Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
O
O : Hayret nidası olarak; işaret sıfat ya da zamiri -eliyle uzaktaki bir şeyi işaret ederekBk.: Oo
oasis : (DOĞA,KOLL.) <O’asis, çoğul: oases : -çoğul- o’ysiz) Vaha, vahalar; çöl ortasında sulak ve mümbit
arazi
oath : (PSYCH.KOLL.,HUK.) <o’t> : Yemin, ahit, kasem; ( ARGO) : küfür; (HUK.) administer an oath:
yemin ettirmek, take an oath : yemin etmek, and içmek
O başka lakerda : O başka konu; ‘O balık başka balık’ bağlamında (Argo)
“-... Ama bu, yalnız yargıcın karşısında böyle. Hayatta ikisini birbirinden ayırt edip konuşmazsan aç
kalırsın. Para kimde ise düdük ondadır.
-O başka lakerda! Bana vız gelir. Balık tutarsam balıkhaneye götürürüm. Kimseye beyefendimiz, evet
efendimiz demem.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12)
obi : (JAP.,GİYSİ,AFR.,MYTH.) <o’bi) : Obi. Japon kadın ve çocuklarının kimono üstüne bağladıkları enli
kuşak; Afrika b ü y ü s ü. Obit <o’bit> : Ölüm, ölüm ilanı, cenaze töreni; LAT., HUK.: obiter dictum
<obiter diktum> : Bir hakim tarafından resmi olmaksızın söylenen herhangi bir fikir, söz
objet d’Art : (FR.,SAN.) <ob’je d’ar> : Değerli bir san’at eseri = A valuable piece of art (İNG.)
oblate :
(DİN,COLL.) <ob’leyt> :
Manastır hayatına kendini vakfetmiş insan
O boyutlara varmak : O raddelere erişmek; o düzeye, o kerteye gelmek
“Herşey annemin elli yıldan uzun bir süre önce, öldüğü yerde doğmuş olmasıyla başladı. Yörede
kullanılabilecek herşey kiliseye ya da soylu arazi sahiplerine aitti; toprağın bir kısmı küçük zanaatçilere ya da
köylülere kiralanmış, yoksulluk o boyutlara varmıştı ki, küçük arazilerin mülkiyeti bile hemen hemen
olanaksızdı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12-3)
obstreperous :
(DAVR.,KOLL.) <ebstre’perıs>:
Gürültücü, yaygaracı, ele avuca sığmaz, haylaz
Obur; Oburcasına, obur gibi tıkınmak; Oburluk : Kıtlıktan çıkmış gibi yutarcasına yemek; Cinsiyete
doymayan kimse
Bk.: Tıkınmak
“Bir gün adanın sahiline bir soğan yüklü kayık gelip demirledi. Adanın vurguncu ve obur esnafı, bu
kocaman kayıktaki bütün malı kaldıramayacaklarına üzülmüş, kayığın demirlediği limanda kocaman adımlarla
dolaşıp duruyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:27)
“Hafifçe başımın döndüğünü hissettim. Belki de, yarım saatten fazla aç açına yürüdükten sonra
oburcasına tıkındığım için böyle olmuştu. Yine de, çocuğun tanıdık gelmiş olması duygusundan
kurtulamıyordum. ‘İçindeki şeytan üç klasik yaklaşım denedi: tehdit, vaat ve zayıf yanına saldırı. Kutlarım:
Cesurca direndin.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:71)
“ ‘Bilirim, bizim manastırlar böyleleriyle doludur. Gencecik ölürler, veremden.’
‘O öyle değildi ama. Ben hayatımda hiç bu kadar obur birini görmedim. Bir akşam onu Venedik’li iki
fahişenin evine de götürdüm, belki bilirsin onlar dünyanın bu en eski sanatını icrada çok ünlüdür. Sabaha karşı
saat üçte ben iyice sarhoş olmuştum ve çekip gittim, ama o kaldı, ve birkaç gün sonra rastladığım kızlardan biri
hiç bu kadar kuduruk biriyle karşılaşmadığını söyledi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:224)
“ ‘... Sen bugün akşama kadar ne yap yap adama çarşıdan iki uzun don, fanila, iki gömlek, iki takım
pijama falan al getir, veya birisiyle gönder. Hamam yaptıralım. Demin kahvaltıyı birlikte yaptık, görmeliydin.
Nasıl obur gibi tıkındı, şaşardın!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:174)
“Az yesen yemeği beğenmedi, kibirli derler. Çok yesen obur, körboğazlı derler. Yavaş yavaş yesen
miskin, mızmız derler. Hızlı hızlı yesen açgözlü, arsız derler. Bu kadar kural içinde bir orta yol bulabilirsen
alnını karışlarım.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“Çevresindekilerce şımartılmış olduğu için ateşli doğasının bütün parlayışlarına ve oldukça sınırlı
aklına esen bütün düşüncelere tam bir özgürlük tanımaya alışmıştı. Fiziksel yeteneklerinin olağanüstü
güçlülüğüne karşın oburluğu yüzünden haftada iki kez sancıdan kıvranır, akşamları da kafayı çekmesin
olmazdı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11)
Ocağı batasıca : Ha evi, yuvası sönsün; ocağı batsın bağlamında bir ilenç
“Hürü bir ara orada suyun dibinde, bulutların üstünde kendi suretini görünce birden şaşırdı:
‘Ocağı batasıca Hürüce karı’, dedi, ‘amma da kocamışsın.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:262)
Ocağına bağışlamak : Tanrı ya da kişinin, bir diğerini, çoluk çucuğu için hayatını bağışlaması
“ANNE - Tanrı ocağına bağışlasın.
BABA - Tanrı kem gözden korusun.”
(F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:23)
Ocağına düşmek : Eline düşmek, birinin yardımına gereksinimi olmak
“Ellerine sarıldı:
-Yalvarırım, nolursunuz...
-Çünkü kanun (yasa), bana suçluyu affetmek yetkisini vermez!
-Ayaklarınızın altını öpeyim!
-Demek bu kadar alçalabiliyorsunuz?
-Ocağınıza düştüm, beni rezil etmeyin seçmenlerime karşı!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:310)
“Bana göre hava hoş. Aradığınız kadının bulunduğu yeri haber vereceğim.
-Artık ocağına düştük diye bizden istediğin kadar para mı koparacaksın?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:201)
Ocağına incir dikmek; Ocağını söndürüp incir dikmek : Birinin yuvasını söndürmek
Bk.: Ocak söndürmek
“Sen çocuksun. Sen bilmezsin. Sen beni bilmezsin. Ben adamın ocağına incir dikerim. Duydun mu
ekmeksiz, nankör? Ben adamın ocağına incir dikerim.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:92)
“Benim hak aşığı kardaşımı çekemeyenlerden bir kötülük gelmişse... Ben de bilirim yapacağımı bu
obaya Beyden de Paşadan da gelmişse, ocağını söndürüp, yerine incir dikerim.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan” , sa:112)
“LADY UTTERWORD - Bakalım sen sağ kalacak mısın, Randall? Haydi uslu uslu flütünü çal da
korkmadığını göster bize. Ocağımız hiç sönmeyecek, şarkısı çal.
DADI - Ocağımızı söndürecek yukardakiler, ocağımıza incir dikecekler.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:141)
“GRUMIO, Theuropides’in kapısına vurur. - Aç be hınzır! Mutfakta çanak çömlek arasında
kuruluyorsun ya, dışarı çık da bir göstereyim ben sana. Efendilerinin ocağına incir diken kerata seni!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:5)
Ocağı tütmek : Mutfağında ev halkını besleyecek aşı pişirebilmek, ev geçindirebilmek; Devamlı bir ev: yer,
yurt sahibi olmak
“Biraz sermayesi olsa başaracağını söyler dururdu. Ocağımız tütsün, bizler iyi yetişelim diye didindi
ömrü boyunca. Ama iki yakası bir araya gelmedi. Yeteri kadar sermaye bulamadı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:21-2)
“... Her yerde serinleme arar, şifa umar: ama kaderin kovaladığı adamın ocağı tütmez, başını sokacağı
yer yoktur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, s:5)
Ocağı yanmak : Ocağı tütmek, hayatı devamedegelmek, soyu sürmek
“Alpar sordu:
-Beni bırakıyor musun, ihtiyar?
-Bırakıyorum, beyim. Gayri ben kocadım, dişi, tırnağı dökülenin hayrı mı olur? Ömrümde çok uçuşlar
yaptım, tüylerim döküldü, benim kanadım Bizans’a kadar dayanmaz artık. Ya, beyim, dumanı gözükmese de
benim ocağım yanıyor. Manastıra dönüp günahlarımın kefaretini perhizle ödeyeceğim.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:301)
Ocak (ocağını) söndürmek : Ailesini, yuvasını yıkmak, ortadan kaldırmak
“Ağzını açtı ve sövdü. Uzun kafiyeli, düzenli bir küfür silsilesi: Çoluk çocuk, kadın ihtiyar, sürü sürü
çaresizleri, kimsesizleri seher vakti görkem deryasına sürükleyenlere; kara çarşaflı matem kümesinin evladını,
eşini, babasını, kardeşini dünyanın dört bucağına saman çöpü gibi dağıtanlara; ev bark yıkmayı, ocak
söndürmeyi iş edinip onunla para kazananlara!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:222)
“ ‘Biz eşşekliğimizden ocağımızı söndürdük, Marmara’yı öldürdük, diyor.’
‘Sen bakma onun öfkesine.’
‘İçi kan ağlıyor onun.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:275)
“Günlerden beri Çukurova çalkalanıyordu. İnce Memed adı, dilden dile dolaşıyordu. Köy yakan,
ocaklar söndüren İnce Memed! İnce Memed, Aktozlu köyü yandıktan sonra dillere destan olmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:303)
“Suvenir, büsbütün ölçüyü kaçırdı:
-Çırılçıplaksınız, ama hala böbürlenmeyi bırakmıyorsunuz. Söyleyin bakalım, nerede şimdi o göklere
çıkardığınız ocağınız? Hep ‘Benim ocağım var, senin yok,’ der dururdun. ‘Bu benim aile ocağım,’ derdin.
(Suvenir nerden de bu ocak sözünü çıkardı.)..... (Harlov’un) yüzü mosmor kesildi, çatlak dudakları köpürdü,
kızgınlığından titredi, madeni sesiyle: -Ocak mı diyorsun! dedi. İlenç mi, diyorsun. Yok, onlara ilenmeyeceğim!
İlenç onlara vız gelir! Ama yıkacağım ocaklarını!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84-5)
(L’) occasion fait le larron : (L’okaz’yon fe le la’ron> : Fırsat hırsızı yaratır = The opportunity makes the
thief (İNG.)
ochlocracy : (İNG.,HÜK.,SİY.,SOSY.) <ok’lok’rasi> :
Avamın hükümeti idare etmesi
octet, octette : (MUS.,KORO) <ok’tet> : Sekiz kişi tarafından çalınan veya şarkı söylenen parça; sekiz
kişiden oluşan koro ya da orkestra
octogenarian : (İNG.,BİYO,YAŞ) <okto’jeney’riın> : Seksen yaşında, seksenlik kimse
octopus : (ZOO.,FİG.,KOLL.) : <ok’topus> : Ahtapot; FİG.: Çok geniş fesat şebekesi, mafya
octoroon : (İNG.,IRK,GEN.,SOSY.,KOLL.) <ok’torun> : Bir yarıu melez ile bir beyaz kimsenin çocuğu
(Yeni Rehouse Lügati)
oculi de vitro cum capsula : (LAT.) <oku’li de vitro kum kap’sula> : ‘Çerçeveli cam gözler’
“ Nicola büyük bir merakla William’ın kendisine uzattığı çatallı aleti aldı.‘Oculi de vitro cum capsula’
diye bağırdı. ‘Pisa’da rastladığım Giordano adında bir rahibin bunlardan söz ettiğini işitmiştim. Onların, yirmi
yıldan az bir zaman önce icad edildiğini söylemişti. Ama onunla konuşalı yirmi yıldan çok oluyor.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:108)
oculis subjecta fidelibus : (LAT.,KOLL.) <o’ku’lis sub’yekta fideli’bus> : İhtisas imtihanı gerekli = Subject
to competent examination (İNG.)
Od : Ateş, alev; Aşk ateşi
“Duydum ki AndromedaO kaba köylü kızı
kasabada süsüyle
od salmış yüreğine”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:99)
Odalık : Cariye, kapatma
“Konağın yanındaki bölmelerden birinde, cinslerine özgü el işleriyle uğraşarak on altı odalık
yaşamaktaydı. Bölmenin pencereleri tahta bir kafesle kapatılmıştı. Kapılarda, anahtarları Kirila Petroviç’te
bulunan kilitler asılıydı. Genç kapatmalar belirli saatlerde bahçeye çıkar, iki kocakarının gözetimi altında
dolaşırlardı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11-2)
Odasına çekilmek : Genellikle gece uykusu, ya da istirahat için bir kimsenin odasına gitmesi
“Yaşlı kadın, her akşam oğluyla gelinini öptükten sonra odasına çekilirdi. Kedi, mutfaktaki bir
iskemlenin üstünde uyur, karı koca da odalarına girerlerdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:9-10)
O da söz mü : Aa, ne demek; Bunu nasıl söylersiniz? Rica ederim!; Rica ederim, üzülmeyin siz!”
“FILIPPO - Ah! Ne söylüyorsunuz? Sizi dinlemek mi? O da söz mü? Sevgili Sinyor Fulgenzio, gece
yarısı bile olsa ben sizi yine dinlerim.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:82)
ode : (MUS:, İNG.,EDE.) <o’d> : Bir tür lirik nazım şekli, gazel; yüksek-değerli şeylerden bahseden
vezinli ya da vezinsiz uzun şiir; methiye, kaside; böyle şiir için uygun yapılmış müzik
O değilden : Adet yerini bulsun diye, yapılmış olsun diye
“Şanslı delikanlılar kızların yanına kuruldu: Bunun için zaten aileleriyle tanışmak yetiyor. Sylvie’yle
yan yanaydık. Kardeşi de ordaydı, ‘uzun zamandır görünmüyorsun, neden gelmiyorsun bize?’ diye sitem etti.
Ders yüzünden Paris’e çakılıp kaldığımı, salt onları görmek için geldiğimi söyleyip gönlümü aldım. Hemen karşı
çıktı Sylvie: ‘Hayır, hayır, aslında beni unuttu.. Köylüyüz biz, Parisliye benzer miyiz!’ Öpüp susturmak istedim,
ama hala somurtuyordu; kardeşinin ısrarıyla, o değilden uzattı yanağını. Hiçbir zevk alamadım, herkese
sunulabilecek sıradan bir öpücüktü.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:33)
Odel :
Tanrı, Allah (Roman dilinde)
“Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar
<çocuklar> bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular:
-Ha versene be ağam, beş paracık, odel versin sana daha çok!
-Ah laçı <güzel> ağabeyciğim... -yerde sürünen bir meme yavrusunu göstererek- toslayasın <veresin>
buncağıza yarım metelik! Zere <zira> nenesi hastadır, yatar çadır içinde...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12-3)
O denli : O kadar çok
Bk.: Bu denli
“O yıllarda Hölderlin’in çok az dışarı çıktığı söylenir. Odasından yalnızca kırlarda amaçsız dolaşmak
için çıkıyordu, dolaşırken ceplerini taşlarla dolduruyor, çiçek topluyor, sonra da çiçekleri yoluyordu..... Sona
doğru aklı o denli karıştı ki, kendisine değişik adlar takmaya başladı: Scardinelli, Killalusimeno - ve bir
keresinde, ziyaretçilerden biri odasından çıkarken ağırdan alınca, ona kapıyı gösterdi ve bir parmağını
uyarırcasına kaldırarak, ‘Ben Tanrıyım,’ dedi.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:121-2)
“Bu başladığı tümceyi bitirmeden:
-Hani İlkçağ sanatçılarının söyledikleri gibi; ölüler dünyasına gidip seni ta oralarda arayacağım, dedi.
Venüs nerede yaşıyor acaba? Onu o denli aradık, ama güzelliklerine parça parça rastladık; işte hepsi bu...
Kendisinde tanrılık olan o kusursuz, tam doğayı, yani ülküsel olanı bir an görebilmek için varımı yoğumu
vermeye hazırım.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31)
“UZAKTAN BAKINCA
----------------------------O ise
uzaktan ışıldayan pencereme bakarak
evsiz barksızların özlemiyle
kim mi o sıcacık odada
lambanın üzerine eğilmiş
o denli rahat okuyor,
diye soruyordur kendine.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.12.02)
“Ama Taanaş onun önüne bakır bir ayna getirdi. Ayna o denli yüksek, o denli genişti ki, Salambo
kendini tepeden tırnağa gördü. Bunun üzerine yerinden kalktı, parmağının hafif bir hareketiyle saçlarının fazla
inmiş bir lülesini düzeltti.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:241)
“Biriktiriyordu, bu da içki ve sigara içmemek, hemen hiç kumar oynamamak demekti. Kendine çok
görmediği tek oyun, pazar günlerine özgü iskambil oyunuydu: ama oyunda kazandığı para da -o denli akıllıca
oynuyordu ki, hemen her zaman kazanıyordu- biriktiriliyor, çocuklarına olsa olsa birkaç kuruş kıyıyordu.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“Şvayk, en masum bakışı ve en sevecen gülümseyişiyle, kedilerin nasıl öldürüleceğini öylesine
ballandıra ballandıra anlattı ki teğmene, hayvanları koruma derneği üyeleri duysalar mutlaka keçileri kaçırırlardı.
Üstelik, bu anlattıkları o denli uzmanca bilgiler içeriyordu ki, Teğmen Lukaş öfkesini unutarak sordu:
‘Sen hayvanları anlıyorsun galiba. Sever misin hayvanları?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:191)
“Kement
Gün batarken
Gördüm onu,
Lonquen’de
Kasvetli bir kulübede,
Yoksul bir kulübede
Gördüm onu
Lonquen’de
Gün batarken.
Elleri öylesine yaşlı ki
o denli de güçle örnekte,
nasırlı ellerinde, duyarlı ellerinde,
gidip gelir hayvanın derisi.”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Bugün, akıl hastalarının sağlıklı gelişimlerini ve bakımlarını sağlamayı üstlenmiş birçok grup var. Bu,
ileriye dönük çok büyük bir adım. Ruh hastalarının, özellikle hislerinin en aşağı en aşağı olduğu devirlerde
onların takviyelerine gereksinimleri var. Bir kez o denli dibe vurmuşsanız, size gösterilen en ufak bir ilgi, yaşam
gücü sağlıyor.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:211)
“Kapris No:1 <1968>
Bir gün kariyer sahibi olursam
(ki söylenenlere göre kaçınılmazmış bu)
ve yükselirsem o denli kiolur ya, her yerden başlarlarsa beni telefondan,
sekreter olarak işe alacağım ölüm’ü”
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“YILLARDAN SONRA
Neredeyse her gün karşılaşıyor
ve geçişiyoruz dilsizler gibi.
Düşleri yaratmak o denli mi zor?
O yüce duygular nerede şimdi?
Dememiş miydik ki bizim aşkımız
farklı olmalıydı bildik aşklardan?
Taşlara mı çarptı yaşam hızımız,
yoksa bizler miydik çığrından çıkan?”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
odeon : (SAN.,YAPI, YUN., ROMA MYTH; İNG.,) <o’deon> : Eski Yunanistanda ve Roma^da
müzisyenlerin içinde yarışma yaptıkları ufak tiyatro-konser binası <Bugün bile, gerek Avrupa ve özellikle
Amerika’da, aynı isimle tiyatro-sinema salonları, plak-C.D. firmaları vardır. İ.E.>
Odin
(İSKAND. MYTH.) <O’din> : ‘ASSES’ Tanrılarının ilki; Bilgelik, Savaş, Ölüm ve Şiir tanrısı
<Alman’ların WODAN’ına, Anglo-Sakson’ların WODEN’lerinin eşdeğeri>; her hayvanın şekline
girebilir; ölür ölür dirilirdi; tek gözlü, sırtında mavi bir kot, geni, kenarları taşkın bir şapka giymiş kuzguni bir
kartala benzerdi. O zamanlar, hemen tüm Viking’ler, ‘asılma’yı seremoniyal bir ritüel olarak tekrarlardı. Bu
itibarla, Odin’in, kendini Yaşam Ağacına asmış küçük bir heykeli, eller harap, vücut dört-beş gündür mızrakla
yaralanmış, elinde kendi ulu mızrağı Gungnir, Kuzey Mit’inin klasik bir belirtisiydi. Odin’in, başlangıçtaki
Göçmenlik – Migration kahraman savaşçıları, -ki adlarına Berserk derlerdi- ayı ya da kurtlara benzeyen yarinsan şekillerinde, ayı postları giyen, ait oldukları ortam ve Tanrı tarafından korunan, çok cesurca ve vahşice
savaşan acımasız kişilerdi. Vücutlarını korumak için kalkan kullanmazlar, altın halkalar halinde boyun disk’leri
takar, Tanrı tarafından mutlak surette korunacaklarına inanırlardı. O zamanın Anglo-Sakson’ları, komşu
krallıklar, prens oğullarını onun hizmetine vermekten gurur duyarlardı. Tarihte, Odin ile, komşu devlet
başkanlarından, kendi ülke savaşlarında ölmüş kimselerin ölülerini ‘kurban’ olarak geri döndürdüğü hususunda
anlaşmalar imzaladığını kanıtlayan belgeler vardır. Örneğin, TACITUS, kutsal bir yerin elde tutulması için,
WODAN uğruna <Roman Tanrı MERCURY’ye eşdeğer> zafer için tüm savaşçlarını ve ganimetlerini feda
edebilecek iki German kabilesinden bahseder. Bir Tanrı olarak çok içer ve içkinin kendinin şairlik ve yaratıcılık
kudretini beslediğini söylerdi. Kadın, ister ilahe, ister toplumun ferdi olarak, ancak Tunç devrinden sonra, küçük
bronz heykelcikler halinde gözüktü. Bu heykelcikler kısa bir gömlek, çıplak göğüsler ve saç örgüsü içinde
taşınan saçlar ihtiva ederdi. Geniş, açık altından yapılı gözler, yarı çömelmiş, sanki bir araba sürermiş gibi, bir
kol kalkmış, diğer elinin parmakları çıplak göğüs uçlarının üzerinde. XIX. y.y.’dan kalmış hala savaşçı
kahramanları bir ellerinde Gök Tanrısı ile ilintili çekiç, yeryüzüne fırtınalar ve yıldırımlar, hayat veren
yağmurlar gönderen ‘SUN’ Disc (Güneş disk)i içerirler. Odin’in ‘Sleipnir’ isimli harika bir atı vardı ki, sekiz
ayaklı olup, ‘ölüler’ dünyası ile ‘gerçek dünya’ arasında göklerde uçardı. Bazı ölüler, daha fazla şereflendirilmek
için, ‘krime’ (cremation-yakma, kül haline getirilme) edilirlerdi. Duman, Valhalla’da ne kadar göklere çıkarsa,
ölü kişi, o denli onore edilmiş olurdu.
”
(H.R. Ellis Davidson, “Scandinavian Mythology”, Library of the Worlds Myths & Legends,” Peter
Bedrick Books, 2nd Ed., N.Y.1988) (Çev.: İ.E.)
O diyar senin, bu diyar benim : Sürekli olarak şehir şehir, diyar diyar dolaşan kimse; Seyyah
“En aşağı yetmiş yaşında vardı. İri yapılı, kuru ve eski modaya göre şakaklarında lüle lüle örülmüş ak
saçlarıyla çirkin bir kadındı. O diyar senin, bu diyar benim diye gezip tozan bir İngiliz karısı gibi, ne giydiğine
aldırmaz bir durumda, tuhaf ve derme çatma bir giyimle omlet yiyor ve yalnızca su içiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:132-3)
Odun; Odun kafalı; Odundan yapılmış sanki : Kaba ve anlayışsız, Ha var ha yok, kaya gibi cansız, dikili
duruyor
“Beni görmezden geliyor, yanımda kaskatı duran iki asker de odundan yapılmış sanki. Şikayetim yok.
Çölde geeçirdiğim haftalardan sonra boş durmak zor gelmiyor. Ayrıca Büro’yla aramızdaki sahte dostluğun sona
erebileceği düşüncesi içimin derinliklerinde bir sevinç uyandırıyor.”
(J M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:103)
“SESLER - Burnu geçiyoruz galiba.
Altı gün cehennem, sonra Southampton.
Allahıma birisi benim ilk vardiyayı alsa!
Deniz mi tuttu, odun kafalı?”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:9)
Of, aman : ‘Tuh yazık’, ‘ay ne kötü!’ bağlamında olumsuz; ‘Oo, ne iyi oldu!’ bağlamında marazi-patolojik bir
olumluluk duygusu yaratan ünlem
“Pierre etrafını saran dekoru dikkatle inceledi ve yüzü şenlendi; ötede, kırılmış bir tek camı bulunan
eski ve yıkık dökük bir kulübe gözüne ilişmişti. Elindeki tuğla parçasını tam gücüyle atarak son camı da
kırıverdı. Sonra arkadaşlarına döndü:
-Of, aman! İnsan hafifliyor.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:78)
O fasıl ayrı (başka) fasıl; O faslı kapatmak : O, ayrı (başka) bir problem, ayrı bir konu
“ ‘Çoban Hacı’yı bilirsiniz. Biraz sersemcedir. Tutmuş vermiş bir kuzu. Benim kuzu deye senin kuzuyu
vermiş. Haceli de almış gelmiş. Ne bilsin Haceli? Sen olsan Haceli’nin bilir mizin? Tıpkı onun gibi. Bunda heç
kimsenin suçu yok. Hem o faslı kapatalım şimdi. O fasıl ayrı bir fasıl.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:261)
off : -ünlem, belirteç- (GRA:, İNG.) <of> : Uzak, uzağa, yanında, üstünde değil, çıkmış, inmiş; tamamen,
bütün bütün; araba veya atın sağ tarafı, kıyıdan uzakta, açık; anormal, kesilmiş, bitmiş; (BELİRTEÇ) haydi’
defol’ uzağa git! o. and on : arasıra; o. color : doğal renkten değil, solmuş; içeriği şüpheli, pek de iyi değil;
o. my hands : benim elimde değil, çıkmış, ben artık sorumlu değilim; kurtuldum; offprint : ayrı baskı; yazılan
bir yazının ayrıca basılması; o. shore : kıyıdan uzak, kıyıdan esinti; offshoot : dal, şube; offside : öbür
yanda, yanlış tarafta; futbol oyununda, ofensif takımın en öndeki koşan oyuncusunun, defansif takımın ilk
üyesinyle (bek) kaleci arasında iken ayağına top gelmesi; offspring : mahsul; evlat-çocuk edinme; (FİG.) :
sonuç; offtake : tenzilat (indirim); akak, akarsu yatağı; (EKONO.) Belirli bir sürede satılan mal miktarı;
o. the key (MUS.) : akordu, düzeni bozuk, kakavan ses, koro; o. with you : defolun bakalım; an off street :
sapa sokak; a week off : bir hastalık izin, tatil, bir hafta kapalı, izinli; hesaplaşmada bir hafta yanlışlık; be
off : defol!, git buradan; be off in one’s calculations : hesabında yanılmış olmak; beat off the attack :
hücumu tamamen püskürtmek; declare the game off : oyunu tatil etmek, devam ettirmemek; dine off bread and
cheese : sadece ekmek peynir yemek; fall off : bozulmak, düşmek; far off : çok uzak; he is well-off : hali vakti
yerinde, zengindir; just of the headland (DENİZ.) : burundan uzak değil; kill off all enemies : tüm
düşmanları öldürmek; my off day : tatil günüm, izinli olduğum gün; fena, başarısız, talihsiz günüm; show off
: gösteriş yapmak, take one’s clothes off : birinin soyunması; take off : taklidini yapmak; (HAVACI.)
kalkmak, havalanmak; take oneself off : bir yerden uzaklaşmak; the cheese is a little bit off : peynir bir az
bozulmuş; the gas is off : gaz kesilmiş; the man is off : adam aklını yitirmiş, çıldırmış; we are off now :
nihayet yoldayız
(Yeni Redhouse Lügati)
Of gibi yapmak : Bal gibi yapmak; Pekala ve kolayca yapmak
“O zaman Atatürk fırkacılığa izin vermiş, sonra da iznini geri almış. Serbestçilerin analarına karları
yağdırmışlardı. Şimdi de İsmet Paşa aynı şeyi yapamaz mıydı? Of gibi yapardı. İkinci dünya harbinde memleketi
savaşa sokmayan bu adam oturduğu koltuğu ne diye başkalarına versindi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:187)
Ofir : Eski ahit <ahdi atik> döneminde, altınıyla ünlü yeri belirlenememiş bölge. Tekvin’in <Yaratış kitabı>
10. bölümünde Arabistan’da olduğu söylenmiş, Hz. Süleyman zamanında ise denizaşırı bir ülkede olduğu
söylenmiştir. Oarya gitme arzusunun nedeni: Eldorado’ya (İsp.: Altın Kaplı Adam: Büyük zenginliklere sahip
olduğuna inanılan bölge. İsmini, çölenlerde yalın bedenini altın tozuyla kapladığına inanılan bir kabile
reisinden alır.) gitme onurudur.
“.... <Kolomb>‘Dünyanın en varsıl krallığına ayak bastığını’ ilk olarak telaffuz edip ulaştığını
düşündüğü ‘Hindistan’dan altın, inci ve baharat getirmeyi vaat ettiğinde ona hala inananlar vardır. Devasa bir
filo hazırlanır, on beş bin adam, Kolomb’un kendi gözleriyle gördüğünü iddia ettiği Ofir’e, Eldorado’ya gitme
onuruna sahip olabilmek için kavgaya tutuşur, kraliçe ona Hangzhou’daki Kubilay Han’a iletilmek üzere ipeğe
sarılı mektuplar teslim eder; sonra Kolomb bu büyük seyahatten geri döner; yanında getirdikleriyse açlıktan bir
deri bir kemik kalmış, inançlı kraliçenin satın almayı reddettiği birkaç yüz köledir.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:68-9)
Oflaya poflaya; Oflayıp puflayıp; Oflıya poflıya : Soluk soluğa, yorgunlukla nefes alarak
“Ben geçerken hiç şaşırmadan baktı. Uzun zamandır dünya onun için durduğu bu yol dönemecinde,
oflaya puflaya volkanlar bayırından çıkan kamyonlarda gece gündüz metan gazının için için yandığı çöp
dağlarında özetleniyor. Bunların ötesindede onun için belki hiçbir şey yok, sadece insanların ölümden sonra
içine düştükleri daire biçiminde büyük geniş bir çukur var.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:111
“Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor.
-Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak, Şaka değil, ta Krasnıy Prud’dan Kaluga kapısına
kadar yaya geldim.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16)
“Yaşlı koca, oflaya puflaya içeri girdi; karısını yaşlılara özgü makamlı bir sesle selamladı. Sanki bir yük
odun getirmiş gibi koltuğa yığıldı.Boğuk, uzun bir öksürük işitildi. Biraz önce öfkeden kaplan kesilmiş olan İvan
Andreyiç, şimdi bir kuzulaştı; kedi karşısındaki korkak bir fare gibi büzüldü.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:41)
“Sara nöbetinden bitkin düşen Smerdyakov başka bir odada kıpırdamadan yatıyordu. Marfa
İgnatyevna’da da hareket yoktu. Grigori Vasilyeviç ona baktı, ‘Kendinden geçmiş kadıncağız…’ diye düşündü,
oflaya puflaya dış kapıya yollandı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:51)
“Ağzını açmamaya, Çelkaş’ın bütün buyruklarını yerine getirmeye karar vermişti. Aziz Nikola’ya
adaklar adıyor, bildiği bütün duaları bir bir geçiriyordu içinden... Arada bir Çelkaş’a yan gözle bakarak buhar
kazanı gibi oflayıp pufluyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:82)
“HAVAALANLARI
Arabalarda, otobüslerde,
taksilerde, kamyonlar trenlerde ya da,
oflaya puflaya.
bir o bir bu hava alanında,
bekleme salonlarında,
tezgahlardaki kitaplara baka karıştıra.”
(Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08)
“Eşikteyken, yaşlı hahamın geldiğini gördü: Değneğine abanmış, oflaya poflaya yürüyordu.
Şakaklarındaki beyaz saç lüleleri, Karmel Tepesi’nden esmeye başlamış olan akşam melteminde
dalgalanıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:74)
“Memed, olduğu yerde durmuş, Pancar Hösüğü seyrediyordu. Pancar Hösük bin bir güçlükle oflayıp
puflayarak keçileri ekinin içinden toplayıp çıkarırken, durup öylecene kendisine bakan çocuğu gördü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:41)
“Biraz sonra avukat yazıhaneyi altüst ederek vekaletnameyi arıyordu. Güneş zımparalanmamış
tahtalardan yapılma ufacık odanın ortasına doğru ilerliyordu. Her yeri boşuna aradıktan sonra avukat oflaya
poflaya emekleyerek piyanoların altından bir tomar kağıt çıkardı.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:31-2)
“... bir Batı şehrinde olsa müzeye kaldırılacakken şehrin kirli sokaklarında, dik yokuşlarında dolmuş
olarak oflaya puflaya inleyen 1950’lerden kalma yorgun Amerikan arabalarından..... söz ediyorum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:97)
“Beaupré’nin asıl mesleği berberlikmiş. Sonra bir ara Prusya’da askerlik yapmış..... öğretmen olmak
için kalkıp Prusya’ya gelmiş. İyi bir delikanlıydı. Fakat çok uçarı, çok derbederdi. En güçsüz yanı da karşı cinse
aşırı tutkusuydu. Bu yüzden sık sık tokatlanır, günlerce oflayıp puflardı artık.”
(A. Puşkin, “Yüzbaşının Kızı”, sa:18)
“Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir
dehastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya
puflaya gelip yanıma çöktü.
-Isındın mı?
-Ne gezer, soluğum kesildi.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:16)
“ ‘Çok yaramazlık yaptım, bir gün, Gloria da beni Dindinhalara yolladı. Edmundo dayı gazetesini
okumak istiyor, ama gözlüğünü bulamıyordu. Oflaya puflaya her yanda arıyordu. Dindinha’ya sordu, hava aldı
tabii. Birlikte evin altını üstüne getirdiler. Bunun üzerine gözlüğün yerini bildiğimi, bilye almak için bana yirmi
beş kuruş verirlerse göstereceğimi söyledim..’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:17)
“Amma ben, soğuk ve kayıtsız davranışımı sürdürdüm, şişko kocanın oflaya poflaya eğilip biletleri
toplamak için ayaklarımın dibinde yerde sürünüşüne, gülümsiyerek ve hiç istifimi bozmadan baktım.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:125)
“İşçiler kitapları kocaman sandıklara yerleştiriyor, bir kısım işçi bunları oflaya poflaya kamyona
taşıyordu; sonra da vagonlarla dünyanın dört bucağına götürüleceklerdi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:400)
Ogdoades ilkesi : (GNOSTİK Bil.=Bilgibilim) <Ogdoades> : ‘Gnostik’ evrendoğum kuramı. Bu kurama
göre, sekiz gökyüzü vardır; her biri bilinen yedi gezegen’e denk düşen yedi gökle, Yüce Tanrı’nın bulunduğu
sekizinci gök
“Dipte, kocaman bir camekanın içinde, bir yılanla boğuşan, doğal büyüklükte, üç boyutly bir aslan.
Burada bulunmasının görünür nedeni, tümüyle cam hamurundan yapılmış olmasıydı, ama gizli bir
nedeni de olmalıydı....... Belki de Conservatoire, tümüyle bir imgeydi: Ogdoades’in, ilk ilkenin, Sarkaç’ın
doluluğundan, Pleroma’nın <Valentinus’un gnostik kuramında, Yüce Varlık’tan türeyen eon’ların bütünü>
parıltısından, eondan eona geçerek katmanlaştığı; ‘kötülük’ün hüküm sürdüğü, o aşağılık sürecin imgesi.
Öyleyse, o yılanla aslan, benim erginlenme <Bir tarikata, gizli bir örgüte alınan kişinin kabul edilme töreni. FR.
ve İNG.: initiation : inisiasyon, inişieyşın; OSM.: Takris, TR.: Başlangıç, kabul edilme töreni> yolculuğumun
daha şimdiden sona erdiğini, az sonra dünyayı yeniden, olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi göreceğimi
söylüyorlardı bana.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:26)
Ogle :
(DAVR.,FİG.,KOLL.) <O’gıl> : Aşıkane bakmak, göz süzerek bakmak; göz süzme
Ogni debole ha sempre il suo tiranno : (İTA.,DEVL.,KOLL.) <Og’ni de’bole a sempre il suo ti’rano> :
Her zayıflayan (devlet>, kendi tiran’ını hazırlar = Every weakling has his tyrant (İTA.)
Ogni medaglia ha il suo rovescio : (İTA.,KOLL.) <Og’ni me’dag’lia a il suo reve’şio> : Her madalya’nın
Bir de ters tarafı vardır = Every medal has its reverse side. (There are two sides to every story) (İNG.)
Ogni pazzo vuol dar consiglio : (İTA.,PSYCH.,KOLL.) <Og’ni pazzo vu’ol dar kon’siğ’liyo> : Her deli öğüt
vermeye hazırdır = Every fool is ready to give advice (İNG.)
Ogre : (MYTH.,FİG.,KOLL.) (O’gır) : Gulyabani, adam yiyen dev; FİG.: Canavara benzer kadın; çok
çirkin adam; ogress <og’res> : Çok çirkin, canavar kadın
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations>
O gün bu gün; O gün bugündür : O günden bugüne dek; O gün olduğu gibi, aynen bu gün de
“Eski kale, yahutçuğuma, Kabe duvarı diye bilinmektedir. Kabe duvarı dememiz şundandır ki, bu dıvar,
Alaeddin-i Keykubat babamızın burada ilk ayak bastığı yere temel alınmıştır. Ayağının tozu temele sıvanmıştır.
O gün bugündür buraya ilk gelen kadir mevlamın her kulu, ayağının tozunu dıvarın dibine çalar. Adet
olmuştur...... Çalmasıylan, bir gelen bir daha gelir.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Duvar Öyküsü’, sa:39)
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“O gün bu gün de Léon’un anısı, duyduğu can sıkıntısının odağı gibi bir şey oldu; hani Rusya
bozkırında, yolcuların yakıp bıraktığı bir ateş karlar üzerinde parıldar ya, Léon da onun zihninde bu ateşten daha
çok ışıldıyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:138)
“Zübeyde, dedim; şimdi nasıl olsun? Siz, bütün yaşamım değil misiniz? Ben bunları söylerken, uşak
meyveler atıştırıp duruyordu. Küçüklüğümde, Bin Bir Gece Masalları’nda sık sık sözü geçen kuru reçelleri
düşlediğmi anımsıyorum. O gün bu gün, o gül kokan reçellerden çok yedim.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:68)
“Sözünü ettiğim özelliklerle donanmış olarak, sırtımda yeni bir giysi, tuttum yaşamın yolunu. Anne ve
babamdan miras aldığım özelliklerinin ilerde yararını gördüm, o gün bu gün kendi ayaklarım üzerinde kalmamı
sağladı bunlar.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:22)
“ ‘Elbette, yüz karası! O zamanlar işte böyle bir his vardı içimde, o gün bugün de durumda değişen bir
şey olmadı. Mutsuz olmak bir yüz karasıdır. Yaşamını kimsenin görmesine izin vermemek, bir şeyi saklayıp
gizlemeye, ört bas etmeye çalışmak, yüz karasıdır.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:60)
“İşte şimdi yüzlerce ve yüzlerce çizgisinin birleşmesiyle bende merhumenin bir hayali belirmeye
başlıyordu; o gün bugün, bu hayal hep benimledir. Çok sonraları gerçekten de Bayan Brahe’nin yüzünde,
annemin yüz hatlarını ortaya koyacak bütün ayrıntıların var olduğunu anlamıştım.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:57)
“Batı Nişanı ve soyluluk beratı Sir Adrian Scrope komutasındaki bir savaş gemisiyle (fırkateyn)
geldiğinde büyük oruç ayı Ramazan sonuydu ve Orlando bunu o gün bu gündür İstanbul’da görülen en görkemli
eğlenti için fırsat bildi. Gece güzeldi; kalabalıksa muazzam. Elçiliğin pencereleri ışıl ışıl aydınlatılmıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
“Beni birilerinin aşağılamasına katlanamıyorum; herkes tarafından sevilmeye ihtiyacım var, aksi
takdirde… Aksi takdirde, terk edilmiş, kovulmuş, kovalanmış, korkutulmuş hissediyorum… Biliyorum, bu
aptalca… Ama yalnızca sevildiğim zaman yaşayabilirim… Elbette kendimi suya bırakmayacak kadar
yüreksizdim… Ama o gün bugündür her insanla olan ilişkimde, acaba birdenbire bana olan sevgisi biter mi diye
bir his duyarım içimde…”
(S. Zweig,”Clarissa”, sa:30)
O güzelim : O güzel varlık, şey
“Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı!
Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan
olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl
lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
Oğlan; Oğlancık : Eşcinsel erkek çocuk; Normal erkek çocuk; İskambil kağıtlarında ‘Vale’
“Üç çeşmen olsun isterdim bal akan;
beşinden süt aksın, onundan şarap,
on ikisi kokular saçsın; ikisinden taze su,
üçünden buzlu sular aksın; bir kızla
bir oğlan dursun her çeşmenin başında.
Kaval çal kavalcı, benim için.”
(Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:171)
“Bezdim şu hayattan daha yirmi ikime basmadan
Ey Aşk Tanrıları! Nedir bu işkence? Neden
yakarsınız içimi? Diyelim öldüm, ne yapacaksınız?
Doğrusu tanrılar, siz şaşkın oğlanlar, yine zar atıp duracaksınız.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54)
“Philadelphia dışında ormanlık bir bölgede, cinayete kurban gitmiş bir oğlan çocuğunun cesedi
bulunmuş..... oğlanın kimliği bile saptanamamış. Kim olduğu, nereli olduğu, neden orada bulunduğu - tüm bu
sorular yanıtsız kalmış. Sonuçta, vaka rafa kalkmış.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:14)
“Brick, bunların tümüne kuşkuyla bakıyor. On beş yaşındayken yüreğini hoplatan Virginia Blaine
sınıfın en güzel kızıydı ve ne zaman salına salına yürüyüp gitse bütün oğlanlar dile getirmedikleri bir arzu ve
şehvetle kıvranırlardı. Brick ona buluşma teklif edeceğini söylerken doğruyu söylemiyordu. Hiç kuşkusuz bunu
teklif etmeyi isterdi, ama o yaşta bunu göze almaya yüreği yetmezdi.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:42)
“Sallar kente arada bir uğramaya başlamıştı; artık ağabeyimin elinden tutmadan tek başıma gidip
bunları görebiliyordum. Aradan bir süre geçti; günün birinde gazetede okuduk ki, kendisiyle sokakta sık sık
misket oynadığımız bir arkadaşımız, babası tarafından öldürülmüştü: oğlan komünistti, azılı bir komünist, koyu
bir komünist, zeki bir çocuk, ama babası sosyalistti.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:270)
“Alışverişe çıkacağı zaman önce bu kağıtları çıkarır, kağıt oyunundaki gibi ardı ardına açar bakar, sonra
fal açıyormuş gibi yan yana dizip önemlilik derecelerine göre, asları, papazları, kızları, oğlanları birbirinden
ayırırcasına küçük yığınlar meydana getirir..... Ve bir kağıt parçası daima cüzdanında bulunur, özellikle önemli
olduğu kırmızı kalemle işaretlenmiş olan ve benim her ziyaretimden sonra yırtılan, ama hemen ardından yeniden
yazılan ve üzerinde şu yazı okunan bir kağıt parçası: ‘Oğlanla konuşulacak.’ ”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:61)
“Her nedense beni oğlan sanmıştı herhalde ama değildim ve ona yardımcı olamazdım. Dünya bu, diye
düşündüm, bu dünyanın bin bir türlü hali vardı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:25)
“Çevremizdeki oğlanlar, ‘İşte, albay orada... Üf, gelinin elbisesine bak. Müthiş güzel,’ diye aralarında
konuşuyorlardı. Konuklar masalara oturdular, garsonlar şarap getirdiler ve orkestra çalmaya başladı. Patlamış
mısır satıcısının çevresini çığlık çığlığa oğlanlar almıştı, aldıkları mısırları oracıkta gövdeye indiriyorlar, boşalan
kağıt torbaları yerlere atıyorlardı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:97)
“Tek kelime konuşmuş değillerdi, ama Maria, gün içinde en çok o tozlu yolda geçirdiği anları sevdiğini
fark etti; güneşin tam tepede olmasına, susuzluğuna, yorgunluğuna, kendisi yetişeceğim diye canını dişine
takarken, oğlanın hızlı hızlı yürümesine rağmen.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14)
“Couture 1.
----------bu melek oğlanın
yere değmiyor
ayakları fakat
yardalık dalgası
cennetin değil,
hazzın.”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Oğlan yapış yapış olmuş ellerini paltosuna sildi ve öksürdü. Daha sonra ayaklarına baktı, ayaklarında
bir çift yeni kahverengi ayakkabı vardı. Bunları Brenda Hala yolculuk sırasında almıştı. ‘Hah işte!’ dedi, ‘Bunlar
gerçek İngiliz ayakkabıları.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:222)
“Çömezler şaşkındılar; toy oğlanların duyarlığıyla koro yerine egemen olan gerilimi gene de
sezinliyorlardı; tıpkı benim sezinlediğim gibi. Sessizlik ve tedirginlik içinde birkaç uzun dakika geçti. Başrahip
birkaç ilahi söylenmesini buyurdu ve günbatımı için Kural’ın öngörmediği rasgele üç ilahiyi işaret etti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630)
“Hiç unutmam, bir akşamüstüydü, komşumuz oğlanların balkonunda mile oynarken aşağıdan onun
feryada benzer tiz sesini işitince, başımızı uzatıp: ‘Makineci, makineci’ diye bağırmış, sonra da saklanmıştık.
Yerde bulamadığını sanki göklerde bulacakmış gibi başını kaldırmış, epey aranmıştı. Bir kenara sinmiş
yumurcakları nasıl görsün?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Makineci Baba”, sa:9)
“Phaidra’nın ona göz koyacağını nerden bilebilirdim ki? Çok geç haberim oldu. Şüphelenmeliydim
gerçi. Zira oğlan bana benziyordu. Yani demek istiyorum ki, benim, onun yaşındaydenki halime. Yoksa ben
çoktan ihtiyarlamaya başlamıştım.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:71)
“AMOR’UN MANZARA RESSAMLIĞI
------------------------------------------------Bir oğlan çocuğu belirdi yanımda,
Konuştu: Sevgili dostum, nedendir böyle
Sürekli bakman bomboş bir kumaşa?
Yoksa hepten mi yitirdin
Resim yapma isteğini, söyle!”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:17)
“Kadın olarak böyle koşullarda doğmak daha baştan ölümcüldü. Ama rahatlatıcı diye de
nitelendirilebilir: en azından gelecek korkusu yoktu. Falcı kadınlar kilse günlerinde ciddi ciddi oğlanların
yazgılarını okuyorlardı ellerinden; kadınlar için ise gelecek, bir şakadan başka bir şey değildi.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“Catherine elini uzattı: ‘Selam, sevgilim,’ dedi. Sesi pek zayıf ve yorgundu.
‘Selam, bitanem.’
‘Nasıl bir şey şu bebek?’
‘Hişşşt... Konuşmayın,’ dedi hemşire.
‘Bir oğlan. Boylu boslu, tombul, esmer...’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:297)
“Duraklıyorum. Çünkü oğlanlardanm birinin, sıra altında bir şeyler yazdığını fark ediyorum.
‘Ne yazıyorsun orada?’
Oğlan yazdığını saklamak istiyor.
‘Ver bakayım.’
Yazdığını elinden çekiyorum. Hınzır oğlan gülümsüyor. Kağıt parçasına bakıyorum. Bütün sözlerim
stenografi ile not alınmış.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23)
“Bir elinde Türk Kahvesi vardı; postacının elini sıkmak için, öteki elindeki sigarayı dudaklarının
kıyısına koydu.
-Günaydın, Gavrilla Baba!
-Hoş geldin, Adrien! Breh breh, amma da şıksın ha! Tıpkı zengin oğlanları gibi. Sana pahalıya çıkmış
olmalı...”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:6)
“Johnny on altı, on yedi yaşlarında, iri yapılı, çalışmayı seven bir genç olup her gün çiftliğe çalışmaya
giderdi. Her zaman temiz, düzenli ve nedenini anlayamayacağım derecede iyi huylu biri idi. Zavallı,
hemşirelerden birinin günah keçisi haline gelmişti. Bayan Plump <Şişko> diye adlandırdığımız hemşire o
hemşire, onu, bir yolunu bulup sürekli olarak kışkırtmaktan çok hoşlanırdı; sabrı tükenip de oğlancık cevap
vermeye kalktığında, Şişko onu kafasından tokatlardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28-9)
“Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara
ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca
dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf
makinesine de sergilemişti.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:9)
“Alacakaranlık
Göletle oynar tombul bir oğlan çocuk.
Rüzgar bir ağaca takılıp dolanmış.
Gökyüzü öyle avare ve soluk,
Sanki makyaj malzemesiz, rujsuz kalmış.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“O gün eşekçim, her günkü gibi beni kente götürmek için eşeğiyle birlikte kapının dışında belirdi.
Oğlan bana biraz da alayla, eve gelirken yolda bir Memluk askerinin kafası yüzünden tökezlendiğini anlattı.
Ben anlattıklarına gülmeyince, her şeyi çok ciddiye aldığım görüşünde olduğunu açıklamaktan çekinmedi.
Bunun üzerine suratına bir tokat indirdim.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
“Baltaların üstünde oturmakta olan üç siyah oğlanla iki İspanyol çocuk, içinde bulaşık, bulamaç gibi bir
yiyecek olan düz bir tabağın dibini kazıyorlardı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:36)
“Koca, koca değildi ki. Gece içer eşşekler gibi, gündüz içer. Geberdi gitti o yüzden vakitsiz. Ne bok
yiyecektim bohçacılık etmeyip. Üç oğlan, iki kız başımda.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“Gelelim öyküme..... Esas Oğlan, kötü adamlar tarafından kovalanırken, münasebetsiz bir biçimde
ortaya çıkan Esas ‘olacak’ Kız, bütün işleri altüst eder. Oğlan kaçarken ona ayak uyduramaz, onunla birlikte
koşamaz. Koşmaya çalıştığında da kendi kadar münasebetsiz ayakkabılarının yüksek topuklarından biri kırılır...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:12)
“Joe asla okumazdı. O, yıllarca okula gittiği halde, sonunda arka arkaya on satırı yanlışsız okuyamayan
oğlanlardandı..... Onu bir kere benim ‘Ahbap Çavuşlar’ nüshalarını karıştırırken görmüştüm; birini eline alıp bir
iki paragraf okumuş, sonra da küflü yonca koklayan bir atın yaptığı iğrenme hareketinin aynını yapmıştı. Beni
okumaktan soğutmaya çalıştı. Ama benim ‘zeki çocuk’ olduğuma hükmeden annemle babam bana arka çıktılar.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:102-3)
“Her zamanki gibi komünyona yalnızca bir kişi katılmıştı... Çiftlik’ten ihtiyar Bayan Mayfill. Kutsal
Komünyon’a katılım o kadar düşüktü ki, Papaz, pazar günleri dışında kendisine yardımcı olacak oğlan çocukları
bile bulamıyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:13)
“Kara eşeklerin yer titreten tırısı
Birbirine karışan şarkılar ve yakınmalar
Tacirlerin sakalları arasında
Çekiç darbeleriyle kırpılan uzun ışık
Sessizliğin açıklarında
Oğlanların haykırışları
Patlarlar”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:68)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
---------------------------------Kızlar kiliselerin demirbaşı gibidir
Akşam duası ile, görevler biter birmez
Gençlere cilve yapar, kırılıp dökülürler,
Oğlanlara gelince; yanlarına varılmaz
Kahvelerde tanınmış evleri çekiştirir
Ve acayip şarkılar söylerler avaz avaz.”
(A. Rimbaud<1851-1891>, “Dizeler”, sa:109)
“OZANIN ODASI
--------------------gözlüğünün ardından aydınlık içindeki
konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,
tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyla insanların dikkatini avlıyor,
ve her zaman büyük bir hevesle, toy oğlanların
şaşkınlık içinde,
dilleriyle kuruyan dudaklarını ıslattıkları anda
yüzlerinde beliren anlatımın tadını çıkarıyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-Kavafis için on iki şiir”, sa:139)
“Kermese gideceğim. Böyle, bin dereden su getirmeye ne lüzum var? Bu çok doğal bir şeydi: Orada
müşteri peşinde dolaşan karı kılıklı oğlanları seyredecekti. Sébastopol Bulvarındaki Kermes kendi alanında ünlü
bir yerdi. Durat Şirketinin kontrolörü sonradan öldürdüğü o küçük orospuyu orada tavlamıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133)
“Ufaklığı sevmiyordum. İpince bir yüzü vardı; korku, ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün
çizgilerini bozmuştu. Üçgün öncesine kadar canlı bir oğlandı; böylesinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı
bir ibneye benziyordu, ne yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:17)
“Seyredip haz duyar ya çökmüş bir baba hani
Kabına sığamayan delifişek oğlandan,
Ben de, kaderim yaman sakat edeli beni,
Huzur duyarım senin erdeminden, vefandan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:37, sa:115)
“Bakın Doktor Pereira, dedi kısa boylu sıska yalak bir havayla, dulsunuz ve kadınlarla birlikte
olmuyorsunuz, gördüğünüz gibi, hakkınızda her şeyi biliyorum, sakın genç oğlanlar olmasın hoşunuza giden?
Pereira, yeniden eliyle yanağını ovuşturup, rezil bir insansınız dedi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
“(Mirabeu’nun) babası, fizyokratların dostu ünlü Marki de Mirabeau (1715-1789); yazdığı eserlerden
birinin adıyla, ‘insanların dostu’ olarak tanınıyor. Ne var ki, bu ‘insanların dostu’, baba olarak hiç de şefkatli
değildir. Oğlan, gerçi haşarının teki, ama baba da bir cehennem zebanisi gibi tepesindedir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:115)
“Akulina Teyze’nin arkasından, sırtında yalnızca gömleği olan, başı açık, fırlak karınlı bir oğlan çocuğu
kalın, çarpık bacaklarıyla paytak paytak yürüyerek geliyordu. Akulina Teyze kucağına alarak;
-Arkama takıldı, dedi. Bırakacak kimse de yoktu.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:112)
“Yine hayranlıkla sordum:
‘Şimdi kadın mısın yani?’
‘Kadınlığa hazırım. Bir oğlanla yatarsam çocuk doğurabilirim.’
Sadelik ve ciddiyetle söyledi. Gözlerim mavi, saçlarım kestane der gibi...’ ”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:141)
“Marcus’tan hiç iz yoktu. Diğer oğlanlar sağlam ve neşeliydiler. Magdelena Tilsen’in karnı
burnundaydı. Johann samimiydi. Öğle yemeğinde av etiyle pişirilmiş börek servisi yapıldı.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:133)
“İkisi de güzel, yakışıklı, tatlı yüzlü, kara gözlerinden sevinç ve sevgi okunan iki kızı vardı, bir de
oğlu... Oğlan biraz babasına benziyordu ama gene de pek hoş bir çocuktu. Çiftlik sahipleri arasındaki
konuşmalarda Anna Martinovna, dingin, ağırbaşlı duruyor, söylenenlere ne ayak diriyor, ne de açgözlülük
gösteriyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103)
“PETER - Niçin onunla gitmedin, budala oğlan? Durmadan peşinde koşmazsan, seni asla sevmeyecek.
Kadınlar üzerlerine düşülmesinden hoşlanırlar.
MICHAEL - Vera’nın dediğine göre, zaten üzerine fazla düşüp, onu rahatsız ediyormuşum. Peter
Baba; korkarım ki beni asla sevmeyecek.”
(O. Wilde, “Vera veya Nihilistler”, sa:29)
“ ‘Böbürlenen oğlanlar,’ dedi Louis. ‘şimdi koskoca bir takım olarak kriket oynamaya gittiler. Hep
birlikte şarkılar söyleyerek büyük bir at arabasıyla uzaklaştılar. Defne ağaçlarının oradaki köşenin hepsinin
başları aynı anda dönüyor. Şimdi böbürleniyorlar. Larpent’in ağabeyi Oxford takımında futbol oynamış.
Smith’in babası Lordlar Kriket Klübü’nün yüz yıllık üyesiymiş...’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:34)
“Oğlan -çünkü günün modası bir bakıma gizlese de cinsiyeti sugötürmezdi- çatı kirişlerinden sarkan bir
Mağribi kellesine kılıç sallamaktaydı. Kelle eski bir futbol topunun renginde ve çökmüş avurtlarıyla bir
hindistancevizinin üstündeki tüyleri andıran bir iki tutam sert, kuru saçı saymazsak, eski bir futbol topunun
biçimindeydi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:17)
“CENAZE ARABASINI SARSMAYA
BAŞLAYAN OĞLANLAR
---------------------------------Yaşlı üniversite hocası ilerler, onun
çelik kasası bir filedir.
Bilir Horace hakkında bilinen her şeyi,
ama alet kutusu taşımaz.
Küçük oğlanlar çığlık atar Cambridge güneşinde.
Birdenbire stop etti cenaze arabası ve ne yapılacak?”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
“Halbuki, bir hektar toprağı ıslah etmek için yüz frangı gözden çıkaramazlar! Güvenleri kalmamış;
babalar, ayakları tutuk beygirler gibi, basmakalıp işler içinde dönüp duruyorlar; kızlarla oğlanlar, inekleri
bırakıp gitmekten, tarlanın toprağından silkinip şehre savuşmaktan başka bir şey düşünmüyorlar...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201-2)
“İlk başlarda çekinen, saygıyla geride duran bütün o insanların arasında, tepeleme doldurulmuş
arabanın üstüne oturup ayaklarını sallandırıyor, oğlanlarla birlikte gülüyor, daha sonra dansa gidildiğinde de
onların ortasında fır dönüyordu.”
(S. Zweig, “Amok Kuşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:10)
Oğlancı, oğlancılık : Sübyan; Genç çocuklarla cinsel ilişkide bulunan ergin erkek; bu tür cinsiyeti yaşama
(Argo). Bk.: Sod, Sodomy
“…yıllar önce çevirdiğim Pierre Clastras dında bir Fransız antropoloğun: ‘Chronicles of the Guayaki
Indians-Guayaki Yerlilerinin Kroniği’ kitabında, Güney Amerika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan ufak,
ilkel bir kabilede Krembegi adında bir eşcinsel vardır; onun yatabilecği insanlar ve gerekçesi şöyle anlatılır:
‘Atchei (Guayaki) sosyal yaşamının temeli, aile grupları arasındaki bağlara, karşılıklı evlilerle, kadınların
sürekli takasıyla biçimlenip oluşan ilişkilere dayanır. Bir kadın dolaşıma sokulmak; babası, erkek kardeşi ya da
oğlu olmayan bir erkeğin karısı olmak için var olur: İnsanlar bu yolla pitcha <müttefik, dost> kazanırlar. Oysa
kadın gibi yaşasa bile bir erkek nasıl ‘dolaşıma’ sokulabilir? Örneğin, armağan edilecek Krembegi’ye karşı ne
verilebilirdi? Eşcinsel olduğu için böyle bir şey hayal bile edilemezdi. Bütün toplumların temel kuralı, ensest’in
<kan akrabaları arasında cinsellik> yasaklanmasıdır. Krembegi, ‘kyrypy-meno’ <anüssever> olduğu için toplum
düzeninin dışına düşüyordu… ‘Krypto-meno’ olan bir erkek, müttefikleriyle seks yapmaz. Bu kural, erkeklerle
kadınlar arasındaki ilişkilere egemen olan kuralların tam tersidir. Eşcinsellik ancak ‘ensest’ biçimde olabilir;
‘Oğlancılık’ sadece erkek kardeşler arasında olur, ensest’in bu metaforu, toplum yapısına zarar vermeden -bir
kadınla erkek arasında- asla mevcut bir ensest olamayacağını bildiren bir kesinliktedir. <Paul>”
(Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:73-4)
“Kimse için hiç bir zaman mazeret olmamalı, işte başlangıçta ilkem bu benim. İyi niyeti,
değerlendirecek hatayı, yanlış adamı, hafifletici nedenleri kabul etmiyorum ben. Bende kutsama yok, af dağıtma
yok. Yalnızca toplama yapılır, sonra, ‘Şu kadar tutuyor. Siz bir sapıksınız, şehvet düşkünüsünüz, yalan
hastasısınız, oğlancısınız, sanatçısınız v.b.’ denir. İşte böyle. O kadar katı.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:88-9)
“Lucien anlamak için işi ciddi tutuyordu, ama pek çok şeyi yakalayamıyordu ve şaşırmıştı, çünkü
Rimbaud oğlancıydı. Bunu Bergere’e söyledi; Bergere katıla katıla gülerek ‘Niçin şaştın, dostum?’ dedi. Lucien
çok sıkılmıştı. Kızardı ve bir dakika süresince var gücüyle Bergere’den nefret etti.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:181)
“-... Ama Osman Ağa’mız gayetle iyidir. Ardından lafederler. Ben hiç aldırmam. Kızdırmayacaksın.
Evet, öfkelendi mi babasını dinlemez. ‘Oğlancı’ derler. ‘Cenabet gezer’ derler. Günahı boynuna.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:48)
“Defterdar emeklisi Süleyman Bey nasıl bildi bize particiliğin yaramayacağını. ‘Sökmez’ dedi. ‘Nah
şuraya yazdım, görürsünüz’ dedi. ‘Keramet sahibi’ desen, günaha girersin boyunca... Çünkü, herif resmen
oğlancı...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316)
... oğlu ... : Sözcüğün derecesini, tekrarlayarak yükselten bir deyim, i.e.: ‘eşşek oğlu eş.. hayvan oğlu hayv.’
“Bu Halil Bey eşraftandı. Büyüktü ailesi. Dedesi mütesellimdi (teslimat memuru). Ailesi kuruldu kurulalı o
bölgelere hükmetmişti. Eşkıyayla, parayla, hükümetle hükmetmişi, hükmetmiş oğlu hükmetmişti.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:31)
“Polis şefi ürkütücü bir tavırla:
-Kim o ağzını açmaya cesaret eden? dedi. Ne efendisi? Hangi Vladimir Andreyeviç? Sizin efendiniz
Kirila Petroviç Troyekurov’dur, anladınız mı odun oğlu odunlar?”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:43)
Oğlum; Oğul : Kendinden yaşça çok küçük birine, örneğin ebeveynlerden erkek çocuklarına; yabancılar için,
kardeşten de daha şefkatli bir hitap tarzı
“Bugün 17 Temmuz 2006
Saçlarım ağardı oğul.
Taşımaktan örselendi yıllarım
Oysa hala yükseğe tırmanırlar.
bir elimle göğe değiyorum artık
diğeriyle sana kenetlenmişim sıkı sıkı.
Ey, Tanrım”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“ ‘Biliyor musun?’ diye sordu oğul.
‘Bir dakika,’ dedi baba, ‘hemen toparlıyorum. Banka hesap numarasının ne olduğunu biliyorsun
sanırım?’
‘Evet,’ dedi oğul, ‘para gibi, paraya benzer bir kağıt.’
‘Güzel,’ dedi baba. ‘Öyleyse beni iyi dinle: Şimdi sana Alman mucizesinin ne olduğunu anlatacağım.’
”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Alman Mucizesi”, sa:166)
“Geçiyoruz. Williamstown’a vardılar ve otellerine yerleştiler, küçük bir kent için şaşırtıcı derecede
büyük, oldukça yüksek altıgen bir bina, dış cephesi koyu renk mermer kaplı ve içerde her taraf kristal ve ayna
dolu. Odada bir diyalog başlar.
‘Burada rahat edecek misin?’ diye sorar oğul.
‘Tabii ederim,’ diye yanıtlar kadın. Oda on ikinci kattadır ve golf sahasıyla, uzaktaki ağaçlık tepeleri
görmektedir.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:10)
“... ve bana olum git bu senin için belki bizim içinde bi talih ama bu alamanlar dolaş dolaş hep buralara
geldiklerine göre arasıra ziyaretimize gelirsin dedi ve ben yeminederim gelicem dedim ama boazım
Düümlenmişti çünki anam sanki ölüme gidermişim gibi zırlıyordu”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:16-7)
“ ‘Hayır, manastırın kötülüğü başka bir şey; onu çok bilende ara, hiç bilmeyende değil. Bir sözcüğün
üstüne bir kuşku kalesi kurma.’
‘Bunu hiçbir zaman yapmayacağım,’ diye yanıtladı William. ‘Sorguculuğu bunu yapmamak için
bıraktım. Ama sözcükleri dinlemeyi, sonra da onlar üstüne düşünmeyi seviyorum.’
‘Çok düşünüyorsun. Oğlum,’ dedi bana dönerek, ‘ustan kötü örnek olmasın sana. Düşünülmesi
gereken biricik şey, yaşamımın sonunda bilincine vardım bunun, ölümdür.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:104)
“ ‘Ey güçlü Szdaa,’ dedi alçakgönüllülükle, ‘Sanırım hikayem hoşunuza gitti?’
Szdaa sıkılmışlığını bir el hareketiyle gösterdi. ‘Siz gençleri anlamıyorum. Belki de yaşlanıyorum
ben. Büyük bir hayal gücün var senin, oğul, lamı cimi yok bunun. Ama bilimkurgudan hoşlanmıyorum...”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“Bir gün Sahib Fahrettin hazretleri, Sultan Veled hazretlerine yalvararak Mevlana hazretlerinin
kendisine nasihatte bulunmasını ve manalar saçmasını ısrarla istedi. Mevlana, ‘Fahreddin, çok dertsiz ve gafil bir
adamdır. Uyanık ruhlu değildir. Mana aleminden de habersizdir. İdrak etmek zevki de yoktur. Kime söyleyeyim
ve ne diyeyim?’ dedi. Şiir:
‘Can kulağı olmayınca kime söyleyeyim. Ey oğul, insanın kalbinde söz, kulak için kaynar.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:606-7)
“Savaştan dönen tek oğul, yirmi işçi çalıştıran bir doğramacı olarak, biriktirmek zorunda değil artık,
biriktirmek yerine yatırımlar yapıyor, istediğince içki içebildiği gibi, kumar da oynayabiliyor..... Yalnızca
belediye meclisinde büyük bir geçmişe dayanan ve büyük bir geleceği özleyen ama küçük, unutulmuş bir partiyi
temsil etmek için de olsa, yaşamboyu herşeyden elini eteğini çekmiş, dilsizleşmiş babasına karşılık kendine özgü
bir dil bile oluşturmuş oğlu üstelik.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“Anthony neşeyle: ‘Pekala, oğlum,’ dedi.’Artık kulübüne gidebilirsin. Karaciğerinin rahatsız
olmadığına sevindim. Ama arada sırada para tanrısına birkaç mum yakmayı da unutma!’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:53)
“-Bozkırdan esen yel öldürecek beni
-Dediğni anlamıyorum, Marton.
-Anlamazsın, efendim, çünkü sen Almansın. Ama ben bu bozkırda doğdum.
-Günahlarını dök, oğlum, Piskopos öyle istiyor.”
(F. Herczec, “Paganlar”, sa:15)
“Sonunda cesaret ederek:
-Hala şeytanla mı savaşıyorsun, Peder Makarios, diye sordum.
-Artık değil oğlum; şimdi ihtiyarladım, o da benimle birlikte ihtiyarladı; gücü yok; Tanrı’yla
savaşıyorum.
Ben hayretle:
-Tanrı’yla! dedim; peki, onu yeneceğinden emin misin?
-Yenileceğimi umuyorum oğlum, sadece kemiklerim kaldı; onlar direniyor!”
(N. Kazancakis, “El Greko’ya Mektuplar”, sa:214)
“Enerjik, sessiz el kol sallamalarıyla vedalaştıktan sonra, vagonda Rivet’ye şöyle dedim:
‘Sen kaba herifin tekisin!’
O da karşılık verdi:
‘Bak oğlum, beni iyiden iyiye çileden çıkarmaya başlıyorsun.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
“Anne günde on altı saat çalışır, parça başına beş santime yırtık çorap örerken oğul, temiz pak giyinmiş,
Montparnasse’ta o kahve senin bu kahve benim aylak aylak dolaşırdı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
“Lario ve Chelino ile birlikte tepeye çıkıp eğlendiğimiz günlerdeki isteklerim. Daha hiçbir şeyin
olmadığı, Amelio’nun dünyada olduğu günlerin. Yalnızca bir yıl geçmişti. İnanılır gibi değildi.
‘Roma’yı seviyor musun?’ diyordu, peşimden gelen Carletto. ‘İyi yaşanır burada, oğlum.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:165)
“FRANTZ (Bağırarak.) - Sizden ayrıldığımda tertemizdim, saftım. Polonyalıyı kurtarmak istemiştim...
Şaşırmadınız öyle mi? (Ara.) Ne düşündünüz peki? O ana dek hiçbir şeyden haberiniz yoktu ve birdenbire
gerçeği öğrendiniz. (Daha çok bağırarak.) Ne düşündünüz, Tanrı aşkına söyleyin ne düşündünüz?
