Untitled - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Transkript
Untitled - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
7. İSTANBUL BULUŞMALARI “ALTÜST İSTANBUL” Yayına Hazırlayanlar Tahsin GÜNGÖR Murat ÖLMEZ Ece Özden PAK Ekim, 2013 İSTANBUL İletişim ve Sekretarya TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Adres: Telefon: Faks: E-posta: Web: Cihannüma Mahallesi, Akdoğan Sokak, Başar Apartmanı, No:30, D:6-7 Beşiktaş/İstanbul 0212 275 4367 0212 272 9119 [email protected] – [email protected] www.spoist.org – www.spo.org.tr ALTÜST İSTANBUL Tarih: 21-22 Ekim 2013 Mekan: MSGSÜ Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu 1. GÜN I 21.10.2012 – PAZARTESİ 09.30 – 10.00 Kayıt İşlemleri 10.00 – 10.30 Açılış Konuşmaları Tayfun KAHRAMAN (TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi) Güzin KONUK (MSGSÜ) Gülşen ÖZAYDIN (MSGSÜ) 10.30 – 12.30 Açılış Oturumu: Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk (YTÜ) Moderatör: Tolga İSLAM (YTÜ) Konuşmacılar: Faruk GÖKSU (Kentsel Strateji Ltd. Şti.) Pelin TAN (Mardin Artuklu Üniversitesi) Asuman TÜRKÜN (YTÜ) Erbay YUCAK (Hukukçu) Çalıştay Sonuçları Sunumu 12.30 – 14.00 Yemek Arası 14.00 – 16.00 2. Oturum: Kültürel Miras Alanları: Tarihi Yarımada (ŞPO) Moderatör: Akif Burak ATLAR (TMMOB ŞPO İstanbul Şubesi) Konuşmacılar: Murat BELGE (İstanbul Bilgi Üniversitesi) Faruk PEKİN (Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı) Hayri Fehmi YILMAZ (Sanat Tarihçisi) Çalıştay Sonuçları Sunumu 2. GÜN I 22.10.2013 – SALI 09.00 – 10.00 Kayıt İşlemleri 10.00 – 12.00 3. Oturum: Doğal Alanlar (İTÜ) Moderatör: Azime Tezer (İTÜ) Konuşmacılar: Ömer AYKUL (Tema Vakfı) Zerrin BAYRAKDAR (Kuzey Ormanları Savunması) Neriman ÖZHATAY (İÜ) Doğanay TOLUNAY (İÜ) Çalıştay Sonuçları Sunumu 12.00 – 13.30 Yemek Arası 13.30 – 15.30 4. Oturum: Kamusal Alanlar: “Gezi”Den Sonra Taksim (MSGSÜ) Moderatör: Gülşen ÖZAYDIN (MSGSÜ) Konuşmacılar: Murat H. GÜVENÇ (İstanbul Şehir Üniversitesi) Tayfun KAHRAMAN (TMMOB ŞPO İstanbul Şubesi) Aykut KÖKSAL (MSGSÜ) Ömer MADRA (Açık Radyo) Çalıştay Sonuçları Sunumu 15.30 – 16.00 Çay-Kahve Arası 16.00 – 18.00 Kapanış Oturumu: Forum Moderatör: Zekai GÖRGÜLÜ (YTÜ) 18.00 – 19.00 Kapanış Kokteyli Sunarken … İstanbul’u altüst eden planlama kararlarını yeniden gündeme getirmek üzere şekillenen İstanbul Buluşmaları’nın yedincisi 21–22 Ekim 2013 tarihlerinde “AltÜst İstanbul” başlığıyla her yıl olduğu gibi, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümleri ortaklığıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ev sahipliğinde Fındıklı Kampüsü Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu’nda gerçekleştirildi. İstanbul’da mekânı dönüştüren, dönüştürürken korunması gereken doğal ve kentsel alanları, sosyal ve fiziksel dokuyu altüst eden, bunu yaparken yasal mevzuatı da mekânsal müdahaleleri meşrulaştırıcı bir zemine dönüştüren kararlar ve bu kararların en çok etkilendiği alanların ele alındığı etkinlikte, ‘Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk’, ‘Kültürel Miras Alanları’, ‘Doğal Alanlar’ ve ‘Kamusal Alanlar” alt başlıkları ile planlamanın evrensel ilkeleri üzerinden değerlendirmeler yapıldı. Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk başlığı altında tüm ülkede topyekûn bir fiziksel (ve sosyal) dönüşümün önünü açan yasaların yanı sıra; kentsel dönüşümün ulusal bir politika olarak sunulduğu bu yeni dönemde, geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması ve telafisi olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için hali hazırda gerçekleşmekte olan dönüşüm projelerinin yerel halk üzerindeki olumlu/olumsuz, görünür/olası etkileri tartışıldı. Kültürel Miras Alanları oturumu kültürel miras alanlarımızın alt üst edildiği, çeşitli projelerle yüzyıllardır belleklerde yer etmiş form ve simgelerinin tahrip edildiği mekânların odağında yer alan Tarihi Yarımadayı gündeme taşıdı. Yenikapı’da bir tümör gibi büyüyen dolgu alanı, yüzyıllardır korunmayı başarmış adayı delip geçen lastik tekerlekli boğaz geçişi, Haliç ve Tarihi Yarımada siluetini yeniden şekillendiren Haliç Metro Köprüsü, Süleymaniye, FenerBalat’ın dönüşümü... Tarihi Yarımadayı yeniden şekillendiren ve dönüştüren projeler olarak tartışıldı. Doğal Alanlar oturumunda; İstanbul’un sahip olduğu farklı habitatlarda yaşanan kentleşme baskıları ve tehditler ile biyolojik çeşitliliğin karşı karşıya bulunduğu risklerin ve İstanbul’un temel doğal alanları içinde değerlendirilen su havzaları, ormanlar, sulak alanlar, kıyılar ve meraların kentleşme baskıları, plan kararları ve mega-projelere bağlı olarak değişiminin irdelendi. Kamusal Mekan oturumu ise; kamusal alanın fiziksel tezahürü olan kamusal mekândaki tartışmaları mekana bağlama kaygısıyla; Gezi mücadelesinin ekolojik boyutu ile birlikte ekonomi-politik boyutu ele alındı. Alt Üst edilen İstanbul’u konuşurken birçok konunun tartışılmasına olanak sağlayan, başarılı ve heyecanlı bir tartışma ortamı hazırlayan etkinliğin gerçekleşmesine emek koyanları tebrik etmek gerekiyor. Bir yıl boyunca etkinliğin şekillenmesi için sürekli bir araya gelen ve etkinliğin oluşmasını sağlayan Düzenleme Kurulu ve Etkinlik Sekretaryası başta olmak üzere, tüm Meslektaşlarımıza, Konuşmacı Dostlarımıza ve Danışma Kuruluna katkıları ve verdikleri emek için teşekkür ederiz. Her İstanbul Buluşmalarında söylediğimiz gibi bu tartışmalar ve bundan önce gerçekleşen İstanbul Buluşmaları umarız, İstanbul’un kentsel yaşamında ilerici fikirler üretmek ve bilgiyi yaşam ile sentezlemek için çıkılan yolda tarihe güncel olduğu kadar içerikli notlar düşülmesini sağlayacak ve İstanbul’un sürekli değişen gündemini takip edenler için başvuru kaynakları olacaktır. İstanbul’un çok sıcak gündemini tartışmaya açan TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü ve Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün ortak gayretleri ile ortaya çıkan bu kitabın da gelecekte yapılacak olan çalışmalara katkı sağlamasını ve yol gösterici olmasını diliyoruz. İstanbul Buluşmaları 2013 Düzenleme Kurulu İSTANBUL BULUŞMALARI 2013 22-22 Ekim 2013 Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi KUMRU ÜLKER- Değerli konuşmacılar ve katılımcılar ve Sayın Dekanım; sözlerime başlamadan evvel hepinize ilk başta hoş geldiniz demek istiyorum. Bu açılış konuşmasını yapmam istendiğinde ne konuşabilirim diye biraz düşündüm, daha sonra bir vesileyle 1800 senesinde yapılan, Galata Kulesinden bakılarak yapılan bir İstanbul planını gördüm, daha sonra evde Pera Müzesinin yayınladığı “Konstantinie’den İstanbul’a” diye bir kitap vardı. Burada 18. Yüzyıl ve 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl başlarında İstanbul’un Rumeli yakasının çekilmiş fotoğrafları vardı, buna da farklı bir gözle baktım. Bizler ne kadar İstanbul’un şu anda plansız ve programsız büyümekte ve gelişmekte olduğunu yaşayarak görsek de sanırım bu durum aslında çok uzun zamandan beri ne yazık ki böyle, ülkemizdeki diğer şehirlerin de çok da farklı olduğunu sanmıyorum. Ancak 1800’lerde nüfusu 800 000 civarı olan İstanbul’da bu sayı yaklaşık olarak 1960’larda 1,5 milyona, 1975’te 2,5 milyona, 1985’te 5,5 milyona, 2000’de 9 milyona, 2010’da 13 milyona, şimdi de muhtemelen 14 milyondan fazlaya çıkmış durumda, dünyanın en kalabalık şehirleri sıralamasındaysa İstanbul ikinci sırada. Özellikle son 30 yılda m2 başına düşen kişi sayısının çok fazla artması, bu benim bildiğim kadarıyla km 2 başına 7 000 kişi gibi, doğal olarak en başta barınma ve ulaşım sorunlarını had safhaya çıkarmış ve şehir iyice yaşanmaz hale gelmiştir. Bu nedenle İstanbul’da yürütülen çeşitli politikaların tartışıldığı bu dönemde şehir plancıları olan sizler tarafından düzenlenen bu etkinlik önemli bir yer tutmaktadır. Sözlerimi bitirmeden önce geçen hafta kaybettiğimiz o zamanki adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan üniversitemiz mezunu ve üniversitemizde çeşitli dönemlerde ders vermiş olan yüksek mimar Oktay Ekinci’yi de bir kez 1 daha saygıyla anıyorum. Teşekkür ederim. SUNUCU- Sayın Ülker’e konuşması için teşekkür ediyor ve Mimarlık Fakültesi Dekanımız Sayın Prof. Dr. Güzin Konuk’u konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Prof. Dr. GÜZİN KONUK- Günaydın Sayın Rektör Yardımcım, değerli bölüm başkanları, öğretim üyeleri, sevgili öğrenciler, değerli konuklar; Hepinize Mimarlık Fakültem adına hoş geldiniz diyorum. İstanbul Buluşmalarının benim için çok farklı bir önemi var. Burada iki önemli anıyı sizlerle paylaşmayı bir tür görev olarak da gördüm. Birincisi, yıl 1970-1980 arası, ben o zaman asistanım Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde ve mimarlığa bağlı Şehircilik Kürsüsü aslında hem Teknik Üniversitede, hem Yıldız’da ve hem de bizim üniversitemizde Güzel Sanatlar Akademisinde. O dönem rahmetli Prof. Kemal Ahmet Ağru hepimiz hatırlayacak diye düşünüyorum, kendi alanımızda çok değerli katkıları olan bir profesör çok da sosyaldi. İlk kez bu üç bölümü bir araya getirdi ve biz üniversiteleşme döneminde, yani 1982’ye kadar her 3 bölümün, o zaman kürsünün tüm öğretim üyeleri bir arada toplantı yaptık, aylık ciddi toplantılar. Ben araştırma görevlisiyim, asistan diye geçiyor. Yıldız’da Zekai Görgülü, Teknik Üniversitede Nuran Zeren Gülersoy, üçümüz de şu anda bu üç bölümde görevli öğretim üyesiyim, o zaman genç asistanlar ilk kez bu konunun gerçekten sahibi olan uzman hocalarımızla birlikte ortak araştırma projeleri yaptık. Yani bir tür araştırma toplantıları. Neydi konularımız? Gruplar kurduk, karma gruplar. Şehircilik eğitimi gerçekten mimarlık içerisindeki şehircilikten ayrı bir fakülteleşme ve eğitim, nitekim ona ulaştık. Yine şehircilik üzerine yasal, yönetsel çerçeve İmar Kanunundan bir Şehircilik Yasasına geçişe ilişkin toplantılar, konut sorununa ilişkin toplantılar ve bütün bunlarda meks gruplar olarak hem birbirimizi tanıdık, hem ortak bir bilgi üretmek için toplantılar yaptık. Çok ciddi raporlar çıktı. Bir 2 araştırmacı genç belki onları ele alabilir ve böylece ilk kez bu üç aynı konuda eğitim veren üç birim birlikte hareket edebilir oldu. Gelelim 2007’ye, yine ikinci anım yine güzel bence bir anı: Şehir ve Bölge Planlama Bölüm başkanı olduğum sürede benim ziyaretime Sayın Ahmet Turgut geldi. O zaman İstanbul Şube Başkanı, Tayfun da vardı diye düşünüyorum ve bu ziyaret içerisinde bugünün ilk temelini attık. Çünkü İstanbul üzerine tartışmak gereken çokça konumuz olduğunu, İstanbul’un bir laboratuar olduğunu, bir öncü kent olduğunu biraz evvel Kayhan Bey de bahsetti, dünya içinde çok özellikli bir konumu, yeri var, geleceği yönlendirebilecek çok ciddi deneyimleri var ve bu bağlamda her üç üniversite -artık üniversiteleşmiştikşehir ve bölge planlama bölümleri değerli öğretim üyeleri, genç akademisyenlerin birlikte ürütebileceği, tartışabileceği çok şey var. Tabii şehir plancısı İstanbul Şubesi de bu konuda çok etkin, Dünya Şehircilik Günü toplantıları artık 79’dan sonra kuruldu ve aktif olarak devam ediyor. Yalnız İstanbul’a özgü ve bu üç kuruma özgü bir buluşmayı gerçekleştirmek istedik. Ben bugün çok mutluyum, 7.si yapılıyor. Tekrar benim üniversitemde yapılıyor ve böyle bir konuda pek çok bilgiyi birlikte tartışabiliyoruz, üretebiliyoruz. Bu üç bölümün bir dayanışması diye düşünüyorum ben, böyle bir dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu hepimiz son olaylarda da gördük. Temada da çok iyi bunun farkındayız. Demek ki aslında bölümler arası akademik dayanışma da bizi geleceğe çok güzel taşıyacak. Ben burada katkı getiren tüm akademisyenlere bu iki günün çok başarıyla geçeceğine inanıyorum, hepsine şimdiden katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Gençlere de bunun ne kadar önemli olduğunu bu iki anımla hatırlattığımı düşünüyorum. Gerçekten birlikte üretmek, birliktelik, farklı kurumlar da olsa beraber bir noktaya gitmek iyi bir sinerji. Bunun yakalandığını da görüyorum. Emeği geçen tüm arkadaşlarıma başta Bölüm Başkanı Gülşen Özaydın olmak üzere bu toplantıyı koordine eden tüm ekibe teşekkürlerimi sunuyorum, saygılarımla. 3 SUNUCU- Sayın Konak’a teşekkür ediyor ve Şehir ve Bölge Planlama Bölüm Başkanımız Sayın Prof. Dr. Gülşen Özaydın’ı konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet ediyorum. Prof. Dr. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Sayın Rektör Yardımcımız, Sayın Mimarlık Fakültesi Dekanımız, sayın bölüm başkanları, değerli katılımcılar, izleyiciler, öğrenciler; hepiniz bugünkü İstanbul Buluşmaları Toplantısına hoş geldiniz. Ben kısaca bu toplantının arka planından biraz bahsetmek istiyorum, çünkü uzun bir süredir bu toplantıya hazırlanıyoruz ve çok da hareketli bir gündemin içinden hazırlandık. Dolayısıyla hem bu toplantı boyunca nasıl örgütlendi ve ne tür konularda tartışmalar yapılacak, bu konuda size kısa bir bilgi aktarmak istiyorum. Biraz önce Sayın Dekanımızın da belirttiği gibi İstanbul Buluşmaları geleneksel olarak her yıl İstanbul’daki üç tane şehircilik bölümünün ve tabii ki İstanbul Şehir Plancıları Odasının da büyük katkılarıyla düzenleniyor ve her yıl da bir kurumun ev sahipliğinde yapılıyor. Bu yıl Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü buna ev sahipliği yapıyor. Bu toplantılar için biz neredeyse biraz önce arkadaşlarımla da sohbet ederken anımsadık, Mart ayından beri Şehir Plancıları Odasında hep beraber üç bölüm ve Plancılar Odası birlikte gene konunun oluşumunda, gerek toplantı formatının nasıl yapılması gerektiği konusunda uzunca toplantılar yaptık. Bu yıl bir değişiklik yapıldı toplantı formatında, bugün iki oturum halinde göreceğimiz, yarın da diğer iki oturumla birlikte dört tane temel konu tartışılacak. Bu tartışmalar yapılmadan önce her kurum kendi bünyesinde bir ön hazırlık toplantısı yaptı. Çalıştay da diyebiliyoruz, dolayısıyla bu paneller veya oturumlar öncesinde bu hazırlık toplantılarının da sonuçları sizlerle paylaşılacak. Konu İstanbul olarak belirlenmişti, fakat biliyorsunuz ki, İstanbul ve Türkiye’nin gündemi özellikle 2013 yılında kent hareketleri bakımından o kadar hareketli ve o kadar canlıydı ki, biz de bu toplantı süreci boyunca bazı konularda değişiklikler yapmak durumunda kaldık. Örneğin, biz bölüm olarak kamusal 4 alanlar, Taksim konusuna talip olmuştuk daha Mart ayında, fakat takdir edeceğiniz gibi Gezi olaylarının yaşanmasıyla birlikte biz de bu ön hazırlık toplantılarının formatını değiştirdik ve mümkün olduğunca çok farklı katılımcıları bir araya getirerek, bir müzakere ortamı yaratabileceğimiz bir hazırlık toplantısı yaptık. Bunu kendi panelimizde zaten açıklayacağız. Bu toplantıları çok önemsiyoruz, çünkü İstanbul Buluşmaları diye İstanbul üzerine tartıştığımız konuların aslında Türkiye’deki şehircilik hareketleri açısından da büyük etkileri olduğunu düşünüyoruz ve bu toplantılarda ortaya çıkan konular, tartışmaların da bundan sonraki çalışmalara önemli ölçüde kaynak oluşturacağını düşünüyoruz. Bugün biraz önce açılış konuşmasında Kumru’nun da yaptığı gibi yine sosyal medya da bir miktar işin içinde, dolayısıyla artık gündemi de takip ederek daha hareketli bir toplantı içinde olacağız. Ben bu toplantıya emek veren herkese çok teşekkür ediyorum ve siz değerli katılımcılara da bizleri izlemeye geldiğiniz için tekrar teşekkür ediyorum. SUNUCU- Sayın Özaydın’a teşekkür ediyor ve konuşmasını yapmak üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanımız Sayın Tayfun Kahraman’ı davet ediyorum. TAYFUN KAHRAMAN- Merhabalar, hepiniz hoş geldiniz. Sayın hocalarım, değerli meslektaşlarım, değerli konuşmacılar, katılımcılar; hepiniz hoş geldiniz. Az önce hocalarım bahsettiler, 7. İstanbul Buluşmaları esasında gelenekselleşmesi düşünülen Mimar Sinan’da bir toplantı sonucunda ortaya çıkan bir fikirle başlayan ve üniversitelerin bir arada, 3 üniversitenin bir arada çalışabileceği ve İstanbul gibi büyük bir laboratuarın nasıl perde arkasını ortaya çıkartabileceğimizi düşüneceğimiz bir etkinlikler dizisiydi. Başarıyla bugüne kadar getirdik ve bugüne kadar pek çok arkadaşımız, pek çok meslektaşımız ve pek çok hocamız destek verdi, emek verdiler bu sürece, hepsine öncelikle özellikle 7. İstanbul Buluşmalarının gerçekleşmesine 5 emek veren arkadaşlarımıza teşekkür ederek başlamak istiyorum. Çünkü bu sene bir de farklı bir şey denedik biliyorsunuz, daha öncesinde çalıştaylar düzenleyerek, 4 kurum ayrı ayrı çalıştaylar düzenleyerek bugüne getirmeye çalıştık tartışmaları, bugün de sizler bu sonuçların üzerinden tartışmacıların değerlendirmelerini aktaracağı uzun soluklu iki günlük bir maratona şahit olacaksınız. Öncelikle tekrar tekrar bu sürece katılan ve bundan sonraki İstanbul Buluşmalarını düzenleyecek olanlara da şimdiden teşekkürleri Odamız adına bir borç biliyorum. Bu yıl kentsel hareketler üzerine hocamın da bahsettiği gibi bugünkü, yarınki oturumdaki, yarın son oturumda tartışacağımız Gezi süreci esasında tüm kent çalışanlarına bir umut ışığı oldu ve Gezi esasında kentsel hareketler anlamında bir ışığın ülkemizde de aydınlanmaya başlandığını ve kentsel muhalefetin giderek daha da derinleştiğini gösterdi. Bu anlamda özellikle bu yıl yapılacak İstanbul Buluşmalarının bir taraftan da kentsel hareketler ve artık kentlilerin kentine sahip çıktığı bir sürecin başladığını göstermesi anlamında önem kazanacaktır diye düşünüyorum. Umarım kentlilerin ki, her zaman bizim temennimiz bu oldu, kentlerin burada bu salonlarda daha fazla katılımlarını sağlayacak ve kentlilerin burada sözlerini söyleyebilecekleri akademiyle kentliyi bir araya getirebileceğiniz platformları sağlamaktı. Umarız bundan sonra bu konuda daha da başarılı olacağız, çünkü geçtiğimiz dönemde yaşadığımız süreç hepimize bu anlamda bir umut verdi. Bir de özürle devam etmek istiyorum. Necati Uyar genel başkanımız kendisi rahatsızlığı nedeniyle katılamayacaklarını dün ilettiler. O nedenle şu anda programda adları görünmesine karşı sizlere selamlarını ilettiler ve kendileri rahatsızlığı nedeniyle katılamayacaklar. Yeniden güzel bir etkinlik geçirmemizi hep birlikte diliyorum ve hepinize katılımınız için çok çok teşekkür ediyorum. Umarım bu iki günlük maraton hepimiz için akıllarda kalan güzel anılar bırakır, bir taraftan da kent içinde önemli bir kazanım elde ederiz. 6 AÇILIŞ OTURUMU “KENTSEL DÖNÜŞÜM ve YEREL HALK” 2005 yılında çıkarılan 5366 sayılı yasa sit alanlarında kentsel dönüşüm projelerinin gerçekleşmesini mümkün kılmıştı. İstanbul’un birçok tarihi semtinde bu yasa kapsamında gerçekleşmekte olan projeler henüz sonuçlanmadan, dolayısıyla yarattıkları olumlu ya da olumsuz etkiler tam olarak dokümente edilemeden ve tartışılamadan, 2012 yılında çıkarılan yeni bir yasa ile (6306 Afet Yasası) bu kez tüm ülkede topyekûn bir fiziksel (ve sosyal) dönüşümün önünü açan yeni bir dönüşüm dalgası ortaya çıktı. Kentsel dönüşümün ulusal bir politika olarak sunulduğu bu yeni dönemde, geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması ve telafisi olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için hali hazırda gerçekleşmekte olan dönüşüm projelerinin yerel halk üzerindeki olumlu/olumsuz, görünür/olası etkilerinin masaya yatırılması ayrı bir önem taşımakta. Bu amaçla İstanbul Buluşmaları kapsamında gerçekleştirilecek Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk temalı oturumda cevap aranacak sorulardan bazıları şunlar: Kentsel dönüşüme konu olan mahallelerde, dönüşümden doğrudan etkilenen farklı aktörler (kiracı sakinler, ev sahibi sakinler, mahallede yaşamayan mülk sahipleri, esnaf) dönüşüme karşı ne tür tepkiler veriyor? Dönüşüme karşı tek tip bir tepkiden söz edebilir miyiz? Yoksa farklı aktörlerin dönüşüm karşısında aldıkları farklı tavırlar mı söz konusu? 5366 ve 6306 sayılı yasalar gibi kamu otoritesine geniş yetkiler veren yasal düzenlemeler karşısında yerel halkın sahip olduğu haklar (varsa) neler? 7 Mahallelerde kentsel dönüşüm projelerine karşı ne tür muhalefet potansiyelleri var? Mahalle hareketleri kentsel dönüşüm projelerinin işleyişini nasıl etkiliyor? Mahalle hareketlerinin (ya da bu hareketlerden elde edilen deneyimlerin) Gezi olayları üzerinde bir etkisi oldu mu? Gezi olaylarının mahalle hareketleri üzerinde ne tür olası etkileri olabilir? İstanbul ile Anadolu’daki kentler arasında yerel halkın kentsel dönüşüme bakışı açısından bir ayrım söz konusu mu? Kentsel dönüşüm projelerinde benimsenen ortaklık modelleri (kamukamu/kamu-özel) ile yerel halkın kentsel dönüşümden etkilenme biçimleri arasında bir ilişki var mı? Kentsel dönüşümü sürükleyen aktörlerin mahalle sakinlerini ikna etmek için izledikleri temel stratejiler neler? “Afet riski“ kentsel dönüşüm alanı olarak ilan edilen mahalleler için ne kadar geçerli/anlamlı bir neden? 8 SUNUCU- Sayın Tayfun Kahraman’a teşekkür ediyor ve Açılış Oturumumuza geçiyoruz. “Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk” başlıklı Yıldız Teknik Üniversitesi Oturumunu gerçekleştirmek üzere Oturum Başkanımızı ve konuşmacılarımızı davet ediyorum. TOLGA İSLAM- Hoş geldiniz. İlk oturumu Yıldız Teknik Üniversitesi organize etti. Temamız: “Kentsel Dönüşüm ve Yerel Halk”. Biliyorsunuz ki kentsel dönüşüm konusu, içinde bulunduğumuz dönemde neredeyse bir ulusal politika haline gelmiş durumda. 2005 yılında kabul edilen yeni bir yasayla sadece SİT alanlarını kapsamaktayken, geçtiğimiz yıl içerisinde yeni yasal düzenlemelerle artık tüm ülke genelinde herkesi yakından ilgilendiren bir mesele haline geldi. 2005 yılından beri gündemde olan bir konu olmasına rağmen, bu dönüşümün sonuçları yeterince tartışılmadı. Özellikle dönüşüme konu olan mahallelerde yaşayan kişiler üzerindeki etkileri üzerinde yeterince konuşamadık. Bu oturumun böyle bir tartışmayı açmaya vesile olmasını hedeflemekteyiz. Oturumda cevap aradığımız belirli sorular bulunmakta. Katılımcılar bu sorulardan bir kısmına kendi uzmanlıkları doğrultusunda cevap vermeye çalışacaklar. Öncelikle dönüşüm mahallelerinde dönüşüme karşı ne tür tepkiler olduğunu merak etmekteyiz. Tek tip bir tepki mi var, yani mahallede yaşayanlar tek tip bir tepki mi veriyorlar, yoksa farklı aktörlerin kentsel dönüşüme karşı aldıkları farklı tavırlar mı var? 5366 ve 6306 Sayılı Yasalar gibi kamu otoritesine geniş yetkiler tanıyan yasalar karşısında yerel halkın ne tür hakları var ya da hakları var mı? Yerel halkın kentsel dönüşüme karşı çıkabilecekleri hakları var mı? Bu mahallelerde ne tür muhalefet potansiyelleri var? Güncel süreçlerle alakalı son 8-9 yıldır bu dönüşüme konu olan mahallelerde birçok muhalefet pratikleri ortaya çıktı. Bu muhalefet pratiklerinin bu sene içerisinde yaşadığımız Gezi Parkı Olaylarıyla bir ilişkisi var mı, bu olayların Gezi Sürecinin ortaya çıkmasında bir katkısı oldu mu ve tam tersi Gezi Sürecinin bundan sonraki 9 kentsel dönüşüm mahallelerinde oluşabilecek muhalefet pratikleri üzerinde nasıl etkileri olabilir? Kentsel Dönüşüm konusunda İstanbul ile Anadolu kentleri arasında bir ayrım var mı? Biz, İstanbul’daki araştırmacılar, ağırlıkla İstanbul’daki dönüşüm alanları üzerinde yoğunlaşmaktayız, ama dönüşüm meselesi Türkiye’nin her yerinde devam etmekte olan bir süreç. Bana her gün Google Earth’ den kentsel dönüşümle alakalı birçok haber geliyor. Malatya’da, Konya’da, Diyarbakır’da, Türkiye’nin birçok yerinde kentsel dönüşüm projesi oluyor. Biz bu süreçleri çok yakından takip edemiyoruz. Özellikle kentsel dönüşümün gerçekleştiği mahallelerdeki yerel halkın bu süreçlere tepkileri noktası, bu panelde cevap arayacağımız konuların bir kısmını oluşturmakta. Panele başlamadan önce sosyal medya ve panel formatı hatırlatmasını yapalım. Panelistlere sorularınızı Twitter üzerinden ‘#istanbulbuluşmalar’ mention’ı ile sorabilirsiniz. Biz bu sorular üzerinden panelistlere geri dönüş yapacağız. Panelin son 20 dakikasında bir tartışma kısmımız olacak. Bu sene farklı bir İstanbul Buluşmaları formatı var. Her ortak, her paydaş İstanbul Buluşmaları öncesinde bir workshop yaptı. Biz, Yıldız Teknik Üniversitesi olarak geçtiğimiz bahar döneminde mimarlık öğrencileri ile birlikte kentsel dönüşüm alanlarında yaptığımız video analiz çalışmaları yapmıştık. Bu çalışmalara ders kapsamında dışarıdan çok sayıda sanatçı da destek verdi. Emre Kovankaya, Kerem Ekinci ve Senay Oğuz Timur ile beraber yürüttüğümüz bir projeydi. Alper Şen (belgeselci) şu anda burada yok, ama projeye çok ciddi bir destek verdi. İstanbul’daki 28 farklı dönüşüm alanında video belgeleme ve video analiz çalışmaları yaptık. Şimdi o çalışmalardan 6 tanesini peş peşe izleyeceğiz ve aslında tam da üzerinde konuşacağımız mahalleler ve bu bizim için o mahallelerdeki insanları doğrudan görebileceğimiz bir fırsat olacak. Son olarak planlama ve planlama eğitimi açısından, fiziksel alanlara ek olarak sosyal yapı da bizim ilgimizi çekiyorsa ve biz bunu önemsiyorsak, bu konuda bir belgeleme çalışması yapmamız çok önemli. Video kayıtları 10 belgeleme aşamasında çok önemli bir araç. Planlama disiplininin oldukça ihmal ettiği, bizim de çok yakın zamanda kullanmaya başladığımız ve çok etkili olduğunu düşündüğümüz bir araç. Bu konuyu da panel sırasında tartışmaya açmamız gerekmekte. Yani planlama eğitiminde ya da planlama yaptığımız araştırmalarda sadece sayısal verilerle mi ilerleyeceğiz, ‘yoksa daha yaratıcı teknikler ve kalitatif araştırma yöntemlerini kullanmaya başlayacak mıyız?’ sorusunu da tartışmaya açmakta faydalı görmekteyim. Şimdi isterseniz 20 dakika kadar sürecek olan bu videoları seyredelim, ardından sırayla konuşmacılar konuşacaklar. (Video Gösterimi) Şimdi sırasıyla panelistlerden konuşmalarını dinleyeceğiz. İlk olarak Faruk Göksu konuşmasını yapacak. Kendisini şehir plancısı olarak tanıtmamı istedi, ama birçok kentsel dönüşüm projesinin içerisinde bizatihi oldu ki, 2005 yılı sonrasındaki yeni dönemden daha önceki geçmiş deneyimleri de biliyor. İstanbul dışında, Ankara’da öncü projelerde yer aldı, ciddi bir deneyimi var bu konuda. Daha sonra Mardin Artuklu Üniversitesi’nde öğretim üyesi Pelin Tan’ın da bir konuşmasını alacağız ve ardından Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Asuman Türkün ’den konuşmasını alacağız. Bu iki konuşmacının da çok yakın zamanda çıkan ve çıkmak üzere olan kentsel dönüşümle alakalı iki tane kitabı var, bunu da burada yeniden duyuralım. Pelin Tan ve Ayşe Çavdar’ın edit ettiği “İstanbul Müstesna Şehrin İstisna Hali” kitabı Sel Yayıncılıktan çıktı. Asuman Hanımın edit ettiği “Mülk Mahal İnsan İstanbul’da Sosyomekansal Değişim” kitabı Bilgi Üniversitesinden çıkacak. Ardından Erbay Yucak, çoğumuzun tanıdığı hukukçu olarak kendisini tanıtıyor, ama biz kendisini birçok kentsel dönüşüm alanında mahallede yaşayan yerel halka verdiği desteklerden, özellikle hukuksal desteklerden tanıyoruz. Ayrıca başka hak temelli çalışmalarda, işçi ölümleri gibi, kendisini sıklıkla görmekteyiz. Sırasıyla konuşmacılardan konuşmalarını alalım. 11 FARUK GÖKSU- Günaydın. Konu kentsel dönüşüm ve yerel halk. Bunu katılım olarak algılamaktayım. Türkiye kentleri üçüncü dönüşüm sürecine girdi, bu dönüşüm sürecini yeni yaşamıyoruz. 50-60 yıllık süre içerisinde üç kez kentlerimiz yıkıldı ve yeniden yapıldı. Bugüne uyarlarsak ‘Alt- Üst İstanbul’ kavramıyla da örtüşen bir süreç. Süreci gerekçeleri söylemeden fotoğraflarla ve basit kavramlarla açıklamaya çalışacağım. 60’lı ve 80’li yıllar arasına baktığımızda, apartman ve gecekondu tipolojisini üreterek bir dönüşüm süreci yaşadı kentlerimiz. Bu uzun ve kapsamlı bir süreç idi. İkinci dönüşüm süreci 80 sonrası başladı ve gerekçe de şuydu: Gecekondular o kadar kötü ki, bu gecekonduları da imarlı hale getirelim. Bunun sonucunda apartmanlar üretmeye başladık. Sonra birden bire 90’lı yılların sonuna geldiğimizde dedik ki, eyvah, gecekonduları apartmanlaştırdık. Keşke yıkmasaydık, dönüştürmeseydik dedik Bunun sonucunda karşımıza yapı ve yaşam kalitesi riski çıktı ve üçüncü dönüşüm sürecinin de gerekçesi böylelikle açıklanmış oldu. Şimdi 2000’li yıllardan bu yana bugün de yaşadığımız süreç herhalde 10-15 yıl daha devam edecek. Bu süreci ayrışma olarak açıklayabiliriz diye düşünmekteyim, en önemli kavram bu. Birinci dönüşüm sürecinde apartman ve gecekondu kavramları, ikinci süreçte yapı ve yaşam kalitesi riski dönüşümün temelini oluşturmaktaydı. Üçüncü dönüşümün de anahtar kelimesi sanki ayrışma olacak. Maalesef planlamayı 50-60 yıl içerisinde imar planlaması çerçevesinde yaptık. Hep mekanı dönüştürdük, sosyal ve ekonomi kavramlarını göz ardı ettik. İmar planları ve uygulama arasında gittik-geldik. Yüze yakın dönüşüm tanımı araştırdık, en benimsediğim tanım: ‘Kentsel dönüşüm gayrimenkul geliştirme değildir, gayrimenkul geliştirme piyasa güçleriyle olur’ tanımıdır. Şimdi bu gözlükle baktığımızda çok az dönüşüm projesi sayabilirsiniz bana, hemen hemen İstanbul ve Türkiye’de yapılan bütün projeler bu tanıma göre birer gayrimenkul geliştirme projesidir. Peki, kentsel dönüşüm nedir? Kentsel dönüşüm, yoksulluk bölgelerinde kamu desteğine gereksinim duyulan sosyal ve ekonomik bileşenleri de içeren uzun vadeli eylemler bütünüdür. Bu 12 tanımı dikkate aldığınızda dönüşüm süreçlerini yeniden ele almamız gerekmekte. Şimdi size hızla son 30-40 yıldaki bir bölümünde içinde de bulunduğum dönüşüm yaklaşımlarından bahsedeceğim. Düne kadar Ankara ve İstanbul yaklaşımı diye anlatmaktaydım dönüşüm süreçlerini. Ankara’da 1989 yılında başlayıp 1994 yılına devam eden bir deneyim yaşadık ve bu deneyim Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projeleridir. Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi projeleri halkın doğrudan proje senaryosunun yazılma aşamasında içinde olduğu, karar süreçlerine katıldığı, paylaşımın eşit yapıldığı iki önemli dönüşüm projesidir. Her iki projede de şirket modeli benimsenmiştir. Portakal Çiçeği Vadisinde tüm mülk sahipleri şirket ortağı olmuşlardır, proje tek elden geliştirilmiştir. Dikmen Vadisi projesindeyse kooperatifler kurularak, tüm hak sahipleri gecekonduda yaşayanlar karar süreçlerine fiilen katılmışlardır. Böyle bir süreç yaşanmıştır. İstanbul’a baktığımızda son 10 yılda, dernek yaklaşımı benimsenmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi özellikle sanayi dönüşüm projelerinde Kartal, Maltepe, Dragos, Cendere gibi projelerde karşısında tek muhatap görmek için i mülk sahiplerinin bir dernek çatısı altında toplanarak planlama ve tasarım ilkelerinin tartışılması ve projelerin geliştirilmesi sürecinde bir işbirliğine girmektedirler. Bu işbirliğinin olumlu ve olumsuz yönleri bulunmaktadır. İkinci yaklaşım, adına sözleşme dediğimiz özellikle kamuyla kamunun bir araya geldiği yaklaşımdır. Sulukule, Sümer Mahallesi kentsel dönüşüm projeleri buna örnek verilebilir. Yani TOKİ’yle belediye ya da belediye ile bir şirketin sözleşme yoluyla projeler geliştirmesidir. Üçüncü yaklaşım ihale yaklaşımıdır. 5366 Sayılı Yasa SİT alanlarında özellikle özel mülkiyetin ihaleye çıkartılmasının yetkisini veren bir yasadır. Bu çerçevede Tarlabaşı ve Fener, Balat projeleri geliştirilmiştir. Ankara ve İstanbul yaklaşımına son zamanlarda iki yaklaşım daha ilave edildi. Birincisi TOKİ yaklaşımı, ikincisine de, 6306 13 yaklaşımı demekteyim. TOKİ yaklaşımında bir hasılat paylaşımı olmaktadır, Ataşehir’in gelişimi ve ek olarak Bursa’da yapılan proje örnek olarak verilebilir. Tüm bunlar kamunun gücünü göstermek suretiyle yatırımcı sıfatıyla ortaya çıktığı projelerdir. Şimdi 6306 sayılı Yasa ile yeni bir döneme girmekteyiz, burada da üç alanda çalışmalar olmaktadır. Birincisi, riskli alan tespiti yapılan alanlarda geliştirilen projelerdir. Özellikle Fikirtepe gibi projeler, buna Derbent gibi pek çok projeyi ekleyebiliriz. İkincisi, riskli yapı tanımı çerçevesinde Kadıköy, Bakırköy gibi özellikle değerin çok yüksek olduğu alanlarda parsel bazında yık-yap sürecinin yeniden başladığını görmekteyiz. Son olarak da yeni bir tanım geldi, o da rezerv alan kavramıdır. Yani yeni şehirlerin kurulmasıdır. Bu alanlarda süreç ortaklıklar mülk sahipleri, kamu şirketleri ve yatırımcı arasında olmaktadır. Süreçlere baktığımızda kentsel dönüşümün farklı bir yöne doğru gittiği görülmektedir. Bu dönem içerisinde daha önce bu kadar kamunun yatırımcı ve girişimci sıfatıyla çok etken olduğu bir süreci yaşamadık. Kamu her zaman bir şekilde yasa çıkarıcı ve yönlendirici yönüyle var olmaktaydı. Ama son dönem müteahhit ve girişimci yönüyle kamunun yeniden ortaya çıktığı ve güçlendiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu tespitten sonra geleceğe ilişkin birtakım şeyler söylemek istemekteyim. Kentlerimizin geleceğini biraz önce filmlerde gördüğümüz ve anlatmış olduğum proje bazındaki yaklaşımlarla çözemeyiz. Çok kapsamlı, çok geniş açıdan bakarak kentlerimizin sorunlarını çözecek yeni yaklaşımları ortaya koymamız gerekmektedir. O nedenle biz bunu 6K stratejisiyle açıklamaya çalışmaktayız: 1. Kimlik; Artık Kentler birbirine benzemeye başlamıştır, farklılıklar ortadan kalkmıştır. Kentsel dönüşümü doğru yapmak istiyorsak farklılıklarımızı, özellikle Anadolu coğrafyasındaki farklılıklarımızı nasıl farklılaştıracağız, bunun üzerine çaba sarf etmemiz gerekmektedir. O nedenle, kent kimliği kentlerin 14 yeniden kurgulanmasında önemli bir strateji olmalıdır. 2. Kapasite; Başta İstanbul olmak üzere pek çok kentimiz kapasitesini doldurmuştur, büyük kentler uzatmaları oynamaktadır. Yaşam dengesiyle yapılaşma dengesi arasındaki uçurum açılmaktadır. Yaşam dengesine, yani suya, havaya yönelik kapasite analizleri yaparak kentlerimizin yeniden yönetimini ele almak durumundayız. 3. Kalkınma; Kentsel dönüşümün olmazsa olmaz temel ilkelerinden biri kalkınma, yani ekonomi, iş yaratmaktır. Artık kent ekonomisini farklılaştıracak, yenilikçilik, yenilik üzerine birtakım temaları ön plana çıkaracak yaklaşımları koymamız gerekmektedir. Bilim, teknoloji ve tasarım gibi temalar yeni ekonomiler yaratmalıdır. 4. Kalite; Maalesef kaliteli çevreler yaratamadık. Kaliteli çevreleri yaşamsal dokunuşlarla, iyi örneklerle nasıl yaratabiliriz, bunun üzerine çaba sarf etmemiz gerekmektedir. 5. Katılım; Katılım olmazsa olmaz, bugünün de konusu işbirliğinin gücünü kullanmamız gerekir. Kamu-özel-sivil işbirliği, ama nasıl sorusunu sorup, örnek çalışmalar yapmıyoruz? Bunu yapmamız gerekmektedir. Planlama ve tasarım süreçlerine katılım yöntemleri geliştirilmeli ve ortamlara yaratılmalı. 6. Kurgu; Kentlerimizi dönüştürürken konuya artık stratejik olarak bakmalıyız. Farklılıkları ortaya çıkaracak önceliklerimizi ve kurgumuzu ortaya koymamız gerekmektedir. Bu 6K stratejisini, her kentin birer performans kriteri olarak da değerlendirip, yol haritası hazırladığımız her kentte bunların içini doldurmaya çalışmaktayız. Bu amaçla 3 yıl önce ‘DESTEK’ adında bir platform kurduk. ‘Yerel Girişime Destek’ ve bu platform aracılığıyla birtakım çalışmalar yaptık. Bunlardan biraz bahsedeceğim. DESTEK; demokrasisi, ekonomi, strateji, toplum, eşitlik katılım kavramlarını dikkate alan, bunların baş harflerinden 15 oluşan bir platformdur. Bu platformun amacı özellikle gönüllülük esaslı yerinde dönüşüm modelinin yaratılması için biraz önce bahsetmiş olduğum 6 kavram çerçevesinde yerel girişime destek vermektir ve bu platformun da iki tane hedefi bulunmaktadır: Birincisi, yerelin kendi projesini kendisinin geliştirmesi, ikincisi ise özellikle genç uzmanların ve gönüllülerin kendi işlerini kendilerinin yaratmasıdır. İki hedef doğrultusunda birtakım çalışmalar yapmaktayız. Size içinde bulunduğumuz projelerden çıkan deneyimler çerçevesinde tarafların birbirleriyle olan ilişkileri, tarafların birbirleriyle olan etkileri konusunda da bilgi vereceğim. Her projede tarafların beklentilerinin çok farklı olduğunu görmekteyiz. Bugüne kadar 5000’in üzerinde insanla bir araya geldim, 6-7 tane projenin gerçekleştirilmesi sürecinde katkıda bulundum. Beklenti o kadar farklı ki, her toplantıda, her projede hiç değişmeyen bir beklenti: ‘İrtifa ne, yüzde kaç veriyorsun? İrtifa, imar hakkı nedir, ne kadar veriyorsun? Yüzde kaç veriyorsun?’. Bu üç dönüşüm sürecini böyle yaptık maalesef, yıktık-yaptık, yıktık-yaptık ve son dönemde de bana göre 6306’yla yaşanılan, özellikle Fikirtepe’de yaşanılan yeni bir süreç var. Ben ona balayı dönemi diyorum. Herkesin memnun olduğu bir süreç, bu sürecin sonucunda ne olacak, onu da merak etmekteyiz. O nedenle bu matrisin içini doldurarak bu beklentileri tüm tarafların beklentilerini nasıl optimize edeceğiz, bunları nasıl ortaklaştıracağız, bunun üzerinde çalışmamız gerekiyor. İkincisi, uzlaşma yönetimi. Şirket olarak uzun yıllar uzlaşma yönetimi uygulamaktayız. Tarafları masa başına oturtuyoruz. Bu toplantılar sonucunda ortaya çıkan kavramlar ve istekler ile iyi bir dönüşüm projesinde uzlaşma performansını yakalamanız için 6 tane basamağı çok iyi gerçekleştirmeniz gerekmekte. Bunlardan birincisi, bilgilendirme, ikincisi bilinçlendirme, üçüncüsü buluşmalar, dördüncüsü beklentiler, beşincisi belirsizlikler, altıncısı benimsemedir. Eğer siz bu 6 basamağın, 6 kavramın içerisine tüm taraflarla birlikte tartışarak çok iyi dolduruyorsanız o projenin başarı seviyesi ya da uzlaşma seviyesi çok yükseğe çıkıyor diyebiliriz. Bunu her projede denedik ve 6B uzlaşma basamağı 16 içerisindeki her bir kavram hak sahipleri için, belediye için, yatırımcı için çok önemli. Bunların içini doldurarak bir projenin başarı öyküsünü çıkarabilirsiniz diye düşünüyoruz. Elde etmiş olduğumuz tecrübelerden çıkan sonuç: yeni bir dönüşüm süreci kapsamında katılımı ve uzlaşmayı sağlayacaksak farklı yapılanma içine girmemiz gerekmekte olduğudur. Bizim önerimiz şu: İkili bir yapının ki, Batıda buna benzer örnekler mevcut, proje geliştirme ortaklığının ve mahalle yenileme ortaklığının tüm tarafların bir araya geleceği örgütlenmelerle oluşturulmasıdır. Burada yerel yatırımcılar ve yerel halkın önemi ve bunların birbirleriyle olan ilişkisinin senaryosunu doğru yazmamız gerekmektedir. Bu çerçevede, mahallelerde oluşturulacak proje karar kurulları, mahalle forumları ve her proje için yetiştirilecek proje liderlerinin mahalle, toplum merkezlerinde yetiştirilerek, bunların yetişmiş işgücüne çevrilmesi, yaratılan fonlardan yararlanılması ve oradaki insanların kapasitesini arttırmaya yönelik çalışmalar yapılması gerekmektedir. Önerimiz: Her bir projede bir sosyal etki planı hazırlanılması, ister toplumsal projeler ister çevresel projeler ister mekânsal tüm projelerin bu ikili yapı içerisinde herkesin katılımıyla bir şekilde gerçekleştirilmesidir. Bunu pek çok projede denemeye ve buna ilişkin çalışmalar yapmaya çalıştık, mahallelerde forumlar oluşturduk. Yapmış olduğumuz birkaç örneği anlatacağım. Yerel Girişime Destek Platformuyla ‘3 ADA 1 ADA’, mahalle ve kent bazında çağrılar yaparak tasarımcılarla yeni dönüşüm sürecinde mekânsal değişimin ne olmasını gerektiğini tartıştık. Birtakım birleşme, kamusal mekân, yola terk ve kapalı otopark bonuslarıyla çalışmalar yaptık. Ulusal-uluslararası 250 gönüllü tasarımcı ile ‘Yeni mekânlar ne oluyor?’ sorusu üzerinde çalışıldı. Sorun şu: Kentlerimiz kapasitesini doldurmuş durumdadır. Biraz daha imar hakkı verip, yeni tasarım yaptığınızda çok iyi çevreler de maalesef yaratamamaktasınız. Oluşmuş çevreler plancıların yaratmış olduğu dokudur, 17 bunları biz yarattık, yabancılar yaratmadı. Mahallelerimizdeki bu dokuları nasıl değiştireceğiz, nasıl dönüştüreceğiz, bunun üzerinde tartışmamız gerekmektedir. O nedenle mahalle programını başlattık. Her mahallede bir damar, bir düğüm, yeni doku nasıl yaratılır, bunun üzerine tartıştık ve birtakım çalışmalar yaptık ve bunun üzerinde tasarımcılar çalışmaktadır. Çalıştaylar sonucunda birtakım ilkeler ortaya çıkardık. Bunlar üzerinde çalışmalarımız hâlâ devam etmektedir. Gelecek için iki önemli kavramın üzerinde durmaktayız: Vizyon ve tasarım, yeni dönüşüm sürecinin iki anahtar kelimesi. Kentlerimizi yeni vizyonla dönüştürmemiz ve ilk iki dönüşüm sürecinde olmayan tasarımcının gücünü bu yeni dönüşüm sürecinde kullanmamız gerekmektedir. Bu doğrultuda bir kentsel vizyon platformu kurduk ve bu yıl 17 Ağustosta, 81 kentin 81 vizyon planını hazırlamaktayız. Hedefimiz: 10 tane stratejist yetiştirmek ve bunları işe almak. Çünkü kentlerimizin stratejistlere ihtiyacı bulunmakta. Yeni dönüşüm sürecinin anahtarı stratejistlerdir. İkincisi, tasarım atölyesi kurduk Kadıköy’de, tasarımın her alanında birtakım çalışmalar yapılmakta. Örneğin: Eski bir sinemayı aldık Yeldeğirmeni’nde, tüm gönüllü tasarımcılar yapmakta. Kadıköy’ün sorunları tasarım orada birtakım yoluyla çözülüyor. çalışmalar Oradaki tasarımcılara iş yaratmaktayız. Birtakım rehberler hazırlıyoruz. Sadece mimari planlama değil, Kadıköy’ün kimliğini de çıkaran her alanda tasarımları gençler yapıyor ve herkese bir şekilde iş yaratmış oluyoruz ve bu projeyi çok önemsemekteyiz. Özellikle çocukların, gençlerin mahalleleri algılaması için modeller yaptırıyoruz, takım oyunlarıyla insanları yeniden sokağa çıkaran çalışmalar yapıyoruz, deneyim transferleriyle gençleri, yaşlıları buluşturuyoruz. Uluslararası çalışmalara ek olarak, eski sinema olduğu için birtakım belgeseller gösteriyoruz. Son projemizde, onu yakın bir zamanda açıklayacağız, ama sizlere burada belirterek bitireyim: ‘On Proje Onlarca Etki’. Artık şuna inanıyoruz: 18 Vizyon dedik, vizyon platformu kurduk, tasarım dedik, tasarım atölyelerini kuruyoruz, Kadıköy’de kurduk ve şimdi de diyoruz ki, artık dönüşüm sürecinde sosyal etki planlarının çalışmalarının yapılması zorunlu hale gelmiştir. Belgeselleri izlediniz. O nedenle “On Proje Onlarca Etki” adı altında sosyal etki değerlendirme planları yapacağız. Fikirtepe’den başlayıp Armutlu, Derbent, Hacıhüsrevi’ne kadar giden alanda on proje alanı seçtik. Özellikle plancılara, sosyologlara, uzmanlara her kim olursa olsun onlarca etkinin ne olduğunu çıkartmaya çalışacağız. Kimin için çıkartacağız? 1. Yaşayanlar için çıkartacağız. 2. Yaşanılan yer için çıkartacağız. Çünkü yeni Fikirtepe örneğinden hareketle söylüyorum, yeni dönüşüm sürecinde yeni travmalar yaşanacak. Bu travmaları bir insanlar yaşayacak, bir de mekânlar yaşayacak. Çünkü mekânlar hızla, çok hızla çok farklı boyutlarla dönüşmeye başlıyor, insan yaşamları değişmeye başlıyor. O nedenle bu programda da 10 tane gence ve 10 proje alanında sosyal etki planları nasıl yapılır, hazırlanan formatla bunları yaptıracağız ve buradan da yeni dönüşüm süreçlerinde bu etki analizlerinin en az tasarım kadar, en az plan kadar önemli olduğunun mesajını vermek istiyoruz. Hepinize teşekkür ederim. TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Tekrar hatırlatalım, Twitter üzerinden soru sorabilirsiniz, #istanbulbuluşmaları adresine eğer mention yaparsanız, buradan takip ediyoruz. PELİN TAN- Öncelikle panele davet ve genel organizasyon için teşekkür ederim. Moderatörümüz bazı sorular ve bir metin gönderdi bize ve içerik olarak birçok soru vardı. Hem son yıllardaki kendi deneyimlerimden, hem de son 1,5 senedir bir araştırmayı beraber sürdürdüğümüz İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Özlem Özçevik’le birlikte -kent plancısı- sürdürdüğümüz bir araştırmadan da biraz bahsedeceğim. Öncelikle bu Afet Yasasından bahsedeceğiz ve ona doğru gideceğiz, ama kentsel dönüşümle ilgili de bir şeyler söylemek istiyorum. 19 Ayşe Çavdar ile birlikte yaptığımız son kitapta (İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali) son 3-4 senedir üzerinde çalıştığımız net bir argümanımız bulunmakta. Argümanımızda kentsel dönüşüm sürecinde oradaki halkla birlikte çalışmamız sürecinde doğrudan deneyimlediğimiz Sulukule, Tarlabaşı projelerinde son yıllarda hem kentsel politikaların ve bazı hukuki dönüşümlerin ve son Afet Yasasıyla birlikte bütün bu yeni kent yasalarının aslında belli bir istisna durumu yaratarak bunu araçsallaştırmaları ve meşru bir araç haline getirilmesi bulunmaktadır. Kentsel dönüşümü ya da bütün kentin dönüşmesini meşrulaştıran araçlar olarak süreci, kentsel bir vizyon, tümel bir kentsel vizyon olarak düşünmek ben ve beraber çalıştığım için insanlar için çok imkânsızlaşıyor. Bu nedenle konu bu kadar net çözülebilecekmiş gibi gelmemekte. Panel öncesinde verilen sorulardan biri dönüşüm mahallelerinde yaşayanların nasıl hareket ettiği, nasıl düşündüğü, özellikle bir soruda Afet Yasasına karşı nasıl bir tavır takındıkları hakkındaydı. Özellikle Sulukule ve Tarlabaşı’nda çok heterojen bir topluluktan bahsediyoruz. İstanbul’da herkesin algılayışı, tavrı ve bilgilendirme süreci farklı oluyor. Bu nedenle de tüm mahalle yaşayanlarını bir araya getirip de beraber bir sürece girmek çok zor. Bazı aktörlerden bahsediyoruz, ama deneyimlerim sürecinde mahalle ya da topluluğu temsil eden aktörler de yüzde 100 temsil ediyor. Böyle bir problem de ortaya çıkıyor. Tek tek gidersem birinci sorun: Bu kentsel dönüşüm sürecinde belediye ve bu süreç içinde yer alan diğer aktörlerin bilgilendirmede zayıf kaldığıdır ve bunu özellikle bir taktik olarak yaptıklarını düşünmekteyim. Bizim Sulukule sürecinde yaşadığımız şey buydu. İkinci sorun, hukuki süreçlere karşı haklarımızı bilmeyişimizdir. Bu mahallede yaşayan bir birey olmanın dışında ben kendim için de o süreci, hukuki gücümün ne olduğunu bir kiracı olarak ya da bir mülkiyet sahibi olarak öğrenmeye çalıştım. Kişi ve aile bazında çok sorunlar ortaya çıkıyordu. Mesela, Tarlabaşı’nda bir gün Türkçe okuma-yazma bilmeyen bir Kürt kadın bana tebligatını gösterdi. Tebligatta yarın sabah çık 20 diyor. Dedi ki: “Pelin, bunu okur musun, ne diyor? Geldi böyle, anlamadım” Neyse, ben baktım, ben de anlamadım. Türkçe bildiğim halde de o gelen tebligatın dilinden dolayı ne dediğini anlayamıyorsunuz ve bu sizi bir anda çok güçsüz kılıyor. Yanımdaki bir Kürt, yani yerinden zaten edilmiş, zorunlu göçle gelmiş bir kişi zaten devletin kendisini sabah çıkartabileceğine zaten inanıyor ve bunun başka bir yolu olmadığını düşünüyor. Bu tür süreçler tüm bir topluluk kimliğini çok zayıflatıyor. Bu tür birebir bazı sorunlar yaşadım, çoğu arkadaşım da yaşadı. İkinci sorun, aktörlerin topluluğu ve mahalleyi tam yansıtıp yansıtamadığı, temsil edip etmediğidir. 