılara kadar uzanmaktadır. Avrupalı Müslümanlara karşı yapılan
ayrımcılığın ve Đslamofobik olayların yayılımı ve niteliği hala yeterince
belgelenmemekte ve yeterince rapor edilmemektedir. Üye Devletlerin olayların rapor
edilmesini iyileştirmeleri ve ayrımcılık ile ırkçılığa karşı daha etkili olacak tedbirler
almaları elzemdir. Avrupa’nın, kıtada yaşayan Müslümanların diğer Avrupalılar ile aynı
haklardan, yaşam kalitesinden ve eşit muamele hakkından yararlanabilmelerini96
sağlamak için daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir.
Huntington’ın modeline göre Đslam ve Batı medeniyetleri arasındaki ilişki,
jeopolitik çıkar çatışmalarının ötesinde bir değerler ve tasavvur çatışmasına doğru
evrilmek zorundadır. Fukuyama`nın “tarihin sonu” tezine göre ise, Đslam dünyasının,
tarihe direnen tek medeniyet olarak “hizaya” getirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda
Avrupa, buraya kadar özetlediğimiz noktada, hem tarihsel belleğin ortaya koyduğu hem
de son dönemlerde yaşananların yeniden günyüzüne çıkarttığı Đslam algısını bırakıp,
yeni bir Đslam algısına yönelebilir mi? Hem Huntington’ın hem de Fukuyama`nın
tezlerini çürütebilir mi?
94
Đslam Fobisi Bütünleşmeye Engel,
<http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2008/05/080514_islamophobia.shtml> (22 Aralık
2008).
95
Sara Silvestri, “Islam in Europe and Turkey’s Integration to the EU”, Nanette Neuwahl ve
Haluk Kabaalioğlu (Der.), European Union and Turkey: Reflections on the Prospects for
Membership, Đstanbul, Lito Printing House, 2006, ss. 215 – 248.
96
Andrew Geddes ve Viginie Guiraudon, “Britain, France, and EU Anti-Discrimination Policy:
The Emergence of an EU Policy Paradigm”, West European Politics, Vol. 27, No. 2, Mart 2004,
ss. 334 – 353.
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
23
Bu sorunun cevabı olarak dönüp bugüne baktığımıza, Đslam-Batı ilişkileri söz
konusu olduğunda, maalesef çatışmacı modelin her geçen gün ivme ve derinlik
kazandığını görmekteyiz.
Avrupalı
olmanın
artık
sadece
Avrupa
kıtasında
yer
almakla
nitelendirilemeyeceğinin anlaşılması, kültürel çeşitliliğin ve kültürlerarasılığın giderek
önem kazandığı günümüz dünyasında bu kültürel çeşitlilikler ve kültürlerarası diyaloğa
işaret etmek çok büyük bir önem teşkil etmektedir. Đşte bu çerçevede, AB farklı
kültürler arasındaki diyalogu genişletmeli ve ilerletmelidir. Eğer AB kendi varlığını çok
daha uzun yıllara taşmak amacında ise, Birliği kapalı kapılar ardına kilitlememeli ve
dışlayıcı tutumlar içerisinde bulunmamalıdır. Bilakis, bu davranışların tam aksine, kendi
evrensel değerleri çerçevesinde öteki olarak nitelendirdiği değerlerle kendisini her
zaman yeniden oluşturmanın yollarını aramalıdır.
Dini ve etnik çeşitliliğin Avrupa'nın geleceği olduğu unutulmadan Avrupa'da
Müslümanlara yönelik gerçekçi bir entegrasyon politikası geliştirilmelidir97. Bugün asıl
mesele, karşılıklı güven eksikliğidir. Şöyle ki, Müslümanlar içinde yaşadıkları
toplumlarda kendilerinin sevilmediği ve Đslam fobisi ve ırkçılıkla karşı karşıya
bulundukları psikolojisi içindedirler. Müslümanlar bulundukları ülkelerin hükümetleri
tarafından kendilerinin denetlendiklerini düşünmektedirler. Tabii ki böyle bir
mekanizmanın varlığı da Müslümanların kendilerini toplumun sorumlu üyeleri değil,
ikinci sınıf vatandaş oldukları hissine kapılmalarına neden olmaktadır. Bu çerçevede
AB üyesi ülkelerin Müslümanlara yönelik ekonomik, etnik, kültürel ve eğitsel dışlamacı
tavırlarını sonlandırmaları gerekmektedir.
Bununla birlikte, kıtada Đslam’a yönelik yanlış algılamaların sonlanması ise, terörü
asla kabullenmemiş sivil toplum düzeyinde yapılacak çalışmalarla mümkündür. Avrupa
ülkelerinde “radikal – ılımlı, Müslüman – terörist” ayrımlarının yapılması gerekmekte
ve Müslümanların ırkçı hareketlerden korunmaları için harekete geçilmelidir. Avrupa
genelinde toplumu kin ve şiddete teşvik eden kişiler gözetim altında tutulmalı ve
gerekirse tutuklanmalıdır. Đslam düşmanlığı ve karşıtlığının engellenmesi için siyasi
liderler, medya, sivil toplum örgütleri ve uluslararası örgütlerin çaba harcaması
gerekmektedir98.
Elbette ki, değişmesi gereken tek taraf Avrupa değildir, göçmenlerin de
değişmeleri gerekmektedir. Müslümanların bu saldırıları gerçekleştirenlere veya teşvik
edenlere dur demek için özeleştiri yapma ve etkin biçimde çalışmalarına olanak
sağlayacak alanları belirlemek zorundadırlar. Terörü, şiddeti ve nefreti yayan, Avrupa
ülkelerinde yasalara ve anayasalara karşı faaliyet gösteren örgütlere karşı polisten tüm
siyasi kademelere kadar işbirliği yapmaları gerekmektedir. Bu çerçevede Đslam
Konferansı Örgütü’nden Arap Birliği’ne, devlet bazlı adımlardan sivil toplum
örgütlerinin çalışmalarına kadar ulusal ve uluslararası tüm aktörlere büyük görevler
97
Oliver Roy, “Islamic Terrorist Radicalisation in Europe”, European Islam: Challenges for
Public Policy and Society, Centre for European Policy Studies, Samır Amghar, Amel
Boubekeur, Mıchael Emerson (der.), Brüksel, 2007, ss. 52 – 60.
98
Marks, op., cit, s. 58.
24
ERHAN AKDEMĐR
düşmektedir. Bu noktada 12 - 13 Şubat 2002’de Türkiye’nin ev sahipliğinde Đstanbul'da
düzenlenen, AB ile Đslam Konferansı Örgütü (ĐKÖ) üyelerinin katıldığı ''AB-ĐKÖ Ortak
Forumu Toplantısı'' oldukça önemlidir. AB-ĐKÖ Ortak Forumu Toplantısı, AB ve ĐKÖ
dışişleri bakanlarını ilk kez buluşturması açısından da tarihi bir önem taşımıştır. Ayrıca,
ĐKÖ'nün New York ve Cenevre'nin ardından üçüncü uluslararası temsilciliğini
Brüksel'de açmaya hazırlanıyor olması99 da bu bağlamda oldukça önemli bir diğer
gelişmedir.
Bu çerçevede dile getirilmesi gereken bir diğer önemli örnekte Đspanya Başbakanı
Rodriguez Zapatero'nun 2004'da Madrid'de gerçekleştirilen terörist saldırıların ardından
ortaya attığı "Medeniyetler Đttifakı” önerisidir. Bu öneri daha sonra Birleşmiş
Milletler'in himayesinde yürütülen “Medeniyetler Đttifakı Projesi” şeklini almıştır.
Madrid’deki terör saldırıları sonrası Đslam dünyası ile Batı arasındaki önyargıların
kırılması amacıyla başlatılan “Medeniyetler Đttifakı Projesi”’ne Türkiye ve Đspanya
beraber öncülük etmektedirler. Proje 12 Kasım 2006 tarihinden itibaren aktif olarak
çalışmalarına devam etmektedir.
Günümüzde halen Almanya’dan Merkel gibi, Fransa’dan Valéry Giscard
d’Estaing, Jean-Marie Le Pen100 ve Nicolas Sarkozy gibi, Avusturya’dan FPO lideri
Strache gibi siyasi şahsiyetler Avrupa Birliği’ni bir Hıristiyan Kulübü olarak
tanımlamaktadırlar. Hatta kimi zaman solda yer alan siyasetçiler bile, zaman zaman
Hıristiyan mirasına müracaat etmektedirler101.
Özellikle bugünün Avrupa’sında kimi Avrupalılarının zihinlerinde Haçlı
Seferleri’ne ve Osmanlı Türkleriyle girişilen uzun mücadelelere dek uzanan yaygın bir
Đslamiyet ve Müslümanlar streotipi bulunması ve bu streotipin de resmi laikliği ve
günümüzdeki demokratik rejimine rağmen Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı bir
argüman olarak kullanılması102 ve bu bağlamda da yabancılara, göçmenlere ve farklı
kültüre sahip olan insanlara yönelik dışlamanın Avrupa’daki bazı siyasi partilerin
ifadelerinde somutlaşıyor olması, gerçekten kaygı verici bir durumdur. Bu durum ise
aslında, Avrupa’nın benimsediği ve özümsediği çok kültürlü düşünce anlayışına ters
düşmekte ve tüm dünyaya ihraç etmiş olduğu Rönesans idealleri ile de açıkça
çelişmektedir. Bu çerçevede, Fransız siyasetinin önemli isimlerinden ve Fransa’nın eski
Başbakanlarından olan Dominique De Villepin’in sözlerine yer vermek yerinde
olacaktır:
“Avrupa aslında bir dinsel alan değildir. Aksine o, bir değerler bütünüdür ki bu
değerlerden biri de dünyevi işlerle dinsel sorunların birbirinden ayrılması gereğini
vazeder. Özgürlüklerin savunusu, barışın korunması yolunda sarsılmaz irade, hak
eşitliğinin tanınması; bütün bunlar farklı Avrupa halklarını birleştiren karakteristik
99
<http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=637087>
Bawer, Bruce. “Crisis in Europe”, Hudson Review,Vol. 58 No. 4, Winter 2006, ss.577-597.
101
Marianne Gullestad, “Invisible Fences; Egalitarianism, Nationalism and Racism”, Journal of
the Royal Anthropological Institute, Vol. 8, No. 1, 2002, ss. 45 – 63.
102
Smith, op. cit., s.154.
100
11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI
25
göstergelerdir. Bir devlet bu bütüne katılmak istediğinde, bizim gözümüzde ölçü, onun
dinsel kimliği değil, bu değerleri içselleştirme yetisi olmalıdır.”103
Bu açıdan bir diğer önemli çalışmada, Avrupa Komisyonu ve Đnsan Bilimleri
Enstitüsü tarafından hazırlanan ve Ekim 2004’te yayınlanan The Spritual and Cultural
Dimension of Europe adlı rapordur. Raporda, “Avrupa kültürünün belirli bir dine
sözgelimi Đslam’a muhalif olarak tanımlanamayacağı” ifade edilmiştir104.
Bu noktada en geçerli ve son söz niteliğindeki hukuki belge ise, 1948 tarihli Đnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’nden esinlenerek oluşturulan 1950 tarihli Avrupa Đnsan
Hakları Sözleşmesi105’dir. Bu sözleşmenin ayrımcılık yasağı başlığı aylındaki 14.
maddesi şöyle demektedir:
“Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil,
din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa
mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayırımcılık
yapılmadan sağlanır”.106
Bu çerçevede Avrupa içinde oluşturmaya çalıştığı birliği ve kolektif kimliği; ortak
düşman, kendinden farklı görüp yabancılaştırdığı “öteki” üzerinden oluşturmaya
çabalamamalıdır. Farklı kültürlere karşı dışlamacı ve saldırgan tutumlardan ve kültürel
üstünlük söyleminden kurtulmalıdır. Đslam kültürünün evrensel değerler ile
uyuşmadığını savunurken tüm dünyanın paylaştığı ortak değerleri belli kültürlerin
tekeline sokmaktan vazgeçmelidir.107
Kültürlerarası diyalog iddiasındaki bir oluşum, kültürlerarası etkileşimi
reddetmemeli, samimiyetini farklılıklara açık olarak ve paylaşımla göstermelidir.
Sonuç
11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarlıklar çatışması gibi
olguların tartışıldığı günümüz ortamında Müslüman ve Avrupalı kimliklerinin bir arada
var olması kaçınılmaz tarihi bir fırsattır. AB’nin özellikle Batı Avrupa’nın Đslam ile olan
sınavı işte bu aşamada çok büyük bir önem arz etmektedir. Eğer bu sınav başarılı bir
biçimde verilir ise, insanlık için yeni bir dönemin başlangıcından da söz edilebilecek;
geçmişte birbirleriyle çatışır görünse de aslında birbirlerine çok şeyler katmış olan farklı
uygarlıkların, birbirlerini tamamlayarak yeni bir anlayışa doğru gidilebileceklerini
kanıtlayabilecektir. Bu bağlamda Đslamiyet ve Müslümanlar terörizmin kaynağı olarak
103
Jorge Semprun ve Dominique De Villepin, Avrupa Đnsanı, çev. Aydın Cıngı, Đstanbul,
Agorakitaplığı, 2006, s. 31.
104
The Spritual and Cultural Dimension of Europe, Reflection Group Inıtiated by the
President of the European Commission and Coordinated by the Institute for Human
Sciences, Viyana/Brüksel, Ekim 2004. s. 9.
105
20 Mart 1950'de Roma'da imzalanan Sözleşme, 3 Eylül 1953'de yürürlüğe girmiştir. Türkiye,
Sözleşmeyi 18 Mayıs 1954'de onaylamıştır.
106
<http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Word/005.doc>
107
Asaf Hüseyin, “Oryantalizmin ideolojisi”, Asaf Hüseyin, Robert Olson, Cemil Kureşi,
Oryantalist Đdeolojinin Eleştirisi, Đnsan Yayınları, Đstanbul, 1989, s.28.
26
ERHAN AKDEMĐR
değil yeni Avrupa’nın içinde pozitif katkı sağlayabilen bir zenginlik kaynağı olarak
algılanmalıdır. Bunun içinde her iki taraf da, sadece farklar üzerine yoğunlaşmamalı,
kendi din, gelenek, kültür ve kimliklerini ayrıştırıcı bir faktör olarak kullanmamalıdır108.
Eski Đngiliz diplomatı Patrcik Bonnerman’ın Islam in Perspective: A Guide to
Islamic Society, Poitics and Law adı eserinde de dile getirdiği gibi, “Müslüman
olmayanların Đslam’ı nasıl gördükleri, onların Müslümanlarla ilişkilerini, bunun
karşılığında da Müslümanların onlara bakışlarını ve onlarla ilişkilerini yönlendirir”109.
Bu bağlamda da bugün yaşamakta olduğumuz çatışma ve karşılaşmaların arkasındaki
nedenleri, sorunları belirlemek ve önyargılı varsayım ve tepkiler yerine daha bilinçli ve
mantıklı tepkiler vermeyi kavramak gerekmektedir.
Sonuç itibariyle, şu an iki farklı kültürün bir araya gelebileceği tek platform olarak
görünen AB, hem Hıristiyanlığı hem de Müslümanlığı aynı birlik içerisinde bir araya
getirip, amacını ve değerlerini de farklılıklarla ortak yaşam, hoşgörü ve çok kültürlülük
kavramlarıyla temellendirebilir ise, bundan sadece Avrupa kıtası değil tüm dünya çok
olumlu şekilde etkilenecektir. Genelde Hıristiyan Müslüman, özelde ise “Avrupalı” ve
“öteki” kimliklerinin bir araya getirilmesi kaçırılmaması gereken tarihi bir fırsattır.
Ortaya çıkacak bu güç ile de Avrupa, “medeniyetler çatışması”nın insanlığın kaçınılmaz
bir kaderi olmadığı fikrini çok daha kuvvetli bir şekilde savunabilecektir
108
Bu konuya en uygun söz belki de 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri
olan Spinoza’ya aittir: “Tanrı insanları birbirine saldırtan değil birbiriyle kardeş yaşatan güçtür”
109
Patrick Bannerman, Islam in Perspective: A Guide to Islamic Society, Politics and Law,
Londra, Routledge, 1988, s. 219.
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
8, No:1
(Yıl: 2009), s.27-37
BĐR TASARRUFCilt:
ŞEKLĐ
OLARAK
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR
ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE’NĐN ÜYELĐĞĐ
Burcu Gökçe YILMAZ AKIN∗
Özet
1950’li yıllarda sınırlı alanda başlatılan Avrupa bütünleşmesi, yıllar içinde birçok
alana yayılmış ve 21. yüzyıla gelindiğinde 27 üyesi ve 450 milyonu aşan nüfusuyla
dünyadaki en ileri bütünleşme hareketi halini almıştır. Nihai hedefi siyasi birlik olan
Avrupa bütünleşmesi, üyeler arasında gümrük birliğinin sağlanması ve malların,
hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımının başarılarak ortak bir pazarın
oluşturulması amacıyla yola çıkmıştır. Her genişleme sürecinde, aday ülkelerle yapılan
katılım müzakerelerinin en çok tartışılan başlıklarından birisi de işgücünün serbest
dolaşımıdır. Belli bir refah düzeyine ulaşmış olan Avrupa Birliği (AB) üyelerinin en
büyük korkusu, ekonomik açıdan daha güçsüz olan aday ülkelerden katılımla beraber
göç miktarının artacak olmasıdır. Đşgücünün serbest dolaşımı başlığı, 1963’ten beri
devam eden AB-Türkiye ilişkilerinin ve 2005 yılında başlayan katılım müzakerelerinin
en dikkat çekici tartışma konularından birisini oluşturmaktadır. Bunun temel sebebi,
Türkiye nüfusunun büyüklüğü ve alım gücü paritesi açısından iki taraf arasındaki büyük
farklılıktır. Avrupa Birliği olası göçler açısından endişe duysa da, gözden
kaçırılmaması gereken bir diğer önemli konu AB nüfusunun hızla yaşlanmasıdır.
Nüfusun yaşlanması, toplam yaş bağımlılık oranlarını arttırmakta ve kamu harcamaları
üzerinde baskı oluşturmaktadır. Yapılan farklı araştırmaların ortak sonucu,
Türkiye’den AB ülkelerine en fazla üç milyon kişinin göç edeceğini göstermektedir.
Avrupa Birliği, yaşlanan nüfusunu göz önüne alarak seçici bir göç politikası izleme
yolunu tercih ederse, yaşanacak olası göç kendi yararına olacak, ancak her durumda
nüfusun yaşlanması önlenemeyecektir.
Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, yaşlanma, genişleme, göç.
∗
Türk EXĐMBANK, ODTÜ Uluslararası Đlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
28
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
Abstract
The European integration, which was started in 1950s within limited scope, has
been spread over in several areas, and by 21st century it has become the world’s unique
integration movement with its 27 members and over 450 million population. The initial
aim of the European integration was to achieve common market by establishing
custums union within its members, and promoting free movement of goods, services,
capital and labor. The ultimate aim is also political union. In each enlargement period,
one of the most debated issue is free movement of labor. The wealthy EU members fear
of migration which might came from relatively poor members. As a matter of fact that,
the free movement of labor is one of the important agenda item for EU-Turkey relations
since 1963 and recently in accession negotiations which started in 2005. The main
reason for that is the size of Turkish population and the huge gap between purchasing
power parities of two sides. Although the European Union is anxious about possible
migration, its population is also ageing. The ageing increases the total dependency
rates and exert pressure on public expenditures. Common result of diverse surveys
claim that maximum three million people will migrate from Turkey to the EU countries.
Even if the European Union prefers to apply a selective migration policy, which will
positively affect its demography, it would not help its ageing problem.
Key words: European Union, ageing, enlargement, migration.
Giriş
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması’nın 3. maddesinde ortak
pazarın kurulabilmesi için üye devletler arasında malların, kişilerin, hizmetlerin ve
sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasına yer verilmektedir. Dört
temel özgürlük alanından biri olan işgücünün serbest dolaşımı, birçok siyasi, yasal,
ekonomik ve sosyal düzenleme gerektirdiği için Avrupa Birliği Ortak Pazarı’nın en çok
tartışılan konularından biridir.
Her genişleme döneminde, bu konunun fazlasıyla gündemde olmasının temel
sebebi aday ülkelerden AB üye ülkelerine yaşanması muhtemel olan göç hareketleridir.
Eski ve yeni üyelerin işgücü pazarında gerekli düzenlemeleri hayata geçirebilmeleri için
genellikle geçiş dönemi uygulaması yapılmaktadır.
Bilindiği üzere 2004 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini
yerine getirdiği belirtilmiş ve katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005’te başlatılması
uygun görülmüştür. Ancak, yine aynı Zirvede, işgücünün serbest dolaşımı konusunda
uzun süreli geçiş dönemi olabileceği hatta kalıcı önlemlerin düşünülebileceği
belirtilmiştir. Bu ifade Haziran 2005’te açıklanan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde de
aynı şekilde yer almıştır. Kalıcı önlemlerin uygulanması durumunda Türkiye’de,
Birliğin samimiyeti daha fazla sorgulanır hale gelecektir. Çünkü, dört özgürlük alanı
Avrupa bütünleşmesinin temelidir. Öte yandan, Türkiye’nin reform yapma hevesi
kırılacak, ekonomik ve siyasi istikrar darbe alacak ve bu çalışmanın konusunu oluşturan
göç hareketleri Birlik ülkeleri açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE
29
Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorunu
Yaşlanan Avrupa Birliği
Nüfusun yaşlanması, temelde doğum oranındaki azalmaya ve yaşam süresindeki
uzamaya bağlıdır. Avrupa’da hemen hemen bütün ülkelerde toplam doğurganlık oranı
yenilenme hızının (2.1)1 altına düşmüştür. Nitekim, yaşlanma sadece Avrupa Birliği
(AB) üyesi ülkelerin değil, özellikle Japonya gibi birçok gelişmiş ülkenin de önemli bir
problemidir.
Avrupa Konseyi 2004 yılı raporuna gore, Avrupa Birliği’nde büyük bir yaşlanma
dalgası, savaş sonrası doğanların 2010 yılında 65 ve üstü yaş sınırına gelmesiyle
başlayacaktır2. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı projeksiyonlar da bu tezi
desteklemektedir. Örneğin, Đtalya’da 1950-2005 yılları arasında nüfusun ortanca yaşı3
29’dan 42’ye yükselmiştir. Aday ülkelerde de beklenen ömür düzenli bir şekilde
artmakta ve nüfusun ortanca yaşı yükselmektedir.
Bugün, Birlik nüfusunun en ciddi problemi yaşlı/genç oranının hızla
yükselmesidir. Avrupa Komisyonu raporuna göre, yirmi yaşın altında olanlarla altmış
yaşın üstünde olanların oranı 2025 yılında tersine dönecektir. Bununla birlikte,
çalışabilir nüfus grubu 1995-2025 yılları arasında 13 milyon insan kaybedecektir. Sonuç
olarak, emekli olan kişi sayısı %50 artarak AB-15 için 37 milyona ulaşacaktır4.
Avrupa Komisyonu tarafından yapılan bir başka çalışma da toplam yaş bağımlılık
oranıyla5 ilgilidir. Bu oranın, 2010 yılından itibaren II. Dünya Savaşı sonrası yenilenen
neslin emekli olmaya başlamasıyla artacağı öngörülmektedir6. 2010 yılından itibaren
toplam çalışan nüfus içinde yaşlı çalışanların sayısı, gençlerden daha fazla olacaktır.
Dolayısıyla, 2050 yılında altmış yaş üstü olan nüfus grubu yaklaşık %60 artmış olurken,
genç nüfusun toplam nüfusa oranı %20 azalacaktır. Bütün bu gelişmeler, yaşlanma
1
Yenilenme Hızı (Replacement Rate), 2.1 olarak hesaplanmıştır çünkü, toplam doğurganlık
hızının 2.1 olduğu durumda net yenilenme hızı 1.0’dır. Net yenilenme hızı ise, bir nüfusta çocuk
doğuran kadınların, kendi çocukları ile yenilenmesini, ölümlülüğü de dikkate alarak gösteren bir
ölçümdür. Bu ölçüm tam olarak bir kadının, belli bir yaşa özel doğurganlık hızı, yaşa özel ölüm
hızı ve doğuştaki cinsiyet oranına göre doğurduğu ortalama kız çocuk sayısıdır. Bu durumlar sabit
kalırsa, 1.0 olan net yenilenme hızı, doğumların bir önceki kuşağı tam olarak yenileyeceğini
gösterir, Türkiye Nüfusu, 1923-1994 Demografik Yapısı ve Gelişimi-21. Yüzyıl Ortasına
Kadar Projeksiyonlar, Ankara, DĐE, 1995, s. 155).
2
Council of Europe, “Population Trends in Europe and Their Sensitivity to Policy Measures”,
Document No: 10182, <http://assembly.coe.int/Documents/WorkingDocs/doc04/EDOC10182.
htm>, 2004.
3
Ortanca Yaş (Medyan Yaş): Belirli bir nüfusun medyan yaşı, bu nüfusu oluşturan kişiler yaş
büyüklüğüne göre sıralandığında, en ortada kalan kişinin yaşı veya iki kişinin yaşlarının aritmetik
ortalamasıdır.
4
The Demographic Situation in the European Union, Brussels, European Commission, 1995,
s. 4.
5
Toplam bağımlılık oranı (Total Dependency Rate)= [0-19 yaş+(65+)yaş]/(20-64 yaş)
20-64 yaş grubu: Çalışabilir nüfus grubu
6
Demographic Report, Brussels, European Commission, 1997, s. 9.
30
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
probleminin Birlik’in ekonomik ve sosyal düzenini fazlasıyla etkileyeceğini
göstermektedir.
Nüfusun Yaşlanmasının Sonuçları
Bir ülkede, doğurganlık oranının azalması ve ortalama ömür süresinin uzamasıyla
nüfusun yaşlanması şeklinde ortaya çıkan demografik değişimler; ekonomik büyüme,
istihdam, işgücü üretkenliği, özel tasarruflar, vergi yükü ve yaşam standartları gibi
birçok ekonomik ve sosyal alanda sonuçlar doğurmaktadır. Avrupa Birliği’nde nüfus
yaşlanmaktadır ve bu durumun gelecekte birçok sorun yaratacağı açıktır. Muhtemel
sorunlar; işgücü kapasitesinin ve üretkenliğinin azalması, ekonomide genel tasarruf
miktarının azalması ve sosyal güvenlik sistemlerinin olumsuz etkilenerek kamu
harcamalarının artması olarak sıralanabilir.
Yaşlanma problemine bağlı ilk sorun, işgücü kapasitesiyle ilgilidir. Son kırk yılda
yaklaşık olarak aynı seyreden işgücü ortalama yaşı bundan sonra hızla artacaktır. Bu
konuda yapılan bir çalışmada, bu hızın her yedi yılda bir, bir yaş artacağı
hesaplanmıştır7. Böylece, AB’de işgücü kapasitesi hissedilir oranda azalacaktır.
Đkinci sorun, yaşlanmanın, bireylerin tüketim-tasarruf kararlarını etkileyen önemli
bir faktör olmasına ilişkindir. Yaşam döngüsü modeli bireylerin tüketim ve tasarruf
kararlarını belirleyen üç temel unsuru incelemiştir. Bunlar; kazanç, sağlık harcamaları
ve yaşam süresi hakkındaki belirsizliklerdir8. Dolayısıyla, yaşam süresini kısa gören
belli bir yaşın üzerindeki bireylerin, tasarruf yapmak yerine tüketim yapmayı tercih
etmesi doğal bir olgudur. Konuya genel ekonomi açısından bakıldığında, tüketimtasarruf kararları bir ülkenin gelecekteki potansiyel ekonomik büyümesini ve doğal
olarak kişi başına düşen milli gelirini etkiler; çünkü tasarruf, bireyin gelecekteki
harcama miktarını belirlerken aynı zamanda bir ekonominin de sermaye arzını
belirlemektedir. Bu bağlamda, AB’nin gelecekteki refah seviyesinin yaşlanma
probleminden olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdır.
Üçüncü sorun, yaşlanma probleminin mali sonuçlarıyla ilgilidir. Avrupa
Birliği’nde, kamu harcamaları içinde yaşa bağlı harcamaların oranı %40’tan fazladır9.
Yaşlanma, emeklilik ve sağlık harcamalarını etkilediği için nüfusun demografik
özelliklerine göre yapılan harcamalar bütçeye ek bir yük getirecektir. Bu duruma, AB
üyesi olan Hollanda’dan örnek verilebilir. Hollanda Sosyal ve Ekonomik Konseyi
raporuna göre, sadece Hollanda’da 2000-2015 yılları arasında yaşa bağlı harcamalar
Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) içinde %5’ten %6’ya yükselecektir10. Yine
Hollanda’da, yaşlanma probleminden etkilenen kamu harcamalarının sürdürülebilirliği
7
Constantinos Fotakis, Demographic Ageing, Employment, Growth and Pensions Sustainability
in the EU: The Option of Migration, UN/POP/PRA/2000/21, 2000, s. 3.
8
Robert Glenn Hubbard et al, “Expanding the Life-Cycle Model: Precautionary Saving and
Public Policy”, American Economic Review, Vol. 84, No. 2, 1994, s. 174.
9
Ignazio Visco, “The Fiscal Implications of Ageing Populations in OECD Countries”, Oxford
Institute of Ageing Working Paper, Vol. 11, No. 4, 2001, s. 4.
10
Ageing Population and the EU, Netherlands, SER, 2002, s. 7.
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE
31
için devlet bütçesine %1.8’lik ilave kaynak bulunması gerekmektedir11. Dolayısıyla,
yaşlanma, sosyal güvenlik sistemlerinin devamını ve kamu harcamalarının
sürdürülebilirliğini tehlikeye sokmaktadır.
Yaşlanma probleminden sosyal güvenlik sistemlerinin çok fazla etkilenmesinin
temel sebebi, halihazırda Avrupa Birliği üye ülkelerinde kullanılan emeklilik
sistemlerinin finansman şeklidir. AB’de emeklilik sistemleri genellikle dağıtım
yöntemiyle finanse edilmektedir. Bu yöntemde, mevcut çalışanların sosyal güvenlik
kesintilerinden emeklilere ve muhtaç bireylere kaynak aktarılmaktadır. Bu noktada,
nüfusun yaşlanmasını ölçen iki temel göstergenin AB’deki sonuçlarına bakmak yararlı
olacaktır. Birincisi, yaşlı bağımlılık oranıdır12. 2050 yılında AB-15’in genelinde
yaklaşık olarak iki kat artacak olan bu orana göre Avrupa Birliği’nde, 2000 yılında,
altmış milyon olan 65 yaş üstü grup 2050 yılında yüz milyonu bulacaktır. Başka bir
deyişle, bugün için her yaşlı başına dört çalışabilir nüfus varken, 2050 yılında bu oran
ikinin altına düşecektir. Đkinci gösterge ise, seksen yaş üstü grubun büyüklüğü ve aynı
grubun yaşlı nüfus içindeki oranıdır. 21. yüzyılın ilk yarısında sayısı sadece 23 milyon
olan bu grup, 2050 yılına gelindiğinde üç kat artarak 65 milyonu bulacaktır13.
Vergi yükü, nüfusun yaşlanmasının yarattığı bir diğer önemli sorundur.
Yaşlanmaya bağlı olarak işgücü kapasitesinin daralması sonucu, sadece istihdam oranı
değil aynı zamanda devletlerin vergi ve sosyal sigorta kesintilerinden kaynaklanan
gelirleri azalacaktır. Nüfusun demografik özelliklerine göre yapılan harcamaları finanse
etmek için daha fazla kamu kaynağına gerek vardır; ancak hükümetler bu kaynağı
yaratmak için vergi oranlarını yükseltirlerse işgücü daha pahalı hale gelecek, talep
azalacak, ekonomik büyüme olumsuz etkilenecek ve işsizlik doğal olarak artacaktır.
Yaşlanma sorunu sonraki nesillerin vergi yükünü fazlalaştıracak bir etkendir.
Yaşlanma probleminin kamu harcamaları üzerindeki olumsuz etkisi açıktır. Fakat,
öte yandan, AB ülkelerini mali açıdan disipline eden Đstikrar ve Büyüme Paktı’nın (ĐBP)
kamu borçlanmasının GSYĐH’nin %60’ını geçmemesi ve bütçenin dengede veya denge
fazlasında bulunması gibi kuralları vardır. Böylece, üye ülkelerin maliye politikalarını
kullanma alanları daralmıştır. Başka bir ifadeyle, üye ülkeler istedikleri zaman kamu
harcamalarını arttırmak şansına sahip değillerdir.
Avrupa Birliği üyelerinin ekonomik ve sosyal alanda aldığı kararları disipline eden
bir başka dayanak noktası ise, rekabetçi ekonomi ve bilgi toplumu gerektiren Lizbon
Hedefi’dir. Üye ülkeleri bu hedefe ulaştıracak araç, üretken ve dinamik bir toplumdur.
Ancak yaşlanma, doğal olarak, çalışanların üretkenliğini ve hareket kabiliyetini azaltan
bir faktördür. Đşgücü verimliliğinin azalması ise ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen
bir unsurdur. Aynı şekilde, işgücü kapasitesinin daralması da ekonominin potansiyel
üretim miktarını düşürecektir. Böyle bir durumda, Lizbon Hedefi’nin ışığı altında
ekonomik büyümeyi ve uluslararası arenada rekabetçi olmayı amaç edinen AB için,
nüfusun yaşlanması istenmeyecek bir gelişmedir.
11
Hans Roodenburg et al, “Immigration and Dutch Economy”, CPB Report 2, 2003, s. 72.
Yaşlı Bağımlılık Oranı (Old-Dependency Rate)= (20-64 yaş)/(65+yaş)
13
Council of Europe, op.cit.
12
32
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
Sonuç olarak, nüfusun yaşlanması, bir yandan işgücü kapasitesinin ve toplam
GSMH içindeki özel tasarrufların azalmasına sebebiyet vermek, öte yandan, mali
sorunları arttırarak kamu harcamalarının sürdürülebilirliği konusunda endişe
yaratmaktadır. Yine yaşlanma probleminden dolayı, toplumlarda yaşlı bağımlılık oranı
artacağından yeni nesillerin üzerindeki vergi yükü ağırlaşmaktadır. Bütün bu sorunlar,
Avrupa Birliği içinde gündemdeki yerini korumaktadır.
Çözüm Önerileri: Göç ve Genişleme
Avrupa Birliği’nin yaşlanan nüfusu ve nüfusun yaşlanmasının muhtemel sonuçları
göz önüne alındığında, Birliğin bugünkü ekonomik büyümesini devam ettirebilmesi için
daha fazla çalışabilir nüfusa ihtiyacı olduğu kaçınılmaz bir olgudur. Öte yandan,
nüfusun yaşlanmasından kaynaklanan sorunlar Avrupa Konseyi’nin Lizbon Zirve’sinde
belirlediği hedef için de büyük bir engel teşkil etmektedir. Bu noktada, AB’de uzun
zamandır göç veya genişlemenin yaşlanma sorununa bir çözüm olabileceği konusunda
bir tartışma yaşanmaktadır. 2004-2007 döneminde tamamlanan Doğu Avrupa
genişlemesinin Birliğin yaşlanma sorununa bir çözüm getirmeyeceği ortadadır. Çünkü,
söz konusu ülkelerin demografik yapıları eski üyelerden daha kötü durumdadır. Aday
ülkeler arasında da tek olumlu örnek Türkiye’dir.
Brucker’a göre14, göç miktarının ve yapısının halihazırdaki demografik özelliklerin
üstünde olması, göç hareketlerinin bir ülkedeki vergi mükelleflerinin sayısını arttırması
ve göçmenlerin eğitimli ya da kalifiye eleman olması durumlarında göç yaşlanma
sorununa olumlu katkıda bulunabilir.
Ancak, Birleşmiş Milletlerin 2000 yılında hazırladığı çalışmaya göre AB’deki
çalışan nüfusun yaşlı nüfusa oranının sürdürülebilmesi için 674 milyon göçmene
ihtiyacı vardır ki, bu göçmen hareketinin sağlanması imkansızdır15. Dolayısıyla, göç
yaşlanma sorunu için bir çözüm değildir.
Türkiye Đçin Göç Dinamikleri ve Göç Projeksiyonlarının Analizi
Bu bölümde, üyelik sonrası Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine yapılacak olası
göç, nitel ve nicel olarak değerlendirilmektedir. Türkiye örneğini açıklayabilmek için
öncelikle geçmiş genişleme dönemlerinde yaşanan göç tartışmaları irdelenmekte ve göç
teorilerine yer verilmektedir. Önceki dönemlere ait tecrübeler ışığında hazırlanan göç
projeksiyonları da bu bölümde değerlendirilen çalışmalardır.
Geçmiş Genişleme Süreçleri
Avrupa Birliği’nin genişleme süreçleri içerisinde, ilk olarak Güney Akdeniz
genişleme sürecinde göç tartışmaları gündeme gelmiştir. O dönemde, Yunanistan,
Đspanya ve Portekiz’in içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi ortam
14
Herbert Brucker, “Can International Migration Solve the Problems of European Labor
Markets?”, UN Economic Commission for Europe, Economic Survey for Europe, No: 2, 2002,
s. 134-136.
15
Replacement Migration: Is It A Solution to Declining and Ageing Population, Population
Division, UN, ESA/P/WP 180, 2000.
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE
33
düşünüldüğünde AB üye devletlerinde yaşanan korkunun çok da yersiz olmadığı
anlaşılacaktır. Göç tartışmalarının temelinde, Birliğe yeni katılan fakir ülkelerden
Avrupa’nın daha zengin bölgelerine göç hareketlerinin artması ve buna bağlı olarak
ücretlerde yaşanacak düşüş ve genel olarak vatandaşların refah seviyesinin kötü
etkilenmesi yatmaktadır. Aynı endişeler, Doğu Avrupa genişlemesinde de gündeme
gelmiştir. Đşgücünün serbest dolaşımının önündeki engellerin kalkması, bu bölgeden
büyük bir nüfusun Batı Avrupa’ya göç etmesine neden olacaktır. Her ne kadar, MDAÜ
ile AB ülkeleri arasında büyük gelir ve ücret farklılıkları göç etmek için teşvik edici bir
sebep olsa da, AB-15 toplam nüfusu göz önüne alındığında yaşanacak göç %1 olarak
tahmin edilmiştir. Göç miktarının çok da yüksek olmamasının başlıca sebepleri,
insanların yaşadıkları bölgeyle kurdukları sıkı sosyal ve kültürel bağlar ile AB’yle
bütünleşme sürecinde artan ekonomik ilişkilerin katılımcı ülkelerdeki refahı
yükseltmesi olarak sıralanabilir16. Dolayısıyla, işgücünün serbest dolaşımına izin
verilmesi göç miktarını hızla arttıracak bir neden değildir17. Bu noktada, Türkiye’den
yaşanacak olası göçlere geçmeden önce göç teorilerini açıklamak ve bu teorileri Türkiye
örneğine uyarlamak yerinde olacaktır.
Göç Teorileri
Ekonomik ve sosyal göçün makro ve mikro belirleyicileri vardır18. Makro
belirleyicileri gelir düzeyi, işgücü arz ve talebi, yaşam koşulları ve siyasi özgürlük
oluştururken, mikro belirleyiciler iletişim, medeni durum, yaş, eğitim ve göç
masraflarından oluşmaktadır. Doğal olarak, bir bölge veya ülkedeki yüksek ücretler,
işgücü azlığı, iyi yaşam koşulları ve özgürlük ortamı göç çeken unsurlar olarak ortaya
çıkarken, düşük ücret, işsizlik, kötü yaşam koşulları, siyasi baskılar o bölgeden göç
edilmesine sebep olmaktadır. Göç edilen ülkelerdeki iletişim ağı göç kararlarını
etkilerken, yapılan araştırmalara göre, genç ve bekar nüfus daha çok göç etmeye
yatkındır. Göç ederken ve daha sonrasında ortaya çıkacak masraflar yine bireylerin göç
kararını etkilemektedir. Türkiye’den yaşanan ve yaşanacak göçler için, neo-klasik göç
teorisi ve iletişim ağı teorisi anlamlı açıklamalar getirmektedir.
Neo-Klasik Göç Teorisi
En temel göç teorisi olan neo-klasik göç teorisi ekonomik koşullar temelinde iten
ve çeken faktörlere göre göç olgusunu açıklamaktadır. Bu teoriye göre, bireyler akılcı
kararlar vererek daha yüksek gelir ve daha iyi yaşama koşullarının bulunduğu yerlere
göç etmektedirler. Ucuz işgücü ihtiyacı olan devletler ya da yurtdışında çalışan işçilerin
kendi ülkelerine kazandıracakları dövize ihtiyacı olan devletler göç etmeyi
özendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerindeki alım gücü paritesinin Türkiye’deki alım
gücü paritesinin üç katı olması neo-klasik göç teorisini Türkiye açısından anlamlı
16
Thomas Straubhaar, “East-West Migration: Will It Be A Problem?”, Intereconomics, Vol. 36,
No. 4, July/August, 2001, s. 169.
17
Anzelika Zaiceva, “Implications of EU Accession for International Migration: An Assessment
of Potential Migration Pressure”, CESIFO Working Paper, No. 1184, 2004, s. 3.
18
“Migration Potential in Central and Eastern Europe”, Geneva, International Organisation for
Migration, IOM, 1999, s. 27-28.
34
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
kılmaktadır. Türkiye’de hızla büyüyen çalışabilir nüfus grubunun aksine istihdam
imkanlarının aynı hızla artmaması da göç etmek için önemli bir neden oluşturmaktadır.
Đletişim Ağı Teorisi
Çeken-iten faktörlerin göç olgusunu açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda
iletişim ağı teorisi de değerlendirilmektedir. Bu teoriye göre, daha önceden göç etmiş
olanlar ile yeni göç edecekler arasındaki iletişim, sosyal ve kültürel bağlar göç etme
kararlarını etkilemektedir. Göçmen iletişim ağı sadece göç edilecek ülke ve o ülkedeki
işgücü piyasası hakkında bilgi sağlamakla kalmamak da aynı zamanda göç edeceklere
ekonomik, sosyal ve psikolojik destek vermektedir. Teknolojik gelişmeler de iletişim ve
taşınma masraflarını azaltmaktadır. Öte yandan, göç alan ve göç veren ülkeler
arasındaki ticari ilişkiler de bir ağ oluşturmaktadır.
Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde (genel olarak Almanya, Hollanda, Fransa,
Avusturya ve Belçika) üç milyon civarında Türk nüfusu yaşamaktadır. Türk nüfusu
1960’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan işgücü azlığı sorununu gidermek üzere Avrupa
ülkelerine göç etmişler, bu göç trendi evlilikler, aile birleşmesi ve siyasi iltica yoluyla
katlanmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde işçi nüfusun yanında Avrupa’da Türk
işadamları grubu da oluşmuştur. Bugün Avrupa’da yaşayan Türk nüfusu’nun
büyüklüğü, coğrafik dağılımı ve bulundukları ülkeye yaptıkları ekonomik katkı göz
önüne alındığında, iletişim ağı teorisi Türkiye örneğinde göç olgusunu açıklayabilen bir
teoridir. Halihazırda, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk nüfusunun coğrafik dağılımı
iletişim ağı teorisi birlikte değerlendirildiğinde üyelik sonrası yaşanacak olası göçün
dağılımı Almanya (%76), Fransa (%8) ve Hollanda (%4) olarak hesaplanmaktadır19.
Ancak Kaya ve Kentel’in araştırmasına göre, bu iletişim ağlarının olumsuz etkileri
de görülmektedir. Örnek olarak, Euro-Türklerin %79’u Avrupa’ya göçü
önermemektedir.20 Göç edilebilecek ülkelerin işgücü istihdam etme kapasitesi de
değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur21. 1960’lardan bu yana Türkiye’den ve
Soğuk Savaş sonrası Polonya’dan en çok göç alan ülke konumunda bulunan Almanya,
MDAÜ genişlemesi öncesi işgücünün serbest dolaşımına kısıtlayıcı önlemler
getirmiştir. Aynı önlemlerin Türkiye’nin üyeliği aşamasında da gündeme getirilmesi
muhtemeldir.
Bekleme Teorisi
Neo-klasik göç teorisi ve iletişim ağı teorisi dışında göç kararlarının ertelenmesini
temel alan, bekleme teorisi de vardır. Bekleme teorisinin asıl amacı, göç edilen ve göç
veren ülkeler arasında yüksek gelir farklılıklarının olmasına rağmen gerçek göç
rakamlarının tahmin edilenden düşük kalmasını açıklamaktır. Bu teoriye göre, bireyler
19
Arjan M. Lejour et al, Assessing the Economic Implications of Turkish Accession to the EU,
CPB Document, No. 56, 2004, s. 36
20
Ayhan Kaya ve Ferhat Kentel, “Euro-Turks A Bridge or A Breach Between Turkey and the
European Union, A Comparative Study of German-Turks and French-Turks”, CEPS EU-Turkey
Working Papers, No. 14, 2005, s. 55.
21
Zaiceva, op.cit.
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE
35
göç planlarını gelecekteki belirsizliklerden dolayı ya da göç edilecek ülkenin geleceği
hakkında olumsuz bilgilere sahiplerse erteleyebilirler22. Dolayısıyla, eğer AB üyeliğinin
başında bireyler göç etme düşüncesini erteleme yoluna gitmeleri durumunda, uzun
vadede göç miktarı azalacaktır23.
Türkiye Đçin Göç Projeksiyonlarının Analizi
Bu bölümde, Türkiye’den AB ülkelerine yaşanacak olası göç hareketlerinin
projeksiyonlarını içeren üç araştırma incelenmektedir. Bunlardan birincisi Hollanda
Merkezi Planlama Bürosu’ndan A. M. Lejour, R. A. Mooij ve C. H. Capel’in hazırladığı
araştırma, ikincisi Stockholm Üniversitesi’nden Harry Flam’ın yaptığı projeksiyon ve
üçüncüsü ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Refik Erzan, Umut Kuzubaş ve Nilüfer Yıldız
tarafından yapılan çalışmadır. Genel olarak projeksiyonların temel parametreleri göç
veren ve göç alan ülkeler arasındaki gelir farklılıkları ve nüfus tahminleridir. Daha
önceden Birliğe katılmış olan ülkelerin yaşadıkları tecrübeler de bu projeksiyonlarda
kullanılmıştır.
Lejour, Mooij, Capel (2004)
Bu çalışmada araştırmacılar işsizlik ve gelir farklılıklarını hesaplamak için geçmiş
göç eğilimlerini dikkate almışlar, Türkiye nüfusunun 2025 yılında ulaşacağı büyüklüğü
de göz önüne olarak, olası göç rakamını 2,7 milyon olarak belirlemişlerdir. 2000 yılı
için kişi başına düşen milli gelir AB ortalamasının %31’i olarak hesaplanmış ve Türkiye
nüfusu 2005 yılı için 86 milyon olarak tahmin edilmiştir24.
Flam (2003)
Harry Flam’ın araştırmasında Almanya göç edilecek ülke olarak ele alınmış ve
temel varsayım göç konusunda herhangi bir kısıtlamanın olmamasıdır. Bu çalışmanın
parametresi iki ülke arasında gayri safi milli hasıla ve kişi başına düşen gelir miktarıdır.
Bununla birlikte, ilk yıllarda yüksek büyüme oranı ve yüksek gelir farklılığı, takip eden
yıllarda düşük büyüme oranı ve gelir farklılığında azalma öngörülmektedir. Sonuç
olarak Flam, Almanya’da 2000 yılındaki Türk göçmeni sayısını 2,2 milyon olarak ele
almış ve 2030 yılı için bu sayının 3,5 milyon olacağını hesaplamıştır. Avrupa’daki
Türklerin %76’sı Almanya’da yaşadığına göre bütün Avrupa için tahmin edilen göç
rakamı 1,75 milyondur25. Zamanla iki ülke arasındaki gelir farkı azalacağı için, göç
miktarının da azalacak olması muhtemeldir.
22
Rudiger Dornbusch, “Comment on Barry Eichengreen, “Thinking about Migration”, in Siebert,
H., Migration: A Challenge for Europe, Kiel Week Conference 1993, Tübingen, 1994, s. 24.
23
Margit Kraus ve Robert Schwager, “EU Enlargement and Immigration”, Journal of Common
Market Studies, Vol. 42 No. 2, 2003, s. 166.
24
Lejour et al, op.cit., s. 35, 38.
25
Harry Flam, “Turkey and the EU: Politics and Economics of Accession”, CESIFO Working
Paper, No. 893, 2003, s. 17.
36
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
Erzan, Kuzubaş, Yıldız (2004)
Araştırmacılar, 2004-2030 yılları arasında, Türkiye’nin üyeliği ve işgücü
hareketlerinin serbestleştirilmesi bağlamında, AB’nin geçmişte yaşadığı genişleme
deneyimlerine ve Türkiye’nin kendi göç deneyimine dayanılarak bir çalışma
yapmışlardır.
Avrupa Birliği’ne üye olmuş ülkelerin üyelik sonrası göç deneyimleri uyumlu ve
az uyumlu serbest dolaşım senaryolarına göre, Türkiye örneği değerlendirildiğinde 2030
yılına kadar tahmin edilen toplam göç 1,1 ila 1,9 milyon arasında değişmektedir26. Aynı
şekilde, AB’nin Güney Akdeniz genişlemesindeki deneyimi Türkiye örneğine
yansıtıldığında uyumlu ve az uyumlu serbest dolaşım senaryolarına göre Türkiye’nin
vereceği göç miktarı 1 ila 2 milyon arasındadır27.
Türkiye’nin kendi göç deneyimi üyelik, hızlı büyüme ve serbest dolaşımla birlikte
ele alındığında ise toplam göç miktarı 1 ila 2,1 milyon arasında tahmin edilmektedir.
Üyelik sürecinin askıya alınması durumunda hızlı büyüme oranlarını sürdüremeyecek
olan Türkiye’nin tüm kısıtlamalara rağmen 2,7 milyon göç vereceği hesaplanmıştır28.
Sonuç olarak, üyelik sürecinin askıya alınması öncelikle Türkiye’de ekonomik büyüme,
siyasi istikrar ve istihdam oranlarını olumsuz yönde etkileyecek ve bugünkü
kısıtlamalara ve vize koşullarına rağmen göç etmek isteyenler bir şekilde (evlenme, aile
birliği, kaçak göç vs.) Avrupa Birliği ülkelerine gideceklerdir.
Türkiye’nin Yaşlanma Haritası
Bu çalışmanın temel sorusuna cevap verebilmek için, Türkiye’nin yaşlanma
haritasını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Kuşkusuz, Avrupa Birliği üye devletleri ve
Birliğe aday ülkeler arasında Türkiye büyük ve genç nüfusuyla göze çarpmaktadır.
Türkiye Đstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye %1,6 nüfus artış oranıyla 71 milyon
nüfusa sahiptir. Her ne kadar ortalama ömür süresi AB standartlarının altındaysa da,
ortalama doğurganlık oranı fazlasıyla yüksektir (2000-2005 dönemi için %2,23). 2025
yılı temel alınarak yapılan projeksiyonlara göre, Türkiye’deki doğurganlık oranı da
azalacak, ancak her durumda AB üyelerindeki oranların üzerinde olacaktır.
Türkiye nüfusunun dikkat çeken özelliği, genç nüfusun büyüklüğüdür. Örnek
olarak, nüfusun %64,6’sı 15-64 yaş grubunda yer almaktadır. Aynı şekilde, 0-14 yaş
grubu toplam nüfusun %30’una tekabül etmektedir. Dolayısıyla, Birliğe üye ve aday
ülkelerin demografik istatistikleri göz önüne alındığında Türkiye’nin avantajlı durumu
açıktır.
Türkiye’den Kimler Göç Edecek? Neden?
Türkiye’den yaşanacak olası göçün boyutunu anlamak için nicel tespitlerin
yanında kimlerin, hangi nedenlerle göç edeceğinin ele alınması da gerekmektedir. Bu
26
Refik Erzan et al, “Growth and Immigration Scenarios for Turkey and the EU”, CEPS EUTurkey Working Papers, No. 13, 2004, s. 6.
27
Erzan et al, Ibid., s. 10.
28
Erzan et al, Ibid., 2004, s. 1.
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE
37
kısımda göç olgusunun nitel boyutları Krieger ve Anderson29 tarafından 2004 yılında
hazırlanan çalışma temelinde irdelenecektir.
2004 yılında Türkiye ve AB’ye katılım sürecinde olan ülkeler arasındaki genel göç
etme eğilimleri analiz edildiğinde Türkiye’deki oran fazlasıyla yüksektir (%5). Göç
etme eğilimini belirleyen temel unsurlar, işsizlik, kişisel nedenler, kötü çalışma ve
yaşama koşullarıdır. Türkiye için en önemli göç nedeni parasal sorunlar (34,9) ve
işsizliktir (%41,2). Türkiye’de 15-24 yaş grubundakilerin %39,8’i ve bekarların %45’i
göç etmek istemektedirler. Ayrıca, lise öğrencilerinin 15,1’i, hali hazırda çalışanların ise
%11,6’sı göç etmeye yatkındır. AB’deki daha iyi çalışma ve yaşama koşulları ile daha
yüksek gelir imkanı genç ve eğitimli nüfus için önemli bir göç etme motivasyonu
sağlamaktadır.
Türkiye’nin Üyeliği Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorununa Çözüm Olabilir
mi?
Bu çalışmada, Türkiye örneğinin temel alınmasının en önemli sebebi, Avrupa
Birliği üye ülkelerinin nüfusu azalırken, Türkiye nüfusunun artmaya devam etmesidir.
Daha önceden görüldüğü üzere, AB’ye aday ülkeler arasında göç eğiliminin en yüksek
olduğu ülke %6,2 ile Türkiye’dir. Lise öğrencisi olan genç nüfusun ve halihazırda
çalışan nüfusun göç etme eğilim göz önüne alındığında ve Türkiye’nin 2015’te üye
olmasıyla işgücünün serbest dolaşımının başlayacağı veri olarak kabul edildiğinde, AB
için Türk göçü olumlu etki yapabilecektir. Öte yandan, yakın zamanda AB’de kalifiye
eleman sayısı düşmeye başlayacağından, Türkiye’den bu özelliklere sahip bireylerin
göç eğiliminin yüksek olması da AB için olumlu bir gelişmedir. Türkiye’nin üyeliği
çerçevesinde yaşanacak muhtemel göç hareketlerinin değerlendirmek amacıyla yapılan
çalışmaların ortak sonucu, Türkiye’den en fazla 2,7 milyon kişinin göç edeceğidir.
Dolayısıyla, hem göçmen sayısının çok fazla olmaması hem de göç edenlerin zaman
içinde yaşlanmasının kaçınılmaz oluşu, göç hareketlerinin AB’nin yaşlanma sorununa
bir çözüm getiremeyeceğini açıklamaktadır. Ancak, Birlik Türkiye’den göç edeceklerin
özelliklerini dikkate alarak seçici bir göç politikası izlerse bazı sektörlerdeki işgücü
ihtiyacını azaltabilecektir. Bu noktada da, Türkiye’nin AB’ye katkısı yaşlanma
sorununu fazlasıyla hissedeceği 2050 yılına kadar geçerli olacaktır.
29
Hubert Krieger et al, “Quality of Life in Europe-Migration Trends in an Enlarged Europe”,
European Foundation for the Improvement of Living and Working Conditions,
Luxembourg, 2004.
38
BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
8, No:1
(Yıl: 2009), s.39-69
BĐR TASARRUFCilt:
ŞEKLĐ
OLARAK
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ
BAĞLAMINDA KÜRT SORUNUNUN TÜRK DIŞ
POLĐTĐKASINA ETKĐLERĐ
Erol KURUBAŞ∗
Özet
Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasını etkileyen önemli faktörlerden birisi de
Kürt sorunudur. Gerçekten de Kürt sorunu Türk dış politikasının genel vizyonu, iç
dinamikleri ve ikili ilişkileri üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle sorunun bir
yandan ulusal birlik ve ülkesel bütünlüğe yönelik tehdidi öte yandan uluslararası boyutu
onu acil çözüm bekleyen en önemli dış politika sorunu haline getirmektedir. Ayrıca Kürt
sorununun yabancı aktörlerin Türkiye’nin içişlerine karışmalarına zemin hazırlayarak
aleyhine kullanılabilecek bir koz olması Türkiye’nin uluslararası alandaki imkân ve
yeteneklerini daraltmaktadır. Ortadoğu ve Batı’yla ilişkilerde büyük zorluklara yol
açması da konunun Türk dış politikasındaki önemini artırmaktadır. Sonuçta bu sorunlar
demeti Türkiye’nin uluslararası konumunu olumsuz etkileyerek Türk dış politikasını
birtakım açmazlara, hatta orta ve uzun vadede ulusal çıkarları ve güvenliği açısından
büyük riskler içeren politikalara mahkûm etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Etnik sorun, dış politika, Kürt sorunu, Türk dış politikası, dış
destek, yabancı müdahalesi.
Abstract
One of the important factors that have affected Turkish foreign policy in the postCold War period is the Kurdish problem. The Kurdish problem, indeed, has a great
impact on the general vision, internal dynamics and bilateral relations of Turkish
foreign policy. Particularly, the threat it has created for national unity and territorial
integrity as well as its international dimension have made it the most important problem
∗
Doç. Dr, Kırıkkale Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası Đlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi
40
EROL KURUBAŞ
of the foreign policy, which needs to be solved urgently. Besides, the fact that Kurdish
problem serves as a suitable tool to be used against Turkey by paving the way for
foreign power involvement in Turkish internal affairs restricts capacities and
capabilities of Turkey in the international arena. Great difficulties caused by the issue
in Turkey’s relations with the Middle Eastern and Western countries also underline its
importance in the Turkish foreign policy. Consequently, by affecting international
position of Turkey, the cluster of these problems create a certain number of deadlocks
in its foreign affairs, and even impose on it foreign policies that involve big risks in
terms of national interest and security in the mid and long term.
Key Words: Ethnic problem, foreign policy, Kurdish problem, Turkish foreign
policy, foreign support, foreign involvement.
Giriş
Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin karşı karşıya kaldığı belki de en önemli
güvenlik ve istikrar sorunu etnik kökenli ayrılıkçı hareketler ve bu çerçevede ortaya
çıkan etnik çatışmalardır. Çünkü bu etnik hareket dalgası her ülkede var olan etnik
grupların siyasallaşarak ulus olma iddiasıyla harekete geçmesine, sonuçta belki de
birçok siyasal sınırın değişmesine yol açarak iki yüz civarında “ulus-devlet”ten oluşan
uluslararası yapının binlerce “etnik-devlet”ten oluşan bir yapıya dönüşmesi
potansiyelini ve tehlikesini barındırmaktadır. Bu nedenle uluslararası topluluk bu
sorunlara yakın ilgi göstermekte, sorunların nedeni görülen yönetimlere veya bunlarla
baş edemeyen devletlere değişik biçim ve düzeylerde müdahalede bulunmaktadır. Öte
yandan, söz konusu kaygılar devletler özelinde bu kadar ilkesel nitelik taşımamaktadır.
Uluslararası politikaya öncelikle kendi çıkar pencerelerinden bakan devletler başka
ülkelerde yaşanan etnik sorunlardan genelde çıkarlarını en üst seviyeye taşıyacak
biçimde yararlanmaya çalışmaktadırlar. Sonuçta her iki halde de temelde iç politikanın
parçası olan etnik sorunlar kısa zamanda uluslararası politikanın parçası haline
gelmektedir.
Benzer sorunlardan biri olan Kürt sorunu da Kürtlerin sınır aşan nüfus özellikleri,
PKK terörünün komşu ülkeler ve Batı nezdinde gördüğü doğrudan ya da dolaylı destek
ve Kuzey Irak’taki gelişmelerle demokrasi, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi
yükselen değerlerin etkisi altında önemli bir dış politika sorunu haline gelmiştir.
Gerçekten de Türkiye açısından Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasını etkileyen ve
diğer dış politika sorunlarıyla da güçlü bir etkileşime sahip en önemli iç dinamik Kürt
sorunu ve PKK terörüdür. Bununla birlikte bu sorun Türkiye’de çok tartışılan ve
önemsenen güvenlik konularının başında gelse de, adlandırmasından içeriğine,
etkilerine ve çözümüne kadar hiçbir boyutunda uzlaşma sağlanabilmiş bir konu değildir.
Ayrıca sorun uzun süredir Türkiye’nin hem uluslararası konumunu ve imajını hem de
dış politikasını yoğun biçimde etkilemesine hatta belirlemesine karşın ağırlıklı olarak
PKK terörü ekseninde ve iç politika bağlamında tartışılmaktadır. Dış politika
bağlamında yapılan tartışmalarda ise sadece sorununun ikili ilişkiler üzerine etkileri
genel söylemlerle dile getirilmekte, Türk dış politikasının vizyonu, genel ilkeleri, iç
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
41
dinamikleriyle Doğu ve Batı bağlantısı üzerine etkileri yeterince sorgulanmamaktadır.
Hâlbuki Kürt sorunu neredeyse tüm diğer dış politika alanlarında oluşturduğu etkiyle
Türk dış politikasının önemli girdileri arasında yer almakta, dahası Türkiye’nin tüm ikili
ilişkilerinde ve uluslararası platformlarda karşısına konan bir pazarlık unsuru olarak dış
politikasına ipotek koymaktadır. Özellikle bir yanda ittifak ilişkisi olan ABD’nin Kuzey
Irak’ı dayanak noktası yaparak Irak’a yerleşmesi ve entegrasyon ilişkisi kurulan AB’ye
tam üye olma yönündeki temel bir stratejik hedef söz konusuyken, öte yanda bu
aktörlerin sorun karşısındaki tutumlarıyla Türkiye’nin yaklaşımı arasındaki
uyumsuzluk/çatışma sorunu, Türk dış politikasındaki önemini daha da artırmaktadır.
Bu çalışmanın amacı da, Kürt sorununun bir faktör olarak Türk dış politikasındaki
etkilerini ortaya koymaktır. Bir başka ifadeyle çalışma, Kürt sorununun Türk dış
politikasının hangi boyutlarını ne yönde etkilediğini ve bunun sonuçlarını
araştırmaktadır. Bu çerçevede çalışma, güvenlik ve kimlik açısından ele aldığı ve tam
olmasa da bir ölçüde “uluslararasılaşmış etnik sorun” olarak varsaydığı Kürt sorununun
özellikle ulusal birlik ve ülkesel bütünlüğe yönelik tehdidi dolayısıyla iç politikayı dış
politikaya bağlayarak aynı zamanda önemli bir dış politika sorunu oluşturduğu
iddiasındadır. Kürt sorununun yabancı aktörlerin Türkiye’nin içişlerine karışmalarına
zemin hazırlayarak aleyhine bir koz oluşmasına sebebiyet vermesi, böylece oluşan
zaafla Türkiye’nin uluslararası alandaki imkân ve yeteneklerini daraltması ve Ortadoğu
ve Batı’yla ilişkilerinde büyük sorunlara yol açması, bu iddiayı destekleyen başlıca
gerekçelerdir. Ayrıca çalışma, bu durumun Türkiye’nin uluslararası konumunu da
olumsuz etkileyerek ilkesel düzeyde Türk dış politikasında bir takım çelişkilere, hatta
orta ve uzun vadede ulusal çıkarları ve güvenliği açısından büyük riskler içerebilecek
politikalara sürüklediğini de ileri sürmektedir.