BABA (Derin bir hüzün ve şefkatle.) : Zavallı oğlum!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:345)
Oğul :
(HIRİST., DİN) :
Tanrı’nın oğlu: Hazreti İsa
“-Ey bütün öteki yaratıklardan daha şanlı ve alçak gönüllü, ezeli fermanın mukadder kıldığı, kendi
Oğlunun kızı olan bakire Ana. Sen insan yaradılışını öyle asilleştiren bir kadınsın ki, Yaratıcısı yaratığı olmayı
kendisi için küçüklük saymamıştır. Sinemde tutuşan aşkın sıcaklığı ile ebedi sükun içinde bu çiçek (Göksel gülü
meydana getiren cennetlikler) böylece gonca verdi.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:243)
“Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve
Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı
şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşünce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak,
Peder de kucağını açıp ona:
-Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla!
Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:215)
Oğul vermek : Bir kovandaki arıların bir bölümünün, zamanı geldiğinde, ‘arı bey’i ile birlikte yeni bir yuva
kurmak için ayrıldıkları an
“DENİZDE YENİLGİ
-------------------------ve gemilerin dağlardan gelen
uzun boyunlu bacakları
kayıp gitti gemicilerin elinden,
fırladı ağızlarından
ışıl ışıl bembeyaz çocuklar.
Tıklım tıklım deniz
oğul vermişçesine
soluksuz, ışıksız gövdelerden
örtmüştü ölüler
bir uçtan bir uca bütün kıyıyı.”
(Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
Oh : Bazen rahatlık, sevinç; bazen alay, intikam hislerini ifade eden bir ünlem
“UYKUSUZ GECE
----------------------Ve her şeyin bittiğini bilmek
Yaşamın korkunç bir cehennem olduğunu,
Oh! Nasıl da biliyordum
Bir gün döneceğini.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:21)
“Kendi kendime:
-Oh! Oh! dedim; evlenmem ve evlenmemem konusunda gizli bir anlaşma var, işin içinden nasıl
çıkmalı?
-Ötekilerden daha az ikiyüzlü olan okul arkadaşlarımdan biri, düşünmeksizin:
-Kayınbaban nerede oturuyor? diye sordu.
-Artık kayınbaba diye bir şey yok.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:101)
“Evlenmeden kocamış ‘kız kurularının’ hepsinde de kin duygusundan esinlenerek yaptıkları ve
söyledikleri şeyleri daha etkili kılma hususunda bambaşka bir hüner yok mudur? Kediler gibi tırmık atarlar.
Üstelik yalnızca yaralamakla kalmaz, yaralamaktan ve ellerine düşmüş zavallıya, ‘Oh, seni yaraladım ya!’
demekten haz duyarlar.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:46)
“-Neden pazartesi günleri daha çok hasta oluyor?
-Oh! Anlaşlması çok basit... Bizim fakir mahallelerimizde pazartesi, mal sahiplerinin haftalık kiraları
toplamaya geldiği gündür. Kadınlar evde bulunmamak için bir bahane arıyorlar, çocuklarını bize getiriyorlar.....
İçlerinden bazıları çocuklarını sıranın üzerinde bırakır, karşıdaki birahanede içmeye giderler. Konsültasyon
bitince, bize bıraktıkları yumurcaklardan birini almaları için, biradan yarı sızmış halde olan kadınları oradan
getirmek lazım..... Bunlardan dolayı Pazartesi çok zorlu bir gün olur.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:25)
“FALSTAFF - Oh, içim yağ bağladı. Bana çevirdiğiniz ok, dönüp dolaşıp kendinize saplandı ya.
PAGE - Eh, ne çare. Fenton, Tanrı neşeni eksik etmesin. Bükemediğin eli öpmeli.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143)
O hikayeleri çok dinledim : O masallara, martavallara karnım tok, başımdam çok şeyler geçti
“‘Evet, siz de izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ‘Sen ne biliyorsun? Ha? Orada
mıydın yoksa?’ ‘Değildim, ama babamdan çok dinledim o hikayeleri.’ ‘Marsilya’da mı dövüşmüş yoksa baban,
ha? Biz tam iki yıl bekledik bir izin koparabilmek için, gene de en ufak bir nedenle güme giderdi izinler.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268-9)
Oh la la : (FR. MYTH.) : “O-la-la!” hayret nidası. Fransız kültüründen ödünç alınmış bir hayranlık ve
coşkunluk nidası, örneğin: Vay, aman Allahım, bu da ne?
“ ‘Neydi bu ad?’
‘Nightingale,’ dedim.
‘Güzel bir ad,’ dedi Christine. ‘Devam edin.’
‘Güzel, işte orada, benimle önemli bir işi olduğunu ileri sürerek nerede olduğumu öğrenmeye
çalışıyor, biri sahildeki lüks otellerin birinde, buraya benzer bir yerde olduğumu söylüyor.’
‘Oh la la,’ dedi Christine.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:103)
Ohne Arbeit kein Gewinn : (ALM.,KOLL.) <O’ne Ar’bayt kayn Ge’vin> : İş olmadan birşey kazanılmaz =
There is no gain without work (İNG.)
Ohne Hast, ohne Rast : (ALM.,KOLL.) <O’ne Hast, o’ne Rast> : Acele etmeden, but ivedili = ‘Without
hurry but without rest (GOETHE’s description of the s u n. A medal was struck with these words and presented
to Goethe by Thomas CARLYLE and fourteen other admirers (İNG.)
Oho : Hayret doğrusu, cesaret ister
“-‘Otur, Jimmy, söyle bana!’ dedi, ‘Niye yine kaçtın? Biliyorsun ki sen berbat bir çocuksun!’
Oho, hayatımda hiçbir kez, kimse benimle bu şekilde konuşmamıştı. Hemen, durumdan istifade
etmeyi düşünerek, dimdik ayağa dikildim, pantolonomun kemerini çıkartıp yardımcı hemşireye uzattım.
-‘Haydi, işi bitirelim de gidelim!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:30)
Oh olsun : Çok iyi olmuş, hoşuma gitti
“Hans’ın ölümünü sofrasının kurulmasına bakarken duyduydu, ‘Oh olsun sana,’ dediydi. ‘İstanbul’un
Sarıkum olmadığını sana söylemiştim, bırakalım demiştim bu hayvancağızı buraya, hatırlıyorsun değil mi, o gün
hayvanı sepete sokmaya uğraştığında söylemiştim bunu, demiştim şehir bana yaramaz diye, başına bir şey gelir
bunun diye...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:84)
“Gazetelerin yazdığına göre, İstanbul’da Boğaz’da, yeni açılmış bir otelin lokantasında arkadaşlarıyla
kafayı çekip keyif çatarken enselenmişti. Oh olsundu. Şimdi bir de hapse atılır görürdü gününü!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5)
O-hoo : Hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki; Sen neden söz ediyorsun
“-Defol buradan be herif! diye bağırdı..... bırak da son bulsun şu işkence! Kahrolası, geberteceksin
adamı! Görnüyor musun, ne hallere düştü! Böyle olacağını bilsem, vallahi bu işe bulaşmazdım!
-Oho, ne var bunda? Göreceksiniz, sonunda kendisi teşekkür edecek!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:129)
“Çok yiğidin kanını kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya’da, saçları perçem perçem yaşlı
bir derebey taş kesildi onu görünce.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:26)
Ohto :
R o m a n dilinde: sekiz sayısı
(Argo)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-Sekiz için lafımız: ohto!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162)
Oidipus Kompleks :
Bk.: Ödip Kompleksi
O kadar uzun boylu değil : Yoo, öyle değil, imkansız, daha neler
“‘Sen dönmekten haber ver; Yayan döneriz be, yürürüz!’ ‘Yok, o kadar uzun boylu değil! On beş
gündür yürüyorum ben, anam ağladı yollarda. Yürüyemem.’ ‘Eve dönüp iki fişek atmayı canın çekmez mi ulan?
Ne biçim adamsın?’ ‘Fişek atacak hal mi kaldı be. On beş gündür yürüyorum, diyorum sana. İliklerim boşaldı,
iliklerim. Uyumak istiyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:258)
O kahve senin bu kahve benim : İşsizlikten, güçsüzlükten bu ya da o kahvede vakit öldürmek, boş gezenin boş
kalfası: aylak aylak dolaşmak
“Anne günde on altı saat çalışır, parça başına beş santime yırtık çorap örerken oğul, temiz pak giyinmiş,
Montparnasse’ta o kahve senin bu kahve benim aylak aylak dolaşırdı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
Okey (oynamak) : Son yıllarda tavla, dama, domino, satranç ve klasik kağıt oyunlarının nerdeyse yerini
tutmuş, özellikle kahvelerde, gazinolarda masa üzerina yayılmış, üstü numaralı altı delikli, dominoya benzer bir
takım taşlarla oynanan grup oyunu
“Denizde hiçbir gemi, hiçbir balıkçı takası falan yoku. Zaten bu havada çıkmak için deli olmaları
gerekirdi. Herhalde şimdi Şile İskelesi’nde ağlarını tamir ediyor, balıkçı barınağında sıcak sobanın başında çay
içiyorlardı. Ya da kahvede okey oynuyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:120)
Ok gibi fırlamak, ileri atılmak : Yerinden enerjiyle fırlayıp gerekeni ivedilekle yapmak
“Özür falan dilemeden, ok gibi balkondan fırladı, odayı geçti, merdivenleri uçarcasına indi ve kendini,
çanlarla, çatapatlarla gökgürültüsünü andıran seskeri arasında, sokakta buldu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:71)
“Evet, Marino ok gibi fırlar, parkın içinde bir tur atıp, yeniden Simca’nın sürücüsünün önünden
geçerken yine o ayıp işareti yapar.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!, sa:32)
“... kaçan kedileri bile geçerek koştuğunu aralığın başına gelir gelmez durakladığını ilk evin kapısının
önünden sümüğü durmadan akıp duran Bamyacılar’ın kızının önünden geçerken salına salına kırıta kırıta
yürüdüğünü kız ben geldim birazdan bizim kapıya gel de oynayalım dediğini ondan sonra gene ok gibi fırlayarak
soluğu halasının kapısının önünde aldığını anlatırdı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95)
“ ‘İki kardeş bir sevinç çığlığı attılar; atlarının üstüne abanarak; onları mahmuzlarıyla, gürleyen
sesleriyle, tepinmeleriyle öylesine kudurttular, öylesine öfkelendirdiler ki, atlar ok gibi ileri atıldılar. İki dev
süvari, bacaklarının arasına kıstırdıkları iki dev hayvanla adeta uçuyorlardı.’ ”
(G. de Maupassant,”Mutluluk”, sa:73)
“ ‘Zavallı Flush, kötü adamlar mı kaçırdı seni?’ dediklerinde başını kaldırıyor, inleyip sızlanıyordu. Bir
kırbaç şaklasa, ok gibi fırlayıp sokak merdivennlerinden aşağı bodruma kaçıyordu. Evin içinde divanın üzerinde
yatan Miss Barrett’a daha da sokuluyordu. Bir o terk etmemişti kendisini. Ne de olsa güveniyordu ona.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:86)
Okka : Eski Osmanlı ağırlık ölçüsü, ortalama 1283 gram
“Haçça, ağlayarak testileri aldı gitti. İğdeli’ye doğru yürüdü. Yolda gördüğü karı kız, durup durup laf
atıyordu: ‘Şehere göçüyorsunuz gayri ha? Hakkınızda hayırlısı olsun. Ayağınıza altı okka çarık giymekten
gurtulursunuz...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:211)
“Bugün sabahleyin erkenden bizim sütçüden aldığım bir okka halis sütle, komşulardan getirttiğim sekiz
tane taze yumurtayı mahalleden bir çocuğun eline verip Topçular’daki tirşe gözlü kıza gönderdim ve kız beni
sorarsa mühim bir işi çıktı, onun için kendisi gelemedi, de, diye tembih ettim.”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:103)
“Meryem’in oğlu onu dirilttiğinden beri epey izleyici toplamıştı. Bu bakımdan Lazarus gerisin geri
mezarına gönderilmeli, işi bitirilmeliydi
‘Cehennem kaçkını seni,’ diye ona, ‘seni görmek beni pek sevindirdi! Söyle bakalım, iyi vakit geçirdin
mi orada ha? Hangisi iyi, hayat mı, ölüm mü?’
‘Okka her yerde bir,’ diye cevap verdi Lazarus.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:473)
Okka(nın) altına girmek, gitmek : Töhmet altına gitmek; sorumluluk almak, suçsuz olduğu halde itham
edilmek
“Bir gece, kibar giyinişli bir genç, avluya bakan özel odalardan birinde yemek yiyordu. Bu hal patronun
garibine gitti.
‘Dikkat et!’ dedi. ‘Herifçioğlu hesabı ödemeden avlu kapısından sıvışabilir!’
Evet, bana bunu tembih etmişti ama, benim aklım güzel Kefalonyalıdaydı. ‘Özel’ yemek yiyen bay,
bana oyun oynadı: İyice yiyip içtikten, bir paket sigara ile hesabı istedikten sonra ikimiz de okkanın altına girdik.
Parayı vermeden, ‘Bana beş frangın üstünü getir,’ dedi….. Düzenbaz herif, kendisine parayı verdiğim zaman,
‘Koş bana bir pul getir,’ dedi. Tabii koştum, ama avlunun karanlığında, Kir Leonida’nın tokadını da
yedim.’ ”
(P. İstrati, “hayat yollarında”, sa:33-4)
“Az mı gördük, ikbalde tantanayla yaşarken
Nimetlerin bedeli yüzünden kimler bitti;
Yalın zevki bırakıp debdebeye koşarken
Zavallı eyyamcılar okka altına gitti.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
Okkalamak : Tartar gibi elle kavramak; Birini gereğinden fazla methetmek, şişirmek; Cinsel organları
dışardan kavramak
“Masanın üzerinde ‘tasarılarım’ dediği şeyler duruyordu. İnsanın bir elle kolay okkalayamayacağı bir
kağıt yığınıydı. Dönüp dönüp yeniden okuduğu kitaplar da duruyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:341)
Okkalı; Okkalı (bir) küfür sallamak, savurmak : Ağır, güçlü, gösterişli, bol; İçine bol konmuş kahvenin
ismi; Sunturlu (Küfür)
“Sonra kapının aralığı ile vantilatörün aynı çizgide olup kafamı nişanladıklarını fark ediyorum. Ani bir
öfkeyle yastığımdan uzaklaşıyorum, öfke diyorum çünkü genellikle beni ortadan kaldırmak isteyen bu şeylere
okkalı bir küfür sallıyorum.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:38)
“Yerinden doğrulup Casablanca’ya okkalı bir küfür savurdu. Rakibinin yaptığına mertlik denemezdi.
Evet, insan düşlerde istediğini yapabilirdi, ama insanın gerçek kişiliği de ancak düşlerde bellir olurdu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:393)
“MARTA - Ne diyorsun?
ELIZABETH - Shakespeare’in bir cümlesi.
MAMA - Okkalı bir laf, nasıldı? ‘Kurbağa kuyunun dibindeyken, kovanın götünü güneş sanırmış.’ ...
müthiş...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:31)
“... ‘Kısacası, sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz? Bir piskopossunu, kilisenin bir prensi, altın yaldızlı,
armalı, gelirli kişilerden biri, okkalı papaz ödeneği olan Digne Piskoposluğu için her ay muntazaman on beş bin
frank, ayrıca ek masraflar için on bin frank.... sofrasında iyi emekleri bulunan, cumaları su ördeği yiyen, öndeki
ve arkadaki uşaklara tören arabalarında caka satan, yalın ayak gezmiş olan İsa-Mesih adına arabalarla dolaşan bir
kişi. Siz ünlü bir kilise adamısınız; para, saray, atlar, uşaklar, zengin sofra, hayatın bütün maddi hazları, bütün
bunlar sizde ötekilerde olduğu gibi var ve ötekiler gibi bu zevklerden tadıyorsunuz.... Söyleyin, kiminle
konuşuyorum? Siz kimsiniz?’
Piskopos, başını önüne eğerek cevap verdi: ‘Vermis sum’.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:I, sa:80-1)
“Adrian, bir yaz günü, dayısının, evde sinek pislikleriyle sıvazlanarak gün ışığını geçirmez bir hale
gelen camları kırdığını hatırladı. Kadın, bütün bu patırdı sırasında uyanmadı. Kocası yanından geçerken,
horlayarak uyuyan karısına baktı, yüzüne okkalı bir balgam savurdu ve gitti.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:7)
“Saçlarında tek ak yoktu herifin her şeyden önce, ikincisi kalıp kıyafet okkalıydı. Üçüncüsüyse çok
ciddiydi. Hiç konuşmadan, sadece otursa, ya da arada yan gözle baksa yetebilir, azarlamaktan daha çok etki
yapardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:85)
“Yanan evin bulunduğu tepeye çıkan Gerald bu yeşil sınırı mutluluk duyarak seyrediyordu. Yıkık evin
kararmış temel taşlarından birinin üzerine ayağını koyarak şoseye doğru giden ağaçlıklı yolu boydan boya
gözleriyle izledi. Allah’a dua etmek gereğini duyacak kadar mutlu olan Gerald, okkalı küfürler savurmaktan da
kendini alıkoyamıyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:70)
“TERÖRİST 2003
--------------Soruyorlar şimdi bana, gelip bizle çalışsana,
Zor tuttum nefesimi, basacaktım okkalı küfürü,
Aptallar mı neler, bilmem neyi içerim de
Allah’ın lanetledikleriyle çalışmak yerine.”
(Martin Mubanga, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:74)
“... göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan..... üstelik
bir de evli olan bir sürü manasız adam çıkıyordu karşıma. Çoğunun her halinden türedi zengin, sonradan görme
oldukları belliydi. Tıkana tıkana, öksüre tıksıra koşmaya çalışıyor, on metrede bir nefesleri kesiliyor, her
buldukları duvara bir ellerini dayayarak soluk tazeliyerek, karşılarına çıkan her ağaç dibine okkalı balgamlar
atıyorlar.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81)
“Fayrap’ın uçarı naraları gittikçe daha sık sık duyuluyordu:
-Kömürcü Ağa’ma yandan çarklı biiir. Amcabey’e gayet okkalı olsun. Biniciye şekeri çooook...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
“Adam şişeyi bir dikişte bitirdi.
-Vay canına, dedi, bitti be.
Peynirini ve ekmeğini yemedi. Bir süredir kedisini adım adım izleyen o sinirli imgeye, o canavara
okkalı bir küfür savurarak ayağa kalktı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:154)
Okkalı bir şamar, vuruş, tokat aşketmek, indirmek : Çok güçlü, hatırı sayılır bir şamar vurmak
“Çubuk şeker, M. Bernard’ın uzun zaman önce, unutulmuş bir öğrencinin elinden aldığı, mürekkep
lekeli, kertik ve yarıklarla bozulmuş, kırmızı tahtadan, kalın ve kısa bir cetveldi; öğrenci bunu M. Bernard’a
verir, o da genellikle alaylı bir havayla alıp bacaklarını açardı. O zaman çocuğun başını öğretmenin dizleri
arasına sokması gerekir, öğretmen de bacaklarını sıkarak sımsıkı tutardı onu. M. Bernard böylece sunulan kıça,
suça göre değişen sayıda, kıçın iki yanı arasında eşitçe paylaştırılan okkalı vuruşlar indirirdi.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:122)
“Ve sanki ağzından çıkanı bize derhal unutturmak ister gibi, yumruğunu masaya indirip sesini yükseltti:
‘Sevgili dostlar, müziğin hiçbir zaman var olmamasını isterdim! Oğlunu mastürbasyon yaparken yakalayan
Mahler’ın babasının kulağına okkalı bir şamar aşkedip, küçük Gustav’ı sağır etmesini, sonsuza kadar kemanı
trampetten ayırt edemeyecek hale getirmesini isterdim.’ ”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:405)
“Hızlı hızlı yürüdü. Korku ve heyecan içinde kendi kendine söyleniyordu. Issız yollara saparak
saklanıyor, gece yarısına kaç dakika kaldığını hesaplıyordu. Bir kezinde kendisine bir kadın yaklaştı; bir kutu
kibrit satmak istedi. Ama yüzüne okkalı bir tokat yiyince kaçmak zorunda kaldı.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:108)
“Seni hayta seni! Nerdeyse kendin de içeriye gireceksin’ diye suratıma hatırı sayılır bir tokat indirdi.”
….. “Hani yok mu ya, başka bir yerde olsaydık, Fridrih’in suratına okkalı bir tokat indirecektim...”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:226;263)
“İşte böylece karanlıkta bekledi. Ansızın yüzüne, yanağının yan tarafına yavaş, ama okkalı bir darbe
yedi. Beklentiyle öyle gerilmişti ki irkildi ve eli kılıcına gitti. Darbeler alnında ve yanaklarında düzineler halinde
yinelendiler. Kuru ayaz öyle uzun sürmüştü ki bunların düşen yağmur damlacıkları olduklarını ancak bir süre
sonra kavradı; darbeler yağmur darbeleriydi. İlkin yavaşça, ağır ağır, birer birer düştüler. Çok geçmeden altı
damla altmış, derken altı yüz oldu; sonra bir araya gelip sürekli bir fışkırtı halini aldılar. Sanki katı ve berkitilmiş
gökyüzü gürül gürül akan tek bir çeşme halinde dökülmekteydi. Beş dakika içinde Orlando, iliklerine kadar
ıslanmıştı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:46)
Okkanın altına girmek, gitmek : Çoğu kez haksız yere cezalandırılmak, töhmet altında tutulmak; Sorumlulukla yüklenmek
“Tahsildar, defteri çarptı, kapattı:
‘Kalk öyleyse köyü dolaşalım! Sabah kimseyi bulamayız! Kalk hadi! Yoğsam görevden imtina mı
ediyon? Ben bana verilen emri bilirim Muhtar! Yazar lapora, anlatırım Gaymakama..... Deral gidersin okkanın
altına. Eyisi mi güzellikle kalk.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:115)
“Bir gece, kibar giyinişli bir genç, avluya bakan özel odalardan birinde yemek yiyordu. Bu hal patronun
garibine gitti.
‘Dikkat et!’ dedi. ‘Herifçioğlu hesabı ödemeden avlu kapısından sıvışabilir!’
Evet, bana bunu tembih etmişti ama, benim aklım güzel Kefalonyalıdaydı. ‘Özel’ yemek yiyen bay,
bana oyun oynadı: İyice yiyip içtikten, bir paket sigara ile hesabı istedikten sonra ikimiz de okkanın altına girdik.
Parayı vermeden, ‘Bana beş frangın üstünü getir,’ dedi….. Düzenbaz herif, kendisine parayı verdiğim zaman,
‘Koş bana bir pul getir,’ dedi. Tabii koştum, ama avlunun karanlığında, Kir Leonida’nın tokadını da
yedim.’ ”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:33-4)
“Genç Vikont’un küçümseyişi, bir taşralının bile anlayabileceği kadar açıktı. Milletvekili az sonra
Komandör de Soubirane’ın yanına gitti.
-İşte hepsi böyle bunların, dedi. Ah, siz saray asılzadeleri ah! Sizinkileri bir yana bırakıp kendi
tazminatlarımız için oy verebilseydik..... Biz artık eskiden olduğu gibi sizi yirmi üç yaşında albay, kendimizi de
kırk yaşında yüzbaşı görmek istemiyoruz. 319 uygun milletvekili üzerinde biz 212 kişi, vaktiyle okkanın altına
giden o taşra asillerindeniz...”
(Stendhal, “Armance”, sa:32)
“Besin dağıtımına büyük bir doğrulukla bağlı kalanlar, açtı. Ancak yüzsüzlüğü göze alanlar doyuyordu.
Kılı kırk yararcasına hesaplı kitaplı davrananlar, okka altına giriyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:362)
Okkanın altına sokmak : Bilerek birini zor durumda bırakmak, dolandırmak
“RIDOLFO - Sinyor Eugenio’nun küpeleri yanınızda mı sinyor?
D. MARZIO - İşte burada; bu güzel küpeler meğer metelik etmiyormuş; beni okkanın altına soktu.
Dolandırıcı! Şimdi de paraları vermemek için kim bilir nerelere saklandı?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:56)
Okkanın altın(d)a gitmek; kalmak : Töhmet, itham ile haksız yere ezilmek
“MADRIGAL, dalgın. - Daima iki düşünce arasında bocalarlar. Bu onlar için bir değişiklik olur.
(Kendi sözleri üzerine konudan bir parça uzaklaşır.) Bir de bahçesi var demek.
MAITLAND - Bana öyle geliyor ki siz de bocalıyorsunuz. (Ona endişe ile bakarak.) Sakın siz de
kaçmayın! O kadar ilandan sonra kimse çıkmazsa, okkanın altında kim kalır biliyor musunuz?”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:12)
“Milletvekili az sonra Komandör de Soubirane’ın yanına gitti:
-İşte hepsi böyle bunların, dedi. Ah, siz saray asılzadeleri ah! Sizinkileri bir yana bırakıp kendi
tazminatlarımız için oy verebilseydik, siz ancak bize güvence verdikten sonra el sürebilirdiniz bunlara! Biz artık
eskiden olduğu gibi sizi yirmi üç yaşında albay, kendimizi de kırk yaşında yüzbaşı görmek istemiyoruz. 319
muvafık <uygun> milletvekili üzerinde biz 212 kişi, vaktiyle okkanın altına giden o taşra asillerdeniz...”
(Stendhal, “Armance”, sa:32)
Okşamak : Dövmek, sopadan geçirmek (Argo)
“EGERTON - Ama Altes dünyanın arınması gerek. İtiraf isteyen polis sadece bir parça okşuyor...
ELIZABETH, konuşmasını keser. - Okşamakmış, sen onu kıçıma anlat! Bunu size nasıl anlatayım.
Biz artık işkencenin yaygın bir eğlence olarak kabul edildiği, babam VIII. Henry döneminde yaşamıyoruz, hayır.
Bugün biz özgür ve uygar bir ülkedeyiz.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:13)
“On dört yaşıma bastığımda ben de bana karşı gelenleri kendi yöntemlerime göre, kimi zaman
yumruklarımla kimi zaman sopayla okşamaya koyuldum. İşte o zaman kanıma tüm dünyanın yılanlarının zehiri
karıştı. Kanım döndü. Bana çirkin diyenlerin kemiklerini kırıyordum.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:60)
“Nöbetçi gardiyan düdük çalmaya başlayınca Osman Ağa da dışarı çıktı. Kamil Beyin yüzü sapsarı
olmuştu. Zekeriya Hoca fısıldadı:
-Aldırma! Olur böyle şeyler... Herif süpürge parasını vermezmiş. Biraz okşayıp bırakırlar.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:117)
Okulu asmak : Okula gitmemek, kırmak, ‘es’ geçmek
Bk.: Okulu kırmak
“O sabah okula pek geç kalmıştım, azarlanacağım diye de ödüm kopuyordu. Çünkü M. Hamel bizi
‘participe’lerden (ortaç) sözlüye çekeceğini söylemişti. Ben bu konunun daha ilk sözcüğünü bile bilmiyordum.
Bir an, okulu asıp dağ tepe dolaşmak aklıma esti.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri”, Cilt:I, sa:13)
Okulu kırmak : Okula gitmemek, kaçmak
“GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ
-------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı
Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak
gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın
bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan
İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi
karı muhabbetlerinde mi her allahın günü
carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul
ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken”
(Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:623)
“1962 yılının yağmur çisentili bir nisan günü, New York Mets takımının ilk oyunlarından birini izlemek
için arkadaşı D. ile birlikte okulu kırarak polo sahasına gittiğini anımsıyor. Stadyum hemen hemen boştu (sekiz,
dokuz bin kişi vardı). Mets, Pittsburgh Pirates’e karşı oynadığı oyunda açık farkla yenildi.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:107-8)
“Bir-iki hafta içinde iyi para kazanır hale geldi; çünkü salona gelen erkekler, seks salonundaki adıyla
‘Tamara’yı beğeniyor, onu seyretmeye doyamıyorlardı. ‘Die exotische Schönheit, die blutjunge Tamara aus
der Turkei!’ (Egzotik güzellik, Türkiye’den bakire Tamara). Bu anonslar duyuluyordu seks salonunda. O da
haftada iki gün okulu kırıyor ve dönen yuvarlak yatağın üstüne çırılçıplak uzanmak için Düsseldorf’a gidiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:83)
“Yıllar sonra, lisedeyken kaçaklığımı kimse bilmediği için, okulu kırmak daha zevkli bir şey oldu.
Suçluluk duygusu, şehrin sokaklarında attığım her adımı hem bedeli ödendiği için daha kıymetli kılar...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:285)
Okumak : Küfür etmek, ardından lanet okumak
“ ‘Bırak ula, sal beni!’ diye bağırdı Ahmet. ‘Senin haloğlunu da, sülaleni de, seni de...’
Ömer bıraktı. Bıçak Ahmet’teydi. Sonra kendini biraz toparladı: ‘Anasını avradını!...’ diye okumaya
başladı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:32)
Okumuş yazmışlık : Okuması yazması olup olmamak
“Yaşı on altı on yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara
kömür gibi gözleri vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş
geçirmiştir.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:74)
Okutmak : Satmak (Argo)
“-Keratanın oğlu, evde ne kap bıraktı ne kacak. Baba yadigarı bir iki kilm, bir asma saat vardı, hepsini
Sandal Bedestanı’nda okutmuş. Son yirmi günden beri de eve uğramıyor, nerde yatıp kalktığı belli değil...” ..... “Valla abi, onun astarı yüzünden daha pahalıya geldi... Bir iki kaza atlattık, şanzıman filan değiştirdik, baktık
olmayacak, satıver anasını dedik, okuttuk...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:50;55)
“Patron harbden kuşkulanmış, işi ortağına bırakıp Avrupa’ya geçmişti. Ortak işten anlamaz bir
mirasyedi paşaoğluydu. Eski hamalla bir olup el altından top top kağıt okutmuşlar, Yahudi katiple ‘birlik olarak’
kırtasiye mağazasını yarı yarıya aşırmışlardı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:133)
“Burası, düpedüz, eski paşa konaklarındandı. Hem de öylese israfa girip, değerli eşyaları okutmuş da,
eskici Yahudi’nin metelik vermediği eski püsküye, çul çaputa kalmış paşa konağı değil.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:270)
Okuyup üflemek : Ağrı ya da benzer belaları, olası tehlikeleri önlemek için nefesi kuvvetli kişilerin yaptığı iş
“-Sayın generalim! İlçemizde on yıl kadar önce Yakov Vasilyiç adında bir tekel memuru çalışıyordu.
Ağrıyan dişlere öyle okuyup üflüyordu ki, sormayın! Adam şöyle yüzünü pencereye döner, bir şeyler fısıldar,
sağa sola tükürür, ağrınız bıçakla kesilmiş gibi diniverirdi. Böyle keskin nefesi vardı işte!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:99)
Okültist (Gizli) Masonluk : XVII yüzyılda sahnelenen Templier Masonluğu
Bk.: Gül-Haçlar Tarikatı
Ok yaydan çıkmak (fırlamak) : İş işten geçmek; geç kalmak; artık geri dönülemeyecek bir konuma gelmek
“Rollo dışarda havlıyordu; aynı anda aynadan, arkasında birinin duurduğunu görür gibi oldu. Ama
hemen kendini topladı. ‘Bunun ne olduğunu biliyorum; o değildi’ diyerek parmağıyla yukardaki hortlaklı odayı
işaret etti. ‘Bu başka bir şeydi.. vicdanımdı.. Effi, sen hahvoldun.’ Ancak bu durum böyle sürüp gidiyordu; bir
kez ok yaydan çıkmıştı.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Vol:II, sa:110)
“Ok yaydan fırlamıştı. Katip de salıverdi keçenin dört ucunu:
-Maşallah! Bakıyorum mahkumlarla konuşur gibi konuşuyorsun?
Elleri arkasında, üstüne yürüdü:
-Fazla konuşma, bas git vazifenin başına, bir daha da girme hapisane içine, marş!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
“Ama ben uzun süredir bu konuyu düşünüyordum ve bunu sana anlatabilmem kolay değil, biliyorum.
Her şey bir yana ok yaydan çıkmış bulunuyor bir kere ve olay, nitelikleriyle sonuçları düşünüldüğünde çok
büyük çabalara nasıl olsa değer bulamıyor.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:21)
“Jülyen’e ihanet etmek ve bu dejenere güzel mahluğun tutkusuna alet olmak? Hayır, hayır, böyle şeyleri
düşünecek halde değildim artık. İş çığrından çıkmış, ok yaydan fırlamıştı...”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:49)
Olacak gibi değil : Artık dayanamarak, başka çözüm bulamamak, çaresiz kalarak
“Profesör Lombardo şaşırmıştı, ölmüş ve şapele yerleştirilmiş kızı nasıl olurdu da ‘Baba, aç, aç, kapıyı
aç!’ diye sesini buralara ulaştırabilirdi? ‘Bilincim beni rahatsız ediyor’ diyerek profesör bir sağına bir soluna
döndü, baktı olacak gibi değil, yatağından kalkarak görebildiği kadar pencereden dışarı gözlemeye çalıştı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:97)
Olacak iş mi bu : Bu böyle mi yapılır hiç, böyle mi olması gerekir?
“Oysa durumun gerektirdiği ciddiyetle yanıtlıyorum: iyidir, teşekkür ederim, bu sabah çok erken kalktı,
doğru kumsala indi, kahvaltı bile etmedi. Vah zavallı hanımefendi, diye yanıtlıyor o hep İspanyolca, aç acına
denize, olacak iş mi! Bir el çırpıyor, kocakarı koşa koşa geliyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29)
Olağan : Sıradan, alışılagelmiş
“Ölü gibi solgun bir yüz, buz gibi eller ve içindeki çevik kaplana pek uymayan leylak desenli bir
elbiseyle, Helene, B koğuşuna çıkageldi. ‘Olağan’ gülümsemesi, bir bubi tuzağını andırırcasına yapmacık
görünüyordu. Deborah’la Carla onu gördüklerine sevindiklerini söyleyince, onlara ikiyüzlü ve yalancı
olduklarını söyledi. Ama içtenlikli gülümsemesi, yüzeysel gülümsemesinin gerisinden dışarı sızmıştı. Böylece
Deborah’la Carla, onun gerçekten kendi gövdesinde yaşadığını anlayıp onun adına sevindiler.”
(J. Grenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:240)
“Tabii kitaplarım biraz para getirmişti bana, elime geçtikçe onu bana başvuran dostlar ve yabancılarla
paylaşıyordum. Her zaman yaptığım gibi davranıyordum, bana özgü bir şey de değildi bu. Özellikle doğuda,
arkadaşlar arasında yardımlaşma ve yabancılara yardım etme olağan şeylerdir. O sayede geberip gitmekten
kurtulabilmiştim. En yakın dostlarım bu tutumuma har vurup harman savurmak dediler. Şu mendebur parayı
saklayıp ailesine harcamalıymış kişi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“Sahipsiz köpeklerin, kedileri kovalar ya da sokaktaki hayvan leşleri için akbabalarla kapışırken
birilerini ısırmaları günlük olaylardandı; hele hele Kalyon Filosunun kalabalık Portobelo panayırına gitmek
üzere geçtiği bolluk günlerinde daha da olağandı bu.”
(G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:13)
Olağandışı : Aliyülala, olağanüstünün de dışında ve ötesinde, inanması zor
“Aynı çatı altında sıkıntılı dakikalar geçirecek, son derecede rahatsızlık verici bir yakınlık içinde
yaşayacaktık. Daha şimdiden, iyi uyuyamayacağımı, onun yüzünden bir an bile kendi başıma kalamayacağımı
görür gibiydim. Yoksa, düşüncesizce ve gülünç bir durumla mı karşı karşıyaydım? Ne olursa olsun, tümüyle
olağandışı bir deneyim söz konusuydu.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:22)
“Hayır, bu olağandışı halsizliğin tek sorumlusu henüz ağarmakta olan tanın erken saatleri değil,
uyaşınız bu, bundan böyle bedeninize el koyduğunu anlatmak istiyor size, oysa kırk beşinize yeni girdiniz.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:13)
“Bütün bunlara karşın anne ve baba olarak çok iyi insanlardı. Ama öylesine dalgındılar ki, ikimöiz de
aşağı yukarı kendi halimize bırakılmış olarak büyüdük. Kötü mü oldu bu? İyi mi? Kim söyleyebilir? Cosimo’nun
yaşamı kuşkusuz, olağandışı geçti. Ama benimki düzenli ve sade. Oysa ikimiz de aynı çocukluğu yaşadık.
Birlikteyken yetişkinlerin dertlerine kayıtsızdık, insanların geçtikleri yollara sırt çeviriyorduk.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:15)
“Planterurs’den bakıldığında, çevresindeki yalıyarlar kalınlığı o kadar fazladır ki, görünüm maddesel
olmak sebebinden olağandışı hale gelir buradan kovulmuştur insan. Sanki bir başka dünyadan gelir bu kadar
güzellik.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:14)
“Çocuklarımın her ikisi de yaşadıkları deneyimler bakımından olağandışı çocuklardı. Scott, geceleri
beni uyandırıp ve dışarı çıkıp, gördüğü uzay gemilerine bakmamı isterdi.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:181)
“Bir gün içinde vahşice üç cinayet işlenmesinin Cannes için normal bir olay sayılıp sayılmayacağı
hakkında hiçbir fikri yok; normalse, polis, olağandışı bir şey olduğundan kuşkulanmayacak. Bürokratik işlerinde
devam edecekler; o da, planladığı gibi, ertesi sabahın erken saatlerinde uçup gidecek.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:224)
“Gördüklerini saptırmadan anlatan bir gezgin, örneğin deniz canavarına benzettiği olağan dışı bir
yaratığı anlatırken hiç çekinmezken; bir önsezi, içgüdü, duyulmamış bir hayal, düş veya zihinsel izlenimini
aktarırken aynı rahatlıkta olmayabilir.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Cinayet Davası”, sa:56)
“Dışarıda olağandışı bir şey görülmüyordu, uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından Methuen, girişi
kapatan çalı çırpıyı mümkün olduğu kadar sessizce kenara iterek, büyük ağacın siyah gölgesiyle kararttığı
kayaya doğru süründü. Tepenin etekleri dingin gökyüzünün altında hala masumca uyuyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:98)
“Bizansta yalnızca hali vakti yerinde ailelerin çocukları için, küçük yaşlardan itibaren dilbilgisi
öğrenilen ve başkalarının acılarını hafifletmeyi öğreten kitapların ve klasik kültürün başyapıtlarının okunduğu
okullar vardı; on bir yaşından sonra şiir ve retorik (söz söyleme sanatı) öğrenilir, Antikçağ yazarlarının edebi
örneklerine uygun yazılar yazılırdı; kullanılan sözcükler ne kadar olağandışı, sözdizimi yapısı ne kadar karmaşık
olursa, imparatorluk yönetiminde parlak bir gelecek için o kadar hazır oldukları düşünülürdü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:75)
“Verantius’un tepkisi olağandışıydı. Berengar’a öyle bir bakışla baktı ki, Berengar gözlerini önüne
indirdi. ‘Pekala Birader,’ dedi, ‘bellek bir Tanrı vergisiyse, unutma yeteneği de iyi bir şey olabilir ve saygı
duyulmalıdır..... Ama senden, burada, sevgili arkadaşlarından biriyle birlikte bulunduğumuz sırada olanları daha
kesin anımsamanı beklerdim...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:129)
“Leyla, kar yağdığı zaman Boğaz’ın camgöbeğine dönen akıntılarını çok sever, camın buharını elleriyle
silerek saatlerce dışarıyı seyrederdi. Kıyıya çekilmiş balıkçı kayıklarının üzerinde kar biriktiğini görmek, bazen
aşırı güzellikten duyulan tuhaf bir huzursuzluğa kapılmasına neden okuyordu. Tuhaf bir aydınlıkta parlayan kış
günlerindeki camgöbeği deniz, soluk kırmızı bir kayığın üzerindeki kar birikintisi, dalları beyaza kesmiş ve gelin
gibi süslenmiş çam ağaçları, bacalardan tüten ince siyah odun dumanları; olağandışı bir manzara resminin içine
girmiş gibi heyecanlandırırdı onu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa: 144-5)
“Kimi zamanlar onunlayken, onun gözlerindeki olağandışı parlaklığa dikkat etti ve buna hayran oldu,
çünkü o Martin’e daha bir ozan ve bilgin -kendisinin olmak istediği ve Ruth’un da olmasını istediği şeylergörünümü veriyordu. Ama Maria Silva bu çukur yanaklar ve yanan gözlerle farklı bir öykü okudu ve günden
güne onlarda olan değişmelere, onlardan onun şansının gelgitlerini izleyerek, dikkat etti.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:247-8)
“Ben de çok sarsılmıştım. Sekiz ayda denize olan alışkanlığımı yitirmiştim. Korkuyordum, çünkü
eğitim sırasında, fırtınada başımızın çaresine bakmayı da öğrenmiştik. Ama, kasırgayı görükten sonra tedirgin
olmuştum; bu tedirginlik olağandışıydı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizici”, sa:18)
“... biri sancak tarafından griva palangasının üstünde, bir diğeri geminin sol yanında sfenks gibi
uzanmış, geriye kalan çiftiyse ana demir zincirlerinin yukarısında, karşı yöndeki küpeştenin dibinde yüz yüze
vermiş olarak hemen göze çarpan kır saçlı, dört Zenci ona olağandışıymış gibi göründüler.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:20)
“TİRESİAS - Ah, anlıyorum seni. Yılanların öyküsü. Yedi yıl kadın olduğum zaman. Gene de, ne
buluyorsun bu öyküde?
OİDİPUS - Senin başına geldi ve sen biliyorsun bunu. Ama bir tanrı olmaksızın, böyle şeyler olmaz.
TİRESİAS - Öyle mi sanıyorsun? Yeryüzünde her şey olabilir. Olağandışı hiçbir şey yoktur.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:29)
“Kuralın <Zamanımız sanatı ile şiirinin yaşam ve ölüm nedeni modernliktir>, ‘eskilerin taklit edilmiş’
olduğu dönemler vardır, bazı dönemler ise yeniliği ve şaşırtıcı olanı yüceltir. İngiliz ‘metafizik’ ve İspanyol
‘barok’ şairleri bu sonuncusuna birer örnektir. Her iklisi de sürpriz estetiğini aynı duyguyla uygulamıştır. Yenilik
ile sürpriz, akraba terimlerdir, ancak aynı değildirler. Barok şiirin olağandışı benzetmeleri (conceits),
eğretilemeleri ve öteki sözel araçları şaşırtmak üzere tasarımlanmıştır.”
(O. Paz, “Çamurdan Doğanlar”, sa:15)
“Bu arada, pencerenin yanında dururken her yanını saran olağandışı bir karıncalaşma ve titreşmenin
ayırdına vardı, sanki üzerlerinde bir esinti ya da beceriksiz parmaklar gezinen binlerce telden oluşmuştu. Bir
ayak parmakları ürperiyordu, bir ilikleri. Leğen kemiğinin oralardan çok garip duyumlar geliyordu. Saçları diken
diken oluyordu. Kolları, yirmi yıl kadar çınlayıp tıngırdayacak telgraf telleri gibi çınlayıp tıngırdıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
“Ginny babasından çok az söz ediyordu, ama annesi büyük ölçüde ortadaydı. ‘Ben annemin soluk bir
kopyasıyım,’ diyordu. Hep olağandışı bir şekilde yakın olmuşlar. İkisinin birlikte Ginny’nin aşk mektuplarını
okuyup nasıl gülüştüklerini hatırlıyor.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:13)
“ ‘…Bir ülkenin önemi, onun ölmüş büyüklerinin sayısıyla orantılı değildir. Yaşayanları önemlidir.Hem
de tepedekiler ve üstündekilerde değil, sıradan insanlarda yaşamaya devam eder. Ben onları her yerde arıyorum.
Çünkü olağandışı olanı aramak yanlıştır,’ dedi Leonard. ‘Yanlış bir ölçüt mevcuttur. Turist rehberlerinde önemli
olarak Ravenna, Katedral, Lionardo sıralanmıştır. Burada da <Wenger Alpleri> heybetlilerin yanından geçtik.
Çünkü gerçek olan anonim olandır, sıradan insandır, bizi biz yapan Ben’dir. ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:90)
Olağanüstü : Sıradışı, üstün zeka ve yaratıcılığa sahip
Bk.: Olanaküstü
“ŞİMDİ
Bugün kimseler kulak vermez türkülere
O öngörülen günler geldi
Hey! son şiirim, dünya pek öyle olağanüstü bir şey değil”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:44)
“... benden bir başka ben yaratan, onun her şeyi, babası, oğlu, kardeşi, kocası, sevgilisi olduğum, onu
her şeyim yaptığım, varlığıyla her şeyin tadını, kokusunu, görüntüsünü değiştiren, sıradan birçok davranışı
olağanüstü maceralara dönüştürüp olağanüstü maceraları olağanlaştıran kadınlar.”
(A. Altan, “İçimizde Bir yer”, sa:7)
“Çok güzel bir bebekti kardeşim. Olağanüstü narindi, en ufak nedenle yaşlarla dolan kocaman
kahverengi gözleri vardı. Zamanının büyük bölümünü yalnız başına geçirir, kafasında canlandırdığı cinler,
periler ülkesinde dolaşır, dantelli balerin giysileri içinde parmak uçlarında dans eder, yalnızca kendisinin
duyabileceği bir sesle şarkı söylerdi bu küçük insan.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:33-4)
“Bay Boş, kadının gözlerinin içine bakakalır, kim olduğunu hatırlamak için iyice zorlar kendini. Yirmi
saniye sonra, kendi kendine fısıldadığı tek sözcüğü kulağıyla duyar: Anna. Bir an için olağanüstü güçlü, sıcacık
bir sevgi seline kapılır.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:12)
“Yoksulluktan kolu kanadı kırık, gözüpekliğine o sırada kendisi de şaşan o yoksul genç sanatçı, IV.
Henri’nin çok güzel bir portresini borçlu olduğumuz ressamın dairesine belki de giremeyecekti; ama rastlantı
kendisine olağanüstü bir yardımda bulundu..”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12-3)
“Birtakım olağanüstü kimseler vardır. Opera balosuna bir serüven yaşamak için gelirler. Frascati’nin
yaşadığı günlerde rulette mutlu bir vuruş nasıl beklenirse bunlar da orada öyle beklerler.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar 1”, sa:15)
“Ama, bu evin pencerelerinin biçimini, dıştaki oymaları, kapı kemerini, zamanla kararmış dış yüzünü
inceleyen bir arkeolog, yani bir eski yapıtlar bilgini, onun şu kaynaşıp kenetlendiği olağanüstü anıta öteden beri
ait olan bir parça olduğunu görür.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:32
“BİR KUTSAL TOPRAKLAR GEZİSİ
-------------------------------------------------.....Ya da yıllar sonra, taksi bıraktığında seni
onun yaşamış olduğu blokta? Değil, tabii ki, inancın nesnesi,
pencerelerin vitrayı koruyabilmiş olabilir en azından birazını
özgün mavinin... Şöför bir şey söyler
anlamazsın, ya da olağanüstü bir şeydir ki
yanlış duymuş olmalısın. Söylemek için çok erken...”
(Charles Boyle<d.1951>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.12.05)
“Kadının gözlerini göremiyordum, ama rabamıza baktığını anlıyordum; başkalarının hayatını düzene
sokmak isteyen kadınların sahip olduğu gözlerle bakıyordu. ‘Senin eve gidelim,’ dedi Hegwig, ‘hadi... bizi
burada tanıyacak diye ödüm patlıyor, bir eline düştük mü bütün akşam evde oturur, olağanüstü bir çay içeriz...’ ”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:104)
“Basının gösterdiği olağanüstü ilgiyi burada belirtmemiz gerekiyor. Çünkü yalnız GAZETE değil, onun
yanı sıra başka gazeteler de bir muhabirin öldürülmesini inanılmayacak kadar korkunç bir olay, sanki ortada kör
bağnazlık yüzünden bir insanın kurban edilmesi olayı varmış gibi ele almışlardı.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:15)
“... evet, gözlerini o donuk karanlığın içine gömdü, adamların yüzlerini tanıyabilmek için karanlığı
zorluyor gibiydi, zira Germat’ın da orada olup olmadığını bilmek istiyordu. Germat! Kalbi duracak gibi oldu!
İşte o zaman vay başına geleceklere. Germat o bölgenin en kurnaz iz sürücüsü, eli kanlı en büyük canavarıydı!
Neredeyse olağanüstü içgüdüsel bir yeteneği vardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:37)
“Boyanın kokusunu şimdi duymam ne tuhaf... o sıralarda, bahçenin çitini boyadıkları sırada yedi
yaşında var yoktum: Tatilin ilk günüydü, Hans Enişte yolculuğa çıkmıştı, gece yağmur yağmıştı, şimdi ıslak
bahçe pırıl pırıl güneşin altında. Ortalık olağanüstü güzeldi, yattığım yerden bahçenin, boyanın kokusunu
alıyordum, çünkü boyacılar çoktan gelmiş, bahçenin çitini yeşile boyamaya başlamışlardı.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:109)
“KANCA
1
----------Ama bir alet olağanüstüleştirir, neredeyse
doğa kadar, sanattan daha zorlu: bin yıl
ayırt etmiştir bu.
biçimi Mısır
dünyanın tahıl ambarı oluşundan beri,
daha eskiden:
ir ay kenarı”
(Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07)
“Tavanların olağanüstü yüksekliği, odaların darlığı bu daireyi, mobilyaların dayanacak bir yer
bulamadığı, çiğ ve keskin ışık içinde eriyen insanların dikine konmuş bir akvaryumdaki derinlik ölçme
aygıtlarına benzediği yalnız kapı ve pencerelerle kaplı, baştanaşağı camlı, garip bir paralelkenar toplamı
yapıyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:12)
“And’lar, bulut dağlarını yaran, kırık dökük, olağanüstü kabartılar -ama kar gözlerimi kamaştırıyor.
Öne arkaya sallanıyor, boyuna yol alıyoruz ve üstelik bir solunum darlığı bunalımına yakalanıyorum. İşin en
kötüsünü kılpayı önlüyorum- ve uyur gibi yapıyorum.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:112)
“Nerdeyse bir saattir görüş mesafesi iyice azalmıştı, korkumu bastırmak için şarkı söylemeyi
sürdürürken bir yandan da olağanüstü bir şey olmasını bekliyordum. Sisin ortasında da, bu gerçekdışı ortamda
bir başına ilerlerken, Santiago Yolu’nu bir film gibi görmeye başladım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:208)
“Maria saatine baktı; bunun üzerine Heidi, bu güzel kıza kadınların da mutlu olmaya, açılmaya hakkı
olduğunu öğretmek için elini çabuk tutması gerektiğini düşündü; tabii tek kaygısı gelecek kuşakların, bu
olağanüstü bilimsel keşiflerden yararlanmasıydı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:214)
“Ben gelip geçici biriydim o dünyada, orada bulunmak bana tanınmış bir ayrıcalıktı; hani kendini
olağanüstü güzellikte bir konakta bulursun, orada nefis yemekler yersin, ama bu öylesine bir şölendir, konak bir
başkasınındır.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:18)
“Esther’in, insanlara barınağa sığınmış evsizler gibi değil de daima konuk gibi davranıldığı çok az
otelden biri olarak gördüğü Hotel Bristol’e ulaştım. Aileden biriymiş gibi karşılandım; olağanüstü güzellikteki
bir saatin yanındaki masayı seçtim; çalan piyanoyu dinledim ve bahçeyi seyrettim.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:28)
“ ‘İlginç bir adamsınız Fyodor Mihayloviç. Uygun yaşta bir kızınız olsaydı onunla evlenmek isterdim.
Eminim ki olağanüstü bir kız olurdu. Üvey oğlunuza gelince; o başka bir hikaye, size hiç benzemiyordu. Onunla
nasıl baş ederdim bilemiyorum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:179)
“ARKADİNA - Öylesine yaşlı ve çirkin miyim ki başka kadınlar hakkında utanıp sıkılmadan
konuşuluyor benimle? (Trigorin’i kucaklayıp öper.) Oh, sen çılgına dönmüşsün! Güzelim benim, olağanüstü
sevgilim! Sen benim hayatımın son sayfasısın! (Önünde diz çöker.)”
(A. Çehov, “Martı”, sa:72)
“Genellikle kişisel ve olağandışı deneyimlerimizi aktarırken, başkalarıyla paylaştığımız olayları
anlattığımız kadar rahat olamayız. Dolayısıyla sonuçta vardığımız nokta, bu tür deneyimlerin tamamının olağan
üstü (ki öyledirler) ve gerçekdışı olarak algılanmalarıdır.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Cinayet Davası”, sa:56)
“Stepan Nikiforoviç’in şimdiye kadar yaş gününü kutladığı yoktu. Bununla beraber bu defa da öyle pek
olağanüstü bir şey yapılmamıştı. Demin söylediğimiz gibi, misafirler topu topu iki kişiydi.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:3)
“Couture 2.
-------------eskimiş, üstünkörü giyilmiş,
övgülerle dolu
o esmer gülün pırıltısında
sayısız perde hışırtıları.
Olağanüstü giysiler
dünyayı olağanüstü yapan.
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Bir zamanlar aşkımın olağanüstü imgesi şimdi kollarımın boşluğunda yatıyordu, ameliyat masasında
yatan bir hasta kadar savunmasız, neredeyse solumuyor gibi. Bir zamanlar damarlarımdaki kanın akışını
yavaşlatacak kadar müthiş büyüsü olan adını yinelemenin hiç yararı yoktu.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:69)
“İnsan, Tarquin ile birlikteyken nasıl da kolayca çok eski çağlara, geleneklere, debdebelere, renklere,
törenlere dönüveriyordu, onların yanında kendi çağı nasıl da sefil, bağnaz ve aşağılık görünüyordu. Tarquin
ilginç biriydi çünkü olağanüstü iyi bir aracıydı: Onun aracılığıyla tarihe dönebilirdiniz. Hayır, bundan daha
fazlası söz konusuydu çünkü Tarquin tarihin kendisiydi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:268)
“Ancak bu söyleşiler, gazetecilikte kullanılış biçimine göre her biri küçük kalıplara dökülmüş ve
başlangıçta fi tarihinden kalma gibi gelen yavaş yavaş olağanüstü ilgi uyandıran, sözdizim kurallarının yerinde
kullanılmadığı, dil olarak gitgide argolaşan bir yöntem evrimine dönüşmüştür.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:277)
“ ‘Bu noktada olağanüstü bir şey oldu, Soylu Niketas. Ben, saklandığım yerden, kendimi üç
arkadaşımın yerine koymaya çalışıyordum. Diyelim ki, biri, adı Ego olsun, Gradal’e sahip olduğunu biliyor ve
bu nedenden dolayı kendini suçlu görüyordu. Bu durumda, o kişinin gözünü karartıp, kılıcına ya da hançerine
sarılıp geldiği yöne doğru hamle yapması, sonra da gün ışığına ulaşana kadar kaçması beklenirdi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:508)
“... meleklere yaraşır zekaların suskun ışığını bölüşerek, ağır, hasta gövdemle, sevgili Melk
manastırının bu hücresine kapanıp kalmış, gençliğimde gözlemlediğim olağanüstü ve korkunç olaylara
tanıklığımı, gördüğümü ve işittiklerimi..... bu parşömen üstünde bırakmaya hazırlanıyorum.
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29)
“Carlo Avalle ayrıca bu barbarların ‘zayıf ve gösterişsiz olduklarını, tenlerinin yumuşak, gözlerinin
küçük olduğunu, saçlarının seyrek, bakışlarının gurur dolu olduğunu’ sesleriininse sert ve yüksek çıktığını’
söyler; böylece ‘ilk bakışta onların olağanüstü güçlerini tam anlamıyla sezmek olanaksızdı...’ der.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:193)
“... Langhe Bölgesinde bir sürgün olan Viladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun iştahlı
ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa, olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir kafasında ve
böylece en sonunda bu sayfalardan gizli bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek bir ahlak yatar.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16)
“ ‘Bütün peygamberler ve veliler (Selam onların üzerine olsun) mucize ve kerametler göstermek için
değil, temiz insanları davet ve onlara merhamet etmek için bu toprak alemine gelmişlerdir. Hatta onlar, şöhretin
afetinden kaçmak için can atarlar. Fakat ara sıra bedbahtların yadsımalarının uğursuzluğu nedeniyle kerametler
ve olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsınlar ve bir daha böyle bir harekette bulunmasınlar.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:273)
“O gün artık direklerarası’nın kalabalığı olağanüstüydü. Gelici ve gidici olmak üzere ıkişer sıra
arabalardan oluşan, hareketli çifte zincirin bir ucu Şehzade karakoluna, öteki ucu Bayezit meydanına
uzanıyordu.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301)
“Sanda’ya yaptığı çok iyi bir şeydi; Christina Teyze’ye sevgisi, övüncü gerçekten olağanüstüydü. Egor
artık kafasında Simina’yı bile affediyordu. Bunlar fazla duyarlı, soylu yaratıklardı. Hödüklük ettim, diye
düşündü.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:29)
“Sevdiğimiz Kadınlara
---------------------------sevdiğimiz kadınlar limanlar gibidir
(güzel gemilerimizin
tek yönü
tek ereği)
gözleri dalgakırandırlar
omuzları mutluluğun semaforları
baldırları rıhtımdaki amforalardan bir çizgi
bacakları deniz fenerlerimiz sevecenliğin
-özlem duyarlar Katerina derler ona
dalgaları olağanüstü okşamalardır
Sirenleri yolumuzu şaşırtmazlar bize
dostça davranırlar
yol gösterirler
limanlara: sevdiğimiz kadınlar”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“Genç adam ona tutkuyla baktı. Elini uzatıp değmeden çekti, gülümsedi. Bu gülüş onun yüzünü ikide
bir yoklayan bir ışık gibiydi şimdi.
-Sanınız doğrudur bence. Üstelik çocuklar hayatın en yeni tanıkları. Onları kolaylıkla bozmayı
başaramıyor büyüklerin dünyası. Bence düşünceniz yerinde. O dayanıksız, güçsüz bedenlerinin olağanüstü gücü
duyarlıklarında toplanıyor.”
(Füruzan, “Gecenin Öteki Yüzü”, sa:206)
“Ovada su mu yok, ova gelsin de dağlardan içsin suyunu..... Gırnata’da başdöndürücü sulamalar. Hazneler; peri bacaları. -Elbette olağanüstü güzellikler vardır kaynaklarda yunmanın. Havuzlar! Havuzlar!
Arınıp da çıkacağız içinizden.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:92)
“İvan İvanoviç’in çok güzel kürklü bir kaftanı vardır! Olağanüstüdür! Hele kürklerine bir bakın! Aman
Tanrım, ne kürkler! Gümüş gibi pırıl pırıl! Eğer başka birinde bunun benzeri varsa, nesine isterseniz bahse
girişirim.”
(N. Gogol, “Ivan Ivanoviç ile Ivan Nikiforoviç’in Öyküsü”, sa:27)
“Olağanüstü çocuklardı bunlar; olağanüstü işler çevirirlerdi. Kafa ve kol işiydi yaptıkları. Ah, ne yiğit
adamlardı be! Fakat mutlaka bir yerde çuvallar, kitabın sonunda birdenbire adaletin pençesine düşüverirlerdi.
Her şey tuzla buz olurdu..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51)
“Ertesi sabah aile yeniden yola koyuldu. Araba motelden ayrılıp güneşli güne katılırken, bu yolculuğun
sonsuza değin sürebileceği, duyduğu bu dingin ve olağanüstü özgürlüğün, Yr.’in genellikle çok buyurgan olan
tanrılarıyla yönetim birimlerinin yeni bir armağanı olabileceği geldi Deborah’ın aklına.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:14)
“YARDIMCI - Akşamki toplantıyı dört gözle bekliyoruz, değil mi? Umarım, hepiniz gelirsiniz.
LORENCOVA - Ben yüzde yüz geliyorum...
YARDIMCI - Harika! Bence bizim şu sohbet soplantısı çok güzel bir buluş. Olağanüstü!..... Birer
birey olarak gevşedikçe, kollektif gücümüz artıyor sanki. Ne dersiniz?
KOTRLY - Çok doğru. Benim görüşüm de tıpatıp böyle...”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:28)
“Eğer olanağüstü yetenekler, bankadaki iki bin dolar, bir fırın ve anlayışlı, sevgi dolu bir kalple
birleştirilirse sanat ve perspektif için neler yaratılırdı kimbilir.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:32)
“Machado, Teodoro’ya çok borçlanmıştı ve bu borcunu teşvik önlemleri kararnamaleri ile ödeyecekti.
Teodoro bekledi, bekledi ama bir kuruş bile alamadı. Machado ile özel olarak görüşmeye karar verdiği zaman
birçok projeye olağanüstü yatırımlar yapmıştı ve iflasın eşiğindeydi. 1939 yılında bir gün, Teodoro, Havana’ya
ve oraya ayağını basar basmaz da başkanlık sarayına gitti.”
(O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:13)
“Yine Barones’in bizim sözlerimize kulak kabarttığı bir sırada, söz müziğe geldi. Ben bu olağanüstü,
kutsal sanattan heyecanla söz ettim ve sonunda da, kendimi adadığım kuru, can sıkıcı hukuk dünyasına karşı
oldukça güzel piyano çaldığımı, şarkı söylediğimi ve hatta şimdiye kadar birkaç tane ‘Lied’ bile bestelediğimi
gizlemedim.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:41)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
--------------------------Böyle deyip çıktı geminin direğine ve açtı üst yelkeni.
Gerdi gemiciler yelkeni, iki yandan şişirince rüzgar.
Birden, olağanüstü şeyler olmaya başladı.
Baldan tatlı, mis kokulu bir şarap
akmaya başladı pupa yelken giden siyah gemide,
Güzel kokular yükseldi her yanda.
Şaşakalmıştı bütün gemiciler.”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101)
“Çünkü her an çark takılıyor ve işlememeye başlıyor. Hemen bir devrim gelsin! Tanrı Baba’nın elleri
bu kararmış makine yağından daima kirlenmiştir. Ne yalan söyleyeyim, onun yerinde olsam çok daha sade
davranırdım: Makineyi her an yeni baştan onarma yoluna gitmez, insan ırkını kem küm etmeksizin
yönlendirirdim. Olguları halka halka, teker teker örer; olağanüstü durumlara izin vermezdim.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:433)
“GENÇLİK AŞKI
---------------------Görüyorum seni, geçen güzel yılları,
Zamanın kaydığını parmaklarımızın arasından.
Uzun süre büyüyemedim ben.
Olağanüstü şeylere inanmazdım zaten.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“Hiç değişmeyen şeylerden konuşuyorduk: Ekinlerden, bağlardan ve yağmurdan. İhtiyar eşraf iyi
işitmediği için bağırmaktaydık; kendine sorarsanız, olağanüstü bir kulağı varmış. Barba Anagosti’nin sohbeti
tatlı, hayatı rüzgarsız bir çukurdaki ağaç gibi dingin. Doğmuş, büyümüş, evlenmiş; çocukları, torunları olmuş;
birkaçı ölmüş, ama öbürleri yaşıyor; böylelikle soyunun sürekliliği garanti altına girmiş.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:64)
“Simya
Burda bu kafatasında
dört öğe
bir araya geldi.
Aralarında en önemlisi
Su değil. Ne de suda boğulma ya da gözyaşları,
Hava da değil. Ne cennetten esen
Rüzgar, ne gün ışığı, ne de hüznün nefesi.
Yeryüzü ne denli olağanüstü
ilişkilerinde özenli olsa da,
kırık boyunlu
bir kaplumbağadır sonunda.
Aslolan ateştir. Suyu söndürür...”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
“ ‘Bir bardak slivovis daha koy bana,’ dedi Klara ve ben de karşı çıkmadım. Şişeyi açmak için bir
bahane bulmuştuk ve bu bahanenin hiçbir olağanüstü yanı yoktu. O gün bir sanat tarihi dergisinde yayımlanmış
olan uzun bir inceleme için oldukça yüklü bir para almıştım.”
(M. Kundera, “Gülünesi Aşklar-Hiç kimse gülmeyecek”, sa:7)
“-..... O kadında kendini seçilmiş bir kurban haline getiren bir şeyler var. Onu ayyaş ve leş gibi kokan
iki berduşun kolları arasında görünce heyecanlandım. Ne unutulmaz bir andı!’
-Tamam, buraya kadar hikayeni biliyorum. Ama daha sonra neler olduğunu öğrenmek istiyorum.
-Kesinlikle olağanüstü bir kıçı var, diye devam etti Avenarius, sorumu hiç umursamadan. Herhalde
okula giderken sınıf arkadaşları çimdiklemişlerdir onu. Her defasında o soprano sesiyle tiz bir çığlık kopardığını
hayal ediyorum.....”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:290)
“-Sen gerçekten XX. yüzyıldan mısın?
-Elbette, ahbap. Bu yüzyılda olağanüstü şeyler oluyor. Yaşama biçiminin, tutum ve davranışların
özgürleşmesi. Tekrarlıyorum, müthiş bir gece geçirdim.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:139)
“Yarım Kalmış İş
<19 Nisan 1981>
--------------------Ziyaret etmeliydim
Uzak kentleri, adaları, terk edilmiş toprakları;
Ya bunların bir çizgi çekeceksiniz üzerine
Ya da devredeceksiniz yeni gelene.
Ağaçlar dikmeliydim ve yapamadım hala
Kendime bir ev
Plana uygun, kendi güzel olmasa da
Bütün bunların ötesinde sayın Bay,
Bir kitap yazmak vardı aklımda olağanüstü.”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“Uzun hastalığım süresinde yaşamaya giden yolu öğrenmiştim. Düşlerin yararlı olduğunu biliyor, onları
göklere çıkarıyordum. Hala da aynı türden yazılar yazmaktayım, temiz, canlı, iyimser ve yaşama yönelmiş
yazılar. Oysa eleştirmeciler bende olağanüstü bir canlılık bulunduğunu ve kendilerine savaş açtığım kuruntular
ve aldanışlar tarafından aldatıldığımı ısrarla söyler dururlar.”
(J. London, “İntihar”, sa:200-1)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
---------------------------------------Öğretmenler çocuklara
Dağdan kopan olağanüstü bir ışık gösteriyor
Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda
Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor
Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:72)
“Küçük Anton’un olağanüstü sağlıklı olduğunu kimse yadsıyamazdı; pembe beyaz, tosun gibi bir
oğlandı. Dadısının kollarında keyifle oturuyor, durmadan süt içiyor, bir şeyler yiyor, avazı çıktığı kadar
bağırıyordu.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:45)
“Bayan Konsül başını biraz yana doğru eğerek kocasının yüzüne baktı ve gülümseyerek, ‘Bir uşak
tutacak maddi gücümüz yok mu gerçekten?’ diye sordu. ‘Annemlerde kaç kişinin çalıştığını düşününce...’
‘Annenleri bırak şimdi, sevgili Bethsy! Sen önce benim soruma bir yanıt ver, ekonomik durumumuzu
yeterince anladın mı?’
‘Hayır Jean, doğruyu söylemem gerekirse, anlayabilmiş değilim...’
Konsül Buddenbrook, ‘Bunun anlaşılmayacak bir yanı yok,’ dedi ve kanepeye oturdu, bacak bacak
üstüne attı, purosundan bir nefes çekti ve gözlerini kısarak, olağanüsütü bir akıcılıkla rakamları sıralamaya
başladı...”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:71)
“Her şeyi olağanüstü bir işmiş gibi yapıyordu. Ellerinin kemikleri, gergin, saydam, boynunun derisi
gibi hafif lekeli bir deriyle kaplanmıştı. Rugan ayakkabılarını giymeden önce dikişlerindeki kurumuş çamurları
kazıdı. Karısı onu o anda, evlendikleri günkü gibi giyinmiş olarak gördü.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:9)
“Sahte doktor gazetecinin kurnazlığı, gazetelerin denizdeki on günümün öyküsüne gösterdikleri ilgi
konusunda gözlerimi açtı. Halkın bayıldığı olağanüstü öykülerden biriydi bu. Arkadaşlarım bile sık sık
anlatmamı istiyorlardı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:116)
“Büyükanne, Ulises’in elinde bıçakla içeri girdiğini görmüştü, olağanüstü bir çaba harcayarak asasının
yardımı olmaksızın toparlandı ve kollarını havaya kaldırdı.
-Delikanlı! -diye bağırdı-. Çıldırdın mı sen?”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:146)
“Hele ben, uzun zamandan beri görmediğim o en eski, en sevdiğim Latin Amerikalı dostlarımla birlikte
olmak için ölümün bana verdiği bu olağanüstü fırsattan dolayı hepsinden daha çok mutluydum. Törenin sonunda
herkes gitmeye başladığında ben de onlarla birlikte gitmeye yeltendim, ama içlerinden biri, kesin bir ciddiyetle,
benim için eğlencenin artık sona erdiğini anlattı.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
“Manolya beyazlığındaki yüzünde kalın ve siyah kaşlar olağanüstü bir güzellikte bir eğri çiziyordu. Her
güneyli kadın, onun beyaz tenine sahip olabilmek için dünyaları verirdi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:11)
“-Gidip balkonda oturalım bari, dedim Pale’ye. Köyün tüm kadınlarının birbirlerine seslenmeye
başladıkları saat gelmişti, ama henüz ortalığa olağanüstü bir sessizlik ve dinginlik egemendi; sadece bir iki
ağustosböceğinin sesi işitiliyordu.”
(C. Pavese, “Ağustısta Tatil-Ad”, sa:13)
“Mora Çiftliğinde ırgatlık yaptığım yıllar boyunca, evet o yıllar boyunca, gözlerimi tarlalardan yukarıya
kaldırmam, gökyüzünün altında Salto Bağlarını görmem için yeterli olurdu ve bağlar da demiryolu
doğrultusunda, sabah-akşam Belbo kıyısında yol alarak aklıma olağanüstü şeyler, istasyonlar, kentler getiren
trenin düdüğü yönünde Canelli’ye doğru alçalırlardı.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:11)
“Baron beni görmesin diye tekrar yer değiştirecektim ki, buna ne vakit kaldı ne de gerek. Ne göreyim!