2009 ya da 2010 yılında, Maltepe Belediyesinin davet ettiği bir atölyeye katılmıştık. Maltepe Belediyesinde bu kentsel planlamadan sorumlu kişi, başkan yardımcısı, biz ve Gülensuyu, Gülsuyu, Başıbüyük Dernekleri başkanları vardı. Belediye ve mahalle dernekleri arasında bir dil oluşturmaya, bir araya gelmeye ve karşılıklı konuşmaya çalışmıştık ve bu toplantıyı çok başarısız bir toplantı gibi hatırlıyorum. Bu sonucun nedenlerinden ilki, orada bulunanları temsil eden aktörlerin aslında tüm halkı doğrudan temsil etmemesidir. İkincisi piyasa ve rant koşullarına göre değişken taleplerin olması ve bu taleplerin sonucunda yerel halkın total, tümel bir şekilde bir adım atmasının, bir pozisyon almasının zorlaşmasıdır. Bunu Tarlabaşı ve Sulukule örneğinde de gördük. Bu tür sokakta, yerelde birebir karşılaştığımız bu süreç içerisinde problemler var ve bu nedenle de bu sürecin bu kadar belli stratejilerle uygulanarak oluşturulabileceğini sanmıyorum. Bahsetmek istediğim ikinci ana konu, Özlem Özçelik’le -kent plancısı beraber 1,5 senedir sürdürdüğümüz Kâğıthane’nin geneline dair bir araştırmadır. Bu araştırmada klasik sosyoloji ve planlama araştırma yöntemleriyle hem niceliksel, hem niteliksel karmaşık bir metot kullandık. Bu yöntem üzerinden denemeye ve bilgi almaya çalıştık. İlk ana amacımız şuydu: Afet Yasasına halk nasıl bakıyor? Halk nasıl bir bilgilendirme içinde, alacakları 21 tavır nedir? Araştırma kapsamında Çeliktepe, Talatpaşa ve Nurtepe mahallerine odaklandık. Bu mahalleler arasındaki farklılaşma nasıl ortaya çıkıyor? Uzun bir süreç geçirdik. Çünkü Kâğıthane tek bir kimliği olan bir semt değil. Biz öyle sanıyoruz, ama mahalle düzeyine indiğinizde hem vadinin doğal eşiklerinden, hem de sosyal eşiklerden kaynaklı farklılaşmanın olduğu semtlerin ve mahallelerin arasında ve bu farklılığın oradaki yaşayanların Afet Yasasına bakışlarının da tamamen farklı, karmaşık ve heterojen olduğunu gördük. Örneğin, Çeliktepe- Büyükdere aksına yakınlığı, Safir’in arka bahçesi diye mahalleli öyle tarif ediyor. Orada bir ticaret aksının çok potansiyel taşıması, oradaki Çeliktepe ’deki birçok kiracı ve özellikle mülk sahibi, özellikle de işyeri sahiplerinin bu Afet Yasasıyla birlikte kentsel dönüşümden yararlanma beklentisi içinde olduğu ve oradaki rant ve piyasa koşullarına göre kendilerini konumlandırdıklarını gördük, ama bu Nurtepe ve Talatpaşa için çok farklıydı. Görüşmelerimizde, yaklaşık 1013 kişiyle görüştük. Tek tek aynı anketi uyguladık. Tüm ekonomik, sosyal ve kimlik altyapıları, göç öyküleri, tüm kiracı, mülk, ev durumlarına kadar çok farklı barometreler üzerinden bir araştırma yaptık. Bazı odak grup toplantıları düzenledik. Bu toplantılarda hem mahalle bazında, hem de her üç mahalleden farklı yaşayanlarla birlikte toplantılar gerçekleştirdik. Araştırma sürecinde şöyle bir ayrılma oldu: Çeliktepe’nin tamamen o ticaret aksına yakın olmasından dolayı farklı bir yöne doğru gittiğini ve diğer mahallelerin tamamen farklılaştıklarını gördük. Birincisi, Çeliktepe’dekilerin Afet Yasasıyla ilgili daha bilgili oldukları ve bunun yasanın uygulanmasıyla ilgili beklentilerinin daha güçlü olduğunu gördük ve bunun doğrudan da oradaki ticaret aksının çok gelişeceği ve kendilerinin de bundan yararlanacağı beklentisi nedeniyle olduğunu gördük. Bunun dışında ekonomik düzey farklılığı çok etkili. Nurtepe, Talatpaşa ekonomik düzeyi daha düşük olan mahalleler ve onların daha zor durumları var. Bu nedenle de bakış açıları çok daha farklı, ama temel olarak bizim gördüğümüz bu araştırma sürecinde herhangi bir bilinçliliğin tam olarak olmadığıdır. Afet Yasasını genel kentsel 22 dönüşüm içinde bir dönüşüm olacağına dair hafif bir bilgileri olmakla birlikte mülk sahipleri ve kiracılar arasında bir farklılaşma olsa da mahallelere göre bilgileri çok fazla yok. Tartışmaya bunlar dışında ekleyebileceğim bir şey bulunmamaktadır. Bir şey eklemek istiyorum, bu planlama eğitiminde araştırma yöntemleriyle ilgili, panelin konusu değil ama, bu tür bir mahallede araştırmacı olarak, akademisyen olarak konuşursam, süreçte yer alarak katılımcı, etkin katılımcı olarak bir araştırma yöntemi deniyorsanız ki, yöntem olmuyor bu, yani yaşıyorsunuz, beraber gidiyorsunuz, fakat burada bir araştırma metodolojisi içinde yeni bir tür olarak tanımlanıyor. Bir yandan da bizim kullandığımız bazı metotlar var, tipik metotlar, yani sosyolojiden geliyorum ve sosyolojide kullanılan tipik niceliksel, niteliksel metotlar var. Özlem de planlamacı olarak kullandığı metotlar var. Bu konuda bir makale de yazdık. Kesinlikle bu yöntemlerin, araştırma metotlarının tek birinin konulması ya da tek bir metodun seçilip kullanılmasının, bu kadar hızlı dönüşen, bu kadar karmaşık heterojen bir topluluğa, mahallelere sahip olan İstanbul’da çok uygun olmadığı ve uygulanamayacağıdır. Edinilen anket bilgisiyle çok net bir sonuca ulaşamadığımızı gördük. Bir de burada ayrı bir tartışma konusu ise nasıl araştırma metotlarının kullanılması gerektiğidir. Eğer akademisyen olarak, aktivist olmaktan öte, bilimsel bir şey deneyeceksek bunun da çok ciddi tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bence krizde, yani böyle bir araştırmada ve özellikle halkla birlikte halktan elde edilecek bilgi, onların yasaya ve dönüşüme nasıl baktıkları çok karmaşık bir şey ve yöntemlerin de tekrar elden geçirilmesi gerekiyor. TOLGA İSLAM- Aslında hukuksal tebligatı gördüğün zamanki o yabancılaşma halin bizim ürettiğimiz o akademik yayınlardan farklı değil, halkın bizim akademik makalelere bakışı da çok farklı, yani hukuksal tebligattan çok farklı değil. Eğer katılımdan bahsediyorsak onların da halka inmesi lazım 23 diyebiliriz. Çok teşekkürler, tartışırız bunu. Asuman Hanım, siz buyurun. ASUMAN TÜRKÜN- Belirli konulara yoğunlaşmadan önce bir çalışmamızdan bahsetmek istiyorum. Kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş 6 mahallede yaptığımız bir araştırma var ve bu araştırmayı kitaba dönüştürdük. Yakın zamanda çıkmasını bekliyoruz. Kitap çok ayrıntılı bilgilerin olduğu bir kitap olacak. Kitap içerisinde hem bu 6 mahallenin bilgisi olacak, hem de araştırma yöntemleri konusunda da biraz ipuçları veren tarafı olacak. Araştırmada kullandığımız birkaç yöntem oldu. Çalışma kapsamında hem mahallelere girildi, hem de araştırma öncesi literatür taraması yapıldı, bunu hepimiz yapıyoruz. Bu konularda ne yazılmış, ne çizilmiş, dünyada bu işler nasıl anlatılıyor, hangi kuramlar var, bütün bunlara bakıyorsunuz. Bunlara ek olarak 1930’lardan itibaren bizim incelediğimiz konu itibariyle gazete ve dergi taramaları yapıldı. Bu taramaların çok yararını gördük ve konut politikalarına olan tavrın nasıl değiştiğini, bütün belirli dönemlerde hâkim aktörlerinin söylemlerinin ya da çok farklı aktörlerin söylemlerinin basına nasıl yansıdığına baktık. Bu söylemlerin dönemin literatürüyle örtüşüp örtüşmediğine, farklı olup olmadığına baktık. Bir tür söylem araştırması yapılmış oldu. Bu yöntem faydalı oldu ve bir şeyi içeriden anlamanın yolunu oluşturdu. Genel konut politikaları düzeyinde ve mahalleler düzeyinde gazete taramaları yapıldı. Gazetelerde bu mahallelerin o sürecini gösteren çıkmış yazılar takip edildi. Aslında bu bir tür belgesel çalışma gibi de oluyor. Yani belgeselin o avantajından yararlanmış oluyorsunuz. Bir yeri belgelemek ve anlamak amacı ile o dönemde söylenmiş olanı, çekilmiş olan filmleri, çok çeşitli kaynaklar kullanarak, konuyla ilgili çok çeşitli bilgi toplamak bizim alanda çok yararlı bir şey oluyor, sadece anket düzeyinde değil. Bunun yanı sıra mahallelere girdiğimizde amacımız belli bir yüzdeyle anket yapmaktı. Her ne kadar niteliksel araştırma, anket yoluyla araştırma her şeyi göstermese de niceliksel araştırmada o bütünlüğü kavrama açısından kimi zaman yeterli olamıyor. Az örnek üzerinden ne kadar genelleyebileceğimizi bilemediğimiz sonuçlara ulaşıyoruz. Çok kıymetli bilgi 24 alıyoruz, ama bir yandan da o niteliksel bilgiyi de elde etmek gerekiyor. Bu da anket yoluyla olabiliyor. Bu noktada anketin içeriği ve kalitesi önemli hale geliyor. O soruları nasıl sorduğunuz, hangisinin kapalı uçlu, hangisinin açık uçlu olduğu, açık uçluları nasıl değerlendirdiğiniz, bütün bunların da tabii çok önemi var. Anket de bir tür değil aslında. Bu nedenle aslında bir plancı ya da sosyal bilimci olarak, birlikte çalıştığımız alanlarda bu çalışmaların çok çeşitli olması gerekiyor. Açıkçası hepsinin ayrı bir sağladığı yarar var. Hem yaptığımız araştırmadan bazı sonuçlar vereceğim, hem de genel anlamda tartışma başlıklarını açmaya çalışacağım ki, sorular ve tartışma da yaratsın. Kentsel dönüşümü hep tartışıyoruz, çok tartıştık, çok şey söylendi. Bu konuda söylemler neler, uygulamalar neler ve bu uygulamadaki gerçekliğimiz ne? Bu üçlü çerçevesinde baktığımızda aslında çok büyük büyük laflar ediliyor. Bugün 90’lardan itibaren ki hâkim aktörlerin söylemlerine baktığınızda çok büyük büyük laflar ediliyor ve aslında çok ciddi bir dezenformasyon var ve romantize edilmiş gerçeklik dışı bir algı yaratılıyor. Şimdi bunu rakamlarla da göstermeye çalışacağım. Yani bu yaratılmaya çalışılan ya da verilen umut ne, uygulamalar nasıl? Sulukule ve Bezirganbahçe gibi bazı uygulamaların sonuçlarını da almaya başladık. Ankara Çinçin Altındağ Mahallesinde Yasin Bektaş’la birlikte başladığımız bir araştırma var ve onda da belli sonuçlar alındı ve kendisi araştırmayı tez olarak takip edecek. Bundan sonra daha da hızlı bu sonuçları almaya başlayacağız, ama sonuçlar yok değil ve de üstelik mevcut gerçekliğe baktığınızda aslında sonucun ne olacağını da az çok kestirebilmektesiniz. Bu nedenle üçlü çerçevesinde gidersek şöyle bir çerçeveyi unutmamamız gerekiyor. Kapitalist kentleşmenin merkezinde mülksüzleştirerek birikim sağlama vardır ve aşırı birikmiş sermaye yeni yatırım alanları açmak üzere kentlerin yıkılarak yeniden yapılması ve kentin değerlenmiş topraklarını uzun yıllar burada ikame etmiş olan dar gelirli kesimlerden almak gerekir. Konu ile ilgili söylem ne, uygulama ne ve sonuçta gerçekliğimiz ne? Bunu bütün dünyada görüyoruz, tek Türkiye’ye özgü bir konu değil. Bütün dünyada az 25 gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülkelerde de, ama az gelişmiş ülkelerde çok daha belirgin bir yarılma olacak şekilde, bu ikili dünyayı görüyoruz. Kentsel dönüşüm farklı biçimlerde oluyor. Yenileme, sağlıklaştırma, iyileştirme, yeniden canlandırma ve bunların pek çoğu da soylulaşmayla sonuçlanıyor. Türkiye’deyse yenileme ve yeniden canlandırmayı görüyoruz. Kentsel dönüşümü yenileme biçiminde yani yıkıp yeniden yapma şeklinde görüyoruz. Yeniden canlandırmayı ise 5366 Yasayla tarihi merkezli, tarihi alanlarda gördük. Son dönemde dönüşüm için ortaya konulan gerekçeler deprem, yasadışı yerleşim, düşük nitelikli konut, çevre, bozulan tarihsel konut dokusu, doğal alanlar için tehdit jeneriği ile her yerde tekrarlanıyor, ama dönüştürülen alanlar hakikaten bu gerekçelerle mi dönüştürülüyor, çok şüpheli. Deprem nedeniyle dönüştürülen alanlar gerçekten depreme dayanıksız mıdır? Çoğu değil, deprem nedeniyle riskli alan ilan edilen alanların çoğunun riskli olmadığını, İstanbul’un en sağlam bölgelerinde olduğunu biliyoruz. Kentsel dönüşüm uygulamalarının hedeflediği alanlar İstanbul ölçeği ile bütün kentlerde benzer bir profil gösteriyor. Gecekondu bölgelerinin de rantı artmış bölgelere yakın olmasının ilk kentsel dönüşüm baskısına uğramaları için önemi var. Kısa vadede rant beklentisi yoksa pek çok gecekondu bölgesine dokunulmayacak. En azından dönüşüm daha ileride olacak. Aynı zamanda toplumda yine dar gelirli kesimlerin ikamet ettiği tarihsel konut dokusunun bulunduğu alanlarda bir baskı var ve de yıpranmış konut alanlarının olduğu, eski sosyal konut alanları ve gecekondu önleme bölgelerinde birtakım dönüşüm baskıları var. Konuya sermaye birikimi açısından baktığımızda, piyasada kentsel dönüşümde farklı yöntemler ve birtakım çifte standartlar var. Bundan bahsetmemiz lazım. İlk olarak piyasa içinde dönüşümü görüyoruz, yani dönüşüm kimi zaman serbest piyasanın işleyişine bırakılıyor. Eğer zaten rant potansiyeli yüksekse, belli tetikleyiciler oranın piyasa mekanizması içinde soylulaşmasına yol açıyor. Bunu İstanbul’da 26 Cihangir’de, Galata’da, Tophane’de görüyoruz. Alanın soylulaşması için tetikleyiciler yetiyor. İkinci olarak Fikirtepe’den örnek de verildi, bunu da piyasa içinde dönüşüm olarak algılayabiliriz. Konumu ve yüksek arazi değerleri nedeniyle serbest piyasa aktörlerinin ilgisini çeken kolay dönüşecek alanlarda imar hakları yükseltiliyor ve piyasa aktörleri bu alanlara çekilerek bu alanların dönüşmesi sağlanıyor. Bu iki dönüşüm biçiminde de mülk sahiplerinin yapılan pazarlıklarda kısmen söz sahibi olması ve bu rantlardan da belli pay alması söz konusu. Yani balayı buralarda olabilir, ama acaba balayı her yerde var mı? Bu bir-iki örnekte balayı var diye örneklerin hepsinde balayı var mı diye bakarsak, buralarda pek de olmadığını görüyoruz aslında. Özellikle tarihi merkezde ve piyasa içindeki dönüşümü kilitlenmiş ya da zor görünen alanlarda birtakım plan ve proje kararlarıyla tepeden inme birtakım dönüşüm alanı kararları çıkıyor ve buralar o yolla dönüştürülüyor. Tarlabaşı, Fener, Balat, Sulukule projeleri tepeden verilmiş kararlar. Ek olarak rant potansiyeli yüksek gecekondu alanları ve gecekondu önleme bölgelerinde bu tür kararlar veriliyor. Bu alanlar Kentsel dönüşüm alanı ilan ediliyor ve burada yaşayanlar TOKİ’nin dar gelirliler için inşa ettiği toplu konut alanlarına yerleştirilmek isteniyor. Bu kimi zaman aynı yerde oluyor, kimi zaman başka bir alanda, yani yerinde dönüşüm kimi zaman olabiliyor, ama o yerinde dönüşüm de nasıl bir dönüşümdür, pahası nedir, o da ayrı bir mesele. Bu tür bir dönüşüm biçiminde vatandaşların pazarlık güçleri çok sınırlı ve önlerine konulan seçeneklerden birine razı olmak zorundalar. Razı olunan şey nedir diye baktığımızda başarısızlığın nedeni ortaya çıkıyor. Panelin başında gördüğümüz gibi, şöyle bir söylem var: ‘‘Canım, fazlasıyla onlara verildi, onlara ev verildi, onlar fazlasıyla karşılığını aldılar’’. Gerçekten herkes fazlasıyla karşılığını alıyor mu? Herkes rant elde ediyor mu ya da bu evler parasız mı veriliyor? Söylem yaygınlaştırılmış durumda ki, aslında bu genel dilimize, yani standart sokaktaki insanın da diline yansımış bir yanılsama. Sanki 27 bütün bu yapılan dönüşüm sonrasındaki o yenilenen evler sanki bedava insanlara sunuluyor. Hatta bir belgeselde: ‘Canım, fena mı? Buraları yıkılsa, bir gecekondu alanı yıkılsa da, buraya lüks villalar olsa fena mı?’ diye bir söylem vardı. Şimdi fena değil de, o lüks villalarda kim oturacak? Bu soruyu kimse sormuyor. Orada kim oturacak, o lüks villalar orada yapıldığı zaman eski yaşayanlar orada yaşamaya devam edebilecek mi? Mesele buradan çıkıyor ve kentsel dönüşümde olay burada. Nasıl seçenekler var? Biliyorsunuz, bunu hepimiz biliyoruz, mesela gecekondu bölgelerinde, Tarlabaşı’nda da bu böyle, bir tür enkaz değeri hesaplanıyor ve yeni yapılan evler için de üç seçenek sunuluyor. Bildiğimiz gibi binalar belediye ya da özel şirkete satılıyor. İkinci seçenek olarak orada lüks konutlar yapılıyorsa, yani yerinde dönüşüm yoksa orada lüks konutlar yapılıyorsa, ‘size git demiyoruz, istiyorsan, sen o lüks konutu ödeyebiliyorsan onun parası kadar borçlan, öde, kal’ deniliyor. Sulukule’de bu teklif edildi. Sulukule’de bu şekilde 3-5 ev karşılığında bir ev alanlar bu şekilde aldılar. Değerleri hesaplandı, karşılığında bir ev alabilen oldu, ama onların da pek çoğu borçlandılar. Şimdi yeni haberlerden duyuyoruz, borcumuz eskiden şu kadardı, şimdi bu kadar oldu diyen bir sürü kesim bulunmakta. Üçüncü bir seçenek ise başka yerde dar gelirliler için yapılan TOKİ konutlarına gitmek. Peki, bu bedava mı? O da değil. Üçüncü seçeneğin söylemlerinde bedavaymış algısı yaratılıyor ve bu söylem çok önemli. Bu gerçeklikle yüzleşmek istiyorsak bunu vurgulamamız ve bu söylemle baş etmemiz lazım, çünkü söylem gerçekliği tümden örtüyor. Bunun hegemonik bir kentsel ittifak olduğundan ve 90’lardan itibaren belki çok belirleyici bir özellik olduğundan bahsetmemiz gerekmekte. Şimdiye kadar olmadığı kadar aynılaşan bir söylemin bütün bu aktörler tarafından tekrarlanması ve hâkim medyanın da bunun çok ciddi savunucusu ve yaygınlaştırıcı olması nedeniyle basın üzerinden inceleme çok işe yarıyor. Hâkim medya bunu nasıl sunuyor, gerçekliği örtmeyi nasıl beceriyor, hangi söylem biçimleri bu gerçekliği toplumun gözünde ortadan kaldırıyor? 28 Dönüşümün acil olarak yapılması gerekliliği kimi zaman deprem tehdidi, kimi zaman çarpık kentleşme ve asayiş sorunu üzerinden tartışılıyor. Haberlerin çoğunda bu üç olgu bir arada zikrediliyor ve zihinsel haritalarda kolaylıkla bir araya geliyorlar. Deprem tehdidi, çarpık kentleşme, asayiş söylemleri ile âdeta bütün gecekondu bölgelerinin deprem tehdidiyle karşı karşıya olduğuna dair bir imaj elde ediyoruz. Söylemde devletin gecekonduluyla kurduğu ilişkide bir farklılaşma var. Gazetelerde gecekonduluyla ilgili, işgalci, bedavacı, suçlu, ifadelerini ve gecekondu bölgesinin söylem olarak varoşa dönüştüğünü görüyoruz. Parası pulu olmayanların İstanbul’da yoğunlaşmasının engellenmesi için önlemler alınması gerektiği, gecekonduları yıkmadan kalkınmadan bahsedilemeyeceği, gecekondu alanlarının terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın, psikolojik olumsuzlukların, eğitimsizliğin ve sağlık problemlerinin temeli olduğu gibi jenerik söylemler görmekteyiz. Yani gecekondu kendinden menkul bir yaratık ve bu aslında bakanın ifade ettiği biçimde yaftalanmış mekânsal sabitler. Gösterilen tek çıkış yolu kentsel dönüşüm. Kira öder gibi ev sahibi olma düşü. Gerçekten böyle bir şey var mı? Bu söylemle mevcut gerçekliğin karşılaştırılması gerekmektedir. Çok söylenen muğlak ifadeler: Vatandaşı mağdur etmeyeceğiz. Belki de kentsel dönüşüm sürecinde bilgilenmenin bu kadar zayıf olmasının nedeni ifadelerin hesap kitap yapılmadan verilmesinde yatıyor. Mesela, kesinlikle garip gureba, maddi bakımdan zayıf vatandaşın elinden tutmak birinci görevimiz, bu bir sosyal sorumluluk projesi denmekte. Devletin kademelerinde, birisi bunu sosyal sorumluluk projesi diyor. Hâlbuki bu bildiğimiz gibi özel şirket projesi. Özel şirket bir sürü şey yapar ve bu şekilde sorumluluk üstlenebilir, ama bu devletin sosyal sorumluluk projesi değil. Bu süreçte ödenmesi gereken aylık borç düzeyleri göz önüne alındığında verilen sözlerin ve yaratılan beklentilerin gerçeğe uymadığı da çok net anlaşılıyor. Örneğin 2006 yılında belediyenin verdiği bilgiye göre, KİPTAŞ’ın 2006 yılında dar gelirliler için inşa ettiğini iddia ettiği Hadımköy 29 konutları ‘gecekondu fiyatına modern konutlar’ başlığı ile sunuluyor. 10 000 lira peşinat verildiğinde 96 ay boyunca 660 lira ödeme yapılacakmış. O sırada 2006 yılında net asgari ücret 400, yani anlatabiliyor muyum? Gecekondu fiyatına, ödemeye bakın. Bu TOKİ’nin resmi internet sitesinden alınmıştır. Artık konut, site filan denilmiyor, TOKİ şehirlerle anılıyor. 100 000 nüfuslu 22 şehir, söylemleri mevcut son Ekim ayı itibariyle. Üretilen konutların % 30’u dar gelirliler için. TOKİ’de çok ciddi bir kafa kargaşası var. Aslında bu bizim aramızda da var. Dar gelirli kimdir, orta gelirli kimdir, orta sınıf kimdir, yoksul kimdir? TOKİ’de bu o kadar muğlak ve karmakarışık veriliyor ki, TOKİ’nin sayfasına bakan kendinin hangi gruba ait olduğunu anlamaz. Çünkü bakın, bu veriyi TOKİ’den aldım, raporda göreceksiniz, % 39,6’sı dar ve orta gelirli, % 25,4’ü alt yoksul grup, bu %12,4’ü gecekonduda yaşayanlar. Gecekonduda yaşayanlar ayrı bir kategori mi, o ikisinin içinde bir şey mi, o da belli değil ve bu sonuçları topladığınızda % 85 oluyor, ama ödenen paralara bakın şimdi altta, o zaman bunu nasıl tarif edeceğiz? Yoksul gruba yönelik 45-55 m2 20 yıl vadeli 100 liradan, şimdi bununla reklam yapılıyor. 100 liraya konut, ama bu konut nasıl bir konut? 45 m2. Nasıl bir konut 1 oda 1 salondan ibaret. Hangi ailelere veriliyor? Yoksul. Yoksul aile nasıl bir aile? Çok çocuklu bir aile için uygun mudur? Değildir. Mesele sadece başını sokacak bir yer midir, yoksa gerçekten insanca yaşama uygun bir konut tipolojisi midir talep edeceğimiz şey? Proje alt gelir grubuna yönelikse, 6 000 lira peşin konut tesliminde 300 lira 15 yıl vadeli, bunu kim bir araya getirecek. Bezirganbahçe’de ortaya çıkan durum, Bezirganbahçe’ye gidenler bunu ödeyemediler. Niye ödeyemediler? Her ay çünkü 300 lirayı bankaya yetiştirmek kolay bir şey değil. Dar gelirliyseniz, iş kaybı varsa, kriz varsa bunu yapamadığınız, tarihinde 15 yıl içinde iki ay üst üste 300 lirayı denkleştiremediğiniz bir zaman olacaktır. O zaman bu sürdürülebilir midir? 15 yıl boyunca siz çok formel bir alana borçlanıyorsunuz. Alt gelir için yapılan açıklamada aylık en fazla 2.600 lira olan ifadeleri yer almakta. En fazla 2.600. Araştırmalarımızda aylık 2.600 liralık bir hane geliri 30 varsa bunu orta, hatta üst gelir grubu varsayıyoruz. TOKİ’de bu alt gelir grubu olarak geçmekte. TOKİ orta gelirliler için, % 39 diyor ve net bir bilgi bulunmuyor. Muhtemelen ödeme koşulları çok daha üst, orta, yüksek gelir kabul edeceğimiz gruplar. Çünkü örnek olarak verilmiş Tuzla 3. Etap projesinde yüzde 10 peşinat verildiği takdirde en düşük konut ödemesi aylık 1.500 lira. Ciddi bir başarısızlık var. Son olarak araştırmamızda yer alan altı mahalle bu şeyler nasıl ortaya çıkıyor? Altı mahalleden üçü gecekondu mahallesi oluşturmakta, diğerleri Tarlabaşı, Tozkoparan ve Bezirganbahçe mahalleleri. Bu altı mahallede yaşayanların bütün bu TOKİ’nin sunduğu şeyleri ödemeye gücü yeter mi? Hiçbirinin yetmiyor. Dolayısıyla da aslında bugünkü uygulamalarda bütün bu faktörleri göz önüne almazsak, özellikle işin ekonomik boyutunu ele almazsak, istersek en iyi tasarımcı olalım, en iyi tasarımı yapalım, faydası yok, insanlar orada yaşayamazlar. TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Geri kalan kısmını İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacak olan kitaptan takip ederiz. Erbay Yucak, söz sizde. ERBAY YUCAK- Merhabalar. Metne bağlı kalarak konuşmamı gerçekleştirmeye çalışacağım. Öncesinde değinmek istediğim birkaç konu var. Birincisi, bir arazinin, coğrafyanın ya da mekânın metalaşması süreci sadece kentlere ait bir hadise değildir. Bu süreç kırda da yaşanmaktadır. Dolayısıyla geliştirdiğimiz kapitalizme içkin bir şeydir. Adını koyarak konuşmanın da çözümleri anlaşılır kılmak konusunda faydası olacağı kanaatindeyim. Dolayısıyla da kırda da, kentte de bir metalaşma süreci yaşanmaktadır. Kırda bu bazen taşocağıyla, hidroelektrik santralle, barajla olmaktadır. Kentte de bunun adı mekânda bazen dikey yapı oluyor, bazen yatay yapı oluyor. Dikey yapı olunca kötü de, yatay yapı olunca iyi midir? Bunlar kullanım fonksiyonlarına bağlı olarak orada yaşayan insanların sahip olduğu hayat alışkanlıkları ve kültürünü ne kadar koruyup korumadığına bağlı ayrı ayrı 31 konuşulabilir, tartışılabilir şeylerdir. Dolayısıyla üzerine uzun uzun konuşulabilecek meseleler. Diğer bir husussa, otoriter bir pratik olarak icra edilen uygulamaları ve dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi merkezli konuşuyoruz. Sınırlayıcı ele alış olduğunu düşünmüyorum, ‘ kırda ve kentteki’ metalaşma süreci, mekanın bu kadar açık sermaye birikim süreçlerinin parçası haline gelmesi sadece Adalet ve Kalkınma Partisi’ne özgü bir süreç değildir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de bulunduğu yerlerde olmaktadır. Dolayısıyla da katılım derken burada biz otoriter bir pratiğe mi karşıyız? Burada sunulan örneklerde yer alan mahallelerde yaklaşık 10 yıldır, dayanışma pratikleri içerisinde olan gönüllü insanlardan biriyim. Benzer dayanışmayı gösteren arkadaşlar olarak durduğumuz yer; dönüşüm süreçlerini olmazsa olmaz gören bir yer değil. Dönüşüm alanlarında yaşayan insanların, dönüştürmeye çalışan aktörlerle arasında uzlaşma ve rıza üretme pratiğini geliştirmekte değil. Mahallede yaşayanların o mahallenin akıbeti hakkında yegane karar sahibi olduğu varsayımını, o mahallenin bütün İstanbul’un, sonra da bütün Türkiye’nin söz sahibi olduğu bir yer algısıyla davranmaya çalışmaktayız.. Fikirtepe’de olduğu gibi emsal artırımı, rant ortaklığı gibi ‘dönüşüm süreçlerinin dayandığı aklı güçlendiren’ tutumlara düşmedenı yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla müteahhitler de bazen Fikirtepe’de olduğu gibi o adada yaşayanların birlikte davranmasını ister. Adında kooperatif ya da dernek geçen ya da diyelim ki o adanın birlikte davranması gibi görünen şey aslında rıza üretmeyi kolaylaştıran bir örgütlenme önerisi olarak müteahhit tarafından da sermaye sahibi tarafından da geliştirilebilir. Dolayısıyla esas meselenin metalaşma süreci karşısında topluma anlatılan ve dayatılan da ranttan pay alma meselesi olduğudur. Dolayısıyla da artık mahalle, konut, komşuluk, tarih kalmıyor. Bütün bunlar para ve rant karşısında önemsizleşmekte. Dolayısıyla süreç böyle işleyince, Fikirtepe’deki gibi düne kadar hayatında imar planı ve emsal gibi kavramlarla tanışık olmayan insanlar emsal diye bir tartışmanın tarafı olabiliyor. Niye? Çünkü o emsalin ona para olarak ne 32 getirdiğinin hesabını yapabildiği için. Ama tüketim ideolojisi ve para merkezli düşünme gibi hususlar bugün ortaya çıkmış bir şey değil. Kapitalizmin ideolojik hegemonyası diye bahsettiğimiz sözün reel ifadesi bu. İnsanın hayatla kurduğu ilişkide kendisine eksen ve esas aldığı, sahip olduğu değerin ne olduğudur. Ve çevresinin de nasıl davrandığı ? neyi telkin ettiği ? ile yakınen alakalıdır. Tarih tersine dönüyor: İstanbul’a dair yapılan planlamalarda eski mahalle mekânının dağıtılmasından şikâyet eden, rahmetli Turgut Cansever analım. Nereye geldik ? Gelenek ve köken olarak aynı yerden gelmelerine rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi o modern müdahalenin daniskasını daha kaba ve daha nobran yapmaya başladı. Bu nedenle ne istiyoruz? Tartışmalara kendi durduğumuz yerden başlayabiliriz. O yüzden de kendi durduğumuz yeri; uygulamanın uzlaşmacı olup/olmadığı, yaşayanın rızasına dayanıp/dayanmadığı sınırında konuşmakla mı yetineceğiz? Yoksa bunu daha genel bir çerçeve içinde yerleşim alanlarının metalaşmasını kışkırtan ve bu yönlü politikaları meşru görüp görmememiz, doğru görüp görmemiz ekseninde mi yapacağız? Bu hususlarda karar vermemiz gerekiyor. Bu karar ve durduğunuz yer belirliyor bakışınızı. Bu nedenle yerinde dönüşüm kavramının türetilmesinde yerinde dönüşümü bir CHP’li belediye de, bir AKP’li belediye de ortak olarak yorumlayabiliyor ve vardıkları yer de aynı zaten. Yerinde dönüşüm kavramını türetense, halkın beklentileri ve o yönde gösterdiği dirençtir. Eğer o halkın oradan gitmesi konusunda sizin teklif ettiğiniz öneri onu oradan göndermekse, o da orada kalma kararlılığını gösteriyorsa, bunun değiştirilerek kullanılan adı yerinde dönüşüm oluyor, hepsi bu kadar. Dolayısıyla bir mücadele ve direncin türettiği bir şey yerinde dönüşüm. Yoksa oradaki dönüşüm senaryolarının türettiği bir şey değil. Bu meselede sermaye merkezli, rant merkezli ve kâr merkezli düşünen hiçbir kesimin ve hiçbir aktörün iyi niyetli olduğuna inananlardan değilim. O yüzden de daha insani ve sosyal düşünen diye bir şey yok, projeler kâr maksimizasyonu ve para için yapılan işlerdir. Para için yapılan şeylerde sosyalleştirme ya da vb. konulara da iyi niyetli bakmak hadisenin tabiatına 33 aykırı. O yüzden de projenin başında pozisyon olarak aracılıktan çıkmak ve rıza üretimini kolaylaştırmamak gerekmekte. Akademi ve meslek sahibi insanların, insanların alacağı pozisyonda bu değil. Katılımı sağlayan da, yerinde kalmayı sağlayan da direnç ve mücadele. Dolayısıyla kitapla bağını da kurarak ifade edersem, kitapta amaç Gezi ve diğer soruları da sorarak çeşitli tartışmalara, yaşanan dönüşüm süreçlerinin edindiğimiz tecrübelerinden katkı sağlamaya çalışmaktı. Bu süreçlerin etkileri, Bakırköylü, Kadıköylü için de Derbent ve Gülsuyu’ nda yaşayan yerleşimci içinde aynı mekanizmalara, gerekçelere sahip. Çünkü biri apartman dairesine para vermiş atıyorum 100 para, diğeri ise hazine arazisini ya da kendisine ait olmayan arazinin üzerinde üstelik de bahçesi olan bir yerde, daha da yüksek bir yerde, deprem riski de olmayan bir yerde yıllardır yaşıyor. Hükümetlerin ve bütün siyasal otoritelerin onları işgalci görmesi karşısında, kat mülkiyeti belgesine sahip apartmanda oturan da onlara işgalci diyordu ve işgalci retoriğini sahipleniyordu. Yani Üsküdar’da, Kadıköy’de, Bakırköy’de, Bahçelievler’de oturan daire sahibi ile Derbent- Gülsuyu gibi mahalleleri 6306 sayılı Yasa kardeşleştirdi aslında, bu hayırlı bir durum olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla 6306 sayılı Yasa, eski gecekondu mahalleleri olarak bilinen bu mahallelerde yaşayanların güvencesizlik halinin ne olduğunu, iskân ruhsatlı apartmanda kat mülkiyeti tapusuna sahip daha modern bir şekilde yaşayan vatandaşa bunun yetmediği meselesinin nasıl vaatçi bir husus olduğunu kapitalizm dâhilinde yaşattı, yaşatmaya da devam edecek. O yüzden olumlu olarak ta yorumlanabilir. Gezi’yle olan ilişkisine baktığımızda: Gezi’ de, kente, mekâna ait bu meseleleri herkes birbirine kulak vererek dinlemeye başladı. Dolayısıyla bu konu üzerine geriye dönüş gerekli değil. Daha uzun analizlere de ihtiyaç yok. Mesele, sorunun ortaklaşması karşısında elimizden geleni yapmak ve önümüzdeki dönemde bir kenti ve o kente ait kentsel hizmetleri, o kentin nasıl olacağını, geldisini-gittisini, bütün bunları düşünmenin birlikte tahayyül edebilme imkânlarını çoğaltmak gayreti.. Başta 6306 sayılı 34 Yasanın geliştirdiği tehdit ve risklerin devamında ise Gezi’yle beraber kentsel mekânı beraber düşünme meselesinin ne kadar ehemmiyetli olduğu konusunda yaratabildiği gelecek açısından iki durumun böyle imkânlar içerdiğini düşünüyorum. Bu imkânların nasıl değerlendirilip tartışılacağı hususu ayrı bir konu, ana konudan sapmamak adına bu konuya girmeyeceğim, başka zamanlarda konuşmak dileğiyle. Örgütlenmeyle, toplumun önündeki bir şeyi sorun olarak fark etmesi arasında doğrudan ilişki vardır. Toplum bir şeyi sorun olarak algılıyorsa, o doğrultuda birlikte davranmak için harekete geçer. Orada birlikte davranmak için harekete geçme sürecini kimin nasıl sürdürdüğü ve yönettiğiyle ilgili bir şeyi konuşuyoruz. Asuman Türkün ’ün de sunuşunda da yer verdiği mevcut kamusal yetkiyi kullanan otoritelerse vatandaşın birlikte davranmasını teşvik etmiyor aksine onunla birey olarak ilişki kurmak istiyor. Bu konu ile ilgili sıkça karşımıza çıkan bir örneği paylaşacağım. 7 sene önce yaşandı. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ ne girerken soldaki yamaçta tek bir cami görürsünüz. Tam köprüye girmeden Büyük ve Küçük Armutlu’nun karşısında arada bir vadi vardır, oradaki caminin bulunduğu alanın adı Taşlıbayır. Taşlıbayır’da ilk süreç başladığı zaman, yapılacak olan bağlantı yolu nedeniyle yaşayanlar ulaştı ve o bağlantı yoluna dair bir dava açma, ve benzeri süreçler konuşuldu. Çok gerekli ve zaruri olmadıkça vekâlet almadan, ahalinin kendi hakkını kendisinin aramasına dayalı bir süreç olarak dilekçe ve tartışma yolları ile hak arama süreçlerini gerçekleştirmeye çalışmaktayız..Bu nedenle süreç boyunca ilgilileriyle eğitim toplantıları olur ve yapılan her yazılı başvurunun içeriği ve sürecini kendisi de bilir öğrenir. 54 kişiyi ilgilendiren süreç boyunca üç toplantı ya da dört toplantı oldu. Hepsinin yapı durumu, konumu ayrı ayrı. Bağlantı yolunun etkilemediği tepede yer alanlar bu mücadeleyi yol nedeniyle yapıları yıkılacak olanların sürdürmesinden taraf. Çünkü tepedeki sıranın kendisine geleceğini varsayıyor. Toplantılar oldu, muhtar ve 54 kişide bir tereddüt hali var. Muhtar ve ileri gelenler dilekçe ve toplantı konusunda ‘aman boş bırakmayalım, hemen ertesi gün 35 gitsinler’ gibi cümlelerle sürekli sıkıştırmaktalar. Ama tereddüt hali ortaya çıktı ve bunun iki tane nedeni var: İlki, orada Karanfildere diye bir yer var. Derede yaşayanlar hiçbir zaman güneş görmemiş, güneş Beykoz tarafından doğmuş Büyükçekmece tarafında batmış. Güneşten nasibini konutu hiç almamış. Yol yapım proje alanında ve derede kalanların mücadeleyi sürdürmesinde daha fazla istekli olan tepedekiler ise 06.30’da Beykoz tarafından aldıkları güneşi adalar mevkiine güneş gelinceye kadar görüyor. Eğer 6 ay birbirleriyle rotasyon yapsalardı bütün mekânı beraber sahiplenebilirlerdi. Mekânın mevcut oluşumunda adalet yokken taleplerin birbiriyle uyuşmaması anlaşılır bir durum. Nitekim devamında açığa çıktı. Aşağı deredekiler dedi ki: “Hocam, onlar gelmeden bir görüşme yapalım sizinle. Tamam, bize çok emek ettiniz, ama baksanıza, benim rutubetli ve güneş görmeyen yerime konut veriyor, enkaz bedeli veriyor. Kabul etmeyip ne yapacağım”. Ama orada başka bir şey daha gerçekleşti. Gelen yönetici, Asuman Türkün’ ün de bahsettiği gibi, oradakilerle onlara ait olmayan bir yer üstünden pazarlık yaptığı için minnet duymaları gerekiyormuş gibi bir üslup kullandı. Yönetici diyor ki ‘burası zaten senin hakkın değil ve ben hakkın olmayan şey üzerinden sana bak bir de kıyak yapıyorum, enkaz bedeli veriyorum’. Dolayısıyla bakanlık enkaz bedeli teklif ederken, bir de sana 20 yıl geri ödemeli konut veriyorum demekte. Ama orada yaşayan halk bunun 2000 yılından beri Danıştay kararlarıyla teminat altına alınmış bir şey olduğunu, AİHM kararları , 775 sayılı Kanun ve benzeri yargısal- kanunsal hükümler nedeniyle onun zaten konut teklif etmek mecburiyetinde olduğunu nereden bilecek? Enkaz değeri ve enkaz bedeli diye bilinen şeyin kendine ait çeşitli parametreleri olduğunu, onu kabul etmeleri dâhilinde sulh hukuk mahkemesinde bu sürece gidilebileceğini nereden bilecek? Neticede bunu kamu yapıyorsa ve kamunun zaten bu toplumun demokratikleşmesi, beşeri ilişkiler dünyasında onun birbiriyle etkileşebileceği ortak bir özne haline gelmesi konusunda bir çizgisi, eğilimi yoksa oradaki illegal süreci kamu icat ediyor. Kamu diyor ki ‘Ahmet, ben sana veriyorum 30 para enkaz bedeli, sen bu 30 36 parayı Mehmet’e söyleme işte sen şuralı olduğun için, Mehmet’e diyor ki, sana veriyorum 40 para, sen de ona söyleme’. Gerçekten 40 sene bir arada oturanlar da birbirine söylemiyor. Dolayısıyla burada toplumun dönüşüm karşısında dönüşüm uygulamasının kendisini ve onun karşısında yapılabilecekleri şeyleri de konuşurken şunu görelim: Toplumun önünde eğer bir sorun varsa, bu sorunun kendisi karşısında toplumun birlikte düşünebilmesini sağlamak, ortak çıkar düzeyini birlikte tanımlayabilmek önemli. Ezilenlerin pedagojisinde anlatıldığı gibi Latin Amerika’ya özgü bankacı ve sorununu birlikte tanımlayan modele dönmek gerekmektedir. Hakikatli demokratikleşme ve uygulamanın birlikte ve ortak çalışma ile kamusal çıkar tarif ederek oluşturulabilecek rıza ve düşünce süreçlerinin, projeksiyonlarının oluşmasını istiyorsak, sorunu birlikte tanımlama ile doğrudan demokrasiye dayalı örgütlenme süreçleri olması gerekmekte. Aracısız örgütlenmede, sorunun sahiplerinin ve yaşayanlarının doğrudan temsiliyetine dayalı olması lazım. Kullandığımız 30 cümle yerine onların kendi farkındalığı sonucu kullandıkları 3 cümlenin daha kıymetli olduğunu görmek gerekmekte. Direnci de mücadeleyi de komşuluğu da baki kılacak olan hal bu. Derbent’ e bakacak olursak, Esenler Belediye Başkanı Havaalanı Mahallesinin projesini anlatmak üzere Derbent’ e gelip Petek Sokaktakilerle konuşuyor ya da CHP’li Sarıyer Belediyesi yerinde dönüşümü anlatıyor. Büyükşehir Belediyesi de başka bir şey anlatıyor. 5 sene önce de başka bir şey anlatıyorlardı. O zaman adı yerinde dönüşüm değil özel şahıs arazisine dayalı oradan gitmeydi. Ahalinin kendi haklarını bilmesi, doğrudan demokrasiye karar alması, arasız, aracısız, vekilsiz kendi süreçlerini tanımlayabilmeleri ve yönetebilmeleri bütün bu süreçleri zorlayan, çözen tek şeydir. 6306 sayılı Yasanın gündemle olan bağını parçalı konuşmakla birlikte, buluşma organizasyonunun yazılı gündemiyle de bağını kurarak gideyim. İlk olarak Gezi’yle bağını kurduk, ardından 6306 sayılı Yasadan ve mahalle dinamiklerinin bu hususlardaki tutumundan da sınırlı örneklerle bahsettim. 37 Dördüncü konuyu da anlatayım. Hangi hükümetin hangi düzeyde otoriter pratiği olursa olsun, eğer o mahallenin içinde birbirinin ayağının altını kaydırmaca gibi süreçler engellenmişse, ortak, doğrudan demokrasiye dayalı ortak demokratik örgütlenme pratikleri varsa, küçük hesaplar yapılmıyorsa, 6306 ya da herhangi bir yasa ile o mahalleleri oradan çıkarmanın imkânı olacağı kanaatinde değilim. Bu nedenle bizler pozisyon alırken lütfen farkında olmadan kentsel dönüşüm geri döndürülemez ya da engellenemez bir şeymiş diliyle bunu daha sosyalize etmeye, daha kabul edilebilir marjlara çekmeye çalışan pozisyonlar almayalım. Ek olarak riskli alan uygulamaları ya da dönüşüme ihtiyaç duyan alanlar konusundaki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bütün belirlemeleri 2001’de Japon Kalkınma Ajansıyla birlikte yapılan “JICA Raporu” diye bilinen raporla çelişmektedir. Nitekim açılan riskli alan kararına iptal davası açan Sultangazi Cumhuriyet Mahallesi, Fatih Sultan Mehmet Mahallesi ve Derbent Mahallesi, üç tane mahalle vardır. O mahallelerin dava dilekçelerine verilen cevap dilekçelerinde de problem bulunmaktadır. JICA raporu dâhilinde yapılan depremin şiddetine, oranın zemin özelliğine ve yapının o zeminle gireceği rezonansa dair modelleme çalışmaları, hiçbir analitik çalışmaya dayandırılmadan ve teknik, ilmi fizibilite değerlerine sahip olunmadan reddedilmiştir. Bunlar riskli yapı uygulamaları için de geçerli olan hususlardır. Bilindik manada dönüşüm olmayan süreçler, yani orada yaşayanların da içinde olduğu ve bütün İstanbul ve Türkiye’de gözetilen bir kamusal bilinçle bütün bu uygulamalar karşısında olabildiğince mücadeleyi teşvik eden, önce durduran, sonra olması gerekeni beraber tasarlayan, yani akademinin katacağı süreçler bu şekilde oluşur. Bir mücadele aracı olarak alternatifi tasarlama Sulukule’de olmuştur. Sulukule’ de daha çok Yıldız Teknik Üniversitesi, İTÜ ve Mimar Sinan’dan öğretim üyelerinin öncülük ettiği, bizlerin de içinde yer aldığı hareket, ‘hayır, burada bu kadar nüfus yaşayamaz, burada bu korunamaz’ tezi karşısında bir mücadele aracı olarak üretilmiş bir alternatifi temsil ederdi. Dolayısıyla da akademinin ve uzmanlığın kendine yer bulacağı şey önce 38 toplumu bütün bir haliyle yok sayma pratiğine çeviren bu hal karşısında mücadeleci bir varoluşla durması, varım demesi, beni yok sayarak bir numara yapamazsın demesidir. Örnekleri vardır ve mümkündür. Daha bilimsel gerekçelerle ve kamusal çıkarla, çözüm için gereken tezi de toplumla beraber bir muhabbet ve samimiyet içerisinde halletmek mümkün gibi gelmektedir. O yüzden de 6306 sayılı Yasanın olağanüstülüğü üzerine bir şey demek yerine 6306 sayılı Yasanın bu doğrultuda da birlikte mücadele etmeye dair imkânlar sunan tarafları vardır. Süre kısıtlaması nedeniyle, bu imkânlar nedir, reel, aktüel kullanımları nasıl olabilir hususunda çeşitli denenmiş, sonuç alınmış kısa vadedeki örnekleri anlatamıyorum. Teşekkür ederim. TOLGA İSLAM- Kesemiyorum, çünkü hepimiz için umut veren bir konuşma oldu. Bir miktar süreyi aştık, süreye riayet etmeye çalışacağız. 20 dakikalık tartışma süremizi 15 dakikaya indirelim. Twitter üzerinden sorular geldi, ama salonda da soru sormak isteyenler olacaktır. Soru sormak isteyenler varsa buyurun. ASLI ODMAN- Mimar Sinan Şehir Bölge Planlama mensubuyum. 6306 sayılı yasa gerçekten ne gibi somut kanallar açıyor, ne gibi tecrübeler var? Teşekkürler. TOLGA İSLAM- Süre açısından soruları toplu bir şekilde almamızda fayda var, sonra sırayla panelistlerle cevap veririz. Hürriyet Hanım. HÜRRİYET ÖĞDÜL- Merhabalar. Uzlaşma ve mücadele kavramları karşı karşıya geldi gibi burada, bunlar iki farklı şey gibi, yaklaşım gibi sunuluyor. Acaba uzlaşma da mücadelenin bir parçası değil midir ya da mücadelenin sonunda uzlaşmaya varılmaz mı? Bu ikisi acaba kardeş olabilirler mi, yoksa hiç olamazlar mı? GÜLŞEN ÖZAYDIN- Merhabalar. Panele bir konuda ekleme yapmak istiyorum, gerçeklik ve hakikat konuları üzerine. Asuman Türkün’ ün söylediği 39 söylem konusu gerçekten önemli. Bugünkü söylemin aslında yaşananlarla üst üste örtüşmemesi bir gerçeklik hali oluşturmuyor mu? O zaman gerçeklik yerine hakikat sözcüğünü kullansak mekânın hakikatiyle örtüşmeme durumu daha tercih edilebilecek bir kavram gibi geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? BESİME ŞEN- Merhaba, Mimar Sinan Üniversitesi mensubuyum. Faruk Beye şöyle bir şey soracağım: Kentsel dönüşüm projeleri ve sürecine dair çok şey konuşuyoruz, ama bu projeleri uygulayan parti politikalarını çok az konuşuyoruz. Sayın Erbay Yucak konuya değindi, AKP yerine mesela, CHP’yi hiç konuşmuyoruz dedi. AKP yerine bugün iktidarda CHP olsaydı, CHP ana muhalefet partisi olduğu için ve ayrıca bazı yerellerde işin içinde olduğu için ve hâlâ programında kentsel dönüşüme dair bir ilkesel kararı olmayan bir ana muhalefet partisi olsaydı ne değişirdi? Toplumda kentsel dönüşümün yapıldığı yerlerden oy alan bir parti, belli kimliklere hâlâ defakto sırtını dayayan bir parti. Bunun bir önemi olur muydu? Teşekkür ederim. AZİME TEZER- Konuşmacılar tarafından, kentsel dönüşümün hukuki geri planında dönüşümün temel gerekçesi olan riskli alanların dönüşümün mekânları olmadığı belirtildi. Dönüşümün özellikle bu alanlarda yoğunlaşmadığını ve gerçekten riskli alanlarda yaşayanların deprem açısından daha güvenli alanlarda yaşamasının öncelikli ve temel hakkı olduğunu düşünürsek acaba bu alanlarda kentsel dönüşümün önceliklendirilmesi nasıl sağlanabilir? Katılımla bu alanların daha gündeme gelmesini sağlamak mümkün olabilir mi? Soru tüm katılımcılara yönelik olabilir, herhangi bir konuşmacıya yönelik sormamaktayım. DOĞAN NAHİTOĞLU- İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesindenim. Ben bir başka boyuta dikkatinizi çekmek istiyorum. Yeşil alanlar sorunları gündeme gelmedi. Kentsel dönüşümün hem fırsat, hem de tehdit olabileceği unsurlardan birisi de yeşil alanlardır. Kentsel dönüşüm sırasında yeşil alanlara yeterince uygun yerler ayrılabilirse fırsat olabilir. Baktığınız zaman gecekondu 40 bölgelerinin çoğu İstanbul’un yeşil dokusuna uygun olmasa da yeşil alanlar ve kentsel dönüşüm sırasında bunlar da oldukça zarar görebilir. Bu konuda görüşlerinizi almak isterim. Teşekkürler. TOLGA İSLAM- Evet, bir soru daha var. SALONDAN- Öncelikle iki adet soru sormak istiyorum. Kentsel dönüşüm sürecinde deprem sürecin neresinde? Deprem konusu sürecin meşrulaştırılmasında ana etkenlerden biridir. Özellikle mahalle bazında yürütülen kentsel dönüşüm çalışmalarında deprem baş aktörler ve söylemler arasındadır. Çünkü dönüşümün yapılması için temel etkenlerden biri deprem olarak söyleniyor ve bu halk tarafından da ciddi anlamda benimseniyor. Bu nedenle deprem faktörü çok önemlidir. Diğer bir nokta ise metodolojik tartışma. Mahallelerde ciddi anlamda bir dönüşüm süreci yaşanıyor, akademi de bununla ciddi anlamda ilgileniyor ve bölgelere yönelik yoğun bir akademik ilgi söz konusu. Ama bölgelerde artık dikkatimi çeken şöyle bir şey var: Veri ve analiz kısmında özellikle bir bant yayın çalışmalarına gidiş mevcut. Çünkü belli mahalleler seçiliyor ve belli araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalarda kullanılan metodoloji benzer metodolojiler, görüşülen kişiler dahi kimi zaman aynı oluyor. Çünkü iki farklı kişinin yaptığı çalışmayı kıyaslıyorsunuz, tanımasanız dahi çünkü isimler verilmiyor genellikle- söyledikleri cümlelerden ve verdikleri yanıtlardan onun kim olduğunu eğer bölgeye hâkimseniz biliyorsunuz. Bu bir anlamda bölgeye dair yapılan analizlerin kısırlaşmasında çok ciddi bir etken ve bu kentsel dönüşüm süreci ve metodolojisi içerisinde dönüşümün kendisi kadar etkili bir tartışma. TOLGA İSLAM- Teşekkürler. İsterseniz soruları burada keselim. Twitter’dan gelen sorulardan çok hızlıca birkaç tanesini ileteyim. İlki biraz provokatif bir soru: Kentsel dönüşümün bu noktaya gelmesinde alternatif üretmeden muhalefet eden STK, oda, üniversitelerin sorumluluğu üzerine bir soru ki, Erbay Yucak bundan biraz bahsetti. İkincisi, Sulukule’de ve Gülsuyu’nda 41 sessiz kalan ya da temizlensin diyen orta sınıf, kentsel dönüşüm kendi mahallelerine geldiği zaman ne yapacak sorusu ki, aslında bir anlamda cevap geldi. Kentsel dönüşüm alanlarında saha çalışması yapan birisi olarak bu benzerlik konusunda aynı şeyleri düşünüyorum ve araştırmacının ciddi bir yanılsama içerisinde olabileceği noktasında da birtakım düşüncelerim var. Örneğin, uzunca bir süre aynı alana gidip, sadece tek tip tepki veren kişilerle görüşmesi ihtimali var. Kendi yaptığım araştırmanın başlarında Sulukule’de, mahallede farklı dinamikler olduğunu, farklı tepkiler olduğunu çok sonra fark edebildim. Bu biraz düşünülmesi ve sorgulanması gereken bir meseledir. Onun dışında bu temsiliyet sorunlarıyla çok alakalı bir mesele, Pelin Tan ve Erbay Yucak tarafından bahsedildi. Mahallenin kendisini temsil etmesi başka bir mevzu, araya aracıların girmesi ve mahalleli adına konuşmaya başlaması başka bir mevzu. Bu ikisi arasındaki dengenin çok iyi kurulması ve mahallelinin daha belki öne çıkması gerekmekte. Sıradan cevap verelim. FARUK GÖKSU- Kendi payıma düşen 6306 sayılı Yasayla ilgili soruyu, daha sonrada Besime Şen’ in sorusunu yanıtlayayım. 6306 sayılı Yasayı okuyunca hukukçu değilim, ama planlamadan, uygulamadan gelen bir kişi olarak ilk söylemim: Bu yasayla minimum riskli alanlar mı dönüşecek yoksa maksimum riskli alanlar mı dönüşecek? Yanıtım minimum riskli alanlar dönüşecekti ki, gidişat da onu gösteriyor. Bütün pazarlıklar minimum riskli alanlarda gerçekleşmekte. Özel sektör ve kamu tarafından baktığınızda da kamunun yönünü tam tayin edemiyoruz. Minimum ya da maksimum riskli değer yaratanlar yerlere mi dönüşüyor? Böyle bir-iki tane ayrım var. O nedenle bu yasanın kapsayıcı bir yönünün olacağını zannetmiyorum. İkincisi, tabii burada temel soru şu: Dönüşüm alanları nasıl tespit edilecek? Yasada olmayan ve hepimizin de sorması gereken şey bu. Niye? Kentlerimiz kapasitesini doldurdu, bir plancı gözüyle baktığımda artış kapasitesi bile yok. Kapasitesi dolan kentlerimizde dönüşümü beyefendinin sorduğu 42 sorunun içerisinde var, sadece ve sadece kamusal açık alan yaratmak odaklı yapmak zorundayız. Öncelik bu olmalı diye düşünüyorum. Besime Şen’ in sorusuna gelince de, cevabı kısa: değişmez, ama değişmeli. Neden? Portakal Çiçeği ve Dikmen Vadisi yaklaşımı, bir sosyal demokrat belediye yönetiminden zamanında ortaya atılmıştı ve uygulanmıştı. O zaman koyduğumuz ilke çok basitti. Türkiye’de ilk dönüşüm örneklerinden biridir. Bir proje geliştirilecekse, o projede yaratılan değer o projeden etkilenenlerce eşit paylaşılacaktır. Siyasetçi bu ilkeyi koymuştu ve bunun üzerine çalışıldı ve gerçekleştirildi. Projelerin ikinci boyutu da katılımdı. Bahsettim, karar süreçlerine herkes katılacak ve en az yüzde 51’in kararı geçerli olacaktı. Bu çerçevede başlatılan projelerdi. Bugün politik düzlemde kentsel dönüşüm yaklaşımları farklılaşır mı? İşin içinde bir kişi olarak çok zor görüyorum. Çünkü olay imar haklarının paylaşması üzerine kurgulanır. İkili görüşmeler, kahve toplantıları ve 5 000’in üzerinde kişiyle konuşmamda çıkan sonuç, ‘irtifa ne, yüzde kaç veriyorsunuz?’ söylemi gibi genlerimize işlemişse ve kentlerin de kapasitesi dolmuşsa, buradan çıkışın çok kolay olmayacağı yönünde görüşlerim var. Ama 30 yıllık meslek yaşamımda katılım ve örgütlenmeden vazgeçmedim. Tarafların bir araya gelerek ortak paydada uzlaşmasına dayalı stratejiler geliştirilmesi çok kolay değil. Bunu nasıl yapacağız? Herkese ve akademiye görev düşüyor. Planlama metotlarının tartışılması gerekmekte. Kentsel dönüşümün klasik imar planı anlayışıyla rantı düzenleyen, toprağı yeniden şekillendiren, kentsel arsa dediğiniz arsanın üretilmeyeceğini bildiğimiz ve artık düşeyde bir şeylerin paylaşılması sürecine girdiğimiz halde hâlâ bu tür planlama yaklaşımlarıyla mı devam edeceğiz? Akademi bunu düşünmek zorundadır. Özel sektör ‘artık kapasite doldu, daha farklı yaklaşımlarla nasıl gelir, değer sağlarım?’ sorusu üzerinde durmakta. Tabii ki özel sektör değer sağlayacak, bunu hiç kimse yadsıyamaz. Bunu düşünmeli, ama sivil toplum örgütlerine karşı duruş Hürriyet Öğdül’ ün sorusuyla ilintili, tabii ki her zaman önemlidir, ama somut önerilerle çözüm ortağı olacak birtakım 43 çalışmaları da göstermemiz gerekiyor. Bunun için herkese çok büyük görevler düşüyor. Herkes kendine göre hem mesleki açıdan, hem de projeden etkilenen taraflar olarak buna ilişkin çözüm yolları önermelidir diye düşünmekteyim. TOLGA İSLAM- Teşekkürler. PELİN TAN- Bu araştırma yöntemleri üzerine tekrar bir şey söyleyeyim. Bu konu kentsel sosyoloji ya da planlama alanında çok tartışılan bir konu değil. Özellikle radikal araştırma metotlarından bahsedersek, geçtiğimiz sene 4-5 kişi olarak New York New School Kentsel Ekoloji Bölümünde bir panel düzenledik. Konu hem Meksiko’da, hem New York’ta farklı kentlerde çalışan radikal kentsel pedagoji üzerineydi. Bu metotları karşılaştırmaya çalıştık. Amaç katılımcı aktif metot ya da karşı durmakta olduğum niceliksel, sayısal değerlere bağlı kentsel araştırmalar ve bunun dışında da ortaya çıkan çok farklı yeni medya araçlarının bilgiyi farklı temsiliyetler içerisinde sunması ve bu farklı yeni medya araçlarıyla yeni tür bir kentsel araştırma metotlarının çoğalması, farklılaşması ve akademide ana akım dediğimiz kent araştırma metotlarının ve muhafazakâr hiyerarşik metodolojinin dışına çıkıp, daha gündelik yaşamla iç içe geçmiş yeni metotlar kullanmak ve üretmek. Özellikle kent sosyolojisi ya da planlama geniş çalışma alanları, ama konumuz kentsel dönüşüm veya kentsel yasaların Türkiye’deki kentler üzerindeki etkisi. Bu konuya odaklandığımızdaki Asuman Türkün’ de söyledi, farklı şehirlerde benzer örnekler görebilmekteyiz. Hong Kong ta, Kuzey Noktasında (North Point) mülkiyet değişimi yapılmakta. Konu ile ilgili bir yasa uygulandı ve property transfer denilen ve mülkiyetin transferini meşrulaştıran yasalar çıkarttılar. Güney Kore’de de TOKİ benzeri bir sistem bulunmakta. Farklı şehirlerde mülkiyet değişimi, insanların yerlerinden edilmesi ve rant sağlama üzerinden yeni tür bir devletçilik mevcut sistemde bulunmakta. Akademisyenler olarak 10 sene önce bu konuları akademide bile tartışamıyorduk. İTÜ’de katıldığım bir konferansta zorunlu göç demem nedeniyle iki kere uyarı aldığımı hatırlıyorum. 44 Bu tür kapalı bir sistemden bahsetmekteyiz. Kent ve sosyolojinin birbirleri ile ne alakası var diye sorulmakta olan bir ortamdayız. Bunun üzerinden biz radikal araştırma metotları deneyeceğiz ve hiyerarşik akademik yapıdan çıkıp gerçek kentsel araştırma yapacağız. Süreç olarak geri kalmaktayız. Herkes metodoloji demekte, İTÜ’de çok kullanılan bir laftır. Metodoloji yöntem demektir. Deneyimlerime göre son 10 senedir mimarlık ve kent planlama bölümlerinde kimse yöntem öğretmemekte. Bu nedenle kendimizi ve kendi angajmanımızı eleştirmeliyiz. Mahallelerde etik ve temsiliyet anlamında problem olan angajman meselesi üzerine, farklı metotları karmaşık bir şekilde kullanıp, farklı disiplinlerden ve yeni medya araçlarından yararlanarak, yeni metotlar üretmemiz gerekiyor. Mevcut yöntemlerin çoğunu kullanmamaktayız ve radikal bir yöntem üretimine girmemiz gerekiyor. Bu konuyu ciddiye almaktayım ve mimarlık öğrencilerine farklı metotlar öğretmek amacı ile bir ders açtım. TÜBİTAK ve İTÜBAP gibi üniversite bünyesinde üniversitenin bütçesiyle gerçekleştirdiğimiz, araştırma raporları ile makalelerimizde birbirinden farklı diller kullandığımız, bu şekilde otokontrolle ve oto sansürle baş ederek yaptığımız araştırmalar bulunmakta. Bu yöntemle araştırmaların söylemini, dilini ve temsiliyetini oluşturmaktayız. ‘Forensic architect’ dediğimiz adli mimarlık konusu altında, Ramallah’ ta sürdürülen ‘sömürgeleşmeme mimarisi’ adında bir araştırma grubu var. Hegemonya karşıtı, sömürge karşıtı bir araştırma, sadece 20. yüzyıl referansı sömürgecilik anlayışından bahsetmiyorum, güncel bir sömürgecilik anlayışından bahsediyorum. Tüm bunlara karşı yeni metotlar geliştirmeye çalışıyorlar. Katılımcılık çok genel bir kelime, belediyede, TOKİ’de herkes katılımcılık lafını kullanıyor. Tarlabaşı’nda mevcut belediye mimarlarla proje yaptığında mimarlar katılımcı bir yöntem kullandık demişlerdi, şaşırıp kalmıştım. Onların belediyeyle muhatap olması onlara göre katılımcılık metodu, yöntemi olmasında yeterli durum oluşturmakta. Böyle bir ortamda tartışıyoruz ve çok gerideyiz. Katılımcılığı tariflerken de çok gerideyiz. Bunu son 15 senedir üniversitede olduğum için öncelikli olarak kendimizde de görüyorum. Bunun 45 özellikle öncelikle mimarlık ve planlama bölümlerinde kesinlikle geliştirilmediğini, geri bırakıldığını düşünüyorum. Tek gördüğümüz örnek Mimar Sinan Üniversitesi Planlama Bölümünün birkaç senedir mahallelerde bir şeyler yapmaya çalışmasıdır. Fakat böyle çok az bölüm var. Durum böyle olunca yöntemler gelişmez, yöntemler gelişmeyince kavramlarımız sakız gibi genel olmakta. Belediye TOKİ ve devlet bunu kopyalayıp kendisi de kullanıyor. Konuşulacak çok konu var, ama bu kadar söyleyebiliyorum. TOLGA İSLAM- Sorulardan bir tanesi Anadolu ve İstanbul kentleri arasındaki ayrımı sormaktaydı. Yani biraz “Türkiye’den bakalım, İstanbul’dan çıkalım”dı. Sayın Pelin Tan’ın sürecin küresel ölçekte gerçekleşen bir süreç olduğuna dikkat çekmesi çok önemli. Özellikle Uzakdoğu örnekleri bize çok benzeyen örnekler sunuyor. Üniversitelerin kendilerinin sürece katılımını ne kadar içselleştirdiğine dair bir tartışma konusu muhtemelen yok. Hepimiz yeni yeni öğrenmeye başlıyoruz. PELİN TAN- Çok kısa bir şey söylemek istiyorum. Kâğıthane üzerine Afet Yasasını, halkın bilinçlilik durumunu ve yapılmış planları sorgulayan bütün bir araştırma bulunmakta ama 20 dakikada gösterilecek bir şey değil ana odağım da bu araştırma değildi. Ama araştırmanın bir tarafı da bir anlamda tamamen metodoloji meselesinin problematiğiyle ilgili. TOLGA İSLAM- Teşekkürler. ASUMAN TÜRKÜN- Birkaç soruyu bir araya getirip hepsine bir cevap vermek amacı ile şu soruyu sormak gerekmekte: Dönüşüm şart mı, ne zaman şart, nereler için şart? Son dönemlerde hakikaten aciliyet ve zorunluluk söylemleri üretildi. Belki sizin sorduğunuz deprem meselesinde evet, şart. Deprem nedeniyle gerçekten konut stokunda ciddi bir yıpranma varsa ve deprem karşısında gerçekten riskli özellikler taşıyorsa ya da heyelan bölgesindeyse ve gerçekten yaşam tehlikesi içeren yerler ise dönüşüm şart. Diğer bölgeler açısından bütün kentin yeni baştan yapılması gerekiyormuş gibi 46 tuhaf bir tartışmanın içine girdik. Dolayısıyla da bu dönüşüm için tek gerekçemiz kentin tümünü dönüştürebilme şansı veren 6306 sayılı Yasamız’ dır. Erbay Yucak açıkladı, yasa dönüşümü yapmak isteyenlere deprem, riskli alan ya da riskli bina dendiği anda orası dönüşecek gibi bir olanağı verdiği ve bunun da ayrıntıları bilinmediği için herkeste bir telaş başladı. Etkilenecek olanlar ‘bana da gelecek mi, bir an önce ben kendim bunun çaresini bulayım ki, bana geldiğinde ortada kalmayayım’ gibi çabalara girdi. Şimdi gecekondu bölgelerine bakıyorsunuz ve gecekondu bölgelerinin dönüşmesi gereği modern kent imajıyla sorgulandığında, yeşil alanları ve çocuk parkları olmayan alanlar olarak örnek veriliyor. Mevcut uygulamalarda modern kentin simgesi de TOKİ. Gecekondu alanlarının dönüştüğü model incelendiğinde yine TOKİ karşımıza çıkmakta. Peki, TOKİ gerçekten bir gecekondu alanından daha iyi bir yaşam standardı sunuyor mu? Gecekonduda oturanların ‘biz dairede değil, gecekonduda oturuyoruz’ demeleri aslında ‘biz çok modern bir alanda oturmuyoruz’ anlamına gelmektedir. Herkesin kafasında daha modern, daha düzgün, daha derli toplu ve ortak alanı olan TOKİ blokları var. Ama gerçekten yaşam kalitesi açısından bir gecekondu alanından ya da daha enformel gelişmiş bir alandan daha iyi bir yaşam standardı sunuyor mu? Bu tartışılır. Bunu Ankara’da Çinçin’ de yapılan dönüşümde, Bezirganbahçe’de TOKİ konutlarına taşınmış insanlarla konuştuğunuz zaman da görüyorsunuz. İnsanlar orada yaşamaktan memnun değiller. Bu verileri sunamadım ama insanların ağzından kendi dillerinden ne kadar hoşnutsuz olduklarının ifadeleri bulunmakta. Sonuç olarak bu yaşam biçimi insanları memnun etmiyor. Dolayısıyla: ‘Dönüşmek şart mı, dönüşüm ne zaman şarttır?’ sorusu önemli hale geliyor. Dönüşmek şartsa bunun koşulları ne olacak? Dönüşümün şart olduğu alanlarda önümüze koyulan modeller tamamen piyasa içinde bulabildiğimiz çözümlerden ibaret oluyor. Dolayısıyla bir tek bu soruyu sorabiliyoruz: İmar hakkı verilecek mi, verilmeyecek mi? Çünkü imar hakkı verilmezse, piyasa içinde dönüşemiyorsunuz. Farklı bir ifadeyle, dönüşecekseniz dönüşüm parasının 47 sizden çıkması gerekiyor. İmar hakkı verilecek ki, orayı dönüştürecek olan müteahhide pay çıksın ve o müteahhitle de bir uzlaşma sağlansın. Sonuç olarak burada ‘sen biraz daha azına razı ol, o biraz daha azına razı olsun, arada bir yerde buluşalım’ gibi bir noktaya geliyoruz. Peki, bu şart mı? Bu konuyu mutlaka çözümleriz. Bunu Erbay Yucak herhalde daha yaratıcı çözümleyecek. Yaratıcı çözümler bulabiliriz, ama yaratıcı çözümler de her zaman yeterli olmamakta. Bu parayı kim verecek? Kamudan bir şey beklemeyecek miyiz? O zaman şunu sormamız gerekiyor: Bu dönüşümde devlet nerede, devletin hiç mi katkısı olmayacak? Dönüşmesi zorunlu yerlerde devletin katkısı olmayacak mı? Dönüşümün bedelini 6306 sayılı Yasa şu şekilde öngörüyor: ‘Ya sen küçüleceksin, ya oradan gidip daha ucuza başka bir yer bulup, başını oraya sokacaksın’. Son bir şey daha söyleyip bitireyim. 1950’lerden itibaren İstanbul ve Türkiye’nin çok hızlı göç alan kentlerinde, İstanbul en hızlı göç alan kenti olduğu için hep İstanbul diyoruz, ama aslında Ankara daha da önce başladı göç almaya, hep bir konut problemi bulunmakta ve konut problemi, yani dar gelirliler açısından konut problemi bir türlü çözülemedi. Bu konun çözülememesi formel piyasalarda hepimizin bildiği bir durum. Problem çözülemediği için de gecekondular oluşmuş. Yani enformel konut alanları ortaya çıkmış. Şimdi bu bilinemediği için mi oldu, yoksa koşullar bunu ancak elverdiği için mi böyle oldu? 1950’lerden itibaren 60 yıldır konut alanlarını inşa etmiş, geliştirmiş, bir şekilde konut sorununu çözmüş insanlardan yeniden başa dönmelerini ve yeniden ödemeye başlamalarını neden istiyoruz ya da ne değişti ki 50’lerden itibaren bu konut sorununu ancak böyle çözebilmiş insanların üstelik daha zor koşullarda bugün bunu daha iyi çözebileceğini bekliyoruz? 1950’lerde bunun daha iyisini yapamamış bir toplum, 2000’li yıllarda ve ekonominin çok daha sıkıntılı olduğu, krizlerin çok daha yoğun olduğu, alım gücünün daha düşük olduğu, işsizlik oranının daha yüksek olduğu, eşitsizlikler, hatta daha derinleşmiş eşitsizliklerle yoğrulan ya da mücadele eden bir dönemde toplum bugün daha iyisini nasıl 48 yapabilir? Tekrar şuna geliyorum: TOKİ konutuna razı olmuş bile olsa orada ödemeye nasıl devam edebilir? Böyle bir şeyin gerçekliği var mı? Gerçeklik derken onu kastediyorum. Mevcut gerçekliğimiz ne? Gülşen Özaydın’ın dediğin gibi hakikat çok güzel bir kelime, gerçeklik yerine hakikat kelimesi kullanılabilir, hakikat daha kapsamlı bir kelimedir. TOLGA İSLAM- Çok teşekkürler. Biraz süreyi aştık ama sizden yorumlarınızı ve değerlendirmelerinizi bekliyoruz. ERBAY YUCAK- Sondan başlayayım. Bu kadar para ve binaya dayalı bir mevzunun bu kavramla ifade edilmesi hakikat kelimesine haksızlık olur diye düşünmekteyim. Üç tane örneği yan yana koyalım: Mersin’ de yer alan Çilek, Özgürlük ve Çay Mahalleleri, Mersin’in Akdeniz beldesi, BDP’li belediye, CHP’li belediye Kadıköy Belediyesi ve Esenler AKP’li Belediye. Esenler’ de Havaalanı Mahallesi projesi, Kadıköy’de Küçükbakkalköy Romanlar nedeniyle daha çok bilinen ve daha önce başlayan bir süreç. Ama Ataşehir’i de yanına ekleyin, Ataşehir’deki Şerifali Çiftliği projesine düğmeye ilk TOKİ basmadı, Ataşehir Belediyesi bastı. Ataşehir Belediyesi de CHP’li, dolayısıyla da Fikirtepe Kadıköy Belediyesi sınırları içinde, ama proje yapma yetkisi Kadıköy Belediyesinde değil. Bunlar ilçe belediyelerinin utangaç bir biçimde itirazcı tutum almamalarının bahanesidir. Bu memlekete ait bir gerçektir. Bir ilçe belediyesinin kendisini bir vatandaş yerine koyup, Büyükşehir Belediyesinin yaptığı bir 5 000’lik planı ya da bir uygulamanın karşısında dirayet göstermeme tutumu bahanesi oluyor. Yetki bende mi, değil mi, benim yapma yetkim var mı, yok mu? Bu nedenle ‘seçimlerde de Büyükşehir benimle olmazsa benim yapacağım bir şey yok’ denmekte. İlçe belediyesi olarak yapacağın bir şey yoksa neden aday oluyorsun? O zaman Büyükşehir kimdeyse ilçe belediyesi de onda olsun. Dolayısıyla bunlar bir tezvirat, bir hikâye, yani bunları bir hikâye döngüsü içinde anlatıp duruyorlar. Bu tehlikeli durumu: oraya dair Bakanlığın aldığı karar ve diğer süreci ilk BDP’li belediye atlattı. Ama onların da bunu kendi içinde 49 yaşaması gerekmektedir. TOKİ’yle yapılan ‘5 katlı yapı mı, aynısıyla kalsın mı’ görüşmeleri herhangi bir koruma anlamı ifade etmemektedir. Bunu üç ayrı örnek üzerinden söylememin nedeni planlamada metot konusuyla alakalı olmasıdır. Metot tartışmasıyla ilişkisi bazı sorularla kurulabilir. Halka kulak vermek ne demektir? Bunun metodu sadece anket yapmak mıdır? Onların düğün ya da cenazesinde bulunmak mıdır? Kahvehanede gidip sabahtan akşama kadar onunla maça kızı, öteberi oynayıp, o arada dinlemek midir? Kadınların altın gününe gitmek midir, yoksa onların mevlitlerine iştirak etmek midir? Ama bunda temel bir problem bulunmaktadır. Yürütücü olarak dışarıdan birisin ve dışarıdan birisi olarak onların algılarını anlamaya ve yönetmeye çalışıyorsun. Bu konu kendi başına bir problem teşkil etmektedir. Tanıma pratiği içine girerek taraflara bir şey anlatmaya çalışıyorsun ve aklında doğru bulduğun bir şey doğrultusunda yerel halk için kabul edilebilirlik marjını oluşturmaya çalışıyorsun. Bu da bir problem teşkil etmektedir. Bu nedenle de mücadeleyle- uzlaşma değilmüzakere kardeş tahayyülünün kavramlardır. olmadığı Ama mücadele etme yerdeki müzakere ziyadesiyle arzusunun kumpas, ve kolpa, kandırmaca ve kırk bin türlü desisenin olduğu bir şeydir. Bilen akıl bilmeyene, onun bütünü düşündüğünü varsayarak davranıyor. Ama bilmeyenin dikkatini sadece konutuyla ilgili konular çekmekte. Senelerdir İstanbul’da yaşayanın mekânla kurduğu ilişkinin problemlerini akademisyenler daha fazla görmez, yaşamaz mı? Niye? Çünkü onlarda konuyu kendi konutuyla sınırlı sayıyor. Gidin, o mahallelerde bile bu böyledir. Mahallenin bütününe ait bir algı daha yeni yeni oluşuyor. Mahallelerde bütününe ait bir algı yoktur. Algı, kapısının önünden ya da dairesinden ibarettir. Dolayısıyla da o sahiplenicilik tutumunun mahalleye doğru yayılması yerine, kendi mahallesinde bile kendi algısı ve sahiplenicilik tutumu oraya sıkışmıştır. Bütün bu ‘saldırı ve hamlelerin’ aslında kent gibi insan icadı olan bir oluşum için olması doğal mıdır? İnsan tarafından yapılmış, bozulmuş olan kentlerde korurken neyi koruyoruz? Aslında ağacı korumak, dağı korumak, 50 dereyi korumak gibi bir şey değil bu. Aktüel ve rantabl görünen, bir icadın, bir takım nedenler sonucu fonksiyonu değiştiriliyor. Yeni durumlar karşısında birtakım nedenlerle itirazı olanlar bir şeyi engellemeye çalışıyor, ama korunmaya çalışılan gerçekten doğayla ve insanla barışık mı? Dayanışmacı mı? Demokratik mi? Soruları konuşurken tarihi buradan başlatıyormuşuz lisanıyla konuşmak sorunlu. Süreklilik arz eden bir konu ve biz de faniyiz. Bu süreklilik içinde, insanlığın bütün bu gidişatında daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, bencil olmayan, daha ortaklaşmacı, insan-doğa ilişkisinde daha dengeyi savunucu olması adına, bütün faktörlerle insanların beşeriyetin mekânla ve birbiriyle kurduğu ilişkideki gerilimi yaşayarak uğraşmaya çalışıyoruz. Biz 10 sene yaşadık, bizden sonraki nesiller bunu başka türlü yaşayacak. Ama insanlığın önünde bir sorun olarak duruyorsa, bunun da çözümünü insanlık bulacaktır. Bütün bu tartışmanın ve enerji sarf etmenin amacı insanlık ülküsünde birleşme yaratmak ve umut oluşturmaktır. Beyoğlu na bakın, Okmeydanın da Beyoğlu belediyesi sıkıştırıyor, Hacıhüsrev de CHP’nin eski Büyükşehir Belediye başkan adayı Adnan Polat. Bütün bu yedirmece usullerinin dışına çıkıp insanlık için başka bir ülküyle bu mekâna ait problemi ve orada yok sayılanla dayanışmak gerekmekte. Yani dayanıştığımız oranda umut edelim ve yapalım. Bu bağlamda 6306 Sayılı Yasayı incelediğim zaman, bütün bu konulara dair açık ve net bir çözümün olmadığını görmekteyim. Konuyu kapitalizme ilişkili olarak görüyorum. Bu konuda takla atmıyorum ya da kendimi kandırmıyorum. Beşerin dünyasında umut eden insan mücadele eder. İnsanlık için de umut eden bir tahayyüle ihtiyaç vardır. Dolayısıyla mücadele, çelişkiden çıkar. Çelişkinin olmadığı yerde ne politika olur, ne mücadele olur. Dolayısıyla da bu gerilimin türettiği aslında bir çelişkinin nasıl, neden, hangi taraf olursa toplumcu ya da başka bir şey olur muhtevasıyla konuşuyorum. Bu şekilde konuşunca reel ve parçaya ait çözüm önerilerine sahip değilseniz toplumu analize dayalı değerlendirmelerin tek başına kıymeti olmuyor. Bu da çok meşhur 11. tezdir. Yani yorumlamak ve değiştirmek meselesidir. Değiştirmeye toptancı bir 51 mantıkla baktığınız zaman zaten bu mevzuları konuşmayacağım. Bu sistemin kendisi gömülmeden, bütün bunları konuşmanın kendisi gevezeliğe döner. Parça düzeyinde bütün sürecin kendine dair mekânla sınırlı olmayan beşeriyetin mekânla kurduğu ilişkinin ve algının dikkate alındığı bir biçimde çözümler üretmek lazım. Bu bağlamda da 6306 sayılı Yasanın kendisine dair örnekler vardır. İdealtepe’de 4 katlı konutların bulunduğu bir yaşam alanı bulunmakta. 4 katlı evlerde yaşamakta olanlar Dumankaya’yla, Mostar Yapı’yla anlaşmaya çalışıyorlar. Ama alanda yer alan yerleşimlerin yol ve bahçeleri bulunmakta. Geriye kalan yapılar dubleks yapılar ve onlar da dubleksten ayrılmak istemiyor. Dublekste yaşayanlar ayağını attığı anda bahçesine ve diğer şeylere ulaşabiliyor. Fakat 4 katlılarda durum böyle değil, 4 katlılar çift daire üzerine yapılmış. Onlar bu alanın 6306 Sayılı Yasa dâhilinde riskli yapı stokunu ihtiva eden bir alan olması hasebiyle yasadan yararlanmak istiyorlar. 6306’dan yararlanmak diye bir süreç işliyor. Deprem riski ve bu risk karşısında güvenli yapı, güvenli zemin önemlidir. Yakınen yaşadığım içinde biraz tecrübesine sahibim. 1999 depreminden sonra o bölgede yıllarca yaşamış bir insanım, hukukçuyum, ama inşaatçılığı da orada öğrendim. Türkiye’de ve dünyada afet sonrası ilklerden biridir, ‘ İmece Evleri’ adında devletin verdiği krediyle 1,5 yıl içerisinde 3 tane köy inşa ettik. Herkes de birbirinin evlerinde çalıştı. Tamamlandı. Bizde o süreçleri öğrenmiş olduk, dayanışmaya çalışırken. Rezerv alan kavramı 7269 sayılı Afet Kanunu’nun içindedir. 6306 sayılı kanun Rezerv alan kavramını değişip başka bir şeye dönüşmüştür. Bu memlekette 99 depreminden sonra orta hasar diye bir kavram türemiştir. Orta hasarlı binaların güçlendirilmesine dair yönetmelik 2008 yılında çıkmıştır. Hiçbir meslek odası ve akademisyen bunun kavgasını vermemiştir. 2008 yılına kadar yapılan bütün güçlendirmelerin güçlendirme teknolojisi ve uygulama yöntemine dair teknik, standart bir ölçü yoktur. 2001’de afete karşı İstanbul koordinasyonu adı altında yeşil alanlarda, 52 afet orijinli plan tadilatlarının yapılmasına başlandı. Ama yeşil alanlar afet sonrası toplanma alanıdır. Afet hazırlık pratiğine dair kamusal politikaların oluşturulması amaçlı bir süreç başlattık. 27 tane mahalle inisiyatifi oluştu. O zaman çeşitli medya gruplarına çeşitli sermaye grupları müdahale etti. Peki neden? Sebebi şu arkadaşlar: Deprem konusunu İstanbul’daki insanlarla konuşmaya başladığın zaman depremi konuştukça insanın tüketim alışkanlığı değişiyor. Buzdolabı almıyor, çamaşır makinesi almıyor, mobilyasını değiştirmiyor. Peki, onun bu tüketim alışkanlığının değişmesinden kim rahatsız olur? Kim rahatsız olursa depreme ilişkin, Marmara’da olacak olan ve İstanbul’u yoğunlukla etkileyecek olan ve 30 sene içinde olması muhtemel İstanbul depreminin bütün bu topluma düşündürülmemesi bir sermaye politikası olarak medyaya yansıdı. Kimse de konuşmadı. Geçmiş 10 yıl aradan sonra konuşurken esas büyük zaaf nedir bunun üzerinde duralım. Alternatif lafını sık türetmeye gerek yok. 6306 sayılı Yasa öncesinde kamusal yetkiyi kullanan otoritelerin afete hazırlanması ve kamusal sorumluluk olarak hazırlanma konusunda stres yaratan, bunun bir toplumsal mutabakatını oluşturan toplumsal teyakkuzla bütün bu süreçleri kışkırtan bir pratik bulunmamaktadır. Bu pratiğin eşlik etmediği bir geçmişin bugününü konuşuyoruz. Bugünü konuştuğumuz zaman da ona düşündürülen şey üstünden konuşuyoruz. 6306 sayılı Yasanın çeşitli örneklerinde şunları bilelim: Riskli bina konusunda müteahhitler bir tane kişiyi buluyor ve o kişiyi belediyelere gönderiyor. Riskli bina demek yıkılacak bina demek değildir. Güçlendirme diye bir çizgi de bulunmaktadır. Bu nedenle de bir yapı riskli yapı ilan edildiğinde iş bitmiştir anlamına gelmemektedir. Yapının riskli alan ilan edilmesine dair çaresizlik bulunmamaktadır. Bakanlar Kurulu kararı olması nedeniyle bir ay içinde iptal davası açabilir, yürütmeyi durdurma kararı istenilebilir. Anayasa Mahkemesine aykırılık iddiasını dilekçesinde zikredebilir. Rezerv alana ilişkin yeni yönetmelik değişikliği geliştirilmiştir. Rezerv alan da ancak uygulama projeleri dairesinde hukuksal süreçlere konu edilebilir. Umarım başka zeminlerde de bu konuları konuşabiliriz. 53 TOLGA İSLAM- Bu konuyu daha uzun tartışırız. ERBAY YUCAK- Evet, umut etmeye ve mücadele etmeye devam edeceğiz. Teşekkür ederim. TOLGA İSLAM- 9 Kasımda Pelin Tan’ın ve Ayşe Çavdar’ın edit ettiği (İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali) kitapla ilgili bir Çalıştay yapacağız. Çalıştay’da Erbay Yucak, Tolga İslam, Tayfun Kahraman ve buradaki birçok katılımcı aslında orada olacak. Çok teşekkür ederiz dinlediğiniz için, katılımcılara da çok teşekkür ederiz. Maalesef soru alamıyoruz. Çünkü çok geciktik. 14.15’te bir sonraki oturumda görüşmek üzere. 54 2. OTURUM “KÜLTÜREL MİRAS ve TARİHİ YARIMADA” Avrupayı Asyaya bağlayan bir coğrafyada sahip olduğu 2500 yıllık tarihi mirasla İstanbul; kesintisiz her dönemde olduğu gibi geçtiğimiz yıllarda da çeşitli dinamiklerin etkisiyle ülkenin en hızlı dönüşen ve değişen kenti olmuştur. Ülkemizin uluslarası platformlarda alkışlanan ekonomik büyüme hızının arka planını oluşturan inşaat sektörü ise; kentin mekansal dönüşümünün en önemli aktörüdür. Kentsel mekanı dönüştüren aktörün planlama yerine inşaat sektörü ve sermaye olması da İstanbul’un kaçınılmaz olarak alt üst oluşunun habercisidir. Arkeolojik değerlerimizi kepçelerin darbesiyle yerüstüne çıkaran, kimi yerde yükselerek kültürel mirasımızı görünmez kılan sermayenin arsızlığının; plansızlık ve hukuksuzlukla birleştiği noktada ortaya çıkan alt-üst oluş 7. İstanbul Buluşmalarının ana temasıdır. Kentin yaratılacak ranta devredilen kültürel ve doğal miras alanları, kamusal alanları ve yerleşmeleri ise kentin altüst edilen mekanları alt temalar olarak belirlenmiştir. Tarihi Yarımada; kültürel miras alanlarımızın alt üst edildiği, çeşitli projelerle yüzyıllardır belleklerde yer etmiş form ve simgelerinin tahrip edildiği mekanların odağında yer almaktadır. Yenikapı’da bir tümör gibi büyüyen dolgu alanı, yüzyıllardır korunmayı başarmış adayı delip geçen lastik tekerlekli boğaz geçişi, Haliç ve Tarihi Yarımada siluetini yeniden şekillendiren Haliç Metro Köprüsü, Süleymaniye, Fener-Balat’ın dönüşümü... Tarihi şekillendiren ve dönüştüren projelerin sadece bazıları. 55 Yarımadayı yeniden Bu çerçevede İstanbul’un kültürel mirasının mekanını oluşturan Tarihi Yarımadanın alt üst oluşu Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi oturumun konusunu oluşturuyor. Bu oturumda tartışmaların, aşağıda belirtilen çerçevede gelişmesi hedeflenmektedir: Tarihi Yarımada’nın özgünlüklerinin ve bu özgünlükleri koruma girişimlerinin tartışılması Tarihi Yarımada‘yı alt-üst eden planlama kararlarının ve katılım mekanizmaların tartışılması Tarihi Yarımada’nın dönüşümünde merkezi idarenin ve yerel yönetimin rolü Yasal düzenlemeler nedeniyle terk edilen bütüncül yaklaşım yöntemleri 56 SUNUCU- “Kültürel Miras Alanları”nın tartışılacağı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesindeki 2. Oturumumuz Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi tarafından gerçekleştirilecek. Oturum Başkanımızı ve değerli konuşmacılarımızı sahneye davet ediyorum. AKİF BURAK ATLAR- Herkese merhabalar. Günün 2. Oturumunu başlatabiliriz. Bugün açılış konuşmalarında da bahsedildiği üzere her oturumun aslında bir öncelikli ayağı gerçekleştirildi. Önceki yıllardan farklı olarak benimsediğimiz bir yöntem, dolayısıyla her kurum görevli olduğu oturuma yönelik bir ön toplantı, ön Çalıştay, ön atölye gerçekleştirdi. Biz de Şehir Plancıları Odası olarak İstanbul Buluşmaları hazırlık sürecinde 5 Ekim Cumartesi günü “Tarihi Yarımada” konulu bir atölye çalışması gerçekleştirdik. Bu atölye çalışmasını gerçekleştirme nedenimiz de bugün buradaki oturuma bir anlamda anahtar teşkil edecek çerçeveyi oluşturmaktı. Sizlere önce bu toplantıya ilişkin, toplantıdan çıkardığımız anahtar çerçeveyi birkaç görsel eşliğinde sunmaya çalışacağım, fakat önce konuşmacılarımızı tanıtmak istiyorum. Bugün üç değerli konuğumuz var. Programda ismi yer alıp da aramızda olmayan Necati Uyar rahatsızlığı nedeniyle Ankara’dan İstanbul’a gelemedi, kendisi özürlerini iletti. Üç değerli konuğumuz da İstanbul’u çok çok iyi bilmekteler: yazar Murat Belge, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı kurucularından Sayın Faruk Pekin ve sanat tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz bizlere açtığımız başlıklar üzerine belki de en iyi bildikleri konulardan bahsedecek. Sözü misafirlerimize bırakmadan önce az önce bahsettiğim Çalıştayla ilgili bazı görseller eşliğinde birkaç cümle aktarmak istiyorum. 5 Ekim Cumartesi günü yapmış olduğumuz toplantının sonunda anahtar kelimeler tahmin edebileceğimiz ölçüde ortaya çıktı. Bunlardan ilki elbette koruma kavramı. Korumakla yükümlü olduğumuz, ama ne ölçüde koruyabildiğimizi hep birlikte tartışa geldiğimiz Tarihi Yarımadanın geleceğine 57 ilişkin endişelerimizin olduğu bir kavram. Çünkü bir mirastan bahsediyoruz. Aslında sadece İstanbul olarak değil, bir dünya mirası olarak öne çıkmakta. Tarihi yarımadaya yönelik karar mekanizmaları toplantıda ciddi anlamda sıkıntılarıyla ele alındı ve bu karar mekanizmalarının katılımla ilişkisi ve kent hakkı üzerinden ortaya çıkardığı problemler ve yasal boyutlar dâhil edildi. Önceki toplantıda dile getirilen 5366 ve 2863 sayılı korumaya ilişkin yasalar tarihi yarımadada henüz örneği ortaya çıkmasa da 6306 sayılı Afet Yasası ve devam eden diğer yasal süreçlerin tarihi yarımadada ne ölçüde dikkate alındığı konusunda biraz merak uyandırmak istiyorum. Bu görsel yapımı apar topar başlanılan Yenikapı miting alanının bittiğinde nasıl olacağı hakkında bir proje görseli. Taksim meydanı biliyorsunuz demokratik toplantı ve gösteri haklarına muhalefet eden karar mekanizmalarına kapalı bir alan. Fakat yeni bir miting alanı İstanbul’a hazırlanıyor. Tarihi yarımada ve henüz planlama aşamasına ilişkin ufak bir eskiz. Bu eskiz yasal bir belge değil, ama belediyede tartışılan, orada üzerinde konuşulan bir belge. Daha yakından bakacak olursak biraz hayal gücü ve bir keçeli kalemle tarihi yarımadaya ilişkin çok güzel projeler üretebilirsiniz. UNESCO’nun, Yapı Dergisinden alıntıladığım bir haberde miting ve dolgu alanından neden haberimiz yok şeklindeki açıklamasını hemen peşinden yerleştirdim. Hızlı geçiyorum, sıradaki görsel: Yenikapı dolgu projesiyle birlikte tarihi yarımadaya çok ciddi anlamda zarar vereceğini düşündüğümüz bir diğer projeye ilişkin bir gazete haberi. Avrasya tüneli bir karayolu tüp geçiş projesi ve bu proje Yenikapı miting alanıyla ele alındığında tarihi yarımadaya gelecekte biçilen resmin ne olduğuna ilişkin çok ciddi soru işaretlerini uyandırmakta. Taze bir gündem: Yedikule bostanları. Yüzyıllardır işlevini devam ettiren, bu geleneksel kent bahçeliği de bir anlamda bu yeni uygulamalarla ortadan kalkıyor. Az önce yasal bir başlık olarak ‘yasal’ kelimesini kullandım. Bu hem yasal düzenlemeler anlamında, hem de devam eden hukuki süreçler anlamında ortaya çıkıyor. Uygulanmakta olan bir proje bittikten sonra proje tamamına erme 58 aşamasında mahkeme kararıyla durdurulabiliyor. Bu anlamda hukukun ne ölçüde işlediğini de sorgulamak mümkün. Bu görselde meşhur siluet tartışmasının başkahramanı, Sayın Başbakanımızın sahibiyle küs olduğu, ‘16: 9 Gökdelenleri’ ni görüyoruz. Bu da bir başka görsel ve bu görselde yine iş işten geçtikten sonra ortaya çıkan bir hukuk ve döküm kararı söz konusudur. Bir diğer örnek ise Sulukule projesi. Sulukule’ de dava açıldıktan 4 yıl sonra gelen bir iptal kararı söz konusu. 4 yıl içerisinde hem bölgede yaşayan İstanbulluların tahliyesi ve orada tamamlanan bir toplu konut projesi görülmekte. Haliç ve çevresindeki dönüşüm bir anlamda inşaat ve emlak dergilerinde böyle müjdeleniyor. Eşiğinde olduğumuz büyük dönüşüm birçok sektörü doğrudan ilişkilendirip, iştah kabartabiliyor. Yine Haliç’e ilişkin bir diğer oldu-bitti projesi ise Haliç metro geçiş köprüsü projesidir. Sanırım çok sevimli bir yapı olduğuna salondaki herkes hemfikirdir. Zor bir şekilde atlattığımız bir diğer konu da olimpiyatlar. Çok yakın bir gelecekte Tarihi yarımadaya bir stadyumdan bakmak zorunda olabilirdik. Fakat 2024 olimpiyatlarını Tokyo’da gerçekleştireceğiz. ‘Galataport’ projesi tarihi yarımadada yer almasa bile Karaköy’de Haliç’in öbür yakasında proje sürecinde olan ve ciddi anlamda tarihi yarımadayla birlikte Beyoğlu bölgesini ve oradaki kültürel değerleri de doğrudan etkileyecek olan bir proje. Bu da Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in tarihi yarımadayla ilgili verdiği bir röportajda kullandığı ifade: ‘Tarihi yarımadaya yüz nakli yapıyoruz’. Ben kendisini diş hekimi zannediyordum, ama cerrahide de kendisini geliştirmiş. Tekrar ilk slayta dönüp, tartışmayı başlatmak üzere ilk konuşmacımız Sayın Hayri Fehmi Yılmaz’ a bir soru yöneltmek istiyorum. Tarihi yarımadayı koruyabiliyor muyuz, yoksa neyi koruyamadığımızın ya da neyi korumaya çabaladığımızın farkında mıyız? Sözü bu noktada size bırakıyorum. HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Merhabalar. İstanbul’un korunmasıyla ilgili bir soruya cevap vermek aslında oldukça zor. Burada “kültürel miras alanları” diye 59 bir başlığımız var. Dünyanın çok özel kentlerinden biri olan İstanbul’ da sur içinde çok özel bölgelerimiz var: Galata ve Beyoğlu, Üsküdar ve etrafı, Boğaziçi ve köyleri. Bu anlamda baktığımızda İstanbul aslında yan yana birkaç şehirden oluşmakta. Birçok yerleşimden oluşan olağanüstü bir yer, ama tanımlı olan ve korumaya çalıştığımız alanlar maalesef daha sınırlı. Dünya miras listesine sokabildiğimiz İstanbul’da sur içinde sadece surla çevrili alanda, yani geçmişte sadece İstanbul diye tanımlanan alanda Sarayburnu, Süleymaniye, Zeyrek ve kara surlarını, sadece kara surlarını içine alan bir bölge var ve diğer detaylarda sur içini kendi içinde bir bütün olarak değerlendiriyoruz. Maalesef sur içine bakarken de birtakım sıkıntılarla karşılaşıyoruz. Hepimiz farklı uzmanlık alanlarından geliyoruz. Örneğin plancılar. Benzer bir sunumu bir arkeolog ya da bir sanat tarihçisinden isteseydiniz size bambaşka bir şey sunacaktı. Çünkü bizler bütün bu alana çok farklı bakıyoruz. Sur içine de bir sanat tarihçisi ya da arkeolog baksa öncelikle arkeolojik mirası düşünür. Çünkü bu alan içerisinde yaklaşık 44 hektarlıktır bir antik kenti, Akdeniz dünyasının en büyük antik kentlerinden birini barındırıyor. Üstelik yarımadanın ucunda Bizantion antik kenti, onun etrafında Vleherna ve benzeri birkaç tane küçük yerleşim yeri var. Bu alanlar zamanla kentin büyümesiyle birlikte kent içerisinde kalmış. 4. Yüzyıldan sonra büyük bir imparatorluğun başkenti haline gelmiş ve olağanüstü projelerle hızla büyümüş bir kentle karşılaşıyoruz. Aslında İstanbul büyük projelere aşina bir kent. Kente ismini veren imparator Konstantinos bu büyük imparatorluk başkenti için çok şeyler hayal etmişti. İmparatorluğun her yerinden mimarlar buraya sevk edilmiş, hatta neredeyse artık bu işle meşgul olacak adam bulunamaz hale gelmişti. Mimariden anlayan insanların yetiştirilmesi için daha fazla çaba harcanması istenmişti. Gerçekten de 4. Yüzyılda bütün Akdeniz dünyasından birçok zenginlik yeni kurulan bu başkente taşındı. Fakat galiba heyecanla başlayan işler çok iyi niyetli de olsa, büyük paralar harcansa da bazı şeyler dikkatli yapılmazsa tamamlanamıyor. Konstantinos’un o büyük kenti adını yaşattı, fakat Konstantinos’tan geriye pek fazla bir şey kalmadı. 60 Kentimizde bugün onun adıyla hatırlanan pek bir şey yoktur. Aşağı yukarı aynı şeyleri yaptı. Yenikapı’nın hemen arkasındaki alan aslında Aksaray’a kadar uzanan çok derin bir koydu. Konstantinos bu koyun doldurulmasını istedi. Benzer şekilde Bozdoğan Kemerine doğru uzayan çok büyük bir başka koyun olduğunu biliyoruz, o koy da doldurulmaya çalışıldı ve buralarda birçok büyük binalar inşa edildi. İmparatorun görkemli yapılarından birçoğu daha bir yüzyıl geçmeden ortadan kalktı. Bu yüzden biraz umutluyum, İstanbul’da bazen hoş olmayan binalar inşa ediliyor. Ama ömrümüz yetmese de galiba niteliksiz binalar çok uzun süre ayakta kalamıyor. O yüzden belki biraz müsterih olabiliriz, bunlar nasılsa ortadan kalkacak. Konstantinos’un o muhteşem kentinden geriye adını taşıyan bir sütun kalmıştır. Surlarda birkaç yerde Konstantinos devrinin izleri kalmıştır. Ama binalar 5. yüzyılda ondan sonra inşa edilen yapılarla karşımıza çıkar. O dönemde kent çok büyüktü ve uzun süre ayakta kaldı. Bu uzun süre içerisinde birçok bina inşa edildi, birçok bina ortadan kalktı. Zaman zaman küçüldü, zaman zaman büyüdü ve 15. Yüzyılda Osmanlılarla birlikte şehre bambaşka bir kültür ve bambaşka bir inanç hâkim oldu, ama onun da zenginliği kentin zenginliğini arttırdı. Bugün onun da muazzam bir arkeolojik mirası arkasında kaldı. Bugün modern kentin yaşadığı ve insanların hâlâ üzerinde yaşadığı, çalıştığı ve üretime devam ettiği bu alanda olağanüstü de bir arkeolojik miras oluştu. Kentin bazı yerlerinde 8-10, bazı yerlerinde ise 17-18 metreye ulaşan arkeolojik tabakalar bulunmakta. Hakikaten kentin neredeyse her yerinde bu olağanüstü dolguyla karşılaşıyoruz. Bunu korumaya çalışmak biraz zor, ama herhalde kentin en büyük miraslarından biri bu. Çünkü bu olağanüstü dolgunun içerisinde gerçekten dünya tarihiyle ilgili, bütün Akdeniz çevresiyle, Akdeniz ve Karadeniz dünyalarıyla ilgili hayal edemeyeceğimiz veriler saklı. Herhalde bu arkeolojik tabaka ülkemizde insanlık tarihiyle ilgili korunan en büyük arşivlerden biri, ama çok fazla farkında mıyız bilmiyorum. Genellikle bu arkeolojik tabaka çok fazla bilinmiyor. Çoğunlukla hoşumuza giden şeyler arkeoloji açısından etkileyici 61 kalıntılar, mümkünse mermer yapılar, heykeller ve benzeri şeyler herkesi heyecanlandırıyor. Ama onun dışında da çok ilginç veriler saklı bu kentin içinde. Asırlar boyunca bu kent bütün Akdeniz dünyasına kendi tasarımlarını satabilmiş bir kent, yani üretimi gerçekten etkileyicidir. Cam, dokuma, taş ve metal işçiliği konusunda gerçekten kent çevresine çok hâkimdi ve bununla ilgili bütün arkeolojik hatıraları izleyebiliyoruz. Ama maalesef bunlar çok sınırlı takip edilebiliyor. Son yıllarda biraz umutluyum. Özellikle metro ve Marmaray kazıları birçok açıdan sıkıntıları olabilir, ama Yenikapı’nın meşhur transfer merkezi haline getirilmesinden sonra bölgede yapılan kazılar gerçekten kent tarihi açısından heyecan verici şeylerle sonuçlandı. Şimdilik 20 000’den fazla envanterli olan ve binlerce ‘etüt lük’ diye tanımlanan eserler kıymetli malzemedir. Kentin tarihiyle ilgili hayal edemeyeceğimiz zenginlikte veri birikmiş durumda. Yenikapı, Üsküdar Meydanı, Cağaloğlu çevresi ve Vezneciler gibi belli semtlerde yapılan kazılar İstanbul Arkeoloji Müzeleri tarafından takip ediliyor ve sadece Türkiye’de değil, aslında dünyada da heyecan uyandırıyor. Gerçekten çok zengin malzemelerle karşılaşıldı buralarda ve artık neredeyse arkeoloji müzeleri sınırlarını aşmış durumda. Konu sadece birkaç gemi, 30 küsur gemi, değil de, hem Bizans, hem Osmanlı döneminde kent nasıl kullanılıyordu? Bostanlardan bahsedildi. Bir bostanın arkeolojisi olur mu diyeceksiniz, ama hakikaten bostanın da bir arkeolojisi var. Yenikapı’da yapılan kazılarda mesela, Osmanlıların bostan dolap kuyuları ortaya çıkarıldı. Bunlar arasında üç tane çok ilginç örnek bulundu. Çömlekler çok büyük bir merdivene bağlanmışlar ve dönüp alttan suyu çıkarıp, bostana döküyorlar. 17. Yüzyılda bir bostan kuyusu nasıl çalışırdı, Yenikapı kazıları sayesinde artık bunu biliyoruz. Osmanlıların gündelik hayatlarında, saraylarda neler kullandıklarını Topkapı Sarayından biliyoruz. Ama 16. Yüzyıl İstanbul’unda ne tür kap kaçak kullanılıyordu, sofralara ne konuluyordu, bununla ilgili neredeyse hiç verimiz, bir 62 tane objemiz yoktu. Ama kazılar sayesinde Osmanlıların günlük hayatında bazı ayrıntılar nasıl çözülüyor anladık. Yine çok enteresan mesela, bu kent biraz evvel söyledim, tasarladığı ürünleri bütün Akdeniz ve Karadeniz dünyasına, Avrupa’ya pazarlayan bir kent. Ama birçok üretim yerini ve üretim teknolojileri ile malzemelerini bulamıyorduk. Mesela, cam konusunda Avrupa kentleri meşhurdur, ama İstanbul’la ilgili hiç verimiz yoktu. Müzelerimizde de Beykoz camlarından eski 19. Yüzyıldan önceye ait cam yoktu. Artık bazı araştırmacılar diyorlardı ki, Osmanlı cam sanatı aslında yoktur, Venedikli ustalar çalışıyordu ve onların üretimi vardır. Hakikaten ilginç, bir sürü Osmanlı minyatüründe cam ustaları görülür, fakat kendileriyle ilgili hiçbir iz yoktu. Ama bu kazılar sayesinde minyatürlerde gördüğümüz cam malzemenin aynı tat formlarıyla ve benzeri şeylerle ortaya çıktığını gördük. Bunlar hakikaten etkileyici şeylerdir. Yani Helenistik çağdan Osmanlı döneminin sonuna kadar Sirkeci ve çevresinde muhteşem camlar üretilmiş. Hakikaten bu kent cam üretimi ve tasarımında Akdeniz’de en önde gelen merkezlerden biriymiş, ama düşünebiliyor musunuz bu son birkaç yılın kazılarına kadar bu konuda hiçbir şey bilmiyorduk ve çok övündüğümüz müzelerimizde de bir tane bile obje yoktu. Aynı şekilde 16. yüzyıl İstanbullusunun o dönemde ya da 17. Yüzyılda sofrasına koyduğu bir kabın neye benzediği konusunda da bir fikrimiz yoktu. İşte bu kazılar bize bunları sağladı. Kentin içinde her yerde buna benzer şeylerin izlerini takip ettik. Beni en çok bunlar heyecanlandırıyor. Hiç şüphesiz bazı olumsuz şeyler oldu, ama ben İstanbulluların da artık yavaş yavaş kentlerine sahip çıkma konusunda heyecanlandıklarını düşünüyorum ve artık bir gazete haberiyle çok sayıda insan heyecanlanabiliyor. Gazeteciler artık arkeolojik keşiflerin neler olduğuna ilgi gösterebiliyor, bunu gazete manşetlerine taşıyabiliyor, insanlar bunları okumak istiyorlar ve görmek istiyorlar. İster istemez yetkililer de bunlara ilgi gösteriyor. Zaman zaman mühendisler bu dev projeleri bir an önce bitirmek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyor. Sanırım bu da onların vazifeleridir, onlara da çok fazla tepki göstermiyorum, ama bir arkeoloğun da vazifesi malzemesini korumak için 63 sonuna kadar mücadele etmektir. Kentli de aynı şekilde yaşadığı kente ve geçmişine sahip çıkmayı düşünüyorsa, bütün bunlarla ilgili şeylere sahip çıkmaya gayret etmelidir. Bu anlamda son kazıların hem bir farkındalık yarattığına inanıyorum, hem de gerçekten bütün dünyaya örnek olacak bazı çalışmalar yapıldı bu bölgede. Ama maalesef bu işlerin güzel ve keyifli taraflarını yapmaya başarıyoruz, ama onların reklamını yapmak konusunda çok kötüyüz. İşin kötüsü siyasilerimiz bazen heyecanlanıp olmadık şeyler söyleyebiliyor. Mesela, sizin afişinizde de var, bir çanak, çömlek söyleniyor ve herkesin aklında o kalıyor. Ama düşünün Yenikapı’da, Sirkeci’de, Üsküdar’da çok kıymetli birçok uzman senelerdir çalışıyor ve geliştirdikleri yöntemler artık ahşap malzemenin korunmasında ve benzeri şeylerde dünyaya örnek teşkil ediyor. Bunları hatırlamanın da faydalı olacağını düşünüyorum. Ama işin kötü tarafı, işte bir kötü söz, hatırlanıyor, öbür şeyler hatırlanmıyor. İstanbul Arkeoloji Müzesinin uzmanları yapılan bu tür arkeolojik kazıları takip ediyor. Maalesef Türkiye’deki yapı bu, müzeciler kentlerde yapılan kazıları takip ediyor. Kent içerisinde henüz bunun için özel bir bölüm oluşturulabilmiş değil. Onlar takip ediyor ve takip ettikleri alanda bir şeyle karşılaşırlarsa o kazı devam ediyor. Veriler elde edildikten sonra eğer taşınabilir malzeme varsa arkeoloji müzelerine götürülüyor ya da İslami eserse bunlar Türk İslam Eserleri Müzesine gidiyor, ama bunlar haricindeki şeyler doğrudan yerinde bırakılıyor. Çoğunlukla Sultanahmet ve benzeri bölgelerde bu tür arkeolojik kalıntının altta korunmasına, üstüne de yeni binanın inşa edilmesine müsaade ediliyor. Bu süreç 50’li yıllardan beri İstanbul’da büyük binalar inşa etmeye başladığımızdan beri yaşadığımız bir süreç. Bugün Beyazıt’ta, Yedikule’de, Samatya’da, Sultanahmet’te birçok modern bina arkeolojik mirasını altında muhafaza ediyor. Bunların maalesef tabii çok azı kayıtlı, tescilli olanların sayısı da çok az. Özellikle 50’li, 60’lı yıllarda arkeolojik kalıntıyı yıkmak zor olduğu için modern apartmanlar inşa edilirken onlar altında muhafaza edilmişler. Sizler belki kentin o bölümünü tasarlarken hiçbir şeyle karşılaşmıyorsunuz. Orada 64 artık kalıntı yok, tescilli kalıntı yok. Dışarıdan baktığınızda modern bir bina, ama içerisine girip kalorifer dairesine inerseniz 5. Yüzyıl tonozlu yapısıyla, mahzeniyle karşılaşabiliyorsunuz. Ben sur içi İstanbul’da bir yüzey araştırmasına katıldım. Araştırma 18 yıl sürdü ve aşağı yukarı bütün sokaklara, bütün bahçelere, evlerin bodrumlarına, kömürlüklerine girdik, çıktık. Yani her şeyle karşılaştık burada ve düşünün, sadece sur içi İstanbul’da hiç kazı yapmadan 8 tane yeni Bizans Kilisesi tespit edildi, hiçbir yayında geçmeyen yaklaşık 100’den fazla Bizans kalıntısı, yine benzer şekilde 1 000 civarında da hiç yayınlanmamış taş eser tespit edildi. Bu sadece şehirde yürüyerek yapılan işlerin sonunda ortaya çıkan şeylerdi. İşin kötüsü böyle bir kentte yaşayınca bunların tespitini yapmak da çok zor, çünkü bahçenizde bir fidan ekmeye kalkarsanız aslında müthiş bir arkeolojik keşfe de sebep olabiliyorsunuz ya da hakikaten komik şeyler olabiliyor. 13 yıl içerisinde en çok güldüğüm, tabii bu Doç. Dr. Feridun Özgümüş’ün çalışmasıydı, onu söyleyeyim, ben katıldım sadece. O çalışmada mesela Samatya’da bir evin bodrumuna girmek istediğimizde ev sahibi güldü. ‘Bizim lahdi görmeye mi geldiniz’ dedi. Biz şaşırdık, ama adamcağızın şaka değil, kömürlüğünde bir tane Roma lahdi duruyordu. Bildiğiniz Medusalı, Girlandlı gibi bir Roma lahdi kömürlükte, lastiklerin, depo haline gelmiş şeylerin arasında duruyor. Hatta metal keneti de üstünde duruyordu. Romalı da muhtemelen içinde yatmaya devam ediyor. Fakat herkes çok mutlu, adamcağız da farkında ve bunlar bu şekilde yaşamaya devam ediyor. İşin kötüsü devletin elinde bu Roma lahdiyle ilgili bir veri yok. Kentin içinde böyle bir envanter ciddi anlamda eksik durumda. Herhalde koruyabilmemiz için evvela bilmemiz gerekiyor. Kentle ilgili birçok plan hazırlandı, ama maalesef envanterler bir türlü tamamlanamadı. Bu da bütün yerleşimlerimizle ilgili en önemli sorunu oluşturuyor. Nelerin sahibi olduğunuzu bilmezseniz onları korumak da pek mümkün olmuyor. Ben şimdilik burada bitireyim, daha sonra sıra gelirse yine konuşmaya çalışırım. AKİF BURAK ATLAR- Peki, yöntemle ilgili salonu da bilgilendirelim. 65 Aramızda anlaştık, önce bir tur konuşmacılarımız sırasını alacak, daha sonra ikinci turu daha çabuk dönüp, salonla ve sosyal medya üzerinden gelen katkı ve soruları alacağız. Ek olarak bu çanak, çömlek söylemi bence kentlilerin gözünde bulguların niteliğini değil, yaklaşımın niteliğini değersizlendiren bir şey. HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Hah, ben de şuna üzülüyorum. Bakın, bu söylem söylendi ve herkes bunu hatırlıyor. Ama arkeoloji müzelerinde onlarca uzman kışın kar yağarken, yağmurda, çamurda bir arkeolojik alanda eser yakalamaya çalışıyorsunuz ve çalışıyorlar. Düşünün bu insanlar müzeci aslında. Dünyanın her yerinde müzeciler sergiler hazırlar, müzesine gelen eserin envanterini yapar ve bu sergiyle birlikte birtakım çalışmalar yapılır. Ama bizim müzecilerimiz bu işlerini yapıyorlar, buna ek olarak yaşadıkları kenti takip etmeye çalışıyorlar. Bizde kent içindeki arkeolojik kazıyı onlar yapıyor. Hepimiz çanak, çömlek diye bu işi küçümseyen, ilgi göstermeyen siyasilerimize kızıyoruz, ama emek veren insanlara sahip çıkmayı düşünen kimse yok. Faruk Pekin’in onursal başkanı olduğu Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı geçen senelerde İstanbul Arkeoloji Müzelerinin emekçilerine, bu müzelerde bekçiden uzmana, müdüre kadar bir sürü görevli var ve hakikaten bu kent için çalışıyorlar, bir gece düzenledi. Ama kentliler olarak dövünmeyi çok seviyoruz, ama bu emek veren insanlara sahip çıkmak söz konusu olduğunda gidip sahip çıkmıyoruz. Yani kavga olursa hoşumuza gidiyor, ama kavga etmeden de bir emek verene sahip çıkmak bana bu işe sahip çıkmak gibi geliyor. Biz de arkeoloji müzesinin uzmanlarına, daha doğrusu emekçilerine, bekçiden müdüre kadar müzeye emek veren tüm görevlilerden 30 yılını dolduranlara bir teşekkür gecesi yapmıştık ve her birine kent adına, en azından Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı adına bir teşekkür plaketi vermiştik. Bunun dışında da müzecileri pek hatırlayan yok. Bu insanlar bu kente hizmet veriyorlar ve onlara sahip çıkmak galiba çanak, çömlek söylemini de en iyi unutturacak şeydir. AKİF BURAK ATLAR- Aslında önemli bir şey söylediniz. Ben oradan 66 bir soru yönelterek sözü Faruk Pekin’ e vermek istiyorum. Çok ciddi bulgular var ve kazara olsa bile çok nitelikli arkeolojik bulgulara erişebiliyoruz. Bir envanter hazırlığı var, fakat bu envanter hazırlığının tamamlanamaması durumuna dikkat çektiniz. Ben Faruk Beye şunu sormak istiyorum: Böyle önemli bir envanter hazırlığı yapılmadan başlanan bu tip büyük projeler ya da koruma adı altında yapılan planlama çalışmaları ne kadar yeterli? Dilerseniz bu soruyu size teslim edelim. FARUK PEKİN- Merhaba. Birkaç anımsatma yapacağım, ama öncesinde bir anekdot anlatayım. Kral Nemrut İbrahim Peygamberi ateşte yakmak üzere bir büyük ateş hazırlamış. Herkes dehşet içerisinde, kimisi Kral Nemrut’tan yana ağaç taşıyor. Yolda bir karınca görmüşler. Karınca ufacık bir kap içerisinde su taşıyormuş. Demişler ki, “nereye gidiyorsun?” Karınca cevap vermiş: “Duydum ki, Kral Nemrut İbrahim Peygamberi ateşte yakacakmış. Ben de ateşi söndürmek için su götürüyorum.” Gülmüşler. “Bu suyla o ateş söner mi?” demişler. Karınca “Olsun, safımız belli olsun, yeter” demiş. Genelde bu tür konularda böyle bir tavır gerekiyor. Konu ile ilgili dört anımsatma yapacağım. 1870’li yıllar Prag kenti içerisinden Vltava adında bir nehir geçer. Nehrin üzerinde meşhur Karel Köprüsü vardır. O köprünün tepeliğe doğru olan kısmında da bir küçük mahalle olan Mala Strana yer alır. Malastana meydanında 1870’li yıllarda bir evin yıkılmasına karar verilmiştir. Mahalleliler bir mektupla çok sayıda imzayı toplayıp “bu evi yıkamazsınız” diye belediyeye başvurmuşlar. 1870’li yıllarda yine, sene 1872 Sirkeci’den Halkalı’ya tren uzatılacak. Sirkeci’nin hemen yanından o zaman padişahın oturmadığı sarayın içerisinden tren geçirecekler. Sultan Abdülaziz’e “buradan tren geçirmek istiyoruz” demişler. Sultan Abdülaziz batı yaklaşımlı bir adamdır, Avrupa’yı gezen ilk Osmanlı Padişahı ve İslam halifesi… İslam halifesi ama oradan buraya heykeller taşıtmış, öyle bir insan. “Vallahi tren geçsin de, göğsümü delip geçsin” diye yanıtlamış. Yeter ki geçsin… 67 1835 yılında bir Fransız planlamacı Henri Prost İstanbul’a gelir. Prost’un İstanbul’a bazı katkıları vardır. Prost’a derler ki, “bu kentin nüfusu şu anda 700.000, sen de planını ona göre yap”. Bir projeksiyon yaparsın 700.000 olur 1.000.000, belki de ilk planlardan biri ama işte sonuç belli… Prost kentin sanayisini Haliç’e kurar. Türkiye’den bir başka büyükşehir plancısı daha geçti. Onun adı da Adnan Menderes’tir. Rivayet olunur ki, bu büyükşehir plancısı İstanbul’a yeniden şekil verirken yerden bir taş almış, taşı fırlatmış, “düştüğü yere kadar yıkın” demiş. Bütün bunlar yaşandı. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Son zamanlarda bu konular sık sık gündeme geliyor. Bizim gibi böyle “çok bilen” muhalif insanlar da hep muhalefet ederler, ama arada bir de iş yapmaya çalışırız. İş yapmaya çalıştığımızda olanlar için size son yıllardan bir örnek vermek istiyorum. 2003 yılında UNESCO İstanbul’a sarı kart gösterdi, belki hatırlarsınız. Biliyorsunuz UNESCO 1970 yılında Dünya Doğal ve Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi’ne göre 1978 yılında Dünya Mirası Listesi hazırlamıştı. 1985 yılında da İstanbul çok ilginç bir biçimde, bir eser olarak değil, Tarihi Yarımada olarak UNESCO’nun tarihi miras listesine girdi. Ancak şaşırtıcıdır ki 356. sıradaydı. O kadar geç kalınması ise ayrı bir sorun… Dünyanın birçok yerini gezmiş ve gezdirmiş bir kişi olarak söyleyebilirim ki, İstanbul öyle sıradan bir yer değil. Tarihi Yarımada gündeme geldiğinde 4 yer söz konusu edildi: Sultanahmet Arkeolojik Parkı, Zeyrek Camisi ve çevresi, Süleymaniye Külliyesi ve çevresi ile tarihi kara surları. Bu dört yer dünya tarihi mirasına geçirildi. “Dünya tarihi mirası” olduğunda artık o eser ya da o bölge tek başınıza sizin değil, tüm dünyanın mirası oluyor. Artık ona herkes karışabilir, onunla ilgili konularda herkes sizden hesap sorabilir, size yol gösterebilir. İşte İstanbul bu dört bölgeye sahip çıkmadığı için sarı kart gördü. O zamanlar farklı bir duyarsızlık vardı. Biz de bazı kuruluşlar olarak bir araya geldik ve bir hazırlık yaptık. Toplamda 10 kuruluş bir araya geldik: Kültür 68 Bilincini Geliştirme Vakfı, ICOMOS (Uluslar arası Anıtlar ve Sitler Konseyi), TMMOB Mimarlar Odası, ÇEKÜL, TÜRSAB, İnsan Yerleşimleri Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği, Tarih Vakfı, İKSV. Bir araya gelip ‘bu konuda ne yapılabiliriz’ sorusunu tartışmaya başladık. Kentlilerin kentlerine sahip çıkması açısından, İstanbul Belediye Başkanlığı’na ve Kültür Bakanlığı’na bir yazı yazdık. Ancak bu yazıları pek de ciddiye alan bir dönüş olmadı. Ardından nasıl sivil toplumla kamu arasında bir iletişim sağlanabilir, nasıl birlikte çalışılabilir gibi konular üzerine yoğunlaştık. Yine pek bir şey olmadı. Ancak o arada İstanbul Belediye Başkanı Müfit Gürtuna’ydı ve bir bağlantı Müfit Gürtuna’yla bu 10 kuruluşun temasını sağladı. Sağ olsun bizi kendi elemanlarıyla buluşturdu. O ara belediyede koruma amaçlı imar planı çalışması yapılıyordu. Çalışmanın başında eski İstanbul Mimarlar Odası Şube Başkanı bir profesör zat bulunuyordu. Kendisi bir zamanlar sol görüşlü biriydi. Buna bir şans olarak bakabilirsiniz ama süreç boyunca tam tersi oldu. O heyetlerle yaklaşık 3 ay çalıştık. UNESCO İstanbul Kültür Mirası Komitesi adını taşıyan sivil toplum kuruluşu formuyla belediye arasındaki çalışmaların koordinasyonu bizim vakıftaydı, koordinasyonu ben sürdürüyordum. Hepsinin zabıtları bizde mevcut, uzun uzun tartışıldı. En önemli konu biraz önce Hayri Fehmi Bey’in gündeme getirmiş olduğu “İstanbul’un yer altı” konusuydu. Gidin bakın, Sultanahmet’te bir tane dikilitaş, başsız yılan heykeli vardır. Şöyle biraz dikkatle bakın, bunlar hep çukurdadır. İşte o çukurun zemini eski İstanbul aslında. Zemin sonradan yükselmiş. İstanbul’da nereyi kazarsanız Hayri Bey’in de söylediği gibi bir şeyler çıkıyor. Tabii ki çıkacak... Ancak o zaman çalışmanın başında bulunan kişi “Ben İstanbul’un altını elletmem arkadaş” dedi. Böyle bir tartışma nerdeyse 3 ay boyunca sürdü. Toplantılarımızda çok önemli insanlar vardı. Toplantıya dair elimizdeki zabıtlar tarihsel belge niteliğindedir. İyi niyetle başlamış olan iletişim, bir 69 anlamda önemli bir ortam sağladı. Sonuçta ise bizi dinlemediler. Koruma amaçlı İstanbul planı bizim hiçbir görüşümüz dikkate alınmadan çıkarıldı ve askıya asıldı. Askıdayken yine bu 10 kuruluş bir toplantı yaptı. Bu toplantının ardından itirazlarımız o günkü ICOMOS Türkiye Başkanı tarafından bir bildiriyle kamuoyuna duyuruldu, hiç dikkate alınmadı. Daha sonra sağ olsun Mimarlar Odası dava açtı ve ilk defa İstanbul bir plana sahip olacakken, Mahkeme koruma amaçlı o kötü planı reddetti. İstanbul uzun zaman yine plansız kaldı. Bu konular oldukça önemli. Biz sivil toplum kuruluşları olarak başka bir heyecanla, 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi için hızla çalışmaya giriştik. Bu İstanbul için son bir şanstı. 2010 yılından sonra Avrupa Birliği üyesi olmayan bir ülkenin herhangi bir kenti Avrupa kültür başkenti olamayacaktı. Çok ciddi çalışmalar yapıldı, gece-gündüz çalışıldı, güzel bir dosyayla beraber başvuru tamamlandı. Kiev gibi bazı şehirler ekarte edilerek üç kent Macaristan’dan Pecs kenti, Almanya’dan Ruhr Vadisi ile Essen ve İstanbul 2010 Avrupa kültür başkentleri olarak seçildi. Bu seçim sürecinde her şeyi yapan sivil toplum kuruluşlarıydı, ama tabii ki bunun için devletin başvurması gerekiyordu. Böyle son anda 12’ye 5 kala Kültür Bakanlığı’ndan izin alarak işlemler tamamlandı. Seçildikten sonra da, beklenildiği üzere siyasiler bu sonuca sahip çıktı. Conrad Otel’de Başbakan, İstanbul Valisi, İstanbul Belediye Başkanı’nın da katıldığı bir toplantı yapıldı, o önemli bir karedir. Sonrasında güzel bir gün olarak anıldı… Biz sandık ki, 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı içerisinde en azından 1,5- 2 yıllık bir dönemde sivil toplum kuruluşları, kamu, özel sektör bir arada çalışacağız. Ben hem bu süreçte hazırlık komitesinde hem de yönetim kurulundaydım. Yönetim kurulunun ilk toplantısının açılışında yaptığım bir konuşma vardı, hiç unutmuyorum. Demiştim ki: “2010’dan geriye hiçbir şey kalmasa da, bir tek kamu, devlet ve yerel yönetimler, özel ve sivil toplum kuruluşları arasında bir işbirliği planı kalabilirse mutlu sayılırız.” Buna ulaşabilirsek daha ne olsun… 70 Maalesef böyle olmadı. Bir ara, 7 ay kadar ben Yürütme Kurulu üyeliği yaptım. Daha sonra bir şeyler oldu, biraz da para sorunlarından dolayı istifa ettim. Bunu kamuya da açıklıkla duyurdum. Bu belki de artık İstanbul’da sivil toplum kuruluşları açısından son bir denemeydi, olmadı. Bunu niçin anlatıyorum? Bakıyoruz bazen birtakım işler yapılıyor. UNESCO İstanbul Kültür Mirası Komitesi kapsamında gündeme başka şeyler de geldi. Bu süreçte, ‘Evet, aynen onu yapacağız zaten, biz de onu yapmak istiyoruz, yeter ki beraber çalışalım’ denildi. Çalıştaylar yapıldı, arama konferansları yapıldı, söylediklerimize hak verdiler. Sivil toplum kuruluşlarının söylediği her şeye tamam denildi. Ama sivil toplum kuruluşlarının önerilerini dikkate almadan kendi bildiklerini okudular. Buna benzer sayısız örnek var, maalesef örnekler artmaya devam ediyor. Şu anda İstanbul’un her yerinde bu tür işlerle karşılaşabiliriz. 