Öte yandan, çalışma bu konuyu, sadece güvenlik ve terör boyutuyla değil, aynı
zamanda etnik sorun boyutuyla da ele alacaktır. Kuşkusuz, iki çerçeve arasında sıkı bir
ilişki vardır, fakat sadece PKK terörüne odaklanmanın, konuya indirgemeci bir
yaklaşımla bakmayı gerektireceği, Türk dış politikasındaki, özellikle Batı bağlantısı
üzerindeki etkilerinin anlaşılmasını güçleştireceği düşünülmektedir. Dolayısıyla,
çalışma PKK ve terör eylemlerini merkez alan, bunların ulusal güvenliğe ve ülkesel
bütünlüğe yönelik tehdidinden kaynaklanan dış politika sorunlarının yanısıra Kürtlerin
etnomilliyetçi talep ve iddialarını da göz önüne alarak ulusal kimliğe yönelik
etkilerinden kaynaklanan dış politika sorunlarını da incelemektedir.
Çalışmada, öncelikle etnik sorun-dış politika ilişkisini ortaya koyan bir kuramsal
çerçeve çizilerek etnik sorunların devletlerin dış politikalarındaki yeri, yabancı
aktörlerin bu sorunlar karşısındaki tutumları, karışma düzey ve biçimleri incelenerek bu
tür sorunların ilgili devletin dış politikasını nasıl etkilediği anlatılacaktır. Çalışmanın
ikinci kısmında Kürt sorununun uluslararası niteliği bağlamında Türkiye’nin dış
politikasının iki ana yönelim alanı olan Batı ve Ortadoğu’daki başlıca yabancı aktörlerin
neden ve nasıl bu soruna karıştıkları sorgulanarak, Kürt sorununun Türk dış politikasını
hangi yönlerden, nasıl etkilediği tartışılacaktır.
42
EROL KURUBAŞ
Kuramsal Olarak Etnik Sorun-Dış Politika Đlişkisi
Etnik Sorunlar Karşısında Yabancı Aktör Tutumları ve Dış Destek Sorunu
Etnik sorun, “kendi”lerini ve “öteki”lerini ortak köken, tarih, dil, kültür gibi etnik
niteliklerle tanımlayan gruplar1 arasında, rekabetten savaşa kadar uzanabilen
sosyopolitik anlaşmazlık ve cepheleşmelerdir2. Bu sorunlar ülkedeki etnik gruplar
arasında olabileceği gibi, devlet ile bir etnik grup arasında da olabilir. Etnik sorunlar bir
yönüyle yasal, kültürel veya ekonomik ayrımcılık ya da ulusal kimliğin baskın etnik
grubun soyuna/kültürüne dayandırılma çabalarının, öteki yönüyle de etnik grubun
fiziksel varlığını koruma, kültürel kimliğini ifade etme, geliştirme veya belli bir toprak
üzerinde özerk yönetim kurma veya ayrılma taleplerinin bir uzantısı olarak doğabilir.
Bu haliyle etnik sorunlar etnik kimliğin tanınmasına, bu kimliğe ilişkin hakların yasal
statüye kavuşturulmasına, etnik grubun iktidarı bir biçimde paylaşmasına ve
sosyoekonomik şartlarının düzeltilmesine ilişkin sorunların bir fonksiyonudur3.
Etnik sorunlar birtakım siyasal ve sosyoekonomik nedenlerle açıklanmaya çalışılsa
da esasen bunlardan da beslenen çok daha temel bir varoluşsal nedene dayanmaktadır.
Bu neden bir yandan siyasallaşan etnik grupların ulus-devlete karşıt konum almasının,
öte yandan ulus-devletin kendini “öteki” etnik gruplara karşıt biçimde
yapılandırmasının bir ürünüdür4. Burada milliyetçilik farklı biçimlerde de olsa çok
önemli bir rol oynamaktadır. Stavenhagen’in belirttiği gibi, pek çok etnik çatışma
milliyetçiliğin kurmaya çalıştığı ulusun etnik veya yurttaş temelli iki farklı tasarımından
kaynaklanmaktadır5. Burada devletler gerçekte veya söylemde “teritoryal milliyetçiliğe”
dayanarak sosyal sözleşme varsayımıyla ülkesel bütünlüğü garanti altına almaya ve
“güvenlik ihtiyacı”nı karşılamaya çalışırken, etnik gruplar da “etnik milliyetçiliğe”
yönelerek self-determinasyon hakkı iddiasıyla “kimlik ihtiyacı”nı garanti etmeye
çalışmaktadır. Đşte etnik sorunlar tam da burada, yani devlet ile etnik grupların
iddialarının başarılı biçimde örtüştürülemediği yer ve zamanlarda ortaya çıkmaktadır.
1
Etnisite ve etnik gruplar konusunda bkz. Anthony D. Smith, The Ethnic Origins of Nations,
Oxford, Basil Blackwell Inc., 1986, ss. 21-128; Anthony D. Smith, Milli Kimlik, Çev. Bahadır
Sina Şener, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1994, ss. 40-73; Walker Connor, Ethnonationalism:
The Quest for Understanding, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1994 s. 101103; Craig Calhoun, Nationalism, Buckingham, Open University Press, 1997, ss. 29-50; Paul R.
Brass, Ethnicity and Nationalism: Theory and Comparison, London, Sage Pub., 1991, ss. 1875.
2
Rodolfo Stavenhagen, Ethnic Conflicts and the Nation-State, London, Macmillan Press Ltd.,
1996, s. 284.
3
Vojislav Stanovcic, “Problems and Options in Institutionalizing Ethnic Relations”,
International Political Science Review, Vol. 13, No. 4 (1992), s. 363. Ayrıca bkz. Muzaffer
Ercan Yılmaz, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Etnik Çatışmalar, Ankara, Nobel Yay., 2007,
ss. 7-43.
4
Erol Kurubaş, “Etnik Sorunlar: Ulus-Devlet ve Etnik Gruplar Arasındaki Varoluşsal Đlişki”,
Doğu Batı, S. 44 (Şubat, Mart, Nisan, 2008), ss. 17-25.
5
Stavenhagen, op.cit., s. 3.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
43
Bu tabloya bakıldığında etnik sorunların özünde iç siyasal niteliğe sahip olduğu
görülmektedir. Fakat bu sorunlar siyasallaşmış etnik grupların uluslararası düzeyde
örgütlenmeleri ve etkinlikleri, yabancı aktörlerin ilgisi ve karışması, çatışmaların
ülkesel bütünlüğü tehdit etmesi, terör, göç ve mültecilik gibi sınır ötesi sorunlara yol
açması nedeniyle uluslararası politikanın konusu haline gelebilmektedir6. Bu bağlamda
etnik grup-dış politika ilişkisi ulusal düzeyde ortaya çıkan, devletlerin dış politika
uygulamaları ve/ya da etnik grupların dış destek arayışları yoluyla uluslararası alana
sıçrayan ve uluslararası düzeyde ele alınmaya başlandığında da devletlerin ulusal
yapılarını ve dış politika çıkarlarını tehdit eden iki yönlü bir süreçtir7.
Genel olarak uluslararası aktörler etnik ayrılıkçılığı da içeren çatışmalara yayma/
cesaretlendirme, uzlaştırma ve bastırma/izole etme biçiminde üç farklı tepki gösterirler.
Đlk tepki, zayıf grubun desteklenmesiyle çatışmaların artmasına ve uluslararasılaşmasına
(“yayma ve cesaretlendirme”), ikincisi işbirliği atmosferi içinde çatışmaya barışçı bir
çözüm bulma arayışına (“uzlaştırma”), üçüncüsüyse çatışmaya karışmayarak çekimser
kalmaya (“izolasyon”) veya devletin yanında yer alarak ona her türlü desteğin
verilmesine (“bastırma”) yol açar. Bir başka anlatımla devletler ve hükümetlerarası
örgütler (IGOs) etnik çatışmalara karışmama, pasif/tarafsız kalma, arabulucu olma,
iktidardaki hükümetin veya bölücü hareketin yanında yer alma biçiminde tutumlar
gösterebilirler8. Üçüncü tarafların bunlardan hangisini tercih edecekleri çatışmanın
doğası, aşaması (tırmanma, en üst aşamada olma, tırmanmanın sona ermesi, uzlaşma),
şiddetin düzeyi9 ve çıkarların etkilenme oranı gibi faktörlere bağlı olarak değişecektir.
Đlke olarak yabancı aktörler etnik grupların self-determinasyon iddialarına karşı
çıkarak özellikle ayrılıkçılığın karşısında ve devletin yanında yer alırlar. Bu tutumun
temel nedeni, uluslararası hukukta benimsenmiş olan “devlet ülkesinin bütünlüğü”
ilkesidir. Bir devletin ülkesel bütünlüğü ancak o devletin rızasıyla değişebilir.
Dolayısıyla, farklı etnik özelliklere sahip toplulukların yalnızca bu farklılık öğesine
dayanarak devlet ülkesini parçalamalarına izin verilemez10. Ayrıca “içişlerine
karışmama” ilkesi de devletleri bu tip sorunlardan uzak durmaya zorlayan bir faktördür.
Bu normatif ilkelerin de etkisiyle devletler etnik çatışmalar, özellikle ayrılıkçı savaşlar
konusunda özel bir hassasiyet gösterirler. Kuşkusuz, burada devletler kapasite
6
Ayrıntı için bkz. Rajat Ganguly and Ray Taras, Understanding Ethnic Conflict: The
International Dimension, NY, Longman, 1998, ss. 68-91; Stephen Ryan, Ethnic Conflict and
International Relations, 2nd Ed., Aldershot, Sydney, Darthmount, 1995, ss. 6-15. Michael E.
Brown, “Causes and Implications of Ethnic Conflict”, Ethnic Conflict and International
Security, Ed. Michael E. Brown, Princeton, Princeton University Press, 1993, ss. 16-22.
7
Nurcan Özgür, “Balkanlar Devletlerinin Dış Politika Uygulamalarında Etnik Sorunların Rolü
(1989-1997)” Uluslararası Politikada Yeni Alanlar Bakışlar, Der. Faruk Sönmezoğlu, Đstanbul,
Der Yay., 1998, s. 201.
8
Alexis Heraclides, “Secessionist Minorities and External Involvement”, International
Organizations, Vol 44, No. 3 (Summer 1990), ss. 345-346.
9
Ayşe Betül Çelik and Bahar Rumelili, “Necessary but not Sufficient: The Role of EU in
Resolving Turkey’s Kurdish Question and Greek-Turkish Conflicts”, European Foreign Affairs
Review, 11 (2006), s. 203.
10
Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk I, Ankara, Turhan Kitabevi, 1993, ss. 9-10.
44
EROL KURUBAŞ
yetersizliği, ekonomik ve diğer kayıpların ya da risklerin potansiyel kazançlardan daha
önemli olacağı inancı gibi faktörlerle de hareket ederler. Ama sonuçta devletler temelde
ilkesel olarak ve ayrıca ekonomik, içsel ya da uluslararası kısıtlamalardan dolayı
ayrılıkçı hareketleri desteklemekten kaçınırlar11.
Bu ilkesel tutumla birlikte etnik sorunlar çeşitli neden ve güdülerle yabancı
aktörlerin karışmasına konu olabilir ve dış politikalarında yer bulabilir. Bu nedenlerden
ilki, stratejik çıkarlarını gerçekleştirme, rakip/düşman devleti zayıflatma veya belirli bir
dış politika davranışına yönlendirme ya da başka devletlerin rollerini dengeleme gibi
“reelpolitik/araçsal” olanlardır. Đkincisi, akrabaları koruma (himayeci), kullanma veya
çatışma yaşanan topraklar ile etnik gruplar üzerinde hak iddia etme (irredentist) gibi
“etnopolitik/duygusal” güdülerdir. Üçüncüsü, bir ülkede meydana gelen bölünmenin
komşu ülkede yaşayan etnik akrabaları harekete geçireceği veya bölgesel dengeleri
bozacağı endişesini içeren “örnek olma” ya da “yayılmayı önleme” güdüsüdür.
Dördüncüsü, “dinsel/ideolojik”, “emperyalist/yayılmacı” ya da “insani” nitelikteki diğer
nedenlerdir12. Ayrıca bu çatışmalar bölgesel ve uluslararası güç dengelerinde meydana
getirdiği istikrarsızlıkla veya sistemin hukuk normları ve davranış kurallarına olumsuz
etkisi nedeniyle uluslararası sistemi kontrol eden büyük devletlerin soruna karışmasına
da yol açabilir13.
Bu açıdan bir ülkedeki etnik sorunlara öncelikle komşu ve büyük devletlerin ilgi
göstereceği söylenebilir. Çünkü etnik sorunlar yukarıda sayılan nedenlerden dolayı
özellikle bu devletlerin dış politikalarında anlamlı bir yere sahiptir ve siyasallaşarak fiili
mücadele içine giren etnik gruplar eğer bir dış destek alacaklarsa öncelikle bu aktörlere
yöneleceklerdir.
Saideman’a göre yabancı devletlerin çatışan etnik gruba ne oranda destek vereceği
bu etnik hareketten zarar görme olasılığına (vulnerability), ev sahibi ülkenin nispi
gücüne yani aralarındaki güç dengesine (power) ve etnik bağların varlığına (ethnic ties)
göre değişecektir. Ona göre, ayrılıkçı gruplar bölgesel istikrarı ve uluslararası normları
tehdit etmelerinden dolayı muhtemelen daha az dış destek bulacaktır. Daha güçlü
devletlerin ülkelerindeki gruplar realist mantık gereği düşmanlarını zayıflatmaya çalışan
devletlerden bu süreçte muhtemelen daha fazla destek alacaklardır. Daha zayıf
devletlerdeki grupların da daha çok destek alacağı açıktır. Ayrıca, etnik grupların etnik
bağları olan iktidarlardan veya akraba devletlerden, bunların etnik bağlara önem
11
Heraclides, op.cit., ss. 353-354; Ganguly and Taras, op.cit., ss. 79-80.
Ganguly and Taras, op.cit., ss. 75-78; Yılmaz, op.cit., ss. 37-39. Ampirik çalışmalar için bkz.
David R. Davis and Will H. Moore, “Ethnicity Matters: Transnational Ethnic Alliances and
Foreign Policy Behavior”, International Studies Quarterly, Vol. 41, No.1 (Mar. 1997), ss. 171184; Stephen M. Saideman, “Discrimination in International Relations: Analyzing External
Support for Ethnic Groups”, Journal of Peace Research, Vol. 39 No. 1 (2002), ss. 27-50; Gülriz
Gigi-Gokcek, “Ethnic Conflict and Interstate War: An Analysis of The Kurdish Problem”,
Prepared for presentation at the International Studies Association Annual Meeting, New Orleans,
Louisiana, March 27, 2002.
13
Bkz. Ganguly and Taras, op.cit., ss. 114-116; Brown, op.cit., s. 21.
12
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
45
vermeleri şartıyla dış yardım almaları daha muhtemeldir14. Yani ulusötesi etnik bağlar
dış politika davranışlarını etkileyecektir. Genellikle devlet iktidarında etkili olan bir
etnik grubun başka devletlerdeki akrabaları zor ve kötü durumdaysa ve bunlar
siyasallaşmışlarsa bu devlet akrabalarını destekleme ve onların durumunu düzeltme
yönünde dış politika izleyecektir15. Söz konusu etnik temelli dış politikalar himayeci
veya yayılmacı nitelik arz edebilir. Himayeci dış politika daha savunma ağırlıklı, prestij
ya da etki alanı yaratma ya da güvence altına alma amacıyla dışarıdaki akraba etnik
toplulukları korumaya yöneliktir. Yayılmacı dış politika ise akraba etnik topluluklardan
yararlanarak geliştirilen saldırgan dış politika olup irredentist veya ayrılıkçı hareketleri
destekleme biçiminde görülebilir16. Sonuçta her durumda etnik temelli dış politikalar
negatif yönü ağır basan, daha az işbirliğine yatkın, daha çatışmacı niteliklere sahiptir.
Fakat her ne sebeple olursa olsun devletler özellikle ayrılıkçı etnik hareketlere
destek vereceklerse normatif ilkenin de etkisiyle yani uluslararası alanda gayrımeşru
duruma düşmemek için bunu resmi, açık ve doğrudan yapmak yerine gayrıresmi, gizli
ve dolaylı yollarla yaparlar. Bu nedenle dış desteğin kanıtlanması zordur ve zaten
yardım edenler de bunu genelde inkâr ettiklerinden varlığı sadece hissedilebilir.
Yabancı aktörlerin, özellikle de devletlerin etnik sorunlarda nasıl (açık, kapalı,
doğrudan, dolaylı, diplomatik, askeri vs.) ve ne düzeyde (destekçi, arabulucu, tarafsız
vs.) rol alacağı birçok etkene bağlı olarak şekillenir ve zamanla değişiklik gösterebilir.
Heraclides ayrılıkçı hareketlere yabancı karışmanın “araçsal”, “duygusal”, “karma” ya
da “belirsiz” nedenlerle “yaygın”, “çok sınırlı” veya “nadir” sıklıkta, “yüksek, orta veya
düşük düzeyde”, “somut” veya “siyasal/ diplomatik ve moral destek” biçiminde
olabileceğini belirtir. Fakat bunun siyasal ve ekonomik birtakım sınırlılıkları vardır ve
çatışmadaki rolü önemli, hayati, önemsiz veya yararlı olabilir17.
Yabancı aktörlerin ayrılıkçı gruplara “somut destek”leri silah, para, ilaç, gıda gibi
maddi destekte bulunma, iletişim ve ulaşım imkânlarından yararlandırma, ayrılıkçı
toprakların içinde veya dışında askeri eğitim verme, kamp veya operasyon üssü kurma,
danışmanlık, askeri personel verme veya doğrudan askeri katılım gibi çeşitli biçimlerde
olabilir. Bu yardımlar düşük, orta ya da üst düzeyde olabilir ve çatışmaya bağlı olarak
tırmanabilir. “Siyasal/diplomatik destek”se hükümetlerin sözlü açıklamaları,
uluslararası örgütlerde destek olma, diplomatik baskı, ayrılıkçılığı destekleyen
kampanyalar yapma veya diplomatik tanıma biçiminde görülebilir. Diplomatik desteğin
düzeyi de değişebilir ve zamanla ilgiyi ifade eden açıklamalardan, barış çağrılarına,
bizatihi barış görüşmeleri başlatmaya veya ayrılıkçı hareketin ulusal kurtuluş hareketi
olarak nitelenmesi ya da ayrılıkçı birimin de facto ya da de jure tanınmasına kadar
tırmanabilir18.
14
Saideman, “Discrimination in International Relations:…”, Ibid, ss. 28, 29-33.
Davis and Moore, Ibid., ss. 171-184.
16
Özgür, op.cit., ss. 201-202.
17
Heraclides, op.cit. ss. 356-367.
18
Heraclides, op.cit. ss. 368-370.
15
46
EROL KURUBAŞ
Dış destek, etnik çatışmadaki şiddet oranını etkilemesi, kazananı belirleyebilmesi
ve çatışmayı uluslararasılaştırması açısından çok önemlidir19. Özellikle bir ülkenin
açıkça toprak bütünlüğünü tehdit eden bir dış destek varsa sorunun uluslararası düzeyde
ele alınması kaçınılmazdır. Ayrıca dış destek alan etnik grubun kendi amaçları dışında
daha kapsamlı bir devletler arası oyunun içine çekilmesi ve doğrudan çıkar örtüşmesi
dışında da kullanılması ihtimali vardır. Öte yandan dış destek olgusunun devletlerarası
bir savaşa neden olması da belli koşullar altında mümkündür. Gigi-Gökçek’e göre etnik
çatışmanın dış destek nedeniyle devletlerarası bir savaşa dönüşmesi ancak çatışan etnik
azınlığın iki veya daha fazla devlet sınırına yayılmış olması, komşu ülkedeki etnik
akrabalarla özdeşleşmesi ve komşu devletin bu grubun yaşadığı toprak üzerinde hak
iddia ederek çatışan etnik gruba destek vermesi halinde mümkündür. Yani bir etnik
çatışmanın devletlerarası savaşa neden olmasının üç şartı vardır: Tehlike altında bir
etnik azınlık, etnik grubun iki veya daha çok devlet sınırına yayılmış olması ve etnik
grup ile komşu devlet arasında etnik akrabalık olması. Bu durumda ya ittifak ya da
irredentist faktörler rol oynayacak ve sonuçta devletlerarası savaş çıkabilecektir20. Fakat
daha önce söylenen nedenlerden dolayı bu nadir görülen bir durumdur ve devletler
genellikle bundan kaçınırlar.
Etnik Sorunların Taraf Devletin Dış Politikasına Etkileri
Etnik sorunlar ilgili devletin iç politikası ile dış politikası arasında güçlü
bağlantılar kurulmasına yol açar. Çünkü etnik sorunlar, yabancı aktörlerin de
karışmasıyla uluslararası boyut kazandığında artık bir devletin iç politika konusu olduğu
kadar dış politika konusu haline gelmiş olur. Böyle bir durumda devletler, ulusal
düzeyde bile baş etmede zorlandığı bir konuyla uluslararası düzeyde baş etmenin ne
kadar zor olacağını ve istemedikleri çözümlerin dayatılması riskiyle
karşılaşabileceklerini bildiklerinden, mümkün olduğunca sorunu içişleri konusu olarak
göstermeye çalışarak yabancı aktörlerin konuya karışmasını engelleme veya azaltma
çabasında olurlar. Ama yine genellikle bu çabalar uluslararası politikanın doğası gereği
sorunun uluslararası boyutunu ortadan kaldırmaya yetmez. Bu durum kaçınılmaz olarak
uluslararasılaşma düzeyine ve biçimine de bağlı olarak etnik sorunların devletlerin dış
politikalarında çok önemli bir rol oynamasına yol açar.
Etnik sorunlar uluslararası ortama, devletin gücüne, komşu ve büyük devletlerle
ikili ilişkilerinin niteliğine ve sorunun düzeyine bağlı olarak ilgili devletin dış
politikasında çeşitli etkiler oluşturur. Bu etkiler savunmacı tutumlardan saldırgan
tepkilere kadar birtakım politikalara yol açsa da genelde dış politika manevra alanını
daraltıcı bir rol oynarlar. Daha da önemlisi iç politikayı dış politikaya bağlayarak
özellikle ulusal kimlik ve güvenlik bağlamlı içsel sorunların dış politika davranışlarını
etkilemesine neden olur.
Uluslararasılaşmış etnik sorunların taraf devletin dış politikasına etkileri dolaylı
veya doğrudan olabilir. Etnik sorunlar özünde içsel nitelik taşıdığı için yarattığı etkiler
de öncelikle içsel olmaktadır. Fakat bu içsel etkiler aynı zamanda taraf devletin dış
19
20
Saideman, “Discrimination in International Relations…”, op.cit., ss. 28-29.
Gigi-Gokcek, op.cit., ss. 7-12.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
47
politikasında da karşılık bulacak, böylece etnik sorun dış politikada dolaylı etki
yaratmış olacaktır. Bu etkilerin büyük bir kısmı dış politikanın dayandığı iç
dinamiklerle ilgilidir. Bu etki ilk olarak etnik sorunların ulusal kimlik ve sosyopolitik
istikrar üzerinde meydana getirdiği olumsuzluklarla kendini göstermektedir. Bunu dış
politikayla ilişkili kılansa bir yandan dış politikanın gücünü içeride ulusal kimlikle
simgelenen ulusal birlik ve beraberlikten alması, öte yandan iç tehdidin dış tehditle
birleşmesi riskidir. Gerçekten de güçlü bir dış politika için devletin asgari bir iç uyuma
ihtiyacı vardır. Bu yüzden birlik ve beraberlik sağlama, hatta ulusu türdeşleştirme
çabaları devlet kurmanın ve bekasının ayrılmaz bir parçası olarak görülür21. Shulman da
kimliklerin dış politikaları güçlendiren ve zayıflatan son derece önemli faktörler
olduğuna ve dış politika tercihlerinin de ulusal bütünleşmeyle yakından ilişkisine dikkat
çeker22. Kısacası, modern uluslararası ilişkiler düşüncesinde devletler içeride türdeş ve
bütüncül bir yapıya dayandığı ve onu temsil ettiği varsayımıyla dış politika izlerler.
Hâlbuki etnik sorunlar ulus-devletin tam da bu iddiasına yönelik tehditler içerir, ulusal
birlik ve beraberlik, dolayısıyla da ulusal kimlik üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle
ulusal güvenliği zayıflatır, dışarıyla sağlıklı ilişki kurmayı zorlaştırır. Sonuçta ortaya
çıkan kimlik krizi ve devlete sadakat sorunu ulusal birlik ve beraberliği tehlikeye atarak
dış politika başta olmak üzere ulusal olanı simgeleyen, belirleyen ve koruyan ne varsa
hepsinin zayıflamasına yol açar. Böylece etnik sorunlar nedeniyle ulusal kimliği sorunlu
hale gelen bir devletin, ulusal kimliğin rol oynadığı her dış politika alanında sorun
yaşaması ise kaçınılmazdır. Örneğin ulusal kimliğin pusula işlevi gördüğü işbirliği ve
ittifak politikaları başta olmak üzere tüm dış politika alanlarında yön tayini zorlaşmaya
başlar.
Öte yandan, dış politika ile ulusal kimlik arasındaki ilişkiyi kuran ve devletin dış
politika amaçlarını dayandırdığı ulusal çıkarlar da ancak üzerinde genel bir uzlaşının
sağlanmasıyla sağlıklı bir bağlama oturtulabilir. Çünkü inşacı kuramda da ileri
sürüldüğü gibi, kimlikler devletlerin çıkarlarını belirler. Devletler ne olduklarını ve neyi
temsil ettiklerini kararlaştırana kadar çıkarlarının ne olduğunu belirleyemezler23.
Böylece etnik sorunlar, ulusal birliği zedeleyeceği için dış politikanın dayanacağı ulusal
çıkarların tanımlanmasında ve gereğinin yerine getirilmesinde zorluklara neden olur.
Ayrıca etnik sorunların meydana getirebileceği kimlik krizi ulusal çıkarların rasyonel
temellerini de olumsuz etkileyebilir. Örneğin demokratik bir karar alma sürecinde
sorunun parçası olan etnik gruplar kamuoyu ya da etnik siyasi partileri aracılığıyla
yasama sürecine katılarak kendilerini ilgilendiren dış politika kararlarına etkide
bulunmaya çalışacaklardır. Bu etki istenen bir kararın çıkmamasına, çıksa bile
tanımlanan ulusal çıkar tartışmalı bir hal alacağından içeride risklerin artmasına neden
olacaktır. Sonuçta izlenen dış politika da sorunlu, riskli ve tartışmaya açık olacaktır.
21
Asa Lundgren, Đstenmeyen Komşu: Türkiye’nin Kürt Politikası, Çev. N.U.Kuglin, Đstanbul,
Kitap Yay., 2008, s. 23.
22
Bkz. Stephen Shulman, “National integration and foreign policy in multiethnic states”,
Nationalism and Ethnic Politics, Vol. 4, No. 4 (Winter 1998), ss. 110-132.
23
Ronald J. Jepperson, Alexander Wendt and Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture
in National Security”, The Culture of National Security: Norms and , Identity in World
Politics, Ed. by Peter J. Katzenstein, NY, Columbia University Press, 1996 s. 59.
48
EROL KURUBAŞ
Dahası, ulusal güvenlik de ulusal kimliğe bağlıdır. Çünkü iç bütünleşme dış
tehditlere karşı etkili ve yerinde tepkileri kolaylaştırdığı gibi, tersi durumda dış
tehditlerle baş etmek zorlaşacaktır. Ulusal kimliğin parçalanması ise iç savaş, kriz,
değişen ittifak yapıları, var olan devletin dağılması ve yenilerinin oluşması anlamına
gelecektir24. Ayrıca, etnik hareketin ayrılıkçı iddialar taşıması ve şiddete başvurması
ulusal birliğin yanısıra ülkesel bütünlüğü de tehdit edeceğinden bu olumsuzlukları daha
da güçlendirecektir. Böylece bir etnik sorunun açık bir ulusal birlik ve ülkesel bütünlük
sorununa dönüşmesi onu devletin en önemli dış politika konusu yapacaktır.
Yukarıda belirtilen dolaylı etkilerin yanı sıra etnik sorunların taraf devletin dış
politikasına daha doğrudan etkilerinden de söz edilebilir. Bu açıdan bakıldığında etnik
sorunlar devletin irredentist ve pan-milliyetçi hareketlere hedef olmasına, yabancı
devletler nezdinde aleyhine lobicilik yapılmasına, içişlerine karışılmasına veya daha
ileri aşamalarda fiili yabancı müdahalesine uygun bir zemin oluşmasına yol açabilir.
Ayrıca bu gibi durumlarda bazen devletler maruz kaldıkları irredentist ya da panhareketlere karşı irrasyonel tepki vererek dış politikalarında benzer tutumlar içine de
girebilirler. Bu ise devletin gücüyle orantılı olmayan çıkarlara yani maceracı bir dış
politikaya neden olabilir.
Bir diğer doğrudan etki ikili ilişkilerde görülebilir. Komşu veya diğer yabancı
devletlerin daha önce belirtilen reelpolitik, etnopolitik ya da diğer nedenlerle sorunun
tarafı olan etnik grubu çeşitli biçimlerde desteklemeye başlaması halinde etnik sorunlar
hem ikili ilişkilerde çeşitli sorunlara hem de dış politikada bir zaaf noktasına ve/veya
diğer aktörlere dış politika kozu verilmesine neden olur. Bu durumda iç tehditler dış
tehditlere eklemleneceği için “güvenlik” amacı diğer temel dış politika amaçlarının
(refahın artırılması gibi) önüne geçecek, dış politika temelde güvenlik eksenli
algılanacak ve yürütülecektir.
Ayrıca etnik sorunlar devletleri dış politikasında çelişkili tutumlara ve uluslararası
alanda olumsuz imajlara sürükleyebilir. Yani devlet bölgesel ya da uluslararası düzeyde
ortaya çıkan bir etnik sorun ya da çatışma karşısında güç dengeleri ya da uluslararası
normlar gereği dış politikasında benimsediği çıkar tanımlamalarının aksine hareket
etmek zorunda kalabilir. Örneğin akraba toplulukların haklarının korunmasında
yeterince çaba harcayamayabilir veya reelpolitik gereği güvenlik ya da nüfuz
alanlarında etnik sorunlar üzerinden yakalayabileceği fırsatları kullanamayabilir. Ayrıca
normatif açıdan da devletler yaşadıkları etnik sorunların tehdidi altında bazı uluslararası
sözleşmeleri imzalamaktan kaçınabilir veya açıkça demokrasi, hukukun üstünlüğü,
insan hakları ve azınlıkların korunması gibi uluslararası değerlere ayak
uyduramamaktan kaynaklanan sorunlarla baş etmek zorunda kalabilir. Bu durum o
ülkenin uluslararası imaj ve konumu açısından birçok sorunu beraberinde getirebileceği
gibi, çelişkili tutumların da kaynağı olabilir.
Sonuçta etnik sorunlar birçok yönden devletlerin dış politikadaki imkân ve
yeteneklerini daraltıcı, uluslararası imajını zedeleyici, aleyhine kullanılmasını ve hatta
24
Paul A. Kowert, “Ulusal Kimlik: Đçsel ve Dışsal”, Uluslararası Đlişkilerin Psikolojisi, Der.
Erol Göka, Işık Kuşçu, Ankara, ASAM Yay., 2002, s. 53.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
49
belli düzeylerde içişlerine karışılmasını da mümkün kılan etkiler yaratmaktadır. Bu
nedenle Saideman’ın belirttiği gibi, etnik sorunları olan devletler etkin ve iddialı dış
politika yapamazlar25.
Türk Dış Politikası Açısından Kürt Sorunu
Yabancı Aktörlerin Kürt Sorununa Yönelik Tutumları ve Karışma/Destek
Düzeyleri
Kürt sorunu, etnodilsel özellikleri itibariyle farklılık arz eden bir topluluğun kimlik
taleplerinden kaynaklanan, ama aynı zamanda yabancı aktörlerce desteklenen terör
eylemleri nedeniyle ülkesel bütünlüğe yönelik tehditler de içeren bir etnik milliyetçilik
sorunudur. Kuşkusuz sorunun bölgesel ve toplumsal azgelişmişlikle ilgili boyutları da
vardır26. Ama tüm diğer boyutlar bugün itibariyle etnik Kürt milliyetçiliğinden ve
devletin güvenlik endişelerinden kaynaklanan sorunlar demetinin parçasına
dönüşmüştür. O nedenle sorun son tahlilde bir kimlik ve güvenlik sorunudur.
Temelde iç sorun olarak doğan Kürt sorunu özellikle belli dönemlerde yabancı
aktörlerin aktif ilgisiyle uluslararası boyut kazanmıştır. Kürt sorununun böyle bir nitelik
kazanması öncelikle Kürtlerin birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan
sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamalarından
kaynaklanmıştır. Đkinci olarak, Kürtlerin Ortadoğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve
Đran toplumlarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, bölge dışı küresel güçlere
ve bölge içi bazı devletlere politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin
yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması söz konusu olmuştur27.
Üçüncü olarak, Kürtlerin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş beklenti ve taleplerinin
uluslararası toplum tarafından haklı görülmesi, bu çerçevede yürütülen mağduriyete
dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluluğa karşı genel bir
sempatinin doğmasına yol açmıştır. Dördüncü olarak, uluslararası yükselen değerlerle
(Birinci Dünya Savaşı sonrası milliyetler ilkesi, Soğuk Savaş sonrası demokrasi, insan
hakları, kültürel haklar) Kürtlerin taleplerinin kesişmesi veya yakınlaşması, bu sorunu
uluslararası alana taşıyan önemli bir faktör olmuştur. Son olarak, uluslararası sistemdeki
köklü değişiklikler bölgede sınır değişikliği beklentisine yol açarak bu topluluğu motive
etmiş ve küresel güçlerle temas kurmalarına imkân sağlamıştır. Bu genel faktörlerin
yanısıra özellikle 1990’lardan itibaren PKK terörü, Kuzey Irak gelişmeleri, Kürt
diasporasının varlığı, Kürt mülteci krizleri gibi faktörler Kürt sorununa uluslararası
25
Stephen Saideman, “Conclusion: Thinking Theoretically about Identity and Foregn
Policy”, Identity and Foreign Policy in the Middle East, Ed. by S. Telhami and M. Barnett,
Ithaca, London, Cornell University Press, 2002, s. 172.
26
Kürt sorununu anlamak için sadece siyasal yönüne bakmak yeterli değildir, bununla birlikte
gelir seviyesi, eğitim, sağlık ve kamu hizmetleri gibi maddi unsurlarla dil, kültür, aidiyet gibi
psikolojik unsurlardan oluşan güvensizlik ortamına bakmak gerekir. Ahmet Đçduygu, David
Romano and Đbrahim Sirkeci, “The Ethnic Question in an environment of security: the Kurds in
Turkey”, Ethnic and Racial Studies, Vol. 22, No. 6 (Nov. 1999), s. 992.
27
Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Đstanbul, Küre
Yay., 2001, s. 439.
50
EROL KURUBAŞ
ilgiyi artırmıştır28. Bu çerçevede akraba toplulukların yaşadıkları komşu ülkeler ve
buralardaki Kürtler, Türkiye ile sorunlu diğer komşu ülkeler ve büyük devletler bu
sorunla yakından ilgili hale gelmiştir. Ayrıca uluslararası medyanın gösterdiği ilgi de
sorunun sürekli gündemde tutulmasını sağlamıştır.
Bu çerçevede Türkiye’deki Kürt sorunu uluslararası nitelik kazanmışsa da
uluslararası düzeyde resmen ele alınan ve çözüm için harekete geçilen bir sorun
olmamıştır. Örneğin BM organlarında veya bölgesel örgütlerin bağlayıcı karar
mekanizmalarında bu konu ele alınmamaktadır. PKK’nın ve başka Kürt örgütlerinin bu
yönde çabaları olsa da29 öngörülebilir zaman diliminde böyle bir durumun ortaya
çıkması da zordur. Çünkü uluslararası topluluk ancak merkezi otoritesi zayıflamış ve
devlet kontrolü dışına çıkarak bölgesel ve uluslararası dengeleri sarsma potansiyeli olan,
aynı zamanda çatışmanın kitleselleştiği, toplumsal nefretin yaygınlaştığı, ağır insan
hakları ihlallerinin yaşandığı durumlarda arabuluculuk, diplomaside ikinci yol gibi
yöntemlerle soruna doğrudan müdahil olmakta ve bu sorunu uluslararası örgütlerin
özellikle de BM’nin resmi gündemine almaktadır. Hâlbuki Türkiye’deki Kürt sorunu
açısından bunu gerektirecek şartlar bulunmadığı için sorun uluslararası platformlarda
resmen ele alınmamaktadır. Bunun yerine Kürt sorunu daha çok bölge devletleriyle bazı
bölgesel örgütlerin ve sistemi kontrol altında tutmaya çalışan büyük güçlerin ilgili
ülkelerle ikili ilişkilerinin bir parçası olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle Kürt
sorununun uluslararası niteliği hukuksal olmaktan ziyade siyasal ve bölgeseldir.
Fakat Kürt sorununun bu uluslararası niteliği Kürt hareketini güçlendirmenin
yanısıra Kürtleri bağlı oldukları devletlerden uzaklaştırarak başka devletlerin dış
politika aracına dönüştürmektedir. Bu durumun Türk dış politikasındaki etkilerine
geçmeden önce yabancı aktörlerin Kürt sorununa yaklaşımlarını ortaya koymak ve ne
düzeyde soruna karıştıklarını incelemek bu etkileri anlamak açısından anlamlı olacaktır.
Bunun için Türkiye açısından iki ayrı dış politika ve uluslararası ilişkiler alanı olan Batı
ile Ortadoğu’yu ve buralardaki aktörlerin tutumlarını–basitleştirme adına genel ve
yeknesak bir anlatımla- inceleyebiliriz.
Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde liberal ilkelerin ve hukuksal normların
etkili olduğu Batı’da genel olarak Kürt sorunu Türkiye’den farklı algılanmaktadır30.
Türkiye’nin Kürt sorununu temelde terör ve geleneksel güvenlikle (fiziksel güce dayalı)
eşdeğer gören tutumuna karşılık, genel olarak Batılı ülkeler sorunu kimlik ve ontolojik
28
Geniş bilgi için bkz. Erol Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, C. 2
(1960’lardan 2000’lere), Ankara, Nobel Yay., 2004, ss. 59-93.
29
En son girişim Mayıs 2008’de olmuştur. Paris Kürt Enstitüsü International Herald Tribune
(20 Mayıs), Le Monde (21 Mayıs), Frankfurter Allgemeine (26 Mayıs), The New York Times
(4 Haziran) gazetelerinde uluslararası topluluğu çözüm için harekete geçmeye ve arabulucu
Bkz.
atamaya
çağıran
1000
imzalı
bir
bildiri
yayınlatmıştır.
<http://www.institutkurde.org/imza/?language=turkce>
30
Batılı ülkelerin yaklaşımları için bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss.
221-272; Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu: Kökeni ve Gelişimi, Çev. Ahmet
Fethi, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, 175-185.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
51
güvenlik31 (sosyalleşme süreciyle ortaya çıkan ilkeli ve güçlü ilişkilere dayalı bir
ortamın yaratılması) boyutuyla, yani insan hakları ve demokratikleşme sorunu olarak
algılamaktadır. Bu nedenle de Türkiye’ye eleştirel yaklaşarak özellikle insan hakları ve
demokrasi eksenli Kürt taleplerini haklı bulmaktadır. Ayrıca Batılı ülkeler PKK
terörünü de Türkiye’deki yönetim ve ulus-devlet anlayışının bir ürünü olarak görerek
zımnen haklılaştırmaktadır. Bu çerçevede PKK’nın ülke içinde çok büyük bir kitlesel
desteğe sahip olduğuna inanmakta, Türkiye’nin sorunu siyasal çerçevede
değerlendirmesi gerektiğini düşünmektedir.
Bu tabii ki Batılı ülkelerin çıkar eksenli yaklaşımlardan tamamen uzaklaştığı
anlamına gelmez. Türkiye ile temelde ittifak (ABD) ve bütünleşme (AB) ilişkisi olduğu
için Batı’nın diplomatik gündeminde çıkarlar ilkelerin arkasından gelse de uluslararası
politikanın doğası gereği, PKK ve Kürt sorunu Batılı devletler açısından Türkiye ve
Ortadoğu politikasının bir aracı olarak görülebilir. Dahası, Türkiye’nin uluslararası
kamuoyunda ciddi bir inandırıcılık sorunu olması, yani soruna ilişkin içeriye ve dışarıya
dönük politikalarında inandırıcı bulunmaması, Batı’daki bu bakış açısının sürmesine
imkân tanımaktadır. Örneğin içeriye dönük demokratikleşme, insan hakları, Kürt
vatandaşlarının kimliğinin korunması ve kültürel haklar gibi konularda olduğu kadar,
dışarıya dönük Irak’taki Türkmenlerin korunması, Kuzey Irak’taki yapılanma gibi
konularda geliştirdiği politikalar kimi yabancı aktörler tarafından “Kürt düşmanlığı” ve
ayrımcılık
olarak
değerlendirilmektedir.
Türkiye’deki
kimilerince
kullanılan/benimsenen üslup/söylemse bu bakış açısı için gerekçe oluşturabilmektedir.
Bu yaklaşım çerçevesinde Batılı ülkelerin ve özellikle bölgesel nitelikteki kimi
uluslararası örgütlerin Kürt sorununa ilgi düzeyinin yüksek, karışma düzeyininse dolaylı
bir nitelik gösterdiği söylenebilir. Batılı ülkeler, Kürt sorunu konusunda insan hakları
bağlamında yaptığı açıklamalarla ve Kürt hareketinin Batı’daki etkinliklerine göz
yummasıyla sorunla yakından ilgili olduğunu göstermekte, fakat doğrudan Kürt
hareketinin yanında yer almaktan ve soruna müdahil olmaktan da özenle kaçınmaktadır.
Dolayısıyla Batılı aktörler resmi ve ilkesel olarak Türkiye’nin yanında yer alsalar
bile (PKK terörist örgüt olarak kabul edilmektedir) Kürt hareketine bir biçimde dış
destek sağlamaktadırlar. Bu daha çok dolaylı ve görünürde düşük düzeydeki somut
destek ile uluslararası yükselen değerler bağlamında dile getirilen yüksek düzeydeki
siyasal ve diplomatik destek türlerinin değişik biçimlerinde olmaktadır. Türkiye’nin
Batı’yla olan ittifak ilişkisi ve güçlü bağları kuşkusuz doğrudan ve yüksek düzeyde
somut destek sağlanmasını engellemektedir. Bununla birlikte genel olarak Batılı ülkeler,
PKK’nın ve diğer Kürt örgütlerinin çeşitli düzeylerde siyasal ve kültürel etkinlikler
yürütmelerine geniş imkânlar tanımaktadır. Örneğin açıkça imkân sağlanan, hatta teşvik
edilen hususlar içinde her türlü basın-yayın faaliyetlerinin yapılması (Med TV, Roj TV,
Serxwebun vs.), konferans ve kongreler düzenlenmesi, çeşitli örgütlenmelere gidilmesi
(PKK’nın siyasi kanadı olan ERNK, “Sürgünde Kürt Parlamentosu”, “Kürdistan Ulusal
Kongresi”, Kürt Enstitüleri, Kürt Enformasyon Büroları, kültür dernekleri, gençlik
31
Avrupa’nın ontolojik güvenlik anlayışına ilişkin bkz. Haluk Özdemir, “Identity and Ontological
Security of Europe”, Journal of Modern Science, Vol 1, No. 3 (2006), ss. 241-272.
52
EROL KURUBAŞ
örgütleri vs.) sıralanabilir32. Örtülü ve dolaylı somut destek sayılabilecek hususlar
içindeyse terörist örgüt üyelerine dokunmama ve finansal destek sağlamaya dönük
faaliyetlere göz yumma (uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, gasp, soygun, “devrim
vergisi” toplama) sayılabilir. Siyasal ve diplomatik destek konusundaysa Kürt
sorununun barışçı biçimde çözümüne ilişkin çağrılar önemli yer tutmakta, nadiren de
olsa Türkiye’ye yönelik insan hakları bağlamında dolaylı ekonomik yaptırımlar
gündeme gelebilmektedir. Örneğin ABD Kongresi’nin insan haklarındaki
olumsuzluklar nedeniyle Türkiye’ye yapılan yardımlarda kısıtlamaya gitmesi gibi33.
Avrupa’daki bölgesel örgütler aracılığıyla da (AK, AGĐT, AB ve NGOlar) soruna
ilişkin birtakım belgelerin kabulü ve Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nin (AĐHM)
bazı kararları34, Kürt hareketine moral diplomatik ve hatta hukuksal destek sağlanması
olarak kabul edilebilir.
Bu genel çerçeve içinde Türkiye’nin Batı bağlantısı açısından belirleyici olan
ABD ve AB’nin tutumlarına, özellikle son dönemi göz önüne alarak daha yakından
bakmak yararlı olacaktır. Zaman zaman farklı birimlerin ve aktörlerin (Pentagon,
Dışişleri Bakanlığı, CIA vs.) etkisiyle değişebilen bir tutuma sahip olsa da genel olarak
ABD’nin Türkiye’deki Kürt sorununa özellikle 2003 sonrası Ortadoğu genel
penceresinin Irak ve Kuzey Irak kısmından baktığı, politikalarını da buna göre
düzenlediği söylenebilir. Bu bağlamda ikili ilişkilerde Türkiye’nin hassasiyetleri ve
müttefikliğin gereği gibi unsurlar belirleyici olamamıştır. ABD Türkiye’nin Kürt
sorununun iç güvenlik tehdidi oluşturduğu görüşünü tam paylaşmadığı gibi, PKK
konusundaki güvenlik endişelerine de oldukça pragmatik yaklaşmaktadır. Bu açıdan
ABD ilke olarak PKK konusunda Türkiye ile işbirliğini kabul etse de, Türkiye’nin Kürt
sorununa siyasal bir açılım getirmesi gerektiğine inanmaktadır35. Ayrıca ABD terör
konusunda ikircikli bir tavır sergilemekte, kendi çıkarlarını hedef alan terörizmin her
türlüsünü kötü ilan ederken, hiç değilse son birkaç yıla değin zımnen PKK’yı Kürt
sorunundan açıkça ayırmaktan kaçınmıştır. Çünkü ABD uzun yıllar PKK’nın Kuzey
Irak’taki varlığını ve bundan yararlanma umudunu esas alan bir yaklaşım içinde,
PKK’yı bilinçli biçimde elinde koz olarak tutmak istiyor gibi bir görünüm vermektedir.
Bu araçsal güdülerle ABD’nin Kürt sorununa karışma düzeyinin yüksek ve etkisi
bakımından çok önemli olduğu söylenebilir. Bu karışmanın gizli ve dolaylı somut
destek ve nispeten açık ve doğrudan diplomatik moral destek biçimlerini içerdiği
görülmektedir. Ama bunlar hiçbir zaman Türkiye’yi gözden çıkartacak düzeyde
olmadığı gibi, ABD doğrudan destek konusunda kurulacak her türlü bağlantıdan uzak
durmuş, resmi düzeyde PKK’yı terör örgütü olarak nitelemiş, fakat bu terörle mücadele
etmek için 2008’e değin destek sağlamaktan da özenle kaçınmıştır. Kürt sorunu
konusunda ise Türk hükümetlerine insan hakları ve kültürel haklar konusunda yazılı ve
32
Bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 136-171; 185-219.
Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 237-238.
34
Belge ve kararlar için bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 310-347.
35
William Park, “Turkey, Northern Iraq and the Kurdish Problem”, Regional in/security:
Redefining Threats and Responses, Eds. M.Aydın, Ç.Erhan, S.Açıkmeşe, Ankara, Ankara
Üniversitesi Basımevi, 2007, s. 213.
33
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
53
sözlü çağrılarda bulunmakla yetinmiştir36. Kısacası ABD’nin tutumu ikircikli ve
pragmatiktir.
AB’nin tutumuna gelince, ABD’nin Kürt sorununu temelde Irak politikasının bir
parçası gören yaklaşımının aksine AB sorunu Türkiye politikasının bir parçası olarak
görmüştür37. Bu nedenle kurumsal olarak AB’nin araçsal olmaktan çok demokrasi,
insan hakları ve azınlıkların korunması gibi normatif ilkelerle hareket ettiği söylenebilir.
Bu açıdan AB Kürt sorununu açıkça, resmen ve zorlayıcı biçimde Türkiye’deki
demokratikleşme ve insan haklarındaki gelişmeleri ölçme göstergelerinden ve
dönüştürme araçlarından biri haline getirmiştir38. Bunun Türkiye’nin AB’ye üyelik
idealiyle yakından ilgili olduğu açıktır. O nedenle Gunter, Türkiye’nin AB üyeliğinin
Kürt sorunu konusunda AB’yi tatmin edecek bir çözüm bulunmasına bağlı olduğunu
ileri sürmüştür39. Öte yandan, AB’nin bu ilkesel yaklaşımına karşın üye ülkeler bu
ilkelere ulusal çıkarları doğrultusunda siyasal yorumlar yükleyebilmektedirler. Bu
durumda AB üyesi ülkelerin Kürt sorununa yaklaşımlarının ikili ilişkilerde ve
sorunlarda Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanma, Ortadoğu politikasında etkinlik
kazanabilme ve bu yolla birtakım stratejik kazanımlar elde etme gibi reelpolitik
yönlerinden de söz edilebilir40. Bu nedenle AB’nin yaklaşımı özde ve görünüşte ilkesel
ama uygulamada ortak bir dış politika yokluğunun da etkisiyle zaman zaman pragmatik
ve araçsal olabilmektedir. Ama her durumda AB ve üye ülkeler de ABD gibi, Kürt
sorunu için siyasi bir çözüm çerçevesinde Kürt kimliğinin tanınmasını ve ifade edilmesi
istemekte, bunun terörizmi ve ayrılıkçılığı savunmasız bırakacağına inanmaktadır41.
Bu genel yaklaşım içinde AB’nin soruna karışması, ortak ve aday ülkelere yönelik
etkin biçimde kullandığı “yumuşak güç”ü aracılığıyla yani üyelik, adaylık, ortaklık veya
başka faydalardan yararlandırma veya mahrum etme yoluyla olmaktadır. Bu açıdan
36
Geniş bilgi için bkz. Kurubaş, op.cit., ss. 224-243.
Davutoğlu, , op.cit., s. 444.
38
Bu konuda bkz. Erol Kurubaş, “AB’nin Türkiye’deki Kürtlere Yönelik Politikası ve
Demokratikleşmeye Etkileri”, Demokrasi Platformu, Yıl 1, S.1 (Kış 2005), ss. 187-206.
39
Michael M. Gunter, “The Continuing Kurdish Problem in Turkey After Öcalan’s Capture”,
Third World Quarterly, Vol. 21, No. 5 (2000), s. 862.
40
Kurubaş, “AB’nin Türkiye’deki Kürtlere Yönelik…”, s. 187. AB ülkelerinin PKK’yı terör
örgütü olarak nitelemesine karşın, dolaylı desteğini sürdürmesi bu ülkelerin PKK’ya dayanarak
bir Ortadoğu politikası geliştirmek istediğini de düşündürmektedir. Çünkü AB ülkeleri Kürtlerin
gelecekte olası birtakım kazanımları konusunda tamamen ABD’ye değil, kendilerine de minnet
duymalarını istemektedir. O nedenle AB ülkeleri en başarısız oldukları “Ortak Dış Politika ve
Güvenlik Politikası” alanında bir istisna olarak bu konuda ortak hareket edebilmektedirler. Öte
yandan, resmi ve gayrı resmi durum arasındaki çelişki başka nedenlerin yanı sıra AB Komisyon
ve Parlamentosu’nun farklı yaklaşımlarından da kaynaklanıyor olabilir. Konsey ve Komisyon
daha çok genel olarak tüm vatandaşların kültürel haklarının verilmesine dikkat çekerken,
Parlamento’nun son derece sert kararlar alarak Türkiye’yi tutumundan dolayı şiddetle kınadığı ve
çözüm için detaylı sayılabilecek önerilerde bulunduğu, parlamenterlerin PKK’lılarla ilişki içinde
olduğu görülmektedir. Kurubaş, , op.cit., ss. 191-199.
41
AB’nin bakış açısı için bkz. Nathalie Tocci, “Conflict Resolution in the Neighbourhood:
Comparing EU Involvement in Turkey’s Kurdish Question and in the Israeli-Palestinian
Conflict”, Mediterranean Politics, Vol. 10, No. 2 (July 2005), ss. 128.
37
54
EROL KURUBAŞ
üyelik şartlarını belirleyen Kopenhag Kriterleri ile üyelik sürecinin getirdiği Đlerleme
Raporları, AB müktesebatı, Katılım Ortaklığı Belgesi, Ulusal Program, müzakere
dosyaları gibi bir dizi belge AB’nin Kürt sorununa ilişkin en etkili karışma ve zorlama
araçlarını oluşturmaktadır42. 1999’da tam üyeliğe adaylık ve 2005’te tam üyelik
müzakerelerinin başlaması kararıyla da AB’nin Kürt sorununa karışma biçimi nispeten
daha meşru, açık ve güçlü bir nitelik kazanmıştır. Nitekim 2004 yılına değin daha çok
sözlü olarak Kürt sorunuyla ilgilendiği izlenimi veren AB Komisyonu, ilk kez 2004
Đlerleme Raporunda azınlıkların kültürel haklarından bahsetmek yerine açıkça Kürtlerin
durumunu tartışmıştır43.
AB Kürt sorununda kimi zaman zorlayıcı, kimi zaman ödüllendirici, kimi zaman
da uyarıcı bir güç olarak hareket etmekle birlikte soruna daha doğrudan karışabileceği
farklı müdahale seçeneklerinden kaçınmış, bunun yerine yapısal müdahalelerle (insan
hakları ihlallerinin giderilmesi, kültürel hakların korunması, demokratik yönetimin
güçlendirilmesi gibi) sorunun çözülebileceğini düşünmüştür44. Bu çerçevede AB bazı
anayasa ve yasa hükümlerinin değişmesini sağlayarak Kürt sorununun siyasal zeminini
güçlendirmiş, Tank’ın ifadesiyle AB’nin bu yaklaşımı güvenlikleştirilmiş (securitised)
bir alan olan Kürt sorununu gittikçe güvenlik konusu olmaktan çıkartmıştır
(desecuritisation)45. Türkiye’nin birçok reform paketini kabul ederek yasal
düzenlemelere gitmesi de bu etkinin düzeyini göstermektedir. AB’nin bu tutumuyla
Kürt sorununda tüm diğer aktörlerden daha etkili ve önemli bir üçüncü taraf rolü
oynadığı açıktır.
Ortadoğulu komşu ülkelerin Kürt soruna yaklaşımına gelince, burada rol oynayan
temel etmenin realist güç ve çıkar politikaları olduğu görülmektedir. Ortadoğu
politikasının Batı’dan farklı olarak kimlik, güvenlik ve istikrar sorunundan kaynaklanan
anarşik niteliği aslında hemen tüm komşu ülkelerin sorunlu ilişkilerinden dolayı
birbirlerine karşı çeşitli mezhepsel ya da etnik grupları ve örgütleri birer araç olarak
kullanmalarına yol açmıştır. Bu açıdan Ortadoğulu komşular genellikle Türkiye ile
ilişkilerinde bir koz elde edebilmek için Kürt sorununa değil Kürtlere ilgi göstermiş, bu
bağlamda daha ziyade PKK üzerinden politikalar geliştirmişlerdir. Bu politika 1990
sonlarına değin Suriye, Đran ve Irak’ın Türkiye’ye karşı PKK’yı açıkça kullanması
biçiminde olmuştur. Ortadoğulu komşuların Türkiye’yle genelde iyi olmayan ve hatta
sorunlu ilişkileri söz konusu desteğin resmen inkâr edilmekle birlikte yüksek düzeyde,
açık ve doğrudan olmasına yol açmış, böylece Türkiye’ye yönelik açıkça bölücü ve
yıkıcı gizli faaliyetleri destekleyerek içişlerine müdahale düzeyine ulaşmıştır. Bu destek
1980 başlarından 1990 sonlarına değin yaklaşık 20 yıl boyunca PKK’nın ülke
topraklarında üs ve kamp kurmasına izin verilmesi, istihbarat ve silah temini de dâhil
42
AB’nin etki biçimleri için bkz. Çelik and Rumelili, s. 207.
Çelik and Rumelili, , op.cit., ss. 209-211.
44
Çelik and Rumelili, , op.cit., s. 214.
45
Pınar Tank, “The Effects of the Iraq War on the Kurdish Issue in Turkey”, Conflict, Security
& Development, Vol 5, No. 1 (April 2005), s. 70.
43
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
55
her türlü lojistik ve maddi imkân sağlamayı içeren “somut destek”in değişik
biçimlerinde olmuştur46.
Ancak 1998’den itibaren Suriye’nin, 2003’te de ABD’nin Irak’a yerleşmesiyle
Irak ve Đran’ın PKK’yı Türkiye’ye karşı araç olarak kullanma politikasından zorunlu
olarak vazgeçmeleriyle beraber Kuzey Irak ve buradaki Kürtlerin tutumu daha fazla
önem kazanmış ve Türkiye’ye yönelik tehdit buradan gelmeye başlamıştır. Bu açıdan
burada özellikle Iraklı Kürtlerin Türkiye’deki Kürt sorununa yaklaşımını netleştirmek
yerinde olacaktır.
Kuzey Irak’taki aktörlerin temel öncelikleri 2003 Irak işgaliyle yakaladıkları ayrı
yönetim kurma konusundaki tarihsel fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek ve Irak’ta
istikrar sağlanmadan en üst düzeyde kazanımlar elde etmektir. Bununla birlikte, Kuzey
Iraklı liderler Türkiye’deki soruna ve özellikle PKK’ya kimi zaman etnik akrabalık
nedeniyle (etnopolitik açıdan), kimi zaman da Türkiye’nin Kuzey Irak politikası
nedeniyle (reelpolitik açıdan) ilgi duymuşlardır. Fakat Kürt liderlerin bakış açılarında
çeşitli farklılıklar da göze çarpmaktadır. KDP lideri ve kuzeydeki yönetimin başkanı
durumundaki Mesut Barzani idealist bir duygusallık içinde Kuzey Irak’taki sürecin
duruma göre bağımsızlığa kadar gidebileceğini düşünmesinden dolayı, Türkiye’nin
içişlerine yönelik etnopolitik söylemlere yer vererek47 Türkiye’nin bu sürece engel olma
çabasını caydırabileceğini ummaktadır. KYB lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal
Talabani ise reelpolitik bir yaklaşımla bağımsızlık gerçekleşse bile bunun Türkiye ikna
edilmeden sürdürülebilir olmadığını gördüğünden daha temkinli bir tutum
sergilemektedir.
Her halükarda Barzani ekolünün daha etkili olduğundan hareketle Iraklı Kürtlerin
ABD desteği ve koruması altında fazlasıyla idealize olmaları, devlet geleneğinden
yoksunlukları, korkuları ve hırsları gibi duygusallıklarla Türkiye’deki Kürt sorununu
etkileme kapasitelerinin olduğunu göstermeye çalıştıkları ve Kürt hareketini
destekledikleri söylenebilir. Böylece Türkiye’deki Kürt sorununa karışan Iraklı Kürtler
bir yandan PKK’yı kollamakta (somut lojistik ve maddi destek), öte yandan Türkiye’ye
yönelik sorunu askeri değil barışçı siyasal araçlarla çözme yönünde söylemler
geliştirmektedirler (yaygın siyasal ve diplomatik destek). Çünkü Iraklı Kürtler
Türkiye’deki Kürt hareketinin temel ideallerini yani Kürtlerin self-determinasyon hakkı
olduğu düşüncesini paylaşmakta, en azından kültürel ve idari özerkliği hak ettiklerini
düşünmektedirler. Bu nedenle de PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirmemektedirler.
46
Geniş bilgi için bkz. Kurubaş, , op.cit., ss. 280-307.
Barzani 26 Şubat 2007’de, "Đran ve Türkiye, Kürtlerin bağımsız bir devlete sahip olma hakkı
olduğu fikrine alışmalı" ifadesini kullanarak Türkiye'deki Kürt sorununun PKK'dan ibaret
olmadığını, bu sorunun sadece siyasi ve barışçıl yöntemlerle çözebileceğini söylemiş; 1 Mart
2007’de “Türkiye’deki Kürtlerin de kendi kaderlerini belirleyeceklerini, Türkiye’nin askeri
yöntemlerle bu sorunu çözemeyeceğini ve siyasal çözüm bulması gerektiğini” belirtmiştir.
“Barzani: Türkiye’deki Kürt Sorununun Askeri Çözümü Yok”, Milliyet, 1 Mart 2005,
<http://www.milliyet.com.tr/2007/03/01/son/sondun16.asp>, “Barzani: Ne PKK'ya dokunurum,
ne
sınır
ötesi
operasyonu
kabul
ederim”,
Radikal,
27
Şubat
2007,
<http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214159>
47
56
EROL KURUBAŞ
Sonuçta, AB faktörü Türkiye’deki Kürt sorununu ne kadar güvenlikleştirilmiş alan
olmaktan uzaklaştırıyorsa, Kuzey Irak faktörü de o kadar güvenlikleştirilmiş alana
dönüştürmektedir.
Yabancı aktörlerin Kürt sorununa karışma düzeyleri, biçimleri, nedenleri ve
Türkiye’nin tutumuna etkisiyle destek düzey ve biçimleri daha açık biçimde aşağıdaki
tablolardaki gibi özetlenebilir.
Tablo 1: Yabancı Aktörlerin Kürt Sorununa Karışma Düzeyi ve Etkisi
KARIŞAN
YABANCI
AKTÖRLER
KARIŞMA
DÜZEYĐ
KARIŞMA
BĐÇĐMĐ
KARIŞMA
NEDENĐ
TÜRKĐYE’NĐN
TUTUMUNA
ETKĐSĐ
Ortadoğulu
Komşular
(Suriye, Irak,
Đran)
Yüksek ve
doğrudan
PKK’ya somut destek
Reelpolitik
Askeri/güvenlik
önlemlerine
zorlayıcı
Akraba
Topluluklar (Irak,
Đran ve Suriye
Kürtleri)
Yüksek ve
doğrudan
PKK’ya somut destek
Etnopolitik ve
reelpolitik
Askeri/güvenlik
önlemlerine
zorlayıcı
Diğer komşular
(Yunanistan,
Ermenistan,
SSCB/Rusya)
Orta ve
dolaylı
PKK’ya somut destek
Reelpolitik
Askeri/güvenlik
önlemlerine
zorlayıcı
ABD, Avrupalı
Devletler ve AB
Yüksek ve
dolaylı
Kürtlere siyasal-kültürel
destek,
PKK’ya göz yumarak
dolaylı somut ve moral
destek,
Türkiye’ye karşı resmi
açıklama ve barış çağrısı,
Araçsal ve
kısmen ilkesel
Siyasal çözüm ve
reforma zorlayıcı
Bölgesel IGOs
(AK, AGĐT)
Orta ve
doğrudan
Kürtlere hukuksal destek
Resmi açıklamalarla
barışçı çözüm ve reform
çağrısı ile çeşitli resmi
belge ve mahkeme
kararları
Đlkesel (insan
hakları ve
kültürel haklar)
Hukuksal
Reformlara
Zorlayıcı
BM ve NATO
-
-
-
Etkisiz
NGOs
(Uluslararası Af,
Helsinki Watch
vs.)