Şüphesiz hiç karşılaşmamış oldukları bu avluda, yarı kapalı gözlerini ansızın ardına kadar açmış olan baron,
dükkanının kapısındaki eski yelekçiye olağanüstü bir yere dikkatle bakıyor, M. de Charlus’ün karşısında
birdenbire olduğu yere çivilenen Jupien ise, bir bitki gibi kök salmışçasına, yaşlanmakta olan baronun göbeğini
hayranlıkla seyrediyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomore”, sa:10)
“Çevresindekilerce şımartılmış olduğu için ateşli doğasının bütün parlayışlarına ve oldukça sınırlı
aklına esen bütün düşüncelere tam bir özgürlük tanımaya alışmıştı. Fiziksel yeteneklerinin olağanüstü
güçlülüğüne karşın oburluğu yüzünden haftada iki kez sancıdan kıvranır, akşamları da kafayı çekmesin
olmazdı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:11)
“ ‘Anlıyorum bayım. Ne çare ki, size sadece oturma iznimi gösterebileceğim. Çalışma iznim yok. Bunu
siz de beklemiyordunuz elbette.’
Denetçi kibar bir edayla, ‘Haklısınız bayım,’ dedi, ‘böyle bir şeyi biz de beklemiyoruz. Fakat bu
kadarı da yeter. İşinize devam edebilirsiniz. Hükumet, sergi inşaatı gibi olağanüstü hallerde yönetmelikleri sıkı
sıkı uygulamak istemiyor. Rahatsız ettiğimiz için özür dileriz.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisiniz”, sa:476)
“İSMENE
----------Belli ki, olağanüstü bir şey bekliyordu. Uyuyamaz
olmuştuk geceleri.
Çarşaflar yere düşerdi bazan. Ben de uyur gibi
yapardım
Biraz ötede, hiç kımıldamadan yatarken bakardım ona.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:203)
“Bir şey olacak: Bassede-de-Vieille’in karanlıklarında bir şeyler var beni bekleyen, orda tam bu durgun
yolun başında yaşantım başlayacak. Alınyazımın sesine doğru yürüdüğümü görüyorum. Köşebaşında, ak bir
kilometre taşına benzer bir şey var. Uzaktan kapkara görünüyor, ama atılan her adımla biraz daha ağarıyor.
Yavaş yavaş ağaran bu karanlık gövde olağanüstü bir şeyler uyarıyor bende: Tümüyle ağardığında, tümüyle
aydınladığında, tam yanına gelince duracağım ve o zaman başlayacak serüven. Karanlığı delip çıkan, beni
nerdeyse korkutan bu koca ışıklı göz şimdi çok yakınımda: Bir an için çark yapıp dönmeyi düşünüyorum. Ama
elimde değil, çekiyor kendine beni, bu coşkuya son veremem. İlerliyorum, ilerliyorum, elimi uzatıyorum ve
dokunuyorum sınır taşına.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77)
“Ve Yüce Ruh, Tanrıya insanlar hakkında söz ediyor ve insanlara Tanrıdan kanıtlar getiriyordu.
Büyükbabam, Güzellikte, Hakikatin ete kemiğe bürünmüş varlığını ve en yüksek özlemlerin kaynağını
görüyordu. Bazı olağanüstü durumlarda (örneğin dağlarda bir fırtına patladığında ya da Victor Hugo’ya ilham
geldiğinde), Hakikatin, Güzelin ve İyinin kaynaştığı Yüce Noktaya ulaşılabilirdi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
“SAGAMORE - Çok heyecanlıyım. Olağanüstü bir şey umuyorum.
EPIFANIA - Budalalık istemez! Tüm bayağı bir şey bekleyin.
(Alastair Fitzfassenden ile Patricia Smith içeriye girerler. Erkek, aklının çoğu kaslarında olan görkemli
bir atlettir. Bayan, kendi kendini geçindirir türden, sevimli, sessiz, ufak tefek, bir kadın. Alastair’i karısına
meram anlatsın diye bırakarak kendisi sessizce masaya yaklaşır.)”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:17)
“... hamamın son dairesi olan ‘oleotekum’dan, Otho ile bile kıyaslanamayacak kadar parlak gözlerle,
hayat ve neşe dolu, dünyaya yeniden gelmişçesine çıkıyordu; bundan dolayı da kendisine haklı olarak ‘Zarafet
hakemi’ deniliyordu. Petronius ancak, ünlü bir hatibin söz söylemesi veya genç bir Romalı’nın ergenliğe
ermesinin ilan nedeni ile olağanüstü, heyecanlı yarışların beklendiği zamanlar istisna olmak üzere, genel
hamamlara ender giderdi.”
(H. Sienkiewicz, “Quo Vadis”, sa:3)
“Ben, rahatlayarak, ‘Bu benim için basit ve ne de alışık olmadığım birşey değil,’ dedim.
Tortsov, şaşarak, ‘Ben ne zaman bunun olağanüstü birşey olduğunu söyledim?’ diye sertçe karşılık
verdi. ‘Ben çok daha... özel birşey arıyordum.’ ”
(T.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:313)
“Fakat, onun bunca üstün özellikleri arasında, en fazla dikkati çeken ve sanki olağanüstü denebilecek
olan yönü, her görenin kalbini ve iradesini, ilk bakışta çeken çok sevimli, zarif tavrıydı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:21)
“Satranç taşlarını dizmek üzere solgun ve ifadesiz yüzüyle, hiç konuşmadan tahtanın başına oturduğu
ilk dakikadan beri kendisinden öyle güçlü bir etki yayılmıştı ki çevreye, onu gören herkes, büyük ve dahice bir
yeteneğe sahip, tam anlamıyla olağanüstü bir kişiyle karşı karşıya olduğuna kesinlikle inanıvermişti.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:24)
“Teknik elemanlara gereksinen binalar bu mahallededir; kimi zaman tepe, bu çirkin kakmalardan
silkinmek istercesine çöker, o zaman ivedi önlemler alınır, olağanüstü krediler çıkarılır..... Merkezdeyse, aksine,
bakir can çekişme yayılır, sürüngen bir cüzam, sinsi ve acımasız çürüklükteki duvar ve evleri istila eder.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Çünkü inanıyorum ki, insanın bu kendinden kaçışının en temel ögelerinden biri, sessizlik ve kendi
kendiyle başbaşa kalma halinin yaratılmadığı durum ve yerlerin yokluğundan kaynaklanıyor. Yalnızlık, insanın
kendi kendiyle bir içtenlik yaşayabilmesi için bulunabilecek en olağanüstü yoldur.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:22)
“Bu öyküde <İki Bin Yılının Harikaları> uzaylılar, uzay gemileri yoktu, olanlar yalnızca insanın
kaderini ilgilendiriyor, insanoğlunun elleriyle kurduğu dünyayı inceliyordu. Ve, yazara kulak verirsen, insanoğlu
pek çok şey yapmıştı, hepsi de olağanüstüydü. Artık dünyada ne açlık, ne yoksulluk vardı, teknolojiyle birleşen
bilim, gezegenin her köşesini bereketli kılmayı ve daha da önemlisi, bu bereketin bütün insanlar arasında eşit
dağıtılabilmesini sağlamaıştı.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:147)
“Olguşka ile Gruşka bu sırada üzerinde küçük küçük evler, ormanlar, bahçeler görünen aynalı küreyi
seyrediyorlardı. Ne bu küre, ne de öteki şeyler onlar için hiç de şaşırtıcı değildi. Çünkü onlar beylerin görkemli,
akıl almaz yaşantısından çok daha fazlasını, olağanüstü şeyler bekliyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:115-6)
“Bu şişlikler ve kırışıklıklar yüz hatlarını yayvanlaştırıyor, yüzünün kaba saba ve tazeliğini kaybetmiş
bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Küçük ve ela gözleri, olağanüstü canlı, hatta küstahtı; bıyıkları çok
kalındı ve uçları ısırılmış gibiydi. Çenesi, özellikle elmacık kemikleri aşırı sık, kara sakallarla kaplıydı, sakalları
iki günlük olmalıydı ve bu subay 10 mayıs’ta bir şarapnel parçasıyla yaralandığından başı sargılıydı.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:18)
“Suvenir, çok canımı sıktı. Yersiz gevezeliğimden pişman oldum. Anlattıklarımı Jirkov’a anlattı. O da
işe başka türlü baktı, ‘Polise haber vermeli, belki de bir bölük asker göndermek gerekir,’ dedi. Askerlerin
gelebileceği üzerine yürütülen kestirim doğru çıkmadı. Ama gerçekten olağanüstü bir şey oldu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74)
“Odanın en ortasında, ayaklı bir kanvasta, olağanüstü güzellikteki bir erkeğin boy resmi duruyordu.
Önünde, biraz ötede de portrenin ressamı oturmaktaydı: birkaç yıl önce, ansızın ortadan yitmesiyle bir süre
büyük heyecan yaratan ve bir sürü garip tahminlere yol açan Basil Hallward.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:9)
“ ‘Ama şimdi aynanın önünde beni donatan o belirsiz hazırlıkları bilinçle yaparken yemin ediyorum,
korkmayacağım. O olağanüstü güzel taşıtları düşün; kırmızı, sarı, düzen içinde; tam zamanında kalkan, duran.
Bir yürüyüş hızında giden, bir ileri fırlayan güçlü, hoş arabaları düşün; adamları düşün, kadınları düşün,
donanmış, hazırlanmış, arabalarda ilerleyen.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:150)
“Ama bazan merdivendeki adımlar kapının önünden geçip gitmiyordu, dışarda duruyorlardı. Tokmağın
döndüğü görülüyordu; kapı gerçekten açılıyor, birisi içeri giriyordu. O zaman mobilyaların görünüşü nasıl da
garip biçimde değişiyordu! Ne olağanüstü koku ve ses anaforları harekete geçiyordu!”
(V. Woolf, “Flush”, sa:39)
“Isa, kocasının ayaklarına baktı, bağcıksız rugan pabuçlardı.. ‘Bizim temsilcimiz, sözcümüz,’ diye
güldü alayla. Yine de kocası olağanüstü yakışıklıydı. ‘Çocuklarımın babası, hem aşık olduğum, hem nefret
ettiğim erkek.’ Şu aşk ve nefret ikilemi - nasıl paramparça ediyordu kişiliğini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:186)
“PINSCHER METAMORFOZU
Akşam yemeğini yiyordum bir Doberman
Pinscher’la,
Sanat eleştirmeni ince kötülüğün,
Her şey bittiğinde, itiraf ederim,
Alışılmışın dışında haddini bilmez
genç Chambertine’e
Sordum, ‘İçtenlikle, Doberman,
Ne düşünüyorsun yaşam hakkında?’ diye
Şimdi Pinscher’in konuşması ,
bildiğiniz gibi,
Uç verir parlaklıktan ışıldar
Cıva yansımalarının ışığında
-----------------------------------------Dalgalandı olağanüstü parlak
ayrıntılarıyla birlikte.
Güzel sanalar birleştirdi elleri,
Onun için dans etsin diye,
büyülenmiş bir müziğiyle”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
“Lakdar hücresinden kaçmış. Şafakta karaltı halinde sahanlıkta beliriyor; herkes başını kaldırıyor; fazla
bir heyecan yok. Murad kaçağın yüzüne bakıyor.
‘Olağanüstü bir şey yok. Yakalanacaksın.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13)
“Bir saatin sonunda Ginny hakkında önemli konuda panik uygusu hissettim. Birçok sağlam noktaya
rağmen -yumuşak bir cazibe, derin hassasiyet, zeka, oldukça gelişmiş mizah duygusu, tasvirler için olağanüstü
bir yetenek- nereye dönersem bir patoloji buluyordum.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:13-4)
“ ‘Derken Chopin’e geçiyor Maria. Kristal narinliğinde, ürkek çekingen tonlar, düşlerde gezinen silik
ritmler, olağanüstü güzellikte sarmaş dolaş zarif figürler, eciş bücüş olduğu kadar duygulandırıcı akortlar, uyum
ve uyumsuzluk birbirinden ayrılacak gibi değil artık.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:70)
“... o ise, bir aydınlık delisi olarak, bu süreleri elle tutulacak kadar olağanüstü açık seçik görür. Yeter ki
onları tutmak için elini, o çabuk, kızgın elini uzatsın..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:138)
“Yeni evlilerin ardından kapıyı yavaşça kapattılar. Bu yakın ve gerdeğe giden beraberlik üzerine hiç
kimse yakışıksız ve temiz olmaktan uzak, şaka yollu bir şey söylemedi, çünkü olağanüstü bir saygı duygusu,
kendi yazgılarına karşı bir şey yapamayan bu insanların, başkalarına bir avuç mutluluk verebilecek duruma
gelmesiyle, hepsinin üstüne suskunluğun kanatlarını germişti.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193
“Bizde konaklamış olan bir dostumuzu hafta sonunda tanışları ziyaret etti. Otomobille gelen bu kişiler
kaldığımız evin önündeki güzel kumsaldan suya girip yüzdüler. Hiçbir bağlantı yok, fakat ben yine de şunu
aklımdan geçirmeden edemedim. O gri otomobilden siz iniyordunuz ve bu çok olağanüstü karşılama beni
şaşkına çeviriyordu!”
(S. Zweig-F. Zweig”, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:17)
Ola ki : İnşallah, talih bizden yana olursa
“Ayrıntıları size işinizi kolaylaştırmak için anlatıyorum. Kalıntıları kentin dışındaki bir çöp yığınının
üstünde aramamız gerek. Kemikler vardır orada; bir avuç zavallı kemik, ama bunların da öteki pisliklerden ayırt
edilebileceğinden kuşkuluyum. Ola ki talihimiz yaver gitsin.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:360)
Olanakdışı : Mümkünü pek olmayan
Bk.: Olağan dışı
“İlk cinayeti izleyen Çarşamba günü, neşeli kentin batısına düşen bir ormanda yine vurulmuş bulunan
Foto Muhabiri Adolf Schönner’in de Blum’un bir kurbanı olması olasılığına bir süre pek olanakdışı gözüyle
bakılmadı. Ne var ki daha sonra, olaylar kronolojik bir düzene sokulduğunda bunun olanaksızlığının kesinlikle
kanıtlandığı belirtildi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:12)
Olan biten; Olanı biteni bir bir anlatmak : Olaylar; başından geçenleri ayrıntılarıyla birine dizilemek
“LEANDRO - Dansözü kapının önünde görmediniz mi?
D. MARZIO - Yoo! Görmedim.
LEANDRO, kendi kendine. - Neyse!
D. MARZIO - Buraya gelin, açık konuşun, bana güvenin ve emin olun ki kimse olan bitenden
haberdar olmayacaktır.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:95)
“Elif sonunda Hatun’un ısrarına dayanamadı. Olanı biteni başından sonuna kadar bir bir anlattı. Hatun,
yıldırımla vurulmuşa döndü.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:150)
Olan, Olanlar oldu : Öyküyü anlattığım gibi, her şey o andan sonra oldu; Kötü şeyler gerçekleşti, kıyametler
koptu
“Geçen gece olan oldu. Veya akşamüstü başladı. Uykusuz olduğum için akşamüstü dört gibi yatağa
girdim ve uyandığımda veya odamı düşlediğimde karanlıktı ve battaniye boğazıma sarılmıştı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41)
“Verdik mahkemeye. Bir ay yattı çıktı. Ama gene de ekti tarlayı. Hasat zamanı geldik mahsulü
haczettik. Gelecek yıl gene ekti tarlayı. Ben bu sefer gene zabıt tuttum. İşte o zaman olanlar oldu. Hakkımda
bütün köylüyle birlikte iftiraya girişti.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:30)
Olanca : Tüm, bütün (ağırlık, gücü, kuvveti, parası, varlığı)
“MARİA KADIN
-------------------Ama fitil tükenecek ve o karısı olacak en sonunda
Altınlar içinde yüzen kıskanç ve zavallı bir adamın.
Onun kolunda takılı, sürünerek taşıyacak omzunda
Olanca ağırlığını süslü püslü aptalca bir yaşamın.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
Olanca güçleriyle : Tüm varlıklarıyla, seslerinin, kudretlerinin yettiği kadar, var güçleriyle
“Müzikten anlayanlar için çalmaktan keyif almıştım hep, oysa bunlar olanca güçleriyle bağırıp
çağırmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Eve dönerken yine gitar çalıyordum, biri de şarkı söylüyordu.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:5)
Olan olmuş, biten bitmiş : Her şey geçmişte kalmış, unutalım; elden bir şey gelmez
“Servet Bey, sözlerinin sonuna doğru her nasılsa, kayınpederinin halindeki hüzüne dikkat etti; ihtiyarı
çok hırpaladığını anladı:
‘Mamafih, emrederseniz, hemen yarın Seniha’yı çağırtırız,’ dedi.
Naim Efendi, başını salladı. Seniha buraya gelmiş veya orada kalmış, neye yarardı? Olan oldu, biten
bitmedi mi?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:77)
Olaylara at gözlükleri (ve şablonlarla) bakmak : Olaylara dıştan, dar, yüzeysel ve içgörüsüz bakmak, öyle
yorumlamak
“O yıl, bütün kabuklarım yavaşça yok olmuşlardı, artık olaylara at gözlükleri ve şablonlarla bakmaktan
kurtulmuştum, zeka, bir başka şeyin içinde erimekteydi.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:254)
Oldu bittiye gelmek, getirmek : Bir işi kendi menfaatine uygun şekilde, sanki başka yol yokmuş gibi çözülmüş
göstermek
“Zavallı Matmazel Katerina! Sonradan, bir oldu bittiye gelip tepetaklak yuvarlanınca onun sözlerini
düşündüm… Yaşamda, kendini beğenmişlik cezasız kalmıyor.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:125)
Olduğu yerde çakılı kalmak : Bulunduğu yere adeta yapışmak, çivilenmiş gibi kalakalmak
“Sophie’nin ayağının altındaki tahtalardan biri gıcırdayınca kadın yavaşça döndü ve üzüntülü gözleri
Sophie’yle karşılaştı. Sophie kaçıp gitmek istedi ama olduğu yerde çakılı kalmıştı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:481)
Olduğu yerde mıhlanıp kalmak : Olayların etkisinden yerine çivilenmiş gibi çakılmak, hiç kıpırdamamak
Bk.: Mıhlanmak
“Akşam yaklaştıkça, Korso’ya olan hücum büsbütün artıyor. Arabalar artık ilerleyemez oluyorlar.
Akşam üzeri bazen bir arabanın iki saat kadar olduğu yerde mıhlanıp kaldığı oluyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:239)
“ELLA RENTHEIM - Kızınız çoktan gitti, Mösyö Foldal.
FOLDAL, olduğu yere mıhlanmış gibi - Frida gitti ha! Emin misiniz? Bunu size kim söyledi?”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:145)
Oldum bittim : Eski devirlerdenberi, anımsayabildiğim kadar; sürekli
Bk.: Oldum olası
“Öyle şeyler vardır ki, oldum bittim sözünü bile etmek istememişimdir. Hapse girdiğim zaman, birkaç
gün içinde, hayatımın bu parçasından söz etmek istemeyeceğimi anladım.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:71)
“Mülkiyetin verdiği hazlara oldum bittim duyarsız kalmışımdır. Kendimi bir şeyin sahibi olarak
düşünmekte zorlanıyorum. Fakat sevilmeyenin ve sevimsiz olanın, öbür insanların hor görüp reddettiklerinin asabi yaşlı köpekler, inatla hayatta kalan çirkin mobilyalar, dağılmanın eşiğindeki arabalar- koruyucu ve
kollayıcı rolüne kolayca kapılabilirim. Direndiğim bir rol bu; ama istenmeyenin dilsiz yakarışları sıkça
duvarlarımdan aşıyor.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:196)
“Heybetli gemi, karanlıkta bir kat daha korkunçlaşarak devasa gövdesiyle, homurdana homurdana, yan
yan, sahilden uzaklaşıyor. Demir Baba bu anı yaşamaktan oldum bittim korkar. Sanki yer yarılır da içinden
yeraltı dünyasının kaynar suları fışkırır.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:72)
“Sonra, üzerine çuha örtülmüş mobilyalarla dolusu ve kapısı oldum bittim kapalı salon geliyordu. Daha
sonra, bir sofa çalışma odasına uzanıyor; kitaplar ve kağıtlar, karaağaçtan yapılı geniş yazıhaneyi üç yanından
çeviren kitaplığın raflarını süslüyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:6)
“PLUTUS - Biz yüksek bilinçli olalım ve oluşacak şeyleri, güvenle seyredelim. Zaten sen oldum
bittim, en yüksek cesarete sahipsin. Şimdi öyle bir olay olacak ki, dünyaya gelmiş ve gelecek kuşakların hepsi,
onu ısrarla reddecekler. Onun için sen bunu harfi harfine tutanaklarına al.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:51)
“Birkaç yıl sonra da Troyekurov emekli bir general-anşef olarak yurtluğuna döndü. Eski dostlar
karşılaştılar ve çok sevindiler yeniden görüştüklerine. Ondan sonra hemen her gün buluşmaya başladılar. Oldum
bittim hiç kimseyi ziyaretleriyle şereflendirmemiş olan Kirila Petroviç teklifsizce uğramaya başladı eski
dostunun evine.”
(A. Puşkin, “Dubrovnik”, sa:12-3)
“PAGE - Zatı devletinizi iyi gördüğüme memnun oldum. Gönderdiğiniz av eti için teşekkürler, bay
Shallow.
SHALLOW - Sizi gördüğüme sevindim bay Page. Allah ağzınızın tadını eksik etmesin. Gönül
isterdi, av eti daha güzel olsun..... Sayın bayan Page nasıllar? Sizi oldum bittim içten severim, doğrusu...
Candan...”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:11)
Hem sonra, biliyorsun ya, çadır kurmayı oldum bittim becerememişimdir; hep çarpık çurpuk, biçare,
acınası çadırlar çıkmıştır elimden. Çadır değil de, köyde bir yer buldum kendime.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:28)
“DESAVESNES - Ben bu evde doğdum, Denise; yirmi yaşına kadar da burada yaşadım...... Senin
annenle ben, hiçbir zaman iyice anlaşamadık. Nasıl söyleyim? O, oldum bittim ciddidir. (Bir müddet sonra.)
Bizim eski iskemleler!”
(Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:15)
Oldum olası : Kendimi bildim bileli, çok eskilerdenberi
“Evet, babanız oldum olası tuhaf biriydi, bundan kuşkunuz olmasın.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:7)
“Oldum olası içimde biri, bütün gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:112)
“Olay açıklığa kavuştuğuna göre, biraz beklemenin ona hiçbir zararı olmazdı; hem belki garson kız
haklıydı ve bu adam ona oldum olası hayalini kurduğu yabancı bir dünyanın kapısını açabilirdi: Sonuç olarak,
modellik yapmayı da istemiyor muydu?”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:94)
“Victor’un ailesi Félicité’ye oldum olası barbarca davranmışlardı. Bu yüzden onları hiç görmemeyi
yerinde buluyordu. Doğrusu istenirse, yürekleri o kadar katılaşmıştı ki çocuğu unutmak için uzun zaman
beklemeye gerek duymamışlardı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:27)
“Kuşkusuz, gelişigüzel açıklamalar bunlar, daha başka, yine gelişigüzel açıklamalarla değiş-tokuş
edilebilirler. Kısa süren dilsizlik anları oluyordu ve onları dile getirme gereksinimi -yazma nedenlerim- oldum
olası hep aynı kaldı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12)
“Üç gün sonra Luke’un yanına döndüğümde ona olayı anlattığımda öfkeden küplere bindi:
-‘Neden San Antone’a telgraf çekip hepsini orada yakalattırmadın?’
-‘Haklısın, telgrafın oldum olası hayranıyımdır ben, ama o sırada yıldızları incelemekle meşguldüm.’
kapitalist, ellerini kullanmasını gerçekten iyi biliyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:204)
“Oldum olası, hep geyik avına giderlerdi. Memed’in üstüne bir avcı daha yoktu köyde. Pireyi vururdu.
Öyle de atıcıydı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:64)
“Ekvator’da, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar boydan boya ve oldum olası ateşten bir gök
altında yanan ıssız ovalar varmış. Orada her gördükleri şey dehşete düşürüyormuş onları.”
(Th. More, “Utopia”, sa:17)
“LOUISA - Seth de yerin dibine batası Mannon’ları ile amma böbürleniyor ha! Ben de Ezra’nın karısı
için söylemeden duramadım doğrusu.
AMES - Eh, onun bir ziyanı yok. O zaten ondan oldum olası nefret eder.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:21)
“Gövde parçalanmış, tekerlekler fırlamış, sanki bir mucize olmuş, tutuşmamıştı. Yerde kan yoktu, ama
benzin vardı. Sonra bir arabaya yük eyerek götürdüler motosikleti. Oldum olası motosiklet sevmemiştim, ama
boynu bükük bir gitara benziyordu.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:5)
“BİR ÇİFT AYAKKABI
-----------------------------Yaşamımı didik didik ettim ben,
Ruhumu da düğümlere ayırdım.
Tanrı’m, inan ki bıktım bendeki ‘en’den,
usandım, usandım, usandım Tanrı’m!
Hep en yüksek dalgalarda tepenin
doruğunda, en kıyıda, kıl payı...
Oldum olası hep jarse giyerim,
‘artık yıl’ demektir her şubat ayı.”
(Margarita Petkova<d.1956>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.03.08)
“LADY UTTERWORD - Vurdumduymazlıktan gelin en iyisi. Babam çok zeki adamdır. Ama oldum
olası unutkandı. Yaşlanınca büsbütün beter olmuş tabii. Yalnız kulağınızda bulunsun, gerçekten unuttuğuna
inanmak güçtür bazan.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:15)
“ ‘Nutsuz, öfkeli anlarım oluyor ama, delilik değil bu. Ne var ki, Politeknik Okulu’nda olduğu gibi
toplumda da beni bu yüzden deli sanabilirler..... Yalnız, yürekliliğimi çok aşan bir şey varsa o da, bana oldum
olası vicdan azabı çektirecek bir konu karşısında bulunuvermek.’ ”
(Stendhal, “Armance”, sa:42)
“Yas giysileri içinde bütün rakibelerini fersah fersah geride bırakan kontes yüksek mevki sahibi üst
tabakadan genç erkeklere cilveler yaptı. Onlardan biri de -N kontu oldum olası Limercati’nin değerinin bu kadar
zeki bir kadın için bir parça ağır, bir parça yapmacıklı, doğallıkları uzak olduğunu söyleyip durdurdu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:37)
“-Nasıl anlatmalı... Bu bizim Murat... Belli etmemeye çabalar ama, oldum olası, biraz para canlısıdır.
-Hiç fark edemedim!
-Çünkü belli etmemeye çalışır. Hele gözüne girmek istediklerinin yanında...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:306)
“Gene de çocuğun başka birine çılgınca tutulmuş olması genç kızda zerrece kıskançlık ya da can
sıkıntısı vermiyordu. Tersine, hoşuna gidiyordu onun. Bu tutku Dorian Gray’i daha ilginç, incelemeye değer
kılıyordu. Lord Henry oldum olası doğa bilimlerine karşı derin bir merak beslemiş, gelgelelim bu bilimlerin
sıradan konularını önemsiz, entipüften bulmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:69)
Oldu olacak; Oldu olacak kırıldı nacak : Olanlar oldu, bunu kabullenmek gerek, geçmişi unutalım
“Ahmet de yumurtayı soyup üçe böldü. Cemal:
‘Ulan Bozoğlan, oldu olacak, yumurtayı da garıştır şuna!’ dedi. ‘Aşşa mehalleli olduğunu yer yerde
belli ediyon gahbecik!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:23)
“Misafirleri başıyla sessizce selamladı, bu kez kutsanmak için hepsi önünde eğildiler, hatta Misuov oldu olacak gibilerden elini de öpmek istedi ama başrahip tam o sırada elini çektiği için öpemedi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:127)
“Ne yapalım, oldu olacak, kırıldı nacak <odun yarmakta kullanılan, kısa saplı, geniş ağızlı, arkası
tokmak odun baltası>, hele şu büyük düğünü de seyredelimki, ötesine Allah kerim! Ya birden kalkar,
Topçular’a göçer; yine Nazlı’mızla, tirşe gözlümüzle kah ninniler, kah türküler söyler; kah Karmen’ler, kah
Travyata’lar çalar; yahut da yine Reha Beye uyup bu yazı Kağıthane’lerde, Göksu’larda, Çırpıcı’larda heyheyler,
hoyhoylarla geçiririz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196)
Oldu olmadı : Aşağı yukarı
“Bu kızın da bana çektirmediği kalmamıştı hani! Doğalı dokuz yıl oldu olmadı, yakalanmadığı hastalık
kalmadı... Sonra sümsük mü sümsük, çirkin mi çirkin.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15)
Ole : İspanyol matador’larından alınma, bir zafer, kazanç haykırısı ve gösterisi olan bir nida, sayha
“Onu destekleyenler, ‘Sayılmaz, sayılmaz, Hauke bir daha fırlat!’ diye bağrıştılar.
Ama öteki takımın yargıcı buna karşı çıktı, ‘Sayılması gerekir, atılan atılmıştır!’ dedi.
Gençler, ‘Ole, ole! Nerde bu Tanrı’nın belası’ diye bağrıştılar.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:38)
Olemp - Olimpiyat Oyunları - P a n h e l l i k -Tüm Yunanlılar ortak- : Eski Yunanlıların, M.Ö. 776 yılında
başlattıkları O l i m p i y a t l a r, insanlık tarihinde depremler gibi zaman zaman oluşagelen insan kıyımlarının
ve mezaliminin aksine, insan denen yaratığın, doğanın verdiği yaratıcılık ve sevgi, kardeşlik, paylaşma gibi
olması gereken yaşam sevinci ve mutluluğunun, olimpiyat meş’alesi gibi, sonsuza kadar göklerde parlayacağını
vadeden bir insanlık abidesidir. Ping-Pong şampiyonluğum hariç, hiçbir zaman vasatın üstünde bir atlet
olmadım, ama 1966 Olimpiyatlarını Montréal’de o kanatsız melekleri seyrettiğimde zaman zaman sevinç ve
uluhiyet gözyaşlarımı tutamadım. Belki bir gün..(İ.E.).
“D i n, aslında kendi içinde parçalanmış olan Yunan dünyasına, kendi birliğinin bilincini sağlamada
büyük rollerden birini oynuyordu. Aynı tanrılara tapıyordu Yunanlılar ve belli tapınakların öylesine bir ünü
vardı ki, k u t s a l yerler olarak, Yunan dünyasının her yanından gelen hacılarca ziyaret ediliyorlardı sık sık. Bu
tapınaklar ve kutsal yerlerle, büyük eğlenceler tüm Yunanlıları, ortak bir heyecan çevresinde yaklaştırıyordu
biirbirine. Başta gelen kutsal yerler E p i d o r, D e l o s ve özellikle O l e m p i y a ve D e l f o i tapınaklarıydı.
Kutsal D e l o s adasında, bütün İyonyalılar, Apollon’la kızkardeşi Artemis’i kutlamak için
toplanırlardı. E l i d e’de bulunan Olempiya, aslında bir kent değil, Z e u s’un bir tapınağıydı. Kutsal bir sur’un,
Altis’in içinde, çeşitli anıtların ortasında eski H e r a tapınağı yükseliyordu. Aşağıda, Altis’in ayakları dibinde
ise, s t a d y u m ile h i p o d r o m bulunuyordu.
P a n h e l l i k oyunlar, spor yarışmaları idi ki, bir kaç tapınağın gölgesinde, bütün sitelerin
şampiyonlarını karşı karşıya getirirdi. Belli bir dinsel anlamı vardı bu yarışmaların: Atletlerin çabası tanrılara bir
saygıyı saygıyı dile getirirdi; başarı ise, tanrının bir yeğlemesi olarak görünürdü.
Panhellik oyunlar dört taneydi: Bunlar, Korent kıstağındaki <berzah> İ s t m i k oyunlar;
Pelopobez’de Neme vadisinde N e m e oyunları; Delfoi’de P i t i oyunları ve son olarak da, O l e m p O y u n
l a r ı adlarını taşıyorlardı. Yalnızca doğuştan özgür Yunanlılar katılabiliyorlardı buna. Bu vesileyle, haberciler,
o günlerde kutsal bir mütareke ilan ederlerdi. Yun anlılar arasında tüm anlaşmazlıklar kesilirdi ve hacılar,
Zeus’un koruması altında Olempiya’ya çıkarlardı. Onlara saldırmak günah sayılırdı. Birkaç haftada büyük bir
kalabalık bir araya toplanırdı. Açıkta ya da çadır altında yatar uyurlardı. Atletler, hakemlerin gözleri önünde
yarışmalara hazırlanırlardı. Bir hafta süren oyunlar, bir kurban töreni ve yarışacaklarla hakemlerin oyunuın
kurallarına dürüstlükle uyacakları hakkında bir yemin töreni ile başlardı. İlk başlarda altı yarışma vardı: Koşu,
güreş, boks, ok atma, disk atma ve araba yarışı. Daha sonraları çeşitli yarışmalar eklendi bunlara: Bir silahlı
yarışmanın yanı sıra pankreas <bugünkü güreş+boks+tekme vb> , ve, beş yarışmayı : 1) Yüksek atlama; 2)
Disk, 3) Ok atma, 4) Koşu, ve 5) Güreş : bir araya getiren p e n t a t l o n. Stad, kırk bin seyirciyi içine
alabiliyordu.
Yenenlere, ö d ü l diye, zeytin dalından örülme bir taç verilirdi. Ancak, bütün Yunan dünyasında
ünleri yayılır, ve sielerinde armağanlara ve şereflere boğulurlardı. Simonid ve Pindaros gibi şairler, başarılarına
şiirler düzerlerdi : ‘Kollarının sertliği ya da bacaklarının çevikliğiyle oyunlarda rakiplerini yenip, cesareti ve
gücüyle, en yüce ödülü alan kişi, şairlerin şiirlerini hak etmiştir ve mutludur.’
Olimpiyat’lar, açılış yüzyıllarında, bir ara, M.Ö. 570’en sonra, Piza kentinin eğemenliğinde iken,
siyasal nedenlerden dolayı, ELİS ve SPARTA eğemenliği altında kalmıştı. M.S. 400. yılın sonuna kadar orada
her dört yılda bir yapuıldı, sonra tekrar Atina’ya döndü. Olimpiyatlar, insanlık tarihinin en yüz kızartıcı
safhalarından biri olan İkinci Dünya Savaşı döneminde, 1945’de tatil edilmişti <Maamafih, 1936
olimpiyatlarının Jesse Ovens’ını ve diğer bazı yüce kişileri, o zamanki sinemaların ‘Newsweek’ lerinde,
Hitler’in de tepkilerini alkışlayarak seyretmiştik. 1950 Londra Olimpiyatları, neşeli ve şanlı bir ‘yeniden
başlayış’ oldu.>
(Server Tanilli, Yüzyılın Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:305)
oleograph : (SAN.,KOLLL.) <olio’graf> : Yağlı boya taklidi resim
O Liberté, O Liberté, que de crimes on commet en ton nom ! : (FR.,DEVL.,KOLL.) <O liber’te, O liber’te,
kö dö krim on kome an ton no(m) !> : Ah Özgürlük, Ah Özgürlük, senin ismine ne cinayetler işlenmiştir !
(Bu sözler, Madam ROLAND tarafından, kendisi kurban gitmeden birkaç dakika önce, ‘Hürriyet Heykeli’nin
ardına yerleştirilmiş Giyotin’i farkettiği zaman kullanılmıştır) = ‘O Liberté, O Liberté, what crimes are
committed in your name!’ (Words spoken by Madame ROLAND, just before her execution when she saw the
guillotine set up near a statue of Liberty) (İNG.)
olio : (ART,KÜLT.,YEMEK,İSP.) <o’lio> : Türlü şeylerden yapılı türlü yemeği; bir araya getirilmiş musiki
dergileri vb.
olla : (ART,KOLLO.,İSP.,YEMEK) <o’la> : İspanyaya özgü yuvarlak çömlek kap; olla podriga : bu
kap’da pişirilen türlü yemeği
Olmadık işlere burnunu sokmak : Hiç akla hayale gelmeyen işlere karışmak
“Daha sonra adımın nasıl ayyaşa çıktığını, derken bir sürü kavga patırdıdan sonra yazı kurulumdaki
işimden ayrılıp Paris’e muhabir olarak yollandığımı anlatmalı, nasıl bu lanet kentte bir bohem hayatı yaşadığımı,
sağda solda sürttüğümü, olmadık işlere burnumu soktuğumu anlatmalıydım.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:84)
(-‘den, -dan) olmak : Kaybetmek
“Zavallı Bourgsweildorf, parasını Robert’ın ısrarları ve verdiği güvenceler üzerine dergi işine yatırmış,
servetinden olmuştu. Ama Robert, sonraları kendisinin de dediği gibi, ‘tasfiyeye giderek’ tam zamanında başını
kurtarmıştı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:73)
Olmamak : Kadının adetini görmemesi
“Mathieu yüzünü buruşturdu
-Emin misin?
-Eminim. Yoksa telaşlanmam. İki aydır olmuyorum.
-Allah kahretsin!”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:16)
Olmayacak duaya amin demek : Kabul edilmeyecek olan dua, dua edilmez hatta düşünülmez bile
Bk.: Kabul olunmayacak duaya amin denmez
“Mrs. HUSGABYE - Hah, şimdi adamakıllı açıldınız. Haydi, sizi baştan çıkarayım. İkinci büyük
aşkınız olmamı ister misiniz?
MAZZINI - Olmayacak duaya amin demem, Mrs. Husgabye. Doğrusu, benim ruhumu
okşamıyorsunuz. Hele ben sizinkini hiç okşamam”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:74)
Olmaz olsun : Keşke olmasaydı, olmaz olsaydı
“‘Ben ne iş görebilirim şimdiden sonra? Topraksız ne iş görebilirim? Zulüm’ dedi. ‘Sizin gene, ekin
bitmezse de tarlanız var. Yeriniz var, yurdunuz var...’
Aşık Ali:
‘Var,’ dedi.
Hösük:
‘Olmaz olsun,’ dedi.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:25)
Olmazsa olmaz : Mutlaka olması gereken koşul (Lat.: ‘Non sine quo’)
“‘Elbette, ben de elifi elifine aynı şey söylüyorum,’ diye sürdürdü Sancho. “Söz size, Bu olmazsa olmaz
kurala, Pazar törenlerine uyduğum gibi uyacağım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51)
“İlk gençlik çağlarımdan beri, öztürkçecilik akımının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünürüm.
Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, herkelime zaman içinde başka anlamlara bürünüyor; atasözlerinde, şiirlerde,
gündelik konuşmalarda kullanıla kullanıla anlam kaymalarına uğruyor ve bir lisanın tadı tuzu gibi olmazsa olmaz
bir niteliğe bürünüyor.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:207)
Olsa olsa : İhtimal dahilinde, olası, muhtemelen, belki, tahminen
“Onu en son ne zaman gördüğümü anımsamaya çalıştım ama hiçbir şey açık seçik değildi. Geçmişi
zihnimde taramaya başladım ama fazla gerilere gidemedim ve babasının öldüğü güne gelince durdum.
Lisedeydik ve olsa olsa on yedi yaşındaydık.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:8)
“-... bu kağıtlar sinekler için yapılmıştır.- formülün mucidinin bu korkunç ve anlamsız can çekişmeyi
uzun uzun seyrettiğiini anlarız - bu yavaş ölüm olsa olsa küçük bir çürüme kokusu yayacak. (Beylik düşünceleri
yaratan deha budur.)”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:46)
“Kaçamak bir göz atıyor kadına ve o anda aklına geliyor: Bu kadını sevebilirdim. Bedenlerin birbirine
sokulmasının ötesinde bir şey hissediyor ona karşı, olsa olsa hısımlık diye adlandırabileceği bir şey.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:74)
“Soraya ile sevişmesinin, olsa olsa yılanların birleşmesine benzediğini düşünüyor; uzun uzun,
kendilerini iyice vererek sevişiyorlar; ama en coşkulu anında bile oldukça soyut ve yavan bir birleşme bu.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:9)
“Bu temelci harfi harfine yorum anlayışı eskilere uzanır; kilise babaları arasında bile harfi harfine
yorumu savunanlar ile daha incelikli bir yorumbilgisini destekleyenler (sözgelimi, Aziz Augustinus) arasında
tartışmalar olmuştur. Ama modern dünyada katı temelcilik olsa olsa Protestan olabilirdi, çünkü temelci
olabilmek için, hakikatin Kutsal Kitap yorumundan çıktığını kabul etmek gerekir.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:98-9)
“Gece (Snoopy’nin çok iyi bildiği gibi) olsa olsa ‘fırtınalı’ olabilirdi. Öncelikle Kuzgun’un odaya
girişini haklı çıkarmak, ikinci olarak da ‘odada hüküm süren (fiziksel) sakinlik ile bir karşıtlık etkisi elde etmek’
için.”
(U. Ego, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Loisy Ormanları”, sa:57)
“Ben müziğin tadına varmak için, onu edebiyat ya da yazınla ilişkilendirmek gereksinimini hiç duymam
ve bir eserin ‘anlamı’ beni hiç ilgilendirmez. ‘Anlamı’ eseri daraltır ve beni rahatsız eder. İşte gene bu nedenle
ve Schubert’in, Schumann’ın ya da Fauré’nin pek güzel uyuşumlarına rağmen, her şeyden çok sevdiğim sözsüz
müzik ya da olsa olsa, bir ilahinin gizemini bahane sayan müziktir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41)
“Biriktiriyordu, bu da içki ve sigara içmemek, hemen hiç kumar oynamamak demekti. Kendine çok
görmediği tek oyun, pazar günlerine özgü iskambil oyunuydu: ama oyunda kazandığı para da -o denli akıllıca
oynuyordu ki, hemen her zaman kazanıyordu- biriktiriliyor, çocuklarına olsa olsa birkaç kuruş kıyıyordu.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15)
“-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu
milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve
nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir
hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96)
“ ‘Ya bir devlet çökerse?’
‘Devlet hiçbir zaman çökmez, olsa olsa bir başkasına yer vermek için sosyal yapısını dağıtır. Zira
yeni bir halk, yok olanın yerini alacaktır.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:57)
“Acırcasına yüzüme bakıyorlardı. O zaman öğretmenliğimin her gün yüzlerce göz tarafından
gözetlenmek, sessizce yargılanmak, benden olsa olsa beş altı yaş küçük kişilerce horlanmak, çağı dolmuş kabul
edilmek anlamına geldiğini açık seçik kavradım. Donmuştum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:182-3)
“ ‘Bu, olsa olsa bir kültür ayrılığıdır.’
‘Hayır, bir ruh, bir seciye (karakter), bir zihniyet, bir yaş farkı... Ne dersen de, onu, bizim kuşağa mal
edemezsin.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:218)
“Ama laf aramızda, öyle sanıyorum ki pek az kimse bu yazının gerçek bir hikayeden çok, olsa olsa
ilerde yazılması düşünülen hikayenin ‘taslağı’ olduğunu anlayacak.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:41)
“Afrika ormanlarındaki gibi yırtıcı hayvanlar, yılanlar olacak değil a bizim çıplak toprakta. Olsa olsa
cin, şeytan, yatır veya ölümsüzlüğün sırrına eren dedeler doldurur köşe bucağı.”
(M. Makal, “Memleketin Sahipleri”, sa:3)
“... telefonun sesi uyandırdı beni ve Rosa Cabarcas’ın paslı sesiyle gerçek hayata geri döndüm. ‘Sende
eşek şansı varmış,’ dedi bana. ‘İstediğinden ala bir piliç buldum, ama bir sakıncası var: Olsa olsa on dört
yaşlarında’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
“Önemli konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero’dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz’miş.
Gençliğinde varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo
Vespucci ile kader birliği etmiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15)
“Bağırıp duran oğlan iyice küplere binmiş, bir ağlamadığı kalmıştı. Oğlana cevap vermek istese bile, kusma
sonrasında ağzının içi iyice kurumuş, bir damla tükürük bile kalmamıştı. Bird olsa olsa kuş sesi gibi bir sesten
başkasını çıkaramayacağını biliyordu. ‘Ne yapmalıyım acaba?’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa100)
“OİDİPUS - Ama gerçekten de bunca aşağılık mı kadın cinsiyeti?
TİRESİAS - Hiç de değil. Olsa olsa tanrıların gözünde aşağaılaık şeyler vardır. Kayaya
dokunduklarında yok olan rahatsızlıklar, tiksintiler ve yanılsamalar vardır. Burada kaya, cinselliğin gücüydü...’ ”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:29)
“Sonra yine uzanıyor, her şeyi baştan düşünüyordum. Demek ki Scarpa kaçtı, diyordum. Kaçtı mı,
kaçamadı mı? Nerede oturduğumuz Giuseppe’den başka biri var mıydı? Aklıma yağmurun yağdığı gece ve
sarhoş meyhaneci geldi. Keçi suratlı herif. Olsa olsa, beni değil Carletto’yu tanırdı. Binbaşı? Hiç kuşkusuz
kendini tehlikeye atmazdı o.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:172)
“Bina neredeyse bitmiş. Tüm duvarlar birbirine geçirilmiş ve sütunlar özenle tavan pervazının altındaki
yerlerine yerleştirilmiş, yukarıda V. Paulus’un Latince hatlanmış ismi var, her ne kadar kral artık Latince
anlayamasa da, Papa’nın isminden sonra gelen sıra sayısının kendi isminden sonra gelen sayıyla aynı olduğunu
görmekten her zaman büyük haz duyuyor. Bir kralda tevazu, olsa olsa zayıflığa delalet eder.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:6)
“KAPTAN -... Akşamdan akşama görürsün suratını. Geceleri uykuda geçirirsiniz daha çok. Bütün gün
defedersin başından. Çarşılara çıkar, paracıklarını saçar savurursun. Bu da fazla gelirse bir denizciyle evlen.
Yılda olsa olsa, üç hafta başına ekşir.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:99-100)
“Olsa olsa, genel neşeye ve bütün gönüllerin ışımasına karşı çıkmak, onlara katılmamak istermiş gibi,
kırsal yörelerdeki şatolarına çekilen pek soylu birkaç aileyi saymak olasılığı vardı. Bu soylu ve zengin ailelerin
Fransız ordusu için istenen yardımları bölüştürülmesinde can sıkıcı bir biçimde seçilmiş oldukları da bir
gerçektir.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:23)
“ ‘İşte yasemin! İşte alkol! İşte bergamot! İşte aselbent!’ diye hırıldamasını sürdürdü çocuk; saydığı her
isimle birlikte, şişelerin olduğu rafların olsa olsa hayal meyal seçebildiği karanlık odanın içinde başka bir
noktayı gösteriyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:79)
“Sevgilim,
bu adanın çapı olsa olsa elli kilometreyi geçmez sanıyorum. Çepeçevre dolaşan daracık bir sahil yolu
var, çoğu yerde sarp kayaların tepesinden, kimi zaman da tuzdan kavrulmuş ılgın ağaçlarının çevrelediği, benim
de ara sıra mola verdiğim minicik, ıssız, taşlık koylara inen çıplak kıyı düzlüklerinden geçiyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:23)
“Sonra Pereira telefon rehberini alıp Rossi, ne tuhaf bir ad, olsa olsa bir tane vardır, diye düşündü ve
iddiasına göre tek bir numara çevirdi, çünkü numarayı çok iyi hatırlıyor.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:9)
“Kralın kaçışı, gerici güçlerşn önemini ve onları koruyan kralın ikiyüzlülüğünü gösterir Robespierre’e;
kralın geleceği hakkında karar verilmesini boş yere ister. Meclis, her şey gün gibi ortada iken, kralın kaçmadığı
düşüncesine varır; olsa olsa kaçırılmıştır, o suçsuzdur!”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:40)
“KUTSAL TİNE
-------------------Bunların hiçbir düşüncesi yoktu: olsa olsa
Koyu inanç ve körleştiren dünya.
Nerede engellenmiş hayalet?
Başka bir başlangıç var mıydı?
Yalnız bir kesinlik
Senin cansız bakışının yanında,
Yanında hayalet ağacın,
Ayırt edebilirim: bunlar biter.”
(Yvor Winters-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.02.03)
“İhtimal, Miss Mitford’la Flush eşikten en az üç buçuk dakika kadar bekletildiler. Neyse, sonunda elli
numaranın kapısı ardına kadar açıldı, Miss Mitford’la Flush içeri alındılar. Miss Mitford evin devamlı
konuklarındandı; Barrett’lerin aile evinin onun üzerinde şaşırtıcı değil, olsa olsa yatıştırıcı bir etkisi vardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:21)
“Köşker çarşısının son köşker dükkanında ayağıma kırmızı ‘yemeni’ler giydiren elleri de olsa olsa onun
ellerinde bulabilirdim. Bir zamanlar kendisinden bir karabasan gibi kaçmaya çalıştığım bu kadına
düşündüğümden de fazla bağlı olduğumu, onu düşündüğümden de fazla sevdiğimi anladım birden.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:136)
“Kendi nefretlik bedenine pek az kıymet veriyordu ve bu alçakça tecavüzü özel bir durum olarak
göremeyecek kadar çok aşağılanma tecrübesi olmuştu ama gömleği, yeşil eteği ve önlüğü yırtılmış, üstüne üstlük
bu şerefsizler pahalı küfesini de parçalamışlardı. Karmanyolacıları derhal ihbar etmek üzere şehre dönmeyi
düşündü ama şehirdekiler olsa olsa onunla dalga geçecekler ve <kimse> ona yardım etmeyecekti.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:240)
Olta atmak; Olta uzatmak : Tuzak olabilecek bir fikir sunmak, sureti haktan görünüp karşısındakinin fikrini
öğrenmek; Gerçekten balık tutmak için nehir, göl ya da deniz kenarında suya oltayı atmak
“Meteor
Tam başımın üstünde
upuzun bir meteor ipliği
parlayarak salındı.
Dikkat!
Evren altından oltasını
atıyor bana.
Hayır,
yutmayacağım zokayı!
Dünyanın gecesinde
yüzmeye devam...”
(Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.10.05)
“Yaşlı noter emekliye ayrılınca onu yanında getirmiş, bir duvara gömdürmüştü. İçinde bir sürü şey
saklama alışkanlığı vardı. Herhalde Duveyrier’ler gece bu kasayı aramış olmalıydılar. Theophile onları
konuşturmak için olta uzattı:
-Sahi, dedi yargıca, noteri çağırsak olmaz mı? Babam kendine gelirse, vasiyetinde değişiklik yapmak
isteyebilir.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:101)
Oltaya gelmek, takılmak, tutulmak : Birinin kurduğu fikir tuzağına düşmek
“... çekilen resimler son derece titizlikle yıkanıp basılmıştı. Burkhardt’ın yemleriydi bu resimler ve
Burkhardt dostu Veraguth’un nasıl oltaya geldiğini, yemleri nasıl yuttuğunu derin bir heyecanla izliyordu.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:42)
“Julius Caesar, çok hızlı gidiyor. Yağmur da başlıyor.
Julius Caesar ‘Yağmur yağdığı iyi oldu,’ diyor, ‘Yağmurda daha çabuk oltaya tutulur.’ Ve gülüyor.”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:156)
“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra,
‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,
havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’
‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın
yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu
ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’
‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu oturmuş,
küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti diyorum
sana; ara da bul!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261)
“Madam Josserand şaşkınlıkla dinliyordu. Gerçekten de ipekçi tüccarı, damat olarak hiç düşünmemişti.
Madam Juzeur üsteliyordu: Auguste’ün gözlerini Berthe’den hiç ayoırmadığını söyledi. Erkekler konusundaki
deneyimi ona Octave’ın hiçbir zaman oltaya gelmeyeceğini, oysa Mösyö Vabre’ın hazır olduğunu söylüyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:64)
Oltaya gelmemek :
(Argo)
Karşısındakinin onu tongaya düşürmeye çalıştığını görerek, onun teklifini kabul etmemek
“Şvayk oltaya gelmedi: ‘Bu yüzden askeriz ya. Anamız bizi vatan uğruna boğazlanalım diye doğurmadı
mı? Kemiklerimizin boşu boşuna çürümeyeceklerini bildiğimiz için seve seve can veririz biz de. İmparator
Hazretleri’nin bir emriyle Hersek’i aldık; istesin, bile bile ölüme gideriz.’ ”
(Y. Haşek. “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:217)
Oltaya getirmek :
Tuzağa düşürmek
(Argo)
“İş bulamayan Oxford ya da Cambridge mezunlarından birini tutarız. Hem, ucuza gelir. Ona bir cüppe
ve... tepesinde püskül olan şu küçük, kare şapkalara ne diyorlardı?... ondan giydiririz. Bu ebeveynleri oltaya
getirir, hı? Sen gözlerini açık tut da bak bakalım, aynı ata oynayan fazla okulun olmadığı iyi bir bölge var mı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:271)
Oltaya vurmak : Kaçmak, izinsiz gitmek, ortalıktan kaybolmak
“Schalom ara sıra oltaya vuruyor, iki-üç bin frank koparıyor ve birkaç hafta ortadan yol oluyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:100)
Oluk gibi; Oluk oluk (kan, su, ter akıtmak, akmak) : Pek çok, sayısız; ırmak gibi
“SONDEYİ II
Ölüler günü yeniden yaklaştı
Duyuyorum sizi, görüyorum sizi, yakınımdasınız:
----------------Kıpırtısız gözkapaklarından, tunçtan gözkapaklarından
Gözyaşları gibi eriyen kar oluk oluk aksın.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:91)
“GALATA KÖPRÜSÜ
<Tempo Rubato, s.:13-14>
---------------------------Geçmemiş olsaydım eşiğini
denizin, karışık keskin kokuları arasında
şişteki etin
baharatın sebzelerin lezzetlerin
ve çıtırdayan hoş kokusu
fırınlardaki ekmeğin
gittiğini sanırdım
sesler kokular ve kalabalık arasında
coeullia zeniana’dan (*) oluk oluk dökülen
Tanrının Anası’nın yakınında.”
<Coeullia:Tepe, köy; Zeniana: Genovalı>
(Piera Bruno-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03)
“Kuzey yeli gökyüzünü, deniz gibi mavi ve parlak yeni bir tene kavuşana dek kazıdı. Her yanda
kuvvetli, neşeli, sevinçli bir uyumsuzluk, sınırsız bir coşkuyla kuşların ötüşleri yankılanıyor. Gün, oluk oluk
akıyor ve ışıldıyor.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:260)
“Ama Fisherle ona rahat verniyordu. Kien’in burnu akmaya başladı..... Fischerle bağırarak atıldı:
‘Durun! Durun! Ben gelene dek bekleyin!’ Mendili Kien’in elinden hızla kaptı -kendi mendili yoktu- dikkatle
burna yaklaştı ve damlayı paha biçilmez bir inci tanesiymiş gibi aldı. ‘Bana baksanıza siz,’ dedi, ‘artık
yanınızdan ayrılacağım! Burnunuzu hımkıracaktınız, kitaplar oluk oluk dökülecekti!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:290)
“Her an kalemini eline alıp yazmaya başlayabilir. Ama bu yazıların bir delinin yazısı olmasından
korkuyor, sayfalar dolusu alabildiğine kötülük, müstehcenlik. Deliliğin, sağkolunun damarladından parmak
uçlarına ktığını, sonra kaleme ve kağıda geçtiğini düşünüyor. Oluk oluk kan akıyor, kalemini mürekkebe
batıurmasına gerek yok, br kez bile.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:25)
“Uyuyamayacak kadar huzursuz. Şafak sökerken dağın eteklerine doğru uzun bir yürüyüşe çıkıyor.
Yağmur yağmış, oluk oluk sular akıyor. Çam ağaçlarının baş döndürücü kokusunu içine çekiyor. Bugünden
başlayarak özgür bir adam o, kendinden başka kimseye karşı görevi yok.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:205)
“Bir çocuk, kulağını yırttı. Bir genç kız, yeninin içinde sakladığı bir bizle yanağını yardı. Başından
tutam tutam saç, vücudundan lokma lokma et koparılıyordu. Başkaları, sırıkların uçlarına insan pisliğine
batırılmış süngerler takmış, yüzüne sürüyorlardı. Boğazının sağ yanından oluk gibi kan fışkırdı. Bunun üzerine
halk kendinden geçti. Barbarların sonuncusu olan bu adam onlar için tüm Barbarları, tüm orduyu temsil
ediyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:390)
“ ‘Git artık, bırak bizi savaşalım ve öldürelim,’ dedi. ‘Yüreğimi yumuşattın. Annemi anımsattın bana.
Ama yeter! Yeter güzel çocuk! Kıyam yeniden başlamadan kaç! Kan oluk oluk aktığında, kentler yandığında,
dünyanın bir bütün olduğunu ve aptallığımız, öfkemiz ve vahşetimizle onun bir parçası olduğumuzu
düşündüğümde seni anımsayacağım. Sağlıcalıkla kal!’ ” ..... “Yenik düşmüş ülkelerin makineleri ve parası oluk
oluk akarak düşmanın eline geçti.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:111;164)
“Ellerini uzattı. Ama tam o sırada tırmık, eskiden ancak on ikinci saatte yaptığını şimdi gerçekleştirip,
subayın delik deşik olmuş gövdesiyle birlikte havaya kalkıp yana kaydı. Kan, suyla karışmadan oluk oluk
akıyordu, çünkü bu sefer su boruları da çalışmamıştı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:67)
“Oluk gibi akan parayı nasıl harcayacaklarını bilemiyorlardı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180)
“ ‘Abartıyorsun Melçedizek,’ dedi. ‘Dünya durduğu yerde duruyor. Korkmayın hanımlar.’
‘Dünyanın boğazı kesildi,’ diye inildiyordu Lazarus, gözlerinden oluk oluk yaş akıtarak. ‘Çölün sesi
susturuldu. Şimdi biz günahkarlar için kim seslenecek Tanrı’ya? Dünya öksüz kaldı!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:314)
“Hösük bir kucak sap daha getirip ateğe attı. Haziran gecesinin sıcağı bir yandan, ateş bir yandan,
yüzlerinden oluk oluk ter akıtıyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:33)
“Memed, hayretler içinde donup kaldı. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Sonra terledi. Teri oluk oluk
akıyordu. Bütün umutları suya düşmüştü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:22)
“Atlar yüzünden dünyanın her yanından onlara oluk oluk altın geliyordu. Padişahlar, Beyler onlardan
yılkı yılkı atlar alıyorlardı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:9)
“Bir adımlık tırmanmak için olsun tutunmaya çalıştığınız anda elinizi kanatıyor, üzerine basmaya
kalkıştığınızdaysa ayaklarınızı yarıyordu. Biri dokunduğunda oluk oluk kanamaya başlayan taşın çevresinde
oluşturduğu yıvışık balçıkta, insanın ayağı kayıyor, ayakta kalmayı becerseniz bile, düşmeden yürümek
imkansızlaşıyordu.”
(M. Mungan, “Elli Parça”, sa:183)
“Oluk oluk suyla palmiye lifinden yapılma uzun saplı bir fırçanın da eksik olmadığı tüm bu işlemleri bir
kez daha süleymanın alter egosu hintli subhro yönetiyordu. Subhro mutluydu çünkü geleli yirmi dört saati
geçtiği halde başka bir fil terbiyecisi gözüne çarpmamıştı.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:118)
“Kont Paganello’yu, öldürücü vuruştan önce, o zavallı kadına yaptığı gibi kama kalbine dokunsun diye,
sol memesinin altından bıçakla yaraladılar. Bundan dolayı, göğsünden oluk gibi kan aktı. Bu durumda yarım
saatten çok yaşadı, herkes son derece şaştı. Çok güçlü gibi görünen, kırk beş yaşında bir adamdı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:52)
“-Erkeklerimizin bize yapılan saldırıları engellemek için silahlacaklarını bilseniz iyi olur. Bizim
insanlarımızın da, dostlarımızın çocuklarının da. Ve bilin ki bu şiddet ortamında oluk gibi kan akacak.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:162)
“Yalnız buradaki binalar ağaç (ahşap) değildi; çoktandır bina bile değillerdi. Pislikle dolup taşan ara
yolların birbirinden ayırdığı tuğla hücrelerdi bunlar. Ara yollar gün boyu çıplak insanlarla dolup taşardı;
günboyu West End’de icrayı sanat etmiş hırsız, dilenci ve fahişeler gece olunca oluk oluk buraya dönerlerdi.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:68)
“Yeni padişahın askeri ve politik konularda da engin bir bilgi birikimi ve yeteneği olduğunu Bizanslılar
çok iyi bilmektedirler. Mehmet hem dindar, hem de acımasızdır, hırslı ve gaddardır. Oluk gibi kan
akıtmaktadır.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:35)
Oluktan boşanır gibi : Çok gür, bolcana (Genellikle yağan şiddetli yağmur)
“ Sonraları gayet iyi hatırladığına göre o anda yüzde yüz öğrenmek istediği şuydu: ihtiyarın kafatasını
kırmış mıydı yoksa sadece havan eliyle sersemletmiş miydi onu? Mitya’nın eli oluktan boşanır gibi akan kana
bulanmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:53)
Olup bitmek : Olagelmek, havadis, günlük olaylar
“ ‘Benimle yarenlik etmeniz çok iyi oldu Bayan Diana’ dedi Bayan Özgürlük. ‘Burada yalnızlıktan
canım sıkılıyor. Eee, Diana şekerim söyler misin şehirde neler olup bitiyor?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:170)
“Tanrım! Erkeğe veba ver, cüzzam ver, hayatın bütün felaketlerini üşüştür başına ama ‘yüksek
karakter’li bir kadın verme ona, ne olur! Aklımı kaybedecektim az kalsın. Bunlar 1930 yılında olup bitiyordu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:9)
Olup çıkmak : Eninde sonunda oluşmak, vuku bulmak, ...ile sonlanmak
“Böylece Havre’a çekildi, bir sandal aldı, denizci oldu çıktı. Oğulları Pierre ve Jean, öğrenimlerini
tamamlamak için Paris’te kalmışlardı; zaman zaman izinle gelir, babalarının eğlencesini paylaşırlardı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:31)
Olup olacağı : Eninde sonunda varılacak nokta; Önceden tahmin ettiğin kadar ağır (güç, masraflı, uzak, zor)
değil
“ ‘Ödenek <bir iş için ayrılan para> dediğiniz nedir ki, üç bin beş yüz frank, kocam gibi, değil mi?’
‘Pietrenare kontu, tümen komutanıydı. Zavallı bir bölük komutanı olan benim ödeneğim olup olacağı
sekiz yüz franktı, bunu da ancak maliye bakanı olduğumdanberi alabiliyorum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:117)
“Derken köpek susuyor ve gecenin sesizliğinde, vadinin dibindeki çağlayanın sesi yükseliyor ve onun
çağıltısına Fransisken Manastırı çanının hafif sesi karışıyor. Sekiz yıldır yaşamımı paylaştığım şu küçük dünyayı
nasıl da özleyeceğim! Arkadaşlarım benimle alay ediyorlar: ‘Olup olacağı’ diyorlar, ‘sadece üç kilometre öteye
gidiyorsun.’ Ama ben böyleyim, duygularımı ve heyecanlarımı müthiş bir yoğunlukla yaşıyorum ve ayrılıklar
benim için her zaman birer yara olmuştur.’ ”
(S. Tamaro, “Sevgili Matilda”, sa:202-3)
Olur a : Olabilir ya; Bir de bakarsın ki, şans bu ya bağlamında
“Son defa Doktorla Edvarda’ya tesadüf ettiği yerde, belki birine raslarım diye düşünüürdüm. Olur a,
yine orada gezmeye çıkmışlardır, belki, belki de aksi. Ama ben niçin ille bu ikisini düşünüyordum. Birkaç
kartavuğu vurdum, birini hemen kızarttım. Aisopos’u bağladım.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:26)
Olur olmaz (adamlar, kişiler) : Sıradan, rastgele
“Buna, ..... bir de Kemalizm’i ve onun Türk Aydınlanmasını gerçekleştiren temsilcilerini olur olmaz
eleştirip küçülttükleri ölçüde ‘aydın’ sayan bir düzmece aydınlar kesimi de eklenince...”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:20)
“Bir saat kadar soracak kimse bulamadan, bir münasip adam bulamadan dolaşıp durdular. Öyle olur
olmaz adamları gözleri tutmadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:73)
“İlk yıllarda olur olmaz bahanelerle ikide bir öğretmen dersin ortasında bize bir şarkı söyletmeye
başlardı. İngilizce, Fransızca sözlerini anlayamadığım, sevmediğim bu şarkıları söylüyormuş gibi yaparken sınıf
arkadaşlarımı seyretmekten hoşlanırdım.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123)
“ ‘Papazın işine gelmedi; arası çok geçmedi, gelip olur olmaz şeyler sordular, olur olmaz ricalarda
bulundular, başıma türlü dağdağa açtılar. Her yıl fukaraya iki üç yüz frank dağıtmak istedim; yok bunu bir takım
papaz kurumlarına vermeli imişim, razı olmadım, türlü hakarete uğradım.’ ”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
Olur şey değil : Görsen inanmazsın, gerçekten de, ister inan ister inanma, inanılmaz
“Elizabeth Rothman güldü ve ‘Kendinizden kaçamazsınız Miss Belkıs,’ dedi -ı harfini yine i olarak
söylemişti: Belkis.
Elizabeth Rothman koyu renk keten bir ceket-pantolon giymişti. Olur şey değil, tıpkı Belkıs’tı. ‘Kendi
cinselliğinize bir gün uyacaksınız. Benimle yatıp yatmamanız hiçbir şeyi değiştirmez. Siz cinsellik için, cinsel
ilişkinin her tutumu için yaratılmışsınız Miss Belkis...’ ”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:71)
“MARSDEN -... ya karısını... öleli altı yıl oluyor... olur şey değil... adamcağıza etmediği kalmazdı...
zavallı profesör... şimdi de ona Nina çıkışıp duruyor... ama bu başka, o başka... Nina ta küçüktenberi bana da
çıkışır... şimdi koskoca kadın oldu... aşkı da, ölümü de biliyor...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:7)
Oluruna bırakmak : Herhangi bir problemle savaşamayıp, sonucu kadere, oluruna bırakmak ‘iş olacağına
varır’ ilkesi
“N’EYLERSİN (1916)
Her şeyin önce şakaydı adı,
Derken başladı sitem etmeye,
Güzelce kafasını salladı,
Başladı gözyaşı tüketmeye.
----------------------------Çirkinleşti, gitti, dönüp baktı,
Geri döndü, bir şeyler ümit etti,
Lanetledi, oluruna bıraktı,
Ve galiba sonsuza gitti...”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 27.06.02)
Olympus : (YUN.MYTH,COĞR.) <O’lim’pus> : Eski Yunan mabutlarının meskeni olan Teselya’daki
Olimpos dağı; Gök
Om; Om Mani Padme Hum : “OM”, büyük Alman yazarı Hermann Hesse’nin “Siddhartha”(Buda) adlı
kitabında, Hint düşünce ve felsefesini, “insan kutsallığı, kusursuzluk=Om” olarak nitelendirmesinden bir
alıntıdır. Hesse, sa:110, şöyle yazıyor: “Tek bildiği, önceki yaşamının bittiği, bu yaşamın Siddhartha’yı yok
etmek isteyecek ölçüde bulantı ve alçaklık dolu olduğu, şimdi kendini bir ırmağın kıyısında, bir hindistan
cevizinin altında, dudaklarında kutsal Om sözcüğüyle bulduğuydu. Sonra uyuyakalmıştı; uyandığında dünyaya
yeni bir insan olarak bakıyordu. Söylerken uyuyakaldığı Om sözcüğünü gene fısıldadı; uzun bir Om çekiş, Om’u
düşünüş, Om’un, adlandırılamayan, Kutsal’ın içine gömülüş gibi geldi ona.” Asaf Halet ÇELEBİ (1907-1958),
Anadolu-İran-Hindistan çizgisini içeren bir yaşam ve felsefe şeklini, şiirleriyle, somutu soyuta çevirerek
evrenselleştirmeye çabalamıştı. İlk kez 1952’de bu adı taşıyan eseri ilk kez yayımlandığı zaman ben Tıp
Fakültesinden yeni mezun olmuştum; filozof hocamız Doç.Dr. Cihat Abalıoğlu’nun bu ağzından düşmeyen,
nağmeye benzer mısraları Dahiliye pratiğinde bir ağızdan tekrarlardık:”Om Mani Padme Hum”. Ona göre, bu
sözcükler arasında yalnızca ‘Om’ anlamlıydı, diğerleri ona ayak uydurmuş sembolik, mistik yapıda, ama
gerçekte anlamsız, bununla beraber, ‘İnsan ruhsal yapısının özü’ anlamına gelebilecek takviye edici, yapay
sözcüklerdi. Özet olarak, Sanskritçe’de ‘bilgi’ anlamına gelen ‘om’, “kutsal hece”olarak tanındığı gibi, bu
sözcükle Hint çoktanrıcılığının en eski dini VEDİZM’in temelini oluşturan dört kutsal kitap: Rig-Veda, SamaVeda, Yajur-Veda ve Athnarva-Veda anlatılır.
“niyagrödha
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (3 kere.)
sidharta buddha
ben bir meyvayım
ağacım alem
ne ağaç
ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (3 kere.)