30 yıldır kültür turizmiyle ilgileniyorum. Burada yer alan üç kişi de 25 yıldır İstanbullulara İstanbul’u gezdirmeye çalıştı ve de her taşın altında neler olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ama bir sabun köpüğü gibi İstanbul elimizden yavaş yavaş kaydı. Bu noktalar oldukça önemli ve çok da konuşuldu. Profesör beyefendi ve Müfit Gürtuna bize şehrin altını elletmedi ama Four Seasons Otel’in yeni binası İstanbul’un en tarihi yerine konulurken sessiz kaldılar. Neyse ki ciddi sorunlar çıktı da olmadı. Zeyrek’te yer alan ahşap evler tartışmasına gelelim. Akıl almaz restorasyon hataları yapıldı. Metro inşaatı gündeme geldi, oradan yeni bir şeyler çıktı. Hemen ‘İyi ki metro yaptık, bunlar çıktı’ dediler. Metro biliyorsunuz başlangıçtan başka bir noktaya gider, demek ki İstanbul kazılabilse böyle olabilirdi. Orada İstanbul’un tarihini yeniden yazacak çok değerli şeyler ortaya çıktı. Fakat kazı sürecinde bu kez ‘metro gecikiyor’ sözleri edildi. Hâlbuki İstanbul’da yer alan kazıların hiçbirinde metro inşaatının geciktirme gibi bir etkisi olmadı. Belki tünelde bir ya da iki günlük bir zaman kaybı olmuş olabilir. 71 Yenikapı olayında zaten müteahhit firmalar vazgeçmişlerdi ama 100 metrelik bir kazı daha gerekiyordu. O meşhur yağlı çamurun kaldırılmadan elle kazılması gerekiyordu. Çünkü 6500 yıllık, 5000 yıllık, 6000 yıllık parçalar çıkmaya başlamıştı. Son 100 metreye gelince ne yazık ki eski Arkeoloji Müzesi Müdürü de yardımcı oldu: “Buldozeri sokalım, bu parçayı yan tarafa atalım, aman metro çalışmaları geri kalmasın.” dedi. Adını da vereyim eski Kültür Bakanı Bahattin Yücel ile Vatan gazetesine bir manşet attırdık. Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay bunun üzerine oraya çizmeyle girdi. “Ben dolaştım, burada bir şey yok” diye açıklama yaptı. Bu açıklamayı yaptığı gün ise orada yeni bir şey daha çıktı. Bu olaydan sonra pes ettiler ve 100 metrelik yağlı çamur sonuna kadar elle götürüldü. İstanbul’un, en azından Yenikapı açısından, birden bire tarihi değişiverdi. Artık ‘MÖ 658 yılında Megara’dan gelen kolonistler’ gibi açıklamalar bitti. 8000 yıl öncesinden bahsediyoruz. Bu önemli, fakat surlar bambaşka bir olay… Orada Tekfur Sarayı ve Anemas Zindanı restorasyonları vardır. Bu projeler kepazeliktir. Vakit kalırsa onlardan tekrar bahsedeceğim. Akif Bey de gösterdi: Yedikule Bostanları konusu hâlâ devam ediyor. Gündeme geldiğinde Şair Nedim Evi’nden de bahsedebilirim. Her şey biliniyor ve yapılıyor, ama gerçekten en önemlisi Sulukule’ydi. O Çingeneleri, daha derinlikli olduğu için Çingene demeyi tercih ediyorum, Sulukule’ye bazılarının çok önem verdikleri Fatih Sultan Mehmet yerleştirmişti. 20 yıllık bir İstanbullu onları oradan kovdu. Oraya bir kentsel dönüşüm projesi uyduruldu. Proje öncesi Mihrimah Sultan Camisi’ne en yakın ev epey uzaktaydı. Şimdi ise dip dibe yapılar yer almakta... “Burada bir Osmanlı mahallesi yaratıyoruz” diyerek bazı Müslümanları da kandırdılar. Biraz zengin olan insanların hiçbiri orada oturamayacak. Gidin gezin, o evlere bakın. O evlerin çoğu oturulamaz durumdadır, hijyenik değildir. Ek olarak teknik olarak da iyi yapılamadı. İşin yasal boyutu da tabii bu projede çok önemlidir. Yasadışılık, binlerce mahkeme kararı ve sonrasında mahkemenin bozma kararı, Avrupa Birliği ve Amerika Senatosu’nun sürece dahil olması… Bunun gibi yasal süreçleri bir kenara 72 bıraksak da o evlerin şu anda oturulamaz durumda olduğu açıktır. Bu işin bir başka boyutudur. Fener- Balat rehabilitasyonu bitti, ama şimdi yeniden rehabilite ediliyor. Bu işler böyle ilerliyor. Konunun başka bir noktası da meşhur metro köprüsüdür. Metro köprüsü hakkında iki tane çalışma yaptım. Bir tanesi şimdi el değiştiren Sky Türk 360 televizyon kanalında 2011 yılının Temmuz ayında 3 kişi ile yaptığım programdı. Gece vakti canlı yayında, Boğaziçi Üniversitesinden Prof. Nuray Aydınoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Mimarlık Bölüm Başkanı Prof. Deniz İncedayı, bir de İhsan Sarı yer aldı. İhsan Sarı kimdir? İhsan Sarı, Kadir Topbaş tarafından İstanbul’un sonradan yapılan yönetim planının başına getirilip, “İstanbul güzel bir çeyiz sandığıdır, ben buna daha fazla kötülük yapamam” diyerek istifa eden kişidir. Programda o kadar heyecanlı konuştu ki, onu korumak için reklam arasına dönmek zorunda kaldım. Biz bu insanlarla Şehrin Sırları programında gezmeli bir program daha yaptık. İki tane örnek vermek istiyorum: Birincisi İhsan Sarı’nın örneğidir. Tüp geçiş projesinde ulaşım türü nedeniyle ‘egzoz gazı’ diye bir olay var. Cankurtaran’a yakın bir yerde yola bağlanacak olan hat nedeniyle, egzoz gazı için oraya bacalar gerekiyor. İhsan Sarı incelemeleri sonucu, yapılacak egzoz bacalarının 40 metre civarında olacağı sonucuna ulaşıyor. Sultanahmet Camisi’nin altında bakınca Sultanahmet Camisi minarelerini sollayacak bir baca ortaya çıkıyor. İkinci örnek daha ilginç: Prof. Nuray Aydınoğlu televizyonda, yaptığı planları göstererek 1985 yılında yabancı firmalarla ortak Türk firmalarının konsorsiyumuna bir iş verildiğini anlattı. Eğer Haliç’te bir metro köprüsü olursa, bu köprü nasıl yapılır? Birçok köprü fikri ortaya atılmış. Dört ayaklı, beş ayaklı çözümler getirmişler. Biliyorsunuz, yükselti değişimleri mevcut… Bu nedenle sorun yaşamışlar. Sonuç olarak beş ayrı model ortaya çıkmış. Ancak bir kişi altın yaldızlanacak 120 metrelik köprübaşlarını düşünüyor. ‘Golden Horn’ kavramını duymuş, o nedenle köprü boynuzlu köprü olacak. Sadece o altın 73 boynuzlu köprüyü görmek için yılda 500.000 turist geleceğini iddia etmekte… Çok uğraşıldı, 120 metrelik yükseklik, 85 metreye, daha sonra 65 metreye düşürüldü. Bu konuda çok çaba sarfedildi. Yazılar, incelemeler, UNESCO üyeleriyle teker teker kulis yapmalar, Fransa’yla yazışmalar, Brezilya toplantısı, buraya gelen heyetlerle kaçak görüşmeler, onları ikna etmeye çalışmalar bu konu için verilen çabalar arasında sayılabilir. Burada eklemek önemli, yanlış anlaşılan bir durum var. Hep UNESCO’nun bir sivil toplum kuruluşu olduğunu sanıyoruz, bir kurtarıcı olarak görüyoruz. UNESCO devletlerin kuruluşudur. Buraya da gelen heyetler bellidir. Her neyse, sonuçta bir başka mimar “o benim eserimdir” dedi. Köprübaşları en son olarak 40 metre civarlarına kadar inmişti. Lütfen vakit bulup Unkapanı Köprüsü’ne gidin, orada Sokullu Mehmet Paşa Camisi’nin kenarında durun ve bulunduğunuz noktadan güzelim Süleymaniye’ye bir bakın. Bundan 45 sene önce İstanbul’da bir AVM yapıldı. İlk büyük AVM olan, İMÇ’den bahsediyorum. İMÇ, o günlerde yarışma usulüyle yapıldı. Yarışma sonuçları İTÜ’de günlerce sergilendi. Yarışmayı kazananlar grup olarak “biz ayrıca buraya sanat eserleri de koymalıyız” dediler. Onun için de ayrı bir yarışma yapıldı, bazı seçimler sonunda oraya 8 sanatçıdan 9 eser konuldu. Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı da bu eserleri 2-3 sene önce Hayri Fehmi Yılmaz’ın sayesinde temizletti. Bir de Kuzgun Acar’ın ‘Kuşlar’ heykelini aşağı aldık, heykel parçalanıyordu, onu da tamir ettirip yerine koyacağız. Düşünebiliyor musunuz, İMÇ AVM’den 45 yıl sonra İstanbul’da koca koca AVM’ler yapılıyor, hiçbirinde sanat eseri bulunmamakta... Şimdi İMÇ’ye, Unkapanı Köprüsü’nden Süleymaniye bakın... Yan tarafta Bozdoğan Kemeri hâlâ ayakta ve bütün güzelliğiyle görülebiliyor. İMÇ 3,5 kat aşağı yapılmış, bunu yapanlar da mimarlar... O mimarlardan biri olan Doğan Bey’le televizyonda program yaptım, “Biz her şeyi düşündük, Süleymaniye’yi perdeleyebilecek hiçbir şey yapamazdık, ama metro köprüsü Süleymaniye’yi perdeledi.” dedi. Bu 74 günlerde sıkça duyduğumuz ‘Süleymaniye, Mimar Sinan ceddimiz, Osmanlı, Türk, vesaire’ gibi söylemlerin hepsi hikâyedir. SALONDAN- Galiba başlangıçta İMÇ içinde iki tane kule de tasarlanmış. O yıllarda mimarlık dergilerinde bunlar yayınlanmıştı. Onu da hatırlatayım. FARUK PEKİN- Kültürel mirasa turizm açısından bakmak gerekiyor. Bu yapıldığı zaman da ‘kültür politikası nedir?’ sorusuna girmek gerekiyor. Teşekkürler AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkürler. Etkinlik temamız “Alt-üst İstanbul”. Dolayısıyla iki gün boyunca İstanbul’un hem altını, hem üstünü konuşacağız. Ama tarihi yarımadanın altı kadar üstü de üzerine titrediğimiz bir alan. İlk turu tamamlamak üzere Murat Beye dönüyorum. Tarihi yarımadayı gezmeye Murat Belge’yle devam edelim. MURAT BELGE- Merhaba. Aslında konuştuğumuz konuların çoğu acıklı denilebilecek şeyler, ama bunları oldukça kalabalık bir şekilde oturup konuşuyor olmak dahi başladığımız noktaları düşündüğümde bana olumlu geliyor. Çünkü kent, miras, koruma gibi kavramlar hiç konuşulmazdı. Bu kavramlar birçok insanın uğraşmasıyla, yazmasıyla, çizmesiyle gittikçe daha geniş, daha kalabalık sayıda insanın ilgi alanı içerisine girdi. Somut olarak yapılan işlerin de böyle bir ilgi artışına bir miktar etkisi olduğu görülebiliyor. Böyle bir işin olumlu tarafını da unutmayalım diyerek söze başlıyorum. Ama anlatacaklarım somuta geldiğimizde bu niye böyle oluyor ya da bu niye böyle olmuyor türünden şikayetlere, yakınmalara kısa zamanda dönecektir. Şöyle bir sorunumuz var: Bu aslında kolay bir sorun da değil. Bunun çözümü bir yerde hazır duruyor, yapılmış, biliniyor da, ortadaki adamlar bunu yapmıyorlar denilebilecek kadar basit bir durum yok ortada. Koruma konusu üzerine konuştuğumuza göre tarihten ve geçmişten söz ediyoruz. Bu da adı 75 üstünde geçmiş. İnsanların büyük bir kısmı bugün ve yarınla ilgililer. Birçok somut durumda geçmişi korumakla yarını daha konforlu yaşamak arasında kolay kolay çözülemeyen bir çelişki var. Bu nedenle herkesi mutlu edecek çözümler üretmek zor. Bir de işin içine eğitim konusu giriyor. Şimdiye kadar Türkiye’de aldığımız-verdiğimiz eğitimde geçmiş ve estetik gibi kavramlara yeterince önem vermemişiz. Türkçede ‘kıymeti harbiyesi’ diye bir deyim bulunmakta. Estetiğin de kıymeti harbiyesi yok. Geçmişin de kazandığımız harpler ve fütuhatımız dışında kıymeti harbiyesi yok. Böyle olunca da insanlara duyarlılık kazandırmak kolay değil. Hatırlarım, bir arkadaşımla bir yerde yemek yiyeceğiz, ben erken gittim, masada oturuyorum, yalnızım. Yanımdaki masada iki adam konuşuyorlar. Konuşmalarından anladım ki biri müteahhit, bir arsa üzerine o bir şey yapmak istiyor, ama engelleyen var. Bunu konuşuyorlar. ‘Çıksın mertçe ben buraya apartman yapacağım desin amenna, ama bana tarih derse, yeşil alan derse vururum onu’ diyor. O bir tipik müteahhit ve onun edindiği dünya görüşü içinde tarih ve yeşil alan demek adam vurduracak bir şey. Muhtemelen şu bakımdan haklı: Öbür müteahhit de tarih ve yeşil alan adına bir şey yapmıyor. O da orada kendi yapacağı işle meşguldür, ama duymuştur, böyle dersem durdurabilirim. Böyle bir gerçeklik dünyası içinde geçmişi korumak, tarihi korumak ve estetiği korumak gibi şeylerden söz ediyoruz. Menderes’ten söz edildi. Menderes burada bir kutbu belki simgeleştiren bir kişi, belki en büyük kötülükleri de o yapmadı. Çünkü ondan sonra gelenler muhtemelen Menderes’i de aratmışlardır, ama ilk bu anlamda ortaya çıkan, ortalığı yıkıp yakan adam olduğu için bu yaklaşımın da simgesi haline geldi. Bunun burada oturan sizler, bizler açısından çok uzun boylu tartışılacak bir tarafı yok, ama ben İstanbul’da otomobille, dolmuşla bir yerden bir yere giderken kim bilir kaç kere duymuşumdur: “Allah rahmet eylesin Menderes, o da bu yolları açmasaydı şimdi ne olmuştuk” sözlerini. Bu son derece yaygın bir söylemdir. Şoförler arasında o söylem vardır, bizim aramızda da bu söylem vardır. Sonuçta bu konu Faruk Pekin’ in sözünü ettiği sivil toplum-kamu konusuna gelmektedir. 76 Bu konuda ortak bir yere varabiliyor muyuz, bir şey yapabiliyor muyuz? Bunu halen yapamadık, onların girişimlerinden de bir sonuç çıkmamış. Tabii ayrıca burada sivil toplum ne diyor, kamu ne diyor, bunlar da zaman zaman birbirinin içine geçebilir. AKP’nin iktidar oluşundan bu yana biliyoruz ki gelenekselci bir iktidar var. Belediyelerin çoğunda bu görüşte insanlar karar verme ve uygulama yapma konumundalar. Madem gelenekselcisin, o zaman geçmişi koruyacaksın ve konuştuğumuz zaman da ‘Evet korumak lazım, korumak istiyoruz’ diyorlar. Dönüp etrafımıza baktığımız zaman da bunun böyle olduğunu da görüyoruz. Yani belirli ölçülerde böyle olduğunu görüyoruz. Mesela, Mevlevihane Kapı dışındaki Mevlevihane yakınlarda ciddi bir restorasyondan geçti. Son durumunu bilmiyorum, göremedim, ama bir şeyler yapıldığını biliyorum. Haliç kıyısında Bahariye Mevlevihane’sinde hiçbir şey kalmamıştı. Yeniden inşa ettiler ve şimdi o orada duruyor. Bunun gibi çeşitli örnekler verilebilir. Şimdi bunlar da bana yeterince olumlu gelmiyor. Bunu kimseyi suçlamak için de söylemiyorum. Belki kişiyi suçlamaktan çok bir durumu, bir yapılanmayı suçlamak gerek. Şöyle bir örnek vereyim: Sürekli boğaz gezilerine katılıyorum, tekne üstünden gidiyoruzgeliyoruz. Kuzguncuk’ta Üryanizade Cemil Molla’nın yaptırdığı, şirin ahşap mescit vardır. O mescidin oymalı ahşaptan hoş bir minaresi vardır. Yıllar önce ahşap mescit eskimiş, restore edildi. Ama mescit, önceden daha güzeldi. Herhangi biri evini, yalısını restore ettirdiğinde bunun ne anlama geldiğini anlıyorum. Bu konunun esprisini de şöyle yaparım: Yabancı dillerden bazı kelimeleri restorasyon almışız, kendimize kelimesidir. uydurarak Kullanıyoruz da, kullanıyoruz. o aldığımız Bunlardan biri anlamda pek kullanmıyoruz. Çünkü restorasyon deyince dünyada ‘bir şeyi eskiden olduğu gibi yeniden yapmak’ anlaşılır. Türkiye’de ise bir şeyi eskiden olmadığı gibi yeniden yapmak anlamına gelir. Gençliğimde kiralayarak oturduğum, üç katlı yalı ben otururken, restore 77 edildi, dört katlı oldu. Böyle bazı ufak tefek restorasyon hataları olabiliyor. Fakat şimdi bu mescit, burayı kiraya vermeyecek, ya da herhangi bir şey yapmayacak. Burada ne olmuş olabilir? Birkaç bakıştan sonra anladım. Restorasyon sürecinde kullandıkları kereste kolay çakılması, taşınması gibi nedenlerle tercih edilmiş. Kullanılan kereste enli bir kereste. Hâlbuki mescit şimdiki kerestenin 1/3’i kadar eni olan tahtalardan yapılmıştır. İnce tahtalarla yapılmış cephe başka, şimdi koca koca kerestelerle gördüğün cephe başka. Şimdi burada kötü niyet yok, kazanç hırsı yok. Bilgi eksikliği, zevk eksikliği var. Zevk dediğimiz şey de elle tutamayacağımız şeylerden biri. Belki en soyut, en naif, narin şeylerden biri, ama o olmayınca hiçbir şey de doğru dürüst olmuyor. Şimdi bir yandan ‘aman, iyi işte ucundan tutuyorlar, şunu da ayağa kaldırıyorlar’ diye bakıyorum, bir yandan da bitmiş ürünlere baktığım zaman da yine sıkıntılar basıyor. Mesela, Vakıflar Genel Müdürlüğü Edirne’de iyi niyetli olarak taş yığını halinde duran, bir-iki tane, mescitleri aldılar. Fakat restore ettiler demeye de çok dilim varmıyor, çünkü bunlar yeniden yapma uygulamaları gibi oluyor. Bizi ve gazetecileri çağırdılar, gittik. Edirne’de gezi sırasında çalışmaları gayet mutlu bir şekilde gösteriyorlar. Ben de mutluyum. Camiye girdik ve caminin köşesine yukarıda iki tane aplik koymuşlar. Türkçede başka bir adı yok, bu nedenle aplik diyorum. Herhalde aplik diye bir şey Osmanlı’da kullanılmıyordu. Kim bilir onu neyle, nasıl aydınlatıyorlardı. Ama şimdi kullanılan aydınlatma aracı cami değil gece kulübü dekorasyonudur. Bunu yapan adam herhalde gece kulübüne benzettiği için bunu kullanmıyor. Dünyada gördüğü, bildiği, şıklık ve güzellik anlayışı budur. Bu nedenle bu malzemeyi kullanıyor. Buna karşı çıkacak birileri yok, çünkü onlar da aynı zevki paylaşıyorlar. Bu durum karşımıza yeni yeni çıkmaya başlıyor. Daha önce pek olmayan bir şey, alışkın olduğumuz ise yıkmakla ilgili uygulamalar. Faruk Bey’in anlattığı gibi adam taş atıyor, oraya kadar yıkın diyor. Şimdi ise ‘aman yapalım’ diyorlar, ama zevk olarak yetersiz uygulamalar. Bir ateşi söndürmeden, ona ihtimam göstererek ve yeni yakıt ekleyerek onu ayakta tutarsınız. Zevk denilen şey de böyledir. Bir kere bir yerlerden koptuğunda -ki 78 bizim tarihimizde kopmuş bu, iyidir-kötüdür ayrıca tartışılır, ama kopmuş- yavaş yavaş o zevki tekrardan geri getiremiyorsunuz. Bunun başka bir uzantısı var ve belki daha da önemli. Ankara’da Müslümanları mutlu edecek bir cami olmaması sorunu Kemalistler ve dinciler arasında yıllardır bitmez tükenmez bir kavgadır. Ortaya Kocatepe Camisinin projesi çıktı. Proje için Vedat Dalokay’ın projesi gündeme geldi. Projede Kubbe stilize ediliyor. Ama gelenekçi bakan arkadaşlar, genellikle Diyanet İşleri, beğenmediler, istemediler ve o proje yapılmadı. Fakat sonra o projeye Pakistan’dan müşteri çıktı ve orada yapıldı. Vedat Dalokay’ın Camisi bize göre çok daha dar düşündüğünü tahmin edebileceğimiz Pakistan gibi bir yerde var, burada yok. Burada ne var? Burada Edirne Selimiye’nin kopyası var. Şimdi Edirne Selimiye müthiş bir bina, hakikaten dünyanın en güzel binalarından biri diyebilirsiniz. Sekizgen modeliyle burada Rüstem Paşanın, ona maket olduğu söylenilir ki, bu konu başka konularla da iç içedir. Küçük Ayasofya dediğimiz kilisede böyle bir sekizgen model ilk olarak Justinianos zamanında denenmiştir, sonra Ravenna’daki kilisede yine aynı plan denenmiştir. Ondan sonra da bunu Şarlman alıp Aachen’daki katedralinde yine kullanmıştır. Bu dediğim binaları yan yana koyup bakın, hiçbiri birbirine benzemez, ama strüktür olarak baktığınızda, hepsi o sekizgenden çıkmıştır. Bu yapılar yapıldığı 16. Yüzyılda taş taş konularak yapıldı. Bugün ise yöntem olarak betonarme kullanılıyor. Betonla sekizgen plan üzerinden Selimiye’yi yeniden yapmanın bir anlamı yoktur. Bir mimar elinin altındaki maddi imkânları ve teknolojiyi kullanarak ‘ben buradan bir estetiği nasıl çıkarırım’ demelidir. Vedat Dalokay’ın projesi bir örnektir, başkası başka türlü düşünebilir. Fakat Türkiye’de bunu kabul etmeyen gelenekçi bir yapı var. Sadece geleneksel yapıyı bozup yapmakla ibaret kalmayıp, bir de başka türlü bir şey yapılmasına da engel olmaya çalışan bir tavır var. Örneğin Ataşehir’ de bir cami yaptılar. Başbakan gitti ve anladığım kadarıyla öyle bir cami olduğuna çok mutlu oldu. O camii tam anlattığım betonarme Selimiye’ ye örnektir. ‘Betonarme Ataşehir’, ne dünya mimarlığına, 79 ne İstanbul’un güzelliğine herhangi bir şey katmayacak. Yani bu estetik biraz metre hesabına gelmeye başladı. Kaç metre? İşte bu 10 metre daha estetik oluyor. AKİF BURAK ATLAR- Çamlıca’ya da bir benzeri çok yakında yapılacak. MURAT BELGE- Orada da aynı şey olmaktadır. Başbakan gidiyor Kars’ta ‘ucube’ diyerek heykel kaldırtıyor. O heykelin yanına gitmedim, ama şehirden gördüm. Bana da biraz büyük geldi, ama hikâyesini anlattılar. Oradaki belediye başkanı aslında sol görüşten gelme, solculuğunu da koruyan bir adam. İşte bu Ermeni meseleleri, vesaire gündemde ve sınır kente çok yakın. Heykeli ısmarlayan kişi oradan da bakılınca görülmesini istemiş. Dostluk ve yakınlaşma amacıyla heykel yapmışlar koskocaman, oradan da görünsün istemişler. Ucube diyorsun, yıkıyorsun. Ama İstanbul’un her yerinden görülebilecek bir cami yapacağım diyorsun. Kars’ta yıkılan heykelin yıkılma nedeniyle aynı tanımdır bu. Demek ki şimdi sen Çamlıca’ya ucube yapacaksın, ama onun adı ucube olmayacak. Bir parantez de uyumsuzluk konusu üzerine açmak istiyorum. Menderes Tower gibi uygulamaların yanı sıra katı korumacı bir tavır da takınmaktalar. Fakat bütün bu tavırların hır çıkmadan üzerinde anlaştıkları bir şey vardır. Bunun lafı filan da edilmez. Bu ‘Bizans’ı halının altına doğru süpürmek’ amacıdır. Bu konu üzerine birçok siyasi tavırlar birleşmiştir. Çünkü sonuç olarak hep aynı milliyetçi yaklaşım söz konusudur. Bazen daha açık sözlüleri ‘onları ortaya çıkaralım da, vay buranın eskiden başka bir sahibi varmış, bak, eserleri de hâlâ duruyor, siz nereden çıktınız mı desinler bize’ demekte. Aydınlar Ocağı denilen kuruluşun başkanı bunu makale olarak yazmıştı. Örneğin ‘Hipodrom’ binası, dünyada hipodromdan kaç tane olur? Benzer olarak Roma’da Koloseo var. Orada da hipodrom kalmamış. Sphendon Duvarı dediğimiz yapının içine girip de gören talihli var mı aranızda? Bu kadar oraya-buraya gider-gelirim, ben 80 hâlâ görmüş değilim. Sphendon Duvarı gibi bir binayı saklayıp, üstüne kilitler asıp, kimsenin görmemesi için tedbir alarak var olan bir medeniyet olabilir mi? Bunun adı medeniyet olabilir mi? Az önce bodrum katında yer alan bir lahitten bahsedildi. Kentin en eski iki kilisesinden biri Samatya’da bulunmakta. Orada çelik kasa, kapı kasası yapan bir imalathanenin işçisi o kilisenin kubbesinde çalışıyor. Yanında yer alan ambulatvarın bir kısmı da yan taraftaki kahvede, orada da kâğıt oynanmakta. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul ansiklopedisinde Ayazmalar listesini görüyorum ve onlara gideyim bakayım, bulmaya çalışayım istedim. Kumkapı’ya gittim ve ansiklopedide verilen adres bir ev. Pencereden bir kız bakıyor. Konuşuyoruz: ‘sizin evde bir su çıkıyor’, birden bir kadın çıkıyor arkasından, belli ki işte onu kapatmışlar ve duyulmasını kesinlikle istemiyorlar. Hakikaten İstanbul’un her tarafı bunlarla doludur. Aksaray’da, Muratpaşa Cami yakınında Bizans katakon bulundu. Bir kat daha inseler ikinci bir tane daha olduğunu tahmin ediyorlardı, kapattılar ve üstüne beton döktüler. Şimdi katakon falan, böyle bir şeyden kimsenin haberi yok. Cağaloğlu’ndaki bina gibi bir sürü örnek sayabiliriz. Süleyman Demirel’in bir lafı vardır ki kendisi arada bir parlak laflar çıkarır. Kürtlerden falan bahsetmişlerdir, “Kürtlere kötü muamele ettiniz diyorlar, Türklere iyi mi muamele ettik” demiş. Bizans’a böyle muamele ettik de, Osmanlı’ya ne yapıyoruz? Samatya’ya gidin, Mimar Sinan Hamamına bakın, bakmanız zor. Çünkü önünde başka şeyler bulunmakta. Sonuç olarak mümkün olduğu kadar bunu parçalayan, imha eden bir yaklaşım ve yeni yeni uyanmaya başlayan, ‘bu iş böyle olmaz’ gibi korumacı anlayış ortaya çıkmakta. Bu tarafları arasındada tuhaf uzlaşmalar olmakta. Az önce anlattığım gibi vardığımız aşamada bir kavramı korumak istiyor. Mesela ‘bu gelenekseldir’ diye kanıtladığın o halde bunu hemen korumam lazım diyor. Ama bunun ne olduğu, nasıl korunacağı, neresinin korunmaya değer olduğu hakkında bir fikri de yok. Bütün bu tavırların birbirine karıştığı, birbiriyle itiştiği bir toplumuz. Çünkü 81 bir yandan yaşayacağız. Kendine ev yapmak için kazmaya başlıyorsun, altından tonoz çıkıyor, ne yapacaksın? Herhalde ben burada temel atmak için kazıyordum, tonoz çıktı, gelin şuna bir bakın diyen adam varsa buna bütün komşuları ona ‘şapşal, mantıksız’ diye bakıyordur. Böyle yapılır mı? O tonozu yıkarsın, herhangi bir izini bırakmazsın ki, başına da bela olmasın. Ama yavaş yavaş o tavırdan bir başka tavra doğru bir evrim var. Bunu bir kavga haline getirmesek ne iyi olacak diyorum, ama Türkiye’de galiba bir şeyler kavga haline gelmeden olmuyor, olamıyor. 1941 yılında yıkılan Topçu Kışlasının tekrar Taksim’e yapılmasının çok parlak bir fikir olmadığını anlatmak kavgasız mümkün olmuyor. Hatta büyük kavga gerektiriyor. Ayrıca da sonucun ne olduğu hala belli değil. Sonuç olarak buradan Faruk Bey’in değinip olmadığını söylediği sivil toplum-kamu ilgililerinin hepsini bir şekilde içine alan bir konu ortaya çıkıyor. Yeniköy’deki dolgu alanından bahsedildi. Orada böyle bir şey yapıldığını Yeşilköy’den çeşitli gezilerimden birinden dönerken tesadüfen gördüm. Ne okudum, ne tartışıldığını duydum. Her gün sandıktan bir şey çıkarıp önümüze proje olarak koyabiliyorlar, Karadeniz’le Marmara’yı birleştirecek kanaldan başka projelere kadar. Burada sivil toplumun işin içine girmesi lazım, ama sivil toplumun işin içine girmesi için sivil toplumun kendisinin de bu konulara ilgi duymaya ve bazı şeyleri öğrenmeye başlaması lazım. Bir de ‘daha geniş cadde, daha şu, daha bu’ demekten vazgeçip, hem onu hem bunu yapmanın yolu nedir, bunu düşünmeye başlaması lazım. Sonuç olarak bu ‘ya o ya da o ‘dan vazgeçip, ‘hem o, hem onun’ formülünü bulmak meselesidir. AKİF BURAK ATLAR- İlk turu tamamladık, Murat Belge zevkle estetik anlayışındaki oluşmuş kopukluktan bahsetti ve son dönemde sadece İstanbul’da değil, kültürel miras anlamında birden fazla örneğe de değindi. Hayri Fehmi Yılmaz ilk turda çok umut verici bir konuşma yapmıştı, aslında umutlu olduğu söylemişti, hâlâ aynı fikirde mi? Son tura geçeceğiz, daha sonra sizlerin de katılımıyla oturumu noktalayacağız. Paneli toparlamak adına konuşma sürelerine 5’er dakika diyelim. Biraz aştığınız takdirde ben size haber 82 vereceğim, daha sonra salondan katkıları ve soruları alıp, ilk günü noktalayacağız. Buyurun. HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Aslında hâlâ umutluyum. Çünkü bazı şeyler tarihsel sürecin bir parçası olarak devam ediyor ve çok eski bir kentin üzerinde yaşıyoruz. Bizim bu sıkıntılarımızı herkes yaşadı, eski kuşaklar da yaşadı ve benzer tartışmalar oldu. Petrus Gilius Rotteveel meşhur bir seyyah ve yazardır. 16. Yüzyılda İstanbul’da bulunmuştur ve kent hakkında birçok şey yazmıştır. 16. Yüzyılda demiştir ki: “Eski İstanbullu doğduğu kenti hatırlamaz. O kadar muhteşem binalar inşa ediliyordu ki Kanuni çağında, sadece Kanuni Şehzadeyi, Süleymaniye’yi, çok sevgili eşi için Haseki Külliyesini inşa ettirmişti”. Kızları ve diğer şehzadeleri için yaptırdıkları nedeniyle kent hakikaten inanılmaz şekilde değişmişti ve bu hep devam etti. Bu süreç sanırım kentlerin tarihinde var olan bir süreç ve İstanbul için de bunun doğal olduğunu düşünüyorum. Bu çok güçlü gelenekler bir taraftan çok büyük bir avantaj, ama bir taraftan da bizler için büyük bir sıkıntı oluşturmakta. Osmanlı cami mimarisi olarak gördüğümüz şey aslında 6. Yüzyılda Ayasofya’yla başlayan bir mimari geleneğin Osmanlılarca 15. Yüzyılda yeniden ele alınmasıyla başlayan bir süreç ve bu artık öyle bir hale gelmiş ki, bugün cami dediğimiz zaman Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanların büyük çoğunluğunun zihninde bu imge beliriveriyor. Ayasofya’yla başlayan bir mimari geleneğini, kubbe ve yarım kubbe denemelerini bırakmakta çok sıkıntı yaşarsınız. Güçlü bir geçmişe ve mirasa sahipseniz insanların zihnine yeni bir imgeyi iletmeye çalışmak gerçekten çok zor. Bu nedenle Ankara’da ya da başka bir yerde beğenilmeyen bir cami İslamabat’ta daha rahat kabul edilebiliyor. Bu anlamda güçlü bir geçmişi ya da imgesi olmayanlar belki de daha şanslı. Biz de hem şanslıyız, hem şanssızız diye düşünüyorum. Kentin bu zengin geçmişi büyük bir umuttu aynı zamanda da büyük bir sıkıntı. Bu ikisinin mücadelesini biz de sürekli yaşayacağız ki, eğer bu iki kavram mücadele etmiyorsa, çatışmıyorsa zaten bir sorun var demektir. En keyiflisi ise hâlâ hem üretim yapan, hem üzerinde binlerce insanın yaşadığı dev bir antik kentle karşı 83 karşıyayız. Benim içimi rahatlatan insanların, yani yaşayanların kentle ilgili bir kavgasının olmaması. Yani kentin geçmişinin Bizans ya da Osmanlı dönemleriyle pek bağlantısı yok, çünkü bu kent hepsinin mirasçısı gibi gelmekte. Kent hem somut mirası, hem somut olmayan kültürel mirasıyla yaşamaya devam ediyor. ‘Bizans başkentinde neler yenilirdi, içilirdi’ diye yazanlar hoş bir hikâye anlatıyorlar. Bu şehirde insanlar bir sopanın ucuna takılmış, fırınlarda özel olarak pişirilmiş halka şeklinde ‘bukelaton’ denilen şeyleri yerlerdi diye anlatıyorlar. Bugün aynı şehrin halkı hâlâ bir sopanın ucunda kendilerine uzatılan ve özel olarak pişirilmiş şeyi bu sefer susama bulayıp yemeye devam ediyor. Bu kentin içinde yaşayanlar çok öfkelendikleri zaman Ortaçağ’da da -ve aslında bütün Anadolu kentleri için de geçerli- çok kızarlarsa birbirlerine başparmaklarını orta parmaklarıyla işaret parmakları arasına sokup, sallarlardı. Buna ‘Manofiko’ diyorlardı ve hâlâ yapıyorlar. Bir tarafta somut olan miras, bir tarafta somut olmayan miras hepsi bu kentte birlikte yaşıyor ve kömürlüğündeki lahitten İstanbullu çok rahatsız olmuyor. Samatya’da yine bir Ayazma’ya gitmiştim. Çok muhafazakâr bir yayınevinin deposunda yer almaktaydı.’ Tabii buyurun Ayazma’ya’ dediler. Bir sürü Kur’an cüzleri, vesaire şeylerin arasında bir niş, üstünde kocaman bir haç ve altında da su kaynamaya devam ediyordu ve bunlar rahatlıkla yan yana yaşayabiliyorlardı. Bütün bunlar iç içe olan şeyler. Ayvansaray’da Emir Buhari Tekkesi, Orta Asya’dan gelen dervişler altında İmparator Alexios’un meşhur Triklinos’u yatıyor ve Bizans tonozlarıyla Buharalı Nakşibendî dervişlerinin tekkesi hakikaten kucak kucağa sarmaş dolaş durumdadır. Birini diğerinden ayırma şansınız yoktur. Dolayısıyla da bu miras gelecekte kentlileri daha iyi kavrayacak ve kurtaracaktır. Bizans’a karşı hiç şüphesiz bazı çevrelerimizde biraz tedirginlik bulunmaktadır. Ama ben şöyle düşünüyorum: Kentin içerisinde Saraçhane’de Aziz Polyeuktos Kilisesi, Sultanahmet’te Azize Öfemya ya da Aya İrini’nin bitişiği, Sarayburnu’nda kodlar sütununun etrafı, Silivrikapı’da Hipoje ve çevresi gibi birçok Bizans arkeolojik kalıntısı da kazılarla ortaya çıkarılmış ve korunmaya çalışılmış ki aslında bunlar 84 yabana atılacak şeyler değil. Bu alanlar kent içinde çok geniş alanlar. Birçok Bizans eserini de restore ediyoruz. Kentin 5 asır boyunca cami olarak kullanılmış en büyük yapısı ‘Ayasofya’ bir müzedir. Kariye Cami bir müze, Fethiye Camiinin mühim bir kısmı hâlâ müze ve ziyaret ediliyor. Buradaki Bizans kalıntıları hakikaten ortaya çıkarılmış durumdadır. Son yıllarda Küçük Ayasofya Cami restore edildi. Bu çalışmada tartışılacak birçok şey olsa da bir Bizans eseri gerçekten çarpıcı bir şekilde restore edildi. Daha da ilginci Çemberlitaş ve Kıztaşı restore edildi. Bunlar önemli şeylerdir. Yılanlı sütun, Şerefiye Sarnıcı, Nakilbend Sokağı Sarnıcı, gibi örneklerle listeyi uzatmak mümkün. Zeyrek Kilise Camii projesi çok başarılı bir restorasyonla devam ediyor. Tekfur Sarayı ve Anemas Zindanında birtakım sıkıntılar yaşanmıştı, şimdi ise Bilim Kuruluyla birkaç yıldır bu yapıların projesi tamamlanıyor. Bizans anıtlarının restorasyonunu ve benzer projeleri kentin Büyükşehir Belediyesi karşılıyor. Projelerin bütçeleri oldukça fazla ve Zeyrek yahut Tekfur Sarayı ve Anemas Zindanı gibi yapılarda ciddi bilimsel çalışmalar gerçekleştiriliyor. Projelerde yer almam nedeniyle ayrıntıları anlatabiliyorum. Kentin çok katmanlı geçmişinin geleceğe de bu çok katmanla miras olarak kalacağı fikri hâlâ bende hâkim. Bu sebeple iyimser olmayı tercih ediyorum. Bu kent büyük mirasıyla muhtemelen sakinlerini bir şekilde kendisine bağlayıp, geleceğe de ulaştırmayı başaracaktır. Ama kent tarihini okuduğunuz zaman bu kavgaların pek de bitmeyeceğini anlamak lazım. Bu çatışmalardan çok güzel şeyler de doğar diye düşünüyorum. Sakin bir kent olmamış hiçbir zaman, bundan sonra da herhalde olmayacak. Bu durum bazen keyifli bir şey de olabilir. Teşekkür ederim. AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ediyoruz. Soru-cevap kısmından önce Hayri Bey süreyi biraz aştınız, bu da belirleyici oldu. Diğer misafirlerimize de ek süre tanımış oluyoruz. Faruk Bey’in soru-cevap öncesi son söylemek istediklerini dinleyelim isterseniz. FARUK PEKİN- Sadrazam Fuat Paşa’ya birileri gelmiş, demişler ki: 85 “Paşam, senin 80’lik vezirlerinden biri 12 yaşındaki bir kızla evleniyor, ne diyorsun?” Cevap vermiş: “Ahmet izin vermez.” Bu sefer “Hangi Ahmet?” diye sormuşlar. “Karacaahmet izin vermez” demiş. ‘Galataport Kruvaziyer Limanı’ iyi bildiğim konulardan, çünkü bu işle ilgileniyorum. Galataport Projesi ilk biçimiyle o zamanlar gelmiş olsaydı zaten çuval bir proje olacaktı. O dönemde yapılamadı. Ancak bu sıralar Karaköy çehre değiştiriyor. Aslında ben de iyimserim. Şu anda birçok konuda çok fazla müdahale var… Şunu hatırlatmam gerekiyor: sizin çalışmanız içerisinde bizim konumuz kültürel mirasla ilgili… Kültürel miras ise bal gibi bir devlet kültür politikasıdır. Avrupa, Türkiye’den kültür politikası konusunda rapor istedi. Şu ana kadar Türkiye’nin elinde bir kültür politikası yok. İstenilen kültür politikası devlet tarafından iki sene önce verilecekti, fakat devlet görevini yapmadı, bunu tamamlamadı. Buna karşılık sivil toplum bir araya geldi ve bir çalışma yaptı. Çalışmaya çok sayıda kişi ve kuruluş katıldı ve ‘Türkiye Kültür Politikaları Raporu’ yayınlandı. Bilgi Üniversitesi tarafından yayınlanan çalışmada ben de yer aldım. Bir kültür politikası raporu yayınlandı. Kültürel olan her şeyi içeren bir rapor ve devlet daha bunu yayınlamadı. Devletin kültür politikasını elimize alıp da okuyor olsak belki biraz daha net bir tartışma yürütme imkanımız olurdu. Kültür politikasına bağlı olarak eklemem gereken diğer şey de 2001 yılında yayınlanan UNESCO “Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Bildirgesi” hakkında... 2005 yılında Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Güçlendirilmesi sözleşmesi yürürlüğe girdi. Türkiye hariç 125 ülke imza attı. Sözleşme bir şekilde komisyondan geçer gibi oldu, fakat hâlâ mecliste bekliyor ve hep başka kanunlar önüne geçiyor. Bu durum Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu koşullar açısından son derece önemli. Tabii ki yaklaşımlar farklı boyutta ama Türkiye’de bazı şeyler bilinmediğinde insanlar farklı şeyler yapabiliyorlar. Özellikle Taksim Gezi olaylarından sonra daha da iyimser bakıyorum. 86 Sivil toplum ve kamu ilişkisine bilhassa kültürel konularda özel idareyi koymak lazım… Sonuçta biz bunu bir şekilde öğreneceğiz. Karşılıklı çalışmayı başkaları becermiş, biz niye becermeyelim? Bunu öğreneceğiz. Şunu da söylemem gerekiyor: Taksim’de ilk eylem yaptığımda sene 1965’ti. Önemli olan sürekli çözüm üreterek karşı tarafın size önerdiği ya da önermediği her türlü çözüme, bir karşı çözüm geliştirmek ve uzlaşmaya zorlayarak yürümektir. Ana nokta da budur. Son 15 yıldır İstanbul yoğun olarak tartışılıyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’nden çıkma, metro köprüleri, kazılar derken ilgi arttı. 15 yıl önce böyle bir ilgi olduğunu sanmıyorum. Şimdi ‘çanak, çömlek’ söylemleri mevcut, fakat Murat Belge burada, hemen hemen 27 yıldır İstanbul’u dolaştırıyor. Biz birlikte 25 yıldır adım adım İstanbul’u dolaştırdık. Şimdi nerede o ilgi, nerede o yaklaşım, ama bu da giderek değişebilen bir algılama olgusu. Zamanla gelişecek. Teşekkür ediyorum. AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ederiz. Soru-cevap kısmına geçmeden önce eklemek istedikleri için Murat Belge’ye dönmek istiyorum. MURAT BELGE- Yıllar önce Amsterdam’a gitmiştim. Hollanda’da Denizcilik Müzesi ilginçtir diye müzeye gittim. Müze o kadar sarmadı, ama rıhtımda duran bir gemi ilginç geldi. 18. Yüzyılda yapılmış ve batmış ahşap bir gemiyi yeniden yapmışlar. ‘Olabilir’ diyeceksiniz. İlginç olan şu: O tarihte teknolojinin imkân verdiği alet neyse gemiyi onlarla yapmışlar. Testere, çekiç ve benzer dönem aletleri kullanarak yapmışlar. Yeniden yapım sürecinde 50-60 marangoz çalışmış ki, bu müthiş bir ustalık edinmek anlamına gelmektedir. Bu adamlara bir tür hayat garantisi vermişler. Yani ‘bu işe girin, gemiyi yapın, bundan sonra biz size benzer işler garanti edeceğiz, ustalaşın bu işte’ denmiş. Yani uzun vadeli bir insan yatırımı yapmışlar. Türkiye’ de mevcutta çok fazla restorasyon işi bulunmakta ve bunun ölçülerini kaybetmiş bir toplumdayız. O halde bunu Türkiye’de de sağlayabiliriz. Bir gün öğrencilerime ‘Kayserili Ahmet 87 Paşa Konağı’na yakından bakmak ister misiniz?’ diye sordum ve ‘ evet, isteriz’ dediler. Gezi esnasında önümüzde bir araba durdu ve arabadan bir adam indi. Beni tanıdı, ‘Buyurun, içeriye gelin’ dedi. Meğer belediye orada atölye açmış ve ahşap süsleri, binaya çiçek motifleri gibi şeyleri sınıflandırmışlar. Ayrıca bir taş ustalığı kısmı ile eski binaları tarihlendirme laboratuarı diye üçüncü bir yer açmışlar. Böyle bir uygulamayı ilk kez gördüm ve etkilendim. Fakat yakın bir zamanda kapandığını duydum. Atölye birkaç yıl çalıştı ve 3-4 aylık kurslar açıyorlardı, insanlar geliyordu, çalışıyordu. Türkiye’de bu ortamı yaratmak gerekmektedir. Eski Fatih Belediye Başkanı Sadettin Tantan, ‘burayı restore edeceğim’ diye girişti, birkaç tane ahşap ev yaptı. Gittim baktım, işçilik gayet kötü durumda, yapan adamlar ne yaptıklarını bilmiyor. Bu çalışmalar tesadüfî çalışmalardır. Projeleri bir hayat garantisi, kariyer, vesaire sağlayarak yapmak gerekmektedir. Çalışmalar, projeler bu şekilde olunca aplik ve benzer işçilik örnekleriyle geçmişi ihya etmeye çalışıyoruz. Sonunda muhtemelen bazı müteahhitler ihya oluyordur. Geçmişin bundan pek ihya olduğu yok. AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkür ediyoruz. İstanbul Buluşmalarının öne çıkan amaçlarından biri de Şehir Plancıları Odası ve İstanbul’da planlama eğitimi veren 3 köklü üniversite ile ortaklaşa olarak planlama gündemini farklı bakış açılarıyla ele almak. Dolayısıyla bu oturumun tam olarak bu amaçla örtüştüğünü söylemek istiyorum. Ama bunun bir adım ötesine de sizlerin soruları ve katkılarıyla geçebiliriz. O yüzden dilerseniz mikrofonu dolaştırmaya başlayalım. AZAT YALÇIN- Merhabalar. Eski Fatih Belediyesi çalışanıyım ve aynı zamanda doğma büyüme Samatyalı birisiyim. Üç konuşmacıya da soru sormayı düşünüyorum, önce Hayri Fehmi Yılmaz’a sorarak başlayacağım. Hayri Fehmi Bey gözle görülür binalarda restorelerin çok iyi gittiğini söylemişti, ama Fatih Belediyesi iş bitirme kuramına göre, tarihi binaların restoresini müteahhitlerin yapabileceğini bilerek kendi tanıdıklarına veya kendi ahbaplarına, elektrikçi 88 Fehmi’ye, doğalgazcı Mehmet’e iş bitirme vermektedir. Geçmişte lamba dikmiş insanlar şimdi müteahhitlikte restore iş bitirmeleri almakta. Sizce bu insanların iş bitirme almaları ve müteahhitlerin korumacı olmamaları doğru bir şey midir? Faruk Pekin’e de şöyle bir soru soracağım: Daha doğrusu tez çalışmamla ilgili olarak olaya farklı bir bakış açısıyla değinmek istiyorum. Hayri Fehmi Bey Haliç Köprüsüyle alakalı yapıların afetlere karşı bir ömrü olduğunu söylemişti ve sürdürülebilirliklerinden bahsetmişti. Haliç Köprüsüyle alakalı yapıların ekonomik ömrü tamamlandıktan sonra doğru bir yapı yapılabileceğine inanıyorum. Şu anki yapıya oşinografik anlamda baktığımızda süpürme etkisi, yani boğazdan girip de Sarayburnu’na çarpan suyun içe kat etmesi ve orkoz akıntılarla beraber kıyılara çarpıp tekrar dışarı çıkması ve deşarj olması nedeniyle köprünün üçayaklı olması gerekmektedir. Köprünün yükseklik sorunu da bulunmaktadır. Bu kapsamda: Bütüncül çevre etiği kuramına göre, Haliç istavritinin de yararlanabileceği bir mimari anlayış düşünülebilir mi, köprüye böyle de bakılabilir mi? Köprünün silueti bozduğunu düşünüyorum, ama üçayaklı olması, belli bir mesafeyi aşması ve belli bir yüksekliğe sahip olması bakımından bu ortaya çıktı. Statik anlamda süpürme etkisinin gerçekleşebilmesi, orkoz akıntının yapılabilmesi için, doğal strüktürde bu şarttı. Bütüncül çevre etiği kapsamında bakılmalı mı artık Haliç istavriti için? Murat Belge’ye de eleştiri bazında sorumu yönelteceğim: Minibüsçüler demiş ki -ben bunu Fatih Belediyesinde çalışırken çok duydum- “yolları açmasaydı ne olurdu, başımıza neler gelirdi? İyi ki açmış bu yolları” Korumacılar da bu yollar açılmasaydı ne güzel olurdu der. Planlama yaparken minibüsçülere mi soracağız, yoksa korumacılara mı, mimarlara, şehircilere mi soru soracağız? Aslında önemli olan budur. Minibüsçüler Veliefendi önünde yapılmış olan bisiklet yolundan bile rahatsızlar. Burada dikkat edilmesi gereken konu yol olmasaydı minibüsçülerinde olmayacağıdır. Minibüsçülerin şimdiki görüşlerini buna göre değerlendirmek gerekmektedir. Teşekkürler. 89 AKİF BURAK ATLAR- Sonra cevaplarını vermek üzere, başka sorular varsa onları da alalım. AHMET SEFA ÖZKAYA- Merhabalar. İstanbul araştırmaları yapıyorum ve küçük bir not eklemek istiyorum. Hayri Fehmi Yılmaz İstanbul’da camcılık ve cam ustaları üzerine belgenin olmadığını söylemişti. Fakat Süleymaniye’nin masraf defterlerinde, bir de Hünername ve Surnamelerde kap-kaçakların şekilleri birazcık belli olur. HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Konu ile ilgili belge bulunmakta, fakat malzeme yoktur. Hünername ve Surname minyatüründeki ustaların ve arşiv belgelerinde geçen birtakım verilerin aslında İstanbul’da çalıştırılan Venedikli ustalarla ilgili olduğu, bunların sadece geçici Avrupalı camcılar tarafından yapıldığı iddia ediliyordu. Bunu hatırlatayım hemen. AHMET SEFA ÖZKAYA- Teşekkür ederim. Şunu da eklemem gerekiyor: Sarhoş İbrahim adlı bir camcı ustasının yaptığı ürünleri özellikle Ömer Lütfü Balkan yayınlamıştı. Ek olarak başka bir konuya daha değinmek istiyorum: Ataşehir’de yeni yapılan caminin mimarı veya mimarları değişik bir plan uygulayarak orada pek olmayan 6 fil ayağı sistemini uyguladılar. Bu sistem Kadırga’daki Sokullu Mehmet Caminin projesinin aynısıdır. Bir de Anıtlar Yüksek Kurulunda anahtarı olan hipodromun içine girmek maalesef pek mümkün değil onu da belirtmek istiyorum. Teşekkür ederim. AKİF BURAK ATLAR- Katkınız için biz teşekkür ediyoruz. Salondan başka katkı ve soru gelecek mi? EMRE SEĞMENOĞLU- Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir Bölge Planlama öğrencisiyim. Faruk Bey Padişah Abdülaziz’in ‘isterse göğsümü delip geçsin’ dediği tren yolundan bahsetmişti. Şu an yapılan Marmara geçidi de aynı şekilde tarihi ezip geçen bir anlayış değil mi? Yenilikçilik ve tarihini koruma kavramlarının birlikte düşünülerek yapılamadığını 90 düşünüyorum, sizin görüşleriniz nelerdir? Tarihi korumadan sırf bir yenilik getirmek için bir şeyler yapılıyor. Tren geçidinin geçtiği yerde yıkılan şey mezarlıktan ziyade Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan yalı köşküdür. AKİF BURAK ATLAR- Teşekkür ederiz. Başka el göremiyorum, o yüzden tekrar misafirlerimize dönelim ve noktayı koyalım. SALONDAN- Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık öğrencisiyim. İMÇ binasından bahsedildi. Önündeki Atatürk bulvarında muazzam bir trafik bulunmakta. Az önce minibüsçülere mi, oradakilere mi, mimarlara mı sorulmalı diye bir soru yöneltildi. İMÇ binasının planında içerisinden yol geçiyor. Çevredeki sokak düzeni değiştirilmeden ulaşım rahat bir şekilde sağlanmış, ancak yapının önünde yer alan trafik o kadar fazla ki, orada karşıdan karşıya geçmek imkânsız. Her iki tarafta da birçok tarihi eser bulunmakta, fakat sadece bir tarafı gezebilirsiniz. Paris’te yer alan Les Halles binası yeraltı ulaşım sisteminin merkezinin üzerinde bulunmakta, ancak burada hiçbir şekilde trafik engellenmiyor, insanlar burada yürüyebiliyorlar, otomobil kullanabiliyorlar. İMÇ çok iyi bir proje, ancak önündeki trafik projeyi gölgelendiriyor. Bunun minibüsçülere mi, şehir, bölgeliye mi sorulması gerektiği sorusu bence biraz bu konuda birlik gerektirir. İnsanların bunu eleştirebilmesi ve katkıda bulunması gerekmektedir. AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkürler. Bir önceki sözden çok daha çabuk olmak üzere son sözü size verelim. ADNAN DEMİR- Restoratör mimarım. Restorasyon konusunda tecrübelerim bulunmakta. Tarihi yarımadada yeraltı ve yerüstünün birlikte korunması gerekir. Bu konuda proje, tasarım ve korunma ilkeleri üreten arkeoloji müzesi ya da hiçbir birim yoktur. Dünyadan iki örnek vermek istiyorum. Bir tanesi Bulgaristan’dan, Bulgaristan orta bölgesinde Stara Zagora adında bir kent bulunmaktadır. Kent Roma kalıntılarının olduğu bir yerleşimdir. Yerüstünde, sıfır kotunun üstünde yapılmak 91 istenilen restorasyon çalışmalarında yeraltından herhangi bir Roma kalıntısı çıktığında inşaat hiçbir surette durdurulmuyor, engellemiyor. Buradaki şart ise yeraltındaki arkeolojik kalıntıların müze denetiminde veya arkeologlar denetiminde açığa çıkarılması ve üzerine yapılacak olan binadan bir geçişle halka gezi alanı sergilenmesidir. Bir banka yapılıyor. Banka üstte yine çalışıyor, ama bankanın kapısından girdiğinizde halk alttaki bodrum katındaki mozaikleri, Roma kalıntılarını inceleyip, izleyip, gezip tekrar dışarı çıkabiliyor. Bizde bu tür korkular çok olduğu için restorasyon çalışmaları esnasında eğer sıfır kodunun altında bir şey çıkarsa kapatılmak zorunluluğu hissediliyor. Bir de Suriye’den örnek vermek istiyorum. 20 yıl kadar önce Suriye’ye gittiğimde bunu deneyimledim. Suriye’de Busra adında bir kent bulunmakta ve bu kent yine çok önemli Roma kalıntılarının ve amfi tiyatronun olduğu bir kent. Burada yer alan Roma kalıntısı binaların içinde insanlar yaşamakta. Binalar dükkân, bakkal, marangoz atölyesi, konut gibi çeşitli fonksiyonlarda kullanılıyor. Burada yaşayanlardan birinin evine davet edildik. Yapının tavanında bir sızıntı vardı. Orada yaşamakta olanlar çözüm olarak teneke kullanmışlar ve oradan gelen sızıntıları, o teneke koruyordu. Sızıntıyı neden onarmadığını sorduğumuzda ise: ‘Bunun orijinal taşını ben ancak Halep’te bulurum, Halep’e de gidemiyorum’ dedi. Halep’e gidemediği için orayı herhangi bir şekilde tıkamayı düşünmüyor. Bize yasal bir baskının olmadığını söyledi. Belki o tarihi dokunun içinde yaşamaktan dolayı insanlarda bilinç oluşmuş. Sanıyorum Türkiye’deki kullanıcının, yaşayanın bu bilinçten mahrum olması, yoksun olması, yasalarımızdan ve koruma kurullarının tarihi binaları restore ederken kurduğu baskılardan kaynaklanmakta. Herhalde bu ikisini dengeli bir şekilde ortadan kaldırsak restorasyon çalışmalarımız ve korumacılık anlayışımız çok daha iyiye gidecek. Teşekkür ederim. AKİF BURAK ATLAR- Katkınız için biz teşekkür ediyoruz. Başka söz almayalım, Hayri Fehmi Yılmaz’a dönelim. dilediğiniz sorudan başlayabilirsiniz. 92 HAYRİ FEHMİ YILMAZ- Adnan Beye katılıyorum, yanlış uygulamalar yapılmakta. Bahsettiğiniz şekilde iş bitirmeyle ya da eski eserleri ihaleyle restore etmeye çalışmak doğru bir yöntem olmayabilir. Osmanlı döneminde bazı kıymetli yapıların restorasyonu için Meclisin çok ilginç bir kararı vardır. Bu karar son Osmanlı Mebuslar Meclisinin verdiği karardır: ‘İhale usulüyle değil, emanet usulüyle restorasyon yapmalıyız, ehlini bulup, ona emanet etmeliyiz’. Ama bu yöntemde de suiistimal çok olabilir. Belki çok önemli yapılarda emanet usulüyle çalışmak daha doğru olabilir. Belki gelecekte bunu biz de düşünürüz. Cam konusuna gelecek olursak, katkılarınız için teşekkürler, ama dediğim gibi arşiv belgelerimiz vardır, fakat müzelerimizde Sirkeci kazılarına kadar Osmanlı camı, Beykoz camları dışında cam yoktur. Emre Seğmenoğlu’nun sorusuna gelirsek, demiryolu Topkapı Sarayına gelmeden Yedikule’den Topkapı Sarayına kadar mezarlık, saray, çeşme, medrese gibi birçok eseri yok etmiştir. Saray içinde de bir dizi köşk ve Sinan Paşa Kasrı, İshakiye Kasrı, Kuşhane Ocağına benzeri yapıları, ortadan kaldırmıştır. Yalı Köşkü biraz daha yaşamaya devam etmiştir. Fakat daha sonra maalesef ortadan kalkmıştır. Katkılar için teşekkürler. AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ederiz. Faruk Pekin. FARUK PEKİN- Ben köprücü değilim ve konu hakkında bilgim yoktur. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Nuray Aydınoğlu size köprünün 3 ya da 5 ayak mı olması gerektiğini söyleyecektir. Uzman kişiler tarafından 1985 yılında yapılmış olan bir konsorsiyumdan bahsettim. Konsorsiyum sonunda 5 tane Haliç Köprüsü alternatifi sunmuşlar. Konu beğenme ya da beğenmemeyle alakalı değil, tamamen teknik bir olaydır. Ama bu teknik olayın ayrıntısını bilmiyorum. Şehir Plancıları Odası’nın bir etkinliğinde konuşmacı olarak bazı konuları gündeme getirmeye çalıştım. Planlama demek alternatifler yaratmak demektir. Birçok alternatifin aynı anda düşünülmesi demektir. Atmak kolaydır ki, 93 bu işi en çok siyasiler yapıyor. Ama maalesef bazı uzman görünenler de yapmakta... Sözü getireceğim konu meşhur kruvaziyer turizmi. “Çözüm Kültür Turizmi” adında İletişim Yayınları’ndan çıkan bir kitap yazdım. Kitapta ‘İstanbul’a kruvaziyer girmesin’ dedim. Niye biliyor musunuz? 4000 kişilik bir kruvaziyer İstanbul’a girdiğinde, İstanbul’da tur alan insan oranı % 70’tir. Kalan % 30 gemide oturur. Yüzde 70’in girdiği iki yer var: Biri Topkapı Sarayı, Ayasofya, iki tane müze parası verirler. O geminin hizmeti için ise 50-55 dolayında otobüs kiralanır, 50-55 dolayında da rehber tura çıkar. Geminin İstanbul’a sağladığı geliri budur. Uzun zamandır öteberi de almazlar. 