Yüksek doğrudan
Açıklama ve raporlarla
kamuoyu oluşturma
Đlkesel (insan
hakları ve
kültürel haklar)
Etkisiz
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
57
Tablo 2: Yabancı Aktörlerin Kürt Hareketine Destek Düzeyi ve Biçimleri
KARIŞAN
YABANCI
AKTÖRLER
SOMUT
DESTEK
DÜZEYĐ/
BĐÇĐMĐ
Resmen GizliYüksek/ her
türlü maddi ve
lojistik destek
DĐPLOMATĐKSĐYASAL
DESTEK
DÜZEYĐ/ BĐÇĐMĐ
Düşük/ilgilenme
HUKUKSAL
DESTEK
DÜZEYĐ/
BĐÇĐMĐ
-
Akraba
Topluluklar
(Irak, Đran ve
Suriye
Kürtleri)
Resmen GizliYüksek/ her
türlü maddi ve
lojistik destek
Yüksek/ Selfdeterminasyon
hakkı olarak görme
-
Diğer
komşular
(Yunanistan,
Ermenistan,
SSCB/Rusya)
ABD,
Avrupalı
Devletler, AB
Resmen GizliYüksek/lojistik
Düşük/ ilgilenme
-
Açık-Düşük/,
dolaylı lojistik
destek
Yüksek/ Moral
destek, sözlü
açıklama ve dolaylı
raporlarla
diplomatik baskı
AB
müktesebatına
uyum
çerçevesinde
yüksek
Đttifak
ilişkilerine
tehdit/Sevr
algısı
Bölgesel
IGOs (AK,
AGĐT)
-
Yüksek/ çözüm
için çağrı ve resmi
raporlar
Batılılaşma
idealine tehdit
BM ve
NATO
NGOs
(Uluslararası
Af, Helsinki
Watch vs.)
-
-
Yüksek/insan
hakları ve
kültürel haklara
ilişkin resmi
belgeler,
mahkeme
kararları
-
-
Yüksek/ moral
destek, çözüm için
çağrı ve resmi
raporlar
Yüksek/rapor
yayınlama
Uluslararası
imaja tehdit
Ortadoğulu
Komşular
(Suriye, Irak,
Đran)
TÜRKĐYE’YE
TEMEL
ETKĐSĐ
Ulusal
güvenliğe
tehdit/ülkesel
bütünlüğe
tehdit
Ulusal
güvenliğe
tehdit/
Pankürdist
tehdit
algılaması
Ulusal
güvenliğe
tehdit/ulusal
çıkarlara tehdit
-
58
EROL KURUBAŞ
Kürt Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri
Türk Dış Politikasının Genel Vizyonuna Etkileri
Kürt sorunu Türk dış politikasının genel vizyonunda birtakım zıtlıklar ve zorluklar
meydana getirmiştir (Bkz. Tablo 3). Öncelikle Kürt sorununun Türk dış politikasında
hâkim olan realist anlayışın48 Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden üretilmesine yol
açtığı söylenebilir. Çünkü Kürt sorununun PKK ile özdeşleştirilerek temelde bir
güvenlik sorunu olarak görülmesi, Soğuk Savaş koşullarında benimsenen dış tehdit
kaynaklı ve güvenlik eksenli dış politika anlayışının iç tehdit kaynaklı olarak devam
ettirilmesi anlamına gelmektedir. Kuzey Irak’taki gelişmeler ve yabancı aktörlerin
soruna yüksek düzeyde karışması Türkiye’nin tarihten beslenen bölünme korkusunu
kışkırtarak bu anlayışı daha da güçlendirmiş ve gerekçelendirmiştir. Bu güvenlik
sorunu, Türk dış politikasının daha içe dönük bir eksene oturmasına, başka etkenlerin de
yardımıyla49 karar alma mekanizmalarında ordu etkisinin artmasına ve gerek Batıyla
gerekse komşularla ilişkilerde karşılıklı kuşku ve güvensizliğin sürmesine, yani bölgesel
düzeyde güvenlik tüketimine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak Türkiye, dışarıyı
öncelikle güvenlik konseptiyle algılayan, dışa açılma, büyüme ve etkinleşme
potansiyellerini iç güvenlik kaygılarıyla harcayan bir ülke durumuna gelmiş, bir bakıma
“güvenlik açmazı”na düşmüştür.
Öte yandan, Kürt sorunu iç-dış politika bağlantısı oluşturmakla, iç güvenlikle dış
güvenliği birbirine eklemleyerek iç-dış politika ayrımına dayalı anlayışı gittikçe
geçersiz hale getirmiş, yani Türk dış politikasını realizmin öngördüğü iç-dış politika
ayrımından uzaklaşmaya itmiştir. Bu durum, Türkiye’nin dış politikasını sadece fiziksel
güce dayalı güvenlikleştirilmiş bir yüksek politika alanı olmaktan çıkartmış ve Kürt
sorununun kimlik ile güvenlik arasında kurduğu güçlü bağ Türk dış politikasının realist
anlayışla yürütülmesini gittikçe zorlaştırmıştır.
Böylece Kürt sorunu bir yandan Türk dış politikasında uzun yıllar benimsenmiş
olan ve dış politikada güç ilişkilerini ön plana çıkaran realist anlayışı yeniden üretmiş,
öte yandan özellikle AB bağlantısının da bir sonucu olarak 1990 sonrası gelişen ortama
daha uygun düşen ve dış politikayı sosyal ilişkilere dayandıran inşacı (constructivist)
anlayışa50 uyum sağlamayı zorlaştırmıştır. Bu bir bakıma Türk dış politikasının bu iki
anlayış arasında sıkışıp kalması demektir. Zaten ileride değinilecek olan Kürt sorunu
nedeniyle Avrupa ile ikili ilişkilerin sorunlu hal almasının, bölgesel birtakım fırsatların
48
Bkz. Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasında Vizyon ve Revizyon”, Demokrasi Platformu,
No. 4 (Güz 2005), ss. 43-47.
49
Bkz. Baskın Oran, “Giriş: Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Türk Dış Politikası C. I
(1919-1980), Ed. Baskın Oran, 2.b., Đstanbul, Đletişim Yay., 2003, ss. 85-88.
50
Đnşacı yaklaşım, uluslararası politikanın sosyal yapı ve aktörler arasındaki karşılıklı etkileşimin
yani sosyal ilişkilerin ürünü olduğunu ileri sürer. Sosyal ilişkilerin güç ve çıkar ilişkilerinden önce
gelerek çıkarları belirlediğini ve uluslararası normları ürettiğini, bunların da sadece düzenleyici
değil inşa edici olduğunu belirtir. Bu konuda bkz. Alexander Wendt, Social Theory of
International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 1999; Alexander Wendt,
“Anarchy is what States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International
Organization, Vol. 46, No. 2 (1992), ss. 391-425.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
59
yeterince değerlendirilememesinin ve dış politikada birtakım çelişkili durumların ortaya
çıkmasının temel nedeni dış politikada benimsenecek temel vizyonun ve anlayışın ne
olması gerektiği konusunda yaşanan kararsızlıktır. Türkiye’nin genel olarak realist dış
politikalar alanı olmayı sürdüren Ortadoğu ile inşacı dış politikalar alanına dönüşen
Avrupa arasında kalan coğrafyası ve ulusal kimliği ile özel olarak Kürt sorununun hem
realizme zorlayan PKK kaynaklı terör (güvenlik) boyutu, hem de inşacılığa zorlayan
etnik kaynaklı kimlik boyutu bu kararsızlığı ve gerilimi güçlendirmiştir. Bu kararsızlık
ve gerilim, özellikle dış politika karar alma mekanizmasında gelenekselci (bürokrasi) ve
değişimci (hükümetler) karar alıcılar ve uygulayıcılar arasında da sorunlara yol açmıştır.
Nitekim farklı eğilimlerdeki başbakanların çeşitli dönemlerde Kürt sorununa ilişkin
söylem düzeyindeki açılımları51 özellikle askeri bürokrasi tarafından hoş
karşılanmamıştır.
Ayrıca Kürt sorununun etkisiyle sürdürülen ve Batı ile anlaşmazlıklara yol açan
realist vizyon Türkiye’yi Batılılaşma hedefinden uzaklaşarak askeri açıdan güçlü olma
ve sınır ötesinde güç politikalarıyla (hard power) etki alanları oluşturma hedefine
kaydırmaktadır. Bu kayma, Türkiye’nin Batı’daki imajını ve Batı bağlantısını olumsuz
etkilemektedir52. Çünkü özellikle Avrupa’nın temel dış politika vizyonunda realizm
etkisini gittikçe yitirmekte, fiziksel güç politikaları yerini yumuşak güçle (soft power)
nüfuz politikalarına bırakmaya başlamıştır. Neticede bu vizyon sorunu Türk dış
politikasının temel ilkelerinden biri olan Batıcılığı ciddi anlamda zedelemiştir.
Sonuç olarak Kürt sorunu, Türkiye’nin içe kapanarak yeni döneme ilişkin vizyon
geliştirmesini engellemiş, bu ise yeni uluslararası ilişkiler anlayışına uyum
sağlayamama ve dışarıyı algılayamama ya da eksik algılamaya neden olarak dış
politikanın yönünde kararsızlık ve belirsizliklere yol açmıştır.
Türk Dış Politikasının Dayandığı Đç Dinamiklere Etkisi
Kürt sorununun Türk dış politikasının iç dinamiklerine etkisi öncelikle ulusal
kimlikte kendini göstermiştir (Bkz. Tablo 3). Bu sorunun ulusal kimlikte meydan
getirdiği tahribat açıktır. Atatürk milliyetçiliğinin gereği olan Türk ulusal kimliğinin
farklılıkları içine alarak birlik sağlama anlayışı, Kürt sorunu yüzünden hiç değilse
toplumsal düzeyde bir algı olarak gittikçe farklılıkları dışlayarak birlik sağlama
anlayışına dönüşmüştür. Bu dönüşümün içeride dayanışmayı artırmadığı kesindir.
Hâlbuki bir devletin dışarıya sağlıklı biçimde yönelebilmesi ancak içeride güçlü bir
dayanışma olduğu takdirde mümkündür. Bu nedenle ulusal kimliğin rol oynadığı her dış
politika alanında sorunlar yaşanması kaçınılmazdır.
PKK’nın yabancı desteğini arkasına alarak sınır ötesinden ülke bütünlüğünü tehdit
eden eylemler gerçekleştirmesi ve Kürtlere ilişkin birtakım taleplerde bulunması,
51
Özal cumhurbaşkanıyken “kendi kanında Kürtlük olduğu”ndan, 1992’de Demirel başbakanken
“Kürt realitesini tanımak”tan, 1993’te Başbakan Çiller “Bask modeli”nden, 1999’da Başbakan M.
Yılmaz “AB’ye giden yolun Diyarbakır’dan geçtiği”nden ve 2005’te Başbakan Erdoğan,
“Devletin geçmişte Kürtlere yönelik bazı hatalı politikaları olabileceği”nden söz etmiş ve kültürel
haklar konusunda bazı sözler vermişlerdi.
52
Gözen, , op.cit., s. 50.
60
EROL KURUBAŞ
kamuoyunda bir bütün olarak Kürtlerin iç ve dış ulusal güvenlik tehdidi olarak
algılanmasına (sadakat sorunu) yol açmıştır. Bu bağlamda siyasallaşan Kürtlerin de
ulusal kimlikten ayrı bir kimlik dile getirmeleriyle başlayan tartışmalar (aidiyet sorunu),
dış politikanın dayandığı ulusal birlik ve beraberliği, dinamizmi ve enerjiyi, ulusal
morali ve gücü zayıflatmış, Kürt sorunu üzerinden algılanan tüm dış tehditlerin
doğrudan ulusal birlik ve beraberliğe ve ülkesel bütünlüğe yönelik olduğu kaygısını
doğurmuştur. Bu durum, genel olarak içeride etnokültürel farklılıklarını korumak
isteyen tüm topluluklara ve dışarıda onların akraba devletlerine veya akraba
topluluklarını barındıran devletlere, hatta bu farklılıkları dile getiren tüm yabancı
aktörlere karşı özel hassasiyetlerin oluşmasına, bunlarla güvensizlik zemininde ilişkiler
kurulmasına yol açmıştır. Dahası, söz konusu devletlerin ve toplulukların da kimi
zaman art niyetli çabaları ve durumdan yararlanma politikaları bu hassasiyetlere haklılık
ve ivme kazandırmıştır. Fakat bu hassasiyetler bir yandan içeride sürekli birlik ve
bütünlük vurgusunun yapılmasına, öte yandan Türkiye’nin kendisini bölmeye çalışan
düşmanlarla çevrili mutlak bir güvensizlik ortamında yaşadığı algısına yol açmaktadır.
Sonuçta bu durum özgüven sorunu nedeniyle hem Türkiye’nin dünyadaki küreselleşme
eğiliminin tersine içe kapanması, hem de uluslararası alanda etkisizleşmesi anlamına
gelmektedir.
Ayrıca Kürt sorunu ulusal birlik ve beraberlik konusunda yaşanan korkular
nedeniyle iç güvenlik ile dış güvenliğin iç içe geçmesine yol açmakta, dolayısıyla kimi
zaman yapılan dış eylemler ya da dışarıda yaşanan gelişmeler içeride güvensizliğin
artmasına neden olmaktadır. Örneğin sınır ötesi operasyonlar ya da Kuzey Irak’taki
yapılanmaya karşı tutum içeride kimi Kürt kökenli vatandaşlar nezdinde olumsuz
algılanabilmektedir. Benzer biçimde devlet açısından da Kuzey Irak’ta yaşanan
gelişmelerin ortaya çıkardığı dış güvenlik tehdidi esasen iç güvenlik sorunundan dolayı
önemsenmektedir. Bu nedenle Lundgren’in de dediği gibi Kuzey Irak’ta olanlar Ankara
için bir dışişleri sorunu olmayıp iç politikayla yakından ilgilidir53.
Yine Kürt sorununun ulusal birlik üzerindeki olumsuz etkileri zaman zaman dış
politika eylemlerinin dayandığı ulusal çıkarları da tartışmalı hale getirmektedir. Çünkü
Kürt sorununun meydana getirdiği kimlik krizi ulusal çıkarların olabildiğince rasyonel
belirlenmesi sürecini olumsuz etkilemekte, hatta bazen ulusal çıkarın gerçekte ne
olduğunu belirsizleşmektedir. Örneğin Şubat 2008’de yapılan kapsamlı Kuzey Irak
operasyonu konusunda TBMM’de grubu bulunan DTP’nin olumsuz tutumu ve tepkisi
teorik olarak dış politika eyleminin dayandığı ulusal çıkar tanımlamasının ulusal
uzlaşının ürünü olduğu varsayımını hiç değilse uluslararası alanda tartışmalı hale
getirdiği gibi içeride de bu dış politika eyleminden dolayı üstlenilmesi gereken riskleri
artırmıştır.
Bundan başka Türkiye’nin, Kürtlerin varlığı ve PKK’nın eylem ve dış
ilişkilerinden dolayı maruz kalabileceği veya algılayacağı pan-Kürdizm tehdidi, Türk
dış politikasında tepkisel bir pan-milliyetçi eğilime veya davranışa da yol açabilir. Bu
nedenle Kerkük üzerindeki tartışmalar dikkate değerdir. Iraklı Kürt liderlerin bir yandan
53
Lundgren, op.cit., ss. 11-12.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
61
Türkiye’deki Kürt sorununa yönelik kışkırtıcı açıklamaları, öte yandan Kerkük’ü
bölgesel yönetime katma çabaları zaman zaman kamuoyunda polemik düzeyinde de
olsa buradaki hak iddialarının dile getirilmesine neden olmaktadır. Bu ise, içeride ulusal
kimlik ve aidiyet tartışmalarını alevlendirerek ulusal kimlik üzerinde Türk-Kürt
farklılığı algısını güçlendirmekte, dışarıda Türkiye’nin yayılmacı emelleri varmış gibi
bir imaj doğmasına neden olmaktadır.
Sonuç olarak, Kürt sorunu ulusal kimlik ve sosyopolitik istikrar bağlamında hem
bazı dış politika eylemlerinin içeriyi hem de içerinin bazı dış politika tercih ve
davranışlarını olumsuz etkilemesine zemin hazırlamıştır. Ayrıca ulusal kimlikle ulusal
çıkarların korunması arasındaki bağ nedeniyle de Türk dış politikasını bu alandaki
zorluklarla da baş etmeye mecbur etmiştir.
Türkiye’nin Doğu ve Batı Bağlantısı ile Đkili Đlişkilerine Etkileri
Kürt sorununun Türk dış politikasındaki en açık etkisi Türkiye’nin gerek Batılı
müttefikleriyle gerekse Ortadoğulu komşularıyla ilişkilerinde görülmektedir (Bkz.
Tablo 3). Türkiye’nin Batı bağlantısı açısından Kürt sorunu çatışma değilse bile hem
ittifak ilişkilerini zedeleyen (özellikle ABD ile) hem de sağlıksız bir diyalogun
yaşanmasına sebebiyet veren (özellikle AB ile) bir anlaşmazlık faktörüdür. Bu, bir
yandan Batı ile ilişkilerin bozulmasına ve Batı bağlantısının zayıflamasına, öte yandan
Batı’ya karşı bir zafiyet noktasının doğmasına ve Türkiye’nin yoğun Batı baskısına
maruz kalmasına yol açmaktadır. Çünkü Türkiye’nin dış politikasında Batıcılığı
varoluşsal bir zorunluluk ve temel bir ilke olarak görmesi, Kürt sorununu Batı ile
ilişkilerin bir fonksiyonu haline getirmekte, bu ise sorunun çözümü için birtakım
reformlar yapılmasını sağlamakla birlikte Türkiye’nin hem dış tehdit algısını
güçlendirmekte hem de dış politikada imkân ve yeteneklerini daraltmaktadır. Batılı
ülkelerinin olumsuz Türkiye algısı nedeniyle Kürt hareketine ve PKK terörüne
verdikleri dolaylı destek Türkiye’nin tarihten beslenen olumsuz Batı algısıyla birleşince
ikili ilişkiler olumsuz etkilenmekte, taraflar arasında güven bunalımı ve inandırıcılık
sorunu doğmaktadır. Bir başka ifadeyle Kürt sorunu, Türkiye’nin Batılı değerleri
benimseme konusundaki inandırıcılığını, Batılı ülkelerin tutumu da Türkiye’nin
müttefiklerine güvenini sarsmaktadır. Bu bağlamda Kürt sorunu, Türkiye’nin kendi
güvenlik kaygılarıyla Batınınkiler arasında kurulan bağlantıyı koruma anlayışına darbe
vurarak ittifak ilişkilerini hem zedelemekte hem de yapısal olmaktan çok konjonktürel
niteliğe büründürmektedir.
PKK ve Kuzey Irak bağlamında Türkiye ile ABD arasındaki ittifak ilişkisinin seyri
buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. Özellikle 2003’te Irak’ın işgali sürecinde ABD’nin
Kuzey Irak ve PKK politikaları Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarları açısından
birtakım olumsuzlukları beraberinde getirmiş, tarafların bölgeye ilişkin çatışan çıkar
tanımlamaları54 ittifak ilişkisini zedelemiştir. Irak işgali öncesi 1 Mart Tezkeresinin
TBMM tarafından reddi, işgal sürecinde ve sonrasında ABD’nin Iraklı Kürtleri kendine
dayanak yaparak buradaki yapıyı güçlendirmesi, ardından Türkiye’yi bu bölgeden uzak
54
Bazıları için bkz. Park, op.cit.,s. 219.
62
EROL KURUBAŞ
tutma çabaları ve hatta PKK’yı kendi politikalarına uygun biçimde kullanma arayışı
(Đran’a karşı PJAK), ilişkileri tam anlamıyla çıkmaza sokmuş, hatta Türkiye’nin
PKK’ya karşı yapacağı olası sınır ötesi operasyonlarda Türk ve Amerikan askerlerinin
karşı karşıya gelebileceği üzerinden senaryolar bile üretilmiştir. Yani ABD, Türkiye’nin
PKK konusundaki güvenlik endişelerini önemsemediği ve Kürt sorununa PKK
üzerinden bakarak terör konusunda ikircikli bir tutum sergilediği algısına neden olarak
Türkiye nezdinde inandırıcılığını yitirmiş, PKK ve Irak Kürtleri üzerinden geliştirdiği
politikalar yüzünden de açıkça tehdit olarak görülmüştür. Fakat iki tarafın rasyonel
yaklaşımı sonunda ABD’nin PKK konusunda mümkün mertebe diplomatik yollarla
oyalama, mümkün olmadığı yerde ortak hareket etme politikası, Türkiye’nin de PKK
konusundaki hassasiyetini göstermekle beraber ABD’yle birlikte hareket etme çabası
sayesinde ilişkiler kopmamış ve daha sonra varılan mutabakatlarla 2008’de kısmen de
olsa işbirliği mümkün hale gelmiştir55. Dolayısıyla 2003-2008 arasında yaşanan olaylar
ve ABD’nin Türkiye’nin en büyük beka sorunu karşısındaki tutumu Kürt sorununun iki
müttefik arasındaki ilişkileri ne kadar kırılgan bir zemine kaydırdığını ve esasen
ilişkilerin müttefikliğin gerektirdiği ilkelerden çok reelpolitiğin gerektirdiği konjonktüre
göre şekillendiğini göstermesi açısından öğreticidir. Daha da ilginç olanı ise, ABD’nin
bu süreçte izlediği politikaların Türkiye’deki bölünme korkusuyla birleşince
Türkiye’nin bu en büyük ve önemli müttefikinden varlığına yönelik ciddi bir tehdit
algılamasına yol açmış olmasıdır.
Kürt sorunu “çıkar çatışmaları”ndan dolayı Türkiye’nin Batı’yla “ittifak
ilişkilerini” zedelediği gibi, taraflar arasında uluslararası değerler, özellikle devlet, ulus,
egemenlik, yönetim anlayışı gibi daha temel konulardaki “zihniyet farklılığı” nedeniyle
de sağlıksız bir diyalogun yaşanmasına yol açmıştır. Türkiye’nin mutlak Batıcı dış
politikasıyla (ki bu Türkiye’yi Batı’nın Kürt sorununa ilişkin taleplerini karşılamaya
zorlamakta) Kürt sorununa çözüm üretemeyen iç politikası (ki bu Batılıların taleplerinin
karşılanmasını engellemekte) arasındaki gerilimden de beslenen bu sağlıksız diyalogun
temel nedenlerden biri dışarıyı algılamadaki ve dış politika anlayışlarındaki
farklılaşmadır. Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye esasen Kürt sorunu ve PKK
yüzünden doğusundan algıladığı tehditlerin ve statükocu geleneğin etkisi altında dış
politikaya ve ikili ilişkilere halen realist perspektiften bakmakta, devleti dış politika
yapan, yürüten tek aktör olarak görmekte, devlet içi yapısal sorunların dış ilişkiler
çerçevesinde tartışılmasını bir müdahale olarak algılamakta, sosyopolitik yapının
değiştirilmesine ilişkin her türlü talebe karşı çıkmaktadır. Hâlbuki Batı, özellikle AB,
kendisiyle sıkı ilişki içindeki ülkelerin içyapısal sorunlarını dış ilişkilerin bir parçası
olarak görmekte ve onları yapısal olarak değişime zorlamaktadır.
Bu anlayış farklılıkları, özellikle AB’ye katılım çerçevesinde Kürt sorunu bağlamlı
tartışmalarda kendini göstermekte, böylece Kürt sorunu, Türkiye ile AB arasındaki
ilişkilerin bozulmasında da birinci derecede etkili olmaktadır. Aslında Kürt konusu
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde yaklaşık 20 yıldır doğrudan olumsuz etken olarak rol
oynamış ve ilişkilerdeki tüm siyasal sorunları birbirine eklemlemiştir. Çünkü sorunun
55
Gelişmeler için bkz. Tank, op.cit.,ss. 77-79.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
63
güvenlik ve kimlik gibi iki önemli yönünün varlığı Türkiye’ye ilişkin ulus-devlet yapısı
ve ulusal kimlik tartışmalarını beraberinde getirmiş, AB de Kürt sorununa bakarak
demokrasi ve insan hakları açısından Türk ulusal kimliği, ulus-devlet anlayışı, üniter
yapı gibi Türkiye’nin felsefi temellerini sorgulamaya ve eleştirmeye başlamıştır.
Bununla birlikte, daha önce belirtildiği gibi, AB’nin Kürt sorununu Türkiye’deki
demokratikleşme ve insan haklarındaki gelişmeleri ölçme araçlarından biri haline
getirmesi, Türkiye’de AB’nin insan hakları ve demokrasi adı altında dolaylı da olsa
PKK’yı destekleyerek Türkiye’yi bölmeye çalıştığı yönünde güçlü bir algının
oluşmasına yol açmıştır56. Ayrıca AB kurumları arasındaki farklı üslup ve yaklaşımlar
da AB’nin Türkiye’deki Kürt sorununa ilişkin tutumu konusunda kafaların karışmasına
ve ikiyüzlü bir politika benimsendiği inancına neden olmuştur. Bu algı ve inançlar AB
ülkelerinde yıllarca PKK’nın faaliyetlerine göz yumulmasının ve tarihsel önyargıların
da etkisiyle ilişkilerdeki inandırıcılık sorunu ve güven bunalımını derinleştirmiştir. Yani
AB Türkiye’yi reformlar konusundaki isteksizlik ve uygulamadaki sorunlardan dolayı57
güvenilmez bulurken, Türkiye de AB’nin tam üyelik için değil istikrarsızlaştırmak için
reform dayatması yaptığını düşünmüştür. Böylece Türkiye AB’den gelen her türlü
talebe kuşkuyla bakarken, AB de Türkiye’ye karşı benzer kuşkuları beslemiştir. Bu ise
sağlıksız bir ilişki ve “diyalog” anlamına gelmekte, katılım ilişkisinde sorunlara yol
açmaktadır. Kürt sorunu bu şekilde güven bunalımı yaratmanın yanısıra ikili ilişkilerde
AB’ye taktiksel bir koz verilmesi anlamına da gelmektedir. Türkiye’yi ne içine almak
ne de dışarıda bırakmak isteyen AB, Kürt sorunu sayesinde yaptığı eleştiri ve önerilerle
bu politikasını sürdürebilmektedir. Türkiye’nin AB’nin elinden bu kozu alacak açılımlar
yapmaması AB’nin işini daha da kolaylaştırmakta, bu aracı sürekli işlevsel kılmaktadır.
Kısacası, Türkiye’nin Batı bağlantısının iki ayağını oluşturan ABD ve Avrupa
(AB) Türkiye’yi Batılılaştırmak (demokrasi gibi Batılı değerlere sahip kılmak) için
Türkiye’nin en çok korktuğu araçları –PKK ve Kürt sorunu- kullanmaya kalkınca hem
ikili ilişkiler büyük bir yara almakta, hem de Türkiye demokratikleşme yerine, gittikçe
güvenlik devletine dönüşmekte, hatta kimi zaman Batı’ya alternatif arayışlara
yönelmektedir.
Kürt sorunu Batı bağlantısında oluşturduğu bu tahribatın yanısıra Ortadoğulu
komşularla ilişkilerde de açık bir çatışma unsuru olup hem Türkiye’nin doğusundaki
tehdit ve riskleri artırdığı için zaten zayıf olan doğu bağlantısını daha da zayıflatarak
kaygan ve güvensiz bir zemine taşımakta, hem de Türkiye’yi daha fazla
“güvenlikleştirilmiş bir dış politika alanı” olan Ortadoğu politikasının içine
çekmektedir.
Ortadoğu ekseninde Kürt sorununun Türk dış politikasındaki etkilerine
bakıldığında her şeyden önce bu bölgeden algılanan ulusal güvenliğe yönelik tehditleri
artırdığı belirtilebilir. Bu tehditlerin altında yatan olgu bir yandan PKK’nın komşu
ülkelerde konuşlanmış olması ve dolayısıyla buralardaki aktörlerce bir koz olarak
56
Ümit Özdağ, Türkiye-Avrupa Birliği Đlişkileri: Jeopolitik Đnceleme, Ankara, ASAM, 2002,
s. 56.
57
Park, op.cit., s. 213.
64
EROL KURUBAŞ
kullanılması58, öte yandan Kuzey Irak’taki gelişmelerin Türkiye’deki Kürtler üzerine
olası etkilerinden duyulan endişelerdir. Özellikle son yıllarda yaşanan gelişmelerle
ikinci hususun daha fazla önem kazandığı açıktır. Türkiye Kuzey Irak’taki gelişmeleri
Kürtlerin bağımsızlaşma çabası olarak algılamakta, uzun vadede toprak bütünlüğüne
yönelik bir tehdide dönüşeceğine inanmaktadır. Türkiye açısından sorun, buradaki
özerk, federatif veya olası bağımsız yapının kendi Kürtlerine örnek teşkil edeceği ve
ayrılıkçı eğilimleri güçlendireceği korkusudur. Dahası buradaki yapının Türkiye’deki
Kürtlerin hamiliğine soyunabileceği, bu çerçevede Kürt milliyetçiliğini kışkırtma, terörü
destekleme, pan-Kürdizm çerçevesinde irredentist politikalar izleme59, Türkiye’deki
Kürt sorununu uluslararası platformlara taşıma gibi politikalar geliştirebileceğini
düşünmektedir60. Bu tehdit hem PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşmiş olmasıyla hem de
Iraklı Kürtlerin irredentist söylemleriyle gerçekçi bir boyut kazanmaktadır.
Bu nedenle Türkiye’nin ulusal güvenlik algısı bakımından coğrafi ve etnokültürel
açıdan birbirinin devamı niteliğindeki Güneydoğu ile Kuzey Irak arasında gerçek bir
ayrım yoktur61 ve gerçekten de Türkiyeli Kürtler Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerden
bir biçimde etkilenmektedir. Fakat bu durumun ortaya çıkardığı Kürt sorunu, PKK ve
Kuzey Irak özdeşleştirmesi Türkiye’nin iç tehdit algısını dış tehdit algısıyla birleştirerek
Türk dış politikasının kısırdöngüye girmesine ve buradaki her gelişmeyi güvenlik
ekseninde değerlendirmesine yol açmaktadır. Hal böyle olunca Türkiye’nin Ortadoğu
politikası sadece bu bölgeye odaklanmış güvenlik politikalarının darlığına hapsolmakta,
hatta buraya yönelik ekonomik ilişkilerin yoğunlaştırılarak Kuzey Irak’ın uzun vadede
Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesi gibi yeni açılımlar geliştirmekten uzaklaşmaktadır.
Kısacası saf güvenlik algısı hem güvenliği sağlamada yetersiz kalmakta hem de bu tür
uzun vadeli, barışçı ve kalıcı çözüm açılımlarını engellemektedir.
Ayrıca Kürt sorunu Türkiye’nin dışarıdan irredentist olarak algılanabilecek
tepkisel söylemler geliştirmesine de (örneğin kamuoyunda Kerkük konusundaki bazı
söylemler) neden olarak dış politikadaki rasyonalitesini ve imajını olumsuz
etkilemektedir. Çünkü bölgeye yönelik Türkiye’deki polemik düzeyindeki tartışmalar
Batı tarafından olduğu kadar, bölge ülkeleri tarafından da Türkiye’nin yayılmacı
politikalar izlemek için bahaneler aradığı izlenimini doğurarak bölge üzerindeki
potansiyel etkisinin zayıflamasına neden olmaktadır.
Öte yandan Kürt sorunundan kaynaklanan tehdit algılaması ilk bakışta Türkiye’nin
Kürt nüfus barındıran ve benzer tehdit algılarına sahip Ortadoğulu komşularıyla işbirliği
yapabileceği izlenimi vermektedir. Fakat bu çeşitli deneyimlerle de görüldüğü gibi pek
mümkün değildir. Çünkü bu ülkelerin aralarındaki anlaşmazlıklar bir yana öncelikleri,
uluslararası konumları, Kuzey Irak’la ilgi nedenleri ve politika oluşturma kapasiteleri
58
Lenore Martin, “Turkey’s National Security in the Middle East”, Turkish Studies, Vol. 1, No.
1 (Spring 2000), ss. 87-89.
59
Bu konunun değerlendirmesi için bkz. Erol Kurubaş, “Pan-Kürdist Hayaller ve Gerçekler”,
Stratejik Analiz, C. 8, S. 92 (Aralık 2007), ss. 69-75.
60
Bu yöndeki faaliyetlere ilişkin bkz. Özdağ, Ibid., ss. 106-107.
61
Cengiz Çandar, “Turkish Foreign Policy and the War on Iraq”, Eds. L.G. Martin and D.Keridis,
The Future of Turkish Foreign Policy, Cambridge, MIT Press, 2004, s. 53’ten Park, s. 208.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
65
birbirinden farklı olduğu gibi, Kürt sorunu çerçevesindeki tehdit algılamalarının
derecesi de birbirinden farklıdır62. Ayrıca bu durum Türkiye’nin dış politikasında Doğu
ile Batı bağlantısı arasında çelişkili bir ilişki kurulmasına yol açarak özellikle ABD ile
ilişkilerin daha da sorunlu hal almasına neden olabilir.
Bununla birlikte Kürt sorununun Türkiye’yi daha fazla Ortadoğu politikasının
içinde yer almaya zorladığı açıktır. Bölgenin istikrarsızlığı ve Batılı kimliği
güçlendirme çabalarının bir ürünü olarak benimsenen Türkiye’nin geleneksel
Ortadoğu’dan uzak durma politikası Kürt sorunundan kaynaklanan tehditlerden dolayı
değişim potansiyeliyle karşı karşıyadır. Aslında bu olumlu bir gelişme olarak da
yorumlanabilir. Çünkü Türkiye’nin PKK ile mücadelesi ve Ortadoğulu komşu ülkelerin
PKK’ya desteği nedeniyle algılanan tehdit, Türkiye’nin askeri yeteneklerinin ve
bölgeye ilişkin politik vizyonunun gelişmesine neden olmuştur. Bu durum Türkiye’yi
Ortadoğu’ya uzak durma politikası yerine daha etkin ve aktif politika izlemeye
zorlamaktadır63. Gerçekten de Körfez Savaşı sonrası Kürt sorunu ve özellikle PKK
nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolündeki genişlemenin artarak devam ettiği
söylenebilir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşerek terörist eylemlerde bulunması
Türkiye’nin buradaki güç boşluğunu bir biçimde gidermeye yönelmesine ve aktif bir dış
politika izlemesine neden olmuştur64. Bu bağlamda Kuzey Irak’ta etkinlik kazanmak
için Türkmenleri koz olarak kullanmaya çalışmış65, sınır ötesi operasyonlarla yakın
çevresine gücünün sınırlarını göstermiştir. Ayrıca bölgedeki etkinliğini ve ABD
desteğini sürdürmek için Đsrail’le de yakınlaşmak zorunda kalmıştır66. Özellikle
1990’larda Suriye’den algılanan tehdit son tahlilde Đsrail ile ilişkilerin artmasını teşvik
etmiştir.
Kısacası Ortadoğu Kürt sorunu ve PKK nedeniyle Türkiye’yi kendi içine
çekmiştir. Bu durum kuşkusuz birtakım fırsat ve tehditleri beraberinde getirmekle
birlikte, Türkiye’yi hem Ortadoğu’nun kaygan ve istikrarsız yapısı içine saplanmamak
ve ulusal kimliğinin Batılı niteliğine halel getirmemek, hem de güvenlik gereksinimini
sağlamak gibi bir ikilemle baş etmek zorunda bırakmıştır.
Türk Dış Politikasında Çelişki ve Açmazlara Neden Olması
Kürt sorunu Türk dış politikasında birtakım çelişki ve açmazları da beraberinde
getirmektedir (Bkz. Tablo 3). Bunların önemli bir kısmı Türkiye’nin iki farklı dış
politika ortamında ve iki farklı stratejik kültür ve kimlik arasında bu sorunla baş etmek
zorunda kalmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye bir yandan postmodern yapı, aktör ve
62
Bkz. Erol Kurubaş, “Türkiye-Suriye-Đran Arasındaki Đşbirliği Çabalarının Analizi ve
Ortadoğu'daki Güç Dengelerine Etkisi”, Avrasya Dosyası, C.9, S.4, (Kış 2003), ss. 204-219.
63
Türkiye’nin olası seçeneklerinin değerlendirmesi için bkz. Martin, op.cit., ss. 95-100.
64
Kirişçi, Winrow, op.cit., s. 164-170.
65
Türkiye’nin Türkmen politikasının da birtakım riskler içerdiği söylenmelidir. Türkiye’nin
Türkmen politikasına ilişkin bkz. Tank, op.cit.,, ss. 80-82; Lundgren, op.cit.,, ss. 91-95; Gökhan
Çetinsaya, Irak Dosyası: Irak’ta Yeni Dönem, Ortadoğu ve Türkiye, Ankara, SETA, 2006, ss.
48-50.
66
Sabri Sayari, “Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era: The Challenge of MultiRegionalism”, Journal of International Affairs, Vol. 54, No.1 (Fall 2000), ss. 171-172.
66
EROL KURUBAŞ
ilişki biçimleri geliştiren Avrupa, öte tarafta premodern yapı, aktör ve ilişki biçimlerinin
olduğu Ortadoğu arasında yer almakta67, Kirişçi’nin ifadesiyle “Avrupa’nın Kantçı
dünyası ile Ortadoğu’nun Hobbesçu dünyası arasındaki fay hattının tam üzerinde
durmaktadır”68. Kürt sorunu da eşzamanlı olarak her iki bölgeyle güçlü bir ilişki ve
etkileşimi zorunlu kılmaktadır. Türkiye için Avrupa kendi stratejik kültürü çerçevesinde
siyasal ve psikolojik tehdit üretirken, Ortadoğu da kendi stratejik kültürüne uygun
biçimde askeri tehditler üretmektedir. Kürt hareketi de bu özelliklere uygun biçimde her
iki alanda ayrı niteliklerde örgütlenerek (Ortadoğu’da askeri, Avrupa’da siyasal ve
kültürel örgütler) sorunu bu iki alanda geçerli olan anlayışa uygun biçimde oralara
taşımaktadır. Türkiye ise bu ikisini birbirinden ayıran ve aralarında denge kuran bir dış
politika anlayışı geliştiremediği için çelişkiler ve gerilimler yaşamaktadır.
Söz konusu çelişkili durumları öncelikle Türk dış politikasının dayandığı temel
ilkelerde görmek mümkündür69. Örneğin Batıcılık temelinde bakıldığında Batı’nın
PKK’ya desteği ve Türkiye’nin Kürt sorunundaki yaklaşımını eleştirmesi, Türkiye’yi
Batı’dan uzaklaştırmakta, hatta Batı’yı dengelemek için arayış içine girmesine (Đran,
Rusya ve hatta Çin alternatifinin dile getirilmesi) ve belli konularda Batı karşıtı
ülkelerle işbirliğine (Suriye, Đran) zorlamaktadır. Yine statükoculuk açısından
bakıldığında PKK kaynaklı güvenlik gereksinimi nedeniyle temelde statükocu olan
Türkiye neredeyse tüm dünya tarafından eleştirilen (özellikle 1990’larda) bir tutum
içine girerek sınır ötesi operasyonlar yapmakta, Kuzey Irak’taki gelişmeleri kontrol
altında tutmak için politikalar geliştirmek zorunda kalmaktadır. Bu durum Türk dış
politikasının içişlere karışmama ilkesini de zedelemektedir. Çünkü Türkiye’nin Kuzey
Irak nedeniyle Irak’ta etnik temelli bir federasyon oluşmasını kabul edemeyeceğini dile
getirmesi ve bu yönde çaba harcaması aslında geleneksel anlamda bir içişlere karışma
olup Türkiye’nin benimsemediği bir tutumdur.
Bu ilkesel çelişkilerin yanısıra reelpolitik çelişki ve açmazlar da söz konusudur.
Kürt sorununun Ortadoğu ile Avrupa politikasını birbirine eklemlemesinin sonucu
olarak Türkiye, Avrupa’dan gelen talepleri Kuzey Irak’taki oluşum nedeniyle Ortadoğu
politikasındaki parçalanma sürecinin bir parçası gibi algılayarak şiddetle karşı
çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle, Türkiye Kürt sorunu nedeniyle Ortadoğu’dan gelen
askeri tehditlerle Avrupa’dan gelen siyasi talepleri aynı senaryonun parçaları olarak
görmekte, bunlarla eşzamanlı mücadele etmek zorunda kalmaktadır.
Daha spesifik düzeyde bakıldığında, bizatihi Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının
birtakım açmazları beraberinde getirdiği görülmektedir. Türkiye, 1990’lar boyunca
PKK’nın Kuzey Irak’ta hayat alanı elde etmesini önlemek ve PKK’ya karşı ortak
hareket etmek amacıyla buradaki Kürt liderlere önemli yardımlarda bulunarak Kuzey
Irak’taki yapının bir bakıma mimarlarından biri olmuştur. 2003 sonrasıysa kendi
67
Bu yorum için Yrd. Doç. Dr. Haluk Özdemir’e teşekkür ederim.
Kemal Kirişçi, “Between Europe and the Middle East: The Transformation of Turkish Policy”,
Middle East Review of International Affairs (MERIA), Vol. 8, No. 1 (March 2004).
<http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a4.html />.
69
Türk dış politikasının temel ilkeleri için bkz. Oran, op.cit., s. 46-53.
68
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
67
Kürtlerini kışkırtabileceği endişesiyle buradaki yapının ve Kürt liderlerin tamamen
karşısında yer almıştır. Yani Türkiye PKK nedeniyle hem Kuzey Irak’ta güçlü bir
otorite olsun istemiş, hem de Kürt sorunu nedeniyle bu otoritenin güçlenmesine karşı
çıkmıştır70.
Benzer biçimde Kuzey Irak temelinde Türkiye Türkmenleri soydaş olduğu
gerekçesiyle himaye politikası izlerken iki yanlış algıya neden olarak açmaza
düşmektedir. Iraklı Kürtlere karşı/rağmen geliştirildiği izlenimi verilen Türkmen
politikası içeride Türk ulusal kimliğinin etnisiteye dayandığı iddialarını gündeme
getirerek Kürt kökenli vatandaşların ulusal kimliğe bağlılıklarını olumsuz etkilemekte,
dışarıdaysa Türkiye’nin irredentist politikalar geliştirdiği algısına yol açmaktadır71.
Yine Kuzey Irak politikasının ve sınır ötesi operasyonların Türkiye’yi Batı’yla karşı
karşıya getirdiğini de vurgulamak yerinde olur.
Dahası, özellikle PKK terörüyle mücadele için Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi
eylemler özellikle uluslararası topluluk tarafından Kürtlere karşı yapılmış gibi
algılanarak Türkiye ile Đsrail arasında paralellikler kurulmasına bile neden olmakta72,
uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin yayılmacı bir devlet olduğu imajı uyandırılmaya
çalışılmaktadır. Bu ise Türkiye’nin en azından bölge ülkeleri nezdindeki itibarını ve
inandırıcılığını zedeleyerek Ortadoğu’daki potansiyel ağırlığını olumsuz etkilemektedir.
Kürt sorununun getirdiği bir başka reelpolitik zorluk, Türkiye’nin yakın
çevresindeki gelişmeler karşısındaki tutumda kendini göstermektedir. Türkiye Kürt
sorunu nedeniyle batısındaki etki alanını genişletecek olan Boşnakların ve Kosovalı
Arnavutların bağımsızlık taleplerini ancak uluslararası topluluğun eğilimi çerçevesinde
destekleyebilmiş, KKTC’nin ayrı pozisyonunun güçlendirilmesi konusunda ileri
adımlar atmaktan özenle kaçınmış, doğusunda Çeçenlerin, Abhazların ya da Acarların
bağımsızlık taleplerine ise başka nedenlerin yanısıra Kuzey Irak’ın pozisyonunu
güçlendireceği endişesiyle de karşı çıkmıştır.
Bunların dışında Türkiye Kürt sorunu nedeniyle Soğuk Savaş sonrası dönemin
yükselen uluslararası değerlerine ve normlarına ayak uydurmada da zorluklar
yaşamaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve Irk
70
Baskın Oran, Kalkık Horoz: Çekiç Güç ve Kürt Devleti, 2.b., Ankara, Bilgi Yay., 1998, s.
280; Lundgren, op.cit., s. 9.
71
1926 tarihli Türkiye-Irak sınırını belirleyen Ankara Antlaşmasında Türkmenlerin haklarıyla
ilgili hiçbir hükmün yer almaması çok anlamlıdır. Hâlbuki bu tip toprak düzenlemelerinde
dönemin yaygın uygulaması, anlaşmalara bu toprakları terk eden devletlerin akrabalarının
(azınlık) haklarını garanti altına alan hükümlerin konulmasıydı. Bunun önemli bir nedeni
Türkiye’nin azınlık anlayışını, Lozan’da da görüldüğü gibi,
“gayrimüslim” ölçütüne
dayandırmasıydı. Türkiye kendisiyle tezada düşmemek için Türkmenlerin haklarını gündeme bile
getirememiştir. Bugünse Kuzey Irak’ta etkili olmak için aynı konuda açmaza düşme pahasına
Türkmenleri himaye politikası geliştirilmeye çalışılmaktadır.
72
F. Stephen Larrabee, Ian O.Lesser, Türk Dış Politikası Belirsizlik Döneminde, Çev. M.
Yıldırım, Ankara, Ötüken Yay, 2002, s. 177. Đsrail’in G. Lübnan’a yönelik operasyonları
kastediliyor. Türk kamuoyunda da bazen çok yanlış olarak Türkiye’nin haklılığı Đsrail’in bu
türden eylemleriyle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır.
68
EROL KURUBAŞ
Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeleri imzalamaktan
kaçınması, yine AK Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ve Ulusal Azınlıkların
Korunmasına Đlişkin Çerçeve Sözleşme73 gibi doğrudan azınlıkların korunmasıyla ilgili
sözleşmeleri halen imzalamak istemeyişinin nedeni bunların Kürt sorununa olumsuz
etkilerinin olacağı düşüncesidir. Fakat Türkiye’nin bu tutumu öncelikle insan hakları ve
demokrasi konusundaki uluslararası imajını zedelemektedir. Daha da önemlisi ulusal
kimliğinin etnik temele dayandırıldığı gibi bir izlenimin doğmasına neden olmaktadır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, söz konusu sözleşmelerin onaylanması AB’ye giriş
koşullarından biri olarak görüldüğünden AB hedefi de inandırıcılığını yitirmektedir.
Yani Türkiye bir yandan Kopenhag Kriterlerini karşılamaya çalışırken, öte yandan Kürt
sorunu nedeniyle bu kriterlerin Türkiye’yi böleceği endişesine kapılarak bunlara
direnmektedir.
Tablo 3. Kürt sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri ve Sonuçları
ETKĐLEDĐĞĐ
ALANLAR
Türk Dış
Politikasının
Vizyonu
Türk Dış
Politikasının
Dayandığı Đç
Dinamikler
Türkiye’nin Doğu ve
Batı Bağlantısı ile
Đkili Đlişkileri
Türk Dış
Politikasında Çelişki
ve Açmazlar
73
ETKĐLER
Realist dış politika anlayışını
yeniden üretmesi,
Dış politika anlayışında değişime
zorlaması,
Karar alma mekanizmasında
gelenekselci-değişimci ayrışması.
Ulusal birlik beraberlik ve ulusal
kimlikte zayıflama,
Ulusal çıkarda belirsizlik,
Ulusal güvenlikte sorunlar (tehdit
algılamalarında artış, iç ve dış
tehditlerin birbirine eklemlenmesi)
ABD ile “çıkar çatışması” kaynaklı
tehdit algılamaları nedeniyle
“ittifak ilişkisi”nde sorunlar,
AB’yle “zihniyet farklılaşması”
kaynaklı tehdit algılamaları
nedeniyle “katılım ilişkisi”nde
sorunlar,
Ortadoğulu komşulardan gelen açık
tehditler nedeniyle ikili ilişkilerde
sorunlar,
Kuzey Irak sorunu ve pankürdist
tehdit algılaması.
Đlkesel çelişkiler
Reelpolitik çelişkiler
Normatif çelişkiler
SONUÇLAR
Vizyon üretememe ve içe dönük dış
politika (güvenlik açmazı),
Yeni uluslararası ilişkiler anlayışına
uyum sağlayamama ve dışarıyı
algılayamama (Batı’dan uzaklaşma),
Reelpolitiğin çelişkili hal alması ve yeni
sorunlar doğurması,
Dış politika yönelimlerinde kararsızlık
ve belirsizlik.
Đç-dış politika bağlantısı sonucu dış
politikanın içe dönük ve bölünme
korkusu temelinde yapılması ve
yürütülmesi,
Đçerinin dış politikadan, dış politikanın
içeriden olumsuz etkilenmesi.
Batı bağlantısının zayıflaması ve Türk
dış politikasının Avrupalı niteliğinin
azalması (Batıcılıktan uzaklaşma),
Doğu bağlantısının daha riskli hale
gelmesi ve Türk dış politikasının
Ortadoğulu niteliğinin artması.
Đmaj kaybı,
Fırsatların değerlendirilememesi,
Pasifleşme,
Uluslararası alana uyumsuzluk
Bu sözleşmelere ilişkin bkz. Erol Kurubaş, Asimilasyondan Tanınmaya: Uluslararası
Alanda Azınlık Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, 2. B., Ankara, Asil Yay., 2006, ss. 74-84.
ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU
69
Sonuç
Siyasallaşan Kürtlerin etnomilliyetçilik bağlamında PKK üzerinden birtakım hak
taleplerinde bulunmaları ve terörizme başvurmalarıyla belirginleşen Kürt sorunu, gerek
Batılı müttefiklerin gerekse Ortadoğulu komşuların Türkiye’ye karşı bir araç olarak
kullanmasından ve Kuzey Irak’taki durumun hem PKK’ya hayat alanı açması hem de
Türkiye’deki Kürt hareketine olası etkilerinden dolayı Türk dış politikasında önemli bir
yere sahiptir. AB’nin, Kürt sorununun çözülmesi halinde Türkiye’nin
demokratikleşebileceğini düşünmesi, ABD’nin, PKK ve Kürt sorunu aracılığıyla
Türkiye’yi Kuzey Irak’taki yapılanmaya razı edebileceğini ve Ortadoğu’daki
politikalarına eklemleyebileceğini umması, Kürt hareketininse dış destek bulma
kaygısıyla kendini yabancı aktörlerin aracına dönüştürmesi Kürt sorununun Tük dış
politikasındaki bu yerini daha da güçlendirmektedir.
Kürt sorunu bu niteliğiyle Türk dış politikasının Ortadoğulu niteliğini artırırken,
Avrupalı niteliğinin azalmasına neden olmakta ve onu Batı’dan uzaklaştırmaktadır.
Ayrıca bu sorun, Türk dış politikasını iç tehditlere göre şekillendiren, bölgedeki
gelişmeler karşısında Türkiye’nin imkân ve yeteneklerini sınırlayan, pasifleştiren ve
birtakım çelişkilere mecbur eden etkiler meydana getirerek ağır bir yük ve maliyet
oluşturmaktadır. Bu haliyle Türkiye Kürt sorunu nedeniyle bir yandan güvenlik eksenli
ulusal çıkarlarını korumaya çalışmakta bir yandan da bu eksende geliştirilen
politikaların istenmeyen sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalmaktadır.
Türk dış politikasının Kürt sorunundan bu denli etkilenmesinin altındaysa Batı ve
Ortadoğu gibi iki ayrı dünya arasında, tarihten de beslenen birtakım endişeler içinde bu
sorunla uğraşmak zorunda kalması yatmaktadır. Çünkü Türkiye Kürt sorununun
yabancı aktörlerin de katkısıyla ulusal birliğini ve ülkesel bütünlüğünü bozmasından
korkmaktadır. Türkiye’yi bu korkulara sevk eden kuşkusuz anlamlı gerekçeler vardır.
Kuruluş aşamasındaki tarihsel hatıraların bilinçaltında canlılığını koruması, yabancı
aktörlerin PKK’ya desteği ve bunun üzerinden Türkiye’ye karşı politika geliştirmeleri,
bazı Kürtlerin marjinal talep ve önerileri ve Kuzey Irak’taki gelişmeler bunlardan
bazılarıdır.
Fakat her halükarda Türkiye Kürt sorununu iç politikasında olduğu kadar dış
politikasında da belirleyici ve ağır maliyetler getirici bir girdi olmaktan çıkarmak
zorundadır. Bunun yolu ülkenin bütün unsurlarını ve bireylerin doğal edinilen ve kişisel
tercihlerle sürdürülen özelliklerini sisteme entegre ederek bu toprakların ürettiği tüm
değerleri ortak bir paydada paylaşılan hedeflere yönlendirebilen bir anlayışı
geliştirmektir. Bu gücü arkasına alan bir Türkiye’nin dış politikada çok daha etkin bir
aktöre dönüşeceği açıktır. Böyle bir Türkiye’nin çevresine daha kompleksiz ve
özgüvenle bakabilen, bölgesindeki gelişmelere yön verebilecek bir aktör olacağı
kuşkusuzdur. Kısacası, bu sorun aşılabildiğinde Türk dış politikası iç politika odaklı
olmaktan kurtularak, olması gerektiği gibi dışarıda fırsat kollayan ve geliştiren, daha
rasyonel ve vizyoner bir anlayışa sahip olacaktır.
70
EROL KURUBAŞ
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
Cilt:ŞEKLĐ
8, No:1OLARAK
(Yıl: 2009), s.71-113
BĐR TASARRUF
Pergamon PH: S0277-3791(96)00028-S
PALAEOLITHIC LANDSCAPES OF EUROPE AND ENVIRONS,
150.000-25.000 YEARS AGO: AN OVERVĐEW
T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKIS,
Godwin Institute of Quaternary Research and Department of Earth Sciences, University of
Cambridge, Downing Street, Cambridge CB2 3EQ, U.K.
Godwin Institute of Quaternary Research and Department of Earth Sciences, University of
Cambridge, Downing Street, Cambridge CB2 3EQ, U.K.
(Quaternary Science Reviews, Vol.15, pp.481-500, Copyright 1996 Elsevier Science Ltd.
Printed in Great Britain’dan çeviri yapılmıştır.)
(Quaternary Science Reviews’a makale çevrisinin yayınlaması için vermiş olduğu
onaydan ötürü teşekkür ederiz.)
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE
25.000 YILLAR ÖNCESĐNDE PALEOLĐTĐK DÖNEME
DE KARŞILIK GELEN ZAMAN ARALIĞINDA
AVRUPA COĞRAFYASININ MANZARASI
Çeviren: M. Kaya UYSAL∗
Özet
Neandertallerin ve günümüz insanının ilk atalarının evrimi ve göçleriyle ilgili
değerlendirmelerde, yaşadıkları ortam çoğunlukla, son buzul çağında, buzulların
ilerlemesinin en zirve değerinde, ortamda mevcut zor yaşam şartlarıyla resmedilir. Bu
anlayış yanlıştır. Çünkü buzul çağının bu zirve değeri, Geç Pleistosen’de ancak çok kısa
süren bir zaman aralığında ortamı etkilemiştir. Çalışmamızda, Avrupa fiziki
coğrafyasının günümüzden 150.000–25.000 yıllar öncesi zaman aralığındaki tarihini
incelemekteyiz. Bu araştırmada, buzulların yanında, denizel ve karasal tortullarda
yapılan derin sondajlardan elde edilen buzul ve tortul malzemelere uygulanan
ölçümlerden yararlanılmıştır. Ölçüm sonuçlarının ortaya çıkardığı, birbirini takip eden
buzul ve buzul arası çağların ortaya koyduğu Avrupa Coğrafyası manzarası 4 ayrı
haritada gösterilmektedir. Söz konusu zaman aralığındaki Avrupa Coğrafyasını
gösteren bu haritalar, özellikle Paleolitik dönemin kritik bir safhasına karşılık gelen,
∗ Dr, Uzman, Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi
72
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
günümüzden 60.000- 25.000 yıllar öncesi zaman aralığının büyük kısmında, genelde
düşünülenin aksine, buzulların ortamdaki egemenliğinin daha zayıf olduğunu
göstermektedir. Ancak, birkaç bin yıllık süreçler halinde gelişen iklimsel değişiklikler
saptanmıştır ki bu değişiklikler, belirgin biçimde insanın ve yaşadığı coğrafyanın bir
arada evrimleşmesini güvenilir bir yaşlandırmayla yerine oturtmaktadır. Bundan da
öte, söz konusu süre boyunca, buzulların etkili olduğu zaman aralıklarında, süreleri bir
yüzyıldan birkaç bin yıla kadar değişen sürelerde devam etmiş ve ortamı etkileyen ani
iklim değişiklikleri de saptanmıştır. Bu ani iklim değişimlerinin, ortama ve insan
faaliyetlerine etkisini anlayabilmek için daha çok araştırma yapılması gerekmektedir.
Giriş
CLIMAP Projesi çalışanlarının, buzul dünyasının ilk nicel küresel iklim haritasını
yapmalarından bu yana geçen 20 yılda (1976, 1981) daha pek çok yeni bilgiye ulaşıldı.
Ancak son buzul çağının en üst sınırı ve sonrasında gelişerek günümüzde de devam
eden buzul arası çağ üzerine bilgi eksikliğimiz halen devam ediyor. Bu büyük bir sorun.
Çünkü gerçekleşen en son buzul-buzul arası-buzul çağlara geçişleri, günümüz insanının,
yani bizlerin ortaya çıkışına, evrimine ve küresel dağılımına sahne oldu ve olmaya da
devam ediyor. Yani, atalarımızın dünyaya yayılmasına, bununla aynı zaman süreci
içerisinde de Neandertallerin ortadan kalkışlarına. Ortamların devamlı değişim üzerine
kurulu düzenleri, çalışmalar nasıl yapılırsa yapılsın, insanlık tarihinin bu çok kritik ve
kendiliğinden başlayarak biten kısmının ana oluşum unsurudur.
Bu araştırma, son buzul çağının en üst buzullaşma seviyesi öncesinde, Orta
Paleolitik Avrupası’nın arkeolojik çalışmalara uygun manzaralarını ortaya koymak
üzere kullanacağımız mevcut bilgimizin ne derece yeterli olduğunu değerlendirmek
niyetiyle yapılmıştır. Makalede, araştırmanın ele alınış tarzı sunulmaktadır. Orta
Paleolitiğin bir kısmına ait uygulamalı çalışmalar ise devam etmektedir.
Paleolitik manzaranın canlandırılışıyla ilgili dayanakları oluşturan, ortamdan elde
edilmiş veri tabanı hala çok zayıf. Đklimsel salınımlarla ilgili olarak yakın tarihte
bulunan, kuvvetli olmakla birlikte az sayıdaki kanıtlar, en cesur sentezi yapacak
çalışmacıyı bile kabul etmede duraksatmaktadır. Bu nedenle, son buzullaşmanın üst
seviyesi ve takip eden buzul arası çağ dışında, farklı yöntemler kullanmakla birlikte,
araştırma alanı bütün kuzey yarımküreyi kapsayan iki büyük sentez çalışma vardır.
Bunlar: (Frenzel et.al., 1992) tarafından yapılmış son buzul arası çağdan (Eemian)
Holosen’e kadar geçen zamandaki iklim ve bitki örtüsü haritaları grubu, diğeri de
(Harrison et.al, 1995) tarafından yapılan iki modelli son buzul arası çağın bitki
örtüsünün yeniden yapılandırılması çalışmalarıdır.
Çalışmamızın ilk aşamasında modellemeden kaçındık ve beraberinde ciddi
deneştirme sorunları getiren çok sayıdaki yerel bilginin derlenmesi yerine, uzun
kayıtları küçük gruplar halinde düzenledik. Bu grupları daha sonra Üst Pleistosen
stratigrafik birimleriyle birlikte ele aldık. Böylece çalışmamız basitleştirilerek
kronolojiden ve deneştirmeden doğabilecek sorunlar giderildiği gibi, kullanılan
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
73
malzemenin bir kısmının elenmesi sorunu ortadan kalktı. Ayrıca çalışmamızı geniş
kapsamlı diğer bazı değişkenlerle de sınırladık. Bunlar, buz ve buzul örtüleri, deniz
seviyesi ve buzun içinde hapsedilmiş iklim ve bitki örtüsüne ait bilgi veren malzeme,
denizel tortul ve karasal polen sondajlarıdır.
Görüşlerimizin pek çok yönden itirazlara açık olduğunun bilincindeyiz. Fakat
zamansal ve mekânsal boyutlarda, elde edilebilmiş en sınırlı bilgiler bile göz ardı
edilmemelidir. Bu çalışmamızda ortaya koyduğumuz varsayımımızın, daha gelişmiş
çalışmalara öncülük edeceğini ummaktayız. Yapmakta olduğumuz çalışma bir anlamda
Tarih Bilimi. Frodeman’ın (1995) söylediği gibi, toplanan bilgilerin yetersizliği, geçmiş
çalışmalarda elde edilmiş tecrübe ve görüşlerle bütünleştirilerek yapılacak yeni
çalışmalar için itici bir güç oluşturur ve birbirini takip eden çalışmalarla, konu üzerine
sahip olduğumuz bilgi dağarcığı ve anlayışımız giderek gelişir ki, bu da adeta dairesel
bir hareket gibi bizi konu üzerine yeni çalışmalar yapmaya yöneltir. Đşte, biz de,
çalışmamıza başlarken bu anlayış içerisindeydik. Ümit ediyoruz ki, geleceği olduğuna
inanmakla birlikte, destekleri henüz yeterli olmayan, dünyanın geçmişiyle de ilgili bu
çalışmamız, insanlık tarihi için de önemli, son buzul-buzul arası iklim değişimi üzerine
bilgi arayışımızı hızlandıracak ve gelecekte daha tutarlı çalışmaların yapılmasında
yardımcı olacaktır.
Çalışmanın Dayanakları
Pleistosen stratigrafisi, diğer bölgelerle deneştirmeleri yapıldığında güvenilirliği
çok zayıf, hatta aykırı görüntüler verebilen, birbirini tutmayabilen bol miktarda yerel ve
bölgesel ölçekte yapılmış çalışmalarla doludur. Çalışmamızda, temel zaman ölçüsü
olarak, SPECMAP eğrisi benimsenmiştir (Imbrie et al., 1984). Bu eğri, dünyamızın
yörünge geometrisindeki dönemsel değişimlere uygun seyir izleyen oksijen izotopu
değişimlerinin incelenmesinin ortaya çıkardığı stratigrafi çalışması ürünüdür. Altıya üç
olarak gelişen oksijen izotop safhaları (Oxygen Isotope Stages-OIS), Kuzey Avrupa’nın
Saalian Buzul-Eemien Buzul Arası-Würmian Buzul çağları geçişini incelemek üzere
yapılan çalışmalardan elde edilmiş sonuçlardan oluşmaktadır (Şekil 1’e bakınız). Şekil
1’e bakıldığında, her bir buzul ve buzul arası çağın, küresel iklimde, çoğunlukla birkaç
bin yıllık zaman aralıklarında tekrarlayacak şekilde, oksijen izotopu safhalarında büyük
ölçüde değişikliklere neden olduğu görülür ki, bu kadar sık meydana gelen değişiklikler
kaçınılmaz olarak insan faaliyetlerini de etkileyecektir. Ortamdaki bu büyük
değişiklikleri gösteren çalışmaların Paleolitik araştırmalarda kullanılabilmesi için,
iklimde en azından ± 2000-3000 yılda bir ortaya çıkan değişim ve gelişimleri
gösterebilecek duyarlılıkta kronolojik uyuşmaları sağlaması gerekir. Böyle bir zamansal
duyarlılığa, yaşlandırma süresi 40.000 yıl öncesine gidebilen C14 yaşlandırma yöntemini
uygulayarak ulaşmak çok zor iken, 100.000, 120.000 yıllar öncesi için neredeyse
imkansızdır (Mellars et al., 1993; Aitken et al., 1993; Bar-Yosef and Kra, 1994).
