Untitled - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi

Transkript

Untitled - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
7. İSTANBUL BULUŞMALARI
“ALTÜST İSTANBUL”
Yayına Hazırlayanlar
Tahsin GÜNGÖR
Murat ÖLMEZ
Ece Özden PAK
Ekim, 2013
İSTANBUL
İletişim ve Sekretarya
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Adres:
Telefon:
Faks:
E-posta:
Web:
Cihannüma Mahallesi, Akdoğan Sokak, Başar
Apartmanı, No:30, D:6-7 Beşiktaş/İstanbul
0212 275 4367
0212 272 9119
[email protected][email protected]
www.spoist.org – www.spo.org.tr
ALTÜST İSTANBUL
Tarih: 21-22 Ekim 2013
Mekan: MSGSÜ Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu
1. GÜN I 21.10.2012 – PAZARTESİ
09.30 – 10.00 Kayıt İşlemleri
10.00 – 10.30 Açılış Konuşmaları
Tayfun KAHRAMAN (TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi)
Güzin KONUK (MSGSÜ)
Gülşen ÖZAYDIN (MSGSÜ)
10.30 – 12.30 Açılış Oturumu: Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk (YTÜ)
Moderatör: Tolga İSLAM (YTÜ)
Konuşmacılar:
Faruk GÖKSU (Kentsel Strateji Ltd. Şti.)
Pelin TAN (Mardin Artuklu Üniversitesi)
Asuman TÜRKÜN (YTÜ)
Erbay YUCAK (Hukukçu)
Çalıştay Sonuçları Sunumu
12.30 – 14.00 Yemek Arası
14.00 – 16.00 2. Oturum: Kültürel Miras Alanları: Tarihi Yarımada
(ŞPO)
Moderatör: Akif Burak ATLAR (TMMOB ŞPO İstanbul Şubesi)
Konuşmacılar:
Murat BELGE (İstanbul Bilgi Üniversitesi)
Faruk PEKİN (Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı)
Hayri Fehmi YILMAZ (Sanat Tarihçisi)
Çalıştay Sonuçları Sunumu
2. GÜN I 22.10.2013 – SALI
09.00 – 10.00 Kayıt İşlemleri
10.00 – 12.00 3. Oturum: Doğal Alanlar (İTÜ)
Moderatör: Azime Tezer (İTÜ)
Konuşmacılar:
Ömer AYKUL (Tema Vakfı)
Zerrin BAYRAKDAR (Kuzey Ormanları Savunması)
Neriman ÖZHATAY (İÜ)
Doğanay TOLUNAY (İÜ)
Çalıştay Sonuçları Sunumu
12.00 – 13.30 Yemek Arası
13.30 – 15.30 4. Oturum: Kamusal Alanlar: “Gezi”Den Sonra Taksim
(MSGSÜ)
Moderatör: Gülşen ÖZAYDIN (MSGSÜ)
Konuşmacılar:
Murat H. GÜVENÇ (İstanbul Şehir Üniversitesi)
Tayfun KAHRAMAN (TMMOB ŞPO İstanbul Şubesi)
Aykut KÖKSAL (MSGSÜ)
Ömer MADRA (Açık Radyo)
Çalıştay Sonuçları Sunumu
15.30 – 16.00 Çay-Kahve Arası
16.00 – 18.00 Kapanış Oturumu: Forum
Moderatör: Zekai GÖRGÜLÜ (YTÜ)
18.00 – 19.00 Kapanış Kokteyli
Sunarken …
İstanbul’u altüst eden planlama kararlarını yeniden gündeme
getirmek üzere şekillenen İstanbul Buluşmaları’nın yedincisi 21–22
Ekim 2013 tarihlerinde “AltÜst İstanbul” başlığıyla her yıl olduğu
gibi, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız
Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümleri ortaklığıyla
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü ev sahipliğinde Fındıklı Kampüsü Sedad Hakkı Eldem
Oditoryumu’nda gerçekleştirildi.
İstanbul’da mekânı dönüştüren, dönüştürürken korunması gereken
doğal ve kentsel alanları, sosyal ve fiziksel dokuyu altüst eden, bunu
yaparken yasal mevzuatı da mekânsal müdahaleleri meşrulaştırıcı
bir zemine dönüştüren kararlar ve bu kararların en çok etkilendiği
alanların ele alındığı etkinlikte, ‘Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk’,
‘Kültürel Miras Alanları’, ‘Doğal Alanlar’ ve ‘Kamusal Alanlar” alt
başlıkları
ile
planlamanın
evrensel
ilkeleri
üzerinden
değerlendirmeler yapıldı.
Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk başlığı altında tüm ülkede topyekûn
bir fiziksel (ve sosyal) dönüşümün önünü açan yasaların yanı sıra;
kentsel dönüşümün ulusal bir politika olarak sunulduğu bu yeni
dönemde, geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması ve telafisi
olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için hali hazırda
gerçekleşmekte olan dönüşüm projelerinin yerel halk üzerindeki
olumlu/olumsuz, görünür/olası etkileri tartışıldı.
Kültürel Miras Alanları oturumu kültürel miras alanlarımızın alt üst
edildiği, çeşitli projelerle yüzyıllardır belleklerde yer etmiş form ve
simgelerinin tahrip edildiği mekânların odağında yer alan Tarihi
Yarımadayı gündeme taşıdı. Yenikapı’da bir tümör gibi büyüyen
dolgu alanı, yüzyıllardır korunmayı başarmış adayı delip geçen
lastik tekerlekli boğaz geçişi, Haliç ve Tarihi Yarımada siluetini
yeniden şekillendiren Haliç Metro Köprüsü, Süleymaniye, FenerBalat’ın dönüşümü... Tarihi Yarımadayı yeniden şekillendiren ve
dönüştüren projeler olarak tartışıldı.
Doğal Alanlar oturumunda; İstanbul’un sahip olduğu farklı
habitatlarda yaşanan kentleşme baskıları ve tehditler ile biyolojik
çeşitliliğin karşı karşıya bulunduğu risklerin ve İstanbul’un temel
doğal alanları içinde değerlendirilen su havzaları, ormanlar, sulak
alanlar, kıyılar ve meraların kentleşme baskıları, plan kararları ve
mega-projelere bağlı olarak değişiminin irdelendi.
Kamusal Mekan oturumu ise; kamusal alanın fiziksel tezahürü olan
kamusal mekândaki tartışmaları mekana bağlama kaygısıyla; Gezi
mücadelesinin ekolojik boyutu ile birlikte ekonomi-politik boyutu ele
alındı.
Alt Üst edilen İstanbul’u konuşurken birçok konunun tartışılmasına
olanak sağlayan, başarılı ve heyecanlı bir tartışma ortamı
hazırlayan etkinliğin gerçekleşmesine emek koyanları tebrik etmek
gerekiyor. Bir yıl boyunca etkinliğin şekillenmesi için sürekli bir araya
gelen ve etkinliğin oluşmasını sağlayan Düzenleme Kurulu ve
Etkinlik Sekretaryası başta olmak üzere, tüm Meslektaşlarımıza,
Konuşmacı Dostlarımıza ve Danışma Kuruluna katkıları ve
verdikleri emek için teşekkür ederiz.
Her İstanbul Buluşmalarında söylediğimiz gibi bu tartışmalar ve
bundan önce gerçekleşen İstanbul Buluşmaları umarız, İstanbul’un
kentsel yaşamında ilerici fikirler üretmek ve bilgiyi yaşam ile
sentezlemek için çıkılan yolda tarihe güncel olduğu kadar içerikli
notlar düşülmesini sağlayacak ve İstanbul’un sürekli değişen
gündemini takip edenler için başvuru kaynakları olacaktır.
İstanbul’un çok sıcak gündemini tartışmaya açan TMMOB Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul Teknik
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ve Yıldız Teknik
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün ortak gayretleri ile
ortaya çıkan bu kitabın da gelecekte yapılacak olan çalışmalara
katkı sağlamasını ve yol gösterici olmasını diliyoruz.
İstanbul Buluşmaları 2013 Düzenleme Kurulu
İSTANBUL BULUŞMALARI 2013
22-22 Ekim 2013
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
KUMRU ÜLKER- Değerli konuşmacılar ve katılımcılar ve Sayın
Dekanım; sözlerime başlamadan evvel hepinize ilk başta hoş geldiniz demek
istiyorum. Bu açılış konuşmasını yapmam istendiğinde ne konuşabilirim diye
biraz düşündüm, daha sonra bir vesileyle 1800 senesinde yapılan, Galata
Kulesinden bakılarak yapılan bir İstanbul planını gördüm, daha sonra evde Pera
Müzesinin yayınladığı “Konstantinie’den İstanbul’a” diye bir kitap vardı. Burada
18. Yüzyıl ve 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başlarında İstanbul’un Rumeli yakasının
çekilmiş fotoğrafları vardı, buna da farklı bir gözle baktım. Bizler ne kadar
İstanbul’un şu anda plansız ve programsız büyümekte ve gelişmekte olduğunu
yaşayarak görsek de sanırım bu durum aslında çok uzun zamandan beri ne
yazık ki böyle, ülkemizdeki diğer şehirlerin de çok da farklı olduğunu
sanmıyorum. Ancak 1800’lerde nüfusu 800 000 civarı olan İstanbul’da bu sayı
yaklaşık olarak 1960’larda 1,5 milyona, 1975’te 2,5 milyona, 1985’te 5,5
milyona, 2000’de 9 milyona, 2010’da 13 milyona, şimdi de muhtemelen 14
milyondan
fazlaya
çıkmış
durumda,
dünyanın
en
kalabalık
şehirleri
sıralamasındaysa İstanbul ikinci sırada. Özellikle son 30 yılda m2 başına düşen
kişi sayısının çok fazla artması, bu benim bildiğim kadarıyla km 2 başına 7 000
kişi gibi, doğal olarak en başta barınma ve ulaşım sorunlarını had safhaya
çıkarmış ve şehir iyice yaşanmaz hale gelmiştir. Bu nedenle İstanbul’da
yürütülen çeşitli politikaların tartışıldığı bu dönemde şehir plancıları olan sizler
tarafından düzenlenen bu etkinlik önemli bir yer tutmaktadır. Sözlerimi
bitirmeden önce geçen hafta kaybettiğimiz o zamanki adıyla Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi mezunu olan üniversitemiz mezunu ve üniversitemizde
çeşitli dönemlerde ders vermiş olan yüksek mimar Oktay Ekinci’yi de bir kez
1
daha saygıyla anıyorum. Teşekkür ederim.
SUNUCU- Sayın Ülker’e konuşması için teşekkür ediyor ve Mimarlık
Fakültesi Dekanımız Sayın Prof. Dr. Güzin Konuk’u konuşmasını yapmak üzere
kürsüye davet ediyorum.
Prof. Dr. GÜZİN KONUK- Günaydın Sayın Rektör Yardımcım, değerli
bölüm başkanları, öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler, değerli konuklar; Hepinize
Mimarlık Fakültem adına hoş geldiniz diyorum.
İstanbul Buluşmalarının benim için çok farklı bir önemi var. Burada iki
önemli anıyı sizlerle paylaşmayı bir tür görev olarak da gördüm. Birincisi, yıl
1970-1980 arası, ben o zaman asistanım Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde
ve mimarlığa bağlı Şehircilik Kürsüsü aslında hem Teknik Üniversitede, hem
Yıldız’da ve hem de bizim üniversitemizde Güzel Sanatlar Akademisinde. O
dönem rahmetli Prof. Kemal Ahmet Ağru hepimiz hatırlayacak diye
düşünüyorum, kendi alanımızda çok değerli katkıları olan bir profesör çok da
sosyaldi. İlk kez bu üç bölümü bir araya getirdi ve biz üniversiteleşme
döneminde, yani 1982’ye kadar her 3 bölümün, o zaman kürsünün tüm öğretim
üyeleri bir arada toplantı yaptık, aylık ciddi toplantılar. Ben araştırma
görevlisiyim, asistan diye geçiyor. Yıldız’da Zekai Görgülü, Teknik Üniversitede
Nuran Zeren Gülersoy, üçümüz de şu anda bu üç bölümde görevli öğretim
üyesiyim, o zaman genç asistanlar ilk kez bu konunun gerçekten sahibi olan
uzman hocalarımızla birlikte ortak araştırma projeleri yaptık. Yani bir tür
araştırma toplantıları.
Neydi konularımız? Gruplar kurduk, karma gruplar. Şehircilik eğitimi
gerçekten mimarlık içerisindeki şehircilikten ayrı bir fakülteleşme ve eğitim,
nitekim ona ulaştık. Yine şehircilik üzerine yasal, yönetsel çerçeve İmar
Kanunundan bir Şehircilik Yasasına geçişe ilişkin toplantılar, konut sorununa
ilişkin toplantılar ve bütün bunlarda meks gruplar olarak hem birbirimizi tanıdık,
hem ortak bir bilgi üretmek için toplantılar yaptık. Çok ciddi raporlar çıktı. Bir
2
araştırmacı genç belki onları ele alabilir ve böylece ilk kez bu üç aynı konuda
eğitim veren üç birim birlikte hareket edebilir oldu.
Gelelim 2007’ye, yine ikinci anım yine güzel bence bir anı: Şehir ve
Bölge Planlama Bölüm başkanı olduğum sürede benim ziyaretime Sayın Ahmet
Turgut geldi. O zaman İstanbul Şube Başkanı, Tayfun da vardı diye
düşünüyorum ve bu ziyaret içerisinde bugünün ilk temelini attık. Çünkü İstanbul
üzerine tartışmak gereken çokça konumuz olduğunu, İstanbul’un bir laboratuar
olduğunu, bir öncü kent olduğunu biraz evvel Kayhan Bey de bahsetti, dünya
içinde çok özellikli bir konumu, yeri var, geleceği yönlendirebilecek çok ciddi
deneyimleri var ve bu bağlamda her üç üniversite -artık üniversiteleşmiştikşehir
ve
bölge
planlama
bölümleri
değerli
öğretim
üyeleri,
genç
akademisyenlerin birlikte ürütebileceği, tartışabileceği çok şey var. Tabii şehir
plancısı İstanbul Şubesi de bu konuda çok etkin, Dünya Şehircilik Günü
toplantıları artık 79’dan sonra kuruldu ve aktif olarak devam ediyor. Yalnız
İstanbul’a özgü ve bu üç kuruma özgü bir buluşmayı gerçekleştirmek istedik.
Ben bugün çok mutluyum, 7.si yapılıyor. Tekrar benim üniversitemde yapılıyor
ve böyle bir konuda pek çok bilgiyi birlikte tartışabiliyoruz, üretebiliyoruz. Bu üç
bölümün bir dayanışması diye düşünüyorum ben, böyle bir dayanışmanın ne
kadar önemli olduğunu hepimiz son olaylarda da gördük. Temada da çok iyi
bunun farkındayız. Demek ki aslında bölümler arası akademik dayanışma da
bizi
geleceğe çok güzel
taşıyacak.
Ben burada katkı getiren tüm
akademisyenlere bu iki günün çok başarıyla geçeceğine inanıyorum, hepsine
şimdiden katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Gençlere de bunun ne kadar
önemli olduğunu bu iki anımla hatırlattığımı düşünüyorum. Gerçekten birlikte
üretmek, birliktelik, farklı kurumlar da olsa beraber bir noktaya gitmek iyi bir
sinerji. Bunun yakalandığını da görüyorum. Emeği geçen tüm arkadaşlarıma
başta Bölüm Başkanı Gülşen Özaydın olmak üzere bu toplantıyı koordine eden
tüm ekibe teşekkürlerimi sunuyorum, saygılarımla.
3
SUNUCU- Sayın Konak’a teşekkür ediyor ve Şehir ve Bölge Planlama
Bölüm Başkanımız Sayın Prof. Dr. Gülşen Özaydın’ı konuşmasını yapmak
üzere kürsüye davet ediyorum.
Prof. Dr. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Sayın Rektör Yardımcımız, Sayın
Mimarlık Fakültesi Dekanımız, sayın bölüm başkanları, değerli katılımcılar,
izleyiciler, öğrenciler; hepiniz bugünkü İstanbul Buluşmaları Toplantısına hoş
geldiniz. Ben kısaca bu toplantının arka planından biraz bahsetmek istiyorum,
çünkü uzun bir süredir bu toplantıya hazırlanıyoruz ve çok da hareketli bir
gündemin içinden hazırlandık. Dolayısıyla hem bu toplantı boyunca nasıl
örgütlendi ve ne tür konularda tartışmalar yapılacak, bu konuda size kısa bir
bilgi aktarmak istiyorum. Biraz önce Sayın Dekanımızın da belirttiği gibi İstanbul
Buluşmaları geleneksel olarak her yıl İstanbul’daki üç tane şehircilik bölümünün
ve tabii ki İstanbul Şehir Plancıları Odasının da büyük katkılarıyla düzenleniyor
ve her yıl da bir kurumun ev sahipliğinde yapılıyor. Bu yıl Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü buna ev sahipliği
yapıyor. Bu toplantılar için biz neredeyse biraz önce arkadaşlarımla da sohbet
ederken anımsadık, Mart ayından beri Şehir Plancıları Odasında hep beraber
üç bölüm ve Plancılar Odası birlikte gene konunun oluşumunda, gerek toplantı
formatının nasıl yapılması gerektiği konusunda uzunca toplantılar yaptık. Bu yıl
bir değişiklik yapıldı toplantı formatında, bugün iki oturum halinde göreceğimiz,
yarın da diğer iki oturumla birlikte dört tane temel konu tartışılacak. Bu
tartışmalar yapılmadan önce her kurum kendi bünyesinde bir ön hazırlık
toplantısı yaptı. Çalıştay da diyebiliyoruz, dolayısıyla bu paneller veya oturumlar
öncesinde bu hazırlık toplantılarının da sonuçları sizlerle paylaşılacak.
Konu İstanbul olarak belirlenmişti, fakat biliyorsunuz ki, İstanbul ve
Türkiye’nin gündemi özellikle 2013 yılında kent hareketleri bakımından o kadar
hareketli ve o kadar canlıydı ki, biz de bu toplantı süreci boyunca bazı konularda
değişiklikler yapmak durumunda kaldık. Örneğin, biz bölüm olarak kamusal
4
alanlar, Taksim konusuna talip olmuştuk daha Mart ayında, fakat takdir
edeceğiniz gibi Gezi olaylarının yaşanmasıyla birlikte biz de bu ön hazırlık
toplantılarının formatını değiştirdik ve mümkün olduğunca çok farklı katılımcıları
bir araya getirerek, bir müzakere ortamı yaratabileceğimiz bir hazırlık toplantısı
yaptık. Bunu kendi panelimizde zaten açıklayacağız. Bu toplantıları çok
önemsiyoruz, çünkü İstanbul Buluşmaları diye İstanbul üzerine tartıştığımız
konuların aslında Türkiye’deki şehircilik hareketleri açısından da büyük etkileri
olduğunu düşünüyoruz ve bu toplantılarda ortaya çıkan konular, tartışmaların
da bundan sonraki çalışmalara önemli ölçüde kaynak oluşturacağını
düşünüyoruz.
Bugün biraz önce açılış konuşmasında Kumru’nun da yaptığı gibi yine
sosyal medya da bir miktar işin içinde, dolayısıyla artık gündemi de takip ederek
daha hareketli bir toplantı içinde olacağız. Ben bu toplantıya emek veren
herkese çok teşekkür ediyorum ve siz değerli katılımcılara da bizleri izlemeye
geldiğiniz için tekrar teşekkür ediyorum.
SUNUCU- Sayın Özaydın’a teşekkür ediyor ve konuşmasını yapmak
üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanımız Sayın Tayfun
Kahraman’ı davet ediyorum.
TAYFUN KAHRAMAN- Merhabalar, hepiniz hoş geldiniz. Sayın
hocalarım, değerli meslektaşlarım, değerli konuşmacılar, katılımcılar; hepiniz
hoş geldiniz. Az önce hocalarım bahsettiler, 7. İstanbul Buluşmaları esasında
gelenekselleşmesi düşünülen Mimar Sinan’da bir toplantı sonucunda ortaya
çıkan bir fikirle başlayan ve üniversitelerin bir arada, 3 üniversitenin bir arada
çalışabileceği ve İstanbul gibi büyük bir laboratuarın nasıl perde arkasını ortaya
çıkartabileceğimizi düşüneceğimiz bir etkinlikler dizisiydi. Başarıyla bugüne
kadar getirdik ve bugüne kadar pek çok arkadaşımız, pek çok meslektaşımız ve
pek çok hocamız destek verdi, emek verdiler bu sürece, hepsine öncelikle
özellikle
7.
İstanbul
Buluşmalarının
gerçekleşmesine
5
emek
veren
arkadaşlarımıza teşekkür ederek başlamak istiyorum. Çünkü bu sene bir de
farklı bir şey denedik biliyorsunuz, daha öncesinde çalıştaylar düzenleyerek, 4
kurum ayrı ayrı çalıştaylar düzenleyerek bugüne getirmeye çalıştık tartışmaları,
bugün de sizler bu sonuçların üzerinden tartışmacıların değerlendirmelerini
aktaracağı uzun soluklu iki günlük bir maratona şahit olacaksınız. Öncelikle
tekrar tekrar bu sürece katılan ve bundan sonraki İstanbul Buluşmalarını
düzenleyecek olanlara da şimdiden teşekkürleri Odamız adına bir borç
biliyorum.
Bu yıl kentsel hareketler üzerine hocamın da bahsettiği gibi bugünkü,
yarınki oturumdaki, yarın son oturumda tartışacağımız Gezi süreci esasında
tüm kent çalışanlarına bir umut ışığı oldu ve Gezi esasında kentsel hareketler
anlamında bir ışığın ülkemizde de aydınlanmaya başlandığını ve kentsel
muhalefetin giderek daha da derinleştiğini gösterdi. Bu anlamda özellikle bu yıl
yapılacak İstanbul Buluşmalarının bir taraftan da kentsel hareketler ve artık
kentlilerin kentine sahip çıktığı bir sürecin başladığını göstermesi anlamında
önem kazanacaktır diye düşünüyorum. Umarım kentlilerin ki, her zaman bizim
temennimiz bu oldu, kentlerin burada bu salonlarda daha fazla katılımlarını
sağlayacak ve kentlilerin burada sözlerini söyleyebilecekleri akademiyle kentliyi
bir araya getirebileceğiniz platformları sağlamaktı. Umarız bundan sonra bu
konuda daha da başarılı olacağız, çünkü geçtiğimiz dönemde yaşadığımız
süreç hepimize bu anlamda bir umut verdi.
Bir de özürle devam etmek istiyorum. Necati Uyar genel başkanımız
kendisi rahatsızlığı nedeniyle katılamayacaklarını dün ilettiler. O nedenle şu
anda programda adları görünmesine karşı sizlere selamlarını ilettiler ve
kendileri rahatsızlığı nedeniyle katılamayacaklar. Yeniden güzel bir etkinlik
geçirmemizi hep birlikte diliyorum ve hepinize katılımınız için çok çok teşekkür
ediyorum. Umarım bu iki günlük maraton hepimiz için akıllarda kalan güzel
anılar bırakır, bir taraftan da kent içinde önemli bir kazanım elde ederiz.
6
AÇILIŞ OTURUMU
“KENTSEL DÖNÜŞÜM ve YEREL HALK”
2005 yılında çıkarılan 5366 sayılı yasa sit alanlarında kentsel dönüşüm
projelerinin gerçekleşmesini mümkün kılmıştı. İstanbul’un birçok tarihi semtinde
bu yasa kapsamında gerçekleşmekte olan projeler henüz sonuçlanmadan,
dolayısıyla yarattıkları olumlu ya da olumsuz etkiler tam olarak dokümente
edilemeden ve tartışılamadan, 2012 yılında çıkarılan yeni bir yasa ile (6306 Afet Yasası) bu kez tüm ülkede topyekûn bir fiziksel (ve sosyal) dönüşümün
önünü açan yeni bir dönüşüm dalgası ortaya çıktı. Kentsel dönüşümün ulusal
bir politika olarak sunulduğu bu yeni dönemde, geçmişte yapılan hataların
tekrarlanmaması ve telafisi olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için hali
hazırda gerçekleşmekte olan dönüşüm projelerinin yerel halk üzerindeki
olumlu/olumsuz, görünür/olası etkilerinin masaya yatırılması ayrı bir önem
taşımakta. Bu amaçla İstanbul Buluşmaları kapsamında gerçekleştirilecek
Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk temalı oturumda cevap aranacak sorulardan
bazıları şunlar:

Kentsel dönüşüme konu olan mahallelerde, dönüşümden doğrudan
etkilenen farklı aktörler (kiracı sakinler, ev sahibi sakinler, mahallede
yaşamayan mülk sahipleri, esnaf) dönüşüme karşı ne tür tepkiler
veriyor? Dönüşüme karşı tek tip bir tepkiden söz edebilir miyiz? Yoksa
farklı aktörlerin dönüşüm karşısında aldıkları farklı tavırlar mı söz
konusu?

5366 ve 6306 sayılı yasalar gibi kamu otoritesine geniş yetkiler veren
yasal düzenlemeler karşısında yerel halkın sahip olduğu haklar (varsa)
neler?
7

Mahallelerde kentsel dönüşüm projelerine karşı ne tür muhalefet
potansiyelleri var? Mahalle hareketleri kentsel dönüşüm projelerinin
işleyişini nasıl etkiliyor?

Mahalle hareketlerinin (ya da bu hareketlerden elde edilen deneyimlerin)
Gezi olayları üzerinde bir etkisi oldu mu? Gezi olaylarının mahalle
hareketleri üzerinde ne tür olası etkileri olabilir?

İstanbul ile Anadolu’daki kentler arasında yerel halkın kentsel dönüşüme
bakışı açısından bir ayrım söz konusu mu?

Kentsel dönüşüm projelerinde benimsenen ortaklık modelleri (kamukamu/kamu-özel) ile yerel halkın kentsel dönüşümden etkilenme
biçimleri arasında bir ilişki var mı?

Kentsel dönüşümü sürükleyen aktörlerin mahalle sakinlerini ikna etmek
için izledikleri temel stratejiler neler?

“Afet riski“ kentsel dönüşüm alanı olarak ilan edilen mahalleler için ne
kadar geçerli/anlamlı bir neden?
8
SUNUCU- Sayın Tayfun Kahraman’a teşekkür ediyor ve Açılış
Oturumumuza geçiyoruz. “Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk” başlıklı Yıldız
Teknik Üniversitesi Oturumunu gerçekleştirmek üzere Oturum Başkanımızı ve
konuşmacılarımızı davet ediyorum.
TOLGA İSLAM- Hoş geldiniz. İlk oturumu Yıldız Teknik Üniversitesi
organize etti. Temamız: “Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk”. Biliyorsunuz ki
kentsel dönüşüm konusu, içinde bulunduğumuz dönemde neredeyse bir ulusal
politika haline gelmiş durumda. 2005 yılında kabul edilen yeni bir yasayla
sadece SİT alanlarını kapsamaktayken, geçtiğimiz yıl içerisinde yeni yasal
düzenlemelerle artık tüm ülke genelinde herkesi yakından ilgilendiren bir
mesele haline geldi. 2005 yılından beri gündemde olan bir konu olmasına
rağmen, bu dönüşümün sonuçları yeterince tartışılmadı. Özellikle dönüşüme
konu olan mahallelerde yaşayan kişiler üzerindeki etkileri üzerinde yeterince
konuşamadık. Bu oturumun böyle bir tartışmayı açmaya vesile olmasını
hedeflemekteyiz.
Oturumda cevap aradığımız belirli sorular bulunmakta. Katılımcılar bu
sorulardan bir kısmına kendi uzmanlıkları doğrultusunda cevap vermeye
çalışacaklar. Öncelikle dönüşüm mahallelerinde dönüşüme karşı ne tür tepkiler
olduğunu merak etmekteyiz. Tek tip bir tepki mi var, yani mahallede yaşayanlar
tek tip bir tepki mi veriyorlar, yoksa farklı aktörlerin kentsel dönüşüme karşı
aldıkları farklı tavırlar mı var? 5366 ve 6306 Sayılı Yasalar gibi kamu otoritesine
geniş yetkiler tanıyan yasalar karşısında yerel halkın ne tür hakları var ya da
hakları var mı? Yerel halkın kentsel dönüşüme karşı çıkabilecekleri hakları var
mı? Bu mahallelerde ne tür muhalefet potansiyelleri var? Güncel süreçlerle
alakalı son 8-9 yıldır bu dönüşüme konu olan mahallelerde birçok muhalefet
pratikleri ortaya çıktı. Bu muhalefet pratiklerinin bu sene içerisinde yaşadığımız
Gezi Parkı Olaylarıyla bir ilişkisi var mı, bu olayların Gezi Sürecinin ortaya
çıkmasında bir katkısı oldu mu ve tam tersi Gezi Sürecinin bundan sonraki
9
kentsel dönüşüm mahallelerinde oluşabilecek muhalefet pratikleri üzerinde
nasıl etkileri olabilir? Kentsel Dönüşüm konusunda İstanbul ile Anadolu kentleri
arasında bir ayrım var mı?
Biz, İstanbul’daki araştırmacılar, ağırlıkla
İstanbul’daki dönüşüm alanları üzerinde yoğunlaşmaktayız, ama dönüşüm
meselesi Türkiye’nin her yerinde devam etmekte olan bir süreç. Bana her gün
Google Earth’ den kentsel dönüşümle alakalı birçok haber geliyor. Malatya’da,
Konya’da, Diyarbakır’da, Türkiye’nin birçok yerinde kentsel dönüşüm projesi
oluyor. Biz bu süreçleri çok yakından takip edemiyoruz. Özellikle kentsel
dönüşümün gerçekleştiği mahallelerdeki yerel halkın bu süreçlere tepkileri
noktası, bu panelde cevap arayacağımız konuların bir kısmını oluşturmakta.
Panele başlamadan önce sosyal medya ve panel formatı hatırlatmasını
yapalım. Panelistlere sorularınızı Twitter üzerinden ‘#istanbulbuluşmalar’
mention’ı ile sorabilirsiniz. Biz bu sorular üzerinden panelistlere geri dönüş
yapacağız. Panelin son 20 dakikasında bir tartışma kısmımız olacak. Bu sene
farklı bir İstanbul Buluşmaları formatı var. Her ortak, her paydaş İstanbul
Buluşmaları öncesinde bir workshop yaptı. Biz, Yıldız Teknik Üniversitesi olarak
geçtiğimiz bahar döneminde mimarlık öğrencileri ile birlikte kentsel dönüşüm
alanlarında yaptığımız video analiz çalışmaları yapmıştık. Bu çalışmalara ders
kapsamında dışarıdan çok sayıda sanatçı da destek verdi. Emre Kovankaya,
Kerem Ekinci ve Senay Oğuz Timur ile beraber yürüttüğümüz bir projeydi. Alper
Şen (belgeselci) şu anda burada yok, ama projeye çok ciddi bir destek verdi.
İstanbul’daki 28 farklı dönüşüm alanında video belgeleme ve video analiz
çalışmaları yaptık. Şimdi o çalışmalardan 6 tanesini peş peşe izleyeceğiz ve
aslında tam da üzerinde konuşacağımız mahalleler ve bu bizim için o
mahallelerdeki insanları doğrudan görebileceğimiz bir fırsat olacak.
Son olarak planlama ve planlama eğitimi açısından, fiziksel alanlara ek
olarak sosyal yapı da bizim ilgimizi çekiyorsa ve biz bunu önemsiyorsak, bu
konuda bir belgeleme çalışması yapmamız çok önemli. Video kayıtları
10
belgeleme aşamasında çok önemli bir araç. Planlama disiplininin oldukça ihmal
ettiği, bizim de çok yakın zamanda kullanmaya başladığımız ve çok etkili
olduğunu düşündüğümüz bir araç. Bu konuyu da panel sırasında tartışmaya
açmamız gerekmekte. Yani planlama eğitiminde ya da planlama yaptığımız
araştırmalarda sadece sayısal verilerle mi ilerleyeceğiz, ‘yoksa daha yaratıcı
teknikler ve kalitatif araştırma yöntemlerini kullanmaya başlayacak mıyız?’
sorusunu da tartışmaya açmakta faydalı görmekteyim. Şimdi isterseniz 20
dakika kadar sürecek olan bu videoları seyredelim, ardından sırayla
konuşmacılar konuşacaklar.
(Video Gösterimi)
Şimdi sırasıyla panelistlerden konuşmalarını dinleyeceğiz. İlk olarak
Faruk Göksu konuşmasını yapacak. Kendisini şehir plancısı olarak tanıtmamı
istedi, ama birçok kentsel dönüşüm projesinin içerisinde bizatihi oldu ki, 2005
yılı sonrasındaki yeni dönemden daha önceki geçmiş deneyimleri de biliyor.
İstanbul dışında, Ankara’da öncü projelerde yer aldı, ciddi bir deneyimi var bu
konuda. Daha sonra Mardin Artuklu Üniversitesi’nde öğretim üyesi Pelin Tan’ın
da bir konuşmasını alacağız ve ardından Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim
üyesi Asuman Türkün ’den konuşmasını alacağız. Bu iki konuşmacının da çok
yakın zamanda çıkan ve çıkmak üzere olan kentsel dönüşümle alakalı iki tane
kitabı var, bunu da burada yeniden duyuralım. Pelin Tan ve Ayşe Çavdar’ın edit
ettiği “İstanbul Müstesna Şehrin İstisna Hali” kitabı Sel Yayıncılıktan çıktı.
Asuman Hanımın edit ettiği “Mülk Mahal İnsan İstanbul’da Sosyomekansal
Değişim” kitabı Bilgi Üniversitesinden çıkacak. Ardından Erbay Yucak,
çoğumuzun tanıdığı hukukçu olarak kendisini tanıtıyor, ama biz kendisini birçok
kentsel dönüşüm alanında mahallede yaşayan yerel halka verdiği desteklerden,
özellikle
hukuksal
desteklerden
tanıyoruz.
Ayrıca
başka
hak
temelli
çalışmalarda, işçi ölümleri gibi, kendisini sıklıkla görmekteyiz. Sırasıyla
konuşmacılardan konuşmalarını alalım.
11
FARUK GÖKSU- Günaydın. Konu kentsel dönüşüm ve yerel halk. Bunu
katılım olarak algılamaktayım. Türkiye kentleri üçüncü dönüşüm sürecine girdi,
bu dönüşüm sürecini yeni yaşamıyoruz. 50-60 yıllık süre içerisinde üç kez
kentlerimiz yıkıldı ve yeniden yapıldı. Bugüne uyarlarsak ‘Alt- Üst İstanbul’
kavramıyla da örtüşen bir süreç. Süreci gerekçeleri söylemeden fotoğraflarla ve
basit kavramlarla açıklamaya çalışacağım. 60’lı ve 80’li yıllar arasına
baktığımızda, apartman ve gecekondu tipolojisini üreterek bir dönüşüm süreci
yaşadı kentlerimiz. Bu uzun ve kapsamlı bir süreç idi. İkinci dönüşüm süreci 80
sonrası başladı ve gerekçe de şuydu: Gecekondular o kadar kötü ki, bu
gecekonduları da imarlı hale getirelim. Bunun sonucunda apartmanlar üretmeye
başladık. Sonra birden bire 90’lı yılların sonuna geldiğimizde dedik ki, eyvah,
gecekonduları apartmanlaştırdık. Keşke yıkmasaydık, dönüştürmeseydik dedik
Bunun sonucunda karşımıza yapı ve yaşam kalitesi riski çıktı ve üçüncü
dönüşüm sürecinin de gerekçesi böylelikle açıklanmış oldu.
Şimdi 2000’li yıllardan bu yana bugün de yaşadığımız süreç herhalde
10-15 yıl daha devam edecek. Bu süreci ayrışma olarak açıklayabiliriz diye
düşünmekteyim, en önemli kavram bu. Birinci dönüşüm sürecinde apartman ve
gecekondu kavramları, ikinci süreçte yapı ve yaşam kalitesi riski dönüşümün
temelini oluşturmaktaydı. Üçüncü dönüşümün de anahtar kelimesi sanki
ayrışma olacak. Maalesef planlamayı 50-60 yıl içerisinde imar planlaması
çerçevesinde yaptık. Hep mekanı dönüştürdük, sosyal ve ekonomi kavramlarını
göz ardı ettik. İmar planları ve uygulama arasında gittik-geldik. Yüze yakın
dönüşüm tanımı araştırdık, en benimsediğim tanım: ‘Kentsel dönüşüm
gayrimenkul geliştirme değildir, gayrimenkul geliştirme piyasa güçleriyle olur’
tanımıdır. Şimdi bu gözlükle baktığımızda çok az dönüşüm projesi sayabilirsiniz
bana, hemen hemen İstanbul ve Türkiye’de yapılan bütün projeler bu tanıma
göre birer gayrimenkul geliştirme projesidir. Peki, kentsel dönüşüm nedir?
Kentsel dönüşüm, yoksulluk bölgelerinde kamu desteğine gereksinim duyulan
sosyal ve ekonomik bileşenleri de içeren uzun vadeli eylemler bütünüdür. Bu
12
tanımı dikkate aldığınızda dönüşüm süreçlerini yeniden ele almamız
gerekmekte.
Şimdi size hızla son 30-40 yıldaki bir bölümünde içinde de bulunduğum
dönüşüm yaklaşımlarından bahsedeceğim. Düne kadar Ankara ve İstanbul
yaklaşımı diye anlatmaktaydım dönüşüm süreçlerini. Ankara’da 1989 yılında
başlayıp 1994 yılına devam eden bir deneyim yaşadık ve bu deneyim
Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projeleridir. Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi
projeleri halkın doğrudan proje senaryosunun yazılma aşamasında içinde
olduğu, karar süreçlerine katıldığı, paylaşımın eşit yapıldığı iki önemli dönüşüm
projesidir. Her iki projede de şirket modeli benimsenmiştir. Portakal Çiçeği
Vadisinde tüm mülk sahipleri şirket ortağı olmuşlardır, proje tek elden
geliştirilmiştir. Dikmen Vadisi projesindeyse kooperatifler kurularak, tüm hak
sahipleri gecekonduda yaşayanlar karar süreçlerine fiilen katılmışlardır. Böyle
bir süreç yaşanmıştır. İstanbul’a baktığımızda son 10 yılda, dernek yaklaşımı
benimsenmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi özellikle sanayi dönüşüm
projelerinde Kartal, Maltepe, Dragos, Cendere gibi projelerde karşısında tek
muhatap görmek için i mülk sahiplerinin bir dernek çatısı altında toplanarak
planlama ve tasarım ilkelerinin tartışılması ve projelerin geliştirilmesi sürecinde
bir işbirliğine girmektedirler. Bu işbirliğinin olumlu ve olumsuz yönleri
bulunmaktadır.
İkinci yaklaşım, adına sözleşme dediğimiz özellikle kamuyla kamunun
bir araya geldiği yaklaşımdır. Sulukule, Sümer Mahallesi kentsel dönüşüm
projeleri buna örnek verilebilir. Yani TOKİ’yle belediye ya da belediye ile bir
şirketin sözleşme yoluyla projeler geliştirmesidir. Üçüncü yaklaşım ihale
yaklaşımıdır. 5366 Sayılı Yasa SİT alanlarında özellikle özel mülkiyetin ihaleye
çıkartılmasının yetkisini veren bir yasadır. Bu çerçevede Tarlabaşı ve Fener,
Balat projeleri geliştirilmiştir. Ankara ve İstanbul yaklaşımına son zamanlarda iki
yaklaşım daha ilave edildi. Birincisi TOKİ yaklaşımı, ikincisine de, 6306
13
yaklaşımı demekteyim. TOKİ yaklaşımında bir hasılat paylaşımı olmaktadır,
Ataşehir’in gelişimi ve ek olarak Bursa’da yapılan proje örnek olarak verilebilir.
Tüm bunlar kamunun gücünü göstermek suretiyle yatırımcı sıfatıyla ortaya
çıktığı projelerdir. Şimdi 6306 sayılı Yasa ile yeni bir döneme girmekteyiz,
burada da üç alanda çalışmalar olmaktadır. Birincisi, riskli alan tespiti yapılan
alanlarda geliştirilen projelerdir. Özellikle Fikirtepe gibi projeler, buna Derbent
gibi pek çok projeyi ekleyebiliriz. İkincisi, riskli yapı tanımı çerçevesinde
Kadıköy, Bakırköy gibi özellikle değerin çok yüksek olduğu alanlarda parsel
bazında yık-yap sürecinin yeniden başladığını görmekteyiz. Son olarak da yeni
bir tanım geldi, o da rezerv alan kavramıdır. Yani yeni şehirlerin kurulmasıdır.
Bu alanlarda süreç ortaklıklar mülk sahipleri, kamu şirketleri ve yatırımcı
arasında olmaktadır.
Süreçlere baktığımızda kentsel dönüşümün farklı bir yöne doğru gittiği
görülmektedir. Bu dönem içerisinde daha önce bu kadar kamunun yatırımcı ve
girişimci sıfatıyla çok etken olduğu bir süreci yaşamadık. Kamu her zaman bir
şekilde yasa çıkarıcı ve yönlendirici yönüyle var olmaktaydı. Ama son dönem
müteahhit ve girişimci yönüyle kamunun yeniden ortaya çıktığı ve güçlendiği bir
dönemi yaşıyoruz.
Bu
tespitten
sonra geleceğe
ilişkin
birtakım
şeyler
söylemek
istemekteyim. Kentlerimizin geleceğini biraz önce filmlerde gördüğümüz ve
anlatmış olduğum proje bazındaki yaklaşımlarla çözemeyiz. Çok kapsamlı, çok
geniş açıdan bakarak kentlerimizin sorunlarını çözecek yeni yaklaşımları ortaya
koymamız gerekmektedir. O nedenle biz bunu 6K stratejisiyle açıklamaya
çalışmaktayız:
1. Kimlik; Artık Kentler birbirine benzemeye başlamıştır, farklılıklar
ortadan kalkmıştır. Kentsel dönüşümü doğru yapmak istiyorsak farklılıklarımızı,
özellikle Anadolu coğrafyasındaki farklılıklarımızı nasıl farklılaştıracağız, bunun
üzerine çaba sarf etmemiz gerekmektedir. O nedenle, kent kimliği kentlerin
14
yeniden kurgulanmasında önemli bir strateji olmalıdır.
2. Kapasite; Başta İstanbul olmak üzere pek çok kentimiz kapasitesini
doldurmuştur, büyük kentler uzatmaları oynamaktadır. Yaşam dengesiyle
yapılaşma dengesi arasındaki uçurum açılmaktadır. Yaşam dengesine, yani
suya, havaya yönelik kapasite analizleri yaparak kentlerimizin yeniden
yönetimini ele almak durumundayız.
3. Kalkınma; Kentsel dönüşümün olmazsa olmaz temel ilkelerinden biri
kalkınma, yani ekonomi, iş yaratmaktır. Artık kent ekonomisini farklılaştıracak,
yenilikçilik, yenilik üzerine birtakım temaları ön plana çıkaracak yaklaşımları
koymamız gerekmektedir. Bilim, teknoloji ve tasarım gibi temalar yeni
ekonomiler yaratmalıdır.
4. Kalite; Maalesef kaliteli çevreler yaratamadık. Kaliteli çevreleri
yaşamsal dokunuşlarla, iyi örneklerle nasıl yaratabiliriz, bunun üzerine çaba sarf
etmemiz gerekmektedir.
5. Katılım; Katılım olmazsa olmaz, bugünün de konusu işbirliğinin
gücünü kullanmamız gerekir. Kamu-özel-sivil işbirliği, ama nasıl sorusunu
sorup, örnek çalışmalar yapmıyoruz? Bunu yapmamız gerekmektedir. Planlama
ve tasarım süreçlerine katılım yöntemleri geliştirilmeli ve ortamlara yaratılmalı.
6. Kurgu; Kentlerimizi dönüştürürken konuya artık stratejik olarak
bakmalıyız. Farklılıkları ortaya çıkaracak önceliklerimizi ve kurgumuzu ortaya
koymamız gerekmektedir.
Bu 6K stratejisini, her kentin birer performans kriteri olarak da
değerlendirip, yol haritası hazırladığımız her kentte bunların içini doldurmaya
çalışmaktayız. Bu amaçla 3 yıl önce ‘DESTEK’ adında bir platform kurduk.
‘Yerel Girişime Destek’ ve bu platform aracılığıyla birtakım çalışmalar yaptık.
Bunlardan biraz bahsedeceğim. DESTEK; demokrasisi, ekonomi, strateji,
toplum, eşitlik katılım kavramlarını dikkate alan, bunların baş harflerinden
15
oluşan bir platformdur. Bu platformun amacı özellikle gönüllülük esaslı yerinde
dönüşüm modelinin yaratılması için biraz önce bahsetmiş olduğum 6 kavram
çerçevesinde yerel girişime destek vermektir ve bu platformun da iki tane hedefi
bulunmaktadır: Birincisi, yerelin kendi projesini kendisinin geliştirmesi, ikincisi
ise özellikle genç uzmanların ve gönüllülerin kendi işlerini kendilerinin
yaratmasıdır. İki hedef doğrultusunda birtakım çalışmalar yapmaktayız.
Size içinde bulunduğumuz projelerden çıkan deneyimler çerçevesinde
tarafların birbirleriyle olan ilişkileri, tarafların birbirleriyle olan etkileri konusunda
da bilgi vereceğim. Her projede tarafların beklentilerinin çok farklı olduğunu
görmekteyiz. Bugüne kadar 5000’in üzerinde insanla bir araya geldim, 6-7 tane
projenin gerçekleştirilmesi sürecinde katkıda bulundum. Beklenti o kadar farklı
ki, her toplantıda, her projede hiç değişmeyen bir beklenti: ‘İrtifa ne, yüzde kaç
veriyorsun? İrtifa, imar hakkı nedir, ne kadar veriyorsun? Yüzde kaç
veriyorsun?’. Bu üç dönüşüm sürecini böyle yaptık maalesef, yıktık-yaptık,
yıktık-yaptık ve son dönemde de bana göre 6306’yla yaşanılan, özellikle
Fikirtepe’de yaşanılan yeni bir süreç var. Ben ona balayı dönemi diyorum.
Herkesin memnun olduğu bir süreç, bu sürecin sonucunda ne olacak, onu da
merak etmekteyiz. O nedenle bu matrisin içini doldurarak bu beklentileri tüm
tarafların beklentilerini nasıl optimize edeceğiz, bunları nasıl ortaklaştıracağız,
bunun üzerinde çalışmamız gerekiyor. İkincisi, uzlaşma yönetimi. Şirket olarak
uzun yıllar uzlaşma yönetimi uygulamaktayız. Tarafları masa başına
oturtuyoruz. Bu toplantılar sonucunda ortaya çıkan kavramlar ve istekler ile iyi
bir dönüşüm projesinde uzlaşma performansını yakalamanız için 6 tane
basamağı
çok
iyi
gerçekleştirmeniz
gerekmekte.
Bunlardan
birincisi,
bilgilendirme, ikincisi bilinçlendirme, üçüncüsü buluşmalar, dördüncüsü
beklentiler, beşincisi belirsizlikler, altıncısı benimsemedir. Eğer siz bu 6
basamağın, 6 kavramın içerisine tüm taraflarla birlikte tartışarak çok iyi
dolduruyorsanız o projenin başarı seviyesi ya da uzlaşma seviyesi çok yükseğe
çıkıyor diyebiliriz. Bunu her projede denedik ve 6B uzlaşma basamağı
16
içerisindeki her bir kavram hak sahipleri için, belediye için, yatırımcı için çok
önemli. Bunların içini doldurarak bir projenin başarı öyküsünü çıkarabilirsiniz
diye düşünüyoruz.
Elde etmiş olduğumuz tecrübelerden çıkan sonuç: yeni bir dönüşüm
süreci kapsamında katılımı ve uzlaşmayı sağlayacaksak farklı yapılanma içine
girmemiz gerekmekte olduğudur. Bizim önerimiz şu: İkili bir yapının ki, Batıda
buna benzer örnekler mevcut, proje geliştirme ortaklığının ve mahalle yenileme
ortaklığının tüm tarafların bir araya geleceği örgütlenmelerle oluşturulmasıdır.
Burada yerel yatırımcılar ve yerel halkın önemi ve bunların birbirleriyle olan
ilişkisinin senaryosunu doğru yazmamız gerekmektedir. Bu çerçevede,
mahallelerde oluşturulacak proje karar kurulları, mahalle forumları ve her proje
için yetiştirilecek proje liderlerinin mahalle, toplum merkezlerinde yetiştirilerek,
bunların yetişmiş işgücüne çevrilmesi, yaratılan fonlardan yararlanılması ve
oradaki insanların kapasitesini arttırmaya yönelik çalışmalar yapılması
gerekmektedir. Önerimiz: Her bir projede bir sosyal etki planı hazırlanılması,
ister toplumsal projeler ister çevresel projeler ister mekânsal tüm projelerin bu
ikili yapı içerisinde herkesin katılımıyla bir şekilde gerçekleştirilmesidir. Bunu
pek çok projede denemeye ve buna ilişkin çalışmalar yapmaya çalıştık,
mahallelerde
forumlar
oluşturduk.
Yapmış
olduğumuz
birkaç
örneği
anlatacağım.
Yerel Girişime Destek Platformuyla ‘3 ADA 1 ADA’, mahalle ve kent
bazında çağrılar yaparak tasarımcılarla yeni dönüşüm sürecinde mekânsal
değişimin ne olmasını gerektiğini tartıştık. Birtakım birleşme, kamusal mekân,
yola terk ve kapalı otopark bonuslarıyla çalışmalar yaptık. Ulusal-uluslararası
250 gönüllü tasarımcı ile ‘Yeni mekânlar ne oluyor?’ sorusu üzerinde çalışıldı.
Sorun şu: Kentlerimiz kapasitesini doldurmuş durumdadır. Biraz daha imar
hakkı verip, yeni tasarım yaptığınızda çok iyi çevreler de maalesef
yaratamamaktasınız. Oluşmuş çevreler plancıların yaratmış olduğu dokudur,
17
bunları biz yarattık, yabancılar yaratmadı. Mahallelerimizdeki bu dokuları nasıl
değiştireceğiz,
nasıl
dönüştüreceğiz,
bunun
üzerinde
tartışmamız
gerekmektedir. O nedenle mahalle programını başlattık. Her mahallede bir
damar, bir düğüm, yeni doku nasıl yaratılır, bunun üzerine tartıştık ve birtakım
çalışmalar yaptık ve bunun üzerinde tasarımcılar çalışmaktadır. Çalıştaylar
sonucunda birtakım ilkeler ortaya çıkardık. Bunlar üzerinde çalışmalarımız hâlâ
devam etmektedir.
Gelecek için iki önemli kavramın üzerinde durmaktayız: Vizyon ve
tasarım, yeni dönüşüm sürecinin iki anahtar kelimesi. Kentlerimizi yeni vizyonla
dönüştürmemiz ve ilk iki dönüşüm sürecinde olmayan tasarımcının gücünü bu
yeni dönüşüm sürecinde kullanmamız gerekmektedir. Bu doğrultuda bir kentsel
vizyon platformu kurduk ve bu yıl 17 Ağustosta, 81 kentin 81 vizyon planını
hazırlamaktayız. Hedefimiz: 10 tane stratejist yetiştirmek ve bunları işe almak.
Çünkü kentlerimizin stratejistlere ihtiyacı bulunmakta. Yeni dönüşüm sürecinin
anahtarı stratejistlerdir. İkincisi, tasarım atölyesi kurduk Kadıköy’de, tasarımın
her alanında birtakım çalışmalar yapılmakta. Örneğin: Eski bir sinemayı aldık
Yeldeğirmeni’nde, tüm gönüllü tasarımcılar
yapmakta.
Kadıköy’ün
sorunları
tasarım
orada birtakım
yoluyla
çözülüyor.
çalışmalar
Oradaki
tasarımcılara iş yaratmaktayız. Birtakım rehberler hazırlıyoruz. Sadece mimari
planlama değil, Kadıköy’ün kimliğini de çıkaran her alanda tasarımları gençler
yapıyor ve herkese bir şekilde iş yaratmış oluyoruz ve bu projeyi çok
önemsemekteyiz. Özellikle çocukların, gençlerin mahalleleri algılaması için
modeller yaptırıyoruz, takım oyunlarıyla insanları yeniden sokağa çıkaran
çalışmalar yapıyoruz, deneyim transferleriyle gençleri, yaşlıları buluşturuyoruz.
Uluslararası çalışmalara ek olarak, eski sinema olduğu için birtakım belgeseller
gösteriyoruz.
Son projemizde, onu yakın bir zamanda açıklayacağız, ama sizlere
burada belirterek bitireyim: ‘On Proje Onlarca Etki’. Artık şuna inanıyoruz:
18
Vizyon dedik, vizyon platformu kurduk, tasarım dedik, tasarım atölyelerini
kuruyoruz, Kadıköy’de kurduk ve şimdi de diyoruz ki, artık dönüşüm sürecinde
sosyal etki planlarının çalışmalarının yapılması zorunlu hale gelmiştir.
Belgeselleri izlediniz. O nedenle “On Proje Onlarca Etki” adı altında sosyal etki
değerlendirme planları yapacağız. Fikirtepe’den başlayıp Armutlu, Derbent,
Hacıhüsrevi’ne kadar giden alanda on proje alanı seçtik. Özellikle plancılara,
sosyologlara, uzmanlara her kim olursa olsun onlarca etkinin ne olduğunu
çıkartmaya
çalışacağız.
Kimin
için
çıkartacağız?
1.
Yaşayanlar
için
çıkartacağız. 2. Yaşanılan yer için çıkartacağız. Çünkü yeni Fikirtepe
örneğinden hareketle söylüyorum, yeni dönüşüm sürecinde yeni travmalar
yaşanacak. Bu travmaları bir insanlar yaşayacak, bir de mekânlar yaşayacak.
Çünkü mekânlar hızla, çok hızla çok farklı boyutlarla dönüşmeye başlıyor, insan
yaşamları değişmeye başlıyor. O nedenle bu programda da 10 tane gence ve
10 proje alanında sosyal etki planları nasıl yapılır, hazırlanan formatla bunları
yaptıracağız ve buradan da yeni dönüşüm süreçlerinde bu etki analizlerinin en
az tasarım kadar, en az plan kadar önemli olduğunun mesajını vermek istiyoruz.
Hepinize teşekkür ederim.
TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Tekrar hatırlatalım, Twitter üzerinden
soru sorabilirsiniz, #istanbulbuluşmaları adresine eğer mention yaparsanız,
buradan takip ediyoruz.
PELİN TAN- Öncelikle panele davet ve genel organizasyon için teşekkür
ederim. Moderatörümüz bazı sorular ve bir metin gönderdi bize ve içerik olarak
birçok soru vardı. Hem son yıllardaki kendi deneyimlerimden, hem de son 1,5
senedir
bir
araştırmayı
beraber
sürdürdüğümüz
İstanbul
Teknik
Üniversitesi’nden Özlem Özçevik’le birlikte -kent plancısı- sürdürdüğümüz bir
araştırmadan da biraz bahsedeceğim. Öncelikle bu Afet Yasasından
bahsedeceğiz ve ona doğru gideceğiz, ama kentsel dönüşümle ilgili de bir
şeyler söylemek istiyorum.
19
Ayşe Çavdar ile birlikte yaptığımız son kitapta (İstanbul: Müstesna
Şehrin İstisna Hali) son 3-4 senedir üzerinde çalıştığımız net bir argümanımız
bulunmakta. Argümanımızda kentsel dönüşüm sürecinde oradaki halkla birlikte
çalışmamız
sürecinde
doğrudan
deneyimlediğimiz
Sulukule,
Tarlabaşı
projelerinde son yıllarda hem kentsel politikaların ve bazı hukuki dönüşümlerin
ve son Afet Yasasıyla birlikte bütün bu yeni kent yasalarının aslında belli bir
istisna durumu yaratarak bunu araçsallaştırmaları ve meşru bir araç haline
getirilmesi bulunmaktadır. Kentsel dönüşümü ya da bütün kentin dönüşmesini
meşrulaştıran araçlar olarak süreci, kentsel bir vizyon, tümel bir kentsel vizyon
olarak düşünmek ben ve beraber çalıştığım için insanlar için çok
imkânsızlaşıyor. Bu nedenle konu bu kadar net çözülebilecekmiş gibi
gelmemekte. Panel öncesinde verilen sorulardan biri dönüşüm mahallelerinde
yaşayanların nasıl hareket ettiği, nasıl düşündüğü, özellikle bir soruda Afet
Yasasına karşı nasıl bir tavır takındıkları hakkındaydı. Özellikle Sulukule ve
Tarlabaşı’nda çok heterojen bir topluluktan bahsediyoruz. İstanbul’da herkesin
algılayışı, tavrı ve bilgilendirme süreci farklı oluyor. Bu nedenle de tüm mahalle
yaşayanlarını bir araya getirip de beraber bir sürece girmek çok zor. Bazı
aktörlerden bahsediyoruz, ama deneyimlerim sürecinde mahalle ya da
topluluğu temsil eden aktörler de yüzde 100 temsil ediyor. Böyle bir problem de
ortaya çıkıyor.
Tek tek gidersem birinci sorun: Bu kentsel dönüşüm sürecinde belediye
ve bu süreç içinde yer alan diğer aktörlerin bilgilendirmede zayıf kaldığıdır ve
bunu özellikle bir taktik olarak yaptıklarını düşünmekteyim. Bizim Sulukule
sürecinde yaşadığımız şey buydu. İkinci sorun, hukuki süreçlere karşı
haklarımızı bilmeyişimizdir. Bu mahallede yaşayan bir birey olmanın dışında
ben kendim için de o süreci, hukuki gücümün ne olduğunu bir kiracı olarak ya
da bir mülkiyet sahibi olarak öğrenmeye çalıştım. Kişi ve aile bazında çok
sorunlar ortaya çıkıyordu. Mesela, Tarlabaşı’nda bir gün Türkçe okuma-yazma
bilmeyen bir Kürt kadın bana tebligatını gösterdi. Tebligatta yarın sabah çık
20
diyor. Dedi ki: “Pelin, bunu okur musun, ne diyor? Geldi böyle, anlamadım”
Neyse, ben baktım, ben de anlamadım. Türkçe bildiğim halde de o gelen
tebligatın dilinden dolayı ne dediğini anlayamıyorsunuz ve bu sizi bir anda çok
güçsüz kılıyor. Yanımdaki bir Kürt, yani yerinden zaten edilmiş, zorunlu göçle
gelmiş bir kişi zaten devletin kendisini sabah çıkartabileceğine zaten inanıyor
ve bunun başka bir yolu olmadığını düşünüyor.
Bu tür süreçler tüm bir topluluk kimliğini çok zayıflatıyor. Bu tür birebir
bazı sorunlar yaşadım, çoğu arkadaşım da yaşadı. İkinci sorun, aktörlerin
topluluğu ve mahalleyi tam yansıtıp yansıtamadığı, temsil edip etmediğidir.
2009 ya da 2010 yılında, Maltepe Belediyesinin davet ettiği bir atölyeye
katılmıştık. Maltepe Belediyesinde bu kentsel planlamadan sorumlu kişi, başkan
yardımcısı, biz ve Gülensuyu, Gülsuyu, Başıbüyük Dernekleri başkanları vardı.
Belediye ve mahalle dernekleri arasında bir dil oluşturmaya, bir araya gelmeye
ve karşılıklı konuşmaya çalışmıştık ve bu toplantıyı çok başarısız bir toplantı gibi
hatırlıyorum. Bu sonucun nedenlerinden ilki, orada bulunanları temsil eden
aktörlerin aslında tüm halkı doğrudan temsil etmemesidir. İkincisi piyasa ve rant
koşullarına göre değişken taleplerin olması ve bu taleplerin sonucunda yerel
halkın total, tümel bir şekilde bir adım atmasının, bir pozisyon almasının
zorlaşmasıdır. Bunu Tarlabaşı ve Sulukule örneğinde de gördük. Bu tür sokakta,
yerelde birebir karşılaştığımız bu süreç içerisinde problemler var ve bu nedenle
de bu sürecin bu kadar belli stratejilerle uygulanarak oluşturulabileceğini
sanmıyorum.
Bahsetmek istediğim ikinci ana konu, Özlem Özçelik’le -kent plancısı beraber
1,5
senedir sürdürdüğümüz Kâğıthane’nin
geneline
dair
bir
araştırmadır. Bu araştırmada klasik sosyoloji ve planlama araştırma
yöntemleriyle hem niceliksel, hem niteliksel karmaşık bir metot kullandık. Bu
yöntem üzerinden denemeye ve bilgi almaya çalıştık. İlk ana amacımız şuydu:
Afet Yasasına halk nasıl bakıyor? Halk nasıl bir bilgilendirme içinde, alacakları
21
tavır nedir? Araştırma kapsamında Çeliktepe, Talatpaşa ve Nurtepe
mahallerine odaklandık. Bu mahalleler arasındaki farklılaşma nasıl ortaya
çıkıyor? Uzun bir süreç geçirdik. Çünkü Kâğıthane tek bir kimliği olan bir semt
değil. Biz öyle sanıyoruz, ama mahalle düzeyine indiğinizde hem vadinin doğal
eşiklerinden, hem de sosyal eşiklerden kaynaklı farklılaşmanın olduğu semtlerin
ve mahallelerin arasında ve bu farklılığın oradaki yaşayanların Afet Yasasına
bakışlarının da tamamen farklı, karmaşık ve heterojen olduğunu gördük.
Örneğin, Çeliktepe- Büyükdere aksına yakınlığı, Safir’in arka bahçesi diye
mahalleli öyle tarif ediyor. Orada bir ticaret aksının çok potansiyel taşıması,
oradaki Çeliktepe ’deki birçok kiracı ve özellikle mülk sahibi, özellikle de işyeri
sahiplerinin bu Afet Yasasıyla birlikte kentsel dönüşümden yararlanma
beklentisi içinde olduğu ve oradaki rant ve piyasa koşullarına göre kendilerini
konumlandırdıklarını gördük, ama bu Nurtepe ve Talatpaşa için çok farklıydı.
Görüşmelerimizde, yaklaşık 1013 kişiyle görüştük. Tek tek aynı anketi
uyguladık. Tüm ekonomik, sosyal ve kimlik altyapıları, göç öyküleri, tüm kiracı,
mülk, ev durumlarına kadar çok farklı barometreler üzerinden bir araştırma
yaptık. Bazı odak grup toplantıları düzenledik. Bu toplantılarda hem mahalle
bazında, hem de her üç mahalleden farklı yaşayanlarla birlikte toplantılar
gerçekleştirdik. Araştırma sürecinde şöyle bir ayrılma oldu: Çeliktepe’nin
tamamen o ticaret aksına yakın olmasından dolayı farklı bir yöne doğru gittiğini
ve
diğer
mahallelerin
tamamen
farklılaştıklarını
gördük.
Birincisi,
Çeliktepe’dekilerin Afet Yasasıyla ilgili daha bilgili oldukları ve bunun yasanın
uygulanmasıyla ilgili beklentilerinin daha güçlü olduğunu gördük ve bunun
doğrudan da oradaki ticaret aksının çok gelişeceği ve kendilerinin de bundan
yararlanacağı beklentisi nedeniyle olduğunu gördük. Bunun dışında ekonomik
düzey farklılığı çok etkili. Nurtepe, Talatpaşa ekonomik düzeyi daha düşük olan
mahalleler ve onların daha zor durumları var. Bu nedenle de bakış açıları çok
daha farklı, ama temel olarak bizim gördüğümüz bu araştırma sürecinde
herhangi bir bilinçliliğin tam olarak olmadığıdır. Afet Yasasını genel kentsel
22
dönüşüm içinde bir dönüşüm olacağına dair hafif bir bilgileri olmakla birlikte
mülk sahipleri ve kiracılar arasında bir farklılaşma olsa da mahallelere göre
bilgileri çok fazla yok. Tartışmaya bunlar dışında ekleyebileceğim bir şey
bulunmamaktadır.