(A. Halet Çelebi<1907-1958>, “Om Mani Padme Hum”, ‘Sidharta’ sa:49)
“Masanın üzerinde duran Tibet dua çarkını alıp bir-iki kez döndürdü. Dindar kalemlerin yıllar önce
üzerine Om Mani Padme Hum klasik yakarısını karaladığı sararmış kağıt parçacıklarıyla dolu kasnağın hafif
sürtünüşünü duydu. Bu rasgele bir ayrılık armanağıydı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:110)
“ ‘St.’da kaldığım günlerde en hoşuma giden şey, Pistorius’la <Lokal bir din adamı> org başında ya da
şöminede yatan ateşin önünde gerçirdiğimiz saatlerdi. Dostumla Abraxas hakkında Yunanca bir metne göz
gezdirmiştik. Pistorius bana Vedaların bir çevirisnden parçalar okuyor, kutsal ‘om’ hecesini konuşmasını
öğretiyordu. Ne var ki, anevi alanda ilerlememi sağlayan, bu bilgiçlikler değildi, tam tersine. Beni rahatlatan şey,
kendi içimde bir yol bulup yürümemedi.’ ”
(H. Hesse, “Demian”, sa:155)
“Banyan ağacına kadar gidip birbirlerinden yirmi adım uzağa oturdular. Om çekmeye hazırlanmak üzere
yere diz çökerlerken, Siddhartha alçak sesle şu dizeleri okudu:
Om yaydır, ruhsa ok,
Okun ereği Brahman
Göz kırpmadan nişan alınacak.” ....................
“ ‘Om!’ dedi kendi kendine. ‘Om!’ ve bildi yine Brahman’ı, bildi yaşamın yok edilmezliğini, aklından
çıkıp giden tüm Tanrısal’ı bildi.” ..... “Uykuya dalarken söylediği Om sözcüğünü usulcacık kendi kendine
tekrarlamaya koyuldu. Ona öyle geliyordu ki, uzun süren uykusu bir huşu içinde usun süre Om çekmekten, Om
düşünmekten, Om içine, bu isimsiz varlık, bu kusursuz varlık içine dalıp onunla kaynaşmaktan başka şey
değildi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:36;106-7)
“Bir süre sonra, giderek yaklaşan ritmik çan sesleri duydum. Derken, her birinin elinde küçük bir gong
olan sıraya dizilmiş Japon hacılar göründü. Çok eski bir dua olan, ‘Om mani padme hum!a ritim tutuyorlar, sıra
‘hum’ sözcüğüne geldiğinde gonga vuruyorlardı.”
(C. Gustav Jung; “Anılar, Düşler, Düşünceler”, sa:284)
“ ‘Ve Sidarta dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere
kulaklarını tıkayarak ruhuyla tek bir sese bağlanmalı ya da ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri
işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin büyük şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu
görüyordu, bu sözcük de OM idi, mükemmellik idi.’ Sidarta, Sanskrit dilinde amacına ulaşmış kişiye verilen
isimdir.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:125)
ombre, omber : (İSP.,OYUN, KOLL.) <om’bır – om’bır> İspanya’dan gelmiş bir iskambil oyunu; kelimesi
kelimesine çev.: adam
omne vivum ex vivo : (LAT.,BİYO.,DİN) <omne vi’vum eks vi’vo> : Hayat, (başka bir) hayattan gelir ! =
Life comes from life (İNG.)
omnibus has litteras visuris : (LAT.,KOLL.) <omni’bus as lite’ras vizu’ris> : Kimi ilgilendiriyorsa - bu
dokümanı her kim okuyacaksa = To whom it may concern; to all who read this document (İNG.)
omnis amans amens : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <om’nis a’mans a’mens> : Her sevenin aklı başında değildir
= Every lover is out of his mind (İNG.)
omnis mundi creatura - quasi liber et pittura - nobis est in speculum : (LAT.) :
Dünyadaki tüm yaratıklar, kitap ve resim gibi,
aynadaki gibidir bizim için.
“ ‘Benim iyi Adso’m,’ dedi üstadım, yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi
bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı öğretiyorum sana. Alanus de Insulis diyordu ki:
‘omnis mundi creatura
quasi liber et pittura
nobis est in speculum’
Tanrı’nın, yaratıkları aracılığıyla, ölümsüz yaşamdan bize söz ettiği sonsuz simgeler alayını düşünüyordu. Ama
evren, Alanus’un sandığından daha konuşkandır; yalnızca en çok şeylerden değil (o zaman bunu hep üstü kapalı
bir biçimde yapar), daha yakındaki şeylerden de söz eder; hem de çok açık seçik olarak.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:37-8)
Omphale : (YUN.MYTH.,HUK.,TAR.) <Om’fali> : Adam öldürme suçu nedeniyle, Herkül’ün üç yıl hizmet
ettiği Lidya kraliçesi
Omphalos : (ANAT.,BİO,MYTH;YUN.) <Om’falıs> : Göbek, kalkan göbeği; (YUN.) Dolfi’deki Apollo
mabedinde bulunan ve küremizin tam orta yerini oluşturduğu farzolunan piramidal biçimdeki taş; orta taş,
merkez
Omuzlara üzüntüler tanrısı çullanmak : Üzüntü duymak, kendini kederli hissetmek
“HEDWIG, boynuna sarılarak - Ya, biz seni ne kadar çok seviyoruz, bilsen babacığım.
HJALMAR - Hele arasıra biraz böyle huysuzlandığım zamanlar… Aman Yarabbi… Mamafih
unutmayınız ki, bir erkeğin omuzlarına üzüntüler tanrısı çullandığı vakit… İşte böyle…”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:53)
Omuzları düğümlenmek : Omuzları yorgunluktan kasılmak, çökmek, yorgun ve bitkin hissetmek
“Tam şimdi kafatasına sızılı bir biçimde çökmekteydi, onu hafifletmek için uzun kollarının tüm gücüne
gereksinimi vardı. Yokuşları kayan ilk sokaklara ulaştığı zaman, omuzları şimdiden düğümlenmekteydi. Durdu,
kulak kabarttı. Yalnızdı.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:141)
Omuzları geniş olmak : Sorumluluk alabilmek, güvenilir olmak
“HJALMAR, yavaş sesle. - Evet, ödevimi yapacağım… onun da zamanı gelecek ve….. (Koltuğa
döner ve heyecanla) Zavallı, ihtiyar, ak saçlı babacığım… Oğluna güven. Oğlunun omuzları geniştir, hiç değilse
kuvvetlidir. Günün birinde bir de uyanacaksın ki…”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:72)
Omuzlarından (ağır, büyük) bir yük kalkmak : Taşıdığı sorumluluklarının önemli birini olarak çözüp
rahatlamak
“... Ne yanıt verebilirdi?
‘Bir gece kulübünde çalışıyorum.’
İşte bu kadar. Omuzlarından büyük bir yük kalkmıştı ve İsviçre’ye geldiğindenberi öğrendiklerinden
mutluluk duydu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:99)
Omuz omuza : Birbirine yakın, kitle halinde; Dayanışarak, aynı hedef ya da ülkü için birlikte savaşarak
“Arkadaşım Bob Perelman ile birlikte kuruma yazıldık ve ertesi sabah Short Line Otobüs Şirketi’nin bir
otobüsüyle New York’un Monticello’suna gönderildik. Otobüsün atmosferi, üç yıl önce tanık olduğum
görüntünün aynıydı, otobüsteki öteki yolcular da, yaz kampında garsonluk ederken omuz omuza çalıştığım aynı
aylak ve sefil takımıydı...... Kimileri işi beğenmeyip birkaç gün sonra ayrıldılar. Ellerine bir şey geçmedi.... beş
parasız, memleketlerinden millerce uzakta, canlarına okunmuş bir halde ortada kalıverdiler.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:29)
“ÇİFTÇİ
<4 Haziran 1958>
Kocabaş’ım, aynı yazgı altındayız,
Kara toprak düşmüş payımıza.
Omuz omuza çekelim zelveleri,
sevinmeden tükensin günlerimiz,
Yan yana yatıralım topurları,
yağsın alın terimiz toprağa.”
(Zelve:Öküzün boynuna geçen kelepçeli kısım;
Topur: Kök sökmekte kullanılan büyük balta.)
(İlia Cavcavadze-Hüseyin Uygur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.02.03)
“K., işe gitmek için her gün kenti baştan başa katederken son yıllarda kent merkezini bile istila eden
evsiz barksız ayaktakımı ordusuyla hep omuz omuzaydı. Bu insanlar dileniyor, çalıyor, yardım ocaklarının
önünde kuyruk oluyor, ısınmak için kamu binalarının koridorlarında öylece oturuyorlardı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:22)
“Fakat nakliye eri generalın lafına aldırış etmeyerek yolunu tıkayan askerlere bağırıyordu:
-Hey, hemşeriler! Sola basın, varda!
Fakat hemşeriler omuz omuza sıkışıyor, süngüleri birbirine takılıyor, duralamadan tek bir kitle halinde
köprüden ilerliyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:323)
Omuz silkmek : Aldırmamak, umursamamak
“Miles omzunu silkerek, oraya uyum sağlamayı umduğunu söylüyor ama içten içe bu tür bir grup
yaşantısına ayak uydurup uyduramayacağını, ayrı bir yer aramanın daha iyi olup olmayacağını da sorguluyor.
Bütün sorun para, ötekilerin karşılaştığı sorunun aynı.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:119)
“Yayıncı aramaya kalkışırsa dikkatinin dağılacağını söylermiş Sophie’ye; iş o noktaya gelince zamanını
yapıtı üzerinde çalışmaya harcamayı yeğliyormuş. Sophie onun bu kayıtsızlığına sinir oluyormuş, ama bu
konuda ne zaman biraz üstüne gitse, Fanshawe omuz silker, aceleye gerek olmadığını, günün birinde nasıl olsa
bir yayıncıya gideceğini söylermiş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13)
“Bazı bazı, otuz yaşında bir atletin ‘eski asker’ diye nitelendiği spor haberlerini okurken omuz silkerdi.
‘O eski askerse, ben şimdiden azrailliğim,’ derdi Fernand’a.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:47)
“Konuşma yalnızca bir radyo sesiyle bölündü, radyoda alçak sesle duygusal ezgiler birbiri ardına
çaldıktan sonra önceki gün vebanın yüz elli yedi kişiyi kurban ettiği bildirildi. Topluluktan kimse tepki
göstermedi. At suratlı adam omuz silkti ve ayağa kalktı. Raoul ve Rampert de aynı şeyi yaptılar.”
(A. Camus, “Veba”, sa:137)
“Kırk beş dakika içinde, ritüelin bütün aşamalarını yerine getirmişlerdi; adam kulübün patronuna,
‘Bütün gece benim,’ dedi. ‘Üç müşteri parası ödeyeceğim.’
Patron omuz silkti ve yine, genç Brezilyalı kızın aşk tuzağına düşeceğini geçirdi aklından.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:116)
“Adam omuz silker. ‘Hepimizin şansı vardır.’ Bir kez olsun başını kaldırıp ona bakmamıştır: Bir
anlamı var mıdır bunun? Yoksa Elizabeth’in gözlerinin içine bakacak kadar cesur değil midir?”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:248)
“Mitya’ya kazık atacaklarını tahmin ediyordu. Sonra birdenbire kızdı, kendi kendine omuz silkti:
‘Tasası bana mı düştü!’ diyerek her zamanki lokantasına bilardo oynamaya gitti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:76)
“Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde
kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para
kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30)
“Emma ona bakarak omuzlarını silkiyordu. Ne diye sanki, geceleri kitapların üzerine kapanıp sessiz
sessiz, harıl harıl çalışan bir kocası yoktu? Hiç değilse böyleleri, altmış yaşlarına ulaşıp romatizmadan
kıvranmaya başlayınca kötü dikilmiş siyah giysilerinin yakasında haç biçimi bir nişan taşırlardı.”
(G. Flaubert, “Madam Flaubert”, sa:69-70)
“İhtiyar öfkeden soluyor, ama sözlerinin tesirinden memnun görünüyordu. Bir saniyelik bir sessizlikten
sonra:
-Anlaşıldı mı? diye bağırdı.
Dört beş defa omuz silktikten sonra, yumruklarını ceketinin ceplerine soktu, salona geçti. Adrienne’le
Germaine onun, yorgunluktan içini çekerek kendini bir koltuğa bir külçe gibi bıraktığını duydular.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:89)
“Başımda iki küçük kardeşle hastalıklı bir anam var... Ara sıra anam soğuktan, kardeşlerim yemekten
şikayet ederlerdi. Ben, omuz silker, ‘Ne Yapayım, bu terazi bu kadar çekiyor. Elime geçeni ben barda, baloda
yiyip sizi bu halde bıraksam bana bir şey demeye hakıınız olur.. Fakat hesap meydanda’ derdim.”
(R.N. Güntekin; “Yaprak Dökümü”, sa:7)
“Zoitza Ana, küplere bindi:
-Gavrila Baba’ya durmadan evden kaçmanın ve her zaman dilenciler gibi dönmenin akıllıca bir iş
olup olmadığını neden sormuyorsun?
Bunun üzerine yaşlı adam, çekiçle örs arasına parmak sokmamanın en uygun davranış olduğunu
düşündü ve omuzlarını silkerek oradan uzaklaştı.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:7)
“ Tanrım,’ diye mırıldandı Chantal, görümcesinin yokluğundan yararlanarak: ‘Yerimizi nasıl
keşfedebildiler?’ Jean-Marc omuz silkti. Görümce, hem koridorun, hem de tuvaletin kapısını ardına kadar açık
bıraktığından, birbirlerine fazla bir şey söyleyecek durumda değillerdi.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:119)
“Ama Üçüncü Dünya ülkeleri liderlerinin başarısızlığının mazareti olarak sömürgeciliğin gösterilmesi
artık kabul edilebilir bir şey olmasa da, Batı ile eski sömürgeleri arasındaki sağlıksız ilişkiler sorunu hala büyük
bir önem taşıyor ve buna, kapris yaparak, öfkeli bir biçimde homurdanarak ya da omuz silkerek boş verilemez.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:42)
“Amelia hiç çekinmeden bir bara girip kahve içiyor, rujunun lekesini bir fincana bırakıyordu. Solgun
görünmemek için fazlasıyla boyanıyordu. Ginia, bu şekilde fincanlardan mikrop bulaştırabileceğini söylediğinde
ona şöyle dedi: ‘Yıkasınlar.’ Ve omuz silkti. ‘Ne sanıyorsun? Dünya benim gibi insanlarla dolu.’ ”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:105)
“ ‘Her işe burnunuzu sokmayın... Torino’da bana getirilen ilk çiçeği Roma’dan gönderdiler.’
‘Roma’da bekleyeniniz var mı?’
Omuz silktim. Bu Morelli kurnazı Maurizio’yu tanıyordu. Gönlümce eğlendiğimi, kendi giderlerimi
kendimin ödediğini de biliyordu.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:14)
“Sergio omuz silkti, kızın gitmesi umurunda değildi. Daha iyiydi. Jasmin apartmanın içinde gözden
kayboldu. Sergio 4-B’nin penceresine bakakaldı. Kapalıydı, perdeler de çekiliydi.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:91)
“Hacer lambanın yanında, ayakta, ellerini ağzına götürmüş nefesiyle ısıtmaya çalışarak karderşine
bakıyordu, sonra omuz silkerek Necib’e döndü:
-Sen korkma boş yere, dedi, onlar hep sözdür... Biz o sözleri hep dinlesik...”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:21)
“ ‘Parçalayacağım bunu’... beni durdurmanız, engel olmanız için size zaman bırakmalıyım...
‘Parçalayacağım bunu’... yüksek sesle söyleyeceğim; genç kadın omuz silkebilir, başını önüne eğer, dikkatli
bakışlarını elindeki işlemeye indirir... bu saçmalıkları, bu çocuk gevezeliklerini kim ciddiye alır ki!”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:8)
“ ‘Ben neyim?’ Kilometrelerce fundalık, otsuz, kokusuz, düz, çatlak toprak ve sonra birdenbire bu gri
manzaranın sağında çıkan kuşkonmaz, öylesine tuhaf ki arkasında gölgesi bile yoktu. ‘Ben neyim?’ Soru, önceki
tatillerden beri değişmemişti, bırakmış olduğu yerde Lucien’i bekliyordu. Ya da bu bir soru olmaktan çok bir
durumdu. Lucien omuz silkti. ‘Ben çok kuruntuluyum,’ diye düşündü, ‘kendimi pek fazla dinliyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:199-200)
“Annem çekingen bir şekilde şikayette bulunursa, büyükbabam, ‘Herkesle aramı bozuyorsunuz!’ diye
patlıyor, omuzlarını silkiyor ve ‘Hayal görmüşsün sen kızım!’ diyordu; kendini kabahatli hisseden de annem
oluyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:30)
“Ama o deniz, hareketsiz ve tarafsızdı; kıpırdayan, tuzlu ve geniş bir su yüzeyi, insana hiç bir şey
demiyordu. Omuz silkti ve merdiveni çıktı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:60)
“... bakkalın demir kepengine yaslanmış duran sıska, upuzun adamın elleri birden titremeye başlamıştı.
Birkaç dakika sonra Guiccioli aynı gevşek, isteksiz adımlarla geri geldi.
- Ne oldu? diye bağırdı Mathieu.
Guiccioli omuz silkti; oturanlar ellerine dayanarak doğrulmuş, tutuşmuş gözleriyle ona bakıyorlardı.
-Kalbura dönmüşler, dedi Guiccioli.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:111)
“-Kapıda istediğin kadar bilet var. Volodya duraklayarak:
“-Dur biraz, şimdi gelirim, dedi. Omzunu silkerek odadan çıktı. Volodya’nın, Dubkov’un önerdiği
tiyatroya gitmeye can attığını, ama gitmek istememesinin parasızlıktan ileri geldiğini çok iyi biliyordum.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:120)
“Ressam, ‘Beni anlamıyorsun, Harry,’ diye karşılık verdi. ‘Elbette benzemiyorum ona. Bunu çok iyi
biliyorum. Hatta, ona benzese üzülürdüm. Omuz mu silkiyorsun? Doğruyu söylüyorum sana.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’n Portresi”, sa:11)
“-Abartmayın enişte, dedi Guelin. Paris’te kadından bol ne var?
-Ah, bacaksız! Peki sen niye hiçbirini tavlamıyorsun?
Guelin küçümseyici bir tavırla omuzlarını silkti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:20)
Omuzunda yumurta küfesi yok ya : Ardında, sırtında hiç bir yükümlülük ve sorumluluğu olmamak
Bk.: Sırtında yumurta küfesi yok ya
“-Evet, şimdilik alay elvermez mi? -Kamil Bey gülümsedi- İyi ama, İbrahim Çavuş, ben alayın hiçbir
çeşidinden hazzetmem. Bunu ne yapalım?
-Adam sen de... Alayı sen mi icat ettin? Büyük makama çıkarsan, omuzunda yumurta küfesi yok ya,
kaldırıverirsin... ‘Gayri ben ordumda alay istemem... Hep tümen olacak’ dedin mi tamam! Ablam ne demekte bu
işlere? Ağlamıştır fukara!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:295)
Omuzunu kaldırmak : Önemsememek, aldırmamak
“Sophie, ‘Sence İsa Mesih’in kız arkadaşı mı vardı?’
‘Hayır hayatım, ben kilisenin bize hangi fikirleri benimseyip benimsemeyeceğimizi dayatmamalı
dedim.’
‘Mesih’in kız arkadaşı var mıydı?’
Büyükbabası bir süre sessiz kalmıştı. ‘Olsaydı çok mu kötü olurdu?’
Sophie düşündükten sonra omuzlarını kaldırıp, ‘Bence sakıncası yok.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:275)
Omuz vermek : Destek olmak, yardım etmek (manen ya da maddeten, örneğin ağır bir cismi taşıyacak
kimseye)
“AKŞAMIN ŞARKISI
---------------------------Dolgun başaklar, besleyin ötücü kuşu;
Ürünler, doldurun ambarını babmın
Omuz verin şu ölümlü dünyada kutsal hayata
Ve keyifle çelin şu gönlümü.”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
Ona buna : Şu ya da bu şeye veya kimselere
“ ‘Konu kapandı, en önemli açıdan kapandı. Dediğiniz gibi fantezisini okudum size, amacım size onun,
özellikle de burada, Petersburg’da, Neçayevcilerin (Rus devrimcilerinden bir grup) etkisine ne kadar girdiğini
göstermekti; Tanrı bilir ona buna kolay kapılan, aklı bir karış havada kimbilir kaç gencimizi yolundan saptırdı
bunlar...’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:50-1)
Ona çekmek : Genellikle aynı aile içinde, genel görünüş ya da huy, suy, karakter itibariyle yakın kan bağı
olduğu birisini anımsatmak
“Yatağına oturdu ve dua etmeye başladı. Sonra, mektubunuzun bazı yerlerini tekrar okuyarak, ‘Bana
kızını emanet ediyormuş. Ah! Madin Anne, kızı da ona çekmiştir, onun gibi tatlı, iyiliksever ve duyguludur,’
diye ekledi.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:277)
Onan : (İBR.): Musevilerin yasalarına göre, çocuğu olmadan ölen koca, mirası sürdürmek için, gerekli
çocuğun dünyaya gelmesi için, kardeşinin dul eşiyle ilişkiye girmek zorundadır. Onan, kardeşinin karısıyla onu
gebe bırakmadan ilişkiye girmiştir. Erken ölümü, Yahuda <Büyük Tanrı>’nın ona bunun için verdiği ceza
olarak kabul edilir.
“Peki, şimdi seni şehvetli kulaklardan kim geri alabilecek? Kısır kulakları, zinaya rağmen asla gebe
kalmayan satılıkları müzik salonlarından kim dışarı atabilecek? Orada tohumlar saçılmaktadır, onlarsa fahişeler
gibi o serpintinin altına girmişlerdir ve tuhumla oynaşırlar veya tamamen tatmin edilmemiş hırslarla
yatmaktayken Onan’ın tohumları gibi aralarına düşerler.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:105)
Onca; Oncacık : O denli, o kadar çok ( ya da az)
“Başından beri yıldızları barışmamıştı. Birlikteliklerini onca zaman sürdürmelerinin nedeni kendileri
istediği için değil, ‘sırf çocukların hatırı’ içindi. Neden o kanıya vardım bilmiyorum, ama ayrılmalarından iki-üç
yıl önce evin mutfak alışverişini babam üstlendiği zaman iplerin kesin olarak koptuğuna inanıyorum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
“İşin tuhafı, tüm bu yaşadıklarına, açlığa, kötü beslenmeye, yaşadığı hüsranlara, fiziksel yıpranmalara,
sağdan soldan aşırarak içtiği onca sigaraya karşın hala demiri giibidir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“Gerçekten de, fotoğraflar Malfatti’nin amcasını açık seçik yansıtıyordu. Bir ırmak kıyısında ya da
ağaçların altındaki çalılarda pusuya yatmış zıpkın fırlatan; ‘kapibara’lara ya da ‘pekari’lere ok atan; onca
geçmişten sonra da belki de ilk kez yerleştikleri yeni köylerinin çevresindeki tarlalarda manyok toplayan.....
‘Machiguenga’lar karşımda duruyorlardı.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:8)
“DENİZ
Onca gizi
onca düşü Mustafa’nın
onca ateşe verdiğim toprak
uzak kışlar gibi
ve gizli rüya
onca iç açıcı yağmur”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“Hem insanın gücüne de gidiyor; o kadar çalışıp didiniyorsun, atlatıveriyorlar seni. Görürler ama
bundan sonra, parasını getirmeyenin kafasındaki şapkayı çıkarıp alacağım. Tanrı biliyor ya, alacağım. Böyle şey
mi olur? Yirmişer kapiklerle <Ruble’nin yüzde bir değerindeki para> oyalıyorlar insanı! Yirmi kapiği ben ne
yapayım! Ancak kafayı çekebilirim oncacık parayla.’ ”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:18-9)
“Ama çocuk, onca bağırmaktan mosmor kesilmişti. Annesi, onu kucağına almış, ne yapacağını
bilemiyordu. Sallıyor, tatlılıkla konuşuyor, ona neler vaat etmiyordu, ama boşuna! Öyle bir hengame kopuyordu
ki, boğucu havanın neden olduğu en küçük bir başağrısı bile dayanılmaz hale geliyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:115)
“İSTİYORUM
<İstanbul>
Ay ışığında vuran gölgeler
bende ruhunu yansıtır
ve soluğunun ritmi
dans eder yüreğimin atışlarıyla
---------------karanlıkta bir başıma
düşünürüm
bizim aşkımız nasıl büyük bir aşk
olacağını
birbirimizi onca isterken”
(Abir Zeki<d.1965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.06.07)
On connait l’ami au besoin : (FR.,PSYCH.) <On ko’ne l’ami o bö’zuan> : Gereksinme olduğunda gerçek
arkadaş keşfolunur = You discover a true friend in need (İNG.)
Onda iş yok : Hiçbir işe yaramaz
“ ‘Görüyor musun, Knulp’ terzi açık pencereden aşağılara doğru tükürdü ve gözlerini açıp acı bir yüzşe
arkasından baktı. ‘Bak Knulp, dindarlıktan bir şey çıkmıyor, onda iş yok. Ben ona boş veriyorum, haberin olsun,
boş veriyorum.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”sa:37)
Ondan ötesi can sağlığı : Bu koşullar altında, yapabileceğimiz en iyisi bu
Bk.: Bundan iyisi can sağlığı
“Prosper:
-Bonn’dan geliyoruz, dedi. Sabahtan beri ağzımıza bir lokma yiyecek koymadık.
Hancı başını sallayarak:
-A! Doğrusu yemeklere gelince diyecek yok. Kırmızı Han’a on fersahlık yoldan yiyip içmeğe gelirler.
Size prenslere uygun bir şölen sofrası kuracağım. Ren balığı var, ondan ötesi can sağlığı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:65)
Onde nao entra o sol entra o medico : (PORT.,TIP,KOLL.) <On’de nao ent’ra o sol ent’ra o me’diko> :
Güneşin girmediği yere, doktor girer ! = Where the sun does not enter, the doctor does (İNG.)
ON EMİR : (İBR. MYTH): (Ing.)‘Ten Commandments’<Ten Komandments> : Hz. Musa’nın kavmine
‘dinen yapmamaları gereken en önemli on günah’, dinibütünlerin yeğlemeleri gereken on önemli suç’ mortal
sins-ölümcül günahlar’. Katolik’ler de buna mukabil yedi madde sıralamışlardır ( Bk.:Saligia)
Bk.: Deutoronomi
ÖZEL NOT : Bu Sözlüğün ‘KABALA’sına,2006’da İngiltere-Cambridge’de İngilizce olarak basılmış olan
AC-2084 isimli romanım’dan, Amerika senelerinde BOSTON civarında Snegog’lar hakkında aldığım notlardan
derleme’de ‘Kabala’yı özetlemeye çalışmıştım. Aynı şekilde, SEBT-SABBATH’da da, İngilizce olarak
bilgilerimi paylaşmıştım. Burada da, ‘On Emir’ - TEN COMMENDEMENTS’de, o notlardan birazını
kaydediyorum, inşallah İngilizce okumayı seven Musevi kardeşlerime bir faydası olur! Dr.İ:E:
“T E N C 0 M M A N D E M E N T S that are also known as “DECALOGUE” is
the fundamental law of the Jewish people known in the Hebrew as Aseret ha-Dihrot, which according
to the Bible that were revealed to Moses and the people at Mount Sınai.
“A shortened form of the “Decalogue” could be summarized as follows:
1) I am the Lord, thy God, who brought thee out of the land of Egypt, out of the house of
bondage,
2) Thou shalt have no other God before Me,
3) Thou shalt not take the name of the Lord thy God in vain,
4) Remember the Sabbath day to keep it holy;
5) Honor thy father and thy mother,
6) Thou shall not murder,
7) Thou shall not commit adultery,
8) Thou shall not steal;
9) Thou shall not bear false witness against thy neighbor;
10) Thou shall not covet anything that belongs to thy neighbor.
“Those Ten commandements, both by Jews and non-Jews are regarded are basic social ethics
to every civilized society. They are commonly represented symbolically in the form of two tablets,
called Tablets of the Law, used as a sacred design in the sinagogue, also as ornaments on different
objects and articles.”
“Thus ended saturday, this very Holy Sabbath Day activities and teachings. Hallelullah!”
*
“İblis yanıtladı: Aptalı, buğday tanesini değirmen taşında dövdüğün gibi döv, aptallığı geçmeyecektir.
İsa Mesih en yüce kişiyse onu en yüce sevgiyle sevmelisin. Şimdi, ‘on emir’ yasasını nasıl onayladığına kulak
ver. Sebt günüyle ve dolayısıyla sebt gününün Tanrısı’yla dalga geçmedi mi? Onun yüzünden öldürülenleri
öldürmedi mi? Zina işleyen kadının cezasını yasalardan kaldırmadı mı? Kendisini geçindirenlerin emeğini
çalmadı mı? Pilatus <Bk!.>’a karşı kendini savunmayı reddederek yalancı tanıklığa göz yummadı mı? Havarileri
için dua ederken ve onları evlerine almayı reddedenlerin karşısında, sandallarının tozunu silkmelerini
buyurduğunda imrenmedi mi? Bu on emri yıkmadan hiçbir erdemin var olamayacağını söylüyorum sana. İsa,
baştan aşağı erdemdi ve kurallara göre değil, içinden geldiği gibi davrandı.”
(William Blake, ‘Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:57)
“ ‘Anana babana hürmet et. Sus, anana babaya hürmet doğrudur deme bana hiç, bu, yol gösterilmesi
gereken çocuklar için iyidir. Anana babana hürmet et, yaşlıların fikirlerine saygı duy, geleneğe karşı çıkma,
kabilenin yaşam biçimini değiştirmeye kalkma anlamına gelir....... Ayrıca ‘çalmayacaksın’ da pek göründüğü
gibi saf bir emir değil, çünkü özel malı ellemeyeceksin diyor ama o mal da senden çalarak zengin olanın malı.
.................. Tanrı, yalnızca çocuk yapmak için sevişin diyebilirdi, çünkü o zamanlar dünyada çok az insan
varmış. Ama bu On Emir’de yok: bir yandan arkadaşının karısını arzulamayacaksın, diğer yanda ahlakdışı
davranışlarda bulunmayacaksın. Eh, söyleyin o zaman ne zaman sevişeceğiz? Hiç olur mu, tüm dünyaya uyan
bir yasa yapacaksın, bak Romalılara, Tanrı olmadıkları halde yasaları bugün bile geçerli, ama Tanrı bir ‘On
Emir’ yazmış, en önemli şeyleri söylemiyor. Sen diyeceksin ki, tamam, ama ahlakdışı davranışların
yasaklanması, ‘zina’yı yasaklıyor. Gerçekten böyle olduğuna emin misin? Yahudiler için ahlakdışı davranışlar
neydi? Onların çok sıkı kuralları vardı, örneğin domuz eti yemezlerdi, belli bir biçimde öldürülmemiş sığır etini
de, karidesleri de. Demek ki, ahlakdışı hareketler, iktidarın yasakladığı şeylerdir. Peki nelerdi bunlar?... koca
kafa Mussolini faşizm hakkında kötü konuşmayı ahlakdışı buluyor ve seni sürgün ediyordu. Bekar olmak
ahlakdışıydı ve ‘bekarlık vergisi’ ödüyordun. Kırmızı bir bayrak sallamak, ahlakdışıydı. Vesaire, vesaire vesaire.
Ve gelelim sonuncu emre, başkalarının malına göz koymayacaksın.’ ”
(U. Eco, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:335-6)
“Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat ve Zebur’da inançlar, ibadetler, ahlak, idare, adalet, siyaset,
askerlik esasları ile tüm toplumsal konular, dünya ve dünya ötesine ait esaslar belirlenmiştir. Bu esaslar arasında
‘On Emir’in önemli bir yeri vardır. On Emir şunlardır:
1) Yahudiler’in A l l a h’ı birdir, onların başka Allah’ı olmayacaktır.
2) Yahudiler, göklerde, yer altında, denizin derinliklerinde varlıkların putlarını yapmayacak ve onlara
tapmayacaklardır.
3) Yahudiler, ‘Allah’ın adını boş yere ve gereksiz yerlerde ağzına almayacaktır .
4) Cumartesi : S e b t gününü kutsayacak, haftanın altı gününde çalışacak, yedinci günü
dinlenecektir. Sebt günü, Allah’a ait ve dinlenme günüdür. O gün, hiç kimse çalışmayacaktır.
5) Yahudiler, anne ve babalarına s a y g ı gösterecektir.
6) Adam öldürmeyecektir.
7) Zina yapmayacaktır.
8) Hırsızlık yapmayacaktır.
9) Yalan yere şahitlik yapmayacaktır.
10) Hiç kimsnin evine, barınağına, karısına, hitmetçilerine, öküzüne ve eşeğine, yani kendisine ait
olmayan başkalarına ait şeylere göz dikmeyecektir.
‘Yahudiler’de i b a d e t’ler, Cumartesi ve bayram günleri ikiye katlanarak yapılır.
Haftalık i b a d e t, Cuma akşamı güneşin batışı ile başlar, Cumartesi akşamı sona erer. O gün ateş
yakmak, çalışmak, taşıt kullanmak yasaktır. Hayat adeta durur. Yahudi inancına göre, tanrı e v r e n’i altı
günde yaratmış, yedinci gün dinlenmiştir. Bu sebeple Cumartesi tatil günüdür. Tıpkı Tanrının yaptığı gibi,
insanların da o gün dinlenmesi, iş yapmaması gerekir.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:75-77)
On ikide; On ikiden vurmak : Can evinden vurmak, yanıtı tüm doğruluğuyla bilmek; İşi doğru yapmak
“ ‘Kesin kanıt. Scientific American dergisinin son sayısındaki bir makalede Yeni Fiziğin Tanrı’ya
giden, dinden daha emin bir yol olduğu anlatıldı.’
Bu açıklama on ikiden vurmuştu. Langdon birden din karşıtı İlluminati’yi düşünmeye başladı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:60)
“Düşünmeden konuşmuştu, ama sesi uzun uzun düşünüp öyle konuşmuş gibi sert ve ciddiydi. Yüzü de
birden garip şekilde solmuştu. Bu arada gözleri öfkeyle, çaresiz bir nefretle parlıyordu. Egor tekrar canlanarak,
profesör hedefi on ikiden vurdu, dedi kendi kendine. Elinden gelse küçük cadı bizi buracıkta diri diri yakardı...”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:72)
“Lise:
-Hangi iş bu? diye sordu. Delhomme’lar paranızı vermiyorlar mı?
Rose cevap verdi:
-Yoo, veriyorlar. Her üç ayda bir, elifi elifine on ikide. Para şurada, masanın üstünde hazır...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:184)
On İki Levha Yasası - Roma Cumhuriyeti Hukuku : (ROMA,TAR.,HUK.) Bizler Tıbbiyede okurken
(1945’ler ve ötesi), Hukuk Fakültesinde okuyan arkadaşlar, daha ilk günlerden itibaren, “Amanın, şu Roma
Hukuku’na bir bakın. Onsuz Hukukçu olunmaz!’ Bir zamanlar Asya ve Afrika’nın verimli kısımları dahil,
Avrupa’ya meydan okuyan ve kurduğu düzenlerden 2000 yıl sonra hala istifade ettiğimiz (su kemerleri,
hamamlar, binalar, duvar harçlarının sırları vs.) dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğuna -bugün
bile- hayran olmamak kabil değil. O zamanın bilimsel - teknik koşullarıyla başarılarının ötesinde, o kadar
karmaşık kavimleri, devletleri idareleri altında tutarken kendi iç - sosyal devrimlerine baktığımızda bu gün bile
hayran olmamak kabil değil. Herşeyin ötesinde, LATİNCE’yi bile resmi dil olarak yüzlerce yıllar değişik
kültürlerde başı çekmeyi başardılar, Roma ‘nın da onu resmi dil olarak elinde tutmasıyla, k i l i s e k a y ı t l a r
ı n d a n ötürü, aile-devlet-dünya ilişkilerinin ne konumda olduğu, vesikalarla bugüne kadar geldi. Her ne hal
ise, bu lügatımızın kısıtlı koşullarında, Latince’ye verdiğimiz önemin yanında, o yüce devletin gelişme - yasama
safhalarını zaman zaman özetlemekten büyük haz duyacağız. (Dr.İ:E.)
“Bir şehir-devleti konumunda olan ROMA, IV. y.y.’ın ilk yılları boyunca, kuzey ve orta İtalya, K e l t
ya da G a l y a l ı’ların istilasıyla çok müşkil duruma düşer; Po ovası, istila edilir ve adı da: ‘Gaule cisalpine =
Alp’lerin beri yakası’ olara değişir. Ombria, Etrüsk kentleri de ele geçirilir, Allia kavşağında Roma ordusu
yenilir, Roma alınıp eteşe verilir ve halkın büyük bir kısmı kılıçtan geçirilir. Hemen hemen 150 yıl süren
aralıksız savaşlar, her tür gelişimi tehlikeye sokar. Maden ve tahıl eksikliği başlamış, tüm dış ilişkiler
nederedeyse yok derecesine imnişti. Askeri ve ticari reformların yapılma zamanı gelmiş ve geçmişti bile.
Her şeyden önce t a r ı m düzenlendi. Roma’nın güneyinde, Tiber’in sağ kıyıları boyunca, toprağı
ekip biçmek için kolonlar yerleştirildi. Bataklıklar kurutuldu ve tüm Latium’u bir çiçek bahçesi haline getirdiler.
Askeri reform ön planda geldi: Roma ordusu, daha önce iki tümen = legion’dan oluşurdu; şimdi dört oldular;
asker sayısı yarıya inince, bu onların aynı zamanda birkaç noktadan haraket kolaylığını getirdi. Her tümen 4200
kişiden ibaretti, süvariler ve müzikçiler hariç. Süvari desteği de bir misli artırıldı. Ayrıca savaş, pek hareketli bir
düşmana karşı yapıldığından, her tümen, ‘m a n i p u l e’ adı verilenbağımsız harekey tenekli küçük bölümlere
ayrıldı Her tümen’de otuzar tane vardı bunlardan, ve her biri ‘yüzer kişilik - c e n t u r i e’ ikişer bölükten ibaret
oluyordu. Savaşa katılma, Yunan falanj’larında olduğu gibi yekpare değildi: ‘manipule’ler, aralarında belirli bir
mesafe bırakarak, d a m a tahtası gibi diziliyorlardı İlk hatta yer alan on manipule, ‘mızraklı h a s t a t i’lerden
oluşuyordu. Onların arkasındaki ikinci sırada, belli bir mesafede savaşa alışkın askerlerden : p r i n c i p e s
oluşan bir başka on manipule yer alıyordu; son olarak da, seçme ve deneyimli askerlerden oluşan t r i a i r e s
manipule’leri geliyordu. Tüm bu hatlar, birbirlerinin arkasından savaşa giriyorlardı. Taktik buydu.
Aynı devirde, tü,menlerin silahlanması da değişti: madeni bölümleri en aza indirilerek, tabaklanmamış
kalın ve dayanıklı deriden yapıldı. P i l u m (ucu sivri, çifte ağızlı kısa kılıç), hem ok hem mızrak niteliğindeydi.
K a m p k u r m a sistemi de değiştirildi: İki yolun birbirini kestiği dört köşeli bir yerleşme şekli seçildi. Dört
yandan bir çukur, kampı kuşatıyor ve üstüne kazıklar dikilmiş toprak bir barikat da gizliyordu onu.
K r a l l ı k ortadan kaldırılmıştı ve yönetim, halkın : ‘r e s p u b l i c a’sı olmuştu. O yüzdendir ki,
Roma devleti, ‘Cumhuriyet - r e p u b l i q u e’ adını aldı. Ama ‘halk’ deyince, silahlı halk, yani Roma Ordusu
anlaşılıyordu. ‘C o m i c e s c e n t u r i a t e s’, yönetimin en üst organı oldu.
Yüzer kişilik bireylerden (c e n t u r i e) oluşan tüm ordunun topluluğu demek olan bu meclisler,
bütün askeri sorunları çözmek, özellikle de savaş ya da barışa karar vermek, generallerin yıllık seçimlerini
yapmak için toplanıyordu. Meclisi toplantıya çağıran şef, bir söylevde bulunur ve orduya şu sorguyu (rogatio)
yönetirdi: ‘Şu veya bu ülkeye savaş açmayı istiyor, emrediyor musunuz?’ Hiçbir tartışma yapmadan oylama.
Ancak, servet esasına dayanarak silahlanmış ve örgütlenmiş bu meclis, Roma k ö l e c i d e m o k r a s i s i’nin
çekirdeği oldu. Eski meclisler (comices c u r i a t e s), bu en yüksek komite’nin seçtiği şefleri onaylamak ve
onları yüce yetkiyle (imperium) donatmak haklarını elinde tutabildi ancak.
Her yıl, ve ilk zamanlar yalnız p a t r i c i’ler arasından seçilen m a j i s t r a’lar, Roma
Cumhuriyetinin ikinci temel organıydı, Başta bir p r e t ö r yani başkan vardı. Orduda komutanlığın yanı sıra,
sivil yaşamda da sınırsız yetkileri vardı Göreve başlarken, yayınladıkları bildiriyi (Pretör bildirisi) ihlal edenleri
şiddetle cezalandırıyorlardı. Sopa ya da baltayla kafayı uçurmaktu ceza. Mamafih, askeri gerilim azalıp yasaların
gücü arttırıldıkça, pretör’lerin despotça yetkileri sınırlandırıldı. Örneğin, her birine, ötekinin aldığı kararlara
karşı müdahale (i n t e r c e s s i o) hakkı tanındı. Bu da, daha önceden birbirlerine danışmanın yolunu açtı.
Böylece, pretör’ler sık sık bir araya geliyorlardı (c o n c i l i u m), ve adları da k o n s ü l oldu. Bir ikinci grup
majistra’lığın : k e s t ö r l ü k’lerin kuruluşu ve bağımsızlıkla yetkilerinin gitgide artışıı, pretör’lerin iktidarının
sınırlandırılmasında yeni bir aşama oldu. Majestra’ların iktidarına en önemli sınırlama, ölüme mahkum edilmiş
bir yurttaşın, Halk Meclisi’ne başvurma hakkının : ‘provocatio ad populum’ kabul edilmesiyle oldu. Buna
rağmen, yönetimin askerileştirilmesi, senato’yu da etkilemesi sonucunu doğurdu. Böylece Roma Cumhuriyeti,
ilk zamanlardan başlayarak, senatonun askeri ve ataerkil soyluların egemenliğini temsil ediyordu.
P l e p (fakir halk) meclislerinin ve halk temsilciliğin doğuşu : Bu değişimlerle yeni bir sosyal tabaka
doğuyordu: Hali vakti yerinde kent p l e b’leriydi (aşağı tabaka halkı) bunlar. Öbür yandan da, Roma halkının
egemen tabakası olan P a t r i c i’ler, ayrıcalıklarını korumanın arkasındaydılar. Zengin pleb aileleri patricia’
larla siyasal haklarda eşitliği, her iki grup arasında evlilik izni ile majistralıklara girmeyi, gitgide artan bir inatla
istemeye başladılar. Borçlar sorunu da pleb’lerin aşağı tabakalarını sarmıştı. V. y.y.’da, ‘ager publicus’ üstünde
patricilerin arazilerinde ortakçı olarak yerleşmiş plep’lerden bir bölümü, borçlarından dolayı daha şimdiden k ö
- l e durumuna düşmüştü ve aynı yazgı bekliyordu geri kalanını da. Onlar da a g e r p u b l i c u s <public
land> ten yararlanma, boş topraklara da asiller gibi sahip olmayı arzuluyorlardı. Bu mücadele sürdükçe, ulusun
üyeleri arasında a y r ı l ı k ç ı l ı k, ç e k i l m e ve g ö ç, problem halini almaya başladı.
Hoşnut olmayan p l e b’lerin buluşma yeri, Roma’nın bir mahallesi olan Aventino idi. Pleblerin
tanrıçası C e r e s (Demeter) adına yapılan tapınak da oradaydı. Başkaldıranlar orada, seçilmş şeflerin
başkanlığında ‘kutsal tabur’ u oluşturuyordu. Birbirleine yemin edip bağlandıktan sonra kentte geçit resmi
yapıyor ve kentin dışında bir yerde, sonradan ‘kutsal’ sıfatını alacak olan bir dağda karargah kuruyorlardı. Gayet
tabii bu arada kentin ekonomik hayatı, tarlaların ekimi v.s. zarara uğruyordu.
İsa’dan önce V. y.y.’ın başlarında, bu sessiz başkaldırımlar sonucu p l e b m e c l i s l e r i (concilia
plebis) doğdu. Patrici’ler tanımak zorunda kaldılar onları. Kararlar, tüm halkların oyuyla (plebisit) tacirler ve
köylülerin bir araya geldikleri Pazar gününde, Pazar alanında (forum) alınmaya başladı. Bu toplantılar, bir
yasayla teminat altına alındı : Tribute meclisi resmen kuruldu. İki grup arasında evliliğe izin, K a n u l e i a
yasası ile, bu mecliste alındı. Karma mecliste, başlangıçta, halk temsilcilerinin sayısı iki idi, daha sonra dörde
beşe çıktı, en sonunda on oldu. Yetkilerini de artırarak Senato’nun kararlarını denetlemeye kadar gittiler.
On İki Levha Yasası : Pleb’lerin en büyük fetihlerinden biri, y a z ı l ı y a s a oldu. Baştanberi ört ve adet
hukuku : ‘mos maiorum = atalar örfü’ patrici’lerin elinde bir sırdı, konsüllerin yargılanmasında keyfiyete
götürüyordu. Senato, halk temsilcilerinin direnişi üzerine, V. yüzyılın ortalarında, yasaların yazılmasına ve
yayınlanmasına karar verdi. 452 yılında, on iki üyelik d e c e m v i r <Konsey> bir komisyon seçildi. Bu
komisyon iki yıl çalıştı Başta, on komisyon üyesi de patrici idi; sonra, beş patrici, beş pleb oldu. Başına da,
patricilerin pek ünlü temsilcilerinden Appius Claudius geçti. Çalışmaların sonucu, tunçtan on iki levhaya
kazılarak ilan edildi. Neler getirdi bu yasa?
Madde I: Davacı, davalıyı, ‘üstüne el koyarak’, yargıcın önüne getirme hakkı kabul ediliyordu.
Yakınan, tanıkları da kendisi bulacaktı. C e z a hukukunda, k ı s a s <bir suçluya,ceza olarak, bir başkasına
yaptığı kötülüğün, verdiği zararın aynısını ona da uygulama; Kuranı Kerimin 28. suresi; Kısas-ı enbiye :
Peygamberler Tarihi> Başkasını sakatlayıp yaralayana aynısı yapılacaktı. Ö l ü m cezası, yalnızca yangın
çıkarana, ya da geceleyin başkasının tarlasına zarar verene değil, ‘hasata büyü yapana, uğursuz şarkılar
söyleyen’e de verilecekti. Bazılarında da, ‘dinesel lanetleme’ öngörülüyordu.
Ne olursa olsun, ilerici bir nitelik taşıyan bu yasa veya mantıklıca benzeri, bugünkü karmaşık
dünyamızda: Tanrı, insaf, düşünce, akıl,vicdan ve benzeri adlarına, hep birlikte düzlüğe çıkmamız için bir çare
olabilir miydi acaba? Hala düşünüyorum! (Dr.İ.E.)
(Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:381-390)
On line : Televizyon yayınındaki görüntülerin fotoğraflandığı ve çoğaltıldığı dar parçalar; Bu esas üzerine
inşa edilmiş ve çocukların-gençlerin çok düşkün olduğu bilgisayar-internet oyunları
“ ‘Şimdi gidip güzel bir yemek yeriz, biraz konuşuruz, sonra da sinemaya gideriz.’
Yüzünü buruşturdu.
‘Amaaan, bırak bunları’ dedi. ‘Eve gitmek istiyorum ben.’
‘Ev’ dediği şeyin bilgisayar olduğunu ve bir an önce online hayatına kavuşmak için can attığını
biliyordum elbette.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:81)
Onomatopoeia
(Lat.) : Dilbilgisi. Yansıma. Bir şeyin taklit edilmesiyle oluşturulan sözcük.
“Fil çığlığı manyağı yoğunluğunu ve hacmini yitiriyor, büzüşüyor, hatları yuvarlanıyor, bir sabun
köpüğü gibi şeffaflaşıyordu, o zaman yapılan berbat sabunlar bir dahinin icadı olan o billur gibi berrak, kusursuz
kristali oluşturabilirlerse elbette, sonra adam birdenbire gözden kayboldu. Pof sesi çıkardı ve buhar olup uçtu.
İlahi onomatopoeialar vardır. Bu öznenin buharlaşma sürecini tüm ayrıntılarıyla betimlememiz gerektiğini hayal
edin bakalım. En azından on sayfa gerekir. Pof.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:73)
On para (etmez), On paralık : Değersiz, kıymetsiz
Bk.: Beş para etmez
“Kendiliklerinden on para vermezler. Berlin’e dönebilmem için elime yırtık bir beş marklık banknot
tutuşturdular; bu ancak dördüncü mevkiye yeter; herhalde bavulumun üstünde oturmak zorunda kalacağım.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:24)
“Neyse kız bunun farkına varmadı. Öyle güzel bir koku sürünmüştü ki! Bu kokuyu nereden bulduğunuu
sordum. Köydeki ecza deposundan aldığını söyledi. ‘Her halde çok pahalıdır,’ dedim. ‘Yok canım,’ dedi. ‘On
para bile vermedim.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:77)
“Sokaklarda adımlarını uzun uzun atarak yürürken, merdiveni dörder dörder atlayarak deli gibi
tırmanırken, hep biliyordu sonuna kadar gidemeyeceğini; usturayı eline aldığı zaman da biliyordu, kendini bir an
aldatmamıştı, on para etmez bir aktördü. Yalnızca en sonunda kendini korkutmayı başarabilmişti ve o zaman da
dörtnala kaçmıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:287)
“Neden korkuyor? Avucunda on para etmez çiçekleri sıkarak, gelip geçen otomobillere bakıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:114)
“MANGAN, yerinden kalkarak. - Bana amcamın adını taktılar. Gene de on paralık miras bırakmadı,
mezarında dönesice! Ne olmuş yani?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:83)
“Kamil Bey bu acıklı benzetişle kendinden utandı. Ne kadar küçük şeylerle dayanıksızlığı meydana
çıkıyordu. ‘On para etmediğimiz... Tabansızlığımız... Tabansız bir herif olmasak, şu iskemlelerden birine oturup
cıgarayı rahatça içmez miyiz?...’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:114)
“Genç kadın... Tecrübesiz... İnadına de güzel... Bir gün benim rahatlığıma baktı da, ‘İnsanın oğlu
olmalıymış Ramiz Efendi, oğlu... Kız on para etmez’ dedi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:136)
On paralık aklı olmak : Hiç de zeki olmamak, zeka ve muhakemesi zayıf kimse
“Eğer on paralık akılları varsa bir Avrupa federasyonu içinde her ulusun kendi kendini idare etmesine
razı olacaklardır. Bizim Birleşik Devletler cinsinden bir şey.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:13)
On parası kalmamak, olmamak; On parasız (bırakmak) : Parasız kalmak, iflas etmek, fakirleşmek
“HJALMAR - Doğal olarak artık eğitimimi bitirmek fikrini besleyemezdim. On paramız kalmamıştı.
Kalmadıktan başka birçok da borcumuz çıkmıştı.”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:14)
“ACHILLES (Hemen Pothinus’tan sonra, bir tehdit edasıyla.) - Dört bin kişiyle ne yapabilirsiniz?
THEODOTUS (Hemen Achilles’in ardından cırlayarak.) Hem de on parasız. Gidin işinize.
SARAYLILAR (Bağırıp çağırarak Sezar’ın çevresine üşüşürler.) Gidin işinize. Mısır, Mısırlılarındır.
Defolun buradan!”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:63-4)
“Şurda adam kes, kendisinin bir karı yoksa umurlamaz. Bir ahbabını asacak olsalar da iki liraya
kurtulması elverse, bunun cebinde de tam elli lira bulunsa, gözünden ip gibi yaşlar döke döke ‘on param yok’
diyerek bir de yemin edip savuşur.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
“-Acayip... Neden bu yaşlarda? Durun... ‘Büyür aklı erer, beni anlar’ diye mi düşünmüş sakın?..
-Evet... Galba...
-Nesini anlayacakmışım? Bir genç kadınla yedi yaşındaki bir kız çocuğunu on parasız bırakıp
savuşmasındaki soyluluğu mu?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:204)
On parmağında on hüneri (marifeti) olmak : Elinden pek çok iş gelmek, birçok alanlarda hüner sahibi olmak
“SEVİNSİN
------------On parmağında on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını abad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin”
(B.Rahmi Eyüboğlu<1913-1975>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:324)
“Bunları söylerken de on parmağında on hüneri olan kendi kutsal elleriyle beyaz, bembeyaz kartondan
yaptığı beş geometrik şekli bana gösterirdi ve sanki beş düzgün yüzlü geometrik cisim kuramını o anda kendisi
bulmuşa benzerdi.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:114)
On parmağında on kara : Her türlü pisliğe, kötülüğe bulaşmış, rezil rüsva kimse
“-On parmağında on kara... Kurban olduğum Allah sizi bu kılığa boşu boşuna mı koydu? Haydi,
yıkılın. Nah Osman Ağa gelmekte.
Adembabalar hemen dağıldılar.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:84)
On tanesini cebinden çıkarmak : Kendinin ya da başkasının kabaca -fiziksel ya da mental- üstünlüğünü ifade
etmek için söylenmiş abartılı bir deyim
“Sınıf öğretmeni ise derse başlamadan önce öğrencilerin karşısında şöyle konuştu: ‘Evet, işte şu sırada
Stuttgart’ta devlet sınavı yarın başlıyor. Bizim Hans’a şans dileyelim hep beraber! Doğrusunu isterseniz, bizim
bu dileğimize de ihtiyacı yok onun, sizin gibi tembel, miskin heriflerin on tanesini cebinden çıkarır.’ ”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
Ontojenik <Bireyoluş) Sanat Felsefesi : (Orta okul yatakhanelerinden Psikiyatri ihtisasına kadar en yakın
dostum, büyük insan, arkadaşım, kardeşim, ressam, düşünür, merhum) Prof.Dr. Süleyman Velioğlu’nun sanat
anlayışı şöyle özetlenebilir:
“S a n ’ a t , varlığın bütünleşme sürecini gösterir. Bu anlamda, ontojenik bir anlam taşır. “Bizim tuval
karşısındaki kesin tavrımız ve başlıca kaygımız, kişisel plastik bir dil oluşturmaktır. Entellektüel ve duyusal
birikimler, bu plastik dil’in hizmetinde olmalıdır.
“P l a s t i k d i l , ‘heterojen’ nitelikte bir içeriğin, ‘homojen’ bir ifade, ‘dışlaştırma’ elde etmesidir.
Böylece ‘Varlık katmanı’na erişilmiş olur.
“Bu h e t e r o j e n i ç e r i k : 1) MADDE, 2) ORGANİK VARLIK, 3) PSİŞİK VARLIK ve 4)
TİNSEL VARLIK katmanlarından oluşan bir çokluğu ifade eder. Ancak bu çokluk, plastik dilde, ifade içinde
bir birliğe kavuşmuş olur. Seyirci, bu dilin altındaki örtülü dünyayı sezinleyebilmelidir.
“San’atçı nasıl bir obje seçmelidir ki, tüm varlık katmanlarını içine alabilsin? Amaç, ilk aşamada d o ğ a
‘yı, d o ğ a s a l ı vermektir. Bu yolda, doğanın inorganik katmanlarındaki leke, renk ve çizgileri kullanıp, t i n
s e l v a r l ı ğ a (Geist) ulaşılmalıdır. Her göz, kişilik yapısına göre, bu yapıtı özgürce algılamalıdır.”
VELİOĞLU, bir Hegel aşığıydı, ‘tez’ –‘antitez’ söyleşilerine bayılırdı. Hegel’in de, İsmail Tunalın da
yaptığı gibi, esasında, Platon’danberi tanılan, örneğin ‘Güzellik’i, metafizik karakterde soyut bir imgelem, dışa
vuruş ve ‘deduction’ yoluyla çeşitli güzelliklerin alanlarına ve bu arada san’at dünyasına indireceğine, spekülatif
ve transfer edilebilir bir değer yargısı olarak kabul etme yerine, bu duyguya karşı gösterdiği tavır: ontolojik ya da
fenomenoljiktir. ‘Estetik obje’de, Tunalı’nın terimiyle, “estetik obje’de ve estetik değerde bulduğumuz heterojen
iki varlık sfer’i ile karşı karşıyayız. ‘Duyulur’ realite ve ‘görünen’ realite: İde (fikir). Sanat eserindeki ‘estetik
değer’, ancak ‘ontik strüktür’ün analizi ile’ belirlenebilir. (İ.E.)
Ontoloji, Ontolojik : Varlıkbilim; Varlıkbilimsel
“ ‘Anlatı’ ormanına girdiğimizde, bizden yazarla birlikte ‘kurmaca’ anlaşmasının altına imza koymamız
istenir ve konuşan kurtlarla karşılaşmaya hazırızdır; ancak kurt Kırmızı Şapkalı Kız’ı yuttuğunda, onun ölmüş
olduğunu düşünürüz (bu kanı, son katarsis açısından çok önemlidir). Kurt’un, az çok gerçek ormanlardaki kurtlar
gibi, tüylü olduğunu ve dik kulakları bulunduğunu düşünürüz ve Kırmızı Şapkalı Kız’ın bir çocuk gibi, annesinin
ise kaygılı, sorumluluk sahibi yetişkin bir kadın gibi davranması bize doğal görünür. Niçin? Çünkü
deneyimlerimizin dünyasında, şimdilik, kılı kırk yaran ontolojik ayrıntılara girmeksizin, gerçek dünya adını
vereceğimiz dünyada böyle olmaktadır.”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:89-90)
Onu bunu bırakmak : Boş lafları bırakıp da ana işe dönmek
“Haçça da dokundu. Sıcak diz...
‘Biz onu bunu bırakalım da...’ dedi Haçça. ‘Güzün şu sayvanın üstüne bir güççük oda yapalım. Taku
tuku taşıyalım içine. Anamı da boşalacak yan eve alalım. Ben utancımdan gahroluyorum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
“... karı kocadan birini yalnızca bir yerde karşısına alsa da kulağından tutup güler yüzle şu sıradan
soruyu sorsa ona; dese ki, ‘Şimdi onu bunu bırak da, karının ya da kocanın suçu nedir, onu söyle!’ Vallahi
karşısındaki ne bir yanıt verebilir, ne de bir neden gösterebilir.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:33)
Onu bunu bilmem : Siz ne derseniz deyin, benim kanım...
“Doktor pancar gibi bir yüzle, afallamış, dinliyordu. Önce bunu da şaka sandı - Mözyö Nazarie’nin
Sanda’nın ölümüne ilişkin şakası gibi. Sonra Egor’un kendisiyle alay ediyor olduğundan şüphelendi.
‘Onu bunu bilmem, ben gayet iyi gördüm kendisini,’ dedi gururlu bir tavırla.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:106)
Onun bunun : Şu ya da bu kimsenin
“Ürkmüş, kendime güçlükle yol açıp dışarı çıktım, yağmurda bir koşu, Mozart Caddesine daldım.
Dükkanların gerili tenteleri altında bekleşenler vardı. Wagner’in atölyesine vardığım zaman, kapıya erişebilmek
için yine onun bunun arkasından kendime bir yol açmam gerekti. Kapıyı güç bela ancak dışarıya doğru
açabildim.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:15)
Onur; Onuru kırılmak, Onuruna düşkün, Onurunu bir paralık etmek, Onurunu kırmak : Kişisel ya da
ailes şerefi zedelenmek; Şerefini zedeleyecek şekilde hareket etmek, hakaret etmek
“Yüksek tabaka mensubu, işinde başarılı, yaşlı ve evli biri. Çok sevdiği bir kızıyla iki oğlu var. Onlar da
babalarını çok severmiş. Soylu, kültürlü, akıllı, güzel sanatlar konusunda zevk sahibi ve onuruna düşkün bir
insan.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:19)
“Birçok kentte başarıyla aşkını ilan etmiş olan Raggles, Roodway’de sıradan bir taşralı gibi şaşırıp
kaldı. İlk kez olmak üzere onuru kırıldı. Kimsenin aldırış ettiği yoktu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:134)
“JAUFRE - Vah zavallı! Peki nasıl karşıladı bunu?
GEZGİN - Başlangıçta, onuru kırıldı sanki.
JAUFRE - Onuru mu kırıldı?
(Onun da içten içe onuru kırılmıştır.)
(A. Maalouf, “Uzaktan aşk”, sa:43)
“Okulu bitirdikten sonra evleneceklermiş. Fakat gidiş o gidiş; oğlan dönmemiş bir daha. Kıza da, ‘Sen
bana yaramazsın’ diye bir mektup göndermiş. Kızın onuru kırılmış tabii. Kendini öldürmeye karar vermiş.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:57)
“Başvurmamak için bir an kararsızlığa kapılacağı oyun yoktur onun, ondan her şey beklenir. Doğum
yapacak. Gebeliğin verdiği rahatsızlık olsa gerek. Ama amacı nedir acaba onların? Çocuğu benim üzerime
yazdırıp onurumu bir paralık etmek, boşanmayı engelleyecek mi?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:778)
onus : (DAVR.PSYCH.,KOLL.,LAT.HUK.) <o’nıs> : Yük, ödev, vazife, sorumluluk; onus probandi :
bvirinin mahkemede iddiasını kanıtlamak zorunluluğu (AR.: beyyine) = The burden of proof (İNG.)
‘ON ÜÇ KARE’ Savaş Taktiği : (TAR.,ASK.) : Avrupa’da, Orta-Yeni çağlardaki düzgün ordulu savaşlarda
uygulanan ordu savaş yerleşimi. Bu şekilde düzenle, karelerin dört yanı düşmana dönük olurdu. Aşağıdaki
örnek, FR: Napoléon ile İNG: Wellington arasındaki Waterloo Savaşında <1815> kullanılan düzeni işaret
etmektedir
Garip bir sayı rastlantısı olarak bu yirmi altı süvari taburunu, yirmi altı piyade taburu karşılamaya
hazırlanmaktaydı. Yaylanın tepesinin gerisinde, kamufle edilmiş bataryanın gölgesinde İngiliz piyadesi
bekliyordu. O n ü ç k a r e olarak düzenlenmişti, her karede iki tabur vardı; iki hat oluşturuyorlardı, birinci
hatta yedi, ikinci hatta altı kare bulunuyordu; dipçik omzunda, nişan alınmış vaziyette sakin, sessiz,
hareketsizdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:55)
Oo, Ooo : Bir hayret nidası olarak kullanılır.
“B. REİSİ - (Girerek.) Ooo hoş geldiniz efendim, hoş geldiniz... Elazığ’da teşrifinizi haber verdiler.
İşlerim olmasına rağmen bırakıp geldim.
A. HAMLET - Hoş bulduk”
(H.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:79-80)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE
(LOMOF fraklı ve beyaz eldivenli olarak içeri girer.)
ÇUBUKOF (Karşılayarak.) - Ooo, azizim, siz misiniz! İvan İvanoviç! Pek memnun oldum! (Elini
sıkar...) İşte sürpriz buna derler, anacığım.. Eh nasılsınız?”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:11)
“ ‘Daha ne olsun, çirkin olmayı umursayıp umursamadıklarını sordum. Çok patavatsızsın doğrusu.’
‘Ooo, sahi mi! Herhalde ağzımdan kaçmış: iyi ki başka şeyler de söylememişim.’ ”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:162)
“LAVINIA - Sana gönderdiğim mektuptan sonra başka bir haber alamadık.
HAZEL - O!... Onun üzerinden bir asır geçti. Aylardır bir mektup almıyorum ben. Bir yerde bir
başka kız bulup beni gözden çıkardı her halde.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:29)
“yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır
dönen bir ses fısıldayan sesler,
karanlığı açarlar, a’ların ve o’ların uçurumlarını, suskun
seslilerin tünellerini,”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:25)
“Hacer pencerede birden, ‘Oo!’ etti. Suad ne var gibi baktı, öteki başını çevirmeyip cama yapışarak,
‘Necib’le Süreyya!’ ve birden heyecan ile sararan Suad’a manalı bir bakışla bakıp cama yapışarak:.
-Artık elbette gelir... Siz burada mısınız değil misiniz... Bütün yaz iki kere gelmedi”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:304)
“-Gerçekten, dedim, güzel bir modelsiniz, bu kesin; kendi adıma, üzerinizde bir çalışma yapmak
isterdim; ama portrenizi yapamam.
-Peki neden?
-Çünkü portre ressamı değilim.
-Ooo... Fransa’da güzel sanatların filan veya falan kolunda çalışmak için uzmanlık belgesi mi almak
gerekiyor?”
(G. Sand, “Thérese ile Laurent”, Cilt:I, sa:16)
operibus credite et non verbis : (LAT.,KOLL.) <ope’rebus crediti non verbis- Lafa değil,işe bakmak gerek!>
“ ‘Her neyse, şimdi bırakalım bunları, Pedro Usta’nın oyununu seyredelim şimdi gidip; güzel şeyler
seyredeceğiz gibime geliyor.’ ‘Baştan sona sürprizlerle doludur benim programım,’ dedi Pedro Usta. ‘İnanın
efendim, oyunum şu anda dünyada görebileceğiniz en güzel gösteridir. Ne demişler : operibus credite et non
verbis. İşe girişmek gerek, akşam oluyor.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote, Çev.: Hacer Güneyligil, sa:566)
opsonin : (TIP,HORM.) : <op’sonin> : Kan serumunda doğal olarak var olan ve lökosit’ <beyaz kan
küreleri>lerin bakterilerle savaşmasını ve yenmesini temin eden bir antikor
Opus Dei : 20. yüzyılda kurulmuş, prensip olarak Koyu Katolikliği ve İncil’i temel almış, insanların
hünahlarının kefareti <Tanrı tarafından affedilmesi>, çoğu kez bunların işlenmesine neden olan cinsel dürtüleri
bastırmak için, nefislerini köreltme yolunda kendi kendilerine eziyet uygulayan keşişler.
“1928’de, Josemaria Escriva de Balaguer tarafından İspanyada kurulan Opus Dei, amacının ‘bütün
topluma bireyin özgürlük ve kişisel sorumlulukla yerine getirdiği profesyonel işi aracılığıyla evrensel kutsallık
ve havarilik çağrısına ilişkin derin bir farkındalık yaymak’ olduğunu söylüyor. Grubun kurucusu 1975’te öldü.
Tartışmalı bir hamleyle, Papa 1992’de onu azizlik derecesine çıkardı ve 6 Ekim 2002’de AZİZ ilan etti.
Hem Katolik papazlar ve hem de, özellikle üniversite öğrencileri üye olarak seçilir. Üyeler, ‘Yaşam
Planı’ denen plana uyarlar. Bu plan, günlüjk ayinler, tespih duaları ve ruhsal okuma metinlerinden oluşan bir dizi
ruhsal uygulamadan oluşur. Üyelerin, kendi aileleriyle temas kurması engellenir. Genellikle üyeler, kendileri
gibi genç ve ‘yem’ olarak kullabilecekleri skiz-on arkadaş edinmeye teşvik edilir.
Üyeliğin en katı sınıfı ‘Numerary’ sınıfıdır. Bu üyeler yaşamlarını Opus Dei’ye adamış olup Opus Dei
evlerinde yaşarlar ve evlenmezler. Kendi banka hesapları olmasın izin verilmez. Yaşamlarını sürdürmeleri için
kendilerine küçük miktarda haftalık harçlık verilir. Gelir-giderleri kendi Opus Dei yöneticileri tarafından
denetlenir. Aynı yöneticiler tarafından bu üyelerin okudukları materyaller, dinledikleri radyolar ve izledikleri
televizyonlar da denetlenir.
Opus Dei’nin ikinci sınıfı ‘Supernumerary’ Sınıfıdır. Bu sınıfın üyelerinin evlenmelerine ve aile
kurmalarına izin verilir. Onlar da ‘Yaşam Planı’ uygulamasına uyarlar, ama genellikle Numerary Sınıftaki
karşılıklarının uçtaki uygulanmalarından haberdar edilmezler. Kendi evlerinde yaşarlar, yine de gelirlerinin
büyük bir kısmını Opus Dei’ye verirler. Liderlerinin hemen hepsi Numerary Papazlar’dır.
Opus Dei tarafından yasaklanmış olan yaklaşık üç yüz sayfalık bir kitap listesi bulunmaktadır. Bunlar
arasında Protestan İncilleri ile evrim kurallarından söz eden tüm kitaplar vardır.
İkametgah dışındaki bütün kişisel hareketler yönetici tarafından onaylanmak durumundadır. Üyeler,
‘acı’nın iyi olduğuna ve ruhu arındırdığına nanırlar. Hem günahlarının kefareti, hem de cinsel dürtülerin
bastırılması için kendilerine acı uygularlar (nefsi köreltme): Uyluklarının çevresine cilice denen sivri uçlu bir bir
zincir takarlar ve sırtlarını düğümlü bir kırbaçla kamçılarlar. Bu ‘cilice’, Pazar günleri dışında her gün iki saat
takılır. Kırbaç ise haftada bir kez sırta ya da kalçalara vurmak için kullanılır. Üyeler kendilerini daha sık
kırbaçlamak isterlerse, izin almak zorundadırlar. Üyelere, sıcak su yerine soğuk suyla banyo yapmaları söylenir.
1991’denbri, Opus Dei, ‘Awareness Network/Opus Dei Farkındalık Ağı (ODAN) denen uygulamalar
hakkında dünyayı bilgilendirmek için varlığını sürdürmektedir.”