Ortamların Tarihi Boyunca Sık Đklim Değişiklikleri
Genelleştirme ile ortaya konmuş eğrinin, geçen 150.000 yıllık süreçte insanlığı da
etkileyen iklim değişimlerini çok güvenilir biçimde gösterdiğini tam olarak
söyleyemeyiz. Yakın tarihte Grönland’da yapılan bir buzul sondajı çalışması, son buzul
74
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
çağı boyunca yüz yıllıktan bin yıllığa kadar değişen zaman aralıklarında gelişmiş iklim
değişimlerini ortaya çıkarmıştır (Johnsen et al., 1992; Dansgaard et al., 1993; GRIP,
1993).
Buzul sondajlarından elde edilen sonuçlar, günümüzden 105.000 - 20.000 yıl
öncesi arası zaman aralığı boyunca iklimin 20 kere ısındığını göstermektedir ki,
ısınmanın olduğu her bir safhada sıcaklık, bunları takip eden soğuk safhalara oranla 7°C
daha yüksek iken, Holosen ortalama sıcaklığından 2°C - 10°C daha aşağıdadır (Johnsen
et al., 1992; Dansgaard et al., 1993; GRIP, 1993). (Şekil 2). Aynı sıklıktaki iklim
değişimleri, Kuzey Atlantik (Bond et al., 1993; Keigwin et al., 1994; McManus et al.,
1994) ve Kuzey Pasifik deniz tortullarında (Kotilainen and Shackleton, 1995; Thunell
and Mortyn, 1995; Behl and Kennett, 1996) yapılan çalışmalarla da saptanmıştır.
Antarktika’da ise günümüzden 115.000 yıl ile 20.000 yıl öncesi zaman aralığında dokuz
sıcak safha saptanmıştır ki, bunların, Grönland’da 2000 yıldan daha uzun süren
aralıklarda tekrarlayan ve iklimde ısınmayı işaret eden safhalarla deneştirmelerinin
yapılabileceği görülmektedir (Bender et al., 1994). Bütün bu gözlemler, kuzey
yarımkürede yüksek sıklıkta tekrar eden iklim değişimlerinin en azından bir kısmının
dünya genelinde etkili olduğunu göstermektedir.
Henüz sonuçlandırılmamış olmakla birlikte bazı kanıtlar (GRIP, 1993; Johnsen et
al., 1995), (Peel, 1995), iklimde, benzer şekilde kısa, ancak belirgin düzensizliklerin,
Oksijen Đzotop Safhası 5e’de de görüldüğünü işaret etmektedir (Eemien). Eğer bu
doğruysa, Eemien’in, insan uygarlığının gelişimi için elverişli olarak düşünülen
Holosen’in iklimsel olarak durağan konumuyla aykırı bir görüntüde olduğu ortaya
çıkacaktır.
Hızlı iklim değişimine örnek olarak, uzun zamandan beri bilinen Erken Dryas
(günümüzden 11.000–10.500 yıllar arası zaman aralığı) verilebilir. Son buzul gerilemesi
devam ederken ve buna uyumlu olarak soğuk iklimlerde gelişen ormanlar, yukarı
enlemlere doğru yayılırken, sadece yüz yıllık bir sürede gelişen ani bir soğumayla,
ormanlar yeniden geriledi ve yerlerine tundralar geldi. Eğer bu ani iklim değişimleri
insanlığın gelişiminde önemli ise ki neden olmasın?, insanlığın özellikle biyolojik ve
erken kültürel gelişimini etkileyen önemli etkileri olmuştur. Gene de, insanlığın 3 ila 10
nesil arası yaşam süresine karşılık gelecek bir zaman süreci içinde, insan yerleşimi ve
göçü ile iklimler ve ortamlar arasındaki ilişkiyi göstermeye yönelik bir çalışma yapmak
zordur.
Đlerleyen ve Gerileyen Buzullar, Buz Örtüleri, Alçalan ve Yükselen Okyanuslar
Okyanusların tabanları olan abislerde deniz suyu sıcaklığı, buzul ve buzul arası
çağlar arasında ve süresince çok az değişmektedir (Mix and Ruddiman, 1984;
Shackleton, 1987). Bu nedenle, böyle bir ortamda varlığını sürdüren ve karalarda
biriken buzul hacmindeki değişimleri, yapılacak Oksijen 18 izotopu çalışmalarından
elde edilecek sonuçlardan hazırlanacak eğri üzerinde gösterebilecek duyarlılıkta bir türe
ait fosilin bulunmasına ve tahlil edilmesine gereksinim duyulmuştur ki bu tür, yaşam
alanları okyanus tabanı olan bentik Foraminiferalardır. Günümüzden yaklaşık 130.000
yıl önce, Oksijen Đzotop Safhası 6’da (OIS 6), buzullar erimeye başladı (Şekil 1).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
75
Böylece, önceki buzul çağında ilerlemiş olan buzullar hızla gerileye başladı, belki de
günümüzdeki buzul örtüsünün yayılma alanı sınırlarından çok daha dar bir alana gelene
kadar geriledi (CLIMAP Project Members, 1984). OIS 5e Buzul arası çağ çok kısa
sürdü. Bununla birlikte, onu takip eden buzul çağındaki soğumayla, buzul örtüleri, OIS
4’te zirve değerine ulaşacak kadar ilerlerken, bu ilerlemeyi de, son üst buzul ilerleme
safhasının oluştuğu OIS 2 öncesinde gelişen buzul gerilemesi takip etti.
Şekil 1: Dünya yörüngesindeki dönemsel değişimler üzerine kurulu, son 200.000 yıl
içindeki iklim değişimlerini gösterir küresel kronostratigrafi (SPECMAP – Mapping Spectral
Variability in Global Climate Change – Küresel Đklim Değişimini Gösteren Spektral Değişkenlik
Haritası) (Imbrie et al., 1984). Zaman ölçeği 1000 yıllık aralıklara göre (1 kiloyıl=1000 yıl)
düzenlenmiştir. Şeklin tabanındaki değerler, bentonik (deniz tabanında yaşayan) canlılardan kalan
fosiller üzerinde yapılan 18O izotopu çalışmaları düzeltilmiş değerleridir. Oksijen izotop safhaları
sınırları (şekilde küçük rakamlarla gösterilmektedir) (Martinson et al., 1987) çalışmasından
alınmıştır. 18O izotopu çalışmalarından elde edilen sonuçları gösteren eğrinin, buzul ve buzul arası
çağlar arasındaki küresel iklimsel değişimlerini doğruya oldukça yakın şekilde gösterdiği
söylenebilir. Şeklin yan tarafında noktalamayla doldurulmuş halde verilen aralıklar, iklimin ılık
olduğu zaman aralıklarını belirtmektedir. Ayrıca şeklin en sağında yer alan isimler Avrupa
coğrafyasının iklimsel değişim tarihi içinde belirlenmiş ve sıkça kullanılan stratigrafik isimlerdir
(ayrıca bakınız Şekil 11).
76
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Şekil 2: Grönland’da yapılan buzul sondajlarından elde edilen GRIP Projesi, (GRIP:
Greenland Ice Project – Grönland Buz Projesi, 1993: Şekil 1) yüksek sıklıkta ve kümelenmeler
gösteren iklimsel olaylara ait kayıtlar. OIS 5e safhasında oluşan yüksek sıklıktaki iklimsel olaylar
kısmen buz akışının yarattığı deformasyonun sonucu olabilir (Peel, 1995).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
77
Bu bentik (bentik canlı: yaşam alanı (habitat) deniz tabanı olan canlı) canlının
fosilleri üzerinde uygulanan Oksijen 18 izotopu çalışmalarından elde edilen eğri, bize,
okyanusların su bütçesinden eksilerek, karalarda buzul halinde biriken suyun hacmi
hakkında oldukça iyi bilgi sağlamakla birlikte, aynı buzul örtülerinin coğrafi alandaki
yayılma sınırını göstermede yetersiz kalmaktadır. Buzulların coğrafi alandaki yayılma
sınırları yanında, yüzey şekillerine etkilerini saptayabilmek için, bizzat buzullar
tarafından oluşturulan morenler ve diğer buzul ortamı yeryüzü şekillerinden
yararlanmak mümkündür. Bununla beraber, buzulların oluşturduğu bu yeryüzü şekilleri,
sonradan gelişebilecek bir buzul ilerlemeleri sonucu, önceki buzul ilerlemesinin yaptığı
yüzey şekillerinin bozulmalarına, silinmelerine neden olabildiğinden, kuvvetli kanıtlar
sağlayamayabilmekte, hatta ortadan kaldırabilmektedir.
Sonuç olarak, OIS 2’nin en üst seviyesi öncesindeki buzul ilerlemelerinde oluşan
buzul ilerlemesinin ulaştığı sınırlar, değişik oranlarda belirsizliğini korumaktadır ve
bunlar içinde gene en belirgin olanlar, OIS 2’nin buzul örtüsü yayılma sınırının ötesine
uzanabilmiş buzul örtüsü ilerlemelerinden kalmış yeryüzü şekilleridir.
Denizel tortulların biriktiği dar kıta sahanlıkları, deniz seviyesinin düşmesiyle
geniş kıyı ovaları haline gelebilmektedirler. Günümüzde, kıyı ovası haline gelmiş bu
yeryüzü şekillerinin çok azı deniz seviyesinin üzerindedir. Geçtiğimiz 150.000 yıllık
süreçte deniz seviyesi, kıtalar arasında büyük köprüler halinde bağlantı oluşturacak ya
da mesafeleri önemli miktarda daraltacak kadar düşmediyse de, Endonezya ve
Avustralya gibi, sulak kıyı ovalarının oluştuğu ve geliştiği her yerde (Şekil 3) eski
insanlar için önemli yerleşim ve göç alanları ortaya çıkmıştır (Shackleton et al., 1984;
van Andel, 1989 a,b).
Şekil 3: OIS 2 safhasında buzullaşma faaliyetinin en kuvvetli olduğu zaman aralığında,
deniz seviyesinin ulaştığı en düşük seviyede, Akdeniz’in kara haline gelen alanlarında gelişmiş
geniş kıyı ovaları (van Andel, 1989a:Şekil 3).
78
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Buzul yayılmasının küresel ölçekte ilerleyişi ve gerileyişi, büyük deniz seviyesi
değişikliklerine, bütün okyanuslarda kıyılar boyunca etkisini gösteren bu hareketler,
deniz seviyesinin en üst yükselme değeri ile en alt alçalma değeri arasında yaklaşık 165
metrelik fark oluşturacak kadar büyük hacimde suyun kara ile deniz arasında
hareketlenerek yer değiştirmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, buzul örtülerinin
izotopik terkipleri, büyüklüklerinin ve bulundukları yerin enlemsel konumuna göre
değiştiği için (Mix and Ruddiman, 1984), buzullarda yapılan Oksijen 18 izotop
çalışmasından elde edilen eğri, deniz seviyelerindeki değişmelerin sadece genel
temayülünü gösterir (Şekil 4).
Şekil 4: OIS 1 safhasından OIS 6 safhasına kadar deniz seviyesi değişiminin tarihçesi.
Şekildeki kesintisiz çizgi, planktonik (yüzücü) ve bentik (deniz tabanında yaşayan) foraminifera
fosilleri üzerinde yapılan 18O/16O izotop oranına göre ortaya çıkan deniz seviyesi değişim eğrisini
göstermektedir (bakınız Shackleton, 1987: Şekil 6). Kesikli çizgi Yeni Guyana’da saptanan ve
yükselmiş denizel sekilerinin yaşsal ve seviyesel konumlarının çalışılmasıyla ortaya çıkarılan
deniz seviyesi değişim eğrisidir (Chappell and Shackleton, 1986). Şekildeki siyah noktalar,
Barbados’ta ve Bahama’da bulunan mercan sekileri üzerinde yapılan ve yüksek doğrulukta yaş
verebilen U/Th (Uranyum/Toryum) yaşlandırma yöntemiyle elde edilmiş değerleri göstermektedir
(Chen et al., 1991). OIS 5e safhasındaki yüksek deniz seviyesinin üzerinde bulunan barem
Stirling tarafından hazırlanan zamansal sınıflandırmadır (Stirling et al., 1995).
Deniz seviyesi değişimlerinin daha doğru ve güvenilir kanıtlara ulaşmak amacıyla,
Oksijen 18 izotopu eğrisi, geçmiş deniz seviyesi değişimlerinin izlerini gösteren,
günümüz deniz seviyesinin üstünde yer alan eski resifler ya da eski kıyı seviyesini
gösteren kıyı sekileri veya artık günümüzde deniz seviyesinin altında kalmış, kıta
sahanlığı haline gelmiş alanlar üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilmiş sonuçlarla
karşılaştırılmalıdır (e.g.Pirazzoli and Pluet, 1991). Deniz seviyesi değişimlerinin
konumlarını bulmak üzere yapılan çalışmalarda dikkat edilecek diğer bir husus, yerin
izostatik dengesidir. Đklim değişimlerinin karasal ortamları etkileyiş şekline göre,
karalardaki buzul örtüsü ağırlığının azalması veya artması yanında okyanusların kıta
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
79
sahanlıkları ve tabanları üzerindeki su hacminin azalması veya artmasına bağlı olarak
izostatik denge yeniden değişir ve yeniden oluşur (Lambeck, 1995). Buzulların ve
suyun hacmindeki değişikliklere göre yeniden oluşan izostatik denge, artan ya da azalan
buzul örtüsü ya da su hacminin, izostatik dengenin değişimine neden olacağı alana olan
uzaklığı yanında, bu artış ve azalışın devam etme süresine bağlı olarak, yerin
yükselmesi veya alçalması şeklinde hareketler halinde, farklı büyüklüklerde
gelişebilecektir. Đzostatik denge değişimiyle ilgili bütün çalışmalarda, deniz seviyesinin
altındaki ve üzerindeki bütün yer şekillerinin oluşumunda etkin rol oynayan diğer bir
güç olan tektonik hareket ve kontrol altında gelişen yükselme ve alçalmalar da dikkate
alınmalıdır. Mevcut bilginin sınırları içinde, en iyi zaman/derinlik ölçüsünde deniz
seviyesi değişimi eğrisinin bile (Şekil 4), buzul-buzul arası çağlar süresince gelişen
deniz seviyesi değişim tarihini ancak yaklaşık değerlerle verebileceğini söylemek fazla
şaşırtıcı olmaz. Bununla birlikte yaklaşık değerler, amacımıza yeterince hizmet edecek
kadar tutarlıdır.
Eski Ortamlara Ait Kayıtlar
Buz örtülerinin yayılışı ve deniz seviyesi değişimleri dışında, son 150.000 yıl
içinde gelişen iklim değişimlerini çalışabilmemizi sağlayan belli başlı 4 farklı yöntem
daha vardır. Bunlar:
— Okyanusların yüzey suları yanında, yüzey suları ve derin su döngüleriyle
birlikte taşınan değişik tane boyutlarındaki tortulların devamlı birikmesiyle oluşan
denizel tortullar,
— CO2 gibi atmosferik gazlar ve rüzgârla birlikte sürüklenen atmosferdeki tozları
ya da parçacıkları bünyelerinde tutarak hapsetmeleri dışında, sahip oldukları buzulların
bizzat yapısal özellikleri, tarihi aydınlatabilecek kanıtlar sunan Antarktika ve Grönland
buzulları ve bu buzullarda yapılan sondajlar,
— Birden fazla buzul-buzul arası çağ geçişlerini gösterecek devamlılığa sahip
polen serileri,
— Kıta genişliğinde alanlarda gelişen karasal ortam iklim değişimlerini gösteren
kanıtlar sunan Avrupa ve Asya’daki lös istifleri.
Avrupa Fiziki Coğrafyası’nın tarihsel gelişimi ile ilgili yapmış olduğumuz
yorumlara ulaşmamızı sağlayan kanıtların elde edildiği temel malzeme, birikimleri uzun
süre boyunca devam eden ve sondajlarla örnek alınan tortullardır (Şekil 5). Tortullarda
yapılan bu sondajlardan, buzul-buzul arası çağlar süresince devam eden iklim
değişimleri döngüsüne eşlik eder şekilde, gelişen, gerileyen ve değişen bitki örtüsü
içindeki mevcut türlere ait fosiller bulunmuştur ki, farklı alanlarda yapılan tortul
sondajlarından elde edilen bu fosillerden hareket ederek, tarihlendirme doğrulukları
yüksek deneştirmeler yapılmıştır. Merkez Avrupa ve Akdeniz Avrupası’ndaki pek çok
tektonik, karstik havzalarda ve volkanik göllerde (maarlar), uzun polen serileri
oluşturulabilecek kadar bol veri toplanan tortullar ve volkanik malzeme birikimleri
bulunmuştur. Buna karşın, buzulların bulunduğu ortamlarda, gerek buzulun kapladığı
alanda gerekse buzulun önünde, buzul egemenliğinde gelişen yeryüzü şekilleri ve
80
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
tortullar, gene buzul hareketleriyle tekrar aşındırılarak silinebilmektedir. Bu nedenle,
çalışmalar, sonuç alma konusunda en çok güvenilen alanlarda yapılabilmektedir.
Mevcut olduğu yerlerde ve SPECMAP yaş kontrolü düzeneğine uyumlu olduğunun
görülmesi durumunda, denizel tortullarda yapılan çalışmalarda bulunan polen
serilerinden yararlanılmıştır ve ayrıca bu çalışmamız, manyetik kutup değişim oranları
yanında, volkan külü birikimlerinde yapılan çalışmalarda bulunan verilerle de
desteklenmiştir.
Şekil 5: Şekil 6, 9, 13 ve 14’te gösterilen çalışma alanlarının coğrafi konumlarını gösteren
harita. Haritada, dağlar ve yüksek platolar (haritadaki gölgeli alanlar) ve belli başlı ırmaklar
gösterilmektedir. Uzun fosil kayıtlarının elde edildiği belli başlı alanlar: A. Padul (Pons and
Reille, 1988); B. Banyoles (Pérez-Obiol and Juliá, 1994); C. Monticchio (Watts, 1985); D. Valle
di Castiglione (Follieri et al., 1988); E. Vico (Leroy, 1994; Follieri et al., in press); F. Ioannina
(Tzedakis, 1994); G. Tenaghi Philippon (Wijmstra, 1969; Wijmstra and Smith, 1976); H. Bouchet
(Reille and de Beaulieu, 1990); I. Ribains (de Beaulieu and Reille, 1992a); J. Les Echets (de
Beaulieu and Reille, 1984); K. La Grande Pile (Woillard, 1978; de Beaulieu and Reille, 1992b);
L. Samerberg (Grüger, 1979); M. Oerel (Behre and van der Plicht, 1992); N. and O. NW Africa
(Kuzeybatı Afrika) (Dupont, 1993 and Hooghiemstra et al., 1992); P. Tyrhenian Sea (Tiran
Denizi) (Rossignol-Strick and Planchais, 1989); Q. SE Mediterranean (Güneydoğu Akdeniz)
(Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995); R. Ghab valley (Ghab Vadisi), Syria; S. Lake Huleh
(Huleh Gölü) Đsrael (van Zeist and Bottema, 1991).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
81
Çalışmamızda yer verilen polen kayıtlarında yapılan incelemeler sonucu
ulaştığımız yorumlar, bize, iklim değişiminin, gerek zamansal gerek mekânsal
boyutlarda belirlenen ortamsal değişimlerin ana etkeni olduğunu düşündürmektedir
(e.g.Webb, 1986, 1988; Huntley and Webb, 1989). Yöntem, bu yorumsal kurgusu
nedeniyle eleştiriler almıştır (e.g.Davis, 1981; Birks, 1981. 1986). Eleştiriler arasında,
bitki örtüsü gelişimi tarihinin, biyotik öğelerden de etkilendiği ve değişimlerinin, iklim
değişimi hızına göre daha yavaş bir hızda değişebileceği, bundan da öte, polenlerden
elde edilen verilerle hazırlanan iklimsel değişim yapılandırmasının güvenilirliğinin
ortadan kalkmasına neden olabilecek şekilde, bulundukları alanda değişikliklere neden
olabilecek yer içi güçlerin etkileri gibi görüşler vardır. Bütün bunları da dikkate alarak,
polenlere bağlı olarak hazırlanan iklimsel yapılandırma çalışmasının güvenilir olduğunu
savunmaktayız. Güvenilir bir polen çalışmasına örnek olarak, Avrupa’daki farklı birkaç
polen serisine uygulanan ve söz konusu serilerin deneştirilmesi sonucu
paleobiyoklimatik benzerliklerin saptandığı çalışma verilebilir (Guiot, 1990; Guiot et
al.,1993). Bu çalışmada uygulanan yöntem, güncel polen türleri ile eski polen türleri
arasındaki benzerliklerin çalışılmasıdır. Bu bölümleme ve karşılaştırma, daha sonra,
iklimsel değişkenlere verdikleri tepkilere göre değerlendirilmiş ve bu değerlendirmede
bitki örtüsü dinamiğine göre oluşturulan en tutarlı davranış biçimi ile bütün taxa’yı
kapsayan eigenvector’ü kullanılmıştır. Çalışmada yapılan hesaplar ve sonuçları,
makrofosiller ve böcek kanıtları ile de desteklenebilir (e.g.Guiot et al., 1993).
Günümüzde yaşamayan bitkisel ve hayvansal birliklerin yaşadıkları ortamın manzarası
ile birlikte resmedilmesi, buzul ve geç buzul çağlarında yaşamış olanlarına göre buzul
arası çağlarda yaşayanlarında daha başarılıdır.
Avrupa Fiziki Coğrafyasında Ortam Değişimi Tarihi
Çalışmamızda, Avrupa’daki eski ortamların iklim değişimlerine bağlı oluşum ve
gelişim tarihleri, en eskiden yeniye doğru birbirini izleyecek şekilde hazırlanan 4 harita
üzerinde gösterilmiştir. Bu haritalar, çalışmamızın tarihsel sınırları ve derinliği içinde
sırasıyla şu zaman dilimlerini göstermektedirler:
1) OIS 6’nın gösterdiği, günümüzden 150.000 yıl öncesindeki buzullaşma,
2) OIS 5e’nin gösterdiği, günümüzden 125.000 yıl öncesi buzul arası çağın
optimum seviyesi,
3) OIS 4’ün gösterdiği, günümüzden 65.000 yıl öncesi büyük buzullaşma,
4) OIS 3’ün gösterdiği, günümüzden 39.000–36.000 yıllar öncesinde gelişen, son
buzul çağı öncesi ılıman safha.
OIS 2 safhası ve onun gösterdiği, buzulların giderek çekilmesi sonucu iklimin
ılımanlaşmasıyla kendisini gösteren iklimsel değişim, pek çok çalışmada anlatılmış
olması nedeniyle (bakınız CLIMAP Project Members, 1976, 1984; Peterson et al., 1979;
COHMAP Members, 1988; [Cooperative Holocene Mapping Project – Bütünleştirilmiş
Holosen Haritalaması Projesi] Wright et al., 1993) çalışmamızın dışında tutulmuştur.
82
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Çalışmamızın Tarihsel Derinliğinin Alt Sınırını Oluşturan 150.000 Yıl
Öncesinde Gelişmiş Buzullaşma
OIS 6 safhasına (Saalian/Warthe Karmaşası) karşılık gelen süreçte buzullar, bütün
Pleistosen boyunca kuzey yarım küredeki en geniş yayılımlarını gerçekleştirdiler (Şekil
6) ve günümüze yakın tarihte gelişen buzullaşmaya oranla (OIS 2), varlıklarını çok daha
uzun bir zaman süresince koruyabildiler. Kuzey Atlantik’ten, OIS 6 buzullaşma
safhasıyla ilgili tatmin edici miktarda ölçümler elde edilmemekle birlikte, söz konusu
safha süresince buzulların, OIS 2 buzullaşma safhasının ulaştığı enlemlerin ancak 2°-3°
daha altındaki enlemlere kadar yayılabilmiş olmaları nedeniyle, Atlantik Okyanusu ve
Akdeniz’in koşulları, OIS 2 safhası boyunca egemen olan koşullara bakarak
uyarlanmıştır.
Kızıl Deniz’de de OIS 6 ve OIS 2 safhalarında iklim koşulları birbirine
benziyordu. Son buzullaşmanın en üst seviyesi süresince, deniz yüzey suyu sıcaklığı,
günümüzdeki değerinin 5°C altındaydı (Ivanova, 1985). Deniz yüzey suyu sıcaklığının
düşmesi yanında küresel olarak deniz seviyesinin de 100 metreden daha fazla alçalması
sonucu, Aden Körfezi ile Kızıl Deniz arasındaki deniz suyu hareketleri, özellikle Bab el
Mendeb Boğazı boyunca çok sınırlı bir hale geldi (Rohling, 1994a). Bunun sonucunda,
Okyanustan Kızıl Deniz’e giren suya oranla Kızıl Deniz’deki suyun daha fazla
buharlaşmasıyla, özellikle Kızıl Deniz merkezinde deniz suyunun tuzluluk oranı %
0.47’ye kadar yükseldi ki bu oran günümüzde % 0.38–0.41 değerleri arasındadır
(Locke and Thunell, 1988).
OIS 6 safhası boyunca, deniz seviyesinin OIS 2 safhasında görülenden daha fazla
düşmesinin nedeni buzulların daha fazla ilerlemiş olmasından kaynaklanabilir. Ancak,
oksijen izotop çalışmalarından elde edilen eğri (Şekil 4), daha geniş alanlara yayılma ve
deniz seviyesi düşmesinin daha yüksek değerlerde olduğu savlarını desteklemiyor. Gene
de OIS 6 safhası süresince, deniz seviyesinin 140–150 metre kadar düşmüş olması
iklimi düşünülenden daha az etkilemiş olabilir. Bunun nedeni, deniz altı topografyası
içerisinde, 100–120 metre derinliklerden itibaren kıtasal yamaç eğiminin dikleşmesidir.
OIS 6 ve OIS 2 buzullaşma safhalarında etkin olan buzullaşma sonucu kara haline gelen
alanların genişlikleri hemen hemen aynı miktarlarda olmalıdır.
Uzun polen dizilerinden elde edilen bilgiler, OIS 6 safhasının başlangıcında,
Avrupa’daki orman örtüsünü zaman zaman gerileten ve ilerleten birbiri ardınca etkili
soğuk ve ılıman iklimsel salınımlar olduğunu göstermektedir. Bu başlangıcın hemen
sonrasında, çok daha soğuyan ve sertleşen iklimsel koşulların egemenliğinde, orman
örtüsünün hemen hemen ortadan kalktığı bir ortam manzarası ortaya çıkmaktadır (Şekil
6). Bu anda, buzulların kaplamış olduğu alanın güneyinde kutup çölü oluşmuştur ve
Avrupa’nın geride kalan kısmında birbirinden ayrı, geniş alanlarda yayılır şekilde,
devamlılık göstermeyen, parçalar halinde otların egemenliğinde bitki örtüleri vardır.
Alplerin kuzeyinde egemen bitki örtüsü, step ve tundra bitki örtüsüydü. Tundraları
oluşturan bitki örtüsü içinde çeşitli otlar, ayak otu (Carex romans), kazayağı
(Chenopodium), pelinler (Artemisia) vardı. Bu tundra ve step karışımı bitki türlerine ait
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
83
bulunan polenlerin gösterdiği bitki örtüsünün, günümüzdeki tundra ve step bitki
örtüleriyle benzerliği yoktur. Aslında farklı ortamlarda yaşayan bu bitki türlerine ait
polenlerin bir arada bulunmasının nedeni, büyük olasılıkla, tortulanma koşulları sonucu
aynı tortul içinde birikmiş olmalarıdır. Buzul çağları süresince, Avrupa’nın kuzeyinde
45° kuzey enlemine kadar üzerinde tundra bitki örtüsünün gelişmesine elverişli
permafrost (donuk toprak), (van Vliet-Lanoe, 1989) ve yaz mevsiminde, toprağın ancak
üst kısmının eriyebildiği alçak araziler vardı. Aynı buzul çağının buzullaşma koşulları
içinde, otluk step bitki örtüsü ise, nispeten daha iyi su akışı olan yüksek arazilerde
gelişmiş olabilir. Grande Pile’de bulunan ve bu buzul çağından kalan böcek fosilleri,
günümüz tundralarında yaşayan çok sayıda böcek türü ile az sayıdaki ılıman iklim
böcek türlerine karşılık gelmektedir (Ponel, 1995).
Alplerin güneyinde ise, pelinler (Artemisia), kaz ayakları (Chenopodiun-aynı
zamanda ortamdaki kurak şartların da göstergesi olarak kabul edilmektedir) ve otların
egemenliğinde, ortamda geniş alanlarda devamlılık göstermeyen, parçalar halinde
yayılmış step bitki örtüsü vardı. Yunanistan’ın Makedonya Bölgesinde Tenaghi
Philippon’da, soğuk safhadan kalmış istiflerde bulunan kazayağı (Chenopodium)
polenleri üzerinde yapılan ayrıntılı çalışmalar (Smit and Wijmstra, 1970), günümüzde
Merkezi Asya’daki step ve yarı kurak ortamlarda yetişen Eurotia ceratoides ve Kochia
laniflora türlerini işaret etmektedir ki bu durum, araştırıcıları, soğuk ve kurak iklim
koşullarının egemen olduğu bir ortam manzarası çizmeye itmiştir. Soğuk ve kurak
özellikteki sert iklim koşullarından daha korunaklı olan yerlerde başlıca, Batı
Balkanlar’da ve Đtalya’nın dağlarında, sıcaklık değişiminin çok fazla olmadığı ve yeterli
yağış alan yerlerde, ılıman iklime uyumlu orman örtüleri, sığındıkları yerlerde parçalar
halinde varlıklarını korumuşlardır (Bennett et al., 1991; Tzedakis, 1993). Đberya
Yarımadası’nda, kuraklığın büyük olasılıkla diğer bölgelerde egemen olması nedeniyle,
orman örtüleri yarımadanın en çok güneyinde bulunmaktadır. Levant’ı, yarı kurak
ortamlara uyumlu bitki örtüsü kaplarken, Toros Dağları’nın bazı alanları, ılıman şartları
seven bazı ağaç türlerinden oluşan orman örtüsünün sığınmasını sağlayacak uygun
ortam koşullarına sahip olabilir (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995).
Avrupa’nın güneyindeki ılıman ormanlar, günümüzdekinden farklı biçimde çeşitli
ağaç türlerinin karışımından oluşuyorsa da, enlemlere uyumlu bir bitki örtüsü dağılımı
göstermek mümkündür. Đğne yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar başlıca, Kuzey
Balkanlar’da, Kuzey Đtalya’da ve kısmen de Đspanya’nın kuzeydoğusunda yayılırken,
geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan orman örtüleri daha güneyde, yıl boyunca yaprak
dökmeyen diğer ağaç türlerinin oluşturduğu orman örtüleriyle birlikte en güneydeki
alçak kıyı ortamlarında yayılmaktadırlar.
Fransa’da bulunan polenler üzerinde uzun diziler halinde yapılan çalışmalarla, o
zamanın yıllık sıcaklık ve yağış değerleri ortaya konmuştur (Guiot et al., 1989.1993).
La Grande Pile’de (Voges), yıllık sıcaklık ortalaması 1°C - 2°C (günümüzde 9.5°C)
iken, bu sıcaklık değeri sadece Temmuz ayı için 10°C - 12°C idi ve yıllık 300 mm yağış
alıyordu (günümüzde 1080 mm). Güney Merkezi Fransa’daki Les Echets Bölgesinde
yıllık sıcaklık ortalaması 1.5°C (günümüzde 9.5°C) ve yıllık yağış miktarı 200 mm
(günümüzde 830 mm) değerlerindeydi. Bizce, bütün bu değerler, hatta ılımanlığı
84
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
gösteren yaz sıcaklığı makuldur, çünkü orta enlemlerdeki bu ortamlar, öğle vakti bol
güneş ışığı alır ve yazlar yeterince uzun olur.
Kuzeybatı Afrika’da karasal ortamlarda yapılan araştırmalar çok azdır. Bununla
birlikte, okyanus tortullarında yapılan sondajlardan elde edilen malzemeden çıkarılan
polenler, bize geçmişteki bitki örtüsü hakkında fikir veriyor (Lézine and Casanova,
1991; Hooghiemstra et al., 1992;Dupont, 1992, 1993). Sondajlar, Portekiz ile Fas
arasında, Afrika’nın batı kıyısı açıklarında yapıldı (Şekil 5). Kuzey Afrika’dan
rüzgârlarla taşınarak okyanus üzerinde bırakılmış ve sondajlarla çıkarılan denizel
tortullar içinde bulunan bu polen fosilleri, bizlere Batı Afrika ikliminin uzun ve
neredeyse kesintisiz biçimde kaydının oluşturma olanağını sağladı (Şekil 7). Buna göre,
OIS 6 safhasının başlangıcında, çalıların egemen olduğu step bitki örtüsü, Akdeniz’in
meşe ağaçlarından oluşan orman örtüsünün yerini aldı. Bu meşe ormanları ancak
dağların elverişli kısımlarında, birbirinden ayrı ve parçalanmış küçük ormanlar şeklinde
kaldılar. Bunun hemen sonrasında, Sahra Çölü ile birleşecek kadar ilerleyen ve kuzeye
doğru da genişleyen yarı çöl ortamı egemenliği vardı (Hooghiemstra et al., 1992) ve
genişleyen çöl, savanlar ile tropik yağmur ormanlarının daha güneye doğru
gerilemelerine neden oldu.
Şekil 6: Günümüzden 150.000 yıl önce, OIS 6 safhasında Avrupa’nın manzarası. Buzul
yayılma sınırını göstermek amacıyla yararlanılan kaynaklar: (Donner, 1995, Şekil 3.2.; Nilsson,
1983, Şekil 12.3; P.Gibbard, kişisel görüşme, 1995). Deniz üstünde buz örtüsü yayılma sınırı ve
okyanus yüzey suyu eş sıcaklık eğrilerini (izoterm) göstermek amacıyla yararlanılan kaynak:
(CLIMAP Project Members, 1984). OIS 2 safhasına ait ölçümlere göre Akdeniz yüzey suyu
sıcaklığı eş sıcaklık eğrisini göstermek amacıyla yararlanılan kaynaklar: (Thiede, 1978, 1980;
Thunell, 1979; Thunell and Williams, 1983). Gulfstream’in (Körfez akıntısı) konumunu
göstermek amacıyla yararlanılan kaynak: (Keffer et al., 1988). Günümüzdeki deniz seviyesinin
100 metre altına (-100 metre) karşılık gelecek şekilde oluşan kıyılar. Haritada bulutsu
desenlemenin olduğu yerler buzul örtülerini, siyah renkler gelişmiş kıyı ovalarını, göstermektedir.
Ortam isimleri: pod:kutup çölü; t/s:tundra ve soğuk step karışımı; st:kurak ve soğuk stepler;
med:Akdeniz’in yıl boyu yaprak dökmeyen meşe ormanları; sde:yarı çöl; des: çöl.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
85
Şekil 7: Açık kıyıda yapılan tortul sondajlarından elde edilen polen malzemesinin
araştırılmasıyla ortaya çıkarılan, son 150.000 yıllık süre içerisinde Kuzeybatı Afrika bitki
örtüsünün tarihsel değişimi. Şekildeki düzenleme Dupont tarafından yapılmıştır (Dupont et al.,
1993, Şekil 4a). Sondaj yerlerini görmek için Şekil 5’e bakınız. Ortamlar: med:Akdeniz
ormanları; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park ormanları; rai:Afrika yağmur
ormanları.
Kuzey Afrika’da bitki örtüsünün buzul çağlarındaki hareketleri, geniş ölçüde,
buzul çağları boyunca egemen olan kuru hava karakterli subtropik yüksek basınç
alanının daha alt enlemlere doğru hareketlenmesinden etkilenmiştir (Dupont and Beug,
1991; Hooghiemstra et al., 1992; Dupont, 1993; Frédoux, 1994). Buna karşın,
Kuzeydoğu Afrika ve Güneydoğu Asya’da yağış ve yağışa bağlı olarak da bitki örtüsü
gelişimi ve dağılımı, Milankovitch tarafından ortaya atılan, Dünya’nın döngüsel
yörünge hareketi değişimlerinden etkilenen muson ikliminin denetimindedir (Kutzbach
and Street-Perrott, 1985; Kutzbach, 1987; Kutzbach and Gallimore, 1988).
Buzul arası çağlar boyunca, kuzey yarımküre yazının gezegenimizin güneşe en
yakın mesafesinde bulunduğu konumuna tesadüf eden zamanda, Hint Okyanusu ile
karasal ortamların iç kısımları arasındaki sıcaklık farkları en üst seviyeye çıkmaktadır.
Đşte bu mevsimsel dönemde muson iklimi ve onun karakteristik özelliği muson
yağmurları, Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya’yı, kendi kuzeybatı yönlü hareketi
boyunca en geniş ve kuvvetli biçimde etkilemektedir (van Campo et al., 1982; Prell and
86
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
van Campo, 1986; Prell and Kutzbach, 1987). Buzul çağları boyunca, örneğin OIS 6
safhasında bu bölgelerdeki muson iklimi egemenliği zayıftır ve kuru hava karakterli
subtropik yüksek basınç alanının güneye doğru etkisini arttırması nedeniyle Kuzeybatı
Afrika’ya kurak iklim egemen olmuştur.
Günümüzden 130.000–117.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığında Gelişen Buzul
Arası Çağ
Günümüzden 130.000–117.000 yıllar öncesi zaman aralığında gelişen buzul arası
çağda, Holosen’e göre (içinde bulunduğumuz buzul arası çağ) buzulların çok daha
yukarı enlemlere doğru gerilediği ve gene Holosen’deki deniz seviyesinin 2–12 metreler
arası daha yukarısına gelecek kadar yükseldiği düşünülür. Acaba mevcut bilgimiz bu
görüşü ne kadar destekliyor?
OIS 6 safhasını bitiren hızlı buzul gerilemesine karşılık gelen ilk 10.000 yıllık
sürede iklim hızla ısınırken, bu ısınmayı, hafif bir soğumanın görüldüğü zaman aralığı
izledi (Şekil 8). OIS 5e safhasında, okyanus yüzey suyu sıcaklığı, günümüz okyanus
yüzey suyu sıcaklığından biraz daha farklıydı (CLIMAP Project Members, 1984) ve
kabul edilebilir hata sınırları içinde saptandığı söylenebilecek birkaç anomali dışında,
örneğin Norveç Denizi’nin su sıcaklığı, günümüzdeki değerinin üzerindeydi (Duplessy
et al., 1988).
Dünyanın pek çok yerinde, tektonik olarak fazla hareketli olmayan ve izostatik
denge değişim değerleri yüksek olmayan kıyılar yanında, okyanuslardaki adalarda
yapılan çalışmalar, günümüzden 140.000-122.000 yıllar öncesi zaman aralığında, deniz
seviyesinin bugünkünden daha yüksek olduğunu göstermektedir (Kaufman, 1986;
Edwards et al., 1987; Bard et al., 1990; Ku et al., 1990; Chen et al., 1987; Gallup et al.,
1994). Çalışılan bu buzul arası çağın yaklaşık olarak günümüzden 126.000-125.000
yıllar öncesinde, deniz seviyesi yükselmesinin en üst değerine ulaştığı zamandan
yaklaşık 10.000 yıl kadar önce başladığı görülmektedir ki bu sonuç, SPECMAP
yaşlandırmasıyla çelişmektedir (Smart and Richards, 1992; Crowley, 1994; Crowley
and Kim, 1994; Gallup et al., 1994). Bununla birlikte çok daha doğru yaşlandırma
yapılmasını sağlayan U/Th (Uranyum/Toryum) yaşlandırma ölçümleri (Stirling et al.,
1995), deniz seviyelerinde görülen yükselmenin başlangıç zamanını günümüzden en
geç 130.000 yıl öncesine yerleştirir.
Aynı deniz seviyesi yükselmesi değerleri, Kanada Arktiği, Grönland ve Batı
Antarktika buzullarının, hacim ve yayılma olarak, günümüzdeki hacimsel azalış ve
gerileme değerlerinin çok daha üstünde azaldıkları ve gerilediklerinin kanıtıdır
(CLIMAP Project Members, 1984, pp.205–212; Funder, 1989; Koerner, 1989). Bununla
birlikte Lambech ve Nakada (1992), azalan ve hafifleyen buzul kütlesine bağlı olarak
izostatik dengenin değişmesi sonucu, bu buzul arası çağ boyunca, deniz seviyesinin,
günümüz değerlerine yakın bir seviyede oluştuğunu savunurlar. Bu sonuç, Stirling
tarafından da kabul edilmektedir (Stirling et al., 1995 ve bakınız Şekil 4). Stirling
çalışmasında ayrıca, deniz seviyesinin yüksekliğini koruduğu sürenin kısalığının,
SPECMAP araştırmasının ortaya koyduğu 130.000-117.000 yıllar öncesi zaman
aralığına oturttuğu buzul arası çağ süresini hükümsüz kılmadığını, mantonun, kabul
edilebilir zaman sınırlarında hafif bir sükunet döneminin bu süreyi uzatmış olabileceğini
savunmuştur (Stirling et al., 1995 v bakınız Şekil 5).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
87
Şekil 8: Günümüzden 130.000 yıl öncesinden itibaren, OIS 6’dan (buzul arası safha) OIS 4
safhasına kadar geçen dönemde ortamsal değişiklikler. Küresel buz hacminin alındığı kaynak:
(Shackleton, 1987, Şekil 1). Gölgelendirme tipindeki desenle gösterilen Đskandinavya buzul
örtüsünün ilerlemesinin alındığı kaynak (Mangerud, 1991a). Şeklin sol alt köşesinde yer alan
çizim ana coğrafi yönlere göre buzul ilerlemesini gösterir. Şekilde deniz seviyesi değişimlerini
gösteren grafik Şekil 4’ten alınmıştır. Geçmişteki deniz seviyelerini belirten, grafikte siyah
noktalar halinde gösterilen mercanlar üzerinde yapılan ölçüm sonuçlarının alındığı kaynaklar:
Barbados mercan ölçümleri; (Bard et al. 1990; Gallup et al., 1994) Bahama mercan ölçümleri;
(Chen et al., 1991). Merkezi Avrupa yıllık ortalama sıcaklık ve yağış değerlerinin alındığı kaynak
(Guiot et al., 1989, Şekil 3). Sıcaklık ve yağışla ilgili grafiklerdeki gölgelendirmeli kısımlar
eğrilerin güvenilirlik aralıklarıdır.
Tortul birikiminin özellikle hızlı olduğu yerler hariç tutulduğunda, OIS 5e zaman
aralığında oluşmuş kıyı seviyelerinin hemen hepsini günümüz kıyı seviyeleri
değerleriyle aynı olarak kabul edebiliriz. Ancak benzer eşitlemeyi yapamayacağımız bir
coğrafya var. Burası Kuzey Avrupa’da, Baltık Denizi’nin bulunduğu yerde söz konusu
zaman aralığında gelişmiş olan Eemien Denizi’nin kıyılarıdır (Bakınız Şekil 9). Eemien
kıyıları, günümüzdeki Kuzey Denizi ve Baltık Denizi’nin kıyılarından çok daha
farklıydı (Mangerud et al., 1979, 1981; Nilsson, 1983, pp.205-212; Miller and
Mangerud, 1986; Mangerud, 1989). Eemien Denizi’ni oluşturan deniz seviyesi
yükselmesi, yaklaşık 20m/ky’dır (20 metre/1000 yıl) (Zagwijn, 1983; Streif, 1991). Bu
hız, Holosen’in başındaki deniz seviyesi yükselme hızından iki kat daha fazladır ve OIS
6 ile OIS 5e sınırında, benzeri görülmeyecek kadar hızlı bir buzul gerilemesini işaret
eder.
88
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Şekil 9: OIS 5e safhasında, günümüzden 125.000–120.000 yıllar öncesinde hüküm süren
buzul arası safhanın optimum iklimsel koşullarının ortaya çıkardığı Avrupa coğrafyası manzarası.
Kuzey Atlantik Körfez Akıntısı’na (Gulfstream) bağlı gelişen eş sıcaklık eğrileri (izoterm) coğrafi
sınırlarının alındığı kaynak: (CLIMAP Project Members, 1984 – CLIMAP: Climate/Long Range
Mappings and Predictions Project – Đklimin Uzun Zaman Aralığında Araştırılmasına Yönelik
Haritalama ve Tahmin Projesi); Eemien Baltık Denizi coğrafi sınırlarının alındığı kaynak:
(Donner, 1995, Şekil 6.1). Ortamlar: bof:boreal (soğuk iklim kuşağı) ormanlar; cdf:iğne ve geniş
yapraklı ağaç türlerinin karışımından oluşan ormanlar; dec: geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan
ormanlar; med: Akdeniz’in yıl boyu yaprak dökmeyen ormanları; sde:yarı çöl; des:çöl;
sav:Sahelian savanı ya da park ormanı; rai:Afrika yağmur ormanları.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
89
Günümüzden yaklaşık 126.000–116.000 yıllar öncesi zaman aralığında, Eemien
Denizi, en yüksek seviyesine ulaştı (bakınız Şekil 8, Streif, 1991) ve yaklaşık olarak
günümüzden 110.000 yıl önce çekildi. Đşte bu deniz, Kuzey Denizi boyunca, kıyılarda
sadece belli başlı ırmakların ova ve vadilerini istila ederken, esas etkisini Baltık Denizi
kıyılarında göstererek, bütün Baltık havzasını kaplayacak şekilde ilerledi ve yükseldi.
Bunun sonucunda, Kuzey Denizi ile Beyaz Deniz (Kuzey Kutup Denizi) birleşirken,
Fennoscandia (Đskandinavya) bir ada halini aldı (Zans, 1936; Gross, 1967; Forsström et
al., 1988). Eemien Denizi’nin batısında deniz suyunun, günümüzdeki Kuzey Denizi’nin
su sıcaklığından daha fazla olması, daha güneydeki sıcak suya uyumlu faunanın
(hayvan varlığı) buralara gelerek yerleşmesine ve yaşamasına olanak sağladı. Bununla
beraber, daha soğuk suya uyumlu faunanın izine kuzeydoğu yönünde rastlanması,
Arktik Okyanusu ile olan bağlantının varlığını göstermektedir. Kuzey Denizi bölgesinde
yaz mevsimi sıcaklık değerleri buzul arası çağın başlangıcına karşılık gelen 10ºC
değerinden, en üst değer olan 22ºC’a kadar yükseldi ki, bu sıcaklık günümüzde Baltık
Denizi çevresindeki sıcaklık değerinin bir hayli üzerindedir (Zagwijn, 1961, 1983;
Müller, 1974; Larsen et al., 1995). Geniş karasal alanları baştanbaşa kaplayan bu
denizin kıyılarındaki ortamlara egemen ılıman iklim koşulları ve bu koşullara bağlı
olarak zenginleşen doğal kaynaklar, ilk andan itibaren, yerleşmek amacıyla insanları
buraya çekmiş olabilir.
Sıcaklığın yükseldiğini gösteren kanıtlar, Akdeniz’de yapılan çalışmalarda da
bulunmuştur. Girit Adası’nın doğusunda yapılan sondajlardan çıkarılan tortullar içinde
bulunan planktonik foraminifera fosilleri üzerinde yapılan incelemeler, iklimdeki
sıcaklık yükselişinin günümüzden 127.000 yıl önce başladığını ve sıcaklığın hızla,
günümüzdeki sıcaklık değerinin de 3ºC üzerine çıktığını göstermiştir (Thunell and
Williams, 1983). Batı Akdeniz’de sıcaklığın, günümüz Akdeniz sıcaklığının 3ºC
üzerinde olduğunu gösteren kanıt, Tiran Denizi’nin yükselmiş kıyılarından kalan
tortullarda bulunan Strombus bubonius fosilleri üzerinde yapılan 18O izotopu
çalışmasından elde edilmiştir ki, bu tür, günümüzde, Guyana Körfezi’nin bulunduğu
enlemin daha kuzeyinde herhangi bir yerde bulunmamaktadır (Cornu et al., 1993).
Sıcaklık hesapları maalesef çok güvenilir değil. Çünkü yüzey suyu tuzluluk değerleri
dikkate alınarak yapılıyor (Thunell and Williams,1983, 1989). Akdeniz’de OIS 6 ve
OIS 5e safhaları sınırında büyük ölçüde 18O izotopu yitimi olduğu saptanmıştır ki,
bunun nedeni büyük olasılıkla Karadeniz’den Akdeniz’e katılan yüksek miktarda erimiş
su girdisi (Thunell and Williams, 1983) yanında, artan Muson yağmurlarıyla birlikte Nil
Irmağı’nın Akdeniz’e daha çok su boşaltması (Rossignol-Strick, 1983) ve bir olasılık da
Anadolu ve Orta Doğu’da artış gösteren yaz mevsimi yağmurlarının (Rohling, 1994b;
Rohling and Hilgen, 1991) hep birlikte oluşturduğu etkidir. Akdeniz’in aksine Kızıl
Deniz’in tuzluluk ve sıcaklığı günümüz değerleriyle aynı seviyedeydi (Ivanova, 1985).
Kuzeybatı Afrika’ya bakıldığında, OIS 6 safhasındakine göre, buzul arası çağ bitki
örtüsü dağılımının oluşturduğu sınırların farklı olduğu görülür (bakınız Şekil 7)
(Dupont, 1993; Hooghiemstra, et al., 1992). Akdeniz tipi çalılıklar, makiler ve meşe
ormanları, Kuzeybatı Afrika kıyılarından Atlas Dağı’nın güney yamaçlarına kadar
bütün araziyi örtmekte, yarı kurak ortam, sadece çok dar bir alanda bir geçiş ortamı
90
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
oluşturur şekilde Sahra Çölü’ne doğru uzanmaktadır. Sahra Çölü’nün yayılma
alanlarında da değişmeler görülmektedir. Tropik yağmur ormanlarının genişlemesiyle
uyumlu olarak kuzeye doğru hareket eden Sahelian Savan’ı, Sahra Çölü’nün
küçülmesine neden olmuştur. Daha doğuda yer alan Tunus’un güneyinde bulunan
tortullarda Causse (Causse et al., 1989) tarafından yapılan U/Th (Uranyum/Toryum)
yaşlandırma çalışması, günümüzden yaklaşık olarak 191.000-136.000 yıllar öncesi
zaman aralığında burada derin seviyeli bir göl olduğunu ortaya çıkarmıştır ki, bu tarih
her ne kadar OIS 6 safhasına karşılık gelse de günümüzden yaklaşık 150.000 yıl kadar
önce bu gölü çevreleyen ortamda nemli iklim şartlarının egemenliğini işaret etmektedir.
Bu çalışmanın güvenilir olmama nedeni, yaşlandırma çalışmasında kullanılan mollusk
(omurgasız canlılardan yumuşakçalar) fosillerinin, U/Th analizlerinde fazla güvenilir
sonuç vermemesinden kaynaklanmaktadır (Kaufman, 1986).
Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya’da yer alan pek çok gölün Pleistosen
tortullarında yapılan çalışmalar, bu göllerin bulunduğu ortamlarda yağışların fasılalı
olarak arttığını göstermiştir. Mısır’ın batısındaki çölde bulunan bazı göllerdeki marn
tortulları üzerinde yapılan U/Th yaşlandırma çalışmaları, bu göllerdeki yüksek su
seviyesinin bulunduğu zaman dilimi olarak OIS 5e safhasını gösterirken (Wendorf et
al., 1994, p.165; Szabo et al., 1995), diğer bazı göl tortulları günümüzden 155.000 yıl
öncesini göstermiştir ki bu yaş, çalışmamızın başlangıç tarihinde egemen olan buzul
çağı şartlarını işaret eder (Szabo et al., 1995).
Avrupa’da buzul arası çağın başlamasıyla birlikte, ağaçlar, buzul çağında
sığındıkları dar bölgelerden dışarıya doğru yayılarak; iklimsel değişimin, biyotik etkinin
ve toprak gelişiminin ortak etkisiyle birbiri ardınca gelişen bitki populasyonları halinde
geniş ve açık arazileri baştan başa kapladılar.
Bütün Avrupa boyunca bitki örtüsü dağılımındaki değişiklikler Şekil 10’da
görülmektedir. Değişim, meşe (Quercus) ve karaağaçla (Ulmus) başladı. Sonrasında
fındık (Corylus) ve ondan sonra da porsuk ağacı (Taxus) Alplerin kuzeyinde egemen
orman örtüsünü oluşturdu (Şekil 10). Bu orman örtülerini, gene bütün Avrupa’ya
yayılan gürgen (Carpinus) ormanları takip ederken, hemen sonra köknar (Fir), ladin
(Picea) ve çam (Pinus) ağaçlarından oluşan ormanlar yayıldı. Bu buzul arası çağda
yayılan köknar ormanları, günümüz köknar ormanları yayılma alanının çok daha
ötesinde bir alanı kaplamıştır ve hemen bütün Avrupa’da kayın (Fagus)
bulunmamaktadır (Tzedakis, 1994). Ancak kayın ağacının yokluğunun iklimden mi
yoksa ağaç türleri arasındaki rekabetten mi kaynaklandığı bilinmemektedir. Örneğin
kayın ağaçlarının yokluğu, gürgen ağaçlarının yayılma nedeni olabilir (Huntley and
Birks, 1983).
OIS 5e safhasının sonlarına doğru bazı alanlarda ve iki kere, köknar ormanları
yayılmasının çam ormanları yayılmasıyla kesildiği görülmüştür ki bunun nedeni,
Eemien sonunda iklimde görülen düzensizlikler olabilir (Tzedakis et al., 1994).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
91
Şekil 10: OIS 5e safhası boyunca Batı Avrupa orman gelişimi. Değerler Ribains’te yapılan
tortul sondajlarından elde edilen polenlerden hazırlanan bitki sınıflandırmasını (taxa)
göstermektedir (de Beaulieu and Reille, 1992a: Şekil 2). Şeklin en sağında yer alan noktalar ve
aralarındaki boş kısımlar, hemen altlarında isimleri yazılı ağaç türlerinin varlığı ya da yokluğunu
belirtmektedir.
92
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Güney Avrupa’daki meşe/karaağaç geçişini, yabani zeytinin (Olea) ve yaprak
dökmeyen meşelerin Akdeniz’de oluşturduğu orman örtüsü yayılımı takip eder. Hatta,
zeytin ormanları bu dönemde bütün Akdeniz çevresini kaplayacak şekilde çok daha
geniş alanlara yayılmıştır (Tzedakis, 1994) ve Doğu Akdeniz’deki deniz tortullarında
yapılan sondajlarda (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995) çıkarılan tortullar üzerindeki
araştırmalar, bu geniş yabani zeytin ormanı yayılması tarihini günümüzden yaklaşık
olarak 126.000-125.000 yıllar öncesi olarak vermiştir (Sapropel S5; Muerdter et al.,
1984). Bu tarih gerçekten de gerek buzul arası çağda gerekse son 150.000 yıllık süreçte,
güneşlenmenin en üst düzeyde olduğu (günümüz değerlerinin %12–13 üzerinde) bir
zaman aralığıdır (Berger, 1978).
Akdeniz’de zeytin ağacı ormanları yayılması, Avrupa’nın geri kalan kısmında
görülen porsuk ağacı ormanlarının yayılmasıyla eş zamanlıdır. Çünkü günümüz
Fransasında Masif Central diye bilinen bölgede bulunan Ribains’de incelenen
tortullarda, bu tarihi gösteren zeytin (ve ayrıca fıstık-Pistacia) ve yaprak dökmeyen
meşelere ait polenler bulunmuştur (de Baulie and Reille, 1992a). Bu polenler Alplerin
kuzey ve güney starigrafilerini birbirine uyumlu olarak bağlamaktadır.
Portekiz’in batı kıyılarında yapılan denizel tortul sondajı çalışmalarında elde
edilen polenler üzerinde yapılan çalışma ve 18O izotopu ölçümleri (Turon, 1984),
gürgen ormanları yayılmasının son anına kadar ve köknar/ladin/çam orman örtüsü
yayılma safhaları boyunca, Batı Avrupa’daki sıcaklıkların yüksek değerlerini
koruduğunu göstermektedir. Ancak buzullar da bir yerlerde yeniden genişlemeye
başlıyor olmalıdır. Çünkü Hollanda’da yapılan çalışmalardan çıkan sonuçlara göre, OIS
5e safhasının sonuna doğru (Şekil 8) Eemien Denizi’nin seviyesi düşmeye başlamıştır
(Zagwijn, 1983). Bunun sorumlusu da Kuzey Amerika’daki buzul örtüsü olabilir.
Çünkü Batı Norveç’te Fjøsanger’de aynı zaman aralığında bulunan orman örtüsü
(Mangerud et al., 1981; Mangeud, 1989), Đskandinavya’da bir buzul örtüsünün varlığını
olanak dışı bırakmaktadır (Mangerud, 1991a; ayrıca bakınız Cortijo et al., 1994). Bu
durum, başka bir soruyu sormamıza neden olmaktadır. Acaba Avrupa’daki iklim
değişimleri, iklim sisteminin, sadece bir merkezden dışarıya doğru adeta itilerek
genişlemesi mi, yoksa kısmen de olsa iç güçlerin etkisiyle mi oluşmaktadır? Bu soruya
daha tatminkâr cevaplar bulabilme ve daha ayrıntılı çalışmak için yer küreyle ilgili çok
daha doğru ve kapsamlı kronolojik bilgiye gereksinim duyulmaktadır.
Ilıman iklim koşullarından hoşlanan canlılardan kalan bol miktarda polen ve
makroskopik bitki artıkları, Eemien Denizi’nin en üst seviyesinde karasal ortamlarda
iklimin Holosen’den çok daha sıcak olduğunu gösteren yeterli kanıtı sağlamaktadır.
Montpelier akça ağacı (Acer monspessulanum) ve ateş dikeni (Pyracantha coccinea)
gibi Akdeniz kökenli çalılar ve bodur ağaçlar, sarmaşık (Hedera helix), çobanpüskülü
(Ilex), Marisus serratus ve Britanya dâhil olacak şekilde daha alt enlemlerde günümüzde
bulunmayan su kestanesi (Trapa natans), Lesser Najad (Najas minor) ve Salvinia natans
gibi bitkiler, yazın sıcak ve kurak, kışın ılık geçtiği bir mevsimi göstermektedir
(Phillips, 1974).
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
93
Ostrobothnia’da OIS 5e safhasında iklimin optimum sıcaklık değeri, sıcağı seven
canlı türlerine ait fosillerin bulunmasıyla ortaya konmuştur (Forsström et al., 1988).
Avrupa’da, Holosen’in ılıman iklim kuşağı kuzey yarımküre sınırlarının çok ötesine
yayılacak şekilde, Đsveç’in Laponya Bölgesinde 67º 38' kuzey enlemine karşılık gelen
alanda, Eemien Denizi’nden kalan tortullarda sıcağa uyumlu fauna ve florayı oluşturan
canlılara ait fosiller bulunmuştur (Lundqvist, 1971). Aynı alandaki tortullarda bulunan
polenler üzerinde yapılan incelemeler, fındık (Corylus) ve kızılağaçlar (Alder)
arasındaki yakınlığı, ayrıca bitki makrofosilleri ve böcek artıkları OIS 5e safhası
boyunca yıllık ortalama sıcaklığın, Holosen sıcaklık ortalamasının 4ºC üzerinde
olduğunu göstermektedir.
Bu değişimle fazla uyuşmayacak şekilde daha güneyde, La Grande Pile’de
(Vosges; Ponel, 1995) bulunan porsukağacı (Taxus) yayılmasına denk düşen safhayı
gösteren tortullardan çıkarılan böcek kalıntılarından, iklimde (Şekil 8) yıllık sıcaklık
ortalamasının 10-12ºC kadar olduğu anlaşılmıştır ki, bu sıcaklık değeri, günümüzde
aynı bölgede ölçülmüş 9.5ºC’lık sıcaklık ortalaması değerinin çok üzerinde değildir.
Temmuz ayına ait ortalama sıcaklık (16-18ºC:Guiot et al., 1993) ve Atlantik Okyanusu
su sıcaklığı değerleri de günümüz değerlerinden farklı değildir (CLIMAP Project
Members, 1984). Buradan hareketle, acaba Avrupa’nın alt ve üst enlemleri boyunca
ve/veya denizel ve karasal ortamları arasında iklimsel farklar olduğunu mu
görmekteyiz, yoksa gördüğümüz, yapılan hesaplardaki hata sınırının, kabul
edilebilirliğin üstünde olması mı?
Bu aşamada bize, genel atmosfer dolaşım modeline göre hazırlanmış, OIS 5e
safhasındaki buzul arası çağın en üst etkinlik seviyesindeki güneşlenme etkinliği
üzerine kurulu iklim ve bitki örtüsü modeli yardımcı olmaktadır (Harrison et al., 1995).
Dünyanın güneş etrafında dönmekte olduğu yörüngesinde, yörünge ekseninin eğikliği,
yörünge presesyonu ve yörünge dış merkezliliğinde görülen değişimler nedeniyle
(Berger, 1978), günümüzden yaklaşık 125.000 yıl önce, güneşlenme en üst seviyesine
ulaşmış ve özellikle de Avrupa’nın orta ve üst enlemlerini etkileyecek şekilde, yaz
mevsimi hava sıcaklığı ortalamaları günümüz değerlerinin 4ºC kadar üzerine çıkmıştır.
Buna karşılık ve tersine bir gelişimle, daha alt enlemlerde ise kış mevsimi boyunca daha
şiddetli soğuklar yanında, Avrasya’nın kara içi ortamlarında mevsimler arası iklimsel
farkların daha şiddetli olduğu görülmektedir. Arktik Bölgede, özellikle
Đskandinavya’nın kuzeyinde, sıcaklık değerleri günümüzdekinin 2–8 ºC daha üstünde
iken, deniz üstündeki buz örtüleri, mevsimsel değişimlerin daha sert olması nedeniyle
bir yıl içinde günümüzdekine oranla daha geniş alanlarda ilerlemekte ve
gerilemektedirler.
Bu model, ne Eemien Denizi’nin Arktik Deniz ile olan bağlantısını ne de okyanus
atmosfer ilişkisini dikkate almıyorsa da, burada özetleyerek verilen diğer bilgilerle
uyum göstermesi nedeniyle, tasarımı titizlikle yapılmış bir model olarak araştırıcıların
kullanma isteğini artırmaktadır.