Bir şey eklemek istiyorum, bu planlama eğitiminde araştırma
yöntemleriyle ilgili, panelin konusu değil ama, bu tür bir mahallede araştırmacı
olarak, akademisyen olarak konuşursam, süreçte yer alarak katılımcı, etkin
katılımcı olarak bir araştırma yöntemi deniyorsanız ki, yöntem olmuyor bu, yani
yaşıyorsunuz, beraber gidiyorsunuz, fakat burada bir araştırma metodolojisi
içinde yeni bir tür olarak tanımlanıyor. Bir yandan da bizim kullandığımız bazı
metotlar var, tipik metotlar, yani sosyolojiden geliyorum ve sosyolojide kullanılan
tipik niceliksel, niteliksel metotlar var. Özlem de planlamacı olarak kullandığı
metotlar var. Bu konuda bir makale de yazdık. Kesinlikle bu yöntemlerin,
araştırma metotlarının tek birinin konulması ya da tek bir metodun seçilip
kullanılmasının, bu kadar hızlı dönüşen, bu kadar karmaşık heterojen bir
topluluğa, mahallelere sahip olan İstanbul’da çok uygun olmadığı ve
uygulanamayacağıdır.
Edinilen
anket
bilgisiyle
çok
net
bir
sonuca
ulaşamadığımızı gördük. Bir de burada ayrı bir tartışma konusu ise nasıl
araştırma metotlarının kullanılması gerektiğidir. Eğer akademisyen olarak,
aktivist olmaktan öte, bilimsel bir şey deneyeceksek bunun da çok ciddi
tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence krizde, yani böyle bir
araştırmada ve özellikle halkla birlikte halktan elde edilecek bilgi, onların yasaya
ve dönüşüme nasıl baktıkları çok karmaşık bir şey ve yöntemlerin de tekrar
elden geçirilmesi gerekiyor.
TOLGA İSLAM- Aslında hukuksal tebligatı gördüğün zamanki o
yabancılaşma halin bizim ürettiğimiz o akademik yayınlardan farklı değil, halkın
bizim akademik makalelere bakışı da çok farklı, yani hukuksal tebligattan çok
farklı değil. Eğer katılımdan bahsediyorsak onların da halka inmesi lazım
23
diyebiliriz. Çok teşekkürler, tartışırız bunu. Asuman Hanım, siz buyurun.
ASUMAN
TÜRKÜN-
Belirli konulara
yoğunlaşmadan önce bir
çalışmamızdan bahsetmek istiyorum. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş 6
mahallede yaptığımız bir araştırma var ve bu araştırmayı kitaba dönüştürdük.
Yakın zamanda çıkmasını bekliyoruz. Kitap çok ayrıntılı bilgilerin olduğu bir
kitap olacak. Kitap içerisinde hem bu 6 mahallenin bilgisi olacak, hem de
araştırma yöntemleri konusunda da biraz ipuçları veren tarafı olacak.
Araştırmada kullandığımız birkaç yöntem oldu. Çalışma kapsamında hem
mahallelere girildi, hem de araştırma öncesi literatür taraması yapıldı, bunu
hepimiz yapıyoruz. Bu konularda ne yazılmış, ne çizilmiş, dünyada bu işler nasıl
anlatılıyor, hangi kuramlar var, bütün bunlara bakıyorsunuz. Bunlara ek olarak
1930’lardan itibaren bizim incelediğimiz konu itibariyle gazete ve dergi
taramaları yapıldı. Bu taramaların çok yararını gördük ve konut politikalarına
olan tavrın nasıl değiştiğini, bütün belirli dönemlerde hâkim aktörlerinin
söylemlerinin ya da çok farklı aktörlerin söylemlerinin basına nasıl yansıdığına
baktık. Bu söylemlerin dönemin literatürüyle örtüşüp örtüşmediğine, farklı olup
olmadığına baktık. Bir tür söylem araştırması yapılmış oldu. Bu yöntem faydalı
oldu ve bir şeyi içeriden anlamanın yolunu oluşturdu. Genel konut politikaları
düzeyinde ve mahalleler düzeyinde gazete taramaları yapıldı. Gazetelerde bu
mahallelerin o sürecini gösteren çıkmış yazılar takip edildi. Aslında bu bir tür
belgesel çalışma gibi de oluyor. Yani belgeselin o avantajından yararlanmış
oluyorsunuz. Bir yeri belgelemek ve anlamak amacı ile o dönemde söylenmiş
olanı, çekilmiş olan filmleri, çok çeşitli kaynaklar kullanarak, konuyla ilgili çok
çeşitli bilgi toplamak bizim alanda çok yararlı bir şey oluyor, sadece anket
düzeyinde değil. Bunun yanı sıra mahallelere girdiğimizde amacımız belli bir
yüzdeyle anket yapmaktı. Her ne kadar niteliksel araştırma, anket yoluyla
araştırma her şeyi göstermese de niceliksel araştırmada o bütünlüğü kavrama
açısından kimi zaman yeterli olamıyor. Az örnek üzerinden ne kadar
genelleyebileceğimizi bilemediğimiz sonuçlara ulaşıyoruz. Çok kıymetli bilgi
24
alıyoruz, ama bir yandan da o niteliksel bilgiyi de elde etmek gerekiyor. Bu da
anket yoluyla olabiliyor. Bu noktada anketin içeriği ve kalitesi önemli hale
geliyor. O soruları nasıl sorduğunuz, hangisinin kapalı uçlu, hangisinin açık uçlu
olduğu, açık uçluları nasıl değerlendirdiğiniz, bütün bunların da tabii çok önemi
var. Anket de bir tür değil aslında. Bu nedenle aslında bir plancı ya da sosyal
bilimci olarak, birlikte çalıştığımız alanlarda bu çalışmaların çok çeşitli olması
gerekiyor. Açıkçası hepsinin ayrı bir sağladığı yarar var.
Hem yaptığımız araştırmadan bazı sonuçlar vereceğim, hem de genel
anlamda tartışma başlıklarını açmaya çalışacağım ki, sorular ve tartışma da
yaratsın. Kentsel dönüşümü hep tartışıyoruz, çok tartıştık, çok şey söylendi. Bu
konuda söylemler neler, uygulamalar neler ve bu uygulamadaki gerçekliğimiz
ne? Bu üçlü çerçevesinde baktığımızda aslında çok büyük büyük laflar ediliyor.
Bugün 90’lardan itibaren ki hâkim aktörlerin söylemlerine baktığınızda çok
büyük büyük laflar ediliyor ve aslında çok ciddi bir dezenformasyon var ve
romantize edilmiş gerçeklik dışı bir algı yaratılıyor. Şimdi bunu rakamlarla da
göstermeye çalışacağım. Yani bu yaratılmaya çalışılan ya da verilen umut ne,
uygulamalar nasıl? Sulukule ve Bezirganbahçe gibi bazı uygulamaların
sonuçlarını da almaya başladık. Ankara Çinçin Altındağ Mahallesinde Yasin
Bektaş’la birlikte başladığımız bir araştırma var ve onda da belli sonuçlar alındı
ve kendisi araştırmayı tez olarak takip edecek. Bundan sonra daha da hızlı bu
sonuçları almaya başlayacağız, ama sonuçlar yok değil ve de üstelik mevcut
gerçekliğe
baktığınızda
aslında
sonucun
ne
olacağını
da
az
çok
kestirebilmektesiniz. Bu nedenle üçlü çerçevesinde gidersek şöyle bir çerçeveyi
unutmamamız gerekiyor. Kapitalist kentleşmenin merkezinde mülksüzleştirerek
birikim sağlama vardır ve aşırı birikmiş sermaye yeni yatırım alanları açmak
üzere kentlerin yıkılarak yeniden yapılması ve kentin değerlenmiş topraklarını
uzun yıllar burada ikame etmiş olan dar gelirli kesimlerden almak gerekir. Konu
ile ilgili söylem ne, uygulama ne ve sonuçta gerçekliğimiz ne? Bunu bütün
dünyada görüyoruz, tek Türkiye’ye özgü bir konu değil. Bütün dünyada az
25
gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülkelerde de, ama az gelişmiş ülkelerde çok daha
belirgin bir yarılma olacak şekilde, bu ikili dünyayı görüyoruz.
Kentsel dönüşüm farklı biçimlerde oluyor. Yenileme, sağlıklaştırma,
iyileştirme, yeniden canlandırma ve bunların pek çoğu da soylulaşmayla
sonuçlanıyor. Türkiye’deyse yenileme ve yeniden canlandırmayı görüyoruz.
Kentsel dönüşümü yenileme biçiminde yani yıkıp yeniden yapma şeklinde
görüyoruz. Yeniden canlandırmayı ise 5366 Yasayla tarihi merkezli, tarihi
alanlarda gördük. Son dönemde dönüşüm için ortaya konulan gerekçeler
deprem, yasadışı yerleşim, düşük nitelikli konut, çevre, bozulan tarihsel konut
dokusu, doğal alanlar için tehdit jeneriği ile her yerde tekrarlanıyor, ama
dönüştürülen alanlar hakikaten bu gerekçelerle mi dönüştürülüyor, çok şüpheli.
Deprem nedeniyle dönüştürülen alanlar gerçekten depreme dayanıksız mıdır?
Çoğu değil, deprem nedeniyle riskli alan ilan edilen alanların çoğunun riskli
olmadığını, İstanbul’un en sağlam bölgelerinde olduğunu biliyoruz. Kentsel
dönüşüm uygulamalarının hedeflediği alanlar İstanbul ölçeği ile bütün kentlerde
benzer bir profil gösteriyor. Gecekondu bölgelerinin de rantı artmış bölgelere
yakın olmasının ilk kentsel dönüşüm baskısına uğramaları için önemi var. Kısa
vadede rant beklentisi yoksa pek çok gecekondu bölgesine dokunulmayacak.
En azından dönüşüm daha ileride olacak. Aynı zamanda toplumda yine dar
gelirli kesimlerin ikamet ettiği tarihsel konut dokusunun bulunduğu alanlarda bir
baskı var ve de yıpranmış konut alanlarının olduğu, eski sosyal konut alanları
ve gecekondu önleme bölgelerinde birtakım dönüşüm baskıları var.
Konuya sermaye birikimi açısından baktığımızda, piyasada kentsel
dönüşümde farklı yöntemler ve birtakım çifte standartlar var. Bundan
bahsetmemiz lazım. İlk olarak piyasa içinde dönüşümü görüyoruz, yani
dönüşüm kimi zaman serbest piyasanın işleyişine bırakılıyor. Eğer zaten rant
potansiyeli yüksekse, belli tetikleyiciler oranın piyasa mekanizması içinde
soylulaşmasına
yol
açıyor.
Bunu
İstanbul’da
26
Cihangir’de,
Galata’da,
Tophane’de görüyoruz. Alanın soylulaşması için tetikleyiciler yetiyor. İkinci
olarak Fikirtepe’den örnek de verildi, bunu da piyasa içinde dönüşüm olarak
algılayabiliriz. Konumu ve yüksek arazi değerleri nedeniyle serbest piyasa
aktörlerinin ilgisini çeken kolay dönüşecek alanlarda imar hakları yükseltiliyor ve
piyasa aktörleri bu alanlara çekilerek bu alanların dönüşmesi sağlanıyor.
Bu iki dönüşüm biçiminde de mülk sahiplerinin yapılan pazarlıklarda
kısmen söz sahibi olması ve bu rantlardan da belli pay alması söz konusu. Yani
balayı buralarda olabilir, ama acaba balayı her yerde var mı? Bu bir-iki örnekte
balayı var diye örneklerin hepsinde balayı var mı diye bakarsak, buralarda pek
de olmadığını görüyoruz aslında. Özellikle tarihi merkezde ve piyasa içindeki
dönüşümü kilitlenmiş ya da zor görünen alanlarda birtakım plan ve proje
kararlarıyla tepeden inme birtakım dönüşüm alanı kararları çıkıyor ve buralar o
yolla dönüştürülüyor. Tarlabaşı, Fener, Balat, Sulukule projeleri tepeden
verilmiş kararlar. Ek olarak rant potansiyeli yüksek gecekondu alanları ve
gecekondu önleme bölgelerinde bu tür kararlar veriliyor. Bu alanlar Kentsel
dönüşüm alanı ilan ediliyor ve burada yaşayanlar TOKİ’nin dar gelirliler için inşa
ettiği toplu konut alanlarına yerleştirilmek isteniyor. Bu kimi zaman aynı yerde
oluyor, kimi zaman başka bir alanda, yani yerinde dönüşüm kimi zaman
olabiliyor, ama o yerinde dönüşüm de nasıl bir dönüşümdür, pahası nedir, o da
ayrı bir mesele.
Bu tür bir dönüşüm biçiminde vatandaşların pazarlık güçleri çok sınırlı
ve önlerine konulan seçeneklerden birine razı olmak zorundalar. Razı olunan
şey nedir diye baktığımızda başarısızlığın nedeni ortaya çıkıyor. Panelin
başında gördüğümüz gibi, şöyle bir söylem var: ‘‘Canım, fazlasıyla onlara
verildi, onlara ev verildi, onlar fazlasıyla karşılığını aldılar’’. Gerçekten herkes
fazlasıyla karşılığını alıyor mu? Herkes rant elde ediyor mu ya da bu evler
parasız mı veriliyor? Söylem yaygınlaştırılmış durumda ki, aslında bu genel
dilimize, yani standart sokaktaki insanın da diline yansımış bir yanılsama. Sanki
27
bütün bu yapılan dönüşüm sonrasındaki o yenilenen evler sanki bedava
insanlara sunuluyor. Hatta bir belgeselde: ‘Canım, fena mı? Buraları yıkılsa, bir
gecekondu alanı yıkılsa da, buraya lüks villalar olsa fena mı?’ diye bir söylem
vardı. Şimdi fena değil de, o lüks villalarda kim oturacak? Bu soruyu kimse
sormuyor. Orada kim oturacak, o lüks villalar orada yapıldığı zaman eski
yaşayanlar orada yaşamaya devam edebilecek mi? Mesele buradan çıkıyor ve
kentsel dönüşümde olay burada.
Nasıl seçenekler var? Biliyorsunuz, bunu hepimiz biliyoruz, mesela
gecekondu bölgelerinde, Tarlabaşı’nda da bu böyle, bir tür enkaz değeri
hesaplanıyor ve yeni yapılan evler için de üç seçenek sunuluyor. Bildiğimiz gibi
binalar belediye ya da özel şirkete satılıyor. İkinci seçenek olarak orada lüks
konutlar yapılıyorsa, yani yerinde dönüşüm yoksa orada lüks konutlar
yapılıyorsa, ‘size git demiyoruz, istiyorsan, sen o lüks konutu ödeyebiliyorsan
onun parası kadar borçlan, öde, kal’ deniliyor. Sulukule’de bu teklif edildi.
Sulukule’de bu şekilde 3-5 ev karşılığında bir ev alanlar bu şekilde aldılar.
Değerleri hesaplandı, karşılığında bir ev alabilen oldu, ama onların da pek çoğu
borçlandılar. Şimdi yeni haberlerden duyuyoruz, borcumuz eskiden şu kadardı,
şimdi bu kadar oldu diyen bir sürü kesim bulunmakta. Üçüncü bir seçenek ise
başka yerde dar gelirliler için yapılan TOKİ konutlarına gitmek. Peki, bu bedava
mı? O da değil. Üçüncü seçeneğin söylemlerinde bedavaymış algısı yaratılıyor
ve bu söylem çok önemli. Bu gerçeklikle yüzleşmek istiyorsak bunu
vurgulamamız ve bu söylemle baş etmemiz lazım, çünkü söylem gerçekliği
tümden örtüyor. Bunun hegemonik bir kentsel ittifak olduğundan ve 90’lardan
itibaren belki çok belirleyici bir özellik olduğundan bahsetmemiz gerekmekte.
Şimdiye kadar olmadığı kadar aynılaşan bir söylemin bütün bu aktörler
tarafından tekrarlanması ve hâkim medyanın da bunun çok ciddi savunucusu
ve yaygınlaştırıcı olması nedeniyle basın üzerinden inceleme çok işe yarıyor.
Hâkim medya bunu nasıl sunuyor, gerçekliği örtmeyi nasıl beceriyor, hangi
söylem biçimleri bu gerçekliği toplumun gözünde ortadan kaldırıyor?
28
Dönüşümün acil olarak yapılması gerekliliği kimi zaman deprem tehdidi,
kimi zaman çarpık kentleşme ve asayiş sorunu üzerinden tartışılıyor. Haberlerin
çoğunda bu üç olgu bir arada zikrediliyor ve zihinsel haritalarda kolaylıkla bir
araya geliyorlar. Deprem tehdidi, çarpık kentleşme, asayiş söylemleri ile âdeta
bütün gecekondu bölgelerinin deprem tehdidiyle karşı karşıya olduğuna dair bir
imaj elde ediyoruz. Söylemde devletin gecekonduluyla kurduğu ilişkide bir
farklılaşma var. Gazetelerde gecekonduluyla ilgili, işgalci, bedavacı, suçlu,
ifadelerini ve gecekondu bölgesinin söylem olarak varoşa dönüştüğünü
görüyoruz. Parası pulu olmayanların İstanbul’da yoğunlaşmasının engellenmesi
için önlemler alınması gerektiği, gecekonduları yıkmadan kalkınmadan
bahsedilemeyeceği, gecekondu alanlarının terörün, uyuşturucunun, devlete
çarpık
bakmanın,
psikolojik
olumsuzlukların,
eğitimsizliğin
ve
sağlık
problemlerinin temeli olduğu gibi jenerik söylemler görmekteyiz. Yani
gecekondu kendinden menkul bir yaratık ve bu aslında bakanın ifade ettiği
biçimde yaftalanmış mekânsal sabitler. Gösterilen tek çıkış yolu kentsel
dönüşüm.
Kira öder gibi ev sahibi olma düşü. Gerçekten böyle bir şey var mı? Bu
söylemle mevcut gerçekliğin karşılaştırılması gerekmektedir. Çok söylenen
muğlak ifadeler: Vatandaşı mağdur etmeyeceğiz. Belki de kentsel dönüşüm
sürecinde bilgilenmenin bu kadar zayıf olmasının nedeni ifadelerin hesap kitap
yapılmadan verilmesinde yatıyor. Mesela, kesinlikle garip gureba, maddi
bakımdan zayıf vatandaşın elinden tutmak birinci görevimiz, bu bir sosyal
sorumluluk projesi denmekte. Devletin kademelerinde, birisi bunu sosyal
sorumluluk projesi diyor. Hâlbuki bu bildiğimiz gibi özel şirket projesi. Özel şirket
bir sürü şey yapar ve bu şekilde sorumluluk üstlenebilir, ama bu devletin sosyal
sorumluluk projesi değil. Bu süreçte ödenmesi gereken aylık borç düzeyleri göz
önüne alındığında verilen sözlerin ve yaratılan beklentilerin gerçeğe uymadığı
da çok net anlaşılıyor. Örneğin 2006 yılında belediyenin verdiği bilgiye göre,
KİPTAŞ’ın 2006 yılında dar gelirliler için inşa ettiğini iddia ettiği Hadımköy
29
konutları ‘gecekondu fiyatına modern konutlar’ başlığı ile sunuluyor. 10 000 lira
peşinat verildiğinde 96 ay boyunca 660 lira ödeme yapılacakmış. O sırada 2006
yılında net asgari ücret 400, yani anlatabiliyor muyum? Gecekondu fiyatına,
ödemeye bakın. Bu TOKİ’nin resmi internet sitesinden alınmıştır. Artık konut,
site filan denilmiyor, TOKİ şehirlerle anılıyor. 100 000 nüfuslu 22 şehir,
söylemleri mevcut son Ekim ayı itibariyle. Üretilen konutların % 30’u dar gelirliler
için. TOKİ’de çok ciddi bir kafa kargaşası var. Aslında bu bizim aramızda da var.
Dar gelirli kimdir, orta gelirli kimdir, orta sınıf kimdir, yoksul kimdir? TOKİ’de bu
o kadar muğlak ve karmakarışık veriliyor ki, TOKİ’nin sayfasına bakan kendinin
hangi gruba ait olduğunu anlamaz. Çünkü bakın, bu veriyi TOKİ’den aldım,
raporda göreceksiniz, % 39,6’sı dar ve orta gelirli, % 25,4’ü alt yoksul grup, bu
%12,4’ü gecekonduda yaşayanlar. Gecekonduda yaşayanlar ayrı bir kategori
mi, o ikisinin içinde bir şey mi, o da belli değil ve bu sonuçları topladığınızda %
85 oluyor, ama ödenen paralara bakın şimdi altta, o zaman bunu nasıl tarif
edeceğiz? Yoksul gruba yönelik 45-55 m2 20 yıl vadeli 100 liradan, şimdi
bununla reklam yapılıyor. 100 liraya konut, ama bu konut nasıl bir konut? 45 m2.
Nasıl bir konut 1 oda 1 salondan ibaret. Hangi ailelere veriliyor? Yoksul. Yoksul
aile nasıl bir aile? Çok çocuklu bir aile için uygun mudur? Değildir. Mesele
sadece başını sokacak bir yer midir, yoksa gerçekten insanca yaşama uygun
bir konut tipolojisi midir talep edeceğimiz şey?
Proje alt gelir grubuna yönelikse, 6 000 lira peşin konut tesliminde 300
lira 15 yıl vadeli, bunu kim bir araya getirecek. Bezirganbahçe’de ortaya çıkan
durum, Bezirganbahçe’ye gidenler bunu ödeyemediler. Niye ödeyemediler? Her
ay çünkü 300 lirayı bankaya yetiştirmek kolay bir şey değil. Dar gelirliyseniz, iş
kaybı varsa, kriz varsa bunu yapamadığınız, tarihinde 15 yıl içinde iki ay üst
üste 300 lirayı denkleştiremediğiniz bir zaman olacaktır. O zaman bu
sürdürülebilir midir? 15 yıl boyunca siz çok formel bir alana borçlanıyorsunuz.
Alt gelir için yapılan açıklamada aylık en fazla 2.600 lira olan ifadeleri yer
almakta. En fazla 2.600. Araştırmalarımızda aylık 2.600 liralık bir hane geliri
30
varsa bunu orta, hatta üst gelir grubu varsayıyoruz. TOKİ’de bu alt gelir grubu
olarak geçmekte. TOKİ orta gelirliler için, % 39 diyor ve net bir bilgi bulunmuyor.
Muhtemelen ödeme koşulları çok daha üst, orta, yüksek gelir kabul edeceğimiz
gruplar. Çünkü örnek olarak verilmiş Tuzla 3. Etap projesinde yüzde 10 peşinat
verildiği takdirde en düşük konut ödemesi aylık 1.500 lira. Ciddi bir başarısızlık
var. Son olarak araştırmamızda yer alan altı mahalle bu şeyler nasıl ortaya
çıkıyor? Altı mahalleden üçü gecekondu mahallesi oluşturmakta, diğerleri
Tarlabaşı, Tozkoparan ve Bezirganbahçe mahalleleri. Bu altı mahallede
yaşayanların bütün bu TOKİ’nin sunduğu şeyleri ödemeye gücü yeter mi?
Hiçbirinin yetmiyor. Dolayısıyla da aslında bugünkü uygulamalarda bütün bu
faktörleri göz önüne almazsak, özellikle işin ekonomik boyutunu ele almazsak,
istersek en iyi tasarımcı olalım, en iyi tasarımı yapalım, faydası yok, insanlar
orada yaşayamazlar.
TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Geri kalan kısmını İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacak olan kitaptan takip ederiz. Erbay Yucak, söz
sizde.
ERBAY YUCAK- Merhabalar. Metne bağlı kalarak konuşmamı
gerçekleştirmeye çalışacağım. Öncesinde değinmek istediğim birkaç konu var.
Birincisi, bir arazinin, coğrafyanın ya da mekânın metalaşması süreci
sadece kentlere ait bir hadise değildir. Bu süreç kırda da yaşanmaktadır.
Dolayısıyla
geliştirdiğimiz
kapitalizme içkin bir şeydir. Adını koyarak konuşmanın da
çözümleri
anlaşılır
kılmak
konusunda
faydası
olacağı
kanaatindeyim. Dolayısıyla da kırda da, kentte de bir metalaşma süreci
yaşanmaktadır. Kırda bu bazen taşocağıyla, hidroelektrik santralle, barajla
olmaktadır. Kentte de bunun adı mekânda bazen dikey yapı oluyor, bazen yatay
yapı oluyor. Dikey yapı olunca kötü de, yatay yapı olunca iyi midir? Bunlar
kullanım fonksiyonlarına bağlı olarak orada yaşayan insanların sahip olduğu
hayat alışkanlıkları ve kültürünü ne kadar koruyup korumadığına bağlı ayrı ayrı
31
konuşulabilir,
tartışılabilir
şeylerdir.
Dolayısıyla
üzerine
uzun
uzun
konuşulabilecek meseleler. Diğer bir husussa, otoriter bir pratik olarak icra
edilen uygulamaları
ve dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi merkezli
konuşuyoruz. Sınırlayıcı ele alış olduğunu düşünmüyorum, ‘ kırda ve kentteki’
metalaşma süreci, mekanın bu kadar açık sermaye birikim süreçlerinin parçası
haline gelmesi sadece Adalet ve Kalkınma Partisi’ne özgü bir süreç değildir,
Cumhuriyet Halk Partisi’nin de bulunduğu yerlerde olmaktadır. Dolayısıyla da
katılım derken burada biz otoriter bir pratiğe mi karşıyız? Burada sunulan
örneklerde yer alan mahallelerde yaklaşık 10 yıldır,
dayanışma pratikleri
içerisinde olan gönüllü insanlardan biriyim. Benzer dayanışmayı gösteren
arkadaşlar olarak durduğumuz yer; dönüşüm süreçlerini olmazsa olmaz gören
bir yer değil. Dönüşüm alanlarında yaşayan insanların, dönüştürmeye çalışan
aktörlerle arasında uzlaşma ve rıza üretme pratiğini geliştirmekte değil.
Mahallede yaşayanların o mahallenin akıbeti hakkında yegane karar sahibi
olduğu varsayımını, o mahallenin bütün İstanbul’un, sonra da bütün Türkiye’nin
söz sahibi olduğu bir yer algısıyla davranmaya çalışmaktayız.. Fikirtepe’de
olduğu gibi emsal artırımı, rant ortaklığı gibi ‘dönüşüm süreçlerinin dayandığı
aklı güçlendiren’ tutumlara düşmedenı yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla
müteahhitler de bazen Fikirtepe’de olduğu gibi o adada yaşayanların birlikte
davranmasını ister. Adında kooperatif ya da dernek geçen ya da diyelim ki o
adanın birlikte davranması gibi görünen şey aslında rıza üretmeyi kolaylaştıran
bir örgütlenme önerisi olarak müteahhit tarafından da sermaye sahibi tarafından
da geliştirilebilir. Dolayısıyla esas meselenin metalaşma süreci karşısında
topluma anlatılan ve dayatılan da ranttan pay alma meselesi olduğudur.
Dolayısıyla da artık mahalle, konut, komşuluk, tarih kalmıyor. Bütün bunlar para
ve rant karşısında önemsizleşmekte.
Dolayısıyla süreç böyle işleyince,
Fikirtepe’deki gibi düne kadar
hayatında imar planı ve emsal gibi kavramlarla tanışık olmayan insanlar emsal
diye bir tartışmanın tarafı olabiliyor. Niye? Çünkü o emsalin ona para olarak ne
32
getirdiğinin hesabını yapabildiği için. Ama tüketim ideolojisi ve para merkezli
düşünme gibi hususlar bugün ortaya çıkmış bir şey değil. Kapitalizmin ideolojik
hegemonyası diye bahsettiğimiz sözün reel ifadesi bu. İnsanın hayatla kurduğu
ilişkide kendisine eksen ve esas aldığı, sahip olduğu değerin ne olduğudur. Ve
çevresinin de nasıl davrandığı ? neyi telkin ettiği ? ile yakınen alakalıdır. Tarih
tersine dönüyor: İstanbul’a dair yapılan planlamalarda eski mahalle mekânının
dağıtılmasından şikâyet eden, rahmetli Turgut Cansever analım. Nereye geldik
? Gelenek ve köken olarak aynı yerden gelmelerine rağmen Adalet ve Kalkınma
Partisi o modern müdahalenin daniskasını daha kaba ve daha nobran yapmaya
başladı. Bu nedenle ne istiyoruz? Tartışmalara kendi durduğumuz yerden
başlayabiliriz. O yüzden de kendi durduğumuz yeri; uygulamanın uzlaşmacı
olup/olmadığı, yaşayanın rızasına dayanıp/dayanmadığı sınırında konuşmakla
mı yetineceğiz? Yoksa bunu daha genel bir çerçeve içinde yerleşim alanlarının
metalaşmasını kışkırtan ve bu yönlü politikaları meşru görüp görmememiz,
doğru görüp görmemiz ekseninde mi yapacağız? Bu hususlarda karar
vermemiz gerekiyor. Bu karar ve durduğunuz yer belirliyor bakışınızı. Bu
nedenle yerinde dönüşüm kavramının türetilmesinde yerinde dönüşümü bir
CHP’li belediye de, bir AKP’li belediye de ortak olarak yorumlayabiliyor ve
vardıkları yer de aynı zaten. Yerinde dönüşüm kavramını türetense, halkın
beklentileri ve o yönde gösterdiği dirençtir. Eğer o halkın oradan gitmesi
konusunda sizin teklif ettiğiniz öneri onu oradan göndermekse, o da orada
kalma kararlılığını gösteriyorsa, bunun değiştirilerek kullanılan adı yerinde
dönüşüm oluyor, hepsi bu kadar. Dolayısıyla bir mücadele ve direncin türettiği
bir şey yerinde dönüşüm. Yoksa oradaki dönüşüm senaryolarının türettiği bir
şey değil. Bu meselede sermaye merkezli, rant merkezli ve kâr merkezli
düşünen hiçbir kesimin ve hiçbir aktörün iyi niyetli olduğuna inananlardan
değilim. O yüzden de daha insani ve sosyal düşünen diye bir şey yok, projeler
kâr maksimizasyonu ve para için yapılan işlerdir. Para için yapılan şeylerde
sosyalleştirme ya da vb. konulara da iyi niyetli bakmak hadisenin tabiatına
33
aykırı. O yüzden de projenin başında pozisyon olarak aracılıktan çıkmak ve rıza
üretimini kolaylaştırmamak gerekmekte. Akademi ve meslek sahibi insanların,
insanların alacağı pozisyonda bu değil. Katılımı sağlayan da, yerinde kalmayı
sağlayan da direnç ve mücadele. Dolayısıyla kitapla bağını da kurarak ifade
edersem, kitapta amaç Gezi ve diğer soruları da sorarak çeşitli tartışmalara,
yaşanan dönüşüm süreçlerinin edindiğimiz tecrübelerinden katkı sağlamaya
çalışmaktı.
Bu süreçlerin etkileri, Bakırköylü, Kadıköylü için de Derbent ve Gülsuyu’
nda yaşayan yerleşimci içinde aynı mekanizmalara, gerekçelere sahip. Çünkü
biri apartman dairesine para vermiş atıyorum 100 para, diğeri ise hazine
arazisini ya da kendisine ait olmayan arazinin üzerinde üstelik de bahçesi olan
bir yerde, daha da yüksek bir yerde, deprem riski de olmayan bir yerde yıllardır
yaşıyor. Hükümetlerin ve bütün siyasal otoritelerin onları işgalci görmesi
karşısında, kat mülkiyeti belgesine sahip apartmanda oturan da onlara işgalci
diyordu ve işgalci retoriğini sahipleniyordu. Yani Üsküdar’da, Kadıköy’de,
Bakırköy’de, Bahçelievler’de oturan daire sahibi ile Derbent- Gülsuyu gibi
mahalleleri 6306 sayılı Yasa kardeşleştirdi aslında, bu hayırlı bir durum olarak
değerlendirilebilir. Dolayısıyla 6306 sayılı Yasa, eski gecekondu mahalleleri
olarak bilinen bu mahallelerde yaşayanların güvencesizlik halinin ne olduğunu,
iskân ruhsatlı apartmanda kat mülkiyeti tapusuna sahip daha modern bir şekilde
yaşayan vatandaşa bunun yetmediği meselesinin nasıl vaatçi bir husus
olduğunu kapitalizm dâhilinde yaşattı, yaşatmaya da devam edecek. O yüzden
olumlu olarak ta yorumlanabilir. Gezi’yle olan ilişkisine baktığımızda: Gezi’ de,
kente, mekâna ait bu meseleleri herkes birbirine kulak vererek dinlemeye
başladı. Dolayısıyla bu konu üzerine geriye dönüş gerekli değil. Daha uzun
analizlere de ihtiyaç yok. Mesele, sorunun ortaklaşması karşısında elimizden
geleni yapmak ve önümüzdeki dönemde bir kenti ve o kente ait kentsel
hizmetleri, o kentin nasıl olacağını, geldisini-gittisini, bütün bunları düşünmenin
birlikte tahayyül edebilme imkânlarını çoğaltmak gayreti.. Başta 6306 sayılı
34
Yasanın geliştirdiği tehdit ve risklerin devamında ise Gezi’yle beraber kentsel
mekânı beraber düşünme meselesinin ne kadar ehemmiyetli olduğu konusunda
yaratabildiği gelecek açısından iki durumun böyle imkânlar içerdiğini
düşünüyorum. Bu imkânların nasıl değerlendirilip tartışılacağı hususu ayrı bir
konu, ana konudan sapmamak adına bu konuya girmeyeceğim, başka
zamanlarda konuşmak dileğiyle.
Örgütlenmeyle, toplumun önündeki bir şeyi sorun olarak fark etmesi
arasında doğrudan ilişki vardır. Toplum bir şeyi sorun olarak algılıyorsa, o
doğrultuda birlikte davranmak için harekete geçer. Orada birlikte davranmak için
harekete geçme sürecini kimin nasıl sürdürdüğü ve yönettiğiyle ilgili bir şeyi
konuşuyoruz. Asuman Türkün ’ün de sunuşunda da yer verdiği mevcut kamusal
yetkiyi kullanan otoritelerse vatandaşın birlikte davranmasını teşvik etmiyor
aksine onunla birey olarak ilişki kurmak istiyor. Bu konu ile ilgili sıkça karşımıza
çıkan bir örneği paylaşacağım. 7 sene önce yaşandı. Fatih Sultan Mehmet
Köprüsü’ ne girerken soldaki yamaçta tek bir cami görürsünüz. Tam köprüye
girmeden Büyük ve Küçük Armutlu’nun karşısında arada bir vadi vardır, oradaki
caminin bulunduğu alanın adı Taşlıbayır. Taşlıbayır’da ilk süreç başladığı
zaman, yapılacak olan bağlantı yolu nedeniyle yaşayanlar ulaştı ve o bağlantı
yoluna dair bir dava açma, ve benzeri süreçler konuşuldu. Çok gerekli ve zaruri
olmadıkça vekâlet almadan, ahalinin kendi hakkını kendisinin aramasına dayalı
bir süreç olarak dilekçe ve tartışma yolları ile hak arama süreçlerini
gerçekleştirmeye çalışmaktayız..Bu nedenle süreç boyunca ilgilileriyle eğitim
toplantıları olur ve yapılan her yazılı başvurunun içeriği ve sürecini kendisi de
bilir öğrenir. 54 kişiyi ilgilendiren süreç boyunca üç toplantı ya da dört toplantı
oldu. Hepsinin yapı durumu, konumu ayrı ayrı. Bağlantı yolunun etkilemediği
tepede yer alanlar bu mücadeleyi yol nedeniyle yapıları yıkılacak olanların
sürdürmesinden taraf. Çünkü tepedeki sıranın kendisine geleceğini varsayıyor.
Toplantılar oldu, muhtar ve 54 kişide bir tereddüt hali var. Muhtar ve ileri gelenler
dilekçe ve toplantı konusunda ‘aman boş bırakmayalım, hemen ertesi gün
35
gitsinler’ gibi cümlelerle sürekli sıkıştırmaktalar. Ama tereddüt hali ortaya çıktı
ve bunun iki tane nedeni var: İlki, orada Karanfildere diye bir yer var. Derede
yaşayanlar hiçbir zaman güneş görmemiş, güneş Beykoz tarafından doğmuş
Büyükçekmece tarafında batmış. Güneşten nasibini konutu hiç almamış. Yol
yapım proje alanında ve derede kalanların mücadeleyi sürdürmesinde daha
fazla istekli olan tepedekiler ise 06.30’da Beykoz tarafından aldıkları güneşi
adalar mevkiine güneş gelinceye kadar görüyor. Eğer 6 ay birbirleriyle rotasyon
yapsalardı bütün mekânı beraber sahiplenebilirlerdi. Mekânın mevcut
oluşumunda adalet yokken taleplerin birbiriyle uyuşmaması anlaşılır bir durum.
Nitekim devamında açığa çıktı. Aşağı deredekiler dedi ki: “Hocam, onlar
gelmeden bir görüşme yapalım sizinle. Tamam, bize çok emek ettiniz, ama
baksanıza, benim rutubetli ve güneş görmeyen yerime konut veriyor, enkaz
bedeli veriyor. Kabul etmeyip ne yapacağım”. Ama orada başka bir şey daha
gerçekleşti. Gelen yönetici, Asuman Türkün’ ün de bahsettiği gibi, oradakilerle
onlara ait olmayan bir yer üstünden pazarlık yaptığı için minnet duymaları
gerekiyormuş gibi bir üslup kullandı. Yönetici diyor ki ‘burası zaten senin hakkın
değil ve ben hakkın olmayan şey üzerinden sana bak bir de kıyak yapıyorum,
enkaz bedeli veriyorum’. Dolayısıyla bakanlık enkaz bedeli teklif ederken, bir
de sana 20 yıl geri ödemeli konut veriyorum demekte. Ama orada yaşayan halk
bunun 2000 yılından beri Danıştay kararlarıyla teminat altına alınmış bir şey
olduğunu, AİHM kararları , 775 sayılı Kanun ve benzeri yargısal- kanunsal
hükümler nedeniyle onun zaten konut teklif etmek mecburiyetinde olduğunu
nereden bilecek? Enkaz değeri ve enkaz bedeli diye bilinen şeyin kendine ait
çeşitli parametreleri olduğunu, onu kabul etmeleri dâhilinde sulh hukuk
mahkemesinde bu sürece gidilebileceğini nereden bilecek? Neticede bunu
kamu yapıyorsa ve kamunun zaten bu toplumun demokratikleşmesi, beşeri
ilişkiler dünyasında onun birbiriyle etkileşebileceği ortak bir özne haline gelmesi
konusunda bir çizgisi, eğilimi yoksa oradaki illegal süreci kamu icat ediyor.
Kamu diyor ki ‘Ahmet, ben sana veriyorum 30 para enkaz bedeli, sen bu 30
36
parayı Mehmet’e söyleme işte sen şuralı olduğun için, Mehmet’e diyor ki, sana
veriyorum 40 para, sen de ona söyleme’. Gerçekten 40 sene bir arada oturanlar
da birbirine söylemiyor. Dolayısıyla burada toplumun dönüşüm karşısında
dönüşüm uygulamasının kendisini ve onun karşısında yapılabilecekleri şeyleri
de konuşurken şunu görelim: Toplumun önünde eğer bir sorun varsa, bu
sorunun kendisi karşısında toplumun birlikte düşünebilmesini sağlamak, ortak
çıkar düzeyini birlikte tanımlayabilmek önemli. Ezilenlerin pedagojisinde
anlatıldığı gibi Latin Amerika’ya özgü bankacı ve sorununu birlikte tanımlayan
modele dönmek gerekmektedir. Hakikatli demokratikleşme ve uygulamanın
birlikte ve ortak çalışma ile kamusal çıkar tarif ederek oluşturulabilecek rıza ve
düşünce süreçlerinin, projeksiyonlarının oluşmasını istiyorsak, sorunu birlikte
tanımlama ile doğrudan demokrasiye dayalı örgütlenme süreçleri olması
gerekmekte. Aracısız örgütlenmede, sorunun sahiplerinin ve yaşayanlarının
doğrudan temsiliyetine dayalı olması lazım. Kullandığımız 30 cümle yerine
onların kendi farkındalığı sonucu kullandıkları 3 cümlenin daha kıymetli
olduğunu görmek gerekmekte. Direnci de mücadeleyi de komşuluğu da baki
kılacak olan hal bu. Derbent’ e bakacak olursak, Esenler Belediye Başkanı
Havaalanı Mahallesinin projesini anlatmak üzere Derbent’ e gelip Petek
Sokaktakilerle konuşuyor ya da CHP’li Sarıyer Belediyesi yerinde dönüşümü
anlatıyor. Büyükşehir Belediyesi de başka bir şey anlatıyor. 5 sene önce de
başka bir şey anlatıyorlardı. O zaman adı yerinde dönüşüm değil özel şahıs
arazisine dayalı oradan gitmeydi. Ahalinin kendi haklarını bilmesi, doğrudan
demokrasiye karar alması, arasız, aracısız, vekilsiz kendi süreçlerini
tanımlayabilmeleri ve yönetebilmeleri bütün bu süreçleri zorlayan, çözen tek
şeydir.
6306 sayılı Yasanın gündemle olan bağını parçalı konuşmakla birlikte,
buluşma organizasyonunun yazılı gündemiyle de bağını kurarak gideyim. İlk
olarak Gezi’yle bağını kurduk, ardından 6306 sayılı Yasadan ve mahalle
dinamiklerinin bu hususlardaki tutumundan da sınırlı örneklerle bahsettim.
37
Dördüncü konuyu da anlatayım. Hangi hükümetin hangi düzeyde otoriter pratiği
olursa olsun, eğer o mahallenin içinde birbirinin ayağının altını kaydırmaca gibi
süreçler engellenmişse, ortak, doğrudan demokrasiye dayalı ortak demokratik
örgütlenme pratikleri varsa, küçük hesaplar yapılmıyorsa, 6306 ya da herhangi
bir yasa ile o mahalleleri oradan çıkarmanın imkânı olacağı kanaatinde değilim.
Bu nedenle bizler pozisyon alırken lütfen farkında olmadan kentsel dönüşüm
geri döndürülemez ya da engellenemez bir şeymiş diliyle bunu daha sosyalize
etmeye, daha kabul edilebilir marjlara çekmeye çalışan pozisyonlar almayalım.
Ek olarak riskli alan uygulamaları ya da dönüşüme ihtiyaç duyan alanlar
konusundaki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bütün belirlemeleri 2001’de
Japon Kalkınma Ajansıyla birlikte yapılan “JICA Raporu” diye bilinen raporla
çelişmektedir. Nitekim açılan riskli alan kararına iptal davası açan Sultangazi
Cumhuriyet Mahallesi, Fatih Sultan Mehmet Mahallesi ve Derbent Mahallesi, üç
tane mahalle vardır. O mahallelerin dava dilekçelerine verilen cevap
dilekçelerinde de problem bulunmaktadır. JICA raporu dâhilinde yapılan
depremin şiddetine, oranın zemin özelliğine ve yapının o zeminle gireceği
rezonansa
dair
modelleme
çalışmaları,
hiçbir
analitik
çalışmaya
dayandırılmadan ve teknik, ilmi fizibilite değerlerine sahip olunmadan
reddedilmiştir. Bunlar riskli yapı uygulamaları için de geçerli olan hususlardır.
Bilindik manada dönüşüm olmayan süreçler, yani orada yaşayanların da içinde
olduğu ve bütün İstanbul ve Türkiye’de gözetilen bir kamusal bilinçle bütün bu
uygulamalar karşısında olabildiğince mücadeleyi teşvik eden, önce durduran,
sonra olması gerekeni beraber tasarlayan, yani akademinin katacağı süreçler
bu şekilde oluşur. Bir mücadele aracı olarak alternatifi tasarlama Sulukule’de
olmuştur. Sulukule’ de daha çok Yıldız Teknik Üniversitesi, İTÜ ve Mimar
Sinan’dan öğretim üyelerinin öncülük ettiği, bizlerin de içinde yer aldığı hareket,
‘hayır, burada bu kadar nüfus yaşayamaz, burada bu korunamaz’ tezi
karşısında bir mücadele aracı olarak üretilmiş bir alternatifi temsil ederdi.
Dolayısıyla da akademinin ve uzmanlığın kendine yer bulacağı şey önce
38
toplumu bütün bir haliyle yok sayma pratiğine çeviren bu hal karşısında
mücadeleci bir varoluşla durması, varım demesi, beni yok sayarak bir numara
yapamazsın demesidir. Örnekleri vardır ve mümkündür. Daha bilimsel
gerekçelerle ve kamusal çıkarla, çözüm için gereken tezi de toplumla beraber
bir muhabbet ve samimiyet içerisinde halletmek mümkün gibi gelmektedir. O
yüzden de 6306 sayılı Yasanın olağanüstülüğü üzerine bir şey demek yerine
6306 sayılı Yasanın bu doğrultuda da birlikte mücadele etmeye dair imkânlar
sunan tarafları vardır. Süre kısıtlaması nedeniyle, bu imkânlar nedir, reel, aktüel
kullanımları nasıl olabilir hususunda çeşitli denenmiş, sonuç alınmış kısa
vadedeki örnekleri anlatamıyorum. Teşekkür ederim.
TOLGA İSLAM- Kesemiyorum, çünkü hepimiz için umut veren bir
konuşma oldu. Bir miktar süreyi aştık, süreye riayet etmeye çalışacağız. 20
dakikalık tartışma süremizi 15 dakikaya indirelim. Twitter üzerinden sorular
geldi, ama salonda da soru sormak isteyenler olacaktır. Soru sormak isteyenler
varsa buyurun.
ASLI ODMAN- Mimar Sinan Şehir Bölge Planlama mensubuyum. 6306
sayılı yasa gerçekten ne gibi somut kanallar açıyor, ne gibi tecrübeler var?
Teşekkürler.
TOLGA İSLAM- Süre açısından soruları toplu bir şekilde almamızda
fayda var, sonra sırayla panelistlerle cevap veririz. Hürriyet Hanım.
HÜRRİYET ÖĞDÜL- Merhabalar. Uzlaşma ve mücadele kavramları
karşı karşıya geldi gibi burada, bunlar iki farklı şey gibi, yaklaşım gibi sunuluyor.
Acaba uzlaşma da mücadelenin bir parçası değil midir ya da mücadelenin
sonunda uzlaşmaya varılmaz mı? Bu ikisi acaba kardeş olabilirler mi, yoksa hiç
olamazlar mı?
GÜLŞEN ÖZAYDIN- Merhabalar. Panele bir konuda ekleme yapmak
istiyorum, gerçeklik ve hakikat konuları üzerine. Asuman Türkün’ ün söylediği
39
söylem konusu gerçekten önemli. Bugünkü söylemin aslında yaşananlarla üst
üste örtüşmemesi bir gerçeklik hali oluşturmuyor mu? O zaman gerçeklik yerine
hakikat sözcüğünü kullansak mekânın hakikatiyle örtüşmeme durumu daha
tercih edilebilecek bir kavram gibi geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
BESİME ŞEN- Merhaba, Mimar Sinan Üniversitesi mensubuyum. Faruk
Beye şöyle bir şey soracağım: Kentsel dönüşüm projeleri ve sürecine dair çok
şey konuşuyoruz, ama bu projeleri uygulayan parti politikalarını çok az
konuşuyoruz. Sayın Erbay Yucak konuya değindi, AKP yerine mesela, CHP’yi
hiç konuşmuyoruz dedi. AKP yerine bugün iktidarda CHP olsaydı, CHP ana
muhalefet partisi olduğu için ve ayrıca bazı yerellerde işin içinde olduğu için ve
hâlâ programında kentsel dönüşüme dair bir ilkesel kararı olmayan bir ana
muhalefet partisi olsaydı ne değişirdi? Toplumda kentsel dönüşümün yapıldığı
yerlerden oy alan bir parti, belli kimliklere hâlâ defakto sırtını dayayan bir parti.
Bunun bir önemi olur muydu? Teşekkür ederim.
AZİME TEZER- Konuşmacılar tarafından, kentsel dönüşümün hukuki
geri planında dönüşümün temel gerekçesi olan riskli alanların dönüşümün
mekânları
olmadığı
belirtildi.
Dönüşümün
özellikle
bu
alanlarda
yoğunlaşmadığını ve gerçekten riskli alanlarda yaşayanların deprem açısından
daha güvenli alanlarda yaşamasının öncelikli ve temel hakkı olduğunu
düşünürsek acaba bu alanlarda kentsel dönüşümün önceliklendirilmesi nasıl
sağlanabilir? Katılımla bu alanların daha gündeme gelmesini sağlamak
mümkün olabilir mi? Soru tüm katılımcılara yönelik olabilir, herhangi bir
konuşmacıya yönelik sormamaktayım.
DOĞAN NAHİTOĞLU- İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesindenim.
Ben bir başka boyuta dikkatinizi çekmek istiyorum. Yeşil alanlar sorunları
gündeme gelmedi. Kentsel dönüşümün hem fırsat, hem de tehdit olabileceği
unsurlardan birisi de yeşil alanlardır. Kentsel dönüşüm sırasında yeşil alanlara
yeterince uygun yerler ayrılabilirse fırsat olabilir. Baktığınız zaman gecekondu
40
bölgelerinin çoğu İstanbul’un yeşil dokusuna uygun olmasa da yeşil alanlar ve
kentsel dönüşüm sırasında bunlar da oldukça zarar görebilir. Bu konuda
görüşlerinizi almak isterim. Teşekkürler.
TOLGA İSLAM- Evet, bir soru daha var.
SALONDAN- Öncelikle iki adet soru sormak istiyorum. Kentsel
dönüşüm sürecinde deprem sürecin neresinde? Deprem konusu sürecin
meşrulaştırılmasında ana etkenlerden biridir. Özellikle mahalle bazında
yürütülen kentsel dönüşüm çalışmalarında deprem baş aktörler ve söylemler
arasındadır. Çünkü dönüşümün yapılması için temel etkenlerden biri deprem
olarak söyleniyor ve bu halk tarafından da ciddi anlamda benimseniyor. Bu
nedenle deprem faktörü çok önemlidir. Diğer bir nokta ise metodolojik tartışma.
Mahallelerde ciddi anlamda bir dönüşüm süreci yaşanıyor, akademi de bununla
ciddi anlamda ilgileniyor ve bölgelere yönelik yoğun bir akademik ilgi söz
konusu. Ama bölgelerde artık dikkatimi çeken şöyle bir şey var: Veri ve analiz
kısmında özellikle bir bant yayın çalışmalarına gidiş mevcut. Çünkü belli
mahalleler seçiliyor ve belli araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalarda kullanılan
metodoloji benzer metodolojiler, görüşülen kişiler dahi kimi zaman aynı oluyor.
Çünkü iki farklı kişinin yaptığı çalışmayı kıyaslıyorsunuz, tanımasanız dahi çünkü isimler verilmiyor genellikle- söyledikleri cümlelerden ve verdikleri
yanıtlardan onun kim olduğunu eğer bölgeye hâkimseniz biliyorsunuz. Bu bir
anlamda bölgeye dair yapılan analizlerin kısırlaşmasında çok ciddi bir etken ve
bu kentsel dönüşüm süreci ve metodolojisi içerisinde dönüşümün kendisi kadar
etkili bir tartışma.
TOLGA İSLAM- Teşekkürler. İsterseniz soruları burada keselim.
Twitter’dan gelen sorulardan çok hızlıca birkaç tanesini ileteyim. İlki biraz
provokatif bir soru: Kentsel dönüşümün bu noktaya gelmesinde alternatif
üretmeden muhalefet eden STK, oda, üniversitelerin sorumluluğu üzerine bir
soru ki, Erbay Yucak bundan biraz bahsetti. İkincisi, Sulukule’de ve Gülsuyu’nda
41
sessiz kalan ya da temizlensin diyen orta sınıf, kentsel dönüşüm kendi
mahallelerine geldiği zaman ne yapacak sorusu ki, aslında bir anlamda cevap
geldi. Kentsel dönüşüm alanlarında saha çalışması yapan birisi olarak bu
benzerlik konusunda aynı şeyleri düşünüyorum ve araştırmacının ciddi bir
yanılsama içerisinde olabileceği noktasında da birtakım düşüncelerim var.
Örneğin, uzunca bir süre aynı alana gidip, sadece tek tip tepki veren kişilerle
görüşmesi ihtimali var. Kendi yaptığım araştırmanın başlarında Sulukule’de,
mahallede farklı dinamikler olduğunu, farklı tepkiler olduğunu çok sonra fark
edebildim. Bu biraz düşünülmesi ve sorgulanması gereken bir meseledir. Onun
dışında bu temsiliyet sorunlarıyla çok alakalı bir mesele, Pelin Tan ve Erbay
Yucak tarafından bahsedildi. Mahallenin kendisini temsil etmesi başka bir
mevzu, araya aracıların girmesi ve mahalleli adına konuşmaya başlaması
başka bir mevzu. Bu ikisi arasındaki dengenin çok iyi kurulması ve mahallelinin
daha belki öne çıkması gerekmekte. Sıradan cevap verelim.
FARUK GÖKSU- Kendi payıma düşen 6306 sayılı Yasayla ilgili soruyu,
daha sonrada Besime Şen’ in sorusunu yanıtlayayım. 6306 sayılı Yasayı
okuyunca hukukçu değilim, ama planlamadan, uygulamadan gelen bir kişi
olarak ilk söylemim: Bu yasayla minimum riskli alanlar mı dönüşecek yoksa
maksimum riskli alanlar mı dönüşecek? Yanıtım minimum riskli alanlar
dönüşecekti ki, gidişat da onu gösteriyor. Bütün pazarlıklar minimum riskli
alanlarda gerçekleşmekte. Özel sektör ve kamu tarafından baktığınızda da
kamunun yönünü tam tayin edemiyoruz. Minimum ya da maksimum riskli değer
yaratanlar yerlere mi dönüşüyor? Böyle bir-iki tane ayrım var. O nedenle bu
yasanın kapsayıcı bir yönünün olacağını zannetmiyorum.
İkincisi, tabii burada temel soru şu: Dönüşüm alanları nasıl tespit
edilecek? Yasada olmayan ve hepimizin de sorması gereken şey bu. Niye?
Kentlerimiz kapasitesini doldurdu, bir plancı gözüyle baktığımda artış kapasitesi
bile yok. Kapasitesi dolan kentlerimizde dönüşümü beyefendinin sorduğu
42
sorunun içerisinde var, sadece ve sadece kamusal açık alan yaratmak odaklı
yapmak zorundayız. Öncelik bu olmalı diye düşünüyorum.
Besime Şen’ in sorusuna gelince de, cevabı kısa: değişmez, ama
değişmeli. Neden? Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi yaklaşımı, bir sosyal
demokrat belediye yönetiminden zamanında ortaya atılmıştı ve uygulanmıştı. O
zaman koyduğumuz ilke çok basitti. Türkiye’de ilk dönüşüm örneklerinden
biridir. Bir proje geliştirilecekse, o projede yaratılan değer o projeden
etkilenenlerce eşit paylaşılacaktır. Siyasetçi bu ilkeyi koymuştu ve bunun
üzerine çalışıldı ve gerçekleştirildi. Projelerin ikinci boyutu da katılımdı.
Bahsettim, karar süreçlerine herkes katılacak ve en az yüzde 51’in kararı geçerli
olacaktı. Bu çerçevede başlatılan projelerdi. Bugün politik düzlemde kentsel
dönüşüm yaklaşımları farklılaşır mı? İşin içinde bir kişi olarak çok zor
görüyorum. Çünkü olay imar haklarının paylaşması üzerine kurgulanır. İkili
görüşmeler, kahve toplantıları ve 5 000’in üzerinde kişiyle konuşmamda çıkan
sonuç, ‘irtifa ne, yüzde kaç veriyorsunuz?’ söylemi gibi genlerimize işlemişse ve
kentlerin de kapasitesi dolmuşsa, buradan çıkışın çok kolay olmayacağı
yönünde görüşlerim var. Ama 30 yıllık meslek yaşamımda katılım ve
örgütlenmeden vazgeçmedim. Tarafların bir araya gelerek ortak paydada
uzlaşmasına dayalı stratejiler geliştirilmesi çok kolay değil. Bunu nasıl
yapacağız? Herkese ve akademiye görev düşüyor. Planlama metotlarının
tartışılması gerekmekte. Kentsel dönüşümün klasik imar planı anlayışıyla rantı
düzenleyen, toprağı yeniden şekillendiren, kentsel arsa dediğiniz arsanın
üretilmeyeceğini bildiğimiz ve artık düşeyde bir şeylerin paylaşılması sürecine
girdiğimiz halde hâlâ bu tür planlama yaklaşımlarıyla mı devam edeceğiz?
Akademi bunu düşünmek zorundadır. Özel sektör ‘artık kapasite doldu, daha
farklı yaklaşımlarla nasıl gelir, değer sağlarım?’ sorusu üzerinde durmakta. Tabii
ki özel sektör değer sağlayacak, bunu hiç kimse yadsıyamaz. Bunu düşünmeli,
ama sivil toplum örgütlerine karşı duruş Hürriyet Öğdül’ ün sorusuyla ilintili, tabii
ki her zaman önemlidir, ama somut önerilerle çözüm ortağı olacak birtakım
43
çalışmaları da göstermemiz gerekiyor. Bunun için herkese çok büyük görevler
düşüyor. Herkes kendine göre hem mesleki açıdan, hem de projeden etkilenen
taraflar olarak buna ilişkin çözüm yolları önermelidir diye düşünmekteyim.
TOLGA İSLAM- Teşekkürler.
PELİN TAN- Bu araştırma yöntemleri üzerine tekrar bir şey söyleyeyim.
Bu konu kentsel sosyoloji ya da planlama alanında çok tartışılan bir konu değil.
Özellikle radikal araştırma metotlarından bahsedersek, geçtiğimiz sene 4-5 kişi
olarak New York New School Kentsel Ekoloji Bölümünde bir panel düzenledik.
Konu hem Meksiko’da, hem New York’ta farklı kentlerde çalışan radikal kentsel
pedagoji üzerineydi. Bu metotları karşılaştırmaya çalıştık. Amaç katılımcı aktif
metot ya da karşı durmakta olduğum niceliksel, sayısal değerlere bağlı kentsel
araştırmalar ve bunun dışında da ortaya çıkan çok farklı yeni medya araçlarının
bilgiyi farklı temsiliyetler içerisinde sunması ve bu farklı yeni medya araçlarıyla
yeni tür bir kentsel araştırma metotlarının çoğalması, farklılaşması ve
akademide ana akım dediğimiz kent araştırma metotlarının ve muhafazakâr
hiyerarşik metodolojinin dışına çıkıp, daha gündelik yaşamla iç içe geçmiş yeni
metotlar kullanmak ve üretmek. Özellikle kent sosyolojisi ya da planlama geniş
çalışma alanları, ama konumuz kentsel dönüşüm veya kentsel yasaların
Türkiye’deki kentler üzerindeki etkisi. Bu konuya odaklandığımızdaki Asuman
Türkün’ de söyledi, farklı şehirlerde benzer örnekler görebilmekteyiz. Hong
Kong ta, Kuzey Noktasında (North Point) mülkiyet değişimi yapılmakta. Konu ile
ilgili bir yasa uygulandı ve property transfer denilen ve mülkiyetin transferini
meşrulaştıran yasalar çıkarttılar. Güney Kore’de de TOKİ benzeri bir sistem
bulunmakta. Farklı şehirlerde mülkiyet değişimi, insanların yerlerinden edilmesi
ve rant sağlama üzerinden yeni tür bir devletçilik mevcut sistemde bulunmakta.
Akademisyenler
olarak
10
sene
önce
bu
konuları
akademide
bile
tartışamıyorduk. İTÜ’de katıldığım bir konferansta zorunlu göç demem
nedeniyle iki kere uyarı aldığımı hatırlıyorum.
44
Bu tür kapalı bir sistemden bahsetmekteyiz. Kent ve sosyolojinin
birbirleri ile ne alakası var diye sorulmakta olan bir ortamdayız. Bunun üzerinden
biz radikal araştırma metotları deneyeceğiz ve hiyerarşik akademik yapıdan
çıkıp gerçek kentsel araştırma yapacağız. Süreç olarak geri kalmaktayız.
Herkes metodoloji demekte, İTÜ’de çok kullanılan bir laftır. Metodoloji yöntem
demektir. Deneyimlerime göre son 10 senedir mimarlık ve kent planlama
bölümlerinde kimse yöntem öğretmemekte. Bu nedenle kendimizi ve kendi
angajmanımızı eleştirmeliyiz. Mahallelerde etik ve temsiliyet anlamında
problem olan angajman meselesi üzerine, farklı metotları karmaşık bir şekilde
kullanıp, farklı disiplinlerden ve yeni medya araçlarından yararlanarak, yeni
metotlar üretmemiz gerekiyor. Mevcut yöntemlerin çoğunu kullanmamaktayız
ve radikal bir yöntem üretimine girmemiz gerekiyor. Bu konuyu ciddiye
almaktayım ve mimarlık öğrencilerine farklı metotlar öğretmek amacı ile bir ders
açtım. TÜBİTAK ve İTÜBAP gibi üniversite bünyesinde üniversitenin bütçesiyle
gerçekleştirdiğimiz, araştırma raporları ile makalelerimizde birbirinden farklı
diller kullandığımız, bu şekilde otokontrolle ve oto sansürle baş ederek
yaptığımız araştırmalar bulunmakta. Bu yöntemle araştırmaların söylemini, dilini
ve temsiliyetini oluşturmaktayız. ‘Forensic architect’ dediğimiz adli mimarlık
konusu altında, Ramallah’ ta sürdürülen ‘sömürgeleşmeme mimarisi’ adında bir
araştırma grubu var. Hegemonya karşıtı, sömürge karşıtı bir araştırma, sadece
20. yüzyıl referansı sömürgecilik anlayışından bahsetmiyorum, güncel bir
sömürgecilik anlayışından bahsediyorum. Tüm bunlara karşı yeni metotlar
geliştirmeye çalışıyorlar. Katılımcılık çok genel bir kelime, belediyede, TOKİ’de
herkes katılımcılık lafını kullanıyor. Tarlabaşı’nda mevcut belediye mimarlarla
proje yaptığında mimarlar katılımcı bir yöntem kullandık demişlerdi, şaşırıp
kalmıştım. Onların belediyeyle muhatap olması onlara göre katılımcılık metodu,
yöntemi olmasında yeterli durum oluşturmakta. Böyle bir ortamda tartışıyoruz
ve çok gerideyiz. Katılımcılığı tariflerken de çok gerideyiz. Bunu son 15 senedir
üniversitede olduğum için öncelikli olarak kendimizde de görüyorum. Bunun
45
özellikle
öncelikle
mimarlık
ve
planlama
bölümlerinde
kesinlikle
geliştirilmediğini, geri bırakıldığını düşünüyorum. Tek gördüğümüz örnek Mimar
Sinan Üniversitesi Planlama Bölümünün birkaç senedir mahallelerde bir şeyler
yapmaya çalışmasıdır. Fakat böyle çok az bölüm var. Durum böyle olunca
yöntemler gelişmez, yöntemler gelişmeyince kavramlarımız sakız gibi genel
olmakta. Belediye TOKİ ve devlet bunu kopyalayıp kendisi de kullanıyor.
Konuşulacak çok konu var, ama bu kadar söyleyebiliyorum.
TOLGA İSLAM- Sorulardan bir tanesi Anadolu ve İstanbul kentleri
arasındaki ayrımı sormaktaydı. Yani biraz “Türkiye’den bakalım, İstanbul’dan
çıkalım”dı. Sayın Pelin Tan’ın sürecin küresel ölçekte gerçekleşen bir süreç
olduğuna dikkat çekmesi çok önemli. Özellikle Uzakdoğu örnekleri bize çok
benzeyen örnekler sunuyor. Üniversitelerin kendilerinin sürece katılımını ne
kadar içselleştirdiğine dair bir tartışma konusu muhtemelen yok. Hepimiz yeni
yeni öğrenmeye başlıyoruz.