4000 kişilik bir kruvaziyerin İstanbul’a toplam katkısı Four Seasons gibi bir otelin çok iyi bir odasında kalan zengin 8-10 kişilik Brezilyalı bir ailenin bir haftalık, 10 günlük İstanbul’a sağladığı gelire bedeldir. Fakat 4000 x % 70 insanın İstanbul’a bir günde yarattığı trafik sorunu, sinirsel ve maddi olan-olmayan zararı ayrı bir kalemdir. Basında ‘Ah İstanbul’a işte 10 milyon turist geliyor, 20 milyon gelmeli’ sözleri yer alıyor. O sayılarda turist geldi diyelim. Peki onları nerede gezdireceksin? Topkapı Sarayı’na bir günde girebilecek insan sayısı bellidir. Harem de belli. Ayasofya biraz daha büyüktür, ama onun da maksimum kapasitesi bellidir. Küçücük Kariye Müzesi’ne günde kaç kişi girer, o da bellidir. İstanbul’da yeni bir alternatif dizi yaratılmadığı sürece hepsi hikâyedir. Bütün bunları belli bir platform üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu nedenle başta ‘Ahmet izin vermez’i anlattım. Kruvaziyer yığıntı, görüntüyü bozacak, kenti pisletecek gibi konuların dışında plancıların düşünmesi gereken başka konular bulunmakta... Rakamlar kolay bir şekilde ortaya atılıyor. ‘Turizm patlayacak’ deniyor. Turizm patlarsa Kapadokya altta kalır. Elmalı Müzesi’ne bir defada en fazla 30 kişi girebiliyor ve gezi süresi 3 dakikayla sınırlandı. Peki gerisi ne olacak? Plancının bunu çözmesi gerekiyor. Kapadokya’da ne yapmak gerektiğini ben biliyorum. İstanbul da böyle, 94 Ayvansaray- Edirnekapı güzergâhını biz bu amaçla yarattık. Bu öneriyi 2005 yılında KBGV olarak belediyeye sunduk, ortaya apayrı sonuçlar çıktı. İstanbul’da, turizm denilince plancısı da, turizmcisi de yeni alternatifler yaratmak zorundadır. Bunu yapamazsanız gerçekçi olamazsınız. Derdim sadece öyle ortaya bir laf atmak ya da eleştirmek değil. Biz eskiden beri hep eleştirdik. Yollarda yürüdük, dediler ki “yollar yürümekle aşılmaz.” Devam ettik, ama çözüm üretmek gerekiyor. Bu plancılar için hayati bir olay... Bunu anlatmaya çalışıyorum. Tamamen kendi bildiğim konular üzerine konuşuyorum. Turizmi bilirim, ama köprü yapısını bilmem. Böyle bir eğitim almadım. Size alternatifleri, çok yönlü bakış açılarını ve vizyon sahibi olmayı aktarmaya çalıştım. Birçok konuda olduğu gibi vizyon konusunda II. Mehmet’ten geriyiz. Çok teşekkür ediyorum. Bu arada Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’ne de özel teşekkür ediyorum. Bu konuları tartışa tartışa, belki sivil toplum dediğimiz olayı daha fazla harekete geçirebiliriz. Tekrar herkese teşekkürler. AKİF BURAK ATLAR- Biz teşekkür ediyoruz. Aslında etkinliğin amacına ulaşması için İstanbul’u konuşurken ve yerel seçim gündemi 2014’ün baharında bizi karşılayacakken aramızda yerel idarecileri de görmek isterdik. Fakat davetli oldukları halde ne yazık ki yine görüşlerimizi merak etmediler. Oda olarak biz de turizmciler kadar plancıların da görüşlerine başvurulmadığından sıkça yakınıyoruz. Son sözü Murat Belge’ye verip, daha sonra oturuma hep birlikte noktayı koyalım. MURAT BELGE- ‘Minibüs şoförlerine mi soracağız’ sorusu bir soru değil, eleştiriymiş. Bir şehirde yaşayan herkes o şehrin sahipleridir ve şehri yönetmek durumundaysan herkesi kaale alman gerekir. Son zamanlarda ‘yönetim için yönetişim’ adında yeni bir kavram bulmaya çalışıyorlar. Yani herkesi işin içine daha fazla katarak ve danışarak kararları vermek anlamına gelmektedir. Şoförlere sorup da yol açalım ya da açmayalım demedim, ama yollar açıldı diye rahmet okuyan şoförler ve hak veren insanlar bulunmakta. Bu 95 insanlar da İstanbul’un hemşerileri, bizim hemşerilerimiz. Ek olarak eğitim meselesine oradan geldim. Eğer çevre nedir, tarih nedir, geçmiş nedir, gibi konuların eğitiminde bir şey yapamazsak, insanların aklına şimdiye kadar olmayan nosyonlar sokamazsak elbette ki yollar sadece bu gibi pratik, pragmatik çözümler çerçevesinde dönecektir. Böyle düşünüyorlar diye onları küçümseme hakkımız olduğunu da sanmıyorum. Minibüsçüye mi soracağız diye başlayan mantık silsilesi, bidon kafalı, karnını kaşıyan gibi söylemlere kadar gider. Önemli olan bu konularda karar verirken mümkün olduğu kadar fazla insanı o kararın içine sokacak mekanizmaları yaratabilmektir. Sonuçta herkesi birden memnun etmek mümkün değil, bunu da söyledim. Zaten işin zorluğu buradan gelmektedir. Ama şehirde yaşayan uzmanlar sadece karar verir, geri kalan da o kararlara uyar diyorsak, bu tutum da bu meseleleri çözmenin yolu değildir. Az önce altıgen yapı konusu geçti. Altıgen yapılı strüktürü yine Mimar Sinan çıkardı. Şöyle bir düşündüğüm zaman Sokullu’dan başka Üsküdar’da Valideyi Atike’yi o yaptı, Topkapı’da Karaahmet Paşayı o yaptı, arkasından Cerrahpaşa’yı o model üzerinden yaptılar, Hekimoğlu Ali Paşa o model üzerinden yapıldı. Bir sürü çok güzel, hiçbiri de birbirinin kopyası falan olmayan altıgen altı ayaküstüne oturan camimiz var. Ataşehir’de yer alan cami hiç olmasa da olurdu pekâlâ. AKİF BURAK ATLAR- Çok teşekkür ediyoruz. Oturuma nokta koyalım. Yarın sabah “doğal alanlar”, öğleden sonra “kamusal alanlar”a ilişkin oturumlar ve devamında kapanış forumuyla önümüzde bir gün daha var. Ben Murat Belge’ye, Faruk Pekin’e ve Hayri Fehmi Yılmaz’a ve siz katılımcılara teşekkür ediyorum. 96 3. OTURUM “İSTANBUL’UN DOĞAL ALANLARI” 2005 yılında yayınlanan Binyıl Ekosistem Değerlendirmesi (Millenium Ecosystem Assessment, 2005) sonucunda insan faaliyetlerine bağlı olarak dünyada ekosistemlerin ciddi değişim altında olduğu ve bu gelişmenin özellikle hızlı kentleşmeye bağlı olarak insan yaşamını yakın gelecekte ciddi tehlikelerle karşı karşıya bırakacağı belirtilmektedir. 2008 yılından sonra dünya nüfusunun yarıdan fazlasının kentlerde yaşamaya başlaması ardından, kentsel alanlara yönelik sürdürülebilir gelişme politikalarında ekosistemler tarafından sunulan servislerin devamlılığı konusuna dikkat çekilmektedir. Özellikle plansız ve hızlı kentleşmeye bağlı olarak ekosistemlerde hızlı bir değişim yaşanmakta olduğu ve ekosistemler tarafından sunulan ve insan yaşamı ile refahını doğrudan etkileyen bu servislerin kentleşmenin baskısıyla tehdit altında kaldığı vurgulanmaktadır. Ülkemizin kentsel nüfus büyüklüğü açısından 1. sırada yer alan ili olan İstanbul’da da benzer hassasiyetler söz konusudur. Kentleşmenin sosyal, ekonomik ve yönetimsel dinamikleri, ekolojik sistemler üzerinde önemli değişim ve baskılar yaratabilmektedir. İstanbul’un mekansal planlama kararları ile ya da, plan kararlarından bağımsız geliştirilen büyük yatırımların/projelerin gelecekte doğal alanlar üzerinde yaratabileceği risklerin bu günden değerlendirilmesi gerekmektedir. İstanbul’un kuzeyinde, ya da güneyinde; Anadolu ya da Avrupa Yakası’nda söz konusu olan mega yatırımların/projelerin mekansal planlama kararları ile ilişkisinin irdelenmesi ve bu kararların ekosistem bütünselliği ile ekolojik planlama ilkeleri perspektifinden değerlendirilmesi günümüzde aciliyet taşımaktadır. Bu kapsamda 11 Ekim 2013 tarihinde İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü tarafından gerçekleştirilecek olan ön-çalıştayda 97 konu ilgili yerel yönetim teknik personeli, STK temsilcileri, akademisyenler ve lisansüstü öğrencilerinin katılımıyla tartışmaya açılacak ve ön-çalıştay sonuçları 7. İstanbul Buluşmaları’nın III. Oturumunda paylaşılacaktır. 22 Ekim’de gerçekleştirilecek olan ve İstanbul’un doğal alanları ile ilgili III. Oturumda; İstanbul’un sahip olduğu farklı habitatlarda yaşanan kentleşme baskıları ve tehditler ile biyolojik çeşitliliğin karşı karşıya bulunduğu risklerin değerlendirilmesi, İstanbul’un temel doğal alanları içinde değerlendirilen su havzaları, ormanlar, sulak alanlar, kıyılar ve meraların kentleşme baskıları, plan kararları ve mega-projelere bağlı olarak değişiminin irdelenmesi, Çevre hukuku bağlamında İstanbul’un doğal alanlarının ele alınması, ve İklim değişikliğine kentsel uyum bağlamında İstanbul’un doğal alanlarının önemi konuları ele alınacaktır. 98 SUNUCU- Hoş geldiniz. Sayın Ömer Aykul, Sayın Zerrin Bayraktar, Sayın Neriman Özhatay, Sayın Doğanay Tolunay’ın konuşmacı olarak yer alacağı 3. Oturumu başlatmak üzere Oturum Başkanı Sayın Azime Tezer’i sahneye davet ediyorum. AZİME TEZER- Herkese günaydın. İstanbul Buluşmalarının ikinci gününe hoş geldiniz. İstanbul Buluşmalarının başlangıcından itibaren içinde bulunan, rol alan bir öğretim üyesi olarak öncelikle toplantıyla ilgili konuşarak başlamak istiyorum. İstanbul’un üç ana üniversitesinin şehir planlama bölümleri tarafından ve Plancılar Odasının koordinasyonunda hazırlanan bu toplantının çok anlamlı ve çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Özellikle dünkü oturumlardan sonra da bir kere daha böyle bir şeyin yapılmış olmasından ve içinde bulunmaktan ne kadar mutluluk duyduğumu sizlerle paylaşmak isterim. Bugünkü katılımcılara da sizlerin huzurunuzda bir kere daha katıldıkları ve davetimizi kabul ettikleri için kendilerine teşekkür etmek istiyorum. Dünkü toplantılarda bazı başlıklar konuşulmuştu. Bugün İstanbul’un doğal alanlarıyla ilgili sorunları, gündemdeki ‘mega proje’ lerin doğal alanlara olan etkilerini birlikte gündeme getirmeye ve farklı boyutlarını tartışmaya çalışacağız. Panel öncesinde yapılan çalıştaylardan bahsedilmişti. İstanbul Teknik Üniversitesinin bu kapsamda yaptığı ön toplantının sonuçlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Toplantı öncesinde bir ön Çalıştay düzenledik. Maalesef günün kritikliği nedeniyle beklediğimiz düzeyde katılım olmadı. Yine de çok önemli konuların tartışıldığını, gündeme getirildiğini ve sizlerle bunları paylaşmamızın çok faydalı olacağını düşündüğümüz noktaların konuşulduğunu belirtmek isterim. Sizlerle bu ön Çalıştayın çıktılarını paylaşmak istiyorum. Ek olarak her bir oturumun tema tanıtımı ve içinde belirlenmiş bazı konu başlıkları bulunmakta. Sorular veya burada tartışılmasını beklediğimiz konular mevcut. Panele ön Çalıştayda yapılan bazı değerlendirmelerin faydalı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle hızla tartışma konularını sizlerle paylaşacağım. 99 Sonrasında her davetli konuşmacımızı dinleyeceğiz. Konuşmacılarımızın 20’şer dakikalık süreleri var ve ardından bir öneriler kısmı bulunmakta. Öneriler bölümünde konuşmacılarımız kendileriyle ve sunumlarıyla ilgili önerilerini yapacaklardır. Ardından sizlerin sorularıyla oturumumuzu tamamlayacağız. Çalıştay ön duyurusunda yer verdiğimiz ‘bahsedilebilecek doğal alanlar’ söylemi belirtildiğinde İstanbul’da akla gelen öncelikli konular bulunmakta. Ormanlar öne çıkıyor olabilir, ama bu doğal sistemi bir bütün olarak düşünmemiz gerekmektedir. Sistem içerisindeki elemanların bütün ve birbirleri üzerine etkilerini analiz etmemiz gerekmektedir. Mekan planlama açısından çok önemlidir. Ama belirsizlikleri ve birbiri üzerine etkileri olması nedeniyle mekanlar komplike sistemlerdir. Bu nedenle çok yönlü düşünülmelidir. Beklenen etkiler ve belirsizlikler ya da bilemediğimiz, öngöremediğimiz etkiler söz konusu olabilir. Bu nedenle ‘doğal alanlar’ denildiğinde çok yönlü düşünmemiz gerekir. Mega projelerle ilgili olarak İstanbul’da şu an gündemde olan büyük projelerin etkileri konusunda hangi konuları dikkate almak gerekir diye sorduğumuzda katılımcılarla aslında çok farklı konular gündeme geldi. ‘Uluslararası mevzuat, yasalar veya uluslararası kurum ve kuruluşlarla bağlantılı olarak bu konular nasıl değerlendirilmelidir veya bunların etkisi nasıl olabilir? Bu araçları kullanarak nasıl daha farklı bir yöne götürebiliriz?’ gibi sorular gündeme geldi. Temel sorunlardan bir tanesi olan yerel yönetimlerin merkezi idare uygulamalarıyla ilgili olarak yeterince etkin olmaması veya yeterince aktif rol almamaları ele alındı. Artık kamuoyunda ‘önünde-sonunda nasılsa oluyor’ şeklinde çok yaygın bir kanı var ve bu durum yeterli ve gerekli tepkilerin zamanında verilmesiyle ilgili konularda inancı kırmakta. Başka bir saptamaya değinecek olursak: Projeler çok hızlı hazırlanırken tepkiler o kadar hızlı gelişmiyor. Kamusal alandaki projelere kentsel muhalefetin oluşma süreci gerçekten çok zaman alan bir konu ve bu oluşum esnasında yasal süreç devam etmekte. Projeler yapılıyor ve tamamlanıyor. Tamamlama sonrası yasal süreç 100 bir karara varıyor ve onu anlamsızlaştırıyor. Hukuki süreç devam ederken yapılan uygulamalar, ‘olan olmuş’ şeklinde kanaatlere neden olmakta. Sivil toplum kuruluşları bir şekilde sürecin dışında bırakılmaya çalışılıyor. Örneğin, imar planı tadilatlarının artık odadan onaylı olması gibi bir gereklilik istenmiyor. Diğer taraftan çıkarılan yeni yasalarla, kır ve kent, yani doğal alan ağırlıklı bir alanla daha yapılaşmış kentsel çevre arasındaki farklılaşmayı ortadan kaldırıyor. Yasalarla kırsal alanlar kentsel alanın parçası haline getiriliyor ve ikisi arasındaki fark ortadan kaldırılmış oluyor ve bu alanları kimliksizleştiriyor. Kentsel dönüşümde mevcut yapıda rehabilitasyon tekniği pek tercih edilmiyor. Bunun yerine yıkıp yeniden yapmayı tercih ediyoruz. Böylece bir taraftan atık üretmiş oluyoruz, bir taraftan da yapısal çevreyle ilgili kentsel hafızayı ve oradaki somut, soyut hafızayı ortadan kaldırmış oluyoruz. Uygulamalarda bu tip kayıpların olduğu çalıştayda belirtildi. Dün yapılmış olan toplantılarda kentsel dönüşümle ilgili olarak özellikle iki temel konu bulunmaktaydı. Bir tanesi kentsel dönüşümün temel gerekçesi olan deprem riskiyle ilgili alanlarda mı oluyor sorusuna verilen cevapları içermekteydi. Çok ciddi oranda en riskli alanlarda geliştirilmediğini toplantılarda da belirtilmişti. Diğer taraftan kentsel dönüşüm uygulamalarında rezerv alan konusu gündeme getirildi. Rezerv alanlar kentin hassas alanlarında ortaya çıkabilecek bir uygulamayı beraberinde getirebiliyor diye konuşulmuştu. Ek olarak bir balayı durumundan bahsedilmiş ve bu balayı durumunun kentsel ortamda sadece alan ve satanla mı ilgili olduğu gündeme getirilmişti. Toplantıda belirtilen bir diğer nokta İstanbul’un tarihsel geçmişi içinde aslında büyük projelere alışık olduğuyla ilgili bir değerlendirmeydi. Ülkenin en önemli metropolü, en önemli kaynaklarının biriktiği ve yığıldığı bir alan olması nedeniyle İstanbul bu tür büyük projeleri yaşayacak ve tabii ki İstanbul en büyük projelere ve deneyimlere sahne olacaktır. Bu deneyimler yaratıcılıkla ya da kentsel yaşam kalitesiyle ilgili olabilir. Fakat dünyanın geldiği noktada, 101 İstanbul’un karşı karşıya olduğu gelecekle ilgili risklerin de dikkate alınarak bu yatırımların değerlendirilmesi acilen gerekmektedir. Oturumda kültürel ve doğal miras olarak geçmişin ve estetiğin ‘kıymeti harbiyesi’nin olmadığı belirtilmişti. Kültürel ve doğal mirasların değerlerinin ekonomik değerleri kadar öncelikli olmaması nedeniyle önem taşımadığı düşünülebilir. Yine belirtilen noktalardan bir tanesi de geçmiş imar uygulamaları ve halkın günlük hayattaki kullanım tepkileriydi. İstanbul’daki en temel imar faaliyetlerinin 1960’lara gelinen süreçte Adnan Menderes döneminde olduğu ve bunlarla ilgili olarak kimi durumlarda şehirde yaşayan kentliler tarafından onaylandığı belirtilmişti. Bu doğrultuda acaba üçüncü köprü de açılsa ve bittikten sonra iyi ki bu üçüncü köprü buradan geçti diyecek miyiz ya da bunu kim der veya hangi koşullarda bu denilir? Bu soruyu sizinle paylaşmak istedim. Toplantının sonuna doğru umut veren bir söyle olmuştu. Bu ‘Ne olursa olsun Ahmet buna izin vermez’ söylemiydi. Peki, Ahmet kim? Karacaahmet. Halkın, bizlerin ve hatta Taksim Gezi olayları düşünsel sürecinin ilişkilendirildiği bir durumda duyarlılığımızın ve bu konularda ‘dur’ diyebilecek tek organın bizler olduğunun vurgulandığı bir değerlendirmeydi Doğal alanlarla ilgili konuşmaları ve tartışmayı yapacağımız noktada ben İstanbul’la ilgili birkaç slaytı sizlerle paylaşmak istiyorum. Üçüncü köprünün geçtiği güzergâhı görmektesiniz ve bu güzergâhın İstanbul’un anayasası olan çevre düzeni planı üzerinden geçirilerek gösterilmiş hali. Çevre düzeni planının parçası olmadığını biliyorsunuz, bu karar ÇDP’ den ayrı olarak, merkezi hükümetin tasarrufu altında geliştirilmiş olan bir uygulamadır. Burada görüldüğü üzere güzergâhın çok ciddi bölümünün İstanbul’un orman alanlarından geçtiğini ve önemli bir oranda da tarım alanlarından geçtiğini görüyoruz. Bu oranları yüzdeleştirirsek güzergâhın yaklaşık yüzde 33’ü orman alanlarından, yüzde 24’ü tarım alanlarından geçmektedir. Güzergâhın etkisinin alanda nerelere geldiğini ve nasıl bir etki yarattığını görmektesiniz. Konu ile ilgili yapılan 102 değerlendirmeler bulunmakta. TEMA bu konuda bir Çalıştay düzenledi ve Şehir Plancıları Odası tarafından yapılan değerlendirmede belirlenmiş 10 noktayla ilgili cevap niteliğinde hazırlanmış bir çalışma bulunmakta. Kanal projesi bir başka önemli etki yaratabilecek olan projelerden bir tanesi. Biliyorsunuz kanal projesi sadece kanal ile alakalı konuları içermiyor. Köprü, kanal, üçüncü havaalanı projeleri birbirleriyle entegre edilmesi gereken projelerdir. Çünkü birbirleriyle ilişkili projelerdir. Şematik olarak ifade edilmiş bu görselde iki tane kanal görüyorsunuz. İlk gündeme gelen kanal doğuya doğru kaydırıldı ve Küçükçekmece Gölü, Sazlıdere’den kuzeye, Karadeniz’e bağlanan bir güzergâhı oluşturdu. Daha öne çıkmış olan bu güzergâhta ise üç parçalı durum söz konusu. Buradaki karayolları bağlantıları, köprüler ve bağlantı yolları doğal yapı ve ekosistem üzerinde kuzey-güney ve doğu-batı doğrultulu parçalanmalar yaratacaktır. Proje ciddi bir fragmantasyon yaratmanın yanı sıra buradaki ekosistem üzerinde yakın ve uzun vadede bu alanların doğal işlevselliği açısından çok ciddi riskler yaratabilecektir. Bahsedilen bir başka uygulama : Yenikapı dolgu alanı. Benzer şekilde Maltepe dolgu alanı da yine kritik doğal alanlarla ilgili kritik etkiler yaratabilecek olan uygulamalar. Bu grafikte İstanbul’da yapılan kentsel dönüşüm ya da planlanan kentsel dönüşüm uygulamalarıyla doğal risklerin bulunduğu alanları göstermektedir. Çok ciddi oranda aslında doğal riskli alanlar üzerinde herhangi bir şey yapılmadığını, bunun aksine kentsel dönüşüm alanlarının aslında bu alanları içermediğini, hatta kimi yerlerde ekolojik açıdan riskli bulunan bölgeler üzerine yoğunlaştığını da görebiliyoruz. Varsayımsal olarak kuzeydeki yeni şehirler olursa, kanal geçerse ve ona bağlantılı olarak tarım alanları civarında yapılaşmalar oluşursa, bu yollar boyunca gelişmeler artarsa, İstanbul ne hale gelebilir, yapılaşma nasıl artabilir bu projeksiyonda bunu görmekteyiz. Temel konu projelerin insan yaşamına sunduğu faydaların uzun vadede doğal alanları çok ciddi olarak risk altına atmış olduğudur. Ekosistem servisleriyle ilgili olarak: 103 Temelde kaynak sağlama, düzenleyici işlevi, destekleyici işlevi ve kültürel işlevi olmak üzere 4 temel işlevden bahsedilir Asıl olarak vurgulamak istediğim konuyu görmektesiniz. Burada arazi örtüsünün bize sunduğu ekolojik işlevlerle, saymış olduğum 4 temel işlevle ilişkili olarak iki tanesi dikkate alınıyor. Kaynak sağlama ve düzenleyici işlevleri en temelde projelerin etkilerinin TL cinsinden değerlendirmediğimizde katkı sağlamaktadır. Bu açıdan baktığımızda arazi örtüsündeki en kritik ve yoğun olan bölgenin en fazla katkıyı verdiği arazi örtüsü iğne yapraklı ormanlar oluşturmakta. Sonuç olarak bilimsel verilerle en fazla işlevi ve katkıyı veren arazi örtüsü orman olarak görülüyor. Bunu paylaşmak istedim ki, neden ormanlara takıyoruz merak edilirse diye. Çünkü bu alanlar hassas ve en fazla katkı veren alanlardır. Bu çerçevede konuşmacılarımızı ve bu konular üzerine belirlenmiş sorular üzerinden yapacakları değerlendirmeleri alabiliriz. Öncelikle hocamızı Sayın Prof. Dr. Neriman Özhatay’ı davet etmek istiyorum. Kendisi İstanbul Üniversitesi Farmasötik Botanik Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Prof. Dr. NERİMAN ÖZHATAY- Günaydın. Bugünkü konuşmamda Doğal alanların İstanbul için değerini anlatacağım. Doğal alanların neler olduğundan ve doğal alanlarda bulunan otsu bitkilerden söz edeceğim. Orman ve ağaçları nispeten daha rahat görüldüğü ve daha az sayıda tür içerdiği için hem değerlerini biliyoruz, hem de onları tanıyoruz. Ama otsu bitkiler küçüktür, bazısı 5-10 cm.’yi geçmeyen bir kısmı soğanlı, bir kısmı tek yıllık, bir kısmı çok yıllık çalı şeklindeki bitkilerden oluşmaktadır. Bunları içeren doğal alanlar İstanbul’da nerelerde yoğunlaşmıştır ve İstanbul’un biyolojik çeşitlilik açısından kayda değer bir zenginliğinin olup olmadığına değineceğim. 43 yıldan beri, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmasötik Botanik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olarak çalışmaktayım. Anabilim dalımızda, Ülkemizin Tıbbi Bitkileri ile özellikle de içinde bulunduğumuz yörenin doğal 104 bitkileri hakkında geniş araştırmalar yapılmaktadır. Tıbbi bitkilerle çalışmaya başlayınca ülkemizin ve özellikle de içinde bulunduğumuz yörenin doğal bitkileri hakkında geniş araştırmalar yaptık. Bu çalışmaların sonucunda elde ettiğimiz bilgilerin Doğa ile ilgili Sivil Toplum Kuruluşları ve öğrencilerimin aydınlatılmasına çok önem veriyorum. Farkındalık yaratmanın korumanın ilk adımı olduğunu, tanımadığınız herhangi bir şeyi koruyamayacağınız için bu konuda çok sayıda kitap çıkarmanın, yayın ve konuşma yapmanın da önemi olduğunu söylemek istiyorum. Sunumumda bitkileri tanıtırken onların bilimsel adlarını varsa Türkçe adlarını vereceğim. Bu bitkileri sadece bilimsel adları (Latince) ile değil fotoğraflarla tanıtmak akılda daha kalıcı olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle sunum İstanbul doğal bitkilerinin çok sayıda renkli fotoğrafını içermektedir. Size İstanbul un eşsiz zenginlikteki florası hakkında sınırlı zaman içinde bilgi verebileceğimi ümit ediyorum. Fotoğraflarını göreceğiniz bitkiler İstanbul’un sessiz güzelleri: Soğanlı bitkiler, orman içinde yetişen çeşitli bitkiler, sahil kumullarında sulak alanlarda yetişen bitkilerdir. 26 asırlık geçmişiyle İstanbul, yüzlerce kez kendini kuşatma altında bulmuş bir kent. Slavlar, Grekler, Romalılar, Hunlar, Bulgarlar gibi pek çok millet, bu güzel kenti işgal etmeyi istemiştir. İstanbul'un yaşama biçimi, bu kuşatmalar ve işgallerin yüzyıllar öncesinden gelen etkileriyle şekillenmiştir. Bugün İstanbul yeniden kuşatma atında. Bu; kentin çeşitliliğini artıran, ona kültürlerin zenginliğini taşıyan bir kuşatma değil. İstanbul bugün kentin değerlerini tehlikeye sokan hızlı nüfus artışının neden olduğu bir kuşatmayla karşı karşıyadır. İstanbul yaklaşık 13 milyon kişiye ev sahipliği yapmaktadır ve nüfusu her sene yaklaşık yarım milyon kişi artar. Bu büyük rakamlarla İstanbul, Avrupa'nın en hızlı büyüyen ve dünyanın en kalabalık mega şehirleri arasında yer alır. Türkiye’nin toplam nüfusunun % 18,2’si (13.624.240 kişi) İstanbul’da 105 ikamet etmektedir Yüksek nüfus; konut, endüstri, iş sahaları, yollar, kanalizasyon, yeni yapılaşmalar ve benzeri faaliyetler doğal alanlarımızı etkilemektedir. Kanal İstanbul, üçüncü boğaz köprüü, üçüncü havalimanı gibi projeler, doğal alanları tehdit etmesi İstanbul’daki yaşam kalitesini düşürecektir. Hepsinden önemlisi bu faaliyetler, araziye olan talebin artışı anlamına gelir. Bu taleplerin karşılanması için İstanbul'un; doğal kuzey ormanları, uluslararası öneme sahip fundalıkları, kumul alanları, sulak alanları gibi doğal değerlerini barındıran alanları-geri dönülmez şekilde yok edilmektedir. Sonuç olarak; nadir türler yok olma, yaygın türlerse azalma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. İstanbul' un büyümesi kontrol altına alınmadığı takdirde, kentin doğal peyzajı haritadan tamamen silinecek ve yaşam döngüsünde gerekli olan bitki türlerinin nesli tükenecektir. 21. yüzyıl, İstanbullular için farklı bir yaşam biçimi umudunu da beraberinde getiriyor. İnsanlar yaşamak için; doğal zenginliğe sahip, daha düzenli, daha temiz ve ekolojik sağlıklı bir ortamı tercih edecekler. İhtiyaçlarını, akılcı yollarla ait oldukları doğanın kaynaklarına ve çeşitliliğine zarar vermeksizin belirleyeceklerdir. Günümüzde, insanlar doğal ortamlarla iç içe yaşamak istiyor, bu gereksinimi karşılamak için, bütün projelerde öncelik doğaya verilmelidir. Peki, İstanbul’daki doğal alanlar nerelerdedir? Hangi bitkiler adeta İstanbul’un simgeleridir? İstanbul Kardeleni: hepinizin adını sık sık duyduğunuz soğanlı bir bitki türü. Kardelen adı günümüzde artık çok sık rastladığımız bir isim ve çiçek adı dışında çok kullanılmaktadır. İstanbul’un adını alan, Anadolu yakasında özellikle orman altlarında, açıklıklarında yetişen İstanbul kardeleni (Galanthus plicatus subsp. byzantinus) . 106 Fotoğraf 1: Galanthus plicatus subsp, byzantinus Erguvan (Cercis siliquastrum) İstanbul’da yetişen doğal bir ağaçtır adeta İstanbul’un simgesi olmuştur. Nisan-Mayıs aylarında yapraklarından önce açan çiçekleri ile Boğaziçi’nin sırtlarını süsler. Fotoğraf 2: Cercis siliquastrum İstanbul’un bu doğal çiçekli bitkileri ile eğreltilerinin zenginliğini göstermek için sayılarla il değil ülkeler ile karşılaştırarak belirtebiliriz. İstanbul 5353 km2, 2500 çeşit çiçekli bitkiye ev sahipliği yapmaktadır. Görmekte olduğunuz grafikte sarılar yüzölçümü, yeşiller sahip olduğu otsu bitkiler ve eğreltiler. Yanında İngiltere var. İngiltere’nin büyüklüğü 250 000 km2, 1 850 107 civarında bitki türü bulunmakta. Diğer Avrupa ülkeleriyle, komşularımızla, Yunanistan’la, İran’la, hepsiyle karşılaştırabiliriz. Türkiye bu ülkelerle kıyaslandığında sahip olduğu olağanüstü çeşitlilik ortaya çıkıyor. 10 000 kadar doğal bitki türü ile Ülkemiz florası kıta flora ile karşılaştırılabilirken; İstanbul da ülkelerle, karşılaştırılamayacak kadar büyük bir doğal bitki zenginliğine sahiptir Bir bölgedeki otsu bitkilerinin adedi tabii ki önemli, ama adedinin yanında nadir ve endemik bitkileri, yani lokal olarak yetişen, yetiştiği alanları sınırlı olan bitkilerinin çokluğu da o floranın önemini göstermektedir. İstanbul’da 45 endemik bitki çeşidinin Türkiye için endemik bunların 20 tanesi ise İstanbul dışında dünyada başka bir yerde doğal olarak yetişmeyen türlerdir. Özetle bu bitkilerin yaşama alanları tahrip edilirse bu türlerde yeryüzünden yok olacaklardır. İstanbul florasının bu denli zengin olmasının nedeni ise, iki kıta arasında oluşu, kuzeydeki iklim ile güney bölümdeki iklimin farklı oluşu, deniz seviyesinden – Aydos Dağı’na kadar değişen çeşitli yükseltilerin oluşu, sulak 108 alanları gibi tüm bu topografik yapı ve farklı habitatların bulunuşudur. İstanbul’un doğal yaşam alanları (habitatlar) nelerdir ? Kıyı Kumulları Kıyıdaki kumullar çok özel bir yaşam ortamıdır, yazın 40 derece sıcaklıkta ayağınızı bile basamadığınız yerde bazı bitkiler ve hayvanlar yaşamlarını sürdürmektedir. Bu zor şartlara adapte olmuş bitkiler sadece o bölgede, kıyı kumullarında yetişirler. Ancak İstanbul’da kıyı kumullarının yaklaşık %80’i turizm ve yazlık evler nedeniyle kaybedilmiş durumdadır. Convolvulus persicus, Kıyı kumullarındaki bazı türlerin fotoğrafları; : bir sarmaşık türü, Kilyos kumulları doğal ortamlarıdır. ‘Kum zambağı ‘Ağustos ayında kumullarda çiçek açan, soğanlı bir bitkidir Şile’den çekilen bu fotoğrafta Kuzey Anadolu kıyıları boyunca yetişir endemik değildir. Güzel kokulu bu zambak bitkisi kıyılarımızın süsüdür. Fotoğraf 3: Pancratium maritimum 109 Fotoğraf 4: Convolvulus persicus Bazı bitkiler İstanbul’un veya İstanbul’un ilçelerinin adını almıştır. Örneğin bu, Kilyos peygamber çiçeği ‘‘Centaurea kileae ‘ tür adını Kilyos’un eski adı olan kileae’dan alır. Fotoğraf 5: Centaurea kileae Fotoğrafını gördüğünüz: ‘Peucedanum obtusifolium’ Yabani kereviz İstanbul sahillerindeki kumullar üzerinde yazın sonlarında çiçek açan bir diğer endemik tür’dür. 110 Fotoğraf 6: Peucedanum obtusifolium Boğaziçi Keteni ‘Linum tauricum subsp. bosphorii’ yine kumullarda yetişen ve adını da Boğaziçi’nden alan bir keten türüdür. Fotoğraf 7: Verbascum degenii 111 Bu bitkilerin bir kısmı tıbbi bitkilerdir. Örneğin Sığırkuyruğu ‘Verbascum degenii ‘Kilyos ve Şile’de kumulla kara arasında yetişen endemik ve tıbbi değeri olan bir türdür. Ormanlar İstanbul’da geniş yayılışa sahip önemli bir doğal yaşam alanlarıdır. Yapraklarını döken ormanların altında özellikle bazı otsu bitkilerin, soğanlı bitkilerin, önemli endemiklerin yetiştiğini vurgulamak isterim. Örneğin İstanbul kardeleni ‘Galanthus plicatus subsp. byzantinus, melez kardelen ‘ Galanthus x valentanie , Karadeniz siklameni ‘Cyclamen coum ‘Turuncu renkli Peygamber çiçeği’, Centaurea hermannii, bir diğer güzel çiçekli bitki türü ise İstanbul Şakayığıdır, endemik olmayan bu şakayık türü Çatalca ve Şile ormanlık alanlarda, orman açıklıklarında Mayıs ayında kırmızı renkli çiçekler açan bir türdür. İlk örnekleri İstanbul’dan toplandığı için İstanbul şakayığı olarak bilinir. Paeonia peregrina bilimsel adı ile tanınan tür Kuzeybatı ve Batı Anadolu yaygındır. Maki araları ve orman açıklıklarının bir diğer önemli bitkisi salep türleridir. Terkos ve Şile çevreleri bu türler bakımından çok zengindir. Sulak Alanlar Değinmek istediğim bir diğer doğal alan sulak alanladır. Sulak alan habitatlarına; göller, bataklıklar, dereler, geçici durgun sular girmektedir. Sulak alanlar dünyada çok ciddi tehlike altındadır. İstanbul’un sulak alanlar uluslararası öneme sahiptir ve aşırı tehdit altındadır. Türkiye’nin de 1984 yılında imzaladığı Bern Sözleşmesi gereği sözleşme ekindeki listede bulunan bitkileri ve onların yaşam alanlarını korumak zorundayız. ‘Trapa natans’, su kestanesi, bu bitkilerden birisidir. Bu bitkinin yetiştiği her yeri, her alanı Türkiye Cumhuriyeti korumak zorunda, ama böyle olmuyor tabii. 112 Fotoğraf 8: Trapa natans Bir diğer su ve Bern sözleşmesi ekinde yer alan tür Salvinia natans’dır. Fotoğraf 9: Salvinia natans Soğanları yurtdışına ihraç edilen göl soğanı ‘Leucojum aestivum’ dur. 113 Bugün Bulgaristan’da Alzheimer’a karşı bir ilaç elde ediliyor baraj altında kalacak olan birçok bölgede ve Terkos civarında bu bitki yetişmektedir. Fotoğraf 10: Leucojum aestivum Fundalıklar, bir diğer çok önemli yaşama alanıdır ve İstanbul’un fundalıkları Avrupa’da ve dünyada çok önemli bir konumdadır. Fakat çok büyük bir kısmını da, % 85, tahrip olmuştur. Bu durumun en önemli nedeni ise aşırı ve plansız yapılaşmadır. Çalı şeklinde fundalar ‘Erica türleri’ ve onların yaşadığı ortamdaki diğer bitkilerin tümüne fundalık ekosistemi adını veriyoruz. Bu sistem çok nadir birçok bitkiyi içeriyor. Fundalıklarla birlikte mera alanları da önemli ve bu alanlar artık İstanbul’da yok denilecek kadar azalmış durumda. Mera Kanunumuz var, fakat uygulama yapılmamaktadır. Fundalık yaşama ortamına adını veren funda türleri İstanbul’da ilkbaharda ve sonbaharda çiçek açan çalı şeklinde. Erica arborea beyaz çiçekli olan tür ile Erica manipüliflora, erken ilkbaharda pembe renkli küçük çiçekler açan halk arasında Püren olarak bilinen türdür. 114 Fotoğraf 12: Erica manipüliflora Fotoğraf 12: Erica arborea 115 Fotoğraf 13: Colchicum chalcedonicum Fundalar arıların çok sevdiği, erken ilkbahar ve geç sonbaharda çok çiçek olmadığı dönemlerde arıların ziyaret ettiği bitkilerdir. Dolayısı ile bal arıları için fundalıklar ayrı bir önem taşımaktadır. Fotoğraflarla fundalıkların bitkilerine göz atarsak bunlardan biri adını Kadıköy’den alan Kadıköy Çiğdemi: Colchicum chalcedonicum İstanbul’da yetişen yabani lale (Tulipa orphanidea) Anadolu yakasının dağlık alanlarında doğal olarak yetişen ve ilkbaharda çiçek açan bir türdür. Fotoğraf 14: Tulipa orphanidea 116 İstanbul’un bu nadir ve endemik türlerini tanıtmak ve korunması için farkındalık yaratmak amacıyla Doğal Hayatı Koruma Derneği ile “HER DEM YEŞİL İSTANBUL” adıyla bir proje yürüttük ve bir broşür yayınladık. Şimdi bu çeşitli alanlarda yaşayan bitkiler İstanbul’un hepsi çok önemli, ama bazı alanlar diğerlerinden daha önemli. Önemli Bitki Alanı (Important Plant Areas) doğa korumada öncelikleri olan alanları belirtiyoruz ve Türkiye Avrupa’da ilk önemli bitki alanlarını kitap halinde yayınlayan ülkedir, 2000 yılında yayınlandı ve şimdi Avrupa’da 66 ülke önemli bitki alanlarını saptamış durumda. Peki, önemli bitki alanları İstanbul’da hangi alanlar onları çok kısaca geçmek istiyorum. İstanbul’da 7 önemli bitki alanı var: 1. Terkos, 2. Batı İstanbul meraları, 3 Ağaçlı, 4. Kilyos 5. Şile sahillerindeki kumullar 6. Kuzey Boğaziçi 7. Ömerli Havzası. Şöyle bir düşünmenizi rica ediyorum. Biraz önce Azime Hocamızın gösterdiği Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve de üçüncü havaalanı, hepsi bu alanları tahrip eden yapılaşma ve rekreasyon çalışmaları. Terkos çevresi İstanbul’un önemli bitki alanlardan biridir. Alanda 13 endemik bitki türü, 73 tehlike altında doğal bitki çeşidi ve Bern Sözleşmesi ile habitatlarını korumakla sorumlu olduğumuz 10 türle İstanbul’un en önemli alanıdır. Maalesef Kanal İstanbul’un yapımı ile etkilenecek bir alandır. Geçeceği güzergah; Sahillerdeki kumul alanları, Ağaçlı kumullarını ve nadir güzel kokulu yabani şebboy gibi birçok nadir türün yaşamını büyük ölçüde etkileyecektir. Aynı zamanda, bu 117 kumullar yeni inşa edilen havalimanı nedeniyle tahrip edilmiştir. Son dakikada bazı önemli türlerin alandan taşınması gerçekleştirilmiştir. 10.000 kardelen soğanı, gibi. Kilyos kumulları ve Kilyos kumullarında yetişen bazı bitkiler ve 1940 yıllarında çekilmiş Kilyos’la ilgili bir fotoğraf, bugünküyle karşılaştırabilirsiniz. Batı İstanbul meraları, Hadımköy veya Bahçeşehir, Küçükçekmece civarları de yapılaşma ve kanal İstanbul projesi ile doğal peyzajın tamamen yok olduğu alanlar olacaktır. Kuzey Boğaziçi Önemli Bitki alanı Belgrat Ormanı ve boğazın iki tarafı, üçüncü köprünün geçtiği alanlardır. Ömerli Havzası Önemli Bitki alanı Formula-1 alanının yapımı ile çok tahrip olmuştur. DHKD’nin bir kampanya ile “Formula-1, flora-0” konun önemine dikkat çekmesine rağmen hem pistin inşaatı ve çevresine yapılan imar izni olmayan villalar ile doğa tahrip edilmiştir. Formula-1 alanının bugünkü durumu meydanda, kullanımı olmaması nedeniyle, tamamen boşa yapılmış bir yatırım durumundadır. Bu tip bir yapılaşmaya örnek olarak Olimpiyat Alanı inşaatını da verebiliriz, doğa tahrip edilmiş korunması gereken alan ve burada ev sahipleri olan doğal bitkilerin habitatları tahrip edilmiştir İstanbul’da Türkiye’nin nadir türlerinden 240 türünün arasından, .41 türün dünyadaki en zengin popülasyonu İstanbul’da, bulunmaktadır. Tehditler nedir? Bugün İstanbul’un doğal alanları ve burada yetişen doğal bitkiler için en önemli tehdit inşaatlardır. ÇED değerlendirmesi yapılmadan yapılan yapılaşma ve diğer rekreasyonel etkinlikler çok özel floraya sahip İstanbul’a zarar vermektedir şehrin doğal peyzajı ortadan kalkmaktadır. Yerel ve merkezi yöneticilerin, planlamacıların ve uygulayıcıların bir arada işbirliği içinde bilimsel verilere dayanarak birlikte çalışması İstanbul’un doğal 118 alanlarının korunması için şarttır. Dinlediğiniz ve İstanbul’un bu olağanüstü bitki zenginliğinin korunması için gayret göstereceğiniz için teşekkürler. AZİME TEZER- Teşekkürler. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinde öğretim üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay’ı davet ediyorum. Prof. Dr. DOĞANAY TOLUNAY- Teşekkürler Sayın Başkan. Prof. Dr. Neriman Özhatay hocamızın anlatmış olduğu konulara ben de değineceğim, fakat o kısımları daha hızlı geçeceğim. Özellikle mega projelerin İstanbul’un doğal ekosistemlerine ne gibi etkileri olacak, bunun üzerinde durmak istiyorum. İstanbul’daki doğal alanlar ve ekosistemler nelerdir denildiği zaman akla Neriman Hanım Hocamızın da anlattığı gibi ormanlar, kumullar, fundalıklar, akarsular, göller gelmektedir. İstanbul’daki mevcut göllerimizin çoğu dalyan göldür. Terkos, Büyükçekmece, Küçükçekmece, Tuzla’daki Kamil Abduş Gölleri bunlara örnek olarak verilebilir. Bu alanlar doğal varlıklarımızı oluşturmakta. İstanbul’da sayılan bu ekosistemler haricinde Doğa Derneği tarafından belirlenmiş önemli doğa alanları var. Ülkemizin tamamında 305 adet kadar olan önemli doğa alanlarından 11’i İstanbul’da yer alıyor. Bunlar; Terkos Havzası, Küçükçekmece Havzası, Büyükçekmece Havzası, Batı İstanbul Meraları Ağaçlı Kumulları, Kilyos Kumulları, Boğaziçi, Ömerli Havzası, Pendik Vadisi, Şile Kıyıları ve Adalar. Bunların neredeyse tamamı mega projelerden doğrudan etkileniyor. İstanbul bitki çeşitliliği açısından oldukça zengin. İstanbul florasında yer alan bitkilerden 40’ı Türkiye için, 23 tanesi ise İstanbul ve yakın çevresine endemiktir. Bu endemik bitkilerin çoğu da projelerden etkilenecek önemli doğa alanlarında yetişiyor. Hızlı bir şekilde ormanlardan bahsetmek istiyorum. İstanbul’da 1971 yılında 264.800 hektar civarında olan orman alanları 2000’li yıllarda 240.300 hektara gerilemiştir. Bu durumun en büyük sebebi 1980 yılından önce orman 119 vasfını kaybetmiş olan 2B alanlarıdır. İstanbul’da 16.300 hektar kadar 2B alanı mevcut ve İstanbul’un alanında ufak tefek değişiklikler olması nedeniyle de orman alanında değişiklikler gözüküyor. İstanbul’un ormanları genellikle meşe, kayın, gürgen gibi geniş yapraklı türlerden oluşmaktadır. İstanbul’da doğal olarak yetişmiş iğne yapraklı türler yok diyebiliriz. Örneğin, Beykoz’da bir göknar ormanı var, doğal mı, değil mi bilemiyoruz. Adalarda bulunan kızılçam ormanlarının doğallığı hâlâ tartışılıyor. Çilingoz tarafında ise doğal karaçam meşcereleri bulunmakta. İstanbul ormanlarının en önemli özelliği Karadeniz boyunca Trakya’da neredeyse kesintisiz olarak Istıranca Dağlarına hatta Bulgaristan’a kadar, Anadolu yakasında ise yine Karadeniz boyunda Adapazarı’na kadar devam etmesidir. Bu ormanların kesintisiz olarak devam etmesi yaban hayatı açısından son derece önemlidir. Parçalanmadan kalmış kuzeydeki ormanlar yaban hayata geniş hareket alanları sunuyor. İstanbul ormanlarının kuzeyde yer almasının başka bir avantajı da hava dolaşımı ile alakalı. Kent güneyde, ormanlar kuzeyde yer alıyor. Hepimizin bildiği gibi İstanbul’da hâkim rüzgâr yönü kuzey, ormanlarda üretilen temiz hava, oksijen kuzey rüzgârlarının etkisiyle kentin üzerine geliyor ve kentteki hava sirkülasyonu sonucunda kentte çok önemli hava kirliliği yaşanmıyor ve karbondioksitle zenginleşmiş hava yerine oksijenle zengin hava geliyor. Bölgedeki ormanlar su havzalarımız açısından çok önemli. Örneğin, bir zamanlar çeşme suyunun adı Terkos suyuydu. Sazlıdere Barajı, Alibeyköy Barajı, Ömerli gibi su havzaları da yine bu ormanlık alanlar içinde yer alıyor ve Azime Tezer Hocamızın bahsettiği ormanın ekosistem hizmetleri, orman servisleri veya ormanın fonksiyonları yağmur suyunun toprağa sızmasını sağlayarak suyun yüzeysel akışla kaybedilmesini engelliyor ve su kalitesini arttırıyor. Bunların hepsi bu ormanlık alanlar içinde yer alıyor. İstanbul’da daha önce açıkladığımız gibi doğal ormanlar tamamen geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşuyor. Orman alanlarında en fazla meşeler hâkim, meşelerin sapsız meşe, saplı meşe gibi türleri bulunmakta. Nemce daha zengin 120 Karadeniz’e yakın yerlerde gürgen, kayın gibi türler işin içine giriyor. Kestane var. Örneğin, Belgrat Ormanında biraz daha güneye yakın kesimlerinde kestaneler bulunuyor. Bunun haricinde dere içlerinde ıhlamur, söğüt, kızılağaç gibi ağaç türleri var. Kuzeyde daha çok Karadeniz bitki örtüsüne yakın bitkilere rastlanırken özellikle güneyde, Florya’dan başlayarak Sazlıdere’ye doğru sokulan maki elemanlarını görebiliyoruz. Asya yakasında fundalıklarda veya Kartal, Maltepe taraflarında yine maki elemanlarını görebiliyoruz. Ormanlarda gördüğünüz her türlü ibreli ağaç ağaçlandırmayla gelmiş durumdadır. Kent içi ayrı tutulursa ağaçlandırma çalışmalarında en çok sahil çamı, fıstık çamı, karaçam ve az da olsa kızılçam kullanılmıştır. Kızılçamların çoğu 80’li yıllarda soğuk nedeniyle dondu, bu nedenle çok fazla bulunmamaktalar. Kıyılar önemli doğal alanlardandır. İstanbul’da neredeyse yerleşimlerin olduğu yerlerde doldurulmamış kıyı alanı kalmadı. Bunun en büyük sebebi de İstanbul içinde kamusal alanlar kalmaması, Yenikapı miting alanında olduğu gibi kıyılar doldurularak yeni alanlar kazanılmaya çalışılmasıdır. İstanbul’da ormanlarda izin, irtifak olarak adlandırılan uygulamalarla kamu yararı diyerek birçok binaya ya da başka kullanımlara izin veriliyor. Ormanlara en fazla zarar verecek üç tane büyük proje bulunmakta, bunlar üçüncü köprü, üçüncü havaalanı ve kanal İstanbul projeleri. Bu projelerin doğal ekosistemlere ne gibi etkileri var? Kamuoyunda ilk gündeme gelen konu ağaç kesimi konusudur. Değişik gazetelerden Ağustos ayı tarihli fotoğraflar görmektesiniz. Fotoğrafın altındaki açıklamada: “Bu üçüncü köprünün güzergâhı kesinlikle ormanlardan geçmeyecek. Kuzeydeki taş ocaklarının olduğu yerden geçecek” diye açıklamalar yapıldı. Çok az orman alanı kesilecek denildi, ama tahminen kamulaştırma sorunları nedeniyle hemen taş ocaklarının kenarındaki ormanlık alandan geçirildi. ve bu şekilde 3. Köprü bağlantı yolları için kesilecek orman alanı 2.542 hektar kadar. 3. Köprü projesine ek olarak 3. havaalanı için de önemli miktarda ağaç 121 kesilecek. Toplam 2,5 milyon civarında ağaç kesileceği Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından açıklanmıştır. 3. havaalanı ÇED raporunda proje alanındaki 1,5 milyon kadar ağacın taşınacağı iddia edilmişti. 3. havaalanı proje alanı 7.650 hektar, bunun 6.173 hektarı ise orman alanı. Köprü ve havaalanı projelerinden İstanbul’un toplam orman alanının yüzde 3’ü kadar bir alan etkilenecek. Tam rakam yüzde 2,74’tür. Bu kadar bir alanın insanlara sunmuş olduğu oksijen üretme, karbon üretme, iklim düzenleme, rekreasyon gibi özelliklerinden de faydalanamamış olacağız. Ağaçların taşınması konusunda Eylül ayında Orman ve Su İşleri Bakanının bir açıklaması var. Artık taşıma işleminin olmayacağı ortadadır. Çok kaba olarak hesaplıyorum, 1,5 milyon ağaç taşınsa, bir ağacın taşıma maliyeti 1.000 lira olsa, 1,5 milyar lira yapar. Bu da havaalanı ihale bedelinin %1-2’sine denk gelmekte. Ayrıca 1,5 milyon ağacı taşımanız için 5.000 hektar alana ihtiyacınız var. İstanbul’da böyle bir alan yok, kafanızda canlanması için söyleyeyim, Belgrat Ormanının olduğu kadar büyük bir alana ihtiyaç var. İstanbul’da bu kadar bir alan kalmadı, zaten kalsaydı oraya herhalde inşaat yapardık. Maddi olarak mümkün değil. Kaldı ki, orman ekosistemdir. Ağaçları taşıyabilirsiniz, ama oradaki kuşları, diğer canlıları, topraktaki canlıları, bitkileri taşıyamazsınız. En son açıklamalarda artık ağaçların taşınmasından vazgeçildiği ve kesileceği de resmen açıklandı. Havaalanı ÇED raporunda havaalanı sınırları içindeki ağaçların yanında endemik bitkilerin de taşınacağı söyleniyor, ama köprü yapılırken üçüncü köprü güzergahında hiçbir bitkinin, ağacın, vesairenin taşındığını görmedik. Diğer açıklamalara da baktığımız zaman, biz burada kesiyoruz ama, falanca yerde şu kadar ağaçlandırma yapıyoruz denilmekte. Bir kere kesilen doğal orman, ağaçlandırmalar ise doğal orman değildir. Ağaçlandırmalar adı üstünde ağaçlandırmadır, orman olması için en az 25-30 sene geçmesi gerekir. Orman ne zaman deriz? Ağacın yanında ormanda yaşayan kuşların ve diğer yaban hayvanlarının, hatta toprakta yaşayan canlıların oraya gelip, artık orada ekosistem oluşturmasına kadar geçen bir süredir. En az 25-30 yıl geçmesi 122 lazım, dolayısıyla doğal ormanı kesip, ama biz şurada şu kadar ağaçlandırma yapıyoruz demek de çok doğru bir yaklaşım değil. Başka bir görüntü, belki bunu görmüşsünüzdür. 11 Ekimde hemen bayramdan önce gazetelerde vardı: Boğazı geçen domuzlar. Bu domuzların boğazı geçmesinin sebebi oradaki yapılan çalışmalar. Az önce de söylemiştim, İstanbul’un kuzeyindeki ormanların en büyük özelliği parçalanmamış olması ve Trakya’dan Kocaeli’ne kadar olan geniş bir alanda hayvanların rahat hareket edebilmesi için yeknesak veya birbirine bağlantılı habitatlar sunmasıydı. Buradaki 3. Köprü ve bağlantı yolları havaalanı gibi projeler yaban hayatını oldukça tehdit ediyor, kaçabilenler kaçıyor, boğazı geçen domuzlar örneğinde olduğu gibi. Ama kaçamayanları dar, küçük alanlara hapsediyorsunuz. Oradaki yaban hayatının ileriki yıllarda örneğin, popülasyon dinamiklerinin bozulmasına, suya ve besine ulaşmasına engel oluyorsunuz. Çok küçük alanlarda üremek zorunda kalıyorlar ve bu durumda da insanlardaki yakın akraba evliliklerine benzer sorunlar çıkıyor. Yeri gelmişken projelerin yapılacağı yerlerin kuş göç yolları üzerinde olduğunu da belirtmek gerekli. Özellikle Terkos Gölü ile Küçükçekmece gölü ve diğer su yüzeylerinde çok sayıda kuş konaklıyor. İlkbahar ve sonbaharda 400 bini leylek, 200 bini yırtıcı kuş olmak üzere toplam 800 bin civarında kuşun İstanbul üzerinden geçtiği biliniyor. Türkiye’de 481 kuş türü bulunmakta ve bunlardan 352’si İstanbul’da görülmüş. Sadece Kanal İstanbul ve 3. Havaalanı etki alanında 245 kuş türünün (rastlantısal konuklarla birlikte 265 türün) olduğu söylenebilir. Bu kuşlar hem projelerden olumsuz etkilenecek, hem de uçak kazalarına neden olabilecektir. Yine ormanlara dönelim. Daha önce yapılan yol inşaatları incelendiğinde sadece yol güzergâhındaki ağaçların değil, yakın çevredeki ağaçların da inşaat faaliyetlerinden etkilendiğini görüyoruz. Yol inşaatları sırasında çıkan tozlar ağaçların yaprakları üzerinde birikiyor. Kesilmeseler bile ağaçlar bunlardan zarar görüyor ve belli bir süre sonra kesmek zorunda kalıyorsunuz. Bir başka 123 etki de yol yarmalarının drenaj etkisi. Yol yarmalarından toprak içindeki su hızlı bir şekilde drene olur. Topraktaki suyu kaybettiğiniz zaman da ağaçlar kurur. Dolayısıyla sadece yolun geçtiği güzergahlar değil, yarın öbür gün çevresindeki ağaçların da olumsuz olarak etkilenmesi söz konusu olabilir. Tabii bu kadar büyük projeler için başka şeylere de ihtiyaç var. Taş ihtiyacı var, çimento ihtiyacı var, kum ihtiyacı var, bunlar için yeni tesislerin kurulmasına ihtiyaç var. Yine gazetelerden takip ettiğimiz kadarıyla 28 yeni tesis açılacak. Taş ve kum ocakları gibi tesisler İstanbul’un hava kalitesini olumsuz olarak etkileyebilir. Yine bu ocakların büyük bir çoğunluğu da orman alanlarında açılacak. Projelerin hava kirliliği etkileri olacaktır. Örneğin halen hava kirliliği sorunu olmayan yerlerde özellikle azotoksitlerin artacağı yönünde bir modelleme çalışması yapılmış. Üçüncü Havaalanı ÇED raporuna göre sadece dolgu esnasında 3,1 ton/saat toz emisyonu, 52,2 ton/saat CO emisyonu, 96,3 ton/saat SOx emisyonu, 4,7 ton/saat Pb, Zn emisyonu gerçekleşecek. Kanal İstanbul’un geçeceği güzergâh orman alanlarına çok etki etmiyor, ama en büyük etkisi su havzalarına olacak. Çünkü Kanal Sazlıdere Barajı üzerinden Küçükçekmece Gölüne bağlanacak, Sazlıdere’yi kaybetmemiz söz konusu. Üçüncü köprü bağlantı yolları ve üçüncü havaalanı da bazı su havzalarının alanının küçülmesine neden oluyor. Örneğin Köprü bağlantı yolları Büyükçekmece, Alibeyköy ve Ömerli su havzalarından geçiyor. Üçüncü havaalanı ise Terkos Gölünün su yüzeyine 2 km kadar uzaklıkta. Yine havaalanı Alibeyköy ve inşaatı devam eden Pirinççi Göletinin havzaları içinden geçiyor. Kanal Terkos Gölünün hemen yanından Karadeniz’den açılacak. Bu durum da havaalanı nedeniyle daralan havza daha da daralacak. Terkosun bulunduğu yerde kumullar ve alüvyal alanlar olduğunu biliyoruz, yine kanalın drenaj etkisiyle Terkos’un sularının azalmasına etkisi olabileceğini düşünüyorum. Buna da çok dikkat edilmesi gerekiyor. Ayrıca benim uzmanlık alanım değil, ama Cemal Saydam Hocadan dinlediğimiz kadarıyla bu kanalın açılması 124 halinde özellikle deniz ekosistemlerinde çok olumsuz etkileri olacağını ve Marmara’nın biteceğini iddia ediyor Cemal Saydam Hocamız ve Karadeniz’i havuza benzetiyor. Tuna ve diğer büyük nehirlerin buraya su getirdiğini, İstanbul Boğazının ise suyu boşalttığını belirtiyor. İkinci bir delik açılırsa Karadeniz’deki su seviyelerinin de azalacağını iddia ediyor ve Karadeniz’den gelen suların da yapacağı akıntılarla Marmara’daki balık hayatını sona ereceğini iddia ediyor. Terkos Gölü ile Karadeniz arasında kumul ağaçlandırmaları bulunmakta. Bu ağaçlandırmaları olumsuz yönde etkilerseniz ve buraları yerleşime açarsanız Terkos Gölünün kumul hareketleriyle dolmasına neden olabilirsiniz. Terkos Gölü ve projelerden etkilenecek su havzaları çok önemli. Bunları kaybetmemiz halinde İstanbul’un susuz kalması çok büyük ihtimal. İklim değişikliği yaşandığı ve ülkemizde yağışların azalacağı yönünde oldukça kuvvetli tahminler var. İstanbul’da 10-13 yıl arasında tekrarlanan kurak dönemler vardır. En son 2007-2008’de yaşadık, önümüzdeki 5-6 yıl içinde ekstrem kurak yıllar gelebilir. Böyle kurak bir dönemde su kaynaklarımızı kaybetmemizin ne gibi olumsuz etkileri olabilir, bunu düşünmemiz gerekiyor. Kanalın bir diğer olumsuz etkisi yaratacağı bir drenaj etkisi olacak. Kanalın betonarme yapılması da söz konusu olabilir. Ama bu konuda kamuoyuna çok fazla bir bilgi verilmedi. Kanalın betonarme yapılmaması durumunda yüzey suları ve yer altı sularını kanalın drenaj etkisi ile kaybedebiliriz. Beton atılmadan kanal yapılmasının diğer bir olumsuz etkisi de yer altı sularının tuzlanması ihtimalidir. Beton kullanılması durumunda mono blok bir beton yapının olası bir depremde ne olacağı sorusu akla gelmektedir. Bu konularda ciddi araştırmalar yapılması lazım. Projelerin dolaylı bazı etkileri de olacaktır. İkinci Boğaz köprüsünden sonra gördüğümüz üzere bir yere yol götürürseniz -Anadolu’da da çoğu yerde öyledir- yolla birlikte insan gider, insanın gittiği her yerde mutlaka yerleşim olur ve doğal alanlar zarar görür. Dolayısıyla İstanbul’un kuzeyinde yerleşimlerin 125 artacağı söylenebilir. Nitekim Ağaçlı ve Çiftalan arasında kalan bölgenin yerleşime açılacağı da ilan edilmiştir. Benzer şekilde Kanalın geçtiği bölgelerde de fuar alanları, yeni uydu kentler yapılması gündemdedir. Bu yeni yerleşim projelerinin de kentsel dönüşüm amacıyla yapılacağı açıklanmıştı. Projelerin bulunduğu alanlardaki ormanlar için büyük tehdit var. Şahsa ait araziler pahalı olduğu ve büyük rant getirdiği için yeni kamusal alanlar yaratamıyorsunuz. Bu sefer ne yapıyorsunuz? Ormanlar bedava nasıl olsa diyerek, izin, irtifaklarla üniversite, hastane gibi bir yapıların orman içine kurulmasına onay veriyorsunuz. Biliyorsunuz Koç Üniversitesi bu durumun en büyük örneklerdendir. Alan hâlâ orman alanından sayılıyor, ama fiiliyatta artık orman özelliğini kaybetmiş oluyor. Planlamaya hiç girmeyeyim, zamanım kalmadı. Bakanın açıklaması var, kuş göç yoluna rastladık, bu yüzden yolun güzergâhını değiştirdik diyor. Dinleyiciler arasında Şehir Bölge Planlama Öğrencileri var herhalde. İkinci sınıftan itibaren bir ekolojik planlama nasıl yapılır, ilk önce nelere bakılır herkes biliyor olmalı. Bir konuya daha dikkatinizi çekeyim: 2012 yılında köprü, Boğaziçi Köprüsü rüzgâr nedeniyle kapatıldı. İstanbul Boğazı aynı zamanda bir rüzgâr kanalı gibi çalışıyor, rüzgar hızı saatte 140 km’ye kadar çıkabiliyor. Dikkate almışlardır herhalde projeyi yaparken, ama emin değilim. ÇED konusu çok gündeme geliyor. Bu büyük projeler ÇED kapsamı dışında bırakıldı. Havaalanın ÇED raporu var da Köprünün niye yok? Kanal İstanbul için ÇED yapılacak mı yapılmayacak mı? konuları çok tartışılıyor. Türkiye’de ısmarlama ÇED diye bir kavram var, duydunuz mu hiç bilmiyorum. Türkiye’de günümüze kadar üç binin üzerinde ÇED raporu hazırlanmış, sadece %1’i olumsuz çıkmış. Çünkü projeyi üstlenen firma ÇED’i kendisi hazırlattırıyor. Başka bir ifadeyle parayı veriyor, parayı verdiği zaman da ÇED firması da parayı ben oradan aldım deyip, ÇED’i olumlu yönde hazırlıyor. Olumsuz ÇED çok fazla 126 çıkmıyor. O nedenle projelerin ÇED kapsamı dışında bırakılması ya da içine alınması üzerinde durmamamız gerekiyor. Çünkü ÇED kapsamına da alsanız bir şekilde olumlu ÇED çıkacaktır. Yasa var, ama korumuyor. O nedenle ne ÇED, ne yasa, çare Drogba diyorum. Teşekkürler. AZİME TEZER- Çok teşekkürler. Şimdi de kuzey ormanları savunmasından Sayın Prof. Dr. Zerrin Bayraktar’ı davet ediyoruz. Prof. Dr. ZERRİN BAYRAKTAR- Merhabalar, herkesi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Biraz rahatladım, çünkü anlatacağım şeyleri hem Neriman Hanım, hem de Doğanay Bey anlattılar. Ben dolayısıyla biraz daha rahat olayım. Çünkü dün akşam on kere denedim, yarım saati buluyorum, şimdi inşallah 20 dakikayı bile bulmadan bitireceğim. Tarih 29 Mayıs 2013, hatırlayalım, çok yakın bir zaman, Başbakan Erdoğan İstanbul Sarıyer’deki törende aynı gün İstanbul’un çeşitli yerlerinde yapılan fetih kutlamalarına atıfla ecdadından aldığı ilhamı anlatıyordu ve bu ilhamla o törende İstanbul’a bir zamanlar cinayet dediği, ama şimdi yarar sağlayacağını düşündüğü medeniyet projesi olarak adlandırdığı üçüncü köprünün temelini atıyordu. Erdoğan aynı törende Gezi Parkıyla ilgili de konuştu ve şöyle dedi: “Ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik. Oraya kışla yapılacak” Hatta tam hatırlamıyorum, ama AKM de yıkılacak dedi. Yani hepsini birden söyledi. Sonraki günlerde Gezi Parkıyla ilgili kararı verenlerin sadece kendisi olmadığını, bu kararı ne pahasına nasıl sahip çıkıldığını yaşayarak gördük. Temeli atılan köprünün ayaklarının bulunduğu Garipçe Köyü civarında Gezi sürecince yapılan bisikletli bir eylemle başlayan bir hareket bugün çok sayıda forum, çevre örgütü ve demokratik kitle örgütünün emek verdiği kuzey ormanları savunmasına dönüştü. Bu bir organizasyon, bu topluluğu oluşturanlar, bizler üçüncü köprünün yapılmama, ormanların talan edilmeme ihtimalini seviyoruz diyorlar ve bunun için de gezi mücadelesini kuzey ormanlarına taşımaya kararlılar. Şimdi size bir video göstereceğim. Onu kısacaktım ben, ama vaktim olduğu için tamamını 127 izleyebiliriz. Bu ormanda yapılan vahşeti size bütün boyutlarıyla gösterecek. Bu üçüncü köprünün yapım alanında çekilmiş bir video. Ben 10 000 ağaç ektim diyor bakın, bu Şehir Plancıları Odasının raporunda belirtilen bir husus. 