94
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Günümüzden 116.000–74.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Buzul Çağına
Doğru
Günümüzden 116.000–74.000 yıllar öncesi zaman aralığında, OIS 4 safhası olarak
adlandırılan ve Avrupa’yı etkisi altına alacak büyük buzul ilerlemesi öncesinde, iklimde
birbirini takip eden ısınma ve soğuma aralıkları saptanmıştır. Bu sürecin başlangıcında,
OIS 5e’nin sonundan OIS 5d’nin sonuna kadar, deniz seviyesi düşüş değeri 50 metreye
ulaşır (Herning ya da Melisey I soğuma aralığı). Deniz seviyesindeki düşüş değeri her
ne kadar başka ölçümlerle doğrulanmamışsa da dikkate almaya değecek miktarda
küresel buzul kütlesi artışını ortaya koyar (Şekil 8). Bununla birlikte, söz konusu
aralıkta Đskandinavya buzul örtüsünde henüz ilerleme yoktur (Mangerud et al., 1981;
Mangerud, 1991a, b) ve Norveç Denizi’nde, buzulların taşıyarak getirmesi ve yığması
gereken tortul malzemeye rastlanmaması (Baumann et al., 1995), buzul cephesinin bu
aralıkta Norveç kıyılarına ulaşmadığını gösterir. Đskandinavya Dağları’nın doğusunda,
Laponya ve Kuzey Finlandiya buzullarla kaplanmış olabilir. Fakat diğer yerlerde buzul
ilerlemeleri ancak dağ yamaçlarıyla sınırlı kalmış olmalıdır (Mangerud 1991a).
Bir sonraki aralıkta (OIS 5c: Brørup, St. Germain I ısınma aralığı), oldukça ılıman
iklim şartları görülmektedir ve ılıman iklim şartları altında, Đskandinavya buzul
örtüsünün büyük bir kısmı eriyerek ortadan kalkmış olabilir (Mangerud 1991a; bu
ölçümlerin alındığı kaynak ise; Donner, 1995, Chapter 8). Buzullardaki gerileyiş ve
ortadan kalkışı, deniz seviyesinin düşüklük değerini –20 metre olarak gösteren U/Th
yaşlandırma sonucu da desteklemektedir (Pickett et al., 1985; Bard et al., 1990; Smart
and Richards, 1992). Bitki örtüsüyle ilgili olarak bulunan kanıtlar da, Geç Eemien’deki
koşullara benzerlikler olduğunu işaret etmektedir.
OIS 5b aralığında deniz seviyesi yeniden düşer (Rederstall ya da Melisey II
soğuma aralığı). Ancak, mercanlar üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen veriler,
bu düşüşün günümüz deniz seviyesinin sadece 25 metre altına (-25 metre) karşılık
geldiğini gösterir ki, bu da, küresel buzul ilerlemesinin çok büyük değerlere
ulaşamayacağını gösterir (Şekil 8). Buzullar, Norveç’in batı kıyılarının ötesine geçecek
kadar ilerlemişlerdir (Mangerud, 1991a) ve Norveç Denizi’nde bulunan mercan
kalıntıları, su erimesi ve buz dağlarının (iceberg) varlığını açığa çıkaran kanıtlar
sağlamıştır. Bununla birlikte, buzulların sürükleyerek buralara bıraktığı malzeme az
miktardadır (Baumann et al., 1995). Đskandinavya Dağları’nın doğusu ve Baltık
Denizi’nin güneyi hakkında bildiklerimiz azdır. Ancak buralardaki iklim şartları da
büyük olasılıkla OIS 5d’deki iklim şartlarına benzemektedir.
OIS 5a süresince (Odderade ya da St. Germain II ısınma aralığı), deniz seviyesi
yeniden yükselmekle birlikte OIS 5c’deki seviye yüksekliğine ulaşamamaktadır.
Đskandinavya buzul örtüsünün ilerlediğini gösterir doğrudan bir kanıt yoksa da
(Mangerud, 1991a), küresel ölçekte buzul yayılma sınırı, bir önceki soğuma aralığında
buzulların ulaştığı ilerleme sınırının ötesine geçecek kadar ilerlemiştir.
OIS 5d-a aralıkları boyunca gelişmiş iklim değişimleri polen dizilerine göre ele
alındığında, bitki örtüsünün, söz konusu aralıklar boyunca bir diğerini takip eden açık
çayır ve kapalı orman yayılmaları görülmektedir. Isınma aralıklarında, günümüze göre,
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
95
kuzey-güney yönlü olarak orman örtüsünü oluşturan ağaç türlerindeki değişimler daha
fazladır. Örneğin, aynı ısınma aralığında, Đskandinavya’nın kuzeyinde tundra bitki
örtüsü egemenken, güneyinde huş ağacının (Betula) egemenliğinde gelişmiş ormanlar
bulunmaktadır. Çam, ladin, köknar, karaçam ve huş ağacından oluşan iğne yapraklı
ormanlar, Kuzey Almanya, Danimarka, Hollanda ve Britanya’yı kaplarken, Güney
Merkezi Avrupa ve Fransa’da, ılıman iklim koşullarını seven geniş yapraklı ağaç
türlerinin karışımından oluşan orman örtüleri yer almaktadır (Behre, 1989; Emontspohl,
1995). Alplerin güneyinde, Akdeniz unsurlu geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan
orman örtüsü vardır (Wijmstra, 1969; Pons and Reille, 1988; Tzedakis, 1994; Follieri et
al., in press). Sıcaklık ve yağışla ilgili yapılan hesaplamalar (Şekil 8), soğuma
aralıklarında ortamın soğuk ve kurak, ısınma aralıklarında ise OIS 5e’ye göre daha
karasal karakterde olduğunu göstermektedir.
Doğu Akdeniz’de soğuk ve kurak bitki örtüsünü oluşturan kazayağı
(Chenopodium) ve pelin (Artemisia) bulunmaktadır ve bunu takip eden ısınma
aralığında, yerlerini, Akdeniz’in, bir kısmı yıl boyunca yaprağını dökmeyen geniş
yapraklı ağaç türlerinin oluşturduğu orman örtülerine bırakmaktadır. Isınma
aralıklarında ortamın manzarası, OIS 5e safhasındaki ortamın manzarasına göre daha
açıklık bitki örtüsü gelişimini gösterir. Bununla birlikte bu ısınma aralıklarında, yarı
kurak ve kurak ortamlara uyumlu bitki topluluklarının varlığı da bulunmuştur
(Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995).
Fransa’da La Grande Pile’de (Vosges) bulunan polenlerin çalışılmasıyla elde
edilen polen kayıtları ile Woillard tarafından yapılan denizel tortul oksijen izotop
stratigrafisi çalışmasından elde edilen sonuçlar (Woillard, 1978; Woillard and Mokk,
1982) karşılaştırılmış ve deneştirilmiştir. Bu deneştirme, Avrupa’nın güneyi ve kuzeyi
arasında da başarıyla yapılmıştır. Her bir ısınma aralığında, orman örtüsü bütün
bölgelerde hızla yayılmaktadır ve bu da Melisey I’e oranla Melisey II’de iklimin daha
soğuk olmasına rağmen, soğuma aralarında orman örtülerinin sığındıkları alanların,
yayıldıkları ve genişledikleri alanlara yakınlığını gösterir. Güney Avrupa’da bitki örtüsü
değişimini, kazayağı ve pelinlerin oluşturduğu step bitki örtüsü gelişimi ve
egemenliğinin ortaya koyduğu kuraklık artışı gösterir (Follieri et al., in press).
Daha erken bir zamanda gelişen St.Germain I ısınma aralığında, ılık iklim
koşullarında gelişen orman örtüsü, kısa bir süre etkili olan Montaigu olayıyla kesintiye
uğramıştır (Reille et al., 1991). Montaigu olayının etkisiyle 500–1000 yıl kadar süren
zaman aralığında soğuk step bitki örtüsünün egemenliği görülmüş, sonradan orman
örtüsü geri gelmiştir (Beaulieu and Reille, 1992a). Bu olayın geçtiği zaman aralığı,
Genç Dryas ile benzerlikler gösterir ve bütün Fransa ve Güney Avrupa boyunca
bulunan kayıtlarla tanımlanmıştır.
96
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Kuzey Afrika’daki OIS 5a-d süresince mevcut koşullar, Afrika’nın bu bölgesinin
sadece kuzeybatı kısmında yeterli ve kapsamlı çalışılmıştır (Şekil 7). Bunun dışında
kalan yerlerde yapılan kronolojik çalışma sonuçları fazla güvenilir değildir. Buna göre,
çöl ile Sahelian Savan’ı sınırındaki bazı alanlar dışında, soğuma ve ısınma aralıklarında
gelişen bitki örtüsü değişim miktarı azdır (Dupont, 1993). Akdeniz orman örtüsünde bir
miktar fakirleşme görülmektedir (Hooghiemstra et al., 1992) ve bu fakirleşme ısınma
aralarında bile (OIS 5a, 5c) belirgindir. Yarı kurak ortamlarda kuzeye doğru hafifçe
genişleme görülmektedir.
Şekil 11: OIS 5d safhasından OIS 3 safhasına kadar, GRIP araştırmasında (GRIP:
Greenland Ice Project – Grönland Buz Projesi) (GRIP 1993, Şekil 1) buzul sondajlarından ortaya
çıkan yüksek sıklıktaki iklimsel değişimlerle da karşılaştırılması yapılan, Fransa ve Kuzeybatı
Yunanistan’da bulunan toplam ağaç polenleri (yüzdelerine göre). Avrupa’nın Geç Kuvaterner
bitki örtüsü tarihi. Ölçekte ve yaşlandırmada karşılaşılan sorunlar nedeniyle, üç kayıt arasındaki
deneştirmeler takribidir.
Günümüzden 74.000–59.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Büyük Buzul
Đlerlemesi
OIS 4 safhasıyla birlikte, iklimdeki uzun süren yavaş soğuma eğilimi, yerini,
buzulların egemenliğinin arttığı büyük ve daha geniş alanda etkili soğumaya bırakır
(Şekil 12). Đskandinavya buzul örtüsü bir hayli ilerler. Ancak bu ilerleyişin bıraktığı yer
şekilleri ve diğer izler, daha sonra gelişen OIS 2 safhasının buzul örtüleri tarafından
aşındırılmış ya da bu safhada oluşan buzul ortamı tortulları tarafından örtülmüştür. OIS
4 safhasında oluştuğu düşünülen buzul ortamı tortulları sadece Đskandinavya’da değil;
Danimarka (Strand Strand-Petersen and Kronborg, 1991), Polonya (Mojski, 1991),
Estonya (Liivrand, 1991), ve Almanya’nın kuzeybatısında (Benda, 1995, Chapter 8,
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
97
pp.106–108; Menke, 1991) bulunmuştur. Ancak bütün bu çalışmaların sonucu
tartışmalıdır. Maalesef, OIS 4 safhası tortulları 14C yaşlandırma yöntemini
kullanamayacağımız kadar eskidir ve bu nedenle de, OIS 4 ve OIS 2 safhasındaki buzul
ilerlemelerinin bıraktığı tortulların bu yaşlandırma yöntemiyle birbirlerinden ayrılması,
güvenilir bir seçenek değildir (Donner, 1995, pp.70–73, Table 9.1). Termolüminesans
yaşlandırma yöntemi de kullanılmıştır (e.g.Strand-Petersen and Kronborg, 1991). Fakat
elde edilen sonuçlar OIS 4 safhası başlangıcının tarihsel yerleşimini SPECMAP’in
(Mojski, 1991) bulduğu yaşın 15.000–20.000 yıl öncesine koymaktadır ki bu zamansal
fark, büyük dikkat isteyecek çalışmalarla düzeltme yapılmasını gerektirmektedir. Netice
olarak, Andersen ve Mangerud (1989, Şekil 9) OIS 4 safhası için iki buzul sınırı
verirken (Şekil 13), Donner (1995, Şekil 8.4), bunları hep birlikte ve Baltık-aşırı buzul
yayılmasının iki ucu olarak değerlendirmiştir. Ancak açık olan, OIS 4 safhasındaki
buzul ilerlemesinin, OIS 2 safhasında görülen buzul ilerlemesinden daha küçük
olduğudur.
Şekil 12: Günümüzden 75.000–25.000 yıllar öncesi zaman aralığında, OIS 4 ve OIS 3
safhaları süresince ortamda görülen değişiklikler. En soldaki grafikte gölgelendirmeyle yapılmış,
buzulların sola doğru ilerleyişi Đskandinavya’nın batısına, sağa doğru ilerleyişi ise
Đsveç/Finlandiya ile Danimarka yönünde buzul ilerleyişini göstermektedir. Alındığı kaynak:
(Mangerud, 1991 Şekil 5). Şeklin sol alt köşesinde yer alan çizim ana coğrafi yönlere göre buzul
ilerlemesini gösterir. Deniz seviyesi değişimlerini gösterir grafik Şekil 4’ten alınmadır. Siyah
noktalar, yaşlandırmaları yapılmış Barbados mercan sekilerini göstermektedir (Bard et al, 1990).
Merkezi Avrupa yıllık ortalama sıcaklık ve yağış tarihini gösteren grafiğin alındığı kaynak:
(Guiot et al., 1989, Şekil 3). Sıcaklık ve yağışla ilgili grafiklerdeki gölgelendirmeli kısımlar
eğrilerin güvenilirlik aralıklardır. Noktalı-çizgili hat, günümüz değerlerini göstermektedir.
98
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Şekil 13: Geç OIS 4 safhasında Avrupa coğrafyasının manzarası. (A) asgari ve (B) azami
olmak üzere, Đskandinavya buzul örtüsünün yayılma sınırını göstermektedir (Andersen and
Mangerud, 1989). Kuzey Atlantik üzerindeki buz örtüsü yayılma ve eş sıcaklık eğrileri (izoterm)
sınırları bilinmemektedir. Bu safhadaki deniz kıyısı seviyesi, günümüz deniz kıyısı seviyesinin 75
metre altındadır (-75 metre). Bu safhadaki ortamlar: bulutsu desen:buzul örtüleri; siyah renkli
yerler:deniz seviyesinin düşmesiyle birlikte genişleyen kıyı ovaları; pod:kutup çölü; t/s:tundra ve
soğuk step karışımı; st:kurak ve soğuk step; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park
ormanı.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
99
OIS 4 safhası boyunca egemen olan buzul yayılması ve özellikle Đskandinavya
buzullarının ilerlemesine, bitki örtüleri, karmaşık seriler halinde gelişen yayılmalar
oluşturur şekilde tepki vermişlerdir. OIS 5a-OIS 4 safhası geçişinde, kısa bir süre için
alanda açık bitki örtüsü egemenliği görülürken, bu açıklığı, ılık bir safhanın etkisinde
(Ognon ılık safhası) (Şekil 11), Fransa ve Almanya’nın güneyinde gelişen orman örtüsü
takip eder (Woillard, 1978). Aynı anda, Alplerin güneyinde ardıçlar yayılmıştır. Sadece
OIS 4 safhasının sonuna doğru, Đskandinavya buzul örtüsünün ilerlemesi sonucunda
sıcaklığın düşmesiyle birlikte, açık bitki örtüsünün geniş alanlarda egemen olduğu
görülür (Şekil 12, 13, 14). Daha güneyde tundra ile soğuk-kurak ortam step bitki
örtüleri genişlemekte, ılık iklim koşullarına uyumlu ağaç türlerinden oluşan orman
örtüleri, örneğin, Yunanistan’ın kuzeybatısındaki sığınma alanlarında bile
gerilemektedirler (Tzedakis, 1993).
Fransa’da polenlerin incelenmesi üzerine kurulu iklim değişimi çalışmaları (Guiot
et al., 1989), günümüzdekine göre sıcaklığın 12-13ºC daha az olduğunu, 650-800 mm
yıllık yağış değeri de, yağışın günümüzdekinden daha az olduğunu göstermektedir
(Şekil 12).
Denizel tortullardaki sondajlardan elde edilen polenler üzerinde yapılan
incelemeler, Yakın Doğu’da da aynı gelişim sürecinde oluşacak şekilde, OIS 4
safhasının başlangıcında, yıl boyu yaprak dökmeyen meşe ağaçlarından oluşan orman
genişlemesini gösterir ki, bu da, iklimde ısınmanın görüldüğü Ognon aralığına karşılık
gelmektedir. Ancak sonrasında, ormanların ortadan kalktığı ve ortamı yarı çöl karakterli
bitki örtüsünün kapladığı görülür. Kuzeybatı Afrika’da (Şekil 7), Akdeniz ormanları
hemen tümüyle ortadan kalkmış ve yarı çöl ortamı kuzeye doğru ilerlemiştir (Dupont,
1993). Kazayağı (Chenopod) fosilleri, çölün genişlediğini göstermektedir
(Hooghiemstra et al., 1992).
Günümüzden 59.000–24.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Uzun Süren Orta
Buzul Çağı
OIS 3 safhasının başında, Norveç Denizi’nde bulunan buzullar tarafından taşınarak
bırakılmış tortulların kanıt oluşturduğu geçici bir buzul ilerlemesi ve soğuma vardır
(Baumann et al., 1995). Buzul örtüsü OIS 2 safhasının başlangıcına kadar
Đskandinavya’nın bir kısmında kalırken, coğrafi sınırları (Şekil 14), OIS 4 safhasındaki
buzul örtüsü sınırlarından farklıydı (Andersen and Mangerud, 1989; Mangerud, 1991a;
Donner, 1995). Bazı alanlarda elde edilen sonuçlar, OIS 3 safhasının hemen başında
Đskandinavya’nın alçak arazisinde buzul gerilemesinin neredeyse tamamlandığını
gösterir (Donner, 1995, pp.69–74). Buna karşın, çalışmada elde edilen yaşlar fazla
güvenilir değildir.
OIS 3 safhasının başlamasıyla, önceki ısınma aralığında azalan küresel buz hacmi,
bu andan itibaren geçecek 30.000 yıllık sürede yavaşça arttı (Şekil 12). Bu safhada,
deniz seviyesi de günümüzdeki deniz seviyesinin 50 metre (-50 metre) kadar altına
inerken, OIS 3 safhasının sonlarına doğru, en alt seviyesi olan –80 metreye kadar düştü
(Bard et al., 1990). Deniz seviyesindeki alçalmaların izlerine Akdeniz’in pek çok
kıyısında rastlanmıştır (Şekil 12, Şekil 14), ancak daha büyük buzul çağlarındaki kadar
etkili olmamıştır.
100
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Şekil 14: Günümüzden 39.000-36.000 yıllar öncesinde, Avrupa OIS 3 safhasının ılıman
iklim koşullarının hüküm sürdüğü aralığında Avrupa manzarası. Bu aralığın zamansal uzunluğu
büyük olasılıkla OIS 3 safhası boyunca geçen zamanın yarısına karşılık gelmektedir. (A) asgari ve
(B) azami olmak üzere, Đskandinavya buzul örtüsünün yayılma sınırını göstermektedir (Andersen
and Mangerud, 1989). Kuzey Atlantik üzerindeki buz örtüsü yayılım ve eş sıcaklık eğrileri
(izoterm) sınırları bilinmemektedir. Bu safhadaki deniz kıyısı seviyesi günümüz deniz kıyısı
seviyesinin 50 metre altındadır (-50 metre). Bu aralıktaki ortamlar: bulutsu desen:buzul örtüleri;
siyah renkli yerler:deniz seviyesinin düşmesiyle birlikte gelişen kıyı ovaları; stu:bodur tundra;
cow:çam ormanı; cdf:çam ve geniş yapraklı orman karışımı; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian
savanı ya da park ormanı.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
101
Batı Norveç’te OIS 3 safhasının ortasında gelişen kısa süreli soğuma aralığı (Şekil
12) (Mangerud, 1991a; Baumann et al., 1995), Donner’a göre, yerel şartlardan
kaynaklanmış olabilir (Donner, 1995, pp. 79-80). Donner, bu soğuma aralığının,
Đskandinavya’nın doğusunda ve güneyinde fazla belirgin olmadığına inanmaktadır. Ona
göre, bu soğumada gerçek bir buzul ilerlemesi olup olmadığı tam olarak belli
olmamakla birlikte, polen kayıtları, bu aralıkta, arktik step ve tundra bitki örtüsünün
genişlediğini göstermektedir.
OIS 3 safhası boyunca, kısa süreli (100 ile1000 yıl arasında devamlılık gösteren)
ve başlangıç-bitiş sınırları ani geçişlerden oluşan iklimsel salınımların varlığı,
Grönland’da yapılan GISP2 ve GRIP sondajlarından çıkarılan malzeme üzerinde
yapılan çalışmalar sonucunda bulunmuştur (Şekil 11). Bond (Bond et al., 1993),
iklimsel salınımların varlığını gösteren sondaj sonuçlarını, Kuzey Atlantik’te yapılan
derin deniz sondajlarından elde edilen malzemenin ortaya koyduğu, aynı safha boyunca
görülen deniz suyu sıcaklığı değişim değerleriyle deneştirmiştir. Söz konusu iklimsel
salınımlar, 10.000-15.000 yıllık sürelerde, varlığını, birbirini takip eden soğuma ve
ısınma aralıklarıyla, Kuzey Amerika (Bond et al., 1992, 1993; Bond and Lotti, 1995),
Norveç buzul örtülerinde sürdürmekte ve buz dağlarının denize boşaldığı Heinrich
olayıyla sonuçlanmaktadır. Birbirini takip eden soğuma ve ısınma aralıklarının neden
olduğu buzul örtüsü ilerlemeleri ve gerilemeleri, atmosferin alt kısımlarındaki jet
akımlarının hareketlerinin enlemsel olarak aşağıya ve yukarıya doğru değişmesinden
kaynaklanıyor olabilir (MacAyeal, 1993; Keigwin et al., 1994; Haflidason et al., 1995).
Nihayet, kutup cephesinin kuzeye doğru gerilemesi ve Kuzey Atlantik termohalin
devrinin daha yukarı enlemlere kayması, ılıman iklim şartlarının kuzeye doğru
ilerlediğini gösterir (Bond, 1995; Broecker, 1994a, b). Eğer bu varsayım doğruysa,
birbiri ardınca gelişen bütün bu iklimsel değişimlerin, Avrupa’nın karasal ortamlarını
etkilemiş olması gerekir ve bu etki, buz ve polen sondajlarından elde edilen sonuçların
deneştirilmesinde de görülmelidir (Thouveny et al., 1994).
OIS 3 safhasıyla ilgili olarak Avrupa’nın kuzeybatısında yapılan çalışmalarla
oluşturulan polen kayıtları, iklimde ısınmanın etkin olduğu aralıkları ortaya çıkarmıştır
(Şekil 11). Örneğin, Oerel ve Glinde olayları gibi (Behre and Lade, 1986; Behre, 1989).
Bu olaylar, yazıldıkları sıraya göre, günümüzden 58.000 – 54.000 ile 51.000 – 48.000
yıllar öncesi zaman aralıklarında oluşmuşlar (Behre and van der Plicht, 1992) ve La
Grande Pile’de saptanan Goulotte ve Pile aralıklarına karşılık gelirler (Woillard and
Mook, 1982). OIS 3 safhasının erken döneminde, günümüzden 49.000 – 41.000 yıllar
öncesi zaman aralığında sürmüş ılıman iklim koşullarının egemen olduğu bir aralık
saptanmıştır ki, (Moerhoofd; Zagwijn, 1961) bu da, Glinde aralığına karşılık
gelmektedir (Ran, 1990). Ancak bu değerlendirmeler, Behre ve van der Plicht
tarafından (1992) kuşkuyla karşılanmaktadır, çünkü bitki örtüsü dağılımına
bakıldığında, her iki alan arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Ayrıca stratigrafik
konumlamalar görecelidir ve yaşlandırma için kullanılan 14C yöntemi de yaşı 40.000 –
35.000 yıl olan bir malzemenin yaşlandırılması çalışmasında fazla güvenilir sonuçlar
vermeyeceği gibi SPECMAP yaşlandırma sonuçlarıyla da çelişmektedir.
102
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Hollanda’da iklimde ısınmanın görüldüğü diğer aralıklar, Hengelo (39.000 36.000 yıllar) ve Denekamp (32.000 - 28.000 yıllar) aralıklarıdır. (van der Hamen et al.,
1967; Ran and van Huissteden, 1990). La Grande Pile’de, bu aralıklara benzeyen
Charbon ve Grand Bois aralıkları olmakla birlikte, Hollanda’daki aralıklarla
zamandaşlıkları kesinlik kazanmamıştır. Benzer iklimsel değişim aralıkları, Güney
Avrupa’nın, Alplerin kuzey ve güneyinde tanımlanmıştır (e.g.Leroy, 1994), ancak, bu
tanımlamaların başka verilerle de kuvvetlendirilmesi gerekmektedir.
Güney Avrupa’da yapılan çalışmalardan elde edilen uzun polen kayıtları, 14C
yaşlandırma ve tephrokronoloji yöntemlerinin de kullanımıyla bölgelerarası deneştirme
yapılmasını sağlamıştır (e.g.Follieri et al., in press). Bu sayede, diğer bölgelerdeki
malzemeden elde edilen diğer kayıtlarla, karşılaştırmalı polen incelemesi üzerine kurulu
sağlam bir stratigrafi oluşturulabilir. GRIP ve GISP2 buzul sondajları ve Kuzey Avrupa
polen kayıtlarının ortaya koyduğu şiddetli ve ani iklim değişimlerinin deneştirilmesi
(Şekil 11) sayesinde, OIS 3 safhası süresince gelişmiş iklimsel değişimlerin ortamdaki
görünümlerinin ayrıntılı olarak canlandırılması sağlanabilir. Bununla birlikte, Avrupa
buzul ortamının iklimsel ve bitki örtüsü gelişimini ortaya koymak için kronolojik
çalışmaların daha fazla geliştirilmesi gerekmektedir.
OIS 3 safhası içinde 39.000-36.000 yıllar öncesi zaman aralığındaki iklim
karakteri, öncesinde ve sonrasında gelişmiş pek çok ılık iklim aralıklarından birisidir
(Şekil 14). Bu ve benzeri bütün iklim aralıkları hep birlikte, OIS 3 safhası süresince
geçmiş zamanın yarısında etkili olmuşlardır. Safha boyunca, bitki örtüsü dağılımında
görülen değişim miktarı, bu çalışmanın kapsadığı zaman dilimi içinde, kuzey-güney
yönlü olarak gelişmiş en ani değişimlerden birisidir. Kuzey Almanya’daki
çalışmalardan elde edilen polen kayıtları, cüce huş (Betula nana), söğüt (Salix) ve
ardıçla (Juniperus) karakterize edilen bodur tundra örtüsünü gösterir (Behre, 1989).
Hollanda’dan Baltık doğusundaki St. Petersburg’a kadar olan alanda ladin (Picea)
yayılması egemendir (Liivrand, 1991). Fransa’nın doğusunda ve Alplerin önündeki açık
arazide, çam, ladin ve huş ağacı ormanları vardır. Ancak, Alplerin kuzeyine doğru,
geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar bulunmamaktadır (de Bealieu and
Reille1984, 1991a, b; Grüger, 1989; Reille and de Beaulieu,1990). La Grande Pile’de
(Şekil 12) ve Les Echets’de (Guiot et al., 1989) polenler üzerinde yapılan hesaplamalar,
günümüze göre, yıllık ortalama sıcaklığın 4ºC daha düşük olduğunu ve yıllık yağışın da,
günümüz yıllık yağış değerinin 200-400 mm altında yer aldığını ortaya çıkarmıştır
(Şekil 12). La Grande Pile’de bulunan böcek fosilleri, 32.000 yıl önce gelişen Grand
Bois ılımanlaşma olayından hemen önce, ortamda en sıcak aylarda ortalama sıcaklığın
8ºC, en soğuk aylarda -5ºC olduğunu göstermiştir (Ponel, 1995).
Đklimin ılık olduğu aralıklarda, Akdeniz çevresinde, Katalanya bölgesinde
yayılmış bazı meşe ormanları dışında çam ormanları egemendir (Pérez-Obiol and Juliá,
1994). Đspanya’nın güneyinde ise çam ve ardıç yanında, yıl boyunca yaprak dökmeyen
geniş yapraklı meşe ormanları yayılmaktadır (Pons and Reille, 1988). Đtalya’nın orta ve
güney kısımlarında meşe (Quercus), fındık (Corylus), kayın ağacı (Fagus), ıhlamur
(Tilia), karaağaç (Ulmus) ağaçlarından oluşan ormanlar yayılmıştır (Follieri et al., 1988,
in press; Leroy, 1994; Rossignol-Strick and Planchais, 1989; Watts, 1985). Benzer
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
103
yayılım, Yunanistan’ın kuzeyinde de varken (Wijmstra, 1969; Tzedakis, 1994),
güneyinde, yıl boyunca yaprak dökmeyen meşe, çam ve ardıç ormanları bulunmaktaydı.
OIS 3 safhasında, Akdeniz ormanları açıklıklar halinde gelişmiş ormanlardı. Bununla
birlikte, Yunanistan’ın kuzeybatısı ve Đtalya’nın iç kısımlarında, toprak yapısının uygun
ve nemin yeterli olduğu yerlerde sık ağaçlı ormanların varlığı da bulunmuştur.
Yakın Doğu’da yıl boyu yaprak dökmeyen ağaçların oluşturduğu ormanlar,
başlıca, yarı çöl ortamındaki alanların içine doğru yayıldı (van Zeist and Bottema, 1991;
Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995). Kuzeybatı Afrika’nın güneyine doğru yapılan
sondajların yetersiz sayıda olması nedeniyle, ortamın, OIS 4 safhası ve OIS 3 safhasının
erken dönemi boyunca, ortamın iklimini gösteren kanıtlar halen birbirinden kopuk
parçalar halindedir (Şekil 7). Çöl ve yarı çöl ortamlar en geniş sınırlarını
korumaktadırlar ve tropik yağmur ormanları, güneyde, o zamana gelene kadar
gösterdikleri en büyük çekilmeyle en dar alanlarına gerilemişlerdir (Hooghiemstra et al.,
1992). Afrika’nın kuzeydoğusunda tam çöl şartları egemendir ve pluviyal (yağışlı) iklim
şartları ortadan kalkmıştır (Szabo et al., 1995).
Sonsöz
Çalışmamızda verilen bütün bilgi ve tartışmalarda iki temel nokta vurgulanmıştır.
Birincisi, bin yıl ya da daha kısa süreli zaman süreçlerinde değiştikleri görülen eski
ortamlardan kalmış malzemenin incelenmesinden elde edilen kayıtlarla yapılacak
karşılaştırmalı çalışmalar öncesinde, insanlık tarihi üzerine yapılan çalışmaların
kronolojisinin daha da geliştirilmesi yanında, incelenen zaman aralığı boyunca en üst
değerlerin görüldüğü çok kısa süreçler dışında, buzul çağlarında iklimin ortama
etkisinin daha az şiddetli olduğudur.
Đkinci olarak, birkaç yüzyıl ile birkaç bin yıl arası süren iklimsel değişimler ve
aralarındaki keskin geçişler dikkate alınmalıdır. Bu geçişler, buzul ortamının
şekillenmesi yanında, Paleolitik boyunca insan faaliyetlerini yüksek oranda etkilemiş
olmalıdır. Küçük buzul çağı (Grove, 1988) ve günümüzde insan uygarlığının önemli
konularından birisi olan küresel ısınmanın etkileri buna en yakın örneklerdir. Ancak,
belki de insanlığın erken Paleolitik döneminde, avcı ve toplayıcı toplumlar, bu
değişimleri fark etmemiş ya da etkilerini, yavaş süren göçlerle telafi etmiş olabilirler.
Bilgilerimiz daha çok artana kadar, iklimsel değişimlerin bütün bu özellikleri, ortayüksek enlemlerdeki kısa süreli ama etkileri güçlü olaylar ve insan faaliyetlerine etkileri
üzerine yürütülen fikirler spekülasyondan öteye geçmeyecektir.
Esas gayretimiz, çalışmamızın zamansal sınırları içerisinde, Avrupa’nın mekân ve
zaman boyutlarında eski ortamsal manzarasını ve sınırlarını açığa çıkarmaktır.
Çalışmada, insanlığın ve uygarlığın aynı zaman dilimi içinde gelişim gösterdiği diğer
coğrafyalara yer verilmemiştir. Ayrıca, burada değinilmeyen bazı yerel ayrıntılar,
çalışmamızın geniş bakış açısına oranla, örneğin arkeologlar için daha ilgi çekici
olabilir.
Haritalar ikna edici. Varlıklarıyla, önemli bir bilgi boşluğunu dolduruyorlar.
Ancak güvenilirlik dereceleri her okur tarafından aynı ölçüde kabul edilmeyebiliyor.
104
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Haritalar, ortamları hareketsiz gösterir. Haritaların gösterdiği değişimler, birbiri ardınca,
sanki birbirinin devamı değilmiş gibi gelişen ve değişen ortamları gösterir. Aslında
iklimsel değişimler arasındaki geçişler, çok kısa bir zamansal süreye karşılık gelir.
Ancak kabilelerin göç yönünü belirleyen bazı ortamsal güçleri oluşturmuş veya
harekete geçirmiş olabilirler.
KAYNAKLAR
Aitken, M.J., Stringer, C.B. and Mellars, P.A. (eds) (1993). The Origin of Modem Humans and
the Impact of Chronometric Dating. Princeton University Press, Princeton, NJ.
Andersen, B.G. and Mangerud, J. (1989). The last inter-giacial-glacial cycle in Fennoscandia.
Quaternary International, 3-4, 21-29.
Bard, E., Hamelin, B. and Fairbanks, R.G. (1990). U-Th ages obtained by mass spectrometry in
corals from Barbados — sea level during the past 130,000 years. Nature, 346, 456^59.
Bar-Yosef, O. and Kra, R.S. (eds) (1994). Late Quaternary Chronology and Paleoclimates of the
Eastern Mediterranean. Radiocarbon, Tucson, Arizona.
Baumann. K.-H.. Lackschewitz, K.S., Mangerucl, J., Spielhagen, K.F., Wolf-welling, T.C.W..
Henrich, R. and Kassens, H. (1995). Reflection of Scandinavian ice-sheet fluctuations in
Norwegian Sea sediments during the past 150.000 years. Quaternary Research, 43. 185197.
Behl, R.J. and Kennett, J.P. (1996).. Brief interstadial events in the Santa Barbara basin. NE
Pacific, during the past 60 kyr. Nature, 379. 243-246.
Behre. K.-E. (1989). Biostratigraphy of the last glacial period in Europe. Quaternary Science
Reviews, 8, 25-44.
Behre, K.-E. and Lade. U. (1986). Eine Folge von Eem und 4 Weichsel-Interstadialen in
Oerel/Niedersachsen und ihr Vegetationsablauf. Eiszeitalter und Gegenwart, 36, 11-36.
Behre. K.-E. and van der Plicht, J. (1992). Towards an absolute chronology for the last gl a c i a l
period in Europe: Radiocarbon dates from Oerel, northern Germany. Vegetation History
and Archaeobotany, 1, 111-117.
Benda, L. (ed.) (1995). Das Quartdr Deutschlands.Borntraeger, Berlin.
Bender, M., Sowers, T., Dickson, M.-L., Orchardo, J., Grootes, P., Mayewski, P.A. and Meese,
D.A. (1994). Climate correlations between Greenland and Antarctica during the past
100,000 years. Nature, 372. 663-666.
Bennett. K., Tzedakis, P.C. and Willis, K. (1991). Quaternary refugia of north European trees.
Journal of Biogeography, 18. 103—115.
Berger. A.L. (1978). Long-term variations of daily insolation and Quaternary climatic changes.
Journal of Atmospheric Sciences, 16.390-403.
Birks. H.J.B. (1981). The use of pollen analysis in the reconstruction of past climates. ///: Wigley,
T.M.L., Ingram, M.J. and Farmer, G. (eds). Climate and History; Studies in Past Climates
and their Impact on Man, pp. 111-138. Cambridge University Press, Cambridge.
Birks. H.J.B. (1986). Late Quaternary biolic changes in terrestrial and lacustrine environments
with particular reference to north-west Europe. In: Berglund, B.F. (ed.), Handbook of
Holocene Palaeoecology and Palaeohydrology, pp. 3-65. John Wiley, Chichester.
Bloom, A. and Yonekura, N. (1985). Coastal terraces generated by sea-level change and tectonic
uplift. In: Woldenberg, N.J. (ed.). Models in Geomorphohgy, pp. 139-154. Allen and
Unwin, Winchester, MA.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
105
Bond, G.C. (1995). Climate and the Conveyor. Nature, 377, 383-384.
Bond, G.C, Heinrich, H., Broecker, W., Labeyrie, L., McManus, J., Andrews, J.T., Huon, S„
Jantschik, R., Clasen, S., Simet, C, Tedesco, K., Klas, M., Bonani, G. and Ivy, S. (1992).
Evidence for massive discharge of icebergs into the North Atlantic Ocean during the last
glacial period. Nature, 360, 245-249.
Bond, G.C, Broecker, W.D., Johnsen, S., McManus, J., Labeyrie, L., Jouzel, J. and Bonani, G.
(1993). Correlations between climate records from North Atlantic sediments and Greenland
ice. Nature, 365, 143-147.
Bond. G.C. and Lotti. R. (1995). Iceberg discharges into the North Atlantic on millennial
limescales during the last glaciation. Science, 267, 1005-1010.
Broecker, W.S. (1994). Ocean circulation: An unstable super-conveyor. Nature, 367, 414-415.
Broecker. W.S. (1994). Massive iceberg discharges as triggers for global climate change. Nature,
372, 421-424.
Causse. C, Coque. R.. Fontes. J.Ch., Gasse, F. Gibert, E., Ben Oezdou, H. and Zouarie, K. (1989).
Two high levels of continental waters in the southern Tunesian Chotts at about 90 ka and
150 ka. Geology, 17, 922-925.
Chappell, J. and Shackleton, N.J. (1986). Oxygen isotopes and sea level. Nature, 324, 137-140.
Cheddadi, R. and Rossignol-Strick, M. (1995). Eastern Mediterranean Quaternary paleoclimates
from pollen and isotope records of marine cores in the Nile Cone area. Paleoceanography.
10, 291-306.
Chen, J.H., Curran, H.A., White. B. and Wasserburg, G.J. (1991). Precise chronology of the last
interglacial period: 214U/210Th Data from fossil coral reefs in the Bahamas. Bulletin of the
Geological Society of America, 103. 82-97.
CLIMAP Project Members (1976). The surface of the Ice-age earth. Science, 191, 1131-1137.
CLIMAP Project Members (1981). Seasonal reconstructions of the earth's surface at the last
glacial maximum. The Geological Society of America, Map and Chart Series, MC36,
Mclntyre, A. and Cline, R. (eds).
CLIMAP Project Members (1984). The last interglacial ocean. Quaternary Research, 21, 123224.
COHMAP Members (1988). Climatic changes of the last 18.000 years: Observations and model
simulations. Science, 241,1043-1052.
Cornu, S., Patzold, J., Bard, E., Meco, J. and Cuerda-Barcelo, J. (1993). Paleotemperatures of the
last interglacial period based on 8I80 of Strombus bubonius from the western Mediterranean
Sea. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 103, 1-20.
Cortijo, E., Duplessy, J.-C, Labeyrie, L., Leclaire, H., Duprat, J. and van Weering, T.C.E. (1994).
Eemian cooling in the Norwegian Sea and North Atlantic Ocean preceding continental icesheet growth. Nature, 372, 446-449.
Crowley, T.J. (1994). Potential reconciliation of Devils Hole and deepsea Pleistocene
chronologies. Paleoceanography, 9, 1-5.
Crowley, T.J. and Kim, K.-Y. (1994). Milankovitch forcing of the last interglacial sea level.
Science, 265, 1566-1568.
Dansgaard, W., Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dahl-Jensen, D., Gundestrup, N.S., Hammer, C.U.,
Hvidberg, C.S., Sleffensen, J.P., Sveinbjornsdoltir, H., Jouzel, J. and Bond, G. (1993).
Evidence for general instability of past climate from a 250-kyr ice-core record. Nature, 364,
218-220.
106
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Davis, M.B. (1981). Quaternary history and the stability of forest communities. In: West, D.C.,
Shugarth, H.H. and Botkin, B.G. (eds), Forest Succession, pp. 132-177. Springer, Berlin.
de Beaulieu, J.-L., Monjuvent, G. and Nicoud, G. (1991). Chronology of the Wurmian glaciation
in the French Alps: A survey and new hypotheses. In: Frenzel, B. (ed.),
KlimageschichiUche Probleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 435-449. Gustav Fischer,
Stuttgart.
de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1984). A long upper Pleistocene pollen record from Les Echets
near Lyon, France. Boreas, 13, J11—132.
de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1992). Long Pleistocene pollen sequences from the Velay
Plateau (Massif Central, France), 1. Ribains Maar. Vegetation History and Archaeobotany,
1, 223-242.
de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1992). The climatic cycle at Grande Pile (Vosges, France): A
new pollen profile. Quaternary Science Reviews, 11, 431-438.
Donner, J. (1995). The Quaternary of Scandinavia. Cambridge University Press, Cambridge.
Duplessy, J.C., Labeyrie, L. and Blanc, P.L. (1988). Norwegian sea deep water variations over the
last climatic cycle. In: Wanner, H. and Siegel, U. (eds), Long and Short-Term Variability of
Climate, pp. 83—116. Springer, New York.
Dupont, L. (1992). Marine palynology of interglacial-glacial transitions. In: Kukla. G.J. and
Went, E. (eds), Start of a Glacial, pp. 137-155. Springer, Heidelberg.
Dupont, L.M. (1993). Vegetation zones in NW Africa during the Brunhes Chron reconstructed
from marine palynological data. Quaternary Science Reviews, 12, 189-202.
Dupont, L.M. and Beug, H.-J. (1991). Marine palynological studies off NW Africa.
Palaeoecology of Africa and the Surrounding Islands, 22, 135-155.
Edwards, L.R., Chen, J.H., Ku, T.-L. and Wasserburg, G.J. (1987). Precise timing of the last
interglacial period from mass-spectrometric determination of Thorium-230 in corals.
Science, 236, 1547-1553.
Ehlers, J., Gibbard, P.L. and Rose, J. (eds) (1991). Glacial Deposits in Great Britain and Ireland.
Baikema, Rotterdam.
Emontspohl, A.-F. (1995). The northwest European vegetation at the beginning of the
Weichselian glacial (Br0rup and Odderade Interstadials): New data from northern France.
Review of Paleobotany and Palynology, 84, 243-262.
Follieri, M.', Magri, D. and Sador'i, L. (1988). 250,000-year pollen record from Valle di
Castiglione (Roma). Pollen et Spores,30, 329-356.
Follieri, M., Giardini, M., Magri, D. and Sadori, L. (1996). Palynostratigraphy of the last glacial
period in the volcanic region of Central Italy. Quaternary International (in press).
Forsström, L., Aalto, M, Eronen, M. and Gronlund, T. (1988). Stratigraphic Evidence for Eemian
crustal movements and relative sea-level changes in eastern Fennoscandia.
Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 68, 317-335.
Fredoux, A. (1994). Pollen analysis of a deep-sea core in the Gulf of Guinea: Vegetation and
climatic change during the last 225,000 years B.P. Palaeogeography, Palaeoclimatology,
Palaeoecology, 109, 317-330.
Frenzel, B. (1991). Uber einem friihen letzteiszeitlichen Vorstosz des Rheingletschers in das deutsche
Alpenvorland. In: Frenzel, B. (ed.), Kliinageschichtliche Probleme der letzten 130,000
Jahre, pp. 377-399. Gustav Fischer, Stuttgart.
Frenzel, B., Pecsi, M. and Velichko, A.A. (1992). Atlas of Paleoclimates and Paleoenvironments
of the Northern Hemisphere, Une Pleistocene-Holocene. Gustav Fischer, Jena.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
107
Frodeman, R. (1995). Geological reasoning: Geology as an interpretive and historical science.
Bulletin of the Geological Society of America, 107, 960-968.
Fronval, T., Jansen, E., Bloemendal, J. and Johnsen, S. (1995). Evidence for coherent fluctuations in
the Fennoscandian and Laurentide ice sheets on millennial timescales. Nature, 374, 443-446.
Funder, S. (1989). Quaternary geology of the ice-free areas and adjacent shelves of Greenland. In:
Fulton, R.J. (ed.), Quaternary Geology of Canada and Greenland, pp. 743-792. The
Geology of North America K-l. The Geological Society of America, Boulder, Colorado.
Gallup, CD., Edwards, R.L. and Johnson, R.G. (1994). The timing of high sea levels over the past
200,000 years. Science, 263, 796-800.
GRIP (Greenland Ice-core Project) Members (1993). Climate instability during the last interglacial
period recorded in the GRIP ice core. Nature, 364, 203-207.'
Grootes, P.M., Stuiver, M., White, J.W., Johnsen, S. and Jouzel, J. (1993). Comparison of oxygen
isotope records from the G1SP2 and GRIP Greenland ice cores. Nature, 366,552-554.
Gross, H. (1967). Geochronologie des letzten Interglazials im nordlichen Europa mit besonderer
Beriicksichtigung der USSR. Schrifte der Naturwissenschatliche Vereinigung SchleswigHolsteins, 37, 111-125.
Grove, J.M. (1988). The Little Ice Age. Methuen, London.
Grüger, E. (1979). Spatrisz, Risz/Wiirm und fruh-Wiirm am Samerberg in Oberbayern T ein
vegetationsgeschichtlicher Beitrag zur Gliederung des Jungpleistoztins. Geologica
Bavarica, 80, 5-64.
Grüger, E. (1989). Palynostratigraphy of the last interglacial/glacial cycle in Germany.
Quaternary International, 3-4, 69-79.
Guiot, J. (1990). Methodology of the last climatic cycle reconstruction in France from pollen data.
Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 80, 44-69.
Guiot, J., de Beaulieu, J.L., Cheddadi, R., David, F., Ponel, P. and Reille, M. (1993). The climate
in western Europe during the last glacial/interglacial cycle derived from pollen and insect
remains. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 103, 73-94.
Guiot, J., Pons, A., de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1989). A 140,000-year continental climate
reconstruction from two European pollen records. Nature, 338, 309-313.
Haflidason, H., Sejrup, H.P., Klitgaard Kristensen, D. and Johnsen, S. (1995). Coupled response
of the late glacial climatic shifts of northwest Europe reflected in Greenland ice cores:
Evidence from the northern North Sea. Geology, 23, 1059-1062.
Harrison, S.P., Kutzbach, J.E., Prentice, l.C, Behling, P.J. and Sykes, M.T. (1995). The response
of northern hemisphere cxlralropicnl climate and vegetation lo orhilaily induced changes in
insolation during the last iulcrglacialion. Quaternary Research, 43, 174-184.
Hooghiemstra, H., Stalling, H., Agwu, C.O.C. and Dupont, L.M. (1992). Vegetational and
climatic changes at the northern edge of the Sahara, 250,000-5000 yrs B.P.: Evidence from 4
marine pollen records located between Portugal and the Canaries Islands. Review of
Palaeobotany and Palynology, 74, 1-54.
Huntley, B. and Birks, H.J.B. (1983). An Atlas of Past and Present Pollen Maps for Europe: 013,000 years ago. Cambridge University Press, Cambridge.
Huntley, B. and Webb III, T. (1989). Migration: Species' response to climatic variations caused
by changes in the earth's orbit. Journal of Biogeography, 16, 5-19.
Imbrie, J., Hays, J.D., Martinson, D.G., Mclntyre, A.C., Mix, A.C., Morley, J.J., Pisias, N.G.,
Prell, W.L. and Shackleton, N.J. (1984). The orbital theory of Pleistocene climate: Support
from a revised chronology of the marine S180 record. In: Berger, A.L., Imbrie, J., Hays,
108
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
J.D., Kukla, G.J. and Saltzman, B. (eds), Milankovitch and Climate, pp. 269-306. Reidel,
Dordrecht.
Ivanova, E.V. (1985). Late Quaternary biostratigraphy and paleotemperatures of the Red Sea and
Gulf of Aden based on planktonic Foraminifera and Pteropods. Marine
Micropalaeontology, 9, 335-364.
Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dansgaard, W., Fuhrer, K., Gundestrup, N., Hammer, C.U., Iversen,
P., Jouzel, J., Stauffer, B. and Steffensen, J.P. (1992). Irregular glacial interstadials recorded
in a New Greenland ice core. Nature, 359,311-313.
Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dansgaard, W., Gundestrup, N.S., Hammer, C.U. and Tauber, H.
(1995). The Eemian stable isotope record along the GRIP ice core and its interpretation.
Quaternary Research, 43, 117-124.
Kaufman, A. (1986). The distribution of ""Th/^U ages in corals and the number of last
interglacial highstands. Quaternary Research, 25, 55-62.
Keffer, T., Martinson, D.G. and Corliss, B.M. (1988). The position of the Gulf Stream during
Quaternary glacialions. Science, 241, 440-442.
Keigwin, L.D., Curry, W.B., Lehman, S.J. and Johnsen, S.J. (1994). The role of the deep ocean in
North Atlantic climate change between 70 and 130 kyr ago. Nature, 371, 323-326.
Koerner, R.M. (1989). Ice core evidence for extensive melting of the Greenland ice sheet in the
last interglacial. Science, 244, 964-968.
Kotilainen, A.T. and Shackleton, N.J. (1995). Rapid climatic variability in the North Pacific
Ocean during the past 95,000 years. Nature, 377, 323-326.
Ku, T.L., Ivanovich, M. and Luo, S. (1990). U-series dating of last interglacial high sea stands:
Barbados revisited. Quaternary Research, 33, 129-147.
Kutzbach, J.E. (1987). The changing pulse of the monsoon. In: Fein, J.S. and Stephens, P.L.
(eds), Monsoons, pp. 247-268. John Wiley, New York.
Kutzbach, J.E. and Gallimore, R.G. (1988). Sensitivity of a coupled atmosphere/mixed layer
model to changes in orbital forcing at 90(H) years B.P. Journal of Geophysical Research,
93,803-821.
Kutzbach, J.E. and Street-Perrott, J.A. (1985). Milankovitch forcing of fluctuations in the level of
tropical lakes from 18 to 0 kyr B.P. Nature, 317, 130-134.
Lambeck, K. (1995). Late Pleistocene and Holocene sea-level change in Greece and southern
Turkey: A separation of custatic. isosliilic iincl lectonic contributions. Geophysical Journal
International. 122. 1022-1044.
Lambeck. K. unci Nakada, M. (1992). Constraints on the age and duration of the last interglacial
period and on sea-level variations. Nature. 357, 125-128.
Larsen, E., Sejrup, H.P., Johnsen, S.J. and Knudsen, K.L. (1995). Do Greenland ice cores reJlecl
NW European interglacial climate variation?. Quaternary Research, 43, 125-132.
Leroy, S.A.G. (1994). The last glacial-interstadial periods of the Vico Maar Sequence (Latium,
Italy) by palynology in the scope of the long continental sequences and the ice cores. Terra
Nostra. 1.94. 104-110.
Lezine. A.M. and Casanova. J. (1991). Correlated oceanic and continental records demonstrate
past climate and hydrology of North Africa (0-140 ka). Geology. 19, 307-310.
Liivrand. E. (1991). Biostratigraphy of the Pleistocene Deposits in Estonia and Correlations in
the. Baltic Region. University of Stockholm, Department of Quaternary Geology, Report
19, Stockholm.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
109
Locke. S.M. and Thunell, R.C. (1988). Paleoceanographic record of the last glacial/interglacial
cycle in the Red Sea and Gulf of Aden. Palaeogeography, Palaeoclimatology,
Palaeoecofogy, 64, 163-187.
Lundqvist. J. (1971). The interglacial deposit at Leveaniemi mine, Svappavaara. Swedish
Lapland. Sveriges Geologiska Undersokning, C-658, 1-163.
MacAyeal, D.R. (1993). Growth/purge oscillations of the Laurentide icesheet as a cause of the
North Atlantic Heinrich events. Paleoceanography, 8, 775-784.
Mangerud, J. (1989). Correlation of the Eemian and Weichselian with deep-sea oxygen isotope
stratigraphy. Quaternary International, 3-4, 1—4.
Mangerud, J. (1991a). The Scandinavian ice sheet through the last interglacial/glacial cycle. In:
Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 307-330.
Gustav Fischer, Stuttgart.
Mangerud, J. (1991b). The last interglacial/glacial cycle in northern Europe. In: Shane, L. and
Cushing, E. (eds), Quaternary Landscapes, pp. 38-75. University of Minnesota Press,
Minneapolis.
Mangerud, J., Søstegaard, E. and Sejrup, H.P. (1979). Correlation of the Eemian (interglacial)
stage and the deep-sea oxygen isotope stratigraphy. Nature. 277, 189-192.
Mangerud, J., Søstegaard, E., Sejrup. H.P. and Haldorsen, S. (1981). A continuous Eemian-early
Weichselian sequence containing pollen and marine fossils at Fj0sanger, western Norway.
Boreas, 10, 137-208.
Martinson, D.. Pisias, N.G., Hays, J.D., Imbrie, J., Moore, T.C., Jr. and Shackleton, N.J. (1987).
Age dating and the orbital theory of the Ice Ages: Development of a high-resolution 0300,000 Year chronostratigraphy. Quaternary Research, 27, 1-29.
McManus, J.F., Bond, G.C., Broecker, W.S., Johnsen, S., Labeyrie, L. and Higgins, S. (1994).
High-resolution climate records from the North Atlantic during the last interglacial. Nature,
371, 326-329.
Mellars, P.A., Aitken, M.J. and Stringer, C.B. (1993). Outlining the problem, hi: Aitken, M.J.,
Stringer, C.B. and Mellars, P. A. (eds), The Origin of Modern Humans and the Impact of
Chronometric Dating, pp. 3-fII. Princeton University Press, Princeton, New Jersey.
Menke, B. (1991). Zur stratigraphischen Stellung der iiltesten VVeichsel Moriinen in uSchlcswig
Holstein. //;: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre. pp.
343-352. Gustav Fischer, Stuttgart.
Miller, G. and Mangerud, J. (1986). Aminostratigraphy of European marine interglacial deposits.
Quaternary Science Reviews, 4, 215-278.
Mix. A.C. and Ruddiman, W.F. (1984). Oxygen-isotope analyses and Pleistocene ice volumes.
Quaternary Research, 21, 1-20.
Mojski, J.E. (1991). The main Vistulian glacial events in Poland. In: Frenzel, B. (ed.),
Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 353-362. Gustav Fischer,
Stuttgart.
Muerdter, D.R.. Kenneit, J.P. and Thunell, R.C. (1984). Late Quaternary sapropel sediments in
the Eastern Mediterranean Sea: Faunal variation and chronology. Quaternary Research, 21,
385-403.
Müller, H. (1974). Pollen-analytische Untersuchungen und Jahreschichlenzahlungen an der Eemzeitlichen Kieselgur von Bisplingen/Luhe. Geologisches Jahrbuch, A21, I 149-169.
Nilsson, T. (1983). The Pleistocene: Geology and Life in the Quaternary Age. Reidel, London.
110
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Peel, D.A. (1995). Ice cores: profiles of the past. Nature. 378, 234-235.
Pérez-Obiol. R. and Julia, R. (1994). Climatic change on the | Iberian Peninsula recorded in a
30,000-year pollen record from Lake Banyoles. Quaternary Research, 41, 91-97.
Peterson, G.M., Webb HI, T., Kutzbach, J.E., van der Hammen, T., Wijmstra, T.A. and Street,
FA. (1979). The continental record of environmental conditions at 18,000 yr B.P.: An initial
evaluation. Quaternary Research, 12,47-82.
Phillips. L. (1974). Vegetational history of the Ipswichian/Eemian interglacial in Britain
and continental Europe. New Phytologist, 73, 589-604.
Picket, J.W., Thompson, C.H., Kelly, R.A. and Roman, D. (1985). Evidence of high sea level
during Isotope Stage 5c in Queensland, Australia. Quaternary Research. 24, 103-114.
Pirazzoli, P.A. and Pluet, J. (1991). World Atlas of Holocene Sea-Level Changes. Elsevier,
Amsterdam.
Pokras, A.M. and Mix, A.C. (1985). Eolian evidence for spatial variability of late Quaternary
climates in tropical Africa. Quaternary Research, 24, 137-149.
Ponel, P. (1995). Rissian, Eemian and Wiirmian coleoptera assemblages from the Grande Pile
(Vosges, France). Palaeogeography, Palaeoclimatology. Palaeoecology, 114, 1-41.
Pons, A. and Reille, M. (1988). The Holocene and upper Pleistocene pollen record from Padul
(Granada, Spain): A new stud)'. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 66,
243-263.
Prell, W.L. (1984). Monsoonal climate of the Arabian Sea during the late Quaternary: A response
to changing solar radiation. In: Berger, A.L., Imbrie, J., Hays, J.C., Kukla, G.J. and I
Saltzman, B. (eds), Milankovitch and Climate, pp. 349-366. Reidel, Hingham, MA.
Prell, W.L. and Kutzbach, J.E. (1987). Monsoon variability over the past 150,000 years. Journal
of Geophysical Research, 92,8411-8425.
Prell, W.L. and van Campo, E. (1986). Coherent response of Arabian Sea upwelltng and pollen
transport to late Quaternary monsoonal winds. Nature, 323, 526-528.
Ran, E.T.N. (1990). Dynamics of vegetation and environment during the Middle PlenigJacial in
the Dinkel Valley (the Netherlands). Mededelingen van de Rijks Geologische Dienst, 44,
141-199.
Ran. E.T.H. and van Huissteden, J. (1990). The Dinkel Valley in the Middle PlenigJacial:
Dynamics of a tundra river system. Mededelingen van de Rijks Geologische Dienst, 44,
209-220.
Reille, M. and de Beaulieu, J.L. (1990). Pollen analysis of a long upper Pleistocene continental
sequence in a Velay Maar (Massif Central, France). Palaeogeography, Palaeo-clittuitology. Palaeoecology, 80, 35-48.
Reille. M.. Guiot, J. and de Beaulieu. J.-L. (1992). The Montaigu Event: An abrupt climatic
change during the early Wiirm in Europe. In: Kukla. G.J. and Went, E. (eds), Start of a
Glacial, pp. 85-95: NATO ASI Series 13. Springer. Berlin.
Richards, D.A., Smart, P.I.. and Edwards. R.L. (1994). Maximum sea levels for the last glacial
period from U-series ages of submerged speleothems. Nature, 367, 357-360.
Rohling, E.J. (1994). Glacial conditions in the Red Sea. Paleoceanography, 9, 653-660.
Rohling, E.J. (1994). Review and new aspects concerning the formation of eastern Mediterranean
sapropels. Marine Geology, 122, 1-28.
Rohling, E.J. and Hilgen, F.J. (1991). The eastern Mediterranean climate at times of* sapropel
formation: A review. Geologic en Mijnbouw, 70, 253-264.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
111
Rossignol-Strick, M. (1983). African monsoons and immediate climate response to orbital
insolation. Nature, 304, 46-49.
Rossignol-Strick, M. and Planchais, N. (1989). Climate patterns revealed by pollen and oxygen
isotope records of a Tyrrhenian Sea Core. Nature, 342, 413-416.
Schlüchter, C. (1991). Fazies und Chronologie des Letzteiszeitlichen Eisaufbaus im Alpenvorland
der Schweiz. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Pwbleme der letzten 130,000 Jahre,
pp. 401-408. Gustav Fischer, Stuttgart.
Shackleton, J.C., van Andei, T.H. and Runnels, C.N. (1984). Coastal paleogeography of central
and western Mediterranean during the last 125,000 years and its archaeological implications.
Journal of Field Archaeology, 11, 307-314.
Shackleton, N.J. (1987). Oxygen isotopes, ice volume and sea level. Quaternary Science Reviews,
6, 183-190.
Smart, RL. and Richards, D.A. (1992). Age estimates for the late Quaternary high sea-stands.
Quaternary Science Reviews, 11,687-696.
Smit, A. and Wijmstra, T.A. (1970). Application of transmission electron microscope analysis to
the reconstruction of former vegetation. Pollen et Spores, 13, 615-621.
Stirling, C.H., Esat, T.M., McCulloch, M.T. and Lambeck, K. (1995). High-precision U-series
dating of corals from western Australia and implications for the timing and duration of the
last interglacial. Earth and Planetary Science Letters, 135, 115-130.
Strand-Petersen, K. and Kronborg, C. (1991). Late Pleistocene history of the inland glaciation in
Denmark. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Pwbleme der letzten 130,000 Jahre, pp.
331-342. Gustav Fischer, Stuttgart.
Streif, H.-J. (1991). Zum Ausmasz und Ablauf eustatischer Meeresspiegelschwankungen im
siidlichen Nordseegebiet seit Beginn des Letzten Interglazials. In: Frenzel, B. (ed.),
Klimageschichtliche Probleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 231-250. Gustav Fischer,
Stuttgart.
Sutherland, D.G. and Gordon, D.E. (1993). The Quaternary in Scotland. In: Gordon, D.E. and
Sutherland, D.G. (eds), Quaternary of Scotland, pp. 11-48. Chapman and Hall, London.
Szabo, B.J., Haynes, C.V. and Maxwell, T.A. (1995). Ages of Quaternary pluvial episodes
determined by Uranium series and radiocarbon dating of lacustrine deposits of eastern
Sahara. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoeco-logy, 113, 217-220.
Thiede, J. (1978). A glacial Mediterranean. Nature, 276, 680-683.
Thiede, J. (1980). The late Quaternary marine paleo-environ-ment between Europe and Africa.
Palaeoecology of Africa and Surrounding Islands, 12, 213-225.
Thouveny, N., de Beaulieu, J.-L., Bonifay, E., Creer, K.M., Guiot, J., Icole, M., Johnsen, S.,
Jouzel, J., Reille, ML, Williams, T. and Williamson, D. (1994). Climate variations in
Europe over the past 140 kyr deduced from rock magnetism. Nature, 371, 503-508.
Thunell, R.C. (1979). Eastern Mediterranean Sea during the last glacial maximum: An 18,000 yrs
BP reconstruction. Quaternary Research, 11, 353-372.
Thunell, R.C. and Mortyn, P.G. (1995). Glacial climate instability in the northeast Pacific Ocean.
Nature, 376, 504-506.
Thunell, R.C. and Williams, D.F. (1983). Paleotemperature and paleosalinity history of the eastern
Mediterranean during the late Quaternary. Palaeogeography, Palaeoclimatology,
Palaeoecology, 44, 23-39.
Thunell, R.C. and Williams, D.F. (1989). Glacial-Holocene salinity changes in the Mediterranean
Sea: Hydrographic and depositional effects. Nature, 338, 493-496.
112
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Troelstra. S.R., van Hinte, J.E. and Ganssen, G.M. (eds). 1996. The Younger Dryas. Koninklijke
Nederlandse Akademie van Wetenschappen, Verhandeling van de Afdeling Natuurkundc,
Vol. 44, Amsterdam.
Turon, J.L. (1984). Direct land/sea correlations in the last interglacial complex. Nature, 309-,
673-676.
Tzedakis, P.C. (1993). Long-term tree populations in northwest Greece through multiple
Quaternary climate cycles. Nature, 364, 437-440.
Tzedakis, P.C. (1994). Vegetation change through glacial-inter-glacial cycles: A long pollen
sequence perspective. Philosophical Transactions of the Royal Society of London, B345,
403-432.
Tzedakis, P.C, Bennett, K.D. and Magri, M. (1994). Climate and the pollen record. Nature, 370,
513.
van Andel, T.H. (1989). Late Quaternary sea-level changes and archaeology. Antiquity, 63, 733745.
van Andel, T.H. (1989). Late Pleistocene changing sealevel and the human exploitation of the
shore and shelf of southern South Africa. Journal of Field Archaeology, 16, 133-155.
van Campo, E., Duplessy, J.-C. and Rossignol-Strick, M. (1982). Climatic conditions deduced from
a 150-kyr oxygen isotope-pollen record from the Arabian Sea. Nature, 296, 56-59.
van der Hammen, T., Maarleveld, G.C., Vogel, J.C. and Zagwijn, W.H. (1967). Stratigraphy,
climatic succession and radiocarbon dating of the last glacial in the Netherlands. Geologie
en Mijnbouw, 46, 74-95.
van Vliet-Lanoe\ B. (1989). Dynamics and extent of the Weichselian permafrost in Western
Europe (Substage 5E to Stage 1). Quaternaty International, 3-4, 109-113.
van Zeist, W. and Bottema, S. (1991). Late Quaternary Vegetation of the Near East. Ludwig
Reichert, Wiesbaden.