PELİN TAN- Çok kısa bir şey söylemek istiyorum. Kâğıthane üzerine
Afet Yasasını, halkın bilinçlilik durumunu ve yapılmış planları sorgulayan bütün
bir araştırma bulunmakta ama 20 dakikada gösterilecek bir şey değil ana
odağım da bu araştırma değildi. Ama araştırmanın bir tarafı da bir anlamda
tamamen metodoloji meselesinin problematiğiyle ilgili.
TOLGA İSLAM- Teşekkürler.
ASUMAN TÜRKÜN- Birkaç soruyu bir araya getirip hepsine bir cevap
vermek amacı ile şu soruyu sormak gerekmekte: Dönüşüm şart mı, ne zaman
şart, nereler için şart? Son dönemlerde hakikaten aciliyet ve zorunluluk
söylemleri üretildi. Belki sizin sorduğunuz deprem meselesinde evet, şart.
Deprem nedeniyle gerçekten konut stokunda ciddi bir yıpranma varsa ve
deprem karşısında gerçekten riskli özellikler taşıyorsa ya da heyelan
bölgesindeyse ve gerçekten yaşam tehlikesi içeren yerler ise dönüşüm şart.
Diğer bölgeler açısından bütün kentin yeni baştan yapılması gerekiyormuş gibi
46
tuhaf bir tartışmanın içine girdik. Dolayısıyla da bu dönüşüm için tek gerekçemiz
kentin tümünü dönüştürebilme şansı veren 6306 sayılı Yasamız’ dır. Erbay
Yucak açıkladı, yasa dönüşümü yapmak isteyenlere deprem, riskli alan ya da
riskli bina dendiği anda orası dönüşecek gibi bir olanağı verdiği ve bunun da
ayrıntıları bilinmediği için herkeste bir telaş başladı. Etkilenecek olanlar ‘bana
da gelecek mi, bir an önce ben kendim bunun çaresini bulayım ki, bana
geldiğinde ortada kalmayayım’ gibi çabalara girdi. Şimdi gecekondu bölgelerine
bakıyorsunuz ve gecekondu bölgelerinin dönüşmesi gereği modern kent
imajıyla sorgulandığında, yeşil alanları ve çocuk parkları olmayan alanlar olarak
örnek veriliyor. Mevcut uygulamalarda modern kentin simgesi de TOKİ.
Gecekondu alanlarının dönüştüğü model incelendiğinde yine TOKİ karşımıza
çıkmakta. Peki, TOKİ gerçekten bir gecekondu alanından daha iyi bir yaşam
standardı sunuyor mu? Gecekonduda oturanların ‘biz dairede değil,
gecekonduda oturuyoruz’ demeleri aslında ‘biz çok modern bir alanda
oturmuyoruz’ anlamına gelmektedir. Herkesin kafasında daha modern, daha
düzgün, daha derli toplu ve ortak alanı olan TOKİ blokları var. Ama gerçekten
yaşam kalitesi açısından bir gecekondu alanından ya da daha enformel gelişmiş
bir alandan daha iyi bir yaşam standardı sunuyor mu? Bu tartışılır. Bunu
Ankara’da Çinçin’ de yapılan dönüşümde, Bezirganbahçe’de TOKİ konutlarına
taşınmış insanlarla konuştuğunuz zaman da görüyorsunuz. İnsanlar orada
yaşamaktan memnun değiller. Bu verileri sunamadım ama insanların ağzından
kendi dillerinden ne kadar hoşnutsuz olduklarının ifadeleri bulunmakta. Sonuç
olarak bu yaşam biçimi insanları memnun etmiyor. Dolayısıyla: ‘Dönüşmek şart
mı, dönüşüm ne zaman şarttır?’ sorusu önemli hale geliyor. Dönüşmek şartsa
bunun koşulları ne olacak? Dönüşümün şart olduğu alanlarda önümüze koyulan
modeller tamamen piyasa içinde bulabildiğimiz çözümlerden ibaret oluyor.
Dolayısıyla bir tek bu soruyu sorabiliyoruz: İmar hakkı verilecek mi,
verilmeyecek
mi?
Çünkü
imar
hakkı
verilmezse,
piyasa
içinde
dönüşemiyorsunuz. Farklı bir ifadeyle, dönüşecekseniz dönüşüm parasının
47
sizden çıkması gerekiyor. İmar hakkı verilecek ki, orayı dönüştürecek olan
müteahhide pay çıksın ve o müteahhitle de bir uzlaşma sağlansın. Sonuç olarak
burada ‘sen biraz daha azına razı ol, o biraz daha azına razı olsun, arada bir
yerde buluşalım’ gibi bir noktaya geliyoruz. Peki, bu şart mı? Bu konuyu mutlaka
çözümleriz. Bunu Erbay Yucak herhalde daha yaratıcı çözümleyecek. Yaratıcı
çözümler bulabiliriz, ama yaratıcı çözümler de her zaman yeterli olmamakta. Bu
parayı kim verecek? Kamudan bir şey beklemeyecek miyiz? O zaman şunu
sormamız gerekiyor: Bu dönüşümde devlet nerede, devletin hiç mi katkısı
olmayacak? Dönüşmesi zorunlu yerlerde devletin katkısı olmayacak mı?
Dönüşümün bedelini 6306 sayılı Yasa şu şekilde öngörüyor: ‘Ya sen
küçüleceksin, ya oradan gidip daha ucuza başka bir yer bulup, başını oraya
sokacaksın’.
Son bir şey daha söyleyip bitireyim. 1950’lerden itibaren İstanbul ve
Türkiye’nin çok hızlı göç alan kentlerinde, İstanbul en hızlı göç alan kenti olduğu
için hep İstanbul diyoruz, ama aslında Ankara daha da önce başladı göç
almaya, hep bir konut problemi bulunmakta ve konut problemi, yani dar gelirliler
açısından konut problemi bir türlü çözülemedi. Bu konun çözülememesi formel
piyasalarda hepimizin bildiği bir durum. Problem çözülemediği için de
gecekondular oluşmuş. Yani enformel konut alanları ortaya çıkmış. Şimdi bu
bilinemediği için mi oldu, yoksa koşullar bunu ancak elverdiği için mi böyle oldu?
1950’lerden itibaren 60 yıldır konut alanlarını inşa etmiş, geliştirmiş, bir şekilde
konut sorununu çözmüş insanlardan yeniden başa dönmelerini ve yeniden
ödemeye başlamalarını neden istiyoruz ya da ne değişti ki 50’lerden itibaren bu
konut sorununu ancak böyle çözebilmiş insanların üstelik daha zor koşullarda
bugün bunu daha iyi çözebileceğini bekliyoruz? 1950’lerde bunun daha iyisini
yapamamış bir toplum, 2000’li yıllarda ve ekonominin çok daha sıkıntılı olduğu,
krizlerin çok daha yoğun olduğu, alım gücünün daha düşük olduğu, işsizlik
oranının daha yüksek olduğu, eşitsizlikler, hatta daha derinleşmiş eşitsizliklerle
yoğrulan ya da mücadele eden bir dönemde toplum bugün daha iyisini nasıl
48
yapabilir? Tekrar şuna geliyorum: TOKİ konutuna razı olmuş bile olsa orada
ödemeye nasıl devam edebilir? Böyle bir şeyin gerçekliği var mı? Gerçeklik
derken onu kastediyorum. Mevcut gerçekliğimiz ne? Gülşen Özaydın’ın dediğin
gibi hakikat çok güzel bir kelime, gerçeklik yerine hakikat kelimesi kullanılabilir,
hakikat daha kapsamlı bir kelimedir.
TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Biraz süreyi aştık ama sizden
yorumlarınızı ve değerlendirmelerinizi bekliyoruz.
ERBAY YUCAK- Sondan başlayayım. Bu kadar para ve binaya dayalı
bir mevzunun bu kavramla ifade edilmesi hakikat kelimesine haksızlık olur diye
düşünmekteyim. Üç tane örneği yan yana koyalım: Mersin’ de yer alan Çilek,
Özgürlük ve Çay Mahalleleri, Mersin’in Akdeniz beldesi, BDP’li belediye, CHP’li
belediye Kadıköy Belediyesi ve Esenler AKP’li Belediye. Esenler’ de Havaalanı
Mahallesi projesi, Kadıköy’de Küçükbakkalköy Romanlar nedeniyle daha çok
bilinen ve daha önce başlayan bir süreç. Ama Ataşehir’i de yanına ekleyin,
Ataşehir’deki Şerifali Çiftliği projesine düğmeye ilk TOKİ basmadı, Ataşehir
Belediyesi bastı. Ataşehir Belediyesi de CHP’li, dolayısıyla da Fikirtepe Kadıköy
Belediyesi sınırları içinde, ama proje yapma yetkisi Kadıköy Belediyesinde
değil.
Bunlar
ilçe
belediyelerinin
utangaç bir
biçimde
itirazcı tutum
almamalarının bahanesidir. Bu memlekete ait bir gerçektir. Bir ilçe belediyesinin
kendisini bir vatandaş yerine koyup, Büyükşehir Belediyesinin yaptığı bir 5
000’lik planı ya da bir uygulamanın karşısında dirayet göstermeme tutumu
bahanesi oluyor. Yetki bende mi, değil mi, benim yapma yetkim var mı, yok mu?
Bu nedenle ‘seçimlerde de Büyükşehir benimle olmazsa benim yapacağım bir
şey yok’ denmekte. İlçe belediyesi olarak yapacağın bir şey yoksa neden aday
oluyorsun? O zaman Büyükşehir kimdeyse ilçe belediyesi de onda olsun.
Dolayısıyla bunlar bir tezvirat, bir hikâye, yani bunları bir hikâye döngüsü içinde
anlatıp duruyorlar. Bu tehlikeli durumu: oraya dair Bakanlığın aldığı karar ve
diğer süreci ilk BDP’li belediye atlattı.
Ama onların da bunu kendi içinde
49
yaşaması gerekmektedir. TOKİ’yle yapılan ‘5 katlı yapı mı, aynısıyla kalsın mı’
görüşmeleri herhangi bir koruma anlamı ifade etmemektedir. Bunu üç ayrı örnek
üzerinden söylememin nedeni planlamada metot konusuyla alakalı olmasıdır.
Metot tartışmasıyla ilişkisi bazı sorularla kurulabilir. Halka kulak vermek ne
demektir? Bunun metodu sadece anket yapmak mıdır? Onların düğün ya da
cenazesinde bulunmak mıdır? Kahvehanede gidip sabahtan akşama kadar
onunla maça kızı, öteberi oynayıp, o arada dinlemek midir? Kadınların altın
gününe gitmek midir, yoksa onların mevlitlerine iştirak etmek midir? Ama bunda
temel bir problem bulunmaktadır. Yürütücü olarak dışarıdan birisin ve dışarıdan
birisi olarak onların algılarını anlamaya ve yönetmeye çalışıyorsun. Bu konu
kendi başına bir problem teşkil etmektedir. Tanıma pratiği içine girerek taraflara
bir şey anlatmaya çalışıyorsun ve aklında doğru bulduğun bir şey doğrultusunda
yerel halk için kabul edilebilirlik marjını oluşturmaya çalışıyorsun. Bu da bir
problem teşkil etmektedir. Bu nedenle de mücadeleyle- uzlaşma değilmüzakere
kardeş
tahayyülünün
kavramlardır.
olmadığı
Ama
mücadele
etme
yerdeki müzakere ziyadesiyle
arzusunun
kumpas,
ve
kolpa,
kandırmaca ve kırk bin türlü desisenin olduğu bir şeydir. Bilen akıl bilmeyene,
onun bütünü düşündüğünü varsayarak davranıyor. Ama bilmeyenin dikkatini
sadece konutuyla ilgili konular çekmekte. Senelerdir İstanbul’da yaşayanın
mekânla kurduğu ilişkinin problemlerini akademisyenler daha fazla görmez,
yaşamaz mı? Niye? Çünkü onlarda konuyu kendi konutuyla sınırlı sayıyor.
Gidin, o mahallelerde bile bu böyledir. Mahallenin bütününe ait bir algı daha yeni
yeni oluşuyor. Mahallelerde bütününe ait bir algı yoktur. Algı, kapısının önünden
ya da dairesinden ibarettir. Dolayısıyla da o sahiplenicilik tutumunun mahalleye
doğru yayılması yerine, kendi mahallesinde bile kendi algısı ve sahiplenicilik
tutumu oraya sıkışmıştır.
Bütün bu ‘saldırı ve hamlelerin’ aslında kent gibi insan icadı olan bir
oluşum için olması doğal mıdır? İnsan tarafından yapılmış, bozulmuş olan
kentlerde korurken neyi koruyoruz? Aslında ağacı korumak, dağı korumak,
50
dereyi korumak gibi bir şey değil bu. Aktüel ve rantabl görünen, bir icadın, bir
takım nedenler sonucu fonksiyonu değiştiriliyor. Yeni durumlar karşısında
birtakım nedenlerle itirazı olanlar bir şeyi engellemeye çalışıyor, ama
korunmaya çalışılan gerçekten doğayla ve insanla barışık mı? Dayanışmacı mı?
Demokratik mi? Soruları konuşurken tarihi buradan başlatıyormuşuz lisanıyla
konuşmak sorunlu. Süreklilik arz eden bir konu ve biz de faniyiz. Bu süreklilik
içinde, insanlığın bütün bu gidişatında daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, bencil
olmayan, daha ortaklaşmacı, insan-doğa ilişkisinde daha dengeyi savunucu
olması adına, bütün faktörlerle insanların beşeriyetin mekânla ve birbiriyle
kurduğu ilişkideki gerilimi yaşayarak uğraşmaya çalışıyoruz. Biz 10 sene
yaşadık, bizden sonraki nesiller bunu başka türlü yaşayacak. Ama insanlığın
önünde bir sorun olarak duruyorsa, bunun da çözümünü insanlık bulacaktır.
Bütün bu tartışmanın ve enerji sarf etmenin amacı insanlık ülküsünde birleşme
yaratmak ve umut oluşturmaktır. Beyoğlu na bakın, Okmeydanın da Beyoğlu
belediyesi sıkıştırıyor, Hacıhüsrev de CHP’nin eski Büyükşehir Belediye başkan
adayı Adnan Polat. Bütün bu yedirmece usullerinin dışına çıkıp insanlık için
başka bir ülküyle bu mekâna ait problemi ve orada yok sayılanla dayanışmak
gerekmekte. Yani dayanıştığımız oranda umut edelim ve yapalım.
Bu bağlamda 6306 Sayılı Yasayı incelediğim zaman, bütün bu konulara
dair açık ve net bir çözümün olmadığını görmekteyim. Konuyu kapitalizme ilişkili
olarak görüyorum. Bu konuda takla atmıyorum ya da kendimi kandırmıyorum.
Beşerin dünyasında umut eden insan mücadele eder. İnsanlık için de umut
eden bir tahayyüle ihtiyaç vardır. Dolayısıyla mücadele,
çelişkiden çıkar.
Çelişkinin olmadığı yerde ne politika olur, ne mücadele olur. Dolayısıyla da bu
gerilimin türettiği aslında bir çelişkinin nasıl, neden, hangi taraf olursa toplumcu
ya da başka bir şey olur muhtevasıyla konuşuyorum. Bu şekilde konuşunca reel
ve parçaya ait çözüm önerilerine sahip değilseniz toplumu analize dayalı
değerlendirmelerin tek başına kıymeti olmuyor. Bu da çok meşhur 11. tezdir.
Yani yorumlamak ve değiştirmek meselesidir. Değiştirmeye toptancı bir
51
mantıkla baktığınız zaman zaten bu mevzuları konuşmayacağım. Bu sistemin
kendisi gömülmeden, bütün bunları konuşmanın kendisi gevezeliğe döner.
Parça düzeyinde bütün sürecin kendine dair mekânla sınırlı olmayan beşeriyetin
mekânla kurduğu ilişkinin ve algının dikkate alındığı bir biçimde çözümler
üretmek lazım. Bu bağlamda da 6306 sayılı Yasanın kendisine dair örnekler
vardır. İdealtepe’de 4 katlı konutların bulunduğu bir yaşam alanı bulunmakta. 4
katlı evlerde yaşamakta olanlar Dumankaya’yla, Mostar Yapı’yla anlaşmaya
çalışıyorlar. Ama alanda yer alan yerleşimlerin yol ve bahçeleri bulunmakta.
Geriye kalan yapılar dubleks yapılar ve onlar da dubleksten ayrılmak istemiyor.
Dublekste yaşayanlar ayağını attığı anda bahçesine ve diğer şeylere
ulaşabiliyor. Fakat 4 katlılarda durum böyle değil, 4 katlılar çift daire üzerine
yapılmış. Onlar bu alanın 6306 Sayılı Yasa dâhilinde riskli yapı stokunu ihtiva
eden bir alan olması hasebiyle yasadan yararlanmak istiyorlar. 6306’dan
yararlanmak diye bir süreç işliyor. Deprem riski ve bu risk karşısında güvenli
yapı, güvenli zemin önemlidir. Yakınen yaşadığım içinde biraz tecrübesine
sahibim. 1999 depreminden sonra o bölgede yıllarca yaşamış bir insanım,
hukukçuyum, ama inşaatçılığı da orada öğrendim. Türkiye’de ve dünyada afet
sonrası ilklerden biridir, ‘ İmece Evleri’ adında devletin verdiği krediyle 1,5 yıl
içerisinde 3 tane köy inşa ettik. Herkes de birbirinin evlerinde çalıştı.
Tamamlandı. Bizde o süreçleri öğrenmiş olduk, dayanışmaya çalışırken.
Rezerv alan kavramı 7269 sayılı Afet Kanunu’nun içindedir. 6306 sayılı
kanun Rezerv alan kavramını değişip başka bir şeye dönüşmüştür. Bu
memlekette 99 depreminden sonra orta hasar diye bir kavram türemiştir. Orta
hasarlı binaların güçlendirilmesine dair yönetmelik 2008 yılında çıkmıştır. Hiçbir
meslek odası ve akademisyen bunun kavgasını vermemiştir. 2008 yılına kadar
yapılan bütün güçlendirmelerin güçlendirme teknolojisi ve uygulama yöntemine
dair teknik, standart bir ölçü yoktur.
2001’de afete karşı İstanbul koordinasyonu adı altında yeşil alanlarda,
52
afet orijinli plan tadilatlarının yapılmasına başlandı. Ama yeşil alanlar afet
sonrası toplanma alanıdır. Afet hazırlık pratiğine dair kamusal politikaların
oluşturulması amaçlı bir süreç başlattık. 27 tane mahalle inisiyatifi oluştu. O
zaman çeşitli medya gruplarına çeşitli sermaye grupları müdahale etti. Peki
neden? Sebebi şu arkadaşlar: Deprem konusunu İstanbul’daki insanlarla
konuşmaya başladığın zaman depremi konuştukça insanın tüketim alışkanlığı
değişiyor.
Buzdolabı
almıyor,
çamaşır
makinesi
almıyor,
mobilyasını
değiştirmiyor. Peki, onun bu tüketim alışkanlığının değişmesinden kim rahatsız
olur? Kim rahatsız olursa depreme ilişkin, Marmara’da olacak olan ve İstanbul’u
yoğunlukla etkileyecek olan ve 30 sene içinde olması muhtemel İstanbul
depreminin bütün bu topluma düşündürülmemesi bir sermaye politikası olarak
medyaya yansıdı. Kimse de konuşmadı. Geçmiş 10 yıl aradan sonra
konuşurken esas büyük zaaf nedir bunun üzerinde duralım. Alternatif lafını sık
türetmeye gerek yok. 6306 sayılı Yasa öncesinde kamusal yetkiyi kullanan
otoritelerin afete hazırlanması ve kamusal sorumluluk olarak hazırlanma
konusunda stres yaratan, bunun bir toplumsal mutabakatını oluşturan toplumsal
teyakkuzla bütün bu süreçleri kışkırtan bir pratik bulunmamaktadır. Bu pratiğin
eşlik etmediği bir geçmişin bugününü konuşuyoruz. Bugünü konuştuğumuz
zaman da ona düşündürülen şey üstünden konuşuyoruz. 6306 sayılı Yasanın
çeşitli örneklerinde şunları bilelim: Riskli bina konusunda müteahhitler bir tane
kişiyi buluyor ve o kişiyi belediyelere gönderiyor. Riskli bina demek yıkılacak
bina demek değildir. Güçlendirme diye bir çizgi de bulunmaktadır. Bu nedenle
de bir yapı riskli yapı ilan edildiğinde iş bitmiştir anlamına gelmemektedir.
Yapının riskli alan ilan edilmesine dair çaresizlik bulunmamaktadır. Bakanlar
Kurulu kararı olması nedeniyle bir ay içinde iptal davası açabilir, yürütmeyi
durdurma kararı istenilebilir. Anayasa Mahkemesine aykırılık iddiasını
dilekçesinde zikredebilir. Rezerv alana ilişkin yeni yönetmelik değişikliği
geliştirilmiştir. Rezerv alan da ancak uygulama projeleri dairesinde hukuksal
süreçlere konu edilebilir. Umarım başka zeminlerde de bu konuları konuşabiliriz.
53
TOLGA İSLAM- Bu konuyu daha uzun tartışırız.
ERBAY YUCAK- Evet, umut etmeye ve mücadele etmeye devam
edeceğiz. Teşekkür ederim.
TOLGA İSLAM- 9 Kasımda Pelin Tan’ın ve Ayşe Çavdar’ın edit ettiği
(İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali) kitapla ilgili bir Çalıştay yapacağız.
Çalıştay’da Erbay Yucak, Tolga İslam, Tayfun Kahraman ve buradaki birçok
katılımcı aslında orada olacak. Çok teşekkür ederiz dinlediğiniz için,
katılımcılara da çok teşekkür ederiz. Maalesef soru alamıyoruz. Çünkü çok
geciktik. 14.15’te bir sonraki oturumda görüşmek üzere.
54
2. OTURUM
“KÜLTÜREL MİRAS ve TARİHİ YARIMADA”
Avrupayı Asyaya bağlayan bir coğrafyada sahip olduğu 2500 yıllık tarihi mirasla
İstanbul; kesintisiz her dönemde olduğu gibi geçtiğimiz yıllarda da çeşitli
dinamiklerin etkisiyle ülkenin en hızlı dönüşen ve değişen kenti olmuştur.
Ülkemizin uluslarası platformlarda alkışlanan ekonomik büyüme hızının arka
planını oluşturan inşaat sektörü ise; kentin mekansal dönüşümünün en önemli
aktörüdür. Kentsel mekanı dönüştüren aktörün planlama yerine inşaat sektörü
ve sermaye olması da İstanbul’un kaçınılmaz olarak alt üst oluşunun
habercisidir.
Arkeolojik değerlerimizi kepçelerin darbesiyle yerüstüne çıkaran, kimi yerde
yükselerek kültürel mirasımızı görünmez kılan sermayenin arsızlığının;
plansızlık ve hukuksuzlukla birleştiği noktada ortaya çıkan alt-üst oluş 7.
İstanbul Buluşmalarının ana temasıdır. Kentin yaratılacak ranta devredilen
kültürel ve doğal miras alanları, kamusal alanları ve yerleşmeleri ise kentin altüst edilen mekanları alt temalar olarak belirlenmiştir.
Tarihi Yarımada; kültürel miras alanlarımızın alt üst edildiği, çeşitli projelerle
yüzyıllardır belleklerde yer etmiş form ve simgelerinin tahrip edildiği mekanların
odağında yer almaktadır. Yenikapı’da bir tümör gibi büyüyen dolgu alanı,
yüzyıllardır korunmayı başarmış adayı delip geçen lastik tekerlekli boğaz geçişi,
Haliç ve Tarihi Yarımada siluetini yeniden şekillendiren Haliç Metro Köprüsü,
Süleymaniye,
Fener-Balat’ın
dönüşümü...
Tarihi
şekillendiren ve dönüştüren projelerin sadece bazıları.
55
Yarımadayı
yeniden
Bu çerçevede İstanbul’un kültürel mirasının mekanını oluşturan Tarihi
Yarımadanın alt üst oluşu Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi oturumun
konusunu oluşturuyor. Bu oturumda tartışmaların, aşağıda belirtilen çerçevede
gelişmesi hedeflenmektedir:
 Tarihi Yarımada’nın özgünlüklerinin ve bu özgünlükleri koruma girişimlerinin
tartışılması
 Tarihi Yarımada‘yı alt-üst eden planlama kararlarının ve katılım
mekanizmaların tartışılması
 Tarihi Yarımada’nın dönüşümünde merkezi idarenin ve yerel yönetimin rolü
 Yasal düzenlemeler nedeniyle terk edilen bütüncül yaklaşım yöntemleri
56
SUNUCU- “Kültürel Miras Alanları”nın tartışılacağı Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesindeki 2. Oturumumuz Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi
tarafından
gerçekleştirilecek.
Oturum
Başkanımızı
ve
değerli
konuşmacılarımızı sahneye davet ediyorum.
AKİF BURAK ATLAR- Herkese merhabalar. Günün 2. Oturumunu
başlatabiliriz. Bugün açılış konuşmalarında da bahsedildiği üzere her oturumun
aslında bir öncelikli ayağı gerçekleştirildi. Önceki yıllardan farklı olarak
benimsediğimiz bir yöntem, dolayısıyla her kurum görevli olduğu oturuma
yönelik bir ön toplantı, ön Çalıştay, ön atölye gerçekleştirdi. Biz de Şehir
Plancıları Odası olarak İstanbul Buluşmaları hazırlık sürecinde 5 Ekim
Cumartesi günü “Tarihi Yarımada” konulu bir atölye çalışması gerçekleştirdik.
Bu atölye çalışmasını gerçekleştirme nedenimiz de bugün buradaki oturuma bir
anlamda anahtar teşkil edecek çerçeveyi oluşturmaktı. Sizlere önce bu
toplantıya ilişkin, toplantıdan çıkardığımız anahtar çerçeveyi birkaç görsel
eşliğinde sunmaya çalışacağım, fakat önce konuşmacılarımızı tanıtmak
istiyorum.
Bugün üç değerli konuğumuz var. Programda ismi yer alıp da aramızda
olmayan Necati Uyar rahatsızlığı nedeniyle Ankara’dan İstanbul’a gelemedi,
kendisi özürlerini iletti. Üç değerli konuğumuz da İstanbul’u çok çok iyi
bilmekteler: yazar Murat Belge, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı kurucularından
Sayın Faruk Pekin ve sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz bizlere açtığımız
başlıklar üzerine belki de en iyi bildikleri konulardan bahsedecek. Sözü
misafirlerimize bırakmadan önce az önce bahsettiğim Çalıştayla ilgili bazı
görseller eşliğinde birkaç cümle aktarmak istiyorum.
5 Ekim Cumartesi günü yapmış olduğumuz toplantının sonunda anahtar
kelimeler tahmin edebileceğimiz ölçüde ortaya çıktı. Bunlardan ilki elbette
koruma
kavramı.
Korumakla
yükümlü
olduğumuz,
ama
ne
ölçüde
koruyabildiğimizi hep birlikte tartışa geldiğimiz Tarihi Yarımadanın geleceğine
57
ilişkin endişelerimizin olduğu bir kavram. Çünkü bir mirastan bahsediyoruz.
Aslında sadece İstanbul olarak değil, bir dünya mirası olarak öne çıkmakta.
Tarihi yarımadaya yönelik karar mekanizmaları toplantıda ciddi anlamda
sıkıntılarıyla ele alındı ve bu karar mekanizmalarının katılımla ilişkisi ve kent
hakkı üzerinden ortaya çıkardığı problemler ve yasal boyutlar dâhil edildi.
Önceki toplantıda dile getirilen 5366 ve 2863 sayılı korumaya ilişkin yasalar
tarihi yarımadada henüz örneği ortaya çıkmasa da 6306 sayılı Afet Yasası ve
devam eden diğer yasal süreçlerin tarihi yarımadada ne ölçüde dikkate alındığı
konusunda biraz merak uyandırmak istiyorum. Bu görsel yapımı apar topar
başlanılan Yenikapı miting alanının bittiğinde nasıl olacağı hakkında bir proje
görseli. Taksim meydanı biliyorsunuz demokratik toplantı ve gösteri haklarına
muhalefet eden karar mekanizmalarına kapalı bir alan. Fakat yeni bir miting
alanı İstanbul’a hazırlanıyor. Tarihi yarımada ve henüz planlama aşamasına
ilişkin ufak bir eskiz. Bu eskiz yasal bir belge değil, ama belediyede tartışılan,
orada üzerinde konuşulan bir belge. Daha yakından bakacak olursak biraz
hayal gücü ve bir keçeli kalemle tarihi yarımadaya ilişkin çok güzel projeler
üretebilirsiniz. UNESCO’nun, Yapı Dergisinden alıntıladığım bir haberde miting
ve dolgu alanından neden haberimiz yok şeklindeki açıklamasını hemen
peşinden yerleştirdim. Hızlı geçiyorum, sıradaki görsel: Yenikapı dolgu
projesiyle birlikte tarihi yarımadaya çok ciddi anlamda zarar vereceğini
düşündüğümüz bir diğer projeye ilişkin bir gazete haberi. Avrasya tüneli bir
karayolu tüp geçiş projesi ve bu proje Yenikapı miting alanıyla ele alındığında
tarihi yarımadaya gelecekte biçilen resmin ne olduğuna ilişkin çok ciddi soru
işaretlerini uyandırmakta.
Taze bir gündem: Yedikule bostanları. Yüzyıllardır işlevini devam ettiren,
bu geleneksel kent bahçeliği de bir anlamda bu yeni uygulamalarla ortadan
kalkıyor. Az önce yasal bir başlık olarak ‘yasal’ kelimesini kullandım. Bu hem
yasal düzenlemeler anlamında, hem de devam eden hukuki süreçler anlamında
ortaya çıkıyor. Uygulanmakta olan bir proje bittikten sonra proje tamamına erme
58
aşamasında mahkeme kararıyla durdurulabiliyor. Bu anlamda hukukun ne
ölçüde işlediğini de sorgulamak mümkün. Bu görselde meşhur siluet
tartışmasının başkahramanı, Sayın Başbakanımızın sahibiyle küs olduğu, ‘16:
9 Gökdelenleri’ ni görüyoruz. Bu da bir başka görsel ve bu görselde yine iş işten
geçtikten sonra ortaya çıkan bir hukuk ve döküm kararı söz konusudur. Bir diğer
örnek ise Sulukule projesi. Sulukule’ de dava açıldıktan 4 yıl sonra gelen bir iptal
kararı söz konusu. 4 yıl içerisinde hem bölgede yaşayan İstanbulluların tahliyesi
ve orada tamamlanan bir toplu konut projesi görülmekte. Haliç ve çevresindeki
dönüşüm bir anlamda inşaat ve emlak dergilerinde böyle müjdeleniyor. Eşiğinde
olduğumuz büyük dönüşüm birçok sektörü doğrudan ilişkilendirip, iştah
kabartabiliyor. Yine Haliç’e ilişkin bir diğer oldu-bitti projesi ise Haliç metro geçiş
köprüsü projesidir. Sanırım çok sevimli bir yapı olduğuna salondaki herkes
hemfikirdir.
Zor bir şekilde atlattığımız bir diğer konu da olimpiyatlar. Çok yakın bir
gelecekte Tarihi yarımadaya bir stadyumdan bakmak zorunda olabilirdik. Fakat
2024 olimpiyatlarını Tokyo’da gerçekleştireceğiz. ‘Galataport’ projesi tarihi
yarımadada yer almasa bile Karaköy’de Haliç’in öbür yakasında proje sürecinde
olan ve ciddi anlamda tarihi yarımadayla birlikte Beyoğlu bölgesini ve oradaki
kültürel değerleri de doğrudan etkileyecek olan bir proje. Bu da Fatih Belediye
Başkanı Mustafa Demir’in tarihi yarımadayla ilgili verdiği bir röportajda
kullandığı ifade: ‘Tarihi yarımadaya yüz nakli yapıyoruz’. Ben kendisini diş
hekimi zannediyordum, ama cerrahide de kendisini geliştirmiş. Tekrar ilk slayta
dönüp, tartışmayı başlatmak üzere ilk konuşmacımız Sayın Hayri Fehmi Yılmaz’
a bir soru yöneltmek istiyorum. Tarihi yarımadayı koruyabiliyor muyuz, yoksa
neyi koruyamadığımızın ya da neyi korumaya çabaladığımızın farkında mıyız?
Sözü bu noktada size bırakıyorum.
HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Merhabalar. İstanbul’un korunmasıyla ilgili bir
soruya cevap vermek aslında oldukça zor. Burada “kültürel miras alanları” diye
59
bir başlığımız var. Dünyanın çok özel kentlerinden biri olan İstanbul’ da sur
içinde çok özel bölgelerimiz var: Galata ve Beyoğlu, Üsküdar ve etrafı, Boğaziçi
ve köyleri. Bu anlamda baktığımızda İstanbul aslında yan yana birkaç şehirden
oluşmakta. Birçok yerleşimden oluşan olağanüstü bir yer, ama tanımlı olan ve
korumaya çalıştığımız alanlar maalesef daha sınırlı. Dünya miras listesine
sokabildiğimiz İstanbul’da sur içinde sadece surla çevrili alanda, yani geçmişte
sadece İstanbul diye tanımlanan alanda Sarayburnu, Süleymaniye, Zeyrek ve
kara surlarını, sadece kara surlarını içine alan bir bölge var ve diğer detaylarda
sur içini kendi içinde bir bütün olarak değerlendiriyoruz. Maalesef sur içine
bakarken de birtakım sıkıntılarla karşılaşıyoruz. Hepimiz farklı uzmanlık
alanlarından geliyoruz. Örneğin plancılar. Benzer bir sunumu bir arkeolog ya da
bir sanat tarihçisinden isteseydiniz size bambaşka bir şey sunacaktı. Çünkü
bizler bütün bu alana çok farklı bakıyoruz. Sur içine de bir sanat tarihçisi ya da
arkeolog baksa öncelikle arkeolojik mirası düşünür. Çünkü bu alan içerisinde
yaklaşık 44 hektarlıktır bir antik kenti, Akdeniz dünyasının en büyük antik
kentlerinden birini barındırıyor. Üstelik yarımadanın ucunda Bizantion antik
kenti, onun etrafında Vleherna ve benzeri birkaç tane küçük yerleşim yeri var.
Bu alanlar zamanla kentin büyümesiyle birlikte kent içerisinde kalmış. 4.
Yüzyıldan sonra büyük bir imparatorluğun başkenti haline gelmiş ve olağanüstü
projelerle hızla büyümüş bir kentle karşılaşıyoruz. Aslında İstanbul büyük
projelere aşina bir kent. Kente ismini veren imparator Konstantinos bu büyük
imparatorluk başkenti için çok şeyler hayal etmişti. İmparatorluğun her yerinden
mimarlar buraya sevk edilmiş, hatta neredeyse artık bu işle meşgul olacak adam
bulunamaz hale gelmişti. Mimariden anlayan insanların yetiştirilmesi için daha
fazla çaba harcanması istenmişti. Gerçekten de 4. Yüzyılda bütün Akdeniz
dünyasından birçok zenginlik yeni kurulan bu başkente taşındı. Fakat galiba
heyecanla başlayan işler çok iyi niyetli de olsa, büyük paralar harcansa da bazı
şeyler dikkatli yapılmazsa tamamlanamıyor. Konstantinos’un o büyük kenti
adını yaşattı, fakat Konstantinos’tan geriye pek fazla bir şey kalmadı.
60
Kentimizde bugün onun adıyla hatırlanan pek bir şey yoktur. Aşağı yukarı aynı
şeyleri yaptı. Yenikapı’nın hemen arkasındaki alan aslında Aksaray’a kadar
uzanan çok derin bir koydu. Konstantinos bu koyun doldurulmasını istedi.
Benzer şekilde Bozdoğan Kemerine doğru uzayan çok büyük bir başka koyun
olduğunu biliyoruz, o koy da doldurulmaya çalışıldı ve buralarda birçok büyük
binalar inşa edildi. İmparatorun görkemli yapılarından birçoğu daha bir yüzyıl
geçmeden ortadan kalktı. Bu yüzden biraz umutluyum, İstanbul’da bazen hoş
olmayan binalar inşa ediliyor. Ama ömrümüz yetmese de galiba niteliksiz binalar
çok uzun süre ayakta kalamıyor. O yüzden belki biraz müsterih olabiliriz, bunlar
nasılsa ortadan kalkacak.
Konstantinos’un o muhteşem kentinden geriye adını taşıyan bir sütun
kalmıştır. Surlarda birkaç yerde Konstantinos devrinin izleri kalmıştır. Ama
binalar 5. yüzyılda ondan sonra inşa edilen yapılarla karşımıza çıkar. O
dönemde kent çok büyüktü ve uzun süre ayakta kaldı. Bu uzun süre içerisinde
birçok bina inşa edildi, birçok bina ortadan kalktı. Zaman zaman küçüldü, zaman
zaman büyüdü ve 15. Yüzyılda Osmanlılarla birlikte şehre bambaşka bir kültür
ve bambaşka bir inanç hâkim oldu, ama onun da zenginliği kentin zenginliğini
arttırdı. Bugün onun da muazzam bir arkeolojik mirası arkasında kaldı. Bugün
modern kentin yaşadığı ve insanların hâlâ üzerinde yaşadığı, çalıştığı ve
üretime devam ettiği bu alanda olağanüstü de bir arkeolojik miras oluştu. Kentin
bazı yerlerinde 8-10, bazı yerlerinde ise 17-18 metreye ulaşan arkeolojik
tabakalar bulunmakta. Hakikaten kentin neredeyse her yerinde bu olağanüstü
dolguyla karşılaşıyoruz. Bunu korumaya çalışmak biraz zor, ama herhalde
kentin en büyük miraslarından biri bu. Çünkü bu olağanüstü dolgunun içerisinde
gerçekten dünya tarihiyle ilgili, bütün Akdeniz çevresiyle, Akdeniz ve Karadeniz
dünyalarıyla ilgili hayal edemeyeceğimiz veriler saklı. Herhalde bu arkeolojik
tabaka ülkemizde insanlık tarihiyle ilgili korunan en büyük arşivlerden biri, ama
çok fazla farkında mıyız bilmiyorum. Genellikle bu arkeolojik tabaka çok fazla
bilinmiyor. Çoğunlukla hoşumuza giden şeyler arkeoloji açısından etkileyici
61
kalıntılar, mümkünse mermer yapılar, heykeller ve benzeri şeyler herkesi
heyecanlandırıyor. Ama onun dışında da çok ilginç veriler saklı bu kentin içinde.
Asırlar boyunca bu kent bütün Akdeniz dünyasına kendi tasarımlarını satabilmiş
bir kent, yani üretimi gerçekten etkileyicidir. Cam, dokuma, taş ve metal işçiliği
konusunda gerçekten kent çevresine çok hâkimdi ve bununla ilgili bütün
arkeolojik hatıraları izleyebiliyoruz. Ama maalesef bunlar çok sınırlı takip
edilebiliyor.
Son yıllarda biraz umutluyum. Özellikle metro ve Marmaray kazıları
birçok açıdan sıkıntıları olabilir, ama Yenikapı’nın meşhur transfer merkezi
haline getirilmesinden sonra bölgede yapılan kazılar gerçekten kent tarihi
açısından heyecan verici şeylerle sonuçlandı. Şimdilik 20 000’den fazla
envanterli olan ve binlerce ‘etüt lük’ diye tanımlanan eserler kıymetli
malzemedir. Kentin tarihiyle ilgili hayal edemeyeceğimiz zenginlikte veri birikmiş
durumda. Yenikapı, Üsküdar Meydanı, Cağaloğlu çevresi ve Vezneciler gibi
belli semtlerde yapılan kazılar İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından takip
ediliyor ve sadece Türkiye’de değil, aslında dünyada da heyecan uyandırıyor.
Gerçekten çok zengin malzemelerle karşılaşıldı buralarda ve artık neredeyse
arkeoloji müzeleri sınırlarını aşmış durumda. Konu sadece birkaç gemi, 30
küsur gemi, değil de, hem Bizans, hem Osmanlı döneminde kent nasıl
kullanılıyordu? Bostanlardan bahsedildi. Bir bostanın arkeolojisi olur mu
diyeceksiniz, ama hakikaten bostanın da bir arkeolojisi var. Yenikapı’da yapılan
kazılarda mesela, Osmanlıların bostan dolap kuyuları ortaya çıkarıldı. Bunlar
arasında üç tane çok ilginç örnek bulundu. Çömlekler çok büyük bir merdivene
bağlanmışlar ve dönüp alttan suyu çıkarıp, bostana döküyorlar. 17. Yüzyılda bir
bostan kuyusu nasıl çalışırdı, Yenikapı kazıları sayesinde artık bunu biliyoruz.
Osmanlıların gündelik hayatlarında, saraylarda neler kullandıklarını
Topkapı Sarayından biliyoruz. Ama 16. Yüzyıl İstanbul’unda ne tür kap kaçak
kullanılıyordu, sofralara ne konuluyordu, bununla ilgili neredeyse hiç verimiz, bir
62
tane objemiz yoktu. Ama kazılar sayesinde Osmanlıların günlük hayatında bazı
ayrıntılar nasıl çözülüyor anladık. Yine çok enteresan mesela, bu kent biraz
evvel söyledim, tasarladığı ürünleri bütün Akdeniz ve Karadeniz dünyasına,
Avrupa’ya pazarlayan bir kent. Ama birçok üretim yerini ve üretim teknolojileri
ile malzemelerini bulamıyorduk. Mesela, cam konusunda Avrupa kentleri
meşhurdur, ama İstanbul’la ilgili hiç verimiz yoktu. Müzelerimizde de Beykoz
camlarından eski 19. Yüzyıldan önceye ait cam yoktu. Artık bazı araştırmacılar
diyorlardı ki, Osmanlı cam sanatı aslında yoktur, Venedikli ustalar çalışıyordu
ve onların üretimi vardır. Hakikaten ilginç, bir sürü Osmanlı minyatüründe cam
ustaları görülür, fakat kendileriyle ilgili hiçbir iz yoktu. Ama bu kazılar sayesinde
minyatürlerde gördüğümüz cam malzemenin aynı tat formlarıyla ve benzeri
şeylerle ortaya çıktığını gördük. Bunlar hakikaten etkileyici şeylerdir. Yani
Helenistik çağdan Osmanlı döneminin sonuna kadar Sirkeci ve çevresinde
muhteşem camlar üretilmiş. Hakikaten bu kent cam üretimi ve tasarımında
Akdeniz’de en önde gelen merkezlerden biriymiş, ama düşünebiliyor musunuz
bu son birkaç yılın kazılarına kadar bu konuda hiçbir şey bilmiyorduk ve çok
övündüğümüz müzelerimizde de bir tane bile obje yoktu. Aynı şekilde 16. yüzyıl
İstanbullusunun o dönemde ya da 17. Yüzyılda sofrasına koyduğu bir kabın
neye benzediği konusunda da bir fikrimiz yoktu. İşte bu kazılar bize bunları
sağladı. Kentin içinde her yerde buna benzer şeylerin izlerini takip ettik. Beni en
çok bunlar heyecanlandırıyor. Hiç şüphesiz bazı olumsuz şeyler oldu, ama ben
İstanbulluların da artık yavaş yavaş kentlerine sahip çıkma konusunda
heyecanlandıklarını düşünüyorum ve artık bir gazete haberiyle çok sayıda insan
heyecanlanabiliyor. Gazeteciler artık arkeolojik keşiflerin neler olduğuna ilgi
gösterebiliyor, bunu gazete manşetlerine taşıyabiliyor, insanlar bunları okumak
istiyorlar ve görmek istiyorlar. İster istemez yetkililer de bunlara ilgi gösteriyor.
Zaman zaman mühendisler bu dev projeleri bir an önce bitirmek için ellerinden
geleni yapmaya çalışıyor. Sanırım bu da onların vazifeleridir, onlara da çok fazla
tepki göstermiyorum, ama bir arkeoloğun da vazifesi malzemesini korumak için
63
sonuna kadar mücadele etmektir. Kentli de aynı şekilde yaşadığı kente ve
geçmişine sahip çıkmayı düşünüyorsa, bütün bunlarla ilgili şeylere sahip
çıkmaya gayret etmelidir. Bu anlamda son kazıların hem bir farkındalık
yarattığına inanıyorum, hem de gerçekten bütün dünyaya örnek olacak bazı
çalışmalar yapıldı bu bölgede. Ama maalesef bu işlerin güzel ve keyifli taraflarını
yapmaya başarıyoruz, ama onların reklamını yapmak konusunda çok kötüyüz.
İşin kötüsü siyasilerimiz bazen heyecanlanıp olmadık şeyler söyleyebiliyor.
Mesela, sizin afişinizde de var, bir çanak, çömlek söyleniyor ve herkesin aklında
o kalıyor. Ama düşünün Yenikapı’da, Sirkeci’de, Üsküdar’da çok kıymetli birçok
uzman senelerdir çalışıyor ve geliştirdikleri yöntemler artık ahşap malzemenin
korunmasında ve benzeri şeylerde dünyaya örnek teşkil ediyor. Bunları
hatırlamanın da faydalı olacağını düşünüyorum. Ama işin kötü tarafı, işte bir
kötü söz, hatırlanıyor, öbür şeyler hatırlanmıyor. İstanbul Arkeoloji Müzesinin
uzmanları yapılan bu tür arkeolojik kazıları takip ediyor. Maalesef Türkiye’deki
yapı bu, müzeciler kentlerde yapılan kazıları takip ediyor. Kent içerisinde henüz
bunun için özel bir bölüm oluşturulabilmiş değil. Onlar takip ediyor ve takip
ettikleri alanda bir şeyle karşılaşırlarsa o kazı devam ediyor. Veriler elde
edildikten sonra eğer taşınabilir malzeme varsa arkeoloji müzelerine
götürülüyor ya da İslami eserse bunlar Türk İslam Eserleri Müzesine gidiyor,
ama bunlar haricindeki şeyler doğrudan yerinde bırakılıyor. Çoğunlukla
Sultanahmet ve benzeri bölgelerde bu tür arkeolojik kalıntının altta
korunmasına, üstüne de yeni binanın inşa edilmesine müsaade ediliyor.
Bu süreç 50’li yıllardan beri İstanbul’da büyük binalar inşa etmeye
başladığımızdan beri yaşadığımız bir süreç. Bugün Beyazıt’ta, Yedikule’de,
Samatya’da, Sultanahmet’te birçok modern bina arkeolojik mirasını altında
muhafaza ediyor. Bunların maalesef tabii çok azı kayıtlı, tescilli olanların sayısı
da çok az. Özellikle 50’li, 60’lı yıllarda arkeolojik kalıntıyı yıkmak zor olduğu için
modern apartmanlar inşa edilirken onlar altında muhafaza edilmişler. Sizler
belki kentin o bölümünü tasarlarken hiçbir şeyle karşılaşmıyorsunuz. Orada
64
artık kalıntı yok, tescilli kalıntı yok. Dışarıdan baktığınızda modern bir bina, ama
içerisine girip kalorifer dairesine inerseniz 5. Yüzyıl tonozlu yapısıyla,
mahzeniyle
karşılaşabiliyorsunuz.
Ben
sur
içi
İstanbul’da
bir
yüzey
araştırmasına katıldım. Araştırma 18 yıl sürdü ve aşağı yukarı bütün sokaklara,
bütün bahçelere, evlerin bodrumlarına, kömürlüklerine girdik, çıktık. Yani her
şeyle karşılaştık burada ve düşünün, sadece sur içi İstanbul’da hiç kazı
yapmadan 8 tane yeni Bizans Kilisesi tespit edildi, hiçbir yayında geçmeyen
yaklaşık 100’den fazla Bizans kalıntısı, yine benzer şekilde 1 000 civarında da
hiç yayınlanmamış taş eser tespit edildi. Bu sadece şehirde yürüyerek yapılan
işlerin sonunda ortaya çıkan şeylerdi. İşin kötüsü böyle bir kentte yaşayınca
bunların tespitini yapmak da çok zor, çünkü bahçenizde bir fidan ekmeye
kalkarsanız aslında müthiş bir arkeolojik keşfe de sebep olabiliyorsunuz ya da
hakikaten komik şeyler olabiliyor. 13 yıl içerisinde en çok güldüğüm, tabii bu
Doç. Dr. Feridun Özgümüş’ün çalışmasıydı, onu söyleyeyim, ben katıldım
sadece. O çalışmada mesela Samatya’da bir evin bodrumuna girmek
istediğimizde ev sahibi güldü. ‘Bizim lahdi görmeye mi geldiniz’ dedi. Biz
şaşırdık, ama adamcağızın şaka değil, kömürlüğünde bir tane Roma lahdi
duruyordu. Bildiğiniz Medusalı, Girlandlı gibi bir Roma lahdi kömürlükte,
lastiklerin, depo haline gelmiş şeylerin arasında duruyor. Hatta metal keneti de
üstünde duruyordu. Romalı da muhtemelen içinde yatmaya devam ediyor.
Fakat herkes çok mutlu, adamcağız da farkında ve bunlar bu şekilde yaşamaya
devam ediyor. İşin kötüsü devletin elinde bu Roma lahdiyle ilgili bir veri yok.
Kentin içinde böyle bir envanter ciddi anlamda eksik durumda. Herhalde
koruyabilmemiz için evvela bilmemiz gerekiyor. Kentle ilgili birçok plan
hazırlandı, ama maalesef envanterler bir türlü tamamlanamadı. Bu da bütün
yerleşimlerimizle ilgili en önemli sorunu oluşturuyor. Nelerin sahibi olduğunuzu
bilmezseniz onları korumak da pek mümkün olmuyor. Ben şimdilik burada
bitireyim, daha sonra sıra gelirse yine konuşmaya çalışırım.
AKİF BURAK ATLAR- Peki, yöntemle ilgili salonu da bilgilendirelim.
65
Aramızda anlaştık, önce bir tur konuşmacılarımız sırasını alacak, daha sonra
ikinci turu daha çabuk dönüp, salonla ve sosyal medya üzerinden gelen katkı
ve soruları alacağız. Ek olarak bu çanak, çömlek söylemi bence kentlilerin
gözünde bulguların niteliğini değil, yaklaşımın niteliğini değersizlendiren bir şey.
HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Hah, ben de şuna üzülüyorum. Bakın, bu
söylem söylendi ve herkes bunu hatırlıyor. Ama arkeoloji müzelerinde onlarca
uzman kışın kar yağarken, yağmurda, çamurda bir arkeolojik alanda eser
yakalamaya çalışıyorsunuz ve çalışıyorlar. Düşünün bu insanlar müzeci
aslında. Dünyanın her yerinde müzeciler sergiler hazırlar, müzesine gelen
eserin envanterini yapar ve bu sergiyle birlikte birtakım çalışmalar yapılır. Ama
bizim müzecilerimiz bu işlerini yapıyorlar, buna ek olarak yaşadıkları kenti takip
etmeye çalışıyorlar. Bizde kent içindeki arkeolojik kazıyı onlar yapıyor. Hepimiz
çanak, çömlek diye bu işi küçümseyen, ilgi göstermeyen siyasilerimize
kızıyoruz, ama emek veren insanlara sahip çıkmayı düşünen kimse yok. Faruk
Pekin’in onursal başkanı olduğu Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı geçen
senelerde İstanbul Arkeoloji Müzelerinin emekçilerine, bu müzelerde bekçiden
uzmana, müdüre kadar bir sürü görevli var ve hakikaten bu kent için çalışıyorlar,
bir gece düzenledi. Ama kentliler olarak dövünmeyi çok seviyoruz, ama bu emek
veren insanlara sahip çıkmak söz konusu olduğunda gidip sahip çıkmıyoruz.
Yani kavga olursa hoşumuza gidiyor, ama kavga etmeden de bir emek verene
sahip çıkmak bana bu işe sahip çıkmak gibi geliyor. Biz de arkeoloji müzesinin
uzmanlarına, daha doğrusu emekçilerine, bekçiden müdüre kadar müzeye
emek veren tüm görevlilerden 30 yılını dolduranlara bir teşekkür gecesi
yapmıştık ve her birine kent adına, en azından Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı
adına bir teşekkür plaketi vermiştik. Bunun dışında da müzecileri pek hatırlayan
yok. Bu insanlar bu kente hizmet veriyorlar ve onlara sahip çıkmak galiba çanak,
çömlek söylemini de en iyi unutturacak şeydir.
AKİF BURAK ATLAR- Aslında önemli bir şey söylediniz. Ben oradan
66
bir soru yönelterek sözü Faruk Pekin’ e vermek istiyorum. Çok ciddi bulgular var
ve kazara olsa bile çok nitelikli arkeolojik bulgulara erişebiliyoruz. Bir envanter
hazırlığı var, fakat bu envanter hazırlığının tamamlanamaması durumuna dikkat
çektiniz. Ben Faruk Beye şunu sormak istiyorum: Böyle önemli bir envanter
hazırlığı yapılmadan başlanan bu tip büyük projeler ya da koruma adı altında
yapılan planlama çalışmaları ne kadar yeterli? Dilerseniz bu soruyu size teslim
edelim.
FARUK PEKİN- Merhaba. Birkaç anımsatma yapacağım, ama
öncesinde bir anekdot anlatayım. Kral Nemrut İbrahim Peygamberi ateşte
yakmak üzere bir büyük ateş hazırlamış. Herkes dehşet içerisinde, kimisi Kral
Nemrut’tan yana ağaç taşıyor. Yolda bir karınca görmüşler. Karınca ufacık bir
kap içerisinde su taşıyormuş. Demişler ki, “nereye gidiyorsun?” Karınca cevap
vermiş: “Duydum ki, Kral Nemrut İbrahim Peygamberi ateşte yakacakmış. Ben
de ateşi söndürmek için su götürüyorum.” Gülmüşler. “Bu suyla o ateş söner
mi?” demişler. Karınca “Olsun, safımız belli olsun, yeter” demiş. Genelde bu tür
konularda böyle bir tavır gerekiyor.
Konu ile ilgili dört anımsatma yapacağım. 1870’li yıllar Prag kenti
içerisinden Vltava adında bir nehir geçer. Nehrin üzerinde meşhur Karel
Köprüsü vardır. O köprünün tepeliğe doğru olan kısmında da bir küçük mahalle
olan Mala Strana yer alır. Malastana meydanında 1870’li yıllarda bir evin
yıkılmasına karar verilmiştir. Mahalleliler bir mektupla çok sayıda imzayı
toplayıp “bu evi yıkamazsınız” diye belediyeye başvurmuşlar. 1870’li yıllarda
yine, sene 1872 Sirkeci’den Halkalı’ya tren uzatılacak. Sirkeci’nin hemen
yanından o zaman padişahın oturmadığı sarayın içerisinden tren geçirecekler.
Sultan Abdülaziz’e “buradan tren geçirmek istiyoruz” demişler. Sultan Abdülaziz
batı yaklaşımlı bir adamdır, Avrupa’yı gezen ilk Osmanlı Padişahı ve İslam
halifesi… İslam halifesi ama oradan buraya heykeller taşıtmış, öyle bir insan.
“Vallahi tren geçsin de, göğsümü delip geçsin” diye yanıtlamış. Yeter ki geçsin…
67
1835 yılında bir Fransız planlamacı Henri Prost İstanbul’a gelir. Prost’un
İstanbul’a bazı katkıları vardır. Prost’a derler ki, “bu kentin nüfusu şu anda
700.000, sen de planını ona göre yap”. Bir projeksiyon yaparsın 700.000 olur
1.000.000, belki de ilk planlardan biri ama işte sonuç belli… Prost kentin
sanayisini Haliç’e kurar. Türkiye’den bir başka büyükşehir plancısı daha geçti.
Onun adı da Adnan Menderes’tir. Rivayet olunur ki, bu büyükşehir plancısı
İstanbul’a yeniden şekil verirken yerden bir taş almış, taşı fırlatmış, “düştüğü
yere kadar yıkın” demiş. Bütün bunlar yaşandı. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Son
zamanlarda bu konular sık sık gündeme geliyor. Bizim gibi böyle “çok bilen”
muhalif insanlar da hep muhalefet ederler, ama arada bir de iş yapmaya
çalışırız.
İş yapmaya çalıştığımızda olanlar için size son yıllardan bir örnek
vermek istiyorum. 2003 yılında UNESCO İstanbul’a sarı kart gösterdi, belki
hatırlarsınız. Biliyorsunuz UNESCO 1970 yılında Dünya Doğal ve Kültürel
Mirasın Korunması Sözleşmesi’ne göre 1978 yılında Dünya Mirası Listesi
hazırlamıştı. 1985 yılında da İstanbul çok ilginç bir biçimde, bir eser olarak değil,
Tarihi Yarımada olarak UNESCO’nun tarihi miras listesine girdi. Ancak
şaşırtıcıdır ki 356. sıradaydı. O kadar geç kalınması ise ayrı bir sorun…
Dünyanın birçok yerini gezmiş ve gezdirmiş bir kişi olarak söyleyebilirim ki,
İstanbul öyle sıradan bir yer değil. Tarihi Yarımada gündeme geldiğinde 4 yer
söz konusu edildi: Sultanahmet Arkeolojik Parkı, Zeyrek Camisi ve çevresi,
Süleymaniye Külliyesi ve çevresi ile tarihi kara surları. Bu dört yer dünya tarihi
mirasına geçirildi. “Dünya tarihi mirası” olduğunda artık o eser ya da o bölge tek
başınıza sizin değil, tüm dünyanın mirası oluyor. Artık ona herkes karışabilir,
onunla ilgili konularda herkes sizden hesap sorabilir, size yol gösterebilir. İşte
İstanbul bu dört bölgeye sahip çıkmadığı için sarı kart gördü.
O zamanlar farklı bir duyarsızlık vardı. Biz de bazı kuruluşlar olarak bir
araya geldik ve bir hazırlık yaptık. Toplamda 10 kuruluş bir araya geldik: Kültür
68
Bilincini Geliştirme Vakfı, ICOMOS (Uluslar arası Anıtlar ve Sitler Konseyi),
TMMOB Mimarlar Odası, ÇEKÜL, TÜRSAB, İnsan Yerleşimleri Derneği, Doğal
Hayatı Koruma Derneği, Tarih Vakfı, İKSV. Bir araya gelip ‘bu konuda ne
yapılabiliriz’ sorusunu tartışmaya başladık. Kentlilerin kentlerine sahip çıkması
açısından, İstanbul Belediye Başkanlığı’na ve Kültür Bakanlığı’na bir yazı
yazdık. Ancak bu yazıları pek de ciddiye alan bir dönüş olmadı. Ardından nasıl
sivil toplumla kamu arasında bir iletişim sağlanabilir, nasıl birlikte çalışılabilir gibi
konular üzerine yoğunlaştık. Yine pek bir şey olmadı. Ancak o arada İstanbul
Belediye Başkanı Müfit Gürtuna’ydı ve bir bağlantı Müfit Gürtuna’yla bu 10
kuruluşun temasını sağladı. Sağ olsun bizi kendi elemanlarıyla buluşturdu. O
ara belediyede koruma amaçlı imar planı çalışması yapılıyordu. Çalışmanın
başında eski İstanbul Mimarlar Odası Şube Başkanı bir profesör zat
bulunuyordu. Kendisi bir zamanlar sol görüşlü biriydi. Buna bir şans olarak
bakabilirsiniz ama süreç boyunca tam tersi oldu. O heyetlerle yaklaşık 3 ay
çalıştık.
UNESCO İstanbul Kültür Mirası Komitesi adını taşıyan sivil toplum
kuruluşu formuyla belediye arasındaki çalışmaların koordinasyonu bizim
vakıftaydı, koordinasyonu ben sürdürüyordum. Hepsinin zabıtları bizde mevcut,
uzun uzun tartışıldı. En önemli konu biraz önce Hayri Fehmi Bey’in gündeme
getirmiş olduğu “İstanbul’un yer altı” konusuydu. Gidin bakın, Sultanahmet’te bir
tane dikilitaş, başsız yılan heykeli vardır. Şöyle biraz dikkatle bakın, bunlar hep
çukurdadır. İşte o çukurun zemini eski İstanbul aslında. Zemin sonradan
yükselmiş. İstanbul’da nereyi kazarsanız Hayri Bey’in de söylediği gibi bir şeyler
çıkıyor. Tabii ki çıkacak... Ancak o zaman çalışmanın başında bulunan kişi “Ben
İstanbul’un altını elletmem arkadaş” dedi. Böyle bir tartışma nerdeyse 3 ay
boyunca sürdü.
Toplantılarımızda çok önemli insanlar vardı. Toplantıya dair elimizdeki
zabıtlar tarihsel belge niteliğindedir. İyi niyetle başlamış olan iletişim, bir
69
anlamda önemli bir ortam sağladı. Sonuçta ise bizi dinlemediler. Koruma amaçlı
İstanbul planı bizim hiçbir görüşümüz dikkate alınmadan çıkarıldı ve askıya
asıldı. Askıdayken yine bu 10 kuruluş bir toplantı yaptı. Bu toplantının ardından
itirazlarımız o günkü ICOMOS Türkiye Başkanı tarafından bir bildiriyle
kamuoyuna duyuruldu, hiç dikkate alınmadı. Daha sonra sağ olsun Mimarlar
Odası dava açtı ve ilk defa İstanbul bir plana sahip olacakken, Mahkeme
koruma amaçlı o kötü planı reddetti. İstanbul uzun zaman yine plansız kaldı.
Bu konular oldukça önemli. Biz sivil toplum kuruluşları olarak başka bir
heyecanla, 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi için hızla çalışmaya giriştik. Bu
İstanbul için son bir şanstı. 2010 yılından sonra Avrupa Birliği üyesi olmayan bir
ülkenin herhangi bir kenti Avrupa kültür başkenti olamayacaktı. Çok ciddi
çalışmalar yapıldı, gece-gündüz çalışıldı, güzel bir dosyayla beraber başvuru
tamamlandı. Kiev gibi bazı şehirler ekarte edilerek üç kent Macaristan’dan Pecs
kenti, Almanya’dan Ruhr Vadisi ile Essen ve İstanbul 2010 Avrupa kültür
başkentleri olarak seçildi.
Bu seçim sürecinde her şeyi yapan sivil toplum kuruluşlarıydı, ama tabii
ki bunun için devletin başvurması gerekiyordu. Böyle son anda 12’ye 5 kala
Kültür Bakanlığı’ndan izin alarak işlemler tamamlandı. Seçildikten sonra da,
beklenildiği üzere siyasiler bu sonuca sahip çıktı. Conrad Otel’de Başbakan,
İstanbul Valisi, İstanbul Belediye Başkanı’nın da katıldığı bir toplantı yapıldı, o
önemli bir karedir. Sonrasında güzel bir gün olarak anıldı… Biz sandık ki, 2010
Avrupa Kültür Başkenti Ajansı içerisinde en azından 1,5- 2 yıllık bir dönemde
sivil toplum kuruluşları, kamu, özel sektör bir arada çalışacağız. Ben hem bu
süreçte hazırlık komitesinde hem de yönetim kurulundaydım. Yönetim
kurulunun ilk toplantısının açılışında yaptığım bir konuşma vardı, hiç
unutmuyorum. Demiştim ki: “2010’dan geriye hiçbir şey kalmasa da, bir tek
kamu, devlet ve yerel yönetimler, özel ve sivil toplum kuruluşları arasında bir
işbirliği planı kalabilirse mutlu sayılırız.” Buna ulaşabilirsek daha ne olsun…
70
Maalesef böyle olmadı. Bir ara, 7 ay kadar ben Yürütme Kurulu üyeliği yaptım.
Daha sonra bir şeyler oldu, biraz da para sorunlarından dolayı istifa ettim. Bunu
kamuya da açıklıkla duyurdum. Bu belki de artık İstanbul’da sivil toplum
kuruluşları açısından son bir denemeydi, olmadı.
Bunu niçin anlatıyorum? Bakıyoruz bazen birtakım işler yapılıyor.
UNESCO İstanbul Kültür Mirası Komitesi kapsamında gündeme başka şeyler
de geldi. Bu süreçte, ‘Evet, aynen onu yapacağız zaten, biz de onu yapmak
istiyoruz, yeter ki beraber çalışalım’ denildi. Çalıştaylar yapıldı, arama
konferansları yapıldı, söylediklerimize hak verdiler. Sivil toplum kuruluşlarının
söylediği her şeye tamam denildi. Ama sivil toplum kuruluşlarının önerilerini
dikkate almadan kendi bildiklerini okudular. Buna benzer sayısız örnek var,
maalesef örnekler artmaya devam ediyor. Şu anda İstanbul’un her yerinde bu
tür işlerle karşılaşabiliriz.