350 milyar liralık bir gelir tahmin ediyorlar bu projelerden, yani para için doğa yok oluyor. Şimdi ben size yine ara ara gerçi benim burada gösterdiğim resimlerden pek çoğu gösterildi, onun için belki hepsini göstermeye gerek yok. “10 soruda üçüncü köprü niçin yapılmamalı” şeklindeki çalışma biraz sonra anlatacağım “üçüncü köprü yerine yaşam platformu” olarak onu biz el ilanı şeklinde yapmıştık, ama bu gezi olayından sonra o resimlenerek medyada dağıldı. Hatta CHP Genel Başkanı Kılıçtaroğlu her gün o maddenin bir tanesini tweet olarak attı millete, yani bizden aldığını söylemedi, ama o da üçüncü köprüye karşı olan şeyi belirtti. Şimdi gelelim boğaz köprülerinin biraz hikâyesine. Boğaz Köprüsünün 1973’te açılmasıyla başlayan süreç 1988’de ikinci köprünün açılmasıyla devam etti ve İstanbullular boğaza yapılan köprülerin İstanbul için trafikte bir yarar getirmediğini, trafik sorununun rahatlamasına katkısı olmadığını bilakis köprülerle kentin sağlıksız büyüyerek kentlinin yaşam kalitesini düşürdüğünü yaşayarak gördüler. 1988’den sonra güya söylendiğine göre ikinci köprü açıldığı zaman birinci köprü değil, transit trafik ikinci köprüye alınacak ve birinci köprü rahatlayacak diyorlardı, ama yapılan istatistikler gösterdi ki, iki köprüdeki trafik de artarak çoğaldı. Çünkü siz nereye yol açarsanız o kendi trafiğini yaratır maalesef ve karayolu politikalarıyla da trafiği çözmenin imkân ve ihtimali yoktur. Şimdi 1990’lı yılların başında iki köprünün de kapasitesi dolduğu gerekçesiyle Karayolları Genel Müdürlüğü benim yolum bitti diye bir söyleme başladı. Bayındırlık Bakanlığı da bunu desteklediği için üçüncü köprü yine gündeme geldi 1990’lı yılların başında ve tartışmalar başladı. Bugün tüm hukuksuzluklara ve konunun uzmanı olan Mühendis ve Mimar Odalarının ve bilim insanlarının karşı çıkışlarına ve köprü yerine akılcı çözümler üretmelerine 128 karşın üçüncü köprünün yapımını başlatan Başbakan Erdoğan Nisan 1995 yılında İstanbul Belediye Başkanıydı ve üçüncü köprüye kesinlikle karşı çıkıyordu. Hatta şöyle bir söylemi var: “Üçüncü köprü olayı intihardır, bu bir cinayettir. İnşallah bu proje gerçekleşmeden hükümet gider” diyor. Bu sözü söyleyen bugün köprünün yapılması için çaba gösteren kişi. 1998 yılında üçüncü köprünün Arnavutköy’le Vaniköy arasında yapılacağı söylentileri artık çok yayıldı. Onun üzerine yeni bir Boğaz Köprüsünü İstanbul için gerekli olmadığının bilincinde ve İstanbul’a zarar vereceğini düşünen Arnavutköylüler somut gerekçelerle bu projeye karşı çıktılar ve yapımını engellemeyi de başardılar. 1998 yılından bugüne kadar da her sene Haziran ayında eylemler yaparak İstanbullulara üçüncü köprüyü yaptırmayın diye hâlâ çağrıda bulunuyorlar. Üçüncü köprünün cinayet olduğunu söyleyen Erdoğan’ın başında bulunduğu hükümet 2008 yılında üçüncü köprüyü yeniden gündeme getirdi. Güzergahı gizlenerek İstanbullulara kabul ettirilmeye çalışılan üçüncü köprünün İstanbul’u yaşanmaz bir kent haline getireceğini bilen ve kentine sahip çıkan İstanbullular Arnavutköylülerin başladığı hareketi geliştirerek, “Üçüncü Köprü Yerine Yaşam Platformu” adında bir platform kurdular. Bu platform 2008 yılında ilk Havantepe’de bir eylemle başladı. Çünkü köprünün oradan geçeceği söyleniyordu. Daha sonra 10 Mayıs 2008 tarihinde 42 kurum tarafından kurulmuştu bu. Kimler vardı içinde? Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinin Başkanlığında demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, çevre dernekleri, mahalle dernekleri, belediye meclis üyeleri ve mahalle muhtarlarının aralarında bulunduğu 42 kurumun kurduğu bu platform ilk toplantısını 10 Mayıs 2008 tarihinde Sarıyer Meydanında yaptı. 2008’den ihalenin yapıldığı 29 Mayıs 2012 tarihine kadar çok eyleme imza attı, çok çeşitli eylemler yaptı. Kadıköy’de 100 000’den fazla kişinin toplandığı bir miting yaptık, Sarıyer’de değişik yürüyüşler yaptık, ağaçlara sarılarak eylemler yaptık ve sadece İstanbul’da yapmakla kalınmadı bu eylem, yapılan iki ihale sürecinde de Ankara’ya gidildi ve o ihaleler de yapılamadı bildiğiniz gibi. 129 Sonuçta iki ihale sonuçlanmadı, ama hükümet ormanına, suyuna, topraklarına ve tarihine sahip çıkan İstanbullu’lara sanki inat olsun diye ihale şartlarını değiştirdi. Örneğin, önce senede 150 milyon aracın geçme garantisi veriyordu, bunu 135 milyona çekti, önce köprüyü çevre yollarıyla beraber ihale ediyordu, onu da yapmadı, köprüye gelen bağlantı yollarını kısalttı ve âdeta zorla ihale etti. ÇED raporu da olmayan bu ihale için dışarıdan kredi alınamayacağı için, ben yerli diyorum, ama çoğunun biliyorsunuz yabancı ortağı olan yedi bankadan, ihaleyi alan kuruluşa 2,3 milyar Amerikan doları kredi alınmasını da sağladı. İhale sürecinden sonra Üçüncü Köprü Yerine Yaşam Platformu olarak bir eylem başlattık. Bu eylemi 15 Ekim 2013 tarihinde sonsuzluğa uğurladığımız çok değerli mimar, doğa ve çevre dostu sevgili Oktay Ekinci’nin Cumhuriyet gazetesine yazmış olduğu makaleden esinlenerek başlattık. Bu arada şunu eklemeden geçemiyeceğim Oktay Bey’i saygı, minnet ve şükranla anıyorum ve böyle bir bilge dostu kaybettiğim için çok üzgünüm. Oktay bey Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı yazıda 3. Köprü için kredi veren Akbank, Garanti Bankası, Halkbank, İş Bankası, Vakıfbank, Yapı Kredi Bankası ve Ziraat Bankası’na tarihî sorumluluklarını anlatıyor ve “Bu proje iyi bir proje değil, İstanbul için hiçbir yararı yok, İstanbul trafiğine faydası olmayacak. Siz lütfen bu krediyi vermeden önce konunun uzmanlarına danışın, krediyi ondan sonra verin” diyordu. Biz söz konusu makalenin altına birkaç cümle daha ekleyerek imzaladık ve bunu bir mektup olarak metinde adı geçen bütün bankalara faks ile ilettik ve bu hatadan dönmelerini istedik, ama ne yazık ki reklamlarında çevre ve doğa dostu olduğunu söyleyen bankalardan hiçbir dönüş almadık. Bu çabalarımız sürerken ülkemizde İstanbul’dan başlayan bir bilinç patlaması yaşandı ve gezi ruhu dediğimiz bu süreçte Gezi Parkında zorbalıkla bitirilen eylemler kentin 30’a yakın parkında park forumlarına dönüştü. Büyükdere’de Sarıyer Forumu var, Büyükdere Çelik Gülersoy Parkında toplanıyor bunlar, onların ilk forum gündemine Sarıyer’e yönelik çılgın rant 130 projelerini özellikle üçüncü köprünün yapımının durdurulması için neler yapılabileceği gündeme getirildi ve bu amaçla ilk olarak 30 Haziranda Belgrat Ormanlarında “suyuma, ormanıma, yaşam alanlarıma dokunma” sloganıyla bir yürüyüş ve basın açıklaması yapıldı. Daha sonra Abbasağa Park Forumunda Kuzey Ormanlarında yapılmakta olan rant projelerine karşı olunması konusunda karar alındı. 7 Temmuz 2013 Pazar günü Beşiktaş’tan Garipçe’ye bir yürüyüş tertiplendi. Esasında bunların hepsi resimlerde var, şimdilik onları geçelim, vakit kalırsa gösteririm. Bisikletli bir grup, Abbasağa Park Forumu ve Sarıyer Forum katılımcılarıyla birlikte Sarıyer’de toplandık. Amacımız Garipçe’ye gitmekti, bunun için otobüsler ve bisikletliler Garipçe’ye doğru hareket etmek istedik. Ancak Emniyet kuvvetleri önce izin vermedi, araya giren milletvekilleri yardımı ile en az iki saatlik bir geçikme ile Koç Üniversitesinin önüne gelebildik. Orada da polisler bizi, jandarmaya teslim ettiler. Jandarmada Koç Üniversitesinden öteye gitmememiz çok çaba sarf etti, ama nihayet onları ikna ettik ve Garipçe Köyü girişinde size demin gösterdiğim videoda gördüğünüz gibi yine kesilmiş binlerce ağacın arasında bir basın açıklaması yaptık ve orada “Kuzey Ormanları Savunması” adı altında İstanbul’un tüm yaşam damarlarının bulunduğu Kuzey Ormanlarının yok edilmemesi için mücadele etmeye, bunun için de her Cuma saat 20.30’da Abbasağa Küçük Forumunda toplanarak yapılacak eylemlerle ilgili çalışmalar yaptık, yapıyoruz. 12 Temmuzda gazetelerde “üçüncü köprü kaçak çıktı” diye bir haber çıktı, bu haber üzerine hukukçularla görüştük ve dedik ki, mademki imar planları iptal edildi, o zaman projede iptal edilmelidir. Kuzey Ormanları Savunucularından 22 kişi Çağlayan Adliyesine 3. Köprü Projesinin iptali için dilekçe verdik. Ancak dilekçemize bir ay sonra cevap geldi “hiçbir suç yok, takipsizlik kararı verdik” diye, ama şöyle bir şey vardı: Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine itiraz hakkınız var diyorlardı. Ben şahsım adına bu itirazı yaptım, şimdi cevabı bekliyorum. Sonra daha neler yaptık? Üçüncü köprü inşaatını İstanbullulara tanıtmak için ormanda geceleyecek bir kamp düzenlemeye karar verdik ve 7-8 Eylül 2013 131 tarihinde Riva kampında bir kamp yaptık, bir gece kaldık orada. Aşağı yukarı gece kalanlar belki 500-600 kişiydi, ama 800 kişinin üzerinde bir katılım oldu. Riva’daki kamp çok başarılı geçti. Bu kampa gitmeden önce yine Kuzey Ormanları Savunucusu arkadaşlar, gençler aşağı yukarı Kuzey Ormanlarının geçtiği güzergâh boyunca olan 20 köye giderek, köy halkıyla sohbetler ettiler, onların bilgilerini aldılar, onları kampa davet ettiler, oradan da birçok da katılım oldu. Son eylemimiz, son demeyeyim, yine bir eylemimiz vardı, onda da yine Kuzey Ormanları Savunması üyelerinden Ali Yıldırım ve Alper Atmaca orman kesimlerinin devam ettiği yaklaşık 100 km.lik bir güzergahı içeren Tayakadın Çekmeköy arasında yürüdüler ve fotoğraflama yaptılar ve yol boyunca çok da güzel resimler çektiler. Bu yürüyüş 3 Ekimde başladı, 6 Ekimde Çekmeköy’de bitti ve Çekmeköy’de toplanan halkla beraber aşağı yukarı Çekmeköy’e 4 km mesafede bulunan İçtaş’ın köprü şantiyesine yüründü ve şantiyede inşaatı protesto edildi. Orada işçilerle konuştuk. Dedik ki, bu İstanbul için yıkım, Türkiye için yıkım, gelin, bu işi durdurmak için siz de bizlere destek olun. Şantiyede yetkili kimse bulamadık. Yetkililerin bize söyleyecek sözü olmadığından karşımıza çıkamadığı çok açıktı. En son eylemimiz de 9 Ekim 2013 tarihinde, yani bayramdan önce idi, Ulaştırma Bakanının bir söylemi vardı: “Üçüncü köprüde çevrecileri büyük oranda ikna ettik” diyordu. Onun üzerine biz “ikna olmadık” başlıklı bir bildiriyle 50’ye yakın dernek ve kuruluşla 30 000’in üzerindeki kişinin imzasıyla basına açıklama yaptık. Bu sendika.org’da, galiba bianet’te, birçok yerde çıktı. Bu eylemlere devam ediyoruz ve halâ üçüncü köprünün yapılmaması ihtimalini de seviyoruz. Bir şeylere mani olacağımıza da kesin olarak inanıyoruz. Köprünün ÇED raporu olmadığı için yurt dışından para alma ihtimalleri yok, dolayısıyla ülkenin durumu belli, ekonomik durumumuz da belli, dolayısıyla belki para nedeniyle projenin durdurulabileceği ihtimali ortaya çıkabilir diye düşünüyorum ki, inşallah olur. Şimdi şöyle söyleyeceğim: Köprü yapımıyla ilgili olarak karar verilirken köprüyü gerektirdiği söylenilen sorunların çözümüne ilişkin elverişli tüm 132 seçenekler ortaya konulmamıştır. Çünkü köprü yapılmasa yerine yapılacak seçenekler çok açık olarak var. Şunlar yapılabilir; hatta şimdi biliyoruz ki demiryolunun denizaltından birleştirilmesi söz konusu, ro-ro taşımacılığı söz konusu, yani köprüye hakikaten gerek yok. Ortaya konulmadı bunlar ve çok amaçlı karar verme yöntemlerinden de yararlanılmadı ve ormanlarla yeşil dokunun gerektirdiği kadar önemsenmediği de ortaya çıktı zaten. Diğer taraftan İstanbul’un kuzeyinde yapılacak bir köprünün İstanbul trafiğine önemli bir katkısı olmayacağı yine uzmanlar tarafından çok açık olarak ifade ediliyor. İstanbul için yapılması gerekenler bakın şunlar: Birincisi, bir kere ülke planlanmadan İstanbul’un kurtulmasına imkân yok. Onun için ülke düzeyinde planlı kalkınmayla İstanbul’a göçün önlenmesi gerekiyor. İkincisi, İstanbul’da Büyükşehir Belediyesinin anayasası sayılan 1/100 000 ölçekli çevre düzeni planına uygun yapılaşmaya gidilmesi gerekiyor. Çünkü şu anda kabul edilmiş olan 1/100.000’lik çevre düzeni planında üçüncü köprüye kesinlikle karşı çıkılıyor. Ancak bu planla ilgili olarak uzmanların karşı çıktığı hususlar var, onlara da dikkat edilmesi gerekir diye söylüyorum. Üçüncüsü, İstanbul ulaşımını rahatlatmak için yeterli, düzenli, hızlı ve ucuz toplu taşımanın mutlaka geliştirilmesi gereklidir diyorum. Bunun için ana arterlerde ulaşımın raylı sistemler ve deniz yoluyla yapılması ve bu sistemlerin otobüslerle desteklenmesi gereklidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus: Aktarmaların zaman, mekan ücret bakımından uygun, yani aktarmanın yorucu olmayacak, beklemenin en az ücretsiz şekilde yapılmasının temin edilmesi gerekiyor. Burada ormanlarla ilgili bilgileri zaten herkes söylemişti. Onun için ormanlar çok önemli, onun yanında fazla bir katkı da sağlamayacak bu projelerden mutlaka vazgeçilmesi gerekir diyorum. Bir de şunu vurgulamak istiyorum: Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı, bunlar mutlaka, hattâ üçüncü köprü bile durdurulabilir. Onun için bizim hep beraber çaba sarf etmemiz lazım. Yoksa örneğin kanal projesi hakikaten akla zarar proje. Ben onun telaffuz edilmesini bile düşünmüyorum. Buna sadece biz 133 değil, buna Karadeniz’de kıyısı bulunan tüm devletlerin de karşı çıkması gerekiyor. Dolayısıyla bu projelerin hayata geçirileceğine inanmıyorum. Biz bu projeleri durduracağız. Bunun için sizlerin de desteğine ihtiyacımız var. Hepinize saygılar ve sevgiler. AZİME TEZER- Çok teşekkürler. Şimdi son konuşmacımız Sayın Ömer Aykul’u davet ediyoruz. ÖMER AYKUL- Efendim, herkese merhaba. Bende bu sunumumu geçen hafta kaybettiğimiz değerli dostum Oktay Ekinci’ye atfediyorum. Ayrıca bu toplantıyı düzenleyen bütün arkadaşlarıma da çok teşekkür ediyorum. Evet, bakalım bir de hukukta neredeyiz, onları bir görelim. Efendim, benden önceki değerli hocalarımız çok net bir şekilde anlattılar. İstanbul ekosistemine böyle bir toptancı bakarsak kuzeydeki kara ekosistemi ve deniz ve kıyı ekosisteminin İstanbul için hayati öneme haiz olduğunu burada çok net bir şekilde anladık. Efendim, bu büyük projelerden önce İstanbul’u neler etkiledi, şunları da bir hatırlayalım tabii. Bakınız, kaçak yapılaşmayla su havzalarının tahribi, orman işgalleri ve 2B. Değerli gençler, 2B diye bir kavram yoktur, 2B bilim ve fen bakımından nitelik kaybı diye hiçbir bilimsel kalıba girmeyen bu kavram 1971 senesinde önce Anayasaya, arkasından da Orman Kanununa girmiş ve karşımıza bir 2B kavramı oluşturulmuştur. Bunu özellikle burada hatırlatmak isterim. İlkesiz şehirleşme; ne eski dokuya saygı, ne yeni yapılarda bir standart veya bir planlama, ikinci köprü ve kuzeye doğru yağ lekesi gibi İstanbul’un büyümesi, bunları tekrarlamak lazım. İstanbul’un kuzeyindeki kömür ocakları, Ağaçlı kömürü adı altında İstanbul’un bütün kuzey ormanlarının perişan edilmesi, o bölgeyi neredeyse adım adım gezmiş birisi olarak söylüyorum, orada coğrafya değişmiştir ve taş ocaklarında hâlâ devam eden emisyonlar, deniz ve kıyı ekosistemiyle ilgili olarak da Marmara Denizinin İstanbul tarafından kirletilmesi ve doldurmalar. Bugünkü büyük projelerimizse, sadece bu üçüncüler değil, başkaları da var. Şimdi üçüncü köprü, üçüncü 134 havaalanı, çok çok tartışılan kentsel dönüşüm, artı planlama ve mimari değerler dışı yapılaşmayla büyük yapılarla kentin tarihi ve kültürel kimliğinin dışında ekolojik kimliğini de yitirmesi. Bakınız, kentlerin tarihi ve kültürel kimlikleri vardır, bir de ekolojik kimlikleri vardır. Kent ekolojik kimliğini yitiriyor. Nasıl yitiriyor? Siz abuk sabuk yüksek binaları yaparsanız hâkim rüzgâr olan poyrazın, İstanbul’un çukur noktalarına gitmesine engel olursunuz. Engel olursanız kent soğuyamaz. Soğuyamadığı zaman içerideki yaşamı olumsuz etkilersiniz ve bu etkileme aritmetik diziyle de değil, geometrik diziyle artarak olumsuza doğru gider. Kentte yaşanan budur. Kanal İstanbul ve getireceği muhtemel ek yapılaşmayla yine deniz ve kıyı ekosistemi olarak kanal İstanbul’un Marmara Denizine etkisi ve bir başka facia doldurmaların dışında (maalesef İstanbul’un il çevre düzeni planında da var), suni adaların oluşturulması. Bunlar İstanbul’u bekleyen tehlikeler. Bir bölümü başladı. Sadece üçüncü köprü, üçüncü kanal, üçüncü havaalanı değil, bu tehditleri de aman kaçırmayalım, bunlar da var. Peki, elimizde ne var, neyle mücadele ediyoruz hukuki olarak? Tabii Anayasa var, Anayasanın 90. madde son fıkrasının göndermesiyle uluslararası sözleşmeler var, kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, tüzük ve yönetmelikler var ve bizim hukukçuların dava açtığımızda kullandığımız üstün kamu yararı analizi var. Bu apayrı bir konu ve ben konunun ağırlığını (sunumlar kitaplaşacağı için) buraya vereceğim. Her türlü idari eylem ve işlemde kamu yararı vardır. Yani Gülhane Parkını yıkın, içine hastane yapın, kamu yararı var, ama önemli olan; Gülhane Parkının park olarak kalması mıdır, yoksa orasının tahrip edilip, hastane yapılması mıdır? İşte iki kamu yararının birbirinin yarıştırılması sonucunda üstün kamu yararını oluşturursunuz. Yoksa her şeyde kamu yararı vardır, üçüncü köprüde de vardır. Önemli olan üstün kamu yararıdır ve diğer bir kavram, bunu iki senedir işliyoruz: Üstün ekosistem yararı. Şöyle kısaca geçelim. Anayasanın ilgili maddeleri okumayacağım, Anayasanın 90 son maddesine yapılan eklemeyi okuyacağım size: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve 135 özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmaların kanunların aynı konuda farklı hükümleri içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıkta milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır” Eşitler arasında birincilik, yani iç hukukla uluslararası sözleşme çatışırsa, örneğin imar hukukuyla veya imar işlemiyle Avrupa Peyzaj Sözleşmesi çatışırsa, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi esas alınacak demektir. Peki, hangisidir temel hak ve özgürlükler? Anayasanın 12-74. maddesi arasında düzenlenen her hak bu kavramın içindedir. Uluslararası sözleşmelerin de şöyle bir listesini koydum. Bunları kitaba girsin diye koydum, okumayacağım tabii. Sonra kanunlar, bizi burada ilgilendiren, boğuştuğumuz kanunlar. 2011 senesinde yaşadığımız kanun hükmünde kararnameler fırtınası, öyle bir 6 aylık bir fırtına ki tam 33 tane kabul edilmiş. Ayrıca kanunlarımızın da, Ceza Kanunlarımızın içinde çevre ve kent hukukunu korumak üzere yerleştirilmiş birtakım cezai hükümler bölümleri var ki, elbette bunları da açıklamayacağım, sadece not olarak bulunsun. Üstün kamu yararı analizinden biraz bahsetmiştik. Bakın, şöyle bir şema yapmışım, burada şemada kriterler var. Niceliksel ve niteliksel kriterler diye, sayısallık kamu yararının belirlenmesinde önemlidir, ama bazen azınlığın hakları da kamu yararında önemlidir. Ya da azlıktır, ama azlık niteliktir. Ona sağlanan yararlar önemlidir. Hemen ne demek bu nitelikli azınlık? Bunu kavram olarak algılayın lütfen, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine tanınan kürsü dokunulmazlığı veya milletvekili dokunulmazlığı buna en somut örnek olarak verilebilir. Ayrıca niteliksel olarak kriterlerde de hukuksal ve ekolojik kriterler, yani ekosistemler ve bunlarla ilgili değerlendirmeleri alabiliriz. Üstün ekosistem yararını ise iki senedir davalarımızda kullanıyoruz. Bunu ben oluşturmaya çalışıyorum, bunu her yerde anlatıyorum. Anlatırken neye dayanıyoruz? Artık diyoruz ki, ekosistemin bizatihi kendisi bir hak süjesidir. Yani hep biz insanları hak süjesi olarak kabul ettik. Ama artık hayır, insanın da içinde bulunduğu ekosistem bir hak süjesidir. Bunun içinde iki temel hak vardır. 136 Ekosistem hakkı asıl haktır. Yani ağacın, kuşun, balığın bu dünyada var olması nedeniyle bir ifadesi olmasa dahi hakkı, ekosistem hakkıdır ve bu ekosistemin korunmasını isteme, yani bizim hakkımızdır, insanların hakkıdır. Ekosistemin korunması, bu yeni kavramdır. Yeni Anayasada bunun yer alması için TBMM dahil her yerde söyledik, söylüyoruz. Bununla ilgili dünyada örnek iki ülke var; Bolivya ve Ekvator. Ayrıca üstün ekosistem yararında ulusal hukuk, uluslararası sözleşmeler, bilimsel değerlendirmeler sonucunda yarışan ekosistem yararlarından üstün olanı üstün ekosistem yararı olarak hukuki mücadelede argüman olarak kullanıyoruz. Yeni bir kavram, şimdi esas konumuz son dönemde neler olmuş hukuki olarak, onlara bir bakalım. Esas benden beklenilen de bu zaten. Bakınız, iyi bir tek gelişme var. 2004’teki Anayasanın 90 son maddesine eklenen bölüm elimizdeki tek iyi gelişmedir. İşte temel hak ve özgürlüklerle ilgili kanunların çatışmasında uluslararası sözleşmelerin esas alınacağı hususu, maalesef size söyleyebileceğim tek olumlu hukuki gelişmedir. Ama 2010 senesine geldiğimizde karşımıza bir Anayasa değişikliği çıktı ve demokratikleşiyoruz dediler. Demokratikleşmek için Anayasanın değişmesi lazım dediler ve bu Anayasayı değiştirmek üzere referanduma gittik. Aman yapmayın, bak, burada demokratikleşme falan yok dedik. Bir grup aydın büyük bir karşı çıkışla “yetmez ama evet” dediler. Bakın, şimdi ben size neyin yetip neyin yetmediğini somut olaylara girdiğim zaman anlatacağım. Yetmez ama evet. Efendim, ne oldu? Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı değişti, ondan sonra iki yıldır atanmayan Yargıtay ve Danıştay’a blok atamalar oldu. Bakın, şimdi blok atamalardan sonra ben ne kararlar almışım, yeri geldikçe anlatacağım. Efendim, bir başka konu: Türkiye ısrarla Aarhus Sözleşmesine katılmaktan kaçınıyor, ayak diriyor. Hâlbuki buna katıldığınız zaman sadece bilgi edinme değil, etkin katılım hakkına kavuşacak insanlar. Çevreyle ilgili 137 konularda karar verme, karar alma süreçlerinde etkin olunacak. Aarhus Sözleşmesi herkesin aklında kalsın, herkes bunu takip etsin, bu çok önemli bir sözleşme, Türkiye’nin bu Aarhus Sözleşmesine katılması için toplumun bütün katmanlarından hükümete baskı yapılması lazım. Bu çok önemli bir sözleşme. Sonra gelelim, bakalım, kanunlarda neler olmuş? Önce Turizmi Teşvik Kanunu 2003’te bir değişti, Anayasa Mahkemesi iptal etti. 2008’de bir değişiklik yaptılar ki, aman aman bakın, okuyorum. 8. maddesi: “Hazine adına tescili yapılmamış devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler” ne demek, biliyor musunuz arkadaşlar devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yer? Ormanlar, kıyılar, meralar, akarsular, göller, deniz kıyıları ve kayalıklar, sulak alanlar, hepsini söyledim, bunların tamamı devletin hüküm ve tasarrufu altında kalanlardır. Devletin elinde iki tip alan vardır: Bir tanesi hazinenin mülkiyetindeki alanlar, öbürü devletin hüküm ve tasarrufu altındaki alanlar. Hazinenin mülkiyetindeki alanlar aynı sizin, benim dairemiz, arsamız, bilmem neyimiz gibi alanlardır. Bunlarla ilgili olarak kanuna aykırı olmamak üzere her türlü tasarrufta bulunabilir. Ama neden bulunabilir? Çünkü kökeni mülkiyet hukukudur, evrenseldir. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki alanlarda tasarruf kısıtlıdır. Sadece kamu yararı esaslı süreli irtifak hakkına söz konusu olurlar. Neden? Çünkü dayanağı egemenlik hukukudur. İkisi arasındaki çok temel bir fark vardır. Peki, ne olmuş? Bakalım. Bu yerlerde resen tescili talep tarihinden başlayarak en geç bir ay içerisinde tamamlanır, deniliyor. Devletin, hazine mülkiyetinde yeterli alanının bulunmadığı durumlardaysa, Orman Kanununa göre orman sayılan yerlerde bakın, neler olacakmış? Sağlık turizmi, termal turizmi, kış turizm, ekoturizm, golf turizmi, kruvaziyer turizmi, uluslararası spor, vesaire. Yani kısaca ormanlarda ormancılık hariç her şeyi yapabilirsiniz. Bunu geçtik, şimdi bakalım ondan sonra ne var? Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda 648 sayılı KHK ile doğal SİT’i tanımladılar ve doğal SİT tanımına jeolojik devirlere ait olma hükmü 138 getirildi. İstanbul Boğazının oluşumunun 7000 yıl olduğu söyleniyor. Öyle söylüyor bilim, 7000 yıl önce oluşmuş. Jeolojik devirde değil, ne yapacağız? O zaman İstanbul Boğazı doğal SİT değil. Hadi, buyurun cenaze namazına. Bunun için açtığım bütün davalar 14. Dairededir. Geçen gün arkadaşımız ikincisiyle ilgili de hiçbirinden yürütmeyi durdurma alamadım. (Soru üzerine; ikincisiyle ilgili de efendim.) İlgili Danıştay savcısı olumsuz görüş verdi. Kuvvetli bir ihtimalle kaybedeceğim. Bununla ilgili muhtelif yönetmeliklerde de tam dört dava açtım, ikisini kaybediyorum. Sonuç: Yetmez, ama evet! Çevre Kanunu. Baktılar ki Danıştay sürekli ÇED Yönetmeliğinde yapılan değişikliği iptal ediyor. Muafiyet maddesini (Çünkü üçüncü köprüyle ilgili muafiyet yapılmak isteniyor) en sonunda, bu senenin Mayıs ayında kanun maddesi yaptılar. Tahmin ediyordum zaten, kanun maddesiyle bunu muafiyeti gerçekleitirdiler. Peki, bu kanun maddesi Anayasaya aykırı mı? Evet. Hangi Anayasa Mahkemesi bunu değerlendirecek? Sonuç: Yetmez, ama evet. Madencilikle ilgili olarak Maden Kanununun 7. maddesi bir faciadır. Önce Anayasa Mahkemesi bunu iptal etti, ondan sonra iptal etmedi. Bakınız, nereler maden olabilirmiş? Ben Sultanahmet Camiinin altında altın madeni var, arayacağım dersem, ararım. Bana abartıyorsun diyorlar. Bakın, şimdi ben size okuyorum kanun maddesini: “Özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, muhafaza ormanları, Kıyı Kanununa göre korunması gerekli alanlar, birinci derecede askeri yasak bölgeler, 1/5 000 ölçekli imar planı onaylanmış alanlar, birinci derecede SİT alanları, madencilik amacı dışında tahsis edilen ve Genel Müdürlük tarafından uygun görülen görüş verilen elektrik santralleri, vesaire ilgili kurumlar tarafından Genel Müdürlüğe bildirilir. Bu alanlara yapılan ruhsat müracaatlarının hak sağlaması halinde iki ay içerisinde…” Buyurun, her yerde yaparım ben madenciliği, evet, su kaynaklarında da yaparım. Sadece lütfetmişler, su kaynaklarına 1 000-2 000 metre mesafe arasında galeri usulü patlatmayı yasaklamışlar. Çünkü açıkta patlatınca bir şey olmuyormuş. Sonra bazı muzur belediyeler vardı, çalışma 139 ruhsatı vermiyorlardı. Onların da alıvermişler yetkilerini ve bu maddeyle İl Özel İdarelerine verince ortalık dikensiz gül bahçesine dönmüş. Mera Kanunu ve Toprak Koruma Kanununun, özellikle Toprak Koruma Kanununun oluşumunda ben de görev aldım. Hiç böyle amaç dışı ve tarım dışı amaçla kullanma maddelerimiz yoktu değerli dinleyenler, bunlar hepsi sonradan konuldu ve bunlar geliştirildi. Orman Kanunuyla ilgili 1 ve 2. maddeler zaten bir faciadır. Bizim Orman Kanunumuz ormanı 1,5 cümlede tanımlar, 3 sayfa ne orman değildir diye anlatır. 17. maddeyle ilgili olarak da ormanların orman dışına çıkartılmasıyla ilgili olarak ayrıntılı düzenlemeler özellikle 6292 sayılı Yasayla gelmiştir. 6292 sayılı Yasa dedik, onunla ilgili de bir-iki cümle söyleyelim. Bununla ilgili -yani kısaca 2B Yasası bu- Meclis Komisyonuna gittiğimizde ben de gittim ve dedim ki: “Bakın, ortada bir su var, kova delik, akıyor alttan. Allah aşkına, bunu kapatın önce, kapatın ki, akmasın. Yani 2B oluşumunun önünü kapatın, ondan sonra 2B sorununu çözün. Yani 2B’yi oluşturan Anayasanın 169, 170. maddelerini ve Orman Kanununun 2. maddesini düzeltin, ondan sonra bu tip 2B’leşmiş alanlarla ilgili sorunun çözümü ile ilgili düzenlemeleri yapın” Hayır, olmadı. Bakın 6292 SK işlemiyor. 6306 Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hk. Kanun. Bu da çok konuşuldu. Ben burada iki maddeye dikkati çekiyorum. Bunun bir tanesinde uygulama bütünlüğü kavramı, afet altında olsun-olmasın, riskli olsun-olmasın bütün yapıların bir proje adı altında afet riski altına sokuluvermesi, her şeyden önce evrensel mülkiyet hakkına aykırıdır. Ayrıca 9. maddesiyle ilgili olarak da; bu bir süper kanundur, bizim ülkemizde vardır böyle süper kanunlar, bu süper kanun devreye girer, Zeytincilik, Orman, Turizm, Kültür, Kıyı, Mera, Toprak Kanunları hiçbirisi bu kanuna aykırıysa uygulanmaz. Şimdi de bir de neler olmuş bakalım. Üçüncü köprüyle ilgili olarak arkadaşlar, benim açtığım iki dava var. Özellikle 1/100 000’lik il çevre düzeni planında ilave boğaz geçiş ve güzergahlarında alt ölçekte planlarda 140 değerlendirilmesine yönelik plan tadilatları için açtığımız iptal davasında nefis bir bilirkişi raporu geldi, ama davayı kaybettik. Yani şimdi mahkemeler bilirkişi raporlarına uymak zorunda değildir ama ne yaparlar? Yeni bir bilirkişi çağırır, yeni bir değerlendirme yaptırırlar. Elinizde bilirkişi raporu var, demek ki mahkeme kendisini ehil görmemiş ki, bilen kişilere gitmiş, uzmanlara gitmiş, bilim adamlarına gitmiş. Onlar da demişler ki, dava doğru, yapılan yanlış. Reddettiniz, neye göre reddettiniz? Artık söylemeyeceğim “yetmez, ama evet” diye. Efendim, sonra meşhur 1/25 000 kuzey Marmara otoyolu nazım imar planı davası, geçen Temmuz ayında bütün odalar falan hep birlikte keşfe gittik. Bir dolu arkadaşlar böyle 2-3 araç dolusu. 7 Tane de bilim adamına anlattığımızı zannettik derdimizi. Köprünün temeli atıldıktan sonra bilirkişi raporu geldi. Bir yıl bekledi. 7 bilirkişiden Yıldız Teknik Üniversitesindeki hoca hariç maalesef içinde Orman Fakültesi Dekanımızın da bulunduğu 6 bilim adamı köprüyü doğru bulmuş. Şimdi dikkatinizi çekiyorum, iki şeye dayanmışlar. Bunlardan bir tanesi İstanbul Büyükşehir Belediyesinin raporu veya değerlendirmesi, ikincisiyse karayollarının değerlendirmesi. Bir bilirkişi heyeti tarafsız, yansız, daha doğrusu öyle olması gerekiyor. Peki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi burada davadaki konumu ne? Davalı. Peki, Karayolları Genel Müdürlüğünün konumu ne? Davalı yanında müdahil. Nasıl bilirkişisiniz siz ki, davalı tarafın raporunu esas alarak sözde yansız rapor hazırlıyorsunuz? Perşembe günü duruşmasına gireceğiz, kuvvetli bir ihtimalle kaybedeceğiz. Efendim, şimdi bu üçüncü köprüyle ilgili birisi çıktı, isim vermeyeyim bu inşaatçılardan birisi, ÇED’i tamam dedi. Bu da bir gazeteye çıkınca ben de dedim ki TEMA Vakfına, Allah aşkına bir yazı yazın, sorun bakalım, hakikaten ÇED var da biz mi bilmiyoruz? Gelen cevap: 15 Temmuz 2013 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirilmesi İzin ve Denetleme Genel Müdürlüğü; “Bakanlığımıza sunulan herhangi bir ÇED raporu bulunmadığı 141 hususunda bilgilerinizi rica ederim” diyor resmen. Ama çıkıyor adam orada ÇED’i, her şeyi tamam, aldık biz diyor, gazete de yazıyor bunu. Ama yok ÇED Kararı. Orman tahsisi, ormanları kesmek için bir orman tahsis kararı alınır. Ne yapılır? İlgili bölge müdürlüğü çalışır, yollar, bakan olur verir. Soralım dedik, gelen belgenin tarihi 6 Eylül. Bize gelen cevap, bakınız: “Orman Genel Müdürlüğümüzün 14 Mayıs 2013 tarih ve 70 sayılı olurlarıyla 49 yıl süreyle Karayolları Genel Müdürlüğü adına izin verilmiş olup” şeklinde. Tahsis kararı 14 Mayıs 2013, peki temel ne zaman atıldı? 29 Mayıs 2013. Yani 15 gün önce. Peki, ağaçlar ne kadar zamandır kesiliyor? İki yıldır. Bunu kim durduracak? Mahkemeler! Sonuç: yetmez ama evet! Ondan sonra kentsel dönüşüm, üçüncü havaalanı, ve sair konular. Değerli arkadaşlarım, bunlar hakkında çok fazla bir şey söylemeyeceğim. Bunlar son derece ayrıntılı anlatıldı. Suni adalarla ilgili konuyu çok önemsiyorum. Bu suni adalar konusu ilgili 1.100.000 ölçekli İl Çevre Düzeni Planında da var. İstanbul il çevre düzeni planına açtığımız davada biz bu konuda haklı bulunduk bilirkişice, fakat çok enteresan ve hukuka uygun olmayan bir şekilde, mahkeme davamızı reddetti. Neyse ki dosyamız 6. Dairede olduğu için bozuldu, lehimize tekrar yargılama sürecek. Şimdi bütün bu konuştuklarımız aslında sonuçlar, biz sonuçlarla uğraşıyoruz. Bakınız, bunu açık konuşalım. Herkes konunun aslına dönmelidir. Bütün kanal İstanbul, şu bu, üçüncü köprüler, kentsel dönüşüm, bunlar hepsi sonuç. Bakınız, temel sorun iklim değişikliği, bunun da görünüşte sebebi ekosistemin tahribi. Ama unutmamak lazım ki, bunu yaratan unsurlar; üretim modellerindeki yanlışlıklar, tüketim alışkanlıkları ve bozukluklarıyla, nüfus artışı. Temel sorun bunlar. Artık bu sonuçlarla değil, asıl sorunlarla uğraşmaya da başlamamız lazım. Çok teşekkür ediyorum hepinize. AZİME TEZER- Ömer Beye çok çok teşekkür ederiz, gerçekten çok faydalı bilgiler paylaştılar. Hem Ömer Bey, hem de diğer oturumdaki diğer 142 katılımcılarımız, gerçekten hepsine çok çok teşekkür ederiz verdikleri bilgilerle ilgili olarak, şimdi biraz süremizi aştık, biliyorum, ama salona geri dönüp, sorularımız var mı, onları topladık mı, Twitter’dan herhangi bir şey paylaşacak mısınız? Bir de salondan alacağız. Bir taraftan mikrofonu dolaştırabiliriz. Konuşmacılarımıza sorular varsa, şimdi onları alalım, sonrasında da önerilerle hızla kapatalım. Bir tane soru var buradan, kendinizi tanıtıp sorarsanız. DENİZ VANOĞLU- Gazeteci, yazar. Evvela kutluyorum bu çalışmadan dolayı. Sorudan ziyade ben maalesef ayrılmak zorundayım, bir önerim olacak. Müsaade ederseniz önerimi iletmek istiyorum. Bugüne kadar bu konuda gerek Mimarlar Odası, gerek tema, gerek sivil toplum kuruluşlarının başta arkadaşım Sevgili Zerrin Bayraktar olmak üzere çalışmalarını takdirle izliyorum, ama benim burada bir önerim olacak. Şöyle ki, ülkenin, daha doğrusu kentin sorunlarına sahip çıkmak için halkın bilinçlenmesi, bir de yerel, daha doğrusu muktedirlerin, iktidar sahiplerinin bilgilenmesi lazım. Ben şahsen burada daha önce de bazı toplantılarda edindiğim bilgiler, çok yeni bilgiler aldım. Mesela, İstanbul’un endemik alanları, ekosistemleri. Şimdi benim önerim şu: Acaba, bu bilgilerden muktedirler, yani iktidar sahipleri yeterli bilgiye sahip mi? Öncelikle yerel yönetimler, mesela bu toplantının başta Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere 36 tane İstanbul ilçe belediye başkanını metazori böyle bir toplantıya getirmek söz konusu olabilir mi? Birinci önerim bu. Ben bunu çok önemsiyorum, çünkü söz sahibi onlar, uygulayanlar onlar, sonuçta ben yaptım, oluyor, ben yaptım oldu deniliyor. Dolayısıyla onların bilgilenmeleri çok gerekli diye düşünüyorum. İkinci önerim: halkın, yani çoğunluğun bu bilgilere sahip olması. Zerrin arkadaşımız eylemleri gösterdi, 800 kişi, 1 000 kişi, 1 000 000 kişi de olsa bence bu bilgilerin daha yaygınlaşması lazım. Bunun için de ben gazeteci olduğum için belki yayını düşünüyorum, ama yayını da pratik olarak düşünüyorum. Bir sponsor vasıtasıyla belki bir tema bunu şey yapabilir, 4 sayfalık gazete, ama 143 böyle gazete olması da şart değil, bülten, bu bilgilerin sık sık el altından halka dağıtılması halkın anlayacağı bir şekilde, halkın sahip çıkması çevresine, doğasına, İstanbul’a, benim önerim bunlar olacak. Teşekkür ederim. AZİME TEZER- Çok teşekkürler, sağ olun. Soru var mı salondan? SALONDAN- Ben bu oturum için çok teşekkür ediyorum hem Azime Hocama, hem katılımcı değerli hocalarıma ve dinleyenler olarak o kadar etkilendik ki, ben kendim için söylüyorum, şu an soru soracak bir şeyim kalmadı. Çünkü bütün konuşmalar son derece çarpıcı, yaklaşık olarak bildiğimiz konulardı biyoçeşitlilik konusu, ama hani bu çiçekleri burada görmek bambaşka bir etki yaptı, kesilen ormanları görmek bambaşka bir etki yaptı. Ben şu an bilimsel bir sorudan çok tamamen duygusal bir haldeyim, belki de o yüzden soru yoktur, onu da bilemiyorum, çok teşekkür ederim. Daha sonra düşüneceğiz bu konuda ve herkes de ne yapabiliriz diye düşünecektir diye düşünüyorum. Çok teşekkür ediyorum. SALONDAN- Merhabalar. Ben Ömer Beye bir şey soracaktım. Mücadeleler sokakta devam ediyor, insanlar sesini çıkarıyor, bilgilendiriliyor, ama gerçekten fiili olarak durdurma kararı için ne yapmamız gerekir? Danıştaya bireysel mi başvuralım? Şimdi şöyle söyleyeyim, çok ciddi sokak mücadelesi yapılıyor evet ve bu sayı katlanarak artıyor. Tamam, bu bir gerçek, ama bu karşılığını nerede bulacak? Bunun nihai olarak gitmesi gereken nokta sizce nedir? Teşekkürler. AZİME TEZER- Hemen alalım, bu arada yine başka sorular olursa yine onları da alırız. ÖMER AYKUL- Şimdi çevreyle ilgili açılacak idari davalar biraz pahalı davalar arkadaşlar, yani ben TEMA’ya bir dava önerirken, orada bu davaları hazırlayan arkadaşımız da burada oturuyor önümde şehir ve bölge plancısı, bazı şeyleri hatırlayarak hakikaten zorlanıyoruz. Bilirkişi ücretleri 10 000-15 000 144 Lira civarında. Davayı açıyor gidiyor genç avukat arkadaşım, ne kadar harcadın diyorum, işte 250 lira derse yüzüm gülüyor, bakıyorum 400 lira verdik diyor, 350 lira verdik filan, şimdi pahalı davalar. Demek ki bunları, bu tip hukuki mücadeleyi yapabilmek için örgütlü mücadele lazım. TMMOB açıyor, tabii kendi fonları var, odaların kendi kaynakları var, onlardan açıyorlar. Vatandaşların bu davaları açması için ben örgütlü toplum zaten demokrasinin temelidir, gereğidir. Örgütlenmek lazım. Gelelim, ne yapılabilir? Konunun artık ben burada konuşuyorum, ama çok seviniyorum. Bir dolu arkadaşlarımız, tabii kaybettiklerimiz de var evvelki senede yine Noyan’ı kaybettik, Noyan Özkan’ı, onu da rahmetle anıyorum. Yani öncüydü bu aramızda, artık genç kuşaklardan da bir dolu genç avukatlarımız yetiştiler. Çevreyle ilgili mücadelede mutlaka doğru hukuki destek alın. Ben gücüm ve sağlığım oranında bana sorulan her soruyu, her yardım talebini Türkiye’nin neresinde olursa olsun hepsine yetişmeye çalışıyorum. Tabii gücüm oranında, dava olarak değil, ama düşünce olarak. Şimdi demek ki, doğru bilgi lazım. Evet, işte maalesef bu yargının şu andaki konumu nedeniyle hepimizin söylediği gibi yeterince bağımsız görüntü verememesi nedeniyle hukuki mücadelede çok etkin olamıyoruz. Ben bugüne kadar hukuki mücadelede TEMA adına açtığımız davalarda, çevre davalarında başarı yüzdemiz yüzde 71, ama azalmaya başladı. Bakınız, bu benim başarım değil, TEMA’nın da değil, doğanın başarısı, ekosistemin başarısı. Gidip anlatabilmişiz demek. Yine ısrarla davalar açılmaya devam edilecek. Onlar reddedecek, biz açacağız. Tabii hangi konumda yürütmeyi durdurma söylediğinizi hatırlayamıyorum, ama mesela geziyle ilgili olarak benim önümde duruşması cereyan etmişti. Onun arkasından baktık, yürütmeyi durdurma alındı. Hâlâ alınabiliyor, hâlâ mücadele yapılabiliyor. Benim anlattıklarım çok karamsarlık yaratmasın, ama ben sadece önünüzdeki ciddi hukuki sıkıntılı tabloyu koymak için anlattım. Yoksa bakın, ben hâlâ buradayım ve hâlâ mücadeleye de devam ediyorum. Umarım biraz çok konuştum, ama herhalde sizi biraz aydınlatabilmişimdir diye düşünüyorum. 145 SALONDAN- Öncelikle çok teşekkür ediyorum, çok bilgi aldım ve fikir aldım. Aslında düşmekte olan motivasyonumu arttırdı. Umutsuz tablolar çizseniz de benzer düşünceleri paylaşmış olmak, sizlerden yaptığınız çalışmalar hakkında bilgi almak çok önemliydi, önemli bir katkı sağladığını düşünüyorum. Burada biz bizeyiz, keşke daha geniş bir katılım olsaydı, öğrencilerimiz de burada yanımızda, ama keşke kamudan da, burada muhatap olan kesimlerden de katılımcılar olabilseydi çok isterdik. Burada benim iki küçük sorum olacak. Bir tanesi Ömer Beye Arvus Sözleşmesinden bahsettiniz, altını çizdiniz, ama çok fazla açmadınız. Çok merakla o konuyu biraz açabilirseniz çok sevineceğim. Bir diğeri de daha özel de bir soru: İstanbul Üniversitesi botanik bahçesi ne oldu? Haziranda gazetelere yansıyan bir haberdi, müftülüğü devredilecekti alan, acaba kendi bahçelerimizi koruyabiliyor muyuz, orada ne durumdayız? Onu da açıkçası İstanbul Üniversitesinden katılımcı hocalarıma sormak istiyorum. Benzeri şekilde hepimiz yaşam alanlarımızı yitiriyoruz. Üniversitelerin kampüs alanlarını yitiriyoruz. İşte biliyorsunuz ODTÜ’de yaşanan son durum, yani artık sözün bittiği noktaya getirdi hepimizi. Hukukun da artık bir yerde göz ardı edildiğini ve gözümüzün önünde göz ardı edildiğini görüyoruz. Bu hepimizi çok üzüyor ve ortak alanlarımız bence hep dün özellikle mülkiyet üzerinden konuşuldu ve özellikle özel alan özelinden konuştuk, ama ortak alanlar, kamusal alanlar konusunun altının ne kadar çizilmesi gerektiğini ve ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. Ben her katıldığım forumda, konuşmacı olarak davet edildiğim yerde de bunun altını çizmeye özen gösteriyorum. Çünkü ortak alanlarla bir anlam buluyor, kent kent haline geliyor veya ekosistem ekosistem haline geliyor. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim bunun altını çizdiğiniz için. ÖMER AYKUL- Şimdi değerli dinleyenler, bir hakkı kullanmak için onun öncesinde elinizde üç temel hak olması gerekir. Bunun birincisi bilgi edinme hakkıdır. Bir şeyi bilgi edinebiliniz ki, onunla ilgili bir hak kullanın. İkincisi, o hakka etki edebilmeniz gerekir. Bunun adı da katılım hakkıdır. Bilgi edindiniz, 146 katıldınız, ama sonuç istediğiniz olmazsa üçüncü hakkınızın olması gerekir. Bu da müracaat ve dava hakkıdır netice olarak, yani illa sadece dava değil, müracaat, idari makamlara müracaat bunun düzeltilmesi, böyle olması diye ve arkasından da dava hakkının da olması lazım. Anayasamızda müracaat ve dava hakkı uzun yıllardır vardır. Bilgi edinme hakkı sonradan eklendi, ama bizim tam tarihini hatırlayamıyorum, ama yaklaşık 15-20 yıldır bir Bilgi Edinme Kanunumuz var. Demek ki, bilgi edinme hakkımız da var, ama katılım hakkı Anayasamızda düzenlenmediği gibi ÇED sürecindeki sözde halkın katılımı da açılımına girdiğiniz zaman bilgilendirme diye geçer. Oradaki ÇED süreci, aslında en etkin olması gereken süreç ÇED sürecidir. Oradaki katılım etkin bir katılım değildir, usulen toplantı yapılır. Şimdi bağırıyorlar çağırıyorlar, oradakileri kovuyor halk, arkaya gidiyorlar, Çevre ve Şehircilik Müdürlüğünde toplantı yapılmıştır, itirazlar alınmıştık, tak koyuyor, ÇED raporunda da iki satır geçiyor, bitiyor gidiyor. İşte Arvus Sözleşmesi burada çok önemli, Arvus Sözleşmesi olduğu takdirde halkın katılımı bir yasa kuralı haline gelecek. Hatırlayın, Anayasanın 90. son maddesine eklenen temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası sözleşmelerin esas alınması var ya, işte Arvus Sözleşmesini aldığı zaman artık herkes kendi köyünde, kentindeki alınan kararlara müdahil olacak. Sadece bilgi edinmeyecek, dinlemeyecek, itiraz etmeyecek, karara katılım olacak. Yani işte o bizim yönetişim dediğimiz şey olacak. Teşekkür ediyorum. AZİME TEZER- İki tane açıklama geldi, burada yapmam gerekiyor Twitter üzerinden gelen mesajlara bağlı olarak, aslında ben atladım, çok özür dilerim. Her toplantının başında bu hatırlatmayı yapmak belki daha faydalı olacaktır. Biliyorsunuz bu yıl bu toplantılarda 7.si olan bu İstanbul Buluşmaları toplantısında bu yıl ilk defa Twitter üzerinden de canlı olarak aklımıza gelen soruları veya burada yapılan konuşmaları da özet olarak izleyebilme fırsatı yaratıldı. Buna bağlı olarak sorular canlı olarak bize Twitter üzerinden de geliyordu. Bu notlarda şimdi paylaşılan iki notlarda iki konu var paylaşmam 147 gereken sizinle. Birincisi, şu an Başbakanın ODTÜ’yle ilgili bir konuşma yaptığıyla ilgili bir mesaj geldi. İkincisi de, bütün İstanbul Buluşmalarında olduğu gibi bu yıl da bütün ilgili taraflarla ve kurumlarla bağlantı kuruldu ve kendilerine de davetler gitti. Her yıl bu yapılıyor aslında, ama katılanlar da vardır belki, sormadım, sormadık buradan kimler kamu kurumlarını temsilen burada bulunuyorlar, ama fakat bu katılım çok sınırlı düzeyde ve az oluyor. Bunu da biliyoruz, yani bu toplantılara çok ilgi göstermediklerini veya katkı vermediklerini de biliyoruz. Ancak bu davet yapılıyor, bunu da sizlerle paylaşmak istedik. Başka soru var mıydı? Buyurun. SALONDAN- İstanbul Üniversitesinin müftülükle iç içe olan botanik anabilim dalının orada güzel bir, bir ara çok kötüydü, sonradan elden geçti, bayağı bir düzeldi, botanik bahçesi var. Bir yıldır yaklaşık da oradan botanik bahçesinden çıkartılıp, orasının müftülüğe verilmesi gündemde. En son da hâlâ bu yönde bir karar alınmış durumda, ama henüz bir çıkartılma işlemi yapılmadı. Yani bilgilendirme açısından söyleyeyim, ama geri adım atılmış da değil. Baktığınız zaman ben de Orman Fakültesindeyim, biz kendi aramızda esprili bir şekilde şey yapıyoruz, bağlantı yollarının oradan geçme ihtimali de var. Tam TOKİ’lik bir arazimiz var, bilenler varsa Orman Fakültesinin yerini, bahçesini, tam TOKİ’lik bir yeri var. Artık biz Çatalca, olmazsa Demirköy, İğneada tam da ormanın göbeğinde bir fakülte arazisi bakmaya başladık. Teşekkür ediyorum. AZİME TEZER- Herhalde başka soru yok, ben çok hızla bu oturumu kapatmadan evvel yaptığımız ön çalıştayda, yani bu toplantıdan evvel düzenlediğimiz toplantıda yapılan önerileri hızla geçmek istiyorum. Belki hem bu toplantı için, hem de önümüzdeki İstanbul Buluşmaları için belki faydalı olabilir. Bunların içinde öne çıkan en temel konulardan bir tanesi evet, bu toplantılarda da bahsedildi, kamuoyu oluşturmak, ama biz önce dedik ki, kendimizden başlasak. Bizler kurum olarak, üniversiteler olarak kendi üzerimize düşeni yapıyor muyuz? Buradan başlayarak belki önerilerimizi geliştirebiliriz ve 148 konularımızı, İstanbul’la ilgili konuları daha yoğun olarak İstanbul’u çalışabiliriz hazır bu kentin içinde yaşıyorken ve öğrencilerimizi de ilgili araştırmaların da bu konuları yöneltebiliriz diye bir öneriye başladık. Ardından yine odayı da, Şehir Plancıları Odası da öğrencilerle yapılacak olan bu çalışmalarda yine zaten bunlar yapılıyor, elbette yapılıyor, ama daha fazla bu konulara yoğunlaşalım istiyoruz. Dünkü toplantılarda da sunuldu, bizlerin çalışmalarında da hep öğrencilerimizle birlikte bu tür konuları çalışıyoruz, ama daha etkin, daha aktif olmak gerekliliği de ortada. Diğer taraftan bu toplantıları, yani İstanbul Buluşmaları gibi toplantıları diğer şehir planlama bölümlerinin olduğu diğer şehirlere yaygınlaşamaz mı? Çünkü her şehirde farklı bir şekilde gündemde olan konular var ve onlar da kendi konularını hem diğer şehirlerle paylaşarak gündeme getirebilirler, hem de bu alışkanlık çok başarılı bir şekilde başlamış ve Mimar Sinan Üniversitesi tarafından ilk başlatılan bu toplantılar bütün üniversitelerimize, farklı şehirlerdeki üniversitelerimize yaygınlaşabilir ve gelenekselleşebilir. Diğer taraftan bir başka konu: Uluslararası boyutla ilgili olarak yükümlülüklerimizi çok net bir şekilde ifade ettiler Sayın Ömer Aykul, benzer şekilde acaba biz mesela, Karadeniz uluslararası bir su sonuçta orası, pek çok ülkeyi ilgilendiren bir konu. Acaba bu tür büyük projelerin etkilerinde diğer ülkelerle bağlantılı olarak başka kararlar üretilebilir mi? Meslek etiği konusu, yani bu uygulamaları yapanlarla ilgili odaların tavırları ve onlara bu yapılan uygulamayla ilgili onay vermeleriyle ilgili, bilirkişilik raporlarıyla ilgili acaba kendilerine bir yazı gidebilir mi? En azından duyulan endişeyle ilgili olarak bu paylaşılabilir diye önerilmişti. En önemli konu kamuoyu yaratma konusu hakikaten bugünkü toplantıda da bu belirtildi. Belediyeler dediğimiz gibi yerel ilçe belediyeleri özellikle bu tür kararlarda çok pasif kalıyorlar ve metropoliten belediyenin etkisini veya merkezi idarenin tasarruflarına çok fazla direnemiyorlar veya karşı tepki koyamıyorlar. 149 Bu anlamda yine biraz evvel de bahsedildiği üzere bu karşılıklı bilgi paylaşımı, kararları ortak geliştirme yönünde adımlar tabii ki yerel yönetimlerle atılabilir ve bunları yaygınlaştırmak gerekir. Kamuoyu yaratmak için bu alanlara daha fazla insanı götürmek, tanıtmak, bu alanları bir şekilde onların yaşamının içine sokmak veya bu alanlarda, yani kamusal alan dediğimiz bu alanların çünkü sonuçta orman alanı dediğimizde bizi ilgilendirmiyor değil, aslında hepimizin mülkiyeti, bir şekilde bizim sahip olduğumuz alanlar olduğu için kamusal alanlar olması nedeniyle sonuçta bu alanlara neler olduğuyla ilgili bilgilenmeyi ve bu gelişmeleri daha net bir şekilde paylaşmamız gerekiyor. Görünür olmayan doğal alanları görünür kılmak gerekiyor şeklinde bir öneri de gelmişti. Farkındalık yaratmak, kamuoyu oluşturmak en önemli konu, İstanbul’un çevre karnesi örneğin bu çıkarılabilir mi ve bu paylaşılabilir mi kamuoyuyla? Doğayı tahrip etmeden projeler geliştirilemez mi, yeşil ekonomilerle ilgili uygulamalar neden yaygınlaşmasın veya neden bunlar daha fazla gündemde olmasın? Başka uygulama araçları, sigortalama gibi araçlar acaba bu piyasadaki gelişmeyi etkileyemez mi? Bir örnek vermek istiyorum. Örneğin, Ayamama’daki sel sonrasında oradaki firmaların sigorta firmalarından bu masraflarını gidermek için yaptıkları başvuruda onlar da bu defa sigortalarda belediyeyi şikâyet ederek buraya niçin ruhsat verdiniz diye bu defa kendi bu maliyeti belediye üzerinden elde etmeye çalışmışlardı ve burada bir otokontrol oluşmasına neden oluyor. Sonuçta bir şekilde farklı mekanizmaları daha aktive etmek gerekliliği var. Mevcutta örgütlü yerel gruplarla diğer ilgili tarafları buluşturmakta fayda var. Bugün Zerrin Hocamızın da anlattığı gibi gerçekten çok önemli, bu tepki gerekli ve yerinde tepkilerin yaygınlaşması, bu anlamda ilgili tarafları bir araya getirmek çok büyük önem taşıyor. Genelde öneriler bu şekildeydi. Dileriz hepimizin kafasında yeni sorular açabilmiştir, umut ışığı yaratabilmiştir. Ben doğrusu çok iki gündür bu toplantıyı çok faydalı buluyorum ve sizler de aynı şekilde faydalanmışsınızdır. Hepinize ilginizden dolayı çok teşekkür ederim. 