Watts, W.A. (1985). A long pollen record from Laghi di Monticchio, southern Italy: A
preliminary account. Journal of the Geological Society of London, 142, 491-499.
Webb III, T. (1986). Is the vegetation in equilibrium with climate? How to interpret lateQuaternary pollen data. Vegetatio, 67, 75-91.
Webb III, T. (1988). Eastern North America. In: Huntley, B. and Webb II, T. (eds), Handbook of
Vegetation Science 7: Vegetation History, pp. 385-414.
Wendorf, F., Schild, R., Close, A.E., Schwarcz, H.P., Miller, G.H., Grtin, R., Bluszcs, A., Stokes,
S., Morawska, L., Huxtable, J., Lundberg, J., Hill, C.L. and McKinney, C. (1994). A
chronology for the Middle and Late Pleistocene wet episodes in the eastern Sahara. In: BarYosef, O. and Kra, R. (eds), Late Quaternary Chronology and Paleoclimates of the Eastern
Mediterranean, pp. 147-168. Radiocarbon, Tucson, Arizona.
Wijmstra, T.A. (1969). Palynology of the first 30 metres of a 120m deep section in northern
Greece (Macedonia). Acta Botanica Neerlandica, 25, 297-312.
Wijmstra, T.A. and Smit, A. (1976). Palynology of the middle part of the 120m-deep section in
northern Greece (Macedonia). Acta Botanica Neerlandica, 25, 297-312.
Woillard, G.M. (1978). Grande Pile peat bog: A continuous pollen record for the last 140,000
years. Quaternary Research, 9, 1-21.
Woillard, G.M. and Mook, W.G. (1982). Carbon-14 dates at Grande Pile: Correlation of land and
sea chronologies. Science,US, 159-161.
BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ
113
Wright, Jr., H.E., Kutzbach, J.E., Webb 111, T, Ruddiman, W.F., Street-Perron, F.R. and Bartlein,
P.J. (eds) (1993). Global Climates since the Last Glacial Maximum. University of
Minnesota Press, Minneapolis.
Zagwijn, W.H. (1961). Vegetation, climate and radiocarbon dat-ings in the late Pleistocene of the
Netherlands: Part I. Ee mi an and early Weichselian. Mededelingen van de Geologische
Stichting, Nieuwe Serie, 14, 15-45.
Zagwijn. W.H. (1983). Sea-level changes in the Netherlands during the Eemian. Geologic en
Mijnbouw, 62. 437-450.
Zans. V. (1936). Das letztinterglaziale Portlandia-Meer des Balticums. Bulletin de la Commission
Geologique Finlande. 115, 231-250.
114
T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
Cilt: ŞEKLĐ
8, No:1 OLARAK
(Yıl: 2009), s.115-138
BĐR TASARRUF
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ
TĐCARETĐNDE YAPISAL DEĞĐŞĐMLER OLDU MU?
Dilek TEMĐZ∗
Özet
Bu çalışmada, 1992:1-2007:3 döneminde, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net
ihracatı üzerindeki etkisi”, kurulan ampirik bir model ile ekonometrik yöntemler
kullanılarak test edilmektedir. Bu etkinin varlığının ampirik olarak araştırılmasının
yanı sıra, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği statik ve dinamik
etkileri ortaya koyabilmek adına Türkiye’ye ait dış ticaret rakamları değerlendirilmekte
ve ayrıca literatürde yer alan Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerine etkileri
konusunda yapılmış diğer çalışmalara da yer verilmektedir.
Bu çalışmada kullanılan veriler, Türkiye Đstatistik Kurumu (TÜĐK), Devlet
Planlama Teşkilatı (DPT) ve T.C. Merkez Bankası (TCMB) Elektronik Veri Dağıtım
Sistemi (EVDS) internet sitesinden temin edilmiştir.
Đlk olarak, çalışmada kullanılan değişkenlerin birim köke sahip olup olmadıkları
Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron birim kök testleriyle sınanmış ve
değişkenlerin seviyelerinde durağan olmamakla birlikte birinci farklarında durağan
hale geldikleri görülmüştür. Daha sonra, durağan serilerle kurulan ampirik modele,
Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılına bir kukla değişken konularak En
Küçük Kareler (EKK) yöntemi uygulanmış ve yapılan tahmin sonucunda, “GB’nin
Türkiye’nin net ihracatını etkilediği” sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye ile AB arasındaki
dış ticaret rakamları, EKK tahmininde elde edilen bu sonuçla birlikte
değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği sonrasında ticaret hacminde bir artış olmasının
yanı sıra net ihracatta da bir düşüş gözlendiği görülmüştür.
Anahtar Kelimeler: Gümrük Birliği, Net Đhracat, En Küçük Kareler (EKK).
Dr, Çankaya Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslar arası Ticaret Bölümü
Öğretim Görevlisi
∗
116
DĐLEK TEMĐZ
Abstract
In this study, the effects of Customs Union on Turkey’s net exports are tested with
the help of the empirical model by using econometric techniques for the period 1992:12007:3. Besides, in order to investigate the existence of this effect, the static and
dynamic effects of Customs Union on Turkish economy have been put in place. To be
able to do it, Turkey’s foreign trade figures are evaluated. In addition, the other works
in the literature related to the effects of Customs Union on Turkish economy are
examined.
The data used in this study were obtained from the websites of the Turkish
Statistical Institute, State Planning Organization of the Prime Ministry of the Republic
of Turkey and Central Bank of the Republic of Turkey.
First, stationary of the variables has been investigated by using Augmented
Dickey-Fuller and Phillips-Perron unit root tests. The results point to the presence of
unit roots in series. However, when the first differences of the variables are considered,
their first difference is found to be stationary. The next step involves applying Least
Squares Method for the empirical model with dummy variable. Dummy variable is used
for the year 1996 that is the initiating year of the Customs Union. Thus, the results of
least squares imply that Customs Union affects Turkey’s net exports. Foreign trade
figures between Turkey and the EU are assessed with the estimation results of least
squares indicating that after the Customs Union agreement initiated, the trade volume
has increased and net exports have decreased.
Keywords: Customs Union, Net Exports, Least Squares Method.
Giriş
Gümrük Birliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik
ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Türkiye ile uygulanan Gümrük
Birliği, AB tarihinde ilk kez tam üye olmayan bir ülkeye uygulanmaya başlanmıştır.
Aynı zamanda, AB ile bir üçüncü ülke arasında bugüne kadar gerçekleştirilmiş en derin
ticari bütünleşme örneğidir.
Bölgesel ekonomik bütünleşmelerin en yaygın türlerinden olan Gümrük Birliği’nin
en önemli özelliği, üyeler arasında her türlü tarife ve kotaların kaldırılması ve dışarıya
karşı ortak bir tarife oranı uygulanmaya başlanarak, ortak ticaret politikalarının
benimsenmesidir.
Gümrük Birliği (GB)’nin çerçevesi 1963 yılında yürürlüğe giren Ankara
Anlaşması ile çizilmiştir. Anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihi itibariyle
hazırlık dönemi olarak adlandırılan dönem başlamıştır. Toplulukla Türkiye arasındaki
ekonomik farklılıkları azaltmaya yönelik olan bu süreçte, Türkiye herhangi bir
yükümlülük üstlenmemiştir. Ancak, Topluluk 1971 yılında, Türkiye’den ithal ettiği bazı
petrol ve tekstil ürünleri dışında, sanayi mamullerine uyguladığı gümrük vergilerini ve
miktar kısıtlamalarını tek taraflı olarak sıfırlamıştır.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
117
1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile hazırlık dönemi sona
ermiş ve geçiş dönemi olarak adlandırılan dönem başlamıştır. Bu dönemde Türkiye’nin
geçiş süresi dahilinde Topluluk’tan ithal ettiği sanayi ürünlerinde gümrüklerini ortak
gümrük tarifesi hadlerine indirmesi hükme bağlanmıştır. Yatırımların teşvik edilmesi
amacıyla Türkiye 1980’li yıllardan itibaren yatırım malları ithalatında gümrüklerini
sıfırlamıştır. Dolayısıyla, AB’den ithal edilen yatırım mallarına da gümrük
uygulanmamıştır.
6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi Kararı ile 22 yıl süren geçiş dönemi
tamamlanmış, taraflar GB’nin kurulması için gerekli koşulların oluştuğuna karar
vermişler ve böylece 1 Ocak 1996 tarihi itibariyle Türkiye-AB arasındaki GB
tamamlanmıştır. Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin almış olduğu Gümrük Birliği kararı,
Türkiye ekonomisinin 1980’li yıllardaki liberalizasyonundan sonra, ekonominin
tamamını etkileyen en önemli gelişmedir denilebilir.
Bu çalışma toplam beş bölümden oluşmaktadır. Girişi izleyen ikinci bölümde,
Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri statik ve dinamik etkiler
olarak, Türkiye’ye ait dış ticaret rakamları değerlendirilerek incelenmekte, üçüncü
bölümde literatürde yer alan GB-Türkiye ilişkisi üzerine yapılan çalışmalara yer
verilmektedir. Dördüncü bölümde, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine
etkisinin ekonometrik analizi yapılmakta, son bölüm ise sonuç kısmını oluşturmaktadır.
Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri
Gümrük Birliği'nin ekonomik etkileri temelde kaynak dağılımı üzerinde görülür.
Ülke ekonomisi üzerindeki bu etkileri statik ve dinamik etkiler olmak üzere ikiye
ayırarak incelemek mümkündür. Statik etkiler GB’nin milli gelir üzerindeki bir defalık
etkisidir. Dinamik etkiler ise milli gelirin büyüme hızı üzerinde kendini gösterir.
Yürürlüğe girdiği 01.01.1996 tarihinden itibaren GB’nin, mikro düzeyde işletmeleri,
makro düzeyde ise genel ekonomik yapıyı etkilediği görülmektedir. Bu bölümde,
GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği bu etkileri Türkiye’ye ait dış
ticaret rakamları değerlendirilerek ortaya konmaya çalışılmaktadır.
Statik Etkiler
GB’nin statik etkileri, teknoloji ve ekonomik yapı değişmeksizin, birlik içinde
kaynakların yeniden dağılımı şeklinde ortaya çıkan etkileri içerir. GB oluşumundan
sonra bir kerede oraya çıkacak etkileri açıklamak için kullanılmaktadır. Örneğin,
bütünleşme sonrası dış ticaret hadlerinde ki artış ya da azalışların incelenmesini kapsar1.
Burada, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki statik etkileri üretim etkisi (ticaret
yaratıcı etki, ticaret saptırıcı etki), tüketim etkisi, ticaret hadlerine etkisi ve kamu
gelirleri etkisi olarak incelenmektedir.
1
Muhsin Kar ve Harun Arıkan, Avrupa Birliği Ortak Politikaları ve Türkiye, Beta Yayınları,
Đstanbul, 2003.
118
DĐLEK TEMĐZ
Üretim Etkisi
Ticaret Yaratıcı Etki
Ticaret yaratıcı etki, pahalı yerli üretimin diğer üyeden gelen ucuz ithalatla ikame
edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu etki, pahalı yerli üretimde kullanılan kaynakların
daha verimli alanlara aktarılmasını sağlamaktadır2. Ticaret yaratma bir anlamda refahı
artırır denilebilir.
Gümrük Birliği’ne üye ülkeler arasında ticarette uygulanan tarife ve kotaların
kaldırılması sonucunda, ticarete konu olan malların fiyatı düşer. Birlik içinde ticaret
yaratılmasına bağlı olarak birlik üyeleri, daha ucuz kaynaktan daha fazla tüketim yapma
imkanına kavuşurlar. Böylece üyeler arasındaki ticaret hacmi yükselir. Ticaret yaratıcı
etki Tablo 1 yardımıyla açıklanabilir.
Tablo 1: Dış Ticarete Ait Temel Göstergeler (Milyon $)
Genel
Avrupa Birliği
Dış
Dış
Ticaret Ticaret
Yıllar Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi
Đthalatın
Đhracatı
Karşılama
Oranı
Avrupa Birliği’nin Payı
(%)
Dış
Dış
Ticaret Ticaret
Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đhracat Đthalat Hacim
1993
15.345
29.428 -14.083 44.773
52,1
7.289
10.950 -3.661
18.239
47,5
37,2
40,7
1994
18.106
23.270
41.376
77,8
8.269
10.279 -2.010
18.548
45,7
44,2
44,8
1995
21.637
35.709 -14.072 57.346
60,6
11.078 16.760 -5.682
27.838
51,2
46,9
48,5
1996
23.224
43.627 -20.402 66.851
53,2
11.548 23.138 -11.590 34.686
49,7
53,0
51,9
1997
26.261
48.559 -22.298 74.820
Genel
54,1
12.248 24.870 -12.622 37.118
46,6
51,2
49,6
Avrupa Birliği
Avrupa Birliği’nin Payı
(%)
-5.164
Dış
Dış
Ticaret Ticaret
Yıllar Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi
Đthalatın
Đhracatı
Karşılama
Oranı
Dış
Dış
Ticaret Ticaret
Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đhracat Đthalat Hacim
1998
26.974
45.921 -18.947 72.895
58,7
13.498 24.075 -10.577 37.573
50,0
52,4
51,5
1999
26.587
40.671 -14.084 67.258
65,4
14.333 21.419 -7.086
35.752
53,9
52,7
53,2
2000
27.775
54.503 -26.728 82.278
51,0
14.352 26.388 -12.036 40.740
51,7
48,4
49,5
2001
31.334
41.399 -10.065 72.733
75,7
16.118 18.280 -2.162
34.398
51,4
44,2
47,3
2002
36.059
51.554 -15.495 87.613
69,9
18.059 23.124 -5.065
41.183
50,1
44,9
47,0
2003
47.253
69.340 -22.087 116.593
68,1
24.484 31.695 -7.211
56.179
51,8
45,7
48,2
2004
63.167
97.540 -34.373 160.707
64,8
34.310 48.103 -13.793 82.413
54,3
49,3
51,3
2005
73.476 116.774 -43.298 190.250
62,9
41.365 52.696 -11.331 94.061
56,3
45,1
49,4
2006
85.535 139.576 -54.041 225.111
61,3
47.935 59.401 -11.466 107.336
56,0
42,6
47,7
2007 107.272 170.063 -62.791 277.335
63,1
60.405 68.590 -8.185 128.995
56,3
40,3
46,5
Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, 2008 Aralık.
2
Jacob Viner, The Customs Union Issue, Londra, Stevens & Sons Ltd, 1950.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
119
Tablo 1’e göre, 1995 yılında ihracatın 21.637 milyon $ iken, 2007 yılında 107.272
milyon $’a; ithalatın ise 35.709 milyon $’dan 170.063 milyon $’a yükseldiği
görülmektedir. 1995 yılında 14.072 milyon $ olan dış ticaret açığı, 2005 yılında 43.298
milyon $’a, 2007 yılında ise 62.791 milyon $’a yükselmiştir. Dış ticaret hacmi, 1995’te
57.346 milyon $’dan, 2007’de 277.335 milyon $’a çıkmıştır. Đthalatın ihracatı karşılama
oranı, 1995’te % 60.6 iken, 2001’de %75.5 ile en yüksek seviyesine çıkmış, 2006’ya
kadar azalış trendine girmiş ve 2006’da %61.3’e ulaşmıştır. Bu oran, 2007’de %63.1’e
yükselmiştir. 2008’de ise artışın devam ederek ithalatın ihracatı karşılama oranının
%65.4 olması beklenmektedir3.
Türkiye’nin dışa açılma atılımını yaptığı 1980-1995 GB öncesi dönemde,
Türkiye’nin ihracatı yılda ortalama %15 artarken, AB’ye olan ihracat da %16 oranında
artmış, Türkiye’nin ithalatı ise %12 artarken, AB’den ithalatımız %15 oranında
artmıştır. Sonuç olarak, Türkiye’nin AB ile ticareti 1980’den sonra genel dış ticaretine
tamamen paralel bir seyir izlemiştir. 1980 yılında %46 oranında bir açık veren
Türkiye’nin dış ticaret dengesi, 1985 yılında %17.5’e gerilemiş, daha sonra inişli çıkışlı
bir dönem geçirmiş ve Gümrük Birliği öncesi %25 seviyesine ulaşmıştır. Aynı dönemde
AB ile olan ticaret açığımız %29 iken %9.7’e gerilemiş daha sonra GB öncesi %20
seviyesine çıkmıştır4. Tablo 1’ e göre, Türkiye’nin GB öncesinde en önemli dış ticaret
ortağı olan AB’nin, GB’nin tamamlanmasından sonra da bu niteliğini koruduğu
görülmektedir.
Ancak 1993-1995 yıllarında AB’nin toplam dış ticaret hacmindeki ortalama %45
olan payının 1996-2000 döneminde ortalama %51 düzeyine yükseldiği ortaya
çıkmaktadır. 2001–2007 döneminde ise bu oran ortalama %48 düzeyine gerilemiştir. Bu
düşüşün temelinde 2001 yılındaki ekonomik krizin ithalatımızı düşürücü etkisi vardır
denilebilir.
GB’nin gerçekleştirilmesinden itibaren geçen süre zarfında, AB’ye yaptığımız
ihracat AB’den gerçekleştirdiğimiz ithalattan daha hızlı artmış, bunun sonucu AB ile
ticarette ihracatın ithalatı karşılama oranı 1995 de %66.1 iken 2007 yılı sonunda %88.1
seviyelerine yükselmiştir (Tablo 1).
Tablo 1’e göre, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları
değerlendirildiğinde, Türkiye’nin AB’ye ihracatında sürekli bir artış kaydedilmesine
rağmen, GB sonrasında ticaretin, ithalat lehine bir dağılım gösterdiği görülmektedir. Bu
verilere göre, GB’nin ticaret yaratıcı etkisinin birlik lehine olduğunu, çünkü Türkiye
aleyhine ortaya çıkan bu etkide ithalatın ihracattan daha büyük bir paya sahip olduğu
ifade edilebilir. Ancak, herhangi bir ekonomi için, cari işlemler dengesini oluşturan
kalemlerin tümü dikkate alındığında, ithalat artışının tek başına kötü bir olgu olarak ele
alınması, yapılacak değerlendirmelerde eksik ve hatalı sonuçlar verebilmektedir.
Ayrıca, Türkiye’nin dış ticaret açığının ne kadarının doğrudan GB’den kaynaklandığını
belirlemek de oldukça güçtür.
3
DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Ankara, Aralık, 2008.
TUSĐAD, Avrupa Birliği’ne Uyum Sürecinde Gümrük Birliği’nin Dış Ticarete Etkileri,
Đstanbul, Yayın No 364, 2003.
4
120
DĐLEK TEMĐZ
GB öncesinde AB ile dış ticaret açığının yaklaşık olarak GB sonrası oluşan dış
ticaret açığı oranında olduğu söylenebilir. 1994 yılında Türkiye’de yaşanan ekonomik
kriz ve devalüasyonun ardından GB ile uyumlu olmayan ekonomi politikalarının
uygulanması, Türk ihraç ürünlerinin fiyat rekabetini etkilemiş ve ithalat lehine
dağılımda rol oynamıştır. Ayrıca 1998 yılında yaşanan Asya ve Rusya krizleri Avrupa
ekonomilerinde durgunluk yaratmıştır. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye ihracatının
önemli bir bölümünü oluşturan tüketim mallarının AB’deki fiyat ve gelir
hareketlerinden olumsuz etkilenmesi, ihracat gelirlerinin düşük olmasına ve beraberinde
dış ticaret açığının yükselmesine sebep olmuştur5.
Zamanla ortak üretim, teknoloji transferi, bilgi akışı ve Ar-Ge faaliyetlerinin
artmasıyla birlikte Türkiye ekonomisinin daha iyi bir performans göstermesi ve
dolayısıyla ticaret yaratıcı etkinin Türkiye’nin lehine dönmesi beklentilerimiz
arasındadır.
Ticaret Saptırıcı Etki
Ticaret saptırıcı etki GB dışından gelen ucuz ithalatın yerini birlik içindeki pahalı
ithalatın alması olarak tanımlanır. Bu etki, pahalı üretim yapan sektörlere kaynak
aktarımına neden olur ve refahı azaltır6.
Üçüncü ülke mallarına karşı konan ortak tarife sonucu bu ülkelerin mallarının
pahalı hale gelmesi ticaretin birlik içine kaymasına neden olur. Ticareti birlik dışından
birlik içine kaydıran bu etkiye ticaret saptırıcı etki denir7. Bu etki sonucu birlik dışında
kalan ülkelerle yapılan ticaret hacminde, daralma ortaya çıkmaktadır. Tablo 2, ülke
gruplarına göre dış ticaret verilerini göstermektedir.
5
Handan Soğuk, Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, Đstanbul: ĐKV Yayınları
No: 159, 2002.
6
Viner, Đbid
7
Halil Seyidoğlu, Uluslararası Đktisat, Đstanbul, Güzem Yayınları, 9. Baskı, Đstanbul, 1993.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
121
Tablo 2: Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret (Milyon $)
Đhracat
OECD
AB
EFTA
TSB
Orta
Doğu
Afrika
Đthalat
OECD
AB
EFTA
TSB
Orta
Doğu
Afrika
Đhracat
OECD
AB
EFTA
TSB
Orta
Doğu
Afrika
Đthalat
OECD
AB
EFTA
TSB
Orta
Doğu
Afrika
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
10.758
8.635
277
2.108
13.289
11.071
293
2.120
14.428
11.549
335
2.245
15.583
12.248
414
2.328
16.979
13.498
357
831
2.189
18.039
14.333
362
781
2.205
19.006
14.510
324
895
2.553
843
1.064
1.159
1.234
1.819
1.659
1.372
15.331
10.915
563
2.530
23.700
16.760
892
2.687
31.092
23.138
1.112
3.243
34.815
24.870
1.287
2.726
33.472
24.075
1.169
418
1.943
28.326
21.416
926
508
1.987
35.682
26.610
1.155
496
4.155
860
1.385
1.993
2.197
1.758
1.687
2.714
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
20.615
16.118
316
934
3.582
23.553
18.459
409
1.439
3.576
30.422
25.899
538
1.928
5.132
40.332
34.310
656
2.529
7.238
44.355
41.365
821
2.973
10.184
54.481
47.935
1.189
2.967
11.316
65.655
60.405
1.328
2.940
14.991
1994
1.521
1995
1.697
1996
2.131
1997
2.952
1998
3.631
1999
4.566
2000
5.977
26.007
18.280
1.481
303
3.303
32.985
23.321
2.512
575
3.682
43.544
31.496
3.355
586
4.334
59.650
48.103
3.911
812
5.585
66.107
52.696
4.440
760
7.967
77.813
59.401
4.522
944
10.568
91.811
68.590
5.774
1.221
12.639
2.819
2.696
3.244
4.820
6.047
7.405
6.782
Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Aralık 2008.
TSB: Türkiye Serbest Bölgeleri
122
DĐLEK TEMĐZ
1994 yılından sonra Türkiye’nin AB ile olan ihracat ve ithalatı önemli ölçüde
artmıştır. Đthalattaki hızlı artış 1997 yılına kadar sürmüş, 1998 ve 2001 yıllarındaki
görece düşük ithalat değerleri haricinde, AB’den yapılan ithalatta ciddi bir artış olduğu
gözlenmektedir. 2007 yılında bu rakam yaklaşık 69 milyar dolar civarındadır. 1995’ teki
yaklaşık 17 milyar dolarlık seviye ile karşılaştırıldığında artışın boyutu görülmektedir.
GB’den önce de dış ticaretin büyük kısmını AB ile yapan Türkiye'nin bu eğiliminde GB
sonrasında da bir değişiklik olmadığı gibi, üçüncü ülkelerle olan ticaretinde de önemli
bir farklılık olmadığı görülmektedir. GB sonrasına ilişkin dış ticaret verilerinin, GB’nin
ticaret saptırıcı etkisine işaret etmediği görülmektedir. Bu çerçevede GB’nin,
Türkiye’nin diğer dış ticaret pazarlarında bir kayba yol açmadığını söylemek
mümkündür.
Tüketim Etkisi
GB sonucu gümrükler indirilince nispi olarak daha ucuza gelen yabancı mallar
daha fazla talep edilmektedir. GB sonucu birlik içinde pahalıya üreten üye ülkenin ve
Ortak Gümrük Tarifesi sonucu ürünleri pahalı hale gelen birlik dışı ülkelerin üretimi
azalmaktadır. Üretim etkisindeki bu değişikliğe bağlı olarak birlik içi fiyat herhangi bir
ülkenin fiyatının altında kalırsa, bu ülke vatandaşlarının satınalma güçleri artacağından
birlik içi ithalat artacaktır. Bu ithalat artışı da GB’nin tüketim etkisini ortaya çıkarır8.
Đhracat ve ithalatın mal gruplarına göre dağılımı Tablo 3’de verilmektedir.
Tablo 3: Đhracat ve Đthalatın Mal Gruplarına Göre Dağılımı (Milyon $)
Đhracat
Sermaye Malları
Ara Mallar
Tüketim Malları
Đthalat
Sermaye Malları
Ara Mallar
Tüketim Malları
Đhracat
Sermaye Malları
Ara Mallar
Tüketim Malları
Đthalat
Sermaye Malları
Ara Mallar
Tüketim Malları
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
721
1994
8.225
9.153
830
1995
8.960
11.840
1.105
1996
9.745
12.354
1.314
1997
11.032
13.890
1.363
1998
11.128
14.374
1.796
1999
10.841
13.892
2.176
2000
11.565
13.987
5.220
16.565
1.381
2001
8.120
25.078
2.417
2002
10.208
28.737
4.226
2003
11.052
31.872
5.335
2004
10.661
29.561
5.328
2005
8.729
26.568
5.063
2006
11.341
35.683
7.239
2007
2.600
13.300
15.200
2.790
14.657
18.465
4.344
18.494
24.125
6.531
25.946
30.502
7.998
30.290
34.835
9.423
37.788
37.790
13.755
49.403
43.696
6.964
29.971
4.084
8.493
37.443
5.008
11.326
50.012
7.536
17.397
67.549
12.100
20.363
81.868
13.975
23.348
99.605
16.116
27.040
123.575
18.697
Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Aralık 2008, TÜĐK.
8
Rıdvan Karluk, Türkiye Ekonomisi, Đstanbul, Beta Yayınları, 1997.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
123
Tablo 3’e göre, 1994-2007 yılları arasında tüketim malları, ara mallar ve sermaye
malları ihracatı önemli ölçüde artmıştır. 1994 yılında 9.153 milyon $ olan tüketim malı
ihracatı 2007 yılında 43.696 milyon $’a, aynı dönem 8.225 milyon $ olan ara malı
ihracatı 49.403 milyon $’a, sermaye malı ihracatı da 721 milyon $’dan 13.755 milyon
$’a çıkmıştır. Đthalat ise istikrarsız bir seyir izlemiştir. Sermaye malı, ara malı ve
tüketim malı ithalatının, 1994’den 1997 yılına kadar arttığı, 1998 ve 1999 yıllarında
azaldığı, 2000 yılında tekrar arttığı fakat akabinde 2001 yılında tekrar azaldığı, 2002
yılından itibaren ise sürekli bir artış eğiliminde olduğu görülmektedir. 2007 yılı
itibariyle sermaye malı ithalatı 27.040 milyon $, ara malı ithalatı 123.575 milyon $’a ve
tüketim malları ithalatı da 18.697 milyon $’a ulaşmıştır. 1995 yılından sonra ithalat
miktarında görülen dalgalanma, Türkiye’de ithalata dayalı sanayinin yeterince istikrar
kazanmadığının, sanayiinin günlük politikalardan önemli ölçüde etkilendiğinin bir
göstergesi olabilir.
Tüketim malları, ara mallar ve sermaye malları ithalatı GB’nin kabul edildiği ilk
iki yılda önemli ölçüde artmıştır. Bu artışın 2002 yılından itibaren süreklilik kazandığı
görülmektedir. Bu gelişmeler GB’nin tüketim etkisinin ortaya çıktığını göstermektedir9.
Ticaret Hadlerine Etkisi
Ticaret hadleri ihracat fiyatları ile ithalat fiyatlarının birbirine oranıdır. Ülkenin
ithal ettiği malların fiyatındaki artış (düşüş) ve ihraç ettiği malların fiyatındaki düşüş
(artış) ticaret hadlerinin ülke aleyhine (lehine) geliştiğini gösterir. Ticaret hadleri birliğe
üye ülkeler arasındaki iş bölümünün doğuracağı refah yükselişinden her ülkenin alacağı
payı belirler.
Gümrük birliği teorisine, ticaret hadleri etkisi, Mundell (1964) tarafından teklif
eğrileri analizi ile sokulmuştur. Mundell, üç ülkeli ve üç mallı teorik modelinde, iki ülke
arasında oluşturulacak gümrük birliği durumunda birlik dışında kalan ülkeye göre her
iki ülkenin ticaret hadlerinin birleşmeden olumlu etkileneceği sonucuna ulaşmıştır.
Ayrıca birleşme öncesi tarife oranı daha düşük olan ortağın ticaret hadlerinin
birleşmeden daha olumlu etkileneceği sonucuna da ulaşır. Tablo 4’de Türkiye’de ihracat
ve ithalatın sektörel dağılımı verilmektedir.
9
Akın Tunçer ve Önder Arı, “Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Journal of
Soc. & Appl. Sci., Cilt 3, No 5, 2007, s. 87-88.
124
DĐLEK TEMĐZ
Tablo 4: Đhracat ve Đthalatın Sektörel Dağılımı (Milyon $)
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
Tarım ve
Ormancılık
Đhracat Đthalat
2.012
886
2.249
1.137
2.585
675
2.134
924
2.292
1.357
2.301
881
2.133
1.901
2.454
2.170
2.679
2.419
2.699
2.128
2.394
1.654
1.659
2.123
1.976
1.409
1.754
1.703
2.121
2.535
2.542
2.757
Tarım ve
Ormancılık
Đhracat Đthalat
3.329
2.801
3.481
2.902
3.724
4.640
Balıkçılık
Đhracat
140
131
Đthalat
24
33
Madencilik ve
Taşocakçılığı
Đhracat Đthalat
411
3.065
326
4.138
285
3.327
267
3.345
233
3.359
263
3.353
391
4.090
228
5.89
404
5.138
364
3.757
385
4.254
400
7.097
349
6.577
387
7.192
469
9.021
649
10.981
Madencilik ve
Taşocakçılığı
Đhracat Đthalat
810
16.321
1.146
22.034
158
31
1.661
Đhracat Đthalat
31
1
35
2
28
1
27
2
21
2
22
2
21
2
27
2
33
2
17
1
38
1
25
2
30
1
51
1
81
2
103
8
Balıkçılık
25.311
Đmalat
Đhracat
9.170
10.349
10.686
12.286
12.794
15.517
19.089
20.237
23.132
23.790
23.755
25.518
28.826
33.702
44.378
59.579
Đthalat
22.901
32.324
33.351
36.440
48.361
37.035
57.979
70.409
80.194
78.414
68.193
44.200
32.686
41.383
55.690
80.447
Đmalat
Đhracat
68.813
80.246
Đthalat
94.208
110.379
100.966
133.879
Kaynak: TÜĐK
Tablo 4’e göre 1994 yılından sonra Türkiye’nin tarım-ormancılık ve madenciliktaşocakçılığı dış ticareti fazla değişmezken, imalat sanayii ürünleri dış ticareti hızla
artmıştır. Đmalat sanayii ürünleri ihracatı 1989 yılında 9.170 milyon $ iken, bu değer
2007 yılında 100.966 milyon $’a, ithalat ise 22.901 milyon $’dan 133.879 milyon $’a
çıkmıştır. 1989’da 13.731 milyon $ olan imalat sanayii ürünleri dış ticaret açığı, 2007
yılında %140 artarak 32.913 milyon $’a ulaşmıştır. Bu rakamlar, GB’den sonra imalat
sanayi ürünleri ithalatındaki artışın, ihracat artışlarından daha hızlı gelişme gösterdiğini
ortaya koymaktadır. Gümrük Birliği anlaşmasından sonra piyasanın büyüyeceği,
rekabetin ve dış ticaretin artacağı beklentisinin olması, imalat sanayi mallarının üretim
esnekliğinin diğer üretim alanlarına oranla daha büyük olması, bu artışın sebepleri
olarak gösterilebilir.
Türkiye’de sanayii sektörü ithalat miktarının ihracat miktarından daha hızlı
artması, bu ürünleri birlik içinde ucuza üreten gelişmiş ülkelerin üretim ve gelirinin
arttığını, gelir dağılımının gelişmiş ülkeler lehine, ticaret hadleri etkisinin Türkiye
aleyhine olduğunu göstermektedir denilebilir.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
125
Kamu Gelirleri Etkisi
Üyeler arasında tarifelerin sıfırlanması ve ayrıca üçüncü ülkelere karşı uygulanan
ortak tarife, üye ülkelerin vergi kaybına neden olmaktadır. GB öncesi Türkiye’de
ithalattan gümrük vergisi ve toplu konut fonu olmak üzere iki tür vergi alınmaktaydı.
GB ile bunların ikisi de kaldırılırken üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi
uygulanmaya başlanmıştır.
Dış ticaretten alınan vergilerin GSMH içindeki payı (%) incelendiği zaman
1994’te %2.31 olan bu oranın, 1996’da %2.58, 2000’de %3.42, 2003’de %3.55 ve
2005’de de %4.50 olduğu görülmektedir (Tablo 5). Bu sonuçlara göre GB’nin dış
ticaret vergi gelirlerini azaltıcı etkisinin ortaya çıktığını söylemek oldukça zordur.
Aksine GB sonrası ulusal üretimin artmasına bağlı olarak vergi gelirlerinin arttığını
söylemek mümkün görünmektedir.
Tablo 5: Dış Ticaretten alınan vergilerin GSMH Đçindeki payı (%)
1994
2,31
1995
2,48
1996
2,58
1997
2,81
1998
2,46
1999
2,53
2000
3,42
2001
3,15
2002
3,47
2003
3,55
2004
4,40
2005
4,50
Dinamik Etkiler
Dinamik etkiler uzun dönemde GB’nin GSYĐH’nın büyüme hızı üzerinde ortaya
çıkardığı etkiler olarak tanımlanabilir. Aslen bu etkiler, ekonomik yapıda, üretim
kapasitesinde, teknoloji yapısında köklü değişiklikler meydana gelmesi sonucu
oluşurlar. Sürekli bir seyir izleyen, orta ve uzun vadede ekonominin yapısında önemli
değişmeler meydana getiren dinamik etkiler statik etkilerden daha önemli sayılırlar10.
GB’nin meydana getirdiği dinamik etkileri kısaca, rekabet etkisi, ölçek ekonomileri
etkisi, dışsal ekonomiler etkisi, teknolojik ilerleme etkisi ve yatırımları özendirme ve
sermaye etkisi olarak inceleyebiliriz.
Rekabet Etkisi
GB’nin rekabet etkisi, GB’nin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını artırması
sonucu ortaya çıkmaktadır. Endüstrideki firma sayısı arttıkça, ortaya çıkan rekabet
nedeniyle daha etkin üretim yöntemleri kullanıldığından maliyetlerde düşüşlerle birlikte
ürün kalitelerinde iyileşme beklenir. GB’nin üye ülke ile birlik arasındaki dış ticareti
artırmasıyla da GB’nin rekabet etkisi ortaya çıkar.
GB’nin Türk ticaret ve rekabet politikalarının AB ile uyumunu öngörmesi ve AB
rekabet politikalarının çok büyük bölümünün Türkiye’yi de kapsaması nedeniyle, Türk
ekonomisinde kapsamlı kurumsal değişiklikler meydana getirebileceği öngörülmektedir.
Özellikle rekabet kuralları ile fikri mülkiyet haklarının korunması alanlarındaki Türk
mevzuatının iyileştirilmesi sonucunda, Türkiye’de ekonomik faaliyetlerin gelişebilmesi
için daha uygun mevzuat çerçevesi oluşabilecektir11.
10
Seyidoğlu, op.cit.
“Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Đstanbul, Đktisadi Kalkınma Vakfı
Yayınları, No: 159, Mart, 2000.
11
126
DĐLEK TEMĐZ
Türkiye, tüketicinin korunmasını temel alan ve belirli kurallar çerçevesinde işleyen
bir rekabet ortamının oluşturulmasına yönelik Avrupa Birliği rekabet mevzuatına uyum
çalışmalarında ilerleme kaydetmiştir. Bu alandaki iki önemli yasal düzenleme olan
“Rekabetin Korunması Kanunu” 1994 yılında, “Tüketicinin Korunması Kanunu” 1995
yılında yürürlüğe girmiştir. Söz konusu kanunların uygulanmasından sorumlu Rekabet
Kurumu ise 1997 yılı itibariyle işlerlik kazanmıştır.
Ölçek Ekonomileri Etkisi
Ölçek ekonomileri, firmaların büyüklüğünden kaynaklanan faktör maliyetlerinin
düşmesi ve verimlilik ile üretimin artması sonucu ortaya çıkmaktadır. Geniş pazarlar,
yeni satış teknikleri, makine ve donanım bolluğu, kaliteli işgücü ve uzmanlaşma ölçek
ekonomisini oluşturur12.
Ölçek ekonomilerinin iki önemli faydasından bahsetmek gerekirse, bunlardan ilki,
firma ve endüstri ölçeğinin büyüyerek maliyetlerde ortaya çıkardığı düşüşler, diğeri ise
ürün çeşitliliğidir. GB öncesi yurtiçi piyasa dar olduğundan ürün çeşitliliği azdır ancak,
GB piyasa hacmini genişlettikçe, firmalar ölçeklerini ve ürün çeşitlerini arttırırlar ve
dolayısıyla üretimde verimlilik artışları da ortaya çıkar.
Dışsal Ekonomiler Etkisi
Arz ve talep koşullarındaki değişmelere bağlı olarak dışsal ekonomiler iki grupta
toplanabilir. Arz koşullarına bağlı dışsal ekonomilerde, bir firmanın üretim tekniğindeki
ilerleme nedeniyle maliyetlerini düşürmesi ve bu firmanın ürettiği ürünü, diğer
firmalara daha düşük fiyattan sunması söz konusudur. Talep koşullarına bağlı dışsal
ekonomilerde ilk endüstrideki üretim artışı, gelir-talep sarmalının oluşmasına neden
olur. Bu etki bazı sektörlerin dahil edildiği gümrük birliğinde, gümrük birliğine dahil
edilmeyen sektörlerin de bu birleşmeden etkilenebileceğini ima eder.
Ölçek ekonomileri, rekabet ve teknolojik gelişme etkilerinin bir sonucu olarak bazı
firmaların verimliliği ve ürünlerinin kalitesi artar. Bu firmalardan girdi alan diğer
firmalar, daha ucuza ve daha kaliteli girdi elde ederler. Böylece ekonominin genel
performansı artar.
Teknolojik Gelişmeye Etkisi
Gümrük Birliği teknolojik ilerlemeyi, artan rekabetin yurtiçi firmaları daha etkin
çalışma yöntemlerini bulmaya zorlamasıyla, yurtiçi firmaların Ar-Ge yatırımlarını
artırarak teknolojik ilerlemeye neden olmasıyla, daha büyük bir pazarla karşılaşan
yurtiçi firmaların üretim ölçeklerinin büyümesiyle, Ar-Ge yatırımlarına daha fazla pay
ayırmalarıyla sağlamaktadır. Gümrük Birliği’nin teknolojik ilerlemeyi artırması, rekabet
artışına, ölçek büyümesine, yabancı sermaye yatırımlarının artışına ve teknoloji
içeriğine bağlı olarak ortaya çıkar. Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanması
ülkelerin rekabet gücünü olumlu yönde etkiler ve daha ucuz, daha kaliteli üretim
yapmak olanaklı hale gelir. GB ile pazar payları genişleyen buna rağmen pazarda rakibi
artan firmaların yapması gereken, üretim kalitesini ve verimliliği arttıracak, maliyetleri
12
Turgut Arslan, GB’nin Türk Ekonomisine Etkileri, Denizli, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
127
azaltacak yeni teknolojilerin hayata geçirilmesi, bunun içinde Ar-Ge yatırımlarının
arttırılmasıdır13.
Yatırımları Özendirme ve Sermaye Etkisi
GB nedeniyle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında ortaya çıkacak artışın
genelde birlik dışında kalan ülkelerden gelmesi beklenmektedir. Birlik dışında kalan
ülkelerin gümrük birliği oluşturan ülkelere yatırım yapmalarının nedenleri, GB’nin
birlik içinde tarifelerin yeniden arttırılmayacağı konusunda yatırımcılara güvence
vermesi, gümrük birliklerinin yol açtığı ticaret sapmasının, birlik üyelerinin dış
dünyadan yaptıkları ithalatı azaltması, birlik üyeleri arasındaki ticaret artışının birlik
dışında kalan yatırımcıları cezbetmesi, birlik içindeki ekonomik istikrarın ve
verimliliğin artması, istihdamın, gelirin ve sermayenin marjinal etkinliğinin artmasıyla
birlik içindeki üretim faktörlerini kullanma isteğinin yabancı yatırımcıları teşvik etmesi
olarak sıralanabilir.
Doymamış iç pazarı, ucuz hammadde ve işgücü, Ortadoğu, Karadeniz ve Asya ile
olan bağlantıları Türkiye’yi yatırımlar için önemli bir merkez haline getirmektedir.
Ayrıca GB içindeki Türkiye’den pay almak isteyen Japonya, ABD ve Uzak Doğu
ülkeleri için de sermaye yatırımı açısından çok büyük öneme sahiptir. Uzak Doğu’dan
gelen yabancı sermaye artışı bunu doğrulamaktadır14.
Tablo 6: Yabancı Sermaye Yatırımlarının Yıllara Göre Dağılımı (Milyon $)
Yıllar
1981
1982
1983
Girişler
141
103
87
1984
113
1985
99
1986
125
1987
Gerçekleşen
Çıkışlar
46
48
41
Net
Gerçekleşen
Girişler
Çıkışlar
49
192
47
95
55
46
Yıllar
1995
1996
1997
934
914
852
0
113
1998
953
13
940
0
99
1999
813
30
783
0
125
2000
1.707
725
982
115
0
115
2001
3.374
22
3.352
1988
354
0
354
2002
622
5
617
1989
663
0
663
2003
745
8
Gerçekleşen
737
Gerçekleşen
Yıllar
Girişler
Çıkışlar
Net
Girişler
Yıllar
Çıkışlar
Net
885
722
805
Net
1990
684
0
684
2004
1.291
100
1.191
1991
907
97
810
2005
8.537
336
8.201
1992
911
67
844
2006
17.814
1687
16.127
1993
746
110
636
2007
19.190
2.280
16.910
1994
636
28
608
Toplam
63.430
5.931
57.499
Kaynak: TCMB, DPT.
13
14
Osman Demir, “GB’nin Đki Yılı”, Dış Ticaret Dergisi, Sayı 11, Yıl 3, Ekim, 1998.
Demir, op. cit.
128
DĐLEK TEMĐZ
Tablo 6’dan da görüleceği üzere ülkemize giren yabancı sermaye yatırımlarının
yıllara göre değişimi düzensiz bir seyir izlemektedir. Özellikle son üç yılda yabancı
sermayenin önemli ölçüde arttığı görülmektedir. Ancak GB’ ye geçtikten sonra 2006
yılına kadar yabancı sermaye girişinde beklenen çok büyük artışların olmadığı
görülmektedir. 1995 ve 1996 yıllarında ülkemize giren sermayede beklenen artış
olmamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birinin AB teşvik mevzuatı olduğu
söylenebilir. Çünkü AB’de hem devlet yardımları hem de topluluk fon ve kredileriyle
sağlanan önemli teşvikler vardır. Örneğin geri kalmış bölgelerin kalkındırılmasında
kullanılan Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu, mesleki eğitim, istihdam ve gençlere
kariyer kazandırmada kullanılan Avrupa Sosyal Fonu, tarımsal yapıyı iyileştirmede ve
tarımsal üretimi güvence altına almada kullanılan Avrupa Tarımsal Yön Verme ve
Garanti Fonundan yapılan teşvik ödemeleri oldukça önemlidir. Türkiye AB’ye tam üye
olmadığı için bu fonlardan yararlanamamaktadır.
Tablo 7: Yabancı Sermaye Đçerisinde Avrupa Birliğinin payı (%)
1997
61.4
1998
65.9
1999
62.9
2000
70.5
2001
66.2
2002
73.2
2003
74.5
2004
79.4
2005
58.5
2006
66.8
2007
56.3
Tablo 7’ye göre, yabancı sermaye içerisinde Avrupa Birliği'nin payının Gümrük
Birliği sonrası bir artış göstermemiş olduğu görülmektedir. AB'nin ortalama yaklaşık
%65 olan payının 2000 yılı hariç 2002 yılına kadar çok fazla değişmediği; 2002, 2003
ve 2004 yıllarında %70’in üzerine çıktığı ve daha sonra azalarak 2007 yılında %56.3
oranına ulaştığı görülmektedir.
Avrupa Birliği firmaları için doymamış piyasaya ve ucuz işgücüne sahip bir ülke
özelliği olan Türkiye’de, diğer aday ülkelerle kıyaslandığında, işgücü maliyetinin
yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Enerji maliyetlerinin, özellikle sanayi sektöründe
kullanılan elektrik fiyatlarının yüksek olması da Türkiye’nin, üretim maliyetleri
açısından avantajlı bir durumda olmadığını göstermektedir. Öte yandan AB’ye aday
Merkez ve Doğu Avrupa Ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye’deki yatırım
teşviklerinin yetersiz kalması ve varolan teşviklerin fiilen uygulanmasında sorunlarla
karşılaşılması da söz konusu ülkelerle yabancı yatırımı çekmek hususunda rekabet
edebilirliğini olumsuz etkilemektedir.
Türkiye’nin yabancı sermaye girişini artırmak için kapsamlı bir strateji belirlemesi
gerekmektedir. Bu çerçevede siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması, Türk yargı
sisteminin etkinleştirilmesi ve yabancı sermaye teşviklerinin bir devlet politikası olarak
benimsenmesi temel öncelikler olarak görülmektedir15.
Literatür Taraması
Gümrük Birliği'nin uygulanmasından sonra bu birlikteliğin Türkiye ekonomisinde
yarattığı etkiler üzerine çok sayıda çalışma yapılmıştır. Harrison vd.16, statik bir genel
15
ĐKV, Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, op.cit.
Glenn Harrison et al., “Economic implications for Turkey of a Customs Union with the
European Union”, European Economic Review, Cilt 41(3–5), Elsevier, 1997, s. 861–870.
16
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
129
denge modeli kullanarak yaptıkları çalışmada Türkiye’nin gümrük tarifelerini
kaldırması nedeniyle uğrayacağı gelir kaybını analiz etmişlerdir. Mercenier ve Yeldan17,
Türkiye’nin bazı sektörlerindeki ölçeğe göre artan getirileri, firma bazında ürün
farklılaşmalarını ve oligopolistik piyasa yapısını dikkate alan hesaplanabilir dinamik
genel denge modeli ile GB’nin Türkiye’ye refah etkilerini araştırmışlardır.
Çalışma sonunda GB’nin refah arttırıcı olabilmesi için ticaret reformlarının artması
ve tarife dışı engellerin kalkması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Halıcıoğlu18, GB’nin Türkiye ekonomisinde yaratacağı statik etkileri
karşılaştırmalı kısmi denge analizi ile incelemiştir. Bunun için tarife indirimleri
sonucunda meydana gelen ticaret yaratıcı ve ticaret saptırıcı etkileri tahmin etmiş, ayrıca
Türkiye’nin GB yerine başka bir ticaret bloğunda bulunması durumunda bu etkilerin ne
olacağını da hesaplamıştır. Buna göre, GB serbest ticaret uygulanmasından sonra ikinci
en iyi blok olarak bulunmuştur. Togan19, GB’nin kaynak dağılımı üzerindeki etkilerini,
nominal ve efektif koruma oranları kullanılarak açıklamaya çalışmış ve GB’nin vergi
gelirleri üzerindeki olası azaltıcı etkileri üzerinde durmuştur. Erzan ve Filiztekin20,
Gümrük Birliği’ne girilmesi ile beraber geliştirilmeye başlanan uyum politikalarının
tamamında, küçük ve orta ölçekli firmaların GB’den daha fazla etkilenecekleri
varsayımının kullanıldığını vurgulamaktadırlar. Çalışmalarında, bu varsayımın doğruluk
derecesi test edilmekte, firmaların ekonomik ortamda meydana gelen değişikliklere olan
hassasiyetlerinin firma ölçeğine bağlı olarak değişip değişmediğini incelemektedirler.
Çalışmaları sonucunda, küçük ve orta ölçekli firmaların ekonomik ortamdaki
değişimlere daha duyarlı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Sayan ve Demir21, tarım ve tarım dışı sektörler üzerinde GB’nin etkileri
konusunda çalışmışlardır. Tarım sektörünün GB anlaşması çerçevesinde diğer sektörlere
göre özel ve farklı bir konumunun olmasına rağmen, tarım dışı sektör ile olan
bağımlılığı sebebiyle GB’den etkilendiğini bu çalışmada göstermişlerdir.
GB’nin etkilerini değerlendiren diğer bir çalışma Morgil22 tarafından yapılmıştır.
Çalışmada GB’nin statik ve dinamik etkileri tartışılmış ve GB’nin ticaret yaratma ve
ticaret saptırma etkileri bakımından sürecin Türkiye aleyhine geliştiği ifade edilmiştir.
17
Jean Mercenier ve Erinç Yeldan, “On Turkey’s Trade Policy: Is a Customs Union with Europe
Enough?”, European Economic Review, No 41, 1997, s. 871- 880.
18
Ferda Halıcıoğlu, “Türkiye-AB Gümrük Birliği ve Alternatiflerinin Statik Etkileri”, Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt 3, No 1, 1997, s. 61-72.
19
Subidey Togan, “Opening up the Turkish Economy in the Context of the Customs Union with
EU”, Journal of Economic Integration, Cilt 2, No 12, 1997, s. 157-179.
20
Refik Erzan ve Alpay Filiztekin, “Competitiveness of Turkish SMEs in the Customs Union”,
European Economic Review, Cilt 41, 1997, s. 881–892.
21
Serdar Sayan ve Nazmi Demir, “Measuring the Degree of Block Interdependence Between
Agricultural and Non-agricultural Sectors in Turkey”, Applied Economic Letters, Cilt 5, No 5,
1998, s. 329-332.
22
Orhan Morgil, “The Impact of Trade Liberalization: Turkey’s Experience with the Customs
Union”, Hacettepe Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 18, No 2,
2000, s.189-197.
130
DĐLEK TEMĐZ
Akkoyunlu- Wigley23, bölgesel ekonomik entegrasyon etkilerini ölçen ampirik
çalışmaların genel bir değerlendirmesini yapmış ve bu çalışmadan çıkan sonuçta birliğin
ticaret yaratıcı etkisinin, ticaret saptırıcı etkisinden daha fazla olduğu sonucuna varmış,
ancak konuya GB’nin Türkiye uygulaması açısından bakıldığında ise birlik
anlaşmasının Türk ekonomisine daha çok negatif etkileri olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Soğuk24, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamlarını değerlendirdiği
çalışmasında, Gümrük Birliği sonrasında ticaretin, Türkiye’nin AB’ye ihracatında da
sürekli bir artış kaydedilmesine rağmen ithalat lehine bir dağılım gösterdiğini saptar.
GB’nin işsizliğe yol açacağı hususundaki eleştirilere karşın ancak orta ve uzun vadede
yeni pazarlar, ileri teknolojiye dayanan üretim ve nitelikli işgücü yaratarak GB’nin
istihdam üzerinde dengeleyici bir etki yapacağını belirtir. Ayrıca çalışmasında, artan
rekabet nedeniyle Türk mallarının kalitelerinin artacağı, üretim kalitesi ve tüketici
memnuniyetinin marjinal karın temel belirleyicisi olduğu yönünde zihniyet değişiminin
de GB sürecinde ortaya çıkacağını ifade eder.
Bekmez25, çalışmasında, Gümrük Birliği’nin kamu sektörünün gelirleri ile
GSYĐH’nın azalmasına neden olacağını ancak, özel sektörün yararına olacağını
savunur.
Seymen ve Utkulu26, 1963–2002 dönemini kapsayan, Türk firmalarının AB
pazarında fiyat rekabetçiliklerini inceledikleri çalışmalarında, GB’nin Türkiye’nin
ihracat fiyat ve gelir esnekliklerini düşürdüğü, ithalat talebinin ise gelir esnekliğinin
yüksek kalmasına rağmen, fiyat esnekliğinin eklenen yapısal kırılma ve ithalat
kapasitesi (borç bulabilme) gölge değişkenlerinin de etkisiyle azaldığı sonucuna
ulaşmışlardır.
Kandoğan27, Avrupa’daki başlıca ticaret anlaşmalarının etkilerini 1962–2002
dönemi için incelemiş, Türkiye için yaptığı analizinde GB’den sonra üye olmayan
ülkelerden olan ithalatın arttığı ve bunun da ticaret yaratıcı etki yarattığı sonucuna
ulaşmıştır. Seki28, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerindeki etkilerini,
1985–2003 yılları arasındaki dış ticaret verilerini dikkate alarak incelemektedir. Türkiye
ile Avrupa Birliği arasındaki dış ticaret rakamları değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği
sonrasında ticaretin, Türkiye’nin AB’ye ihracatında da sürekli bir artış kaydedilmesine
23
Arzu Akkoyunlu-Wigley, “Bölgesel Ekonomik Bütünleşme Antlaşmalarının Etkisini Ölçen
Ampirik Çalışmaların Genel Değerlendirilmesi”, Hacettepe Üniversitesi Đktisadi ve Đdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 18, No 2, 2000, s. 35-60.
24
Soğuk, op.cit.
25
Selahattin Bekmez, “Sectoral Impacts of Turkish Accession to the European Union”, Eastern
European Economics, Cilt 40, No 2, 2002, s. 57-84.
26
Dilek Seymen ve Utku Utkulu, “Trade and Competitiveness Between Turkey and the EU: Time
Series Evidence”, Discussion Paper, No 8, Türkiye Ekonomi Kurumu, Ankara, 2004.
27
Yener Kandoğan, “Trade Creation and Diversion Effects of Europe’s Regional Liberalization
Agreements”, William Davidson Institute Working Paper, No 746, 2005.
28
Đsmail Seki, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin Net Đhracatı Üzerine Etkileri 1985–2003”, 2005,
< http://www.tcmb.gov.tr/yeni/iletisimgm/ismail_seki.pdf > (03 Mart 2009)
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
131
rağmen ithalat lehine bir dağılım gösterdiğini, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin diğer dış
ticaret pazarlarında bir kayba yol açmadığını vurgulamıştır.
Özkale ve Karaman29, Türkiye’nin gerek Birlik ile gerekse diğer ülkelerle olan
ticaret rakamları üzerinde değerlendirmeler yapmışlar ve panel veri seti kullanarak
yaptıkları çalışmalarında, GB’nin statik etkilerini öncelikle Türkiye’nin genel ithalat
talebi için, daha sonra da başlıca ithalat mal grupları bazında ortaya koymaya
çalışmışlardır.
Ulaşılan sonuçlarda, ithalat talebinin gelire esnek olduğu ancak fiyat
değişmelerinden etkilenmediği sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca genel analizde elde edilen,
Gümrük Birliği’nin net ticaret yaratıcı veya ticaret saptırıcı etkisinin olmadığı bulgusu
sektörel analizlerde farklılaşmıştır. Gümrük Birliği’nin farklı sektörleri farklı şekillerde
etkilediği, bazıları için ticaret yaratıcı bazıları için ticaret saptırıcı olduğu, kimi mal
grupları üzerinde de bu etkilerin hiç birinin ortaya çıkmadığı bulgularına ulaşılmıştır.
Bilgili30, Türkiye ve Avrupa Birliği (AB) arasında imzalanan Gümrük Birliği (GB)
anlaşması sonrası Türkiye’nin Batı Avrupa’ya olan ihracatının yapısında değişme olup
olmadığını sektörel seviyede analiz etmektedir. Çalışma sonuçlarına göre GB sonrası
Türkiye’nin ihracatının yapısında önemli bir değişme olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Aktaş ve Yılmaz31, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girdikten sonraki 1996-2005
dönemindeki aylık verilerle Türkiye’nin ihracat fonksiyonunun tahminini yapmışlardır.
Terimlerin büyüklüğünden ve ölçü birimlerinin farklılığından arındırılmış
standartlaştırılmış katsayı kestirimlerine göre, ihracatı etkileyen en önemli değişkenin
ithalat olduğu sonucuna ulaşılmış ve dolayısıyla Türkiye’nin ihracat değerlerindeki
artışın en büyük nedeninin, yapılan ithalattan kaynaklandığı ifade edilmiştir.
Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin Net Đhracatı Üzerine Etkisinin Ekonometrik
Analizi
Ekonometrik Yöntem ve Veri Seti
Bu çalışmada, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine etkisi 1992:12007:3 dönemi için ekonometrik yöntemler kullanılarak incelenmektedir. Ekonometrik
analizlerde kullanılan veriler üç aylık veriler olup, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve
TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS) internet sitesinden temin edilmiştir.
Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine etkisinin incelenmesi için
yapılan ampirik uygulamalarda ilk olarak, değişkenlerin birim kök sınamaları yapılarak,
durağan olup olmadıkları tespit edilmektedir. Bu çalışmada Genişletilmiş Dickey-Fuller
29
Lerzan N. Özkale ve Fatma N. Karaman, “Gümrük Birliği’nin Statik Etkileri”, Uluslararası
Ekonomi ve Dış Ticaret Politikaları, Yıl 1, Sayı 1, 2006, s. 117-138.
30
Emine Bilgili, “Gümrük Birliği Sonrası Türkiye’nin Batı Avrupa’ya Olan Đhracatının
Sektörel Analizi”, Ege Akademik Bakış, Cilt 7, Sayı 1, 2007, s. 239-250.
31
Cengiz Aktaş ve Veysel Yılmaz, “Gümrük Birliği Sonrası Türkiye’nin Đhracat
Fonksiyonun Tahmini”, Đstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 7,
Sayı:13, 2008, s. 89-104.
132
DĐLEK TEMĐZ
(ADF) (1981) ve Phillips-Perron (1988) birim kök sınamaları kullanılmaktadır. Đki
sınamaya da aynı anda yer verilmesinin nedeni durağanlık sınaması sonuçlarını
destekleyebilmek içindir.
Çalışmada ilk olarak net ihracatı etkileyebileceği düşünülen değişkenler
belirlenmiş ve bu değişkenlerin açıklayıcı değişken olarak kullanıldığı bir ekonometrik
model kurulmuştur. Bu ekonometrik modele uygulanan en küçük kareler yönteminden
elde edilen tahmin sonuçlarına göre, net ihracat üzerinde etkisi anlamsız çıkan
değişkenler modelden atılarak nihai modele ulaşılmıştır. Bu uygulama sonucunda net
ihracatın, gayri safi milli hasıla, doğrudan yabancı sermaye, reel efektif döviz kuru, M1
para arzı ve konsolide bütçe açığının bir fonksiyonu olabileceği görülmüştür. Daha
sonra, kurulan bu ekonometrik modele, Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılı
için bir kukla değişken konularak analiz yapılmıştır. Bu çalışmadaki amaç, “GB
Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir” hipotezini test etmektir. Bu bakımdan, net
ihracat yukarıda belirtilen değişkenlerin bir fonksiyonu olarak kabul edilmesine karşın,
bu değişkenlerin net ihracatı hangi yönde etkiledikleri ya da gerçekte etkileyip
etkilemediklerinin tartışması bu çalışma kapsamı dışında bırakılmıştır.
Çalışmada kullanılan değişken tanımları aşağıdaki gibidir:
NIHR : Net Đhracat,
GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla,
DYS : Doğrudan Yabancı Sermaye,
KUR : Reel Efektif Döviz Kuru,
M1 : M1 para arzı,
BUT : Konsolide Bütçe Açığı (negatif değerler açığı belirtir)
D96: Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılı için konulan kukla değişken
D96 = 0 (1996’dan önce)
D96 = 1 (1996’dan sonra)
DUM1, DUM2 ve DUM3: çalışmada kullanılan mevsimsel kukla değişkenlerdir.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
133
Grafik 1: Çalışmada Kullanılan Seriler
4.40E+07
5.0E+08
4.00E+07
4.0E+08
3.60E+07
3.0E+08
3.20E+07
2.0E+08
2.80E+07
1.0E+08
2.40E+07
0.0E+00
2.00E+07
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
NIHR
8.0E+07
GSMH
180
7.0E+07
160
6.0E+07
5.0E+07
140
4.0E+07
120
3.0E+07
2.0E+07
100
1.0E+07
0.0E+00
80
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
M1
KUR
8.00E+06
3200
2800
4.00E+06
2400
0.00E+00
2000
1600
-4.00E+06
1200
-8.00E+06
800
400
-1.20E+07
0
-1.60E+07
-400
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
DYS
1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006
BUT
134
DĐLEK TEMĐZ
Oluşturulan ekonometrik model aşağıdaki gibidir:
1
3
4
3
3
DNIHRt = α0 + γ DGSMHt + Σ βi DDYSt-i + Σ δi DKURt-i + Σ θi DM1t-i + Σ ηi DBUTt-i
+ Σ λi DUMi + ρD96 + ut
i=0
i=0
i=0
i=0
i=1
Çalışmada durağan serilerle çalışılmıştır. Bu nedenle değişkenlerin önlerinde
kullanılan “D”, birinci farkının alındığını ifade etmektedir.
Değişkenlere ait gecikme uzunlukları belirlenirken, ilk etapta, tüm açıklayıcı
değişkenlerin gecikme uzunlukları 4 dönem yani bir yıl olarak alınmış, anlamsız olan
gecikmeli değerlerin modelden çıkarılması ile nihai modele ulaşılmıştır.
GB’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerinde etkisinin olduğunu gösterebilmek için
1996 yılına konulan kukla değişkenin anlamlı olması gerekmektedir. Bunun için
çalışmada aşağıdaki hipotez test edilmektedir:
H0 : ρ = 0
H1 : ρ ≠ 0
Ampirik Sonuçlar
Çalışmada kullanılan zaman serilerinin durağan olup olmadıklarının sınanmasında
Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron sınamaları kullanılmıştır. Birim
kök sınamalarında bağımlı değişkenin kaç dönem gecikmesinin regresyon denkleminin
sağında yer alacağına karar vermek için Schwarz (SIC) bilgi kriterinden
yararlanılmıştır.
Tablo 8’de, bu çalışmada kullanılan değişkenlere ait ADF ve Phillips-Perron test
istatistikleri verilmektedir. Kritik değerler Eviews5.1 ekonometri programı tarafından
üretilmiş olup, MacKinnon değerlerine dayanmaktadır. Parantez içinde verilen değerler
gecikme uzunluğunu belirtmektedir.