30 yıldır kültür turizmiyle ilgileniyorum. Burada yer alan üç kişi de 25
yıldır İstanbullulara İstanbul’u gezdirmeye çalıştı ve de her taşın altında neler
olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ama bir sabun köpüğü gibi İstanbul elimizden
yavaş yavaş kaydı. Bu noktalar oldukça önemli ve çok da konuşuldu. Profesör
beyefendi ve Müfit Gürtuna bize şehrin altını elletmedi ama Four Seasons
Otel’in yeni binası İstanbul’un en tarihi yerine konulurken sessiz kaldılar. Neyse
ki ciddi sorunlar çıktı da olmadı.
Zeyrek’te yer alan ahşap evler tartışmasına gelelim. Akıl almaz
restorasyon hataları yapıldı. Metro inşaatı gündeme geldi, oradan yeni bir şeyler
çıktı. Hemen ‘İyi ki metro yaptık, bunlar çıktı’ dediler. Metro biliyorsunuz
başlangıçtan başka bir noktaya gider, demek ki İstanbul kazılabilse böyle
olabilirdi. Orada İstanbul’un tarihini yeniden yazacak çok değerli şeyler ortaya
çıktı. Fakat kazı sürecinde bu kez ‘metro gecikiyor’ sözleri edildi. Hâlbuki
İstanbul’da yer alan kazıların hiçbirinde metro inşaatının geciktirme gibi bir etkisi
olmadı. Belki tünelde bir ya da iki günlük bir zaman kaybı olmuş olabilir.
71
Yenikapı olayında zaten müteahhit firmalar vazgeçmişlerdi ama 100
metrelik bir kazı daha gerekiyordu. O meşhur yağlı çamurun kaldırılmadan elle
kazılması gerekiyordu. Çünkü 6500 yıllık, 5000 yıllık, 6000 yıllık parçalar
çıkmaya başlamıştı. Son 100 metreye gelince ne yazık ki eski Arkeoloji Müzesi
Müdürü de yardımcı oldu: “Buldozeri sokalım, bu parçayı yan tarafa atalım,
aman metro çalışmaları geri kalmasın.” dedi. Adını da vereyim eski Kültür
Bakanı Bahattin Yücel ile Vatan gazetesine bir manşet attırdık. Eski Kültür
Bakanı Ertuğrul Günay bunun üzerine oraya çizmeyle girdi. “Ben dolaştım,
burada bir şey yok” diye açıklama yaptı. Bu açıklamayı yaptığı gün ise orada
yeni bir şey daha çıktı. Bu olaydan sonra pes ettiler ve 100 metrelik yağlı çamur
sonuna kadar elle götürüldü. İstanbul’un, en azından Yenikapı açısından,
birden bire tarihi değişiverdi. Artık ‘MÖ 658 yılında Megara’dan gelen kolonistler’
gibi açıklamalar bitti. 8000 yıl öncesinden bahsediyoruz. Bu önemli, fakat surlar
bambaşka bir olay… Orada Tekfur Sarayı ve Anemas Zindanı restorasyonları
vardır. Bu projeler kepazeliktir. Vakit kalırsa onlardan tekrar bahsedeceğim.
Akif Bey de gösterdi: Yedikule Bostanları konusu hâlâ devam ediyor.
Gündeme geldiğinde Şair Nedim Evi’nden de bahsedebilirim. Her şey biliniyor
ve yapılıyor, ama gerçekten en önemlisi Sulukule’ydi. O Çingeneleri, daha
derinlikli olduğu için Çingene demeyi tercih ediyorum, Sulukule’ye bazılarının
çok önem verdikleri Fatih Sultan Mehmet yerleştirmişti. 20 yıllık bir İstanbullu
onları oradan kovdu. Oraya bir kentsel dönüşüm projesi uyduruldu. Proje öncesi
Mihrimah Sultan Camisi’ne en yakın ev epey uzaktaydı. Şimdi ise dip dibe
yapılar yer almakta... “Burada bir Osmanlı mahallesi yaratıyoruz” diyerek bazı
Müslümanları da kandırdılar. Biraz zengin olan insanların hiçbiri orada
oturamayacak. Gidin gezin, o evlere bakın. O evlerin çoğu oturulamaz
durumdadır, hijyenik değildir. Ek olarak teknik olarak da iyi yapılamadı. İşin
yasal boyutu da tabii bu projede çok önemlidir. Yasadışılık, binlerce mahkeme
kararı ve sonrasında mahkemenin bozma kararı, Avrupa Birliği ve Amerika
Senatosu’nun sürece dahil olması… Bunun gibi yasal süreçleri bir kenara
72
bıraksak da o evlerin şu anda oturulamaz durumda olduğu açıktır. Bu işin bir
başka boyutudur. Fener- Balat rehabilitasyonu bitti, ama şimdi yeniden
rehabilite ediliyor. Bu işler böyle ilerliyor.
Konunun başka bir noktası da meşhur metro köprüsüdür. Metro köprüsü
hakkında iki tane çalışma yaptım. Bir tanesi şimdi el değiştiren Sky Türk 360
televizyon kanalında 2011 yılının Temmuz ayında 3 kişi ile yaptığım programdı.
Gece vakti canlı yayında, Boğaziçi Üniversitesinden Prof. Nuray Aydınoğlu,
Boğaziçi Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Prof. Deniz İncedayı, bir de İhsan
Sarı yer aldı. İhsan Sarı kimdir? İhsan Sarı, Kadir Topbaş tarafından İstanbul’un
sonradan yapılan yönetim planının başına getirilip, “İstanbul güzel bir çeyiz
sandığıdır, ben buna daha fazla kötülük yapamam” diyerek istifa eden kişidir.
Programda o kadar heyecanlı konuştu ki, onu korumak için reklam arasına
dönmek zorunda kaldım. Biz bu insanlarla Şehrin Sırları programında gezmeli
bir program daha yaptık. İki tane örnek vermek istiyorum: Birincisi İhsan Sarı’nın
örneğidir. Tüp geçiş projesinde ulaşım türü nedeniyle ‘egzoz gazı’ diye bir olay
var. Cankurtaran’a yakın bir yerde yola bağlanacak olan hat nedeniyle, egzoz
gazı için oraya bacalar gerekiyor. İhsan Sarı incelemeleri sonucu, yapılacak
egzoz bacalarının 40 metre civarında olacağı sonucuna ulaşıyor. Sultanahmet
Camisi’nin altında bakınca Sultanahmet Camisi minarelerini sollayacak bir baca
ortaya çıkıyor.
İkinci örnek daha ilginç: Prof. Nuray Aydınoğlu televizyonda, yaptığı
planları göstererek 1985 yılında yabancı firmalarla ortak Türk firmalarının
konsorsiyumuna bir iş verildiğini anlattı. Eğer Haliç’te bir metro köprüsü olursa,
bu köprü nasıl yapılır? Birçok köprü fikri ortaya atılmış. Dört ayaklı, beş ayaklı
çözümler getirmişler. Biliyorsunuz, yükselti değişimleri mevcut… Bu nedenle
sorun yaşamışlar. Sonuç olarak beş ayrı model ortaya çıkmış. Ancak bir kişi
altın yaldızlanacak 120 metrelik köprübaşlarını düşünüyor. ‘Golden Horn’
kavramını duymuş, o nedenle köprü boynuzlu köprü olacak. Sadece o altın
73
boynuzlu köprüyü görmek için yılda 500.000 turist geleceğini iddia etmekte…
Çok uğraşıldı, 120 metrelik yükseklik, 85 metreye, daha sonra 65 metreye
düşürüldü. Bu konuda çok çaba sarfedildi. Yazılar, incelemeler, UNESCO
üyeleriyle teker teker kulis yapmalar, Fransa’yla yazışmalar, Brezilya toplantısı,
buraya gelen heyetlerle kaçak görüşmeler, onları ikna etmeye çalışmalar bu
konu için verilen çabalar arasında sayılabilir.
Burada eklemek önemli, yanlış anlaşılan bir durum var. Hep
UNESCO’nun bir sivil toplum kuruluşu olduğunu sanıyoruz, bir kurtarıcı olarak
görüyoruz. UNESCO devletlerin kuruluşudur. Buraya da gelen heyetler bellidir.
Her neyse, sonuçta bir başka mimar “o benim eserimdir” dedi. Köprübaşları en
son olarak 40 metre civarlarına kadar inmişti.
Lütfen vakit bulup Unkapanı Köprüsü’ne gidin, orada Sokullu Mehmet
Paşa Camisi’nin kenarında durun ve bulunduğunuz noktadan güzelim
Süleymaniye’ye bir bakın. Bundan 45 sene önce İstanbul’da bir AVM yapıldı. İlk
büyük AVM olan, İMÇ’den bahsediyorum. İMÇ, o günlerde yarışma usulüyle
yapıldı. Yarışma sonuçları İTÜ’de günlerce sergilendi. Yarışmayı kazananlar
grup olarak “biz ayrıca buraya sanat eserleri de koymalıyız” dediler. Onun için
de ayrı bir yarışma yapıldı, bazı seçimler sonunda oraya 8 sanatçıdan 9 eser
konuldu. Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı da bu eserleri 2-3 sene önce Hayri
Fehmi Yılmaz’ın sayesinde temizletti. Bir de Kuzgun Acar’ın ‘Kuşlar’ heykelini
aşağı aldık, heykel parçalanıyordu, onu da tamir ettirip yerine koyacağız.
Düşünebiliyor musunuz, İMÇ AVM’den 45 yıl sonra İstanbul’da koca koca
AVM’ler yapılıyor, hiçbirinde sanat eseri bulunmamakta... Şimdi İMÇ’ye,
Unkapanı Köprüsü’nden Süleymaniye bakın... Yan tarafta Bozdoğan Kemeri
hâlâ ayakta ve bütün güzelliğiyle görülebiliyor. İMÇ 3,5 kat aşağı yapılmış, bunu
yapanlar da mimarlar... O mimarlardan biri olan Doğan Bey’le televizyonda
program yaptım, “Biz her şeyi düşündük, Süleymaniye’yi perdeleyebilecek
hiçbir şey yapamazdık, ama metro köprüsü Süleymaniye’yi perdeledi.” dedi. Bu
74
günlerde sıkça duyduğumuz ‘Süleymaniye, Mimar Sinan ceddimiz, Osmanlı,
Türk, vesaire’ gibi söylemlerin hepsi hikâyedir.
SALONDAN- Galiba başlangıçta İMÇ içinde iki tane kule de
tasarlanmış. O yıllarda mimarlık dergilerinde bunlar yayınlanmıştı. Onu da
hatırlatayım.
FARUK PEKİN- Kültürel mirasa turizm açısından bakmak gerekiyor. Bu
yapıldığı zaman da ‘kültür politikası nedir?’ sorusuna girmek gerekiyor.
Teşekkürler
AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkürler. Etkinlik temamız “Alt-üst
İstanbul”. Dolayısıyla iki gün boyunca İstanbul’un hem altını, hem üstünü
konuşacağız. Ama tarihi yarımadanın altı kadar üstü de üzerine titrediğimiz bir
alan. İlk turu tamamlamak üzere Murat Beye dönüyorum. Tarihi yarımadayı
gezmeye Murat Belge’yle devam edelim.
MURAT BELGE-
Merhaba. Aslında konuştuğumuz konuların çoğu
acıklı denilebilecek şeyler, ama bunları oldukça kalabalık bir şekilde oturup
konuşuyor olmak dahi başladığımız noktaları düşündüğümde bana olumlu
geliyor. Çünkü kent, miras,
koruma gibi kavramlar hiç konuşulmazdı. Bu
kavramlar birçok insanın uğraşmasıyla, yazmasıyla, çizmesiyle gittikçe daha
geniş, daha kalabalık sayıda insanın ilgi alanı içerisine girdi. Somut olarak
yapılan işlerin de böyle bir ilgi artışına bir miktar etkisi olduğu görülebiliyor.
Böyle bir işin olumlu tarafını da unutmayalım diyerek söze başlıyorum. Ama
anlatacaklarım somuta geldiğimizde bu niye böyle oluyor ya da bu niye böyle
olmuyor türünden şikayetlere, yakınmalara kısa zamanda dönecektir.
Şöyle bir sorunumuz var: Bu aslında kolay bir sorun da değil. Bunun
çözümü bir yerde hazır duruyor, yapılmış, biliniyor da, ortadaki adamlar bunu
yapmıyorlar denilebilecek kadar basit bir durum yok ortada. Koruma konusu
üzerine konuştuğumuza göre tarihten ve geçmişten söz ediyoruz. Bu da adı
75
üstünde geçmiş. İnsanların büyük bir kısmı bugün ve yarınla ilgililer. Birçok
somut durumda geçmişi korumakla yarını daha konforlu yaşamak arasında
kolay kolay çözülemeyen bir çelişki var. Bu nedenle herkesi mutlu edecek
çözümler üretmek zor. Bir de işin içine eğitim konusu giriyor. Şimdiye kadar
Türkiye’de aldığımız-verdiğimiz eğitimde geçmiş ve estetik gibi kavramlara
yeterince önem vermemişiz. Türkçede ‘kıymeti harbiyesi’ diye bir deyim
bulunmakta. Estetiğin de kıymeti harbiyesi yok. Geçmişin de kazandığımız
harpler ve fütuhatımız dışında kıymeti harbiyesi yok. Böyle olunca da insanlara
duyarlılık kazandırmak kolay değil. Hatırlarım, bir arkadaşımla bir yerde yemek
yiyeceğiz, ben erken gittim, masada oturuyorum, yalnızım. Yanımdaki masada
iki adam konuşuyorlar. Konuşmalarından anladım ki biri müteahhit, bir arsa
üzerine o bir şey yapmak istiyor, ama engelleyen var. Bunu konuşuyorlar.
‘Çıksın mertçe ben buraya apartman yapacağım desin amenna, ama bana tarih
derse, yeşil alan derse vururum onu’ diyor. O bir tipik müteahhit ve onun edindiği
dünya görüşü içinde tarih ve yeşil alan demek adam vurduracak bir şey.
Muhtemelen şu bakımdan haklı: Öbür müteahhit de tarih ve yeşil alan adına bir
şey yapmıyor. O da orada kendi yapacağı işle meşguldür, ama duymuştur,
böyle dersem durdurabilirim. Böyle bir gerçeklik dünyası içinde geçmişi
korumak, tarihi korumak ve estetiği korumak gibi şeylerden söz ediyoruz.
Menderes’ten söz edildi. Menderes burada bir kutbu belki simgeleştiren
bir kişi, belki en büyük kötülükleri de o yapmadı. Çünkü ondan sonra gelenler
muhtemelen Menderes’i de aratmışlardır, ama ilk bu anlamda ortaya çıkan,
ortalığı yıkıp yakan adam olduğu için bu yaklaşımın da simgesi haline geldi.
Bunun burada oturan sizler, bizler açısından çok uzun boylu tartışılacak bir
tarafı yok, ama ben İstanbul’da otomobille, dolmuşla bir yerden bir yere giderken
kim bilir kaç kere duymuşumdur: “Allah rahmet eylesin Menderes, o da bu yolları
açmasaydı şimdi ne olmuştuk” sözlerini. Bu son derece yaygın bir söylemdir.
Şoförler arasında o söylem vardır, bizim aramızda da bu söylem vardır. Sonuçta
bu konu Faruk Pekin’ in sözünü ettiği sivil toplum-kamu konusuna gelmektedir.
76
Bu konuda ortak bir yere varabiliyor muyuz, bir şey yapabiliyor muyuz? Bunu
halen yapamadık, onların girişimlerinden de bir sonuç çıkmamış. Tabii ayrıca
burada sivil toplum ne diyor, kamu ne diyor, bunlar da zaman zaman birbirinin
içine geçebilir.
AKP’nin iktidar oluşundan bu yana biliyoruz ki gelenekselci bir iktidar
var. Belediyelerin çoğunda bu görüşte insanlar karar verme ve uygulama yapma
konumundalar. Madem gelenekselcisin, o zaman geçmişi koruyacaksın ve
konuştuğumuz zaman da ‘Evet korumak lazım, korumak istiyoruz’ diyorlar.
Dönüp etrafımıza baktığımız zaman da bunun böyle olduğunu da görüyoruz.
Yani belirli ölçülerde böyle olduğunu görüyoruz. Mesela, Mevlevihane Kapı
dışındaki Mevlevihane yakınlarda ciddi bir restorasyondan geçti. Son durumunu
bilmiyorum, göremedim, ama bir şeyler yapıldığını biliyorum. Haliç kıyısında
Bahariye Mevlevihane’sinde hiçbir şey kalmamıştı. Yeniden inşa ettiler ve şimdi
o orada duruyor. Bunun gibi çeşitli örnekler verilebilir. Şimdi bunlar da bana
yeterince olumlu gelmiyor. Bunu kimseyi suçlamak için de söylemiyorum. Belki
kişiyi suçlamaktan çok bir durumu, bir yapılanmayı suçlamak gerek. Şöyle bir
örnek vereyim: Sürekli boğaz gezilerine katılıyorum, tekne üstünden gidiyoruzgeliyoruz. Kuzguncuk’ta Üryanizade Cemil Molla’nın yaptırdığı, şirin ahşap
mescit vardır. O mescidin oymalı ahşaptan hoş bir minaresi vardır. Yıllar önce
ahşap mescit eskimiş, restore edildi. Ama mescit, önceden daha güzeldi.
Herhangi biri evini, yalısını restore ettirdiğinde bunun ne anlama geldiğini
anlıyorum. Bu konunun esprisini de şöyle yaparım: Yabancı dillerden bazı
kelimeleri
restorasyon
almışız,
kendimize
kelimesidir.
uydurarak
Kullanıyoruz
da,
kullanıyoruz.
o
aldığımız
Bunlardan
biri
anlamda
pek
kullanmıyoruz. Çünkü restorasyon deyince dünyada ‘bir şeyi eskiden olduğu
gibi yeniden yapmak’ anlaşılır. Türkiye’de ise bir şeyi eskiden olmadığı gibi
yeniden yapmak anlamına gelir.
Gençliğimde kiralayarak oturduğum, üç katlı yalı ben otururken, restore
77
edildi, dört katlı oldu. Böyle bazı ufak tefek restorasyon hataları olabiliyor. Fakat
şimdi bu mescit, burayı kiraya vermeyecek, ya da herhangi bir şey yapmayacak.
Burada ne olmuş olabilir? Birkaç bakıştan sonra anladım. Restorasyon
sürecinde kullandıkları kereste kolay çakılması, taşınması gibi nedenlerle tercih
edilmiş. Kullanılan kereste enli bir kereste. Hâlbuki mescit şimdiki kerestenin
1/3’i kadar eni olan tahtalardan yapılmıştır. İnce tahtalarla yapılmış cephe
başka, şimdi koca koca kerestelerle gördüğün cephe başka. Şimdi burada kötü
niyet yok, kazanç hırsı yok. Bilgi eksikliği, zevk eksikliği var. Zevk dediğimiz şey
de elle tutamayacağımız şeylerden biri. Belki en soyut, en naif, narin şeylerden
biri, ama o olmayınca hiçbir şey de doğru dürüst olmuyor. Şimdi bir yandan
‘aman, iyi işte ucundan tutuyorlar, şunu da ayağa kaldırıyorlar’ diye bakıyorum,
bir yandan da bitmiş ürünlere baktığım zaman da yine sıkıntılar basıyor. Mesela,
Vakıflar Genel Müdürlüğü Edirne’de iyi niyetli olarak taş yığını halinde duran,
bir-iki tane, mescitleri aldılar. Fakat restore ettiler demeye de çok dilim varmıyor,
çünkü bunlar yeniden yapma uygulamaları gibi oluyor. Bizi ve gazetecileri
çağırdılar, gittik. Edirne’de gezi sırasında çalışmaları gayet mutlu bir şekilde
gösteriyorlar. Ben de mutluyum. Camiye girdik ve caminin köşesine yukarıda iki
tane aplik koymuşlar. Türkçede başka bir adı yok, bu nedenle aplik diyorum.
Herhalde aplik diye bir şey Osmanlı’da kullanılmıyordu. Kim bilir onu neyle, nasıl
aydınlatıyorlardı. Ama şimdi kullanılan aydınlatma aracı cami değil gece kulübü
dekorasyonudur. Bunu yapan adam herhalde gece kulübüne benzettiği için
bunu kullanmıyor. Dünyada gördüğü, bildiği, şıklık ve güzellik anlayışı budur.
Bu nedenle bu malzemeyi kullanıyor. Buna karşı çıkacak birileri yok, çünkü
onlar da aynı zevki paylaşıyorlar. Bu durum karşımıza yeni yeni çıkmaya
başlıyor. Daha önce pek olmayan bir şey, alışkın olduğumuz ise yıkmakla ilgili
uygulamalar. Faruk Bey’in anlattığı gibi adam taş atıyor, oraya kadar yıkın diyor.
Şimdi ise ‘aman yapalım’ diyorlar, ama zevk olarak yetersiz uygulamalar. Bir
ateşi söndürmeden, ona ihtimam göstererek ve yeni yakıt ekleyerek onu ayakta
tutarsınız. Zevk denilen şey de böyledir. Bir kere bir yerlerden koptuğunda -ki
78
bizim tarihimizde kopmuş bu, iyidir-kötüdür ayrıca tartışılır, ama kopmuş- yavaş
yavaş o zevki tekrardan geri getiremiyorsunuz.
Bunun başka bir uzantısı var ve belki daha da önemli. Ankara’da
Müslümanları mutlu edecek bir cami olmaması sorunu Kemalistler ve dinciler
arasında yıllardır bitmez tükenmez bir kavgadır. Ortaya Kocatepe Camisinin
projesi çıktı. Proje için Vedat Dalokay’ın projesi gündeme geldi. Projede Kubbe
stilize ediliyor. Ama gelenekçi bakan arkadaşlar, genellikle Diyanet İşleri,
beğenmediler, istemediler ve o proje yapılmadı. Fakat sonra o projeye
Pakistan’dan müşteri çıktı ve orada yapıldı. Vedat Dalokay’ın Camisi bize göre
çok daha dar düşündüğünü tahmin edebileceğimiz Pakistan gibi bir yerde var,
burada yok. Burada ne var? Burada Edirne Selimiye’nin kopyası var. Şimdi
Edirne Selimiye müthiş bir bina, hakikaten dünyanın en güzel binalarından biri
diyebilirsiniz. Sekizgen modeliyle burada Rüstem Paşanın, ona maket olduğu
söylenilir ki, bu konu başka konularla da iç içedir. Küçük Ayasofya dediğimiz
kilisede böyle bir sekizgen model ilk olarak Justinianos zamanında denenmiştir,
sonra Ravenna’daki kilisede yine aynı plan denenmiştir. Ondan sonra da bunu
Şarlman alıp Aachen’daki katedralinde yine kullanmıştır. Bu dediğim binaları
yan yana koyup bakın, hiçbiri birbirine benzemez, ama strüktür olarak
baktığınızda, hepsi o sekizgenden çıkmıştır. Bu yapılar yapıldığı 16. Yüzyılda
taş taş konularak yapıldı. Bugün ise yöntem olarak betonarme kullanılıyor.
Betonla sekizgen plan üzerinden Selimiye’yi yeniden yapmanın bir anlamı
yoktur. Bir mimar elinin altındaki maddi imkânları ve teknolojiyi kullanarak ‘ben
buradan bir estetiği nasıl çıkarırım’ demelidir. Vedat Dalokay’ın projesi bir
örnektir, başkası başka türlü düşünebilir. Fakat Türkiye’de bunu kabul etmeyen
gelenekçi bir yapı var. Sadece geleneksel yapıyı bozup yapmakla ibaret
kalmayıp, bir de başka türlü bir şey yapılmasına da engel olmaya çalışan bir
tavır var. Örneğin Ataşehir’ de bir cami yaptılar. Başbakan gitti ve anladığım
kadarıyla öyle bir cami olduğuna çok mutlu oldu. O camii tam anlattığım
betonarme Selimiye’ ye örnektir. ‘Betonarme Ataşehir’, ne dünya mimarlığına,
79
ne İstanbul’un güzelliğine herhangi bir şey katmayacak. Yani bu estetik biraz
metre hesabına gelmeye başladı. Kaç metre? İşte bu 10 metre daha estetik
oluyor.
AKİF BURAK ATLAR- Çamlıca’ya da bir benzeri çok yakında
yapılacak.
MURAT BELGE- Orada da aynı şey olmaktadır. Başbakan gidiyor
Kars’ta ‘ucube’ diyerek heykel kaldırtıyor. O heykelin yanına gitmedim, ama
şehirden gördüm. Bana da biraz büyük geldi, ama hikâyesini anlattılar. Oradaki
belediye başkanı aslında sol görüşten gelme, solculuğunu da koruyan bir adam.
İşte bu Ermeni meseleleri, vesaire gündemde ve sınır kente çok yakın. Heykeli
ısmarlayan kişi oradan da bakılınca görülmesini istemiş. Dostluk ve yakınlaşma
amacıyla heykel yapmışlar koskocaman, oradan da görünsün istemişler. Ucube
diyorsun, yıkıyorsun. Ama İstanbul’un her yerinden görülebilecek bir cami
yapacağım diyorsun. Kars’ta yıkılan heykelin yıkılma nedeniyle aynı tanımdır
bu. Demek ki şimdi sen Çamlıca’ya ucube yapacaksın, ama onun adı ucube
olmayacak.
Bir parantez de uyumsuzluk konusu üzerine açmak istiyorum. Menderes
Tower gibi uygulamaların yanı sıra katı korumacı bir tavır da takınmaktalar.
Fakat bütün bu tavırların hır çıkmadan üzerinde anlaştıkları bir şey vardır.
Bunun lafı filan da edilmez. Bu ‘Bizans’ı halının altına doğru süpürmek’
amacıdır. Bu konu üzerine birçok siyasi tavırlar birleşmiştir. Çünkü sonuç olarak
hep aynı milliyetçi yaklaşım söz konusudur. Bazen daha açık sözlüleri ‘onları
ortaya çıkaralım da, vay buranın eskiden başka bir sahibi varmış, bak, eserleri
de hâlâ duruyor, siz nereden çıktınız mı desinler bize’ demekte. Aydınlar Ocağı
denilen kuruluşun başkanı bunu makale olarak yazmıştı. Örneğin ‘Hipodrom’
binası, dünyada hipodromdan kaç tane olur? Benzer olarak Roma’da Koloseo
var. Orada da hipodrom kalmamış. Sphendon Duvarı dediğimiz yapının içine
girip de gören talihli var mı aranızda? Bu kadar oraya-buraya gider-gelirim, ben
80
hâlâ görmüş değilim. Sphendon Duvarı gibi bir binayı saklayıp, üstüne kilitler
asıp, kimsenin görmemesi için tedbir alarak var olan bir medeniyet olabilir mi?
Bunun adı medeniyet olabilir mi? Az önce bodrum katında yer alan bir lahitten
bahsedildi. Kentin en eski iki kilisesinden biri Samatya’da bulunmakta. Orada
çelik kasa, kapı kasası yapan bir imalathanenin işçisi o kilisenin kubbesinde
çalışıyor. Yanında yer alan ambulatvarın bir kısmı da yan taraftaki kahvede,
orada da kâğıt oynanmakta. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul ansiklopedisinde
Ayazmalar listesini görüyorum ve onlara gideyim bakayım, bulmaya çalışayım
istedim. Kumkapı’ya gittim ve ansiklopedide verilen adres bir ev. Pencereden
bir kız bakıyor. Konuşuyoruz: ‘sizin evde bir su çıkıyor’, birden bir kadın çıkıyor
arkasından, belli ki işte onu kapatmışlar ve duyulmasını kesinlikle istemiyorlar.
Hakikaten İstanbul’un her tarafı bunlarla doludur. Aksaray’da, Muratpaşa Cami
yakınında Bizans katakon bulundu. Bir kat daha inseler ikinci bir tane daha
olduğunu tahmin ediyorlardı, kapattılar ve üstüne beton döktüler. Şimdi katakon
falan, böyle bir şeyden kimsenin haberi yok. Cağaloğlu’ndaki bina gibi bir sürü
örnek sayabiliriz.
Süleyman Demirel’in bir lafı vardır ki kendisi arada bir parlak laflar
çıkarır. Kürtlerden falan bahsetmişlerdir, “Kürtlere kötü muamele ettiniz diyorlar,
Türklere iyi mi muamele ettik” demiş. Bizans’a böyle muamele ettik de,
Osmanlı’ya ne yapıyoruz? Samatya’ya gidin, Mimar Sinan Hamamına bakın,
bakmanız zor. Çünkü önünde başka şeyler bulunmakta. Sonuç olarak mümkün
olduğu kadar bunu parçalayan, imha eden bir yaklaşım ve yeni yeni uyanmaya
başlayan, ‘bu iş böyle olmaz’ gibi korumacı anlayış ortaya çıkmakta. Bu tarafları
arasındada tuhaf uzlaşmalar olmakta. Az önce anlattığım gibi vardığımız
aşamada bir kavramı korumak istiyor. Mesela ‘bu gelenekseldir’ diye
kanıtladığın o halde bunu hemen korumam lazım diyor. Ama bunun ne olduğu,
nasıl korunacağı, neresinin korunmaya değer olduğu hakkında bir fikri de yok.
Bütün bu tavırların birbirine karıştığı, birbiriyle itiştiği bir toplumuz. Çünkü
81
bir yandan yaşayacağız. Kendine ev yapmak için kazmaya başlıyorsun, altından
tonoz çıkıyor, ne yapacaksın? Herhalde ben burada temel atmak için
kazıyordum, tonoz çıktı, gelin şuna bir bakın diyen adam varsa buna bütün
komşuları ona ‘şapşal, mantıksız’ diye bakıyordur. Böyle yapılır mı? O tonozu
yıkarsın, herhangi bir izini bırakmazsın ki, başına da bela olmasın. Ama yavaş
yavaş o tavırdan bir başka tavra doğru bir evrim var. Bunu bir kavga haline
getirmesek ne iyi olacak diyorum, ama Türkiye’de galiba bir şeyler kavga haline
gelmeden olmuyor, olamıyor. 1941 yılında yıkılan Topçu Kışlasının tekrar
Taksim’e yapılmasının çok parlak bir fikir olmadığını anlatmak kavgasız
mümkün olmuyor. Hatta büyük kavga gerektiriyor. Ayrıca da sonucun ne olduğu
hala belli değil. Sonuç olarak buradan Faruk Bey’in değinip olmadığını söylediği
sivil toplum-kamu ilgililerinin hepsini bir şekilde içine alan bir konu ortaya çıkıyor.
Yeniköy’deki dolgu alanından bahsedildi. Orada böyle bir şey yapıldığını
Yeşilköy’den çeşitli gezilerimden birinden dönerken tesadüfen gördüm. Ne
okudum, ne tartışıldığını duydum. Her gün sandıktan bir şey çıkarıp önümüze
proje olarak koyabiliyorlar, Karadeniz’le Marmara’yı birleştirecek kanaldan
başka projelere kadar. Burada sivil toplumun işin içine girmesi lazım, ama sivil
toplumun işin içine girmesi için sivil toplumun kendisinin de bu konulara ilgi
duymaya ve bazı şeyleri öğrenmeye başlaması lazım. Bir de ‘daha geniş cadde,
daha şu, daha bu’ demekten vazgeçip, hem onu hem bunu yapmanın yolu nedir,
bunu düşünmeye başlaması lazım. Sonuç olarak bu ‘ya o ya da o ‘dan vazgeçip,
‘hem o, hem onun’ formülünü bulmak meselesidir.
AKİF BURAK ATLAR- İlk turu tamamladık, Murat Belge zevkle estetik
anlayışındaki oluşmuş kopukluktan bahsetti ve son dönemde sadece
İstanbul’da değil, kültürel miras anlamında birden fazla örneğe de değindi. Hayri
Fehmi Yılmaz ilk turda çok umut verici bir konuşma yapmıştı, aslında umutlu
olduğu söylemişti, hâlâ aynı fikirde mi? Son tura geçeceğiz, daha sonra sizlerin
de katılımıyla oturumu noktalayacağız. Paneli toparlamak adına konuşma
sürelerine 5’er dakika diyelim. Biraz aştığınız takdirde ben size haber
82
vereceğim, daha sonra salondan katkıları ve soruları alıp, ilk günü
noktalayacağız. Buyurun.
HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Aslında hâlâ umutluyum. Çünkü bazı şeyler
tarihsel sürecin bir parçası olarak devam ediyor ve çok eski bir kentin üzerinde
yaşıyoruz. Bizim bu sıkıntılarımızı herkes yaşadı, eski kuşaklar da yaşadı ve
benzer tartışmalar oldu. Petrus Gilius Rotteveel meşhur bir seyyah ve yazardır.
16. Yüzyılda İstanbul’da bulunmuştur ve kent hakkında birçok şey yazmıştır. 16.
Yüzyılda demiştir ki: “Eski İstanbullu doğduğu kenti hatırlamaz. O kadar
muhteşem binalar inşa ediliyordu ki Kanuni çağında, sadece Kanuni Şehzadeyi,
Süleymaniye’yi, çok sevgili eşi için Haseki Külliyesini inşa ettirmişti”. Kızları ve
diğer şehzadeleri için yaptırdıkları nedeniyle kent hakikaten inanılmaz şekilde
değişmişti ve bu hep devam etti. Bu süreç sanırım kentlerin tarihinde var olan
bir süreç ve İstanbul için de bunun doğal olduğunu düşünüyorum. Bu çok güçlü
gelenekler bir taraftan çok büyük bir avantaj, ama bir taraftan da bizler için büyük
bir sıkıntı oluşturmakta. Osmanlı cami mimarisi olarak gördüğümüz şey aslında
6. Yüzyılda Ayasofya’yla başlayan bir mimari geleneğin Osmanlılarca 15.
Yüzyılda yeniden ele alınmasıyla başlayan bir süreç ve bu artık öyle bir hale
gelmiş ki, bugün cami dediğimiz zaman Osmanlı coğrafyasında yaşayan
insanların büyük çoğunluğunun zihninde bu imge beliriveriyor. Ayasofya’yla
başlayan bir mimari geleneğini, kubbe ve yarım kubbe denemelerini bırakmakta
çok sıkıntı yaşarsınız. Güçlü bir geçmişe ve mirasa sahipseniz insanların
zihnine yeni bir imgeyi iletmeye çalışmak gerçekten çok zor. Bu nedenle
Ankara’da ya da başka bir yerde beğenilmeyen bir cami İslamabat’ta daha rahat
kabul edilebiliyor. Bu anlamda güçlü bir geçmişi ya da imgesi olmayanlar belki
de daha şanslı. Biz de hem şanslıyız, hem şanssızız diye düşünüyorum. Kentin
bu zengin geçmişi büyük bir umuttu aynı zamanda da büyük bir sıkıntı. Bu
ikisinin mücadelesini biz de sürekli yaşayacağız ki, eğer bu iki kavram mücadele
etmiyorsa, çatışmıyorsa zaten bir sorun var demektir. En keyiflisi ise hâlâ hem
üretim yapan, hem üzerinde binlerce insanın yaşadığı dev bir antik kentle karşı
83
karşıyayız. Benim içimi rahatlatan insanların, yani yaşayanların kentle ilgili bir
kavgasının olmaması. Yani kentin geçmişinin Bizans ya da Osmanlı
dönemleriyle pek bağlantısı yok, çünkü bu kent hepsinin mirasçısı gibi
gelmekte. Kent hem somut mirası, hem somut olmayan kültürel mirasıyla
yaşamaya devam ediyor. ‘Bizans başkentinde neler yenilirdi, içilirdi’ diye
yazanlar hoş bir hikâye anlatıyorlar. Bu şehirde insanlar bir sopanın ucuna
takılmış, fırınlarda özel olarak pişirilmiş halka şeklinde ‘bukelaton’ denilen
şeyleri yerlerdi diye anlatıyorlar. Bugün aynı şehrin halkı hâlâ bir sopanın
ucunda kendilerine uzatılan ve özel olarak pişirilmiş şeyi bu sefer susama
bulayıp yemeye devam ediyor. Bu kentin içinde yaşayanlar çok öfkelendikleri
zaman Ortaçağ’da da -ve aslında bütün Anadolu kentleri için de geçerli- çok
kızarlarsa birbirlerine başparmaklarını orta parmaklarıyla işaret parmakları
arasına sokup, sallarlardı. Buna ‘Manofiko’ diyorlardı ve hâlâ yapıyorlar. Bir
tarafta somut olan miras, bir tarafta somut olmayan miras hepsi bu kentte birlikte
yaşıyor ve kömürlüğündeki lahitten İstanbullu çok rahatsız olmuyor. Samatya’da
yine bir Ayazma’ya gitmiştim. Çok muhafazakâr bir yayınevinin deposunda yer
almaktaydı.’ Tabii buyurun Ayazma’ya’ dediler. Bir sürü Kur’an cüzleri, vesaire
şeylerin arasında bir niş, üstünde kocaman bir haç ve altında da su kaynamaya
devam ediyordu ve bunlar rahatlıkla yan yana yaşayabiliyorlardı. Bütün bunlar
iç içe olan şeyler. Ayvansaray’da Emir Buhari Tekkesi, Orta Asya’dan gelen
dervişler altında İmparator Alexios’un meşhur Triklinos’u yatıyor ve Bizans
tonozlarıyla Buharalı Nakşibendî dervişlerinin tekkesi hakikaten kucak kucağa
sarmaş dolaş durumdadır. Birini diğerinden ayırma şansınız yoktur. Dolayısıyla
da bu miras gelecekte kentlileri daha iyi kavrayacak ve kurtaracaktır. Bizans’a
karşı hiç şüphesiz bazı çevrelerimizde biraz tedirginlik bulunmaktadır. Ama ben
şöyle düşünüyorum: Kentin içerisinde Saraçhane’de Aziz Polyeuktos Kilisesi,
Sultanahmet’te Azize Öfemya ya da Aya İrini’nin bitişiği, Sarayburnu’nda kodlar
sütununun etrafı, Silivrikapı’da Hipoje ve çevresi gibi birçok Bizans arkeolojik
kalıntısı da kazılarla ortaya çıkarılmış ve korunmaya çalışılmış ki aslında bunlar
84
yabana atılacak şeyler değil. Bu alanlar kent içinde çok geniş alanlar. Birçok
Bizans eserini de restore ediyoruz. Kentin 5 asır boyunca cami olarak
kullanılmış en büyük yapısı ‘Ayasofya’ bir müzedir. Kariye Cami bir müze,
Fethiye Camiinin mühim bir kısmı hâlâ müze ve ziyaret ediliyor. Buradaki Bizans
kalıntıları hakikaten ortaya çıkarılmış durumdadır. Son yıllarda Küçük Ayasofya
Cami restore edildi. Bu çalışmada tartışılacak birçok şey olsa da bir Bizans eseri
gerçekten çarpıcı bir şekilde restore edildi. Daha da ilginci Çemberlitaş ve
Kıztaşı restore edildi. Bunlar önemli şeylerdir. Yılanlı sütun, Şerefiye Sarnıcı,
Nakilbend Sokağı Sarnıcı, gibi örneklerle listeyi uzatmak mümkün. Zeyrek Kilise
Camii projesi çok başarılı bir restorasyonla devam ediyor. Tekfur Sarayı ve
Anemas Zindanında birtakım sıkıntılar yaşanmıştı, şimdi ise Bilim Kuruluyla
birkaç
yıldır
bu
yapıların
projesi
tamamlanıyor.
Bizans
anıtlarının
restorasyonunu ve benzer projeleri kentin Büyükşehir Belediyesi karşılıyor.
Projelerin bütçeleri oldukça fazla ve Zeyrek yahut Tekfur Sarayı ve Anemas
Zindanı gibi yapılarda ciddi bilimsel çalışmalar gerçekleştiriliyor. Projelerde yer
almam nedeniyle ayrıntıları anlatabiliyorum. Kentin çok katmanlı geçmişinin
geleceğe de bu çok katmanla miras olarak kalacağı fikri hâlâ bende hâkim. Bu
sebeple iyimser olmayı tercih ediyorum. Bu kent büyük mirasıyla muhtemelen
sakinlerini bir şekilde kendisine bağlayıp, geleceğe de ulaştırmayı başaracaktır.
Ama kent tarihini okuduğunuz zaman bu kavgaların pek de bitmeyeceğini
anlamak lazım. Bu çatışmalardan çok güzel şeyler de doğar diye düşünüyorum.
Sakin bir kent olmamış hiçbir zaman, bundan sonra da herhalde olmayacak. Bu
durum bazen keyifli bir şey de olabilir. Teşekkür ederim.
AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ediyoruz. Soru-cevap kısmından
önce Hayri Bey süreyi biraz aştınız, bu da belirleyici oldu. Diğer misafirlerimize
de ek süre tanımış oluyoruz. Faruk Bey’in soru-cevap öncesi son söylemek
istediklerini dinleyelim isterseniz.
FARUK PEKİN- Sadrazam Fuat Paşa’ya birileri gelmiş, demişler ki:
85
“Paşam, senin 80’lik vezirlerinden biri 12 yaşındaki bir kızla evleniyor, ne
diyorsun?” Cevap vermiş: “Ahmet izin vermez.” Bu sefer “Hangi Ahmet?” diye
sormuşlar. “Karacaahmet izin vermez” demiş.
‘Galataport Kruvaziyer Limanı’ iyi bildiğim konulardan, çünkü bu işle
ilgileniyorum. Galataport Projesi ilk biçimiyle o zamanlar gelmiş olsaydı zaten
çuval bir proje olacaktı. O dönemde yapılamadı. Ancak bu sıralar Karaköy çehre
değiştiriyor. Aslında ben de iyimserim. Şu anda birçok konuda çok fazla
müdahale var…
Şunu hatırlatmam gerekiyor: sizin çalışmanız içerisinde bizim konumuz
kültürel mirasla ilgili… Kültürel miras ise bal gibi bir devlet kültür politikasıdır.
Avrupa, Türkiye’den kültür politikası konusunda rapor istedi. Şu ana kadar
Türkiye’nin elinde bir kültür politikası yok. İstenilen kültür politikası devlet
tarafından iki sene önce verilecekti, fakat devlet görevini yapmadı, bunu
tamamlamadı. Buna karşılık sivil toplum bir araya geldi ve bir çalışma yaptı.
Çalışmaya çok sayıda kişi ve kuruluş katıldı ve ‘Türkiye Kültür Politikaları
Raporu’ yayınlandı. Bilgi Üniversitesi tarafından yayınlanan çalışmada ben de
yer aldım. Bir kültür politikası raporu yayınlandı. Kültürel olan her şeyi içeren bir
rapor ve devlet daha bunu yayınlamadı. Devletin kültür politikasını elimize alıp
da okuyor olsak belki biraz daha net bir tartışma yürütme imkanımız olurdu.
Kültür politikasına bağlı olarak eklemem gereken diğer şey de 2001
yılında yayınlanan UNESCO “Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Bildirgesi” hakkında...
2005 yılında Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Güçlendirilmesi
sözleşmesi yürürlüğe girdi. Türkiye hariç 125 ülke imza attı. Sözleşme bir
şekilde komisyondan geçer gibi oldu, fakat hâlâ mecliste bekliyor ve hep başka
kanunlar önüne geçiyor. Bu durum Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu
koşullar açısından son derece önemli. Tabii ki yaklaşımlar farklı boyutta ama
Türkiye’de bazı şeyler bilinmediğinde insanlar farklı şeyler yapabiliyorlar.
Özellikle Taksim Gezi olaylarından sonra daha da iyimser bakıyorum.
86
Sivil toplum ve kamu ilişkisine bilhassa kültürel konularda özel idareyi koymak
lazım… Sonuçta biz bunu bir şekilde öğreneceğiz. Karşılıklı çalışmayı başkaları
becermiş, biz niye becermeyelim? Bunu öğreneceğiz. Şunu da söylemem
gerekiyor: Taksim’de ilk eylem yaptığımda sene 1965’ti. Önemli olan sürekli
çözüm üreterek karşı tarafın size önerdiği ya da önermediği her türlü çözüme,
bir karşı çözüm geliştirmek ve uzlaşmaya zorlayarak yürümektir. Ana nokta da
budur.
Son 15 yıldır İstanbul yoğun olarak tartışılıyor. UNESCO Dünya Mirası
Listesi’nden çıkma, metro köprüleri, kazılar derken ilgi arttı. 15 yıl önce böyle bir
ilgi olduğunu sanmıyorum. Şimdi ‘çanak, çömlek’ söylemleri mevcut, fakat Murat
Belge burada, hemen hemen 27 yıldır İstanbul’u dolaştırıyor. Biz birlikte 25 yıldır
adım adım İstanbul’u dolaştırdık. Şimdi nerede o ilgi, nerede o yaklaşım, ama
bu da giderek değişebilen bir algılama olgusu. Zamanla gelişecek. Teşekkür
ediyorum.
AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ederiz. Soru-cevap kısmına
geçmeden önce eklemek istedikleri için Murat Belge’ye dönmek istiyorum.
MURAT BELGE- Yıllar önce Amsterdam’a gitmiştim. Hollanda’da
Denizcilik Müzesi ilginçtir diye müzeye gittim. Müze o kadar sarmadı, ama
rıhtımda duran bir gemi ilginç geldi. 18. Yüzyılda yapılmış ve batmış ahşap bir
gemiyi yeniden yapmışlar. ‘Olabilir’ diyeceksiniz. İlginç olan şu: O tarihte
teknolojinin imkân verdiği alet neyse gemiyi onlarla yapmışlar. Testere, çekiç ve
benzer dönem aletleri kullanarak yapmışlar. Yeniden yapım sürecinde 50-60
marangoz çalışmış ki, bu müthiş bir ustalık edinmek anlamına gelmektedir. Bu
adamlara bir tür hayat garantisi vermişler. Yani ‘bu işe girin, gemiyi yapın,
bundan sonra biz size benzer işler garanti edeceğiz, ustalaşın bu işte’ denmiş.
Yani uzun vadeli bir insan yatırımı yapmışlar. Türkiye’ de mevcutta çok fazla
restorasyon işi bulunmakta ve bunun ölçülerini kaybetmiş bir toplumdayız. O
halde bunu Türkiye’de de sağlayabiliriz. Bir gün öğrencilerime ‘Kayserili Ahmet
87
Paşa Konağı’na yakından bakmak ister misiniz?’ diye sordum ve ‘ evet, isteriz’
dediler. Gezi esnasında önümüzde bir araba durdu ve arabadan bir adam indi.
Beni tanıdı, ‘Buyurun, içeriye gelin’ dedi. Meğer belediye orada atölye açmış ve
ahşap süsleri, binaya çiçek motifleri gibi şeyleri sınıflandırmışlar. Ayrıca bir taş
ustalığı kısmı ile eski binaları tarihlendirme laboratuarı diye üçüncü bir yer
açmışlar. Böyle bir uygulamayı ilk kez gördüm ve etkilendim. Fakat yakın bir
zamanda kapandığını duydum. Atölye birkaç yıl çalıştı ve 3-4 aylık kurslar
açıyorlardı, insanlar geliyordu, çalışıyordu. Türkiye’de bu ortamı yaratmak
gerekmektedir. Eski Fatih Belediye Başkanı Sadettin Tantan, ‘burayı restore
edeceğim’ diye girişti, birkaç tane ahşap ev yaptı. Gittim baktım, işçilik gayet
kötü durumda, yapan adamlar ne yaptıklarını bilmiyor. Bu çalışmalar tesadüfî
çalışmalardır. Projeleri bir hayat garantisi, kariyer, vesaire sağlayarak yapmak
gerekmektedir. Çalışmalar, projeler bu şekilde olunca aplik ve benzer işçilik
örnekleriyle geçmişi ihya etmeye çalışıyoruz. Sonunda muhtemelen bazı
müteahhitler ihya oluyordur. Geçmişin bundan pek ihya olduğu yok.
AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkür ediyoruz. İstanbul Buluşmalarının
öne çıkan amaçlarından biri de Şehir Plancıları Odası ve İstanbul’da planlama
eğitimi veren 3 köklü üniversite ile ortaklaşa olarak planlama gündemini farklı
bakış açılarıyla ele almak. Dolayısıyla bu oturumun tam olarak bu amaçla
örtüştüğünü söylemek istiyorum. Ama bunun bir adım ötesine de sizlerin
soruları ve katkılarıyla geçebiliriz. O yüzden dilerseniz mikrofonu dolaştırmaya
başlayalım.
AZAT YALÇIN- Merhabalar. Eski Fatih Belediyesi çalışanıyım ve aynı
zamanda doğma büyüme Samatyalı birisiyim. Üç konuşmacıya da soru sormayı
düşünüyorum, önce Hayri Fehmi Yılmaz’a sorarak başlayacağım. Hayri Fehmi
Bey gözle görülür binalarda restorelerin çok iyi gittiğini söylemişti, ama Fatih
Belediyesi iş bitirme kuramına göre, tarihi binaların restoresini müteahhitlerin
yapabileceğini bilerek kendi tanıdıklarına veya kendi ahbaplarına, elektrikçi
88
Fehmi’ye, doğalgazcı Mehmet’e iş bitirme vermektedir. Geçmişte lamba dikmiş
insanlar şimdi müteahhitlikte restore iş bitirmeleri almakta. Sizce bu insanların
iş bitirme almaları ve müteahhitlerin korumacı olmamaları doğru bir şey midir?
Faruk Pekin’e de şöyle bir soru soracağım: Daha doğrusu tez
çalışmamla ilgili olarak olaya farklı bir bakış açısıyla değinmek istiyorum. Hayri
Fehmi Bey Haliç Köprüsüyle alakalı yapıların afetlere karşı bir ömrü olduğunu
söylemişti ve sürdürülebilirliklerinden bahsetmişti. Haliç Köprüsüyle alakalı
yapıların ekonomik ömrü tamamlandıktan sonra doğru bir yapı yapılabileceğine
inanıyorum. Şu anki yapıya oşinografik anlamda baktığımızda süpürme etkisi,
yani boğazdan girip de Sarayburnu’na çarpan suyun içe kat etmesi ve orkoz
akıntılarla beraber kıyılara çarpıp tekrar dışarı çıkması ve deşarj olması
nedeniyle köprünün üçayaklı olması gerekmektedir. Köprünün yükseklik sorunu
da bulunmaktadır. Bu kapsamda: Bütüncül çevre etiği kuramına göre, Haliç
istavritinin de yararlanabileceği bir mimari anlayış düşünülebilir mi, köprüye
böyle de bakılabilir mi? Köprünün silueti bozduğunu düşünüyorum, ama
üçayaklı olması, belli bir mesafeyi aşması ve belli bir yüksekliğe sahip olması
bakımından
bu
ortaya
çıktı.
Statik
anlamda
süpürme
etkisinin
gerçekleşebilmesi, orkoz akıntının yapılabilmesi için, doğal strüktürde bu şarttı.
Bütüncül çevre etiği kapsamında bakılmalı mı artık Haliç istavriti için?
Murat Belge’ye de eleştiri bazında sorumu yönelteceğim: Minibüsçüler
demiş ki -ben bunu Fatih Belediyesinde çalışırken çok duydum- “yolları
açmasaydı ne olurdu, başımıza neler gelirdi? İyi ki açmış bu yolları” Korumacılar
da bu yollar açılmasaydı ne güzel olurdu der. Planlama yaparken minibüsçülere
mi soracağız, yoksa korumacılara mı, mimarlara, şehircilere mi soru soracağız?
Aslında önemli olan budur. Minibüsçüler Veliefendi önünde yapılmış olan
bisiklet yolundan bile rahatsızlar. Burada dikkat edilmesi gereken konu yol
olmasaydı minibüsçülerinde olmayacağıdır. Minibüsçülerin şimdiki görüşlerini
buna göre değerlendirmek gerekmektedir. Teşekkürler.
89
AKİF BURAK ATLAR- Sonra cevaplarını vermek üzere, başka sorular
varsa onları da alalım.
AHMET SEFA ÖZKAYA- Merhabalar. İstanbul araştırmaları yapıyorum
ve küçük bir not eklemek istiyorum. Hayri Fehmi Yılmaz İstanbul’da camcılık ve
cam ustaları üzerine belgenin olmadığını söylemişti. Fakat Süleymaniye’nin
masraf defterlerinde, bir de Hünername ve Surnamelerde kap-kaçakların
şekilleri birazcık belli olur.
HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Konu ile ilgili belge bulunmakta, fakat malzeme
yoktur. Hünername ve Surname minyatüründeki ustaların ve arşiv belgelerinde
geçen birtakım verilerin aslında İstanbul’da çalıştırılan Venedikli ustalarla ilgili
olduğu, bunların sadece geçici Avrupalı camcılar tarafından yapıldığı iddia
ediliyordu. Bunu hatırlatayım hemen.
AHMET SEFA ÖZKAYA- Teşekkür ederim. Şunu da eklemem
gerekiyor: Sarhoş İbrahim adlı bir camcı ustasının yaptığı ürünleri özellikle
Ömer Lütfü Balkan yayınlamıştı. Ek olarak başka bir konuya daha değinmek
istiyorum: Ataşehir’de yeni yapılan caminin mimarı veya mimarları değişik bir
plan uygulayarak orada pek olmayan 6 fil ayağı sistemini uyguladılar. Bu sistem
Kadırga’daki Sokullu Mehmet Caminin projesinin aynısıdır. Bir de Anıtlar
Yüksek Kurulunda anahtarı olan hipodromun içine girmek maalesef pek
mümkün değil onu da belirtmek istiyorum. Teşekkür ederim.
AKİF BURAK ATLAR- Katkınız için biz teşekkür ediyoruz. Salondan
başka katkı ve soru gelecek mi?
EMRE SEĞMENOĞLU- Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir Bölge
Planlama öğrencisiyim. Faruk Bey Padişah Abdülaziz’in ‘isterse göğsümü delip
geçsin’ dediği tren yolundan bahsetmişti. Şu an yapılan Marmara geçidi de aynı
şekilde tarihi ezip geçen bir anlayış değil mi? Yenilikçilik ve tarihini koruma
kavramlarının
birlikte
düşünülerek
yapılamadığını
90
düşünüyorum,
sizin
görüşleriniz nelerdir? Tarihi korumadan sırf bir yenilik getirmek için bir şeyler
yapılıyor. Tren geçidinin geçtiği yerde yıkılan şey mezarlıktan ziyade Yavuz
Sultan Selim döneminde yapılan yalı köşküdür.
AKİF BURAK ATLAR- Teşekkür ederiz. Başka el göremiyorum, o
yüzden tekrar misafirlerimize dönelim ve noktayı koyalım.
SALONDAN- Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık öğrencisiyim. İMÇ
binasından bahsedildi. Önündeki Atatürk bulvarında muazzam bir trafik
bulunmakta. Az önce minibüsçülere mi, oradakilere mi, mimarlara mı sorulmalı
diye bir soru yöneltildi. İMÇ binasının planında içerisinden yol geçiyor.
Çevredeki sokak düzeni değiştirilmeden ulaşım rahat bir şekilde sağlanmış,
ancak yapının önünde yer alan trafik o kadar fazla ki, orada karşıdan karşıya
geçmek imkânsız. Her iki tarafta da birçok tarihi eser bulunmakta, fakat sadece
bir tarafı gezebilirsiniz. Paris’te yer alan Les Halles binası yeraltı ulaşım
sisteminin merkezinin üzerinde bulunmakta, ancak burada hiçbir şekilde trafik
engellenmiyor, insanlar burada yürüyebiliyorlar, otomobil kullanabiliyorlar. İMÇ
çok iyi bir proje, ancak önündeki trafik projeyi gölgelendiriyor. Bunun
minibüsçülere mi, şehir, bölgeliye mi sorulması gerektiği sorusu bence biraz bu
konuda birlik gerektirir. İnsanların bunu eleştirebilmesi ve katkıda bulunması
gerekmektedir.
AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkürler. Bir önceki sözden çok daha
çabuk olmak üzere son sözü size verelim.
ADNAN
DEMİR-
Restoratör mimarım.
Restorasyon konusunda
tecrübelerim bulunmakta. Tarihi yarımadada yeraltı ve yerüstünün birlikte
korunması gerekir. Bu konuda proje, tasarım ve korunma ilkeleri üreten arkeoloji
müzesi ya da hiçbir birim yoktur. Dünyadan iki örnek vermek istiyorum. Bir
tanesi Bulgaristan’dan, Bulgaristan orta bölgesinde Stara Zagora adında bir
kent bulunmaktadır. Kent Roma kalıntılarının olduğu bir yerleşimdir.
Yerüstünde,
sıfır
kotunun
üstünde
yapılmak
91
istenilen
restorasyon
çalışmalarında yeraltından herhangi bir Roma kalıntısı çıktığında inşaat hiçbir
surette durdurulmuyor, engellemiyor. Buradaki şart ise yeraltındaki arkeolojik
kalıntıların müze denetiminde veya arkeologlar denetiminde açığa çıkarılması
ve üzerine yapılacak olan binadan bir geçişle halka gezi alanı sergilenmesidir.
Bir banka yapılıyor. Banka üstte yine çalışıyor, ama bankanın kapısından
girdiğinizde halk alttaki bodrum katındaki mozaikleri, Roma kalıntılarını
inceleyip, izleyip, gezip tekrar dışarı çıkabiliyor. Bizde bu tür korkular çok olduğu
için restorasyon çalışmaları esnasında eğer sıfır kodunun altında bir şey çıkarsa
kapatılmak zorunluluğu hissediliyor.
Bir de Suriye’den örnek vermek istiyorum. 20 yıl kadar önce Suriye’ye
gittiğimde bunu deneyimledim. Suriye’de Busra adında bir kent bulunmakta ve
bu kent yine çok önemli Roma kalıntılarının ve amfi tiyatronun olduğu bir kent.
Burada yer alan Roma kalıntısı binaların içinde insanlar yaşamakta. Binalar
dükkân, bakkal, marangoz atölyesi, konut gibi çeşitli fonksiyonlarda kullanılıyor.
Burada yaşayanlardan birinin evine davet edildik. Yapının tavanında bir sızıntı
vardı. Orada yaşamakta olanlar çözüm olarak teneke kullanmışlar ve oradan
gelen
sızıntıları,
o
teneke
koruyordu.
Sızıntıyı
neden
onarmadığını
sorduğumuzda ise: ‘Bunun orijinal taşını ben ancak Halep’te bulurum, Halep’e
de gidemiyorum’ dedi. Halep’e gidemediği için orayı herhangi bir şekilde
tıkamayı düşünmüyor. Bize yasal bir baskının olmadığını söyledi. Belki o tarihi
dokunun içinde yaşamaktan dolayı insanlarda bilinç oluşmuş. Sanıyorum
Türkiye’deki kullanıcının, yaşayanın bu bilinçten mahrum olması, yoksun
olması, yasalarımızdan ve koruma kurullarının tarihi binaları restore ederken
kurduğu baskılardan kaynaklanmakta. Herhalde bu ikisini dengeli bir şekilde
ortadan kaldırsak restorasyon çalışmalarımız ve korumacılık anlayışımız çok
daha iyiye gidecek. Teşekkür ederim.
AKİF BURAK ATLAR- Katkınız için biz teşekkür ediyoruz. Başka söz
almayalım, Hayri Fehmi Yılmaz’a dönelim. dilediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.
92
HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Adnan Beye katılıyorum, yanlış uygulamalar
yapılmakta. Bahsettiğiniz şekilde iş bitirmeyle ya da eski eserleri ihaleyle restore
etmeye çalışmak doğru bir yöntem olmayabilir. Osmanlı döneminde bazı
kıymetli yapıların restorasyonu için Meclisin çok ilginç bir kararı vardır. Bu karar
son Osmanlı Mebuslar Meclisinin verdiği karardır: ‘İhale usulüyle değil, emanet
usulüyle restorasyon yapmalıyız, ehlini bulup, ona emanet etmeliyiz’. Ama bu
yöntemde de suiistimal çok olabilir. Belki çok önemli yapılarda emanet usulüyle
çalışmak daha doğru olabilir. Belki gelecekte bunu biz de düşünürüz.
Cam konusuna gelecek olursak, katkılarınız için teşekkürler, ama
dediğim gibi arşiv belgelerimiz vardır, fakat müzelerimizde Sirkeci kazılarına
kadar
Osmanlı
camı,
Beykoz
camları
dışında
cam
yoktur.
Emre
Seğmenoğlu’nun sorusuna gelirsek, demiryolu Topkapı Sarayına gelmeden
Yedikule’den Topkapı Sarayına kadar mezarlık, saray, çeşme, medrese gibi
birçok eseri yok etmiştir. Saray içinde de bir dizi köşk ve Sinan Paşa Kasrı,
İshakiye Kasrı, Kuşhane Ocağına benzeri yapıları, ortadan kaldırmıştır. Yalı
Köşkü biraz daha yaşamaya devam etmiştir. Fakat daha sonra maalesef
ortadan kalkmıştır. Katkılar için teşekkürler.
AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ederiz. Faruk Pekin.
FARUK PEKİN- Ben köprücü değilim ve konu hakkında bilgim yoktur.
Ancak Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Nuray Aydınoğlu size köprünün 3 ya da
5 ayak mı olması gerektiğini söyleyecektir. Uzman kişiler tarafından 1985
yılında yapılmış olan bir konsorsiyumdan bahsettim. Konsorsiyum sonunda 5
tane Haliç Köprüsü alternatifi sunmuşlar. Konu beğenme ya da beğenmemeyle
alakalı değil, tamamen teknik bir olaydır. Ama bu teknik olayın ayrıntısını
bilmiyorum.
Şehir Plancıları Odası’nın bir etkinliğinde konuşmacı olarak bazı
konuları gündeme getirmeye çalıştım. Planlama demek alternatifler yaratmak
demektir. Birçok alternatifin aynı anda düşünülmesi demektir. Atmak kolaydır ki,
93
bu işi en çok siyasiler yapıyor. Ama maalesef bazı uzman görünenler de
yapmakta... Sözü getireceğim konu meşhur kruvaziyer turizmi. “Çözüm Kültür
Turizmi” adında İletişim Yayınları’ndan çıkan bir kitap yazdım. Kitapta ‘İstanbul’a
kruvaziyer girmesin’ dedim. Niye biliyor musunuz? 4000 kişilik bir kruvaziyer
İstanbul’a girdiğinde, İstanbul’da tur alan insan oranı % 70’tir. Kalan % 30
gemide oturur. Yüzde 70’in girdiği iki yer var: Biri Topkapı Sarayı, Ayasofya, iki
tane müze parası verirler. O geminin hizmeti için ise 50-55 dolayında otobüs
kiralanır, 50-55 dolayında da rehber tura çıkar. Geminin İstanbul’a sağladığı
geliri budur. Uzun zamandır öteberi de almazlar. 4000 kişilik bir kruvaziyerin
İstanbul’a toplam katkısı Four Seasons gibi bir otelin çok iyi bir odasında kalan
zengin 8-10 kişilik Brezilyalı bir ailenin bir haftalık, 10 günlük İstanbul’a sağladığı
gelire bedeldir.
Fakat 4000 x % 70 insanın İstanbul’a bir günde yarattığı trafik sorunu,
sinirsel ve maddi olan-olmayan zararı ayrı bir kalemdir. Basında ‘Ah İstanbul’a
işte 10 milyon turist geliyor, 20 milyon gelmeli’ sözleri yer alıyor. O sayılarda
turist geldi diyelim. Peki onları nerede gezdireceksin? Topkapı Sarayı’na bir
günde girebilecek insan sayısı bellidir. Harem de belli. Ayasofya biraz daha
büyüktür, ama onun da maksimum kapasitesi bellidir. Küçücük Kariye
Müzesi’ne günde kaç kişi girer, o da bellidir. İstanbul’da yeni bir alternatif dizi
yaratılmadığı sürece hepsi hikâyedir. Bütün bunları belli bir platform üzerinde
düşünmek gerekiyor.