150 4. OTURUM “KAMUSAL ALAN ve TAKSİM”* Demokratik hakların kullanım yeri olarak kentlilere ait olan kamusal alanlar ve mekânlar; kentsel yapının önemli bir öğesi olarak karşımıza çıkar. Kamusal alan bir taraftan iktidarlar için temsili bir nitelik taşırken, diğer taraftan da kentlilerin yaşamsal faaliyetlerini kolaylaştırıcı bir rol oynar. Kamusal alan sürekli temsil edilen bir konuma ulaştıkça, kamusal alanın fiziksel tezahürü olan kamusal mekândaki tartışmalar da mekân üzerinden değil, iktidar üzerinden yapılmaktadır. Bu durumun en belirgin örneğini oluşturan “Gezi” olayları ile gündeme gelen Gezi Parkı ve Taksim Meydanı; kamusal alan tartışmalarında yeni bir dönem açmış, birçok kanaldan tartışılabilir olma özelliği göstermiştir. Bu bağlamda, çalışma konusu olarak ‘Kamusal Alan-Taksim’ i seçen Üniversitemizin sorumluluğu daha da artmıştır. “Gezi” olaylarının yaşanmasıyla birlikte kendiliğinden oluşan dinamikler, konunun çok disiplinli bir ortamda tartışılmasını ve farklı bakış açıları arasında bir müzakere ortamı yaratılmasını gerekli kılmıştır. MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından 3-4 Ekim 2013 tarihlerinde “Geziden sonra Taksim” konulu toplantılar düzenlenmiş ve konunun farklı uzmanlar tarafından, çok boyutlu olarak irdelenmesine olanak yaratılmıştır. Bu oturumda ise, başlatılan sürecin aşağıda belirtilen çerçevede geliştirilmesi hedeflenmektedir: “Gezi” olaylarının ekolojik boyutta tartışılarak, kamusal mekânı etkileme biçimlerinin belirlenmesi Taksim’in ekonomi-politik boyutta değerlendirilmesi *Konuşmacının talebi üzerinde etkinlik kitabında Aykut Köksal’ın konuşmasına yer verilmemiştir. 151 SUNUCU- Değerli misafirlerimiz, 7. İstanbul Buluşmaları 4. Oturumunu yönetmek üzere Sayın Gülşen Özaydın’ı davet ediyorum. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Değerli izleyiciler, değerli katılımcılar; hepiniz İstanbul Buluşmalarına hoş geldiniz. Hem ev sahibi kurum temsilcisi olma avantajımı kullanmak hem de etkinliğimize ilk defa bugün gelen katılımcılarımıza İstanbul Buluşmalarının yapısı ve temanın belirlenişi hakkında bilgi vermek istiyorum. İstanbul Buluşmaları İstanbul’daki üniversitelerin Şehir ve Bölge Planlama Bölümünün her yıl sırayla yaptığı bir etkinlik olup TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi organizasyonuyla birlikte yürütülmekte. Bu yıl Mimar Sinan Üniversitesi Şehir Bölge Planlama Bölümü ev sahipliği yapmaktayız. Etkinlik için her yıl İstanbul’un gündeminde olan konular seçiliyor ve Mart ayından itibaren de bu toplantıların hazırlık çalışmaları yapılıyor. Bu yıl Alt-üst İstanbul temasını seçmeye karar verdik. Tabii İstanbul birçok alanda altüst ediliyor. Üç üniversite ve Odadan her biri çalışmak istediği konuya yöneldi ve biraz kendiliğinden biraz da bölümlerin çalışma pratiklerinden yola çıkılarak konular belirlendi. Bugün 4. oturuma kadar üç oturum gerçekleştirdik. Bu oturumlardan Yıldız Teknik Üniversitesi Şehircilik Bölümünün üstlendiği; “İstanbul ve Kentsel Dönüşüm” konusunun tartışıldığı etkinliğin birinci oturumuydu. 2. oturum ise Şehir Plancıları Odasının organize ettiği “Kültürel Miras ve Tarihi Yarımada” üzerine olandı. Etkinliğin 3. ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nin organize ettiği oturumda da “İstanbul’un Doğal Alanları” hakkındaydı. Şimdi birazdan benim moderatörlüğünü yapacağım oturuma geçeceğiz. Fakat bu yıl bir yenilik de yaptık İstanbul Buluşmalarında. Bu toplantılar için ön hazırlık çalışmaları yapıldı. Yani her kurum daha önceden yapmış olduğu kendi bünyesindeki Çalıştay sonuçlarını oturumlarına taşıdı ve elde edilen sonuçlar tartışmaları bir miktar hareketlendirdi. Ayrıca kurum olarak bizim yaptığımız çalıştaydan da sizlere kısaca bahsetmek istiyorum. “Kamusal Alan ve Taksim” konusunu seçmemizin Şehir Bölge Planlama Bölümü olarak bir alt geçmişi bulunmakta. Yaklaşık bundan iki yıl önce, yani kent gündeminde 152 Taksim konusu ilk defa konuşulmaya başlarken Şehir Planlama Bölümünde yetiştirmek istediğimiz plancı profilini göz önünde bulundurup planlar yapılırken başında karar veren sadece bir kişi olmadığını ve değişen paradigmalar doğrultusunda plancıların birçok bileşenle ilişkide olması gerektiğine inandığımız için bu konuyu çok farklı platformlara çekmeyi istedik. 2011’de gerçekleştirdiğimiz toplantıda Taksim konusu ilk kez tartışılırken, Taksim yayalaştırma projesi plan tadilatı ve kışla sözcükleri gündemdeydi. Tam da o sırada bu toplantıda karar vericileri içimize dahil ettik ve Koruma Kurulu Başkanını da çağırdık. O zaman henüz sadece kışlanın yapısının izleri plana işlenmişti. Bunun dışında daha henüz yayalaştırma projesi onaylanmamıştı. Sürece katkıda bulunmak ve süreci doğru yönlendirebilmek için toplantıya başkanımızı, Koruma Kurulu Başkanını katmaya çalıştık. Ama sizlerin de bildiği gibi süreçte ikinci bir basamağa geçildi. İlk defa İstanbul, Ankara, İzmir ve hatta uluslararası birçok üniversiteden akademisyenler bir araya gelerek yaklaşık 176 akademisyenin imzasıyla Gezi Parkı’nın korunması gerekli bir kültür varlığı olarak kalması konusunda Koruma Kuruluna dilekçe verdik ve takipçisi olduk. Bizzat toplantılara katıldım, fakat o sırada hepinizin gündemden takip ettiği üzere Koruma Kurulları bölündü ve kültür varlıkları ile tabiat varlıkları olmak üzere birbirinden ayrıldı. Dolayısıyla konunun muhatabı 2 Numaralı Koruma Kurulu olmadı, çünkü Gezi Parkı Tabiat Kurulunun konusu olarak gördü ve hala bu konuda ne olduğu belli değil. Yine gündemdeki sözcükleri hatırlayacak olursak kışlayla birlikte “ihya” konusu gündeme geldi, “reddin reddi” sözcüklerini duyar olduk ve sonunda Gezi ve direniş sözcüğüyle tarihe bir nokta atılmış oldu. Birazdan gerçekleştirilecek oturumdan evvel hazırlık amacıyla Yapı Endüstri Merkezi’nde 3-4 Ekim tarihlerinde bir hazırlık toplantısı yaptık, az sonra hazırlık toplantısının arkadaşlarım tarafından hazırlanmış özet filmini sizlere izleteceğiz. Bu toplantıyı yapmaktaki amacımız da biraz önce söylediğim gibi bu konuda çok farklı düşünen, kentle, kentin aslında tek noktaya indirgenmeyecek kadar farklı bileşenleri içerdiğinden tasarımcıları, sosyal bilimcileri, tarihçileri ve diğer kişileri 153 de davet ederek 16 katılımcıyla bir toplantı gerçekleştirdik. Şimdi 10 dakikalık filmi izleyelim, daha sonra konuşmacılarımızı davet edeceğim. Evet değerli izleyiciler, filmin ardından teknik aksaklıkları da bir kenara bırakırsak, biraz önce izlemiş olduğunuz kayıtlardan yola çıkarak 3-4 Ekim tarihinde yaptığımız çalışmaları İstanbul Buluşmaları bünyesinde bir kitaba dönüştürmeyi düşünüyoruz, bu toplantının tamamı zaten Şehir Plancıları Odası tarafından yayın haline getiriliyor. Girişte size verilen CD’ler de geçen yılın toplantısına ait dijital kitaptı. Gezi’den sonra Taksim konusu aslında birçok şeyi gündeme getiriyor. Bir taraftan Taksim Meydanı kuruluşundan bugüne kadar her iktidarın bir şekilde kendi damgasını vurmak istediği bir kamusal alan, diğer taraftan bu toplantılarla gördük ki kamusal alanların geleneksel yöntemlerle yönetilememekte. Yeni bir yönetim anlayışına doğru gitmemiz gerekirken; bu tür alanlara bütüncül yaklaşılması, kentsel bütün içinden yaklaşarak kentle birlikte düşünülmesini gerektirdiği. Diğer taraftan da bu tür alanların tarihsel arka planını, barındırdığı anlamları bilmeden üzerine yeni fikirler üretilemeyeceği noktasına getirdi. Buradan yola çıkarak bugünkü konuşmacılarımızın konuşma temaları şekillendi. Birazdan Sayın Aykut Köksal bahsetmiş olduğum tarihsel arka plan üzerine; Gezi’ye ve Taksim’e nasıl bakmalıyız, bu tarihsel arka planı nasıl anlamlandırmalıyız konularında konuşacak. Ondan sonra Sayın Ömer Madra’dan gerek içinde yer aldığı Açık Radyoda Gezi Direnişine baştan sonra yapmış olduğu katkılarla ve kendi bilgi birikimiyle, dünya görüşüyle Gezi’den sonra Taksim’i kendisinden duymayı bekliyoruz. Üçüncü olarak yine bizzat Gezi’nin içinde bulunarak o yaşanmışlıkları içselleştiren Şehir Plancıları Odası Başkanı Tayfun Kahraman konuşacak. Dördüncü konuşmacımız Murat Güvenç de İstanbul’un toplumsal coğrafyası içinden Gezi’ye nasıl bakılmalı hakkında sunuş yapacak. İlk konuşmasını yapmak üzere Sayın Ömer Madra’yı kürsüye davet ediyorum ve 20 dakikalık süreniz olduğunu hatırlatmak istiyorum. 154 ÖMER MADRA- Merhaba herkes. Burada bulunmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Benimki çok mekan üzerine bir konuşma olmayacak. Bunca mimara ve şehirciye zaten anlatacak anlamda çok fazla bilgim olmadığından Gezi ruhundan daha çok bahsetmek istiyorum. Bu Gezi ruhu dediğimiz hikâye yeni ama ayrıca da yalnız Taksim Meydanını değil, ondan çok daha büyük şeyleri kaybetmemizi de engellemek için ihtiyacımız olan bir duruş. Gezi ruhunu koruyabilirsek ancak kayıplarımızı asgariye indirebiliriz. Aksi takdirde tam bir felaket senaryosuyla karşı karşıya kalabiliriz. Burada daha önce Gezi’yle ilgili yapmış olduğum çeşitli konuşma ve yazılarda bir ufak derleme yaparak konuşacaktım, fakat hoş bir rastlantı oldu. 12 Ekim’de Bakırköy’de Monokl Yayınevinin öncülüğünde düzenlenen Yeni Sol ve Globalleşme Konferansında filozof Alain Badiou Gezi’yle ilgili, Gezi ruhuyla ilgili bence çok önemli ve çarpıcı bir konuşma yaptı. Biz de dün Açık Radyoda “Açık Vergi Programında” ona kısmen yer verdik ve buradaki konuşmamda ondan alıntı ile başlamak derdimi anlatmakta çok daha açıklayıcı olabilir diye düşündüm. Alain Badiou konuşmasını bitirirken “lütfen, devam edin” demiş. Gezi mücadelesine devam etmelisiniz, ama devam etmekle de kalmamalı, yeni bir şey yaratma potansiyeline sahip olacak yeni bir politik trend, yeni bir politik vizyon ya da böyle bir şey icat etmelisiniz diyor. Dördüncü tür bir politika demiş, yani tutucu, reaksiyoner ya da vasat olmayacak bir tür politika bu yüzyılın politikasını. Bir başka deyişle yüzyılımızın komünizmini icat etmelisiniz demiş. Ben buna tamamen katılıyorum. Bunun ötesinde bir şeyler daha söylüyor. Yani Gezi Parkı direnişçilerine esas olarak hitaben yaptığı konuşmasında Badiou diyor ki: “Bu yüzdendir ki, hareketiniz insanlığın kaderi açısından büyük bir önem taşımakta”. Taksim Meydanı, Taksim Gezi’si, İstanbul, AKP ya da Türkiye’nin bekası, vesaireyi çok aşan bir olaydan bahsediyor. Eğer küreselleşmiş kapitalizm dünyanın kanunu olmaya devam ederse, o zaman mahvolan bir dünyanın felaketini yaşayacağız diyor. Genellikle felaket tellallığını benim yaptığım söylenmektedir, ama Badiou’yu bulunca hiç kaçırmadım fırsatı 155 ve ancak diyor; “kolektif bir örgütlenme insanlığın tüm kuvvetini, gerçek kudretini ortaya çıkartmayı başarabilecektir.” Şöyle bitirmiş: “Bugün size lütfen devam edin derken, size hareketinizi devam ettirmeniz gerektiğini söylerken bunu yalnızca sizler için söylemiyorum” diyor hitap ettiği kitleye, “herkes için ve en nihayetinde benim için yapmalısınız. Çünkü bugün ben sizler için değil, sizlerle buradayım” diyor. Çok hayati önemde bulduğum bir final cümlesiyle bitirmiş. Şimdi müsaade ederseniz İngilizce konuşuyor, umumi arzu üzerine eskilerin deyimiyle Badiou’nun o son cümlesini bir dakikalık bir şey, ona kulak vermeye çalışalım (Badiou’nun İngilizce konuşması dinletiliyor). Alain Badiou yaptığı konuşmayı böyle bitiriyor ve devam edin diyor. Şimdi bu devam edin derken, lütfen devam edin derken çok garip bir şey oldu. Kendini övüyor demezseniz inşallah, 5 Temmuz 2013 Cuma günü Boğaziçi Üniversitesinin 146. mezuniyet töreninde yaptığım -ana konuşmacı olarak beni çağırmışlardı- konuşmanın metninin başlığı da buydu garip bir şekilde: “Lütfen devam”. Yani burada artık kendime bir pay çıkarmadan edemiyorum. Hiç kimse seni övmüyorsa kendini öv. Boğaziçi konuşması hayatımda yaptığım en kalabalık topluluktu 7.000, 8.000, 9.000, belki 10.000 kişi vardı stadyumda, yani kuzey kampüsünde. Şunu söyledim: Bu ayaklanmayı aslında Taksim ayaklanmasını 45 yıldır beklemekteydim. Hayattaki en yakın arkadaşımla birlikte Paris’e gidecektim, tam lise bitiyor işte, kafamızda kavak yelleri… Plan da şu; dünyanın biricik kültür merkezinde sinema okuyacağız. Hatırlayın işte, yeni dalga. Arkadaşım benden önce gitti, ufak ufak da yerleşti oraya, ben biraz daha bekledim, oyalandım filan ve son dakikada da tırstım. Biletim her şeyim hazır olduğu halde caydım ve arkadaşıma da bir telgraf çektim. İkinci defa dinleyen, okuyan varsa da kusura bakmayın, bu da kendimi övme faslının bir parçası oluyor. “Sevgili Ralfi stop, çok düşündüm stop, ama bende o cesaret yokmuş stop, kalıyorum stop, seni sattığım için beni bağışlayabilecek misin stop. Ömer” Böylece 14 kelimelik bir telgrafla -o zamanlar 140 karakter kuralı da yoktu- 68 Paris’ini, yani koskoca dünya devrimini kaçırmış oldum. Muhteşem 156 Paris yerine tuttum o kömür karası, boğucu, militer Ankara’ya gittim. Bu gerzekliğim için de ömür boyu hayıflandım. Bunun intikamını almak için de 400 sayfalık bir roman bile yazdım. Sonradan aradan yarım yüzyıl geçti ve Taksim’de olanlar oldu. Gene Mayıs ayında, bu sefer de devrim durumları bizim kapımızı çalmıştı. Hatta Abbasağa Parkında bir forumu izlemeye gittim, bir baktım, arkada “Paris’ten Gezi’ye selamlar” yazıyor pankartta, 45 yıl sonra Paris İstanbul’a gelmişti. Bu sefer ama kaçırmamakta kararlıydık biz, İstiklal’deki o ilk yaklaşık 35.000-40.000 kişilik büyük yürüyüşte hayatımda ilk kez Galatasaraylılarla, Fenerli ve Beşiktaşlıları kol kola gördüm. Sağımızda, solumuzda milliyetçiler, Kemalistler vardı ve hatta parkta bizzat gördüğüm bir şey de vardı. Faşizme karşı omuz omuza diye haykırırken sağ eliyle bozkurt işareti yapan bir genç kız bile gördüm. Alt-üst İstanbul değil mi konumuz, ana başlığımız! Her şey vardı, kavga dövüş yoktu bir tek aslında ve Gezi Parkının bence aşılması çok kolay olmayan, hatta imkânsız diyebileceğimiz bir sloganı da burada tekrarlamakta fayda var. Bunu hiçbir tahayyül çerçeveye alamaz bence: “Biji serok Atatürk (Atatürk’e selam olsun)”. Bu aşılamaz. Gerçekten oraya katılanların zekası akıl almaz bir boyuta ulaşıyor. Ama işte asıl ön saflarda cephe savaşı vardı tabii. Yani Taksim’in girişinde mevzilenmiş polisten sürekli gaz ve ilaçlı su yiyen kızlı erkekli sivil itaatsiz grup acayip direniyordu ve kendi içlerinde yer değiştiriyorlardı, rotasyon yapıyorlardı. Gazdan bitap düşenler de nefeslenip bir arkaya gidiyor, sonra tekrar ön saffa geliyorlardı. Kan çanağına dönmüş gözlerindeki kararlı ifadeyi gördüm bir an ve bu işin bitmiş olduğunu anladım ben, korku bitmişti çünkü. Böyle hüngür hüngür ağlayarak gidiyorlar, ama döneceğini görüyorsunuz gözünden o genç insanların ve dönüyorlardı. Bu iktidarın ya da muktedirlerin yapacağı hiçbir şeyin olmadığını bizzat yaşayarak gördük. O yüzden gene böbürlenmek pahasına Gezi’de bizzat bulunamayan, pek çok arkadaşım yorumcunun maalesef Gezi ruhunu kavramakta bazen zorlandıklarını gösteren yazılar okudum. Bunun da sebebi bence o gözleri görmeden bunu yapmaya çalışmaktı, ben de dediğim gibi artık 157 45 yıl sonra bir daha aynı hatayı yapacak değildim. O yüzden yakaladım baştan sona, çocuklarımın üçü de oradaydı baştan sona üstelik. Yani Gezi meselesi dönüm noktasıydı. Belki parkı kurtardık, belki meydanı kaybettik, ama Türkiye ve bana sorarsanız dünya asla bir daha aynı olmayacaktır. Zaten Badiou da biraz önce kastettiği şeylerden birinin bu olduğunu söylüyor. Gezi direnişinde şans bu sefer yanımızdaydı. İlk günden yakaladık biz de radyo olarak, bir ay kesintisiz maraton yayın yaptık. Devrimci momenti de canlı yayında verdik. Taksim’i polisin terk ettiği anı da yakaladık, Taksim düşerken telefonda canlı yayında anlatıyordu radyoda: “Bir dakika, polis çekiliyor galiba, yok, geri dönüyor, gaz atıyor, çekiliyor, 1.000.000 kişiyiz meydanda” diye bitirdi. Biz de teşekkür ettik, geliyoruz dedik birazdan, bekle, yayını bitirelim hiç olmazsa filan. Yani şöyle, bir durum oldu: Dünyanın önde gelen çevrecilerinden Laster’a 2010 tarihinde sormuştum. Bu kadar şey oluyor, çevre yıkımı… Dünyayı parselliyorlar, satıyorlar, korkunç şeyler yapılıyor… Niye hiç kimse isyan etmiyor, isyan kitleselleşmiyor diye sormuştum. O da “sosyal değişim kimi zaman çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geliverir” demişti. Biz de bunu radyoda kimlik tanıtımı olarak döndürüyoruz arada bir yıllardan beri... Biz bu sefer radyo olarak da hızlı refleks gösterdik. Zaten depremden hazırlıklıydık. Aykut Köksal hatırlayacaktır, burada hatırlayacak olan başka dostlarımız da olabilir. 1999’da da tüm formatı ters yüz edip iki ay boyunca stüdyodan çıkmamıştık neredeyse ve sivil toplumun bana sorarsanız ilk kez devlete “hop dedik” dediği yer orasıydı. 104 sivil toplum kuruluşu imzalı tam sayfa gazete ilanları da o sırada hazırlandı, biz de işin içindeydik. Hatta bir kısmının da radyoda hazırlandığını artık itiraf edebilirim. İlk önemli sivil kıpırdanış buydu. İkinci sivil başkaldırı bana sorarsanız -ben tarihçi değilim ama izlemeye çalışan bir gözlemciyim- 2007’de Hrant Dink’in cenaze törenidir. Orada da 200.000 kişiye yakın insan toplandık ve yere göğe sığamadık doğrusu. Yürüdük; 158 köprüleri aştık, gittik ve tek kelime mırıldanmadan sessizce tabutun üstüne konulan o hiç havalanıp kaçmayan öylece duran o beyaz güvercinlerle beraber, çok acayipti. Sonra da Gezi geldi. Yürüdük, bağırdık, katıldık ve kesintisiz yayın yaptık. Formatı gene altüst ettik. Saatlerce stüdyodan çıkmadık. Neyse… Birinci haftanın sonunda üç kelimelik bir e-posta geldi “haberi sizden alıyoruz” diye, Özlem diye bir dinleyicimiz ama Ankara’dan yazıyordu, selam gönderiyordu. Çok gururlandık tabii, haberi bizden alması sadece bizim iyi yayıncılığımızdan, iyi radyo olmamızdan filan kaynaklanmıyor, yerleşik medyanın korkunçluğundan oluyordu tabii. Demokrasinin en temel ve vazgeçilmez unsuru olan medyanın tamamen kötüyü görmemesi, duymaması ve söylememesi... O kadar ki; bu konulara ilgi duyan siyasete tutunmuş Ankara’dan bir arkadaşıma telefon ettim, o günlerin heyecanı içinde; ne diyorsun bu Gezi olaylarına, ne olacak sence filan dedim. “Ne ne olacak, ne Gezi’si” dedi. Hiç. Sıfır. Akıl almayacak bir kara delikti ve bu küçümsenemez, azaltılamaz. Tabii bizim radyonun internet sitesi o arada aldı başını gitti, tekil ziyaretçi sayısı ilk gün 1.800 civarındaymış. Sonradan baktık, Gezi yayınından bir gün sonra 28 Mayısta filan 16.800 küsur oldu. Sayfa görüntüleme altı katına çıktı, derken 17 Haziranda bir e-posta daha geldi elime. Şöyleydi: “Sevgili Ömer, geçen hafta Yunanistan’daki evimde tatildeydim ve sayenizde Türkiye’de yaşananları takip edebildim. Doğrusu destekçisi olduğum radyonun bu kadar mükemmel olduğundan haberim yoktu -“haberim”i tırnak içine almış- hepinize tebrikler. Ayrıca senin de 50 senede değişmemiş olduğunu söyleyebilirim ve hatta yaşlı gözlerle hatırladım İstanbul Radyosu’na disk jokeylik teklifiyle gittiğimiz günü, rüyalarımızın bir kısmını gerçekleştirebildin. Lütfen devam. Öperim, r” Bu r, küçük “r”nin kim olduğunu da herkes biliyor tabii artık, ne de olsa orantısız zekam var. 49 yıl önce Paris’e benden önce giden ve kendisini sattığım arkadaşım Ralfi’den başkası değil. Bahsettiği rüyalar meselesine gelince, onları gerçekleştiren elbette ben ya da Açık Radyo değildik. Onları gerçek yapan da sizlersiniz dedim Boğaziçi’ndeki öğrencilere. Kelimenin gerçek anlamında sivil 159 itaatsizliğin ne demek olduğunu günler boyu gösteren, şimdi de kadim Yunan Agora’larındaki gibi doğrudan demokrasi deneylerini park forumlarında sürdüren sizler, yani 2013 sınıfı, konuşma onlara hitaben yazılmıştı. Şimdi Gezi direnişiyle gezegen için direniş de talihin garip bir cilvesi sonucu Türkiye’nin kalbinde İstanbul’da birbiriyle buluştu aslında, pek fark edilmedi ama 500’den fazla dünyanın dört bir tarafından gelen genç aktivist bir haftalığına burada toplantı yaptı. Yani 2000 yıldır oturdukları toprakların sular altında kalıp, ebediyen haritadan silinmesinin an meselesi olduğu insanlar geldi buraya. 45 günde yürüyerek, vapurla, bisikletle gelenler vardı aralarında. Sadece 15 yılın filan kaldığı tahmin ediliyor ve kiralık yer arıyorlar. 2000 yıldır oturdukları yerleri bırakmaktan -biz 1071 Malazgirt’ten bahsediyoruz- adamlar 1071’den beri orada ve kalacak yerleri yok küresel ısınmadan dolayı ve boğulmayacağız, savaşacağız diyorlar. En az 2000 yıl öncesinden gelen geleneksel savaş danslarını, haka danslarını yapıyorlar. Şimdi bu çok önemli bir mesele, çünkü bana bu gibi konferanslarda özellikle küresel iklim değişikliğinden filan söz eden şeylerden bahsettiğim zaman hemen gelen soru: Peki, ama çok geç değil mi artık, ne yapalım? Yok, geç olmuyor. Çünkü bir tek şey var zaten yapabileceğimiz, mücadele etmek. Onun dışında bir seçenek yok ki zaten. Benim romantik olmakla da suçlandığım oluyor. Elbette romantikliği çok benimsiyorum, öte yandan da benden daha gerçekçi birini bulmanız da zor olur. Çünkü denizlerin de, karaların da gümbür gümbür mahva doğru gitmekte olduğu ve işte Badiou’nun da söylediği gibi mutlak bir kötü sona gitmekte olan dünyayı ancak mücadele ederek değiştirebilirsiniz. Bugün daha okuduğum bir haber, radyoda da söylediğim Kanada’da ve Amerika’da, Kuzey Amerika’da muazzam bir mücadele veriliyor bu Tower Sand denilen yeryüzünün belki de en büyük felaketi, karbon bombasının fitili diyorlar. Katran kumulları tasvir edilemez, sadece Tower Sand diye girer, bakarsanız görebilirsiniz. Yani bu bina yüksekliğinde tekerlekleri olan iş araçlarından bahsediyorum, dünyayı o hale getiriyorlar. Onu önlemek için de Kızılderililer, yerliler filan büyük bir mücadele 160 veriyorlar ve durum belli değil henüz. O petrol akıtılıp akıtılmayacak, toprağın suyunu filan kaynatacaklar. Şimdi gördüm ki, Amerika’nın ve dünyanın, yeryüzünün en zengin insanları arasında yer alan “Kock Biraderler” var, Kock gibi yazılıyor, kok okunuyor. Orası petrol boru hattına açılması halinde sadece oradaki arsalara sahip oldukları için 100 000 000 000 dolar rant elde edeceklermiş. Düşman böyle bir şey ve bunu ancak bir şekilde bitirebiliriz. Yani biz bir mücadeleden başka herhangi bir yolumuz olmasına imkân yok. 2010 yılında 3Y diye bir formül icat etmiştim ben: Yerel, yatay ve yavaş. Slow anlamında bir mücadele örgütlenme bugün de bu geçerliliğini koruyor. Gezi’den gezegene, oradan da geriye gidersek denklem böyle, yani demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve adil bir dünya, bir de tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen. Bu felakete gidişi tek önleyebilecek şeyimiz odur ve benim çok takip etmek istediğim yazarlardan biri, hoş bir kadın var, o da Rebecca Sovnet diyor ki: “Önümüzde iki seçenek var: Ya kavgaya gireceğiz, ya giremeyeceğiz. Kavgaya girersek kazanırız diye bir şey yok, ama kazanabiliriz, ama kavgaya girmezsek size garanti ederim, kazanamayız” Başka çare yok, hayatla yüzleşmemiz gerekiyor. O yüzden de zaten Boğaziçi’ndeki ekibe de bu daha başlangıç, mücadeleye devam dedim. Kadim dostum Raif’in bana yazdığı gibi lütfen devam, şimdi de Badiou aynı şeyi söylüyor. Düşman belli, her şey belli. Yerden bahsedemedim, ama bir cümleyle onu da söyleyeyim ve bitireyim. Taksim Gezi’sinin o zamanlar adı benim çocukluğumda Taksim bahçesiydi. Benim için mekan olarak ifade ettiği en önemli anlam da ben kayboldum orada 5 yaş civarında, net olarak hatırladığım bir şey ve korkunç bir paniğe kapılmıştım. Sonradan bir hanım beni buldu, annemi de buldu, buluşturdu beni, küfür kıyamet filan beni nasıl bırakırsın diye, ama daha büyük bir kıyamet şeyde kopar. Yani benim kaybolduğum orada kaplan, leopar heykelleri var, ben onlara “Leopars” derdim hatta, onlardan çok kaybolduğum 161 yere bir AVM yapılmasını yok, benim bunu kabullenmeme imkân yok. Hepinize çok teşekkür ederim. TAYFUN KAHRAMAN- Merhabalar, hepiniz tekrar hoş geldiniz. Tabii Ömer Bey’den sonra ben de ilk defa mekanı bırakıp, biraz siyasetten bahsedeceğim ve biraz da size Taksim Gezi’sinin arkasındaki esasında magazini anlatmaya çalışacağım. Hani bizde çok merak edilen ve şu ana kadar çokça kez dolaşma fırsatımız oldu, bu dolaşmalarımızda da en çok sorulan soruları sizler sormadan cevap vermeye çalışacağım. Tabii çok az zamanımız var, bunu 20 dakika içerisinde yapmaya çalışacağım. Az önce Aykut Hocam esasında Taksim Meydanının mekansal tarihinden bahsetti, Taksim’in mekansal tarihinin yanında esasında bize şunu da gösterdi ki, bu mekan her zaman için ideoloji ve siyaset yüklü oldu. Cumhuriyetin kurmuş olduğu ve o cumhuriyet anıtıyla birlikte simgeleşen ilk yapıtlardan biri daha sonrasında modernist bir anlayışla ve modernizme doğru evrilen bir ülkenin simgesi haline gelen bir Atatürk Kültür Merkezi, hemen arkasından az önce fotoğrafını gördük, süngü ve miğferden oluşmuş bir darbenin simgesi, onun arkasından Dalan yıkımları ve Tarlabaşı’nda Dalan’ın yaptıkları ki, o zamanki adıyla Dalan: “Bunu, küresel kent İstanbul’u Taksim Meydanını en görünür vizyon yeri yapacağız ve bu nedenle de Tarlabaşı’nda bu yıkımları gerçekleştiriyoruz” demişti. Hemen arkasından 1995 seçimlerini hayal meyal hatırlıyorum, sizler de hatırlarsınız, ama en çok tartışılan konunun şu olduğunu hatırlıyorum: Gezi Parkına yapılacak olan cami ve o zamanlar şöyle bir gündem vardı: Gezi Parkına yapılacak olan caminin hemen arkasından da İslam’ın küresel kenti İstanbul vurgusuyla birlikte Refah Partisinin yerel seçimleri kazandığı bir sürece girmiştik. Burada Taksim Meydanı hep ideoloji yüklü oldu ve hep siyasetin mekanı oldu. Gezi Parkı’nın ve Gezi direnişinin de Taksim Meydanı’ndan alevlenmesi ve Türkiye’deki bu hareketin ve bugüne kadar biriken o hoşnutsuzlukların patlama noktasının esasında bu alanda gerçekleşmesinin de 162 çok tesadüf olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bu nedenle bir kent hareketi olarak tabii ki bizler her zaman için şundan gururluyuz, affedersiniz, ama ben hep şunu söylerim: İki kıçı kırık orada yan yana geldik, bir şey götürmeye çalıştık. O günlerde en son benim gittiğim basın açıklamasında 10 kişi vardı. Hatta Facebook’ta bir fotoğrafını gördüm geçtiğimiz günlerde, beni de eklemişler. O fotoğrafa baktım, 10 kişiydik tam fotoğrafta, ama ondan 4 ya da 5 ay sonra biz Taksim Meydanında milyonlarca insandık. Demek ki, bizler esasında bir kent hareketini bir hele ki günümüz koşullarında kentlerin bu kadar ön plana çıktığı ve siyasetin ana eksenini, ana meydanını oluşturduğu bir alanda demek ki bunu başarabiliyoruz. O nedenle bir kent hareketinin böyle bir harekete, böyle bir ivmelenmeye neden olması ve bir milleti sokağa dökmesi ki, polis rakamlarına göre, yani resmi rakamlara göre 2,5 milyon insanın sokağa çıkması ve bunların yüzde 75’inin de hayatlarında ilk defa sokağa çıkmış olması gerçekten de az önce Ömer Hocamın bahsettiği gibi bizlere umut veriyor ve bu ülkenin 68’de Fransa’nın yaşadığı Charles De Gaulle’ye karşı gerçekleştirmeye çalıştığı o devrimin bir anlamda 2013’te geç de olsa Türkiye’de bir tezahürünün olduğunu ve bunun da bir mekan üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz. O nedenle bizler hep basmakalıp mekan politikleşti derdik, ama ilk defa şunu gördük ki, bir mekan politikleştiğinde çok güzel oluyor. Bunu bize Taksim Meydanındaki o görüntü gösterdi. O nedenle şuna da tabii bir taraftan atıfta bulunmak lazım: Bugün İstanbul’da sadece Taksim yayalaştırma projesi ve Gezi Parkı değil, İstanbul’da çok daha vahim sonuçlara neden olabilecek pek çok proje var. Bunların en başında üçüncü köprü geliyor. Bugün temelleri atılmış olan köprüyle birlikte belki de İstanbul’un mahvına neden olabilecek bir sürecin başlangıcını yaratmış durumdayız, ama bizler yine aynı mücadele içerisinden buraya baktığımızda, bu alana baktığımızda aynı kitleselliği yakalayamadığımızı görüyoruz. Bu nedenle bu bir kent hareketi miydi, yoksa birikmiş olan bir öfkenin tezahürü müydü, buna bakmak lazım. 163 27 Mayıs günü orada ben de yoktum, ama burada aramızda olan arkadaşlarımız oradalardı. Orada 20 ya da 30 kişi vardı, ama 28’inde oraya gittiğimizde bizler 200 ya da 300 kişiydik ki, bu olayı, bu gündemi de o güne kadar sahiplenmiş olanlardı. 29’unda bu sayı binler oldu, 30’unda bu sayı on binler oldu, 31’indeyse orada yüz binler, hatta milyonlara varan insanlar vardı. O günkü manzara inanılmazdı. 1 Hazirandaysa özellikle Taksim Gezi Parkı’nın polis tarafından boşaltıldığı o günse inanılmaz bir kalabalık alana doğru akın ediyordu. Yanlış hatırlamıyorsam yanımda Akif vardı, onlara dönüp ne yapacağız şimdi diye sorduk. Çünkü Taksim Dayanışması denilen bir yapı vardı ve bütün sorumluluk onun üzerine yüklenmişti, ama bu 5 benzemezin bir araya geldiği yapı burayı nasıl koordine edecekti? Polisin olmadığı hiçbir şekilde organize olmayan bir yapı nasıl koordine edilecekti? Esas sıkıntı buydu, ama ertesi sabah bir de baktık ki, bize ihtiyaç yokmuş. Herkes elinde çöp torbaları birden bire yerlerden izmarit toplamaya ve çöpleri toplamaya başladılar ve olan esasında belki de iktidarın da burada hani amiyane tabirle yine sizlerden özür diliyorum, ama kusmuklarında boğulsunlar diye bu fotoğrafı yayınlayalım ve buradaki hareketin bütün meşruiyetini tamamen önleyelim gibi bir fotoğraf verilmek, fotoğraf alınmak istenirken tam tersine buradaki kitle inanılmaz bir seferberlik ve inanılmaz bir uzlaşıyla birlikte burada öyle bir fotoğraf vermekten kesinlikle imtina etti ve hiçbir şekilde öyle bir fotoğraf verilmedi. Tam tersine daha güzel fotoğraflar verildi. Bir gazetede bir fotoğraf vardı: Bir tarafta bozkurt işareti yapan arkada bir adam, yanında BDP’li bir erkek, yanındaki TGB bayrağı taşıyan kadını kaldırıyordu, arkalarında da bir sis bombası onlara doğru ilerliyordu. İşte esas Gezi ruhu ve bizlerin belki de az önce Ömer Bey’in bahsettiği bundan sonraki siyasetin temelini oluşturacak şey burada belki de bu uzlaşı ortamında yaşıyor. Gezi’den Türkiye siyasetine ve Türkiye’de iki tane sonuç çıktı. 31’inde Gezi’nin anlamı tamamen değişmişti, 27 Mayısta orada ağaçları korumak isteyenler, hatta Sırrı’nın bir buldozerin önüne geçip, kendini siper ettiği o 164 sürecin sonucunda 31’inde esasında Taksim Dayanışmasının da, diğer tüm kurumların da tamamen etkisiz kaldığı bir süreç yaşandı. Neydi bu? İnsanlar ilk olarak orada bir sivil itaatsizlik örneği olarak esasında kamu vicdanını harekete geçirdiler. Belki bu Türkiye’de ilk kez ifade özgürlüğüne ilişkin ve oradaki toplanan kitleye ki, onlar hepsi efendi çocuklardı bir taraftan da, çünkü bugüne kadar hep marjinalize edilmeye çalışılan ve marjinal olarak gösterilen kitlenin yanında eğitimli ve pek çoğu uzman olan bir kesimin oradaki direnişine yapılan müdahaleyi kamu vicdanı esasında kendine yediremedi. Bir anlamda da bunun tezahürüydü 31 Mayısta yaşanan bu görüntü, ama bir taraftan da burada birikmiş olan özellikle ifade özgürlüğüne ve Türk siyasetinin bugüne kadar vermekten hep imtina ettiği, ama gıdım gıdım verdiği temel haklar ekseninde de yapılmış olan müdahalelerin yaşam alanına, içkisine, bedenine karışılan insanların “benim hayatıma karışma” demeleriydi. Bir taraftan da tabii her sabah uyandıklarında Başbakandan bugün nasıl bir fırça yiyeceğim görüntüsünün de bir ortamda gerçekten de korku imparatorluğu yıkıldı ve insanların gözlerinde bunu başarabildikleri ve bir arada durabildiklerinin ve yalnız olmadıklarının o günlerde sinyalleri vardı. Bir taraftan da iktidar ilişkilerinin de iktidarın kendisine ilişkin mantığın da değiştiğini gördük. Şöyle bir anımı anlatayım: Bir gün tam Başbakan Yardımcısıyla görüşme yapmıştık. O zamanlarda tanınır bir sima olduk. Oradaki çocuklar da tanıyorlardı. Sabaha karşı 03.00’tü, Beşiktaş’ta hâlâ daha çatışmalar devam ediyordu ve biz sonraki arkadaşlarla gidip, birkaç kişi görüşmek istedik ve yanlarına gittik. Çocuklar etrafımıza toplantılar, konuşuyoruz. Bir ihtiyaçları var mı, onları soruyorduk. Bir tanesine şey sordum, 17 yaşındaydı bir lise öğrencisi: Niye hâlâ Beşiktaş’ta Başbakanlık Sarayına saldırıyorsunuz? Şunu söyledi çok net: “Ağabey, biz orayı çarşının merkezi yapacağız” dedi. Yani o iktidarı esasında kafasında tamamen yıkmıştı ve iktidarı yeni kendi sanal iktidarı olarak çarşı iktidarını kurdu. Onun için iktidar esasında çarşıydı, o nedenle bugün artık siyaseti de az önce Ömer Bey’in bahsettiği gibi tüm siyasi kavramları da yeniden düşünmemiz gereken ve onları 140 karaktere 165 sığdırmamız gereken bir süreç yaşıyoruz. Çünkü 140 karakterden öte yazdığınız hiçbir metin ya da hiçbir mesaj bugün gideceği noktaya gitmiyor ve bu mesajlar anlaşılamıyor. Bizler bugün 140 karakter esasında bazı arkadaşlarımız da bunu çokça eleştiriyorlar, yani böyle bir algının yaratılması nedeniyle pek çok eleştiri yazısı da okudum, ama 140 karakter gerçekten de derdi anlatmak konusunda özellikle bugün hani kayıp kuşak dediğimiz 80 sonrasındaki -ben de ona mensubum- 90 kuşağının yarattığı inanılmaz bir yaratıcılık ve inanılmaz bir uzlaşı ortamını gündeme getirebiliyor sadece 140 karakterle bu kuşaklar. Bu nedenle oturup takkeyi önümüze koyup düşüneceğimiz daha pek çok şey var, ama bir memleketin ne kadar yaratıcı olabileceğinin de izlerini görmek gerçekten de bizleri çok çok mutlu ediyor. Esasında bu bütün süreci anlatan çok sevimli bir duvar yazısı vardı, bir grafiti vardı duvarlarda, kimsenin ilgisini çekmemiş, ama benim en çok hoşuma giden oydu. “Yaşasın sevimli mücadelemiz” diye, herkes şöyle bilir onu: “Yaşasın devrimci mücadelemiz” diye slogan atılır, ama bu sefer “yaşasın sevimli mücadelemiz” esasında bu hareketin ne kadar da efendi, ne kadar barışçıl ve ne kadar hoşgörü yüklü bir hareket olduğunu ve bu anlamda bu kaynaktan beslendiğini gösteriyordu bize. Tabii bu süreçte bizler de biliyorsunuz iki görüşme yaptık. Bunlardan bir tanesi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tı, bir tanesi de Başbakanla hemen arkasından da olaylı bir şekilde biten görüşmeyi yaptık. Bu görüşmelerin de esasında temel kilitlendiği nokta buydu. Orada gördüğümüz gerçekten de hükümet kanadında inanılmaz bir korku vardı o tarafta, çünkü bir tarafta hiçbir şekilde evine girmeyen milyonlar sokaktalar, ama bir tarafta da meşru zemine çekilmiş olan siyasetin de gerçekten bu hareket karşısında belki de dünya tarihinde ilk defa karşılaşılan bir direniş karşısında nasıl bir tavır takınacağını bilmediği bir gün yaşadık. Tabii şunu söylemek lazım: Özellikle en çok sorulan Başbakan toplantısı nasıl geçti, gerçekten hararetli miydi? Evet, orada istenmeyen bir şekilde biten bir toplantıdan bahsedebilirim sizlere, 4 saat süren 166 ve gerilimin sürekli olarak tırmandığı bir toplantı süreci yaşandı. Bu toplantıda hükümet kanadı tarafından sürekli olarak tartışma zemini Gezi Parkı’na ve orada yapılacak olan mimari projeye çekilirken, bizim tarafımızdan sürekli olarak şu anda sokakta olan insanların taleplerinin daha da ileri boyuta eriştiğine ilişkin yorumlarımızla giderek gerginleşen bir toplantı ve sonunda orada yer alan bir arkadaşımızın bunu tekrar hatırlatması üzerine Sayın Başbakanın toplantı salonunu terk etmesiyle birlikte biten, ama arkasından da tabii benim çokça kez fırça yediğim bir açıklama, hemen arkasından da bizlerin orada yapmış olduğumuz ve grup adına da benim gerçekleştirmiş olduğum açıklama ki, oradaki tansiyonun mümkün olduğunca nötr bir seviyede tutmak amaçtı ve oradaki gerginliği yansıtmamak istekli bir amaçtı. Açıklama hemen ertesi günü Başbakan tarafından yine yalanlandı ve Başbakan o toplantının ne kadar sert geçmiş bir toplantı olduğunu açıklayarak esasında bizlerin bir taraftan da hata olarak yorumlanan bu tavrını kendisi tamamen bertaraf etmiş oldu. 15 dakikayı doldurdum, şöyle bitireyim isterseniz: Yani bundan sonra ne olacak, nasıl bir beklenti var ve insanların bundan sonraki beklentisi nedir Taksim’e, Gezi Parkına ve burada yaşanılan direnişin yarattığı ruha ilişkin diye bakarsak, bundan sonra siyasetin özellikle hiçbir şekilde aynı olmayacağını, tüm yapıların buradan bir ders çıkarması gerektiğini görüyoruz. Tabii bunların içerisinde meslek odaları olarak bizler de varız, sendikalar da var, başlıca siyasi partiler olmak üzere tüm bu yapıların yeniden revizyon geçirdikleri ve katılımcı bir siyasete doğru evrildikleri bir süreci yaşamak zorunda olduğumuzu esasında bize Taksim Gezi Parkı süreci gösterdi. Tabii ikincisi, Ömer Hocamın kaçırmış olduğu 68 hareketinin de gösterdiği şekilde Türkiye’de de bir taraftan bu hareketin önümüzdeki seçimler silsilesi içerisinde mevcut iktidara sarılan şekilde biçimleneceğini ve onun arkasından da tüm siyasi zeminin değişeceği bir süreç yaşayacağımızı düşünüyorum. Çünkü 68 sürecinde de Charles De Gaulle gitmeden önce ilk 68 hareketinde orta sınıflar ve mevcut o düzen içerisinde yer alanlar tepki olarak tabii ki böyle sosyal dönüşümlerin birden bire 167 tepki vermesi kolay olmaz hiçbir zaman, tepki olarak esasında iktidara sarıldılar. Şu anda öyle bir tepki beklemek de çok normal, ama iktidara sarılınan bu süreç arkasından da yeni bir siyaset yapma tarzının hâkim olacağını, çünkü Gezi’ye katılan her yaş, her sınıf, her cinsiyet ve her gruptan insanların yarattığı uzlaşının buradaki çoğunluğu, buradaki çoğulcu yaklaşımın şu anki çoğunlukçu siyasete karşı galip geleceği bir süreci yaşayacağımızı düşünüyorum. Tabii ki öncelikle yıkılması gereken, yani Kadıköy, Maltepe, Bakırköy, Beşiktaş aksında ya da Gazi-Okmeydanı aksında yükselen bu hareketin biraz daha İstanbul genelinde ve Türkiye genelinde ses getirmesi için bir çabaya, bir yeniden kendini düşünmeye ihtiyacı olduğunu söylemek gerekir. Buradan Gezi Parkı’ndan esasında az önce söylediğim gibi iki tane ders çıktı. Bunlardan bir tanesi insanların sokağa çıkıp, bedenime, yaşamıma, evime ve sokağıma bana sormadan bundan sonra müdahale edemezsin demeleriydi. İkincisi de, esasında siyasete verilen bir dersti. Az önce de söyledim, burada hükümete, ama en çok da muhalefete bir ders vardı ve buradaki muhalefet etme rolünü esasında insanlar sokağa çıkarak kendileri üstlenmişlerdi. Bu anlamda Taksim planlarında da gördüğümüz gibi biliyorsunuz burada ana muhalefet partisinin de oylarıyla birlikte kabul edilmiş bir plandan bahsediyoruz. Esasında mevcut siyasi hegemonyanın yıkılıp, yerine yeni bir hegemonyanın inşa edildiği yeni bir demokrasi ve yeni bir siyaset beklentisi olduğunu ve buna ilişkin de bir ders çıkartılması gerektiğini gösteren bir tablo vardı diyorum ve şu an süremi doldurdum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. MURAT H. GÜVENÇ- Merhaba. Benim açımdan çok öğretici bir toplantı oldu. Birçok bilmediğim ayrıntıyı da öğrendim. Özellikle de Ömer Bey’in konuşmasını çok beğendiğimi kendisine de söylemiştim, bir kez daha dinlemek de oldu, bu konuşma da Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konuşma da çok bence öğreticiydi, yani içerisinde de galiba o 400 sayfalık romanın satırlarından bir şeyler yer alıyordu. 168 Şimdi iki tür konuşma oldu. Bir konuşmacılar biraz mekanla ilgili, bir de Ömer Bey’in anlattığı, sosyal tarafı oldu. Şimdi benden önce konuşan Tayfun siyaseti anlattı. Şimdi bu şehirle, bu mekanla bu kamusal alan mücadelesini galiba bir araya getirip, bu kapanış konuşmasını da ben yapayım. Bunu yaparken de izin verirseniz size bir öykü anlatayım. Bu 140 karakter kökenine, koşullarına uyacağım, çok kısa zamanda uyacağım, ama Başkandan da rica ederim, biraz ben böyle dinleyici bulunca fazla uzun konuşabiliyorum, onun için kesebilirsiniz bir yerde, ama anlatacağım şey zannediyorum bir-iki noktada da Ömer Bey’in konuşmasında, Tayfun’un konuşmasında işaret ettiği peki, bundan sonra ne yapmalı noktasına getirmeye çalışacağım. Şimdi burada bizim gördüğümüz olay, yaşadığımız olay Türkiye’de biz hani kamusal alanın kuruluşuna tanık olduk. Kamusal alan performatif bir kavram, yani demokrasi gibi yapınca oluyor, dank etmek gibi, yani teorik bir dans eğitimi olmuyor. Bisiklete binmeye giriş diye 101 dersi verilemiyor. Yani ders verilebilir de, onu yapmak için bisiklete binmek, paten kaymak da teorik olarak öğretilemiyor. Paten kayma bilgisi yapınca oluyor, ediniliyor. Bu kamusal alan da biraz böyle bir şey ve burada çok beklenmedik sıçramalar oluyor. Ben şimdi tarihsel olarak okuduğum tarihsel, bizim Gezi’ye çok benzeyen sahne olarak da benzeyen bir sahneyi anlatacağım. Bu belki 15. asırda oluyor, ama olmuş ve bundan sonra da bize ne öğretiyor, onu size anlatacağım. Şimdi bu kamusal alan çok eski Yunan Kültürü’nde iki bacaklı olarak kurulmuş. Bir Agora kısmı var, yani herkesin açık, milletlerin, ticaretin olduğu kısım var, bir de tiyatro kısmı var. Müzakerenin yapıldığı, ona da ‘pinks mekan’ deniliyor. İkisi birbirinden farklı bir şey, bir tarafta bizim mahalle forumlarında olduğu gibi mesele konuşuluyor. Orada konuşma daha demokratik, doğrudan demokrasi var, ama Agora’da da performans var. Orada insanlar ötekini görüyor. Hayır, Agora’da, tiyatroda konuşuyorlar, müzakere mekanı, o yuvarlak olmasındaki orada sınırlı şey içinde bir doğrudan demokrasi platformu, her 169 zaman orada drama oynanmıyor. Bu Roma’ya geldiği zaman Roma bunu aynen koruyor, fakat o doğrudan demokrasi kısmını senato aldığı için forum şeklinde oluyor. Forum da bir merkez ve kamusal alan, bu sefer sokak, meydan ve o pazarın kontrolü haline geliyor. 5. asırda Roma çöktükten sonra 5-11. asır arasında Avrupa’da bir süreç görüyoruz. Avrupa kentlerinde bu eski Roma kentlerinden miras kalan kamusal alan giderek tırtıklanılıyor. Şehirlerin otoritesi kalktığı için herkes kamu alanına biraz taşıyor. O güzel aksların ortogonal yapısı çıkıyor, biraz eğrilik, büğrülükler oluyor ve otorite de kalktığı için şehrin etrafında bir duvarla çevriliyor. Bir küçük merkezi, meydanı işte kilisesi, bir tane şatosu çok yoğun bir doku. Bunu şehir tarihinde bu yoğun dokuyu katı yumurtaya benzetiyorum. Kaynamış yumurtayı metafor olarak kullanıyorum 140 karakter kuralına uymak için katı, etrafında da duvar var. Böyle bir şey, hareket yok, onun için İngilizcede kasaba gittim demiyoruz, “Butcher House” yani kasabın eviyle kasaplık mekanı aynı yerde, yani kasapla kasabın evi aynı yer. Fransızcada “Maison” hem ev, hem ticarethane anlamına geliyor. Böyle bir şeyin içerisindeyiz. Bu süreç bizi 11, 12, 13. asırlara geldiğimizde Avrupa’da beklenmedik bir duruma götürüyor. Beklenmedik bir şey bu bizim Kuzey İtalya’daki komşularımız, çünkü onlar İstanbul’un acentesi gibi çalışıyorlardı o zamanlar, İstanbul pazarında gümüş ve esirden başka ne satarız diye kendi kendilerine konuşuyorlar ve satabilecekleri şeyin yün olduğunu keşfediyorlar. Yün üzerinden Kuzey Avrupa’yla Kuzey İtalya arasında bir taşınma hattı kuruyorlar. Yünler toplanıyor orada, sonra onlar İtalya’ya gidiyor, boyanıyor. Bir kısmı Güneydoğu’ya, bizim bir kısmı Ortadoğu’ya, bir kısmı tekrar Avrupa’ya satılıyor. Bu arada da Kuzey İtaya şehirleri çok zenginleşiyorlar. Çok zenginleştikleri zaman bizim haşlanmış yumurtanın içerisinde ‘Ruler’ın’ yani yöneticinin malikanesinin üzerindeki idari fonksiyon, yani haremlik ve selamlık fonksiyonları o evin içerisinde artık taşınamaz hale geliyor. Evin içinde avukatlar, davalar, dava vekilleri idarecinin evi içinde Fransa’da artık evi yaşanmaz hale getiriyorlar ve adam feryat ederek diyor ki, buradan çıkalım, bir 170 tane yer yapalım. Bir idare sarayı yapalım, orası bizim ofisimiz olsun, bir de evimiz olsun. Bu işte bence bizim yumurtanın içerisinde beklenmedik bir hattın açılması anlamına geliyor. Bu idare sarayı açıldığı zaman 1,5 km.lik bir mesafe içerisinde sarayla, yani ikamet sarayıyla iş merkezi arasında olmadık bir trafik başlıyor. Avukatlar bir taraftan çıkıyorlar, saraya gidiyorlar, bir taraftan bir devlet o aks üzerinde hareket etmeye başlıyor. Devlet orada hareket edince işte yüksek hâkimler gidiyor, tüccarlar oraya geliyor, loncalar bir tarafa gidiyorlar. Bu düzen içerisinde toplum bunu seyretmeye kalkıyor. Toplum da bu hareketi seyrediyor. Bak, avukatlar gidiyorlar, avukatlar loncasının bilmem birinci sırasındaki adamın yanında o yükseldi şimdi, eskiden arkada yürüyordu. Yani toplum ilk defa idarenin kendi kendisinin bir döngüsüne tanık oluyor ve bu müthiş popüler bir seyir haline geliyor. Bu Floransa’nın Maris’i, Fransa Kralı’na gelin oluyor. Fransa’ya gidiyor, Paris’e bir bakıyor ki, Paris tam bizim Osmanlıların güneş battı gavur yattı dedikleri katı yumurta gibi, hiçbir şey yok, hiçbir hareket olmuyor. Onun üzerine diyor ki, burada bir sosyal hayat yok. Floransa’da böyle bir şey seyrediyorduk, seyirlik bir olay vardı. Burada hiç öyle bir şey yok ve kraldan bir bahçe kendisine tahsis etmesini, bir alan tahsis etmesini istiyor ve dedikleri bugün Şanzelize’nin olduğu yerde bir büyük bahçe yapılıyor kendisine. 1,5 km etrafında duvarları var, bir kapısı var, içerisinde üç sıra da ağacı var ve o üç sıra ağaç daha sonra büyüyor ve bu kraliçemiz etrafındaki nedimeleriyle beraber orada bazı günler yürüyüşler yapıyor. Bu yürüyüşler sarayda herkesin çok dikkatini çekiyor. Kraliçenin yürüdüğü günler onun arkasına takılmaya başlıyorlar Bu kur şeyi içerisinde bu bir şöhret oluyor. Derken ben bunu biraz okudum tarihinde, şöyle bir sahne oluyor: O kadar popüler olmaya başlıyor ki, bu arazinin içerisinden bu arazinin gittiği bir yer yok, etrafı duvarlarla çevrili bir yer. Yani Gezi Parkı’ndan ölçeği biraz daha büyük, bir kapısı var, ama hiçbir yere gidilmiyor. İçinde üç sıra ağaç var, insanlar bunun içerisine giriyorlar derken bazı günler bütün Paris kalkıyor saatinde oraya doluyor. At arabaları, insanlar, hani o şeyler herkes 171 oraya geliyor. Hiçbir yere gidilmiyor burada, hiçbir şey olmuyor, bütün toplum orada duruyor. O kadar bir, yani bunu sizin şimdi bunu niye anlatıyorum? Boşaltılmadan önce Gezi Parkı’nın halini görürsünüz, orada 1 cm yer yoktu, anlatabiliyor muyum? Herkes oradaydı ve ne oluyordu? Duruyordu insanlar. Şimdi burada duruluyor. Bu olay zaman içerisinde şuna sebep oluyor: Niye bu oluyor? Çünkü toplum ilk defa İngilizcesi ‘to see and to be seen’, yani görmek ve görünmek, ortada Twitter yok, televizyon yok, medya yok, toplum ilk defa orada hem bir şeye tanık oluyor, hem de bir şeyi görüyor. Bu performatif bir duruş, yani sen orada bedenen varsan o kuruluyor, bedenen yoksan o olmuyor. Hikâyenin gerisini uzatabiliriz. 