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
135
Tablo 8. Birim kök sınaması sonuçları
Değişken
ADF test istatistiği
Phillips-Perron test istatistiği
Sabit,Trend
Sonuç
NIHR
0.707206 (0)
P=0.8655
1.041066 (4)*
P=0.9203
yok
Birim kök var
GSMH
1.515201 (3)
P=0.9992
2.396189 (3)*
P=0.9957
yok
Birim kök var
DYS
-1.393721 (3)
P=0.1503
-1.408895 (1)*
P=0.1464
yok
Birim kök var
KUR
-2.578004 (2)
P=0.2915
-3.161894 (2)*
P=0.1017
Sabit,Trend
Birim kök var
M1
2.589169 (1)
P=0.9974
3.058551 (1)*
P=0.9993
sabit
Birim kök var
BUT
-1.500544 (1)
P=0.1239
-1.678303 (2)*
P=0.0880
sabit
Birim kök var
DNIHR
-6.767253 (0)
P=0.0000
-6.678575(3)*
P=0.0000
yok
Birim kök yok
DGSMH
-5.772079 (0)
P=0.0000
-5.754261(2)*
P=0.0000
yok
Birim kök yok
DDYS
-3.473022 (2)
P=0.0008
-17.81258(2)*
P=0.0000
yok
Birim kök yok
DKUR
-6.869630 (1)
P=0.0000
-6.505019 (3)*
P=0.0000
yok
Birim kök yok
DM1
-4.999504 (0)
P=0.0007
-4.946293 (3)*
P=0.0008
Sabit
Birim kök yok
DBUT
-13.36304 (0)
P=0.0000
-12.72450 (1)*
P=0.0000
yok
Birim kök yok
Not: Sınamalar sonucunda p-değeri 0.05’den yüksek bulunmuşsa birim kök var, aksi
durumda birim kök yok kararı verilmiştir. *Bandwidth (Newey- West using
Bartlett kernel) Phillips- Perron.
Değişkenlerin seviyelerine uygulanan ADF ve Phillips-Perron birim kök sınaması
sonuçları değişkenlerin durağan olmadığını göstermiştir. Aynı testlerin değişkenlerin
birinci derece farkına uygulanmasıyla elde edilen sonuçlar, değişkenlerin farkının
durağan olduğunu göstermektedir. Teknik ifade ile seriler I(1)’dir. Bu, seviye itibariyle
durağan olmayan serilerin birinci derece farklarının durağan olduğunu ifade eder.
Değişkenlerin zaman serisi özellikleri incelendikten sonra, ikinci aşamada kurulan
ekonometrik model için EKK yöntemi uygulanmıştır. Tablo 11’de bu modele ait EKK
tahmin sonuçları verilmektedir.
136
DĐLEK TEMĐZ
Tablo 9. EKK Tahmin Sonuçları
Bağımlı Değişken: DNIHR
Değişkenler
Katsayı
t-istatistik
Olasılık
C
1.60E+08
4.468815
0.0001
DGSMH
18.72806
4.780467
0.0000
DDYS
-3.199066
-3.592272
0.0009
DDYS(-1)
-3.060956
-3.376702
0.0017
DKUR
160.9345
3.579220
0.0010
DKUR(-1)
-16.25577
-0.363313
0.7184
DKUR(-2)
80.88396
1.795689
0.0807
DKUR(-3)
-97.46527
-2.176930
0.0359
DM1
-1.633260
-0.990119
0.3285
DM1(-1)
10.50791
4.700133
0.0000
DM1(-2)
-7.237218
-3.177065
0.0030
DM1(-3)
-3.246720
-1.456877
0.1536
DM1(-4)
5.488775
3.185970
0.0029
DBUT
-0.709661
-0.506152
0.6158
DBUT(-1)
1.794176
1.037263
0.3063
DBUT(-2)
-2.733822
-1.576680
0.1234
DBUT(-3)
-5.782506
-3.530262
0.0011
DUM1
-1.03E+08
-5.283151
0.0000
DUM2
-1.88E+08
-3.622665
0.0009
DUM3
-3.43E+08
-4.531812
0.0001
D96
-6.843795
-2.898218
0.0374
R2
0.870483
Akaike
36.74376
Düzeltilmiş R2
0.800474
Schwarz
SSR
1.49E+16
F-istatistik
LR
-1044.569
ARCH (4 gecikme)
DW
2.110362
White
37.48978
12.43382
P=0.000000
0.390082
P=0.814719
0.970967
P=0.543607
Jarque-Bera
2.315025
P=0.314267
Ramsey Reset (4
gecikme)
1.146559
P=0.352005
Breusch-Godfery Ser. Corr.
(4 gecikme)
0.726917
P=0.579941
GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ
137
Tablo 9’da yer alan 1992:1-2007:3 dönemine ait tahmin denkleminde gecikme
uzunlukları DDYS için 1, DKUR ve DBUT için 3 ve DM1 için ise 4 olarak tespit
edilmiştir. Bu denkleme ait spesifikasyon testleri yapıldığında, içsel bağıntı sorununun
olmadığı, ARCH ve eksik tanımlama sorununun bulunmadığı, hata terimlerinin normal
dağıldığı ve değişen varyans sorununun bulunmadığı görülmektedir. Bu bakımdan
yapılan hipotez testlerinin güvenilir olduğu söylenebilir.
EKK tahmin sonuçlarına göre, %5 anlamlılık düzeyinde DGSMH’nin ve 3 dönem
gecikmeli DBUT’ün net ihracat üzerinde pozitif anlamlı, DDYS’nin ise negatif anlamlı
bir etkisinin olduğu görülmektedir. Net ihracat üzerinde, DKUR’un t döneminde pozitif,
t-3 döneminde ise negatif anlamlı, DM1’in t-1 ve t-4 dönemlerinde pozitif, t-2
döneminde ise negatif anlamlı etkilerinin olduğu görülmektedir. Daha önce de ifade
edildiği üzere, bu çalışmadaki amaç, “GB Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir”
hipotezini test etmektir. Bu bakımdan, bu değişkenlerin net ihracatı hangi yönde
etkiledikleri ya da gerçekte etkileyip etkilemediklerinin tartışması bu çalışma kapsamı
dışında bırakılmıştır.
“GB Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir” öngörüsünü test etmek açısından,
EKK tahmin sonuçlarındaki D96 kukla değişkeninin anlamlı olup olmaması durumu
önem kazanmaktadır. Daha önce ifade edildiği üzere, bu çalışmada
H0 : ρ = 0
H1 : ρ ≠ 0, hipotezinin test edilmesi amaçlanmıştır.
D96 kukla değişkenine ait t-istatistik’ine bakıldığında, %5 anlamlılık düzeyine
göre boş hipotezin reddedildiği görülmektedir. Bu sonuç, D96 kukla değişkeninin
modelde anlamlı olduğunu ve modeli açıklama gücünün bulunduğunu göstermektedir.
Buradan hareketle “GB’nin Türkiye’nin net ihracatını etkilediği” sonucuna ulaşılabilir.
Bölüm 2’de yer alan Tablo 1’e göre, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları
değerlendirildiğinde, Türkiye’nin AB’ye ihracatında sürekli bir artış kaydedilmesine
rağmen, GB sonrasında ticaretin, ithalat lehine bir dağılım gösterdiği görülmekteydi.
Tablo 1 ile EKK tahmininde elde ettiğimiz bu sonucu birlikte değerlendirdiğimizde,
Gümrük Birliği sonrasında ticaret hacminde bir artış olmasının yanında net ihracatta da
bir düşüş gözlendiği ifade edilebilir.
Sonuç
Bu çalışmada, 1992:1-2007:3 döneminde, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net
ihracatı üzerindeki etkisi”, kurulan ampirik bir model ile ekonometrik yöntemler
kullanılarak test edilmiştir. Ayrıca, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana
getirdiği statik ve dinamik etkileri ortaya koyabilmek adına Türkiye’nin dış ticaret
rakamları değerlendirilmiştir.
Çalışmada kullanılan değişkenlerin birim köke sahip olup olmadıkları
Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron birim kök testleriyle sınanmış ve
değişkenlerin seviyelerinde durağan olmamakla birlikte birinci farklarında durağan hale
geldikleri görülmüştür. Oluşturulan ekonometrik modele, Gümrük Birliği’nin başlangıç
138
DĐLEK TEMĐZ
yılı olan 1996 yılına bir kukla değişken konularak En Küçük Kareler (EKK) yöntemi
uygulanmış ve yapılan tahmin sonucunda, GB’nin Türkiye’nin net ihracatını etkilediği
sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları, EKK tahmininde
elde edilen bu sonuçla birlikte değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği sonrasında ticaret
hacminde bir artış olmasının yanı sıra net ihracatta da bir düşüş gözlendiği ifade
edilebilir.
GB’nin uygulanmaya başlamasından bugüne kadar geçen süreç içerisinde, statik
etkiler açısından GB’nin Türkiye’nin lehine ya da aleyhine olduğunu kesin olarak ifade
edebilmek oldukça zor görünmektedir. Dinamik etkilere göre ise, GB’nin uzun
dönemde Türkiye’nin lehine olabileceği söylenebilir. Çünkü, Türkiye uzun dönemde,
doymamış iç pazarı, genç nüfusu, doğal zenginlikleri ve stratejik coğrafi konumu ile
GB’yi kendi lehine çevirebilecek bir güce sahiptir.
Türkiye, Gümrük Birliği sonrasında dış ticaret, gümrükler, rekabet, fikri ve sınai
haklar, devlet yardımları, sınai mevzuat, tüketicinin korunması gibi pek çok alanda
Avrupa Birliği mevzuatına uygun düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Türk
sanayisinin, rekabet konusunda oldukça önemli bir rol aldığı görülmektedir. Ancak,
Türkiye’nin GB’den beklenen yararı sağlayabilmesi için, ülkede her şeyden önce
ekonomik ve siyasal istikrarın sağlanması, Ar-Ge’ye, ileri teknoloji istihdamına, ileri
teknolojiye sahip yabancı firmalarla ortak üretime, bilgi akışına ve eğitime gereken
önemin verilmesi gerekmektedir.
Ankara AvrupaSUPRANASYONAL
Çalışmaları Dergisi
Cilt: ŞEKLĐ
8, No:1 (Yıl:
2009), s.139-164
BĐR TASARRUF
OLARAK
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI, AVRUPA GÜVENLĐK VE
SAVUNMA POLĐTĐKASI’NIN TANIMI VE
ÖZELLĐKLERĐ, GÜVENLĐK AKTÖRÜ OLARAK
AB’NĐN NĐTELĐKLERĐ
Galym ZHUSSĐPBEK∗
Özet
Bu makalede 2007 Lizbon Antlaşması hükümleri ışığında Avrupa Güvenlik ve
Savunma Politikası’nın (AGSP) tanımı yapılmakta, nitelikleri, kurumsal yapısı, karar
alma mekanizması ve AB üzerindeki etkisi açıklanmaktadır. Avrupa Birliği’ne (AB)
operasyonel nitelikte askeri ve sivil yetenekler sağlayan AGSP’nın klasik anlamda AB
“ortak politikası” olmadığı, temelde askeri ve sivil kriz yönetimine odaklanan bir
politika olduğu ve 2007 Lizbon Antlaşması’nın da ASGP’nın niteliklerini değiştirmediği
ortaya konmaktadır. AGSP’nın gelişimindeki aşamalara ve AB askeri yeteneklerinin
amacına da değinilmektedir. Makalede güvenlik aktörü olarak AB’nin niteliklerine yer
verilmektedir. Güvenlik kavramını kapsamlı bir şekilde ele alanların bakış açısına göre
AB’nin, Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli güvenlik aktörlerinden birisi olduğu
nazara verilerek, AB’nin “post- modern” ya da “sivil güç” olarak nitelenmesinin,
askeri güç kullanamama ya da kullanmak istememe anlamına gelmediği
belirtilmektedir. AB üyelerinin savunma endüstrisi ve silahlanma politikası alanlarında
yaptığı işbirliği girişimlerine de değinilmektedir.
Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası,
Lizbon (Reform) Antlaşması, Sivil Güç.
Abstract
This article in the first place aims to give the definition of the European Security
and Defence Policy (ESDP) in the light of Lisbon (Reform) Treaty. It sheds light on the
Dr, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalından
mezun,
∗
140
GALYM ZHUSSĐPBEK
character, decision making procedures and institutional structure of the ESDP and
explains the influence of the ESDP on the EU. The article states that the ESDP, which
provides the EU with an operational military as well as civil capacity, is not a
“classical” EU policy and it is the article also argues that the Lisbon treaty does not
change the character of the ESDP. The study touches upon the purpose of the EU
military capabilities and the stages in the development process of the ESDP. It also
studies the main characteristics of the EU as a security actor. It argues, that the role
concept of a civilian or post modern power does not describe any inability or
unwillingness to use military power and the ESDP serves as the proof that EU does not
totally disincline the usage of force. Moreover the article discusses the cooperative
efforts of EU members in the field of armament.
Key words: European Union, European Security and Defense Policy, Lisbon
(Reform) Treaty, Civilian Power.
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı, Niteliği ve AB
Üzerindeki Etkisi
Öncelikle “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP) ve 2007 Lizbon
(Reform) Antlaşması ile kabul edilen “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası” (OGSP)
kavramlarının gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığı belirtilmelidir. AGSP, Soğuk Savaş
döneminde güvenlik kavramınını temelini oluşturan ulus-devlet egemenliği ve devlet
sınırlarının korunması gibi geleneksel yaklaşımların ötesinde, başta bölgesel çatışmalar,
terörizm, devletlerin çöküşü olmak üzere “yeni tehditlerin” ortaya çıktığı bir ortamda
oluşturulmuş ve geliştirilmiştir. Savunma politikaları, ulusal hükümetlere ve NATO
üyeleri bakımından kolektif savunma NATO’ya ait olmasından dolayı, AGSP Avrupa
Birliği (AB)’nin sınırlı ölçüde askeri/sivil operasyonlar yapabilmesi için askeri/sivil
olanaklar ile donatılmasını ifade etmektedir.
Lizbon Antlaşması’nın 3A maddesinde ulusal güvenliğin her üye devletin kendi
münhasır sorumluluğu altında bulunduğu; Birliğin, üye devletlerin ulusal kimliklerine,
toprak bütünlüğünün sağlanması, hukukun uygulanması, ulusal güvenliğin sağlanması
ve korunması dahil, devletlerin temel işlevlerine saygı gösterdiği belirtilerek Ortak Dış
ve Güvenlik Politikası (ODGP) ile AGSP’nın sınırlılıkları açıkça ortaya konulmuştur.
AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Müdürü (N.Gnesotto) belirttiği gibi, ulusal
egemenliğe ve Atlantik-ötesi ittifakına bağlılık bir araya gelerek, tek başına bir Avrupa
askeri bütünleşmesi düşüncesi dışlanmıştır.1 Başta Đsveç ve Finlandiya olmak üzere,
tarafsız devletlerin Petersberg Görevleri’ni2 AB güvenlik kimliğinin başlıca unsuru
1
Nicole Gnesotto, “Giriş”, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.), Đst.,
TASAM, 2005, s. 27.
2
Batı Avrupa Birliği’nin 19 Haziran 1992 tarihinde Bonn yakınlarındaki Petersberg’te
düzenlenen Konsey Toplantısı’nda, örgütün görev alanı olarak, “insani yardım, kurtarma, tahliye
operasyonları; barışı koruma; askeri kuvvetlerinin de kullanılabileceği kriz yöntemi”
belirtilmiştir. Söz konusu görevler daha sonra Petersberg Görevleri olarak adlandırılmıştır.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
141
yapmak için ısrar etmesi, AB’nin kolektif savunma politikası geliştirme olasılığını
önlemiştir.3
Lizbon Antlaşması’na göre AGSP/OGSP, Birlik ODGP’nın tamamlayıcı bir
parçasıdır (mütemmim bir cüzü, integral part of), Birliğe sivil ve askeri varlıklardan
oluşan “operasyonel” kapasite sağlamaktadır (madde 28A/1). Dolayısıyla ODGP’nı
belirleyen temel prensipler, AGSP’nın uyması gereken “hukuki çerçeveyi” çizmektedir.
Bu nedenle, AGSP çerçevesinde hiç bir operasyon ODGP’nın ruhuna aykırı bir biçimde
yürütülemez.
Günümüz dünyasında ülke savunmasında belirleyici rol oynayan kitle imha
silahlarına AGSP çerçevesinde hiç değinilmemektedir.4 Lizbon Antlaşması’nda yer alan
“karşılıklı dayanışma hükmü”, AB’nin “ortak güvenlik alanı” oluşturma iradesinin
önemli bir göstergesi olarak değerlendirilse de, bu hüküm AB’ni savunma örgütüne
dönüştürmemektedir. Zira NATO, Avrupalılar tarafından Avrupa güvenlik yapısının
başlıca kurumsal yapısı olarak kabul edilmektedir. Kısacası, Brüksel bakımından
AGSP, “ortak Avrupa güvenlik alanını oluşturan bir motor” niteliği taşımamaktadır.5
AB’nin “dış ilişkileri” ODGP araçları ile sınırlı tutulmadığı gibi, AB’nin “kriz
yönetimi” de AGSP araçları ile sınırlı olmayıp, birinci sütuna6 dahil olan araçları da
kapsamaktadır. Bir başka deyişle, AGSP, AB açısından güvenlik sağlama ve kriz
yönetimi ile ilgili yetkilerin, politikaların ve kaynakların geniş yelpazesinin ancak bir
kısmını oluşturmaktadır.7
Haziran 1999 Köln Avrupa Konseyi’nde AGSP, Petersberg Görevleri ile sınırlı
tutulmuştur. Petersberg Görevleri ise, NATO’nun Avrupa güvenliğinde sahip olduğu
öncelikli rolünde herhangi bir belirsizlik ortaya çıkmayacak bir şekilde tanımlanmıştır.8
Aralık 1999’da tarafsız Finlandiya başkenti Helsinki’de yapılan Avrupa Konseyi’nde
resmi bir şekilde ortaya atılan AGSP’nın ülke savunması ile ilgili olmadığı
vurgulanmıştır. Nice Avrupa Konseyi Sonuç Bildirisi’nde de AB’nin Petersberg
Görevleri’ni üstlenmesi için gereken yetenekleri geliştirmesinin “Avrupa Ordusu’nu”
oluşturma anlamına gelmediği belirtilmiştir.9
3
Pernille Rieker, “From Common Defence to Comprehensive Security: Towards the
Europeanization of French Foreign and Security Policy?”, Security Dialogue, December 2006,
Vol. 37, No 4, s. 521.
4
Alyson Bailes, Common Foreign and Security Policy (CFSP)/ European Security and
Defence Policy (ESDP) Challenges and Prospects, Hamburger Vorträge am Institut für
Friedensforschung und Sicherheitspolitik, Hamburg, Februar 2005, s. 3.
5
Dov Lynch, Russia Faces Europe, Chaillot Papers No 60, Paris, EU ISS, May 2003, s. 76
6
Maastricht Antlaşması’na göre, birinci sütün Avrupa Topluluğu ile ilgili Antlaşma hükümlerine
tekabül eder: Birlik vatandaşlığı, Topluluk politikaları, Ekonomik ve Parasal Birlik v.b.
7
Bailes, Ibid, s. 2
8
Nicole Gnesotto, “Introduction”, EU Security and Defence Policy, Gnesotto, N. (ed.), Paris,
EU ISS, 2004, s. 24.
9
“European Council Nice, December 2000”, From St-Malo to Nice, European defence: core
documents, Chaillot Papers No 47, M. Rutten, (ed.), Paris, EU ISS, s. 168.
142
GALYM ZHUSSĐPBEK
Üyeleri arasında önemli sayıda tarafsız devletin bulunduğu nazara alınırsa,
AB’nin NATO benzeri bir askeri ittifak niteliğini kazanmasının olanaklı olmadığı
söylenebilir.10 Örneğin, 2002 Seville Avrupa Konseyi, Đrlanda’da Nice Antlaşması
konusunda yapılacak halk oylamasında olumlu sonuç almak amacıyla “ODGP ile
AGSP’nın Đrlanda’nın geleneksel askeri tarafsızlığına halel getirmeyeceğini”
vurgulayan özel Đrlanda Bildirisi’ni kabul etmiştir.11
NATO’nun yetki alanına giren “savunma konularının” kolektif savunma ve
caydırma ihtimallerin planlanması konularını kapsadığı; Batı Avrupa Birliği’nin (BAB)
ve daha sonra Amsterdam Antlaşması ile AB’nin yetki alanına katılan “savunma
politikalarının” ise lojistik ve silahlanma politikaları, kriz yönetimi usullerinin
uyumlaştırılması, Avrupalı yeteneklerin geliştirilmesi konularını kapsadığı
belirtilmiştir.12 Diğer yandan, Batılı devletlerin Soğuk Savaş sonrası dönemde
karşılaştığı “yeni tehditlerin” niteliği de savunma konusunun AGSP kapsamı dışında
tutulması sonucunu vermektedir. Günümüzde hiçbir AB üyesi doğrudan işgal tehdidi
altında bulunmamaktadır. Bundan hareketle klasik anlamda ülke savunması konusunun
Soğuk Savaş sonrası dönemde AB için “modasının geçtiği” söylenebilir.13 Bir başka
deyişle, ülke savunması konusu AB bakımından dünün konsepti sayılabilir, buna
karşılık AB ve genel itibariyle Batılı devletler açısından “kriz yönetimi, kurtarma,
istikrar sağlama, polis işleri, yangın söndürme” görevleri öncelikli önem taşımaktadır.14
J.Howorth’un yaptığı tamınına göre AGSP, “AB’ne bölgesel güvenlik ile ilgili
kolektif kararları alma yeteneği veren ve kriz yönetimi, barışı koruma ve gerekirse barış
sağlama operasyonları düzenleyebilmesi için askeri güç kullanımı dahil olmak üzere,
AB’ne gereken araçları sağlayan ve NATO’nun AB üyesi olmayan Avrupalı üyeleri ve
ittifak üyesi olmayan aday devletler ile danışma mekanizmasına istinat eden bir proje ve
Avro-Atlantik ittifakının kapsamlı amaçlarının (görevlerinin) gerçekleştirilmesi için
Avrupalı müttefiklerin özel katkısı” olarak tanımlanabilir.15
Almanya, Fransa ve Đngiltere gibi AB’nin büyük üyeleri AGSP’nı, özellikle dış
politika ve güvenlik politikası konularında kendi ulusal stratejilerini destekleyici bir “ek
mekanizma” olarak görme eğilimi taşımaktadır.16
10
Tarafsız devletlerin Petersberg Görevleri’ni AB güvenlik kimliğinin başlıca unsuru yapmada
diretmesi, AB’nin kolektif savunma politikasını geliştirme olasılığını önleme amacını taşımıştır.
11
Alistair Shepherd, “The EU’s Security and Defence Policy: A Policy without Substance?”,
European Security, Spring 2003, Vol. 12, No 1, s. 46.
12
Abdulbaki Kavun, Avrupa Birliğinde Esnek Bütünleşme Modeli ve Türkiye Açısından
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Boyutundan Đncelenmesi, Yayınlanmamış doktora
tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, s. 53.
13
Bailes, op.cit., s. 4.
14
Alyson Bailes, “The Institutional Reform of ESDP and Post-Prague NATO”, The
International Spectator, July- September 2003, Vol. 38, No 3, s. 34, 35.
15
Jolyon Howorth, “Why ESDP is Necessary and Beneficial for the Alliance”, Jolyon Howorth;
John Keeler (eds.), Defending Europe: The EU, NATO and the Quest for European
Autonomy, NY, Palgrave Macmillan, 2003, s. 221.
16
Peter Gowan, “The Trans-Atlantic Conflict Over Primacy”, Allies as Rivals, Faruk, Tabak
(ed.), London, Paradigm Publishing, 2005, s. 92.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
143
Aralık 2007 Lizbon Antlaşması Nihai Senede ekli 13 Numaralı Bildiri’de, ODGP
ile ilgili hükümlerin üye devletlerin kendi dış politikalarının oluşturulması ve
uygulanmasına ilişkin mevcut yükümlülükleri ya da üçüncü devletler ve uluslararası
kuruluşlarda ulusal temsillerini etkilemediği, ayrıca AGSP/OGSP ile ilgili hükümlerin
de üye devletlerin güvenlik ve savunma politikalarının kendine özgü niteliğine zarar
vermeyeceği vurgulanmıştır. EDA’nın faaliyetlerinin de üye devletlerin savunma
konularındaki ulusal yetkilerini ihlal etmeyeceği belirtilmiştir.17
AB üyeleri AGSP’nın BM Antlaşması ilkelerine uygun olacağını taahhüt etmiştir.
AGSP’na ilişkin belgelerde BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğin
sağlanmasında öncelikli sorumluluğa sahip olduğu tasdik edilmektedir.18 AGSP
operasyonlarının ilke olarak BM Güvenlik Konseyi kararı ve iznine sahip olması
gerekmektedir.19 Zira, BM Antlaşması’nın “özünü” oluşturan 2/4 maddesindeki kuvvet
kullanma yasağı “jus cogens” bir kural niteliğindedir. Ayrıca BM Antlaşması’nın 53/1
maddesinde “BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın bölge antlaşmaları uyarınca ve
bölge örgütleri tarafından hiçbir zorlayıcı harekete teşebbüs edilmeyecektir”
denilmiştir.20 Fakat AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü uzmanı Martin Ortega, AB
kuvvetlerinin gerektiği halde (özellikle “insani yıkım” ya da “soykırım” suçu söz
konusu olduğunda) BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan, başka devletlere müdahale
edebileceğini, askeri operasyonlar düzenleyebileceğini ileri sürmüştür.21 Bazı Avrupa
devletleri Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın, genellikle “insani müdahale”
gerekçesiyle bazı askeri müdahelelerde bulunmuştur (örneğin, Đngiltere 2000 yılında
Sierra Leone’de). Ayrıca BM Güvenlik Konseyi NATO’nun 1999 tarihli Kosovo
müdahalesini “ex post facto” onaylamamış olmakla birlikte, “mazur görülebilir bir
hukuka aykırılık” olarak kabul etmiştir.22
AGSP’nın ortaya koyuluş biçiminin güvensiz ve isteksiz politika yaklaşımının bazı
izlerini taşıdığı söylenebilir. Zira AGSP, Avrupa güvenliği konusunda bir-birinden
farklı politikalar benimseyen üye devletlerin ortak asgari müştereklerde birleşmesi
neticesinde ilerlemektedir. Đngiltere ve Fransa AGSP alanında ortak çalışmalarını,
aralarında derin görüş ayrılıklarının doğmasına neden olan Irak krizi sırasında dahi
sürdürmüştür. Örneğin 14 Mart 2003’te Đngiliz “Financial Times” gazetesinin aynı
17
“Council Joint Action 2004/551/CFSP on the Establishment of the European Defence
Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75,
Paris, EU ISS, February 2005, s. 178.
18
“Presidency Conclusions”, Göteborg European Council, June 2001, From Nice to Laeken,
European Defence: Core Documents, Chaillot Papers No 51, Maartje, Rutten (ed.), Paris, EU
ĐSS; 2002, s. 30
19
Martin Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.),
Đst., TASAM, 2005, s. 84.
20
Fatma Taşdemir, “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Uluslararası Hukuk
Sistemine Etki ve Yansımaları”, Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye,
Çınar Özen; Hakan Taşdemir, (der.), Ankara, Odak, 2006, s. 122.
21
Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, s. 85; Martin Ortega, Military intervention and the EU, Chaillot
Papers No 45, Paris, EU ISS, March 2001.
22
Taşdemir, Ibid., s. 121.
144
GALYM ZHUSSĐPBEK
sayfasında yan-yana “Đngiltere’ye göre Fransa’nın barışçıl çözüm çabaları köstekleyici
nitelikte”, “Londra ve Paris AB’nin ortak savunma amaçları konusunda ilerlemekte”
başlıklı iki makale yayınlanmıştır.23
AGSP’nın oluşturulmasıyla AB’nin sivil niteliğini kaybederek “askeri güce”
dönüştüğü yönündeki değerlendirmeler pek isabetli görünmemektedir. AGSP ile AB
askerileşme sürecine girmemiştir. Birlik sahip olduğu siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel
gücünü ön plana çıkarırken, AGSP çerçevesinde geliştirmekte olduğu askeri
yeteneklerini ikincil unsur olarak algılamaktadır.
AB’nin kendine ait daimi askeri güçlerin bulunmadığı (örneğin Avrupa ordusu) ve
AGSP çerçevesindeki askeri yetenekler üye devletler tarafından gönüllü bir şekilde
sağlanan olanaklardır. Lizbon Antlaşması’nda AB’nin AGSP/OGSP görevlerini üye
devletlerin sağladığı olanaklarla yerine getireceği (madde 28A/1) ve AGSP/OGSP’nın
uygulanması için üye devletlerin Birliğe askeri ve sivil yetenekleri hazır etmesi
gerektiği öngörülerek (madde 28A/3), AB’nin kendine ait daimi askeri güçlerinin söz
konusu olmadığı belirtilmiştir. AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Müdürü N.Gnesotto,
“ortak ordu” hedefinin siyasi gerçekçilikten yoksun olduğu konusunda tüm üye
devletlerin hemfikir olduğunu ifade etmiştir.24 Üye devletler Avrupa Acil Mücadele
Gücü (AAMG)25 ve Muharebe Grupları26 için kendileri kararlaştırdıkları ölçüde ve
nitelikte askeri güçler tahsis etmekte, üstelik, söz konusu askeri güçlerin AGSP
çerçevesinde düzenlenecek operasyona katılması da, ancak ulusal düzeyde alınan
kararlar sonucu olanaklıdır. Bir başka deyişle, her bir üye devlet AGSP operasyonları
için önceden tahsis etmiş olduğu güçleri gönderip-göndermeyeceğine, gönderecekse
hangi ölçüde göndereceğine kendisi karar verir.27
AGSP çerçevesinde düzenlenen askeri ve sivil operasyonların küçük ölçekli
operasyonlar olduğu, ilk AGSP operasyonları olmadığı takdirde, fazla dikkat
çekmeyeceği ve bilinmeyeceği ileri sürülmüştür.28 AB yetkilileri askeri ve sivil AGSP
operasyonlarının küresel boyutta düzenlenebileceğini belirtse de, AGSP’nın
“operasyonel coğrafik alanına” AB’nin “yakın çevresi” sayılan eski Sovyet
coğrafyasının batı bölgeleri, Kafkasya, Akdeniz bölgesi ve Ortadoğu’nun batı
bölgelerinin girmesi kuvvetle muhtemeldir.29
23
“Đngiltere’ye göre Fransa’nın Barışçıl Çözüm Çabaları Köstekleyici Nitelikte”, “Londra ve
Paris AB’nin Ortak Savunma Amaçları Konusunda Đlerlemekte”, Financial Times, 14 March
2003, s. 3’ten aktaran W. Mason; S .Penksa, “EU Security Cooperation and Transatlantic
Relationship”, Cooperation and Conflict, Vol. 38, No 3, September 2003, s. 277.
24
Gnesotto, “Giriş”, op.cit., s. 22.
25
AAMG, Petersberg Görevleri kapsamına giren operasyonları gerçekleştirebilmek amacıyla
Aralık 1999 Helsinki Avrupa Konseyi’nde oluşturulması kararlaştırılan müdahale gücü.
26
Muharebe Grupları, AB liderlerinin Haziran 2004 tarihinde “2010 Temel Hedefi” kapsamında
oluşturmayı kararlaştırdıkları, askeri yönden etkili ve yüksek hareket yeteneğine sahip müdahale
gücü.
27
Shepherd, op.cit., s. 44
28
Asle Toje, “The 2003 European Union Security Strategy: A Critical Appraisal”, European
Foreign Affairs Review, 2005, Vol 10, No 1, s. 118.
29
Shepherd, op.cit., s. 43, 44.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
145
1999’dan itibaren AGSP çerçevesinde yapılan girişimler hiçbir şekilde dış politika
ve savunma politikası alanlarında egemenliklerin birleştirilmesini sağlamamıştır.
Aksine, AB’nin yasal gücüne daha fazla askeri boyutun eklenmesi, Avrupa
bütünleşmesi sürecinde ulusal egemenliğin rolünün daha da güçlenmesine yol açmıştır.
Zira AGSP güçlendikçe, veto yetkisine daha fazla vurgu yapılmakta, buna bağlı olarak
AB’nin hükümetlerarası niteliği de güçlenmektedir. AGSP’nın oluşturulmasıyla
Komisyon ve Konsey arasındaki etki mücadelesinde Konsey’in öne çıktığı söylenebilir.
Bu bağlamda AGSP’nın geliştirilmesi konusunda Đngiltere gibi bazı devletlerin
istekliliği, AGSP boyutunun güçlendirilmesine bağlı olarak “topluluk-karşıtı”
boyutunun güçleneceği beklentisiyle açıklanabilir.30 Son tahlilde, Đngiltere ve
Fransa’nın öncülüğünde oluşturulan AGSP’nın, AB’nin “hükümetlerarası” boyutunu
güçlendirici, “uluslarüstü” boyutu dengeleyici etkiye sahip olduğu söylenebilir.
Özetlenirse, “AB politikaları” olarak zikredilse de, ODGP ile AGSP “klasik”
anlamda Birlik “ortak politikaları” olmadan ziyade, AB üyelerinin dışişleri ve güvenlik
konularında koordinasyon ve işbirliği çabaları niteliğindedir. AGSP alanında
kullanılacak gerekli kaynakların tamamına yakını üye devletlerin ulusal kontrolü altında
bulunmaktadır.
2007 Lizbon (Reform) Antlaşması’nda ODGP ve AGSP
Ekim 2001 tarihli Avrupa Konseyi’nde, kurumsal reformlara ilişkin çalışmalar
yapacak bir “Avrupa Konvansiyonu’nun” oluşturulması kararlaştırlmıştır.
Konvansiyon’a üye devletlerin parlamento ve hükümet temsilcileri, Avrupa
Parlamentosu üyeleri, Komisyon temsilcileri ve sivil toplum örgütlerinin katılması ve
aday ülkelerin de Konvansiyon’a davet edilmesi öngörülmüştür. Konvansiyon
çalışmaları arasında “AB Anayasası” ya da Anayasal Antlaşma’nın hazırlanması önemli
yer almıştır. Anayasasal Antlaşma Taslağı, hem Avrupa vatandaşlarını Avrupa
bütünleşmesi sürecine yaklaştırmak, AB’nin demokrasi açığı ve meşruiyet sorununa
çözüm bulmak, hem Birliğin amaçları ve nihai şekli konusunda öngörülerde bulunmak
amacıyla hazırlanmıştır. Aslında Anayasal Antlaşma Taslağı AB’ne içerik bakımından
gerçek bir “anayasa” kazandırmamaktaydı.31 Söz konusu belge, adından da anlaşıldığı
gibi, “uluslararası antlaşma” niteliğinde bir belgeydi.
Anayasal Antlaşma Taslağı, 16 ay süren çalışmalar ve müzakereler sonucunda 1718 Haziran 2004 tarihinde Brüksel Avrupa Konsey’nde kabul edilerek, 29 Ekim 2004’te
Roma’da tüm üye devletler ve Bulgaristan, Romanya ve Türkiye tarafından
imzalanmıştır. Fakat Anayasal Antlaşma Taslağı’nın onaylanma sürecinde problemler
yaşandı. 2005 yılında Fransa ve Hollanda referandumlarında ret edilmesi sonucunda,
Avrupa Anayasası’nı oluşturma süreci de sekteye uğradı. AB liderleri Avrupa
Anayasası planlarına son vererek, iki kurucu antlaşma olan AT Antlaşması (Treaty
establishing the European Community) ile AB Antlaşması’nı (Treaty on the European
Union) değiştiren yeni antlaşma yapmaya karar verdi.
30
Gnesotto, “Giriş”, op. cit., s. 24.
Sanem Baykal, “Avrupa Birliği’nin Geleceği”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 1,
Bahar 2004, s. 137, s.131, 122.
31
146
GALYM ZHUSSĐPBEK
Lizbon ya da Reform Antlaşması olarak adlandırılan yeni antlaşma Ekim 2007
tarihli Lizbon Hükümetlerarası Konferansı’nda kabul edilerek Aralık 2007’de Lizbon
Avrupa Konseyi’nde imzalanmıştır.32 Antlaşmanın yürürlülüğe girmesi için tüm üye
devletler tarafından onaylanması gerekmektedir.
Lizbon Antlaşması kurucu antlaşmaların yerine geçme amacı taşımamakta, onları
tadil etmekte ve AB bakımından “anayasal” nitelik taşımamaktadır. Ayrıca Antlaşmada
AB’nin marşı, arması ve bayrağı ile ilgili hükümler bulunmamaktadır.33 Sadece Nihai
Senede ekli 52 Numaralı Bildiri’de “üye devletler, mavi arka plan üzerine on iki altın
yıldızlı çemberli bayrağın, marşın, sloganın, para birimi avronun, kendileri için AB’nde
halklar topluluğu hissini ve ona bağlılıklarını simgelemeye devam edeceğini bildirir”
denilmiştir. Lizbon Antlaşması, AB Antlaşması’nın adını değiştirmezken, AT
Antlaşması’nın adını “Avrupa Birliği’nin Đşleyişine Đlişkin Antlaşma” (Treaty on the
Functioning of the European Union) olarak değiştirmiştir.34
Madde 46A’de AB’nin hukuk kişiliğine sahip olduğu belirtilerek Birliğin
uluslararası anlaşmalar yapmasının ve uluslararası örgütlere üye olmasının önü
açılmıştır.35. Madde 188L belirli şartlar dahilinde AB’nin bir ya da daha fazla üçüncü
devlet ya da uluslararası kuruluş ile, Birlik kurumları ve üye devletler üzerinde
bağlayıcı etkiye sahip anlaşmalar (agreements) yapması öngörülmüştür. Fakat, Nihai
Senede ekli 24 Numaralı Bildiri’de AB’nin hukuk kişiliğine sahip olmasının, Birliği
antlaşmalarda üye devletler tarafından kendisine verilen yetkiler dışında yasama yapma
ya da faaliyette bulunmaya hiç bir şekilde yetkilendirmediği vurgulanmıştır.
Lizbon Antlaşması’nda Avrupa Konseyi Başkanı makamının oluşturulması ve
AB’nin sütun yapısının kaldırılması öngörülmüştür. AB Dışişleri Bakanı makamı
oluşturulmamakla birlikte, Birliğin farklı sütunlarına (AB’nin “1’nci sütunu” olarak
adlandırılan Avupa Topluluğu ve 2’nci sütunu olarak adlandırılan ODGP) dahil olan
diplomasi, güvenlik, ticaret, kalkınma, insani yardım gibi Birlik dış politikasının farklı
boyutları arasında uyumluluğun sağlanarak AB’nin dış ilişkilerinde daha tutarlı politika
izleyebilmesi için “Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’nin” (High
Representative of the Union for Foreign Affairs and Security Policy), ODGP Yüksek
Temsilcisi görevi ile birlikte Komisyon’un Dış Đlişkilerinden sorumlu üyesi görevlerini
üstlenmesi kabul edilmiştir (madde 9E/4).
Antlaşmanın 10C/1 maddesinde “Birliğin ODGP konularındaki yetkileri, ortak
savunmaya dönüşebilecek ortak savunma politikasının kademeli olarak oluşturulması
32
EU
leaders
agree
new
treaty
deal,
BBC
World
News,
<http://news.bbc.co.uk/go/pr/fr//1/hi/world/europe/7051999.stm>
33
“Note to Delegations on IGC 2007 Mandate”, Brussels, General Secretariat of the Council,
11218/07, POLGEN 74 Brussels, 26 June 2007, s. 1, 2.
34
“Lisbon Treaty amending the Treaty on European Union and the Treaty establishing the
European Community”, 2007/C 306/01, Brussels, Official Journal of European Union,
17.12.2007.
35
The
EU
in
the
world,
Treaty
of
Lisbon,
<http://europa.eu/lisbon_treaty/glance/external_relations/index_en.htm>
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
147
dahil, dış politikanın tüm alanlarını ve Birliğin güvenliğine ilişkin tüm sorunları
kapsar”, denilmiştir.
Üye devlet Dışişleri bakanlarından oluşan Dışişleri Konseyi, Avrupa Konseyi’nin
ortaya koyduğu stratejik ilkeler temelinde Birlik dış ilişkilerini formüle etmekle ve
uyumluluğu sağlamakla görevlendirilmiştir (madde 9C/6). Lizbon Antlaşması ile ODGP
araçları daha somut hale getirilmiştir. Nihai Senede ekli 13 Numaralı Bildiri’de ODGP
ile ilgili hükümlerin üye devletlerin kendi dış politikalarının oluşturulması ve
uygulanmasına ilişkin mevcut yükümlülükleri ya da üçüncü devletler ve uluslararası
kuruluşlarda ulusal temsillerini etkilemediğini vurgulanmıştır.
Lizbon Antlaşması AGSP’nın adını “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası”
(OGSP, Common Security and Defence Policy) olarak değiştirmiştir. OGSP hakkında
hükümler, Lizbon Antlaşması’nın “AB Antlaşması” kısmının Beşinci Başlığı’nın (Title
V) “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na Đlişkin Özel Hükümler” (Specific provisions on
the Common Foreign and Security Policy) bölümünün (chapter) ikinci kısmını (section)
oluşturmaktadır. Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’na kadar AGSP ile ilgili
hükümler antlaşmalarda yer almamıştır. AGSP/OGSP ile ilgili hükümlerin Lizbon
Antlaşması ile ilk defa Birlik antlaşmalarına dahil edilerek hukuki bağlayıcılık
kazanmalarının yolu açılmıştır.
Madde 28A/1’de OGSP’nın, ODGP’nın tamamlayıcı bir parçası (mütemmim bir
cüzü, integral part of) olduğu, Birliğe sivil ve askeri varlıklardan oluşan “operasyonel”
kapasite sağladığı, Birliğin bu varlıkları barışı koruma, çatışma önleme ve BM
Antlaşması prensiplerine uygun bir şekilde uluslararası güvenliği güçlendirme
görevlerinde Birlik dışında kullanabileceği belirtilmiştir. Ayrıca madde 28A/2’de
OGSP’nın, kademeli bir şekilde ortak Birlik savunma politikasının oluşturulmasını da
kapsadığı, Avrupa Konseyi’nin oybirliği ile karar verdiği takdirde, ortak savunmaya
dönüşeceği kabul edilmiştir. Diğer yandan, Lizbon Antlaşması’nın madde 3A’da,
“ulusal güvenlik her üye devletin kendi münhasır sorumluluğu altında bulunmakta”
denilerek OGSP’nın sınırlılıkları açıkça belirtilmiştir. Ayrıca Nihai Senede ekli ODGP
ile ilgili 13 Numaralı Bildiri’de, OGSP hükümlerinin üye devletlerin güvenlik ve
savunma politikalarının kendine özgü niteliklerine zarar vermeyeceği vurgulanmıştır.
Lizbon Antlaşması’nda OGSP görevlerinin şunları kapsadığı belirtilmiştir: “barış
oluşturma” (peace-making) ve çatışma sonrası istikrar sağlama dahil, ortak
silahsızlandırma operasyonları, insani görevler ve kurtarma görevleri, askeri danışma ve
destek görevleri, çatışmayı önleme ve “barışı koruma” (peace-keeping) görevleri, kriz
yönetiminde muharip güç kullanılmasını içeren görevler (madde 28B/1).
AB’nin OGSP görevlerini üye devletlerin sağladığı olanaklarla yerine getireceği
belirtilerek (madde 28A/1), ayrıca OGSP’nın uygulanması ve Konsey tarafından
belirlenen hedeflerin gerçekleşmesi için üye devletlerin Birliğe askeri ve sivil
yetenekleri hazır etmesi gerektiği öngörülerek (madde 28A/3), AB’nin kendine ait
daimi askeri güçlerinin (Avrupa ordusu) söz konusu olmadığı dolaylı bir şekilde
belirtilmiştir.
148
GALYM ZHUSSĐPBEK
Antlaşmada “herhangi bir üye devlet kendi sınırları dahilinde silahlı saldırıya
maruz kalması durumunda, diğer üye devletler BM Antlaşması'nın 51. maddesinde
düzenlenen "müşterek meşru müdafaa hakkı" uyarınca, kendi imkanları dahilinde tüm
araçlarla yardımcı ve destek olmak yükümlülüğüne sahiptir”, denilerek AB
mevzuatında ilk defa bir “karşılıklı dayanışma maddesi” öngörülmüştür (madde 28A/7).
Fakat “karşılıklı dayanışma maddesine”, “bazı üye devletlerin güvenlik ve savunma
politikalarının özgül niteliklerine halel getirmez” ve “bu alandaki yükümlülük ve
işbirliği, halen kolektif savunmalarının temelini ve bunun uygulama forumunu oluşturan
NATO’ya üye devletlerin yükümlülükleri ile uyumlu olur” denilerek, önemli yapısal
sınırlılıklar getirilmiştir. Ayrıca Lizbon Antlaşması’nın “AB Đşleyişine Đlişkin
Antlaşma” kısmının 188R maddesinde de “dayanışma hükmü” (solidarity clause)
konulmuştur. Söz konusu hüküm gereğince, Birliğin ve üye devletlerin, bir üye devlet
terörist saldırıya ya da doğal ya da insan- yapımı felakete maruz kalması durumunda,
dayanışma ruhu içinde hareket etmesi öngörülmüş, ayrıca Birliğin, üye devletler
tarafından kendisine tevdi edilen askeri yetenekler dahil, sahip olduğu tüm araçları üye
devlet sınırları içinde terörist saldırıları önlemek, demokratik kurumları ve sivil toplumu
herhangi bir terör saldırısından korumak, terörist saldırı durumunda ve doğal ya da
insan- yapımı felakete maruz kalması durumunda siyasi otoritelerin talebi üzerine üye
devleti desteklemek amacıyla kullanacağı belirtilmiştir.
Lizbon Antlaşması’nın 28A/6 maddesinde OGSP alanında “kalıcı yapısal işbirliği”
(permanent structured cooperation) olanağı öngörülerek, “güçlendirilmiş işbirliği”
olanağının askeri ve güvenlik ile ilgili konularda uygulanmasını kabul etmeyen Nice
Antlaşması’na (madde 27 b) göre daha ileri bir durum hedeflenmiştir. Ayrıca bu
maddede askeri olanakları daha fazla olan ve diğerlerine göre daha fazla bağlayıcı
taahhütleri bulunan üye devletlerin Birlik çerçevesinde aralarında “kalıcı yapısal
işbirliği” tesis edebileceği belirtilmiştir.
Madde 9E’de “Birliğin Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi”
(Yüksek Temsilci) Komisyon Başkanı onayı ile nitelikli çoğunluk esasına göre Avrupa
Konseyi tarafından atanır; Konsey’in yetkilendirdiği gibi ODGP ile OGSP’nı
yürütmekle sorumlu olur; Dışişleri Konseyi’ne başkanlık eder; yaptığı önerileri ile söz
konusu politikaların gelişmesine katkıda bulunur; Birliğin dış faaliyetlerinin tutarlılığını
sağlar” denilmiştir. Ayrıca Yüksek Temsilci’nın Komisyon Başkan Yardımcılarından
birisi olması, kendisine tevdi edilen görevler kapsamında Komisyon’un dış
ilişkilerinden ve Birliğin diğer dış faaliyetlerinin koordinasyonundan sorumlu olması,
ODGP konularında Birliği dışta temsil etmesi ve Yüksek Temsilci’ye yardım etmesi
için Avrupa Dış Đlişkiler Servisi’nin (European External Action Service) kurulması
öngörülmüştür (madde 13A/3).
Lizbon Antlaşması’nda nitelikli oyçokluğu usulünün genel kural olması ve birçok
konuda veto hakkının kaldırılması öngörülmüş, fakat ODGP ve OGSP ile ilgili
konularda oybirliğine istinat eden oylama usulü ve veto hakkısı korunmuştur. Ayrıca
Lizbon Antlaşması, Avrupa Parlamentosu ile Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın ODGP
alanında oynadığı rolü önceleri olduğu gibi sınırlı bırakmıştır.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
149
Son tahlilde Lizbon Antlaşması ODGP ile AGSP’nın niteliğini ve karar alma
mekanizmasını değiştirmemiştir. Antlaşma ile AGSP adının OGSP olarak değiştirilmesi
gerçekliği yansıtan bir olgu olmadan ziyade, “avro-iyimserliğin” (euro-optimism) bir
görüntüsü olarak kabul edilebilir.
AGSP’nın Karar Alma Mekanizması ve Kurumsal Yapısı
AB üyelerinin Avrupa güvenliği konusunda bir-birinden farklı vizyonlara sahip
olmasının (“Atlantikçi”, “Avrupacı”, “Avrupacı- Atlantikçi”, tarafsız) ve askeri
yeteneklerde asimetrik boyutlara kadar varan farklılıkların bulunmasının getirdiği
zorluklar, AGSP alanında katı hükümetlerarası nitelikte karar alma mekanizmasının
benimsenmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. AGSP alanında karar alma mekanizması
olarak hükümetlerarası konferanslar sistemi benimsenmiştir.
AGSP’nın gelişimi antlaşmalarda ciddi bir hukuksal tanım üzerine bina
edilmemişti. AGSP yapıları Avrupa Siyasi Đşbirliği’nin (ASĐ)36 ilk aşamalarında olduğu
gibi antlaşmalar yerine Başkanlık raporlarıyla oluşturulmuş, Aralık 2007 tarihli Lizbon
Antlaşması’na kadar AGSP ile ilgili hükümler antlaşmalara dahil edilmemişti, bir başka
deyişle, AGSP ile ilgili bir müktesebat söz konusu değildi, kurucu antlaşmalar,
AGSP’nın kurumsal olarak nasıl işleyeceği konusunda belirsiz idi37 (Lizbon Antlaşması
henüz tüm üye devletler tarafından onaylanmamıştır).
Lizbon Antlaşması 15B maddesi uyarınca, antlaşmalarda aksi öngörülmedikçe
ODGP ve AGSP ile ilgili kararlar Avrupa Konseyi ve Bakanlar Konseyi tarafından
oybirliği ile alınır; yasama düzenlemelerinin kabulü hariç tutulur; Bakanlar Konseyi
üyeleri arasında çekimser kalanlar Birlik nüfusunun en az üçte birisini kapsayacak
şekilde üye devlet sayısının üçte birini temsil ederse, karar alınamaz. Ayrıca 28A/4
maddede de AGSP ile ilgili kararların Yüksek Temsilci ya da herhangi bir üye devlet
önerisi üzerine Bakanlar Konseyi tarafından oybirliği ile alınması gerektiği
belirtilmiştir. AGSP’nın karar alma mekanizmasında öngörülen tek esneklik “çekimser
kalma” hakkıdır.
AGSP karar alma mekanizmasının niteliği, acil faaliyete geçilmesi gereken
durumlarda belirsizliklerin, duraksamaların, hatta Birlik üyeleri arasında güvensizliğin
doğmasına neden olmakta, zira herbir üye devlet kural olarak sadece kendi ulusal
çıkarları mülahazasıyla hareket etmektedir. “Karşılıklı dayanışma” hükmünün Lizbon
Antlaşması’na bu tür olumsuzlukları azaltmak amacıyla konulduğu söylenebilir.
36
Avrupa Topluluğu kurumsal yapısı dışında çalışarak üye devletler arasında dış politika
konularında koordinasyon sağlama fonksiyonunu yerine getiren ASĐ, 1970’ten 1992’ye kadar
yürürlülükte kalmış ve Maastricht Antlaşması’yla oluşturulan ODGP’nın çekirdeği niteliğinde
olmuştur. ASĐ ile ilgili her hangi bir hüküm Topluluk müktesebatında yer almamıştır. ASĐ’nin
topluluk dışında ve tamamen hükümetlerarası nitelikte olması kararlaştırılmıştır.
37
Michael Rupp, Avrupa Birliği’nin Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası ve Türkiye’nin
Uyumu, Đst., Đktisadi Kalkınma Vakfı, Mayıs 2002, s. 38; A. Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, AB
Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.), Đst., TASAM, 2005, s. 59.
150
GALYM ZHUSSĐPBEK
AGSP operasyonlarına ulusal birliklerin gönderilmesi, üye devletlerce alınan
bağımsız kararlara dayanmaktadır. AGSP organları arasında Siyasi ve Güvenlik
Komitesi (Political and Security Committe), AB Askeri Komitesi (EU Military
Committee), AB Askeri Personeli (EU Military Staff), Siyasi Planlama ve Erken Uyarı
Birimi (daha sonra sadece Siyasi Birim olarak adlandırıldı), Durum Merkezi, Sivil Kriz
Yönetimi Komitesi (CĐVCOM), ayrıca Avrupa Savunma Ajansı (European Defence
Agency), AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü ve Uydu Merkezi gibi üç tane de ajans
bulunmaktadır. Lizbon Antlaşması ile Yüksek Temsilci’ye yardım etmekle görevli
Avrupa Dış Đlişkiler Servisi’nin (European External Action Service) kurulması
öngörüldü.
Herbir üye devletin büyükelçi düzeyinde üst kademeli görevlilerinden ve
Komisyon temsilcisinden oluşan Siyasi ve Güvenlik Komitesi’nin (SGK) Nice
Antlaşması’na (madde 25) göre başlıca işlevi, “ODGP ve AGSP kapsamına giren
uluslararası gelişmeleri izlemek ve Bakanlar Konseyi’ne görüşler bildirerek
politikaların tanımlanmasına katkıda bulunmak”. Lizbon Antlaşması’na göre (madde
25), “SGK, Konsey ve Yüksek Temsilci’nin vesayeti altında madde 28B’de belirtilen
kriz yönetimi operasyonlarının siyasi denetimi ve stratejik yönlendirme görevini yerine
getirir”.
Bakanlar Konseyi kurumsal yapısının bir parçası olan SGK’nin idari düzeydeki bel
kemiğini Konsey Sekreterliğinin bünyesinde bulunan Durum Merkezi teşkil
etmektedir.38 Lizbon Antlaşması Nihai Senede ekli “Madde 9 C Hakkında” Bildiri’ye
göre, SGK’nin Başkanlığı Yüksek Temsilci’nin bir temsilcisi tarafından yürütülür. SGK
kriz durumlarında AB tutumunun belirlenmesinde ve gelişmelerin izlenmesinde
merkezi rol oynamakta ve kriz yönetimi operasyonlarının siyasi kontrolü ve stratejik
idaresinden sorumludur. Ancak SGK, AB politikası üzerinde marjinal yetkiye sahip,
zira kararların alıınmasında değil, ancak şekillendirilmesinde önemli rol oynamaktadır.
Diğer yandan, üye devletlerin AB’deki büyükelçilerinden oluşan Daimi Temsilciler
Komitesi (COREPER) ODGP alanında halen kilit konumdadır (COREPER, Bakanlar
Konseyi çalışmalarının hazırlanmasından sorumludur). Böylelikle, herbir üye devlet
AB’nde büyükelçi düzeyinde yetki farklılıkları her zaman açık şekilde belirlenmemiş
iki farklı delegasyona sahip bulunmaktadır.39
AB Askeri Komitesi (EU Military Committee) çatışmaların önlenmesi ve kriz
yönetimi alanlarında üye devletler arasında askeri danışma ve işbirliği sağlamak
amacıyla oluşturulmuş bir forum niteliğindedir. AB Askeri Komitesi operasyon
sırasında Operasyon Komutanı faaliyetlerini denetleme yetkisine sahip bulunmaktadır.40
Üye devletlerin savunma alanındaki en üst görevlilerinden ya da onların
temsilcilerinden oluşan AB Askeri Komitesi, AB Askeri Personeli’nin çalışmalarını
38
“Political and Security Committee”, Activites of EU, Implementation of the CFSP and ESDP,
<http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/r00005.htm>
39
Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., s. 64.
40
Rupp, a.g.e., op. cit., s. 33.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
151
yönlendirmekte ve SGK’ne askeri konularda tavsiyelerini iletmekte ve önerilerde
bulunmaktadır.41
AB Askeri Komitesi'nin yönlendirmesi altında bulunan ve üye devletlerin
gönderdiği askeri uzmanlarından oluşan AB Askeri Personeli (EU Military Staff),
Bakanlar Konseyi dahilinde “askeri uzmanlık sağlamakta” ve AB’nin yürüttüğü kriz
yönetimi operasyonlarının idaresi başta olmak üzere, AGSP’nı desteklemektedir.
Yaklaşık yetmiş kişilik kadrosu bulunan ve Konsey Sekreterliği bünyesinde faaliyet
gösteren AB Askeri Personeli’nin fonksiyonlarına, erken uyarı, durum
değerlendirilmesi, stratejik planlama, AB operasyonlarının yapılması için gerekli olan
ulusal ve çok-uluslu güçleri belirleme ve kuvvet kataloglarını düzenleme girmektedir.42
AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli ile iligili hükümler, özellikle
NATO’ya üye olmayan bazı AB üyelerinin isteksizliği nedeniyle Nice Antlaşması’na
dahil edilmemiştir. Dolayısıyla bu iki organ SGK’nden farklı olarak antlaşma temelli
kurumlar niteliğinde değildir.43 AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli ile ilgili
hükümler Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’na da konulmamıştır.
Haziran 2003 tarihli Selanik Avrupa Konseyi’nde ve 2010 Temel Hedefi
çerçevesinde kurulması öngörülen Avrupa Savunma Ajansı (ASA), Konsey’in Temmuz
2004 tarihli Ortak Eylemi ile kuruldu. Konsey’in yetkisi altında bulunan ASA’nın
ODGP ile AGSP’nı desteklemesi ve AB üyelerinin kriz yönetimi alanında savunma
yeteneklerini geliştirmesi; AB üyeleri arasında silahlanma alanında işbirliği sağlaması
ve ilerletmesi; Avrupa savunma endüstrisi ve teknolojisinin temellerini (tabanını)
güçlendirmesi; rekabet gücü yüksek Avrupa askeri ürünler pazarını oluşturması, Avrupa
askeri AR-GE ve teknolojisini güçlendirmesi öngörüldü.44
Mayıs 2000 yılında üye devlet temsilcilerinden, Komisyon ve Konsey Sekreterliği
yetkililerden oluşan Sivil Kriz Yönetimi Komitesi (CIVCOM) kuruldu. Görüş ve
tavsiyelerini SGK’ne ileten CIVCOM, AGSP alanında danışma nitelikli rol
oynamaktadır.45
AB’nin kendisine ait ayrı operasyonel karargahı bulunmamaktadır.
Nisan 2003 tarihinde Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg liderleri arasında
Brüksel yakınlarındaki Tervuren’de yapılan “Savunma Zirvesi’nde”, katılımcı
devletlerin dışişleri ve savunma bakanları karşı olmalarına rağmen, AB’nin NATO
olanaklarına başvurmaksızın “operasyon planlaması ve yürütülmesini yapabilecek
41
Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., 2. 64.
“Military Staff of the European Union” Activites of EU, Implementation of the CFSP and
ESDP, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/r00006.htm>
43
Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., s. 65.
44
“Council Joint Action 2004/551/CFSP on the establishment of the European Defence
Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Paris, Chaillot Papers
No 75, February 2005, s. 175- 180.
45
Agnieszka Nowak, “Civilian crisis management within ESDP”, Civilian crisis magament: the
EU Way, Nowak, Agnieszka (ed), Chaillot Papers No 90, Paris, EU ISS, June 2006, s. 23.
42
152
GALYM ZHUSSĐPBEK
kolektif çekirdek biriminin” (nucleus collective capability for planning and conducting
operations for the EU) kurulması teklif edildi.46 AB’nin başka üyeleri ve ABD, ulusal
ve NATO olanaklarının gereksiz “tekrarına” (duplication) yol açacağı ve NATO’yu
zayıflatacağı gerekçesiyle, “özerk askeri karargahın kurulması” ile ilgili söz konusu
“Tervuren önerisine” karşı çıktı. Fakat daha sonra Đngiltere, Fransa ve Almanya
arasında karşılıklı tavizler sonucu Kasım 2003’te “Naples Uzlaşması” olarak bilinen bir
anlaşma yapıldı ve Aralık 2003 Avrupa Konseyi’nde kabul edildi. Bu anlaşmaya göre,
hem NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı’nda (SHAPE) 30-40 kişilik
küçük bir “AB biriminin”, hem de AB Askeri Personeli bünyesinde askeri/sivil
unsurlardan oluşan bir “Planlama Birimi’nin” (operational planning cell) kurulması
kararlaştırıldı. NATO SHAPE bünyesindeki “AB biriminin”, “Berlin Artı”
Anlaşmaları47 uyarınca NATO olanak ve yeteneklerinin kullanılacağı AB
operasyonlarının hazırlanmasını kolaylaştırması, buna karşılık AB Askeri Personeli
bünyesinde kurulan Planlama Birimi’nin ise AB’nin erken uyarı, durum
değerlendirmesi ve stratejik planlama yeteneklerini geliştirmesi öngörüldü.48 AB
Avrupa Personeli’nde NATO irtibat görevlilerinin bulundurulması kabul edilince, ABD
yönetimi Naples “uzlaşma planına” olan itirazlarına son verdi.49
Günümüzde AB operasyonlarının yürütülmesi ve yönetilmesi için üç seçenek
bulunmaktadır. Birinci seçeneğe göre NATO olanak ve yetenekleri kullanılmaksızın
yürütülecek olan AB’nin “özerk” operasyonları, “çok-uluslu hale getirilebilecek” ulusal
karargahlar tarafından yönetilecek. Bu tür operasyonlarda üye devletlerde bulunan şu
beş operasyonel karargahın (Operational Headquarters, OHQ) kullanılabileceği
öngörüldü: Fransa’daki Mont Valérien (Paris) OHQ, Đngiltere’deki Northwood OHQ;
Almanya’daki Potsdam (Berlin) OHQ, Italya’daki Rome OHQ ve Yunanistan’daki
Larissa OHQ. 2003 yılında Kongo’da yapılan AB’nin “otonom” operasyonu Fransız
karargahı tarafından yönetildi. Đkinci seçeneğe göre “Berlin Artı” Anlaşmaları
çerçevesinde NATO olanak ve yetenekleri kullanılarak yürütülecek olan AB
46
“European Defence Meeting, Tervuren”, From Copenhagen to Brussels, European
Defence: Core Documents, Chaillot Papers No 67, A, Paris, Missiroli (ed.), December 2003, s.
79.
47
Nihai şeklini Mart 2003’te alan “Berlin Artı” Anlaşmaları, AB’ne NATO’nun operasyonel
planlama olanaklarına “güvenceli erişimi” (AB’nin NATO olanaklarından “otomatik bir şekilde”
yararlanmasını ifade etmektedir); önceden belirlenmiş NATO ortak yetenekleri ve varlıklarının
“kullanılabilirliğini”; AB’nin üstleneceği operasyonlar için bir Avrupalı general olan Yüksek
Müttefik Avrupa Komutan Yardımcısı’nın (D-SACEUR) operasyon komutanı olması dahil,
NATO Avrupa komutanlığı (NATO European command) seçeneğini ve NATO savunma
planlama sisteminin AB operasyonlarına uyarlanmasını ortaya koymaktadır. “Berlin Artı”
Anlaşmaları çerçevesinde NATO ortak yetenekleri ve varlıklarının geri iadesi de öngörülmüştür
(örneğin NATO Antlaşması 5’nci maddesi ile ilgili bir durum ortaya çıktığında).
48
“Joint Paper by France, Germany and United Kingdom”, European Defence MeetingTervuren”, From Copenhagen to Brussels, European Defence: Core Documents, Paris,
Chaillot Papers No 67, A. Missiroli (ed.), December 2003, s. 283, 284.