Bu nedenle başta ‘Ahmet izin vermez’i anlattım. Kruvaziyer yığıntı,
görüntüyü bozacak, kenti pisletecek gibi konuların dışında plancıların
düşünmesi gereken başka konular bulunmakta... Rakamlar kolay bir şekilde
ortaya atılıyor. ‘Turizm patlayacak’ deniyor. Turizm patlarsa Kapadokya altta
kalır. Elmalı Müzesi’ne bir defada en fazla 30 kişi girebiliyor ve gezi süresi 3
dakikayla sınırlandı. Peki gerisi ne olacak? Plancının bunu çözmesi gerekiyor.
Kapadokya’da ne yapmak gerektiğini ben biliyorum. İstanbul da böyle,
94
Ayvansaray- Edirnekapı güzergâhını biz bu amaçla yarattık. Bu öneriyi 2005
yılında KBGV olarak belediyeye sunduk, ortaya apayrı sonuçlar çıktı.
İstanbul’da, turizm denilince plancısı da, turizmcisi de yeni alternatifler yaratmak
zorundadır. Bunu yapamazsanız gerçekçi olamazsınız. Derdim sadece öyle
ortaya bir laf atmak ya da eleştirmek değil. Biz eskiden beri hep eleştirdik.
Yollarda yürüdük, dediler ki “yollar yürümekle aşılmaz.” Devam ettik, ama
çözüm üretmek gerekiyor. Bu plancılar için hayati bir olay... Bunu anlatmaya
çalışıyorum. Tamamen kendi bildiğim konular üzerine konuşuyorum. Turizmi
bilirim, ama köprü yapısını bilmem. Böyle bir eğitim almadım. Size alternatifleri,
çok yönlü bakış açılarını ve vizyon sahibi olmayı aktarmaya çalıştım. Birçok
konuda olduğu gibi vizyon konusunda II. Mehmet’ten geriyiz. Çok teşekkür
ediyorum. Bu arada Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne de özel teşekkür
ediyorum. Bu konuları tartışa tartışa, belki sivil toplum dediğimiz olayı daha fazla
harekete geçirebiliriz. Tekrar herkese teşekkürler.
AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ediyoruz. Aslında etkinliğin
amacına ulaşması için İstanbul’u konuşurken ve yerel seçim gündemi 2014’ün
baharında bizi karşılayacakken aramızda yerel idarecileri de görmek isterdik.
Fakat davetli oldukları halde ne yazık ki yine görüşlerimizi merak etmediler. Oda
olarak biz de turizmciler kadar plancıların da görüşlerine başvurulmadığından
sıkça yakınıyoruz. Son sözü Murat Belge’ye verip, daha sonra oturuma hep
birlikte noktayı koyalım.
MURAT BELGE- ‘Minibüs şoförlerine mi soracağız’ sorusu bir soru
değil, eleştiriymiş. Bir şehirde yaşayan herkes o şehrin sahipleridir ve şehri
yönetmek durumundaysan herkesi kaale alman gerekir. Son zamanlarda
‘yönetim için yönetişim’ adında yeni bir kavram bulmaya çalışıyorlar. Yani
herkesi işin içine daha fazla katarak ve danışarak kararları vermek anlamına
gelmektedir. Şoförlere sorup da yol açalım ya da açmayalım demedim, ama
yollar açıldı diye rahmet okuyan şoförler ve hak veren insanlar bulunmakta. Bu
95
insanlar da İstanbul’un hemşerileri, bizim hemşerilerimiz. Ek olarak eğitim
meselesine oradan geldim. Eğer çevre nedir, tarih nedir, geçmiş nedir, gibi
konuların eğitiminde bir şey yapamazsak, insanların aklına şimdiye kadar
olmayan nosyonlar sokamazsak elbette ki yollar sadece bu gibi pratik,
pragmatik çözümler çerçevesinde dönecektir. Böyle düşünüyorlar diye onları
küçümseme hakkımız olduğunu da sanmıyorum. Minibüsçüye mi soracağız
diye başlayan mantık silsilesi, bidon kafalı, karnını kaşıyan gibi söylemlere
kadar gider. Önemli olan bu konularda karar verirken mümkün olduğu kadar
fazla insanı o kararın içine sokacak mekanizmaları yaratabilmektir. Sonuçta
herkesi birden memnun etmek mümkün değil, bunu da söyledim. Zaten işin
zorluğu buradan gelmektedir. Ama şehirde yaşayan uzmanlar sadece karar
verir, geri kalan da o kararlara uyar diyorsak, bu tutum da bu meseleleri
çözmenin yolu değildir.
Az önce altıgen yapı konusu geçti. Altıgen yapılı strüktürü yine Mimar
Sinan çıkardı. Şöyle bir düşündüğüm zaman Sokullu’dan başka Üsküdar’da
Valideyi Atike’yi o yaptı, Topkapı’da Karaahmet Paşayı o yaptı, arkasından
Cerrahpaşa’yı o model üzerinden yaptılar, Hekimoğlu Ali Paşa o model
üzerinden yapıldı. Bir sürü çok güzel, hiçbiri de birbirinin kopyası falan olmayan
altıgen altı ayaküstüne oturan camimiz var. Ataşehir’de yer alan cami hiç
olmasa da olurdu pekâlâ.
AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkür ediyoruz. Oturuma nokta koyalım.
Yarın sabah “doğal alanlar”, öğleden sonra “kamusal alanlar”a ilişkin oturumlar
ve devamında kapanış forumuyla önümüzde bir gün daha var. Ben Murat
Belge’ye, Faruk Pekin’e ve Hayri Fehmi Yılmaz’a ve siz katılımcılara teşekkür
ediyorum.
96
3. OTURUM
“İSTANBUL’UN DOĞAL ALANLARI”
2005 yılında yayınlanan Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi (Millenium Ecosystem
Assessment, 2005) sonucunda insan faaliyetlerine bağlı olarak dünyada
ekosistemlerin ciddi değişim altında olduğu ve bu gelişmenin özellikle hızlı
kentleşmeye bağlı olarak insan yaşamını yakın gelecekte ciddi tehlikelerle karşı
karşıya bırakacağı belirtilmektedir. 2008 yılından sonra dünya nüfusunun
yarıdan fazlasının kentlerde yaşamaya başlaması ardından, kentsel alanlara
yönelik sürdürülebilir gelişme politikalarında ekosistemler tarafından sunulan
servislerin devamlılığı konusuna dikkat çekilmektedir. Özellikle plansız ve hızlı
kentleşmeye bağlı olarak ekosistemlerde hızlı bir değişim yaşanmakta olduğu ve
ekosistemler tarafından sunulan ve insan yaşamı ile refahını doğrudan etkileyen
bu servislerin kentleşmenin baskısıyla tehdit altında kaldığı vurgulanmaktadır.
Ülkemizin kentsel nüfus büyüklüğü açısından 1. sırada yer alan ili olan
İstanbul’da da benzer hassasiyetler söz konusudur. Kentleşmenin sosyal,
ekonomik ve yönetimsel dinamikleri, ekolojik sistemler üzerinde önemli değişim
ve baskılar yaratabilmektedir. İstanbul’un mekansal planlama kararları ile ya da,
plan kararlarından bağımsız geliştirilen büyük yatırımların/projelerin gelecekte
doğal alanlar üzerinde yaratabileceği risklerin bu günden değerlendirilmesi
gerekmektedir. İstanbul’un kuzeyinde, ya da güneyinde; Anadolu ya da Avrupa
Yakası’nda söz konusu olan mega yatırımların/projelerin mekansal planlama
kararları ile ilişkisinin irdelenmesi ve bu kararların ekosistem bütünselliği ile
ekolojik planlama ilkeleri perspektifinden değerlendirilmesi günümüzde aciliyet
taşımaktadır. Bu kapsamda 11 Ekim 2013 tarihinde İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir
ve Bölge Planlaması Bölümü tarafından gerçekleştirilecek olan ön-çalıştayda
97
konu ilgili yerel yönetim teknik personeli, STK temsilcileri, akademisyenler ve
lisansüstü öğrencilerinin katılımıyla tartışmaya açılacak ve ön-çalıştay sonuçları
7. İstanbul Buluşmaları’nın III. Oturumunda paylaşılacaktır. 22 Ekim’de
gerçekleştirilecek olan ve İstanbul’un doğal alanları ile ilgili III. Oturumda;
 İstanbul’un sahip olduğu farklı habitatlarda yaşanan kentleşme
baskıları ve tehditler ile biyolojik çeşitliliğin karşı karşıya bulunduğu
risklerin değerlendirilmesi,
 İstanbul’un temel doğal alanları içinde değerlendirilen su havzaları,
ormanlar, sulak alanlar, kıyılar ve meraların kentleşme baskıları, plan
kararları ve mega-projelere bağlı olarak değişiminin irdelenmesi,
 Çevre hukuku bağlamında İstanbul’un doğal alanlarının ele alınması,
ve
 İklim değişikliğine kentsel uyum bağlamında İstanbul’un doğal
alanlarının önemi
konuları ele alınacaktır.
98
SUNUCU- Hoş geldiniz. Sayın Ömer Aykul, Sayın Zerrin Bayraktar,
Sayın Neriman Özhatay, Sayın Doğanay Tolunay’ın konuşmacı olarak yer
alacağı 3. Oturumu başlatmak üzere Oturum Başkanı Sayın Azime Tezer’i
sahneye davet ediyorum.
AZİME TEZER- Herkese günaydın. İstanbul Buluşmalarının ikinci
gününe hoş geldiniz. İstanbul Buluşmalarının başlangıcından itibaren içinde
bulunan, rol alan bir öğretim üyesi olarak öncelikle toplantıyla ilgili konuşarak
başlamak istiyorum. İstanbul’un üç ana üniversitesinin şehir planlama bölümleri
tarafından ve Plancılar Odasının koordinasyonunda hazırlanan bu toplantının
çok anlamlı ve çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Özellikle dünkü
oturumlardan sonra da bir kere daha böyle bir şeyin yapılmış olmasından ve
içinde bulunmaktan ne kadar mutluluk duyduğumu sizlerle paylaşmak isterim.
Bugünkü katılımcılara da sizlerin huzurunuzda bir kere daha katıldıkları ve
davetimizi kabul ettikleri için kendilerine teşekkür etmek istiyorum.
Dünkü toplantılarda bazı başlıklar konuşulmuştu. Bugün İstanbul’un
doğal alanlarıyla ilgili sorunları, gündemdeki ‘mega proje’ lerin doğal alanlara
olan etkilerini birlikte gündeme getirmeye ve farklı boyutlarını tartışmaya
çalışacağız. Panel öncesinde yapılan çalıştaylardan bahsedilmişti. İstanbul
Teknik Üniversitesinin bu kapsamda yaptığı ön toplantının sonuçlarını sizlerle
paylaşmak istiyorum. Toplantı öncesinde bir ön Çalıştay düzenledik. Maalesef
günün kritikliği nedeniyle beklediğimiz düzeyde katılım olmadı. Yine de çok
önemli konuların tartışıldığını, gündeme getirildiğini ve sizlerle bunları
paylaşmamızın çok faydalı olacağını düşündüğümüz noktaların konuşulduğunu
belirtmek isterim. Sizlerle bu ön Çalıştayın çıktılarını paylaşmak istiyorum. Ek
olarak her bir oturumun tema tanıtımı ve içinde belirlenmiş bazı konu başlıkları
bulunmakta. Sorular veya burada tartışılmasını beklediğimiz konular mevcut.
Panele ön Çalıştayda yapılan bazı değerlendirmelerin faydalı olduğunu
düşünüyorum. Bu nedenle hızla tartışma konularını sizlerle paylaşacağım.
99
Sonrasında her davetli konuşmacımızı dinleyeceğiz. Konuşmacılarımızın 20’şer
dakikalık süreleri var ve ardından bir öneriler kısmı bulunmakta. Öneriler
bölümünde konuşmacılarımız kendileriyle ve sunumlarıyla ilgili önerilerini
yapacaklardır. Ardından sizlerin sorularıyla oturumumuzu tamamlayacağız.
Çalıştay ön duyurusunda yer verdiğimiz ‘bahsedilebilecek doğal alanlar’
söylemi belirtildiğinde İstanbul’da akla gelen öncelikli konular bulunmakta.
Ormanlar öne çıkıyor olabilir, ama bu doğal sistemi bir bütün olarak
düşünmemiz gerekmektedir. Sistem içerisindeki elemanların bütün ve birbirleri
üzerine etkilerini analiz etmemiz gerekmektedir. Mekan planlama açısından çok
önemlidir. Ama belirsizlikleri ve birbiri üzerine etkileri olması nedeniyle mekanlar
komplike sistemlerdir. Bu nedenle çok yönlü düşünülmelidir. Beklenen etkiler ve
belirsizlikler ya da bilemediğimiz, öngöremediğimiz etkiler söz konusu olabilir.
Bu nedenle ‘doğal alanlar’ denildiğinde çok yönlü düşünmemiz gerekir.
Mega projelerle ilgili olarak İstanbul’da şu an gündemde olan büyük
projelerin etkileri konusunda hangi konuları dikkate almak gerekir diye
sorduğumuzda katılımcılarla aslında çok farklı konular gündeme geldi.
‘Uluslararası mevzuat, yasalar veya uluslararası kurum ve kuruluşlarla
bağlantılı olarak bu konular nasıl değerlendirilmelidir veya bunların etkisi nasıl
olabilir? Bu araçları kullanarak nasıl daha farklı bir yöne götürebiliriz?’ gibi
sorular gündeme geldi. Temel sorunlardan bir tanesi olan yerel yönetimlerin
merkezi idare uygulamalarıyla ilgili olarak yeterince etkin olmaması veya
yeterince aktif rol almamaları ele alındı. Artık kamuoyunda ‘önünde-sonunda
nasılsa oluyor’ şeklinde çok yaygın bir kanı var ve bu durum yeterli ve gerekli
tepkilerin zamanında verilmesiyle ilgili konularda inancı kırmakta. Başka bir
saptamaya değinecek olursak: Projeler çok hızlı hazırlanırken tepkiler o kadar
hızlı gelişmiyor. Kamusal alandaki projelere kentsel muhalefetin oluşma süreci
gerçekten çok zaman alan bir konu ve bu oluşum esnasında yasal süreç devam
etmekte. Projeler yapılıyor ve tamamlanıyor. Tamamlama sonrası yasal süreç
100
bir karara varıyor ve onu anlamsızlaştırıyor. Hukuki süreç devam ederken
yapılan uygulamalar, ‘olan olmuş’ şeklinde kanaatlere neden olmakta.
Sivil toplum kuruluşları bir şekilde sürecin dışında bırakılmaya çalışılıyor.
Örneğin, imar planı tadilatlarının artık odadan onaylı olması gibi bir gereklilik
istenmiyor. Diğer taraftan çıkarılan yeni yasalarla, kır ve kent, yani doğal alan
ağırlıklı bir alanla daha yapılaşmış kentsel çevre arasındaki farklılaşmayı
ortadan kaldırıyor. Yasalarla kırsal alanlar kentsel alanın parçası haline
getiriliyor ve ikisi arasındaki fark ortadan kaldırılmış oluyor ve bu alanları
kimliksizleştiriyor. Kentsel dönüşümde mevcut yapıda rehabilitasyon tekniği pek
tercih edilmiyor. Bunun yerine yıkıp yeniden yapmayı tercih ediyoruz. Böylece
bir taraftan atık üretmiş oluyoruz, bir taraftan da yapısal çevreyle ilgili kentsel
hafızayı ve oradaki somut, soyut hafızayı ortadan kaldırmış oluyoruz.
Uygulamalarda bu tip kayıpların olduğu çalıştayda belirtildi.
Dün yapılmış olan toplantılarda kentsel dönüşümle ilgili olarak özellikle
iki temel konu bulunmaktaydı. Bir tanesi kentsel dönüşümün temel gerekçesi
olan deprem riskiyle ilgili alanlarda mı oluyor sorusuna verilen cevapları
içermekteydi. Çok ciddi oranda en riskli alanlarda geliştirilmediğini toplantılarda
da belirtilmişti. Diğer taraftan kentsel dönüşüm uygulamalarında rezerv alan
konusu gündeme getirildi. Rezerv alanlar kentin hassas alanlarında ortaya
çıkabilecek bir uygulamayı beraberinde getirebiliyor diye konuşulmuştu. Ek
olarak bir balayı durumundan bahsedilmiş ve bu balayı durumunun kentsel
ortamda sadece alan ve satanla mı ilgili olduğu gündeme getirilmişti.
Toplantıda belirtilen bir diğer nokta İstanbul’un tarihsel geçmişi içinde
aslında büyük projelere alışık olduğuyla ilgili bir değerlendirmeydi. Ülkenin en
önemli metropolü, en önemli kaynaklarının biriktiği ve yığıldığı bir alan olması
nedeniyle İstanbul bu tür büyük projeleri yaşayacak ve tabii ki İstanbul en büyük
projelere ve deneyimlere sahne olacaktır. Bu deneyimler yaratıcılıkla ya da
kentsel yaşam kalitesiyle ilgili olabilir. Fakat dünyanın geldiği noktada,
101
İstanbul’un karşı karşıya olduğu gelecekle ilgili risklerin de dikkate alınarak bu
yatırımların değerlendirilmesi acilen gerekmektedir.
Oturumda kültürel ve doğal miras olarak geçmişin ve estetiğin ‘kıymeti
harbiyesi’nin olmadığı belirtilmişti. Kültürel ve doğal mirasların değerlerinin
ekonomik değerleri kadar öncelikli olmaması nedeniyle önem taşımadığı
düşünülebilir. Yine belirtilen noktalardan bir tanesi de geçmiş imar uygulamaları
ve halkın günlük hayattaki kullanım tepkileriydi. İstanbul’daki en temel imar
faaliyetlerinin 1960’lara gelinen süreçte Adnan Menderes döneminde olduğu ve
bunlarla ilgili olarak kimi durumlarda şehirde yaşayan kentliler tarafından
onaylandığı belirtilmişti. Bu doğrultuda acaba üçüncü köprü de açılsa ve
bittikten sonra iyi ki bu üçüncü köprü buradan geçti diyecek miyiz ya da bunu
kim der veya hangi koşullarda bu denilir? Bu soruyu sizinle paylaşmak istedim.
Toplantının sonuna doğru umut veren bir söyle olmuştu. Bu ‘Ne olursa olsun
Ahmet buna izin vermez’ söylemiydi. Peki, Ahmet kim? Karacaahmet. Halkın,
bizlerin ve hatta Taksim Gezi olayları düşünsel sürecinin ilişkilendirildiği bir
durumda duyarlılığımızın ve bu konularda ‘dur’ diyebilecek tek organın bizler
olduğunun vurgulandığı bir değerlendirmeydi
Doğal alanlarla ilgili konuşmaları ve tartışmayı yapacağımız noktada ben
İstanbul’la ilgili birkaç slaytı sizlerle paylaşmak istiyorum. Üçüncü köprünün
geçtiği güzergâhı görmektesiniz ve bu güzergâhın İstanbul’un anayasası olan
çevre düzeni planı üzerinden geçirilerek gösterilmiş hali. Çevre düzeni planının
parçası olmadığını biliyorsunuz, bu karar ÇDP’ den ayrı olarak, merkezi
hükümetin tasarrufu altında geliştirilmiş olan bir uygulamadır. Burada görüldüğü
üzere güzergâhın çok ciddi bölümünün İstanbul’un orman alanlarından geçtiğini
ve önemli bir oranda da tarım alanlarından geçtiğini görüyoruz. Bu oranları
yüzdeleştirirsek güzergâhın yaklaşık yüzde 33’ü orman alanlarından, yüzde
24’ü tarım alanlarından geçmektedir. Güzergâhın etkisinin alanda nerelere
geldiğini ve nasıl bir etki yarattığını görmektesiniz. Konu ile ilgili yapılan
102
değerlendirmeler bulunmakta. TEMA bu konuda bir Çalıştay düzenledi ve Şehir
Plancıları Odası tarafından yapılan değerlendirmede belirlenmiş 10 noktayla
ilgili cevap niteliğinde hazırlanmış bir çalışma bulunmakta.
Kanal projesi bir başka önemli etki yaratabilecek olan projelerden bir
tanesi. Biliyorsunuz kanal projesi sadece kanal ile alakalı konuları içermiyor.
Köprü, kanal, üçüncü havaalanı projeleri birbirleriyle entegre edilmesi gereken
projelerdir. Çünkü birbirleriyle ilişkili projelerdir. Şematik olarak ifade edilmiş bu
görselde iki tane kanal görüyorsunuz. İlk gündeme gelen kanal doğuya doğru
kaydırıldı ve Küçükçekmece Gölü, Sazlıdere’den kuzeye, Karadeniz’e bağlanan
bir güzergâhı oluşturdu. Daha öne çıkmış olan bu güzergâhta ise üç parçalı
durum söz konusu. Buradaki karayolları bağlantıları, köprüler ve bağlantı yolları
doğal yapı ve ekosistem üzerinde kuzey-güney ve doğu-batı doğrultulu
parçalanmalar yaratacaktır. Proje ciddi bir fragmantasyon yaratmanın yanı sıra
buradaki ekosistem üzerinde yakın ve uzun vadede bu alanların doğal
işlevselliği açısından çok ciddi riskler yaratabilecektir.
Bahsedilen bir başka uygulama : Yenikapı dolgu alanı. Benzer şekilde
Maltepe dolgu alanı da yine kritik doğal alanlarla ilgili kritik etkiler yaratabilecek
olan uygulamalar. Bu grafikte İstanbul’da yapılan kentsel dönüşüm ya da
planlanan kentsel dönüşüm uygulamalarıyla doğal risklerin bulunduğu alanları
göstermektedir. Çok ciddi oranda aslında doğal riskli alanlar üzerinde herhangi
bir şey yapılmadığını, bunun aksine kentsel dönüşüm alanlarının aslında bu
alanları içermediğini, hatta kimi yerlerde ekolojik açıdan riskli bulunan bölgeler
üzerine yoğunlaştığını da görebiliyoruz. Varsayımsal olarak kuzeydeki yeni
şehirler olursa, kanal geçerse ve ona bağlantılı olarak tarım alanları civarında
yapılaşmalar oluşursa, bu yollar boyunca gelişmeler artarsa, İstanbul ne hale
gelebilir, yapılaşma nasıl artabilir bu projeksiyonda bunu görmekteyiz. Temel
konu projelerin insan yaşamına sunduğu faydaların uzun vadede doğal alanları
çok ciddi olarak risk altına atmış olduğudur. Ekosistem servisleriyle ilgili olarak:
103
Temelde kaynak sağlama, düzenleyici işlevi, destekleyici işlevi ve kültürel işlevi
olmak üzere 4 temel işlevden bahsedilir
Asıl olarak vurgulamak istediğim konuyu görmektesiniz. Burada arazi
örtüsünün bize sunduğu ekolojik işlevlerle, saymış olduğum 4 temel işlevle
ilişkili olarak iki tanesi dikkate alınıyor. Kaynak sağlama ve düzenleyici işlevleri
en temelde projelerin etkilerinin TL cinsinden değerlendirmediğimizde katkı
sağlamaktadır. Bu açıdan baktığımızda arazi örtüsündeki en kritik ve yoğun olan
bölgenin en fazla katkıyı verdiği arazi örtüsü iğne yapraklı ormanlar
oluşturmakta. Sonuç olarak bilimsel verilerle en fazla işlevi ve katkıyı veren arazi
örtüsü orman olarak görülüyor. Bunu paylaşmak istedim ki, neden ormanlara
takıyoruz merak edilirse diye. Çünkü bu alanlar hassas ve en fazla katkı veren
alanlardır.
Bu çerçevede konuşmacılarımızı ve bu konular üzerine belirlenmiş
sorular üzerinden yapacakları değerlendirmeleri alabiliriz. Öncelikle hocamızı
Sayın Prof. Dr. Neriman Özhatay’ı davet etmek istiyorum. Kendisi İstanbul
Üniversitesi Farmasötik Botanik Anabilim Dalı öğretim üyesidir.
Prof. Dr. NERİMAN ÖZHATAY- Günaydın. Bugünkü konuşmamda
Doğal alanların İstanbul için değerini anlatacağım. Doğal alanların neler
olduğundan ve doğal alanlarda bulunan otsu bitkilerden söz edeceğim. Orman
ve ağaçları nispeten daha rahat görüldüğü ve daha az sayıda tür içerdiği için
hem değerlerini biliyoruz, hem de onları tanıyoruz. Ama otsu bitkiler küçüktür,
bazısı 5-10 cm.’yi geçmeyen bir kısmı soğanlı, bir kısmı tek yıllık, bir kısmı çok
yıllık çalı şeklindeki bitkilerden oluşmaktadır. Bunları içeren doğal alanlar
İstanbul’da nerelerde yoğunlaşmıştır ve İstanbul’un biyolojik çeşitlilik açısından
kayda değer bir zenginliğinin olup olmadığına değineceğim.
43 yıldan beri, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik
Botanik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olarak çalışmaktayım. Anabilim dalımızda,
Ülkemizin Tıbbi Bitkileri ile özellikle de içinde bulunduğumuz yörenin doğal
104
bitkileri hakkında geniş araştırmalar yapılmaktadır. Tıbbi bitkilerle çalışmaya
başlayınca ülkemizin ve özellikle de içinde bulunduğumuz yörenin doğal bitkileri
hakkında geniş araştırmalar yaptık. Bu çalışmaların sonucunda elde ettiğimiz
bilgilerin
Doğa
ile
ilgili
Sivil
Toplum
Kuruluşları
ve
öğrencilerimin
aydınlatılmasına çok önem veriyorum. Farkındalık yaratmanın korumanın ilk
adımı olduğunu, tanımadığınız herhangi bir şeyi koruyamayacağınız için bu
konuda çok sayıda kitap çıkarmanın, yayın ve konuşma yapmanın da önemi
olduğunu söylemek istiyorum. Sunumumda bitkileri tanıtırken onların bilimsel
adlarını varsa Türkçe adlarını vereceğim. Bu bitkileri sadece bilimsel adları
(Latince) ile değil fotoğraflarla tanıtmak akılda daha kalıcı olmasını
sağlayacaktır. Bu nedenle sunum İstanbul doğal bitkilerinin çok sayıda renkli
fotoğrafını içermektedir. Size İstanbul un eşsiz zenginlikteki florası hakkında
sınırlı zaman içinde bilgi verebileceğimi ümit ediyorum.
Fotoğraflarını göreceğiniz bitkiler İstanbul’un sessiz güzelleri: Soğanlı
bitkiler, orman içinde yetişen çeşitli bitkiler, sahil kumullarında sulak alanlarda
yetişen bitkilerdir.
26 asırlık geçmişiyle İstanbul, yüzlerce kez kendini kuşatma altında
bulmuş bir kent. Slavlar, Grekler, Romalılar, Hunlar, Bulgarlar gibi pek çok
millet, bu güzel kenti işgal etmeyi istemiştir.
İstanbul'un yaşama biçimi, bu kuşatmalar ve işgallerin yüzyıllar
öncesinden gelen etkileriyle şekillenmiştir.
Bugün İstanbul yeniden kuşatma atında. Bu; kentin çeşitliliğini artıran,
ona kültürlerin zenginliğini taşıyan bir kuşatma değil. İstanbul bugün kentin
değerlerini tehlikeye sokan hızlı nüfus artışının neden olduğu bir kuşatmayla
karşı karşıyadır. İstanbul yaklaşık 13 milyon kişiye ev sahipliği yapmaktadır ve
nüfusu her sene yaklaşık yarım milyon kişi artar. Bu büyük rakamlarla İstanbul,
Avrupa'nın en hızlı büyüyen ve dünyanın en kalabalık mega şehirleri arasında
yer alır. Türkiye’nin toplam nüfusunun % 18,2’si (13.624.240 kişi) İstanbul’da
105
ikamet etmektedir
Yüksek nüfus; konut, endüstri, iş sahaları, yollar, kanalizasyon, yeni
yapılaşmalar ve benzeri faaliyetler doğal alanlarımızı etkilemektedir. Kanal
İstanbul, üçüncü boğaz köprüü, üçüncü havalimanı gibi projeler, doğal alanları
tehdit etmesi İstanbul’daki yaşam kalitesini düşürecektir. Hepsinden önemlisi
bu faaliyetler, araziye olan talebin artışı anlamına gelir. Bu taleplerin
karşılanması için İstanbul'un; doğal kuzey ormanları, uluslararası öneme sahip
fundalıkları, kumul alanları, sulak alanları gibi doğal değerlerini barındıran
alanları-geri dönülmez şekilde yok edilmektedir. Sonuç olarak; nadir türler yok
olma, yaygın türlerse azalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. İstanbul' un
büyümesi kontrol altına alınmadığı takdirde, kentin doğal peyzajı haritadan
tamamen silinecek ve yaşam döngüsünde gerekli olan bitki türlerinin nesli
tükenecektir.
21. yüzyıl, İstanbullular için farklı bir yaşam biçimi umudunu da
beraberinde getiriyor. İnsanlar yaşamak için; doğal zenginliğe sahip, daha
düzenli, daha temiz ve ekolojik sağlıklı bir ortamı tercih edecekler. İhtiyaçlarını,
akılcı yollarla ait oldukları doğanın kaynaklarına ve çeşitliliğine zarar
vermeksizin belirleyeceklerdir.
Günümüzde, insanlar doğal ortamlarla iç içe yaşamak istiyor, bu
gereksinimi karşılamak için, bütün projelerde öncelik doğaya verilmelidir. Peki,
İstanbul’daki doğal alanlar nerelerdedir? Hangi bitkiler adeta İstanbul’un
simgeleridir?
İstanbul Kardeleni: hepinizin adını sık sık duyduğunuz soğanlı bir bitki
türü. Kardelen adı günümüzde artık çok sık rastladığımız bir isim ve çiçek adı
dışında çok kullanılmaktadır. İstanbul’un adını alan, Anadolu yakasında
özellikle orman altlarında, açıklıklarında yetişen İstanbul kardeleni (Galanthus
plicatus subsp. byzantinus) .
106
Fotoğraf 1: Galanthus plicatus subsp, byzantinus
Erguvan (Cercis siliquastrum) İstanbul’da yetişen doğal bir ağaçtır adeta
İstanbul’un simgesi olmuştur. Nisan-Mayıs aylarında yapraklarından önce açan
çiçekleri ile Boğaziçi’nin sırtlarını süsler.
Fotoğraf 2: Cercis siliquastrum
İstanbul’un bu doğal çiçekli bitkileri ile eğreltilerinin zenginliğini
göstermek için sayılarla il değil ülkeler ile karşılaştırarak belirtebiliriz. İstanbul
5353 km2, 2500 çeşit çiçekli bitkiye ev sahipliği yapmaktadır. Görmekte
olduğunuz grafikte sarılar yüzölçümü, yeşiller sahip olduğu otsu bitkiler ve
eğreltiler. Yanında İngiltere var. İngiltere’nin büyüklüğü 250 000 km2, 1 850
107
civarında bitki türü bulunmakta. Diğer Avrupa ülkeleriyle, komşularımızla,
Yunanistan’la,
İran’la,
hepsiyle
karşılaştırabiliriz.
Türkiye
bu
ülkelerle
kıyaslandığında sahip olduğu olağanüstü çeşitlilik ortaya çıkıyor. 10 000 kadar
doğal bitki türü ile Ülkemiz florası kıta flora ile karşılaştırılabilirken; İstanbul da
ülkelerle, karşılaştırılamayacak kadar büyük bir doğal bitki zenginliğine sahiptir
Bir bölgedeki otsu bitkilerinin adedi tabii ki önemli, ama adedinin yanında
nadir ve endemik bitkileri, yani lokal olarak yetişen, yetiştiği alanları sınırlı olan
bitkilerinin çokluğu da o floranın önemini göstermektedir. İstanbul’da 45
endemik bitki çeşidinin Türkiye için endemik bunların 20 tanesi ise İstanbul
dışında dünyada başka bir yerde doğal olarak yetişmeyen türlerdir. Özetle bu
bitkilerin yaşama alanları tahrip edilirse bu türlerde yeryüzünden yok
olacaklardır.
İstanbul florasının bu denli zengin olmasının nedeni ise, iki kıta arasında
oluşu, kuzeydeki iklim ile güney bölümdeki iklimin farklı oluşu, deniz
seviyesinden – Aydos Dağı’na kadar değişen çeşitli yükseltilerin oluşu, sulak
108
alanları gibi tüm bu topografik yapı ve farklı habitatların bulunuşudur. İstanbul’un
doğal yaşam alanları (habitatlar) nelerdir ?
Kıyı Kumulları
Kıyıdaki kumullar çok özel bir yaşam ortamıdır, yazın 40 derece
sıcaklıkta ayağınızı bile basamadığınız yerde bazı bitkiler ve hayvanlar
yaşamlarını sürdürmektedir. Bu zor şartlara adapte olmuş bitkiler sadece o
bölgede, kıyı kumullarında yetişirler.
Ancak İstanbul’da kıyı kumullarının yaklaşık %80’i turizm ve yazlık evler
nedeniyle kaybedilmiş durumdadır.
Convolvulus persicus, Kıyı kumullarındaki bazı türlerin fotoğrafları; : bir
sarmaşık türü, Kilyos kumulları doğal ortamlarıdır. ‘Kum zambağı ‘Ağustos
ayında kumullarda çiçek açan, soğanlı bir bitkidir Şile’den çekilen bu fotoğrafta
Kuzey Anadolu kıyıları boyunca yetişir endemik değildir. Güzel kokulu bu
zambak bitkisi kıyılarımızın süsüdür.
Fotoğraf 3: Pancratium maritimum
109
Fotoğraf 4: Convolvulus persicus
Bazı bitkiler İstanbul’un veya İstanbul’un ilçelerinin adını almıştır.
Örneğin bu, Kilyos peygamber çiçeği ‘‘Centaurea kileae ‘ tür adını Kilyos’un eski
adı olan kileae’dan alır.
Fotoğraf 5: Centaurea kileae
Fotoğrafını gördüğünüz: ‘Peucedanum obtusifolium’ Yabani kereviz
İstanbul sahillerindeki kumullar üzerinde yazın sonlarında çiçek açan bir diğer
endemik tür’dür.
110
Fotoğraf 6: Peucedanum obtusifolium
Boğaziçi Keteni ‘Linum tauricum subsp. bosphorii’ yine kumullarda
yetişen ve adını da Boğaziçi’nden alan bir keten türüdür.
Fotoğraf 7: Verbascum degenii
111
Bu bitkilerin bir kısmı tıbbi bitkilerdir. Örneğin Sığırkuyruğu ‘Verbascum
degenii ‘Kilyos ve Şile’de kumulla kara arasında yetişen endemik ve tıbbi değeri
olan bir türdür.
Ormanlar İstanbul’da geniş yayılışa sahip önemli bir doğal yaşam
alanlarıdır. Yapraklarını döken ormanların altında özellikle bazı otsu bitkilerin,
soğanlı bitkilerin, önemli endemiklerin yetiştiğini vurgulamak isterim.
Örneğin İstanbul kardeleni ‘Galanthus plicatus subsp. byzantinus, melez
kardelen ‘ Galanthus x valentanie , Karadeniz siklameni ‘Cyclamen coum
‘Turuncu renkli Peygamber çiçeği’, Centaurea hermannii, bir diğer güzel çiçekli
bitki türü ise İstanbul Şakayığıdır, endemik olmayan bu şakayık türü Çatalca
ve Şile ormanlık alanlarda, orman açıklıklarında Mayıs ayında kırmızı renkli
çiçekler açan bir türdür. İlk örnekleri İstanbul’dan toplandığı için İstanbul
şakayığı olarak bilinir. Paeonia peregrina bilimsel adı ile tanınan tür Kuzeybatı
ve Batı Anadolu yaygındır. Maki araları ve orman açıklıklarının bir diğer önemli
bitkisi salep türleridir. Terkos ve Şile çevreleri bu türler bakımından çok
zengindir.
Sulak Alanlar
Değinmek istediğim bir diğer doğal alan sulak alanladır. Sulak alan
habitatlarına; göller, bataklıklar, dereler, geçici durgun sular girmektedir. Sulak
alanlar dünyada çok ciddi tehlike altındadır.
İstanbul’un sulak alanlar
uluslararası öneme sahiptir ve aşırı tehdit altındadır. Türkiye’nin de 1984 yılında
imzaladığı Bern Sözleşmesi gereği sözleşme ekindeki listede bulunan bitkileri
ve onların yaşam alanlarını korumak zorundayız. ‘Trapa natans’, su kestanesi,
bu bitkilerden birisidir.
Bu bitkinin yetiştiği her yeri, her alanı Türkiye Cumhuriyeti korumak
zorunda, ama böyle olmuyor tabii.
112
Fotoğraf 8: Trapa natans
Bir diğer su ve Bern sözleşmesi ekinde yer alan tür Salvinia natans’dır.
Fotoğraf 9: Salvinia natans
Soğanları yurtdışına ihraç edilen göl soğanı ‘Leucojum aestivum’ dur.
113
Bugün Bulgaristan’da Alzheimer’a karşı bir ilaç elde ediliyor baraj altında
kalacak olan birçok bölgede ve Terkos civarında bu bitki yetişmektedir.
Fotoğraf 10: Leucojum aestivum
Fundalıklar, bir diğer çok önemli yaşama alanıdır ve İstanbul’un
fundalıkları Avrupa’da ve dünyada çok önemli bir konumdadır. Fakat çok büyük
bir kısmını da, % 85, tahrip olmuştur. Bu durumun en önemli nedeni ise aşırı ve
plansız yapılaşmadır. Çalı şeklinde fundalar ‘Erica türleri’ ve onların yaşadığı
ortamdaki diğer bitkilerin tümüne fundalık ekosistemi adını veriyoruz. Bu sistem
çok nadir birçok bitkiyi içeriyor. Fundalıklarla birlikte mera alanları da önemli ve
bu alanlar artık İstanbul’da yok denilecek kadar azalmış durumda. Mera
Kanunumuz var, fakat uygulama yapılmamaktadır. Fundalık yaşama ortamına
adını veren funda türleri İstanbul’da ilkbaharda ve sonbaharda çiçek açan çalı
şeklinde. Erica arborea beyaz çiçekli olan tür ile Erica manipüliflora, erken
ilkbaharda pembe renkli küçük çiçekler açan halk arasında Püren olarak bilinen
türdür.
114
Fotoğraf 12: Erica manipüliflora
Fotoğraf 12: Erica arborea
115
Fotoğraf 13: Colchicum chalcedonicum
Fundalar arıların çok sevdiği, erken ilkbahar ve geç sonbaharda çok
çiçek olmadığı dönemlerde arıların ziyaret ettiği bitkilerdir. Dolayısı ile bal arıları
için fundalıklar ayrı bir önem taşımaktadır. Fotoğraflarla fundalıkların bitkilerine
göz atarsak bunlardan biri adını Kadıköy’den alan Kadıköy Çiğdemi: Colchicum
chalcedonicum
İstanbul’da yetişen yabani lale (Tulipa orphanidea) Anadolu yakasının
dağlık alanlarında doğal olarak yetişen ve ilkbaharda çiçek açan bir türdür.
Fotoğraf 14: Tulipa orphanidea
116
İstanbul’un bu nadir ve endemik türlerini tanıtmak ve korunması için
farkındalık yaratmak amacıyla Doğal Hayatı Koruma Derneği ile “HER DEM
YEŞİL İSTANBUL” adıyla bir proje yürüttük ve bir broşür yayınladık.
Şimdi bu çeşitli alanlarda yaşayan bitkiler İstanbul’un hepsi çok önemli,
ama bazı alanlar diğerlerinden daha önemli. Önemli Bitki Alanı (Important Plant
Areas) doğa korumada öncelikleri olan alanları belirtiyoruz ve Türkiye Avrupa’da
ilk önemli bitki alanlarını kitap halinde yayınlayan ülkedir, 2000 yılında
yayınlandı ve şimdi Avrupa’da 66 ülke önemli bitki alanlarını saptamış durumda.
Peki, önemli bitki alanları İstanbul’da hangi alanlar onları çok kısaca geçmek
istiyorum. İstanbul’da 7 önemli bitki alanı var:
1. Terkos,
2. Batı İstanbul meraları,
3 Ağaçlı,
4. Kilyos
5. Şile sahillerindeki kumullar
6. Kuzey Boğaziçi
7. Ömerli Havzası.
Şöyle bir düşünmenizi rica ediyorum. Biraz önce Azime Hocamızın
gösterdiği Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve de üçüncü havaalanı, hepsi bu
alanları tahrip eden yapılaşma ve rekreasyon çalışmaları. Terkos çevresi
İstanbul’un önemli bitki alanlardan biridir. Alanda 13 endemik bitki türü, 73
tehlike altında doğal bitki çeşidi ve Bern Sözleşmesi ile habitatlarını korumakla
sorumlu olduğumuz 10 türle İstanbul’un en önemli alanıdır. Maalesef Kanal
İstanbul’un yapımı ile etkilenecek bir alandır. Geçeceği güzergah; Sahillerdeki
kumul alanları, Ağaçlı kumullarını ve nadir güzel kokulu yabani şebboy gibi
birçok nadir türün yaşamını büyük ölçüde etkileyecektir. Aynı zamanda, bu
117
kumullar yeni inşa edilen havalimanı nedeniyle tahrip edilmiştir. Son dakikada
bazı önemli türlerin alandan taşınması gerçekleştirilmiştir. 10.000 kardelen
soğanı, gibi.
Kilyos kumulları ve Kilyos kumullarında yetişen bazı bitkiler ve 1940
yıllarında çekilmiş Kilyos’la ilgili bir fotoğraf, bugünküyle karşılaştırabilirsiniz.
Batı İstanbul meraları, Hadımköy veya Bahçeşehir, Küçükçekmece
civarları de yapılaşma ve kanal İstanbul projesi ile doğal peyzajın tamamen yok
olduğu alanlar olacaktır.
Kuzey Boğaziçi Önemli Bitki alanı Belgrat Ormanı ve boğazın iki tarafı,
üçüncü köprünün geçtiği alanlardır.
Ömerli Havzası Önemli Bitki alanı Formula-1 alanının yapımı ile çok
tahrip olmuştur. DHKD’nin bir kampanya ile “Formula-1, flora-0” konun önemine
dikkat çekmesine rağmen hem pistin inşaatı ve çevresine yapılan imar izni
olmayan villalar ile doğa tahrip edilmiştir. Formula-1 alanının bugünkü durumu
meydanda, kullanımı olmaması nedeniyle, tamamen boşa yapılmış bir yatırım
durumundadır.
Bu tip bir yapılaşmaya örnek olarak Olimpiyat Alanı inşaatını da
verebiliriz, doğa tahrip edilmiş korunması gereken alan ve burada ev sahipleri
olan doğal bitkilerin habitatları tahrip edilmiştir İstanbul’da Türkiye’nin nadir
türlerinden 240 türünün arasından, .41 türün dünyadaki en zengin popülasyonu
İstanbul’da, bulunmaktadır.
Tehditler nedir? Bugün İstanbul’un doğal alanları ve burada yetişen
doğal bitkiler için en önemli tehdit inşaatlardır. ÇED değerlendirmesi
yapılmadan yapılan yapılaşma ve diğer rekreasyonel etkinlikler çok özel floraya
sahip İstanbul’a zarar vermektedir şehrin doğal peyzajı ortadan kalkmaktadır.
Yerel ve merkezi yöneticilerin, planlamacıların ve uygulayıcıların bir arada
işbirliği içinde bilimsel verilere dayanarak birlikte çalışması İstanbul’un doğal
118
alanlarının korunması için şarttır.
Dinlediğiniz ve İstanbul’un bu olağanüstü bitki zenginliğinin korunması
için gayret göstereceğiniz için teşekkürler.
AZİME TEZER- Teşekkürler. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinde
öğretim üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ı davet ediyorum.
Prof. Dr. DOĞANAY TOLUNAY- Teşekkürler Sayın Başkan. Prof. Dr.
Neriman Özhatay hocamızın anlatmış olduğu konulara ben de değineceğim,
fakat o kısımları daha hızlı geçeceğim. Özellikle mega projelerin İstanbul’un
doğal ekosistemlerine ne gibi etkileri olacak, bunun üzerinde durmak istiyorum.
İstanbul’daki doğal alanlar ve ekosistemler nelerdir denildiği zaman akla
Neriman Hanım Hocamızın da anlattığı gibi ormanlar, kumullar, fundalıklar,
akarsular, göller gelmektedir. İstanbul’daki mevcut göllerimizin çoğu dalyan
göldür. Terkos, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Tuzla’daki Kamil Abduş Gölleri
bunlara örnek olarak verilebilir. Bu alanlar doğal varlıklarımızı oluşturmakta.
İstanbul’da sayılan bu ekosistemler haricinde Doğa Derneği tarafından
belirlenmiş önemli doğa alanları var. Ülkemizin tamamında 305 adet kadar olan
önemli doğa alanlarından 11’i İstanbul’da yer alıyor. Bunlar; Terkos Havzası,
Küçükçekmece Havzası, Büyükçekmece Havzası, Batı İstanbul Meraları Ağaçlı
Kumulları, Kilyos Kumulları, Boğaziçi, Ömerli Havzası, Pendik Vadisi, Şile
Kıyıları ve Adalar. Bunların neredeyse tamamı mega projelerden doğrudan
etkileniyor. İstanbul bitki çeşitliliği açısından oldukça zengin. İstanbul florasında
yer alan bitkilerden 40’ı Türkiye için, 23 tanesi ise İstanbul ve yakın çevresine
endemiktir. Bu endemik bitkilerin çoğu da projelerden etkilenecek önemli doğa
alanlarında yetişiyor.
Hızlı bir şekilde ormanlardan bahsetmek istiyorum. İstanbul’da 1971
yılında 264.800 hektar civarında olan orman alanları 2000’li yıllarda 240.300
hektara gerilemiştir. Bu durumun en büyük sebebi 1980 yılından önce orman
119
vasfını kaybetmiş olan 2B alanlarıdır. İstanbul’da 16.300 hektar kadar 2B alanı
mevcut ve İstanbul’un alanında ufak tefek değişiklikler olması nedeniyle de
orman alanında değişiklikler gözüküyor. İstanbul’un ormanları genellikle meşe,
kayın, gürgen gibi geniş yapraklı türlerden oluşmaktadır. İstanbul’da doğal
olarak yetişmiş iğne yapraklı türler yok diyebiliriz. Örneğin, Beykoz’da bir göknar
ormanı var, doğal mı, değil mi bilemiyoruz. Adalarda bulunan kızılçam
ormanlarının doğallığı hâlâ tartışılıyor. Çilingoz tarafında ise doğal karaçam
meşcereleri bulunmakta. İstanbul ormanlarının en önemli özelliği Karadeniz
boyunca Trakya’da neredeyse kesintisiz olarak Istıranca Dağlarına hatta
Bulgaristan’a kadar, Anadolu yakasında ise yine Karadeniz boyunda
Adapazarı’na kadar devam etmesidir. Bu ormanların kesintisiz olarak devam
etmesi yaban hayatı açısından son derece önemlidir. Parçalanmadan kalmış
kuzeydeki ormanlar yaban hayata geniş hareket alanları sunuyor. İstanbul
ormanlarının kuzeyde yer almasının başka bir avantajı da hava dolaşımı ile
alakalı. Kent güneyde, ormanlar kuzeyde yer alıyor. Hepimizin bildiği gibi
İstanbul’da hâkim rüzgâr yönü kuzey, ormanlarda üretilen temiz hava, oksijen
kuzey rüzgârlarının etkisiyle kentin üzerine geliyor ve kentteki hava sirkülasyonu
sonucunda kentte çok önemli hava kirliliği yaşanmıyor ve karbondioksitle
zenginleşmiş hava yerine oksijenle zengin hava geliyor. Bölgedeki ormanlar su
havzalarımız açısından çok önemli. Örneğin, bir zamanlar çeşme suyunun adı
Terkos suyuydu. Sazlıdere Barajı, Alibeyköy Barajı, Ömerli gibi su havzaları da
yine bu ormanlık alanlar içinde yer alıyor ve Azime Tezer Hocamızın bahsettiği
ormanın ekosistem hizmetleri, orman servisleri veya ormanın fonksiyonları
yağmur suyunun toprağa sızmasını sağlayarak suyun yüzeysel akışla
kaybedilmesini engelliyor ve su kalitesini arttırıyor. Bunların hepsi bu ormanlık
alanlar içinde yer alıyor.
İstanbul’da daha önce açıkladığımız gibi doğal ormanlar tamamen geniş
yapraklı ağaç türlerinden oluşuyor. Orman alanlarında en fazla meşeler hâkim,
meşelerin sapsız meşe, saplı meşe gibi türleri bulunmakta. Nemce daha zengin
120
Karadeniz’e yakın yerlerde gürgen, kayın gibi türler işin içine giriyor. Kestane
var. Örneğin, Belgrat Ormanında biraz daha güneye yakın kesimlerinde
kestaneler bulunuyor. Bunun haricinde dere içlerinde ıhlamur, söğüt, kızılağaç
gibi ağaç türleri var. Kuzeyde daha çok Karadeniz bitki örtüsüne yakın bitkilere
rastlanırken özellikle güneyde, Florya’dan başlayarak Sazlıdere’ye doğru
sokulan maki elemanlarını görebiliyoruz. Asya yakasında fundalıklarda veya
Kartal, Maltepe taraflarında yine maki elemanlarını görebiliyoruz. Ormanlarda
gördüğünüz her türlü ibreli ağaç ağaçlandırmayla gelmiş durumdadır. Kent içi
ayrı tutulursa ağaçlandırma çalışmalarında en çok sahil çamı, fıstık çamı,
karaçam ve az da olsa kızılçam kullanılmıştır. Kızılçamların çoğu 80’li yıllarda
soğuk nedeniyle dondu, bu nedenle çok fazla bulunmamaktalar.
Kıyılar önemli doğal alanlardandır. İstanbul’da neredeyse yerleşimlerin
olduğu yerlerde doldurulmamış kıyı alanı kalmadı. Bunun en büyük sebebi de
İstanbul içinde kamusal alanlar kalmaması, Yenikapı miting alanında olduğu gibi
kıyılar doldurularak yeni alanlar kazanılmaya çalışılmasıdır. İstanbul’da
ormanlarda izin, irtifak olarak adlandırılan uygulamalarla kamu yararı diyerek
birçok binaya ya da başka kullanımlara izin veriliyor. Ormanlara en fazla zarar
verecek üç tane büyük proje bulunmakta, bunlar üçüncü köprü, üçüncü
havaalanı ve kanal İstanbul projeleri. Bu projelerin doğal ekosistemlere ne gibi
etkileri var? Kamuoyunda ilk gündeme gelen konu ağaç kesimi konusudur.
Değişik gazetelerden Ağustos ayı tarihli fotoğraflar görmektesiniz. Fotoğrafın
altındaki açıklamada: “Bu üçüncü köprünün güzergâhı kesinlikle ormanlardan
geçmeyecek. Kuzeydeki taş ocaklarının olduğu yerden geçecek” diye
açıklamalar yapıldı. Çok az orman alanı kesilecek denildi, ama tahminen
kamulaştırma sorunları nedeniyle hemen taş ocaklarının kenarındaki ormanlık
alandan geçirildi. ve bu şekilde 3. Köprü bağlantı yolları için kesilecek orman
alanı 2.542 hektar kadar.
3. Köprü projesine ek olarak 3. havaalanı için de önemli miktarda ağaç
121
kesilecek. Toplam 2,5 milyon civarında ağaç kesileceği Orman ve Su İşleri
Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. 3. havaalanı ÇED raporunda proje
alanındaki 1,5 milyon kadar ağacın taşınacağı iddia edilmişti. 3. havaalanı proje
alanı 7.650 hektar, bunun 6.173 hektarı ise orman alanı. Köprü ve havaalanı
projelerinden İstanbul’un toplam orman alanının yüzde 3’ü kadar bir alan
etkilenecek. Tam rakam yüzde 2,74’tür. Bu kadar bir alanın insanlara sunmuş
olduğu oksijen üretme, karbon üretme, iklim düzenleme, rekreasyon gibi
özelliklerinden de faydalanamamış olacağız. Ağaçların taşınması konusunda
Eylül ayında Orman ve Su İşleri Bakanının bir açıklaması var. Artık taşıma
işleminin olmayacağı ortadadır. Çok kaba olarak hesaplıyorum, 1,5 milyon ağaç
taşınsa, bir ağacın taşıma maliyeti 1.000 lira olsa, 1,5 milyar lira yapar. Bu da
havaalanı ihale bedelinin %1-2’sine denk gelmekte. Ayrıca 1,5 milyon ağacı
taşımanız için 5.000 hektar alana ihtiyacınız var. İstanbul’da böyle bir alan yok,
kafanızda canlanması için söyleyeyim, Belgrat Ormanının olduğu kadar büyük
bir alana ihtiyaç var. İstanbul’da bu kadar bir alan kalmadı, zaten kalsaydı oraya
herhalde inşaat yapardık. Maddi olarak mümkün değil. Kaldı ki, orman
ekosistemdir. Ağaçları taşıyabilirsiniz, ama oradaki kuşları, diğer canlıları,
topraktaki canlıları, bitkileri taşıyamazsınız. En son açıklamalarda artık
ağaçların taşınmasından vazgeçildiği ve kesileceği de resmen açıklandı.
Havaalanı ÇED raporunda havaalanı sınırları içindeki ağaçların yanında
endemik bitkilerin de taşınacağı söyleniyor, ama köprü yapılırken üçüncü köprü
güzergahında hiçbir bitkinin, ağacın, vesairenin taşındığını görmedik.
Diğer açıklamalara da baktığımız zaman, biz burada kesiyoruz ama,
falanca yerde şu kadar ağaçlandırma yapıyoruz denilmekte. Bir kere kesilen
doğal orman, ağaçlandırmalar ise doğal orman değildir. Ağaçlandırmalar adı
üstünde ağaçlandırmadır, orman olması için en az 25-30 sene geçmesi gerekir.
Orman ne zaman deriz? Ağacın yanında ormanda yaşayan kuşların ve diğer
yaban hayvanlarının, hatta toprakta yaşayan canlıların oraya gelip, artık orada
ekosistem oluşturmasına kadar geçen bir süredir. En az 25-30 yıl geçmesi
122
lazım, dolayısıyla doğal ormanı kesip, ama biz şurada şu kadar ağaçlandırma
yapıyoruz demek de çok doğru bir yaklaşım değil.
Başka bir görüntü, belki bunu görmüşsünüzdür. 11 Ekimde hemen
bayramdan önce gazetelerde vardı: Boğazı geçen domuzlar. Bu domuzların
boğazı geçmesinin sebebi oradaki yapılan çalışmalar. Az önce de söylemiştim,
İstanbul’un kuzeyindeki ormanların en büyük özelliği parçalanmamış olması ve
Trakya’dan Kocaeli’ne kadar olan geniş bir alanda hayvanların rahat hareket
edebilmesi için yeknesak veya birbirine bağlantılı habitatlar sunmasıydı.
Buradaki 3. Köprü ve bağlantı yolları havaalanı gibi projeler yaban hayatını
oldukça tehdit ediyor, kaçabilenler kaçıyor, boğazı geçen domuzlar örneğinde
olduğu gibi. Ama kaçamayanları dar, küçük alanlara hapsediyorsunuz. Oradaki
yaban hayatının ileriki yıllarda örneğin, popülasyon dinamiklerinin bozulmasına,
suya ve besine ulaşmasına engel oluyorsunuz. Çok küçük alanlarda üremek
zorunda kalıyorlar ve bu durumda da insanlardaki yakın akraba evliliklerine
benzer sorunlar çıkıyor. Yeri gelmişken projelerin yapılacağı yerlerin kuş göç
yolları üzerinde olduğunu da belirtmek gerekli. Özellikle Terkos Gölü ile
Küçükçekmece gölü ve diğer su yüzeylerinde çok sayıda kuş konaklıyor.
İlkbahar ve sonbaharda 400 bini leylek, 200 bini yırtıcı kuş olmak üzere toplam
800 bin civarında kuşun İstanbul üzerinden geçtiği biliniyor. Türkiye’de 481 kuş
türü bulunmakta ve bunlardan 352’si İstanbul’da görülmüş. Sadece Kanal
İstanbul ve 3. Havaalanı etki alanında 245 kuş türünün (rastlantısal konuklarla
birlikte 265 türün) olduğu söylenebilir. Bu kuşlar hem projelerden olumsuz
etkilenecek, hem de uçak kazalarına neden olabilecektir.
Yine ormanlara dönelim. Daha önce yapılan yol inşaatları incelendiğinde
sadece yol güzergâhındaki ağaçların değil, yakın çevredeki ağaçların da inşaat
faaliyetlerinden etkilendiğini görüyoruz. Yol inşaatları sırasında çıkan tozlar
ağaçların yaprakları üzerinde birikiyor. Kesilmeseler bile ağaçlar bunlardan
zarar görüyor ve belli bir süre sonra kesmek zorunda kalıyorsunuz. Bir başka
123
etki de yol yarmalarının drenaj etkisi. Yol yarmalarından toprak içindeki su hızlı
bir şekilde drene olur. Topraktaki suyu kaybettiğiniz zaman da ağaçlar kurur.
Dolayısıyla sadece yolun geçtiği güzergahlar değil, yarın öbür gün çevresindeki
ağaçların da olumsuz olarak etkilenmesi söz konusu olabilir. Tabii bu kadar
büyük projeler için başka şeylere de ihtiyaç var. Taş ihtiyacı var, çimento ihtiyacı
var, kum ihtiyacı var, bunlar için yeni tesislerin kurulmasına ihtiyaç var. Yine
gazetelerden takip ettiğimiz kadarıyla 28 yeni tesis açılacak. Taş ve kum
ocakları gibi tesisler İstanbul’un hava kalitesini olumsuz olarak etkileyebilir. Yine
bu ocakların büyük bir çoğunluğu da orman alanlarında açılacak.
Projelerin hava kirliliği etkileri olacaktır. Örneğin halen hava kirliliği
sorunu olmayan yerlerde özellikle azotoksitlerin artacağı yönünde bir
modelleme çalışması yapılmış. Üçüncü Havaalanı ÇED raporuna göre sadece
dolgu esnasında 3,1 ton/saat toz emisyonu, 52,2 ton/saat CO emisyonu, 96,3
ton/saat SOx emisyonu, 4,7 ton/saat Pb, Zn emisyonu gerçekleşecek.
Kanal İstanbul’un geçeceği güzergâh orman alanlarına çok etki etmiyor,
ama en büyük etkisi su havzalarına olacak. Çünkü Kanal Sazlıdere Barajı
üzerinden Küçükçekmece Gölüne bağlanacak, Sazlıdere’yi kaybetmemiz söz
konusu. Üçüncü köprü bağlantı yolları ve üçüncü havaalanı da bazı su
havzalarının alanının küçülmesine neden oluyor. Örneğin Köprü bağlantı yolları
Büyükçekmece, Alibeyköy ve Ömerli su havzalarından geçiyor. Üçüncü
havaalanı ise Terkos Gölünün su yüzeyine 2 km kadar uzaklıkta. Yine havaalanı
Alibeyköy ve inşaatı devam eden Pirinççi Göletinin havzaları içinden geçiyor.
Kanal Terkos Gölünün hemen yanından Karadeniz’den açılacak. Bu durum da
havaalanı nedeniyle daralan havza daha da daralacak. Terkosun bulunduğu
yerde kumullar ve alüvyal alanlar olduğunu biliyoruz, yine kanalın drenaj
etkisiyle Terkos’un sularının azalmasına etkisi olabileceğini düşünüyorum.
Buna da çok dikkat edilmesi gerekiyor. Ayrıca benim uzmanlık alanım değil,
ama Cemal Saydam Hocadan dinlediğimiz kadarıyla bu kanalın açılması
124
halinde özellikle deniz ekosistemlerinde çok olumsuz etkileri olacağını ve
Marmara’nın biteceğini iddia ediyor Cemal Saydam Hocamız ve Karadeniz’i
havuza benzetiyor. Tuna ve diğer büyük nehirlerin buraya su getirdiğini, İstanbul
Boğazının ise suyu boşalttığını belirtiyor. İkinci bir delik açılırsa Karadeniz’deki
su seviyelerinin de azalacağını iddia ediyor ve Karadeniz’den gelen suların da
yapacağı akıntılarla Marmara’daki balık hayatını sona ereceğini iddia ediyor.
Terkos
Gölü
ile
Karadeniz
arasında
kumul
ağaçlandırmaları
bulunmakta. Bu ağaçlandırmaları olumsuz yönde etkilerseniz ve buraları
yerleşime açarsanız Terkos Gölünün kumul hareketleriyle dolmasına neden
olabilirsiniz. Terkos Gölü ve projelerden etkilenecek su havzaları çok önemli.
Bunları kaybetmemiz halinde İstanbul’un susuz kalması çok büyük ihtimal. İklim
değişikliği yaşandığı ve ülkemizde yağışların azalacağı yönünde oldukça
kuvvetli tahminler var. İstanbul’da 10-13 yıl arasında tekrarlanan kurak
dönemler vardır. En son 2007-2008’de yaşadık, önümüzdeki 5-6 yıl içinde
ekstrem kurak yıllar gelebilir. Böyle kurak bir dönemde su kaynaklarımızı
kaybetmemizin ne gibi olumsuz etkileri olabilir, bunu düşünmemiz gerekiyor.
Kanalın bir diğer olumsuz etkisi yaratacağı bir drenaj etkisi olacak.
Kanalın betonarme yapılması da söz konusu olabilir. Ama bu konuda
kamuoyuna çok fazla bir bilgi verilmedi. Kanalın betonarme yapılmaması
durumunda yüzey suları ve yer altı sularını kanalın drenaj etkisi ile
kaybedebiliriz. Beton atılmadan kanal yapılmasının diğer bir olumsuz etkisi de
yer altı sularının tuzlanması ihtimalidir. Beton kullanılması durumunda mono
blok bir beton yapının olası bir depremde ne olacağı sorusu akla gelmektedir.
Bu konularda ciddi araştırmalar yapılması lazım.
Projelerin dolaylı bazı etkileri de olacaktır. İkinci Boğaz köprüsünden
sonra gördüğümüz üzere bir yere yol götürürseniz -Anadolu’da da çoğu yerde
öyledir- yolla birlikte insan gider, insanın gittiği her yerde mutlaka yerleşim olur
ve doğal alanlar zarar görür. Dolayısıyla İstanbul’un kuzeyinde yerleşimlerin
125
artacağı söylenebilir. Nitekim Ağaçlı ve Çiftalan arasında kalan bölgenin
yerleşime açılacağı da ilan edilmiştir. Benzer şekilde Kanalın geçtiği bölgelerde
de fuar alanları, yeni uydu kentler yapılması gündemdedir. Bu yeni yerleşim
projelerinin de kentsel dönüşüm amacıyla yapılacağı açıklanmıştı. Projelerin
bulunduğu alanlardaki ormanlar için büyük tehdit var. Şahsa ait araziler pahalı
olduğu ve büyük rant getirdiği için yeni kamusal alanlar yaratamıyorsunuz. Bu
sefer ne yapıyorsunuz? Ormanlar bedava nasıl olsa diyerek, izin, irtifaklarla
üniversite, hastane gibi bir yapıların orman içine kurulmasına onay
veriyorsunuz.
Biliyorsunuz
Koç
Üniversitesi
bu
durumun
en
büyük
örneklerdendir. Alan hâlâ orman alanından sayılıyor, ama fiiliyatta artık orman
özelliğini kaybetmiş oluyor.
Planlamaya hiç girmeyeyim, zamanım kalmadı. Bakanın açıklaması var,
kuş göç yoluna rastladık, bu yüzden yolun güzergâhını değiştirdik diyor.
Dinleyiciler arasında Şehir Bölge Planlama Öğrencileri var herhalde. İkinci
sınıftan itibaren bir ekolojik planlama nasıl yapılır, ilk önce nelere bakılır herkes
biliyor olmalı.