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa: 181-2)
“Opus Dei’nin gelenekçi felsefesi başlangıçta İspanya’da, Franco rejiminden önce kök salmıştı, amd
Josemaria Escriva’nın 1934’de yayınladığı ‘The Way <Tarik-Yol> - Tanrının Eseri’ni meydana getirebilmek,
kişinin hayatında yapması gereken 999 meditasyon şekli’ isimli ruhani kitabıyla birlikte Escriva’nın mesajı tüm
dünyaya yayılmıştı. Artık kırk iki dilde milyonlarca kopyası bulunan Tarik sayeseinde, Opus Dei küresel bir güç
haline gelmişti. Opus Dei’ye ait okullara, eğitim merkezlerine ve hatta üniversitelere dünyanın her büyük
şehrinde ratlanabilirdi. Opus Dei, dünyadaki en hızlı büyüyen ve mali açıdan en güvenli Katolik
organizasyonuydu. Ne yazık ki Aringorasa, dini kinizm <Fr. Felsefesi; Yunan düşünürleri Antisthenes’ke
Diogenes’in oluşturdukları, insanın gerçek erdeme ve mutluluğa, bütün gereksinimlerinden sıyrılarak ve hiçbir
değere bağlı kalmayarak uğraşabileceğini öğreten Sokrates’çi öğreti> mezhepler ve İncil’in televizyondan
öğrenildiği bir çağda, Opus Dei’nin sahip olduğu zenginlikle gücün şüpheleri üstüne çektiğini öğrenmişti.”
(D. Brown, “da Vinci Şifresi”, sa:38)
Or(a)da bur(a)da : Şurda, burda
Bk.: Burada şurada
“Orada burada alçıtaşı saçıntıları, kömür parçası yağmurları kıyıya yağıyordu ve dostlarımız
yaralanmamak için bazen yüzlerini kapatmak zorunda kalıyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:371)
“Surların üzerinde, erimiş kurşunların akarken bıraktığı geniş izler seçilmekteydi. Orada burada,
yıkılmış bir tahta kule yanmaktaydı. Evler, harabeye dönmüş bir amfitiyatronun basamakları gibi hayal meyal
görünüyordu. Koyu dumanlar yükseliyor, bunların arasında yuvarlanan kıvılcımlar kapkara gökyüzünde
kaybolup gidiyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:318)
“Yanında hiç değilse bir saat olsun kalmaya karar vermiştim. Gözlerinin altındaki deri tümüyle
pörsümüştü, yüzüne serpiştirilen takdis suyu damlacıkları hala orada burada göze çarpıyordu. Karnı, aldığı
haplardan biraz şişkindi. Yine de soluk alıp almadığını görmek için göğsüne kavuşturulmuş ellerini az ötede
gözümü diktiğim bir noktayla karşılaştırdım.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70)
“KÖRDÜĞÜM
----------------Bu kaygılı günlerimde bir zaman
Sana görünmemeyi yerinde buluyorum
Orda burda, tek başıma, perişan
Dolaşıp duruyorum”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:16)
“ ‘Orada, birçok başka kişiyle karşılaşıyor,’ diye sürdürdüm. ‘Orada burada aylak aylak dolaşıyor,
sonra bir akşam, küçük bir kente varıyor ve orada, her şey kafasına dank ediyor.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:103)
“Tepenin yan tarafında büyük, parkımsı bir açıklık oluştu. Bunun içinde engebeli ve yeşillikli bir çayır
görüyordu; orda burda benek benek meşe ağaçlarını görüyordu; dalların arasında sıçrayan ardıçları
görebiliyordu. Gölgeden gölgeye nazlı nazlı geçen geyikleri görebiliyor, dahası böceklerin vızıltılarını ve
İngiltere’de bir yaz gününün hafif iç çekişleriyle titreşimlerini işitebiliyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:103)
“Bazan rüzgar, yağmuru havada uçuşan bir çarşaf gibi ileriye fırlatıp duvarlara öyle bir çarpıyordu ki,
uçuşan çarşaf yere düşerken yere düşerken yayaların şemsiyelerini parçalıyordu. Az sonra caddede, hızla soluyan
atların çektiği siyah arabalardan, orada burada koşuşan birkaç kişinin uçan gölgesinden başka bir şey görünmez
oldu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5)
Oradan buradan, şundan bundan konuşmak : Halden bahsetmek, hal hatır sormak, geyik muhabbeti
yapmak
“Kahveyi buldum. On kadar adam oturmuş, sohbet ediyorlardı. Selam verdim. Yer gösterdiler. Hal hatır
sordular. Oradan buradan konuştuk.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:135)
“Geceleri bir küreği boydan boya uzatıp uyumaya çalışıyordum. Bilmiyorum yalnızca uyurken mi
oluyordu yoksa uyanıkken de oluyor muydu, her gece Jaime Manjarres’i görüyordum. Birkaç dakika oradan
buradan gevezelik ediyorduk, sonra yok oluyordu Jaime.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:57)
“GİZLİ SEVDA
Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rasladım
Sevindi beni görünce.
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.”
(Behçet Necatigil<1916-1979>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:448-9)
oracle : (YUN.MYTH.,KOLL.) <o’rakl> : Eski Yunanistanda ve Roma’da gaipten haber veren kahin; Bu
kahinin bulunduğu kutsal mahal; Oracles (çoğul) : Kitabı Mukaddes; hikmet ve kudretinden şüphe edilmeyen
kimse; makul ve değerli yanıt; vahiy, ilham
ora e sempre : (İTA.,KOLL.) <o’ra e semp’re> : Şimdi ve sonsuzluğa kadar = Now and forever (İNG.)
ora et labora : (LAT.DİN) <o’ra et labo’ra> : Hem dua et, hem çalış (BENEDİKTİN’lerin motto’su!) (İNG.)
Oral evre : (PSYCH.) :
Freud’a göre, insanoğlunun, bebekliğin ilk gelişim evresi
“Yeni doğan bir çocuğun temel ilgisi, onun ağzı etrafında toplanmıştır. Ağzıyla ulaşabildiği anne
memesi, onun tüm haz kaynağıdır. Anne memesinin yokluğunda onu sanrılayarak parmağını emer. Freud,
bebeğin meme emdikten sonra doyumlu, rahatlamış halini, orgazm’dan sonraki relaksasyon ile eşlendirir.
Bu evre, ‘pre-genital gelişim’in ilk fazıdır. Sonraları, Karl Abraham, bu devreyi, ilk yarıda e m m e
ve ikinci yarıda ı s ı r m a hazlarının sergilendiği kısımlara ayırdı.
Her psiko-seksüel gelişim, aşamasının, insanın temel psikolojik yapı ve bir ergin olarak
fonksiyonunda inkar edilemez önemi vardır. Bununla beraber, biyolojik tabana daha yakın olması nedeniyle, O r
a l evre, içlerinde belki en önemlisidir. İçten gelen bir açlık veya gerilim hissi, bir dış dünya gerçeğinin varlığını
ve onun tanımını zorlar. Bu ‘ g e r ç e k l i k hi s i s i’ = (reality)’nin ilk kaydedilişidir. Anne, bebeğin
beslenmesinden sorumlu olması nedeniyle, ‘fiziksel’ beslenmeden olduğu kadar, ‘ruhsal’ beslenmenin de
kaynağı olarak kabul edilir. Bu pek özel kişisel bağ, zaman geçtikçe, bebeğin tüm ‘insanlararası ilişkilerini’
(interpersonal relations), daha kapsamlı bir deyişle, ‘nesne ilişkileri’ni (object relations) etkileyen bir ilişkiye
dönüşür. Melanie Klein’ın ‘iyi meme-iyi anne-iyi dünya’,ve tersine: ‘kötü meme-kötü anne-kötü dünya’ yorumu,
anne-bebek ilişkilerinin evrensel boyutunu çok açık bir şekilde yansıtır.
Oral aşama, Margaret Mahler’in, ‘normal otistik’ (ilk dört hafta) ve ‘ normal sembiyotik’ (dört aya
kadar) faz’larını içerir. Beşinci aydan itibaren çocuk, otistik kabuktan çıkarak dal budak sarmaya başlar.
Duygular, kognitif <etrafını tanıma> ve nörolojik olgunlaşmayı kanıtlarcasına gelişir. Kıyaslamalar başlar,
meraklılık (curiosity) ile birlikte, 8. aylarda anne’yi diğer nesnelerden ayırdedebilmesinin ilk işaret olan ‘yabancı
sıkıntısı’ (stranger anxiety)’nı sergiler.
John Bowlby’ye göre, bu fazın başlangıcında, bebek, koku ve işitme uyarılarını ayırdedebilir; bir
kimse yaklaşınca gülümser, onu yakalamaya çalışır, gülümser, coşar, bir ses -özellikle annesinin- duyunca
ağlamasını durdurur. Sonraları, anneye yakınlık daha artar.
Erik Erikson için bu ‘T e m e l G ü v e n’ (basic trust) dönemidir. Bakıcının sürekliliğine paralel
olarak, bebekte ‘temel güvence’ veya ‘güvensizlik’ hisleri oluşur. Sosyal güvence kendini beslenmede kolaylık,
uyku derinliği ve barsakların düzenli işlemesi ile belirtir. Memeden kesildikten sonra ise, bebekte, sanki Cenneti
kaybetmekten kökenlenen bir nostalji oluşur.
Jean Piaget’ye göre bu evre ‘S e n s o r i - M o t o r F a z’ (sensory motor phase)’a tekabül eder. Bu
devirde ‘Ş e m a’ (Schema): Özel bir çevresel uyarıya karşı gösterilen bir davranış pattern’i gelişir. Bu ‘skemata’
(schemata) ile ‘çevresel dürtülerin enkorpore edimeleri=içlendirilmeleri’ (assimilation) ve ‘yeni uyarılara karşı
gelişen tepkisel davranış adaptasyonu’ (accomodation = uyum sağlama) ile kontrol altına almaya çalışılır.
Oral Faz’da oluşabilecek ciddi psiko-sosyal sorunlar (boşanma, anne’nin çalışmaya başlaması vb.),
ergin hayatta psikoz’lara, alkol ve madde bağımlılığına, bağımlı kişilik bozukluklarına neden olabilir.
Ö z e t olarak, yeni doğan çocuk, prensip olarak ‘ağız’dan ibarettir ve, oral evre, hemen tümüyle
biyolojik olarak belirlenmiştir. Bu anda, korteks’te de, en gelişmiş-geniş bölge de, ağız bölgesidir (homonculus).
Freudu’un ileri sürdüğü ‘erotik’ his tartışma götürebilir; bununla beraber, ağzın, bu faz boyunca, dünya ile
teması sağlayan en önemli bir organ olduğu da gerçektir.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Basım, sa:117-19)
Oralı (bile) olmamak : (KOLL.) : Hiç önem vermemek; duymamazlıktan, görmemezlikten gelmek;
aldırmamak
“Adam hiç oralı olmadı, ertesi gün aynı şeyi yine söyledi; ben de söyleme dedim. Bir ertesi gün yine
söyleyince, nezaketin sökmeyeceğini anldım; yakasına yapıştığım gibi adamı duvara dayadım; son derece sakin
bir sesle, aynı lafı bir daha söyleyecek olursa kendisini öldüreceğimi söyledim...... o güne dek kimseyi ölümle
tehdit etmemiştim; ama bir anda şeytana uydum. Neyse ki, benim kavgayı göze almam, kavganın başlamadan
bitmesini sağladı. ‘Şaka yaptım,’ dedi. ‘Yalnızca şakaydı.’. Ve mesele kapandı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:56)
“Petrus oralı olmadı. Sırt çantasından bir çay poşeti çıkarıp kaba attı, gösterdiği konukseverlikten ötürü
çayı kendisiyle paylaşmak istediğini söyledi. Belli ki, kadının keyfi kaçmıştı; iki fincan alp geldi. Petrus’la
birlikte masanın başına oturdu. Konuşmalarını dinlerken gözümü köpekten ayırmıyordum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:82)
“ ‘Yine sıcak bir gün,’ diye söze girer Elizabeth.
‘Hmmm,’ diye karşılık verir adam, ama pek oralı olmamıştır.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:248)
“BENZER - Ben hastanede, yüzüme onun hatlarıyla estetik ameliyat yaptırmak zorundayken isizn o
iyi kalpli Antonio’nuz parmağını oynattı mı, bilmek istiyorum sevgili bayan Rosa. Parmağını oynattı mı hiç?
Hayır efendim, oralı bile olmadı!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:83)
“Ahmet, valinin gösterdiği yöne baktı. İk yüz metre kadar ötede bir köylü sabanına dayanmış, çift
sürüyordu. Şoför:
‘Öküzlerini alsaydık, bir çekişte arabayı çıkarırdık,’ diye söylendi. ‘Ama herif oralı değil, yerinden
bile kıpırdamıyor.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:94)
“Şvayk oralı değildi. ‘Komutanım, her şey rapor edilmeli,’ diye sürdürdü sözünü. ‘Hatırlayacaksınız,
komutanım; daha Bruck’tayken, hani ben bölük postasıydım, yalnızca emirleri uygulamakla yetinmememi,
başka görevlerim de olduğunu söylemiştiniz bana..... İşte bu yüzden, komutanım, Teğmen Dub’un emirberini
durup dururken yumrukladığını size bildirmek zorundayım.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:146)
“İlerdeki duraklardan tramvaya ardı ardına bayanlar bindi. Az sonra üç dört kadın adamın tepesine
dikilmiş, direklere ve kayışlara tutunmuşlar, yerinden kımıldamayan adama hain hain bakıyorlardı. Adam oralı
bile olmuyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:162-3)
“Atelyede bir aşağı bir yukarı dolaşmaya koyuldu ardından, elindeki ekmekten birkaç lokma yedi,
kristal meyvelikten bir iki kiraz alıp ağzına attı, birkaç mektupla gazetenin bir kenarda durduğunu gördü, ama
oralı olmadı pek.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:8)
“Yatağımda doğruldum, hırsla dinliyordum. Bu vapur ambarı, bana yine çağdaş toplandığı ve dünyayı bir
daha uçurmak için komplo kurdukları yeni bir yeraltı gömütlüğüymüş <mezarlık> gibi geldi. Korktum. Tanrı’nın
bilinen tatlı, babacan, çok çekmiş, ölüm sonrasına ait ümitlerle dolu yüzüne tapmaya gidiyorduk; kadıncağızlar ona
armağanlar, mumlar, gümüşten adaklar, gözyaşları ve ibadetler götürüyordu; yukarıda, birinci mevkideki dinsizler
oralı değildi, politikadan söz ediyor, ya da uyuyorlardı ve aşağıda, alçakta olan ambarda biz, henüz yeni,
örgütlenmemiş bir kozmogoni’nin tohumlarını korkunç bir armağan olarak taşıyorduk.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:236)
“İdris birden heyecanlanmıştı:
-E?
-E’si, sağlığın. Yanlış bir numara.. derhal fiyasko ve analarımıza kar yağdığının resmi. Hiç oralı
olmadım. Gerçeği açıkladım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:119)
“Konuşmuyorlardı geceleri. Fakat Iraz, ikide birde:
‘Göreceksin deli kızım,’ diyordu. ‘Göreceksin. Memedin yakında iyi haberi gelecek. Hatçe oralı bile
olmuyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:218)
“Delikanlı çuvalı gösterip: ‘Gir!’ dedi. Adam oralı bile olmadı.”
‘Gir be,’ dedi. ‘ölüm değil ya! Ben belki yüz defa girdim çuvala... Kımılda be!’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:91)
“Erkek kardeşim John, bir kasabın yanunda çıraklığa başlamıştı. O yaşta çalışan genç bir çocuktan, hiç
olmazsa cumartesi geceleri arkadaşlarıyla dışarıya gitmesi beklenir, fakat babam hiç oralı olmazdı bile.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:9)
“Telaşlanarak sordu: ‘Denemek istediğin nedir?’ ‘Hiç,’ diye karşılık verdim, beni en çok üzen şeye
hayıflanarak, neyi yapabileceğimi, neyi yapamayacağımı çok iyi biliyordum. Kadın hiç oralı olmayarak,
bilgiçlerin her şeyi bildiklerini sandıklarını, ama aslında her şeyi bilmediklerini söyledi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10)
“O defterin, 1978 yılına kadar, bir kağıt fırtınası içinde boğulup gitmiş bir halde Meksika’daki yazı
masamın üzerinde durduğunu hatırlıyorum. Günlerden bir gün, başka bir şey ararken, onu bir süredir gözden
kaybettiğimin farkına vardım. Oralı olmadım. Ama gerçekten masamın üzerind eolmadığı kanısına varınca
paniğe kapıldım.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
“EVANS -... Allah korkusu işin içine girdi mi, o zaman dinler Şura Ya. Yoksa kargaşalık çıkmış, oralı
olmaz... Ya... Hele bir iyi düşünüp taşının.
SHALLAW - Ah, ah! Allah canımı alsın ki kılıç temizlerdi bunu, genç olsydım eğer.
EVANS - Kılıç yerine, arkadaşlarınız hakkından gelsin, daha iyi. Ha sonra, kafamda tasarladığım şey
var, belki hayırlıdır. Anne Page var, bay George Page’in kızı... çiçeği burnunda taze... çitlenbik gibi..”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:10)
“Ama gururu vardı, kocasından bir şey istemeden, gerektiğinde ondan yoksun kalabiliyordu. Örneğin,
iki haftadır Palais-Royal’ <kraliyet sarayı> daki bir kuyumcuda fantezi bir mücevher görmüştü.
-Bir bilseniz, üzerinde elmas taklidi üç yıldız olan bir saç tokası. Oh! Yüz franklık bir şey. İşte bunu
kaç kez söyledimse de oralı olmadı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:129)
Orana burana : Vücudunun şu ya da bu kısmına, bir tarafına
“Konan Isı II
Anlar
Birdenbire
Yeryüzünü gökyüzünü
Konarken orana burana”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:189)
Orasbı : Orospu, sokak kadını (Anadolu lehçesi) (Argo)
“Çivi Esme bir kahkaha kopardı:
‘Şunun em deye verdiği elmaya bakın! Garılar! Leblebi tenesi gadar. Deliganlı adamın susuzluğunu
keser mi heç o? Sen Amada şevtali ver şevtali! Şevtali ister o! Çıkar da koynundaki turunçlardan ver hiç
olmazsa?..’
‘Ağzına yüzüne ettiğimin!’ dedi Cemile. Kalktı, Esme’nin başına çöktü. Boynundan tutup bastırdı:
‘Ben onun öpöz yengesiyim. Sen hangi turuncun lafını ediyon? İlazımsa sen ver. Ağzına yüzüne ettiğimin
orasbısı!’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:18)
Orası burası : Şu ya da bu yer; şu ya da bu parçası
Bk.: Oraya buraya
“Yaptığım seçimleri savunacak değilim. Bunlar gündelik yaşama uygun, pratik çözümler olmasa da,
işin doğrusu, ben gündelik yaşama sığmak istemiyordum. Benim aradığım yeni deneyimlerdi. Dünyayı
dolaşmak, kendimi sınamak, orası senin burası benim görmek, olabildiğine çok şey keşfetmek istiyordum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:9)
“Yüzyıllardır akmayan orası burası kırık eski çeşmeler, kenar mahallelerdeki eski camilerin ya da artık
farkına varılmayan büyük camilerin çevresinde kendiliğinden oluşuveren derme çatma dükkanlar...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:45)
Orası malum : Öyle olacağı biliniyor, o doğru, öyle
“Firmino elinden geldiğince derdini anlatmaya çalıştı: Kazandığı bursu, Sorbonne’dan bir profesörle
Paris’te araştırma yapma olanağını, elbette maaştan feragat edecekti, orası malumdu, ama işten çıkarsa sosyal
sigortadan mahrum kalacaktı.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:204)
Orası senin, burası benim : Yerleşmek amacıyla yer yurt aramak; kayıp birilerini aramak; Rastgele keyifle
dolaşmak
“Yusuf altın torbasını yerden çıkarıp sırtına vurdu ve yollara düştü. Ora senin, bura benim, güzel,
bereketli, at yetiştirmeye uygun, kendi topraklarına benzer bir yer arıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:14)
“ ‘Bütün gün göl üzerinde ve gölün koylarında orası senin burası benim dolanıp duruyorum. Hafif bir
kayık, molalarda içilmek üzere bir puro ve okumak üzere Platon’un bir yapıtı, ayrıca uzun bir çubuk ve bir olta
takımı, işte bütün donanımım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:56)
Orasına yapıştırmak : Kıçına ya da cinsel organlarına yapıştırmak bağlamında (Argo)
“ELIZABETH - Evet evet afedersin.
MARTA - Özür yok. Sen o özürlerini al da... orana yapıştır!
MAMA - Bu kız amma sıkıymış!”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:82)
orate : (KON.SAN.,HUK.,KOLL.) <O’reyt> : Nutuk vermek, hatiplik taslamak; oration : <o’reyşın>
nutuk, söylev, hitabe; orator : hatip, nutuk veren, belagatle söz söyleyen adam; HUK.: davacı; oratorical :
hatipliğe ait, hitabet kabilinden, belagatli
Oratorio : (MUS.,KORO,KOLL.) : < O’ratorio> : -isim- Müzik, Orkestranın katılımıyla koro heyeti
tarafından meşk edilen uzun dini beste; bu müzikle söylenen ve kutsal kitaplardan alınmış parçalar; oratoryo;
oratory : <O’ratori> : ufak, özel mabet
Oraya buraya; Orayı, burayı : Şuraya, öteye beriye¸ Şurasını, öteyi beriyi
“ ‘Ultima hayatı boyunca insanlara hizmet etti. Şimdi ise insanlar savaşın rüzgarıyla kuru otlar gibi
sürüklenip oraya buraya dağılmış durundalar. Savaş her şeyi içine çekerek kurutuyor,’ dedi. Babam ciddi bir
ifadeyle.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:17)
“Zorladık demir parmaklıkları
O günlerde 10. Charles vardı
Karşı koyamıyordu halka
Nereye gider güzel kızlar,
Oraya buraya”
(V. Hugo,<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:547)
“Pasajdaki birçok meyhane günün bu saatinde yalnızca birkaç müşteri ağırlamakla birlikte, belli ki asıl
geceye hazırlanıyor; garsonlar, komiler ‘müşterinin yanında ayıp olur,’ demeden temizlik yapıyorlar etrafta; kapı
önlerini süpürüyor, orayı burayı siliyor, ıvır zıvır pat-patlıyorlar.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:273)
“KITTEL - Ayırın! Kurular ile yaşları. Hepsini ayırın! Haydi! İş başına!
(İnsanlar iki kümeye ayrılır. Bir kısmı çamaşırları ayıklarken, ötekiler elbise yığınına katmak üzere
kamyondan habire yeni parçalar getirirler. Sahnede bu insanların telaşla oraya buraya koşuştuğu görülür.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:17)
“Suvenir, yarı sığıntı, yarı dalkavuk, herkesin aşağı gördüğü bayağı bir adamdı; tek sözcükle söylersem,
çanak yalayıcıydı. Ağzının bir yanında hiç diş yoktu. Bu yüzden buruşuk, küçük yüzü bir yana eğilmiş
görünüyordu. Durmadan oraya buraya seğirtirdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
“NIOBE orsa seyri diye can atıyordu. Gottlieb de öyle. Ah, yelkencinin bu en büyük yanılsaması, oraya
buraya sürüklenmediğini, rüzgar, yelken ve dümen arasında ustaca aracılık ederek, şu ya da bu rüzgarla nereye
nereye gideceğini kendinin belirleyebileceğini düşünüyorsun ya. Yelkenli tam yol ilerliyordu.”
(M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:254)
“ ‘Söz dizileriyle tıka basa dolu defterim yere düşmüş; gündelikçi kadın, tan ağarırken yorgun argın
gelip kağıt parçalarıyla, yırtık tramvay biletleriyle, yumrulup atılması için çerçöp arasına, oraya buraya
fırlatılmış notla birlikte süpürsün diye, masanın altında duruyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
“Resmin etrafı sevinçten bir oya ile çevrilivermişti. El arabası, çayır biçme makinesi, kavakların
hışırtısı, yağmurdan önce akçıllaşan yapraklar, haykırışan kargalar, oraya buraya çarpan süpürgeler, elbiselerin
hışırtısı, bunların hepsi çocuğun zihninde öyle renkli, öyle birbirinden ayrı şekiller almıştı ki daha şimdiden
kendine özgü gizli kapaklı bir dil edinmişti.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:3-4)
“Nicedir bu sözümü beklermiş gibi kollarımdan sıyrıldı birden, sonra, çıldırmışçasına, baş döndürücü
bir hızla, yaptığını bozmaya girişti; yastığımı, yorganımı yere attı, kitaplarımı tekmeledi, her birini bir yere
fırlattı, faraşa topladığı çöpleri oraya buraya saçtı. Taş gibi donup kalmıştım olduğum yerde.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:132)
Orda burda : Orada burada, bir baltaya sap olmaksızın var olmak
Bk.: Orada burada
“Babam beni limana kadar uğurladı, ara sıra gözü bana kayıyor, huzursuzluk ve merakla yan yan
bakıyordu; ne olduğumu, ne istediğimi, niçin orda burda serserice dolaşıp Girit’de yerleşmediğimi
anlayamıyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa303)
ORDO : (HIRIS. LATIN MYTH.) : Katolik Kilisesi’nin öngördüğü, dinzel törenlerde ve ibadetlerde uyulması
gereken kurallar
“Bir rahip, vaaz vermek üzere kürsüye çıkmıştı ve ben -onun ve berrak sesinden, daha sonra da
sözlerinin içeriğinden- ister istemez onu dinlemek zorunda kaldım... büyülenmiş gibiydim, daha on beş dakika
bile geçmemişti ki, kutsal haçın öğretisi beni hayretler içerisinde bırakan bir bilgi derinliğine sahip oldum... rahip
alçakgönüllülük, sevgi ve namus gibi insanlık erdemlerinden söz ediyordu... ORDO’dan, düzenden, ilahi
adaletten... söz etmeye başlayınca, birden irkildim, ORDO’yu zedelediğimi hissettim... bu gerçek, bir ok gibi
beynime saplandı... öylesine yıkılmış, sarsılmıştım ki, rahibin söylediği öteki şeyleri artık duyamıyordum ve ayin
sona erdikten sonra tek başıma kilisede kaldım... uzun uzun öylece oturdum, içimde duyduğum acıdan terliyor
ve öleceğime inanıyordum...’ ”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:30)
Ordo ab chao : (LAT.) : Karmaşa’dan düzen çıkma. Eski inanç sistemlerinde ve Masonluk’da, insanoğlundan
esas b e k l e n t i . Başlangıcın sonu. Kaos’tan çıkan düzen.
“Langdon bakmakla yetindi. ‘Karmaşanın içinden düzen çıkması’, masonlukta kabul edilmiş
gerçeklerden biriydi. Ordo ab chao. Yine de bir ‘tılsım’ın, ‘karmaşadan düzen yaratmak’ bir yana dursun,
herhangi bir güç verecek olması bile saçmaydı.”..... “Boş koridordan geçerlerken, Langdon yüzüğü <Masonik!>
inceledi. ORDO AB CHAO yazılı bir levha taşıyan çift başlı Zümrüdüanka kuşu vardı ve üstüne 33 sayısı
işlenmişti. ‘33 sayısıyla birlikte çift başlı Zümrüdüanka kuşu, masonluğun en üst derecesinin amblemidir.’
Teknik olarak bu prestijli derece sadece İskoç Riti’nde yer alıyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:121;147)
Ora pro nobis :
Oremus :
(LAT.,DİN) <Ora pro no’bis> : Pray for us ! = Bizler için du edin ! (İNG.)
(LAT.,DİN) <Ore’mus> : (Haydi) dua edelim! = Let us pray (İNG.)
Ore rotundo : (LAT.,KON.,KOLL.) <O’re rotun’do> : Cilalanmış, iyi düzenlenmiş konuşma = Polished,
well-rounded speech (HORACE, Art of Poetry, 323)
Orfizm : (YUN.,MYTH.,DİN) : O r f i z m, kurucusu olan efsanevi bir kişiden, efsanevi Trakya’lı ozan
CALLIOPE’nin oğlu ORPHEUS’tan alıyor adını. Orfizm, soyluların dünya görüşünü temsil eden mitolojiye
karşı, köylülerin ve kölerin dünya anlayışını termsil etmektedir. Orfizm, İsa’dan önce VIII. y.y.’da oluşmuştur.
“Yunan mitolojisinde, çok içli bir öyküsü vardır O r p h e u s’un. Şarkılarıyla bütün doğayı etkiler ve
büyülermiş. Karısı EURİDİKE’nin ölümüne dayanamamış, ölüler ülkesi Hades’e gidip onu geri vermelerini
istemiş. Acıyıp vermişler gerçi; ancak, onunla beraber yeryüzüne çoıkıncaya değin arkasına dönüp Euridike’ye
bakmamayı şart koşmuşlar. Ne var ki, bu koşulu yerine getirememiş Orpheus, dayanamayıp arkasına bakmış.
Bakmış ve sevgilisini kesin olarak yitirrmiş böylece.
ORPHEUS’un giderek O r f i z m’e söylediği şey şuydu: Ruh, ölümsüzdür. Bedende hapsolmuş
durumda bulunan r u h, ölümle bundan kurtulacak ve tanrılarca muhakeme edilecektir; büyük mutluluğa ise,
bedenden bedene göçerek yaşayacağı birçok yaşamlar süresince erişecektir. Günahlarından arınarak ve ancak
öteki dünyada.
Tanrılarla ilişki kurduklarına inanılan orfik rahipler, büyüsel gizli yöntemlerle insanları mutluluğa
ulaştırmaya çalışırlardı. Kendinden geçme, coşku ve sonunda tanrı D i o n y s o s’la birleşme, orfik gizemsel
törenlerin amacıydı. Bu arada, ç i l e c i l i k de bir öğe olarak beliriyordu. Çilecilik, aslında, geniş halk
yığınlarının ekonomik ve sosyal koşullar yüzünden çekmekte oldukları çileyi kurumlaştırıyordu. Acı çeken insan
yığınları bu dinde, çektikleri acıyı ölümden sonraki mutlulukları için gerekli sayma, kendilerinin de bir gün
mutlu olabileceklerine inanma, dayanışma bilinci edinme, gizemsel törenler sırasında kendilerinden geçerek
çektikleri acıları ve yoksulluğu unutma yoluyla dünyadaki yaşamlarında en büyük avuncu bulmaya
çalışıyorlardı. Özellikle k ö l e l e r, ruhlarının, efendilerine ait bulunan ve bu yüzden bir ömür boyu acı çeken
bedenlerinden çıkıp rahat edeceği ve özgürleşeceği anı sabırsızlıkla beklemişlerdir.
M i t o l o j i’ye göre, ölümden sonraki yaşam, dünyadaki yaşamın bir süregelişidir; O r f i z m’deyse,
dünyada çile çekilir ve ancak ölümden sonra mutlu bir yaşama erişilir. Mitoloji’de, ölümden sonraki yaşam
‘bedenli’dir; orfizm’de ise, beden dünyada kalır ve yalnız ruh öbür dünyada yaşamayı sürdürür. Mitoloji’de,
güçsüzlükten güçlülüğe doğru ve en üstte en güçlülerin bulunduğu bir sıra düzeni vardır; Orfizm’deyse tüm
insanlar birbirine eşittir.
‘S ı r’ anlamına gelen ‘M y s t e r i a’ da, eski Yunanlıların hemen bütün dinsel yaşamlarını adlandırır
aslında. Mysteria’larda söz konusu olan, insanı tanrısal yetkinliğe yaklaştırmaktadır: ta ki insan, tanrıların
yapısındaki doğaüstü tözü kendine sindirebilsin ya da tanrısal sonzuzlukla kaynaşıp bunun içinde yol olabilsin.
Bu eğilimin çağımızdaki adı ‘m y s t i s m = mistizm’dir, yani ruhun insanlığı aşıp tam anlamıyla tanrılığa
yükselmesidir. T a p ı m l a r, daima gizli yapılır, dışarıya hiçbir bilgi sızdırılmazdı. Bu gizli tapımların en ünlüsü
de, Attika’daki E l e u s i s gizli tapımları idi, Demeter ile kızı Kore ya da Persefone, bu konudaki büyük
tanrılardı.
İ.Ö. V. y.y.’da, gizli tapıma kabul edilenlerin sayıları pek çoğaldı ve ‘Eleusis’ inanışını koruyan
Atina, büyük bir çekicilik kazandırdı buna. Hacıların, Atinalı süvarilerin eşliğinde, Eleusis’e doğru alay halinde
gidişleri, sitenin en büyük dinsel bayramlarından biri haline geldi.”
(Server Tanilli,; “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:308-310)
Organ : Vücudun bir parçası, aza; Cinsel organ, şey: penis (Argo)
Bk.: Lezzet Organı
“1- Adaletin Zulmü
Çoğalan bağla yaptığımı soruyor
Yaptığım zulüm değil
Organımın eti komşu evinin önünde
Komşum evimin ben. arzulamayan...”
(Ebu Semem El Dbbi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04)
“Doktorun karısı, adamın onu ite kaka getirdiği yatağın başında ayakta duruyor, kasılmış elleriyle
karyolanın demirlerini sıkıyordu; tabancalı körün, koyu renk gözlüklü genç kızın eteğini çekip yırttığını,
külotunu indirdiğini, sonra, parmaklarıyla yön bularak organını onun organına bastırdığını, onu zorladığını
gördü, adamın homurdandığını, edepsizce sözler ettiğini duydu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:162)
“ ‘İşemeye gidiyorum,’ diye kısaca karşılık verdi Manolo.
‘İyi, rahatlarsın,’ dedi karısı.
Manolo sertleşip kabardığını hissettiği ve canını yakacak kadar hayalarına baskı yapan donunun
içindeki organını düzeltti.
‘Bende hala finfar gücü var,’ dedi, ‘her sabah böyle, mangalho’m direk gibi dikilmiş uyanıyorum,
bende hala finfar gücü var.’
‘İdrar kesendir,’ diye yanıtladı karısı, ‘yaşlısın sen Rey,’.....
‘Bende hala finfar gücü var,’ diye karşılık verdi Manolo, ‘ama seni finfar edemem, şeyini örümcek
ağı bağlamış.’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:13)
“Derken davullar durdu, yorgun eşek görünmeyen bir yerden gelen bir buyruğa uyar gibi sırtüstü yere
yatıp bacaklarını kaldırdı ve dimdik organını gözler önüne serdi. Kadın ortada dönerek, gösterinin sonunu ancak
peşin para ödeyenler görebilirler, diye bağırıyor, bekçi kılıklı iki cambaz ellerinde kırbaçlarla çocukları ve
dilencileri kovalıyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:22)
“Joseph, Will’in kolunu arkasında tutarak onun kemerini, pantolon düğmelerini açtı, pantolonunu da
indirdi. Will’i çamur üzerinde diz çökmeye zorluyordu. Güneş bir-iki metre ötede, coşkun nehir üzerinde
parıldıyordu. Will ayağa kalkmaya çalıştı ama pantolonuna takılarak tökezledi. Joseph branda bezi pantolonunun
düğmelerini açarak onun arkasına geçti, organı elindeydi.”
(R. Tremain, “Renk”, sa:230)
Orgazm : Cinsel doyumluluğa erişmek
“Yeni olanın verdiği bir haz vardır, ama bilinenin de verdiği bir haz da vardır. Sevilen bir yemeği
yemenin hazzı, seksin hazzı. İnsanın erotik yaşamı ne kadar egzotik ya da karmaşık olursa olsun, orgazm
orgazmdır işte ve orgazmın bize geçmişte verdiği hazlar yüzünden yeni yeni orgazmları hazla bekleriz. <Paul,
10 Ocak 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011”, sa:49)
“Şaşkınlıkla, cinsel organının hemen üstünde küçük bir sivilce yakaladı; kendini daha fazla tutamayarak
sivilceyle ıynamaya başladı; hissettikleri giderek tadına doyulmaz bir hale geliyor, yoğunlaşıyordu ve bedeni
tepeden tırnağa -özellikle elinin değdiği bölge- zevkle geriliyordu. Yavaş yavaş bir cennete girdi, duygu
şiddetlendi, artık doğru dürüst görüp duyamaz olduğunu fark etti, her şey altın rengine bürünmüştü sanki, sonra
zevkten inledi ve ilk orgazmını yaşadı. Orgazm! Haz!”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:21)
“Bu hoş ve aldatıcı zevklere kapılmışken beni o yabancı bedene iten şeyin ne olduğunu anlayamıyorum.
Kollarımın arasındaki kız orgazma ulaşırken titriyor, hızlı hızlı soluyor, ağlıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:57)
“Sessizlikte ağız ağıza olmak işe yaramıyordu; biri ötekine yaklaşan iki maske olacaklardı. Deri
altındaki kasların bükülüşü, bronz alnın altında derine gömülen gözlerin biçimi. Adamın isteği karşısında bir
dişçinin kauçuk dudak maskesi kadar duyarsız ağız. Yalnızca o titremede, orgazmdan önceki yarım saniyelik
duraklamada saklıydı gizem, derinin titrediği ve yılan gibi birbirine dolanıp düğüm olduğu, zincirlerini
şakırdatan ve boşluğa havlayan köpekler ile yaz bülbülleri arasında o akıldan çıkmayacak ses duyulduğu anda,
bütün önceki anların üstünde, yalnızca o anda.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:257-8)
“NEFRET BİLDİRİSİ
------------------------Ama hepsi bu değil, ey ağır aksak hayatın egemen
kenti.
Saklanan, ürken belki de otuz bir çeken düzünelerle
ödlek var, kavramların, kıskançlığın ve kargaşanın
çocukları, ‘ben işimi bilirim’ ayağına yatmış gençler,
kendi orgazmlarına terk edilmiş yıkıntılar
aşağılık, kendi sıkıntılarının sakızını çiğneyen,
bize çok uzak kitaplarda derin düşüncelere dalmış
çarpık kopiller.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Bundan otuz yıl önce, cinsel özgürlük konusunda bana bir ders veren, erotizmin parti komiserine
benzeyen, ciddi ve coşkun görünüşlü şu Amerikalı kadını anımsıyorum; çektiği söylevde ikide bir cinsel doyum
sözcüğünü kullanıyordu, orgazm deyip duruyordu; saydım: tam kırk üç kez.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:8)
“İki hafta önce Thelma kaygı yüklü bir düş görmüştü; bu onun tüm terapi boyunca anlattığı tek düştü:
‘İri yarı bir zenciyle dans ediyordum. Sonra o Matthew’ye dönüştü. Dans pistinin üzerine yatmış
sevişiyorduk. Ben tam orgazm olmaya başlarken onun kulağına, ‘Öldür beni,’ diye fısıldadım. Birden ortadan
kayboldu ve ben dans pistinde yapayalnız kaldım.’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:51)
“Ginny’yi düşün - o nasıldı? Bugün oldukça pasaklıydı. Saçları taranmamış, düz bir şekilde
ayrılmamıştı bile, eski bir blucin, birkaç yerden yamalı gömlek. Geçen hafta orgazm olmaya çalışırken ne kadar
kötü bir gece geçirdiğini anlatarak girdi söze.”
(I. D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:42)
orgy, genel olarak ‘çoğul’: orgies : (YUN.MYTH., DAVR.,KOLL.) <or’ci> : Eski Yunanistan ve Roma’da
mabutlar ve özellikle Baküs (Bacchus> için yapılan gizli ibadet ve ayinlerde, aşırı heyecanla şarkı söyleyip dans
etme, dua etme, çılgınca hareketlerde bulunma; işret ve cümbüşte ifrat
orison :
(MYTH,DİN) <o’rizon> :
Dua, münacaat, Tanrıya yalvarma
Orkid : Hanımların aylık kanamalarında kullandıkları modern, hijyenik koruyucu ped
“Cam kenarına oturmuş, başını da dalgın dalgın cama yaslamış olan Meryem ise günlerdir bir
heyecandan bir başka heyecana sürüklenmekten yorgun düşmüş, mecalsiz kalmıştı. Kolu kanadı kırılıyordu
sanki; trendeki gibi mi oluyordu nedir? Kanaması bitmişti. -Allah razı olsun- Seher’in verdiği orkid sayesinde
bundan korkmuyordu artık. Bu icat çok işine yaramıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:261)
Orman kanunu : Kaba kuvvetin hükümran olduğu kurallar: Gerçek yaşam: Doğum ve ölüm, hemen her zaman
daha kuvvetlinin hayatta kalışı vb.
“Cennet gibi yemyeşil, taptaze toprak, birazdan oynanacak savaş oyunlarıa hamileydi. Evet, birazdan
yine gladyatörler ortaya çıkacak, orman kanunu hükümran olacaktı. Hepimiz belki de son şansımızı oynuyor,
son nefeslerimizle, son nabız atışlarıyla yaşıyorduk.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:126)
“Güldü, fakat birden yüzünde bir gölge belirdi:
-Gülmemiz ayıp, dedi; bu manastır yüreğime ağırlık veriyor; keşişleri gördün mü? Hepsi semiz <iyi
besli>; İsa tekrar yere inse ve tesadüfen Vatopedi’den geçse (Girit’te bir manastır>, kırpaç hepsinin başı üstünde
nasıl şaklardı! Haydi, gidelim!
-Nereye gidelim? Yalnız bu manastır değil, hissetmiyor musun, bütün dünya yüreğimize ağırlık
veriyor. Her yanda, bazıları karnı aç, bazıları karınları doymuş halde yalanıyor; her yanda kurtlar ve kuzular var;
ya sen yiyeceksin, ya seni yiyecekler. Bu dünyada henüz çiğnenmemiş bir tek kanun var; Orman kanunu!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:197)
ornery : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <or’neri> : Huysuz, inatçı, edepsiz, alçak, huysuz, adi, bayağı -slangOrosbu, Orospu; Orospuluk etmek, Orospu odası : Fahişe; para ile ya da herkesle serbestçe cinsel ilişkide
bulunan; sadakatsiz kimse; Batı edebiyatında, özellikle satranç oyununda ‘vezir’ ; Celeb
“Zehir gibi acı bir rüzgar, bütün gün yüzünü didiklemiş, durduğu zaman temiz ve kadın, sıcak ve kınalı
bir Anadolu orospusu elleriyle, altınlar içinde, şalvarlar içinde, elde örülmüş kırmızı konçlu yün çoraplar, abalar,
tezgahta dokunmuş çullar içinde biraz ağırca insan kokulu bir kasaba kahbesi elleriyle her tarafını yoklamıştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:8)
“Giriş <Sonbahar 1935, Moskova>
-----I
Beni şafak sökerken götürdüler,
Ardından yürüdüm, cenazeymiş gibi,
Kulübede ağlıyordu küçükler,
İkon duvarındaki mum eriyip bitti.
Dudaklarında o ikon soğukluğu,
Yüzünde ölüm teri... Nasıl unuturum!?
Ben bir ‘strelets’ orospusu
Gibi Kremlin gölgesinde ulurum.”
(Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 15.12.05)
“Niye bir erkek sevişmek için bir kadına para vermeye hazırdır da kadın sevişmek için para vermediği
gibi bir de üstüne para alır? Tanrı nasıl bir denge kurdu da aptallık erkeklerde orospuluk kadınlarda kaldı.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:76)
“Venedik İçin Şiir
<Cortegena 1972>
--------------------Yok! Defol, orospu! Çünkü senin kadehin olmayacak
arzuladığın esrikliği kafaya dikeceğim kadeh.
Venedik’in kadehinden içeceğim.
Kendimi onun güzelliğinin kucağına atıyorum”
(José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04)
“ONULMAZ
Eski, uzun Pişmanlığı boğabilsek bir,
Ki yaşar döne kıvrıla,
Böcek ölüyle, tırtıl meşeyle beslenir,
O da bizim canımızla.
Hangi iksirle, hangi şarap ya da meyle
O karınca gibi titiz,
Orospu gibi aç, kırıp geçiren hele
Kart düşmanı boğarız biz?
Hangi iksirle? -hangi şarapla? -ve meyle?”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:117)
“ ‘Böyle orosbu oyunları adam olan adama yakışmaz! Elini ayağını bağlatıp dövdürmüşsün, sordum
böyle söyledi...’
‘Yalan!.. Şart olsun yalan!.. Ve bu düzme, dübara!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:250)
“İSTANBUL
-------------Dünyayı ve insanları görmeye çıkmışlardır
Elleri arkasında bir adam köprünün ortasında durur
Nereye baktığı belli olmaz
Ben gökyüzünü parkı beyaz sarayları seyrettiğini
söyleyebilirim
Bu şehir aşktan değil dehşetten düşüp gebermeye
hazır
Genç orospular ölü padişahlar hastalar şehri Rezil
İstanbul”
(İlhan Berk<1916-2008>; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:1, sa:428)
“ ‘Demek sence generalin bu orospu arabası bizi de alacak, öyle mi?’
‘Evet...’
‘Hım. Bu Maybach, motorun sesinden anlıyorum. Esaslı bir araba. Dışarı çıkıp şoförle konuşmamda
bir sakınca var mı sence? Garanti onbaşıdır.’ ”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:116)
“6 kat yukardaydık, kapıya vardığımda içerden kahkaha sesleri geliyordu. Linda orospusu pek fazla
bekleyememişti. onun da, adamın da kıçını tekmeleyecektim. Kapıyı açtım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:95)
“Kendisinden daha bağımsız olan kız arkadaşları, kendilerini toplumsal derecelemenin en tepesine
oturturlar ve vezire orospu, şahaysa pezevenk derlerdi.. Düzenli gelen beyefendisi sayesinde en alt
basamağından biraz yukarı tırmandığı, şimdiki düzene sıkı sıkıya sarılan tek kişi Emekli’ydi. Başka zaman olsa,
en gözüpek şakaları yapan o, şaha karşı olanlara katılmazdı. Vezire gelince, ‘orospu’ adı, ona fazlaydı bile.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:223)
“ ‘Ne istiyor bu kel besleme bizden?’ diye söylendi. ‘Durmadan sırıtıp geçiyor yanımızdan.’
Öbürü eğilmiş, dikkatle suları kolluyordu.
‘Takma kafana,’ dedi. ‘Küçük orospu, güzel olsa neyse...’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:85)
“BEYAŞK
-----------Süslenir ayın ve kutup göğünün billurlarıyla
Ve şarkı söyler akarken çakılların diplerinden
Ve kişner ıssız boğazların diplerinde
Belalısından dayak yemiş orospu gibi.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:81)
“ ‘Zaten zorbaydılar, şimdi Konstantinopolis onların eline geçtiği için yanlarına artık hiç yaklaşılmaz
oldular..... ilahilerimizi kendi uydurdukları bir Yunanca’yla, kendi dillerinde kim bilir hangi yakışıksız sözleri
araya katarak söylüyorlar, kutsal kaplarımızda yemek pişiriyorlar, ve orospularını soylu kadınlar gibi giydirip
dolaştırıyorlardı. Er veya geç, bu da geçecek, şimdilik buradan, evimden bir yere kıpırdamayın.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:370)
“Ben, Sant’Albano’lu Pietro’nun yanındaydım, onun, yanındaki Nola’lı Gunzo’ya, biraz anladığım orta
İtalya ağzıyla, ‘İnanırım, bugün toplantıdan sonra zavallı ihtiyar allak bullaktı. Abbone tıpkı Avignon orospusu
gibi davranıyor!’ dediğini işittim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630)
“O akşam İshak Efendi karısının orospuluğunu mahalleye ilan etti. İddiasını ispat için de Hacı Numan’ı
tanık tuttu. Biçare Pesent Hanım’ın böyle bir sapıkkanlığa gereken bir yaş ve güzellikte bulunmadığını kimse
insafla düşünmedi. Bütün o semt halkı kadının bu azgınlığına parmak ısırdı.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:361)
“Sargasso yosunlarından, sarı yosunlardan, teknenin yanında yüzen mor, kaygan bir deniz anasından
başka bir şey görünmüyordu. Suda yan yattı deniz anası, sonra doğruldu. Arkasında bir metre kadar uzunluktaki
öldürücü mor liflerini sürükleyerek bir köpük gibi neşeli neşeli yüzüyordu. ‘Agua mala,’ dedi adam. ‘Seni
orospu.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:30)
“İş peşinde koşan tüccarlar, ava giden prensler, ölülerin üstüne kapanmış ağlayan yaslı insanlar,
kendilerini satan orospular, hastalara bakan hekimler, ekim gününü kararlaştırmakta olan keşişler, çocuklarını
avutan analar gördü.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:41)
“KAPTAN
----------bakır çalığı göklere katiyyen
tahammülüm yok
hele Paris’in gökleri aklımı
başımdan alıyor
bana seni senden evvelki Poitiers’li
kızı hatırlatıyor
ayazın avucunda unutmuşum
ellerini
karanlığın arkasında kıvılcım gözlü
orospular
gölgelerine yaslanmış evliya gibi
bekliyorlar”
(Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:7)
“Birden döndük Müşfik’e. Çakıl sektiriyordu her zamanki gibi. Yadırgadım bu kez. Hiç konuşmamış
olduğumuzu o zaman anladım. Yadırgadım. Gene sustuk. Sonra, Müşfik, okur gibi, ‘Meryem günahkar bir
kadındı. Öyle dedi annem. Orospuydu.’ Midem bulanıyordu.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:55-6)
“Yürüdü, yürüdü; zihni gezinip duruyordu orada burada, Orospu Magdalena’dan Tanrı’ya kaçıyordu;
çarmıhtan cennete, ana babasından uzak ülke ve denizlere, beyaz, sarı ve siyah, milyonlarca yüzlü insanlara.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:98)
“Güldü.
‘Peki aşk?’ diye sordu bana.
‘Şaka yapma.’
‘Kadınlar?’
‘Arada bir gerçek bir orospu. Bazen edebiyatçı bir orospu. Bazen aynı kişide ikisi birden.’ ”
(Imre Kertész, “Tasfiye”, sa:84)
“Benim eşcinsellikle tek ilişkim, size daha evvelden de belirttiğim gibi, yalnızca, bakımevi mi desem,
hastane mi desem, kurumlarda olmuştu. Şöyle bir meraklanıp etrafta dolaşan erkek orospuları izlemeye
başladım. Taksiler geliyor, ‘kızlar’ biniyor, sonra bir ‘kız’ kahveye geri geliyor, iş böylece tamamlanıyordu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:60-1)
“Sonra kendi kendime güldüm. Sen inansan ne olur, inanmasan ne olur be kızım, dedim. Haddini bil!
Bodrum yolunda Nazi’leri, Nietzsche’yi, Auschwitz’deki cüceleri düşünsen de, sonuçta işinden atılmış, bütün
Türkiye’nin gözünde adı orospuya çıkmış dul bir kadınsın. Ama bunları düşünmek bile keyfimi bozmadı. İçimde
yeni bir başlangıç, yeni bir hayat, yeni bir mücadele azmi belirmişti. Maya’dan bir Maya daha doğuyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:430)
“Bu yüzden, boyuna karısının ne kadar fedakar bir eş olduğunu söyleyip duruyor. Yani, deliyken tekrar
kendisiyle yaşamayı kabul etti diye.
-O karıya küçük bir fino gibi bağlı ve minnetkar, çünkü onun sayesinde ekmek yiyor, diye düzeltti
Doktor Rebagliati. Camacho’nun karakollarından haber toplayarak kazandığı parayla geçinebilirler mi
sanıyorsun? Orospu sayesinde karnı doyuyor, yoksa çoktan verem olmuştu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
“Birkaç saniye sonra, duvardan başka bir şey göremez oldu, ama elleri hala tepeye tutunuyordu. ‘Ulan
Köle, bunu sana ödetmezsem Allahsızım, kızın önünde ödeteceğim bunu sana, kayar da bir tarafımı kırarsam
aileme haber verirler; eğer babam gelirse, ne var diyeceğim, beni okuldan kaçtığım için attılar, ama sen,
orosupuların peşinde koşmak için evden kaçtın, daha beterini yaptın.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:169)
“Ama bu gece nereye gitsem -Arno üzerindeki koyu sarı taş köprülerde, Cascine’de her birinin altında
bir orospu bekleyen ağaçların orada, Neptün Çeşmesinin çevresinde ya da Cellini’nin güvercin pislikleriyle
bezeli tunç Perseus heykelinin oralarda da gezinsem-..... o Machiguenga masalcısının çok eski zamanlardan
gelen sesinin peşimi bırakmayacağını biliyorum.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233)
“Kaplan ve fil avına çıktığımda ya da savaşa gittiğimde aklıma ne zaman Lucrecia gelse yüreğimin
çarpışı tıpkı ilk günlerdeki gibi hızlanır, gecelerin yalnızlığını dindirmek için sahra çadırında ne zaman bir köle
kızı ya da bir alay orospusunu okşasam, ellerim acımasız bir düş kırıklığına uğrar.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:19)
“GELİN - Duyuyor musun?
LEONARD - Geliyorlar.
GELİN - Sen kaç! Ben burada öleceğim, ayaklarım suda, başımda dikenler. Yapraklar, otlar
ağlayacak benim için; ben şu orospu bilinen kız oğlan kız için.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:63)
“Papaz kükrer:
‘Hazreti İsa içinmiş! Neden Meryem Ana’mız için değil de İsa Peygamber için?..... Hem de anadan
doğma erkek. Onun karşısında şehvet damarlarınız kabarıyor, içinizdeki şeytan uyanıyor, kendinizden
geçiyorsunuz, değil mi? Defolun buradan orospular!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:37)
“Hırs geldi miydi, insan ne dediğini biliyor mu? Dedim tabii. Bana iş yapan karıyı kızı ayartıp sermaye
yapacak değil misin a orospu dedim. Evine giren çıkan...”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“Rosa Cabarcas, mallarını, dükkanında piyasaya sürdüğü küçük yaştakiler arasından seçerdi hep; onları
mesleğe adım adım attırarak, Kara Eufemia’nın tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat
yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp sularını çıkarırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
“ ‘Para önemli değil,’ dedi Galip.
‘Bence de,’ dedi kadın. ’56 Chevrolet’m tırnaklarımın kırmızısıydı, aynen bu renkte. Biri kırılmış
değil mi? Belki Chevrolet’m bir yere çarpmıştır. Kocam olacak o rezil, o orospuya hediye etmeden önce buraya
her gün arabamla gelirdim.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:142)
“Kızı görünce, kedi doğrudan Mariana’nın kollarına koştu. Kız, sarılarak karşıladı hayvanı. Öptü, sonra
pişman oldu. Kaçaklığı süresince bir hastalık kapmış olmalıydı. Okşadı. Kedi titriyordu. Katy yanına geldi.
-Berbat halde, dedi.
-Orospuluk etmeye gitmiş olmalı.
-Tabii ki.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:174)
“Sözcük <Evohé-1971>
--------şöyle bir tartıyorum, ıslatıyorum,
avuçlarımda ısıtıyorum,
okşuyorum, ona bir şeyler
anlatıyorum, kuşatıyorum,
köşeye sıkıştırıyorum,
bir iğne saplıyorum, köpükle
dolduruyorum,
sonra da, bir orospuymuşçasına,
tutup sokağa atıyorum elimden.”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Bozog Alavi İçin
<24.XI.1988>
85 yaşında
sürgünün 42. yılında
yanaşmıyor
hükümetin biri
senin pasaportunu uzatmaya.
---------------------Ve söz,
bu sefil rasgele, orospu,
ağzımıza takılır,
her tüfek ağzıyla
sadakati fısıldamak için.”
(Said<d.1947>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.05.02)
“İngiliz filosu, bakın, orada Santos kıyısında görünüyor, dün demir attı, Catalonia’ya asker taşoyorlar,
orada bekleyen, orada bekleyen orduya takviye olacakmış, neyse, bu filoyla birlikte suçluları Barbados Adası’na
sürgüne götüren bir gemi de geldi, ve oraya giden elli kadar orospu da vardı suçluların arasında, yeni bir koloni
kracaklarmış.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:38)
“... sil göz yaşlarını da bir adam gibi davran, babanla barıştın bile, daha ne istiyorsun, annenle biraz
sürtüştüysen, bil ki zaman gelince bununla da ilgileneceğim, şu Mecdelli Meryem hikayesi pek hoşuma gitmedi,
o bir orospu, ama boş ver, nasıl olsa gençsin, tadını çıkar gençliğin, kuralları birbirine karıştırmamak lazım...”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:272)
“Kermese gideceğim. Böyle, bin dereden su getirmeye ne lüzum var? Bu çok doğal bir şeydi: Orada
müşteri peşinde dolaşan karı kılıklı oğlanları seyredecekti. Sébastopol Bulvarındaki Kermes kendi alanında ünlü
bir yerdi. Durat Şirketinin kontrolörü sonradan öldürdüğü o küçük orospuyu orada tavlamıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133)
“SÜVEYŞ <1957>
Dengesini uzun bıyıklarına borçlu yürürken
Son derece ince bir kadın yüzünden sallantılı
Sevişken bir orospu en mayhoş tenlisi Ortadoğunun
Çeşmeden su içer gibi kolay rahat
Avucunu çenesine dayayıp öptüğü”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:41)
“Mahalleye girdiğimizde gün batıyordu ve tropik iklimlerde olduğu gibi, daha bir sokağı aşmaya
kalkmadan ansızın gece bastırdı. ‘Kafesler Mahallesi’ndeki yapıların çoğu ahşap ve hasırdandı. Orospular,
tahtaları birbirine üstünkörü birleştirilmiş barakalarda oturmuş, başlarını daracık bir aralıktan çıkarıyorlardı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17)
“Sara, birçok kere, akşam saat onda, iş çıkışında uğrayıp onu almak için üsteledi, ama o her seferinde
karşı çıktı. İnsanlardan ötürü değil; o saatte, daracık sokakta, birinci katın pencerelerindeki koruyucuların göz
kulak olduğu üç sakin orospudan başka kimse olmaz. Doğrusu, her şeyden çok geceleri kol gezen saldırgan
sıçan sürüleridir çekindiği.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“-Çıfıt doktor ‘Cıgara yok’ diyor. Ulan kayarto! Biz hiç mi doktor görmedik? Sen çıfıtlığınla bizi mi
kandıracaksın! Bunlar hep Hayganoş orospusunun öğretmeleri... Karı, cıgara içmemizi, esrar çekmemizi aklınca
yasaklatacak...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:239)
“-Vay anam! Kolum gitti...
-‘Kimse duymasın’ mı dedi?.. Gizli demek!..
-Valla koptu kolum... Oynama Murat abi...
-Neymiş o dediği bakalım!..Neymiş dedim. Orospu gibi çalkalan demedim.
-Bırak kolumu be... Kırıldı şartolsun...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:118)
“ ‘Orospu,’ demişti, ‘küçük orospu. Başkalarına var da bize yok mu?’ Sonra Vesna’nın eteklerini
kaldırıp üzerine çıkmıştı. Ne ilk kez, ne de ikincisinde bir türlü içine girememişti. O zaman işi zora dökmüş,
kızın bacaklarını ayırıp, anahtarını bulamadığı bir kapıyı nasıl bir tekme ile açarsa, öyle girmişti içine.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:146)
“Ama şimdi, evindeki bütün kızları ‘kızlarım’ diye çağırıyor, topunu çelikten pençesiyle yönetiyordu.
Kızları yola getirmek gerekti mi, sille tokat girişmekten geri kalmıyordu, sözlüğü de yakası açılmadık sövgülerle
zenginleşmişti. Orospulardan biri, karşı koymaya görsün, orospuyu gırtlağından yakalıyor, aşağıdan almadı mı
orospu, kıçına tekmeyi basıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
“Daha bunları söylerken, Tilde aklına geldikçe yüreğine çöken sıkıntıyı bastıramıyordu. Sarımtırak bir
ten, aynı renk bir giysi, sıska bacaklar, yamru yumru ince kollar… Ve elleri, hele o her zaman kım ıldayan
parmakları…hırslı yılanlar gibi, bir şeyi tutunca iyice kavrayan parmakları. Bu iğrenç orospunun tek güzel yanı
saçlarıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52)
“İçeri girdiler. Yoksul bir oda, bir hamak. Köşede, üstü rengi atmış bir paçavrayla örtülü bir masa.
Masada, duvara dayalı bir ayna. Ucuz koku ve Royal Brial marka briyantin şişeleri. Tüm orospu odalarına
benzeyen bir orospu odası. Zengin ya da yoksul, hepsinde bir ayaktakımı kokusu vardır. Masanın ardında,
kenarları çentilmiş mineli bir leğen olduğu kestiriliyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:31)
“Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı.
-Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt altında
Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile içinde, karnı
burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250)
tutamıyoruz=koruyamıyoruz).
Orospu analı : Orospunun çocuğuna takılan diğer bir isim
“Çıkışta, Jacques kendisine ‘gözde’ diyenin kim olduğunu sormuştu..... Munoz, ender olarak ortaya
çıkan, ama Jacques’tan hoşlanmadığını her zaman göstermiş olan, oldukça ağır ve renksiz, iri bir sarışın oğlan,
‘Ben,’ demişti. ‘Güzel, demişti Jacques. Öyleyse sen de orospu analısın.’ Anaya ve ölülere sövme Akdeniz’de
öteden beri sövgülerin en ağırı olduğundan, bu da savaşa yol açan töremsel bir aşağılamaydı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:123)
Orospu boku : Orospu kırıntısı, orospu parçası (Argo)
“... birisinin gelip bacaklarını, ayakkabılarını ve yatağının altına komik bir şekilde uzanmış bir erkek
vücudunun aşağı yarısını seyretmekte olduğunu düşündü. Kendi kendine bir küfür savurdu..... Şimdi daha önce
hiç duymadığı, yalnızca varlığını hissettiği sözcükleri düşünüyordu: ‘Bok... Orospu boku...’ ”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:194)
“Ona inanmak için doğaüstü bir çaba harcadım, ama aşk mantığa galip gelmişti. ‘Orospular!’ dedim,
içimi cayır cayır yakan bir ateşle kahrolarak. ‘Siz busunuz işte!’ diye bağırdım: ‘Orospu bokları! Artık ne senin
hakkında bir şey duymak istiyorum, ne de dünyadaki başka bir karı hakkında, hele onunla ilgili hiçbir şey.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:92)
Orospu bozuntusu : Fahişe, piç (Argo)
“Maud asla bilmeyecekti bunu, bana o hayran gözleriyle bakmakta devam edecekti ve ötekilerden fazla
sürmeyecekti o da, iki ay, üç ay sonra onu da bırakıp gidecektim ben. Ama şimdi o biliyor. Biliyor. Orospu
bozuntusu, o benden üstün şimdi!”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:167)
“Boris’in bu laflara aldırış ettiği yoktu tabii, ama hoşuna da gitmiyordu bu, güzel olmak, erkeğe yakışır
bir nitelik değildi. Hem bu orospu bozuntuları ona göz süzecek yerde kıçlarını sallamakla yetinseler, onların
yerine şu geçen heriflerden ikisi Ivich’e baksaydı biraz; biraz, çok değil; kızın kendini güzel hissetmesine
yetecek kadar baksaydı daha mutlu olurdu.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:70)
Orospu çocuğu : ‘Piç’ anlamında bir küfür (Argo)
“Işıklar her yönü aydınlatıyordu ama onu bulamadılar. Bazı ışıklar ise üzerimden geçiyordu. Fark
edileceğim diye korkudan titriyor, daha da beteri Lupito ile karıştırılarak vurulacağımdan korkuyordum.
‘Çılgun orospu çocuğu kaçtı!’ diye bağırdı köprüdekilerden biri.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:35)
“Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı
biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.
O zaman neden tetiği çekmiyorsun orospu çocuğu? diyor Mavi, birden ayağa kalkıp göğsünü
yumruklayarak Siyah’a meydan okuyor. Neden ben, öldürüp kurtulmuyorsun?”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“PIERRE - Sen bu işletmeyi batırmaya mı çalışıyorsun! Ha, istediğin bu mu, beni mahvetmek mi!
<IZZY yavaşça ayağa kalkar. PIERRE tekrar yakasına yapışır.>Seni öldüreceğim, seni orospu çocuğu!
Beni duyuyor musun, seni öldüreceğim!”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:79)
“Karmakarışık duygular içindeydim. Sevinçten ölecek gibiydim: Ama aynı zamanda orospu çocuğunun
hayalarına da tekmeyi indirmek geliyordu içimden.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:50)
“Irazca:
‘Anasını sattığımın dölleri! Zili gırık orasbı çocukları! Bir de öğünüyorlarmış. Ayna verdik, bıçak
verdik, şöyle yaptık, böyle çattık... Ben onların analarını bellerim ana, sen sabret...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:85)
“KİRO - Sen burada dur, ben gidip o kuş bir mesaj getirmiş mi, bakayım.
KİRİL (Karanlığa girer ve kısa bir süre sonra bir mücadelenin sesleri, kanat çırpışları, ve bir baykuşun
bağrışı duyulur.)
KİRO (Haykırarak.) - Ah seni orospu çocuğu! Kafamı deldin! İmdat! İmdat! (Vuruş sesleri duyulur
ve kuşun bağrışı susar.) Onu öldürdüm. Orospu çocuğu! Beynimi gagaladı. Gözlerimi oyacaktı namussuz.”
(H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa.:25)
“Sonu gelmeyen merdivenler. Kapıya varamadık bir türlü - işte ordaydı, zengin insan, verandada
oturmuş bize bakıyor, elinde içkisi. Ve Roy bağırdı, ‘Hey Harvey, seni orospu çocuğu, seni görmek ne güzel!’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:8)
“Kendini kurtarıp göğsüme öyle sert vuruyordu ki nefesim kesiliyor ve geri geri sendeliyorum. ‘Seni
orospu çocuğu’ diye bağırıyor. ‘Seni yaşlı kaçık! Defol! Git de bir yerlerde geber!’ Dönüp giderken arkasından
‘Beni ne zaman duruşmaya çıkaracaksınız?’ diye bağırıyorum. Aldırmıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:166)
“... frasketa ormanlarında gezdiimde hemde burnunun ucunu göremediin bir Sis olduunda ve şeyler
aniden karşına çıktında ben hayal görürüm bir seferinde bir unikorn gördüm bir seferindede Aziz Baudolinoyu
benimle konuşuyordu ve bana orospu çocuğu diyordu cehenneme gideceksin çünki ünikorn hikayesi vardı
Unikorn yakalamak için ağacın altına bekareti bozulmamış bir kız koymak lazımdır ve hayvan bakire kokusunu
duyar ve gelir başını karnına dayar...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:12)
“Duruşma sırasında savunma avukatlarından biri:
-Şemsiyeyi de mi görmediniz?
diye sorunca, Marino şu yanıtı verdi:
-Görmedim. Benim şemsiyem değildi ki! Benim şemsiyem olsaydı mutlaka görürdüm! Hangi orospu
çocuğu şamsiyemi çalmış da, çalacağım arabanın içine koymuş, derdim.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:25)
“KİRALIK KATİL - Ahmak, orospu çocuğu, burada ne yapıyorsun?
GENÇ - Kim o? Ah siz misiniz peder? Dikkat edin, kraliçe fazla uzakta değil. Etrafında bir sürü
nöbetçi var.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:70)
“LUCIA - Pişkin herif! Pisliksin sen... Nasıl hala senin gibi boynuz takan bir piçle birlikteyim. Bunu
sonra konuşacağız. Sen hikayene devam et. O Franklin Mint’e benzeyen heriften söz ediyordun. Orospu
çocuğu.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa.:9-10)
“Olay böyleyken ben gerçekten çıldırdım… Delirdim… Utanmadan çırılçıplak dans ettim… Sen ve
arkadaşların birbirinize kenetlenin, ödeyin ücretimi, çıkın üstüme beş kişi altı kişi rahatlayın orospu çocukları...”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:54)
“ ‘Yarın sabah dokuzda... Tamam mısın? Tekrarla bakayım!’
‘Yarın sabah dokuzda...’
‘Toplantıya bekleniyor... Unterschrift. Sen Untershrift’in ne olduğunu biliyor musun, Allahsız
tosbağa? Unterschrift, imza demek, imza! Söylüyorum imzayı: Albay Schröder, orospu çocuğu. Anladın mı?
Tekrarla!’
‘Albay Schröder, orospu çocuğu...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:416)
“Oysa yalnızca bizler varız. Fakat o bunu bilemez. Şu küçük piçe bak.
Tam o anda Agustin Pablo’nun uçurumdan çıktığını ve elleriyle dizleri üstünde duırduğunu gördü.
Sakallı yüzü ter içindeydi.
‘Orospu çocuğu geliyor,’ dedi.
‘Kim?’
‘Pablo.’ ”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:506)
“Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir
mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm,
burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar
bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi.
-Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın!
Ama umurumda değildi! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı:
Kitabımı saklamak!”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47)
“Hayır. Reilly’ye de, öteki orospu çocuğu, İspanyol piçi Piskopos Panal’e de hesap sorma günü henüz
gelmemişti. Günü gelince ödeyeceklerdi elbet. Şimdilik, her ne kadar kıçına çifte atmaya çalışsalar da
piskoposların kılına dokunulmamalıydı. 25 Ocak 1960’ta -o günden bu güne bir buçuk yıl geçmişti bile- ülkenin
bütün kiliselerindeki Pazar ayinlerinde bir Piskopos Bildirisi okutarak Katolik Kilisesi’nin rejime savaş ilan
ettiği günden beri sürdürüyorlardı bu kampanyayı. Mendeburlar! Leş kargaları!”
(G.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:30-1)
“Bir-iki tane de içinde nefes almanın olanaksız olduğu ahşap ranzalı kamara vardı, ki bunlar tüm
yolculuk boyunca acil hizmet veren kanı canı kalmamış orospucukların işgali altındaydılar.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:12)
“Ulises onun üstüne atılıp çıplak göğsüme isabetli bir bıçak darbesi indirdi. Büyükannenin ağzından bir
inilti çıktı, kendini onun üstüne atarak ayı gibi güçlü kollarıyla boğmaya çalıştı.