17, 18. Yüzyılda bu İngiltere’ye ‘coffee house’ üzerinden gidiyor. İşte ‘coffee house’larda birtakım ticaret, banka, borsa, gemi, nakliyat işleri konuşulmaya başlanıyor. Reuters’in bir gemi nakliyatındaki haberlerle borsa nakliyatı arasında, borsa işleri arasında bir şeyden doğduğu söylenir. Yani böyle bir devletin kontrolünde olmadığı, insanların performanslarıyla katıldıkları bir süreç. Sonra bu süreç Paris’in tarihine geldiğimiz zaman atlıyorum yine 140 km şeyinde, kahve kültürü üzerinden şey yapılıyor. Paris’in kültürü Paris’i “güneş battı gavur yattı” olmayan bir şey, bir ışıklar şehri haline getirmesinin iki tane sebebi var: İşçilerin yatacağı konutlar son derece küçük, insanlar evlerine gitmek istemiyorlar, çünkü evler 2,5 metre genişliğinde, 5 metre uzunluğunda küçük küçük plakalarla bölünmüş 19. Yüzyılda insanların girmekten nefret ettiği yerler, yani böyle sadece uyumak için, eve girmemek için her şeyi yaptıkları için kahvenin her türlüsünü icat ediyorlar. Şimdi bu süreç bu şekilde, yani şeye bir kaza ile kurulmuş bir alan. Bu alan neyi fark etti? Bu alanda bir şey fark ediliyor. Tören mekanıyla, yükselen devletin tören mekanıyla sivil toplumun yarattığı performans mekanı birbirinden ayrılıyor. Aykut’un konuşmasında Taksim’le hani devletin simgesel olarak ben burada varım dediği mesele, devletin mekanı ile performans olarak kurulan sivil 172 mekan birbirinden ayrılmış oluyor. Bu performans olarak birbirinden ayrılan mekan sürekli olarak kamuyla sivil toplum arasındaki adı konulmamış küçük nasıl diyelim, farklı kullanımları devlet, o bizim performans mekanında hiçbir zaman tümüyle kontrol edemiyor. Kendisi ondan daha büyük simgesel mekanlar yaratıyor, kimse de oraya gitmiyor. Hükümet meydanı yapılıyor. SALONDAN- Gezi meydanı gibi… MURAT H. GÜVENÇ- İşte tam ben de diyorum, ama bu sadece bizde değil, başka yerlerde de var. Bu Osmanlı’nın son dönemine geldiğimiz zaman şimdi hikâye biraz daha İstanbul’a getirebilirim, operatör Cemil Topuzlu İstanbul’da üç tane park yapmaya karar veriyor. Bir tanesi Gülhane’yi park yapalım. Hikâyesini anlatayım: Ben operatörüm. Belediye Meclisinin konuşması, ama ciğer ameliyatı yapıyorum. Bu bizim millet teneffüs edemiyor. Çok yerler kötü, oksijen almaları lazım. Operatör olarak Belediye Meclisine artı gerekçelendiriyor. Herkes biliyor ki, bu aslında performans olması lazım. Bu gerekçe uzun süre kimisi diyor ki, tamam da, yapıyoruz, veriyoruz, ama buraya kadınlar girecek mi? Girecek tabii, onlar da nefes alıyor. Onlar için matine yapalım diyor. Parkta Perşembeleri ve Salı öğleden sonra kadınlar gelecek, diğer günler girmeyecek. Bu şekilde çıkıyor. Gene 140 km, burada İstanbul’da bir park var, Tepebaşı’nda park var. Tepebaşı’ndaki parkta da şöyle buluşuyorlar. Bütün milletlerin Rum, Ermeni, Musevi milletlerin kadınları ve erkekleri girebiliyor. Müslüman erkekler de girebiliyor, kadınlar giremiyor, ama “to see and to be seen” var ya, görmek ve görülmek orada olmak lazım. Tabii Müslüman kadınlar da bu parkın kenarına geliyorlar. Nereden geliyorlar? Tarihi yarımadadan geliyorlar. O Kasımpaşa tarafındaki o tersane tarafından geçiyorlar, oradan yukarıya Tepebaşı’na çıkıyorlar. Oradaki caddeyi haritada o caddenin adı Yaşmak Sıyıran Caddesi, 140 karakter kuralına uyuyorum. Tabii giremiyorlar, ama kural parkın duvarında oturmak serbest, oraya oturuyorlar. Bunun anılarını okuduğunuz zaman burada balıkhane nazırı Ali Rıza Bey diye 173 birisi var. Bir Osmanlı, yani amatör antropolog, adetleri yazmış, çok kızıyor buna, edepsizler gene geldiler, oraya oturdular diyor. Yani olmamaları gereken yere oturdular diye yazıyor. Peki, Gülhane Parkı ne oluyor? Hiçbir şekilde o kural, yani kızlı-erkekli o olmuyor, sonunda o fiilen kadınlar ve erkekler o harp yıllarında onlar orada oturuyorlar. Bir daha da o parkın kadınlar matinesi, erkekler matinesi Türkiye’de hiçbir zaman uygulanmıyor. Şimdi bu hikâyeleri ben anlatıyorum, burada bir kadın ve erkeğin aynı mekanda bir arada bulunabilmesi çok çok önemli bir şey, adını koymamız gerekir. Bu şeyde duyduğumuz bir şey var, ona da işaret edelim. Kızlı-erkekli, bu da 140 km, bunun aralarını küçültün, kızlı-erkekli, yani kızlı-erkekli o mekanda bulunmak önemli bir şey ve bu da performans gibi bir şey. O performans, yani orada o kızlı-erkekli ortamın dejenere olmamasını sağlayacak hattı, hareketi öğrenmek paten kaymak, bisiklete binmek gibi bir performans. İşte sivil toplum orada da onu öğreniyor. Yani o oranda utanıp kaçma olmuyor veya Osmanlı’nın o balıkhane nazırının malikane nazırı Ali Rıza Bey’in anılarını okuduğunuz zaman şunu görüyorsunuz: O tramvayların ortasında bezler varken o iki taraf arasında nasıl konuşmalar oluyormuş. Ben onları okumaya utanıyorum yani, inanamazsınız, tiyatro gibi bir şey, hakikaten o toplumu vakti geldiği zaman ona rağmen o bez de olmuyor. Tramvayı ayırıyor, tramvayın bir tarafında erkekler, bir tarafında kadınlar birbirlerine laf atıyorlar. Porno gibi bir şey, ama olmaması başka bir şey, bunun olmaması çok önemli bir şey. Şimdi ben size bunun, bu kamu alanının kurulmasının içerisindeki anekdotel de olsa bunun bir şeyini anlattım, çok kısa anekdotel bir tarihini anlattım. Burada bu herkesin elinde şunları görüyorum, onlardan da Thomas Bendel diye bir adam var. Onu da araştırırsanız orada benim anlattıklarımın arasını dolduracak her şeyi bulursunuz. Şimdi bunun kamu alanının kurucu, ileriye götürücü, demokratik, devletin bir alternatif üretici bir tarafı var. Bunun içerisinde mesela, bize bunun muhalefetin örgütlendiği taktiksel bir mekan 174 deniliyor ki, bunun bazı örneklerini şey yaptık. Habermas bu mekanın aslında daha ileri bir modernite projesinin inşaatının yapılabileceği bir yer olarak gösteriyor. 1968 olayları bize bunun imkânlarını söylediler ve hiç beklenmedik bir anda bizim nasıl o kraliçenin etrafındaki dolaşma birden bire bütün Paris’in bir yere toplanıp hiçbir yere gitmediği bir trafik sıkışıklığı yaratmışsa ki, bu trafik sıkışıklığı da çok ibretlik bir şeydir. Peki, buraya geldik, bundan sonra devlet buna karşılık ne yapıyor? Tören, mesela hükümet meydanları yapıyor. Giderek daha Rusya’da, Çin’de oraya getiriyor ve zaman içerisinde süngü dikiliyor, kılıç dikiliyor, meydan dikiliyor, daha yüksek uzay hani Sovyetlerde şeyler var, uzaya atılan roketlerin böyle gidişini gösteren zafer tankları, yani bunların bin tane, Amerika’da da var. Şimdi bu ikisi arasındaki gerilim hep sürüyor. Son olarak, yani bizdeki bu olay patlamadan önce Wall Street’te Occupy hareketleri oldu. Orada da bir park vardı. Orada da bir park üzerinde bir şeyler oldu ve bu kamu alanının kuruluşu böyle. Şimdi İstanbul’a geldiğimizde iki, çok az şeyle bitiriyorum. Bir tanesi, bu hikâye içerisinde devletin temsil mekanı yaptığı, performans mekanıysa televizyonda, bilmem nede insanların kendi kutularına çıkardıkları ve bedenin yan yana bulunma, bir mekanı perform etme geleneğinin giderek zayıfladığı bir yerde Gezi öncesi duruma gelmiş oluyor. Bu durumda İstanbul’un toplumsal coğrafyası nedir? Bugün toplumsal coğrafyası şudur: Bakın, şimdi demin Tayfun’un bıraktığı noktaya gelelim. Yine Youtube’da Gezi olayları sırasında atılan Twitter’ların nereden çıktığına ilişkin bir harita var. Bu animasyonlu bir harita, saat ve saat izlemek mümkün. Aynı bölgeyi izliyoruz. Beşiktaş, Sarıyer, Beyoğlu, Kadıköy, Maltepe, öbür tarafta da İstanbul’un üç yakasındaki üç yüksek eğitimli sivil ve tırnak içinde söyleyelim, laik kesimi, öbür taraflardan hemen hemen hiç tweet atılmamış. Haritası var, saat ve saat izlenebiliyor, bütün o günleri oradan ben size gösterebilirim. Keşke bu Twitter haritasını gösterebilsem. Bu neyi gösteriyor? Bu gösteriyor ki, toplumun bir kesimi bu performans, bu kızlı-erkekli olmaya biraz daha hazır, bir kısmıysa 175 buna pek kayıtsız. İstanbul’un toplumsal yapısında da bu üç öbek var. Siyasi olarak kendilerine her dönemde İstanbul’un ötesi tarafındaki, E5’in öbür tarafındaki İstanbul’dan farklı partilere oy vererek temayüz ettirmişler. Bu kesim bu şekilde kendini ifade etmiş, buna katılmış. Burada demek ki bu kesimde bir şey var, hani o parka gitme konusunda bir hikâye. Peki, bunu demin Tayfun’un bıraktığı şey var, biz nasıl yaparız da bunu daha genel bir şeye yapabiliriz, daha genel bir talebe, daha genel bir performansa çevirebiliriz? Bu Thomas Bender dediğim arkadaşımız bu konuda biraz kafa yormuş ve mücadele süreci nasıl sürebilir? Diyor ki, bizim içinde yaşadığımız toplumlarda, metropoliten toplumlarda toplumlar aslında moderniteyi aştıktan sonra bir dramatik mekan olmaktan çıktılar, bir topolojik mekana dönüştüler. Ne diyor? İnsanlar yan yana yaşıyorlar, ama hiçbir drama paylaşmıyorlar, yani aynı sahnede değiller. İki mahalle birbiriyle yan yana bitişik yaşıyor, ama bunların hayatları birbirine değmiyor. 1 Mayıs gösterileri içerisinde Taksim’de kıyametler koparken Nişantaşı’nda insanlar kahve içiyor. Burada oradaki olayın öbür tarafla bir alakası yok. Şimdi bunu kırmak için ne yapabiliriz? İki tane gözlem var ve bitiriyorum. Diyor ki, bunu kırmak için yine bir performans yapmamız lazım. Performans yapmadan, yani siyaset yapmadan, yani siyaseti performans biçiminde yapmadan biz bu hareketin içinden çıkamayız. Peki, bu yeni siyaseti neyin üzerine kuracağız? Benim yaşam tarzımı senin yaşam tarzına sen benim gibi yaşa, benim gibi yaşamayanlar olmasın. Bunun üzerinde performans olmaz. Bu çünkü birbirini sadece dışlar. Hadi ben de sen gibi olmuyorum, ben de oynamıyorum. Şimdi o zaman iki tarafın birlikte oynayabileceği üç tane oyun alanı vardır diyor. Yani bizim o şeylerimizin metropoldeki bu gönüllü yoğunlaşma alanlarının kırılabileceği üç tane alan vardır. Komşularımız ne olursa olsun o komşuların, o komşularla bizim konuşabileceğimiz üç tane alan var diyor. Yaşam tarzlarımızla doğrudan ilişkili olan bir tanesi çevre, çünkü su içiyoruz, hava alıyoruz. Öbür taraf ne düşünürse düşünsün bir çevre problematiği üzerinde bir komşuluk ilişkisi kurabiliriz. Bu 176 komşuluk ilişkisini sınırları aşan, yaşam tarzlarını aşan bir biçimde yapabiliriz. Birincisi çevre problemi çok önemli, ikincisi altyapı problemi çok önemli; şehrin sularını, elektriğini bugün yaşadık, kanalizasyonunu, temizlik sistemlerini kullanabiliyoruz. Üçüncüsü de ulaşım, kentin bir taşıma sistemlerini kullanabiliyoruz. Taşıma, altyapı ve çok tabii daha önemlisi bu çevre problematiği üzerinden bir diyalog başlatılabilir. Bu diyalog başlarsa o zaman bu bizim yumurtanın kabukları kırılabilir ve insanlar birbirleriyle konuşabilir. Bu konuşma sonunda ne çıkar, onu hiç bilmiyoruz, ama bu konuşma olmadan neyin çıkmayacağını biliyoruz. Bu konuşma sırasında bir benim 60 yaşında bir şehircilik hocası olarak söyleyebileceğim bir tek normatif ilke var ki, ben bunu bir İsveçli coğrafyacıdan aldım. Diyor ki: “Hayatta kalmanın koşulu başarılı bir komşu olmaktır veya bir komşu olarak başarılı olmaktır” Bu çok önemli bir laf, çünkü başarıyı benim ne kadar zengin, eğitimli veya Harvard diplomasına sahip olmanın ötesine çıkıyor. Harvard diplomasına sahip olabilirim, zengin olabilirim, ama başarılı bir komşu olmazsam veya bir komşu olarak başarılı olmazsam o zaman biz tür olarak kendimizi bu alamet şeyleri içinde yeniden üretebilme kapasitelerimizi, şanslarımızı da ortadan kaldırmış oluruz. Yani ben bu işi bir komşu olarak başarılı olmanın yollarını birlikte aramalıyız, bu üç alana da dikkat etmeliyiz diyerek bitireyim. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Ben öncelikle çok değerli dört konuşmacımıza teşekkür ediyorum. Çok doyurucu konuşmalar dinledik sizden ve hepsi de aslında Taksim veya Gezi tırnak içinde bize gösterdiği olgunun farklı katmanlarını ortaya koydunuz. Büyük sorular oluştu kafamızda, bence bu toplantının en önemli amaçlarından biri de buydu. Yani çözümler üretmek kolay değil, soruları doğru sorabilmek. Şimdi tam bu noktada ben sizlere dönüyorum. Zamanı da iyi kullanmak için şimdi sorular kısmına geçeceğiz. Öncelikle acaba kimler soru sormak istiyor, sayı tespit etmek istiyorum. Aslı, başka? Eğer sorular yoksa belki konuşmacılara bakıp, onların da tamamlamak istediği son sözleri vardır, zamanı o şekilde de kullanabiliriz. O zaman Aslı ve Eda’dan sonra 177 konuşmacılarımıza sırayla kendi görüşleri, ilave etmek istedikleri şeyler için zaman verelim. ASLI- Sevgili Murat Hocaya soracağım. Bu Gezi direnişinin sosyal coğrafyası meselesi çok önemli, bir tek bu İstanbul’un coğrafyasıyla ilgili bir mesele değil, başka potansiyellere de işaret ediyor. Bu tweetlerin atıldığı haritadan bahsettiniz, tweetlerin geldiği haritalar yine sizin işte şu mavi aşağı doğru boğazın yakasındakiler, Kadıköy, Beşiktaş, Maltepe dediniz, ama tweet atmak dışında TEM otoyolunda, yani şehrin atardamarlarından biri de birkaç kere kesildi. MURAT H. GÜVENÇ- Onu göremiyoruz, onu biliyoruz şeyle ilgili, Gaziosmanpaşa ASLI- Gazi Mahallesi, evet. MURAT H. GÜVENÇ- Oralarda oldu, ama bizim gördüğümüz Twitter haritasında o kısımları almıyor. ASLI- Tabii, Twitter dışında başka alametler, çünkü siz bu işin uzmanısınız, alametlerden… MURAT H. GÜVENÇ- Twitter haritasında ben göremedim, gördüğüm yeri aktarıyorum. ASLI- Evet, tamam, başka bir sizin şu an mesela İstanbul coğrafyasında şuna baktığınız zaman bu esasında direnişin başka potansiyellerinin veya başka komşuluk ilişkilerinin yan yana olmasa bile, mekansal olarak yan yana olmasa bile başka komşuluk ilişkilerinin alametidir diyeceğiniz bir şey var mı? Alametler hocası olarak… MURAT H. GÜVENÇ- Mutlaka vardır. EDA- Benim çok kısa bir sorum var Murat Hocaya yine. En son diyalogun kurulabileceği üç alandan bahsettiniz: Ulaşım, çevre ve altyapı. 178 Bunların çelişkiye düştüğü alanlarda ne yapılabilir? Birbirleriyle mücadele ettiği alanlarda çevre, altyapı ve İstanbul üçüncü köprüde gördüğümüz durum ya da üçüncü havaalanı. MURAT H. GÜVENÇ- Yani bu üç ana demin burada defalarca söylendi, alanda o bozkurt işareti yapan veya konuşanlar birisi bir yerde, yani aidiyeti başka başka noktalarda bulunan insanlar o ortakta, o performansta aynı sahnede yer alabiliyorlar. İşte bu aynı sahnede yer alabilecekleri şeyin aidiyet üzerinden değil de, ortak yaşam, komşuluk üzerinden kurulması, çevre üzerinden, müşterekler üzerinden kurulması gerekiyor. Bunların müştereklerin birbiriyle çelişmeleri çok tabii ki onu, yani çevreyle ulaşım birbirinin gözünü oyan iki şey, ama herhalde iyi komşuluk veya iyi bir şey bu çevreyle altyapı, çevreyle ulaştırma arasında taşınabilir, sürdürülebilir bir müzakere, bir şey bulmak. Bunu ben yaptım oldu, hani helikopterden baktım, buraya yapılacak filan denildiği zaman olmuyor, olmadığını da gördük. Şimdi bu bence ortak akıl seferber edildiği zaman ne kadar buluşçu olunabileceğini de sivil toplum gösterdi, hem zelzele sırasında, hem de bu olayda gösterdi. Mesela, geçen gün Korhan şunu anlatıyordu: Yalova’ya gelen Atatürk Hava Meydanı’na yığılan yardımın Yalova’ya taşınması konusundaki büyük bir problem yollar tıkanmış, gemiler gitmiyor, organizasyon sorunu var ve orada bir deniz otobüsü iskelesi yapılıyor ve buradan yardım deniz otobüsüyle 45 dakikada Yalova’ya bırakılabilir. Mesela, bu o anda o mamut kamu örgütlenmesinin içinden çıkamayacağı bir şey. Şimdi buna benzer şeyleri bulmak kabil olabilir. Tabii bu benim söylediğim böyle 140 karakter koşulunda, yani bunu nasıl çözeriz? Keşke ben cevabını bilsem. SALONDAN- ODTÜ için ne düşünüyorsunuz? GÜLŞEN ÖZAYDIN- O konuya hiç girmeyelim isterseniz. MURAT H. GÜVENÇ- Tabii, ama işte bakın, ODTÜ meselesi çevre, ulaşım, altyapı arasındaki problemin gordion düğümü şeklinde ben bunu kestim, 179 oldu şeklinde. Orada bir şey var, orada çok hınzır bir şey var. Ama gordion düğümü metaforik olarak Anadolu köylüsünün bir türlü zengin olamayışının timsalini gösteriyor. Yani bu coğrafyada bir türlü sermaye birikimi olmuyor. Bir sene birikiyor, fiyat düşük oluyor, bir sene olmuyor, aç kalıyorsun, yani o sabanlı adam da geliyor, onu kesiyor. Kestiği zaman çözüm gene gelmemiş oluyor. Onun için ODTÜ meselesinde de 3.000 tane ağacı kesersin, gene de çözülmüş olmaz. Onun için çözüm başka bir türlü yapmak lazım, ama çözümün ne olduğunu bilmiyorum, bilsem de söylemem zaten. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Ömer Bey, siz birkaç bir şey katmak ister misiniz bu bağlamda? ÖMER MADRA- Belki bir ufak şey, şimdi bu sıralarda bütün dünyanın dört bir tarafında büyük bir mücadelenin çeşitli yönleri var ve hepsi aslında ekolojik temelli hareketler olarak ortaya çıkmaya başladı çok büyük ölçüde ve bu fraksiyon denilen işte yatay çatlatma, vesaire gibi adları olan ve son zamanlarda işte çevre tahribatına karşı girişilen protestonun buzdağının ucu olduğunu söylüyorlar. Ben buna hafriyat ekonomisi diye de bir ad takmaya çalıştım. İngiltere’de bir kasabada kendi müştereklerini korumak için buna isyan etti ki, bu Britanya tarihinde de ilk defa görülen bir şeymiş deniliyor. Böyle hali vakti yerinde olan insanların da hayır, kâr da elde etme imkânına rağmen Balkom diye bir kasabada hükümetin projelerine ayak dirediler. Bununla ilgili başlayan, ülkenin dört bir yanında başlayan hükümet karşıtı hareketler var. Şimdi Britanya’da durum gayet karışık bir hal almış durumda zaten bu sebeple ve bu hükümet karşıtı ve çevre koruma kaynaklı toplumsal isyan hareketleri üzerine bir makale yazmıştı John Harris diye bir gazeteci, çok Türkiye’de epey yansıma yapabilecek benzetebileceğimiz bir şey var. Diyor ki: “Endüstrisizleşmiş bir ülkede -Britanya’yı kastederek- bakanlar daima dev projeler ve yeni teknolojiler peşinde koşacaklardır deli gibi, ama hükümet korku, vurgun aşkı ve büyük şehir kibri karışımı bir ruh hali içinde olduğundan 180 bakanların düşünce tarzları da nevrotiklik alemine kaymak zorunda kalmıştır. Bütün bunlar enerji politikalarının ötesinde yeni karayolları yapma, inanılmaz derecede aptalca bir plan olan hızlı tren yapma, hava limanlarının genişletilmesi gibi manyakça ısrar etme gibi davalara kayar ve rüzgâr çiftlikleri ya da terk edilmiş endüstri bölgelerinin üzerine de yeşil alanlar yerine evler inşa etme gibi liberal solcuların duyarlı oldukları davalara yönelir” Yani Britanya’daki son durumu anlatıyor, ama herhalde Türkiye’de herhangi bir insan buraya da ne kadar uyduğunu inkâr edemez. Hatta makalesinin sonunda da iki tespit yapmış. “Birincisi, şunu akılda tutmak herhalde yararlı olur: Betona, fabrika bacalarına ve sırf büyüme uğruna büyümeye tapınma öteden beri demokrasiden çok daha fazla diktatörlere yakışan bir durumdur. İkincisi de, Balkom’daki olayların, protesto olaylarının kanıtladığı gibi artık pek çok insan şimdiye kadar görülmemiş derecede haris ve kokuşmuş bir ekonomik sistemin karşısına çıkıyor ve şaşırtıcı derecede radikal bir şeyi talep ediyor. Nedir o müthiş radikal şey? Barış ve huzur” Yani bizim de hakikaten mutluluk böyle bir şey işte, yapılan tüm ölçümlerde bu gayrisafi yurtiçi hasıla artmasına rağmen mutluluk katsayısının artmadığı, hatta gerilediği gibi istatistikler de var elimizde. İşte komşuluk biraz önce Murat Beyin de söylediği gibi onların bambaşka değerlerin ortaya konulmasının bir mutlak zorunluluk haline geldiği, bu sadece ütopik, romantik bir rüya değil, bu toplum ayakta kalmak istiyorsa insanoğlu ya da insankızı, komşuluk, müştereklerin paylaşımı, birbirlerine dokunma duygusu halinde yapması gerekir. Yani bir yazar geçenlerde şeyi diyordu: “Ya diren, ya öl” diye çevirebileceğimiz bir makalesinde “ekonominin 5000 yıllık tarihinde insan topluluklarının kendi davranışlarını piyasa talepleri etrafında yapılandırması gerektiği yolunda inancı doğrulacak tek bir satır bile yok, yok böyle bir şey. Bu absürt, ütopyacı bir teori piyasa ekonomisinin hava-cıvadan ibaret vaatlerinin yalan olduğu şimdi artık tümüyle açığa çıkmış durumda” diyor. Zaten şu sıralarda Amerika Birleşik Devletlerinde gerçekten eşitsizlik durumu öylesine bir duruma ulaşmış durumda ki, 1790 Fransa’sından filan daha vahim 181 bir durum olduğunu ve mesela, bir derginin, reklam bozanlar dergisinin haşarı yazarlarının ortaya koyduğu gibi o kadar farkında değiller ki bu zenginler içindeki bulundukları durumları, yani 1790’da kellelerinin giyotinle yuvarlanıp gitmesinden üç saniye önce Allah Allah, biz daha düne kadar dans ediyorduk, gezintiler falan yapıyorduk bizim şeylerde, nasıl oluyor diye düşündükleri bir durum var. Yani beklenilenden çok daha yakın bir giyotin vaziyeti de gelebilir, dolayısıyla bir an önce Badiou’nun dediği işi yapmakta ve bu yüzyıla özgü müşterekler üzerinde yükselen, yani çok hoş bir şey vardı mesela, onu da söyleyeyim ve bitireyim. Bu ruh halini en iyi yansıtan şeylerden biri bu Gezi’ye katılan başından beri içinde bulunanlardan bir kız arkadaşımızın söylediği bir şey var. Musevi, Yahudi bir arkadaşım telefon etti diyor ya da mesaj mı yollamış, bilmiyorum. Hayatımda ilk defa olarak, ömrü hayatında İstanbul’da kendimi güvende hissediyorum diyor. Sakın yanlış anlama, tabii ki gaz bombalarını ve korkunç polis şiddetini filan elbette biliyorum, ama olsun, bana bir şey olursa mutlaka birisinin yardım edeceğini biliyorum. Bu da ilk defa diyor. Bunu anlattığı kız da diyor ki, şimdi bunca yıllık arkadaşımın böyle bir duyguya sahip oluşunu bilemeyişime mi üzüleyim, yanayım, yoksa neyse gene de buna sevineyim mi bilemedim. Tam böyle bir durum işte. Vallahi bu daha başlangıç, mücadeleye devam. GÜLŞEN ÖZAYDIN- Murat Hoca, size sorularla ben konuşmanızı yapmış olduğunuzu düşünüyorum. Tayfun da herhalde bir şey ilave etmiyor, o zaman bu oturuma katılan başta katılımcılara ve siz dinleyicilere, hepinize çok teşekkürler. Bir isterseniz 5 dakika mola alalım, 5 dakika sonra burada bütün oturum konularını göz önüne alarak forum yapacağız. Teşekkürler. 182 FORUM ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Değerli katılımcılar, merhaba. Bugün ŞPO 339 tweet atmış ve şu anda yaklaşık 1.500 civarında izleyenimiz var. Bu memnuniyet verici sayının içinde bazı yerel yöneticilerin olduğunu da biliyoruz. Bugün elde olmayan sıkıntılar nedeniyle salonda teknik altyapı problemleri yaşadık. Dolayısıyla forum 16.00 civarında başlaması gerekirken aşağı yukarı 18.00’i bulduk. Bu nedenle benim kısa ve düşündüğüm formatın biraz dışına çıkarak konuşmam gerekecek. Bağlamında yapılan konuşmaları değerlendirmekten çok onlara atıf da yapacak bir biçimde “ne yapılmalı?” sorusuna cevap aramayı önemsediğimi belirtmek isterim. Özellikle şu anda sayıları az da olsa 90’lı kuşaklara sözü bırakmakta yarar görüyorum. Ancak, öncelikle iki konuya değinmek isterim. Sonrasında tartışmaya geçeriz. Mensubu olmaktan gurur duyduğum, Şehir Plancıları Odasını her zaman diğer odalardan bütün meslek yaşamım boyunca farklı bir yere koymaya çalıştım. Ezber bozan, klasik hale gelmiş söylemlerin dışında kalmaya çalışan, kentle ya da onunla ilgili herhangi bir konuyu gerçekten farklı boyutlarıyla ve mutlaka ona ait olan dinamiklerle ele almaya özen gösteren bir yapıya sahip Şehir Plancıları Odası. Bu anlamda kendilerini bir kez daha içtenlikle kutluyorum, sanıyorum birçoğunuz buna katılacaksınız. Klasik söylemler dışında gerçekten bilimi de izleyen, bu anlamda üniversite ortamıyla da, profesyonel ortamla da ilişkilerini başarılı biçimde kurgulayan bir kurum. Bu nedenle yaptıkları her etkinlik dolu dolu geçiyor. Bu nedenle Gezi böyle başladı ve yürüdü diye düşünüyorum. Bir ikincisi, çok yakında yitirdiğimiz, bütün bu konuştuğumuz konuların çözülmesi, o çözümlerin hayata aktarılması adına önce yüreğini, sonra ömrünü veren ve can dostum olan Sevgili Oktay Ekinci’yi de bir kez daha anmadan konuşmalara başlamak istemiyorum. Işıklar içinde yatsın, emekleri hiç unutulmayacak. 183 Şimdi devam edelim. Unutmamamız gerekiyor ki, Gezi çıkışı bizim ülkemizde ilk defa, kente ilişkin bir soruna çoğulcu tepki koymakla özdeşleşti. Bir yeşil alanı korumak, bir kültür varlığının ihyasına koruma bu değildir diyerek karşı çıkmak beklenenin çok ötesinde yüz yüze, dayanışma içinde çoğaldı. Giderek yönetimin ister yerel, ister merkezi, bu ve benzeri politikalarına çığ gibi büyüyen bir tepki haline dönüştü. Ancak günümüzde ilginç bir şey yaşanıyor. Gezi’de böyleydik. Ama şimdi? Büyük projeler denilen üçüncü köprü ve çevre yolları, yeni şehirler, üçüncü havaalanı gibi, yani İstanbul’u tüketen projelere karşı sanki o heyecanı, o kalabalıkları, o tepkiyi yaratmakta zorlanıyoruz. Tayfun da bu yöndeki endişesini bizlerle paylaştı. Dolayısıyla, gerçekten o zaman biz bu kent üzerinden yapacağımız okumaları ve ona ilişkin sorunları nasıl tekrardan daha güçlü bir biçimde paylaşırız, modellerini mi, yöntemini mi konuşmalıyız? Nasıl bir söylem öne çıkmalı? Acaba başka bir içerikte mi, tartışmalıyız? Mesela, şöyle bir şey söylesem ve bunun üzerinden konuşuyor olsak biraz, İstanbul buna belki biraz abartılı bir örnek gibi gelebilir, ama son dönem batıda da sıkça konuşuluyor, takip eden hocalarım da vardır. Biz daha önce de konuştuk bunu, ama şimdi yeniden gündemimizde. Bunun üzerinden bir şey üretebilir miyiz acaba? Kent adına, ilişkiler ve yeniden çoğalma adına, coşku adına, hem de tabii ki planlama adına? Kentsel yoğunluk mu kentsel yayılma mı? İkisinin arasına sıkışmak bağlamında bu soruyu sormuyorum tabii ki. Kentsel yoğunluk ve kentsel yayılma üzerine başka bir şeyleri söyleyip, bunu özellikle çevre konusuna bağlayarak, ekoloji üzerinden de okuyarak başka sonuçlara ulaşmayı sorgulamaya çalışıyorum. Ya da yeni kent anlayışlarının bir umut olup olamayacağını tartışmak istiyorum. SALONDAN- Biraz da ODTÜ meselesine değinebilir miyiz daha da güncel olduğu için? İstanbul dediniz, ama ona da değinebilmemiz önemli ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Tabii ki. SALONDAN- Ben şunu anlayamadım, önce biraz da medyada pek takip 184 edemiyorum, yine alternatif akım medyada diyeyim takip edemiyorum. Şunu anlayamadım ben: Önce yol altından geçecek diye duydum, fakat şimdi ağaçları kesiyorlar. Bunu da anlayamadım gerçi, hani bundan da kimsenin bir fikri varsa belki anlayamadım çünkü nasıl olduğunu bunun, hani altından geçeceği anlaşıldı diye konuşuldu, ama kesiyorlar. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Şimdi daha detaylı bilgiye sahip bir arkadaşımız bu konuda açıklama yapar. Peki, başka? SALONDAN- ODTÜ’yle ilgili ben bir şey eklemek istiyorum. ODTÜ olaylarına baktığımız zaman son süreçte AKP’nin, yani iktidarın kendisine muhalefet eden en büyük noktalara saldırdığını görüyoruz. Bu Hopa süreciyle başladı. Hopa şu açıdan önemliydi: Çünkü HES’lerin yapılamadığı bir yere saldırdı. Ardından meydana saldırdı, Türkiye’nin en önemli meydanına, Tuzluçayır projesi buna benzer bir proje, cami, cemevi Alevilerin muhalefetini bastırmak, tozpembe bir tablo haline getiriyordu. Üniversitelerde bir muhalefet gündemdeyken, yani biz bunları oluşturmaya çalışıyorken aniden ODTÜ’den yol geçirmeye çalıştı. Şu an onun hazırlıkları devam ediyor. Yapmak istedikleri şey evet, bir rant değeri var, ama bir de kendisine muhalefet eden insanlara burada ben güçlüyüm, bunu göstermek istiyor. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Bu konuda başka bir değerlendirme yapmak isteyen arkadaşımız var mı? SALONDAN- İlk olarak bu Gezi eylemleri sürecinde haberlerde izlediğim bir gelişmeye göre Berlin’de yine meydandaki binanın şimdi affola ki, hangisi olduğunu hatırlayamıyorum, yine cephesinin rekonstrüksiyonuyla Gezi Parkı arasında bir ilişkilendirme yapıldı. Yani Topçu Kışlası’nın inşaatı da gerekli olabilir, çünkü meydanın sınırlara ihtiyacı vardır denildi. Öncelikle bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İkinci olarak da, bu Topçu Kışlası’nın inşası da hükümetin büyük yapı yapma isteğinden kaynaklandığı öne sürüldü bazı yorumlara göre de, bu da aslında otoriter bir rejimi getiriyor. Yani otoritesini 185 göstermek için büyük yapı yapmak istiyor diyebiliriz. Bu bakımdan da sanki rejimde birtakım değişikliklere gidilmedikçe kesin bir sonuca varamayız diye düşünüyorum. Diğer yandan da, bundan sonra ne yapılabilir, Gezi’den sonra ne yapılabilir dediğimiz zaman benim aklıma ilk gelen Gezi’de olduğu gibi insanların bir araya gelip konuşması gerekiyor, bir şeyleri paylaşması gerekiyor. Bu yüzden de kamusal alanlara ihtiyacımız var. Bu da öyle gösteriyor ki, kamusal alanları kaybediyoruz. Çünkü belki de konuşmamız, paylaşmamız istenmiyor. Bu sebeple de kendi kamusal alanlarımızı yaratmamız gerektiğine inanıyorum. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Mücadeleye devam. Ben ikinciyle ilgili bir şey söyleyeyim, ama burada diğerlerine cevap verecek konuklarımız, hocalarımız da var. Monarşik, tek adama (diktatör) dayalı yönetimler mimariyle kendini bu anlamda bütünleştirmiştir. Monumental yapılar, abidevi yapılar. Bir gösteriştir, simgedir, imza atmak, mühür vurmaktır. Şu anda bu aşamaya henüz bütünüyle evrilmedik. SALONDAN- Açıkçası ben hani Gezi’den sonra, olan olaylardan sonra şu an yatıştı her şey, ama illa ki bu adam sonuçta tekrar yapacağını düşünüyorum, yine aynı şeyler yaşanacak, orası yıkılacak en sonunda, bizim bunu önlememiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün değil, bugün korktu belki de, hani geri çekildi, ancak ileride tekrar aynı sorunlarla karşı karşıya kalacağız. ODTÜ buna bir örnek aslında, kendi gücünü göstermek için yaptığı bir şey. Böyle bir yaklaşımdı ve biz buna çok büyük bir ses çıkartamadık, İstanbul olarak çıkartamadık en azından. Ankara cayır cayır yandı, bir sürü çocuk can telaş halde orada sesini duyurmaya çalıştı. Ancak İstanbul’da yaşanan Gezi ruhundan hiçbir eser yoktu orada ve o yüzden bana yetersiz geliyor. Gerçekten yetersiz, kimsenin sesi çıkmadı. O gece herkes bir haber almaya çalışıyor birilerinden, ama ben arkadaşlarıma baktım, Gezi’de birlikte olduğum 186 arkadaşlarıma, hepsi normal, hayatları devam ediyor. Üç gün sonra tekrar Gezi’ye döneceğiz, tekrar yıkımlarla karşılaşacağız. Bu kaçınılmaz olacak bence. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Başka arkadaşım? Ne yapacağız? Tekrar kamusal alanlarda kente sahip çıkmak üzere kentteki sorunları engellemek ya da sorun haline getirecek meseleleri daha baştan durdurmak adına yan yana gelmek çok önemli. Bugünkü konuşmalarda da biraz söylendi. Daha örgütlü bir yapıya doğru mu yürünecek, yoksa bu halde böyle mi devam edeceğiz? Yaratılmış olan bir sinerjiyi, bir sahip çıkmayı, yüz yüze olmayı, insanların birbirine değmesini ve öyle tavır almasını kaybetmemek konusunda çaba göstermek gerekiyor. Aynı duyarlılığı bir şekilde sürdürebilmek adına bunu yapmak gerekiyor. GÜZİN- Gezi konusuyla ilgili başlarsak, bugün duyduğum, radyoda duyduğum habere göre Avrupa Birliği’nin yeni bir bölgeselleşmeyle ilgili faslı açma kararı oybirliğiyle alındı ve bu kararın alınmasında % 50 Gezi olaylarının etkisi olduğu yorumları yapıldı. Demek ki, Gezi olayından aldığımız bazı sonuçlar var, bu çok önemli diye düşündüm doğrusu ve bu tabii ki Avrupa Birliği’nin bu faslı açması da çok önemli. Çünkü mekansal konularda bazı Avrupa Birliği’nin kabul ettiği yaklaşımların Türkiye’ye aktarımı da mümkün olacak demektir. Tabii bunun daha böyle farklı bir senaryosu da acaba neden şimdi? Çünkü 3 yıldan beri açılmamış şey Türkiye’nin acaba bölgeselleşmeyle ilgili politik boyutu, Kürt olaylarıyla ilgisi var mı, yok mu? bunlar hepsi tartışılacak şeyler. Fakat yerleşmeyle ilgili çünkü Türkiye’deki suni bölgeselleşme meselesi, yani bölgelere geç dediler Türkiye’ye, o da ne dedi? Benim bütün illerim bölgedir. Yani öyle bölge olmaz deniliyor. Tabii ki olmaz, çünkü Avrupa Birliği’nde hiç bu şekilde bölge tanımı yok. Dolayısıyla Türkiye bu yerelleşme konusunu başka türlü tartışacak ve planlar da işin içine girecek. Tabii ki bundan ne kadar ne bekleyebiliriz? Dolaylı şeyler bekleyebiliyoruz, çünkü bütün mekanla ilgili politikalar Avrupa Birliği’nde devletlerin erkine bırakılmış bir konu, 187 dolayısıyla müdahale hakkı yok, sadece politikalar belirleniyor, normlar konuşuluyor. Bunları uygularsan ben de sana şunu veririm, yani bu şekilde dolaylı bir etkisi var, ama yine de bir ümit, en azından bu olay bence yerelleşme olgusu bütçesiyle, kurumlaşmasıyla farklı boyutta tartışılacak ve bölge konusu başka türlü tartışılacak. Başka ülkelerde de bunlar yaşandı, geçti, en sancılı bölgeselleşmeyi bence Fransa yaşadı. De Gaulle’nin düşmesine sebep oldu, ondan sonda ta aradan 68’den 82’ye kadar hiçbir şey yapılamadı, ama çok boyutlu tartışıldı ve bölgeler nasıl tanımlanacağı konusu hakikaten çok önemli olarak, yani tartışma konusu oldu. Onun dışında bence Taksim’le ilgili olarak, Gezi’yle ilgili olarak yaratılmış bir sinerji var, çok önemli, fakat bu sinerjiyi terse çevirme gayreti var devamlı iktidar tarafından ve bundan nemalanma durumu da var. Sonlarına doğru ben halkta Cihangir’de oturduğum için daha çok nabız yoklayabiliyordum, bilhassa ticaretle meşgul olanlarda yeter artık, nedir bu hal? Yani biz burada Taksim’in Gezi olaylarının pozitif taraflarını tartışırken bazı çelişkileri de tartışmamız lazım ve bir taraftan da bu iktidarın bunu nasıl farklı yöne çevirdiğini de ortaya koyup, onları çözmek lazım. Çünkü hakikaten yoksa hakikaten haklıyken haksız hale gelmek gibi bir süreç de sanki var gibi görünüyor bana, ama sizin dediğiniz şey çok önemli, yani sürdürülebilirlik ve kompakt kent olayı meselesi. Şimdi yine ben Başbakanın radyo konuşmasını hatırlıyorum 2011 seçimlerinde: “İstanbul’u 16.000.000 öngörmüşler planlamada, olur mu? 25.000.000 olur İstanbul” Şimdi en başta herhalde bu konu hakikaten desteklenecek mi, yoksa desantralizasyon meselesi çok muğlak bir laf, ama bütün büyük, Avrupa’nın iki tane büyük metropolü küçülürken biz büyümek için can atıyoruz ve zannediyoruz ki, ne kadar obez olursa bu kent o kadar güçlü olacak. Öyle bir şey kesinlikle yok. Bu konuda bir bilinçlenme, yani nüfusu 25.000.000’a çıkartmaya karar verdiğiniz zaman, üstelik de öyle bir coğrafyadayız ki, iki deniz arasında sıkışmış bir coğrafya içindeyiz. Ben ona iki deniz arasında sandviç diyorum İstanbul’un şeyine ve de büyük metropollere göre bizim alanımız çok dar. O zaman bu kompakt kent meselesi zaten 1996’da 188 tartışıldı enine-boyuna, gerçekten sürdürülebilirlikle bağlantısı kesinlikle koşuldu, ama tabii ki orada da bir sürü çelişkiler var. Bir küçük şey daha ilave etmek istiyorum, şimdi benim anlayamadığım bir şey var. 2009 diye bir plan var onaylı, 2006, 2009 bunlar tartışılır, o ayrı, dolayısıyla planlamanın bir kurumsallaşmasına başlandı gibi görünüyordu iyikötü. Birden bire 2011’de tamamen bu plana aykırı olarak bir seçim kampanyası açıklandı Başbakan tarafından, sürdürülebilirliği tamamen yok eden ve bunun yasal boyu, yani plana aykırılığı tam böyle konuşulmadı gibime geliyor. Yani bugün yapılanlar yasadışı değil mi diye soru soruyorum ben, yani planlar eğer birer yasaysa, bu yapılan liberal kentin buraya kadar varabileceği, yani planlamanın tamamen yasal olarak hiçbir değerinin kalmayacağı bir sürece geldiğimize göre sorun tamamen farklı yönlerde ve Başbakan bir kentsel suç işliyor mu, bu gündeme niye gelmiyor? Hiçbir şekilde muhalefet tarafından da hiçbir itiraz olmadı bu büyük projelere. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Onu da tabi konuşuruz. Murat Güvenç bir şeyler söyleyecekti. MURAT H. GÜVENÇ- Şimdi 1990’da şöyle bir grafik çizdik, Burada mesafe var, burada da nüfusun yüzdesi, yani şehir merkezine göre İstanbul’un nüfusunun dağılımını gösteren birikimli yüzdeyi şey yaptık. Burada da 60 km geliyor. 60 km metropolü tanımladığınız zaman bir kısmı Gebze 60 km.den yakın, ama Silivri tarafında 60 km’de gidiyor. Yani böyle bir şey var. Şimdi bu 7.000.000’luk şehrin, yani 1990’da 7.000.000’luk şehirde böyle bir şey var. Tabii ilk 5 km.lik kuşakta filan çok yüksek sayılarda yüzdeler var, yoğun yani, merkez olarak da Eminönü’nü aldık. 2000’de aynı grafiği çizdik. Nüfus 10.000.000, aynı bunun üzerine böyle oturdu. 2012’yi aldık, nüfus 14.000.000, gene bunun üzerine oturdu aynen. Yani bu şu demek: 1990 yılında şehrin 60 km, Eminönü’nden 60 km.lik bir çember çizdiğin zaman 7.000.000 kişi yaşıyordu, şimdi aynı çemberin içinde 14.000.000 kişi yaşıyor. Şehirde olan olaylardan 189 olan, şimdi biz buna azmanlaşma diyoruz şehir literatüründe. Şehrimiz, İstanbul şehri hani böyle bir balon alırsınız, balonu şişirdikçe dönüşemeden büyüyor. Şimdi bu o zaman şehrin kamu alanı, yolu vb. artmıyor, alan içine 60 km 7.000.000 kişinin yaşadığı yere 14.000.000. Şimdi eğer bu Göztepe’de meteoroloji arsasına verdikleri imarlar gibi buldukları yerlere imar verirlerse, bunun nereye gideceğini ben düşünemiyorum. Buradaki imar, şimdi bir bunu düşünelim. Bu şehirde kompakt mı şehir, yayılıyor mu meselesinde, yani bu noktada bu şehir yayılabilme, bir desantralizasyon durumunu, yani her yapılanla bir kez daha gecikiyor. Şimdi örnek vereyim: Hollanda’nın nüfusu kadar nüfus Hollanda yüzölçümünün yüzde 3’üne sıkışmış durumdadır. Hollanda’nın nüfusunu Hollanda Avrupa’nın en yoğun ülkesi, biz onun yüzde 3’ünde yapmış vaziyetindeyiz. Durum bu, şimdi o yüzden bunu şehirciler, mimarlar olarak düşünelim. İkinci olarak burada keseceğim, bunun üzerine biz ne yapıyoruz, biliyor musunuz? Hiç düşünmeden ne yapacağını 29 Ekim’de bu çalışmaya başlayacak bu alamet şey, bu Marmaray’ın ne yapacağını anlamak için sizin bütün hepinizden şey isterim. Elinize fotoğraf makinelerini alın, onun güzergahındaki yerlerinin fotoğraflarını çekin, ama sistematik her ay çekin, bakın neler olacak bir sene içinde? Bugün İstanbul’da ev kiralama olayı bitti, beş katına çıkması söz konusu kiraların, okudum. Üsküdar’da kiranın beşe katlanması, yani 1.000 liralık yere 5.000 lira kira isteniyor. Bu ne demek, biliyor musunuz? Bu şehirde acayip bir köşe kapmacanın başlaması demek. Birtakım sosyal, o kirayı ödeyemeyenlerin oradan gidebileceğini filan. Niye? Çünkü Taksim’e bir saat mesafedeki Üsküdar veya 45 dakika, şimdi Taksim’e 20 dakika haline geliyor. O da tabii bu malum bir hikâyeyi başlatıyor ve bunun hiçbir hesabı, kitabı yok. Bu şimdi bütün kentsel dönüşüm projelerinden hiçbir kimsenin ruhunun duymayacağı böyle kendinden çalışacak bir süreç, otomatik olarak bu başlayacak ve bu durumda da bizim şehrin mantığı şuna dönecek: Burada kesiyorum, bizim şehrimiz o deminki sandviçi çizelim, şimdi bunun üzerinde iki tane köprü var, burada köprü var, işte bunu böyle geçen şöyle yollar 190 var. Bir de bunu bunun üzerine geçiriyorlar. Bütün şehrin sistemi bu hunilere yöneliyor. Her taraftan huni. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Bir de yeni çevre yollarından güneye inen 19 kavşak var Murat! MURAT H. GÜVENÇ- Şimdi bunu getirip böyle bunun üzerine koyuyor. Bu şu demek: Eskiden böylemesine çalışan bizim sistemimiz şimdi bütün sistem buna dönüyor. Şimdi o Feneryolu’ndaki, Göztepe’deki bilmem neredeki 19. Yüzyıldan kalmış mütevazı istasyon üzerine bu gelecek. Bunun tetikleyeceği dönüşümü hayal edemiyorum, yani sadece göreceğiz, ama bu muazzam bir şey olacak ve bunun içerisinde hani kompakt mı olsun, bu desantralizasyon olayı bitti, böyle bir şey yok. Desantralizasyon bununla beraber, bu çalışmaya başladığı zaman bu şehir dünyada pek az şehirde örneği olan bir şeye dönüştü. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Aynen öyle. Desantralizasyonu şeklinde söylüyorsun, İstanbul için o 24.000.000-25.000.000 nüfus düşünüyorlar. Ve bunun 4.500.000’unu Trakya’ya veriyorlar. Artık orayı da unutacağız. SALONDAN- Hocam, bazı ülkeler desantralizasyon, 3 km.ye kadar olan gevşemeyi desantralizasyon bile demiyorlar. SALONDAN- Sizin de konuşmanızın başında bahsettiğiniz gibi aslında şu anda neoliberal politikaların kentleri satma kurgusu var ve bununla savaşmaya çalışıyoruz bir yandan, ama hani bunun sanki bir alternatifi yokmuş gibi gösteriliyor. Bu budur, artık bu şekilde satacaklar falan kendilerini diye, ama başta sanırım Ömer Madra’nın ya da Murat Hoca’nın bahsettiği işte hani bu tarz hem mutluluk dereceleriyle, hem büyüme, yaşam kalitesi, bunlar aslında çelişkili şeyler. Hani Amerika’da diyelim ki yaşam kalitesinin çok fazla aslında yüksek olduğunu, belki işte büyümenin yüksek olduğunu, ama mutluluk derecesinin düşük olduğunu görüyoruz. Bunun yanında Japonya’da çok yüksek. Bununla ilgili raporlar yazıldı dedi ve evet, var birkaç kitap, ama ben şunu söylemek 191 istiyorum: Mesela, 1990’ların sonunda, 2000’lerin başında belki birazcık yapmaya çalıştığı işte İngiltere’deki işçi partisinin yapmaya çalıştığı gibi birazcık bu neoliberalizmi farklı yollarda kullanmanın bir yolu olabilir mi? Hani bu bir gerçektir diyoruz, ama hani acaba farklı şekillerde kullanılabilir mi? Örneğin, bir sosyal dışlanma ünitesi kurulmuştu İngiltere’de 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında da raporları var. Aslında sonuca bakmaktan çok sürece bakmanın gerekliliği üzerine bir çalışmaydı bu. Hani sosyal dışlanma evet, sonuçta ne oluyor? Belki bu insanlar bazı servislere erişemiyorlar ya da başka eşitsizlikler ortaya çıkıyor, ama aslında onun bir süreci var ve bu sürece bakmak gerekiyor neden böyle oluyor diye, yani ben şunu söylemek istiyorum aslında: Sonuç olarak biraz dağıldım, ama planlamayı baştan düşünmeliyiz gibi geliyor. Sanki formülasyonumuzu değiştirmeliyiz. Çünkü şu anda biz hani sonuç ürünü dağıtıyoruz. Planlamada hani yaptığımız şey belki birazcık değer dağılımı, vesaire sosyomekansal dağılımları değiştiriyoruz sürekli, ama sonucu değiştiriyoruz. Yani biz aslında o süreci değiştirmeye yönelik bir şeyler yapmalıyız ve işte bu tarz belki çalışmalardan yararlanabiliriz ya da hani farklı çalışma grupları kurulabilir. Bu şekilde planlamanın nasıl daha farklı formüle edilebileceği üzerine sonucu dağıtmadan süreci dağıtmak, işte avantajları dağıtmak, belki insanları daha fazla fırsatları dağıtmak üzerinden şekillendirirsek belki o zaman hem daha demokratik bir ortam oluşturmaya yönelik çalışmalar da yapılmış olabilir. Sonuç ürün de bu kadar eşitsiz bir şekilde dağılmış olmaz. Çünkü herkesin erişim şansı farklı bir şekilde dağıtılmış olur diye düşünüyorum. SALONDAN- Murat Hocanın söylediklerine eklemlenebilir belki söyleyebileceklerim, hani biraz da sesli düşünüyorum diye kabul edin Hocam. Şimdi Murat Hocanın anlattığı o günlük hareketlerin yön değiştirmesi ve merkeze doğru akmasının aslında bir antitez olarak da ve biliyoruz ki, sabah bir slaytta çok net çıktı o, kuzeybatıda çok ciddi bir kamu arazisi stoku var ve aslında anlıyoruz ki, bu iktidar elindeki arazi stokunu maksimum rant elde 192 edecek şekilde yeniden değerlendirmenin peşinde ve orada da ciddi anlamda büyük yatırım ve o yatırımın ardından bir hareketlilik olacağı ortada. Şimdi bu tabii beni iki sonuca götürüyor. Bunlardan bir tanesi bu arz ve talep meselesi konusu sonraki nereye gidiyor, yani çok ciddi bir dış alım olmazsa eğer, bunların Murat Hocanın da söylediği o çok büyük yükselmelerin bir noktada durmak zorunda, yani sayısal olarak bunu açıklayamıyorum kendime. İkincisi, bütün bu anlatılanlar ve bütün bu süreçler bana aslında başka bir şeyi hatırlatıyor. Aslında bu kentte çok ciddi anlamda bir diyaliz süreci yaşanıyor. Yani kentin kanı değişiyor aslında, kentin belli alanları hani o zehirli görülen alt gelir gruplarının kentin dışlarına doğru hızlıca ve yeraltından tahliye edildiği, kentin merkezinin ve renginin açıldığı, seyreltildiği, daha yüksek konforlu yaşam alanlarının yaratıldığı aslında bir diyaliz süreci. Dolayısıyla bu aslında hem çok ciddi, yani travmatik sosyal sonuçları olacak bir süreç ki, bu Gezi olayı da bence bunun bir parçası olarak görülmeli, öbür tarafta da aslında Güzin Hocanın da demin söylediği bu kentin anayasası diye daha önce Erhan Başkanın bahsettiği planın delik deşik edilmesinin de bir sonucu olarak aslında hiç birbirini bütünlemeyen ulaşım ve gelişme politikaları, yani bu müthiş bir kaos aslında, kaosa götürüyor bizi. Bütün bunlar benim hani sesli düşünüp, perspektife oturtmaya çalıştığım şeyler, ama bugün hiç bahsedilmeyen biraz da böyle çok tali bir şey, ama onu da paylaşmadan geçemeyeceğim. Bana göre aslında Gezi olaylarının en büyük kazanımlarından biri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının uluslararası prestijinin yükselmesi, yani bu Gezi sonrasında bulunduğum bütün uluslararası platformlarda ki, tesadüf hasbelkader çok uluslu bir Avrupa Birliği projesi içinde de bulunduğumda benden beklenilen bir misyonla gittim oraya kıyı mevzuatı, vesaire neyse, bana denildi ki, lütfen bırak onları, hiçbir önemi yok, lütfen bize Gezi’yi anlat. Bütün milletlerden işte İspanyol’u, Alman’ı, İtalyan’ı, İsraillisi bütün milletlerden insanların çok büyük bir samimiyetle anlamaya çalıştıklarını gördüm. Bu benim daha önce hayatımda hiç karşılaşmadığım bir şey, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını anlamaya çalışan ve ciddi anlamda prestijini, 193 itibarını teslim eden bir ortam. Hiçbir şey kazanmadıysak Gezi’den sonra bunu kazandık. Dolayısıyla hani bu anlamda çok şey borçluyuz 90 kuşağına, bu anlamda ben bir kere teşekkür ediyorum. Onun dışında bu diğer bahsettiğim mesele de bu diyaliz sürecinin de nereye götürdüğünü bir iktisadi biçimde yorumlanması gerekiyor. Yani bu arztalep meselesi Murat Hocamın söylediği gibi bu fahiş artışlar ve bir şekilde onun kendi alıcısını çağırması şeklinde mi gidecek, ama bunda bir mütekabiliyet, dış alım, vesaire bunda çok ciddi bir radikal değişiklik olmazsa, onu absorbe edecek bir şey de yok, yasal ortam da yok şu anda, böyle bir kaos da bizi bekliyor diyerek, sesli düşünüp, dağınık… ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Liberal ekonomistlerin ahlâklı, dürüst, bilimsel verilerle baktıklarında bunun da bir kazanç olabileceğini söylediklerini hepimiz biliyoruz. Bir de böyle bir tehlikemiz var. Bir yandan bu da çıkıyor ortaya. SALONDAN- Evet, aynen, yani bu mantıkla da açıklamaya çalışanlarla da, ama iktisatçı derken ben şeyi kastettim, yani orada reel rakamlar arz-talep dengesi açısından bunun bir açıklamaya ihtiyacı var. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Merkez ülkelerin bize ithal ettiği ya da şöyle yapacaksınız dediği politikalar var, ancak kendilerine baktığınız zaman planlamanın ve kentin gelişme disiplininden kopmamışlar. Kentlere ilişkin kararlarını çok önceden almışlar, bunları seçeneklendirebilmişler. SALONDAN- Şöyle bir, bu iki yol var. Soruda şöyle bir şey vardı, hani ağaçlar anlaşma oldu deniliyor, ağaçlar kesiliyor, bir taraftan tünel geçecek, bir taraftan bu ne figandır, bu yangın nereden çıkıyor, onu size anlatayım. Şimdi burada Eskişehir diye bir yol var, burada Bilkent Üniversitesi’nin olduğu yer var, şunun yanı burası MTA’anın yeridir, burada bir küçük şap enstitüsü diye bir şey var. Şuraya da buradan da İstanbul yolu geçiyor, İstanbul yolunu Eskişehir yoluna bağlayan bir bulvar yaptılar. Bunun adına da Anadolu Bulvarı dediler. Bir 194 de buradan bu Bilkent’e bağlanan bir yol var. Bunun da dışında İstanbulAnkara’nın böyle bir çevre yolu geçti. Şimdi bu ODTÜ’nün arazisi de buralarda orman olarak bunu şey yapıyor. İşte problem nereden çıkıyor? Problem, yani anlaşılmayan iki tane yol problemi var. Tünelle geçilmesi burası ODTÜ’nün ürettiği, yani ODTÜ’nün tali ve ödül alan bütün burası bir buluş sistemiyle ödül alan bir orman. ODTÜ’nün arazisi tamamen çorak bir yer, ben oraya 70 yılında gittiğim zaman biz orada çam dikiyorduk, biz de dikerdik ve aramızda derdik ki, bunlar ağaç olacak da, biz bunları göreceğiz. Onun için biz çimlere basmayın yazarlardı, biz çamlara basmayın derdik. Fakat onu cinler, bizim oradaki, Türkiye’deki cinler öyle bir sistem, dünyada hiç olmayan bir sistem icat ettiler. Bunları o kadar yoğun dikmişler, birbirine o kadar yakın dikmişler ki bu çamları, orada hiç o iklimde olmayan bir mikroklima yaratmış ve bunların sulanmasına filan, milyonlarca çam sulanmasına gerek kalmadan bu mikroklima içinde bunlar bir kere tuttular ve büyüdüler. Orada da dünya çapında ödül alan bir “Afforestation” yani insan eliyle yapılmış bir orman oldu. Bu ormanın içine daha sonra tilkiler girdi, tavşanlar girdi yani bir yaban hayatı da oluştu. Bunun içinde hiç olmadık çiçekler, böcekler oluştu. 50 yıl içinde burada bir flora oldu. Şimdi amcam buradan buraya yol, şuradan, buradan buraya bir yol. Şimdi bu yolun hikâyesini anlatacağım. Ben 1985 yılında Ankara ulaşım planında çalıştım. Buradan geçen yol ve buraya yüklenen sitelerin yoğunluklarını aldığınız zaman buraya 12 şeritli yol bile yapsan bu trafiği kaldırmıyor. Bugün Ankara’da inanılmaz bir şey var, insanlar evlerine gidemiyorlar, evlerinden gelemiyorlar. Çünkü toplu taşım burada var, hattı yapılmış, istasyonları var. Yani çay yoluna kadar adam istasyonları, kazmaları yapmış, bitirmiş, 7 senedir içerisinde tren çalıştırılmıyor, ama hat hepsi kazılı vaziyette duruyor. Çıldırılan hikâye de bu, ODTÜ’nün istasyonu var, ODTÜ’yü istasyona getirecek sistemi var, her şeyi var, ama sistem çalıştırılmıyor. Şimdi burada oturan adamlar evlerine gidemedikleri için baskı, baskı, ODTÜ’de bize yer versinler, buradan bu ormanın ortasından geçelim. Kavga kıyamet bu yol 195 tünele döndü. Yani ODTÜ diyor ki, geç, ama yerin altından geç. Burada aşağı yukarı 5 km.ye yakın bir tünel yapacaklar yerin altından buradaki şey gibi, hani şu Beşiktaş bilmem ne tüneli gibi, buradan Bilkent’ten burada tepe vardır, bunun altından geçecek, buradan da şu Konya’ya giden yola bağlanacak. Yani ODTÜ arazisinin şurada gösterdiğim şu alanla bir tünel problemi var. Burada bir problem yok. Şimdi kavganın, kıyametin çıktığı şu Anadolu yakasında şu bulvar var ya, bir de arazi ODTÜ arazisi de burada, çamlar burada, şimdi MTA arazisiyle bu yolun arasında şöyle bir şey var. ODTÜ arazisinin tam sınırından geçecek böyle bir yol yapmak istiyor. Şimdi bu kavgalar buradan çıkıyor. Bu yolda değil, yani burada çıkıyor. Bu yolu getirip, buradan buraya bağlamak istiyor. Şurada ODTÜ’nün bir girişi var, buraya da böyle bir kavşak gibi şey yapmak istiyor, buradan da ODTÜ’ye girilsin filan. Fakat bu kavşağı yapabilmek için, şu hattı da çizebilmek için bayram günü burada 3.000 tane ağaç kesmişler. Yani tam sınırdan giderken biraz şey usulü, nasıl diyelim, zarafet biraz. SALONDAN- Hocam, rektörün açıklamasında “biz buradan zaten yol geçecek diye bildiğimiz için şu kadar senedir ağaç dikmiyoruz” dediği yer burası. SALONDAN- Burası, ama burada kapının kenarında yapılacak transfer merkezi battı-çıktı için, bunlar için bir şey yapıyorlar. Bunlar her ikisini de biliyorlar, ODTÜ burada şey yapmış, bu yol için de izin vermişler. Fakat tam bu onaylanırken şehirceler var burada, düzenleme ortaklık payı diye bir dalga çıkarmışlar bunun içerisinden, bu da kamuya, dünya tarihine geçebilecek bir şey, kamu malının içinden geçen bir düzenleme ortaklık payı. Kamu malından düzenleme ortaklık payı almak gibi ya özel maldan alınır da, kamu malından alınması gibi bir şey. SALONDAN- Ortadan geçen yol iptal edilmedi mi? İptal edildi diye biliyorum. SALONDAN- Bu yol tünel olarak geçmesi halinde galiba izinleri var. Tünel olarak geçebilir. 196 SALONDAN- Ben bir şey söyleyeyim, askıda olan plan hangi yola ait? Şu anda hâlâ askıda olan ve o yol plan askıdayken. SALONDAN- Problem böyle bir problem, belediyenin her zamanki zarafetini burada görüyoruz. SALONDAN- Şu kısımda da Çiğdem Mahallesi denilen bir mahalle var. Burada da mahallenin içerisine giriyor. Mahalleli de bu yolu istemiyor. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Gülşen Hocam, AB direktifleri konusuna değindiniz. Bugüne kadar ekonomi adına, eğitim adına ve benzeri bazı sektörler adına bütün dosyaları açan Avrupa Birliği kent, planlama, imar konularında o müktesebattan hiçbir dosyayı açmıyor. Neden? Ya da niye yalnızca ulusal ajanslar? Samimi bulmuyorum. SALONDAN- Konsolosluklarda bütün tapu işlemlerini halledecek bölümler açılıyor. Dolayısıyla bu arz-talep meselesi daha böyle Türkiye sınırlarının dışına taşırılmış vaziyette, böylece uluslararası sermayenin de rahat edebileceği, kolayca pazarlanacağı sistem kurulmuş vaziyette. Yani orada bir doyum meselesi o yönden de tartışılması gerekiyor galiba. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Kesinlikle. Efendim, bitirdik. Aşağıda küçük bir kokteylimiz varmış. Ev sahibi olarak Gülşen Hocamız ve diğer hocalarımız davet ediyorlar. Tabii öncelikle gerçekten Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube’ye başkanıyla, yönetimiyle, ve diğer emek verenleriyle içtenlikle teşekkür ediyorum. Bir teşekkürü de bu güzel ev sahipliğinden dolayı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’ne Başkanın nezdinde bütün arkadaşlarımıza iletiyoruz. Bir başka toplantıda buluşmak dileği ile. 197