Bir konuya daha dikkatinizi çekeyim: 2012 yılında köprü, Boğaziçi
Köprüsü rüzgâr nedeniyle kapatıldı. İstanbul Boğazı aynı zamanda bir rüzgâr
kanalı gibi çalışıyor, rüzgar hızı saatte 140 km’ye kadar çıkabiliyor. Dikkate
almışlardır herhalde projeyi yaparken, ama emin değilim.
ÇED konusu çok gündeme geliyor. Bu büyük projeler ÇED kapsamı
dışında bırakıldı. Havaalanın ÇED raporu var da Köprünün niye yok? Kanal
İstanbul için ÇED yapılacak mı yapılmayacak mı? konuları çok tartışılıyor.
Türkiye’de ısmarlama ÇED diye bir kavram var, duydunuz mu hiç bilmiyorum.
Türkiye’de günümüze kadar üç binin üzerinde ÇED raporu hazırlanmış, sadece
%1’i olumsuz çıkmış. Çünkü projeyi üstlenen firma ÇED’i kendisi hazırlattırıyor.
Başka bir ifadeyle parayı veriyor, parayı verdiği zaman da ÇED firması da parayı
ben oradan aldım deyip, ÇED’i olumlu yönde hazırlıyor. Olumsuz ÇED çok fazla
126
çıkmıyor. O nedenle projelerin ÇED kapsamı dışında bırakılması ya da içine
alınması üzerinde durmamamız gerekiyor. Çünkü ÇED kapsamına da alsanız
bir şekilde olumlu ÇED çıkacaktır. Yasa var, ama korumuyor. O nedenle ne
ÇED, ne yasa, çare Drogba diyorum. Teşekkürler.
AZİME
TEZER-
Çok
teşekkürler.
Şimdi
de
kuzey
ormanları
savunmasından Sayın Prof. Dr. Zerrin Bayraktar’ı davet ediyoruz.
Prof. Dr. ZERRİN BAYRAKTAR- Merhabalar, herkesi saygı ve sevgiyle
selamlıyorum. Biraz rahatladım, çünkü anlatacağım şeyleri hem Neriman
Hanım, hem de Doğanay Bey anlattılar. Ben dolayısıyla biraz daha rahat
olayım. Çünkü dün akşam on kere denedim, yarım saati buluyorum, şimdi
inşallah 20 dakikayı bile bulmadan bitireceğim. Tarih 29 Mayıs 2013,
hatırlayalım, çok yakın bir zaman, Başbakan Erdoğan İstanbul Sarıyer’deki
törende aynı gün İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılan fetih kutlamalarına atıfla
ecdadından aldığı ilhamı anlatıyordu ve bu ilhamla o törende İstanbul’a bir
zamanlar cinayet dediği, ama şimdi yarar sağlayacağını düşündüğü medeniyet
projesi olarak adlandırdığı üçüncü köprünün temelini atıyordu. Erdoğan aynı
törende Gezi Parkıyla ilgili de konuştu ve şöyle dedi: “Ne yaparsanız yapın, biz
kararımızı verdik. Oraya kışla yapılacak” Hatta tam hatırlamıyorum, ama AKM
de yıkılacak dedi. Yani hepsini birden söyledi. Sonraki günlerde Gezi Parkıyla
ilgili kararı verenlerin sadece kendisi olmadığını, bu kararı ne pahasına nasıl
sahip çıkıldığını yaşayarak gördük. Temeli atılan köprünün ayaklarının
bulunduğu Garipçe Köyü civarında Gezi sürecince yapılan bisikletli bir eylemle
başlayan bir hareket bugün çok sayıda forum, çevre örgütü ve demokratik kitle
örgütünün emek verdiği kuzey ormanları savunmasına dönüştü. Bu bir
organizasyon, bu topluluğu oluşturanlar, bizler üçüncü köprünün yapılmama,
ormanların talan edilmeme ihtimalini seviyoruz diyorlar ve bunun için de gezi
mücadelesini kuzey ormanlarına taşımaya kararlılar. Şimdi size bir video
göstereceğim. Onu kısacaktım ben, ama vaktim olduğu için tamamını
127
izleyebiliriz. Bu ormanda yapılan vahşeti size bütün boyutlarıyla gösterecek.
Bu üçüncü köprünün yapım alanında çekilmiş bir video. Ben 10 000
ağaç ektim diyor bakın, bu Şehir Plancıları Odasının raporunda belirtilen bir
husus. 350 milyar liralık bir gelir tahmin ediyorlar bu projelerden, yani para için
doğa yok oluyor. Şimdi ben size yine ara ara gerçi benim burada gösterdiğim
resimlerden pek çoğu gösterildi, onun için belki hepsini göstermeye gerek yok.
“10 soruda üçüncü köprü niçin yapılmamalı” şeklindeki çalışma biraz sonra
anlatacağım “üçüncü köprü yerine yaşam platformu” olarak onu biz el ilanı
şeklinde yapmıştık, ama bu gezi olayından sonra o resimlenerek medyada
dağıldı. Hatta CHP Genel Başkanı Kılıçtaroğlu her gün o maddenin bir tanesini
tweet olarak attı millete, yani bizden aldığını söylemedi, ama o da üçüncü
köprüye karşı olan şeyi belirtti.
Şimdi gelelim boğaz köprülerinin biraz hikâyesine. Boğaz Köprüsünün
1973’te açılmasıyla başlayan süreç 1988’de ikinci köprünün açılmasıyla devam
etti ve İstanbullular boğaza yapılan köprülerin İstanbul için trafikte bir yarar
getirmediğini, trafik sorununun rahatlamasına katkısı olmadığını bilakis
köprülerle kentin sağlıksız büyüyerek kentlinin yaşam kalitesini düşürdüğünü
yaşayarak gördüler. 1988’den sonra güya söylendiğine göre ikinci köprü açıldığı
zaman birinci köprü değil, transit trafik ikinci köprüye alınacak ve birinci köprü
rahatlayacak diyorlardı, ama yapılan istatistikler gösterdi ki, iki köprüdeki trafik
de artarak çoğaldı. Çünkü siz nereye yol açarsanız o kendi trafiğini yaratır
maalesef ve karayolu politikalarıyla da trafiği çözmenin imkân ve ihtimali yoktur.
Şimdi 1990’lı yılların başında iki köprünün de kapasitesi dolduğu
gerekçesiyle Karayolları Genel Müdürlüğü benim yolum bitti diye bir söyleme
başladı. Bayındırlık Bakanlığı da bunu desteklediği için üçüncü köprü yine
gündeme geldi 1990’lı yılların başında ve tartışmalar başladı. Bugün tüm
hukuksuzluklara ve konunun uzmanı olan Mühendis ve Mimar Odalarının ve
bilim insanlarının karşı çıkışlarına ve köprü yerine akılcı çözümler üretmelerine
128
karşın üçüncü köprünün yapımını başlatan Başbakan Erdoğan Nisan 1995
yılında İstanbul Belediye Başkanıydı ve üçüncü köprüye kesinlikle karşı
çıkıyordu. Hatta şöyle bir söylemi var: “Üçüncü köprü olayı intihardır, bu bir
cinayettir. İnşallah bu proje gerçekleşmeden hükümet gider” diyor. Bu sözü
söyleyen bugün köprünün yapılması için çaba gösteren kişi. 1998 yılında
üçüncü köprünün Arnavutköy’le Vaniköy arasında yapılacağı söylentileri artık
çok yayıldı. Onun üzerine yeni bir Boğaz Köprüsünü İstanbul için gerekli
olmadığının bilincinde ve İstanbul’a zarar vereceğini düşünen Arnavutköylüler
somut gerekçelerle bu projeye karşı çıktılar ve yapımını engellemeyi de
başardılar. 1998 yılından bugüne kadar da her sene Haziran ayında eylemler
yaparak İstanbullulara üçüncü köprüyü yaptırmayın diye hâlâ çağrıda
bulunuyorlar. Üçüncü köprünün cinayet olduğunu söyleyen Erdoğan’ın başında
bulunduğu hükümet 2008 yılında üçüncü köprüyü yeniden gündeme getirdi.
Güzergahı gizlenerek İstanbullulara kabul ettirilmeye çalışılan üçüncü köprünün
İstanbul’u yaşanmaz bir kent haline getireceğini bilen ve kentine sahip çıkan
İstanbullular Arnavutköylülerin başladığı hareketi geliştirerek, “Üçüncü Köprü
Yerine Yaşam Platformu” adında bir platform kurdular. Bu platform 2008 yılında
ilk Havantepe’de bir eylemle başladı. Çünkü köprünün oradan geçeceği
söyleniyordu. Daha sonra 10 Mayıs 2008 tarihinde 42 kurum tarafından
kurulmuştu bu. Kimler vardı içinde? Orman Mühendisleri Odası İstanbul
Şubesinin Başkanlığında demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, çevre
dernekleri, mahalle dernekleri, belediye meclis üyeleri ve mahalle muhtarlarının
aralarında bulunduğu 42 kurumun kurduğu bu platform ilk toplantısını 10 Mayıs
2008 tarihinde Sarıyer Meydanında yaptı. 2008’den ihalenin yapıldığı 29 Mayıs
2012 tarihine kadar çok eyleme imza attı, çok çeşitli eylemler yaptı. Kadıköy’de
100 000’den fazla kişinin toplandığı
bir miting yaptık, Sarıyer’de değişik
yürüyüşler yaptık, ağaçlara sarılarak eylemler yaptık ve sadece İstanbul’da
yapmakla kalınmadı bu eylem, yapılan iki ihale sürecinde de Ankara’ya gidildi
ve o ihaleler de yapılamadı bildiğiniz gibi.
129
Sonuçta iki ihale sonuçlanmadı, ama hükümet ormanına, suyuna,
topraklarına ve tarihine sahip çıkan İstanbullu’lara sanki inat olsun diye ihale
şartlarını değiştirdi. Örneğin, önce senede 150 milyon aracın geçme garantisi
veriyordu, bunu 135 milyona çekti, önce köprüyü çevre yollarıyla beraber ihale
ediyordu, onu da yapmadı, köprüye gelen bağlantı yollarını kısalttı ve âdeta
zorla ihale etti. ÇED raporu da olmayan bu ihale için dışarıdan kredi
alınamayacağı için, ben yerli diyorum, ama çoğunun biliyorsunuz yabancı ortağı
olan yedi bankadan, ihaleyi alan kuruluşa 2,3 milyar Amerikan doları kredi
alınmasını da sağladı. İhale sürecinden sonra Üçüncü Köprü Yerine Yaşam
Platformu olarak bir eylem başlattık. Bu eylemi 15 Ekim 2013 tarihinde
sonsuzluğa uğurladığımız çok değerli mimar, doğa ve çevre dostu sevgili Oktay
Ekinci’nin Cumhuriyet gazetesine yazmış olduğu makaleden esinlenerek
başlattık. Bu arada şunu eklemeden geçemiyeceğim Oktay Bey’i saygı, minnet
ve şükranla anıyorum ve böyle bir bilge dostu kaybettiğim için çok üzgünüm.
Oktay bey Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı yazıda 3. Köprü için kredi veren
Akbank, Garanti Bankası, Halkbank, İş Bankası, Vakıfbank, Yapı Kredi Bankası
ve Ziraat Bankası’na tarihî sorumluluklarını anlatıyor ve “Bu proje iyi bir proje
değil, İstanbul için hiçbir yararı yok, İstanbul trafiğine faydası olmayacak. Siz
lütfen bu krediyi vermeden önce konunun uzmanlarına danışın, krediyi ondan
sonra verin” diyordu. Biz söz konusu makalenin altına birkaç cümle daha
ekleyerek imzaladık ve bunu bir mektup olarak metinde adı geçen
bütün
bankalara faks ile ilettik ve bu hatadan dönmelerini istedik, ama ne yazık ki
reklamlarında çevre ve doğa dostu olduğunu söyleyen bankalardan hiçbir dönüş
almadık.
Bu çabalarımız sürerken ülkemizde İstanbul’dan başlayan bir bilinç
patlaması yaşandı ve gezi ruhu dediğimiz bu süreçte Gezi Parkında zorbalıkla
bitirilen eylemler kentin 30’a yakın parkında park forumlarına dönüştü.
Büyükdere’de Sarıyer Forumu var, Büyükdere Çelik Gülersoy Parkında
toplanıyor bunlar, onların ilk forum gündemine Sarıyer’e yönelik çılgın rant
130
projelerini özellikle üçüncü köprünün yapımının durdurulması için neler
yapılabileceği gündeme getirildi ve bu amaçla ilk olarak 30 Haziranda Belgrat
Ormanlarında “suyuma, ormanıma, yaşam alanlarıma dokunma” sloganıyla bir
yürüyüş ve basın açıklaması yapıldı. Daha sonra Abbasağa Park Forumunda
Kuzey Ormanlarında yapılmakta olan rant projelerine karşı olunması
konusunda karar alındı. 7 Temmuz 2013 Pazar günü Beşiktaş’tan Garipçe’ye
bir yürüyüş tertiplendi. Esasında bunların hepsi resimlerde var, şimdilik onları
geçelim, vakit kalırsa gösteririm. Bisikletli bir grup, Abbasağa Park Forumu ve
Sarıyer
Forum
katılımcılarıyla
birlikte
Sarıyer’de
toplandık.
Amacımız
Garipçe’ye gitmekti, bunun için otobüsler ve bisikletliler Garipçe’ye doğru
hareket etmek istedik. Ancak Emniyet kuvvetleri önce izin vermedi, araya giren
milletvekilleri yardımı ile en az iki saatlik bir geçikme ile Koç Üniversitesinin
önüne gelebildik. Orada da polisler bizi, jandarmaya teslim ettiler. Jandarmada
Koç Üniversitesinden öteye gitmememiz çok çaba sarf etti, ama nihayet onları
ikna ettik ve Garipçe Köyü girişinde size demin gösterdiğim videoda gördüğünüz
gibi yine kesilmiş binlerce ağacın arasında bir basın açıklaması yaptık ve orada
“Kuzey Ormanları Savunması” adı altında İstanbul’un tüm yaşam damarlarının
bulunduğu Kuzey Ormanlarının yok edilmemesi için mücadele etmeye, bunun
için de her Cuma saat 20.30’da Abbasağa Küçük Forumunda toplanarak
yapılacak eylemlerle ilgili çalışmalar yaptık, yapıyoruz. 12 Temmuzda
gazetelerde “üçüncü köprü kaçak çıktı” diye bir haber çıktı, bu haber üzerine
hukukçularla görüştük ve dedik ki, mademki imar planları iptal edildi, o zaman
projede iptal edilmelidir. Kuzey Ormanları Savunucularından 22 kişi Çağlayan
Adliyesine 3. Köprü Projesinin iptali için dilekçe verdik. Ancak dilekçemize bir
ay sonra cevap geldi “hiçbir suç yok, takipsizlik kararı verdik” diye, ama şöyle
bir şey vardı: Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine itiraz hakkınız var diyorlardı.
Ben şahsım adına bu itirazı yaptım, şimdi cevabı bekliyorum.
Sonra daha neler yaptık? Üçüncü köprü inşaatını İstanbullulara tanıtmak
için ormanda geceleyecek bir kamp düzenlemeye karar verdik ve 7-8 Eylül 2013
131
tarihinde Riva kampında bir kamp yaptık, bir gece kaldık orada. Aşağı yukarı
gece kalanlar belki 500-600 kişiydi, ama 800 kişinin üzerinde bir katılım oldu.
Riva’daki kamp çok başarılı geçti. Bu kampa gitmeden önce yine Kuzey
Ormanları Savunucusu arkadaşlar, gençler aşağı yukarı Kuzey Ormanlarının
geçtiği güzergâh boyunca olan 20 köye giderek, köy halkıyla sohbetler ettiler,
onların bilgilerini aldılar, onları kampa davet ettiler, oradan da birçok da katılım
oldu. Son eylemimiz, son demeyeyim, yine bir eylemimiz vardı, onda da yine
Kuzey Ormanları Savunması üyelerinden Ali Yıldırım ve Alper Atmaca orman
kesimlerinin devam ettiği yaklaşık 100 km.lik bir güzergahı içeren Tayakadın
Çekmeköy arasında yürüdüler ve fotoğraflama yaptılar ve yol boyunca çok da
güzel resimler çektiler. Bu yürüyüş 3 Ekimde başladı, 6 Ekimde Çekmeköy’de
bitti ve Çekmeköy’de toplanan halkla beraber aşağı yukarı Çekmeköy’e 4 km
mesafede bulunan İçtaş’ın köprü şantiyesine yüründü ve şantiyede inşaatı
protesto edildi. Orada işçilerle konuştuk. Dedik ki, bu İstanbul için yıkım, Türkiye
için yıkım, gelin, bu işi durdurmak için siz de bizlere destek olun. Şantiyede
yetkili kimse bulamadık. Yetkililerin bize söyleyecek sözü olmadığından
karşımıza çıkamadığı çok açıktı. En son eylemimiz de 9 Ekim 2013 tarihinde,
yani bayramdan önce idi, Ulaştırma Bakanının bir söylemi vardı: “Üçüncü
köprüde çevrecileri büyük oranda ikna ettik” diyordu. Onun üzerine biz “ikna
olmadık” başlıklı bir bildiriyle 50’ye yakın dernek ve kuruluşla 30 000’in
üzerindeki kişinin imzasıyla basına açıklama yaptık. Bu sendika.org’da, galiba
bianet’te, birçok yerde çıktı. Bu eylemlere devam ediyoruz ve halâ üçüncü
köprünün yapılmaması ihtimalini de seviyoruz. Bir şeylere mani olacağımıza da
kesin olarak inanıyoruz. Köprünün ÇED raporu olmadığı için yurt dışından para
alma ihtimalleri yok, dolayısıyla ülkenin durumu belli, ekonomik durumumuz da
belli, dolayısıyla belki para nedeniyle projenin durdurulabileceği ihtimali ortaya
çıkabilir diye düşünüyorum ki, inşallah olur.
Şimdi şöyle söyleyeceğim: Köprü yapımıyla ilgili olarak karar verilirken
köprüyü gerektirdiği söylenilen sorunların çözümüne ilişkin elverişli tüm
132
seçenekler ortaya konulmamıştır. Çünkü köprü yapılmasa yerine yapılacak
seçenekler çok açık olarak var. Şunlar
yapılabilir; hatta şimdi biliyoruz ki
demiryolunun denizaltından birleştirilmesi söz konusu, ro-ro taşımacılığı söz
konusu, yani köprüye hakikaten gerek yok. Ortaya konulmadı bunlar ve çok
amaçlı karar verme yöntemlerinden de yararlanılmadı ve ormanlarla yeşil
dokunun gerektirdiği kadar önemsenmediği de ortaya çıktı zaten. Diğer taraftan
İstanbul’un kuzeyinde yapılacak bir köprünün İstanbul trafiğine önemli bir katkısı
olmayacağı yine uzmanlar tarafından çok açık olarak ifade ediliyor. İstanbul için
yapılması gerekenler bakın şunlar: Birincisi, bir kere ülke planlanmadan
İstanbul’un kurtulmasına imkân yok. Onun için ülke düzeyinde planlı
kalkınmayla İstanbul’a göçün önlenmesi gerekiyor. İkincisi, İstanbul’da
Büyükşehir Belediyesinin anayasası sayılan 1/100 000 ölçekli çevre düzeni
planına uygun yapılaşmaya gidilmesi gerekiyor. Çünkü şu anda kabul edilmiş
olan 1/100.000’lik çevre düzeni planında üçüncü köprüye kesinlikle karşı
çıkılıyor. Ancak bu planla ilgili olarak uzmanların karşı çıktığı hususlar var,
onlara da dikkat edilmesi gerekir diye söylüyorum. Üçüncüsü, İstanbul ulaşımını
rahatlatmak için yeterli, düzenli, hızlı ve ucuz toplu taşımanın mutlaka
geliştirilmesi gereklidir diyorum. Bunun için ana arterlerde ulaşımın raylı
sistemler
ve
deniz yoluyla
yapılması
ve
bu
sistemlerin
otobüslerle
desteklenmesi gereklidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus:
Aktarmaların zaman, mekan ücret bakımından uygun, yani aktarmanın yorucu
olmayacak, beklemenin en az ücretsiz şekilde yapılmasının temin edilmesi
gerekiyor. Burada ormanlarla ilgili bilgileri zaten herkes söylemişti. Onun için
ormanlar çok önemli, onun yanında fazla bir katkı da sağlamayacak bu
projelerden mutlaka vazgeçilmesi gerekir diyorum.
Bir de şunu vurgulamak istiyorum: Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı,
bunlar mutlaka, hattâ üçüncü köprü bile durdurulabilir. Onun için bizim hep
beraber çaba sarf etmemiz lazım. Yoksa örneğin kanal projesi hakikaten akla
zarar proje. Ben onun telaffuz edilmesini bile düşünmüyorum. Buna sadece biz
133
değil, buna Karadeniz’de kıyısı bulunan tüm devletlerin de karşı çıkması
gerekiyor. Dolayısıyla bu projelerin hayata geçirileceğine inanmıyorum. Biz bu
projeleri durduracağız. Bunun için sizlerin de desteğine ihtiyacımız var. Hepinize
saygılar ve sevgiler.
AZİME TEZER- Çok teşekkürler. Şimdi son konuşmacımız Sayın Ömer
Aykul’u davet ediyoruz.
ÖMER AYKUL- Efendim, herkese merhaba. Bende bu sunumumu
geçen hafta kaybettiğimiz değerli dostum Oktay Ekinci’ye atfediyorum. Ayrıca
bu toplantıyı düzenleyen bütün arkadaşlarıma da çok teşekkür ediyorum. Evet,
bakalım bir de hukukta neredeyiz, onları bir görelim.
Efendim, benden önceki değerli hocalarımız çok net bir şekilde anlattılar.
İstanbul ekosistemine böyle bir toptancı bakarsak kuzeydeki kara ekosistemi ve
deniz ve kıyı ekosisteminin İstanbul için hayati öneme haiz olduğunu burada
çok net bir şekilde anladık. Efendim, bu büyük projelerden önce İstanbul’u neler
etkiledi, şunları da bir hatırlayalım tabii. Bakınız, kaçak yapılaşmayla su
havzalarının tahribi, orman işgalleri ve 2B. Değerli gençler, 2B diye bir kavram
yoktur, 2B bilim ve fen bakımından nitelik kaybı diye hiçbir bilimsel kalıba
girmeyen bu kavram 1971 senesinde önce Anayasaya, arkasından da Orman
Kanununa girmiş ve karşımıza bir 2B kavramı oluşturulmuştur. Bunu özellikle
burada hatırlatmak isterim. İlkesiz şehirleşme; ne eski dokuya saygı, ne yeni
yapılarda bir standart veya bir planlama, ikinci köprü ve kuzeye doğru yağ lekesi
gibi İstanbul’un büyümesi, bunları tekrarlamak lazım. İstanbul’un kuzeyindeki
kömür ocakları, Ağaçlı kömürü adı altında İstanbul’un bütün kuzey ormanlarının
perişan edilmesi, o bölgeyi neredeyse adım adım gezmiş birisi olarak
söylüyorum, orada coğrafya değişmiştir ve taş ocaklarında hâlâ devam eden
emisyonlar, deniz ve kıyı ekosistemiyle ilgili olarak da Marmara Denizinin
İstanbul tarafından kirletilmesi ve doldurmalar. Bugünkü büyük projelerimizse,
sadece bu üçüncüler değil, başkaları da var. Şimdi üçüncü köprü, üçüncü
134
havaalanı, çok çok tartışılan kentsel dönüşüm, artı planlama ve mimari değerler
dışı yapılaşmayla büyük yapılarla kentin tarihi ve kültürel kimliğinin dışında
ekolojik kimliğini de yitirmesi. Bakınız, kentlerin tarihi ve kültürel kimlikleri vardır,
bir de ekolojik kimlikleri vardır. Kent ekolojik kimliğini yitiriyor. Nasıl yitiriyor? Siz
abuk sabuk yüksek binaları yaparsanız hâkim rüzgâr olan poyrazın, İstanbul’un
çukur noktalarına gitmesine engel olursunuz. Engel olursanız kent soğuyamaz.
Soğuyamadığı zaman içerideki yaşamı olumsuz etkilersiniz ve bu etkileme
aritmetik diziyle de değil, geometrik diziyle artarak olumsuza doğru gider. Kentte
yaşanan budur. Kanal İstanbul ve getireceği muhtemel ek yapılaşmayla yine
deniz ve kıyı ekosistemi olarak kanal İstanbul’un Marmara Denizine etkisi ve bir
başka facia doldurmaların dışında (maalesef İstanbul’un il çevre düzeni
planında da var), suni adaların oluşturulması. Bunlar İstanbul’u bekleyen
tehlikeler. Bir bölümü başladı. Sadece üçüncü köprü, üçüncü kanal, üçüncü
havaalanı değil, bu tehditleri de aman kaçırmayalım, bunlar da var. Peki,
elimizde ne var, neyle mücadele ediyoruz hukuki olarak? Tabii Anayasa var,
Anayasanın 90. madde son fıkrasının göndermesiyle uluslararası sözleşmeler
var, kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, tüzük ve yönetmelikler var ve
bizim hukukçuların dava açtığımızda kullandığımız üstün kamu yararı analizi
var. Bu apayrı bir konu ve ben konunun ağırlığını (sunumlar kitaplaşacağı için)
buraya vereceğim.
Her türlü idari eylem ve işlemde kamu yararı vardır. Yani Gülhane
Parkını yıkın, içine hastane yapın, kamu yararı var, ama önemli olan; Gülhane
Parkının park olarak kalması mıdır, yoksa orasının tahrip edilip, hastane
yapılması mıdır? İşte iki kamu yararının birbirinin yarıştırılması sonucunda üstün
kamu yararını oluşturursunuz. Yoksa her şeyde kamu yararı vardır, üçüncü
köprüde de vardır. Önemli olan üstün kamu yararıdır ve diğer bir kavram, bunu
iki senedir işliyoruz: Üstün ekosistem yararı. Şöyle kısaca geçelim. Anayasanın
ilgili maddeleri okumayacağım, Anayasanın 90 son maddesine yapılan
eklemeyi okuyacağım size: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
135
özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmaların kanunların aynı konuda farklı
hükümleri içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıkta milletlerarası anlaşma
hükümleri esas alınır” Eşitler arasında birincilik, yani iç hukukla uluslararası
sözleşme çatışırsa, örneğin imar hukukuyla veya imar işlemiyle Avrupa Peyzaj
Sözleşmesi çatışırsa, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi esas alınacak demektir. Peki,
hangisidir temel hak ve özgürlükler? Anayasanın 12-74. maddesi arasında
düzenlenen her hak bu kavramın içindedir.
Uluslararası sözleşmelerin de şöyle bir listesini koydum. Bunları kitaba
girsin diye koydum, okumayacağım tabii. Sonra kanunlar, bizi burada
ilgilendiren, boğuştuğumuz kanunlar. 2011 senesinde yaşadığımız kanun
hükmünde kararnameler fırtınası, öyle bir 6 aylık bir fırtına ki tam 33 tane kabul
edilmiş. Ayrıca kanunlarımızın da, Ceza Kanunlarımızın içinde çevre ve kent
hukukunu korumak üzere yerleştirilmiş birtakım cezai hükümler bölümleri var ki,
elbette bunları da açıklamayacağım, sadece not olarak bulunsun. Üstün kamu
yararı analizinden biraz bahsetmiştik. Bakın, şöyle bir şema yapmışım, burada
şemada kriterler var. Niceliksel ve niteliksel kriterler diye, sayısallık kamu
yararının belirlenmesinde önemlidir, ama bazen azınlığın hakları da kamu
yararında önemlidir. Ya da azlıktır, ama azlık niteliktir. Ona sağlanan yararlar
önemlidir. Hemen ne demek bu nitelikli azınlık? Bunu kavram olarak algılayın
lütfen, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine tanınan kürsü dokunulmazlığı veya
milletvekili dokunulmazlığı buna en somut örnek olarak verilebilir. Ayrıca
niteliksel olarak kriterlerde de hukuksal ve ekolojik kriterler, yani ekosistemler
ve bunlarla ilgili değerlendirmeleri alabiliriz.
Üstün ekosistem yararını ise iki senedir davalarımızda kullanıyoruz.
Bunu ben oluşturmaya çalışıyorum, bunu her yerde anlatıyorum. Anlatırken
neye dayanıyoruz? Artık diyoruz ki, ekosistemin bizatihi kendisi bir hak süjesidir.
Yani hep biz insanları hak süjesi olarak kabul ettik. Ama artık hayır, insanın da
içinde bulunduğu ekosistem bir hak süjesidir. Bunun içinde iki temel hak vardır.
136
Ekosistem hakkı asıl haktır. Yani ağacın, kuşun, balığın bu dünyada var olması
nedeniyle bir ifadesi olmasa dahi hakkı, ekosistem hakkıdır ve bu ekosistemin
korunmasını isteme, yani bizim hakkımızdır, insanların hakkıdır. Ekosistemin
korunması, bu yeni kavramdır. Yeni Anayasada bunun yer alması için TBMM
dahil her yerde söyledik, söylüyoruz. Bununla ilgili dünyada örnek iki ülke var;
Bolivya ve Ekvator. Ayrıca üstün ekosistem yararında ulusal hukuk, uluslararası
sözleşmeler,
bilimsel
değerlendirmeler
sonucunda
yarışan
ekosistem
yararlarından üstün olanı üstün ekosistem yararı olarak hukuki mücadelede
argüman olarak kullanıyoruz. Yeni bir kavram, şimdi esas konumuz son
dönemde neler olmuş hukuki olarak, onlara bir bakalım. Esas benden beklenilen
de bu zaten.
Bakınız, iyi bir tek gelişme var. 2004’teki Anayasanın 90 son maddesine
eklenen bölüm elimizdeki tek iyi gelişmedir. İşte temel hak ve özgürlüklerle ilgili
kanunların çatışmasında uluslararası sözleşmelerin esas alınacağı hususu,
maalesef size söyleyebileceğim tek olumlu hukuki gelişmedir. Ama 2010
senesine
geldiğimizde
karşımıza
bir
Anayasa
değişikliği
çıktı
ve
demokratikleşiyoruz dediler. Demokratikleşmek için Anayasanın değişmesi
lazım dediler ve bu Anayasayı değiştirmek üzere referanduma gittik. Aman
yapmayın, bak, burada demokratikleşme falan yok dedik. Bir grup aydın büyük
bir karşı çıkışla “yetmez ama evet” dediler. Bakın, şimdi ben size neyin yetip
neyin yetmediğini somut olaylara girdiğim zaman anlatacağım. Yetmez ama
evet. Efendim, ne oldu? Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı değişti,
ondan sonra iki yıldır atanmayan Yargıtay ve Danıştay’a blok atamalar oldu.
Bakın, şimdi blok atamalardan sonra ben ne kararlar almışım, yeri geldikçe
anlatacağım.
Efendim, bir başka konu: Türkiye ısrarla Aarhus Sözleşmesine
katılmaktan kaçınıyor, ayak diriyor. Hâlbuki buna katıldığınız zaman sadece
bilgi edinme değil, etkin katılım hakkına kavuşacak insanlar. Çevreyle ilgili
137
konularda karar verme, karar alma süreçlerinde etkin olunacak. Aarhus
Sözleşmesi herkesin aklında kalsın, herkes bunu takip etsin, bu çok önemli bir
sözleşme, Türkiye’nin bu Aarhus Sözleşmesine katılması için toplumun bütün
katmanlarından hükümete baskı yapılması lazım. Bu çok önemli bir sözleşme.
Sonra gelelim, bakalım, kanunlarda neler olmuş? Önce Turizmi Teşvik
Kanunu 2003’te bir değişti, Anayasa Mahkemesi iptal etti. 2008’de bir değişiklik
yaptılar ki, aman aman bakın, okuyorum. 8. maddesi: “Hazine adına tescili
yapılmamış devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler” ne demek, biliyor
musunuz arkadaşlar devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yer? Ormanlar,
kıyılar, meralar, akarsular, göller, deniz kıyıları ve kayalıklar, sulak alanlar,
hepsini söyledim, bunların tamamı devletin hüküm ve tasarrufu altında
kalanlardır. Devletin elinde iki tip alan vardır: Bir tanesi hazinenin mülkiyetindeki
alanlar, öbürü devletin hüküm ve tasarrufu altındaki alanlar. Hazinenin
mülkiyetindeki alanlar aynı sizin, benim dairemiz, arsamız, bilmem neyimiz gibi
alanlardır. Bunlarla ilgili olarak kanuna aykırı olmamak üzere her türlü tasarrufta
bulunabilir. Ama neden bulunabilir? Çünkü kökeni mülkiyet hukukudur,
evrenseldir. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki alanlarda tasarruf kısıtlıdır.
Sadece kamu yararı esaslı süreli irtifak hakkına söz konusu olurlar. Neden?
Çünkü dayanağı egemenlik hukukudur. İkisi arasındaki çok temel bir fark vardır.
Peki, ne olmuş? Bakalım. Bu yerlerde resen tescili talep tarihinden başlayarak
en geç bir ay içerisinde tamamlanır, deniliyor. Devletin, hazine mülkiyetinde
yeterli alanının bulunmadığı durumlardaysa, Orman Kanununa göre orman
sayılan yerlerde bakın, neler olacakmış? Sağlık turizmi, termal turizmi, kış
turizm, ekoturizm, golf turizmi, kruvaziyer turizmi, uluslararası spor, vesaire.
Yani kısaca ormanlarda ormancılık hariç her şeyi yapabilirsiniz. Bunu geçtik,
şimdi bakalım ondan sonra ne var?
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda 648 sayılı KHK ile
doğal SİT’i tanımladılar ve doğal SİT tanımına jeolojik devirlere ait olma hükmü
138
getirildi. İstanbul Boğazının oluşumunun
7000 yıl olduğu söyleniyor. Öyle
söylüyor bilim, 7000 yıl önce oluşmuş. Jeolojik devirde değil, ne yapacağız? O
zaman İstanbul Boğazı doğal SİT değil. Hadi, buyurun cenaze namazına.
Bunun için açtığım bütün davalar 14. Dairededir. Geçen gün arkadaşımız
ikincisiyle ilgili de hiçbirinden yürütmeyi durdurma alamadım. (Soru üzerine;
ikincisiyle ilgili de efendim.) İlgili Danıştay savcısı olumsuz görüş verdi. Kuvvetli
bir ihtimalle kaybedeceğim. Bununla ilgili muhtelif yönetmeliklerde de tam dört
dava açtım, ikisini kaybediyorum. Sonuç: Yetmez, ama evet!
Çevre Kanunu. Baktılar ki Danıştay sürekli ÇED Yönetmeliğinde yapılan
değişikliği iptal ediyor. Muafiyet maddesini (Çünkü üçüncü köprüyle ilgili
muafiyet yapılmak isteniyor) en sonunda, bu senenin Mayıs ayında kanun
maddesi yaptılar. Tahmin ediyordum zaten, kanun maddesiyle bunu muafiyeti
gerçekleitirdiler. Peki, bu kanun maddesi Anayasaya aykırı mı? Evet. Hangi
Anayasa Mahkemesi bunu değerlendirecek? Sonuç: Yetmez, ama evet.
Madencilikle ilgili olarak Maden Kanununun 7. maddesi bir faciadır. Önce
Anayasa Mahkemesi bunu iptal etti, ondan sonra iptal etmedi. Bakınız, nereler
maden olabilirmiş? Ben Sultanahmet Camiinin altında altın madeni var,
arayacağım dersem, ararım. Bana abartıyorsun diyorlar. Bakın, şimdi ben size
okuyorum kanun maddesini: “Özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, yaban
hayatı koruma ve geliştirme sahaları, muhafaza ormanları, Kıyı Kanununa göre
korunması gerekli alanlar, birinci derecede askeri yasak bölgeler, 1/5 000 ölçekli
imar planı onaylanmış alanlar, birinci derecede SİT alanları, madencilik amacı
dışında tahsis edilen ve Genel Müdürlük tarafından uygun görülen görüş verilen
elektrik santralleri, vesaire ilgili kurumlar tarafından Genel Müdürlüğe bildirilir.
Bu alanlara yapılan ruhsat müracaatlarının hak sağlaması halinde iki ay
içerisinde…” Buyurun, her yerde yaparım ben madenciliği, evet, su
kaynaklarında da yaparım. Sadece lütfetmişler, su kaynaklarına 1 000-2 000
metre mesafe arasında galeri usulü patlatmayı yasaklamışlar. Çünkü açıkta
patlatınca bir şey olmuyormuş. Sonra bazı muzur belediyeler vardı, çalışma
139
ruhsatı vermiyorlardı. Onların da alıvermişler yetkilerini ve bu maddeyle İl Özel
İdarelerine verince ortalık dikensiz gül bahçesine dönmüş.
Mera Kanunu ve Toprak Koruma Kanununun, özellikle Toprak Koruma
Kanununun oluşumunda ben de görev aldım. Hiç böyle amaç dışı ve tarım dışı
amaçla kullanma maddelerimiz yoktu değerli dinleyenler, bunlar hepsi sonradan
konuldu ve bunlar geliştirildi. Orman Kanunuyla ilgili 1 ve 2. maddeler zaten bir
faciadır. Bizim Orman Kanunumuz ormanı 1,5 cümlede tanımlar, 3 sayfa ne
orman değildir diye anlatır. 17. maddeyle ilgili olarak da ormanların orman
dışına çıkartılmasıyla ilgili olarak ayrıntılı düzenlemeler özellikle 6292 sayılı
Yasayla gelmiştir. 6292 sayılı Yasa dedik, onunla ilgili de bir-iki cümle
söyleyelim. Bununla ilgili -yani kısaca 2B Yasası bu- Meclis Komisyonuna
gittiğimizde ben de gittim ve dedim ki: “Bakın, ortada bir su var, kova delik,
akıyor alttan. Allah aşkına, bunu kapatın önce, kapatın ki, akmasın. Yani 2B
oluşumunun önünü kapatın, ondan sonra 2B sorununu çözün. Yani 2B’yi
oluşturan Anayasanın 169, 170. maddelerini ve Orman Kanununun 2.
maddesini düzeltin, ondan sonra bu tip 2B’leşmiş alanlarla ilgili sorunun çözümü
ile ilgili düzenlemeleri yapın” Hayır, olmadı. Bakın 6292 SK işlemiyor. 6306 Afet
Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hk. Kanun. Bu da çok konuşuldu. Ben
burada iki maddeye dikkati çekiyorum. Bunun bir tanesinde uygulama bütünlüğü
kavramı, afet altında olsun-olmasın, riskli olsun-olmasın bütün yapıların bir proje
adı altında afet riski altına sokuluvermesi, her şeyden önce evrensel mülkiyet
hakkına aykırıdır. Ayrıca 9. maddesiyle ilgili olarak da; bu bir süper kanundur,
bizim ülkemizde vardır böyle süper kanunlar, bu süper kanun devreye girer,
Zeytincilik, Orman, Turizm, Kültür, Kıyı, Mera, Toprak Kanunları hiçbirisi bu
kanuna aykırıysa uygulanmaz.
Şimdi de bir de neler olmuş bakalım. Üçüncü köprüyle ilgili olarak
arkadaşlar, benim açtığım iki dava var. Özellikle 1/100 000’lik il çevre düzeni
planında ilave boğaz geçiş ve güzergahlarında alt ölçekte planlarda
140
değerlendirilmesine yönelik plan tadilatları için açtığımız iptal davasında nefis
bir bilirkişi raporu geldi, ama davayı kaybettik. Yani şimdi mahkemeler bilirkişi
raporlarına uymak zorunda değildir ama ne yaparlar? Yeni bir bilirkişi çağırır,
yeni bir değerlendirme yaptırırlar. Elinizde bilirkişi raporu var, demek ki
mahkeme kendisini ehil görmemiş ki, bilen kişilere gitmiş, uzmanlara gitmiş,
bilim adamlarına gitmiş. Onlar da demişler ki, dava doğru, yapılan yanlış.
Reddettiniz, neye göre reddettiniz? Artık söylemeyeceğim “yetmez, ama evet”
diye.
Efendim, sonra meşhur 1/25 000 kuzey Marmara otoyolu nazım imar
planı davası, geçen Temmuz ayında bütün odalar falan hep birlikte keşfe gittik.
Bir dolu arkadaşlar böyle 2-3 araç dolusu. 7 Tane de bilim adamına anlattığımızı
zannettik derdimizi. Köprünün temeli atıldıktan sonra bilirkişi raporu geldi. Bir yıl
bekledi. 7 bilirkişiden Yıldız Teknik Üniversitesindeki hoca hariç maalesef içinde
Orman Fakültesi Dekanımızın da bulunduğu 6 bilim adamı köprüyü doğru
bulmuş. Şimdi dikkatinizi çekiyorum, iki şeye dayanmışlar. Bunlardan bir tanesi
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin raporu veya değerlendirmesi, ikincisiyse
karayollarının değerlendirmesi. Bir bilirkişi heyeti tarafsız, yansız, daha doğrusu
öyle olması gerekiyor. Peki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi burada davadaki
konumu ne? Davalı. Peki, Karayolları Genel Müdürlüğünün konumu ne? Davalı
yanında müdahil. Nasıl bilirkişisiniz siz ki, davalı tarafın raporunu esas alarak
sözde yansız rapor hazırlıyorsunuz? Perşembe günü duruşmasına gireceğiz,
kuvvetli bir ihtimalle kaybedeceğiz.
Efendim, şimdi bu üçüncü köprüyle ilgili birisi çıktı, isim vermeyeyim bu
inşaatçılardan birisi, ÇED’i tamam dedi. Bu da bir gazeteye çıkınca ben de
dedim ki TEMA Vakfına, Allah aşkına bir yazı yazın, sorun bakalım, hakikaten
ÇED var da biz mi bilmiyoruz? Gelen cevap: 15 Temmuz 2013 Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirilmesi İzin ve Denetleme Genel
Müdürlüğü; “Bakanlığımıza sunulan herhangi bir ÇED raporu bulunmadığı
141
hususunda bilgilerinizi rica ederim” diyor resmen. Ama çıkıyor adam orada
ÇED’i, her şeyi tamam, aldık biz diyor, gazete de yazıyor bunu. Ama yok ÇED
Kararı.
Orman tahsisi, ormanları kesmek için bir orman tahsis kararı alınır. Ne
yapılır? İlgili bölge müdürlüğü çalışır, yollar, bakan olur verir. Soralım dedik,
gelen belgenin tarihi 6 Eylül. Bize gelen cevap, bakınız: “Orman Genel
Müdürlüğümüzün 14 Mayıs 2013 tarih ve 70 sayılı olurlarıyla 49 yıl süreyle
Karayolları Genel Müdürlüğü adına izin verilmiş olup” şeklinde. Tahsis kararı 14
Mayıs 2013, peki temel ne zaman atıldı? 29 Mayıs 2013. Yani 15 gün önce.
Peki, ağaçlar ne kadar zamandır kesiliyor? İki yıldır. Bunu kim durduracak?
Mahkemeler! Sonuç: yetmez ama evet! Ondan sonra kentsel dönüşüm, üçüncü
havaalanı, ve sair konular. Değerli arkadaşlarım, bunlar hakkında çok fazla bir
şey söylemeyeceğim. Bunlar son derece ayrıntılı anlatıldı. Suni adalarla ilgili
konuyu çok önemsiyorum. Bu suni adalar konusu ilgili 1.100.000 ölçekli İl Çevre
Düzeni Planında da var. İstanbul il çevre düzeni planına açtığımız davada biz
bu konuda haklı bulunduk bilirkişice, fakat çok enteresan ve hukuka uygun
olmayan bir şekilde, mahkeme davamızı reddetti. Neyse ki dosyamız 6. Dairede
olduğu için bozuldu, lehimize tekrar yargılama sürecek.
Şimdi bütün bu konuştuklarımız aslında sonuçlar, biz sonuçlarla
uğraşıyoruz. Bakınız, bunu açık konuşalım. Herkes konunun aslına dönmelidir.
Bütün kanal İstanbul, şu bu, üçüncü köprüler, kentsel dönüşüm, bunlar hepsi
sonuç. Bakınız, temel sorun iklim değişikliği, bunun da görünüşte sebebi
ekosistemin tahribi. Ama unutmamak lazım ki, bunu yaratan unsurlar; üretim
modellerindeki yanlışlıklar, tüketim alışkanlıkları ve bozukluklarıyla, nüfus artışı.
Temel sorun bunlar. Artık bu sonuçlarla değil, asıl sorunlarla uğraşmaya da
başlamamız lazım. Çok teşekkür ediyorum hepinize.
AZİME TEZER- Ömer Beye çok çok teşekkür ederiz, gerçekten çok
faydalı bilgiler paylaştılar. Hem Ömer Bey, hem de diğer oturumdaki diğer
142
katılımcılarımız, gerçekten hepsine çok çok teşekkür ederiz verdikleri bilgilerle
ilgili olarak, şimdi biraz süremizi aştık, biliyorum, ama salona geri dönüp,
sorularımız var mı, onları topladık mı, Twitter’dan herhangi bir şey paylaşacak
mısınız? Bir de salondan alacağız. Bir taraftan mikrofonu dolaştırabiliriz.
Konuşmacılarımıza sorular varsa, şimdi onları alalım, sonrasında da önerilerle
hızla kapatalım. Bir tane soru var buradan, kendinizi tanıtıp sorarsanız.
DENİZ VANOĞLU- Gazeteci, yazar. Evvela kutluyorum bu çalışmadan
dolayı. Sorudan ziyade ben maalesef ayrılmak zorundayım, bir önerim olacak.
Müsaade ederseniz önerimi iletmek istiyorum. Bugüne kadar bu konuda gerek
Mimarlar Odası, gerek tema, gerek sivil toplum kuruluşlarının başta arkadaşım
Sevgili Zerrin Bayraktar olmak üzere çalışmalarını takdirle izliyorum, ama benim
burada bir önerim olacak. Şöyle ki, ülkenin, daha doğrusu kentin sorunlarına
sahip çıkmak için halkın bilinçlenmesi, bir de yerel, daha doğrusu muktedirlerin,
iktidar sahiplerinin bilgilenmesi lazım. Ben şahsen burada daha önce de bazı
toplantılarda edindiğim bilgiler, çok yeni bilgiler aldım. Mesela, İstanbul’un
endemik alanları, ekosistemleri. Şimdi benim önerim şu: Acaba, bu bilgilerden
muktedirler, yani iktidar sahipleri yeterli bilgiye sahip mi? Öncelikle yerel
yönetimler, mesela bu toplantının başta Büyükşehir Belediye Başkanı olmak
üzere 36 tane İstanbul ilçe belediye başkanını metazori böyle bir toplantıya
getirmek söz konusu olabilir mi? Birinci önerim bu. Ben bunu çok önemsiyorum,
çünkü söz sahibi onlar, uygulayanlar onlar, sonuçta ben yaptım, oluyor, ben
yaptım oldu deniliyor. Dolayısıyla onların bilgilenmeleri çok gerekli diye
düşünüyorum.
İkinci önerim: halkın, yani çoğunluğun bu bilgilere sahip olması. Zerrin
arkadaşımız eylemleri gösterdi, 800 kişi, 1 000 kişi, 1 000 000 kişi de olsa bence
bu bilgilerin daha yaygınlaşması lazım. Bunun için de ben gazeteci olduğum için
belki yayını düşünüyorum, ama yayını da pratik olarak düşünüyorum. Bir
sponsor vasıtasıyla belki bir tema bunu şey yapabilir, 4 sayfalık gazete, ama
143
böyle gazete olması da şart değil, bülten, bu bilgilerin sık sık el altından halka
dağıtılması halkın anlayacağı bir şekilde, halkın sahip çıkması çevresine,
doğasına, İstanbul’a, benim önerim bunlar olacak. Teşekkür ederim.
AZİME TEZER- Çok teşekkürler, sağ olun. Soru var mı salondan?
SALONDAN- Ben bu oturum için çok teşekkür ediyorum hem Azime
Hocama, hem katılımcı değerli hocalarıma ve dinleyenler olarak o kadar
etkilendik ki, ben kendim için söylüyorum, şu an soru soracak bir şeyim kalmadı.
Çünkü bütün konuşmalar son derece çarpıcı, yaklaşık olarak bildiğimiz
konulardı biyoçeşitlilik konusu, ama hani bu çiçekleri burada görmek bambaşka
bir etki yaptı, kesilen ormanları görmek bambaşka bir etki yaptı. Ben şu an
bilimsel bir sorudan çok tamamen duygusal bir haldeyim, belki de o yüzden soru
yoktur, onu da bilemiyorum, çok teşekkür ederim. Daha sonra düşüneceğiz bu
konuda ve herkes de ne yapabiliriz diye düşünecektir diye düşünüyorum. Çok
teşekkür ediyorum.
SALONDAN- Merhabalar. Ben Ömer Beye bir şey soracaktım.
Mücadeleler sokakta devam ediyor, insanlar sesini çıkarıyor, bilgilendiriliyor,
ama gerçekten fiili olarak durdurma kararı için ne yapmamız gerekir? Danıştaya
bireysel mi başvuralım? Şimdi şöyle söyleyeyim, çok ciddi sokak mücadelesi
yapılıyor evet ve bu sayı katlanarak artıyor. Tamam, bu bir gerçek, ama bu
karşılığını nerede bulacak? Bunun nihai olarak gitmesi gereken nokta sizce
nedir? Teşekkürler.
AZİME TEZER- Hemen alalım, bu arada yine başka sorular olursa yine
onları da alırız.
ÖMER AYKUL- Şimdi çevreyle ilgili açılacak idari davalar biraz pahalı
davalar arkadaşlar, yani ben TEMA’ya bir dava önerirken, orada bu davaları
hazırlayan arkadaşımız da burada oturuyor önümde şehir ve bölge plancısı,
bazı şeyleri hatırlayarak hakikaten zorlanıyoruz. Bilirkişi ücretleri 10 000-15 000
144
Lira civarında. Davayı açıyor gidiyor genç avukat arkadaşım, ne kadar harcadın
diyorum, işte 250 lira derse yüzüm gülüyor, bakıyorum 400 lira verdik diyor, 350
lira verdik filan, şimdi pahalı davalar. Demek ki bunları, bu tip hukuki mücadeleyi
yapabilmek için örgütlü mücadele lazım. TMMOB açıyor, tabii kendi fonları var,
odaların kendi kaynakları var, onlardan açıyorlar. Vatandaşların bu davaları
açması için ben örgütlü toplum zaten demokrasinin temelidir, gereğidir.
Örgütlenmek lazım.
Gelelim, ne yapılabilir? Konunun artık ben burada konuşuyorum, ama
çok seviniyorum. Bir dolu arkadaşlarımız, tabii kaybettiklerimiz de var evvelki
senede yine Noyan’ı kaybettik, Noyan Özkan’ı, onu da rahmetle anıyorum. Yani
öncüydü bu aramızda, artık genç kuşaklardan da bir dolu genç avukatlarımız
yetiştiler. Çevreyle ilgili mücadelede mutlaka doğru hukuki destek alın. Ben
gücüm ve sağlığım oranında bana sorulan her soruyu, her yardım talebini
Türkiye’nin neresinde olursa olsun hepsine yetişmeye çalışıyorum. Tabii gücüm
oranında, dava olarak değil, ama düşünce olarak. Şimdi demek ki, doğru bilgi
lazım. Evet, işte maalesef bu yargının şu andaki konumu nedeniyle hepimizin
söylediği gibi yeterince bağımsız görüntü verememesi nedeniyle hukuki
mücadelede çok etkin olamıyoruz. Ben bugüne kadar hukuki mücadelede
TEMA adına açtığımız davalarda, çevre davalarında başarı yüzdemiz yüzde 71,
ama azalmaya başladı. Bakınız, bu benim başarım değil, TEMA’nın da değil,
doğanın başarısı, ekosistemin başarısı. Gidip anlatabilmişiz demek. Yine ısrarla
davalar açılmaya devam edilecek. Onlar reddedecek, biz açacağız. Tabii hangi
konumda yürütmeyi durdurma söylediğinizi hatırlayamıyorum, ama mesela
geziyle ilgili olarak benim önümde duruşması cereyan etmişti. Onun arkasından
baktık,
yürütmeyi
durdurma
alındı.
Hâlâ
alınabiliyor,
hâlâ
mücadele
yapılabiliyor. Benim anlattıklarım çok karamsarlık yaratmasın, ama ben sadece
önünüzdeki ciddi hukuki sıkıntılı tabloyu koymak için anlattım. Yoksa bakın, ben
hâlâ buradayım ve hâlâ mücadeleye de devam ediyorum. Umarım biraz çok
konuştum, ama herhalde sizi biraz aydınlatabilmişimdir diye düşünüyorum.
145
SALONDAN- Öncelikle çok teşekkür ediyorum, çok bilgi aldım ve fikir
aldım. Aslında düşmekte olan motivasyonumu arttırdı. Umutsuz tablolar
çizseniz de benzer düşünceleri paylaşmış olmak, sizlerden yaptığınız
çalışmalar hakkında bilgi almak çok önemliydi, önemli bir katkı sağladığını
düşünüyorum. Burada biz bizeyiz, keşke daha geniş bir katılım olsaydı,
öğrencilerimiz de burada yanımızda, ama keşke kamudan da, burada muhatap
olan kesimlerden de katılımcılar olabilseydi çok isterdik. Burada benim iki küçük
sorum olacak. Bir tanesi Ömer Beye Arvus Sözleşmesinden bahsettiniz, altını
çizdiniz, ama çok fazla açmadınız. Çok merakla o konuyu biraz açabilirseniz
çok sevineceğim. Bir diğeri de daha özel de bir soru: İstanbul Üniversitesi
botanik bahçesi ne oldu? Haziranda gazetelere yansıyan bir haberdi, müftülüğü
devredilecekti alan, acaba kendi bahçelerimizi koruyabiliyor muyuz, orada ne
durumdayız? Onu da açıkçası İstanbul Üniversitesinden katılımcı hocalarıma
sormak istiyorum. Benzeri şekilde hepimiz yaşam alanlarımızı yitiriyoruz.
Üniversitelerin kampüs alanlarını yitiriyoruz. İşte biliyorsunuz ODTÜ’de yaşanan
son durum, yani artık sözün bittiği noktaya getirdi hepimizi. Hukukun da artık bir
yerde göz ardı edildiğini ve gözümüzün önünde göz ardı edildiğini görüyoruz.
Bu hepimizi çok üzüyor ve ortak alanlarımız bence hep dün özellikle mülkiyet
üzerinden konuşuldu ve özellikle özel alan özelinden konuştuk, ama ortak
alanlar, kamusal alanlar konusunun altının ne kadar çizilmesi gerektiğini ve ne
kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Ben her katıldığım forumda,
konuşmacı olarak davet edildiğim yerde de bunun altını çizmeye özen
gösteriyorum. Çünkü ortak alanlarla bir anlam buluyor, kent kent haline geliyor
veya ekosistem ekosistem haline geliyor. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim
bunun altını çizdiğiniz için.
ÖMER AYKUL- Şimdi değerli dinleyenler, bir hakkı kullanmak için onun
öncesinde elinizde üç temel hak olması gerekir. Bunun birincisi bilgi edinme
hakkıdır. Bir şeyi bilgi edinebiliniz ki, onunla ilgili bir hak kullanın. İkincisi, o
hakka etki edebilmeniz gerekir. Bunun adı da katılım hakkıdır. Bilgi edindiniz,
146
katıldınız, ama sonuç istediğiniz olmazsa üçüncü hakkınızın olması gerekir. Bu
da müracaat ve dava hakkıdır netice olarak, yani illa sadece dava değil,
müracaat, idari makamlara müracaat bunun düzeltilmesi, böyle olması diye ve
arkasından da dava hakkının da olması lazım. Anayasamızda müracaat ve
dava hakkı uzun yıllardır vardır. Bilgi edinme hakkı sonradan eklendi, ama bizim
tam tarihini hatırlayamıyorum, ama yaklaşık 15-20 yıldır bir Bilgi Edinme
Kanunumuz var. Demek ki, bilgi edinme hakkımız da var, ama katılım hakkı
Anayasamızda düzenlenmediği gibi ÇED sürecindeki sözde halkın katılımı da
açılımına girdiğiniz zaman bilgilendirme diye geçer. Oradaki ÇED süreci,
aslında en etkin olması gereken süreç ÇED sürecidir. Oradaki katılım etkin bir
katılım değildir, usulen toplantı yapılır. Şimdi bağırıyorlar çağırıyorlar,
oradakileri kovuyor halk, arkaya gidiyorlar, Çevre ve Şehircilik Müdürlüğünde
toplantı yapılmıştır, itirazlar alınmıştık, tak koyuyor, ÇED raporunda da iki satır
geçiyor, bitiyor gidiyor. İşte Arvus Sözleşmesi burada çok önemli, Arvus
Sözleşmesi olduğu takdirde halkın katılımı bir yasa kuralı haline gelecek.
Hatırlayın, Anayasanın 90. son maddesine eklenen temel hak ve özgürlüklerle
ilgili uluslararası sözleşmelerin esas alınması var ya, işte Arvus Sözleşmesini
aldığı zaman artık herkes kendi köyünde, kentindeki alınan kararlara müdahil
olacak. Sadece bilgi edinmeyecek, dinlemeyecek, itiraz etmeyecek, karara
katılım olacak. Yani işte o bizim yönetişim dediğimiz şey olacak. Teşekkür
ediyorum.
AZİME TEZER- İki tane açıklama geldi, burada yapmam gerekiyor
Twitter üzerinden gelen mesajlara bağlı olarak, aslında ben atladım, çok özür
dilerim. Her toplantının başında bu hatırlatmayı yapmak belki daha faydalı
olacaktır. Biliyorsunuz bu yıl bu toplantılarda 7.si olan bu İstanbul Buluşmaları
toplantısında bu yıl ilk defa Twitter üzerinden de canlı olarak aklımıza gelen
soruları veya burada yapılan konuşmaları da özet olarak izleyebilme fırsatı
yaratıldı. Buna bağlı olarak sorular canlı olarak bize Twitter üzerinden de
geliyordu. Bu notlarda şimdi paylaşılan iki notlarda iki konu var paylaşmam
147
gereken sizinle. Birincisi, şu an Başbakanın ODTÜ’yle ilgili bir konuşma
yaptığıyla ilgili bir mesaj geldi. İkincisi de, bütün İstanbul Buluşmalarında olduğu
gibi bu yıl da bütün ilgili taraflarla ve kurumlarla bağlantı kuruldu ve kendilerine
de davetler gitti. Her yıl bu yapılıyor aslında, ama katılanlar da vardır belki,
sormadım, sormadık buradan kimler kamu kurumlarını temsilen burada
bulunuyorlar, ama fakat bu katılım çok sınırlı düzeyde ve az oluyor. Bunu da
biliyoruz, yani bu toplantılara çok ilgi göstermediklerini veya katkı vermediklerini
de biliyoruz. Ancak bu davet yapılıyor, bunu da sizlerle paylaşmak istedik.
Başka soru var mıydı? Buyurun.
SALONDAN- İstanbul Üniversitesinin müftülükle iç içe olan botanik
anabilim dalının orada güzel bir, bir ara çok kötüydü, sonradan elden geçti,
bayağı bir düzeldi, botanik bahçesi var. Bir yıldır yaklaşık da oradan botanik
bahçesinden çıkartılıp, orasının müftülüğe verilmesi gündemde. En son da hâlâ
bu yönde bir karar alınmış durumda, ama henüz bir çıkartılma işlemi yapılmadı.
Yani bilgilendirme açısından söyleyeyim, ama geri adım atılmış da değil.
Baktığınız zaman ben de Orman Fakültesindeyim, biz kendi aramızda esprili bir
şekilde şey yapıyoruz, bağlantı yollarının oradan geçme ihtimali de var. Tam
TOKİ’lik bir arazimiz var, bilenler varsa Orman Fakültesinin yerini, bahçesini,
tam TOKİ’lik bir yeri var. Artık biz Çatalca, olmazsa Demirköy, İğneada tam da
ormanın göbeğinde bir fakülte arazisi bakmaya başladık. Teşekkür ediyorum.
AZİME TEZER- Herhalde başka soru yok, ben çok hızla bu oturumu
kapatmadan evvel yaptığımız ön çalıştayda, yani bu toplantıdan evvel
düzenlediğimiz toplantıda yapılan önerileri hızla geçmek istiyorum. Belki hem
bu toplantı için, hem de önümüzdeki İstanbul Buluşmaları için belki faydalı
olabilir. Bunların içinde öne çıkan en temel konulardan bir tanesi evet, bu
toplantılarda da bahsedildi, kamuoyu oluşturmak, ama biz önce dedik ki,
kendimizden başlasak. Bizler kurum olarak, üniversiteler olarak kendi üzerimize
düşeni yapıyor muyuz? Buradan başlayarak belki önerilerimizi geliştirebiliriz ve
148
konularımızı, İstanbul’la ilgili konuları daha yoğun olarak İstanbul’u çalışabiliriz
hazır bu kentin içinde yaşıyorken ve öğrencilerimizi de ilgili araştırmaların da bu
konuları yöneltebiliriz diye bir öneriye başladık. Ardından yine odayı da, Şehir
Plancıları Odası da öğrencilerle yapılacak olan bu çalışmalarda yine zaten
bunlar yapılıyor, elbette yapılıyor, ama daha fazla bu konulara yoğunlaşalım
istiyoruz. Dünkü toplantılarda da sunuldu, bizlerin çalışmalarında da hep
öğrencilerimizle birlikte bu tür konuları çalışıyoruz, ama daha etkin, daha aktif
olmak gerekliliği de ortada. Diğer taraftan bu toplantıları, yani İstanbul
Buluşmaları gibi toplantıları diğer şehir planlama bölümlerinin olduğu diğer
şehirlere yaygınlaşamaz mı? Çünkü her şehirde farklı bir şekilde gündemde
olan konular var ve onlar da kendi konularını hem diğer şehirlerle paylaşarak
gündeme getirebilirler, hem de bu alışkanlık çok başarılı bir şekilde başlamış ve
Mimar Sinan Üniversitesi tarafından ilk başlatılan bu toplantılar bütün
üniversitelerimize, farklı şehirlerdeki üniversitelerimize yaygınlaşabilir ve
gelenekselleşebilir.
Diğer taraftan bir başka konu: Uluslararası boyutla ilgili olarak
yükümlülüklerimizi çok net bir şekilde ifade ettiler Sayın Ömer Aykul, benzer
şekilde acaba biz mesela, Karadeniz uluslararası bir su sonuçta orası, pek çok
ülkeyi ilgilendiren bir konu. Acaba bu tür büyük projelerin etkilerinde diğer
ülkelerle bağlantılı olarak başka kararlar üretilebilir mi? Meslek etiği konusu,
yani bu uygulamaları yapanlarla ilgili odaların tavırları ve onlara bu yapılan
uygulamayla ilgili onay vermeleriyle ilgili, bilirkişilik raporlarıyla ilgili acaba
kendilerine bir yazı gidebilir mi? En azından duyulan endişeyle ilgili olarak bu
paylaşılabilir diye önerilmişti.
En önemli konu kamuoyu yaratma konusu hakikaten bugünkü toplantıda
da bu belirtildi. Belediyeler dediğimiz gibi yerel ilçe belediyeleri özellikle bu tür
kararlarda çok pasif kalıyorlar ve metropoliten belediyenin etkisini veya merkezi
idarenin tasarruflarına çok fazla direnemiyorlar veya karşı tepki koyamıyorlar.