-Orospu çocuğu -diye hırıldadı-. Yüzünün hain melek yüzü olduğunun çok geç farkına varıyorum.”
(G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:146)
“Philippe ardında bir soluma duydu.
-Ulan orospu çocuğu, fırlama! Korktun mu ulan? Ulan ben senin ananı... N’oldun bebek, koca bebek,
artık kardeş değil miyiz yani?”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:181)
“... aynı anda on el birden bacağına yapışıyor, ayağını çekiyor, toprakla hamur olmuş parçaları alıyor,
topluyor. Onbaşı deli bir öfkeyle çırpınıyor, debeleniyor; bir parça daha düşmüştür yere. Brunet’nin ayaklarının
ucuna. ‘Bırak beni, orospu çocuğu, bırak diyorum!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:287)
“Peder Antonio bir kere daha sümkürdü. Ta kendisi, dedi, ya sen Pereira, sen ne diyorsun bu işe? Böyle
pat diye sorarsanız ne diyeceğimi bilemem, diye yanıtladı Pereira, o da Katolik ama farklı bir cephe almış,
seçimini yapmış. Nasıl olur da pat diye bir şey söyleyemezsin Pereira, diye haykırdı Peder Antonio, şu Claudel
orospu çocuğunun teki, işte o kadar.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:114)
“Koşa koşa kaçarken arkasından bağırdım: ‘Kimseye söylersen canına okurum.’ Ama söyledi işte,
evine varır varmaz her şeyi anlattı. Annesi babası anneme telefon ettiler. Annem telefonu hızla kapayıp üstüme
yürüdü, ayakkabısının tekiyle, süpürgenin sapıyla beni dövmeye başladı. Çıldırmış gibiydi. Avazı çıktığı kadar
bağırıyordu: ‘Tıpkı baban gibi orospu çocuğunun tekisin, tam orospu çocuğu, başka bir şey değil.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“Sendeleyerek, alaylı sözler arasında uzaklaştım. Rio-Sao Paulo yolunun öbür yanına vardığımda
acıyan kaba etlerimi ancak oğuşturabiliyordum. Orospu çocuğu! Görürdü gününü o! Öcümü alacağıma yemin
ettim. Yemin ettim ki…”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:99)
“İhtiyarın kanı tepesine çıktı. Gözleri aysız bir gecedeki közler gibi parladı. Bacağını hayvanın
üzerinden aşırdı. Yaşlı kısrağından yere atladı, sesin geldiği yöne doğru topallayarak yürüdü; hayvan simsarları
gibi. Tabancasını çekti, beklenmedik bir ustalıkla parmağında döndürdü, çevresine halka olmuş adamların
yüzlerine baktı ve sordu:
‘Arkamdan bağıran orospu çocuğu hanginiz?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:30)
Orospu kasığında yatmış : Orospu çocuğu, gebe orospudan doğmuş
“Hasan odanın köşesine sinmiş donmuş kalmıştı. Hiç kıpırdayamıyordu. Adamın birisi onu gördü.
Böğrüne zorlu bir tekme savurdu. ‘Orospu kasığında yatmış, orospu kasığında, babasının kanlısının kasığında
yatmış aşağılık oğlan.’ ”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:39-40)
Orospu takımı :
Aşağı tabaka insanların kızdıklarında kadınlara söyledikleri aşağılatıcı sözlerden biri
“Öteki kadınlar hep bir ağızdan bağırıyor, bu arada yumruklar atılıyor, tokatlar şaklıyor, verilen
buyruklar işitiliyordu, ‘Kesin sesinizi orospu takımı, bu cadalozların al birini vur ötekine, inekler gibi
böğürmeden edemezler...”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:162)
orotund :
(SES,MUS.,ART,KOLL.) : Dolgun ve berrak sesli; ahenkli, tantanalı söz ya da yazı
Orövuar : ‘Mersi’ gibi, Fransız dilinden ‘au revoir’ dan çeviriyle alıntı ‘tekrar görüşmek üzere’ (‘See you
soon’ : İngilizce karşıtı: Yakında görüşmek arzusuyla)
“-Hep... Hep buradayım efendim, akşama kadar...
-İyi öyleyse... Orövuar efendim! -Bir iki adım atıp Murat’a döndü-:
Tanıştık mıydı sizinle hiç bir yerde?..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:136)
Orpheus : (YUN.MYTH.,MUS.,KOLL.) <Or’fius, Or’feus> : Çaldığı müzikle ağaçları ve kayaları harekete
getirdiği ve canavarları yatiştirdiğina inanılan ünlü Yunan müzisyeni <Not:: Bugüne dek, Amerikada birçok
müzik hol ve sinemaların isimleri ya Odéon ya da Orpheus’tur. İ.E.>
Orsa almak, etmek : Gemi ya da yelkenlinin rüzgarın geldiği yönde döndürülmesi
“Orsa ederek çekerken, yelken amuraları kahkahayla gülüyor ve bütün kayıklar gökler gibi
gürlüyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:28)
“ ‘Gençsin,’ dedi; ‘ihtiyarlara kulak asma! Dünya, ihtiyarları dinleseydi, çok çabuk ıssızlaşırdı. Bak
dinle, yoluna bir dul çıkarsa, üzerine doğru orsa et! Evlen, çocuk yap. Çekinme, acılar yiğitler içindir!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:164)
Ortaçağ Kilise Müziği nitelikleri : Prensip olarak, ilahiler tüm toplulukça, bir uyum içersinde, tek bir vücut,
tek bir uymlu ses çıkarmak için eğitilmişti. Yıllar süren bir süreç sonusunda, şarkıda tek bir ruh olarak
birleştiklerinin farkına varırlardı. Başrahip onlara Sederunt’u söylemeye çağırdı:
LATIN : “Sederunt prencipes
et adversus me
loquebantur iniqui
Persecuti sunt me
Adjuva ne, Domine
Deus meus salvum me
fac propter magnam
misericordiam tuam.
TRK.:
Prensler oturdular
ve karşımda, zıddımız olarak
haksız şeyler söylendi
itham eden sözlerle,
Yardım et bana Efendimiz
Tanrım beni kurtar
Yüce merhametin aşkına.
Başrahibin o ayetleri, özellikle prenslerin elçiliklerinin ayinde hazır oldukları o gece, tarikatımızın
Efendimizle yığınların Tanrı’sıyla arasındaki ayrıcalıklı bağ sayesinde güçlülerim ksvuşturmasına karşı
direnmeye yüzyıllardan beri nasıl hazır olduğunu anımsatmak için bile bile mi seçtiğini sordum kendi kendime.
Gerçekten bu tekdüze ezginin başı, büyük bir güç etkisi yaratır.
İlk ‘se’ hecesi üzerine, yavaş ve ağır başlı koro başladı; onlarca insanın ‘bas’ sesi neflleri doldurdu;
başımızın üstünde dolaştı; ama gene de yeryüzünün yüreğinden yükseliyor gibiydi. Ses aralıksız sürdü; çünkü
öteki sesler, o derin ve sürekli çizginin üstünde, bir sürü vokaliz ve melizmalar örmeye başlayınca -dünyasal- bas
eğemenliğini sürdürdü ve bir resitatör, yavaş yavaş alçalan, ağır bir sesle, on iki kez Ave Maria’yı sürelediği
dinmedi. Sanki sonsuzluğun sürekliliğini benzetileyen bu uzatılmış hecenin, yakaranlara verdiği güvenle tüm
korkularından arınmış gibi, öteki sesler (özellikle çömezlerin sesleri), kaya gibi sağlam bas sesin üstünde
yükselerek doruklar, akıcı ve vurgulanmış tiz notlar oluşturuyorlardı. Yüreğim bir doruk noktasının ya da bir
porrectus’(Ortaçağda müzikte kullanılan, ilk iki noktası alçalan, üçüncü notası yükselen işaret) un, bir torculus
(Ortaçağda ilk iki noktası yükselen, üçüncü alçalan müzik işareti) ya da sıçrayışın titreyişiminle tatlı tatlı altüst
olurken bu sesle bana ruhun (yakaranların ve onları dinlerken benim kendi ruhum, duygu taşkınlığını
taşıyamayarak bu sesler aracılığıyla sevinci, üzüntüyü, övgüyü, sevgiyi, tatlı tınıların sıçrayışışla dile getirmek
için parçalandığını söyler gibiydi. Bu arada, sanki düşmanların, Tanrı’nın kollarını kovuşturan erk sahiplerinin
tehdit edici varlığı kararsız gibi yeraltı dünyası cinlerinin inatçı direnişi yumuşamıyordu. Sonunda, tek bir
notanın Neptune’ce kükreyişi ona karşı çıkanların sevinçli haleluyalarına yenik düştü; ya da en azından onlarca
sarılıp sarmalandı; görkemli ve kusursuz bir akort ve savsaklayıcı bir nota üstünde eriyip yok oldu.
S e d e r u n t, neredeyse donuk bir çetinlikle söylendikten sonra, p r i n c i p e s yüce ve meleklere
yaraşır bir dinginlikle boşlukta yükseldi. Artık bize karşı konuşan güçlülerin kim olduklarını kendi kendime
sormuyordum, o oturan, korkutucu hortlağın gölgesi dağılmış, yok olmuştu .....................
Şimdi koro neşeyle, ‘A d j u v a m e’ (LAT.; Acuva me = Bana yardım et!’)’yi söylüyordu; sözcüğün
pırıl ‘a’sı, kiliseyi neşeyle dolduruyordu; ‘u’ ise, ‘sederunt’taki gibi iç kapayıcı değil, kutsal dirimle doluydu.
Rahipler ve çömezler ezginin kuramına uygun olarak söylüyorlardı: beden dik, boğaz serbest, baş yukarda, kitap,
başı eğerek soluğun göğüsten daha az güçlük çıkmasına yol açmaksızın okunabilsin diuye, hemen hemen omuz
hizasında Ama gün hala ışımamıştı; borazanları sevinçle çalmasına karşın uykunun sisi şarkıcıların birçoğunu
ağına ddüşürüyor, hatta ara sıra uzun bir notada yitip gitmiş, ezginin dalgalanmasına güvenerek uykuya kapılıp
başlarını eğiyorlardı. O zaman uyandırıcılar, o durumda bile ellerindeki ışıkla onların yüzlerini bir ara arayıp
buluyor, ruhlarını ve bedenlerini yeniden uyandırıyorlardı.””
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:467-8)
Ortadan kaldırmak : Öldürmek
“Çünkü Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmakta, o da altın ülkesitne göz dikmiş, onu ele
geçirebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Böylesine gözü pek bir adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmazdı.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:32)
Ortadan (ortalıktan) kaybolmak; sır olmak : Anide kaybolmak, ortadan yok olmak
Bk.: Ortadan yitmek
“Gece oldu. Kartacalılar da, Barbarlar da ortadan kaybolmuşlardı. Filler kaçışmış, ateşe verilen
kuleleriyle ufukta başıboş dolaşıyorlardı. Kuleler, orada burada, sisler içinde yarı kaybolmuş fenerler gibi,
karanlıklar içinde yanıyordu. Ovada ise denize sürüklediği ölüler yüzünden suları kabaran ırmağın
dalgalanmalarından başka kımıltı görülmüyordu.”
(G. Flaubert, “Salanbo”, sa:200-1)
“Örneğin Bopfingen’e giden yol üzerindeki tepede böyle bir durum yaşamıştık, zırhlar içinde saçı
sakalı ağarmış biri ileriden bize doğru gelerek yaşlı başını sallamış, sonra hemen yine ortadan sır olmuştu.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:16)
Ortadan yitmek : Ortalıktan kaybolmak, yok olmak
“Bir gün Aziz ortadan yitti. Çukurovaya, uzaklara, adı sanı duyulmadık ellere gitmiş, dediler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:121)
Orta halli : Çalışarak hayatını kazanan, dar gelirli-işçi, ücretli kesimin bir üstündeki sosyo-ekonomik klasa
mensup (maaş ya da ücretli, memur) kimse; Orta sosyal klas
“Demek ki vapur yolculuklarından, denizdeki martıları beslemenin artık Kadıköy-Köprü seferlerinin
doğal bir parçasına dönüştüğünü bilemeyecek kadar uzak kalmıştım. Simitler, bir anda kapışıldı. Dikkat ettim,
alanların çoğu orta halli’nin altında kaldıkları söylenebilecek kişilerdi.”
(A. Cemal, “Beklediğimiz Tiyatro”, sa:195)
“Tutunmayı başardılar. Semt, emekçi semti oldu. Banyolu, tuvaletli yeni konutlara yerleşmeye giden
orta halli memurların yerine şimdi dar gelirli genç işçi karı kocalar, kendilerine bir kooperatif evi verilmesini
bekleyen kalabalık aileler vardı.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:68-9)
“ROSAURA - Marki hazretleri. Lütfen şu güzel kıtayı izah eder misiniz?
Ben ne şövalye, ne de asil bir kimseyim
Hazinelere malik değilim
Orta halli bir gencim.
Yegane servetim, sayesinde geçindiğim sanatımdır.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:102)
“Annem, babamdan çok farklı idi, o, biraz varlıklı aileden geliyordu. Bugün onlara orta klas denebilir.
Ailesinin birçok işi vardı, güzel ve temiz evlerde yaşamışlardı ve henüz otuzlarında olan bir amcasının arabası
bile vardı ki, bu az buz bir şey değildi o günlerde. Onların çocukları hep yeni ve güzel elbiseler giyerdi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:9)
“Annemlerin oturduğu yer, orta halli bir siteydi. Babam kıt kanaat maaşıyla bir yapı kooperatifine üye
olmuş ve uzun yıllar para ödemişti. Onca yıl sonunda da derme çatma bir daire sahibi olabilmişlerdi. Ev ilk
teslim edildiğinde, ıslak duvarlarından dolayı elektrik düğmeleri çarpıyor, tuvalet tıkanıyor, odaları karıncalar
basıyor, doğramalar şiştiği için kapanmıyor, kapılar arasından böcek geçecek kadar çatlıyor, mutfak dolabının
altından su geliyordu. Ama balkona çıkınca önünde uzanan deniz manzarası insana her türlü sıkıntıyı
unutturuyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“Ama aslında beni her zaman rahatsız etmiş bir gerçekliğin üstünü örtüyorum. Bende de, ne dersem
diyeyim, kendi kast zihniyetim var. Hem zenginlere hem de yoksullara karşı her zaman tiksinti duydum. Benim
sosyal vatanım ikisinin arasında yer alıyor. Ne mülk ne de talep sahiplerine dahilim. Ben, ne zenginlerin
miyopluğundan, ne açların körlüğünden mustarip olduğu <sıkıntı çektiği> için dünyaya bilinçli bakabilen orta
tabakadanım.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:156)
“Ben orta halli bir ailenin kızıyım, dedi. Orta halli bir Fransız ailesinin kızı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:32)
“Anna Martinovna ile görüştükten sonra aşağı yukarı dört yıl sonra Petersburg yakınlarında, orta halli
insanların pek iyi bildiği Murino adlı küçük bir yazlıkta oturuyordum. Murino’da iyi avcılık yapılıyordu. Hemen
her gün tüfeğimi alır, avlanmaya giderdim. Orta tabakadan Vikulov adlı bir arkadaşım vardı. Oldukça zeki, hoş
bir çocuktu. Ama kendisinin de söylediği gibi yaşamda ‘pişmiş’ bir adamdı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:105)
Orta klas : Bk.: Orta halli; Orta sınıf; Orta tabaka
Orta tabaka : Bk.: Orta halli
Ortalığa duman attırmak; Ortalığı duman etmek : Ortalığı karıştırmak, kavga gürültü çıkarmak
“Ohh, tanıdığım aileler arasında bu günah belgelerini rahatça yakmış, yaktıktan sonra da rahatlayıp
geniş nefes almış nice kocalar tanıdım ben; oysa bu boynuzlular, karıları hayattayken bu belgeleri ele
geçirselerdi küplere biner, ortalığa duman attırırlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:34)
“SEBAHAT ABLA
---------------------Rakıyı susuz içerdi
Sebahat ablayı sevdi
Ortalığı duman etti
Ah Eşref ağbi!”
(M. Mungan, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:69)
Ortalığı aleve boğmak : Bir yerin alevlerle kaplanması; mecazi olarak bir kişinin aşırı öfkesinin ortalığı
kızdırması
“Oğulları ayağa fırladılar, ama kapıya doğru gerşlemeye başladılar. Kurtz’le Savage çoktan orya
kaçmıştı. Dul kadın her an patlayıp ortalığı aleve boğabilirdi sanki.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:72)
Ortalığı birbirine katmak : Bir ortamda kargaşalık çıkarmak
Bk.: Ortalığı kasıp kavurmak, Ortalığı velveleye vermek
“ ‘Filmler, sonradan olup bitenleri anlatmaz hiç,’ diyordu Maria içinden, kendini avutmak için. Evlilik,
ev işi, çocuklar; sevişmeler giderek seyrekleşir, kadın birinci metresten bal gibi tatlı bir notu ele geçirir ve
ortalığı birbirine katmaya karar verir, koca bunun bir daha tekrarlanmayacağına söz verir.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:234)
“<Binbaşı> Nöbetçi odasına vardığında süngüsü iyice düşmüştü, gece yaptığı gibi ortalığı biribirine
katmaya kalkışmadı. Soğuk bir sesle içeridekilere kendisine bir araba çağırmalarını emretti. Araba Przemisl’in
bozuk yollarında sallana sallana ilerlerken, sanığın salakların şahı da olsa kesinlikle suçlu olamayacağı düşüncesi
saplandı kafasına.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:243)
“Sonra bana, ben seni nasıl olsa enselerim, dedi. Bir gün eczaneye geldi, ortalığı birbirine kattı, sözde
bizi birlikte görmüş...”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
Ortalığı kasıp kavurmak : Kabadayılık göstererek etrafta gürültü patırdı, kavga çıkarmak, efelik taslamak;
İklimin çok sıcak olduğu yaz aylarında sıcağın, kış aylarında ise fırtınaların ve soğuğun doğa ve insanlardaki
etkisi
“Slim’i böylesine kendini beğenmiş, böylesine keyifli ve halinden hoşnut görmemiştim hiç daha önce.
O kulübenin içinde dört yıldızlı bir general gibi caka satarak dolaşıyor, çevresine emirler yağdırıyor, kendi
şakalarına kendisi gülüyordu, bir kabadayı gibi ortalığı kasıp kavuruyordu.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127)
“Bütün gün ortalığı kasıp kavuran yakıcı sıcak, sabahın ayazıyla hafiflemeye başlıyordu. Şafak, Como
gölü’nün kuzeyinde ve doğusunda yükselen Alp dağlarının doruklarını hafif bir beyaz ışıkla çizmeye başlamıştı
bile. Dağların, haziran ayında bile, karlarla bembeyaz olan kütleleri, bu baş döndürücü yüksekliklerde her zaman
berrak olan bir gökyüzünün açık mavisi üserinde beliriyordu. Alpler’in bir kolu güneyden, mutlu İtalya’ya doğru
ilerleyerek Como gölü’nün aklanlarını Garda gölününkünden ayırır.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:182)
Ortalığın altı üstüne gelme : Karmakarışık olma, düzeni bozulma
Bk.: Ortalığı toz duman götürmek
“LADY UTTERWORD -... İngilizlerin yaşadığı yerlere bakın. Ahırlar baş köşeye geçirilmiştir. Misafir
odasında piyano süs olsun diye durur. Misafirlerden biri piyano çalmaya kalksa, ortalığın altı üstüne gelir.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:120)
Ortalığı toz duman götürmek : Karmakarışık, savaş alanı gibi, kimin vurduğu kimin kaçtığı belli değil
“Gece kulüplerinin birinde bir cinayet işleniyor, iki kişi öldürülüyor; kuvvetli bağlantıları olan karanlık
kişiler bunlar. Mafya, çete, polis birdenbire herkes işin içine giriyor, ortalığı toz duman götürüyor, işin aslı hala
tam bir muamma.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:255)
Ortalığı velveleye vermek : Gürültü-patırdı, kargaşalık çıkarmak
“ADAM - Aç şu kapıyı! Konuşalım, değil mi? Allahım ne diye böyle ortalığı velveleye veriyorsun
ki?”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:87)
“... baktı ki artık bu işi beceremiyor, duraksayarak da olsa kendini geriye çeker; bundan böyle işe
yaramayan kasaba sakinlerinin arasına katılır, en sonunda da, dalar bir karanlığa, ortalığı pek velveleye
vermeden gözden kaybolur.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:8)
“‘Bedriye, aç şu kapıyı!’ diye seslendi; bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha seslendi.
Bedriye abla en sonunda ses verdi sesine:
‘Açmam! Ortalığı velveleye verme boşuna!’ ”
(T. Yücel, “Bıyık Söylencesi”, sa:78)
Ortalık alaboz duman olmak : Harman yerne dönmek, toz duman içinde kalmak
“Aman Allah, ortalık bir alaboz duman olmuş ki Allah esirgeye, göz gözü görmüyor. Bir anda ortalık
savaş alanına döndü ki, kırılmış kolun bacağın hesabı yok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:72)
Ortalıkçı kadın : Evde orta hizmetlerine (Temizlik, derleme toparlama, çamşır vb) bakan yardımcı kadın
“Yuvarlak, kaygan tutamağı yavaş yavaş, dura dura sağa doğru çevirdi, omzuyla yokladı kapıyı:
kilitliydi. Soluğu düzeldi. Tutamağı gene yavaş yavaş, dura dura sola doğru çevirdi, bıraktı. Merdivenleri ağır
ağır çıktı; ortalıkçı kadının odasına girdi, ışığı yaktı. Yorgan kıpırtısızdı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:7)
Ortalık süt beyaza kesmek : Çok yoğun sis yüzünden etrafın süt beyazı, göz göze görmez bir perde ile
kaplanması
“O gece Boğaziçi’nin göz gözü görmez yoğun sislerinden birisi daha çöktü, ortalık süt beyaza kesti.
Gemiler, sabaha kadar dağ başındaki yaralı hayvanların çığlığını andıran, yürek hoplatan sis düdüklerini
çaldılar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:267)
Ortalık süt liman olmak : Özellikle bir kargaşalık, kavgadan sonra her tarafın sessiz sedasız olması
“DUBLİN’İN YORK CADDESİ’NDE
İKİ ANATOMİ DERSİ
<İkinci Ders>
Üst kattaki kadın dövülüyor.
Tıp Fakültesi’nin sınıfları
bir bir boşalırken
onun çığlıkları sokağı dolduruyor.
Öğrenciler Rathmines’deki, Ronelagh’daki
evlerine, yurtlarına dönüyorlar.
Ortalık süt liman
bir tek
hiçbir anatomi dersinin akıl erdiremediği
o çığlık dışında.”
(Leland Bardwell-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“9 Şubat. Kimi günler ortalık süt liman, gelenlerin çıkardığı sesler, bizimkilerin eve gelenleri
karşılamaya koşturması, sağda solda bayraklar asılı, telaşla mahzene inilip şaraplar seçiliyor, bir gül pencereden
kaldırıma düşüyor..”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:68)
“Bu kez asker güldü, az ötede kaldırıma oturmuş dört askeri işaret ederek kısaca:
-İşte, dedi, bizim alay.
Pinette’in gözleri tutuştu:
-Epinal’de işler boktan ha?
-Boktandı. Şimdilik ortalık süt limandır herhalde.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:127)
“LADY UTTERWORD - Çok basit, Çocuklar, sinirleri gergin ve yaramaz olunca onları bir temiz
döverdim. Ağlaya ağlaya sinirleri boşanır rahat bir uyku çekerlerdi. Uyandıklarında ortalık süt liman. Randall’a
dayak atamam. Koskoca herif. Azarlarım, veririm ağzının payını, ta ağlatana kadar. Paparayı yeyince yatışır.
Bakın şimdiden uyuklamaya başladı. (Dedikleri çok doğrudur.)”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:115)
Ortalıkta görünmek : Bir süre uzaklarda bulunduktan ya da inziva-izolasyon’a çekildikten sonra tekrar
piyasaya çıkmak
“Yalnız yaşamaktan nefret ederdi, bir yalnızlık boşluğuna dayanabilecek ruhsal donanımdan yoksundu
ve çok geçmeden yine ortalıkta görünmeye başladı, çok kilo almıştı, ama hala yaşını başına almış birkaç erkeğin
başını döndürecek kadar alımlıydı.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:126)
Ortalık toza toprağa bulanmak : Çok hareketli bir ortamda herşeyin toza toprağa bulanması
“Memed başladı. Karşıdan da başladılar. Kayalara gelip değen kurşunlardan dolayı ortalık toza toprağa
bulanıyor, kayalardan çıkan parçacıklar kurşun gibi vızıldıyor, oraya buraya yağıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:185)
Orta malı : Genel kadın, orospu; Sıradan, orta erecede (Argo)
“Ah, köle İtalya, ıstırap diyarı, büyük bir fırtınada kaptansız kalmış tekne, sen artık eskisi gibi
beldelerinin sultanı değil, bir orta malısın!”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46)
“Kız her zaman onunla yatmak istiyordu., bu can sıkıcıydı: birbirine girmiş bedenleri, ilkbaharının bu
başlangıcının yakıcı sıcaklığında biraz yanık bir tavşan yahnisi kokusu salıyordu. ‘Hem sonra Maud orta malı,
bugün benimle, yarın bir başkasıyla, bunun hiçbir anlamı yok.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:229)
“Gözünün içi gülen bu yaratıklar katar
Güzelim çiçeğine iğrenç ot kokusunu.
Ama yakışmıyorsa kokun görünüşüne:
Nedeni, orta malı olmandır ele güne.”
“Hoş, bu yaz, güzellikten yana geri kalmaz ki
Bülbülün ağıtlarla susturduğu geceden;
Gel gör ki tüm dalları büker hoyrat musiki,
Orta malı meyvadır tadını tez yitiren.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:69, sa:179 & no:102, sa:245)
Orta oyunu : Geleneksel Türk Tiyatrosunun doğaçlama yoluyla, metinsiz oynanan türü; Herkesin gözünün
önünde oynanan, ama kimsenin seyrini, sürecini değiştiremediği özellikle yasalara dayalı oyunlar
“Ne var ki, duruşmalar sırasında hiçkimse gündeme getirmedi bu orta oyununu. Kimse sesini yükseltip
karşı çıkmadı: ‘Yeter be! Adalet ciddi bir iştir, buna sululuk yeter! Her şeye yeni baştan başlıyoruz,’ demedi.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:8)
Orta sınıf : İster memur, ister meslek sahibi olsun, alın teriyle çalışan orta kesim, orta sosyo-ekonomik klas
Bk.: Orta tabaka
“Yıllar sonra, babana California’ya yerleşelim dediğini, babanın ailesinden, babanın annesinin ve
ağabeylerinin boğucu varlığından uzaklaşmadıkça ve evliliklerinin yürümesi için hiç umut olmadığını ve baban
bunu kabul etmeyince umutsuz bir evliliğe kendini mahkum ettiğini anlattı sana. Çocuklar annenin (o tarihte,
orada, ellilerin başındaki Amarikan orta sınıfında) boşanmayı aklına getiremeyeceği kadar ufaktılar.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:119)
“ ‘Holten öldü, şehit oldu,’ dedi Robert, ‘ama Schweugel hala yaşıyor, yazarlık yapıyor, bazen
akşamları aradığında ya da kapıyı çaldığında, Ruth’a yok dedirtiyorum; bence hem dayanılmaz, hem sığ biri,
onunla birlikteyken sıkılıyorum işte; sürekli orta sınıftan ve orta sınıftan olmayanlardan söz ediyor, herhalde
kendisini ikinciden sayıyor, ne olmuş yani? İlgimi çekmiyor işte.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:253
“İyilik, düzen duygusu, akıl, sevimli sayılabilecek bir titizlik halini (temsil eden) Dr. Leopold Lustig,
dünyanın, o korkunç yabancılığı ve anlamsızlığıyla yüz yüze geldiği Ruthental’de ölür. Karolin adında bir karısı,
Zerline ve Paul adlarında iki kızı da vardı..... Bir orta sınıf aile, normal, öyle göze çarpan özellikleri yok.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:52)
“Örneğin, pek parası olmayan, orta sınıftan bir çift, dedelerinin eski evinin tavan arasında bulduklarını
söyledikleri son derece değerli bir tabloyu bir müzayede evine getirir. Tablo müzayedede büyük bir paraya
satıldıktan sonra, ertesi hafta özel bir galeriye ilk fiyatın on ya da yirmi katına yeniden satılır.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:175)
“Lozan’a geldik. Orta sınıf bir otele yerleştik. Sokaklardan geçerken de, otelin araba kapısına
girdiğimiz sırada da, durmadan yağmur yağmıştı.”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:278)
“Aracılık işiyle uğraşıp bir firmanın temsilciliğini yapan Bay Joseph Giebenrath’ın, kendisini
hemşerilerinden ayıracak herhangi üstün bir meziyeti ya da da özelliği yoktu. O da hemşerileri gibi iri kıyım,
sağlıklı bir adamdı. Ticaret işinde hayli becerikli, ayrıca para canlısıydı.... Tanrıya ve devlet büyüklerine gereken
saygıyı göstermekte kusur etmez, orta sınıf vatandaş ahlakının sarsılmaz yasalarına körü körüne boyun eğerdi.
......... Kasabadaki bir derneğin üyesiydi; cumaları ‘Adler’ lokalinde bowling oynamaya gider, ayrıca burada
pasta ve çörek, yahni ve sosisli çorba günlerini de kaçırmazdı. İş başında ucuz sigaralar içer, pazarları ise, yemek
üzerine iyi cins purolar tüttürürdü.......... Joseph Giebenrath hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Onun sığ
yaşamını ve bilinçdışında sürdürülen dramını kalame alabilmek için insanın doğrusu güçlü bir mizah ustası
olması gerekiyor.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5-6)
“Annemlerin oturduğu yer, orta halli bir siteydi. Babam kıt kanaat maaşıyla bir yapı kooperatifine üye
olmuş ve uzun yıllar para ödemişti. Onca yıl sonunda da derme çatma bir daire sahibi olabilmişlerdi..... Zamanla
doğramalar, musluklar değişti, fırlamış çivilerle ayaklarımızı delen yer döşemeleri kaldırılıp traverten yapıldı,
tüten şömine onarıldı, klima kondu, ev küçük ama sevimli bir orta sınıf dairesi haline geldi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“Annem orta sınıf bir evde doğmuş ama Muz Şirketi’nin geçici şaşaasında yaşamış, bundan da Santa
Marta’da, Prensantacion’ de la Santisima Virgen Koleji’nde gördüğü zengin kız çocuğu eğitimi yanına kar
kalmıştı.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:13)
“Kovulma karabasanıyla yaşayan her banka memuru, iflasın eşiğinde korku çeken her dükkancı temelde
aynı konumdadır. Bunlar, gittikçe çöken orta sınıf insanlarıdır; çoğu, görgülü, kibar yetiştirilişlerine sanki
kendilerini su yüzünde tutacakmış gibi sarılır. Bu adamlara o cankurtaran simidini kaldırıp atmalarını
söylemekle işe başlamak becerikli bir politika olmaz. Önümüzdeki birkaç yıl içinde orta sınıftan çok büyük
kesimlerin birden ve şiddetli bir dönüşle sağa yönelmesi pek açık bir tehlike.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:295-6)
“Çocukluğunda, Nişantaşı’ndaki güvenli evlerin penceresinden ona bir masalın parçasıymış gibi gelen
karlı sokak görüntüleri şimdi yıllardır hayallerini içinde son bir sığınak olarak taşıdığı bir orta sınıf hayatının ve
hayal bile etmek istemediği sonu umutsuz bir yoksulluğun başlangıcı gibi gözüküyordu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:15)
“Sarayda çalışabilmek için kontluk arması, ya da baron olmak gerekiyor. Hatta orta sınıftan biri orduda
saçlarını ağartmış olsa bile onbaşılıktan yukarıya yükselemez. Orta sınıf, durumu kötü ve ahlakça bozulmuş
Fransa’da, her yeden henüz uzak tutulmaktadır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:13)
Orta tabaka : Orta halli, orta sınıf kimseler
“Genç adam farkında değildi. Ardında onu adım adım izleyen biri vardı; fıçı gibi yuvarlana yuvarlana
yürüyen, haydut suratlı, şişko biri. Opera balolarına alışık olanlar hemencecik anlayabilirlerdi: Uzun pelerin
giymişş bu adam karısından kuşkulanan ya bir hükumet görevlisiydi, ya bir borsa simsarı, ya bir banker, ya bir
noter, ya da onlar gibi orta tabakadan herhangi biri.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:16)
“Anna Martinovna ile görüştükten sonra aşağı yukarı dört yıl sonra Petersburg yakınlarında, orta halli
insanların pek iyi bildiği Murino adlı küçük bir yazlıkta oturuyordum. Murino’da iyi avcılık yapılıyordu. Hemen
her gün tüfeğimi alır, avlanmaya giderdim. Orta tabakadan Vikulov adlı bir arkadaşım vardı. Oldukça zeki, hoş
bir çocuktu. Ama kendisinin de söylediği gibi yaşamda ‘pişmiş’ bir adamdı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:105)
Orta yaşlı : Ortalama 40-65 yaşları arası kuşak (Bu, zamanla değişiyor ve daha ileri yaşları içeriyor; örneğin,
benim çocukluğumda <1930’lar, ‘40’lar>30-45 orta yaş idi.)
“Pencerenin yanında duran orta yaşlı iki sekreter, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle
bize bakıyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:135)
“Çok tanınmış haftalık dergilerden birinin iş verdiği ikisini tanıdım böylelerinden. İkisi de orta yaşlı
adamlardı ve ailelerine bakmak zorundaydılar; bunlardan biri ise büyükbabaydı.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28)
“Y kasabasına çökertme harekatı düzenlenmiş, B adlı orta yaşlı adam, on altı yaşındaki oğlu C’yle
birlikte göz altına alınmıştı. Adamın terörist yatağı olduğundan şüphenilen evinin kapısı tekmelenerek
kırılmıştı..... Adamın kızına arka odada beklemesi emredilmiş, ne yazık ki kız bir pencereden dışarı çıkıp
sürünerek kaçmış, böylece askerlerin bir terörist ailesinin evinde olduğunu kanıtlamıştı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:350-1)
Ortaya çıkmaya görsün : Hele bir ortaya çıktığında, ortaya çıkar çıkmaz, anında
“Tüccar, üstünlüğü elde tutan, öğretici bir ses tonuyla: ‘Eskiden böyle şeyleri önemseyen yoktu, şimdi
ise bunlar moda oldu. Şöyle ceviz kabuğunu bile doldurmayacak bir olay ortaya çıkmaya görsün, kadın anında
kocasının karşısına dikilip, ‘Artık seninle yaşayamam,’ deyiveriyor. Köylüler bile bu yeni modaya ayak
uydurdular.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:13)
Oruç tutmak : Müslümanlığın beş temel kuralından biri: Yılda bir, Mübarek Ramazan ayında oruç tutmak:
Gün boyumnca hiçbir şey yememek, içmemek; (Mec.) Fakirlikten, yokluktan, zorunluluktan yemeği kısmak,
gönüllü ya da zoraki yemek yememeğe de <keza, şu ya da bu nedenle cinsellikten uzak durmaya> ‘oruç
tutuyoruz!’ denir.
“Ya, demek kurşun yememek için bizim gibi kıçınız havada yerlerde sürünmeye yanaşmadınız öyle mi,
şimdi de biraz oruç tutun bakalım, bu gibi durumlarda ne dendiğini anımsayın. Riske girmeyen avucunu yalar.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:96)
O saat; Ossaat : Hemen o anda
“Evdekiler Bn. Ezra’dan çok korkarlardı. Bununla birlikte hepsi de ondan iyilik görmüştü. Yalnız, bir
kez kızmasın, iyi kalpliliği o saat kaybolurdu. Yaşı elliye yaklaşmış, uzun boylu, geniş yapılı bir kadındı. Uzun
burnundan, bembeyaz teninden hoşlananlar için güzel de sayılabilirdi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11)
“Daha dikkatli baksanıza! Biz bugün ‘canlı’nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını
bile bilmiyoruz. Elimizden kitapları alsalar o saat şaşkınlık içinde kendimizi kaybederiz. Ne yana gideceğimizi,
kimden yana çıkmak, kimi saymak, kimi hor görmek gerektiğini bilemeyiz.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:147)
“DELİ - Rica ederim. Diğer yandan bilindiği gibi, bazı durumlarda sakıncalar da doğurabilir. Birisi bir
anarşiste gidip, ‘Durumun kötü, demiryollarındaki amirlerine senin anarşist olduğunu söylediğimde halin harap...
O saat kapı önüne koyarlar seni... İşten kovulursun!’ Bu düşkırıklığı demektir...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:32)
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“SEZAR - Sezar’dan korkuyorsan gerçek kraliçe değilsin. Bir piramidin altına saklansan bile, o saat
yerini keşfeder. Piramidi tek eliyle havaya kaldırdığı gibi... (Dişlerini tıkırdatır.)
KLEOPATRA (Titrer.) - Deme.
SEZAR - Sıkıysa kork bakalım. (Buçinanın sesi gene uzaktan gelir. Kleopatra korkuyla inler. Sezar
ağzı kulaklarına vararak bir hatip edasıyla.) İşte Sezar, Kleopatra’nın tahtına yaklaşıyor. Haydi yerine geç.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:49)
O saltanatın yerinde yeller esiyor : O zenginlik, debdebe, şaşaa, bolluk yok artık
“MADAM BORKMAN - Sen ne dersen de. Hepsi bir kapıya çıkar… İşte eninde sonunda böyle
yıkıldık. Sonuç bu oldu. Artık o saltanatın yerinde yeller esiyor. ”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:12)
Osiris : (MISIR.MYTH.) : Seremoniler, Ölüm ve Geri Dönüş Tanrısıydı; Suriye’den geçme, eski bir mısırilahı; Pre-dinastik zamanlarda Delta yakınlarında D j e d u <Cecu> isminde bir kente yerleşmiş, Andjeti
<Anceti> ismindeki pastoral bir ilahe ile özdeşmiş; ‘djed <ced>’: Sütun, dört sütun; ya da bir adamın bel
kemiği demek; şehir sonraları yeniden adlandırıldı: Usire, Osiris’in Mısırlı ismi. Bunun da, ‘bir taç yaratmak’
ya da ‘Göz’ün olduğu yer’ veya ‘kudret’ anlamına geldiği sanılıyor.
“O s i r i s kültü, kısa zamanda, sulh içinde tüm Mısıra yayıldı. Özellikle füneral tanrısı Abydos ve ölü
firavunlar hemen yakınlaştılar ona. Bu konuda o kadar güven kazandı ki, ‘Mısır’ın Suprem Tanrısı’ lakabı
verildi. Diğer yandan, Osiris, “Heliopolitan Ennead – ‘dokuz kişilik grup’ ” içine Mitoloji yoluyla hemen
giriverdi. Onu hakkında Plutarch’in ‘Piramid Tekst’leri’ adlı eserinde kat’i bilgiler vardır. ‘Nut’tan bahsederken
(Bk!) orada da not ettiğimiz gibi, NUT, Thebes’te OSİRİS’e,‘Yılbaşı nedeniyle, araya katılan’ beş ilave takvim
günlerinden faydalanarak, ona aşık olan THOTH’dan hamile kaldu. Osiris’in doğumunda, templ’da, ağlamaklı
bir ses, ‘Büyük ve İyi Kral’ın Doğduğu’nu haber verdi., ya da ‘herşeyin baştanrısı, ışığa giriyordu.’ Ra, Osiris’in
verasetine girdiğini bildirmişti; hatta bazen, hem Osiris’in ve hem de Horus’un babalığından sorumlu olduğunu
söylemişti. Thoth Isis’in, ve Geb yalnızca Set ve Nephthys’in babalığını yapmıştı. O s i r i s ve I s i s ‘in
annelerinin uterusunda iken birbirleriyle aşka düştüklerini, sonucunda da Horus’un babasının doğmasına neden
olduklarını iddia eden başka bir rivayet de vardır. Her ne hal ise, onlar evlendi ve Osiris, babası Geb’in tacına
kondu.
O s i r i s hurafelerine göre, o zaman o toplum hala eski devirlerin ilkel koşullarında yaşıyordu. Osiris
kavmine nasıl daha medeni bir şeklide yaşayacaklarını ne yiyeceklerini, ekinlerini nasıl geliştireceklerini, ve
özellikle mısır ve şarap yetiştirilmesini öğretti. THOTH da, diğer yandan sanat ve bilim dallarını yaratmış,
obje’leri ve yeni doğan fikirleri, şekilleri, herşeyi adlandırıyordu. Osiris, müthiş ikna yeteneğiyle, onu tüm bu
bilgileri dünyanın her tarafa yayacaklarını inandırdı ve bir grup müzisyenler ve ‘küçük ilahlar’ ile bu vaadi tuttu,
o kadara ki, Habeşistan <Ethiopia> idarecilerine bile, Nil nehrini nasıl kollayacaklarını, ondan nasıl daha iyi
yararlanacaklarını, yeni yeni şehirleri nasıl dikeceklerini hep anlattı. İyi ama, Osiris’in kendi memleketine
döndüğünden az sonra, SET, Habeşistan Kraliçesi ASO ve 72 yardımcıları ile, Osiris’i öldürmeye karar verdiler.
Öylece, hükümdarlığının yirmi sekizinci yılında, HATOR (Geç Eylül ya da Aralık ayında), SET’in başını çektiği
bir grup tarafından Nil nehrinin kaynaşan dalgalarına fırlatıldı. ISIS, onun vücudunu buldu ve diğer tanrı ve
tanrıçalar THOTH, NEPHTHYS, ANUBIS ve HORUS’un yardımlarıyla ve sihirli bir teknikle Osiris, güçlükle
hayata döndürüldü. Ama bu facia, OSIRIS’e gerçekten ait olduğu ö l ü l e r d i y a r ı n ı n tartışılmaz hakimi
olmasına vesile oldu. Yeryüzündeki hakimiyet yerine, yeraltını seçti. Gerçekte, onun mit’inin hiçbir yanı, büyük
kosmojenik sistemlerinden birine ait değildi, yardımcı bir Tanrıydı ve her şey aile tanrıları tarafından Heliopolis,
Hermopolis, Memphis ve Tebes’te icra ediliyordu. Bu merkezlerdeki din adamları Osiris’in çok yaygın
şöhretinden pek memnun değillerdi, ama, ıstırap çeken O s i r i s , ideal bir aile reisi ve model bir kral, zamanla
‘ulvi aile’nin en önemli üyeliğine aday bir Tanrıydı.
O s i r i s, ‘ölü’ bir kral olarak, ellerinin, mumya sargılarının arasından, sanki yaşadığı o muhteşem
krallığının pek üstün (süprim) kudretinin imgelerini kavramak istercesine yukarıya doğru uzatıp bir çoban’ın
asasını ve bir kamçıyı avuçladığı şeklinde simgelenmiştir. Vücudu, yeryüzü için kırmızıya, bitkiler için yeşile
boyanmıştı;sakallı yüzünde bir ‘atef’ denen taç ki Yukarı Mısırı temsil eden beyaz ve Busiris <mahal>’i temsil
eden iki kırmızı tüyü ve bazen de iki boynuzu içerirdi. Genellikle pasif pozlar verirdi; yeniden canlanmasında ,
tabutundan yarı doğrulmuş, yanında bir djed-sütunu, ve ‘baş’ını içeren bir kutu vardı.
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York 1988, sa:49-55) (Çev.: İ.E.)
Osmanlı, Osmanlı erkekleri : Düşündüğünü açık açık, dobra dobra söyleyen; otoriter, evde hakimiyeti elinde
tutan erkek
“Gidip çayı demledi:
-Deminki ‘Osmanlı erkekleri’ lafı ‘Yıkılası evde çoluk çocuk var,’ diyenlerimizi içine almıyor
elbette... Onlara biz ‘Yılgın... Pısırık’ deriz. Yanlış! Herifler, bir işe girmişler. Çoluk çocuk yetiştirmek işi... O
işin yasasını tutuyorlar. Biz hem yasaları tutmuyoruz, hem de her şeyin düzeninde gitmesini istiyoruz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
Osmanlı yayı gibi gerilmek : Kudret sembolü olarak ünlü Osmanlı okçularına bir gönderme
“Nişancı heyecanla:
‘Ya sen ne dedin ona, ya sen ne dedin?’ Bir Osmanlı yayı gibi gerilmişti. ‘Ya sen ne dedin?’
‘Ben de dedim ki, Sultan köyde bekliyor, dedim. Nişancı yakında gidecek köye, onu alıp buraya
getirecek. Çocuk, bana sordu, büyük ana orada neyi bekliyormuş?’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:495)
O sokak senin bu sokak benim, dolaş ha dolaş : Şehrin sokaklarını, ayırt etmeksizin, hedefsiz ve serseriyane
dolaşmak; çok sevdiği bir ev hayvanını kaybedince, onu bulmak için, hüzün dolu, sokakları arşınlamak; çok
önemli bir adres aramak
“Büyük, kendilerine yol gösterecek olan kağıt da elinde olduğu halde, küçüğü elinden tutup gitti. Büyük
oğlan ülşüyordu. Parmakları soğuktan uyuşmuştu. Küçücük parmaklarıyla zaten kağıdı iyice sıkıştırıp
tutamıyordu. Clocheperce Sokağı’nı dönerken çıkan kuvvetli bir rüzgar, kağıdı elinden kaptığı gibi götürdü.
Çocuk arandı, ama hava karardığından hiçbir şey bulamadı. O sokak senin, bu sokak benim dolaşmaya başladı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:212)
“… Sonra bütün arkadaşlarının evlerini teker teker dolaştı, çarşıya yorgun argın yöneldi. Kuyumcular
çarşısına girdi. Kuyumcular çarşısı bütün ışığını söndürmüştü. Çarşının öbür ucuna varmadan, geriye kaçtı.
Hüsrev Paşa Camisinin avlusuna girdi. Avludaki, yeşil turuncu damarlı mermer işlemeli şadırvanın suyu gür
akıyor, surların altından geçerek göle karışıyordu. Susamış değildi. Avuçlarını akan suyun altına tuttu üç avuç su
içti. Hiçbir şey düşünmüyor, şehrin içine düşmüş, o sokak senin bu sokak benim dolaş ha dolaş ediyor,
korkuyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:152)
Ossaat :
O saat, hemen, derhal
(Argo)
“Bu sefer, yani başımızda hiç durmadan boyna kahve cıgara çekmekte olan Sulukuleli muşmula suratlı
bir kocakarı,
-A..., dedi. Hoca Ali efendimiz, sizden iyi olmasın, çok mübarek bir zattır. Bir işinizin, bir hacetinizin
olması için kendisine bir şey adayın, ossaat olur.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:209)
ostracise : (YUN.MYTH,DAVR.,KOLL.) <ostro’sayz) : Eski Atina’da halkın reyi ile çok nüfuzlu <sözü
geçer> ya da tehlikeli bir vatandaşı sürgün etmek; toplumdan dışarı atmak; sanki orada mevcut değilmiş gibi
muamele etmek
Osurmak : Gaz çıkarmak, yellenmek
“Ve ben, üzerimizden geçen mavi kuşun adını sorduğumda köylünün verdiği karşılığı hatırlarım; bana
alaylı alaylı bakmıştı: ‘Boş yere ne uğraşıyorsun, be zavallıcığım! Yenmez o...’
Yanımda duran alaycı adamın biri de, aynı şekilde alay dolu bir bakışla söze karışarak araya girdi ve
şu maniyi söyledi:
‘Bir mani söyleyeceğim sana, çevreyle ilgili,
‘sıç, ye, osur, iç... İşte insanın hayatı...’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:181)
“Yavuz Sultan Selim’in ayakları kanatlı Bostancıbaşısı’nın yarışın bitmesine otuz adım kala karnını
tutarak yere devrilmesinin sebebi hiçbir zaman açıklık kazanmadı: Adamcağız birden yere yuvarlanmış, yanına
yaklaşan herkesin daha kötüsünü duymadığına yemin etmesine neden olan pis kokular saçarak ardı ardına
yellenmeye başlamış, tüfek sesi gibi gürültülü osuruklar koyuvermiş, topraktan sökülmüş bir adamotu kökü gibi
çığlıklar atmaya başlamış..”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:253)
“Kral Frederick’in kalitesizliğe karşı tutumunu duyan adamlar tarafından yapılmış güçlü yelkenlerdi
bunlar. Yelken bezi rüzgarı tutmak isterken iyice şişip zorlandı. Ama gemi, kaptanın deyimiyle, ‘eteğinin içinden
osurup duran yaşlı ayyaş bir kadın’ gibiydi.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:288)
Osuruğu cinli : Çok önemsiz nedenlerden, hiç yüzünden pirelenen, patırtı gürültü çıkaran, havadan nem kapan
kimse (Argo)
“Kesik Süleyman suratını astı:
-Şart olsun ben kendime oynuyorum. Ulan Zarzar, sen eskiden böyle osuruğu cinli değildin!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:125)
Osuruk; Osurukçu : Barsaklardan gaz çıkarma; Bunu adet edinmiş ve olagan kabul eden bazı Hıristiyan
tarikat mensubu
“ ‘Pis fraticello, osurukçu Minorit!’ diye bağırdı aşçı ona. ‘O dilenci rahip kardeşlerinin arasında
değilsin artık! Tanrı’nın çocuklarına yiyecek vermek Başrahip’in merhametine kalmış bir şey!’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179)
“Sert, ağır sözlerin kullanıldığı gündelik dilden ürkenler korkaklardır, onların dudağını uçuklatan
gerçek hayattır çünkü; kültür ve ahlaka en çok zarar verenler, bu düşkün yaratıklardır. Bunlar, tüm ulusun bir
çıtkırıldımlar ordusuna dönüşmesini, Aziz Aloysius gibi birer sahte kültür otuzbircisi olup çıkmasını isterler.
Keşiş Eustachious’un kitabında anlatılan öyküye bakılırsa, adamın birini büyük gürültüyle osurunca Aziz
Aloysius gözyaşlarına boğulmuş, ancak dualarla yatıştırabilmişler kendisini.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:230)
“Sonra, ‘ne zamandan beri burada oturuyorsun?’ diye sordu.
‘İki aydan beri.’
‘Hiç baskın filan oldu mu?’ Kern başını salladı ‘Öyleyse yanılmış olacaksın. Uykudayken kimi zaman
bir osuruk gök gürültüsü gibi çalınır kulağa.’ Cep feneriyle Kern’in yüzünü aydınlattı.
‘Vay canına, yirmi yaşında ya var ya yok. Mülteci misin?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:18)
“CENAZE ARABASINI SARSMAYA
BAŞLAYAN OĞLANLAR
---------------------------------Kuşlar gibi tiz sesli ve hızlı oğlanlar diktiler
Kusursuz küçük omuzlarını karşısına ağıt yakılanın
Saniyesinde vurarak. Ekzosun bir osuruğu.
İlerle yeşil üniversite hocası ve tamamen
yakılmış kurban.”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
Osuruk suratlı : Yüzü gözü şiş, darmadağınık, yorgun suratlı
“MARTA - Sus!
ELIZABETH - Hayır, hayır... doğru söyledi... tam aynadaki yansıma gibi! Mükemmel!
MAMA - Gördün mü? Bici bici osuruk suratlı.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:32)
Osuruktan cin çıkar(t)ma : Değersiz bir takım şeylerden sanki çok değerli şeyler üretmek; Kara çalmak
Bk.: Osuruğu cinli
“‘Sen hiç ‘kara çalma’ diye bir şey duydun mu?’
‘Sen hiç ‘gerçek gazetecilik’ diye bir şey duydun mu?’
‘Gazetecilik mi? Osuruktan cin çıkarttın! Kamerayı kapatmam gerekirdi!”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:412)
Ot, Ot içmek :
Marihuana’nın bir diğer popüler adı; onun ve benzeri grup Esrar’ın sigarasını içmek
“Sarı atkuyruğunu sallarken, öğrencilere cilveyle sırıtarak, ‘Yapmayın,’ dedi. ‘Yani siz şimdi ot içip
aylaklık etmek için bahçelere gizlice girmiyor musunuz?’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:125)
O tarakta bezi ol(ma)mak : O konuyla ilgilen(me)mek, ilişiği ya da bilgisi bulun(ma)mak
“Bunları, sırf merakını yenmek için, o tarakta da bezi olan Rakitin, başrahibin mutfağına uğrayarak
haber almıştı. Zaten her köşede, her lafı yetiştirecek adamları vardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:126)
“Johanna bütün vücudu sarsılırcasına sinirli bir kahkaha kopardı.
‘Siz yalnızca gülün. Ben bunu çoktandır biliyorum. Halinden belli. Şans eseri beyimizin o tarakta
bezi yok... Zavallı hanımım, benim zavallı hanımcığım.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77)
“Tüm hayatım boyunca, hatta bir çocuk iken beni ‘ben’ olarak kimse sevmemişti. Annem, bana çok iyi
davranmasına karşın, sevici bir tip değildi. Onun beni zaman zaman kucakladığını ya da öptüğünü hatırlarım,
ama bu kuraldan ziyade bir ayrıcalık idi. Babamın ise o tarakta hiç bezi yoktu.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:202)
“Bu muydu ona verilen emeklerin karşılığı? Bu muydu el bebek gül bebek büyütülmenin mükafatı?
Kime çekmişti bu kız? Tamam annesi şöyleydi böyleydi, ama Allah için bu taraklarda bezi yoktu. Efsun nasıl
yapmıştı bunu?”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69)
Ot atımı : Sanki atına yem verecek kadar yakın mesafeye yapılan atıf, bir iki adımlık
“İki ot atımı ötede kurulu beyaz çadırların önünde, yere serili siyah kebelere oturmuş genç voyvodalar
ihtiyar bir zabitin anlattıklarını dinliyorlardı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:41)
“O tempora! O mo’res : (LAT.) <O tempora, O mores> : “Bu ne zamanlar! Bu ne ahlak! <Ne günlere
kaldık!> (CİCERO is denouncing the degenerecy of his day - ‘Cicero, I, Against Catiline I’ (İNG.)
Otium; Otiumlu hayat : Kendini geliştirmek için kullanılması da kullanılmaması da mümkün olan boş vakit;
Hayatı bu ‘boş vakti’ bir yaşam tarzı olarak kabullenmek (LAT.: otium cum dignitate <o’tium kum dinyi’teiti>
: Vekarlı refah
“Otium, hayatın ayıplanması ve bitmek bilmeyen çalışmanın mazur görülmesinin gerisinde, doğruluğu
o kadar açık ki artık söylenmesi bile gerekmeyen varsayımlar yatar: Yeryüzünde herkesin şu ya da bu akışa ait
olması ve şu ya da bu ulusal ekonomi içinde faaliyet göstermesinin gerekliliği; bu ulusal ekonomilerin birbiriyle
rekabet içinde olması gibi.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:86)
Otlanmak : Bedavadan, para vermeksizin başkalarının sırtından (elindeki yiyecek, içecekten) yararlanmak
“Hastaneden çıktığım gece göller civarında bir yürüyüşle izlenen büyük bir parti verecektik. Gertie,
ayrıntılar konusunda heyecanlı bir halde davetliler listesi çıkartmak için kalem ve kağıdı kaptı: şu iki Simpson
olmaz -Norinne’in nişan partisinde Isaac bir şişe sek viskiyle bir köşeye saklanmış ve Gerald herkesten sigara
otlanmıştı-.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:32)
Otopos : Otobüs
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Üçümüz beşimiz değil, hepimiz gideceğiz.’
‘Heeeepimiz gideceğiz. Tümcek ha?’
‘Karı kız otursun, her evden bir kişi yeter.’
‘At eşek olmaz, hepimizde yok, yayan gideceğiz.’
‘Yayan yapıldak olmaz, yol uzun.’
Düşünüp taşındılar: ‘Susaya kadar enelim, Habar salıp Aydoğan’dan Hacı’nın otoposu getirtelim.’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99-100)
Otostop : Şehir içi ya da dışı, bir kişinin -yahut kişilerin-, başparmağını ve kolunu yukarı kaldırarak, arabalı
birinin arabasından istifade etme eylemi
“Bekle. Daha bitmedi. Yıl bin dokuz yüz kık altı, Talihli, Batı Kıyısı’nda <Amerika’nın Washington,
California, Oregon, Arizona v.s. eyaletleri>, küçük takımlarla beyzbol oynuyor. Takım maç için otobüsle yola
çıkıyor. Bir yerde yemek molası veriyorlar, o sırada menajeri telefonla arayıp Talihli’nin bir üst lig’e alındığını
ve hemen takıma gitmesi gerektiğini haber veriyor. Bunun üzerine Talihli, eski takımıyla yola devam etmek
yerine eşyasını toplayıp otostop yaparak geri dönüyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:39)
“O zamanlar için bile dağ başı sayılabilecek Sarıyer sırtlarında, gayet ağaçlıklı ve kuytu bir yerde,
akşam vakti gene öyle ‘full makyaj’, ayağında yüksek topuklu ayakkabılar, gerdanı salkım saçak inci-boncukla
dolu, hafif bir dekolte giysiyle otostop yaparken kaçırılmış.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:302)
Otu ota, suyu suya katmak : Ortalığı birbirine karıştırmak, zıpırlık yapmak
“Ayşe Teyzem’le Müjgan’ı çiftliğin havuzu kenarında büyüklerle dedikodu yapmaya bırakarak
çocukları peşime takmış, etrafta otu ota, suyu suya katmıştım. Hatta bir aralık çıplak bir ata binmeye uğraşarak
ufak bir tehlike de geçirmiştim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:70)
Oturaklı (olmak) : Sağlam, gösterişli; ağırbaşlı, saygıdeğer olmak
“Aydın, okumuş bir adamla karısı öz kızlarını, yedi yaşındaki bir yavruyu sopayla dövüyorlar. Bunu en
ince noktasına kadar not etmiştim. Babası, dövmek için kullandığı kuru dalların dikenli olmasına dikkat ediyor;
dayak ‘daha oturaklı’ oluyormuş.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:134)
“Pécuchet çıkageldi:
‘Hindistan cevizim!’
Dumouchel’in anısıydı! Paris’ten Chavignolles’e getirmişti, öfkeyle kollarını kaldırdı. Victor gülmeye
başladı. ‘Dostum’ dayanamadı artık, oturaklı bir şaplakla odanın ta dibine yolladı onu, sonra heyecandan
titreyerek, Bouvard’a dert yanmaya gitti.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:282)
“Koğuş safi kulak, safi göz kesilmiş, büyük çiftçi Kemal ağanın koğuş başköşesindeki pufla gibi
yataklarına buyur edilen oturaklı adama bakıyor, adamın gerçek kimliği üzerinde fısıldaşıyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:65)
“İşte böyle yuvarlanup gidiyorlardı. Bulundukları arkadaş çevresi en seçkin kimselerden oluşmuştu.
Evlerine oturaklı kişilerden de gelip giden oluyordu, gençlerden de...”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53)
Oturaklı (adam olmak, şeyler bilmek) : Görmüş geçirmiş, bilgiç, olgun kimse; Dünyada ne olup bittiğini,
gösterişli, harcı alem şeyleri bilmek
“TULIPS AND CHIMNEYS
---------------------------------Buffalo Bill
sizlere ömür
Akarsu-kırı
Bir beygire
Biner
ve birikiüçdörtbeş dağılıverirdi hedefleri
Tanrım
ne oturaklı adamdı
bilmek istediğim de
bayıldın mı gökgözlü oğluna
Ölüm Efendi”
(E.E. Cummings<1894-1962>-Sinan Fişek, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.05.08)
“‘Balık hırsızları dediğiniz biz miyiz?’
Sonunda ağızlardan baklalar çıktı ve sıra övgülere geldi. Aman Tanrım, haspalar neler, ne oturaklı
şeyler de biliyorlarmış!”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33)
Otur oturduğun yerde : Birşey yapma; Yerinden kıpırdama, olduğun yerde kal; Sosyal konumunu: işini,
yerini yurdunu değiştirme
“Charles’ın pantolonu göbeğini sıkıyordu:
‘Dans ederken ayağımın altındaki kayışlar rahatsız edecek beni,’ dedi.
Emma: ‘Dans ederken mi?’ diye sordu.
‘Evet!’
Genç kadın: ‘Delirdin mi ayol!’ dedi. ‘Alay ederler seninle, otur oturduğun yerde! Hem böylesi bir
doktora daha çok yaraşır!’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:56)
“‘Ben döndükten sonra oynarız. Benim planlarım değiştirecek Kanakalı daha anasından doğmadı.’
‘O zaman, bırak ben de seninle geleyim.’
‘Otur oturduğun yerde.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:47)
“O yıl bir gece Po kıyısındaki bulvarda bir bankın üzerinde oturuyorduk. Oreste, homurdanır gibi,
‘Gidip yatalım,’ demişti.
‘Otur oturduğun yerde,’ demiştik biz de, ‘yazı niçin harcamak istiyorsun? Tek gözün açık uyuyamaz
mısın?’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:8)
“Daha beteri, Adil mesafeyi iyi hesaplayamadığından aynı hizada daha küçük bir taşın arkasına sinmek
zorunda kaldığı için Zeynel ürküntüyle çıkıştı:
‘Otur oturduğun yerde rezil! Delirdin mi, deli Katır?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:346)
Otuzbirci, Otuzbir çekmek : Mastürbasyon, kendi kendini cinsel tatmin, onanizm
Bk.: Onanizm
“Bir de Roy’un otuzbir çekerken boşalışının fotoğrafı. Roy tek başına çekmiş o fotoğrafı. Otomatik
kamera ile. İp bağlayarak, tel filan. Teşkilat.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:7)
“Eskiler bu erkek sporuna ‘İstimna bil-yed’ demişler. Meali: ‘Elle meni getirmek’ oluyor.. Eski
harflerden her birinin bir sayısal değeri vardı, buna da ‘Ebced hesabı’ denirdi.. Yukarıdaki terkibin sayısal
toplamı, ebced hesabında ‘otuz bir’ sayısına denk geldiğinden, bu olimpik etkinlik böyle anılmıştır.”
(S. Duman, “Vatan” gazetesi, 3 ekim 2007 tarihli nüshası)
“Sert, ağır sözlerin kullanıldığı gündelik dilden ürkenler korkaklardır, onların dudağını uçuklatan
gerçek hayattır çünkü; kültür ve ahlaka en çok zarar verenler, bu düşkün yaratıklardır. Bunlar, tüm ulusun bir
çıtkırıldımlar ordusuna dönüşmesini, Aziz Aloysius gibi birer sahte kültür otuzbircisi olup çıkmasını isterler.
Keşiş Eustachious’un kitabında anlatılan öyküye bakılırsa, adamın birini büyük gürültüyle osurunca Aziz
Aloysius gözyaşlarına boğulmuş, ancak dualarla yatıştırabilmişler kendisini.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:230)
“NEFRET BİLDİRİSİ
------------------------Ama hepsi bu değil, ey ağır aksak hayatın egemen
kenti.
Saklanan, ürken belki de otuz bir çeken düzünelerle
ödlek var, kavramların, kıskançlığın ve kargaşanın
çocukları, ‘ben işimi bilirim’ ayağına yatmış gençler,
kendi orgazmlarına terk edilmiş yıkıntılar
aşağılık, kendi sıkıntılarının sakızını çiğneyen,
bize çok uzak kitaplarda derin düşüncelere dalmış
çarpık kopiller.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“ ‘Ve o gün, Boa gizemli bir tavırla bana yaklaştı, yıkanırken, aynı türde bir başka öykü yazsana bana,
satın alayım, dedi, kıyak herifsin, otuzbircilerin en iyisisin, ilk müşterimdin, seni her zaman hatırlayacağım,
sayfa başına elli alırım dediğimde karşı çıktın, ama yazgına boyun eğdin ve taşındık ve böylece mahalleden ve
arkadaşlarımdan, gerçek Milafores’ten uzaklaşmış ve yazarlık hayatıma başlamış oldum, epeyce de para
kazandım, yığınla beleşçi olmasına karşın.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:160)
“Bazan da hala iç saflığı ve ahengi bozulmamış olan çocuksuluk ve oyunculuğum bir tıkanmayla
karşılaşır, yani resmi yaparken tamamen kendimi unutamadığımı ve oynadığım oyunda beni dışarı iten bazı
sorunlar çıktığını hissetmeye başlardım (bu gittikçe daha çok oluyordu) ve içimden otuz bir çekmek gelirdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:251)
“Cinsel organı büyük ve hep kalkık. Azgınca su perilerinin peşinde koşar. Kimi yorumculara göre,
Rimbaud ‘sol bacak’ derken Pan’ın cinsel organını, yani üçüncü bacağını ima ediyor. Fransızlar otuzbir çekmek
anlamında da ‘sol el’ deyimini kullanır.
“‘Hortense’ kimdir, bilinmiyor. Şair de zaten Hortense’nin kimliğini gizliyor. Kimi yorumculara göre
Hortense yeniyetme Rimbaud’nun otuzbir çekme alışkanlığına karşı tepkisini, usancını, bıkkınlığını simgeliyor.
Notlar, E. Alkan”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:148;156)
Otuz iki dişe trampet çaldırmak : Çok soğuk bir içki sunarak insanın otuz iki dişini soğuktan titretmek
“LİMONATACI - Limonatam buuuz! Askere, sivile limonata! Yok mu hararet basan! Otuz ik dişe
trampet çaldırıyor! Yok mu ateşkesten yararlanmak isteyen? Limonatam şekerli!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:254)
Otuz iki dişini göstererek gülmek, sırıtmak : Ağzını açarak, tüm dişlerini göstererek gülmek, sırıtmak
“Vahadaki, çamurdan evlerin üstünde, altın sarısı meyveler ışıldıyor. Sessizlik ve yalnızlık. Ardından
bir meydana varılıyor. Otuz iki dişini gösterip gülerek, küçük dervişler gibi dönen neşeli çocuk sürüsü.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:48)
“Nefer, otuz iki dişini birden göstererek sırıttı:
-‘Deha, orada,’ dedi.
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:61)
“Herkes sanıyordu ki, ben bilerek, ben isteyerek göz yumuyorum; vallahi billahi herkes böyle sandı... O
kızıl saçlı kız, bir ateşin önünde dimdik duran bir cadı gibi, beni yerden yere, çukurdan çukura sürüklenir
gördükçe, otuz iki dişini birden gösteren bir gülüşle gülüyor ve mutluluk, cildinin deliklerinden fışkırıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:187)
Otuz Yıl Savaşları : Çeşitli Avrupa ülkeleri arasında, toprak anlaşmazlıkları, din ve hanedan kavgaları gibi
nedenlerle çıkan ve 1618’den 1648’e kadar süren bir dizi savaşa Otuz Yıl Savaşları adı verilmiştir. Bu savaşlar,
Avrupa’nın hemen her yerinde büyük yıkımlara yol açmış, savaşın sonunda imzalanan Vestfalya Barışı’yla
Avrupa haritası büyük değişikliğe uğramıştır
“Şvayk, sert bir sesle, ‘O zaman ne bok yemeye bu kadar savaştık ki!’ dedi. ‘Savaş başladı mı köküne
kadar gitmeli. Moskova’ya ya da Petrograd’a girmeden barış mı olurmuş? Boru mu bu, dünya savaşı deniyor
adına........ Bak İsveçlilere, Otuz Yıl Savaşları’nda neler yapmışlar! Ta oralardan Nemetsi Brod’a, Lipnitse’ye
kadar gelmekle kalmamışlar, öyle bir anasını bellemişler ki milletin, bugün bile meyhanelerde gece yarısından
sonra İsveççe konuşuluyor da kimse birbirini anlamıyor...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:264-5)
Ot yemek : Esrar içmek
(Argo)
“-Ulan biz ne diyoruz, bu tırnaksız ne anlıyor. Şart olsun, bunun niyeti bozuk... Ben pirelendim.
Papelmiş... İki günde bir papel... Ulan, ben bugüne bugün, İkinci Kısmın Padişahıyım, haftada iki papel
borçlanmıyorum. Hele dur, Bak bakalım gözüme... Sakın sen ot yemeye mi başladın?
Ağanın sağında oturan kara yağız adam, rum türkçesiyle lafa karıştı:
-Yeni mi çaktın paşam? Bu oğlanın günde içtiği esrar senin ağırlığınca..
-Doğru mu oğlum, bak Tanaş Abin ne dedi?
-Boş ver. Ben Seringel Abi’den papeli uçlanıyorum.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
Oublier je ne puis : (FR.,PSYCH.,KOLL.) <Unutmak, işte bunu yapamam!> : I can not forget (İNG.)
ouija : (MYTH,İSPİRİT.,KOLL.) <uica> : İspiritizma seanslarına özgü, üstünde alfabe harfleri ya da
sözcükler bulunan iki tahtadan ibaret materyal
outrage : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <ovt’reyc> :
saymak, saldırıda bulunmak
Fena surette bozmak, çirkin muamele göstermek; sövüp
O vakit : Cinsel ilişkide bulunulduğu zaman; kadınların adet zamanı
“Öbür eltisi için ‘Mandanın biri’ diyordu; ve Selma Hanım’ın kulağına eğilerek ilave ediyordu:
‘Kuzum, hep uyurmuş, hep uyurmuş. Hani o vakit bile horul horul uyurmuş... Bir boğaz! Doymaklar bilmez.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:47)
Oyalamak; Oyalanmak : Başkasını meşgul etmek (çoğu kez kendi çıkarına); Kendini birşeylerle meşgul etmek,
zaman geçirmek
“Alacakaranlık
------------------Soğuk, yumuşak rüzgar
duru, temiz suyu usulca
dalgalanmaya zorlar.