49
“US says yes to army planning unit”, Financial Times, 13 December 2003, aktaran Paul,
Cornish; Geoffrey, Edwards, “The strategic culture of the European Union: a progress report”,
International Affairs, Vol. 81, No 4, 2005, s. 812.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
153
operasyonlarının NATO karargahları tarafından yönetilmesi ve Avrupa Müttefik
Kuvvetler Komutanı Yardımcısı’nın (D-SACEUR) operasyon komutanı olması
öngörülmekte (örneğin, Bosna-Hersek’te yapılan Althea operasyonu).50 Ocak 2007
tarihinden itibaren AB operasyonlarının yürütülmesi ve yönetilmesi için öngörülen
üçüncü seçeneğe göre tüm üye devletler oybirliği ile onay verdiği takdirde, Askeri
Personel’in bünyesinde kurulan Operasyon Merkezi (Planlama Birimi) küçük ölçekli
operasyonları yönetebilecek, örneğin Muharebe Grupları’nın kullanıldığı yaklaşık iki
bin kişilik operasyonlar.51 Fakat Operasyon Merkezi (Planlama Birimi) daimi karargah
niteliği taşımamakta, ilgili karar alındığı takdirde “aktif” hale getirilmekte, otonom AB
operasyonları için ulusal karargahlar başlıca seçenek olarak kalmakta. Bir başka deyişle,
Operasyon Merkezi düşük yoğunluklu operasyon için uygun ulusal karargah
belirlenemediği durumda “aktif” hale getirilerek görevlendirilir. Đngiltere Hükümeti’nin
Ocak 2004 tarihli açıklamasında da, AB Operasyon Merkezi’nin daimi karargah
niteliğine sahip olmadığı, ancak küçük ölçekli ve sınırlı operasyonları yönetebileceği
teyit edildi.52 Askeri Personel’in ulusal karargahlar ya da NATO karargahları ile
karşılaştırılmayacak ölçüde sınırlı kapasiteye sahip olması, Operasyon Merkezi’nin tam
anlamıyla karargah fonksiyonunu yerine getirmesini engelleyen başlıca faktörlerden
birisidir. Operasyon Merkezi genellikle AB’nin sivil kriz yönetimi operasyonlarını
destekleme amacıyla kullanılmıştır.
AB çerçevesinde kriz yönetimi operasyonlarına karar verme mekanizması birkaç
aşamadan oluşmakta. Kriz ortamında AB Askeri Personeli stratejik planlama düzeyinde
bir “askeri ön durum tespiti” (assessment) yapar ve onu AB Askeri Komitesi’nin
Başkanı aracılığıyla SGK’ne sunar. SGK ise, Siyasi Birim ve başka da yetkili birimlerle
işbirliği yaparak bir “siyasi-askeri çerçeve programını” hazırlar. Bu aşamadan sonra üye
devletler “askeri ön durum tespitini” değerlendirir ve askeri güç kullanıp-kullanmaması
konusunda karar verir.53 Konsey Sekreterliği, Yüksek Temsilci ve Dönem Başkanı’nın
katkılarıyla ve Komisyon’la eşgüdüm içerisinde “Kriz Yönetimi Konsepti’ni” (KYK,
Crisis Management Concept) oluşturur. KYK’nde AB’nin operasyon amaçları açıklanır.
SGK, KYK’ni AB Askeri Komitesi’ne ve CIVCOM tavsiyeleri çerçevesinde
değerlendirir ve Bakanlar Konseyi’nin onayına sunar. Konsey KYK’ni onayladığı
takdirde, AB Ortak Eylemi’nin çerçevesini oluşturur. Daha sonra SGK, AB Askeri
Personeli’ni, olası riskleri, kullanılacak kuvvetlerin özelliklerini, kontrol ve komuta
yapıları dahil olmak üzere, operasyonla ilgili farklı askeri seçenekleri ortaya koyan
“Askeri Stratejik Seçenekleri” (ASS’leri, Military Strategic Options) oluşturmakla
görevlendirir. Operasyon sivil boyutları içerirse, yetkili kurumlar “Sivil/ Polis Stratejik
50
EU
Operations
Centre,
<http://www.consilium.europa.eu/cms3_fo/showPage.asp?id=1211&lang=en&mode=g>
51
EU Operations Centre, Ibid.
52
Claire Taylor, European Security and Defence Policy: Developments Since 2003,
International Affairs and Defence Section House of Commons Library, Research Paper
06/32, 8 June 2006, s. 28.
53
“Military Bodies in the European Union and the Planning Council and Conduct of EUled Military Operations”, Council of the European Union, Document No. 6215/1/00, Brussels,
29 February 2000, aktaran Shepherd, op. cit., s. 55.
154
GALYM ZHUSSĐPBEK
Seçeneklerini” (civilian/ police strategic options) geliştirir. SGK tüm seçenekleri
değerlendirir ve tercih ettiği seçeneği Bakanlar Konseyi’ne bildirir. Ayrıca SGK, askeri
planlamacıların tavsiyelerine dayanarak, olası karargahı, operasyon ve kuvvet
komutanlarını teklif eder. Konsey operasyonla ilgili seçeneklerin birisini seçtiği
takdirde, SGK operasyon komutanına “belirli askeri yönelimleri” (specific military
guidelines) vermek amacıyla AB Askeri Komitesi’nden “Başlatıcı Askeri Direktif”
(Đnitiating Military Directive) hazırlamayı talep eder. AB Askeri Komitesi ise direktif
taslaklarını hazırlamakla Askeri Personeli görevlendirir.54
Operasyonel Planlama Aşaması (operational planning phase) da birkaç
basamaktan oluşmaktadır. Operasyon Komutanı, AB Askeri Komitesi ve AB Askeri
Personeli’nin katılımı ile “operasyon konseptini” (concept of operation) geliştirir.
“Operasyon konsepti” SGK’nin değerlendirilmesine sunulduktan ve SGK’nin görüşü
alındıktan sonra, Konsey tarafından onaylanır. Ayrıca operasyon komutanı AB Askeri
Komitesi ve AB Askeri Personeli’nin katılımı ile “Operasyon Planı” (Operation Plan)
yapar. “Operasyon Planı” SGK’nin değerlendirilmesine sunulduktan ve SGK’nin
görüşü alındıktan sonra Bakanlar Konseyi’nin onayına sunulur, Konsey onayı alındığı
takdirde kriz yönetimi operasyonu başlatılabilir.55 Operasyon başladıktan sonra AB
Askeri Komitesi Başkanı ve Operasyon Komutanı AB yetkililerini düzenli bir şekilde
bilgilendirir, onlar da NATO’yu bilgilendirir.56
Özetlenirse, AGSP, üye devletlerin uzlaşmasına dayalı katışıksız hükümetlerarası
politika niteliğindedir. Katı hükümetlerarası niteliğe sahip olmasından dolayı, AB
belgelerinde 1999-2000’lerde kullanılan “Ortak Avrupa Güvenlik ve Savunma
Politikası” tabirindeki “ortak” (common) sözcüğü 2001 yılından itibaren düşürülerek,
“Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” olarak kullanılmaya başlamıştır. AGSP
kapsamında oluşturulan AB askeri yetenekleri de “Avrupa Ordusu” niteliği
taşımamakta, AGSP’na tahsis edilen askeri ve sivil kaynaklar üye devletlerin ulusal
kontrolü ve otoritesi altında bulunmaktadır. AGSP çerçevesinde düzenlenecek
operasyonlara katılıp- katılmamaya herbir üye devlet kendisi karar vermektedir.
AGSP’nın Gelişiminde Aşamalar ve AB Askeri Yeteneklerinin Amacı
AGSP’nın 1999 yılından itibaren geçen oluşum ve gelişim süreci kabaca iki
aşamaya ayrılabilir. AGSP başlangıç aşamasında Petersberg Görevleri kapsamında
tamamen dış krizlere müdahale etmeye odaklanmıştı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarından
sonra uluslararası terörizmin Batılı devletlerin en önemli güvenlik sorunu haline
getirilmesi sonucu, dış müdahale ile iç koruma arasında duvarlar kalkmaya başladı ve
AGSP kapsamına AB vatandaşlarını koruma görevini dahil etmenin yolları açıldı.
Bunun sonucunda 2004 yılından itibaren AB vatandaşlarını koruma görevi de AGSP
kapsamına dahil edilerek, AGSP gelişiminin yeni aşamasına geçildi.
54
Gustav Lindstrom, Enter the EU Battlegroups, Chaillot Papers, No 97, Paris, EU ISS,
February 2007, s. 19, 20.
55
Lindstrom, Đbid, s. 20, 21.
56
“Military Bodies in the European Union”.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
155
Terörizm tehdidi, Avrupalıların (hem hükümetlerin, hem kamuoyunun) ulusal ve
uluslararası güvenlik konularına ilgilerini arttırdı ve oluşturmakta oldukları “Avrupa
güvenlik kültüründe” başkalardan soyutlanmış “Avrupa kalesi” yaklaşımını gözden
geçirmesi gerektiğini gösterdi. Bu bağlamda, Helsinki Temel Hedefi’nin 21’nci yüzyılın
stratejik taleplerine cevap vermesinin oldukça zor olduğu belirtilmiştir.57 2002 Sevilla
Avrupa Konseyi’nde uluslararası terörizmle mücadelede AB’ne düşen rolün
onaylanması, Aralık 2003’te AGS’nin kabul edilmesi ve özellikle Mart 2004 Madrid
terör saldırılarından sonra AB liderlerinin üye devletlerden birisine terör saldırısı
yapıldığı durumda diğer üyelerin, askeri olanaklar dahil her türlü yardım etmeyi
gerektiren bir “dayanışma maddesini” onaylaması58, AGSP’nın dış krizlere müdahale
etme aşamasından AB vatandaşlarını koruma aşamasına geçiş sürecinde en önemli
kilometre taşlarını oluşturmuştur. ABD’nin 2001 sonrasında kabul ettiği ulusal stratejisi,
Irak’taki durum, AB’nin doğuya genişlemesi, Anayasal Antlaşma taslağının
hazırlanması gibi faktörler de AGSP’nın yeni aşamasına geçilmesinde etkili olmuştur.59
Balkanlar’daki krizlerden elde edilen tecrübeler temelinde oluşturularak ilk yılları
Petersberg Görevleriyle sınırlı tutulan AGSP, 1990’ların stratejik şartlarına uygun
olarak tasarlanmıştı, dolayısıyla AGSP amaçları 21’nci yüzyılın başında köklü değişim
geçiren stratejik taleplere cevap vermekten uzak olmuştu. AB askeri yeteneklerinin
hangi görevler için oluşturulduğu sorusuna AGSP’nın ilk yıllarında kesin bir cevap
verilmemiştir. AB’nin kendi askeri boyutunu oluşturma süreci Haziran 1999 Köln
Avrupa Konseyi’nden itibaren günümüze kadar geçen süre itibariyle iki döneme
ayrılabilir: 1999 yılından 2002 yılının ortalarına kadar askeri yeteneklerin oluşturulduğu
birinci aşama; askeri yetenekler amaçlarının tanımlandığı 2002 sonrasını kapsayan
ikinci aşama.60 Aşamalar arası mantıksal sıralamanın ters gözükmesinin nedeni olarak,
AGSP’nın oluşturulmasında kilit rol oynayan Đngiltere’nin askeri yeteneklerin önce
oluşturulmasını, amaçlar ile ilgili felsefi soruların ise daha sonraki aşamada
cevaplandırılmasını savunan yaklaşımının diğer AB üyeleri tarafından kabul edilmesi
gösterilebilir. AB üyeleri ilk aşamadan sonra AB askeri yeteneklerinin amacını
tanımlayabilme konumuna yükselmiştir. Misyon ve amaçlar ile ilgili tartışmalar
1999’da başlatılmış olduğu durumda, bu tartışmaların kısırlaşması, hatta içinden
çıkılmaz hale gelmesi kuvvetle muhtemel idi. Fakat amaç ve misyondaki belirsizlik
Petersberg Görevleri ile belirli ölçüde giderilmiştir. Farklı görüşlere bakılmaksızın tüm
AB üyeleri Petersberg Görevlerini AB askeri yeteneklerinin misyon ve amaçlarının bir
ön tanımı olarak kabul etmiştir.61
57
Jean-Yves Haine, “Idealism and Power: The New EU Security Strategy”, Current History,
March 2004, s. 112.
58
“Declaration on solidarity against terrorism”, European Council, 25-26 Mart 2004, EU
Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75, February
2005, s. 42.
59
Gnesotto, “Giriş”, op. cit., s. 18, 16.
60
Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, op. cit., s. 73.
61
Ortega, Đbid, s. 73.
156
GALYM ZHUSSĐPBEK
ASA Yürütme Kurulu’nun 3 Ekim 2006 tarihinde kabul ettiği “Avrupa Savunma
Yetenek ve Kapasite Gereklilikleri Đçin Uzun Dönemli Bakış Açısı” adlı belgede,
olağan AGSP operasyonlarının “acil mukabele ve müdahale” nitelikli (expeditionary)
olması ve “çok-uluslu”, “çok-araçlı” olma özelliklerine sahip olması, ayrıca AGSP
operasyonlarının “zafer kazanmadan” ziyade “istikrar sağlama” amacını taşıması
öngörülmüştür.62
AB üyelerinin Avrupa Acil Müdahale Gücü’nü (AAMG) ve genel itibariyle
AB’nin kriz yönetimi yeteneklerini Avrupa-dışı bölgelerde kendi vazgeçilmez ya da en
azından çok önemli çıkarlarını korumak amacıyla kullanabileceği teorik düzeyde
varsayılabilir. Örneğin, AAMG “Francophone” Afrika’da kullanılabilir, böylece
Fransa’nın eski sömürgelerindeki “yükü hafifleyebilir”.63
Görüldüğü gibi, gelişiminin ilk aşamasında dış krizlere müdahale etmeye
odaklanan, ikinci aşamasında ise AB vatandaşlarını koruma görevini de kapsamına alan
AGSP, bir “Avrupa Ordusu” oluşturma amacı taşımamaktadır. Ulusal egemenliğe ve
Atlantik-ötesi ittifakına bağlılık bir Avrupa askeri bütünleşmesi düşüncesini
dışlamaktadır.
Güvenlik Aktörü Olarak AB’nin Nitelikleri
AB’nin uluslararası aktör olma niteliği henüz iyi tanımlanamamıştır.64 Diğer
yandan, güvenliğin tanımlanmasına bağlı olarak AB’nin güvenlik aktörü olup-olmadığı
tartışması da yapılabilir. Zira, güvenlik, değer yüklü bir kavram olduğu için içeriği
zamana, mekana ve kültürel unsurlara göre değişim göstermekte. Uluslararası ilişkiler
disiplini içinde güvenliğin tanımı hususunda bir uzlaşmadan söz edilmemektedir.65
Güvenliği klasik anlamda ele alan yazarlara göre, etkili askeri yeteneklere sahip
olmaması nedeniyle, AB’ni güvenlik aktörü olarak nitelemek oldukça zordur.66
Neorealistlere ve Amerika’daki yeni muhafazakar akıma yakınlığıyla bilinen R.Kagan,
“Amerikalıların savaşçı, erkek tabiatlı Mars’tan, Avrupalıların ise barışsever, dişi
tabiatlı Venüs’ten “geldiğini”, dolayısıyla sadece Amerikalıların küresel nitelik taşıyan
sorunları çözümlemek için güç ve iradeye sahip olduğunu” ileri sürmüştür.67 Güvenliği
62
An initial long-term vision for European defence capability and capacity needs
(Summary), EDA Steering Board, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/l33238.htm>
63
Robert Hunter, The European Security and Defense Policy: NATO's Companion - or
Competitor?, Santa Monica, RAND Corporation, 2002, s. 138.
64
P. Martinsen, “The ESDP- a Strategic Culture in the Making?” Paper prepared for the ECPR
Conference Section 17 Europe and Global Security, Marburg, 18-21 September 2003, s. 1.
65
Burak Tangör, Avrupa Güvenlik Yönetişimi, Ankara: Seçkin, 2008, s. 21.
66
Stephen Walt, “The Renaissance of Security Studies”, International Studies Quarterly, No
35, 1991, s. 211–239; Christopher, Hill, “The Capability–Expectation Gap, or Conceptualizing
Europe’s International Role”, Journal of Common Market Studies, 31(3), 1993, s. 305–328,
aktaran Pernille, Rieker, “From Common Defence to Comprehensive Security: Towards the
Europeanization of French Foreign and Security Policy?”, Security Dialogue, December 2006,
Vol. 37, No 4, s. 512.
67
Robert Kagan, Of Paradise and Power. America and Europe in the New World Order, NY,
Alfred Knoft, 2003.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
157
daha kapsamlı bir şekilde ele alanlara göre, güvenlik politikasının ekonomik, siyasi ve
askeri araçlarını koordine etme potansiyeli AB’ni Soğuk Savaş sonrası dönemin en
önemli güvenlik aktörlerinden birisi yapmakta.68 Gerçekten Avrupa ulusları arasında
kalıcı barışı tesis etme amacından doğan Avrupa bütünleşmesi süreci daha sonraki
dönemlerde kalkınma ve dış yardım programları, genişleme politikası ve ODGP
aracılığıyla kendi sınırları dışında da kalıcı barışı ve istikrarı sağlama görevini
üstlenmiştir.69 Bu bağlamda aday devletlerin politikaları ile toplumlarını dönüştürmeyi
amaçlayan “genişleme politikası” ve “AB komşuları” ile ortaklıklar kurma politikasının
AB’nin güvenlik ve istikar sağlamanın en önemli araçlarını teşkil ettiği söylenebilir.70
AB’nin Soğuk Savaş döneminden net bir şekilde formüle edilmiş güvenlik
politikasını tevarüs etmemiş olması, 1990 sonrası dönemde askeri araçların güvenlik
politikası araçlarının sadece bir kısmını oluşturduğu “kapsayıcı” (comprehensive)
güvenlik konseptini geliştirmesini kolaylaştırmıştır. Bu görüşe göre, Amsterdam
Antlaşması ile Petersberg Görevleri’nin AB müktesebatına dahil edilmesi, “kapsayıcı”
güvenlik konseptinin oluşturulması yönünde atılan en önemli ilk adım olmuştur.
Amsterdam Antlaşması’ndan sonra AB güvenlik politikası “ortak savunma” ve “une
Europe puissance à la Française”71 oluşturma amacından uzaklaşarak farklı yönde
gelişmeye başlamıştır. Bir başka deyişle, Amsterdam Antlaşması’nın Petersberg
Görevleri’ni AB “savunma politikası” tanımına dahil etmesi, AB’nin “ortak savunma”
fikrinden uzaklaştığını gösteren çok önemli gelişme olmuştur.72 Genel itibariyle
Amsterdam Antlaşması NATO’nun savunma alanındaki kurumsal üstünlüğünü daha da
güçlendirmiş ve AB’nin kolektif savunma alanında değil, sadece güvenlik alanında
sorumluluklar üstlenebilmesinin hukuksal zeminini hazırlamıştır. AB’nin yetki alanına
giren “savunma politikaları” ise, lojistik ve silahlanma politikalarını, kriz yönetimi
usullerinin uyumlulaştırılmasını ve Avrupalı yeteneklerin geliştirilmesi konularını
kapsamaktadır.73
AB’nin “kapsayıcı” güvenlik konsepti kriz yönetimi üzerine odaklanan AGSP’nda
açıkça tezahür etmekte, ayrıca “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı”74 ve AB’nin Balkanlar için
68
Helene Sjursen, “Changes to European Security in a Communicative Perspective”,
Cooperation and Conflict, Vol. 39, No 2, s. 107–128; Ole Wæver, “Identity, Integration and
Security: Solving the Sovereignty Puzzle in EU Studies”, Journal of International Affairs, June
2004, 48 (2), 1995, s. 46–86, aktaran Rieker, op. cit., s. 512.
69
Agnieszka Nowak, “Introduction”, Civilian Crisis Management: The EU Way, Nowak,
Agnieszka (ed), Paris, Chaillot Papers No 90, EU ĐSS, June 2006, s. 9.
70
Alyson Bailes, Common Foreign and Security Policy (CFSP)/ European Security and
Defence Policy (ESDP) Challenges and Prospects, Hamburg, Hamburger Vorträge am Institut
für Friedensforschung und Sicherheitspolitik, Februar 2005, s. 5.
71
Fransa benzeri, kendi ordusuna sahip bir “Büyük Avrupa” gücü
72
Rieker, op. cit., s. 521.
73
Abdulbaki Kavun, Avrupa Birliğinde Esnek Bütünleşme Modeli ve Türkiye Açısından
Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Boyutundan Đncelenmesi, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, s. 53.
74
Temmuz 2008’de Paris’te toplanan 43 devlet lideri, “Avrupa- Akdeniz Ortaklığı” yerine
“Akdeniz Đçin Birlik” projesinin temellerini attı. Söz konusu proje, bütünleşme (entegrasyon)
158
GALYM ZHUSSĐPBEK
önerdiği “Đstikrar Paktı” söz konusu “kapsayıcı” güvenlik konseptinin önemli
örneklerini teşkil etmektedir.75
Đlk defa F.Duchene tarafından 1972 yılında ortaya atılan ve Avrupa’yı bir “sivil
güç” olarak niteleyen konsept, Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı ekonomik ve siyasi
araçlarla sağlayan uluslararası ilişkilerin özel aktörü olduğunu ifade etmekte.76 Hanns
W.Maull ise, F. Duchene’nin ortaya attığı konsepti değiştirerek “sivil gücün”
uluslararası ilişkileri kanunların geçerli olduğu ve şiddetin sınırlandırıldığı “sivil” ve
“uygar” niteliğe kavuşturmak istediğini ileri sürmüştür. Bu nedenle “sivil güçler”
uluslararası hukuka saygıyı ve uluslararası rejimlerin etkinliğini arttırmak
istemektedir.77 Rusyalı AB uzmanı M. Troitskiy de, “kurucu babaların” AT’na (AB’ne)
“küresel yönetişimi” geliştirme aracılığıyla uluslararası ilişkileri “yapılandıran” ve
“düzene sokan” bir uluslararası güç olma rolünü verdiğini belirtmiştir.78
Đ.Manners AB’nin ne askeri, ne sivil güç olarak görülebileceğini, fakat paylaşılan
ortak normlara ve değerlere dayalı bir “normatif” güç olduğunu ileri sürmüştür. AB’ni
“normatif” bir güç olarak tanımlayan Đ.Manners’a göre, “normatif” güç hukukun ve
normaların üstünlüğüne inanır ve bu konuda başkalara örnek olur.79
Rusyalı siyaset bilimci A.Bogaturov da AB’ni, normları ve değerleri oluşturan bir
güç olarak nitelemiştir.80 Fakat geçmişte dünyanın birçok bölgesini işgal ederek
sömürgeler ve askeri yönetimler kuran eski emperyal güçlerin günümüzde dünya
devletleri için “normatif” standartlar oluşturmakta olduğu bir paradokstur.81
H.Maull’un “sivil güç” konseptine göre, AB’nin AGSP kapsamında askeri
yeteneklere sahip olması, AB’nin “sivil” olma niteliğini değiştirmemekte, zira bir gücün
“sivil güç” niteliğine sahip olması, onun uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına
anlayışına değil, işbirliği anlayışına dayanmaktadır. AB, “Akdeniz Đçin Birlik” projesi
çerçevesinde 2015 yılında serbest ticaret bölgesinin oluşturulmasını hedeflemektedir.
75
Rieker, op. cit., s. 512.
76
Francois Duchene, “Europe’s Role in World Peace”, Europe Tomorrow, Mayne, Richard
(ed.), London, Fontana, 1972, s. 43.
77
Hanns Maull, “Europe and the New Balance of Global Order”, International Affairs, Vol. 81,
No 4, 2005, s. 779- 781.
78
M. Troitskiy, “Evropeyskiy Soyuz v Mirovoy Politike” (Uluslararası Politikada AB),
Mezhdunarodniye Protsessi, International Trends, Journal of International Relations Theory and
World Politics, Vol. 2, No 2 (5), Mayıs- Ağustos 2004, <http://www.intertrends.ru/five/004.htm>
79
Ian Manners, ‘Normative Power Europe: A Contradiction in Terms?’, Journal of Common
Market Studies, Vol. 40, No 2, 2002, s. 235-58; Ian Manners, “European (Security) Union: From
Existential Threat to Ontological Security”, Working Papers, No 5, 2002, Copenhagen Peace
Research Institute, s. 1-42.
80
Aleksey Bogaturov, “Sovremenniy Mezhdunarodniy Poryadok” (Günümüzdeki Uluslararası
Düzen), Mezhdunarodniye Protsessi, International Trends, Journal of International Relations
Theory and World Politics, Vol. 1, No 1, Ocak-Nisan 2003,
<http://www.intertrends.ru/one/001.htm>
81
R. Rosecrance, “The New Type of International Actor”, Paradoxes of European Foreign
Policy, Jan Zielonka (ed.), The Hague, Kluwer Law International, 1998, s. 15- 23’ten aktaran
Sjursen, “Changes to European Security”, s. 122.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
159
yönelik insani müdahalede bulunmasına ya da bireysel/kolektif meşru müdafaa
gereklerini yerine getirme amacıyla askeri güç kullanmasına engel teşkil etmemektedir
(Maull, AB’nin aslında “sivil güç” (civilian power) değil, “sivil kuvvet” (civilian force)
olduğunu ortaya koymuştur). Hatta H.Maull’a göre, “sivil güçler”, uluslararası ilişkileri
“uygarlaştırmak” istemeyen geleneksel büyük güçlere nazaran, bazı durumlarda askeri
güç kullanmaya daha yatkın olur. Dolayısıyla “sivil güç” olmak, askeri güç
kullanmamak ya da kullanamamak anlamına gelmemekte, fakat “sivil güç” konsepti,
askeri gücün sadece belirli bir şekilde (kolektif bir şekilde ve uluslararası hukuka uygun
bir şekilde) ve belirli amaçlara yönelik (uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına
yönelik) kullanılmasını ifade etmekte.82
Amerikalı uluslararası ilişkiler kuramcısı J. Nye, etkinliğini kuvvetten ziyade,
başkalarına model olmakla gösteren “yumuşak güç” olmanın, başka “güç türlerine” ve
kendi güvenlik kültürüne sahip olmama anlamına gelmediğini belirtmiştir.83 AB
Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nün hazırladığı “Avrupa Savunması’nın Beyaz
Kitabı”nda, bazı durumlarda askeri güç kullanımının, “yumuşak” güç (AB ile
özdeşleştirilen) kullanımının önünü açan en iyi yöntem olduğu ileri sürülmüştür.84
“AGSP” retoriğinin kullanılmasından da, aslında Avrupalıların askeri güç kullanımına
tamamen karşı olmadığı anlamı çıkmaktadır.85 Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde
görüldüğü gibi, AB askeri güç kullanılmasını tamamen dışlamamakta, fakat en son
ihtimali olarak görmektedir. Ayrıca “Temel Hedef 2010” kapsamında AB Muharebe
Grupları’nın oluşturulması bunun bir kanıtı olarak görülebilir.86
Kısacası, AGSP’nı geliştirmekte olan AB, “dişleri olan bir sivil güç” (civilian
power with teeth) olarak nitelenebilir.87 AGSP aracılığıyla AB dışına askeri ve sivil
“güç aktarımının” (power projection) yapılması amaçlanmakta. Avrupalılar önce 1991
Körfez Savaşı’nda, sonra Balkanlarda meydana gelen çatışmalarda elde ettiği
tecrübelere binaen, askeri stratejilerini AB sınırları dışına müdahalede bulunma, askeri
ve sivil operasyonlar düzenleme doğrultusunda değiştirmeye başlamıştır.88 Dolayısıyla,
R.Kagan’ın yaptığı gibi, ABD’niın savaşçı ve erkek tabiatlı “Mars’tan”, Avrupa’nın
barışçıl ve dişi tabiatlı “Venüs’ten” geldiğini ileri sürerek ikisi arasında katı ayırım
82
Maull, op. cit., s. 779- 782.
Joseph Nye, “Soft power: the means to success in world politics”, Public Affairs, 2004,
aktaran Paul Cornish; Geoffrey Edwards, “The strategic culture of the European Union: a
progress report”, International Affairs, 2005, Vol. 81, No 4, s. 818.
84
European Defence, A proposal for White Paper, Report of an Independent Task Force,
Paris, EU ĐSS, May 2004, s. 12.
85
Stephanie Anderson; Thomas R., Seitz, “European Security and Defense Policy Demystified
Nation-Building and Identity in the European Union”, Armed Forces and Society, Vol. 33, No 1,
October 2006, s. 29.
86
Johannes Varwick, “European Union and NATO Partnership, Competition or Rivalry?”,
Kieler Analysen zur Sicherheitspolitik, Nr. 18, Juni 2006, s. 9.
87
Varwick, Ibid., s. 19.
88
Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, Lessons
Learned from European Defence Equipment Programmes, Occasional paper No 69, Paris, EU
ISS, October 2007, s. 16.
83
160
GALYM ZHUSSĐPBEK
yapmak isabetli görünmemektedir.89 Şartlar iktiza ettiğinde Avrupalılar da, özellikle
Đngiliz ve Fransızlar “Mars’tan geldiğini” gösterebilir, askeri güç kullanımı dahil, her
türlü zorlayıcı tedbirlere başvurabilir.90 AB üyesi devletler Körfez bölgesine, BosnaHersek’e, Kosova’ya ve Afrika’daki eski sömürgelerine askeri birlikler sevk etmiştir.
Hatta, Fransa ulusal savunma stratejisinin, içeriği tam olarak açıklığa kavuşturulmayan
“önleyici müdahaleye” cevaz verdiği belirtilmiştir.91
ODGP Yüksek Temsilci yardımcısı görevinde bulunan kıdemli Đngiliz diplomatı
R. Cooper’a göre, AB en gelişmiş “post-modern” oluşum, zira AB’de ulusal sınırlar
gittikçe kalkmakta, ulus-devletler güç kullanımı konusunda sahip olduğu geleneksel
yetkilerinde tavizler vermekte, dış ve iç politikalar arasında farklılıklar da gittikçe
azalmaktadır.92 R.Cooper “post-modern” oluşum için “modern-öncesi” devletlere
müdahalede bulunmanın hayatın bir gerçeği haline geleceğini, hatta “modern-öncesi”
dünyaya müdahalede Clausewitz savaş doktrininin kullanabilir olduğunu ileri
sürmüştür.93
Savunma Endüstrisi ve Silahlanma Politikası Alanlarında Đşbirliği
AB üyeleri arasında savunma endüstrisi ve silahlanma politikası alanlarında
bütünleşme süreci ve işbirliği büyük zorluklarla ilerlemektedir. Doğası gereği askeri
ürünler ve askeri hizmetler piyasası üye devletlerin savunma ve güvenlik politikaları ile
doğrudan bağlantılı, dolayısıyla savunma endüstrisi diğer sektörlere nazaran ulusal
siyasi otoritelere daha fazla bağımlıdır. Silahlanma politikası, ulusal savunma
politikasının önemli unsuru olması nedeniyle, AGSP kapsamına alınmamıştır.94 AB
üyeleri askeri ürünlerin üretimi, ticareti ve tedarikini, ayrıca askeri hizmetler konusunu
bütünleşme süreci dışında tutmuştur. Örneğin, gemi yapımı, kara sistemleri, havacılık,
uzay ve elektronik sektörlerinin savunma ile ilgili kısımları AB iç pazar mevzuatına tabi
değildir.95 Bu uygulama AT Antlaşması’nın 296’nci (eski 233) maddesine istinat
etmektedir.
89
Roland Dannreuther, “Conclusion: Towards a Neighbourhood Strategy”, EU Foreign and
Security Policy Towards a Neighbourhood Strategy, Roland, Dannreuther (ed.), NY,
Routledge, 2005, s. 216.
90
Denis MacShane, “Don’t Divide. Europe and America”, The World Today, Chatham House,
June 2004, s. 11.
91
“Le projet de Loi de Programmation Militaire 2003–2008”, Legislation Proposal for the
Military Programme 2003–08, Paris: Ministry of Defence, aktaran: Rieker, op. cit., s. 522, 523.
92
Robert Cooper, The Breaking of Nations: Order and Chaos in the Twenty-First Century,
London, Atlantic, 2003 s. 36, 37.
93
Robert Cooper, “Post-Modern Devlet ve Dünya Düzeni”, NPq-Türkiye, Cilt 1, Sayı 2, Yaz
1998, s. 12.
94
Burkard Schmitt, “Conclusion”, Between cooperation and competition: the transatlantic
defence market, Chaillot Papers No 44, Burkard Schmitt (ed.), Paris, WEU ISS, January 2001
s. 129.
95
“Avrupa Birliği ve Savunma Sanayii”, Dünya, 26 Nisan 2008, s. 10.
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
161
Son zamanlara kadar AB üyelerinin silahlanma alanındaki işbirliğini AB çerçevesi
yerine, AB dışındaki oluşumlar olan Ortak Silahlanma Đşbirliği Örgütü (Organisation
Conjointe de Coopération en matière d'Armement, OCCAR) ve “Niyet Mektubu”
aracılığıyla geliştirmeye çalıştığı müşahade edilmiştir.96 OCCAR, AB ile yasal
bağlantısı bulunmayan ve silahlanma alanında ortak projeler ve programlar yürütme
amacıyla Fransa, Đngiltere, Almanya ve Đtalya’nın kurmuş olduğu bir ortaklıktır.
Günümüzde OCCAR, işbirliği esasına dayalı silahlanma programlarını yönlendiren
başlıca Avrupa örgütü konumundadır. OCCAR’ın bu konumunu gelecekte de koruması
kuvvetle muhtemeldir.97 OCCAR üyelerinin yürütmekte olduğu en önemli programlar
arasında FSAF füze (Fransa ve Đtalya arasında), Tiger helikopter (Fransa ve Almanya
arasında), A400M ağır nakliye uçak (Almanya, Đngiltere, Fransa, Belçika, Đspanya,
Türkiye arasında) yapımı projeleri sayılabilir.98
Güçlü savunma endüstrisine sahip olan AB üyelerinin savunma piyasasında kural
olarak ulusal üreticiler hakim durumda (örneğin BAE Systems Đngiltere savunma
piyasasının yaklaşık %60-80’ni kontrol etmekte), zira söz konusu üye devletler ulusal
endüstriyel ve teknolojik potansiyellerini, ulusal istihdamı ve “ulusal gururlarını”
korumak istemektedir.99 AB üyelerinde son yılları yaşanan özelleştirme süreci
sonucunda devletin askeri endüstride rolü nispeten azalsa da, devlet bu sektörde halen
başlıca rol oynamaktadır. Ayrıca AB üyelerinin silahlanma politikası ulusal
yönetimlerin yetkisi altında bulunmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa savunma piyasası
bölünmüş durumda, AB üyelerinin ulusal silahlanma programları önemli ölçüde
farklılaşmakta, ulusal savunma endüstrileri benzer faaliyetlerde bulunmakta, ve üretim
oranları sınırlı olmasından dolayı üretim maliyetleri de yüksek olmaktadır. Avrupa’da
askeri endüstri, ağırlıklı olarak (%90’dan fazlası) Fransa, Đngiltere, Almanya, Đtalya,
Đspanya ve Đsveç’te yoğunlaşmıştır. Ayrıca söz konusu devletlerin payına Avrupa
silahlanma harcamalarının %85’i, askeri nitelikli AR-GE’nin %98’i düşmektedir.100
Son yılları yaşanan birleşmeler sonucuda günümüzde Avrupa savunma
piyasasında dört önemli oyuncu bulunmakta: Đngiliz BAE Systems, Fransız THALES,
Alman, Fransız ve Đspanyol ortak EADS (European Aeronautic Defense and Space
Company, Avrupa Hava Savunması ve Uzay Şirketi) ve Đtalyan Finmeccanica. Fakat
Avrupa’nın en büyük şirketleri, ABD şirketleri ile karşılaştırıldığında önemli ölçüde
geride kalmakta, dünyada askeri amaçlı ürünler üreten en büyük altı şirketin beşi ABD
şirketidir.101
96
Burkard Schmitt, The European Union and Armaments, Chaillot Papers No 63, August
2003, Paris, EU ISS, s. 9.
97
Jean-Pierre Darnis et al., “Cooperative Lessons Learned”, Lessons Learned From European
Defence Equipment Progammes, Occasional Paper No 69, Paris, EU ISS, October 2007, s. 32.
98
Schmitt, The European Union and Armaments, Ibid., s. 24, 25
99
Nannette Bühl, “The Future of the European Defence Industry”, NATO’s Nations and
Partners For Peace, No V, 2004, s. 36, 40.
100
Jean-Pierre Darnis et al, “Challenges for European Armaments Cooperation”, Lessons
Learned From European Defence Equipment Progammes, Occasional Paper No 69, Paris, EU
ISS, October 2007, s. 26.
101
Bühl, Ibid., s. 35, 36.
162
GALYM ZHUSSĐPBEK
Telif hakları konusunun çözülememiş olması, savunma endüstrisi alanda işbirliğini
zorlaştırmaktadır. Sivil teknoloji alanında oluşturulmuş olan Avrupa Patent Ofisi
benzeri bir kurum askeri teknoloji alanında oluşturulamamıştır. AB üyeleri arasında
uluslararası nitelikte askeri AR-GE projelerini yürütmekle görevlendirilen WEAO
(Western European Armament Organisation, Batı Avrupa Silahlanma Örgütü)
çalışmaları başarısızlıkla sonuçlandı, zira AB üyeleri özellikle telif hakları konusunda
aralarında anlaşmaya varamadıklarından dolayı, WEAO projelerine toplam Avrupa
askeri AR-GE harcamalarının sadece %1 tahsis edildi.102
Avrupalılar arasında genelde AGSP’nın doğuşundan, özelde ECAP’ın (European
Capabilities Action Plan, Avrupa Yetenekleri Geliştirme Eylem Planı) kabul
edilmesinden sonra silahlanma politikasının en azından bazı konularını AB çerçevesine
dahil etme konusunda bir uzlaşma ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak, AB
üyeleri son yılları silahlanma ve savunma endüstrisi alanında işbirliği olanaklarını AB
çerçevesinde görüşmeye başlamış ve bazı ortak projeler başlatmıştır. Avrupa
devletlerini silahlanma alanında işbirliğine iten başlıca faktörler arasında AGSP’nın
oluşturulması sonucu siyasi ortamın değişmesi; askeri ürünler üreten şirketlerin artan
uluslararasılaşması; savunma bütçelerinin artmaması sonucu mevcut harcamaları
tasarruflu kullanma ihtiyacının doğması sayılabilir.103
Avrupalıların savunma bütçeleri (özellikle askeri AR-GE ve teçhizat tedarikine
tahsis edilen harcamalar oranı) AGSP ve NATO çerçevesinde giderilmesi taahhüt edilen
yetersizlikleri gidermeye yeterli görünmemektedir. Aslında, Avrupalıların çözmesi
gereken en önemli sorun olarak askeri harcamaların arttırılmasından ziyade, silahlanma
alanındaki “parçalanmışlığın” giderilmesi gösterilebilir.104 AB devletlerinde benzer
konularda, bir-birinden farklı çok sayıda üstelik nispeten küçük çaplı programlar
yürütülmektedir. Örneğin, 2005 yılında AB üyeleri silah tedariki alanında 89 program
yürüttü ve yaklaşık 26 milyar avro yatırım yaptı, fakat daha yüksek savunma bütçesine
sahip ABD sadece 27 program yürüttü. Avrupa askeri harcamalarının %82’i ulusal
programlara tahsis edildi. Ulusal üreticler arasındaki “parçalanmışlık” sonucu AR-GE
ve üretim alanlarında hem “farklı üreticilerin aynı ürünü üretmesi” (duplication), hem
farklı standartların ortaya çıkması söz konusu olmaktadır. Bu husus ise Avrupalıların
“birlikte çalışabilirlik” yeteneklerini daha da düşürmektedir.105
Temmuz 2004’te Konsey’in Ortak Eylemi ile Avrupa Savunma Ajansı’nın (ASA)
kurulması kararlaştırıldı. ASA’nın, AB üyelerinin kriz yönetimi alanında savunma
yeteneklerini geliştirmesi; AB üyeleri arasında silahlanma alanında işbirliği sağlaması
ve ilerletmesi; Avrupa savunma endüstrisi ve teknolojik temelini (tabanını)
102
Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, op. cit., s. 25-
27.
103
Schmitt, op. cit., s. 14, 7
Antonio Missiroli; Burkard, Schmitt, “More €uros for European Capabilities, Budgetary
discipline and/or defence expenditure?”, Analysis, Paris, EU ISS, June 2002, <http://www.isseu.org/new/analysis/analy027.html>
105
Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, s.18.
104
2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI
163
güçlendirmesi; rekabet gücü yüksek Avrupa askeri amaçlı ürünler pazarını oluşturması,
Avrupa askeri AR-GE ve teknolojisini güçlendirmesi öngörüldü.106
Avrupalıların silahlanma alanında (AB çerçevesinde ve AB dışında) işbirliği
yaparak “Avrupa Savunma Teçhizatları Pazarı’nı” oluşturması, Avrupa savunma
endüstrisinin rekabet gücünü arttırma, üye devletlerin savunma bütçelerini daha
tasarruflu ve verimli kullanma ve AGSP çerçevesinde geliştirilmesi taahhüt edilen
yetenekleri geliştirme açısından çok büyük önem taşımaktadır. Fakat mevcut şartlar
altında AB çerçevesinde “ortak savunma pazarının” oluşma ihtimali oldukça
düşüktür.107
Özetlenirse, AB üyeleri silahlanma alanında ulusal yetkileri henüz AB
kurumlarına transfer etmemiş ve bu alanda ulusal politikaları sistematik bir şekilde
koordine edecek mekanizmaları oluşturmamıştır. Üye devletler arasında siyasi
konularda önemli engellerin varlığı, özellikle silah-üreticisi büyük devletlerin
silahlanma ve savunma endüstrisi politikaları ve stratejileri arasındaki farklılıklar,
silahlanma alanında işbirliği yapılmasını önemli ölçüde engellemektedir. Silahlanma
alanında son yılları yapılan işbirliği girişimleri ancak bazı mütevazi sonuçlar vermiştir.
ASA’na üye olan AB devletleri toplam askeri AR-GE harcamalarının sadece %12.4’nü
çok-uluslu ortak programlara ayırmıştır.108
Sonuç
Soğuk Savaş sonrası dönemde Atlantik-ötesi ittifaka zarar vermeksizin Avrupa’nın
güvenlik alanındaki sorumluluğunu arttırma arayışları başlamıştır. Avrupalıların AB
çerçevesinde geliştirmeye çalıştığı AGSP bunun en önemli sonuçlarından birisidir.
AGSP, hem AB’nin ODGP’nın bir parçası hem de Avrupa dış politikasına askeri boyut
kazandıran bir politikadır.
Genel itibariyle, ODGP ile AGSP’nı kapsayan siyasi bütünleşme sürecinin
görünür gelecekte geçilmesi olanaksız sınırlılıkları bulunmaktadır. Siyasi
bütünleşmenin en büyük sınırlılığını, AB’nin yapıtaşlarını ulus-devletlerin oluşturduğu
bir örgüt niteliğine sahip olması teşkil etmektedir. AB’nin bağımsız bir devletin sahip
olduğu ölçüde ve nitelikte stratejik ve güvenlik kültürüne, bağımsız dış, güvenlik ve
savunma politikalarına sahip olması beklenilenemez. Bu nedenle, Kurucu Antlaşmaları
tadil eden ve AGSP ile ilgili hükümleri ilk defa “AB Antlaşması” metnine dahil eden
2007 Lizbon (Reform) Antlaşması, ASGP’nın niteliğini değiştirmemiştir. Lizbon
Antlaşması’nda nitelikli oyçokluğu usulünün genel kural olması ve birçok konuda veto
hakkının kaldırılması öngörülmesine rağmen, bazı cüzi iyileştirmeler dışında ODGP ve
AGSP/OGSP’nın katı hükümetlerarası niteliğe sahip olan karar alma mekanizması ve
Avrupa Parlamentosu ile Adalet Divanı’nın ODGP alanında oynadığı rolü olduğu gibi
106
“Council Joint Action 2004/551/CFSP on the Establishment of the European Defence
Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75,
February 2005, s. 175-180.
107
Schmitt, Between Cooperation and Competition, op.cit., s. 127.
108
Jean-Pierre Darnis et al, op. cit., s. 30
164
GALYM ZHUSSĐPBEK
bırakılmıştır. AGSP’nın işleyiş mekanizması her üye devletin kendi çıkarlarını azami
derecede koruyabilmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, Lizbon Antlaşması’nın AGSP
adını OGSP olarak değiştirilmesi, “avro-iyimserliğinin” (euro-optimism) bir görüntüsü
olarak kabul edilebilir. Lizbon Antlaşması’na “karşılıklı dayanışma” hükmünün
konulması da AB’ni hiç bir şekilde savunma örgütüne dönüştürmemektedir. AGSP,
“Büyük Avrupa’ya” değil, “AB’ne hizmet eden AB dış politikasının sınırlı bir aracı”
olarak ortaya çıkmıştır.109 AB’nin bir kurumu olan Avrupa Savunma Ajansı Yürütme
Kurulu’nun belirttiği gibi, askeri yetenekler AGSP çerçevesindeki kriz-yönetimi
operasyonlarına ilişkin “kapsayıcı” ve “entegre” bakış açısının sadece bir kısmını teşkil
etmektedir.110
Güvenliğin değer yüklü bir kavramı olması ve AB’nin uluslararası arenadaki
rolünün niteliği konusunda teorik düzeyde bir uzlaşma sağlanamaması nedeniyle,
AB’nin güvenlik aktörü olup-olmadığı sorusu tam olarak cevaplandırılamamıştır. Fakat,
güvenlik kavramını kapsamlı bir şekilde ele alanların bakış açısına göre AB, Soğuk
Savaş sonrası dönemin en önemli güvenlik aktörlerinden birisidir. AB’nin “kapsayıcı”
güvenlik konsepti kolektif savunma yerine, askeri ve sivil kriz yönetimi üzerine
odaklanan AGSP’da açıkça tezahür etmektedir.
AB’nin ekonomik ve siyasi araçlarla istikrar sağlayan “sivil güç” olduğunu,
dolayısıyla uluslararası ilişkilerin özel aktörü olduğunu ortaya koyan görüş genel kabul
görmüştür. Ayrıca AB, bir “post-modern” oluşum ve “normatif” güç olarak da
nitelenmiştir. Fakat “post-modern” oluşum ya da “sivil güç” olmak, askeri güç
kullanmamak veya kullanamamak anlamına gelmemektedir. “Sivil güç” konsepti, askeri
gücün belirli bir şekilde (uluslararası hukuka uygun) ve belirli “meşru ve yüce”
amaçlara yönelik (uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına yönelik) kullanılmasını
ifade etmektedir. Diğer yandan, AGSP’nın oluşturulmasıyla AB’nin “sivil” niteliğini
kaybettiği, “askeri güce” dönüştüğü yönündeki değerlendirmeler isabetli
görünmemektedir. Hem Avrupa Güvenlik Stratejisi’nden, hem AAMG ve AB
Muharebe Grupları’nın oluşturulmasından AB’nin askeri güç kullanımını tamamen
dışlamadığı görülmektedir. AB bir bakıma “dişleri olan bir sivil güç” olarak
nitelenebilir. AGSP’nın oluşturulmasıyla askeri ve sivil kuvvetler kaynağının geniş
yelpazesine sahip olması, AB’ne başka Batılı örgütlerle karşılaştırıldığında önemli
avantajlar sağlamakta ve ABD ile NATO’nun müdahil olmak istemediği kriz ve
bölgelere müdahale etme olanakları vermektedir.
109
Dov Lynch, Russia Faces Europe, Chaillot Papers No 60, Paris, EU ISS, May 2003, s. 76
An initial long-term vision for European defence capability and capacity needs (Summary),
EDA Steering Board, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/l33238.htm>
110
ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ
GENEL YAYIN İLKELERİ
1. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi'ne gönderilecek olan yazılar, işlediği konuya yeni
bir boyut getirecek şekilde özgün ve daha önce hiçbir yayın organında yayınlanmamış
ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır.
2. Gönderilen makalelerin yayınlanmasından sonra dergi yayın kurulu tarafından uygun
görüldüğü takdirde, tüm yayın hakları Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları
Araştırma Uygulama Merkezi’ne (ATAUM) aittir.
3. Yayınlanan makalelerden alıntı yapılması halinde kaynak belirtilmesi zorunludur.
Makalelerin tamamının kullanılması derginin iznine bağlıdır.
4- Makaleler Türkçe, Almanca, Fransızca ya da İngilizce dillerinden birinde yazılabilir.
5. Sunulan makale önce derginin editörlük kıstaslarını karşılayıp karşılamadığının
görülmesi için Yayın Kurulu tarafından incelenir. Kıstasları karşılayan makale hakeme
gönderilir. Kıstasları karşılamayan makale, istenen düzeltmeler için yazara geri
gönderilir.
6. Makale hakeme gönderildikten sonra, hakem, hakem raporu kıstasları çerçevesinde
makaleyi iki ay içinde değerlendirir ve kararını gönderir. Hakem kararına göre, makale,
yayınlanmaya uygun bulunabilir, makalede bazı düzeltmeler istenebilir ya da makale
yayınlanmaya uygun bulunmayabilir. Bundan sonra yazar, en kısa sürede, ekinde hakem
raporlu bir yazı ile karar hakkında bilgilendirilir.
7. Yayınlanan makalenin sorumluluğu yazara aittir. Makaledeki hiçbir görüş dergiye
veya ATAUM’a yüklenemez.
8. Yayınlansın ya da yayınlanmasın hiçbir makale iade edilmez.
9. Yazarlar, yazılarını (makalelerini, kitaplarını vb.), 9. maddenin altındaki “Yazarlık
Formu”nu eksiksiz doldurarak ve istenilen diğer belgelerle birlikte, Ankara Üniversitesi
Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayın Koordinatörlüğü 06590
Cebeci/ANKARA
adresine
posta
yoluyla
göndermeleri
ve
ayrıca,
[email protected] veya [email protected] adresine de elektronik
posta olarak göndermeleri gerekmektedir. Eksik evrak ile gönderilen makaleler, işleme
alınamamaktadır.
Makale/Kitap Yayınlama ve Yazar Formu üzerine tıklayarak indirebilirsiniz.
165
10- Yazılar/makaleler, Microsoft Word programında, Times New Roman karakterinde
yazılacaktır. Satır aralığı 1,5 olmalıdır. Metin için 12 punto, dipnotlar için 10 punto
kullanılacaktır.
11. Makale, dipnotlar dahil 6.000 ila 10.000 kelime arasında olmalıdır.
12. Kitap incelemeleri 1500-2000 kelime arasında olmalıdır.
13. Olay incelemeleri dipnotlar dahil 3000-5000 kelime arasında olmalıdır.
14. Makale, Türkçe dilinde yazılmışsa Türkçe ve İngilizce özet ve anahtar kelime,
Yayın Kurulu tarafından kabul edilen başka bir dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca)
yazılmışsa, Türkçe ve yazıldığı dilde özet ve anahtar kelime eklenmelidir. Özetlerin her
birinde ortalama 125’er kelime olmalı, anahtar kelimeler ise 5’er adedi geçmemelidir.
15. Makalelerde en fazla üçlü altbaşlık sistemi kullanılacaktır. İlk altbaşlık koyu, ikinci
altbaşlık koyu ve italik yazılmalıdır. Üçüncü altbaşlık sadece italik olmalıdır.
Altbaşlıklarda harf ya da rakam kullanılmamalıdır.
16. Makale içinde çift tırnak kullanılmalıdır.
17- Makalenin yazılmasında kullanılan kaynakçaya ilk atıf, dipnot yazım ilkelerinde
belirtilen örnekler çerçevesinde yapılacaktır. Makalenin sonraki sayfalarında, aynı
kaynağa yapılan atıflarda ise yazarın soyadı ile Ibid., op.cit. vb. Latince terimler
kullanılacaktır.
“Dipnot Yazım İlkeleri”ne üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
18- Yayınlanan makalelerin yazarlarına ilgili mevzuat çerçevesinde telif ücreti
ödenecektir.
19- Yayınlanan makalelerin 10 adet tıpkı basım ve 1 adet dergi yazara ücretsiz olarak
verilecektir.
166
THE GENERAL PUBLICATION PRINCIPLES OF THE
ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES
1. All papers sent to the journal should be original enough as they will bring a new
dimension to the topic in which they study and should not have been published or
presented to the editorial board of other publications in any kind.
2. If presented paper’s publication is approved by the Review’s Editorial Board, the
Ankara University ATAUM holds all publication rights of the paper.
3. Any other publication and paper that have used some parts of papers published in the
Ankara Review of European Studies as quotations should give the source paper of these
quotations in their bibliography. The complete usage of paper is a subject to the
permission of the review.
4. The language of papers to be presented to the review could be in Turkish, English,
French and German.
5. Presented paper will first be reviewed by the editorial board to see whether the paper
meets the editorial criterias of the review. The paper that meets the criterias will be sent
to the referee. Paper that do not meet the criterias will be sent back to the author for the
requested corrections.
6. After the sending of the paper to the referee, the referee will asses the paper in the
framework of the terms of referee report and send his decision about the paper within
two months. In the referee’s decision, the paper may be found eligible to the publication
or some corrections may be requested on the paper or the paper may be found ineligible
for the publication. Then the author is immediately informed about the decision in
writing with a copy of referee report.
7. The responsibility of the published papers belongs to the authors. All opinions in the
papers can not be ascribed to the review or ATAUM
8. All papers either published or not are not returned.
9. Authors who would like to sent their papers, books, etc. to ATAUM for the
publication assessment should fill up “The Author Form” and send it with other
requested document with their papers or books etc. by post to the following address:
Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayın
Koordinatörlüğü 06590 Cebeci /ANKARA. They should also e-mail the form, requested
documents and their papers or books etc. to one of the following e-mail addresses:
[email protected] or [email protected] . All applications with
incomplete document will not be admitted.
167
Please click on “The Author Form”
10. Papers should be written in one of the Windows for Word programmes with a 1.5
line matter and in the Times New Roman character. The size of the letters will be 12
points, for the text and 10 points, for the foot notes.
11. The total words at the paper including the foot notes should be between 6000 and
10.000 words.
12. The total words in the book reviews should be between 1500 and 2000 words.
13. The total words in the case studies should be between 3000 and 5000 words.
14. If the paper is written in Turkish, abstract and keywords a Turkish abstract and key
words and also an abstract and key words in the original language of the paper should
be added to the paper. Each abstract should comprise 125 words in average and the
number of key words both in Turkish and in original language should not be more than
5 words.
15. In the papers, maximum three subtitle system will be used. The first subtitle should
be bold the second subtitle should be bold and italic and the third subtitle should be
italic in character. Letters or numbers should not be used in the subtitle.
16. Quotation marks should be used in the paper.
17. In the first quotations for the bibliography used in the preparation of the papers, a
foot note procedure will be used in the framework of the Footnote Writing Principles.
In the following pages if the quotation is made to the same bibliography, the family
name of the author and terms in latin such as Ibid., op.cit,etc. will be used. All
quotations to the sources used in the writing of the paper will be made through footnotes
procedure in the framework of the examples given in the footnote writing principles
link.
You may download “Footnote Writing Principles”
18. Copy right priced will be paid to the author in the framework of the reliated
legistation.
19. The author will be given 10 (ten) blue print of his/her paper separately and also 1
(one) review that his/her paper has been published free of charge.
168
ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ
DİPNOT YAZIM İLKELERİ
A-TEK YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE
i-Kitap:
Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, Ankara, İmge
Kitabevi, 2001, s. 55.
ii-Makale:
Gökhan Çetinsaya, “Essential Friends and Natural Enemıes: The Hıstorıc Roots of
Turkish-Iranian Relations”, Middle East Review of International Affairs, Cilt 7, No3,
2003, s. 116-132.
B-İKİ YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE
i-Kitap:
Gülten Kazgan ve Natalya Ulçenko, Dünden Bugüne Türkiye ve Rusya, İstanbul,
Bilgi, 2003, s. 32.
ii-Makale:
Thomas G. Mahnken ve James R. FitzSimonds, “Revolutionary Ambivalance:
Understanding Officer Attitudes Toward Transformation”, International Security, Cilt
28, No 2 ,2003, s.122-135.
C-ÜÇTEN FAZLA YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE
i-Kitap:
Mehmet Gönlübol et al, Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1995, Ankara
Siyasal Kitabevi, 1996, s. 129.
ii-Makale:
David Dranove et al., “Is More Information Better? The Effects of “Report Cards” on
Health Care Providers”, Journal of Political Economy, Cilt 11, No 3, 2003, s. 25.
D- KİTAPTA MAKALE
Joseph Turow, “A Mass Communication Perspective on Entertainment Industries”,
James Curan ve Michael Gurevitch (der.), Mass Media and Society, Londra, Edward
Arnold, 1991, s. 160-167.
E- GAZETE YAZISI
Yazarı Belli Gazete Yazısı
Hasan Cemal, “Fiyasko ve Çıkış Yolu”, Milliyet, 18 Aralık 2003, s. 7.
169
Yazarı belli olmayan gazete yazıları:
“Başbakan Washington Yolcusu”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2003, s. 8.
Yazarı belli olmayan resmi ya da özel yayınlar, raporlar vb.
Enerji Teknolojileri Politikası Çalışma Grubu Raporu, Ankara, TÜBITAK, Mayıs
1998, s. 35.
ARŞİV BELGELERİ
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Başbakanlık Hususi Kalem, 33218, 10 Aralık 1943.
İNTERNETTEN ALINAN KAYNAKLAR
Mustafa Aydın, “ABD Dünyadan Ne İstiyor”, 23 Mart 2003,
<http://www.haberanaliz.comldetay.php?detayid=325> (19 Aralık 2003), s. 1.
YÜKSEK LİSANS-DOKTORA TEZLERİ
Mustafa Pulat, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası: Türkiye’nin Avrupa
Savunmasındaki Geleceği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, s. 10.
SÖYLEŞİ
İlber Ortaylı, Ankara, 10 Ekim 2003, kişisel görüşme.
170
REVIEW OF EUROPEAN STUDIES
FOOT NOTE ORTHOGRAPHY PRINCIPLES
A – FOR A BOOK OR A PAPER WITH ONE AUTHOR
i – For a Book :
Author, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
ii – For a Paper :
Author, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
B - FOR A BOOK OR A PAPER WITH TWO AUTHORS
i – For a Book :
Author, Author, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
ii – For a Paper :
Author, Author, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
C - FOR A BOOK OR A PAPER WITH THREE OR MORE THAN THREE
AUTHORS
i – For a Book :
Author, et al, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
ii – For a Paper :
Author, et al, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. .
Ç – FOR A PAPER IN A BOOK
Author, “Title of article”, Author of book ed., Title of book, Location, Publisher, Year,
p. …. .
D – FOR AN ARTICLE ON A NEWSPAPER
With Author or Without Author, ‘Title of article’, Title of Magazine, Day Month Year,
p. .. .
E – FOR AN OFFICIAL OR FOR A SPECIAL ARTICLES OR REPORTS
WITHOUT AN AUTHOR
Title of article or report, Location, Publisher, Year, p. …. .
F – FOR A ARCHIVAL DOCUMENT
Title of document, Number of the document, Day Month Year.
171
G – FOR THE BIBLIOGRAPHY DOWNLOADED FROM THE INTERNET
Author “Title of article”, <addres of the webpage>, (Retrieved Day Month), p. … .
H – FOR A GRADUATE AND FOR A DOCTORATE THESIS
Author, Title of thesis, Thesis type, Location, Year, p. …. .
I – INTERVIEW
Author, Location, thesis, Day Month Year, interview
172
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA TOPLULUKLARI ARAŞTIRMA VE
UYGULAMA MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
MAKALE/KİTAP YAYINLAMA VE YAZAR FORMU
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
AVRUPA TOPLULUKLARI ARAŞTIRMA VE
UYGULAMA MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜNE
Merkezinizin
Ankara
Avrupa
Çalışmaları
Dergisinde/Merkezinizce
yayınlanmasını istediğim “……………......................................................................……
……………………………………………….…….” başlıklı makalemin/kitabımın,
bütün sayfalarını paraflı ve son sayfasını da imzalı bir şekilde dilekçem ekinde
sunuyorum.
Makalemin/kitabımın bütün sorumluluğu tarafıma aittir. Makalemi/kitabımı başka
bir
yerde
yayınlatmadım
ve
yayınlanmak
üzere
göndermedim.
Makalemdeki/kitabımdaki görüşlerin dergiyi ya da Avrupa Toplulukları Araştırma ve
Uygulama Merkezi Müdürlüğünü bağlamadığı konusunda bilgilendirildim.
Makalem (yayınlanacak kitap için yazarlık ücreti ödenmemektedir) yayınlandığı
takdirde, adıma tahakkuk edecek yazarlık ücretinin ..........................................................
Bankası ................................................. Şubesi ………………………………………….
nolu hesabıma yatırılması için gereğini saygılarımla arz ederim.
........./........./200......
...............................................
(Ad, Soyad, İmza)
EKLER :
1- Makale/Kitap (1 adet-……………. sayfa)
2- İngilizce ve Türkçe Özet Çıktısı (1’er adet) ve İngilizce Adı
3- Makalenin/Kitabın tamamı ile İngilizce ve Türkçe Özetin (Makale verenler için)
İçinde Bulunduğu CD (1 adet)
Anahtar Kelimeler (Türkçe) :..........................................................................................
Anahtar Kelimeler (İngilizce) :................................…………………………................
Vergi Kimlik Numarası ve Dairesi ..................................................................................
T.C.(Nüfus Cüzdanı) Kimlik Numarası : .......................................................................
Bağlı Olduğu Kurum/Birim :…………………………………………………………...
Adres:..................................................................................................................................
………………….................................................................................................................
Telefon: Ev:................................................... İş :...............................................................
Fax :................................................ E-posta:...........................@......................
Makalenin/Kitabın Kelime ve Sayfa Sayısı :………...….. Kelime, ……………. Sayfa
173
ANKARA UNIVERSITY
EUROPEAN UNION RESEARCH CENTRE
PAPER/BOOK PUBLICATION AND AUTORSHIP FORM
TO THE ANKARA UNIVERSITY EUROPEAN
UNION RESEARCH CENTRE DIRECTORATE
I present my application form with my enclosed paper/book that I have initialed all
pages
and
signed
the
last
page
entitled
“………………………………………………………..…………………………………
……………………………………………………………………………………………
………………………………………………………..” that I request to publish at your
Center’s academic periodical publication titled Ankara Review of European Studies.
I have the all responsibility of my paper/book. I did not publish my paper/book at
another publication firm/house and I did not send it to another publication firm/house to
publish. I am fully acknowledged that all opinions at my paper/book can not be acribed
to the review or ATAUM
If my paper (is not paid for book) is published, I ask to do my autorship payment
to my account number ………………………………………………………. at the
……………… Branch of …………………………………………………….Bank.
........./........./200......
................................................
(Name, Surname, Signature)
ENCLOSED :
1- Paper/Book (1 copy-……………. pages)
2- English and Turkish Summary Output (1 copy in each language)
3- One CD should consist of English and Turkish summary of paper (for paper) and full
text of the paper/book
Keywords (in Turkish) :....................................................................................................
Keywords (in English) :.....................................................................................................
Turkish Identity Card Number or Passport Number : .................................................
Tax Identity Number and Tax Office : ...........................................................................
Employer Institution :……..…………………………………………………………….
Address: ….........................................................................................................................
………………….................................................................................................................
Telephone: Home:................................................. Work :...............................................
Fax :................................................ E-Mail:...........................@......................
Word and Page number of paper/book :…….……….. Word,
…...………. Page
174