149
Bu anlamda yine biraz evvel de bahsedildiği üzere bu karşılıklı bilgi paylaşımı,
kararları ortak geliştirme yönünde adımlar tabii ki yerel yönetimlerle atılabilir ve
bunları yaygınlaştırmak gerekir. Kamuoyu yaratmak için bu alanlara daha fazla
insanı götürmek, tanıtmak, bu alanları bir şekilde onların yaşamının içine
sokmak veya bu alanlarda, yani kamusal alan dediğimiz bu alanların çünkü
sonuçta orman alanı dediğimizde bizi ilgilendirmiyor değil, aslında hepimizin
mülkiyeti, bir şekilde bizim sahip olduğumuz alanlar olduğu için kamusal alanlar
olması nedeniyle sonuçta bu alanlara neler olduğuyla ilgili bilgilenmeyi ve bu
gelişmeleri daha net bir şekilde paylaşmamız gerekiyor. Görünür olmayan doğal
alanları görünür kılmak gerekiyor şeklinde bir öneri de gelmişti. Farkındalık
yaratmak, kamuoyu oluşturmak en önemli konu, İstanbul’un çevre karnesi
örneğin bu çıkarılabilir mi ve bu paylaşılabilir mi kamuoyuyla? Doğayı tahrip
etmeden projeler geliştirilemez mi, yeşil ekonomilerle ilgili uygulamalar neden
yaygınlaşmasın veya neden bunlar daha fazla gündemde olmasın? Başka
uygulama araçları, sigortalama gibi araçlar acaba bu piyasadaki gelişmeyi
etkileyemez mi? Bir örnek vermek istiyorum. Örneğin, Ayamama’daki sel
sonrasında oradaki firmaların sigorta firmalarından bu masraflarını gidermek
için yaptıkları başvuruda onlar da bu defa sigortalarda belediyeyi şikâyet ederek
buraya niçin ruhsat verdiniz diye bu defa kendi bu maliyeti belediye üzerinden
elde etmeye çalışmışlardı ve burada bir otokontrol oluşmasına neden oluyor.
Sonuçta bir şekilde farklı mekanizmaları daha aktive etmek gerekliliği var.
Mevcutta örgütlü yerel gruplarla diğer ilgili tarafları buluşturmakta fayda var.
Bugün Zerrin Hocamızın da anlattığı gibi gerçekten çok önemli, bu tepki gerekli
ve yerinde tepkilerin yaygınlaşması, bu anlamda ilgili tarafları bir araya getirmek
çok büyük önem taşıyor. Genelde öneriler bu şekildeydi. Dileriz hepimizin
kafasında yeni sorular açabilmiştir, umut ışığı yaratabilmiştir. Ben doğrusu çok
iki gündür bu toplantıyı çok faydalı buluyorum ve sizler de aynı şekilde
faydalanmışsınızdır. Hepinize ilginizden dolayı çok teşekkür ederim.
150
4. OTURUM
“KAMUSAL ALAN ve TAKSİM”*
Demokratik hakların kullanım yeri olarak kentlilere ait olan kamusal
alanlar ve mekânlar; kentsel yapının önemli bir öğesi olarak karşımıza çıkar.
Kamusal alan bir taraftan iktidarlar için temsili bir nitelik taşırken, diğer taraftan
da kentlilerin yaşamsal faaliyetlerini kolaylaştırıcı bir rol oynar. Kamusal alan
sürekli temsil edilen bir konuma ulaştıkça, kamusal alanın fiziksel tezahürü olan
kamusal mekândaki tartışmalar da mekân üzerinden değil, iktidar üzerinden
yapılmaktadır.
Bu durumun en belirgin örneğini oluşturan “Gezi” olayları ile gündeme
gelen Gezi Parkı ve Taksim Meydanı; kamusal alan tartışmalarında yeni bir
dönem açmış, birçok kanaldan tartışılabilir olma özelliği göstermiştir. Bu
bağlamda,
çalışma
konusu
olarak
‘Kamusal
Alan-Taksim’
i
seçen
Üniversitemizin sorumluluğu daha da artmıştır. “Gezi” olaylarının yaşanmasıyla
birlikte kendiliğinden oluşan dinamikler, konunun çok disiplinli bir ortamda
tartışılmasını ve farklı bakış açıları arasında bir müzakere ortamı yaratılmasını
gerekli kılmıştır. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından 3-4 Ekim
2013 tarihlerinde “Geziden sonra Taksim” konulu toplantılar düzenlenmiş ve
konunun farklı uzmanlar tarafından, çok boyutlu olarak irdelenmesine olanak
yaratılmıştır.
Bu oturumda ise, başlatılan sürecin aşağıda belirtilen çerçevede
geliştirilmesi hedeflenmektedir:

“Gezi” olaylarının ekolojik boyutta tartışılarak, kamusal mekânı
etkileme biçimlerinin belirlenmesi

Taksim’in ekonomi-politik boyutta değerlendirilmesi
*Konuşmacının talebi üzerinde etkinlik kitabında Aykut Köksal’ın konuşmasına yer verilmemiştir.
151
SUNUCU- Değerli misafirlerimiz, 7. İstanbul Buluşmaları 4. Oturumunu
yönetmek üzere Sayın Gülşen Özaydın’ı davet ediyorum.
GÜLŞEN ÖZAYDIN- Değerli izleyiciler, değerli katılımcılar; hepiniz
İstanbul Buluşmalarına hoş geldiniz. Hem ev sahibi kurum temsilcisi olma
avantajımı
kullanmak
hem
de
etkinliğimize
ilk
defa
bugün
gelen
katılımcılarımıza İstanbul Buluşmalarının yapısı ve temanın belirlenişi hakkında
bilgi vermek istiyorum. İstanbul Buluşmaları İstanbul’daki üniversitelerin Şehir
ve Bölge Planlama Bölümünün her yıl sırayla yaptığı bir etkinlik olup TMMOB
Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi organizasyonuyla birlikte yürütülmekte.
Bu yıl Mimar Sinan Üniversitesi Şehir Bölge Planlama Bölümü ev sahipliği
yapmaktayız. Etkinlik için her yıl İstanbul’un gündeminde olan konular seçiliyor
ve Mart ayından itibaren de bu toplantıların hazırlık çalışmaları yapılıyor. Bu yıl
Alt-üst İstanbul temasını seçmeye karar verdik. Tabii İstanbul birçok alanda altüst ediliyor. Üç üniversite ve Odadan her biri çalışmak istediği konuya yöneldi
ve biraz kendiliğinden biraz da bölümlerin çalışma pratiklerinden yola çıkılarak
konular belirlendi. Bugün 4. oturuma kadar üç oturum gerçekleştirdik. Bu
oturumlardan Yıldız Teknik Üniversitesi Şehircilik Bölümünün üstlendiği;
“İstanbul ve Kentsel Dönüşüm” konusunun tartışıldığı etkinliğin birinci
oturumuydu. 2. oturum ise Şehir Plancıları Odasının organize ettiği “Kültürel
Miras ve Tarihi Yarımada” üzerine olandı. Etkinliğin 3. ve İstanbul Teknik
Üniversitesi’nin organize ettiği oturumda da “İstanbul’un Doğal Alanları”
hakkındaydı. Şimdi birazdan benim moderatörlüğünü yapacağım oturuma
geçeceğiz. Fakat bu yıl bir yenilik de yaptık İstanbul Buluşmalarında. Bu
toplantılar için ön hazırlık çalışmaları yapıldı. Yani her kurum daha önceden
yapmış olduğu kendi bünyesindeki Çalıştay sonuçlarını oturumlarına taşıdı ve
elde edilen sonuçlar tartışmaları bir miktar hareketlendirdi. Ayrıca kurum olarak
bizim yaptığımız çalıştaydan da sizlere kısaca bahsetmek istiyorum. “Kamusal
Alan ve Taksim” konusunu seçmemizin Şehir Bölge Planlama Bölümü olarak
bir alt geçmişi bulunmakta. Yaklaşık bundan iki yıl önce, yani kent gündeminde
152
Taksim konusu ilk defa konuşulmaya başlarken Şehir Planlama Bölümünde
yetiştirmek istediğimiz plancı profilini göz önünde bulundurup planlar yapılırken
başında karar veren sadece bir kişi olmadığını ve değişen paradigmalar
doğrultusunda
plancıların
birçok
bileşenle
ilişkide
olması
gerektiğine
inandığımız için bu konuyu çok farklı platformlara çekmeyi istedik. 2011’de
gerçekleştirdiğimiz toplantıda Taksim konusu ilk kez tartışılırken, Taksim
yayalaştırma projesi plan tadilatı ve kışla sözcükleri gündemdeydi. Tam da o
sırada bu toplantıda karar vericileri içimize dahil ettik ve Koruma Kurulu
Başkanını da çağırdık. O zaman henüz sadece kışlanın yapısının izleri plana
işlenmişti. Bunun dışında daha henüz yayalaştırma projesi onaylanmamıştı.
Sürece katkıda bulunmak ve süreci doğru yönlendirebilmek için toplantıya
başkanımızı, Koruma Kurulu Başkanını katmaya çalıştık. Ama sizlerin de bildiği
gibi süreçte ikinci bir basamağa geçildi. İlk defa İstanbul, Ankara, İzmir ve hatta
uluslararası birçok üniversiteden akademisyenler bir araya gelerek yaklaşık 176
akademisyenin imzasıyla Gezi Parkı’nın korunması gerekli bir kültür varlığı
olarak kalması konusunda Koruma Kuruluna dilekçe verdik ve takipçisi olduk.
Bizzat toplantılara katıldım, fakat o sırada hepinizin gündemden takip ettiği
üzere Koruma Kurulları bölündü ve kültür varlıkları ile tabiat varlıkları olmak
üzere birbirinden ayrıldı. Dolayısıyla konunun muhatabı 2 Numaralı Koruma
Kurulu olmadı, çünkü Gezi Parkı Tabiat Kurulunun konusu olarak gördü ve hala
bu konuda ne olduğu belli değil. Yine gündemdeki sözcükleri hatırlayacak
olursak kışlayla birlikte “ihya” konusu gündeme geldi, “reddin reddi” sözcüklerini
duyar olduk ve sonunda Gezi ve direniş sözcüğüyle tarihe bir nokta atılmış oldu.
Birazdan gerçekleştirilecek oturumdan evvel hazırlık amacıyla Yapı Endüstri
Merkezi’nde 3-4 Ekim tarihlerinde bir hazırlık toplantısı yaptık, az sonra hazırlık
toplantısının arkadaşlarım tarafından hazırlanmış özet filmini sizlere izleteceğiz.
Bu toplantıyı yapmaktaki amacımız da biraz önce söylediğim gibi bu konuda çok
farklı düşünen, kentle, kentin aslında tek noktaya indirgenmeyecek kadar farklı
bileşenleri içerdiğinden tasarımcıları, sosyal bilimcileri, tarihçileri ve diğer kişileri
153
de davet ederek 16 katılımcıyla bir toplantı gerçekleştirdik. Şimdi 10 dakikalık
filmi izleyelim, daha sonra konuşmacılarımızı davet edeceğim.
Evet değerli izleyiciler, filmin ardından teknik aksaklıkları da bir kenara
bırakırsak, biraz önce izlemiş olduğunuz kayıtlardan yola çıkarak 3-4 Ekim
tarihinde yaptığımız çalışmaları İstanbul Buluşmaları bünyesinde bir kitaba
dönüştürmeyi düşünüyoruz, bu toplantının tamamı zaten Şehir Plancıları Odası
tarafından yayın haline getiriliyor. Girişte size verilen CD’ler de geçen yılın
toplantısına ait dijital kitaptı.
Gezi’den sonra Taksim konusu aslında birçok şeyi gündeme getiriyor.
Bir taraftan Taksim Meydanı kuruluşundan bugüne kadar her iktidarın bir şekilde
kendi damgasını vurmak istediği bir kamusal alan, diğer taraftan bu toplantılarla
gördük ki kamusal alanların geleneksel yöntemlerle yönetilememekte. Yeni bir
yönetim anlayışına doğru gitmemiz gerekirken; bu tür alanlara bütüncül
yaklaşılması, kentsel bütün içinden yaklaşarak kentle birlikte düşünülmesini
gerektirdiği. Diğer taraftan da bu tür alanların tarihsel arka planını, barındırdığı
anlamları bilmeden üzerine yeni fikirler üretilemeyeceği noktasına getirdi.
Buradan yola çıkarak bugünkü konuşmacılarımızın konuşma temaları
şekillendi. Birazdan Sayın Aykut Köksal bahsetmiş olduğum tarihsel arka plan
üzerine; Gezi’ye ve Taksim’e nasıl bakmalıyız, bu tarihsel arka planı nasıl
anlamlandırmalıyız konularında konuşacak. Ondan sonra Sayın Ömer
Madra’dan gerek içinde yer aldığı Açık Radyoda Gezi Direnişine baştan sonra
yapmış olduğu katkılarla ve kendi bilgi birikimiyle, dünya görüşüyle Gezi’den
sonra Taksim’i kendisinden duymayı bekliyoruz. Üçüncü olarak yine bizzat
Gezi’nin içinde bulunarak o yaşanmışlıkları içselleştiren Şehir Plancıları Odası
Başkanı Tayfun Kahraman konuşacak. Dördüncü konuşmacımız Murat Güvenç
de İstanbul’un toplumsal coğrafyası içinden Gezi’ye nasıl bakılmalı hakkında
sunuş yapacak. İlk konuşmasını yapmak üzere Sayın Ömer Madra’yı kürsüye
davet ediyorum ve 20 dakikalık süreniz olduğunu hatırlatmak istiyorum.
154
ÖMER MADRA- Merhaba herkes. Burada bulunmaktan büyük bir
mutluluk duyuyorum. Benimki çok mekan üzerine bir konuşma olmayacak.
Bunca mimara ve şehirciye zaten anlatacak anlamda çok fazla bilgim
olmadığından Gezi ruhundan daha çok bahsetmek istiyorum. Bu Gezi ruhu
dediğimiz hikâye yeni ama ayrıca da yalnız Taksim Meydanını değil, ondan çok
daha büyük şeyleri kaybetmemizi de engellemek için ihtiyacımız olan bir duruş.
Gezi ruhunu koruyabilirsek ancak kayıplarımızı asgariye indirebiliriz. Aksi
takdirde tam bir felaket senaryosuyla karşı karşıya kalabiliriz.
Burada daha önce Gezi’yle ilgili yapmış olduğum çeşitli konuşma ve
yazılarda bir ufak derleme yaparak konuşacaktım, fakat hoş bir rastlantı oldu.
12 Ekim’de Bakırköy’de Monokl Yayınevinin öncülüğünde düzenlenen Yeni Sol
ve Globalleşme Konferansında filozof Alain Badiou Gezi’yle ilgili, Gezi ruhuyla
ilgili bence çok önemli ve çarpıcı bir konuşma yaptı. Biz de dün Açık Radyoda
“Açık Vergi Programında” ona kısmen yer verdik ve buradaki konuşmamda
ondan alıntı ile başlamak derdimi anlatmakta çok daha açıklayıcı olabilir diye
düşündüm. Alain Badiou konuşmasını bitirirken “lütfen, devam edin” demiş.
Gezi mücadelesine devam etmelisiniz, ama devam etmekle de kalmamalı, yeni
bir şey yaratma potansiyeline sahip olacak yeni bir politik trend, yeni bir politik
vizyon ya da böyle bir şey icat etmelisiniz diyor. Dördüncü tür bir politika demiş,
yani tutucu, reaksiyoner ya da vasat olmayacak bir tür politika bu yüzyılın
politikasını. Bir başka deyişle yüzyılımızın komünizmini icat etmelisiniz demiş.
Ben buna tamamen katılıyorum. Bunun ötesinde bir şeyler daha söylüyor. Yani
Gezi Parkı direnişçilerine esas olarak hitaben yaptığı konuşmasında Badiou
diyor ki: “Bu yüzdendir ki, hareketiniz insanlığın kaderi açısından büyük bir
önem taşımakta”. Taksim Meydanı, Taksim Gezi’si, İstanbul, AKP ya da
Türkiye’nin bekası, vesaireyi çok aşan bir olaydan bahsediyor. Eğer
küreselleşmiş kapitalizm dünyanın kanunu olmaya devam ederse, o zaman
mahvolan bir dünyanın felaketini yaşayacağız diyor. Genellikle felaket tellallığını
benim yaptığım söylenmektedir, ama Badiou’yu bulunca hiç kaçırmadım fırsatı
155
ve ancak diyor; “kolektif bir örgütlenme insanlığın tüm kuvvetini, gerçek kudretini
ortaya çıkartmayı başarabilecektir.” Şöyle bitirmiş: “Bugün size lütfen devam
edin derken, size hareketinizi devam ettirmeniz gerektiğini söylerken bunu
yalnızca sizler için söylemiyorum” diyor hitap ettiği kitleye, “herkes için ve en
nihayetinde benim için yapmalısınız. Çünkü bugün ben sizler için değil, sizlerle
buradayım” diyor. Çok hayati önemde bulduğum bir final cümlesiyle bitirmiş.
Şimdi müsaade ederseniz İngilizce konuşuyor, umumi arzu üzerine eskilerin
deyimiyle Badiou’nun o son cümlesini bir dakikalık bir şey, ona kulak vermeye
çalışalım (Badiou’nun İngilizce konuşması dinletiliyor).
Alain Badiou yaptığı konuşmayı böyle bitiriyor ve devam edin diyor.
Şimdi bu devam edin derken, lütfen devam edin derken çok garip bir şey oldu.
Kendini övüyor demezseniz inşallah, 5 Temmuz 2013 Cuma günü Boğaziçi
Üniversitesinin 146. mezuniyet töreninde yaptığım -ana konuşmacı olarak beni
çağırmışlardı- konuşmanın metninin başlığı da buydu garip bir şekilde: “Lütfen
devam”. Yani burada artık kendime bir pay çıkarmadan edemiyorum. Hiç kimse
seni övmüyorsa kendini öv. Boğaziçi konuşması hayatımda yaptığım en
kalabalık topluluktu 7.000, 8.000, 9.000, belki 10.000 kişi vardı stadyumda, yani
kuzey kampüsünde. Şunu söyledim: Bu ayaklanmayı aslında Taksim
ayaklanmasını 45 yıldır beklemekteydim. Hayattaki en yakın arkadaşımla
birlikte Paris’e gidecektim, tam lise bitiyor işte, kafamızda kavak yelleri… Plan
da şu; dünyanın biricik kültür merkezinde sinema okuyacağız. Hatırlayın işte,
yeni dalga. Arkadaşım benden önce gitti, ufak ufak da yerleşti oraya, ben biraz
daha bekledim, oyalandım filan ve son dakikada da tırstım. Biletim her şeyim
hazır olduğu halde caydım ve arkadaşıma da bir telgraf çektim. İkinci defa
dinleyen, okuyan varsa da kusura bakmayın, bu da kendimi övme faslının bir
parçası oluyor. “Sevgili Ralfi stop, çok düşündüm stop, ama bende o cesaret
yokmuş stop, kalıyorum stop, seni sattığım için beni bağışlayabilecek misin
stop. Ömer” Böylece 14 kelimelik bir telgrafla -o zamanlar 140 karakter kuralı
da yoktu- 68 Paris’ini, yani koskoca dünya devrimini kaçırmış oldum. Muhteşem
156
Paris yerine tuttum o kömür karası, boğucu, militer Ankara’ya gittim. Bu
gerzekliğim için de ömür boyu hayıflandım. Bunun intikamını almak için de 400
sayfalık bir roman bile yazdım. Sonradan aradan yarım yüzyıl geçti ve
Taksim’de olanlar oldu. Gene Mayıs ayında, bu sefer de devrim durumları bizim
kapımızı çalmıştı. Hatta Abbasağa Parkında bir forumu izlemeye gittim, bir
baktım, arkada “Paris’ten Gezi’ye selamlar” yazıyor pankartta, 45 yıl sonra Paris
İstanbul’a gelmişti. Bu sefer ama kaçırmamakta kararlıydık biz, İstiklal’deki o ilk
yaklaşık
35.000-40.000
kişilik
büyük
yürüyüşte
hayatımda
ilk
kez
Galatasaraylılarla, Fenerli ve Beşiktaşlıları kol kola gördüm. Sağımızda,
solumuzda milliyetçiler, Kemalistler vardı ve hatta parkta bizzat gördüğüm bir
şey de vardı. Faşizme karşı omuz omuza diye haykırırken sağ eliyle bozkurt
işareti yapan bir genç kız bile gördüm. Alt-üst İstanbul değil mi konumuz, ana
başlığımız! Her şey vardı, kavga dövüş yoktu bir tek aslında ve Gezi Parkının
bence aşılması çok kolay olmayan, hatta imkânsız diyebileceğimiz bir sloganı
da burada tekrarlamakta fayda var. Bunu hiçbir tahayyül çerçeveye alamaz
bence: “Biji serok Atatürk (Atatürk’e selam olsun)”. Bu aşılamaz. Gerçekten
oraya katılanların zekası akıl almaz bir boyuta ulaşıyor. Ama işte asıl ön saflarda
cephe savaşı vardı tabii. Yani Taksim’in girişinde mevzilenmiş polisten sürekli
gaz ve ilaçlı su yiyen kızlı erkekli sivil itaatsiz grup acayip direniyordu ve kendi
içlerinde yer değiştiriyorlardı, rotasyon yapıyorlardı. Gazdan bitap düşenler de
nefeslenip bir arkaya gidiyor, sonra tekrar ön saffa geliyorlardı. Kan çanağına
dönmüş gözlerindeki kararlı ifadeyi gördüm bir an ve bu işin bitmiş olduğunu
anladım ben, korku bitmişti çünkü. Böyle hüngür hüngür ağlayarak gidiyorlar,
ama döneceğini görüyorsunuz gözünden o genç insanların ve dönüyorlardı.
Bu iktidarın ya da muktedirlerin yapacağı hiçbir şeyin olmadığını bizzat
yaşayarak gördük. O yüzden gene böbürlenmek pahasına Gezi’de bizzat
bulunamayan, pek çok arkadaşım yorumcunun maalesef Gezi ruhunu
kavramakta bazen zorlandıklarını gösteren yazılar okudum. Bunun da sebebi
bence o gözleri görmeden bunu yapmaya çalışmaktı, ben de dediğim gibi artık
157
45 yıl sonra bir daha aynı hatayı yapacak değildim. O yüzden yakaladım baştan
sona, çocuklarımın üçü de oradaydı baştan sona üstelik. Yani Gezi meselesi
dönüm noktasıydı. Belki parkı kurtardık, belki meydanı kaybettik, ama Türkiye
ve bana sorarsanız dünya asla bir daha aynı olmayacaktır. Zaten Badiou da
biraz önce kastettiği şeylerden birinin bu olduğunu söylüyor. Gezi direnişinde
şans bu sefer yanımızdaydı. İlk günden yakaladık biz de radyo olarak, bir ay
kesintisiz maraton yayın yaptık. Devrimci momenti de canlı yayında verdik.
Taksim’i polisin terk ettiği anı da yakaladık, Taksim düşerken telefonda canlı
yayında anlatıyordu radyoda: “Bir dakika, polis çekiliyor galiba, yok, geri
dönüyor, gaz atıyor, çekiliyor, 1.000.000 kişiyiz meydanda” diye bitirdi. Biz de
teşekkür ettik, geliyoruz dedik birazdan, bekle, yayını bitirelim hiç olmazsa filan.
Yani şöyle, bir durum oldu: Dünyanın önde gelen çevrecilerinden Laster’a 2010
tarihinde sormuştum. Bu kadar şey oluyor, çevre yıkımı… Dünyayı
parselliyorlar, satıyorlar, korkunç şeyler yapılıyor… Niye hiç kimse isyan
etmiyor, isyan kitleselleşmiyor diye sormuştum. O da “sosyal değişim kimi
zaman çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geliverir” demişti. Biz de bunu
radyoda kimlik tanıtımı olarak döndürüyoruz arada bir yıllardan beri...
Biz bu sefer radyo olarak da hızlı refleks gösterdik. Zaten depremden
hazırlıklıydık. Aykut Köksal hatırlayacaktır, burada hatırlayacak olan başka
dostlarımız da olabilir. 1999’da da tüm formatı ters yüz edip iki ay boyunca
stüdyodan çıkmamıştık neredeyse ve sivil toplumun bana sorarsanız ilk kez
devlete “hop dedik” dediği yer orasıydı. 104 sivil toplum kuruluşu imzalı tam
sayfa gazete ilanları da o sırada hazırlandı, biz de işin içindeydik. Hatta bir
kısmının da radyoda hazırlandığını artık itiraf edebilirim. İlk önemli sivil
kıpırdanış buydu.
İkinci sivil başkaldırı bana sorarsanız -ben tarihçi değilim ama izlemeye
çalışan bir gözlemciyim- 2007’de Hrant Dink’in cenaze törenidir. Orada da
200.000 kişiye yakın insan toplandık ve yere göğe sığamadık doğrusu. Yürüdük;
158
köprüleri aştık, gittik ve tek kelime mırıldanmadan sessizce tabutun üstüne
konulan o hiç havalanıp kaçmayan öylece duran o beyaz güvercinlerle beraber,
çok acayipti. Sonra da Gezi geldi. Yürüdük, bağırdık, katıldık ve kesintisiz yayın
yaptık. Formatı gene altüst ettik. Saatlerce stüdyodan çıkmadık. Neyse… Birinci
haftanın sonunda üç kelimelik bir e-posta geldi “haberi sizden alıyoruz” diye,
Özlem diye bir dinleyicimiz ama Ankara’dan yazıyordu, selam gönderiyordu.
Çok gururlandık tabii, haberi bizden alması sadece bizim iyi yayıncılığımızdan,
iyi
radyo
olmamızdan
filan
kaynaklanmıyor,
yerleşik
medyanın
korkunçluğundan oluyordu tabii. Demokrasinin en temel ve vazgeçilmez unsuru
olan medyanın tamamen kötüyü görmemesi, duymaması ve söylememesi... O
kadar ki; bu konulara ilgi duyan siyasete tutunmuş Ankara’dan bir arkadaşıma
telefon ettim, o günlerin heyecanı içinde; ne diyorsun bu Gezi olaylarına, ne
olacak sence filan dedim. “Ne ne olacak, ne Gezi’si” dedi. Hiç. Sıfır. Akıl
almayacak bir kara delikti ve bu küçümsenemez, azaltılamaz. Tabii bizim
radyonun internet sitesi o arada aldı başını gitti, tekil ziyaretçi sayısı ilk gün
1.800 civarındaymış. Sonradan baktık, Gezi yayınından bir gün sonra 28
Mayısta filan 16.800 küsur oldu. Sayfa görüntüleme altı katına çıktı, derken 17
Haziranda bir e-posta daha geldi elime. Şöyleydi: “Sevgili Ömer, geçen hafta
Yunanistan’daki evimde tatildeydim ve sayenizde Türkiye’de yaşananları takip
edebildim. Doğrusu destekçisi olduğum radyonun bu kadar mükemmel
olduğundan haberim yoktu -“haberim”i tırnak içine almış- hepinize tebrikler.
Ayrıca senin de 50 senede değişmemiş olduğunu söyleyebilirim ve hatta yaşlı
gözlerle hatırladım İstanbul Radyosu’na disk jokeylik teklifiyle gittiğimiz günü,
rüyalarımızın bir kısmını gerçekleştirebildin. Lütfen devam. Öperim, r” Bu r,
küçük “r”nin kim olduğunu da herkes biliyor tabii artık, ne de olsa orantısız
zekam var. 49 yıl önce Paris’e benden önce giden ve kendisini sattığım
arkadaşım Ralfi’den başkası değil. Bahsettiği rüyalar meselesine gelince, onları
gerçekleştiren elbette ben ya da Açık Radyo değildik. Onları gerçek yapan da
sizlersiniz dedim Boğaziçi’ndeki öğrencilere. Kelimenin gerçek anlamında sivil
159
itaatsizliğin ne demek olduğunu günler boyu gösteren, şimdi de kadim Yunan
Agora’larındaki gibi doğrudan demokrasi deneylerini park forumlarında
sürdüren sizler, yani 2013 sınıfı, konuşma onlara hitaben yazılmıştı.
Şimdi Gezi direnişiyle gezegen için direniş de talihin garip bir cilvesi
sonucu Türkiye’nin kalbinde İstanbul’da birbiriyle buluştu aslında, pek fark
edilmedi ama 500’den fazla dünyanın dört bir tarafından gelen genç aktivist bir
haftalığına burada toplantı yaptı. Yani 2000 yıldır oturdukları toprakların sular
altında kalıp, ebediyen haritadan silinmesinin an meselesi olduğu insanlar geldi
buraya. 45 günde yürüyerek, vapurla, bisikletle gelenler vardı aralarında.
Sadece 15 yılın filan kaldığı tahmin ediliyor ve kiralık yer arıyorlar. 2000 yıldır
oturdukları yerleri bırakmaktan -biz 1071 Malazgirt’ten bahsediyoruz- adamlar
1071’den beri orada ve kalacak yerleri yok küresel ısınmadan dolayı ve
boğulmayacağız, savaşacağız diyorlar. En az 2000 yıl öncesinden gelen
geleneksel savaş danslarını, haka danslarını yapıyorlar. Şimdi bu çok önemli
bir mesele, çünkü bana bu gibi konferanslarda özellikle küresel iklim
değişikliğinden filan söz eden şeylerden bahsettiğim zaman hemen gelen soru:
Peki, ama çok geç değil mi artık, ne yapalım? Yok, geç olmuyor. Çünkü bir tek
şey var zaten yapabileceğimiz, mücadele etmek. Onun dışında bir seçenek yok
ki zaten. Benim romantik olmakla da suçlandığım oluyor. Elbette romantikliği
çok benimsiyorum, öte yandan da benden daha gerçekçi birini bulmanız da zor
olur. Çünkü denizlerin de, karaların da gümbür gümbür mahva doğru gitmekte
olduğu ve işte Badiou’nun da söylediği gibi mutlak bir kötü sona gitmekte olan
dünyayı ancak mücadele ederek değiştirebilirsiniz. Bugün daha okuduğum bir
haber, radyoda da söylediğim Kanada’da ve Amerika’da, Kuzey Amerika’da
muazzam bir mücadele veriliyor bu Tower Sand denilen yeryüzünün belki de en
büyük felaketi, karbon bombasının fitili diyorlar. Katran kumulları tasvir
edilemez, sadece Tower Sand diye girer, bakarsanız görebilirsiniz. Yani bu bina
yüksekliğinde tekerlekleri olan iş araçlarından bahsediyorum, dünyayı o hale
getiriyorlar. Onu önlemek için de Kızılderililer, yerliler filan büyük bir mücadele
160
veriyorlar ve durum belli değil henüz. O petrol akıtılıp akıtılmayacak, toprağın
suyunu filan kaynatacaklar.
Şimdi gördüm ki, Amerika’nın ve dünyanın, yeryüzünün en zengin
insanları arasında yer alan “Kock Biraderler” var, Kock gibi yazılıyor, kok
okunuyor. Orası petrol boru hattına açılması halinde sadece oradaki arsalara
sahip oldukları için 100 000 000 000 dolar rant elde edeceklermiş. Düşman
böyle bir şey ve bunu ancak bir şekilde bitirebiliriz. Yani biz bir mücadeleden
başka herhangi bir yolumuz olmasına imkân yok. 2010 yılında 3Y diye bir formül
icat etmiştim ben: Yerel, yatay ve yavaş. Slow anlamında bir mücadele
örgütlenme bugün de bu geçerliliğini koruyor. Gezi’den gezegene, oradan da
geriye gidersek denklem böyle, yani demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve adil bir
dünya, bir de tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen.
Bu felakete gidişi tek önleyebilecek şeyimiz odur ve benim çok takip etmek
istediğim yazarlardan biri, hoş bir kadın var, o da Rebecca Sovnet diyor ki:
“Önümüzde iki seçenek var: Ya kavgaya gireceğiz, ya giremeyeceğiz. Kavgaya
girersek kazanırız diye bir şey yok, ama kazanabiliriz, ama kavgaya girmezsek
size garanti ederim, kazanamayız” Başka çare yok, hayatla yüzleşmemiz
gerekiyor. O yüzden de zaten Boğaziçi’ndeki ekibe de bu daha başlangıç,
mücadeleye devam dedim. Kadim dostum Raif’in bana yazdığı gibi lütfen
devam, şimdi de Badiou aynı şeyi söylüyor. Düşman belli, her şey belli.
Yerden bahsedemedim, ama bir cümleyle onu da söyleyeyim ve
bitireyim. Taksim Gezi’sinin o zamanlar adı benim çocukluğumda Taksim
bahçesiydi. Benim için mekan olarak ifade ettiği en önemli anlam da ben
kayboldum orada 5 yaş civarında, net olarak hatırladığım bir şey ve korkunç bir
paniğe kapılmıştım. Sonradan bir hanım beni buldu, annemi de buldu,
buluşturdu beni, küfür kıyamet filan beni nasıl bırakırsın diye, ama daha büyük
bir kıyamet şeyde kopar. Yani benim kaybolduğum orada kaplan, leopar
heykelleri var, ben onlara “Leopars” derdim hatta, onlardan çok kaybolduğum
161
yere bir AVM yapılmasını yok, benim bunu kabullenmeme imkân yok. Hepinize
çok teşekkür ederim.
TAYFUN KAHRAMAN- Merhabalar, hepiniz tekrar hoş geldiniz. Tabii
Ömer Bey’den sonra ben de ilk defa mekanı bırakıp, biraz siyasetten
bahsedeceğim ve biraz da size Taksim Gezi’sinin arkasındaki esasında
magazini anlatmaya çalışacağım. Hani bizde çok merak edilen ve şu ana kadar
çokça kez dolaşma fırsatımız oldu, bu dolaşmalarımızda da en çok sorulan
soruları sizler sormadan cevap vermeye çalışacağım. Tabii çok az zamanımız
var, bunu 20 dakika içerisinde yapmaya çalışacağım. Az önce Aykut Hocam
esasında Taksim Meydanının mekansal tarihinden bahsetti, Taksim’in
mekansal tarihinin yanında esasında bize şunu da gösterdi ki, bu mekan her
zaman için ideoloji ve siyaset yüklü oldu. Cumhuriyetin kurmuş olduğu ve o
cumhuriyet anıtıyla birlikte simgeleşen ilk yapıtlardan biri daha sonrasında
modernist bir anlayışla ve modernizme doğru evrilen bir ülkenin simgesi haline
gelen bir Atatürk Kültür Merkezi, hemen arkasından az önce fotoğrafını gördük,
süngü ve miğferden oluşmuş bir darbenin simgesi, onun arkasından Dalan
yıkımları ve Tarlabaşı’nda Dalan’ın yaptıkları ki, o zamanki adıyla Dalan: “Bunu,
küresel kent İstanbul’u Taksim Meydanını en görünür vizyon yeri yapacağız ve
bu nedenle de Tarlabaşı’nda bu yıkımları gerçekleştiriyoruz” demişti.
Hemen arkasından 1995 seçimlerini hayal meyal hatırlıyorum, sizler de
hatırlarsınız, ama en çok tartışılan konunun şu olduğunu hatırlıyorum: Gezi
Parkına yapılacak olan cami ve o zamanlar şöyle bir gündem vardı: Gezi
Parkına yapılacak olan caminin hemen arkasından da İslam’ın küresel kenti
İstanbul vurgusuyla birlikte Refah Partisinin yerel seçimleri kazandığı bir sürece
girmiştik. Burada Taksim Meydanı hep ideoloji yüklü oldu ve hep siyasetin
mekanı oldu. Gezi Parkı’nın ve Gezi direnişinin de Taksim Meydanı’ndan
alevlenmesi ve Türkiye’deki bu hareketin ve bugüne kadar biriken o
hoşnutsuzlukların patlama noktasının esasında bu alanda gerçekleşmesinin de
162
çok tesadüf olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bu nedenle bir kent hareketi
olarak tabii ki bizler her zaman için şundan gururluyuz, affedersiniz, ama ben
hep şunu söylerim: İki kıçı kırık orada yan yana geldik, bir şey götürmeye
çalıştık. O günlerde en son benim gittiğim basın açıklamasında 10 kişi vardı.
Hatta Facebook’ta bir fotoğrafını gördüm geçtiğimiz günlerde, beni de
eklemişler. O fotoğrafa baktım, 10 kişiydik tam fotoğrafta, ama ondan 4 ya da 5
ay sonra biz Taksim Meydanında milyonlarca insandık. Demek ki, bizler
esasında bir kent hareketini bir hele ki günümüz koşullarında kentlerin bu kadar
ön plana çıktığı ve siyasetin ana eksenini, ana meydanını oluşturduğu bir alanda
demek ki bunu başarabiliyoruz.
O nedenle bir kent hareketinin böyle bir harekete, böyle bir ivmelenmeye
neden olması ve bir milleti sokağa dökmesi ki, polis rakamlarına göre, yani
resmi rakamlara göre 2,5 milyon insanın sokağa çıkması ve bunların yüzde
75’inin de hayatlarında ilk defa sokağa çıkmış olması gerçekten de az önce
Ömer Hocamın bahsettiği gibi bizlere umut veriyor ve bu ülkenin 68’de
Fransa’nın yaşadığı Charles De Gaulle’ye karşı gerçekleştirmeye çalıştığı o
devrimin bir anlamda 2013’te geç de olsa Türkiye’de bir tezahürünün olduğunu
ve bunun da bir mekan üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz. O nedenle bizler
hep basmakalıp mekan politikleşti derdik, ama ilk defa şunu gördük ki, bir
mekan politikleştiğinde çok güzel oluyor. Bunu bize Taksim Meydanındaki o
görüntü gösterdi. O nedenle şuna da tabii bir taraftan atıfta bulunmak lazım:
Bugün İstanbul’da sadece Taksim yayalaştırma projesi ve Gezi Parkı değil,
İstanbul’da çok daha vahim sonuçlara neden olabilecek pek çok proje var.
Bunların en başında üçüncü köprü geliyor. Bugün temelleri atılmış olan köprüyle
birlikte belki de İstanbul’un mahvına neden olabilecek bir sürecin başlangıcını
yaratmış durumdayız, ama bizler yine aynı mücadele içerisinden buraya
baktığımızda, bu alana baktığımızda aynı kitleselliği yakalayamadığımızı
görüyoruz. Bu nedenle bu bir kent hareketi miydi, yoksa birikmiş olan bir öfkenin
tezahürü müydü, buna bakmak lazım.
163
27 Mayıs günü orada ben de yoktum, ama burada aramızda olan
arkadaşlarımız oradalardı. Orada 20 ya da 30 kişi vardı, ama 28’inde oraya
gittiğimizde bizler 200 ya da 300 kişiydik ki, bu olayı, bu gündemi de o güne
kadar sahiplenmiş olanlardı. 29’unda bu sayı binler oldu, 30’unda bu sayı on
binler oldu, 31’indeyse orada yüz binler, hatta milyonlara varan insanlar vardı.
O günkü manzara inanılmazdı. 1 Hazirandaysa özellikle Taksim Gezi Parkı’nın
polis tarafından boşaltıldığı o günse inanılmaz bir kalabalık alana doğru akın
ediyordu. Yanlış hatırlamıyorsam yanımda Akif vardı, onlara dönüp ne
yapacağız şimdi diye sorduk. Çünkü Taksim Dayanışması denilen bir yapı vardı
ve bütün sorumluluk onun üzerine yüklenmişti, ama bu 5 benzemezin bir araya
geldiği yapı burayı nasıl koordine edecekti? Polisin olmadığı hiçbir şekilde
organize olmayan bir yapı nasıl koordine edilecekti? Esas sıkıntı buydu, ama
ertesi sabah bir de baktık ki, bize ihtiyaç yokmuş. Herkes elinde çöp torbaları
birden bire yerlerden izmarit toplamaya ve çöpleri toplamaya başladılar ve olan
esasında belki de iktidarın da burada hani amiyane tabirle yine sizlerden özür
diliyorum, ama kusmuklarında boğulsunlar diye bu fotoğrafı yayınlayalım ve
buradaki hareketin bütün meşruiyetini tamamen önleyelim gibi bir fotoğraf
verilmek, fotoğraf alınmak istenirken tam tersine buradaki kitle inanılmaz bir
seferberlik ve inanılmaz bir uzlaşıyla birlikte burada öyle bir fotoğraf vermekten
kesinlikle imtina etti ve hiçbir şekilde öyle bir fotoğraf verilmedi. Tam tersine
daha güzel fotoğraflar verildi. Bir gazetede bir fotoğraf vardı: Bir tarafta bozkurt
işareti yapan arkada bir adam, yanında BDP’li bir erkek, yanındaki TGB bayrağı
taşıyan kadını kaldırıyordu, arkalarında da bir sis bombası onlara doğru
ilerliyordu. İşte esas Gezi ruhu ve bizlerin belki de az önce Ömer Bey’in
bahsettiği bundan sonraki siyasetin temelini oluşturacak şey burada belki de bu
uzlaşı ortamında yaşıyor.
Gezi’den Türkiye siyasetine ve Türkiye’de iki tane sonuç çıktı. 31’inde
Gezi’nin anlamı tamamen değişmişti, 27 Mayısta orada ağaçları korumak
isteyenler, hatta Sırrı’nın bir buldozerin önüne geçip, kendini siper ettiği o
164
sürecin sonucunda 31’inde esasında Taksim Dayanışmasının da, diğer tüm
kurumların da tamamen etkisiz kaldığı bir süreç yaşandı. Neydi bu? İnsanlar ilk
olarak orada bir sivil itaatsizlik örneği olarak esasında kamu vicdanını harekete
geçirdiler. Belki bu Türkiye’de ilk kez ifade özgürlüğüne ilişkin ve oradaki
toplanan kitleye ki, onlar hepsi efendi çocuklardı bir taraftan da, çünkü bugüne
kadar hep marjinalize edilmeye çalışılan ve marjinal olarak gösterilen kitlenin
yanında eğitimli ve pek çoğu uzman olan bir kesimin oradaki direnişine yapılan
müdahaleyi kamu vicdanı esasında kendine yediremedi. Bir anlamda da bunun
tezahürüydü 31 Mayısta yaşanan bu görüntü, ama bir taraftan da burada
birikmiş olan özellikle ifade özgürlüğüne ve Türk siyasetinin bugüne kadar
vermekten hep imtina ettiği, ama gıdım gıdım verdiği temel haklar ekseninde de
yapılmış olan müdahalelerin yaşam alanına, içkisine, bedenine karışılan
insanların “benim hayatıma karışma” demeleriydi. Bir taraftan da tabii her sabah
uyandıklarında Başbakandan bugün nasıl bir fırça yiyeceğim görüntüsünün de
bir ortamda gerçekten de korku imparatorluğu yıkıldı ve insanların gözlerinde
bunu başarabildikleri ve bir arada durabildiklerinin ve yalnız olmadıklarının o
günlerde sinyalleri vardı. Bir taraftan da iktidar ilişkilerinin de iktidarın kendisine
ilişkin mantığın da değiştiğini gördük. Şöyle bir anımı anlatayım: Bir gün tam
Başbakan Yardımcısıyla görüşme yapmıştık. O zamanlarda tanınır bir sima
olduk. Oradaki çocuklar da tanıyorlardı. Sabaha karşı 03.00’tü, Beşiktaş’ta hâlâ
daha çatışmalar devam ediyordu ve biz sonraki arkadaşlarla gidip, birkaç kişi
görüşmek istedik
ve yanlarına gittik.
Çocuklar etrafımıza toplantılar,
konuşuyoruz. Bir ihtiyaçları var mı, onları soruyorduk. Bir tanesine şey sordum,
17 yaşındaydı bir lise öğrencisi: Niye hâlâ Beşiktaş’ta Başbakanlık Sarayına
saldırıyorsunuz? Şunu söyledi çok net: “Ağabey, biz orayı çarşının merkezi
yapacağız” dedi. Yani o iktidarı esasında kafasında tamamen yıkmıştı ve iktidarı
yeni kendi sanal iktidarı olarak çarşı iktidarını kurdu. Onun için iktidar esasında
çarşıydı, o nedenle bugün artık siyaseti de az önce Ömer Bey’in bahsettiği gibi
tüm siyasi kavramları da yeniden düşünmemiz gereken ve onları 140 karaktere
165
sığdırmamız gereken bir süreç yaşıyoruz. Çünkü 140 karakterden öte
yazdığınız hiçbir metin ya da hiçbir mesaj bugün gideceği noktaya gitmiyor ve
bu mesajlar anlaşılamıyor. Bizler bugün 140 karakter esasında bazı
arkadaşlarımız da bunu çokça eleştiriyorlar, yani böyle bir algının yaratılması
nedeniyle pek çok eleştiri yazısı da okudum, ama 140 karakter gerçekten de
derdi anlatmak konusunda özellikle bugün hani kayıp kuşak dediğimiz 80
sonrasındaki -ben de ona mensubum- 90 kuşağının yarattığı inanılmaz bir
yaratıcılık ve inanılmaz bir uzlaşı ortamını gündeme getirebiliyor sadece 140
karakterle bu kuşaklar. Bu nedenle oturup takkeyi önümüze koyup
düşüneceğimiz daha pek çok şey var, ama bir memleketin ne kadar yaratıcı
olabileceğinin de izlerini görmek gerçekten de bizleri çok çok mutlu ediyor.
Esasında bu bütün süreci anlatan çok sevimli bir duvar yazısı vardı, bir grafiti
vardı duvarlarda, kimsenin ilgisini çekmemiş, ama benim en çok hoşuma giden
oydu. “Yaşasın sevimli mücadelemiz” diye, herkes şöyle bilir onu: “Yaşasın
devrimci mücadelemiz” diye slogan atılır, ama bu sefer “yaşasın sevimli
mücadelemiz” esasında bu hareketin ne kadar da efendi, ne kadar barışçıl ve
ne kadar hoşgörü yüklü bir hareket olduğunu ve bu anlamda bu kaynaktan
beslendiğini gösteriyordu bize.
Tabii bu süreçte bizler de biliyorsunuz iki görüşme yaptık. Bunlardan bir
tanesi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tı, bir tanesi de Başbakanla hemen
arkasından da olaylı bir şekilde biten görüşmeyi yaptık. Bu görüşmelerin de
esasında temel kilitlendiği nokta buydu. Orada gördüğümüz gerçekten de
hükümet kanadında inanılmaz bir korku vardı o tarafta, çünkü bir tarafta hiçbir
şekilde evine girmeyen milyonlar sokaktalar, ama bir tarafta da meşru zemine
çekilmiş olan siyasetin de gerçekten bu hareket karşısında belki de dünya
tarihinde ilk defa karşılaşılan bir direniş karşısında nasıl bir tavır takınacağını
bilmediği bir gün yaşadık. Tabii şunu söylemek lazım: Özellikle en çok sorulan
Başbakan toplantısı nasıl geçti, gerçekten hararetli miydi? Evet, orada
istenmeyen bir şekilde biten bir toplantıdan bahsedebilirim sizlere, 4 saat süren
166
ve gerilimin sürekli olarak tırmandığı bir toplantı süreci yaşandı. Bu toplantıda
hükümet kanadı tarafından sürekli olarak tartışma zemini Gezi Parkı’na ve
orada yapılacak olan mimari projeye çekilirken, bizim tarafımızdan sürekli olarak
şu anda sokakta olan insanların taleplerinin daha da ileri boyuta eriştiğine ilişkin
yorumlarımızla giderek gerginleşen bir toplantı ve sonunda orada yer alan bir
arkadaşımızın bunu tekrar hatırlatması üzerine Sayın Başbakanın toplantı
salonunu terk etmesiyle birlikte biten, ama arkasından da tabii benim çokça kez
fırça yediğim bir açıklama, hemen arkasından da bizlerin orada yapmış
olduğumuz ve grup adına da benim gerçekleştirmiş olduğum açıklama ki,
oradaki tansiyonun mümkün olduğunca nötr bir seviyede tutmak amaçtı ve
oradaki gerginliği yansıtmamak istekli bir amaçtı. Açıklama hemen ertesi günü
Başbakan tarafından yine yalanlandı ve Başbakan o toplantının ne kadar sert
geçmiş bir toplantı olduğunu açıklayarak esasında bizlerin bir taraftan da hata
olarak yorumlanan bu tavrını kendisi tamamen bertaraf etmiş oldu.
15 dakikayı doldurdum, şöyle bitireyim isterseniz: Yani bundan sonra ne
olacak, nasıl bir beklenti var ve insanların bundan sonraki beklentisi nedir
Taksim’e, Gezi Parkına ve burada yaşanılan direnişin yarattığı ruha ilişkin diye
bakarsak, bundan sonra siyasetin özellikle hiçbir şekilde aynı olmayacağını, tüm
yapıların buradan bir ders çıkarması gerektiğini görüyoruz. Tabii bunların
içerisinde meslek odaları olarak bizler de varız, sendikalar da var, başlıca siyasi
partiler olmak üzere tüm bu yapıların yeniden revizyon geçirdikleri ve katılımcı
bir siyasete doğru evrildikleri bir süreci yaşamak zorunda olduğumuzu esasında
bize Taksim Gezi Parkı süreci gösterdi. Tabii ikincisi, Ömer Hocamın kaçırmış
olduğu 68 hareketinin de gösterdiği şekilde Türkiye’de de bir taraftan bu
hareketin önümüzdeki seçimler silsilesi içerisinde mevcut iktidara sarılan
şekilde biçimleneceğini ve onun arkasından da tüm siyasi zeminin değişeceği
bir süreç yaşayacağımızı düşünüyorum. Çünkü 68 sürecinde de Charles De
Gaulle gitmeden önce ilk 68 hareketinde orta sınıflar ve mevcut o düzen
içerisinde yer alanlar tepki olarak tabii ki böyle sosyal dönüşümlerin birden bire
167
tepki vermesi kolay olmaz hiçbir zaman, tepki olarak esasında iktidara sarıldılar.
Şu anda öyle bir tepki beklemek de çok normal, ama iktidara sarılınan bu süreç
arkasından da yeni bir siyaset yapma tarzının hâkim olacağını, çünkü Gezi’ye
katılan her yaş, her sınıf, her cinsiyet ve her gruptan insanların yarattığı
uzlaşının buradaki çoğunluğu, buradaki çoğulcu yaklaşımın şu anki çoğunlukçu
siyasete karşı galip geleceği bir süreci yaşayacağımızı düşünüyorum. Tabii ki
öncelikle yıkılması gereken, yani Kadıköy, Maltepe, Bakırköy, Beşiktaş aksında
ya da Gazi-Okmeydanı aksında yükselen bu hareketin biraz daha İstanbul
genelinde ve Türkiye genelinde ses getirmesi için bir çabaya, bir yeniden
kendini düşünmeye ihtiyacı olduğunu söylemek gerekir.
Buradan Gezi Parkı’ndan esasında az önce söylediğim gibi iki tane ders
çıktı. Bunlardan bir tanesi insanların sokağa çıkıp, bedenime, yaşamıma, evime
ve sokağıma bana sormadan bundan sonra müdahale edemezsin demeleriydi.
İkincisi de, esasında siyasete verilen bir dersti. Az önce de söyledim, burada
hükümete, ama en çok da muhalefete bir ders vardı ve buradaki muhalefet etme
rolünü esasında insanlar sokağa çıkarak kendileri üstlenmişlerdi. Bu anlamda
Taksim planlarında da gördüğümüz gibi biliyorsunuz burada ana muhalefet
partisinin de oylarıyla birlikte kabul edilmiş bir plandan bahsediyoruz. Esasında
mevcut siyasi hegemonyanın yıkılıp, yerine yeni bir hegemonyanın inşa edildiği
yeni bir demokrasi ve yeni bir siyaset beklentisi olduğunu ve buna ilişkin de bir
ders çıkartılması gerektiğini gösteren bir tablo vardı diyorum ve şu an süremi
doldurdum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
MURAT H. GÜVENÇ- Merhaba. Benim açımdan çok öğretici bir toplantı
oldu. Birçok bilmediğim ayrıntıyı da öğrendim. Özellikle de Ömer Bey’in
konuşmasını çok beğendiğimi kendisine de söylemiştim, bir kez daha dinlemek
de oldu, bu konuşma da Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konuşma da çok bence
öğreticiydi, yani içerisinde de galiba o 400 sayfalık romanın satırlarından bir
şeyler yer alıyordu.
168
Şimdi iki tür konuşma oldu. Bir konuşmacılar biraz mekanla ilgili, bir de
Ömer Bey’in anlattığı, sosyal tarafı oldu. Şimdi benden önce konuşan Tayfun
siyaseti anlattı. Şimdi bu şehirle, bu mekanla bu kamusal alan mücadelesini
galiba bir araya getirip, bu kapanış konuşmasını da ben yapayım. Bunu
yaparken de izin verirseniz size bir öykü anlatayım. Bu 140 karakter kökenine,
koşullarına uyacağım, çok kısa zamanda uyacağım, ama Başkandan da rica
ederim, biraz ben böyle dinleyici bulunca fazla uzun konuşabiliyorum, onun için
kesebilirsiniz bir yerde, ama anlatacağım şey zannediyorum bir-iki noktada da
Ömer Bey’in konuşmasında, Tayfun’un konuşmasında işaret ettiği peki, bundan
sonra ne yapmalı noktasına getirmeye çalışacağım.
Şimdi burada bizim gördüğümüz olay, yaşadığımız olay Türkiye’de biz
hani kamusal alanın kuruluşuna tanık olduk. Kamusal alan performatif bir
kavram, yani demokrasi gibi yapınca oluyor, dank etmek gibi, yani teorik bir
dans eğitimi olmuyor. Bisiklete binmeye giriş diye 101 dersi verilemiyor. Yani
ders verilebilir de, onu yapmak için bisiklete binmek, paten kaymak da teorik
olarak öğretilemiyor. Paten kayma bilgisi yapınca oluyor, ediniliyor. Bu kamusal
alan da biraz böyle bir şey ve burada çok beklenmedik sıçramalar oluyor. Ben
şimdi tarihsel olarak okuduğum tarihsel, bizim Gezi’ye çok benzeyen sahne
olarak da benzeyen bir sahneyi anlatacağım. Bu belki 15. asırda oluyor, ama
olmuş ve bundan sonra da bize ne öğretiyor, onu size anlatacağım.
Şimdi bu kamusal alan çok eski Yunan Kültürü’nde iki bacaklı olarak
kurulmuş. Bir Agora kısmı var, yani herkesin açık, milletlerin, ticaretin olduğu
kısım var, bir de tiyatro kısmı var. Müzakerenin yapıldığı, ona da ‘pinks mekan’
deniliyor. İkisi birbirinden farklı bir şey, bir tarafta bizim mahalle forumlarında
olduğu gibi mesele konuşuluyor. Orada konuşma daha demokratik, doğrudan
demokrasi var, ama Agora’da da performans var. Orada insanlar ötekini
görüyor. Hayır, Agora’da, tiyatroda konuşuyorlar, müzakere mekanı, o yuvarlak
olmasındaki orada sınırlı şey içinde bir doğrudan demokrasi platformu, her
169
zaman orada drama oynanmıyor. Bu Roma’ya geldiği zaman Roma bunu aynen
koruyor, fakat o doğrudan demokrasi kısmını senato aldığı için forum şeklinde
oluyor. Forum da bir merkez ve kamusal alan, bu sefer sokak, meydan ve o
pazarın kontrolü haline geliyor. 5. asırda Roma çöktükten sonra 5-11. asır
arasında Avrupa’da bir süreç görüyoruz. Avrupa kentlerinde bu eski Roma
kentlerinden miras kalan kamusal alan giderek tırtıklanılıyor. Şehirlerin otoritesi
kalktığı için herkes kamu alanına biraz taşıyor. O güzel aksların ortogonal yapısı
çıkıyor, biraz eğrilik, büğrülükler oluyor ve otorite de kalktığı için şehrin etrafında
bir duvarla çevriliyor. Bir küçük merkezi, meydanı işte kilisesi, bir tane şatosu
çok yoğun bir doku. Bunu şehir tarihinde bu yoğun dokuyu katı yumurtaya
benzetiyorum. Kaynamış yumurtayı metafor olarak kullanıyorum 140 karakter
kuralına uymak için katı, etrafında da duvar var. Böyle bir şey, hareket yok, onun
için İngilizcede kasaba gittim demiyoruz, “Butcher House” yani kasabın eviyle
kasaplık mekanı aynı yerde, yani kasapla kasabın evi aynı yer. Fransızcada
“Maison” hem ev, hem ticarethane anlamına geliyor. Böyle bir şeyin
içerisindeyiz. Bu süreç bizi 11, 12, 13. asırlara geldiğimizde Avrupa’da
beklenmedik bir duruma götürüyor. Beklenmedik bir şey bu bizim Kuzey
İtalya’daki komşularımız, çünkü onlar İstanbul’un acentesi gibi çalışıyorlardı o
zamanlar, İstanbul pazarında gümüş ve esirden başka ne satarız diye kendi
kendilerine konuşuyorlar ve satabilecekleri şeyin yün olduğunu keşfediyorlar.
Yün üzerinden Kuzey Avrupa’yla Kuzey İtalya arasında bir taşınma hattı
kuruyorlar. Yünler toplanıyor orada, sonra onlar İtalya’ya gidiyor, boyanıyor. Bir
kısmı Güneydoğu’ya, bizim bir kısmı Ortadoğu’ya, bir kısmı tekrar Avrupa’ya
satılıyor. Bu arada da Kuzey İtaya şehirleri çok zenginleşiyorlar. Çok
zenginleştikleri zaman bizim haşlanmış yumurtanın içerisinde ‘Ruler’ın’ yani
yöneticinin malikanesinin üzerindeki idari fonksiyon, yani haremlik ve selamlık
fonksiyonları o evin içerisinde artık taşınamaz hale geliyor. Evin içinde
avukatlar, davalar, dava vekilleri idarecinin evi içinde Fransa’da artık evi
yaşanmaz hale getiriyorlar ve adam feryat ederek diyor ki, buradan çıkalım, bir
170
tane yer yapalım. Bir idare sarayı yapalım, orası bizim ofisimiz olsun, bir de
evimiz olsun. Bu işte bence bizim yumurtanın içerisinde beklenmedik bir hattın
açılması anlamına geliyor. Bu idare sarayı açıldığı zaman 1,5 km.lik bir mesafe
içerisinde sarayla, yani ikamet sarayıyla iş merkezi arasında olmadık bir trafik
başlıyor. Avukatlar bir taraftan çıkıyorlar, saraya gidiyorlar, bir taraftan bir devlet
o aks üzerinde hareket etmeye başlıyor. Devlet orada hareket edince işte
yüksek hâkimler gidiyor, tüccarlar oraya geliyor, loncalar bir tarafa gidiyorlar. Bu
düzen içerisinde toplum bunu seyretmeye kalkıyor. Toplum da bu hareketi
seyrediyor. Bak, avukatlar gidiyorlar, avukatlar loncasının bilmem birinci
sırasındaki adamın yanında o yükseldi şimdi, eskiden arkada yürüyordu. Yani
toplum ilk defa idarenin kendi kendisinin bir döngüsüne tanık oluyor ve bu
müthiş popüler bir seyir haline geliyor.
Bu Floransa’nın Maris’i, Fransa Kralı’na gelin oluyor. Fransa’ya gidiyor,
Paris’e bir bakıyor ki, Paris tam bizim Osmanlıların güneş battı gavur yattı
dedikleri katı yumurta gibi, hiçbir şey yok, hiçbir hareket olmuyor. Onun üzerine
diyor ki, burada bir sosyal hayat yok. Floransa’da böyle bir şey seyrediyorduk,
seyirlik bir olay vardı. Burada hiç öyle bir şey yok ve kraldan bir bahçe kendisine
tahsis etmesini, bir alan tahsis etmesini istiyor ve dedikleri bugün Şanzelize’nin
olduğu yerde bir büyük bahçe yapılıyor kendisine. 1,5 km etrafında duvarları
var, bir kapısı var, içerisinde üç sıra da ağacı var ve o üç sıra ağaç daha sonra
büyüyor ve bu kraliçemiz etrafındaki nedimeleriyle beraber orada bazı günler
yürüyüşler yapıyor. Bu yürüyüşler sarayda herkesin çok dikkatini çekiyor.
Kraliçenin yürüdüğü günler onun arkasına takılmaya başlıyorlar Bu kur şeyi
içerisinde bu bir şöhret oluyor. Derken ben bunu biraz okudum tarihinde, şöyle
bir sahne oluyor: O kadar popüler olmaya başlıyor ki, bu arazinin içerisinden bu
arazinin gittiği bir yer yok, etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Yani Gezi Parkı’ndan
ölçeği biraz daha büyük, bir kapısı var, ama hiçbir yere gidilmiyor. İçinde üç sıra
ağaç var, insanlar bunun içerisine giriyorlar derken bazı günler bütün Paris
kalkıyor saatinde oraya doluyor. At arabaları, insanlar, hani o şeyler herkes
171
oraya geliyor. Hiçbir yere gidilmiyor burada, hiçbir şey olmuyor, bütün toplum
orada duruyor. O kadar bir, yani bunu sizin şimdi bunu niye anlatıyorum?
Boşaltılmadan önce Gezi Parkı’nın halini görürsünüz, orada 1 cm yer yoktu,
anlatabiliyor muyum? Herkes oradaydı ve ne oluyordu? Duruyordu insanlar.
Şimdi burada duruluyor. Bu olay zaman içerisinde şuna sebep oluyor:
Niye bu oluyor? Çünkü toplum ilk defa İngilizcesi ‘to see and to be seen’, yani
görmek ve görünmek, ortada Twitter yok, televizyon yok, medya yok, toplum ilk
defa orada hem bir şeye tanık oluyor, hem de bir şeyi görüyor. Bu performatif
bir duruş, yani sen orada bedenen varsan o kuruluyor, bedenen yoksan o
olmuyor. Hikâyenin gerisini uzatabiliriz. 17, 18. Yüzyılda bu İngiltere’ye ‘coffee
house’ üzerinden gidiyor. İşte ‘coffee house’larda birtakım ticaret, banka, borsa,
gemi, nakliyat işleri konuşulmaya başlanıyor. Reuters’in bir gemi nakliyatındaki
haberlerle borsa nakliyatı arasında, borsa işleri arasında bir şeyden doğduğu
söylenir.
Yani
böyle
bir
devletin
kontrolünde
olmadığı,
insanların
performanslarıyla katıldıkları bir süreç. Sonra bu süreç Paris’in tarihine
geldiğimiz zaman atlıyorum yine 140 km şeyinde, kahve kültürü üzerinden şey
yapılıyor. Paris’in kültürü Paris’i “güneş battı gavur yattı” olmayan bir şey, bir
ışıklar şehri haline getirmesinin iki tane sebebi var: İşçilerin yatacağı konutlar
son derece küçük, insanlar evlerine gitmek istemiyorlar, çünkü evler 2,5 metre
genişliğinde, 5 metre uzunluğunda küçük küçük plakalarla bölünmüş 19.
Yüzyılda insanların girmekten nefret ettiği yerler, yani böyle sadece uyumak
için, eve girmemek için her şeyi yaptıkları için kahvenin her türlüsünü icat
ediyorlar.
Şimdi bu süreç bu şekilde, yani şeye bir kaza ile kurulmuş bir alan. Bu
alan neyi fark etti? Bu alanda bir şey fark ediliyor. Tören mekanıyla, yükselen
devletin tören mekanıyla sivil toplumun yarattığı performans mekanı birbirinden
ayrılıyor. Aykut’un konuşmasında Taksim’le hani devletin simgesel olarak ben
burada varım dediği mesele, devletin mekanı ile performans olarak kurulan sivil
172
mekan birbirinden ayrılmış oluyor. Bu performans olarak birbirinden ayrılan
mekan sürekli olarak kamuyla sivil toplum arasındaki adı konulmamış küçük
nasıl diyelim, farklı kullanımları devlet, o bizim performans mekanında hiçbir
zaman tümüyle kontrol edemiyor. Kendisi ondan daha büyük simgesel mekanlar
yaratıyor, kimse de oraya gitmiyor. Hükümet meydanı yapılıyor.
SALONDAN- Gezi meydanı gibi…
MURAT H. GÜVENÇ- İşte tam ben de diyorum, ama bu sadece bizde
değil, başka yerlerde de var. Bu Osmanlı’nın son dönemine geldiğimiz zaman
şimdi hikâye biraz daha İstanbul’a getirebilirim, operatör Cemil Topuzlu
İstanbul’da üç tane park yapmaya karar veriyor. Bir tanesi Gülhane’yi park
yapalım.
Hikâyesini
anlatayım:
Ben
operatörüm.
Belediye
Meclisinin
konuşması, ama ciğer ameliyatı yapıyorum. Bu bizim millet teneffüs edemiyor.