Oyalamak için
geceyi
bir şarkı
tuttururuz.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“-İyi yapmışsın, diye karşılık verdi İlyas. Sonra, oyalanmadan odasına çıktı ve derin bir uykuya daldı.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:140)
“Küçük koyda bir saat kadar oyalandık, anılarla. Daha sonra ben ıslak gövdemi kayığın içine serdim ve
Niko, küfrün bini bir para, gönlünü etmeye çalışarak motoru çalıştırdı. Bir kez daha ağır ağır Aziz’i geride
bırakarak ayrıldık, burnu döner ve onun hayatından, bu kez belki de sonsuza kadar çıkar giderken ona sevgiyle el
salladık.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:379)
“Ama zihin kaprisli bir şeydir. Düşünce silsilesi bir kez başladı mı, oyalayıp dikkatini daha hafif ve
eğlenceli konulara çekmek kolay değildir; üstelik, önemli bir konuyla meşgul olan zihin, koklamaya devam eden
tazıya benzer.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:56)
“... her zaman beş dakikada uçup gittikleri bir yolda üç saat oyalanmak zorunda kalınca, için için
öfkelenerek zararlarını hesap ederler. Kavgalar, bağrışmalar, arabacıların karşılıklı sövmeleri arada bir de kamçı
şaklamaları birbirine karışır.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:17)
“Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende
olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum.
Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis
ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi. ”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179)
“Bir duş yapıp yürüyüşe çıksam oyalanırım biraz. Lungarno’nun oralar biraz esintili olabilir. Lungarno
boyunca yürürsem, ışıldakların aydınlattığı kıyılardan, köprülerden, görkemli saraylardan geçip, gündüzleri
saygıdeğer hanımefendilerle çocuklarının gezindiği, gecenin bu saatlerindeyse orospuların, eşcinsellerin ve
uyuşturucu satıcılarının meskeni olan Cascine’ye uzanabilirim.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233)
“Her şeyden önce uzun soluklu eserlere uygun imgelerir bunlar, çünkü insanlara ilişkin önemli
olguların titizlikle anlatılması sürecinde dış nesnelere şöyle bir bakıvermeyi temsil ederler..... Basit düşüncelerin
doğal sınırlılığını koyarlar ortaya. Açıkça ve dürüst bir tutumla bir araç olarak kullanıyorlar doğayı, anlatının
özüne göre nitelikçe daha aşağı bir şey gibi. Bir oyalanma (iç dökme) gibi.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:17)
“Yan tezgahta Fransızca kitaplar sisteme tabi olmaksızın vardı. Kitapları karıştırarak oyalandı. Polis
romanları, resimli film romanları gelişigüzel, üst üste yığılmıştı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:61)
“Doğrusu hepsi güzel, bir içim su, büyülü,
Hepsi senin resmindir, hepsinin örneği sen.
Ama sen olmayınca kış sürdü biteviye:
Bunlarla oyalandım senden gölgeler diye.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:98, sa:237)
“Kimsenin, eskiden Kayzer için dua ettiği gibi şimdi şimdi Hitler için dua edeceği yoktu. Ama Theodor,
cemaat arasındaki dostlarının tepkilerini merak etmekteydi. Duadan sonra normal olarak dışarda toplanır, biraz
çene çalarlardı; ama bugün insanların çoğu, hiç oyalanmadan, dosdoğru evlerine döndüler.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:133)
oyer : (HUK., KOLL.) <o’yer> : -isim- Davayı dinleme; Bir vesikanın mahkemeye arzolunup verilmesi;
oyer and terminer : dinleme ve karar verme; Oyez ! : <Uaye !> HUK.: ‘Ole, yaşasın! : Genellikle
mahkemede, olumlu bir sonuçtan sonra, üç kez, dikkat çekmek için bağrılır (İNG.)
Oylum; Oylum oylum : Çukur, derinlik, büklüm; Kıvrım kıvrım, dantelli, katmer katmer, büklüm büklüm, didik
didik
“Karanfil oylum oylum
Geliyor selvi boylum
Selvi boylum gelince
Şen olur benim göynüm
Vay benim efendim
Efendim, ben seni beğendim.”
(Anonim - Eski İstanbul Türküsü)
“Köye gelip evlerine ayrılana kadar sadece Şükrü konuştu. Bayram’ın ağzını bıçak açmıyordu. Tarlada
söylediği türkülere, çektiği heyy’lere pişman oldu. Bir ateş düştü, içini oylum oylum yakmaya başladı. Yüreği
koz gibi kavruluyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:80)
“LEYLANIN MEZARINDA
---------------------------------Leyla’nın gözlerinde gece başladıysa eğer
aşkın ateşten gülü açıldı benim gözlerimde
ve suskun dudaklarımın goncasında kaymakta
son artık aşkın yüreğe inen oylumlu hikayelerine”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:39)
Oynak : Hafifmeşrep, gönlü havalarda, herkese gönül veren (kadın)
“... ama onun gözünde yalnızca bir tek kadın vardı: Arles’da boğa güreşi alanında rasladığı, kadifeler,
dantelalar içinde bir Arles’lı kız.. Başlangıçta bu ilişki, çiftlikte pek hoş görülmedi. Kıza oynak diyorlardı. Anası
babası da memleketten değildi. Ama Jan, ille de kızı isterim, diye tutturdu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:45)
Oynaş, Oynaşmak : Sevgili, cilveli kadın; Cilveleşmek, aşk yapmak
“-Sen götür şekerini, çukulatanı Sulukule’deki Ayvansaray’daki kerizci kızlara...
-Peki, öyle ise, sana şık bir iskarpin ile alacalı bir hırka alayım?
-Alasın sen onları o dediklerime!
-Sana biraz mangır toslayayım mı?
-Ben diyilim <deyilim> dilenci... Toslayasın sen o mangırları yeni oynaşlarına!...
-Hoppala! Çattık be!
-Daha çatarsın çok sen, bu kafa ilen...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:175)
“Dük’ün üç yüz bin frangı vardı, bin beş yüz elli frangını Cherbourg’a yolladığı bavullara, binbeş yüz
ellisini de kendi bavuluna koydu. Onunla oynaştığı sıra kesesini aşırmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:78)
Oynatmak : Aklını oynatmak, kaçırmak, delirmek
“-Sen oynatmışsın, evlat. Ayaklanırlarsa, hiç kimse güvende değil demektir, hepimiz aynı durumdayız.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:67)
“Böylece bir ay geçti. Smerdyakov’un adını anmıyordu. Hastalığının arttığı, adeta oynattığı kulağına
çalınmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:192)
“ ‘Ama öyleyse... -Lafcadio’yu itiyor, odanın öbür ucuna koşuyor, yelpazeleniyor, alnına vuruyor,
burnunu siliyordu-: Öyleyse biliyorum, hay Allah! bu haydudun onu neden öldürdüğünü biliyorum!... vah!
Zavallı dost! vah! zavallı Fleurissoire! Demek doğruydu söylediği! Ben de onu şimdiden oynatmış sanıyordum!
Ama öyleyse, öyleyse korkunç birşey bu.’ ”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:155)
“POLONIUS - Buna ne buyrulur? Aklı fikri hep kızımda. Halbuki önce beni tanımadı; balıkçı
zannetti. İyice oynatmış.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:58)
“E. DROMIO - Sözün doğrusunu isterseniz hanımım, bizim efendinin kafası öyle.
ADRIANA - Terbiyesiz herif. Boynuzlu mu diyorsun?
E. DROMIO - Hayır, haşa.. oynatmış, zır deli diyorum. Kendisini, yemek için eve çağırdığım zaman
benden bin altın mark istedi. ‘Yemek zamanı geldi..’ dedim. ‘Altınlarım..’ dedi. ‘Et yanıyor..’ dedim.
‘Altınlarım..’ dedi.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:23)
O yolun yolcusu olmak : Aynı kaderi paylaşmak, aynı şekilde sonuçlanmak
“Yoksul olmasına yoksul görünüyordu gerçi; ama istemesini de biliyor muydu bakalım? Bunu
düşünmüyordu bile. O halde varsın, açlıktan ölsündü. Bakalım nice olacaktı hali hali Therese’nin yufka
yürekliliği son bulduğunda! Toprağı bol olsun, Therese’nin anası zaten açlıktan ölmüştü; şimdi de kocası o yolun
yolcusuydu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:200)
Oysa, Oysa ki : Halbuki, işin doğrusu, diğer yandan, olup bitenlere karşın
“Soğukları sayılı; lodosları kış günü yaz günü ılık günleri bol şehir, birdenbire bir kuzey şehri görünüşü
almalıydı. Ama kar yağmamalıydı. Karın soğuğu başka türlü bir soğuktur; nemli soğuk. Oysa ki sıcağın nemlisi,
soğuğun kurusu makbuldür.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:7)
“ŞAFAĞIN KARI
***
Oysa hiçbir zaman
yüz kez kurşunlanan bu yüreğim
istemedi çizgileri-sınırları,
hiçbir zaman duymadı bir dinginlik özlemi,
nem var benim o zavallı pişmanlık duyacağım”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“1- Kadın ve Göç
-------------------Oysa geceyle göçe kalkmadım
Hüzünlü adımlarla ahlar söyleyip giden Söylerim oysa ona dert olan örülmüş giysiyi
Bu mu sonsuz olan din ve dinim?
Yıllarca bütünleşirim çözülüp göç ederim
Ya üstümde kalırsa bana kalmayan?”
(El Meskkab El Abdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04)
“BİLGELİĞİN...
Bilgeliğin yerine-deneyim
Tatsız içki susuzluğu gidermiyor.
Oysa gençliğim bir Pazar duasıydı
Nasıl unuturum?
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:36)
“1-Annemin Kaderi
Bana sorduğunda, yaratılışımı sor
Oysa geri affı çevirdi kadrimin ateşinden tutuşan
Kadrimi görür son gibi solmayan
O kararla uçan, ama ziyaret edilen Söküldü, sürekli örtülü yaratılmadan
Oysa ateşlere şükrederim, kardeşi müjdeliyen...”
(Avf Bin El Ahvas-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04)
“... Mill, Hilal, Ferah sinemaları, Kadırga’daki bayram yeri, Karagümrük’teki kukla tiyatroları,
atlıkarıncalar, salıncaklar, kurdeleli arabalar... O günlerde de eski bayramların görkemliliğini anlatırlardı. Biri
çıkardı, ‘Nerede o eski bayram günleri...’ diye söze başlayan. Geçmişi özlemle anan. Ben de o çenesi düşük
özlemcilere mi döndüm? Oysa geçmiş, geçmiştir. İş gelecekte, geçmişte değil.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Bayram Günü”, sa:158)
“Aydınlık havada tatlı nameler dolaşıyordu. Cüretinden ötürü, haklı bir hiddetle Havva’yı ayıpladım,
çünkü yerle gökün boyun eğdikleri bir yerde daha yeni yaratılmış yalnız bir kadın bilgisizlik peçesini taşımaya
razı olmamıştı, oysa ki o peçenin altına girmek isteseydi, ben, bu tarife sığmaz zevkleri çok daha önceden ve
daha uzun boylu tatmış olacaktım.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:224)
“Ölümüm Ötesinde Bitmeyen Sevda
<Cortegena 1972>
-----------------------------------------Oysa, biliyorum bir iki dize, bir ezgi
o an benimle gidecek
boş bir düşü dingince kabullenme
Mozart Kavafis’ten bir an
Quevedo’nun sonatının son dizesi
biricik Shakespeare’im,
eşsizliğin mezarı (Lester Young)”
(José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04)
“Bu hileyi ben yutmuyordum elbet, ama yağmurdan sonra gelen karşıdaki yapının penceresinden
bakanlar yutuyorlardı kuşkusuz. Oysa eski muhasebe şefinin üstünde bir damla bile su yoktu.
-Siz gittikten sonra biraz yalpaladık, dedim.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:18)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
IV
-----------------------kimse istemiyor seni, herkes bir başkasının
kolunda,
sen her şeyi vermek istemiştin onlara, onlar
almadılar.
Sonra buza basıyorsun ve bir çığlık atıyorsun.
Oysa senin ne şenlikte gözün var, ne gururun
umrunda”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“KARLI YOL
Kar düştü yollara
Oysa daha vakti var,
Tutarlar beni kar topuna,
Kapatmış yolumu kar.”
(Anonim, Orta Çağlar, Almanya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.04)
“Bugün 17 Temmuz 2006
Saçlarım ağardı oğul.
Taşımaktan örselendi yıllarım
Oysa hala yükseğe tırmanırlar.
bir elimle göğe değiyorum artık
diğeriyle sana kenetlenmişim sıkı sıkı.
Ey, Tanrım”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“Yağmur Yağıyor <1963>
--------------------İnsanoğlu evrenini yaratıyor
kendini yok edenm kağıttan bir gemide
oysa tam orada değil mutluluk
bir başka evrenin izdüşümünde”
(Homero Aridjis<d.1940>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.08.04)
“... her şey aşağıya çekikti yüzünde; kaşlarının uçları, ağzının iki kıyısı, burnu. Uzun süre baktı; oysa
haftada üç kere tıraş da olurdu. Küçük, dört köşe bıyığı. Kadının baktığı işte bu yüzüydü o gece.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:6)
“Oysa annem, değişen koşulların keyfini alabildiğine çıkarmaya bakıyordu. Kutsal bir ayine
dönüştürülen tüketicilikten tat alıyor; kendisinden önceki ve sonraki pek çok Amerikalı gibi o da alışverişi bir tür
kişilik göstergesi olarak yorumluyor, hatta kimi zaman bir sanat mertebesine yüceltiyordu.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:10)
“Rebecca, kapıyı açıp beni içeri buyur ettikten birkaç saniye sonra Walker’ın ölüm haberini verdi.
Şaşırmamam gerekirdi, oysa şaşırdım. Telefonla konuşurken sesinden sezdiğim güçsüzlüğüne ve korkusuna
karşın, sonun yaklaştığına emin olmama rağmen, bu kadar çabuk olacağını sanmıyordum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:124)
“Oysa İMDAT sözcüğü Brick’in ağzından çıkar çıkmaz, bir tür çarpık neden-sonuç mantığıyla bir
komut verilmişçesine, uzaktan top ateşinin gürleyişi duyuluyor ve kararmaya başlayan gökyüzü patlamanın
yalımlarıyla aydınlanıyor. Brick makineli tüfek tarrakalarını, el bombalarının patlayışını ve bu gürültülerin
gerisinde, hiç kuşkusuz kilometrelerce uzaktan gelen insan seslerini duyuyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:12)
“Yasa, belli bir değerin üstündeki, kurtarılabilen eşyanın bankaya verilmesini öngörüyor; banka da
bunları sahiplerine iade etmekle yükümlü; oysa iş arkadaşları hoşlarına giden her şeye el koyuyor ve gerisini
düşünmüyorlar. Miles bu yağmaya -şişelerce viskiye, radyoya, CD çalarlara, okçuluk gerekçelerine, açık saçık
dergilere- sırt çevirdiği ve sadece resimlerin, eşyanın kendisinin değil eşyanın resimlerinin peşinde olduğu için
ona aptal gözüyle bakıyorlar.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:13)
“FARELERLE YAŞAMAK
---------------------------------Sıkışmış tuvalete taşınırken
Oturduğumuz süre içinde
Kadının yoksul koşullar içinde otururken kahvaltı sofrasına
Oysa akşamın durumu ortadayken
Son bir defa isteklerini sıralar
Tuzakları kollarımıza asarak
İçinde farelerin düştüğü”
(Fadıl El Azavi<d.1940>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.07)
“1-Kişiliğin Sureti
---------------------... Bütün ehliniz: atik yürüyen efendidir
Düz benekli neslini bilen
Onlar akraba - kurdun gizini gizlemeyen
Elleri, bana gelmeyen ve güçsüzlüğümü çekmeyen
Şimdiden başka bir şeyi sormayan bütün babalar
Oysa yan çiziyorlar ilk kovulan asık yüzleriyle...”
(Şanfari El Azdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04)
“Yakarmasını bitirince içinde bulunduğu kayığın çözülmüş ve ilerlemeye hazır olduğunu gördü. Oysa
ötekiler hala bağlıydılar; bunu yaklaşmasına izin olarak kabul edip kayığın yavaşça ve sessizce sütuna doğru
ilerletilmesi için buyruk verdi; fakat yanına varmadan önce sütun ve kutsal ışıktan haç dağıldı, sanki yıldızlı bir
gökyüzünün içine atıldı.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:41)
“Topluluğu bir sarhoş nüktesiyle aydınlattığını sanan eski vasim:
-Tartışma, kendi içinde bir yargıdır! Bir adamın düşünüp tartışamayacağı şeyler vardır, dedi.
Elçilik yazmanı:
-Evet! diyerek onayladı.
Papaz:
-Doğrudur! dedi. Oysa, bu iki adam anlaşamıyorlardı.
(H. de Balzac, “Bilnmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:100)
“BROŞÜR
-----------Oysa denizinin sınırı
Katmanlarıdır
Güllerin
Ağaçların
Ve ben ağaçlarını istemiyorum
Anılarımda yaprak açan.”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.09.05)
“DOĞMAK
3
Taş evde huzurlu
kediler siperde ve davullar çingenede
buradan geçince hizmette kusur etmezdi balkonlar
ve bahçeler
içinde kaybolurduk
sonunu unuttuğum bir zamanla
ilk bildiğim şeye geri döner o ikisinin üstüne
abanırken hepsinin payına güneşin sütunları
düşerdi oysa”
(Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05)
“IV Dört Şiir
3.
<1948>
ne yapabilirdim bu dünya olmadan yüzsüz
umursamaz
ki son bulacak oysa her anın boşlukta
varoluşun cehaletinde eridiği bir an
sonunda gövde ve gölgeyi birlikte yutan
bu dalga olmadan
ne yapabilirdim çağıltıların yititiği bu sessizlik
olmadan”
(Samuel Beckett<1906-1989>-Suat Kemal Angı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.01.06)
“SON HAYVAN
<Suriye, Kamişlo - 1982>
-------------------tek başına uynaık kalırsın harflerin
düşünde; hatta seni uyanık tutan
aynaya yakındır toprağın son
intiharı.
Sondur, oysa;
iki ruhun demir sabanı savrulur
sonunda,
ve akşamı sürer denizi sürdüğü
gibi”
(Selim Berakat<d.1951>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.12.06)
“SÜTÜN GELDİĞİ SÜRECE
Kavisli kirpiklerine benzeterek kumu açarım,
Bildiğim eski bir kuyuya benzeyen memelerinden
Damlayan sütünü biriktirerek,
Sütün geldiği sürece, akrabalarım mekik dokuyacak
Attam ve Lub arasında.
Bu aşkı korumak için oysa sen
Özgürlüğüne ne zaman soracaksın
Bu toprağın bende süt verirken,
tepelerindeki çadır kurumadan.”
(Cemil Besine<Cemil Bin Abdullah Bin Mamur el Azri el Kdaki><d.701M. 82H>-Metin Fındıkçı;
”Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.06.09)
“Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes>
-----------------------Konuşma 2
Kadın: Siz bana konuşmuyorsunuz, oysa ben size
Konuşmuyorum.
Erkek: Biz aramızda konuşmuyoruz. Biz susuyoruz.
Kadın: İkinci perde -son.”
(Sergey Biryukov<d.1950>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07)
“Anne geceleri vantilatörü çalıştırdığında, o uyanırdı; oysa bu fırıldaklı yelpazenin gürültüsü çok
hafifti. Plastik kanatlardan çıkan vızıltı, alet tül perde kıvrımlarına takıldığında kesiliverirdi.”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:9)
“Yine de ‘Lütfen’ demeyi asla unutmazdı adam. Kadın izin istediğinde, saatlerce, günlerce izin verirdi;
kadının annesi öldüğünde şöyle demişti: ‘Öyleyse büroyu dört günlüğüne kapatalım... ya da bir hafta mı
istersiniz?’ Oysa kadın bir hafra filan istemiyordu, dört gün bile istemiyordu, üç gün yeterdi.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:9)
“Avrupa’da içilen çay sararmış bir psota çeki kağıdına benzer, oysa Ostende’nin batısında kalan bu
adalarda içilen çay, Rus ikonlarındaki koyu renkler gibidir; altın parıltılarla parlayan çayın içine katılan süt, ona
tombul bebeklerin ten rengine benzeyen bir renk verir.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:19)
“... ama gözleri tatlı, hüzünlü, bardağına kahve koymak için eğildiği sırada Andreas çekici bir ense
görüyor. Ne güzel bir kız, diye düşünüyor: Şu kızı herkes çirkin bulur, oysa ne güzel, kız güzel... küçük, incecik
parmakları var...”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:12)
“ELSİNORE
Atreus sarayında da Elsinore’da olduğu gibi
Her şey olumluydu - duvarlar kalındı
Uzayıp giden salonlar yankı yapıyor,
Kadim lanetin hırıltısı duyuluyordu
Oysa Mikene’de kanın kıpkırmızı aktığını
Görüyordunuz kasabın dükkanındaki gibi”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.00)
“BREYTEN DUA EDİYOR
KENDİSİ İÇİN
-------------------Sürgüne gönderilmeye, gözden uzak
adalara son günlerine değin
Dönüşerek pis çukurlarda yapış yapış,
yeşil yalvaran iskeletlere
Midelerinde solucanlar, çiviler çakılmış
kafalara
Oysa, ben katlanamam
Oysa, Acı vermeyiz biz asla, bulunmayız
serzenişte.”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“Güneş batmıştı ama Aringarosa kendi yıldızının yükseldiğini biliyordu. ‘Bu gece savaş kazanılacak,’
diye düşündü, oysa yalnızca birkaç ay önce, imparatorluğunu yıkmaya kalkışan ellere karşı kendini güçsüz
hissediyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:37-8)
“Hayır, bu olağandışı halsizliğin tek sorumlusu henüz ağarmakta olan tanın erken saatleri değil, yaşınız
bu, bundan böyle bedeninize el koyduğunu anlatmak istiyor size, oysa kırk beşinize yeni girdiniz.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:13)
“Bütün bunlara karşın anne ve baba olarak çok iyi insanlardı. Ama öylesine dalgındılar ki, ikimöiz de
aşağı yukarı kendi halimize bırakılmış olarak büyüdük. Kötü mü oldu bu? İyi mi? Kim söyleyebilir? Cosimo’nun
yaşamı kuşkusuz, olağandışı geçti. Ama benimki düzenli ve sade. Oysa ikimiz de aynı çocukluğu yaşadık.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:15)
“Oysa büyük bir parfümeri, yüksek sosyeteden bir insanın ruhunda çok başka titreşeimler yaratıyordu,
tıpkı Champs Elysées’de dizginlerin birden çekilmesiyle atlı arabamın tanınmış bir dükkan tabelasının önünde
durduğu zamanlardaki gibi; ben pürtelaş arabadan iner, baştan aşağı aynalarla kaplı hole girer, tek bir harekette
kolsuz paltomu, silindir şapkamı, bastonumu, eldivenlerimi hemen onları almaya gelen kızların ellerine
bırakırdım.”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12)
“Konuşmayı pek beceremeyen Jonas, öğle yemeğine çağrıldığı zaman pek seviniyordu, ama çalışma
saatlarını boşa harcamamak için, gece gezmelerini yeğliyordu. Oysa, çoğu kez, dostu yalnız öğleyin, hem de o
gün için boş oluyordu; boş vakti de mutlaka Jonas’a ayırmak istiyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:14)
“Yaşamımı, denizin ve şimdi şarkıya başlayan ağustosböceklerinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş
tadında bir yaşamı oynuyorum burada. Esinti serin ve gök mavi. Bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce
söz etmek istiyorum: bana insan koşulumun gururunu veriyor. Oysa, sık sık söylediler bana: bunlarda
gururlanacak bir şey yok.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:19-20)
“Nesnelerin ve insanların yönetimi çok şey öğretmişti ona, ama, öncelikle, az şey bildiğimizi öğretmişti.
Oysa bilgisi uçsuz bucaksızdı ve J.C. ona sınırsız bir hayranlık duyardı, çünkü, üstün insanların öylesine sıradan
oldukları bir zamanda, Malan, insanın kişisel bir düşüncesi olabildiği ölçüde, kişisel düşüncesi olan tek insandı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:36)
“Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar
ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır, oysa daha yaşlıların kötü
huyları işkolik saplantıları, eş dost davetleri ve kağıt oynayan çevrelerle sınırlıdır.”
(A. Camus, “Veba”, sa:10)
“Çöl bitti bundan böyle. Ada bitti. Oysa ihtiyacımız var. Dünyayı tanıyıp, öğrenmek için, zaman zaman
ona sırtımızı dönmeliyiz; insanlara daha iyi yardımcı olmak amacıyla, bir an onlardan uzak kalmalıyız.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:5)
“Babamın ölümünün üzerinden daha altı yıl bile geçmeden bir herifle yaşamaya başladı. Kasaptı ve
gerçek anlamıyla hayvan gibi biriydi; bir yandan annemi döver, bir yandan da bütün gün başka kızların ardından
koşardı. Yüzünü tırnaklarımla adamakıllı yırtmıştım. Bana sahip olmak istiyordu; oysa ben ondan
tiksiniyordum.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:86)
“Gördüğümüz insanların alışveriş konusunu daha küçük hayvanlar, yani eşekler oluşturuyordu, oysa
zaten eşekten geçilmiyordu kent; bütün yük eşeklerin sırtına vuruluyor, bu hayvancıklara o denli acımasız
davranılıyordu ki, eşek görmeyi içi götürmüyordu insanın.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Oysa savaşlarda asıl amacın öldürmek, hem de kitlesel bir bir öldürme eylemini gerçekleştirmek
olduğu, açıktır. Hedef, düşman ölülerinden bir yığın oluşturabilmektir ve galip gelmek isteyen, bu yığının
ardından hayatta kalmayı çok açık biçimde tanımlar.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:39)
“YERÇEKİMLİ KARANFİL
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimizde bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda”
(Edip Cansever<1928-1986>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:162)
“Belfast Konfetileri
Oysa bu labirenti çok iyi biliyorum: Balaclaca,
Raglan, Inkerman, Odesa Caddeleri.
Öyleyse neden kaçmıyorum? Her hareket noktalama
imleriyle tutulmuş. İşte gene bir çıkmaz sokak.
Saracen’le Kremlin 2 birbirine girmiş, Plastik
kalkanlar. Telsizler. Adım
Ne? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Bi’ güzel
tutuluyorum soru işaretlerinin yaylım ateşine.”
(Ciaran Carson<d.1948>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04)
“Oysa laiklik ilkesinin ne demek olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde çok açık ve
seçik, herkesin anlayabileceği bir dille anlatılmıştı.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:75)
“Bu kadar aptalca ve içinden, sadece bir tansıkla sıyrılabileceğiniz bir işe girerek Tanrı’yı kışkırtmanın
ne gereği var anlamıyorum. Oysa sizi benim gibi havalara atılmaktan korumakla; şu tuhaf ölüyü götürenlere
saldırdığınızda, burnunuz bile kanamadan kurtulmanızı sağlamakla yücelik gösterdi, bundan çoğunu istemek
ayıptır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“Oysa seyahat etmek para değil, cesaret işidir. Hayatımın büyük bir kısmını hippiler gibi dünyayı
dolaşarak geçirdim: Sanki o zaman param mı vardı? Tek kuruşum yoktu. Yol paramı zor denkleştirirdim. Yine
de bence gençliğimin en güzel yıllarıydı onlar - yarı aç yarı tok dolaştoğım, tren istasyonlarında uyuduğum, dil
bilmediğimden derdimi anlatamadığım, gece başımı sokacak bir yer bulmak için başkalarından medet umduğum
yıllar.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:22)
“Yüreğim hala küt küt atıyordu, besbelli fenalaşıyordum. O kadar kötü olmuştum ki, ne konuşacak
halim vardı, ne de Petrus’tan açıklama istiyecek. Yere oturdum. Petrus alnıma ve enseme su serpti. Birden, o
kadının evinden ayrıldığımızda da aynı şeyi yaptığını hatırladım; ama o gün sevinçten ağlamıştım. Oysa bu kez
tam tersi bir duygulanım içindeydim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:118)
“Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar, Maria adında bir fahişe varmış. Durun bir dakika. ‘Bir varmış,
bir yokmuş’, çocuk masallarının başına çok yakışır sahiden de, oysa ‘fahişe’ yetişkinlere özgü bir sözcük. Bir
öykü, böylesi açık bir çelişkiyle nasıl başlatılabilir?”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:13)
“... ve ne zaman önlerinde yeni bir kapı açılsa,
‘İlgilenmiyorum. Havamda değilim.’ diyenler. Oysa hiç denemedikleri bir şey için hazır olup
olmadıklarını nasıl bilebilirler? Ancak bunu sormanın bir anlamı yok; gerçek ise içinde büyüdükleri ve alışkın
oldukları dünya düzeninin bozulmasından korkmalarıdır.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:25)
“Devlet’in muhafızları, isyanların daha az bilinen hareketleri konusunda uzmanlaşmış kişiler, gerçeğe
gönül vermiş insanlar, sorgulama doktorları. Yani anlaşılan rahat yıllarım sona eriyor, oysa arada sırada sağdan
soldan gelen dirsekler sayılmazsa dünyanın yolundan sapmadan ilerlediğini bilerek dingin bir gönülle
uyuyabilirdim.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:15)
“ ‘İstiyorum’. ‘Emrediyorum’ demek istiyor aslında. Soraya’nın tiz sesi onu şaşırtıyor; onun sesinin
böyle çıkabileceğini daha önce hiç hissetmemişti oysa. Öte yandan, dişi tilkinin yuvasına, onun yavrularının
bulunduğu yere zorla giren yırtıcı bir hayvan başka neyle karşılaşabilir ki?”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:17)
“Kuş Sesleri
Çoğu uyuyor, bazıları da
Umutsuzca acınmayı beklemişler,
Ötekiler bunun için bile kalmayı
Düşünmüyorlar.
Oysa nice mutluluklara kavuşmak için
Göz kırpmayan bizler, şafağın
Türkülerle söktüğünü duyduk”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“ ‘... Osip, sen eşeğin birisin, hiçbir şeye aklın ermez. O bakımdan otur oturduğun yerde, çeneni de
kapat!..... Ben ona bir söyledim, o bana on karşılık verdi. Açtı ağzını yumdu gözünü... Oysa benim söylediklerim
onun iyiliği içindi. Buna karşılık aptal herif ne yaptı? Tuttu beni mahkemeye verdi.’ ”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:66)
“TRİGORİN - Yok, kalmaz artık. Oğlu son derece dengesiz davranıyor. Bir bakmışsın kendini
vurmuş, şimdi de beni düelloya çağıracağı söyleniyor. Niçin bütün bunlar? Somurtuyor, homurdanıyor, yeni
biçimler vaaz edip duruyor... Oysa herkese yer var. Ne diye itişip kapışmalı ki?”
(A. Çehov, “Martı”, sa:63)
“Yol Arkadaşlığı
Tazıyla tavşan
Yan yana koşarlardı hep
Şaşarlardı
Birbirlerinin bacaklarına
Derlerdi benimki niye çok kısa
Benimki niye çok uzun
Oysa yollar
Ne kısaydı onlar için ne uzun”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:80)
“SABAH
Fırtına sonrası - susku ve huzur,
Gecenin ardından - sınırsız bir nur,
---------Oysa ben, sarhoşum sanki büsbütün,
ilk ışıklarından başlayan günün”
(Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.06.07)
“TEK AYAKLI FİL
----------------------Oysa ben bastonsuz tahta bacaksız
Balıkçıl kuşu gibiyim ne koşarım ne içerim
Ayrıca sözünü bile etmiyorum odama gitmek üzere
merdiveni çıkmak için
Almam gereken önlemlerin.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:70)
“Suyla İlgili Bir Anı
-----------------------Oysa ne bildiği terimler,
ne konuyla ilgili ayrıntılar,
ne de en ufak bir ipucu vardır aklında suyun ne olduğunu açıklayacak.
‘Saydam bir sıvı’der, doktor, ‘sonra’ ”
(Nuala Ni Dhommmhnaill<d.1952>-Cevat Çapan); “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 28.05.09)
“TÜRKÜ
Gökyüzü uzak: tanrılarsa sağır.
Ruhlarımız ölümsüz değil oysa
Yer yarılır; ruhlar nereye gider?
Yine sürekli mi olacak tasa?”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“SAATÇİ
<Petır Petkov’a>
Dostum, sen durmuş zamanı
harekete geçirdin...
Adam gülümsedi ve gitti,
Oysa dışarda yol kavşağı
gerdi onu çarmıhına.”
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“SANA GİDEN YOL
-------------------------Sana giden yolum uzundu benim,
o denli uzun ki, çıktığın zaman
gerçekten karşıma, seni tanıdım,
ama ben kendimi yadsıdım, inan.
Şeffaflaştırmıştı beni acılar,
ortadaydı tüm varlığım apaçık.
Sonsuz bir bayrama dönüşmüştüm ki
gelip durmalıydın yanımda artık.
Sana giden yolum uzundu benim,
oysa buluşmamız çok kısa oldu.
böylesi bir sonu bilseydim eğer
uzatır dururdum o uzun yolu.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“TİRAT
--------Oysa yaşlanıyor hızla takvimler!
Kendime ‘Nasılsın’ deyip rüyamda,
Kendim yanıtlıyorum ‘İdare eder.’
‘Kadınsın! diyorum rüyada yine,
savul git buradan, erkeklik budur.’ ”
(Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08)
GEMİLERİN DÖNÜŞÜ
----------------------------Oysa ölmez hiçbir şey tümüyle.
Yalnızca uyur içinde ölene kadar.
Gelebilir her şey yeniden.
Aynı şekilde değil ama
Kendi biçeminde
yeniden.”
(Hilde Domin<1909-2006>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.06.09)
“GERARDO - Oysa konuşmamız gerekir değil mi? Sen ve ben? Önümüzdeki birkaç ay boyunca
akrabalar, tanıklar ve kurtulanlarla konuşacağım -ve eve her gelişimde- ben... duyduklarımı senden gizlememi
isteyeceksin ve... ya sen... sen... (Paulina’yı kollarına alır.)”
(A. Dorfman, “Ölüm ver Kız”, sa:17)
“Zamansız Işıltılar
----------------------27
Her aldatılışında bir bedel ödüyorsun
İskender’in uyanışı bir doğruluktu oysa.
Sonuçta tarihin yüzü yeniden yazdı ve
Orada bulunanlar gerçekten öldü eski bir
ayrılıkta,
Mekan hilalle sönmeye başlayınca çatıların
üstünde
Duyulan müzikle dans etmeye başladı
ayaklar.”
(Antoun Doşi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.10)
“Couture 1.
-------------Oysa ruhları süslemek için değil
bu kumaşlar.
Sonsuzluk açıkça çıplak;
Burada ve şimdi çıplak
arzuluyor biraz
giyinmeyi...”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“KONUŞ, KATIL VE DİNLE
------------------------------------Gerçekten, soslu iki pasta yaptım bazı insanlar et
sevdiklerinden
Oysa ki başkaları ayakları olan şeyleri yemeyecekler.
Görüntümden kaçmak için yemek pişiriyordum. İki dize
vardı ekranda:
Şairler kıyarlar kendi yaşamlarına
Politikacılar, bu yüzden vurulmalı.”
(Finuala Dowling<d.1962>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.07.06)
“TELEVİZYONDAN YAYINLANAN BİR ŞİİR
BULUŞMASI -Casa Fernando Pessoa, Lizbon<Manuela Judice ile Casimiro de Brito’ya>
II
-----------------Ah Coca-Cola
Ve Pele,
Michael MacLiammoir
Ve Jayne Mansfield
Çağında
Tinkerly Luxemburgo
Oldum sonunda.
Paul Durcan
Takma adıyla
Yazıyorum
Oysa asıl adımBalthus
Ya da William Trevor gibiTinkerly Luxemburgo.”
(Paul Durcan<d.1944>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06)
“Oradan ayrılalı ne kadar oluyor? Hiç hesaplamıyordum, oysa bir ben’i bir başka ben’den, bir günü
ötekinden ayıran sonsuzluklar konusunda takvim zamanı yetecek ipucu veriyordu, ben bu süre içinde hep orada
yaşamıştım, gerçekten, yüreğimdeki, beynimdeki İskenderiye’de.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:13)
“Hala aynı yatakta yatıyorlardı, ama burada da John’un uzak durması Alice’in özlemini çektiği hoş
sahneleri yaşamasına engel oluyordu. Onunla sevişmeye bile yeltenmemişti. Oysa etkileyici bir sahne
planlamıştı Alice. ‘Bana dokunma,’ diyecekti kararlı boğuk bir sesle, ‘neler yaşadığımı anlayamıyor musun?’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:57)
“Gene de, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bu yazıda sergilenen düşünceler geçerli olmak zorundadır.
Hatta, savaşın ‘yararlı’ sonuçlara ulaşılmasını sağlaması durumunda daha da geçerli olmak zorundadır; çünkü
böyle bir sonuç, insanların, belirli durumlarda, savaşın makul bir olasılık olduğu kanısına varmalarına yol
açabilir. Oysa, böyle bir görüşü reddetmek zorundayız.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:13)
“Ubertino devam etti, ‘Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara karşı gereğinden güçsüz davrandığım için
suçlanan ben oldum, sapkınlığımdan kuşkulanıldı. Sen de kötülükle savaşmakta gereğinden çok güçsüz
davrandın. Kötülük, William, kutsal kaynağa ulaşmamızı engelleyen bu lanet, bu pislik hiç bitmeyecek mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:97-8)
“Profesör korkuyla perdelere yaklaştı. Daha ileriye gitmeye cesaret edemiyordu. O da gerçekdışı,
hastalıklı bir uykudaymış gibi hareket ediyordu. Oysa çevresinde olup bitenleri ne kadar açıkça anlıyordu!”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:68)
“REILLY :
-------Öğrendikten sonra genç dostunuzun
Hoş gerçi biliyordunuz içten içe,
Bir sevgi bağı olmadığını size,
Bu duruma sizin sürüklediğinizi biliyordunuz onu
Bundan utanç da duyuyordunuz.
---------Sakladınız bu gerçeği kendinizden. Oysa belki
Ondan da önce anlamıştınız bunu.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:119-120)
“Obsesif-Kompülsif karakter yapısını gösteren ünlüler arasına Dickens, Swift, Dr. Johnson, Ibsen,
Stravinsky, Rossini ve Beethowen girer. Oysa birçok bakımdan, yaratıcılığı dürtüsel, özgün ve kesin, uzak
davranışlar nitelendirirken, obsesif kişi denetimli, engellenmiş ve katı fikirlidir.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:15)
“Korucu da Pavel’i fevkalade övmüş değil mi idi? Hatta oğlandan pek hoşlanmayan rahip bile,
Barones’in Pavel hakkındaki sorusuna:
‘Aleyhinde söylenecek hiçbir şey yok!’ yanıtını vermemiş miydi? Oysa şimdi o, Pavel’e bağırıp
çağırıyordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:232)
“SONDEYİŞ
<Her yaşamın sahnesidir bulanıklaşınca su...
Pavel Slavinski>
Hep koşuşturan rüzgar ve hep o su şırıltısı...
Oysa orda, artık birlikte olamadığımız o yerde,
yine mayıs sarısı var kızılcığı süsleyen çiçeklerde
ve gerisin geriye dönen yıldızımın parıltısı.
Ötüşüyor ayaklarımızın altında aynı otlar
ve hep aynı
bilinmezlik endişesi içinde
parlıyor tüm acemiliğiyle coşkulu ve zinde
mazileşen törenlerle kısa nutuklar.”
(İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05)
“PENCEREDE
-----------------Çiçekten soracak beni arılar
cırcırlarsa pınarların sesinden.
Oysa yerde değil, sonsuza kadar
senin gözlerinde olacağım ben.
(Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.06.09)
“ŞAKA <1988>
Onlar güçlü, onlar ünlü, onlar tanrılar gibi...
Öyle olmasalar da, kalbimiz öyle bilmiş,
onları öyle saymış.
Penelopeia, herkes için bir sadakat örneği
Oysa ama dahinin anlattığı gerçek değil,
sadece bir şakaymış.”
(Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.05)
“Bunun üzerine, içine attığı ne kadar şey varsa ortaya dökülüverdi. Şarkılar ezberleyip ziyafetlerde
söyledi, o dönemin ünlü şarkıcısı Béranger’ye hayranlık besledi, punç yapmasını öğrendi, sonunda aşkı da tattı.
Bu hazırlık çalışmaları sayesinde de, sınavlarda tam bir başarısızlığa uğradı. Oysa, yine o akşam, başarısını
kutlamak için evde onu bekliyorlardı!”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:13)
“Oysa, bu direnme Théodore’un aşkını büsbütün alevlendiriyor ve onu söndürmek için (pek öyle
isteyerek olmasa bile) evlenme teklifinde bulunuyordu. Gelgelelim, genç kız ona inanmakta kuşkuya düşüyor; o
ise, inanması için büyük yeminler ediyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9)
“KOMİSER - Peki, yargıç rolü oynayarak, dolandırıcılık yaptın mı, yapmadın mı?
SANIK - Hayır. O zevki tadamadım..... Aynı şekilde bir banka memuru diyelim. Belli bir yaştan
sonra hesapları karıştırır, müşterilerin, şirketlerin isimlerini unutur, vergi oranlarını ve çekmeceleri birbirine
karıştırır, bilgisayara da uyum sağlayamaz. Haydi eve... dinlen artık... sen yaşlandın, bunadın!. Oysa yargıçlar
için herşey tam tersi. Ne kadar yaşlanır, güçsüzleşirse makamları ve görevleri de o ölçüde yükselir..”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:12)
“Anadolu insanı sahipsiz kaldığı için Almanya’ya göçmüştür ‘kolaycılığı’ rahatlatıcıdır da; üstelik onun
oradaki sahiplerini düşünmemeyi de önerir. Oysa göç edilen yerler insansız değildir. Gidilen yer sahiplidir,
oradakiler, yani ‘Evsahipleri’ vardır...Pekiyi ama bu evsahipleri kimlerdir? Almanya’nın sahipleri mi? Hangi
Almanya’nın?
Yabancı bir ülkeye gittiniz mi insanların hepsini aynı kefeye koyarsınız. Hele gittiğiniz ülke, savaş
sonrasının ünlü çalışkanlığı ile hızla kalkınıp gelişmiş Almanyası ise.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:25)
“Gıdısı, damar damar şişmiş çenesinin altında düğümlediği örtüsünü aşacakmış gibi iterdi. ‘Paraları
sarnıca gömdüler,’ diye bağırırdı bazı geceler karanlıkta. ‘Zeynep Hanımın konağının sarnıcına. Ya da İbrahim
Ağa Mahallesindeki Gavur İmamın sarnıcına.’ Çekinir, korkardım Edadil kalfadan. Çocukluk işte... Zavallı, eli
erişmez bir ihtiyarcıktı oysa.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8-9)
“Sevgili dostlarım, sizin sadık olduğunuzu biliyordum. Çağrıma koşup geldiniz, tıpkı sizin çağrılarınızı
benim yanıtlayacağım gibi. Oysa üç yıldır beni görmüyordunuz. Ayrılığa böylesine iyi dayanan dostluğunuz,
size anlatacağım öyküye de aynı direnci gösterebilsin isterim.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:15)
“Oysa şenliklere gitmekti koyunların arzusu
Bizse işe yaramaz yalvaçlardık doğrusu.
Onlar sanki götürür gibi su içmeye yalağa
Götürürlerdi beyaz sürüleri mezbahaya.”
(A. Gide, “Batak”, sa:124)
“Sinemada ağır çekimde gösterildiğinde, insanın ya da hayvanların kimi devinimlerinin şaşırtıcı
güzelliğini görebiliriz; oysa hızlı gösterilerde bunlar fark edilmez. Burada söz konusu olan Chopin müziğinin
temposunu aşırı ölçüde yavaşlatmak değildir (aslında bu da yapılabilir): Söz konusu olann sadece onu
hızlandırmamak, nefes alma gibi rahat, doğal devinimine bırakmaktır. Ben, Chopin’in yapıtının başına, Paul
Valéry’nin şu eşsiz dizelerini koymak isterdim:
Daha ince sanat var mıdır,
Bu yavaşlıktan?”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:32)
“... yaratığın kendi kendisi üzerinde edindiği bilgi, onu, onun gelişmesini sınırlandırır gibi geldi bana;
çünkü, ileride de kendi kendine benzemek kaygısıyla, insan kendini nasıl buluyorsa öyle kalırdı, oysa olabilecek
şeyleri ele avuca sığmaz, sürekli bir oluşu söndürmek daha kolaydı.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:181)
“Sana da söylediğim gibi, seninle karşılaşmadan önce yaşantımın amaçsız geçmesinden üzüntü
duyuyordum. Ailemin beni zorla götürdüğü bu sosyete eğlenceleri kadar bana hoş görünen bir şey yoktu. Oysaki
arkadaşlarımın orada eğlendiklerini ve zevk aldıklarını görüyordum.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:11-2)
“Oysa Whitman’ın sağlığı tamdı; denebilir ki, edebiyatın bize sunduğu doğal adam türünün en kusursuz
temsilcisiydi...”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” -Corydon-, sa:12)
“Bir gün babam bana, bunu böyle sürgit devam edemeyeceğini söyledi. - Niçin mi? Çünkü, allah
kahretsin, onun oğluydum. Ondan sonra çıkacağım tahta yaraşır hale gelmeliydim... Oysa ben, sere serpe taze
çimenlerin üzerine uzanmış, ya da kızgın güneş altında yanan bir arenanın taşları üstünde kendimi ne kadar
mutlu hissediyordum.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:6)
“IPHIGENIE -------------Ah tanrıçam, ölümden kurtarıcım, ne acı
Sana itiraf etmek kalbimdeki utancı.
Sessiz bir azap demek burdaki hizmetime.
Oysa özgür bağıştı yaraşan onuruma.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:14)
“Oysaki akarken gece olunca
Alaca karanlığı ışıkların,
Ve dökülürken dudaktan dudağa,
Tatlı sevinci aşkların.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Philine’, sa:153)
“Oysa bu hanım arkadaş, karısından daha genç ya da daha güzel değildi, ancak bildiğiniz gibi
yeryüzünde bu gibi şaşırtıcı olaylara sık sık rastlanmaktadır ve bunları eleştirmek de bizim işimiz değildir. Her
neyse, arkadaşlarından ayrılan mühim adam merdivenlerden indi, kızağına bindi ve sürücüye ‘Karolin
İvanovna’ya sür’ talimatını verdi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
“Durumumdan hoşnut olmayan babam beni sık sık azarlar ve bir zanaatkarın yanına çırak vereceğini
söyleyerek tehdit ederdi. Böyle bir şey yapsa beni ne kadar mutlu edecekti oysa.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:35)
“Paraşütler, sevgilim, daha yükseklere
taşıyabilirdi bizi
Az önce, bilmiyorum, dedim
Oysa şimdi kollarına almış
Sarılıyorsun bana,
Ne iyi.
Paraşütler, sevgilim, daha yükseklere
taşıyabilirdi bizi.
Oysa yüzüyorum ben oradan oraya
Pembe ve soluk mavi balıklar tutulan bir ağda”
(Barbara Guest-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03)
“Meditasyonla ilgili yaygın kanı meditasyonun son derece gizemli, öğrenilmesi son derece güç, ancak
önemli bir manevi önder, bir yol göstericinin (guru) rehberliğiyle öğrenilebilecek bir yöntem olduğudur. Oysa bu
kanı gerçeğe uymamaktadır.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:9)
“Ağlayan Yüz
----------------Hatta meyvelerle ben süslerim dallarını
Adsız seninle konuşurum
Benliğin dolar o ana ve süs
Ağlayan yüzde bilinecek, sonsuz, olanda
Ne yaptı o saatlerde gecede
Sen bihaber, oysa, seninle ne yaptım:
Kilitli ömürden ruh çıkana kadar
Yalnızlığın itilişini çektin
Diz çöken suskunlukta yıllarca yaşadın
Cesaretin otlanıırdı yasın ekibinde”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“Aşk kendisi de ölmeli
<1947>
Öldür beni dedi, ölüm bizi
zaptetmedi nasılsa.
Oysa, yaşamaya değer hayattan çok
onu hakediyorum şimdi.
(Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“Sağa gittik, sola gittik, mekik dokuduk, on gün uğraştık, bir türlü yem bulamadık, tutamadık. Oysa,
aldığımız paradan daha yetmiş lira borcumuz vardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:33)
“GEREKSİZ ADAM
Karanlıkta, seninle aynı hizada, adımlıyorlar.
Yüzlerinde gülücükler. Birbirini arıyor omuzları.
Oysa sen üçüncüsüsün, gereksizsin. O kadar.
Buruk bir kıskançlıkla izliyorsun onları.
Yan yanasın onlarla. Dudakların titriyor hınçtan.
Ama kaçamıyorsun. Seyrediyorsun ilgiyle.”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“NEDEN GEREK
DUYUYORSUN HÜZNÜME
--------------------Neden gerek duyuyorsun kırılgan düşlerime,
çılgın eğlencelerime,
ılgımların kristal çan seslerine
dayanılmaz bir ruhun bilincine,
okşayan iğneme,
tatlı, acımasız zehrime?
Ben kaçmak isterdim ondan
oysa sen hoşnut gibisin nedense.” <ılgım=serap>
(Nigar Hasanzade<d.1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“Oysa biz ne adamlar görmüştük, ailelerinden gelen her şeyi koğuşa dağıtırlardı. Ama bu alçak herif,
Nuh diyor Peygamber demiyordu. On dört gün kalacaktı içerde; karavanayla gelen lahanaları, çürük patatesleri
yiyerek midesini bozamazdı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“YÜKSEKTEKİ KARANLIK
<Muhammed Ali Şemseddin’e>
------------------------------------Fotoğraf
67 yılında bozguna uğradık
Azıcık geri adım attık
Oysa düşman gerçeklerle bekliyordu.”
(Musa Havamdeh<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.06.06>
“LUSI - Bir ara konuşmamız gerek. Sana anlatacak çok şeyim var.
SUSANNA - Benim de sana. Ama başka bir zaman. Tamam mı? Şimdi çok acelem var.
LUSI - Gidiyor musun yoksa?
SUSANNA - Sinemaya biletim var.
LUSI - Çok yazık. Oysa seni göreceğim diye ne kadar sevinmiştim!”
(V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk ezgi-, sa:26)
“Bundan önce iki kere daha, McCarthy dönemi diye adlandırılan dönem üstüne yazmayı denemiştim, ne
var ki yazdıklarımı pek beğenmemiştim doğrusu. Kimi tanıdıklar, gönülsüzlüğümü esrarengiz birtakım nedenlere
bağladılar, oysa tarihimizin bu acıklı, gülünç, kısaca içleracısı döneminde başımdan geçenleri yazamayışımın
nedenleri bence apaçık.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:37)
“Düşünüyordu. Elbette onunla eğleniyordu. Fakat onun yerine kendşn olsaydın, kendi ülkende, seni
anayolda ateşe tutsalardı, sonra, bir köprü uçurulmuş olsaydı, sen önünde büyük bir güç olduğunu, ya da sana
pusu kurulmuş olduğunu düşünmez miydin?..... Oysa yalnızca bizler varız. Fakat o bunu bilemez. Şu küçük piçe
bak.”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:506)
“Kasabanın arkasındaki meşe ormanı yok olmuştu. Yazın buraya geldiğimizde orman yemyeşildi. Oysa
şimdi devrilmiş ağaç kütükleri ve altüst olmuş topraktan başka bir şey yok.”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:7)
“Bu sözüme Andy biraz sinirlendiyse de kendini tutarak:
-Jeff ben sen mesleğinde gerçekçi olarak tanırım. Oysa sen gerçekçi düşüncelerini unutmuşa
benziyorsun. Kadına ne gerek var?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:12)
“Oysa ben hala onun derdinin içtiği viskiden olduğuna inanmıyordum. Benim Gezginci Yahudim henüz
kesin anlamına kavuşmuş sayılamazdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:93)
“Su olmak
ruha ölüm
Suya toprak
Oysa
topraktan
gelir su
Ruh sudan”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:73)
“Öyle konuşmalar ki, dinleyiciyi düpedüz edilgin konumda tutuyordu, konuşmanın içeriğiyle
dinleyicinin herhangi bir şekilde ilişkisini, dinleyicide bir ön formasyonunu, bir ön hazırlığı ve algılama
yeteneğini üstü kapalı varsayıyor, oysa pek çok durumda dinleyicide söz konusu nesnelerden eser
bulunmuyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:22)
“İşte şimdi elinde şemsiye ve valiz, istasyonda dikiliyor, babası da karşısında durmul kendisine
bakıyordu. Müdür beyin yolladığı son haber, hayırsız oğlunun adamda yol açtığı düşkırıklığını ve öfkeyi akıl
almaz bir dehşete dönüştürmüştü. Hans’ı kafasında yıkılmış, çökmüş ve korkunç derecede perişan durumda
tasarlamıştı babası; oysa şimdi kötüleyip zayıf düşmesine karşın yine de sağlam ve kendi ayakları üzerinde duru
halde bulmuştu onu. Bu da içine biraz su serpmişti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:133)
“Ama bizimkiler kalkıp kız peşine düştüğünde, ben aralarına karışmayarak yalnız kalıyor, içimde
sevgiye karşı yakıp kavurucu bir özlem, umutsuzca bir özlem duyuyordum; oysa meyhanedeki konuşmalarıma
bakılacak olursa, zevk ve sefa peşinde koşan kaşarlanmış biri sayılırdım.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:99)
“Bu insanların kendisine buyur edip sundukları her şeye kucak açıyordu. Kendisine keten bezi satmak
isteyen tüccarları güler yüzle karşılıyor, borç para almaya gelenleri güler yüzle, kendisine koca bir saat
yoksulluklarının öyküsünü anlatan, oysa bir Samananın yarısı kadar bile yoksul sayılmayan dilencileri güler
yüzle karşılıyordu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:85)
“Dediğine bakılırsa, sevgili kocası için gözyaşı dökmekten gözleri adamakıllı zayıflamış, gün ışığına
dayanamaz bir duruma gelmişti. Oysa komşularına kalırsa, bütün gününü üst sahanlıkta geçirmesinin tek nedeni,
girip çıkanları yolundan alıkoyarak, merakının, boşboğazlığının bacını almadıkça onları bırakmamaktı.”
(P. Heyse, “Andrea Delfin”, sa:21)
“Oysa size zamanında haber verdim, yazdım. Ben hep bildirdiğim tarihte gelirim. Bu derece
vurdumduymazlık olur mu? Şimdi ben buz gibi odada mı yatacağım?”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:23)
“Oysa kadın uzun zaman öyle kaldı, bir şey demeden,
şaşkınlık kaplamıştı zavallıcığın yüreğini.
Kimi zaman Odysseus’un yüzüne benzetiyordu yüzünü onun,
kimi zaman da tanıyamıyordu çaputların altında bir türlü.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:352)
“Francala pencereden avluya fırlatılmıştı. Aşağı bakıyorum. Francala, kül rengi taşların üzerinde
duruyor ve hala yağan yağmur altında çiğ çiğ parıldıyor. Şöyle düşünüyorum: Belki de ötekilerin francalası
yoktu, F.’nin elindeki francalayı kıskanmışlardı. Oysa hiç de öyle değil. Hepsinin de francalaları vardı. Hatta
G.’nin iki tane.”
(Ö. von Horvath”, sa:14-5)
“ANNEMİN DÜĞÜNÜ
Tepeden indi ve bir yere gittidaldı yeşil otlar içine babam.
Yirmi yıldır işim hep beklemekti,
yirmi yıldır evleniyor hep anam.
Süslü ve kurumlu erkekler her gün
geliyorlar üzgün ve müthiş yalnız.
Konuştukları salt nikah ve düğün,
oysa annem her haliyle amansız.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“GECE <Deniz Soneleri’nden>
------Dinlen ey coşkun ruh, toparlan tekrar,
gece öyle sakin, sessiz ve kibar,
oysa yarın seni ne bekler yine.
Kim bilir yararak sonsuz engini
dalgaların yıprattığı bu gemi
bir dost sahil bulacak mı kendine?”
(Kiril Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.08.06)
“Oysa zorbalık yok olmadı daha
Bir gün bir son vereceğim buna
Düzen vereceğim bütün topluma”
(V. Hugo<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:547)
“Folklor <2004>
--------Yazgı. Kör talih? Ne kadar büyüğüz acep?
Büyükler habire küçülmekteler
Ve unutulmaktalar birilerince hep...
Dünyaya yeniden gelirsek eğer...
Oysa biliyoruz dirilişin boş olduğunu...
Gömütlükler bitevi Balkanlarla dolu...”
(Fehim Hüseyinov <d.1954>Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.12.04)
“AMEDEE - Benim için daha mı iyi?
MADELEINE - Tabii. Sen hiç olmazsa yazı yazıyorsun, başka şeyler düşünebiliyorsun, kitaplarınla,
yazınınla bu kaygıdan biraz olsun kurtuluyorsun... Oysa benim hiçbir şeyim yok... Dairede, evde hep iş...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:59)
“Kasımdan nisana kadar altı aylık mahpus hayatım sırasında sevgili Tuna’mı tek bir kere, Noel’de
görebilmiştim. Oysa ben, kışları, dondan taş kesilmiş ya da buz yığınlarıyla bir dev savaşına girişmiş o uçsuz
bucaksız beyaz kuşak üzerinde hüzünlü düşlere dalmayı ne kadar severdim.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:53)
“Bahşişe ne denli sevinse bile, yine de biraz şaşırmıştı Gavrila Baba. Adrien ilk kez, onun elini
sıkmaktan, ona zamanını nasıl ve nerede geçirdiğini anlatmaktan kaçınıyordu; oysa bu onu, en az bahşiş kadar
mutlu ederdi.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:5-6)
“Taraçadaki bir masada çok güzel bir Yunan yemeğini yerken, genç yolcu Adrian, oldukça haklı olarak
kendi kendine şunu soruyordu: ‘Sıradan bir restoran eşsiz bir anıtın ardından kendine nasıl bir şeref payı
çıkarabilir? Oysa örneğin, ‘Nefis Biftek Lokantası’ gibi bir levha taşısaydı, yolcu burada iyi şeyler bulacağını
anlardı.’ ”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:11)
“Yalnızca bir kalemim var, tıpkı çağımın bütün yazarları gibi. Hepsi de tutkuyla değil de geçimlerini
sağlamak için yazıyorlar. Üstelik onlara bakarak iki eksiğim daha var benim: 1. Onlar kitaplar yaratmanın
yolunu bilirler, oysa benim hiçbir şey bildiğim yok bu konuda. 2. Onlar kendi ana dillerinde yazarlar, bense kör
gibi, tek sözcüğünü bilmediğim bir gramerin bütün kurallarını kafamı çarpa çarpa yol alıyorum.”
(P. Istrati, “uşak”, sa:6)
“Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böyle yapmasa, oğlana hakettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi
onu biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeniden dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda
şefinin davranışındaki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerekmez mi? Ama hayır, salına
salına, parmak uçlarına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun önüne koyuyor.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:150-1)
“Kapalı pencerelerle oturuyorsun, oysa temiz hava sana çok iyi gelir. Hayır baba! Doktor getireceğim
ve onun söylediklerine harfiyen uyacağız. Odaları değiştireceğiz.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:102)
“‘Biraz daha uyusam ve bütün bu saçmalıkları unutsam, nasıl olur,’ diye düşündü, gelgelelim bunu
gerçekleştirebilmesi tümüyle olanaksızdı, çünkü Gregor Samsa sağ yanına yatıp uyumaya alışkındı, oysa o
andaki durumu kendini böyle bir konuma getirmesine izin vermiyordu.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:10)
“SAVAŞ KAPIDA
Daha ne kadar böyle aylak dolaşacaksınız? Ne zaman
çatalyürek olacaksınız, ey gençler? Utanmıyor musunuz?
sonra ne der, diye komşu kentler? Ey derbederler!
Size kalsa her şey güllük gülistanlık; oysa savaş kapımızda.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
“Ağız Dolusu
---------------Bulunduğum her yerde
Bireyin güçünde
Dostlukla yüklü yüz
Surlarla kuşatılmış yüz
Devrini kapatır
Her gün
Yığılmış bu maskelerin içinde
Kullanıldıktan sonra bir mermi
Oysa yüzüm yalnızlığın
Üstüne yapışık.
(Kanmuzi<d.1968>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.02.06)
“Oysa, küçük İsmail, bana karşı hala ilk geldiğim geceki yabancılığını, uzaklığını korumaktadır. Ona,
dostluk ve sevgi göstermiyor muyum? Eski çamaşırlarımın hepsini vermiyor muyum?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:68)
“Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce inanmalı... Döngünün kısırlığına, kısır
bile sayılamayacak boşluğuna saplanıyor gene. Saplansın. Ne çıkar.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:10)
“DİZELERİM
----------------Yerin göğün sınırlarını çizer onlar,
Oysa oğullarım, hep sıkkın ve yorgun,
düşünür dururlar neyin eksik olduğunu,
Acıdır ana diye tek tanıdıkları.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“Bakıyor, görüyor, ama farkına varamıyordu bakıp gördüklerinin. Oysa simitçiler, camiye koşan, ya da
dönen müslümanlar gelip geçiyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:45)
“Ve beklenen kuşlar da geldi. Büyüklerin hiçbirisi bu yıl kuşlara ilgi göstermedi. Oysa geçen yıl adanın,
en azından erkeklerin yarısı, kadınların da bir çoğu, çocukların hemen hepsi ağlarla, lüks lambalarıyla kuş avına
çıkmışlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:83)
“NE MÜMKÜN REBAPÇIYI DURDURMAK
---------------------------------------------------------Sayısız alametler arasında sorularla zorluyorum kendimi,
oysa mağara, sırrın ağız boşluğu olmayı sürdürmekte.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
“Stendhal de Kleist’a benzer bir yazardı; katı, duygusallıktan yoksun yapıtlar vermiştir. Ancak
Stendhal’in belli bir yöntemi vardı. Oysa dürtülerinin insanı olan Kleist tam bir aşırılık içindedir.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:14)
“Hala damlıyor tuzlu deniz perçemlerinden,
Lysidike, sen mutsuz kız, boğulan deniz kazasında,
çalkalanmaya başlayınca deniz, üürküp düştün
boş kayıktan. Yazıyor şimdi mezarında senin
ve yurdun Kyme’nin adı; oysa dalgalar yıkıyor
kemiklerini soğukökumsalda...”
(Ksenokritos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:29)
“Birkaç dakika önce kıskançlıktan kuduruyordu, oysa şimdi korkuyor, Chantal için yalnızca korkuyor.
Onun için her şeyi yapabilir, ama ne yapabileceğini bilmiyor; katlanılmaz olan da işte bu: Ona nasıl yardım
edebileceğini bilmiyor, o, o tek başına...”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:160-1)
“GÖKLERE...
-------------Hüzün yolcusu biliyorsun oysa,
Güneş öylesine durur boşlukta,
Yağsa yağsa şu rezil toza yağar,
Sen cesaret edip kendini sorgulasan.”
(Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.03)
“ÖZLEMEM
--------------Orta yaşlılığımı özlemem
elde edilebilir ne varsa kazandım
herkesçe sevildim
oysa kimse yok
bu yüzden hiçbir kimseyi özlemem
çok şey öğrenmeme rağmen
geçmişse ait olanı istemem”
(Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10)
“CHRISTOPH -... Kıza zamanda ne yapabilirdik ki? O zaman romanımıza sondan başlamak zorunda
kalacaktık. Ancak kediyi kuyruğundan yakalyıp ocaktan çekmek pek de güvenli bir şey değil.
LISETTE - Çok doğru! Oysa şimdi işe doğru dürüst girişebiliriz. Bana önerinizi yapabilirsiniz, ben
de buna yanıt verebilirim. Size kuşkularımı bildirebilirim, siz de bu kuşkuları dağıtabilirsiniz.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:47)
“Kapris No: SON
Yürüyorum.
Babamı da kolundan tutmuş yürüyorum.
O ise gittikçe küçülüyor.
Evin anahtarını yitirmiş.
--------------------Nicedir topraktasın sen.
Oysa gökyüzü sendeydi hep.
Ana tanrıça olduğunu söyle
Ben tüm şeyleri kardeş kılayım.
Kendimi karanlığa beğendirmeme izin ver.
Bir de
Sonsuza dek
Onun engin kucağında kalmaya.”
(Lyubomir Levçev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.02)
“Sonra tuttum, İstanbul’da bir deniz manzarası düşündüm. Ben bu denizi anlatabilirim, dedim,
anlatamadım. Oysa denizi hep sevmiştim, her bir yerlere gitmek istemiştim. Durdum, düşündüm. Senler sonra
bir plakta Léo Ferré aynı şarkıyı söylüyordu.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:10)
“O bildik adetler yerine getirildi. Babam yerinde doğrulup öhö öhö yaptı ve bir tören havasına girerek
bu ziyaretin amacını bildirmek istediğini söyledi. Herkes kulak kesildi. Oysa yine herkes, onun neler
söyleyeceğini adı gibi biliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:105)
“Neyse ki pasaportlarda ‘Din’ hanesi olmadığı için ‘Dini: İslam’ diye yazmadı ama elinde bir Türk
pasaportu tuttuğuna göre Alman polis bundan son derece emindi. Başka ne olabilirdi ki! Oysa ben içimde üç ayrı
kadını daha barındırıyordum. Sadece Maya değildim; aynı zamanda Ayşe, Nadia ve Mari’ydim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:11)
“Ölümünden üç-dört gün önce, güneşin tam tepede olduğu bir öğle vaktinde, koşmaya başlayacağını
söylemişti bana. ‘Kilom epeyce arttı,’ diyordu, ‘bu durum tehlikeli. Yakında kıpırdamakta güçlük çekeceğim.
Oysa bak ihtiyar martılar uçmayı bırakıyorlar mı? Sürekli olarak gökyüzünde süzülüp duruyorlar, denize dalıp
çıkıp yiyecek buluyorlar. İnsanoğlu, bu akıllı yaratıkları örnek almalı. Ben de her gün koşacağım artık.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:14)
“Gerisini biliyorum, koğuştan çıkarken gördüm onu, pijamasını bir kolundan tutmuş yerde
sürüklüyordu, diş fırçasını da ağızlık gibi dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Onu görünce şaşırdım, yıkanmaya
gidiyor sandım, oysa Jaguar, Vallano gibi değildir, Vallano her hafta yıkanır, hatta üçüncü sınıftayken ona
‘Balıkadam’ derdik. Dilin sıcak, Taşaksız, cayır cayır ve uzun.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:319)
“İster istemez girdim içeri. Gerçi enayilik ettiğimi belli belirsiz seziyordum; birkaç ay bir yalnızlık
içinde Dante ve Machiavelli okumayı, Rönesans resimlerini incelemeyi tasarlamıştım; oysa kılı kırk yararcasına
düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi tehlikeye düşüreceğimi sezinliyordum.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“... pupa yelken giden görkemli bir gemiye benzeyen yatağımızda kamışımın Lucrecia ile kazandığı
zaferlerden övünç duyduğumu söylediğimde, şaka ediyorum sanıp bir kahkaha patlatmıştı. Oysa şaka
etmiyordum.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18)
“Uzun hastalığım süresinde yaşamaya giden yolu öğrenmiştim. Düşlerin yararlı olduğunu biliyor, onları
göklere çıkarıyordum. Hala da aynı türden yazılar yazmaktayım, temiz, canlı, iyimser ve yaşama yönelmiş
yazılar. Oysa eleştirmeciler bende olağanüstü bir canlılık bulunduğunu ve kendilerine savaş açtığım kuruntular
ve aldanışlar tarafından aldatıldığımı ısrarla söyler dururlar.”
(J. London, “İntihar”, sa:200-1)
“Sensiz gittiğinde
---------------------Oysaki sana zincirsiz
hazineleridir sunulan heyecanlı Venüs’ün
seni tanır aşıklar
Carmen, Laura, mi dons, Lesbia o Helena”
(Antonio Lopez<d.1981>-Olcay Öztunalı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.08)
“AYAĞI KARINCALI
Yalnız bir kadın sanmıştım önce
Oysa kocasını aldatan biri
Irmağın orda buluştuk
Gece, Santiago gecesi,
Işıklar sönüp birer birer
Yanmaya durunca ateşböcekleri.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:65)
“Onun için bıyık, onur demekti, güç demekti, önemli bir vaatte bulunduğunda bıyığından bir tel
kopartıp büyük bir ciddiyetle ilgiliye verirdi. Bunun tam tersi, sakallılarla alay ederdi. Onları pis olmaklaa,
ellerini sakallarına silmekle suçlardı. Onun için de, köyde papazın dışında hiç kimse sakallı değildi. Oysa hepsi,
Şeyh’e uyarak, bıyıklarını gürleştirmeye çalışırdı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:24)
“JAUFRE -...
Acele etmeliydim, onun kentine, Trablus’a varmak için
“Oysa yelkenlere tek bir rüzgar soluğu değmesin diye dua ederken yakalıyorum kendimi.”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:58)
“Ağaçlar, boyun eğmek zorundadır; kökleri onlara gereklidir; insanlara değildir oysa. Bir ışığı soluruz,
gözümüz göklerdedir ve toprağın altına girdiğimizde, çürüyüp gitmek içindir bu.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:9)
“Canavar’ın yılına girmemize daha dört uzun ay var, oysa gelmiş dayanmış bile kapıya.. Gölgesi,
yüreklerimizi ve evlerimizin pencerelerini örtüyor.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11)
“Çok zorlanarak da olsa gidiyoruz oraya. Annemin içi hiç istemese de. Oysa annemin içini zorlamaması
gerekiyor, istemediği şeyleri yapmaması. Sonra ona bela olarak dönüyormuş zorla yaptığı işler. Yarardan çok
zararı dokunuyormuş.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150)
“VATANDA SEVİNÇ
--------------------------Ey halk ey susanlar
Düştüğün bu durumda, uluslar
Acıını içlerine sindiremeyecekler
Gözlerine uykumuz sinecek
Nasıl buluyorsunuz, yanıbaşımızda olup bitenleri
Oysa
Geri gelmeyecek mi özlemi içinde olduğumuz özgürlük.”