Çok yerler kötü, oksijen almaları lazım. Operatör olarak Belediye Meclisine artı
gerekçelendiriyor. Herkes biliyor ki, bu aslında performans olması lazım. Bu
gerekçe uzun süre kimisi diyor ki, tamam da, yapıyoruz, veriyoruz, ama buraya
kadınlar girecek mi? Girecek tabii, onlar da nefes alıyor. Onlar için matine
yapalım diyor. Parkta Perşembeleri ve Salı öğleden sonra kadınlar gelecek,
diğer günler girmeyecek. Bu şekilde çıkıyor. Gene 140 km, burada İstanbul’da
bir park var, Tepebaşı’nda park var. Tepebaşı’ndaki parkta da şöyle
buluşuyorlar. Bütün milletlerin Rum, Ermeni, Musevi milletlerin kadınları ve
erkekleri girebiliyor. Müslüman erkekler de girebiliyor, kadınlar giremiyor, ama
“to see and to be seen” var ya, görmek ve görülmek orada olmak lazım. Tabii
Müslüman kadınlar da bu parkın kenarına geliyorlar. Nereden geliyorlar? Tarihi
yarımadadan geliyorlar. O Kasımpaşa tarafındaki o tersane tarafından
geçiyorlar, oradan yukarıya Tepebaşı’na çıkıyorlar. Oradaki caddeyi haritada o
caddenin adı Yaşmak Sıyıran Caddesi, 140 karakter kuralına uyuyorum. Tabii
giremiyorlar, ama kural parkın duvarında oturmak serbest, oraya oturuyorlar.
Bunun anılarını okuduğunuz zaman burada balıkhane nazırı Ali Rıza Bey diye
173
birisi var. Bir Osmanlı, yani amatör antropolog, adetleri yazmış, çok kızıyor
buna, edepsizler gene geldiler, oraya oturdular diyor. Yani olmamaları gereken
yere oturdular diye yazıyor. Peki, Gülhane Parkı ne oluyor? Hiçbir şekilde o
kural, yani kızlı-erkekli o olmuyor, sonunda o fiilen kadınlar ve erkekler o harp
yıllarında onlar orada oturuyorlar. Bir daha da o parkın kadınlar matinesi,
erkekler matinesi Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmıyor.
Şimdi bu hikâyeleri ben anlatıyorum, burada bir kadın ve erkeğin aynı
mekanda bir arada bulunabilmesi çok çok önemli bir şey, adını koymamız
gerekir. Bu şeyde duyduğumuz bir şey var, ona da işaret edelim. Kızlı-erkekli,
bu da 140 km, bunun aralarını küçültün, kızlı-erkekli, yani kızlı-erkekli o
mekanda bulunmak önemli bir şey ve bu da performans gibi bir şey. O
performans, yani orada o kızlı-erkekli ortamın dejenere olmamasını sağlayacak
hattı, hareketi öğrenmek paten kaymak, bisiklete binmek gibi bir performans.
İşte sivil toplum orada da onu öğreniyor. Yani o oranda utanıp kaçma olmuyor
veya Osmanlı’nın o balıkhane nazırının malikane nazırı Ali Rıza Bey’in anılarını
okuduğunuz zaman şunu görüyorsunuz: O tramvayların ortasında bezler
varken o iki taraf arasında nasıl konuşmalar oluyormuş. Ben onları okumaya
utanıyorum yani, inanamazsınız, tiyatro gibi bir şey, hakikaten o toplumu vakti
geldiği zaman ona rağmen o bez de olmuyor. Tramvayı ayırıyor, tramvayın bir
tarafında erkekler, bir tarafında kadınlar birbirlerine laf atıyorlar. Porno gibi bir
şey, ama olmaması başka bir şey, bunun olmaması çok önemli bir şey.
Şimdi ben size bunun, bu kamu alanının kurulmasının içerisindeki
anekdotel de olsa bunun bir şeyini anlattım, çok kısa anekdotel bir tarihini
anlattım. Burada bu herkesin elinde şunları görüyorum, onlardan da Thomas
Bendel diye bir adam var. Onu da araştırırsanız orada benim anlattıklarımın
arasını dolduracak her şeyi bulursunuz. Şimdi bunun kamu alanının kurucu,
ileriye götürücü, demokratik, devletin bir alternatif üretici bir tarafı var. Bunun
içerisinde mesela, bize bunun muhalefetin örgütlendiği taktiksel bir mekan
174
deniliyor ki, bunun bazı örneklerini şey yaptık. Habermas bu mekanın aslında
daha ileri bir modernite projesinin inşaatının yapılabileceği bir yer olarak
gösteriyor. 1968 olayları bize bunun imkânlarını söylediler ve hiç beklenmedik
bir anda bizim nasıl o kraliçenin etrafındaki dolaşma birden bire bütün Paris’in
bir yere toplanıp hiçbir yere gitmediği bir trafik sıkışıklığı yaratmışsa ki, bu trafik
sıkışıklığı da çok ibretlik bir şeydir. Peki, buraya geldik, bundan sonra devlet
buna karşılık ne yapıyor? Tören, mesela hükümet meydanları yapıyor. Giderek
daha Rusya’da, Çin’de oraya getiriyor ve zaman içerisinde süngü dikiliyor, kılıç
dikiliyor, meydan dikiliyor, daha yüksek uzay hani Sovyetlerde şeyler var, uzaya
atılan roketlerin böyle gidişini gösteren zafer tankları, yani bunların bin tane,
Amerika’da da var.
Şimdi bu ikisi arasındaki gerilim hep sürüyor. Son olarak, yani bizdeki
bu olay patlamadan önce Wall Street’te Occupy hareketleri oldu. Orada da bir
park vardı. Orada da bir park üzerinde bir şeyler oldu ve bu kamu alanının
kuruluşu böyle. Şimdi İstanbul’a geldiğimizde iki, çok az şeyle bitiriyorum. Bir
tanesi, bu hikâye içerisinde devletin temsil mekanı yaptığı, performans
mekanıysa televizyonda, bilmem nede insanların kendi kutularına çıkardıkları
ve bedenin yan yana bulunma, bir mekanı perform etme geleneğinin giderek
zayıfladığı bir yerde Gezi öncesi duruma gelmiş oluyor. Bu durumda İstanbul’un
toplumsal coğrafyası nedir? Bugün toplumsal coğrafyası şudur: Bakın, şimdi
demin Tayfun’un bıraktığı noktaya gelelim. Yine Youtube’da Gezi olayları
sırasında atılan Twitter’ların nereden çıktığına ilişkin bir harita var. Bu
animasyonlu bir harita, saat ve saat izlemek mümkün. Aynı bölgeyi izliyoruz.
Beşiktaş, Sarıyer, Beyoğlu, Kadıköy, Maltepe, öbür tarafta da İstanbul’un üç
yakasındaki üç yüksek eğitimli sivil ve tırnak içinde söyleyelim, laik kesimi, öbür
taraflardan hemen hemen hiç tweet atılmamış. Haritası var, saat ve saat
izlenebiliyor, bütün o günleri oradan ben size gösterebilirim. Keşke bu Twitter
haritasını gösterebilsem. Bu neyi gösteriyor? Bu gösteriyor ki, toplumun bir
kesimi bu performans, bu kızlı-erkekli olmaya biraz daha hazır, bir kısmıysa
175
buna pek kayıtsız. İstanbul’un toplumsal yapısında da bu üç öbek var. Siyasi
olarak kendilerine her dönemde İstanbul’un ötesi tarafındaki, E5’in öbür
tarafındaki İstanbul’dan farklı partilere oy vererek temayüz ettirmişler. Bu kesim
bu şekilde kendini ifade etmiş, buna katılmış. Burada demek ki bu kesimde bir
şey var, hani o parka gitme konusunda bir hikâye.
Peki, bunu demin Tayfun’un bıraktığı şey var, biz nasıl yaparız da bunu
daha genel bir şeye yapabiliriz, daha genel bir talebe, daha genel bir
performansa çevirebiliriz? Bu Thomas Bender dediğim arkadaşımız bu konuda
biraz kafa yormuş ve mücadele süreci nasıl sürebilir? Diyor ki, bizim içinde
yaşadığımız
toplumlarda,
metropoliten
toplumlarda
toplumlar
aslında
moderniteyi aştıktan sonra bir dramatik mekan olmaktan çıktılar, bir topolojik
mekana dönüştüler. Ne diyor? İnsanlar yan yana yaşıyorlar, ama hiçbir drama
paylaşmıyorlar, yani aynı sahnede değiller. İki mahalle birbiriyle yan yana bitişik
yaşıyor, ama bunların hayatları birbirine değmiyor. 1 Mayıs gösterileri içerisinde
Taksim’de kıyametler koparken Nişantaşı’nda insanlar kahve içiyor. Burada
oradaki olayın öbür tarafla bir alakası yok. Şimdi bunu kırmak için ne yapabiliriz?
İki tane gözlem var ve bitiriyorum. Diyor ki, bunu kırmak için yine bir performans
yapmamız lazım. Performans yapmadan, yani siyaset yapmadan, yani siyaseti
performans biçiminde yapmadan biz bu hareketin içinden çıkamayız. Peki, bu
yeni siyaseti neyin üzerine kuracağız? Benim yaşam tarzımı senin yaşam
tarzına sen benim gibi yaşa, benim gibi yaşamayanlar olmasın. Bunun üzerinde
performans olmaz. Bu çünkü birbirini sadece dışlar. Hadi ben de sen gibi
olmuyorum, ben de oynamıyorum. Şimdi o zaman iki tarafın birlikte
oynayabileceği üç tane oyun alanı vardır diyor. Yani bizim o şeylerimizin
metropoldeki bu gönüllü yoğunlaşma alanlarının kırılabileceği üç tane alan
vardır. Komşularımız ne olursa olsun o komşuların, o komşularla bizim
konuşabileceğimiz üç tane alan var diyor. Yaşam tarzlarımızla doğrudan ilişkili
olan bir tanesi çevre, çünkü su içiyoruz, hava alıyoruz. Öbür taraf ne düşünürse
düşünsün bir çevre problematiği üzerinde bir komşuluk ilişkisi kurabiliriz. Bu
176
komşuluk ilişkisini sınırları aşan, yaşam tarzlarını aşan bir biçimde yapabiliriz.
Birincisi çevre problemi çok önemli, ikincisi altyapı problemi çok önemli; şehrin
sularını, elektriğini bugün yaşadık, kanalizasyonunu, temizlik sistemlerini
kullanabiliyoruz.
Üçüncüsü
de
ulaşım,
kentin
bir
taşıma
sistemlerini
kullanabiliyoruz. Taşıma, altyapı ve çok tabii daha önemlisi bu çevre
problematiği üzerinden bir diyalog başlatılabilir. Bu diyalog başlarsa o zaman
bu bizim yumurtanın kabukları kırılabilir ve insanlar birbirleriyle konuşabilir. Bu
konuşma sonunda ne çıkar, onu hiç bilmiyoruz, ama bu konuşma olmadan
neyin çıkmayacağını biliyoruz. Bu konuşma sırasında bir benim 60 yaşında bir
şehircilik hocası olarak söyleyebileceğim bir tek normatif ilke var ki, ben bunu
bir İsveçli coğrafyacıdan aldım. Diyor ki: “Hayatta kalmanın koşulu başarılı bir
komşu olmaktır veya bir komşu olarak başarılı olmaktır” Bu çok önemli bir laf,
çünkü başarıyı benim ne kadar zengin, eğitimli veya Harvard diplomasına sahip
olmanın ötesine çıkıyor. Harvard diplomasına sahip olabilirim, zengin olabilirim,
ama başarılı bir komşu olmazsam veya bir komşu olarak başarılı olmazsam o
zaman biz tür olarak kendimizi bu alamet şeyleri içinde yeniden üretebilme
kapasitelerimizi, şanslarımızı da ortadan kaldırmış oluruz. Yani ben bu işi bir
komşu olarak başarılı olmanın yollarını birlikte aramalıyız, bu üç alana da dikkat
etmeliyiz diyerek bitireyim.
GÜLŞEN ÖZAYDIN- Ben öncelikle çok değerli dört konuşmacımıza
teşekkür ediyorum. Çok doyurucu konuşmalar dinledik sizden ve hepsi de
aslında Taksim veya Gezi tırnak içinde bize gösterdiği olgunun farklı
katmanlarını ortaya koydunuz. Büyük sorular oluştu kafamızda, bence bu
toplantının en önemli amaçlarından biri de buydu. Yani çözümler üretmek kolay
değil, soruları doğru sorabilmek. Şimdi tam bu noktada ben sizlere dönüyorum.
Zamanı da iyi kullanmak için şimdi sorular kısmına geçeceğiz. Öncelikle acaba
kimler soru sormak istiyor, sayı tespit etmek istiyorum. Aslı, başka? Eğer sorular
yoksa belki konuşmacılara bakıp, onların da tamamlamak istediği son sözleri
vardır, zamanı o şekilde de kullanabiliriz. O zaman Aslı ve Eda’dan sonra
177
konuşmacılarımıza sırayla kendi görüşleri, ilave etmek istedikleri şeyler için
zaman verelim.
ASLI- Sevgili Murat Hocaya soracağım. Bu Gezi direnişinin sosyal
coğrafyası meselesi çok önemli, bir tek bu İstanbul’un coğrafyasıyla ilgili bir
mesele değil, başka potansiyellere de işaret ediyor. Bu tweetlerin atıldığı
haritadan bahsettiniz, tweetlerin geldiği haritalar yine sizin işte şu mavi aşağı
doğru boğazın yakasındakiler, Kadıköy, Beşiktaş, Maltepe dediniz, ama tweet
atmak dışında TEM otoyolunda, yani şehrin atardamarlarından biri de birkaç
kere kesildi.
MURAT H. GÜVENÇ- Onu göremiyoruz, onu biliyoruz şeyle ilgili,
Gaziosmanpaşa
ASLI- Gazi Mahallesi, evet.
MURAT H. GÜVENÇ- Oralarda oldu, ama bizim gördüğümüz Twitter
haritasında o kısımları almıyor.
ASLI- Tabii, Twitter dışında başka alametler, çünkü siz bu işin
uzmanısınız, alametlerden…
MURAT H. GÜVENÇ- Twitter haritasında ben göremedim, gördüğüm
yeri aktarıyorum.
ASLI- Evet, tamam, başka bir sizin şu an mesela İstanbul coğrafyasında
şuna baktığınız zaman bu esasında direnişin başka potansiyellerinin veya
başka komşuluk ilişkilerinin yan yana olmasa bile, mekansal olarak yan yana
olmasa bile başka komşuluk ilişkilerinin alametidir diyeceğiniz bir şey var mı?
Alametler hocası olarak…
MURAT H. GÜVENÇ- Mutlaka vardır.
EDA- Benim çok kısa bir sorum var Murat Hocaya yine. En son
diyalogun kurulabileceği üç alandan bahsettiniz: Ulaşım, çevre ve altyapı.
178
Bunların çelişkiye düştüğü alanlarda ne yapılabilir? Birbirleriyle mücadele ettiği
alanlarda çevre, altyapı ve İstanbul üçüncü köprüde gördüğümüz durum ya da
üçüncü havaalanı.
MURAT H. GÜVENÇ- Yani bu üç ana demin burada defalarca söylendi,
alanda o bozkurt işareti yapan veya konuşanlar birisi bir yerde, yani aidiyeti
başka başka noktalarda bulunan insanlar o ortakta, o performansta aynı
sahnede yer alabiliyorlar. İşte bu aynı sahnede yer alabilecekleri şeyin aidiyet
üzerinden değil de, ortak yaşam, komşuluk üzerinden kurulması, çevre
üzerinden, müşterekler üzerinden kurulması gerekiyor. Bunların müştereklerin
birbiriyle çelişmeleri çok tabii ki onu, yani çevreyle ulaşım birbirinin gözünü oyan
iki şey, ama herhalde iyi komşuluk veya iyi bir şey bu çevreyle altyapı, çevreyle
ulaştırma arasında taşınabilir, sürdürülebilir bir müzakere, bir şey bulmak. Bunu
ben yaptım oldu, hani helikopterden baktım, buraya yapılacak filan denildiği
zaman olmuyor, olmadığını da gördük. Şimdi bu bence ortak akıl seferber
edildiği zaman ne kadar buluşçu olunabileceğini de sivil toplum gösterdi, hem
zelzele sırasında, hem de bu olayda gösterdi. Mesela, geçen gün Korhan şunu
anlatıyordu: Yalova’ya gelen Atatürk Hava Meydanı’na yığılan yardımın
Yalova’ya taşınması konusundaki büyük bir problem yollar tıkanmış, gemiler
gitmiyor, organizasyon sorunu var ve orada bir deniz otobüsü iskelesi yapılıyor
ve buradan yardım deniz otobüsüyle 45 dakikada Yalova’ya bırakılabilir.
Mesela, bu o anda o mamut kamu örgütlenmesinin içinden çıkamayacağı bir
şey. Şimdi buna benzer şeyleri bulmak kabil olabilir. Tabii bu benim söylediğim
böyle 140 karakter koşulunda, yani bunu nasıl çözeriz? Keşke ben cevabını
bilsem.
SALONDAN- ODTÜ için ne düşünüyorsunuz?
GÜLŞEN ÖZAYDIN- O konuya hiç girmeyelim isterseniz.
MURAT H. GÜVENÇ- Tabii, ama işte bakın, ODTÜ meselesi çevre,
ulaşım, altyapı arasındaki problemin gordion düğümü şeklinde ben bunu kestim,
179
oldu şeklinde. Orada bir şey var, orada çok hınzır bir şey var. Ama gordion
düğümü metaforik olarak Anadolu köylüsünün bir türlü zengin olamayışının
timsalini gösteriyor. Yani bu coğrafyada bir türlü sermaye birikimi olmuyor. Bir
sene birikiyor, fiyat düşük oluyor, bir sene olmuyor, aç kalıyorsun, yani o sabanlı
adam da geliyor, onu kesiyor. Kestiği zaman çözüm gene gelmemiş oluyor.
Onun için ODTÜ meselesinde de 3.000 tane ağacı kesersin, gene de çözülmüş
olmaz. Onun için çözüm başka bir türlü yapmak lazım, ama çözümün ne
olduğunu bilmiyorum, bilsem de söylemem zaten.
GÜLŞEN ÖZAYDIN- Ömer Bey, siz birkaç bir şey katmak ister misiniz
bu bağlamda?
ÖMER MADRA- Belki bir ufak şey, şimdi bu sıralarda bütün dünyanın
dört bir tarafında büyük bir mücadelenin çeşitli yönleri var ve hepsi aslında
ekolojik temelli hareketler olarak ortaya çıkmaya başladı çok büyük ölçüde ve
bu fraksiyon denilen işte yatay çatlatma, vesaire gibi adları olan ve son
zamanlarda işte çevre tahribatına karşı girişilen protestonun buzdağının ucu
olduğunu söylüyorlar. Ben buna hafriyat ekonomisi diye de bir ad takmaya
çalıştım. İngiltere’de bir kasabada kendi müştereklerini korumak için buna isyan
etti ki, bu Britanya tarihinde de ilk defa görülen bir şeymiş deniliyor. Böyle hali
vakti yerinde olan insanların da hayır, kâr da elde etme imkânına rağmen
Balkom diye bir kasabada hükümetin projelerine ayak dirediler. Bununla ilgili
başlayan, ülkenin dört bir yanında başlayan hükümet karşıtı hareketler var.
Şimdi Britanya’da durum gayet karışık bir hal almış durumda zaten bu sebeple
ve bu hükümet karşıtı ve çevre koruma kaynaklı toplumsal isyan hareketleri
üzerine bir makale yazmıştı John Harris diye bir gazeteci, çok Türkiye’de epey
yansıma
yapabilecek
benzetebileceğimiz
bir
şey
var.
Diyor
ki:
“Endüstrisizleşmiş bir ülkede -Britanya’yı kastederek- bakanlar daima dev
projeler ve yeni teknolojiler peşinde koşacaklardır deli gibi, ama hükümet korku,
vurgun aşkı ve büyük şehir kibri karışımı bir ruh hali içinde olduğundan
180
bakanların düşünce tarzları da nevrotiklik alemine kaymak zorunda kalmıştır.
Bütün bunlar enerji politikalarının ötesinde yeni karayolları yapma, inanılmaz
derecede aptalca bir plan olan hızlı tren yapma, hava limanlarının genişletilmesi
gibi manyakça ısrar etme gibi davalara kayar ve rüzgâr çiftlikleri ya da terk
edilmiş endüstri bölgelerinin üzerine de yeşil alanlar yerine evler inşa etme gibi
liberal solcuların duyarlı oldukları davalara yönelir” Yani Britanya’daki son
durumu anlatıyor, ama herhalde Türkiye’de herhangi bir insan buraya da ne
kadar uyduğunu inkâr edemez. Hatta makalesinin sonunda da iki tespit yapmış.
“Birincisi, şunu akılda tutmak herhalde yararlı olur: Betona, fabrika bacalarına
ve sırf büyüme uğruna büyümeye tapınma öteden beri demokrasiden çok daha
fazla diktatörlere yakışan bir durumdur. İkincisi de, Balkom’daki olayların,
protesto olaylarının kanıtladığı gibi artık pek çok insan şimdiye kadar
görülmemiş derecede haris ve kokuşmuş bir ekonomik sistemin karşısına
çıkıyor ve şaşırtıcı derecede radikal bir şeyi talep ediyor. Nedir o müthiş radikal
şey? Barış ve huzur” Yani bizim de hakikaten mutluluk böyle bir şey işte, yapılan
tüm ölçümlerde bu gayrisafi yurtiçi hasıla artmasına rağmen mutluluk
katsayısının artmadığı, hatta gerilediği gibi istatistikler de var elimizde. İşte
komşuluk biraz önce Murat Beyin de söylediği gibi onların bambaşka değerlerin
ortaya konulmasının bir mutlak zorunluluk haline geldiği, bu sadece ütopik,
romantik bir rüya değil, bu toplum ayakta kalmak istiyorsa insanoğlu ya da
insankızı, komşuluk, müştereklerin paylaşımı, birbirlerine dokunma duygusu
halinde yapması gerekir. Yani bir yazar geçenlerde şeyi diyordu: “Ya diren, ya
öl” diye çevirebileceğimiz bir makalesinde “ekonominin 5000 yıllık tarihinde
insan
topluluklarının
kendi
davranışlarını
piyasa
talepleri
etrafında
yapılandırması gerektiği yolunda inancı doğrulacak tek bir satır bile yok, yok
böyle bir şey. Bu absürt, ütopyacı bir teori piyasa ekonomisinin hava-cıvadan
ibaret vaatlerinin yalan olduğu şimdi artık tümüyle açığa çıkmış durumda” diyor.
Zaten şu sıralarda Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekten eşitsizlik durumu
öylesine bir duruma ulaşmış durumda ki, 1790 Fransa’sından filan daha vahim
181
bir durum olduğunu ve mesela, bir derginin, reklam bozanlar dergisinin haşarı
yazarlarının ortaya koyduğu gibi o kadar farkında değiller ki bu zenginler içindeki
bulundukları
durumları,
yani
1790’da
kellelerinin
giyotinle
yuvarlanıp
gitmesinden üç saniye önce Allah Allah, biz daha düne kadar dans ediyorduk,
gezintiler falan yapıyorduk bizim şeylerde, nasıl oluyor diye düşündükleri bir
durum var. Yani beklenilenden çok daha yakın bir giyotin vaziyeti de gelebilir,
dolayısıyla bir an önce Badiou’nun dediği işi yapmakta ve bu yüzyıla özgü
müşterekler üzerinde yükselen, yani çok hoş bir şey vardı mesela, onu da
söyleyeyim ve bitireyim. Bu ruh halini en iyi yansıtan şeylerden biri bu Gezi’ye
katılan başından beri içinde bulunanlardan bir kız arkadaşımızın söylediği bir
şey var. Musevi, Yahudi bir arkadaşım telefon etti diyor ya da mesaj mı yollamış,
bilmiyorum. Hayatımda ilk defa olarak, ömrü hayatında İstanbul’da kendimi
güvende hissediyorum diyor. Sakın yanlış anlama, tabii ki gaz bombalarını ve
korkunç polis şiddetini filan elbette biliyorum, ama olsun, bana bir şey olursa
mutlaka birisinin yardım edeceğini biliyorum. Bu da ilk defa diyor. Bunu anlattığı
kız da diyor ki, şimdi bunca yıllık arkadaşımın böyle bir duyguya sahip oluşunu
bilemeyişime mi üzüleyim, yanayım, yoksa neyse gene de buna sevineyim mi
bilemedim. Tam böyle bir durum işte. Vallahi bu daha başlangıç, mücadeleye
devam.
GÜLŞEN ÖZAYDIN- Murat Hoca, size sorularla ben konuşmanızı
yapmış olduğunuzu düşünüyorum. Tayfun da herhalde bir şey ilave etmiyor, o
zaman bu oturuma katılan başta katılımcılara ve siz dinleyicilere, hepinize çok
teşekkürler. Bir isterseniz 5 dakika mola alalım, 5 dakika sonra burada bütün
oturum konularını göz önüne alarak forum yapacağız. Teşekkürler.
182
FORUM
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Değerli katılımcılar, merhaba. Bugün ŞPO 339
tweet atmış ve şu anda yaklaşık 1.500 civarında izleyenimiz var.
Bu
memnuniyet verici sayının içinde bazı yerel yöneticilerin olduğunu da biliyoruz.
Bugün elde olmayan sıkıntılar nedeniyle salonda teknik altyapı
problemleri yaşadık. Dolayısıyla forum 16.00 civarında başlaması gerekirken
aşağı yukarı 18.00’i bulduk. Bu nedenle benim kısa ve düşündüğüm formatın
biraz dışına çıkarak konuşmam gerekecek. Bağlamında yapılan konuşmaları
değerlendirmekten çok onlara atıf da yapacak bir biçimde “ne yapılmalı?”
sorusuna cevap aramayı önemsediğimi belirtmek isterim. Özellikle şu anda
sayıları az da olsa 90’lı kuşaklara sözü bırakmakta yarar görüyorum.
Ancak, öncelikle iki konuya değinmek isterim. Sonrasında tartışmaya
geçeriz. Mensubu olmaktan gurur duyduğum, Şehir Plancıları Odasını her
zaman diğer odalardan bütün meslek yaşamım boyunca farklı bir yere koymaya
çalıştım. Ezber bozan, klasik hale gelmiş söylemlerin dışında kalmaya çalışan,
kentle ya da onunla ilgili herhangi bir konuyu gerçekten farklı boyutlarıyla ve
mutlaka ona ait olan dinamiklerle ele almaya özen gösteren bir yapıya sahip
Şehir Plancıları Odası. Bu anlamda kendilerini bir kez daha içtenlikle
kutluyorum, sanıyorum birçoğunuz buna katılacaksınız. Klasik söylemler
dışında gerçekten bilimi de izleyen, bu anlamda üniversite ortamıyla da,
profesyonel ortamla da ilişkilerini başarılı biçimde kurgulayan bir kurum. Bu
nedenle yaptıkları her etkinlik dolu dolu geçiyor. Bu nedenle Gezi böyle başladı
ve yürüdü diye düşünüyorum. Bir ikincisi, çok yakında yitirdiğimiz, bütün bu
konuştuğumuz konuların çözülmesi, o çözümlerin hayata aktarılması adına
önce yüreğini, sonra ömrünü veren ve can dostum olan Sevgili Oktay Ekinci’yi
de bir kez daha anmadan konuşmalara başlamak istemiyorum. Işıklar içinde
yatsın, emekleri hiç unutulmayacak.
183
Şimdi devam edelim. Unutmamamız gerekiyor ki, Gezi çıkışı bizim
ülkemizde ilk defa, kente ilişkin bir soruna çoğulcu tepki koymakla özdeşleşti.
Bir yeşil alanı korumak, bir kültür varlığının ihyasına koruma bu değildir diyerek
karşı çıkmak beklenenin çok ötesinde yüz yüze, dayanışma içinde çoğaldı.
Giderek yönetimin ister yerel, ister merkezi, bu ve benzeri politikalarına çığ gibi
büyüyen bir tepki haline dönüştü. Ancak günümüzde ilginç bir şey yaşanıyor.
Gezi’de böyleydik. Ama şimdi? Büyük projeler denilen üçüncü köprü ve çevre
yolları, yeni şehirler, üçüncü havaalanı gibi, yani İstanbul’u tüketen projelere
karşı sanki o heyecanı, o kalabalıkları, o tepkiyi yaratmakta zorlanıyoruz. Tayfun
da bu yöndeki endişesini bizlerle paylaştı. Dolayısıyla, gerçekten o zaman biz
bu kent üzerinden yapacağımız okumaları ve ona ilişkin sorunları nasıl
tekrardan daha güçlü bir biçimde paylaşırız, modellerini mi, yöntemini mi
konuşmalıyız? Nasıl bir söylem öne çıkmalı? Acaba başka bir içerikte mi,
tartışmalıyız? Mesela, şöyle bir şey söylesem ve bunun üzerinden konuşuyor
olsak biraz, İstanbul buna belki biraz abartılı bir örnek gibi gelebilir, ama son
dönem batıda da sıkça konuşuluyor, takip eden hocalarım da vardır. Biz daha
önce de konuştuk bunu, ama şimdi yeniden gündemimizde. Bunun üzerinden
bir şey üretebilir miyiz acaba? Kent adına, ilişkiler ve yeniden çoğalma adına,
coşku adına, hem de tabii ki planlama adına? Kentsel yoğunluk mu kentsel
yayılma mı? İkisinin arasına sıkışmak bağlamında bu soruyu sormuyorum tabii
ki. Kentsel yoğunluk ve kentsel yayılma üzerine başka bir şeyleri söyleyip, bunu
özellikle çevre konusuna bağlayarak, ekoloji üzerinden de okuyarak başka
sonuçlara ulaşmayı sorgulamaya çalışıyorum. Ya da yeni kent anlayışlarının bir
umut olup olamayacağını tartışmak istiyorum.
SALONDAN- Biraz da ODTÜ meselesine değinebilir miyiz daha da
güncel olduğu için? İstanbul dediniz, ama ona da değinebilmemiz önemli
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Tabii ki.
SALONDAN- Ben şunu anlayamadım, önce biraz da medyada pek takip
184
edemiyorum, yine alternatif akım medyada diyeyim takip edemiyorum. Şunu
anlayamadım ben: Önce yol altından geçecek diye duydum, fakat şimdi ağaçları
kesiyorlar. Bunu da anlayamadım gerçi, hani bundan da kimsenin bir fikri varsa
belki anlayamadım çünkü nasıl olduğunu bunun, hani altından geçeceği
anlaşıldı diye konuşuldu, ama kesiyorlar.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Şimdi daha detaylı bilgiye sahip bir arkadaşımız bu
konuda açıklama yapar. Peki, başka?
SALONDAN- ODTÜ’yle ilgili ben bir şey eklemek istiyorum. ODTÜ
olaylarına baktığımız zaman son süreçte AKP’nin, yani iktidarın kendisine
muhalefet eden en büyük noktalara saldırdığını görüyoruz. Bu Hopa süreciyle
başladı. Hopa şu açıdan önemliydi: Çünkü HES’lerin yapılamadığı bir yere
saldırdı. Ardından meydana saldırdı, Türkiye’nin en önemli meydanına,
Tuzluçayır projesi buna benzer bir proje, cami, cemevi Alevilerin muhalefetini
bastırmak, tozpembe bir tablo haline getiriyordu. Üniversitelerde bir muhalefet
gündemdeyken, yani biz bunları oluşturmaya çalışıyorken aniden ODTÜ’den yol
geçirmeye çalıştı. Şu an onun hazırlıkları devam ediyor. Yapmak istedikleri şey
evet, bir rant değeri var, ama bir de kendisine muhalefet eden insanlara burada
ben güçlüyüm, bunu göstermek istiyor.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Bu konuda başka bir değerlendirme yapmak isteyen
arkadaşımız var mı?
SALONDAN- İlk olarak bu Gezi eylemleri sürecinde haberlerde
izlediğim bir gelişmeye göre Berlin’de yine meydandaki binanın şimdi affola ki,
hangisi olduğunu hatırlayamıyorum, yine cephesinin rekonstrüksiyonuyla Gezi
Parkı arasında bir ilişkilendirme yapıldı. Yani Topçu Kışlası’nın inşaatı da gerekli
olabilir, çünkü meydanın sınırlara ihtiyacı vardır denildi. Öncelikle bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz? İkinci olarak da, bu Topçu Kışlası’nın inşası da
hükümetin büyük yapı yapma isteğinden kaynaklandığı öne sürüldü bazı
yorumlara göre de, bu da aslında otoriter bir rejimi getiriyor. Yani otoritesini
185
göstermek için büyük yapı yapmak istiyor diyebiliriz. Bu bakımdan da sanki
rejimde birtakım değişikliklere gidilmedikçe kesin bir sonuca varamayız diye
düşünüyorum.
Diğer yandan da, bundan sonra ne yapılabilir, Gezi’den sonra ne
yapılabilir dediğimiz zaman benim aklıma ilk gelen Gezi’de olduğu gibi
insanların bir araya gelip konuşması gerekiyor, bir şeyleri paylaşması gerekiyor.
Bu yüzden de kamusal alanlara ihtiyacımız var. Bu da öyle gösteriyor ki,
kamusal alanları kaybediyoruz. Çünkü belki de konuşmamız, paylaşmamız
istenmiyor. Bu sebeple de kendi kamusal alanlarımızı yaratmamız gerektiğine
inanıyorum.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Mücadeleye devam. Ben ikinciyle ilgili bir şey
söyleyeyim, ama burada diğerlerine cevap verecek konuklarımız, hocalarımız
da var. Monarşik, tek adama (diktatör) dayalı yönetimler mimariyle kendini bu
anlamda bütünleştirmiştir. Monumental yapılar, abidevi yapılar. Bir gösteriştir,
simgedir, imza atmak, mühür vurmaktır. Şu anda bu aşamaya henüz bütünüyle
evrilmedik.
SALONDAN- Açıkçası ben hani Gezi’den sonra, olan olaylardan sonra
şu an yatıştı her şey, ama illa ki bu adam sonuçta tekrar yapacağını
düşünüyorum, yine aynı şeyler yaşanacak, orası yıkılacak en sonunda, bizim
bunu önlememiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün değil, bugün korktu belki de,
hani geri çekildi, ancak ileride tekrar aynı sorunlarla karşı karşıya kalacağız.
ODTÜ buna bir örnek aslında, kendi gücünü göstermek için yaptığı bir şey.
Böyle bir yaklaşımdı ve biz buna çok büyük bir ses çıkartamadık, İstanbul olarak
çıkartamadık en azından. Ankara cayır cayır yandı, bir sürü çocuk can telaş
halde orada sesini duyurmaya çalıştı. Ancak İstanbul’da yaşanan Gezi
ruhundan hiçbir eser yoktu orada ve o yüzden bana yetersiz geliyor. Gerçekten
yetersiz, kimsenin sesi çıkmadı. O gece herkes bir haber almaya çalışıyor
birilerinden, ama ben arkadaşlarıma baktım, Gezi’de birlikte olduğum
186
arkadaşlarıma, hepsi normal, hayatları devam ediyor. Üç gün sonra tekrar
Gezi’ye döneceğiz, tekrar yıkımlarla karşılaşacağız. Bu kaçınılmaz olacak
bence.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Başka arkadaşım? Ne yapacağız? Tekrar kamusal
alanlarda kente sahip çıkmak üzere kentteki sorunları engellemek ya da sorun
haline getirecek meseleleri daha baştan durdurmak adına yan yana gelmek çok
önemli. Bugünkü konuşmalarda da biraz söylendi. Daha örgütlü bir yapıya
doğru mu yürünecek, yoksa bu halde böyle mi devam edeceğiz? Yaratılmış olan
bir sinerjiyi, bir sahip çıkmayı, yüz yüze olmayı, insanların birbirine değmesini
ve öyle tavır almasını kaybetmemek konusunda çaba göstermek gerekiyor.
Aynı duyarlılığı bir şekilde sürdürebilmek adına bunu yapmak gerekiyor.
GÜZİN- Gezi konusuyla ilgili başlarsak, bugün duyduğum, radyoda
duyduğum habere göre Avrupa Birliği’nin yeni bir bölgeselleşmeyle ilgili faslı
açma kararı oybirliğiyle alındı ve bu kararın alınmasında % 50 Gezi olaylarının
etkisi olduğu yorumları yapıldı. Demek ki, Gezi olayından aldığımız bazı
sonuçlar var, bu çok önemli diye düşündüm doğrusu ve bu tabii ki Avrupa
Birliği’nin bu faslı açması da çok önemli. Çünkü mekansal konularda bazı
Avrupa Birliği’nin kabul ettiği yaklaşımların Türkiye’ye aktarımı da mümkün
olacak demektir. Tabii bunun daha böyle farklı bir senaryosu da acaba neden
şimdi? Çünkü 3 yıldan beri açılmamış şey Türkiye’nin acaba bölgeselleşmeyle
ilgili politik boyutu, Kürt olaylarıyla ilgisi var mı, yok mu? bunlar hepsi tartışılacak
şeyler. Fakat yerleşmeyle ilgili çünkü Türkiye’deki suni bölgeselleşme meselesi,
yani bölgelere geç dediler Türkiye’ye, o da ne dedi? Benim bütün illerim
bölgedir. Yani öyle bölge olmaz deniliyor. Tabii ki olmaz, çünkü Avrupa
Birliği’nde hiç bu şekilde bölge tanımı yok. Dolayısıyla Türkiye bu yerelleşme
konusunu başka türlü tartışacak ve planlar da işin içine girecek. Tabii ki bundan
ne kadar ne bekleyebiliriz? Dolaylı şeyler bekleyebiliyoruz, çünkü bütün
mekanla ilgili politikalar Avrupa Birliği’nde devletlerin erkine bırakılmış bir konu,
187
dolayısıyla müdahale hakkı yok, sadece politikalar belirleniyor, normlar
konuşuluyor. Bunları uygularsan ben de sana şunu veririm, yani bu şekilde
dolaylı bir etkisi var, ama yine de bir ümit, en azından bu olay bence yerelleşme
olgusu bütçesiyle, kurumlaşmasıyla farklı boyutta tartışılacak ve bölge konusu
başka türlü tartışılacak. Başka ülkelerde de bunlar yaşandı, geçti, en sancılı
bölgeselleşmeyi bence Fransa yaşadı. De Gaulle’nin düşmesine sebep oldu,
ondan sonda ta aradan 68’den 82’ye kadar hiçbir şey yapılamadı, ama çok
boyutlu tartışıldı ve bölgeler nasıl tanımlanacağı konusu hakikaten çok önemli
olarak, yani tartışma konusu oldu. Onun dışında bence Taksim’le ilgili olarak,
Gezi’yle ilgili olarak yaratılmış bir sinerji var, çok önemli, fakat bu sinerjiyi terse
çevirme gayreti var devamlı iktidar tarafından ve bundan nemalanma durumu
da var. Sonlarına doğru ben halkta Cihangir’de oturduğum için daha çok nabız
yoklayabiliyordum, bilhassa ticaretle meşgul olanlarda yeter artık, nedir bu hal?
Yani biz burada Taksim’in Gezi olaylarının pozitif taraflarını tartışırken bazı
çelişkileri de tartışmamız lazım ve bir taraftan da bu iktidarın bunu nasıl farklı
yöne çevirdiğini de ortaya koyup, onları çözmek lazım. Çünkü hakikaten yoksa
hakikaten haklıyken haksız hale gelmek gibi bir süreç de sanki var gibi
görünüyor bana, ama sizin dediğiniz şey çok önemli, yani sürdürülebilirlik ve
kompakt kent olayı meselesi. Şimdi yine ben Başbakanın radyo konuşmasını
hatırlıyorum
2011
seçimlerinde:
“İstanbul’u
16.000.000
öngörmüşler
planlamada, olur mu? 25.000.000 olur İstanbul” Şimdi en başta herhalde bu
konu hakikaten desteklenecek mi, yoksa desantralizasyon meselesi çok muğlak
bir laf, ama bütün büyük, Avrupa’nın iki tane büyük metropolü küçülürken biz
büyümek için can atıyoruz ve zannediyoruz ki, ne kadar obez olursa bu kent o
kadar güçlü olacak. Öyle bir şey kesinlikle yok. Bu konuda bir bilinçlenme, yani
nüfusu 25.000.000’a çıkartmaya karar verdiğiniz zaman, üstelik de öyle bir
coğrafyadayız ki, iki deniz arasında sıkışmış bir coğrafya içindeyiz. Ben ona iki
deniz arasında sandviç diyorum İstanbul’un şeyine ve de büyük metropollere
göre bizim alanımız çok dar. O zaman bu kompakt kent meselesi zaten 1996’da
188
tartışıldı enine-boyuna, gerçekten sürdürülebilirlikle bağlantısı kesinlikle
koşuldu, ama tabii ki orada da bir sürü çelişkiler var.
Bir küçük şey daha ilave etmek istiyorum, şimdi benim anlayamadığım
bir şey var. 2009 diye bir plan var onaylı, 2006, 2009 bunlar tartışılır, o ayrı,
dolayısıyla planlamanın bir kurumsallaşmasına başlandı gibi görünüyordu iyikötü. Birden bire 2011’de tamamen bu plana aykırı olarak bir seçim kampanyası
açıklandı Başbakan tarafından, sürdürülebilirliği tamamen yok eden ve bunun
yasal boyu, yani plana aykırılığı tam böyle konuşulmadı gibime geliyor. Yani
bugün yapılanlar yasadışı değil mi diye soru soruyorum ben, yani planlar eğer
birer yasaysa, bu yapılan liberal kentin buraya kadar varabileceği, yani
planlamanın tamamen yasal olarak hiçbir değerinin kalmayacağı bir sürece
geldiğimize göre sorun tamamen farklı yönlerde ve Başbakan bir kentsel suç
işliyor mu, bu gündeme niye gelmiyor? Hiçbir şekilde muhalefet tarafından da
hiçbir itiraz olmadı bu büyük projelere.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Onu da tabi konuşuruz. Murat Güvenç bir şeyler
söyleyecekti.
MURAT H. GÜVENÇ- Şimdi 1990’da şöyle bir grafik çizdik, Burada
mesafe var, burada da nüfusun yüzdesi, yani şehir merkezine göre İstanbul’un
nüfusunun dağılımını gösteren birikimli yüzdeyi şey yaptık. Burada da 60 km
geliyor. 60 km metropolü tanımladığınız zaman bir kısmı Gebze 60 km.den
yakın, ama Silivri tarafında 60 km’de gidiyor. Yani böyle bir şey var. Şimdi bu
7.000.000’luk şehrin, yani 1990’da 7.000.000’luk şehirde böyle bir şey var. Tabii
ilk 5 km.lik kuşakta filan çok yüksek sayılarda yüzdeler var, yoğun yani, merkez
olarak da Eminönü’nü aldık. 2000’de aynı grafiği çizdik. Nüfus 10.000.000, aynı
bunun üzerine böyle oturdu. 2012’yi aldık, nüfus 14.000.000, gene bunun
üzerine oturdu aynen. Yani bu şu demek: 1990 yılında şehrin 60 km,
Eminönü’nden 60 km.lik bir çember çizdiğin zaman 7.000.000 kişi yaşıyordu,
şimdi aynı çemberin içinde 14.000.000 kişi yaşıyor. Şehirde olan olaylardan
189
olan, şimdi biz buna azmanlaşma diyoruz şehir literatüründe. Şehrimiz, İstanbul
şehri hani böyle bir balon alırsınız, balonu şişirdikçe dönüşemeden büyüyor.
Şimdi bu o zaman şehrin kamu alanı, yolu vb. artmıyor, alan içine 60 km
7.000.000 kişinin yaşadığı yere 14.000.000. Şimdi eğer bu Göztepe’de
meteoroloji arsasına verdikleri imarlar gibi buldukları yerlere imar verirlerse,
bunun nereye gideceğini ben düşünemiyorum. Buradaki imar, şimdi bir bunu
düşünelim. Bu şehirde kompakt mı şehir, yayılıyor mu meselesinde, yani bu
noktada bu şehir yayılabilme, bir desantralizasyon durumunu, yani her yapılanla
bir kez daha gecikiyor. Şimdi örnek vereyim: Hollanda’nın nüfusu kadar nüfus
Hollanda yüzölçümünün yüzde 3’üne sıkışmış durumdadır. Hollanda’nın
nüfusunu Hollanda Avrupa’nın en yoğun ülkesi, biz onun yüzde 3’ünde yapmış
vaziyetindeyiz. Durum bu, şimdi o yüzden bunu şehirciler, mimarlar olarak
düşünelim. İkinci olarak burada keseceğim, bunun üzerine biz ne yapıyoruz,
biliyor musunuz? Hiç düşünmeden ne yapacağını 29 Ekim’de bu çalışmaya
başlayacak bu alamet şey, bu Marmaray’ın ne yapacağını anlamak için sizin
bütün hepinizden şey isterim. Elinize fotoğraf makinelerini alın, onun
güzergahındaki yerlerinin fotoğraflarını çekin, ama sistematik her ay çekin,
bakın neler olacak bir sene içinde? Bugün İstanbul’da ev kiralama olayı bitti,
beş katına çıkması söz konusu kiraların, okudum. Üsküdar’da kiranın beşe
katlanması, yani 1.000 liralık yere 5.000 lira kira isteniyor. Bu ne demek, biliyor
musunuz? Bu şehirde acayip bir köşe kapmacanın başlaması demek. Birtakım
sosyal, o kirayı ödeyemeyenlerin oradan gidebileceğini filan. Niye? Çünkü
Taksim’e bir saat mesafedeki Üsküdar veya 45 dakika, şimdi Taksim’e 20
dakika haline geliyor. O da tabii bu malum bir hikâyeyi başlatıyor ve bunun hiçbir
hesabı, kitabı yok. Bu şimdi bütün kentsel dönüşüm projelerinden hiçbir
kimsenin ruhunun duymayacağı böyle kendinden çalışacak bir süreç, otomatik
olarak bu başlayacak ve bu durumda da bizim şehrin mantığı şuna dönecek:
Burada kesiyorum, bizim şehrimiz o deminki sandviçi çizelim, şimdi bunun
üzerinde iki tane köprü var, burada köprü var, işte bunu böyle geçen şöyle yollar
190
var. Bir de bunu bunun üzerine geçiriyorlar. Bütün şehrin sistemi bu hunilere
yöneliyor. Her taraftan huni.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Bir de yeni çevre yollarından güneye inen 19 kavşak
var Murat!
MURAT H. GÜVENÇ- Şimdi bunu getirip böyle bunun üzerine koyuyor.
Bu şu demek: Eskiden böylemesine çalışan bizim sistemimiz şimdi bütün sistem
buna dönüyor. Şimdi o Feneryolu’ndaki, Göztepe’deki bilmem neredeki 19.
Yüzyıldan kalmış mütevazı istasyon üzerine bu gelecek. Bunun tetikleyeceği
dönüşümü hayal edemiyorum, yani sadece göreceğiz, ama bu muazzam bir şey
olacak ve bunun içerisinde hani kompakt mı olsun, bu desantralizasyon olayı
bitti, böyle bir şey yok. Desantralizasyon bununla beraber, bu çalışmaya
başladığı zaman bu şehir dünyada pek az şehirde örneği olan bir şeye dönüştü.
ZEKAİ
GÖRGÜLÜ-
Aynen
öyle.
Desantralizasyonu
şeklinde
söylüyorsun, İstanbul için o 24.000.000-25.000.000 nüfus düşünüyorlar. Ve
bunun 4.500.000’unu Trakya’ya veriyorlar. Artık orayı da unutacağız.
SALONDAN- Hocam, bazı ülkeler desantralizasyon, 3 km.ye kadar olan
gevşemeyi desantralizasyon bile demiyorlar.
SALONDAN- Sizin de konuşmanızın başında bahsettiğiniz gibi aslında
şu anda neoliberal politikaların kentleri satma kurgusu var ve bununla
savaşmaya çalışıyoruz bir yandan, ama hani bunun sanki bir alternatifi yokmuş
gibi gösteriliyor. Bu budur, artık bu şekilde satacaklar falan kendilerini diye, ama
başta sanırım Ömer Madra’nın ya da Murat Hoca’nın bahsettiği işte hani bu tarz
hem mutluluk dereceleriyle, hem büyüme, yaşam kalitesi, bunlar aslında çelişkili
şeyler. Hani Amerika’da diyelim ki yaşam kalitesinin çok fazla aslında yüksek
olduğunu, belki işte büyümenin yüksek olduğunu, ama mutluluk derecesinin
düşük olduğunu görüyoruz. Bunun yanında Japonya’da çok yüksek. Bununla
ilgili raporlar yazıldı dedi ve evet, var birkaç kitap, ama ben şunu söylemek
191
istiyorum: Mesela, 1990’ların sonunda, 2000’lerin başında belki birazcık
yapmaya çalıştığı işte İngiltere’deki işçi partisinin yapmaya çalıştığı gibi birazcık
bu neoliberalizmi farklı yollarda kullanmanın bir yolu olabilir mi? Hani bu bir
gerçektir diyoruz, ama hani acaba farklı şekillerde kullanılabilir mi? Örneğin, bir
sosyal dışlanma ünitesi kurulmuştu İngiltere’de 1990’ların sonunda ve
2000’lerin başında da raporları var. Aslında sonuca bakmaktan çok sürece
bakmanın gerekliliği üzerine bir çalışmaydı bu. Hani sosyal dışlanma evet,
sonuçta ne oluyor? Belki bu insanlar bazı servislere erişemiyorlar ya da başka
eşitsizlikler ortaya çıkıyor, ama aslında onun bir süreci var ve bu sürece bakmak
gerekiyor neden böyle oluyor diye, yani ben şunu söylemek istiyorum aslında:
Sonuç olarak biraz dağıldım, ama planlamayı baştan düşünmeliyiz gibi geliyor.
Sanki formülasyonumuzu değiştirmeliyiz. Çünkü şu anda biz hani sonuç ürünü
dağıtıyoruz. Planlamada hani yaptığımız şey belki birazcık değer dağılımı,
vesaire sosyomekansal dağılımları değiştiriyoruz sürekli, ama sonucu
değiştiriyoruz. Yani biz aslında o süreci değiştirmeye yönelik bir şeyler
yapmalıyız ve işte bu tarz belki çalışmalardan yararlanabiliriz ya da hani farklı
çalışma grupları kurulabilir. Bu şekilde planlamanın nasıl daha farklı formüle
edilebileceği üzerine sonucu dağıtmadan süreci dağıtmak, işte avantajları
dağıtmak,
belki
insanları
daha
fazla
fırsatları
dağıtmak
üzerinden
şekillendirirsek belki o zaman hem daha demokratik bir ortam oluşturmaya
yönelik çalışmalar da yapılmış olabilir. Sonuç ürün de bu kadar eşitsiz bir şekilde
dağılmış olmaz. Çünkü herkesin erişim şansı farklı bir şekilde dağıtılmış olur
diye düşünüyorum.
SALONDAN-
Murat
Hocanın söylediklerine eklemlenebilir
belki
söyleyebileceklerim, hani biraz da sesli düşünüyorum diye kabul edin Hocam.
Şimdi Murat Hocanın anlattığı o günlük hareketlerin yön değiştirmesi ve
merkeze doğru akmasının aslında bir antitez olarak da ve biliyoruz ki, sabah bir
slaytta çok net çıktı o, kuzeybatıda çok ciddi bir kamu arazisi stoku var ve
aslında anlıyoruz ki, bu iktidar elindeki arazi stokunu maksimum rant elde
192
edecek şekilde yeniden değerlendirmenin peşinde ve orada da ciddi anlamda
büyük yatırım ve o yatırımın ardından bir hareketlilik olacağı ortada. Şimdi bu
tabii beni iki sonuca götürüyor. Bunlardan bir tanesi bu arz ve talep meselesi
konusu sonraki nereye gidiyor, yani çok ciddi bir dış alım olmazsa eğer, bunların
Murat Hocanın da söylediği o çok büyük yükselmelerin bir noktada durmak
zorunda, yani sayısal olarak bunu açıklayamıyorum kendime. İkincisi, bütün bu
anlatılanlar ve bütün bu süreçler bana aslında başka bir şeyi hatırlatıyor. Aslında
bu kentte çok ciddi anlamda bir diyaliz süreci yaşanıyor. Yani kentin kanı
değişiyor aslında, kentin belli alanları hani o zehirli görülen alt gelir gruplarının
kentin dışlarına doğru hızlıca ve yeraltından tahliye edildiği, kentin merkezinin
ve renginin açıldığı, seyreltildiği, daha yüksek konforlu yaşam alanlarının
yaratıldığı aslında bir diyaliz süreci. Dolayısıyla bu aslında hem çok ciddi, yani
travmatik sosyal sonuçları olacak bir süreç ki, bu Gezi olayı da bence bunun bir
parçası olarak görülmeli, öbür tarafta da aslında Güzin Hocanın da demin
söylediği bu kentin anayasası diye daha önce Erhan Başkanın bahsettiği planın
delik deşik edilmesinin de bir sonucu olarak aslında hiç birbirini bütünlemeyen
ulaşım ve gelişme politikaları, yani bu müthiş bir kaos aslında, kaosa götürüyor
bizi. Bütün bunlar benim hani sesli düşünüp, perspektife oturtmaya çalıştığım
şeyler, ama bugün hiç bahsedilmeyen biraz da böyle çok tali bir şey, ama onu
da paylaşmadan geçemeyeceğim. Bana göre aslında Gezi olaylarının en büyük
kazanımlarından
biri
Türkiye
Cumhuriyeti
vatandaşlarının
uluslararası
prestijinin yükselmesi, yani bu Gezi sonrasında bulunduğum bütün uluslararası
platformlarda ki, tesadüf hasbelkader çok uluslu bir Avrupa Birliği projesi içinde
de bulunduğumda benden beklenilen bir misyonla gittim oraya kıyı mevzuatı,
vesaire neyse, bana denildi ki, lütfen bırak onları, hiçbir önemi yok, lütfen bize
Gezi’yi anlat. Bütün milletlerden işte İspanyol’u, Alman’ı, İtalyan’ı, İsraillisi bütün
milletlerden insanların çok büyük bir samimiyetle anlamaya çalıştıklarını
gördüm. Bu benim daha önce hayatımda hiç karşılaşmadığım bir şey, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarını anlamaya çalışan ve ciddi anlamda prestijini,
193
itibarını teslim eden bir ortam. Hiçbir şey kazanmadıysak Gezi’den sonra bunu
kazandık. Dolayısıyla hani bu anlamda çok şey borçluyuz 90 kuşağına, bu
anlamda ben bir kere teşekkür ediyorum.
Onun dışında bu diğer bahsettiğim mesele de bu diyaliz sürecinin de
nereye götürdüğünü bir iktisadi biçimde yorumlanması gerekiyor. Yani bu arztalep meselesi Murat Hocamın söylediği gibi bu fahiş artışlar ve bir şekilde onun
kendi alıcısını çağırması şeklinde mi gidecek, ama bunda bir mütekabiliyet, dış
alım, vesaire bunda çok ciddi bir radikal değişiklik olmazsa, onu absorbe edecek
bir şey de yok, yasal ortam da yok şu anda, böyle bir kaos da bizi bekliyor
diyerek, sesli düşünüp, dağınık…
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Liberal ekonomistlerin ahlâklı, dürüst, bilimsel
verilerle baktıklarında bunun da bir kazanç olabileceğini söylediklerini hepimiz
biliyoruz. Bir de böyle bir tehlikemiz var. Bir yandan bu da çıkıyor ortaya.
SALONDAN- Evet, aynen, yani bu mantıkla da açıklamaya çalışanlarla
da, ama iktisatçı derken ben şeyi kastettim, yani orada reel rakamlar arz-talep
dengesi açısından bunun bir açıklamaya ihtiyacı var.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ-
Merkez ülkelerin bize ithal ettiği ya da şöyle
yapacaksınız dediği politikalar var, ancak kendilerine baktığınız zaman
planlamanın ve kentin gelişme disiplininden kopmamışlar. Kentlere ilişkin
kararlarını çok önceden almışlar, bunları seçeneklendirebilmişler.
SALONDAN- Şöyle bir, bu iki yol var. Soruda şöyle bir şey vardı, hani
ağaçlar anlaşma oldu deniliyor, ağaçlar kesiliyor, bir taraftan tünel geçecek, bir
taraftan bu ne figandır, bu yangın nereden çıkıyor, onu size anlatayım. Şimdi
burada Eskişehir diye bir yol var, burada Bilkent Üniversitesi’nin olduğu yer var,
şunun yanı burası MTA’anın yeridir, burada bir küçük şap enstitüsü diye bir şey
var. Şuraya da buradan da İstanbul yolu geçiyor, İstanbul yolunu Eskişehir
yoluna bağlayan bir bulvar yaptılar. Bunun adına da Anadolu Bulvarı dediler. Bir
194
de buradan bu Bilkent’e bağlanan bir yol var. Bunun da dışında İstanbulAnkara’nın böyle bir çevre yolu geçti. Şimdi bu ODTÜ’nün arazisi de buralarda
orman olarak bunu şey yapıyor. İşte problem nereden çıkıyor? Problem, yani
anlaşılmayan iki tane yol problemi var. Tünelle geçilmesi burası ODTÜ’nün
ürettiği, yani ODTÜ’nün tali ve ödül alan bütün burası bir buluş sistemiyle ödül
alan bir orman. ODTÜ’nün arazisi tamamen çorak bir yer, ben oraya 70 yılında
gittiğim zaman biz orada çam dikiyorduk, biz de dikerdik ve aramızda derdik ki,
bunlar ağaç olacak da, biz bunları göreceğiz. Onun için biz çimlere basmayın
yazarlardı, biz çamlara basmayın derdik. Fakat onu cinler, bizim oradaki,
Türkiye’deki cinler öyle bir sistem, dünyada hiç olmayan bir sistem icat ettiler.
Bunları o kadar yoğun dikmişler, birbirine o kadar yakın dikmişler ki bu çamları,
orada hiç o iklimde olmayan bir mikroklima yaratmış ve bunların sulanmasına
filan, milyonlarca çam sulanmasına gerek kalmadan bu mikroklima içinde bunlar
bir kere tuttular ve büyüdüler. Orada da dünya çapında ödül alan bir
“Afforestation” yani insan eliyle yapılmış bir orman oldu. Bu ormanın içine daha
sonra tilkiler girdi, tavşanlar girdi yani bir yaban hayatı da oluştu. Bunun içinde
hiç olmadık çiçekler, böcekler oluştu. 50 yıl içinde burada bir flora oldu. Şimdi
amcam buradan buraya yol, şuradan, buradan buraya bir yol.
Şimdi bu yolun hikâyesini anlatacağım. Ben 1985 yılında Ankara ulaşım
planında çalıştım. Buradan geçen yol ve buraya yüklenen sitelerin
yoğunluklarını aldığınız zaman buraya 12 şeritli yol bile yapsan bu trafiği
kaldırmıyor. Bugün Ankara’da inanılmaz bir şey var, insanlar evlerine
gidemiyorlar, evlerinden gelemiyorlar. Çünkü toplu taşım burada var, hattı
yapılmış, istasyonları var. Yani çay yoluna kadar adam istasyonları, kazmaları
yapmış, bitirmiş, 7 senedir içerisinde tren çalıştırılmıyor, ama hat hepsi kazılı
vaziyette duruyor. Çıldırılan hikâye de bu, ODTÜ’nün istasyonu var, ODTÜ’yü
istasyona getirecek sistemi var, her şeyi var, ama sistem çalıştırılmıyor. Şimdi
burada oturan adamlar evlerine gidemedikleri için baskı, baskı, ODTÜ’de bize
yer versinler, buradan bu ormanın ortasından geçelim. Kavga kıyamet bu yol
195
tünele döndü. Yani ODTÜ diyor ki, geç, ama yerin altından geç. Burada aşağı
yukarı 5 km.ye yakın bir tünel yapacaklar yerin altından buradaki şey gibi, hani
şu Beşiktaş bilmem ne tüneli gibi, buradan Bilkent’ten burada tepe vardır, bunun
altından geçecek, buradan da şu Konya’ya giden yola bağlanacak. Yani ODTÜ
arazisinin şurada gösterdiğim şu alanla bir tünel problemi var. Burada bir
problem yok. Şimdi kavganın, kıyametin çıktığı şu Anadolu yakasında şu bulvar
var ya, bir de arazi ODTÜ arazisi de burada, çamlar burada, şimdi MTA
arazisiyle bu yolun arasında şöyle bir şey var. ODTÜ arazisinin tam sınırından
geçecek böyle bir yol yapmak istiyor. Şimdi bu kavgalar buradan çıkıyor. Bu
yolda değil, yani burada çıkıyor. Bu yolu getirip, buradan buraya bağlamak
istiyor. Şurada ODTÜ’nün bir girişi var, buraya da böyle bir kavşak gibi şey
yapmak istiyor, buradan da ODTÜ’ye girilsin filan. Fakat bu kavşağı yapabilmek
için, şu hattı da çizebilmek için bayram günü burada 3.000 tane ağaç kesmişler.
Yani tam sınırdan giderken biraz şey usulü, nasıl diyelim, zarafet biraz.
SALONDAN- Hocam, rektörün açıklamasında “biz buradan zaten yol
geçecek diye bildiğimiz için şu kadar senedir ağaç dikmiyoruz” dediği yer burası.
SALONDAN- Burası, ama burada kapının kenarında yapılacak transfer
merkezi battı-çıktı için, bunlar için bir şey yapıyorlar. Bunlar her ikisini de
biliyorlar, ODTÜ burada şey yapmış, bu yol için de izin vermişler. Fakat tam bu
onaylanırken şehirceler var burada, düzenleme ortaklık payı diye bir dalga
çıkarmışlar bunun içerisinden, bu da kamuya, dünya tarihine geçebilecek bir
şey, kamu malının içinden geçen bir düzenleme ortaklık payı. Kamu malından
düzenleme ortaklık payı almak gibi ya özel maldan alınır da, kamu malından
alınması gibi bir şey.
SALONDAN- Ortadan geçen yol iptal edilmedi mi? İptal edildi diye
biliyorum.
SALONDAN- Bu yol tünel olarak geçmesi halinde galiba izinleri var.
Tünel olarak geçebilir.
196
SALONDAN- Ben bir şey söyleyeyim, askıda olan plan hangi yola ait?
Şu anda hâlâ askıda olan ve o yol plan askıdayken.
SALONDAN- Problem böyle bir problem, belediyenin her zamanki
zarafetini burada görüyoruz.
SALONDAN- Şu kısımda da Çiğdem Mahallesi denilen bir mahalle var.
Burada da mahallenin içerisine giriyor. Mahalleli de bu yolu istemiyor.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Gülşen Hocam, AB direktifleri konusuna değindiniz.
Bugüne kadar ekonomi adına, eğitim adına ve benzeri bazı sektörler adına
bütün dosyaları açan Avrupa Birliği kent, planlama, imar konularında o
müktesebattan hiçbir dosyayı açmıyor. Neden? Ya da niye yalnızca ulusal
ajanslar? Samimi bulmuyorum.
SALONDAN- Konsolosluklarda bütün tapu işlemlerini halledecek
bölümler açılıyor. Dolayısıyla bu arz-talep meselesi daha böyle Türkiye
sınırlarının dışına taşırılmış vaziyette, böylece uluslararası sermayenin de rahat
edebileceği, kolayca pazarlanacağı sistem kurulmuş vaziyette. Yani orada bir
doyum meselesi o yönden de tartışılması gerekiyor galiba.
ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Kesinlikle. Efendim, bitirdik. Aşağıda küçük bir
kokteylimiz varmış. Ev sahibi olarak Gülşen Hocamız ve diğer hocalarımız davet
ediyorlar. Tabii öncelikle gerçekten Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube’ye
başkanıyla, yönetimiyle, ve diğer emek verenleriyle içtenlikle teşekkür
ediyorum. Bir teşekkürü de bu güzel ev sahipliğinden dolayı Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’ne Başkanın nezdinde
bütün arkadaşlarımıza iletiyoruz. Bir başka toplantıda buluşmak dileği ile.
197

Benzer belgeler