(Abdülrahim Mahmud-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“İNCE GÖLGELER
-------------------------onlar ki önlerinde
uyuşuyodu dil korkudan
ve kabarıyordu yüreğimiz gizli beğeniden
nasıl buruştular birkaç yıl içinde
gölgeler şimdi incelmiş, toparlanmışlar,
alçakgönüllü bir köpeğin bakışı gibi
ve az sözcükle, korkak ve solgun.
-------------------------Oysa damatlar ve gelinler başaramıyorlar
avuntularını gözlemeyi
üzüntünün ardından alışkanlık gerekiyor.”
(Yorgi Manousaki<d.1933>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.02)
“Ellinci Gün
-------------Gökler yeni özgürlükler
muştular, yeni halklar,
yeni fetihler ve ün,
birçok güzel
savaşa bedel;
dünya küçümsedi, ama baş edemedi
o dehşet ve yanılsamalarla;
oysa barış
yıkılmadı ayakta
onlara karşı.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“ ‘İnan bana,’ dedi Rosa Cabarcas, ‘bütün o süre boyunca seni ve kızı bir dakika bile aklımdan
çıkarmadım. Önceki gün döndüm ve ilk yaptığım iş seni telefonla aramak oldu, ama kimse açmadı. Oysa kız
hemen kalkıp geldi, o kadar berbat durumdaydım ki, onu senin için yıkadım, senin için giydirdim, bir kraliçe gibi
süslesinler diye senin için bir güzellik salonuna yolladım.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:91)
“Tekne daha az sallansaydı konumumuzu belileyebilirdim. Oysa gemi yalpalayıp duruyordu. Beni hiç
deniz tutmamasına karşın kaygılanmaya başladım. Tuhaf bir duygu kafamı kurcalıyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25)
“Cesedin yattığı odada sandık kokusu var, oysa görünürde sandık falan yok. Köşede bir ucundan
halkada asılı bir hamak var. Bana öyle geliyor ki, burada her şey kırık dökük, çökmek üzere nerdeyse, başka bir
kokuları olsa bile bu eşyaların çöp kokusu saçan görüntüleri var.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:11)
“OT
---Avucunda getirdiği elmalar,
Sonra taze peynir, yıllanmış hoşaf.
Sözlerinde bilmediğim şeyler var.
Dinliyorum sessiz,
öyle bir tuhaf,
Bendeniz Bulgarca ehliyim güya
kendim de farkında değilim oysa
mutluluktan nasıl mest olur dünya
sözcüklerin büyüsüyle solursa...”
(Pavel Matev <1924-2006>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
27.04.06)
“Oysa, canına yandığım, neler işitmiyorduk: ‘Siz bir yalancısnız. - Siz bir sürtüksünüz. - Siz bir
şıllıksınız. - Siz bir şırfıntısınız. Daha neler de neler! Alimallah gemiciler bile bundan fazlasını bilmez..”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33)
“Ohh, tanıdığım aileler arasında bu günah belgelerini rahatça yakmış, yaktıktan sonra da rahatlayıp
geniş nefes almış nice kocalar tanıdım ben; oysa bu boynuzlular, karıları hayattayken bu belgeleri ele
geçirselerdi küplere biner, ortalığa duman attırırlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:34)
“SESSİZLİK DİYE BİR YER YOK
-----------------------------------------Oysa ben senin yüzünü, geçen yıl doğumgününde
verdiğim zerrinlerin ardında görüyorum.
Dışarda ağaçların yeni yaprakları titreşirken
bahar güneşi odaya gölgelerini gönderiyor.
Sayfanın üzerine süzülen şu ışıktır sessizlik.”
(Joan Mc Breen-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“AŞK DEĞİŞTİRME HAKKI VARSA
GENÇ İNSANLARA
ŞAİR KUŞKULUDUR
Sadakatsiz ağustos böceği düşünür
Terk ettiği dalları.
Kırlangıç en güzel emsaldir oysa,
Nice yazlar tek yuvayla avunur ya.”
(Catulle Mendes<1841-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.04)
“Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi.
Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Evin oğullarından, damatlarından daha iyi bakıyorlardı ona. İçi saman, yosun dolu güzel bir döşek
vardı; çarşafları da oldukça beyaz. Oysa, orada oturanlar -on bir kişi- ancak üç karış genişliğinde tahtalar üzerine
yatıyorlardı. İşte Çingenelerin konukseverlikleri!”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:128-9)
“Bize yiyecek göründü, oysa bir tuzaktı o. Bize nesneleri olduğu gibi göster.
Aslan dedi, ‘ey İsa, bu ev sadece ibret açısındandı.
Dünyada benim rızkım olsaydı, ölülerle ne işim olurdu?’
Duru bir su bulup da eşek gibi lüzumsuzluk edip suya pisleyenin cezası budur.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:2, sa:50)
“ÖRÜMCEK
---------------Oysa sözcüklerin yoksul soğuk cesedi
Konulunca mum dikilmiş tabutuna,
Ben, haklı çıkan, balmumu gibi yitip giden
Gözyaşları dökeceğim, sürüneceğim duyulmadan,
Ağırbaşlı, saygılı, dokumak için sessizce
Gerçek ihtiyacı - bir kefeni.”
(Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“Irak İçin Yirmi Beş Ağıt
Watts ve Jones İlinin çocukları
Ocak yakıyorlar Ur’un surlarında.
Oysa çöl kuşları suskun
Ve kuzeye kaçmış
Yörenin bütün kurtları.”
(Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03)
“Başlıksız
***
Bir yaradır ev
insanlığın taşıdığı
ölüleri gömmek için.
İki yana açılmış perdeler
ve tende hissedilen ok
üstümüze akan ılık suyun
tatlı okşayışı sandığımız,
bugün de emin olduğumuz aşk.
----------Oysa bizim sandıklarımız başka,
bize sarılanlar başka..”
(Jose Miranda-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 20.06.09)
“Kış yaklaşıyordu, ortada ise dişin kovuğuna gidecek bir şey yoktu. Hatta komşularının sebze
bahçesinde de sıfırı tüketmişlerdi. Oysa mohut, mısır unu, pirinç ve daha birçok yiyecek olmadan yaşamak
mümkün değildi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:572)
“Neresinden bakarsanız bakalım, bu aylak uşak sürülerinin (uşak asker) memlekete bir yarar
getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir.
Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstünde
kafa yormalı.”
(Th. More, “Utopia”, sa:27)
“Bütün bunların gurbet sancısı olduğunu düşünmek onu rahatlatıyor; kederini bilinmezliklerden
koruyordu. Oysa burada, kendi yurdunda, kendi insanları arasında kapıldığı bu koyu hüznün hiçbir açıklaması
yoktu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:76)
“Nesnelerin ve hayatın görünüşü çiğdir. Nesneler de gizlenir, esinler de. Kelimelerin yalnızca bir
anlamı vardır gündelikte. Oysa, dünyanın uykulu olduğu saatlerde, dünya da, doğa da, nesneler de, kendilerini
daha çabuk ele verirler.”
(M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:11)
“Birbirini geçmişten tanıyan iki kadın, bir gece yarısı, uzak yol otobüslerinin mola verdiği bir
konaklama yerinde yıllar sonra karşılaşırlar! Hemen herkes hayatının film sahnelerine benzediği zamanları daha
değerli bulmaz mı? Oysa Meltem düşünüyor da, bu coşkun ilgiyi hak edecek kadar yakın arkadaş olmadılar ki
hiçbir zaman!”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142)
“YANIMDAN GEÇİP GİDİYORSUN
Baksan, anlasan
Görsen beni, bir tanısan
Ufak bir işaretin yeter her şeyi başlatmaya
Oysa geçip gidiyorsun yanımdan.”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:11)
“Aşığın Yaprakları
16
Gözlerimle sararım
dalgaların kucağını
yatakta uzanmış
ve yüzerek...
sen denizin nemine
sığınmış
geçiyorsun
uzaklaşan gemide
bu mesafenin şiddetiyle
sarhoş...
oysa susuzluğum
sanadır.”
(Fatiha Mürşit<d.1985>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.03.07)
“Methiye <32>
3. An ve anlardan sonra onlar değildi sanki
Oysa bu kalbe indi aklımı aldı yerinden
17. Kılıcın körlüğü ayırmadan oysa korkuyu
Korkunun neslini aramadan gözlerinden”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.07.04)
“Ölü Rüzgar
Gel gör bu aşktan çektiği acıyı kalbimin
sönmeksizin
Alevlerin köpük köpük yükselen çığlıklarını.
Memelerin göğsüme battığını görür gibiyim
bu alevler içinde
Dizginlerimi ellerine bırakıyorum bu aşkla
dolaşsın dünyayı
Beni ölüme bırak ne olursun ben zaten aşkından
ölüyüm
Senden kalan ne varsa bu benliğimle götüreyim.
Oysa dün akşam sana gelmiştim hısım akraba
dinlemeden
Meyve ağaçlarının ve üzüm salkımları içinde
baharı bulmuştum”
(Mecnun Necad<Kays bin el Meluh bin Muzahim el Amri; 68 h. 687 m.>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.09)
“Bir zamanlar
Bir zamanlar, oğlum
yürekten gülerdi insanlar,
gözleriyle gülerdi;
Oysa şimdi sadece dişleriyle gülüyorlar,
üstelik buz kalıpları kadar soğuk bakışları
geziniyor arkasında gölgemin.
---------------(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09)
“MOZOLE
<1944>
Onu yer yuvarlağına gömdüler,
Oysa sadece bir askerdi,
Evet dostlarım, sadece bir asker,
Ünsüz, ödülsüz bir sıra neferi.
Ona mozole olacak yer yuvarlağı
Ve milyonla yüzyıl süresince
Tozuyacak Saman Yolları
Bu mozolenin çevresinde.”
(Sergey Orlov<1921-1977>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, B. Ataoğlu, sa:163)
“Mektup
<Corso superior de ignorancia>’dan
Sana, ki her aman habersiz olacaksın,
sana, kim bilir nereye gelmiştin
ben tam da oradan ayrılmışken,
ve kimbilir hangi treni kaçırdın, oysa seni
benim yaşamımın merkezine getirecekti,
bir parkta, bir banktaydın belki,
Verlaine’in yaprakları arasında
dolaşmak istemedim bir gün, tam da o gün
sana
hiç görmediğim bakışının gücü için.”
(Miguel D’Ors<d.1946>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.12.08)
“Fakat o anda kendimi hiç de partinin gözbebeği gibi hissetmiyordum. Aniden, bugünlerde sabahları ne
kadar keyifsiz olduğumun farkına vardım, oysa uykumu alıyordum, iştahım da yerindeydi. Aslında bunun
sebebini biliyordum: şu lanet olası takma dişler.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:8)
“KRUTİTSKİ - Fazla ileri gidiyorsunuz. Sabrımı taşırmayın.
GLUMOV (Kibarca.) - Gücenmeyin, lütfen. Siz de bensiz yapamazsınız amca. Uşaklarınıza kucak
dolusu para verseniz bile sizin şu bitip tükenmeyen nutuklarınıza kulaklarını tıkıyorlar. Oysa benim gibi bedava
dinleyiciyi nerden bulacaksınız?”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:126)
“Oysa yangın beş yüzyıllık Osmanlı tarihinin o kadar ayrılmaz bir parçasıdır ki, İstanbullular, özellikle
on dokuzuncu yüzyıldan itibaren şehri kasıp kavuran bu felakete kendilerini peşinen hazırlamışlardır.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:199)
“Gene Sözcükler
Sözcükleri açar açmaz, binlerce sözlük
Dökülüyor içlerinden
Bir karınca yuvasına bastığında
Ortaya çıkan siyah, kırmızı, beyaz karıncalar gibi.
-------------------Nasıl kurtulabilirsin
Varlıklarını koruyabilmek için sürüyle
gövdene yapışan ötekilerden?
Oysa dilin altındaki o söylenmemiş,
ağızdan çıkmamış o sözcükler de
içini kemirir”
(Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08)
“...Canelli’nin tepeleri benim için dünyanın kapılarıdır. Benim tersime Salto’dan hiç uzaklaşmamış olan
Nuto, bu vadide yaşayabilmek için buradan dışarıya adım atmamak gerektiğini söyler. Oysa delikanlılığında
Canelli’nin ötesinde, güneşin doğduğu yöredeki Spigno’ya, Ovada’ya dek bandoda klarnet çalmış olan da
kendisidir.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:12-3)
“Çalışmak Yorar
--------------------Boştur yollar meydanlar yalnız gezildiğinde.
Oysa bir kadın durdurmalı,
konuşup da birlikte yaşamaya inandırmalı,
yoksa hep kendiyle konuşur insan. Bunun için de
kimi vakit körkütük olur geceleri
ve anlatır durmadan, anlatır yapıp edeceklerini.”
(Cesare Pavese<1908-1950>-Bedrettin Cömert; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.08)
“ ‘... On altı yaş çok erken, diyordu kendi kendine Gina. Böyle diyordu, ama bu düşünce aklına
takıldıkça hüzünlenmeden edemiyordu, çünkü bütün ötekiler ona haber vermeden kırları boylamışlardı. Oysa
yalnız yaşadığı halde, bir erkeğin eli bile onun yürek çırpıntılarını artırıyor, nefesini kesiyordu.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:11)
“O ışığın altında, benim de onlardan biri olduğum hissettirilmek isteniyordu. Oysa ben yalnız başıma
yemekten hoşlanıyordum, karanlık odamda, tek başıma ve unutulmuş, kulaklarımı dikip geceyi dinleyerek,
zamanın geçişine kulak vermeyi seviyordum.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:9)
“Ne tuhaf. Babamın fenalaşıp sonra öldüğü et yortusu gününün akşamında, eğlenceleri kaçırdığım
aklıma geldikçe, hırsımdan ağlamış, babama öfke kusmuştum. O akşam yalnızca annem beni anlamış, beni
azarlamış, ayak altında dolaşmamamı, gidip Carlotta’ların avlusunda ağlamamı söylemişti. Oysa babamın ölmek
üzere olması beni korkuttuğu ve karnavala katılmamı engellediği için ağlıyordum ben.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:8-9)
“Oysa bir zamanlar, şiir yazarak organik bir açıklığa, kesinliğe kavuşturulması gereken bir kendi
yaşantımın özü, tutku dolu, son derece yalın bir yığın konu vardı kafamda. Her çabam, ince de olsa, kaçınılmaz
bir bağla o temel amaca yöneliyordu.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:15-6)
“Müzikten anlayanlar için çalmaktan keyif almıştım hep, oysa bunlar olanca güçleriyle bağırıp
çağırmaktan başka bir şey yapmıyorlardı.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:5)
“Oysa şimdi, yeni bir derse giderken, bir konu hakkındaki her şeyi öğrenmenin mümkün olduğunu
sanan öğrencilerle dolu o sınıfı düşündükçe esneyesi geliyordu.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:53)
“DÖKÜM
----------Birkaç eski, sinema
ve tren bileti de var…
Oysa ben ne kadar yol geçtim acep
ömrümce?
Gidiş öncelerinde ümitle titriyordum.
Çınlıyordu bedenim sanki geri dönünce.
Hey gidi yolculuklar.”
(Stanka Pençava<d.1929>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.11.09)
“Gülümseyerek Yavaş Yavaş <4 ağustos 1939>
----------------------------------Oysa ondan söz etmiyor şiir
Ne de büyümüş, ama küçük bir kız gibi,
Nasıl yitip gittiğin sokağın
Ölümsüz köşesinden.”
(Fernando Pessao<1888-1935>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“Musevi Anekdotları
Alman olan ev sahibimiz
Yidiş dilinde anekdot anlatır
Oysa bu kentte nicedir
Tek bir Musevi bulamazsınız.”
(Valeri Petrov<d.1920>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.06)
“GROTESK
-------------Oysa aslında zıt anlamı değil mi onlar
o göstermelik
hani yıllardan sonra kullanılanlar
tüm ilgisizliğimizi gizlemek için?”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“İLK UÇUŞ
-------------Bu sokak
Luxembourg Sokağı’yıdı eskiden adı
bahçesinden dolayı
Bugün Guynemer sokağı dyorlar ona
savaşta ölen bir havacının adı verilmiş
Oysa
bu sokak
hep aynı sokak
bahçe aynı bahçe”
(Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.05.02)
“Dibine sabah güneşi vurmuş bu panjurları ilk kez, denizin ilk tepelerini görmek üzere açmıştım (aynı
panjurları, Albertine, öpüştüğümüzü gören olmasın diye kapattırdı). Kendi başkalaşımlarımı, nesnelerin
ayrılığıyla karşılaştırarak kavrıyordum. Oysa tıpkı insanlara alışmamız gibi nesnelere de alışırız.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:541)
“Oysa Kirila Petroviç’le iki su damlası kadar benzeyen bir sürü yalın ayak başı kabak başka
çocukcağız, derebeyinin pencereleri altında koşturup duruyor ve uşak sayılıyorlardı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:54)
“ÖNBİLMEK
Bir geleceğin yok senin. Tükettin geleceğini.
Bunca yıl, bunca çaba, hiçbir...
(Evet, Tanrılar da yardım edemez sana, kaldı ki
Tanrı
neden uzatsın elini?)
Hiçbir işe yaramayaınca bunca şiir?
Artık sana düşen yalnızca bir boşluk. Bir dal yok
tutunacak,
ağaçları severdin oysa, sevgi de demek ki...
‘Ne diyor bu ozan?’ deme, boşluğu sen de
duyumsa”
(Ali Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:49)
“KÜL
-----Cesur olmaktı hepimizin düşlediği!
Oysa sadece birer yaşlıyız şimdi.
Benim artık şiir yazdığım yok.
Sen de şiir yazmıyorsun artık.
-----Aramayın bizi.
Biz yokuz çünkü.
Oysa başka türlü bitebilirdi günlerim
çok daha basit ve doğal şeyler yaparak:
bir çocuğun gözyaşlarını silerek örneğin”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“SUNULANIN TANIKLIĞI
----------------------------------yükselir seni davet eden sözcükler
adımlarımızla, ve ruhunda aolan göbekle
bırakırız bizimle yayılman için
oysa zamanın geldiğinde
yollara ekeriz.”
(Abdelmanum Ramdan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.12.04)
“Güç
Yaşarken topraktan tortuları içinde tarihimizin,
bir çapa boy verdi bugün, çatırdayan böğründen toprağın.
Bir şişe kehribar: ateşin ve hüznün bir asırlık devası,
kara kışla kaplı toprakların tesellisi.
Marie Curie’yi okuyordum bugün.
Biliyor olmalıydı radyum hastalığına tutulduğunu.
Durulttuğu elementti, vücudunu gümbegün dişleyen.
Oysa ne kataraktlarının,
ne parmak uçlarına sinen irinlerin kaynağını görmek istedi.”
(Adrienne Rich <d.1929>-Barış Özkul; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09)
“OKUYORUM
çıkarıp senin sözünden,
çıkarıp tarihinden davranışların,
onlarla biçimler el yuvarların
olmayı, sınırlayarak, sıcak ve bilge.
Dedin ‘yaşamak’ yüksek sesle ve ‘ölmek’ sessizce
Ve yineledin hep yeniden: Varoluş.
Oysa cinayet geldi önce ilk ölümden.”
(R. Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Keşiş Yaşamı Üzerine”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 02.08.07)
“Ve aslında bütün yaşamlarda ve edebiyatlarda sözü geçen, oysa hiçbir zaman var olmamış ve bir
anlam taşımayan bu üçüncünün hayaletini yadsımam gerektiğini bilmem gerekirdi. Durmaksızın insanların
dikkatlerini derin sırlardan başka bir yana çekebilme çabasında olan yaradılışın bir bahanesidir o.”
(R. Maria Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:50)
“YAPI
(1)
Modern yapı şablonu
hiç bana göre değil
Oysa şu eski eve dahil
zengin, geniş teraslar, asil
küçük, gizli balkonu.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
------------------------------------Oysa taşlar, burcu burcu, anaç toprak kokar
Toprak kokar, görkemle titreyen yeşil kırda
Kızıl dağ yollarının kıyısında başaklar
Çakaleriklerinin göverdiği dallarda,
Kara dutta ve de dağ güllerinde yaşam var.
Yaşam var, al toprağa bürünmüş çakıllarda.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:108)
“PENCERE
------------‘Duvarla cam arasına sıkışma’ konusunda
söylediklerime gelince
bir ilkbahar abartmasıydı o, her yerden fışkıran
gür yeşilliklerin abartması. Oysa işe yarayan,
dört köşe bir dinginlik, bir saydamlıktır bu pencere.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-pencere”, sa:89)
“XXXIII
--------Bir melek tamburuyla
eşlik ediyordu
bizim uykusuz sessizliğimize.
Ne ağır suskunluğu bu
çözülmez tınının!
Oysa hepsi çok yalın:
iki parça can.”
(Pablo le Riverend-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.01.07)
“Ne kendimden, ne başkasından hiçbir gün tümüyle hoşnut olmadım. Dünyanın gürültüsü beni sersem
ediyor, yalnızlık içimi sıkıyordu; boyuna yer değiştirmek gereğini duymakta, hiçbir yerde rahat etmemekteydim.
Oysa herkes beni sever, arar, ağırlardı; ne düşmanım vardı, ne de bana kötü gözle bakan ya da ne de kıskanan bir
kimse.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:109)
“GÖLGE VE HAÇ
3
-----------------------Oysa bu kalay ve tuzdan veya mutluluktan
Dağ... yasak suların doruklarında yaşatır bizi
Acı bir lokmayı tattıktan sonra ölürüz ve acıyı düşünürüz
Bin geceden sonra bu zararlı zamanda
Ağır adımlar atıldı hayata dayanak olan asayla
Dağı okşamadan önce ruhun surunu teslim ederiz
tuzumuza
Kalp korkudan uçar”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“Fuat Saka İçin
------------------sevenler eğilirler
birbirlerine
rüzgarda serviler gibi.
oysa bunlar
yalnız da olabilirler.
ve ayher ikisinin de
aya gereksinimi yok.”
(Said<d.1947>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.05.02)
“...seçimler ertelenmiş olsaydı; hiç olmazsa onları radyo ya da televizyonla uyarma nezaketi
gösterilebilirdi, ki bu kurumlar, bu tür bilgilendirmeler için hala işe yarıyordu. Sekreter, Rüzgarın çarptığı bir
kapının ne büyük bir gümbürtü çıkardığını herkes bilir, oysa biz öyle bir ses duymadık, dedi.”
(J. Saramago, Görmek”, sa:14)
“Gelip geçen olmamasının da şaşılacak hiçbir yanı yoktu, insanların böyle sokaklardan günün belirli
saatlerinde elini eteğini çekmesine sık rastlanır. Evinin kapı numarası kaç, diye sordu dokorun karısı, Yedi,
ikinci katta sağ tarafta oturuyorum. Dairenin pencerelerinden biri açıktı, başka koşullarda bu, evde mutlaka
birinin yaşadığına işaret ederdi, oysa şimdi her şeyden kuşkulanmak adet haline gelmişti.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:216)
“-... orası yemek dolabımdı; lokma çorba gibi ezilene kadar dişlerimin arasında çiğnenmek üzere orada
sırasını beklerdi. ‘Çorba gibi ezilene kadar’ Paris’teki doktorun, Doktor Kervilly’nin sözleriydi bunlar.
-Doktorun adını hemen hatırlaman ne garip, oysa birçok adı bulup çıkaramıyorsun.”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:11)
“Ben nasıl olmuş da ondan doğmuş olabilirdim? <Büyükbabam> Talihsizliklerini anlatıyordu bana ve ben
de acıyarak dinliyordum onu: Korumak için, ilerde onunla evlenecektim. Koruyacağım konusunda söz
veriyorum ona; kol kanat gerecektim ve gençliğimi onun yoluna serecektim. Ona itaat edeceğim mi
düşünülüyordu? Oysa bende, onun ricalarını kabul etme iyiliği vardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:18)
“Yıldızlardan derlemem vardığım yargıları,
Oysa müneccimliği enikonu bilirim;
Ama anlatmam iyi ve kötü yazgıları:
Ne afet ve kıtlıklar, ne altüst olan mevsim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:14, sa:69)
“EPIFANIA - Adrian! Olayların gülünecek yanlarını görmeyi beceremem. Tuhaflık olsun diye böyle
saçma sapan konuştuğun zamanlar içime nasıl sıkıntı bastığını bilirsin. Buraya bay Sagamore’la benim üzerimde
görüşmek için mi geldin?
ADRIAN - Evet. Ama tabii onu burada yalnız olarak bulacağımı umuyordum.”
PATRICIA - Oysa cümbür cemaat hepimiz buradayız.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:27)
“ŞEHİRLERARASI
----------------------Bazen, telefonda konuştuğunuz insan
Yanıbaşınızdadır sanki; hayali sesler
Dolanır gizli gizli içinde.
Başka tellerden geliyor sanırsınız, oysa...”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”,Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“Oysa, çoğu zaman tam gidecekleri sırada ve ‘Ave Maria’yı izleyen anda Fabrice adeta bir önseziyle
yıldırımla vurulmuş gibi olurdu. Kehanetlerine zerre kadar inanmadığı dostu rahip Blanes’in gökbilim
derslerinden elde ettiği kazanç işte buydu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:33)
“FELSEFE FAK. DEKANI (Tıpçıya.) - Bravo, diyorsun, büyütecinde burnundan ötesini görmeyen
sen.. ancak sapık duyularına inanan, örneğin gözlerine... Oysa gözün uzak göreni var, körü var, şaşısı var, renk
görmeyeni, kırmızıyı, yeşili seçemeyeni var, tepe göz var, tek göz var!
TIP FAK. DEKANI - Ahmak!
DİNB. FAK. DEKANI - Eşşek!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:84)
“AŞK <1954>
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:17)
“Bu baştan sona sorumsuz yaşama biçimiyle çoktandır acından ölmüş, soğuktan donmuş, karaciğer
sirozundan gitmiş – her nedenle olursa olsun ölmüş olması gerekmez miydi? Oysa adam en büyük bir iştahla
yiyip içiyor, adillerin uykusunu uyuyor ve ayağında yamalı pantolonu.....sırtında pamuklu ceketi, hem kendiyle
hem dünyayla alabildiğine en güzelinden bir uyum içinde olan, hayatın tadını çıkaran, sağlam mı sağlam bir
kişilik izlenimi uyandırıyor.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:53)
Nasıl umabilirdi insan artık katilin elinden kaçılabileceğini? Vebadan bile korkunçtu, çünkü vebadan
kaçılabilirdi, oysa bu katilden? İşte Richis örneği ortadaydı. Anlaşılan insanüstü yetenekleri vardı. Besbelli,
Şeytan’la birlik olmuştu, tabii eğer Şeytan’ın ta kendisi değildiyse.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:220-1)
“Oysa, gülleri seyretmeyi ne kadar sevsem de, çepçevre güllerle sarılmaktan, güller arasında boğulup
kalmaktan hoşlanmadığımı bilemezdi elbette. Aynı biçimde, o tarhı düzenlemesiyle birlikte, insanlık tarihinin
yeni ve son çağının başlamakta olduğunu da bilemezdi. Güllere ne oldu dersen, ne pahasına olursa olsun
açmamakta direniyorlardı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Maitre Mussard’ın Vasiyeti”, sa:52)
“Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud,
cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar
erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
“Şimdi senin alaylı gülüşünü duyar gibi oldum; ‘Tamam, yine başlıyoruz!’ Oysa hayır: gözkapakların
yumulu, hiç kıpırdamadın. Saat kaç acaba? Saatimi yanıma almamışım, burada hiç gereği yok ki.”
(A. Tabuchhi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:24)
“Oradan iki adım ilerde, hemen Yahudi kasabının yanındaki Café Orquidéa’ya gitti, içeri girip küçük
bir masaya oturdu, içerde hiç değilse vantilatörler çalışıyordu, oysa dışarda sıcak dayanılacak gibi değildi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:11)
“‘Mektup yazmış Nermin. Tuhaf!.. Hiç yazmaz oysa... Dört aydan beri hiç yazmadıydı. Eskiden de
yazmazdı. Çok garip.’ Sevinmeye hazırlanırken Eleni’nin çantasından para çıkardığını görünce gülümsedi.
Yarım ağızla teşekkür edip banknotları, ceketinin dış cebine soktu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, 116)
“AKŞAM
----------İncelik geçer
Ve dudakların daha bir yapışır sana
Hatta tanık olan meleği bile yerinden koparır
Oysa uyarılan söylüyor: seninle
Güzelleşir bu sabah ey tanrının yarattığı en güzel şey”
(Hasan Talib-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“Bizim gezegenimizi ötekilerden farklı kılmak için yüz kadar bitki ve hayvan türü yeter de artardı bile.
Oysa her farklı yaşam biçiminden onlarca ve onlarca milyar var ve hiçbir insan, bir yaşamı süresince bunların
hepsini öğrenemez.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:12)
“Oysa, ben tam tersinin olması gerektiğini düşünüyorum: Sadece içsel olarak gelişmeyi başarmış insan,
sadece bilinçli insan, gidişatın değişmesi için çalışabilir.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:14)
“Kaçabilir miydim? Elbette, buna zamanım vardı. Arabamı alır, sınıra doğru sürerdim. Hatta onu bir
çuvala koyup ırmaklardan birine bile atabilirdim. Oysa elini tutup yanı başındaa oturup kaldım. Birisi kapıyı
çaldı, gidip açtım. Postacıydı. Telgrafı aldım ve ona şöyle dedim: ‘Gelin. Karımı öldürdüm.’ Giulia daha
anaokulundaydı.”
(S. Tamaro, “Yanıtla Beni”, sa:188)
“Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hisettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa.
Unutma ki yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yapraklı
ağaçta can suyu bin bir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir, olayların içinde ve
üzerinde olmalısın, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin..... Dur, sessizce dur ve
yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:158)
“DENİZDE YENİLGİ
-------------------------çılgın gelgitleriyle aklının,
gözdağı verdi köpürerek öfkeden
gövdesini yıpratan denize
gıcırdatıp dişlerini
öykünürcesine ona:
‘Şimdi sende küstahlık sırası,
oysa önceden
bir prangan vardı kendirden
zorba boynunda.’ ”
(Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43)
“Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi
bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan
karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8)
“Oysa İvan İlyiç için asıl sorun, hastalığının tehlikeli olup olmadığıydı. Ama doktor bu yersiz sorunun
yanıtından hep kaçıyordu. Ona göre boş bir soruydu bu, üstünde kafa yormaya bile değmezdi.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:55)
“-Evet. Ben her zaman, en çok itiraftan utandığım şeyleri söylerim. Ama güvendiğim kimzelere.
-Doğru söylüyorsunuz. Şu var ki bir kimseye güvenebilmek için onunla çok iyi arkadaş olmak gerek.
Oysa biz tam anlamıyla arkadaş değiliz.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:127)
“... ciddi bir bay içeri girdi. Müfettişti. O da bildiğim şeyleri soruyordu. Öğretmenimin yüz
çizgilerinden, sınıfta bulunuşumdan hiç de memnun olmadığı anlaşılıyordu. Sürekli yüzüne bakıyordum, bana
bir şey sorar diye, ama o, ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Oysa oradaydım.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:11)
“Oysa yankı, senin bomboş evinde,
uzundur bir papaz cübbesi kadar.
Senin neş’e dolu iş günlerine
ne açkıyla, ne de zorla giren var.”
(Dobromir Tonev<1955-2001>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.02.07)
“BAĞLILAR
Adım üstünde adım
Binlerce adım
Dışarıda üniformalı
Ve içerideki
Oysa bir adımcık araları
Bir hamle yapabilse
Öteye geçebilse.
(Kostas G. Tsilimandos-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.06)
“Yağmurlu Bir Akşamda
Kalbimin izi neden kapanıryağmurlu bir günde
neden, oysa ağaçlarda fırtına
kış rüzgarı ölüm tufanıyıkıntının ardında damlaları bende
diyara dönen rüzgarla rahata kavuşur muyun?”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
“Bak hatırla mesela, bugün bizim ihtiyar heyeti başkanı Philippe’in kulübesinin önünden geçiyorduk,
beyaz güzel kulübenin. Bana şöyle demiştin: ‘Rusya’da her köylünün böyle bir evi olduğunda, artık kalkınılmış
olacak ve hepimiz bunun için çabalamalıyız.’ Oysa ben ondan nefret ediyorum; köylüden, Philippe’den nefret
ediyorum: niçin onlar için çalışıp çabalayayım?’ ”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:168-9)
“-Ah hanımefendi, sormayın put kesildi. İçinde ruh denen şey yok mu acaba? Ablası Anna, eh, herşeyi
gerektiği gibi yaptı. Zeki kızdır. Evlampiya ise hiç. Oysa niye saklamalı, onu her zaman üstün tutardım.....
Demek ki artık bu dünyayla ilgim olmadığını anlıyorum. O ise bir söz bile söylemeden put gibi duruyor.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:53)
“-Tanrı’nın yazgısı, Senyora...
-Tanrı’nın yazgısı açık, aydınlık olur, oysa bu sorun karanlık. Öteki olasılığı da kafanızdan çıkarın. O
baba olmak için doğdu, ben de anneanne olmak için!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:116)
“Yakılan Ateş Derimi Yüzdü Diyor
Diyor, giysilerine tutuşturulan ateş
Gözü kuşatan sürmeyi sürer gibi
Elçinin getireceği şeylerle yarattı seni
Seni oluşturdu... ancak bir su kanalı verdi.
Vahşeti durdurmak için olduğumuz yerde
Savaşmayı savaşçı insanlar bize öğretmeden
Korkunun titremesi aldı ve tuttu bizleri oysa
Önlerine dökeriz dehşete karşılık korkuyu”
(Handıc Ümrülkays <Cahiliye Dönemi>-Metin Fındıkçı; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.01.03)
“2-Uzak Yer
--------------İnsanlar yaptıklarıyla ne barışık olur ne de sırat köprüsü olur
onlara
Sırat köprüsü olmaz oysa yolları duruydu
Nasıl yol bildiler oysa neferleri değildi
Onlara uğuldayan bu yol ve bağları
Övündüklerini verdiler cahil kaldıkları başa
Hepsinde sicim övgüyle bağlı.”
(El Afva El Vadi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.04)
“MEKTUP
-----------Oysa o denli genç,
inanılmayacak denli gençlik bizi
Ve sonra... sonra
tanımadığımız bir kin
sarmaya başladı derinden içimizi.
Kangren gibi.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“... oysa onun annesinin bu işte hiç kabahati olmadığını anlatmıştı. Çocuk böylece öğrenmiş oldu, artık
daha büyük bir istekle küfür ediyordu, çünkü her küfrün ne anlama geldiğini biliyordu. Böylesi çok daha iyiydi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:39)
“Ağzını göğsüme bastırdığını ve içime girmeye başladığını gördüm. Adam yalan söylememişti. Canım
yanmıyor ve her şey çabucak bitiyordu. Az sonra, etimde kaybolmakta olan küçücük ayaklarından başka şey
kalmamıştı ortalıkta. Elimi göğsümde gezdirdim, dümdüzdü. Oysa yüreğim kaygıyla atmaktaydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:16)
“Sular buralarda <Rio Açu Nehri ağzı> sevecendir, gelip geçen gemilerin burunlarını okşar, ama zaman
zaman ayaklandığı, eşi görülmemiş bir kötülüğe kapıldığı da olur. Kimileri bundan gelgit olayının sorumlu
olduğunu öne sürerler; oysa gerçekte, dalgaların birden somurtarak gerilmesinin ve sonunda bütün bütüne yok
olmasının gelgit olayıyla hiçbir ilgisi yoktur.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11)
“KÜHEYLAN
Uçurumun ağzından uçurum kıyısına
Kamçıladığım bu at dört nala koşturuyor
----------------Yavaş ol küheylanım
Kamçıyı duymazdan gel
Keyifle yaşayayım
Şarkımı bitireyim.
Oysa o uçurumda biraz soluk almalı
Kana kana su içip durmalıydı küheylan.”
(Vladimir Visotsky<1938-1980>- Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
“ ‘Fakat ben, bizim dünyada o kadar mutsuz oldum ki, kalbim hemen hemen her umuda kapalı!’ Yaşlı
kadın söze girdi ve onlara, ‘Halinizden yakınıyorsunuz,’ dedi. ‘Oysa, benim uğradığım felaketlere uğramadınız
ki...’ Cunégonde gülecek gibi oldu ve kendinden daha mutsuz olduğunu ileri süren bu iyi yürekli yaşlı kadını çok
şakacı buldu. ‘Ah, zavallı kadınım,’ dedi.”
(Voltaire, “Candide”, sa:43)
“Yüz yüze geldiğim bir insanın salt varlığı öylesine büyüleyiciydi ki, izin verirsem benim tüm
benliğime, ruhuma, giderek sanatıma el koyabilirdi. Bunu hemen fark ettim. Oysa yaşantıma dışardan bir
müdahale olsun istemiyordum.”
“O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:14)
“İki yana sallanarak dostlarımızı selamlamak için birkaç sözcük edip programlarımızı açarak kayalara
yayılmış denizaygırları gibi yerleşiyoruz; badi badi denize yürüme yeteneği olmayan, dalgaların kendini
kaldırmasını uman ağır bedenler gibi, oysa, çok ağırız, denizle araamızda pek çok kuru çakıl var. Yemekle tıka
basa doldurulmuş, sıcaktan uyuşmuş uzanıyoruz. Sonra şişmiş, ama kaygan saten içine kapanmış deniz yeşili
kadın geliyor, bizi kurtarmaya.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:123)
“Flush hiç ayrım gözetmeden meyhane köpekleriyle de, beyin tazılarıyla da ahbaplık etmişti;
tenekecinin köpeğiyle kendi arasında fark görmemişti..... Oysa, Flush çok geçmeden Londra köpeklerinin kesin
sınıflara ayrıldıklarını keşfetti. Bazıları zincirle gezdiriliyordu, bazıları serbestçe koşup oynuyordu. Bazıları
arabalarda hava almaya çıkıyorlara, mor kaselerden su içiyorlardı; bazıları bakımsız, tasmasız, sokakta yollarını
buluyorlardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:32)
“... ta çocukluğundanberi taşıdığı herkesten aşağı olma duygusu - hiç vakit kaybetmeden acımasız,
amansızca, silkip atamayacağı bir yoğunlukla üzerine çöküverdi, bazen gece evde uyanınca Borrow ya da Scott
okuyarak atabiliyordu oysa...”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------Akşam zar zor eve varmak üzereyken
kulağına gelir uzaktan birden
ağlayış sesleri, feryat ve figan
nedenini nasıl bilsin kaz kafan?
oysa
ki tahsildar, kralcı ahmak,
yine vurmuş köyü sıtmadan beter”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“1. Battık...
Oysa askerlerle saldırmadı, üstlerine yığıldı
Güvercinlerin siniri sinirleriyle sakinleşir
Minnetle sürülür aralarında
Ellerinde yumurtalar vurmak için hazır
Onlarda utanç yok, kılıçlarından başka
Vurulan kitapla fallar kolaylaşır...”
(El Nabiğ El Zabani-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.09.04)
“Oysa, ikisini de cinayete sürükleyen tek sebep, özgürce sevişebilme isteklerine kavuşmaktı, şimdi
ellerinde bu imkanları vardı. Yerinden güçlükle kalkabilen, sersemlemiş bir hale gelen Bayan Raquin, bir engel
değildi. Ev onlarındı, istedikleri gibi girip çıkabilirler, istedikleri yere gidebilirlerdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:120)
“‘Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda bütün Almanya’nın el birliğiyle kendi cumhuriyetini
baltaladığını ve geçmiş olaylardan en küçük ders almadığını gördükten sonra İsviçre uyruğuna geçmek benim
için kolaylaştı; oysa savaş sırasında, Almanya’nın güç politikasını yerden yere vurmama karşın böyle bir şeyi
yapamazdım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:126)
“Her zaman, o devrin gençlik uykusuyla uyur, eşyanın çıtırdısını bile duymazdı; oysa, aşkıyla
savaşmanın verdiği uykusuzluktan, ona bütün ev seviyor ve sızlanıyormuş gibi geliyordu.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:12-3)
“Amerika’ya ‘Amerika’ adı kimin anısına verilmiştir? Bu soruyu ilkokul çocukları bile hiç düşünmeden
hemen yanıtlar: Amerigo Vespucci. Oysa ikinci soru yetişkinlerin bile duraksamasına, kararsızlığa düşmesine
yol açacaktır, çünkü soru şu: ‘Neden dünyanın bu kıtası tam da Amerigo Vespucci’nin ön adıyla vaftiz
edilmiştir?”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:9)
“Clarissa’ya biraz şüpheyle baktı. ‘Aslında bir general kızıyla böyle konuşmamalıym, aksine,
meslektaşlarım gibi savaş broşürleri ve makaleleri yazmalıyım. Oysa olmayacak bir fikre saplanmışım; o da
savaşın bir suç ve bir aptallık olduğudur. Sizi etkilemek istemem. Zaten bir gün bu konuşmalarımla başımı
yiyeceğimi biliyorum.’ ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:103)
“Bu yüzden de onun bilgileri, Pascal’ınkiler gibi ‘tutkulu bir ruh öyküsüne’, trajik bir şekilde dönüşür,
tehlikeli ve nerdeyse ölümcül serüvenlerin artırılmış bir devamı, sarsılarak birlikte yaşadığımız hayat dramı
olurlar oysa öteki filozof biyografileri düşünce tablosunu bir milim genişletmez.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Vol.I, sa:95)
“... uzaklaşmak, onun odasından, evinden, bu serüvenden kendi sessiz burjuva dünyasına dönmekten
başka hiçbir istek duymadı. Kendi bakışlarındaki güvensizliğin korkusundan aynaya bakmaya cesaret edemedi.
Oysa coşkunluk anlarının şaşkınlığını giyiminde dışa vuran bir şeyin olup olmadığını incelemek gerekliydi.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Korku”, sa:95-6)
“Oysa, gerçekte bütünüyle insana özgü ve en son hedef olarak yaratıcı bir ortaklığa yönelik bu güdü,
bilinen tarihten ta en gerilere, söylenceler dönemine kadar uzanmaktadır. Dünyanın en eski kitabında, İncil’in ilk
insanı anlatan ilk sayfalarında, insanlığın insanlar arasındaki yaratıcı bir birleşmeye yönelik özleminin ilk
tarihini görkemli bir simgenin kalıbında bulmaktayız.”
(S. Zweig, “Yarının Tarihi”, sa:16)
Oyum oyum oynatmak : Binbir tür oyun ve düzenle kedinin fare ile oynadığı gibi oynamak
“Asım Çavuş o hale gelmişti ki başını kaldırıp da çarşının içinden yürüyemiyordu. Utanıyordu.
Aleyhinde, öyle çok dedikodu oluyordu ki..... ‘El kadar çocuk. Parmağına takmış koca Asım Çavuşu, oyum oyum
oynatıyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:397)
OYUN, Oyun Tedavisi : Kafaca ve bedence yetenekleri geliştirmek gayesiyle yapılan eğlenceli yarış; Tiyatro;
Kurnazca, dolaylı yollarla birinden intikam almak; Şaka etmek; Bizans oyunu: dalavere, hile
“ ‘Philosophical Investigations’ <Filozofikal Envestikasyon’lar> = Filozofik Araştırmalar’ın 66.
paragrafında WITTGENSTEIN şunları yazmaktadır::
.... Örneğin, ‘o y u n’ adını verdiğimiz süreçleri ele al. Satranç oyununu, kağıt oyunlarını, top
oyunlarını, spor müsabakalarını, vb. kastediyorum. Bütün bu oyunlardaki ortak yön nedir? ‘Hepsinde ortak olan
bir şey olmalı, aksi takdirde bunlara ‘oyun’ adı verilmezdi.-deme; hepsinde ortak bir şeyin bulunup
bulunmadığına bak. Gerçekten de onları gözlersen, hepsinde ortak olan bir şeyi elbette görmeyeceksin, buna
karşılık benzerlikler, bağıntılar, hatta bir dizi benzerlik ve bağıntı göreceksin.’ ”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:33)
“O y u n (Tedavisi), çocuk için, oyunun kendini en doğal olarak ifade edebilceği bir medya olması
esasına dayanır. Nasıl büyükler, problemlerini ‘konuşarak’ (talking out) ifade ederlerse, çocuklar da
duygularını, ‘oynayarak’ (playing out) ifade ederler.
O y u n, eminiz ki, insanlık tarihi kadar eskidir. Eski Romalılar devrinden kalma kitaplar, o devirdeki
çocukların da bugünküler gibi çeşitli oyunlarla kendilerini eğlendirdiklerini gösteriyor. Birdirbir, kör ebe, kuka,
saklambaç, çember, sırıkla oynamak, çelik çomak, ip atlama, uzun eşek, beş raş, aşık oyunu bunlardan en
önemlileridir. İmparator Augustus, ‘Saturnalia<Aralık ayındaki ‘Saturn Bayramı’> bitince, çocuk çıngırakları,
mile’leri ve ceviz’leri arkasında bırakarak (relinquare nuces –relinkere nuses> okuluna döner!’ derdi.
Halk arasında, başka bir mesel olarak şu da söylenirdi:
‘Rex erit qui recte faciet
<Reks erit ki rekte facit
Doğruyu yapan Kral olacak,
Qui non faciet non erit.!’
Ki non fesit non erit!’>
Yapmayan Kral olmayacak!
(İ. Ersevim, “Oyun ve Oyun Tedavisi”, sa:11-12)
“ ‘Düşünen insan’ <homo sapiens> ve ‘yapan insan’ <homo faber> boyutlarına, ‘oyuncu insan’
<homo ludens> boyutunu getiren Johan Huizinga, ‘oyun’un, ‘kültür’den daha eski olduğunu söyler. Ona göre
oyun, kendi başına, yerel ve evrensel kültürlerin üstünde bir işlev yüklenir ve böylece, kültürlerarası bağlayıcı bir
nitelik kazanır.
Huizinga’nın oyun ve oyuncu insan üstüne düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz: ‘Oyun’un varlığı, inkar
edilemez niteliktedir. Adalet, güzellik, gerçek, zihin, tanrı ve ciddiyet yadsınabilir. Oyun ise asla! Coşku ve
zerafet, daha kökünden itibaren, oyunun en ilkel form’larına eklenmektedir Hareket halindeki insan vücudunun
güzelliği, en yüksek ifadesini oyun içinde bulmaktadır. Oyun, üst gelişme form’ları içinde, insanın sahip olduğu
estetik algılama yeteneğinin en soylu ögeleri olan ‘ritm’ ve ‘armoni’ ile ortaklık kurmaktadır. Oyun ile güzellik
arasında çok sayıda ve sağlam bağlar vardır.... Her oyun, ilk ağızda ve her şeyden önce, özgür bir eylemdir.
Emirlere bağlı olan oyun, oyun değildir. O, en fazlasından, bir oyunun zorunlu temsili olabilir. Oyun, bu
özgürlük özelliği ile bile, doğal evrim sürecinin dışına taşımaktadır. Oyun, ‘gündelik’ ya da ‘asıl’ hayat değildir.
Ya nedir? Bu hayattan kaçarak kendine özgü eğilimleri olan geçici bir uğraş kümesine girme bahanesini
sunmaktadır.’
Huizinga, insandaki estetik algılama yeteneğinin soylu üyeleri olan ‘ritm’ ve ‘armoni’den söz ediyor.
Buna koşut olarak, ritm’in bütün bir evren olduğunu ve evrenin varoluş biçimi olduğunu söyleyebiliriz. ‘Ritm’,
‘ses’i meydane getirir; ikisi birden, zaman ve mekan arasındaki eşgüdümü sağlayan ‘hız’ı, yaşam arenasına
sokar. Böylece, oyunların sanatsallaşmış bir biçimi olan tiyatro, ritm-akustik ve zamanlamanın oluşturduğu bir
denge ve uyum durumu olarak ‘evrensel kimliği’ yaratır.” (İ. Ersevim, “Şamanizm” - basılmamış, sa:1-2)
“Oyun” hakkında, aynı kitabın başka bir bölümünden alıntılar :
O Y U N V E O Y U N C U (Aktör)
“Çocuğun yaptığının çoğu tiyatrodur.
Yani, sanki dıştan izlenen gerçeğin değişimi
(transformation) kendinin yarattığı bir şeye
dönüşmektedir.”
Evreinov
“The Theatre in Life”
O y u n, drama’nın çok yakın bir akrabasıdır ve gerek içeriği ve gerekse süreci itibariyle,
dramaterapi’nin de en önemli kaynağıdır.
Malachie-Mirovich, 1927’de oyuncakların eğitici rolü üzerine şunu söylemişti: “Tüm
çocukların hayat olaylarından yeni bir ‘gerçek’ yaratabilme yeteneği vardır; Çocuk, yol
gösterilmeksizin, natürel olarak oynar ve kendi tiyatrosunu yaratır. Bu yetenek, doğa’nın, insan
zihninde bir tür “tiyatro arzusu” bulunduğunun göstergesidir.”
Moreno’nun 1908’lerde Viyana parklarında çocuklarla oyunundan, Dramaterapi’nin isim
babası Slade’ e kadar hemen herkes, o y u n’un, dram ve terapi’de mevcut yapıcı ve yaratıcı ögelerini
içerdiğini kabul eder. Blatner (1988) de, bu üç birbirlerinden ayrı gibi görünen ögelerin, yani çocuk
oyunu, dram ve terapi, esasında bileşik bir baza dayandıklarından bahsetmiştir.
O y u n’un ‘iyileştirici’ bir etkisi vardır. Dramaterapi’de de kişiler ve grup üyeleri, oyun’u
kullanarak birçok problemleri yansıtırlar ve onların üstelerinden gelmeye çalışırlar.
Phil Jones, “Drama as Therapy” sinde (sa.:168), “Düşen Adam” vak’asını şöyle analiz
ediyor:
“Brown, Curry ve Tittnich, 1971’de okul çocuklarından oluşmuş bir grup çocuğun, yedi metre
kadar yüksekte elektrik tellerinde çalışan bir işçinin düşüp öldüğüne tanık olduğunu kaydetmişlerdi.
“Çocuklar üç ila altı yaş arasında olup sayıları on iki idi. Kaza da, tam gözlerinin önünde, bir
iki adım ötelerinde oluşmuştu. Öğretmenler derhal kazayı, çocukların oyunlarını ve olay hakkındaki
hislerini saptadılar. Bulguları şu idi: çocuklar, aylar sonra bile oyunlarında kazayı oynuyorlardı;
havaya sıçrayıp sanki başları üzerine düştüklerinde şu soruları soruyorlardı: ‘Vücut nerede?
Hastahaneye gidip vücudu almak zorundayız!’ Arada, “...o adamın düştüğü gibi..” referansları da
yayılmıştı. Çocuklar, ek olarak, sözüm ona gözlerinden, ağız ve burunlarından kanadılar, başlarına
koruyucu miğferler taktılar ve ‘hastahanecilik’ oynadılar. Diğer ölüm şekilleri de sergilenmişti,
örneğin bir kedi tüfekle vurulmuş ve ağaçtan düşmüştü..Oğlanlardan biri oynarken düşüp ölmüş,
hastahaneye alınmış ve stetoskop ile dinlenmişti.
O y u n nedir? XX.asrın bu konudaki perspektifi şudur.
Oyun Terapisi’nin dekanı Huizinga, oyunu, “..sıradan hayatın dışında bilinçli olarak oluşan,
çok da ciddi olmayan, fakat aynı zamanda oyuncuyu çok şiddetli ve ileri derecede içine çeken” bir
faaliyet olarak tarif eder (1955) ve devam eder, “oyundan, oyuncu maddesel olarak bir şey kazanmaz;
oyun, kendi zaman ve mekan sınırları içinde, önceden belirli kurallarıyla düzenli bir şekilde devam
eder.”
XX.yüzyılda oyun, birçok disiplinler tarafından yeniden gözden geçirildi, örneğin biyoloji,
psikoloji, psikoterapi, antropoloji, ekonomistler, oyuncak üreticileri sanayiciler ve eğitmenler.
Psikoanalitik kuramın oyun üzerinde oynadığı rol ayrıca bahse değer. Hemen her analist, oyun’un,
çocuğun geçirmiş olduğu travmatik yaşantıların üstesinden gelebilmesi (örneği yukarda) ve psikolojik
olgunluğunu tamamlayabilmesi için zorunlu olduğunda hemfikirdirler. (Klein, 1961; Winnicott,
1953,1974; Erikson, 1963 ve Axline, 1964).
Klein, çocuğun yarattığı oyunun erginlikteki ‘serbest çağrışım’ (free association)a tekabül
ettiğine inanır. Newbauer (1987), oyun’u, çocuğun arzu ve fantazilerinin sergilenmesi olarak görür.
Winnicott (1961), Dramaterapi’de de çok önemli bir yeri olan ‘geçici nesneler’ (transitional objects)
konusundan bahisle, çocuğun hemen hemen doğar doğmaz bu nesneleri temin eden yaratıcı bir oyun
yaşantısına girdiğini ve böylece içine doğduğu kültürün yaşantısına ortak olduğunu iddia eder.
Jean Piaget, çocuk gelişimi psikolojisinin devi, çocukta oyun’u, düşünme süreçlerine etken
olması nedeniyle, onun zekasının gelişmesinde çok önemli bir faktör olarak kabul eder. Çocukta zeka
ve kişlik gelişimini tamamlarken, Piaget, çocuğun bir seri “bilişsel faz’lardan” (cognitive stages)
geçtiğini söyler:
0 – 2 yaşlar : Sensori-Motor (duyusal-motor ; sensory-motor phase) Evre : Burada oyun
şekli : P r a c t i c e p l a y (Oyun paratiği)’ dir.
2 – 7 yaşlar : Pre-Operasyonal (operasyon öncesi ; pre-operational phase) Evre : Burada
oyun şekli s y m b o l i c (sembolik)’ tir.
7 – 11 yaşlar : Somut Operasyonal (concrete operational phase) Evre : Burada oyun,
kurallarıyla oynanır.
Piaget’ye göre oyun, çocuğun içinde yaşadığı dünyadan algıladığı enformasyonu asimile
etmesi (içine alması, özümsemesi), ve dolayısıyla da, bulunduğu ortama uyum sağlaması
(accomodation) süreçlerinde de ona yardımcı olur.
Erik Homburger (Erikson), The Psychoanalytic Quarterly, Vol.VI, 1937, pp:139-214’de,
“Oyunda Biçim” (Configuration in Play) adlı monograf’ında, çocuğun, psiko-seksüel gelişimini de
göz önünde tutarak, o y u n e v r e l e r i n i prensip olarak üç gruba ayırıyor:
I.
II.
III.
Autocosmic Play : Bu, en primitif oyun şeklidir. Çocuk, kendi vücudunun önemli parçalarını,
örneğin el ve ayak parmakları, ağzı ile oynar. Bu, kendi kendine yeterli bir dünya yaratma
şeklidir.
Microcosmic Play : Kendi büyüyen vücut ve zihin yapısına paralel olarak, çocuk, oyuncak
dünyasından bol repertuvar hazırlayarak, (Örneğin blok’ları üstüste koyarak ve böylece
kendinin minyatür dünyasını genişleterek) ve sonuçta kendi vücudu, ruhsal ve sosyal
yaşantılarını eksternalize ve dramatize eder.Bu,“tiyatro”nun başlangıcıdır.
Macrocosmic Play : Çocuk bu düzeyde, dış dünyada mevcut normal boyuttaki nesnelere
uzanır ve yaratıcı düşüncelerini, adeta bir trans halinde, onlar üzerinde sergiler.
Oyun’a, e ğ i t i m (education) yönünden de bakılmıştır.
Amerika Birleşik Devletlerinde meşhur filozof John Dewey, asrın başında, “yaparak
öğrenme” (learning by doing) ‘yi savunmuştu. 1930’da da, Winifred Ward, onu tüm dünyaya tanıtan
“Yaratıcı Dramatikler” (Creative Dramatics) kitabını yayınlamıştı. Daha sonraları Rousseau, Froebel
ve Pestalozzi’nin liderliklerini yaptıkları “çocuk-merkezli öğrenim kuramları” (child-centered
learning theories)’nda oyun, bir uğraşı veya eğlenceden ziyade, ‘yaşantı’yı, kendine özge yöntemiyle
tekrarlayan ve hazmettiren bir öge olarak benimsenmişti.
00000
İngiltere’de ise, Slade, Way, Heatcote ve Bolton o y u n’u, d r a m ile eşdeğerlendirdiler ve
dramatik oyunun, yani t i y a t r o’nun, yaratıcı bir gösteri olmasından çok, eğitici bir süreç olduğunu
vurguladılar. Tabii bu arada okuma, yazma ve dil gelişimleri de kendiliklerinden kaydediliyorlardı
(Garvey, 1974; Pellegrini, 1980). Özetle, eğitimcilere göre o y u n, kişi’nin ‘kendi’ ve içinde
yaşadığı ‘çevre’ arasındaki ilişkileri araştıran, sınayan ve bir anlam yaratmaya gayret eden bir yoldur.
*
“Dramatik taklit, kişileştirme” (Impersonazation), tarih boyunca mevcuttu. Başlangıçta,
tiyatro, çeşitli ritüelistik ve dini vb gösterilerin bir seyir alanı, bir forum’u olarak ortaya çıkmıştı. Eskli
Mısırlıların İ.Ö.4000 yıllarında sahne gösterilerinde bulunduklarını biliyoruz. Sonra, bildiğimiz gibi,
Antik Yunanistanda arkaik mit’ler, örneğin Oedipus sergilendi. M.Ö. 6. ve 5. asırlarda Aeschyleus,
Europides ve Sophocles’in eserleri, şimdiye dek heybetleriyle kalan örnekleriyle, tiyatronun ebedi
yerinin yerleşimini sağladılar.
Diğer dram sunuş şekilleri, d a n s, ş a r k ı, i r t i c a l e n o k u m a, m i m - p a n t o m i
m’dir.
P S I K O – D R A M A (Moreno)
Modern Tiyatro’nun gelişimiyle çok yakın ilintileri bulunan ve kendine özge bir ekol kurduğu
gibi, temel olarak koyduğu prensiplerin gerek pratiğinin ve gerekse felsefesinin kullanıldığı önemli
gelişimlerden biri de, Moreno’nun p s i k o - d r a m a’sıdır.
Jacob L. Moreno (1898 - 1974), Romanya’da doğmuş, daha sonraları Viyana’da pratik etmiş
ve 1925’de U.S.A.’ya göç ederek ekolünü kurmuştur.
M o r e n o, ingilizce konuşulan ülkelerde, esas olarak Amerika Birleşik Devletlerinde D r a m
a t e r a p i’nin kurucusu olarak kabul edilir.
Moreno ilk kez, 1920’lerde, “Viennese Komodienhaus”da s p o n t a n t i y a t r o’yu
başlatmıştı. Bu deneyimlere dayanarak, 1924’de “Stregreiftheater” veya “Spontan Tiyatro” (The
Theatre of Spontaneity)yi yayınladı. Kuram şu idi: bu tür oyun, yazılı bir metni elimine edip, herkesi,
aktör ve seyirci olarak kabulleniyordu. İmprovizasyon en önemli bir öge idi. Mamafih klasik kültüre
alışmış bir ortamda, bu fikirler cazibesini kaybetti ve mali güçlüklerin de eklenmesiyle, ortadan silindi.
Cesaretini kırmayan Moreno, Amerikaya göç ederek çocuklarla çalışmaya başladı, örneğin
Hudson School for Girls ve Sing Sing Hapishanesi. Gazetelerle de çalışmaya başlayan terapist, nihayet
7 Nisan 1931’de, ‘The New York Morning Telegraph’ın tüm staf’ını sahneye çıkarmayı başardı. İlk
Psikodrama Tiyatro’su 1936’da Beacon Hill Sanatorium’da açıldı. 1937’de Francis Herriott ilk
psikanalist olarak lanse edildi. 1942’de New York’ta ‘The Sociodramatic and Psychodramatic
Institutes’ kuruldu ve bu konuda bir monograf hazırlandı. Bu monograf’ta, bir d r a m a t h e r a p y
seans’ının başlıca üç prensibine dokunuldu:
1) I s ı n m a (warm up), 2) A k s i y o n (action) ve, 3) P a y l a ş m a (sharing). Mamafih bugün,
psikodrama iki esaslı bölümde incelenir:
a) I s ı n m a safhası, protagonist’in seçimi,
b) D r a m a t i k a k t i v i t e’nin sergilenmesi.
Moreno, 1947’de yayımlanan “The Theatre of Spontaneity” (Kendiliğinden Olan Tiyatro) adlı
eserinde, t i y a t r o çeşitleri hakkında fikirlerini şu şekilde sıraladı :
1) K e n d i l i ğ i n d e n O l u ş a n T i y a t r o (The Spontaneous Theatre),
2) C a n l ı T i y a t r o (Living Theatre), ve
3) T e d a v i s e l T i y a t r o (Theatre of Catharsis). (*)
(*) catharsis : Psikanaliz’de, cathect, ‘ruhsal enerji ile enfiltre etmek, doldurmak’ anlamına gelir. Catharsis, ilk
kez FREUD tarafından, ‘serbest çağrışım’ (free-association) yöntemini kullanırken, hastanın bilinçötesinden
bilincine getirdiği ve yeniden yaşadığı bastırılmış fikir veya yaşantılara verdiği isimdi. Abreaction ile
sinonim’dir. Catharsis activity ise, grup psikoterapilerinde, özellikle psiko-drama’da, hastaların bilinçötesi
duygularının bilinç alanına konuşmadan ziyade eylem yoluyla aktarımları demektir.
Bu sonuncuya, yani ‘Katarktik Tiyatro’ya, ‘Kendiliğinden Oluşan Tiyatro’nun prensiplerinin,
terapötik emeller için kullanılan bir teknik farklılığı olarak bakılabilir. Bunda, Dramatist’in
dünyasının ‘hayali’ karakteri, hastanın dünyasındaki –gerçek veya hayali- bir yapı ile yer
değiştirmiştir.
Tekrar d r a m a – t e r a p i’ye dönersek; buna, kişisel yapının, kişiler-arası ilişkilerin,
çatışmaların ve duygusal problemlerin çözülebilmeleri için, özel dramatik yöntemlerin kullanıldığı bir
grup-terapi’si olarak bakabiliriz : Grup üyeleri, çeşitli rollere g i r i p ç ı k a r l a r ve b i r b i r l e r i
n i g ö z l e m l e r l e r.
Ü y e l e r ve rolleri :
(1)
(2)
(3)
Grup
DİREKTÖR : Lider ya da Terapist. Aktif ve katılgandır. Onun ödevi katalitik olup, üyeleri
spontane (kendiliğinden oluşan) ve hissettikleri gibi davranmaya cesaretlendirir. Ortaya
çıkabilecek herhangi bir çatışmayı çözebilecek terapötik bir bilgi ve yaşantıya sahip olması
gerekir.
PROTAGONİST : Bu, ‘problemli kişi’, ‘hasta’ yahut ‘aktör’dür. Protagonist (yahut terapist),
dramatik sahnede portre edeceği durumu seçer; direktöre önemli olaylar, düşünceler (ya da
semptom’lar) hakkında bilgi verir. Psikodrama devam ederken, bir anda, psikoterapist veya
direktör, gruptan ikincil (auxiliary) ego’ları temsil etmek üzere, kişi veya kişileri seçer.
AUXILIARY EGO : Bu “yardımcı ego”, protagonist’in arzusu üzerine, grup’ta mevcut diğer
bir üyenin, onun geçmiş, hal veya geleceğini sergilediği gibi, çok özel ruhsal durumlar,
örneğin halüsinasyon, sembolik bir fikir ya da davranışını temsil etmeye davet edilir. Bu
sergileme, her iki taafın da psikolojik yararı içindir. Eğer protagonist, ebeveynlerinden birine
karşı ikilemli bir his besliyorsa, onun seçeceği kimse de buna benzer problemlerle bağdaşmaya
çalışan bir kimse olmalıdır.
Dinamikleri
Dinamikler, geleneksel Grup Terapi dinamiklerine benzerler: ‘boşaltma, açığa vurma’
(ventilation), katarsis (catharsis), motor ve sözsel ifade (abreaction), özdeşim (identification),
‘evrenselleştirme’ (universalization) ve yorum (interpretation).
Psikodrama, gerçekte y o r u m’u en çok kullanan bir terapi yöntemidir. Ama burada özellikle
‘eylem öğrenisi’ veya ‘eylem katarsis’inden bahsedilir. Terapist, protagonist ve auxiliary ego’ları,
eylemlerin gelişimine göre yorumlar.
Sözsel yorumlama, ister kabul edilsin ister reddedilsin, önemlidir ama, e y l e m esastır. Önce
bir eylem sergilenmeden yorum yapılmaz. Yorum, terapist’in oriyantasyonuna göre olup, örneğin
Freud’iyan, Jung’iyan, Erikson’iyan, hiç yapılmadığı zamanlar da olur.
Özel Teknikler
Yıllar boyunca yaratıcı ve orijinal teknikler gelişti. Moreno’nun da belirttiği gibi, bu teknikler, diğer
faktörler yanında, kültürlere de genişçe dayanır. Herhalde Kongo’da sözsel bir değişimden evvel, müzik ve dans
gösterileri daha natürel bir uvertür gibi gelir. Bazı hallerde sükut-sessizlik, hareketlilikten daha anlamlıdır.
ROL OYNAMA (Role Playing) : Bunda, protagonist’in bastırılmış duyguları ve çatışmaları, kendisi
ve ‘yardımcı ego’lar tarafından sergilenirler.
ROLÜ TERSİNE ÇEVİRME (Role reversal) : Protagonist ve diğer üye, örneğin karı-koca rollerinde
hislerini ifade ederlerken, roller tersine çevrilir.
DUBLÖR (Double) : Bu, bir aktör’ün protagonist’in ardında dikilmesi ve aşağı yukarı onun
söylediklerini ve yaptıklarını tekrarlamasıdır.
MONOLOG-KENDİ KENDİNE KONUŞMA (Soliloquy) : Bu, bir şahsın, sanki yalnızmış gibi, kendi
kendine yüksek sesle konuışmasıdır. Protagonist, hikayesinin bir anında, hatta başka biriyle
etkileşirken, bu tür monoloğa dönebilir.
AYNA (Mirror) : Yardımcı bir ego, protagonist’in söz veya hareketlerini abartılı bir şekilde tekrarlar
ve protagonist’e, bu ifade ve davranışlar hususunda söz etmesine şans verir.
TELEVİZYON : Moreno, 1942’de psikodrama ile birlikte TV’u da kullandı. Seans bittikten sonra,
eğitim kastiyle, aksiyon yeniden gözden geçirilir. Bu, ‘ayna’dan çok daha farklı bir yaşantıdır.
Direktör, herkesi bir ‘kendi’-‘eleştiri’de bulunmaya davet eder.
T e r a p i’ d e D r a m a S ü r e c i
S a h n e l e m e veya d r a m, psikoterapi’nin tarihinin başındanberi önemli bir yer tutmuştur.
Daha önceden de bildirdiğimiz üzere, M.Klein (1932), Fritz Perls-Goodman (1951), “rol
oynamanın” tedavisel etkenliğinden bahsettiler.
G e s t a l t Terapi’de, dramatizasyon, “şimdi ve burada!” (here and now!) kavramını
uygulamak için kullanılır. Bir i k i l i k o n u ş m a (dialogue) esnasında, bir hasta ‘ayrışım”ı (split –
kendi içinde bölünme) oynayabilir. Bu, iki boş sandalya kullanılarak yapılabilir. İskemlelerden herbiri,
hastanın bir ‘kutbu’nu simgeler ve kişi, o iskemleye uygun hisleri ifade edeceği zaman onun üstüne
oturur.
P s i k a n a l i z’de, sürecin kendisinin dramatik olduğu iddia edilir. Antinucci-Mark
(1986)’a göre, psikanaliz, hasta ve terapist’in; geçmişi, hali ve geleceği gerçek ve fantazi form’larıyla,
düşünce ve hislerle oynayabileceği hayali bir ‘alan’ (space) yaratır.
A k t a r ı m (transference) olayına da, özel bir dramatik bir olay olarak bakılabilir.
Konuşulanların çoğu “as if” (sanki) karakterinde olduğu gibi, terapi süresince, - prensip olarak hasta
tarafından, fakat bazı kez iki yandan da- bir illusion yaratılabilir.
M i n d e r (couch)’e yatırma ise, yine teatrikal bir olaydır. Stanislavski’nin yarattığı psikoteknik, “tılsımlı eğer” (magic if) dir. Mayarshack’ın teyit ettiği üzere, terapist (sahnede a k t ö r)’e,
oynadığı rol sanki gerçekmiş gibi gelir. Bentley (1977) de, psikanalitik terapi’yi, çocuklukta yaşanmış
bir sahnenin –şu veya bu şekilde- yeniden yaşanması nedeniyle, dramatik bir süreç olarak görür.
Örneğin hasta, babasını nefret eden bir çocuk; terapist ise, nefret edilen bir baba rolünü oynamaktadır.
Ünlü Rus Tiyatro yönetmeni Konstantin Stanislavski (17 Ocak 1863, Moskova – 7 Ağustos
1938, Moskova; Asıl adı: Konstantin Sergeyeviç Alekseyev, Stanislavski adını 1885’de aldı.), Rus ve
Dünya tiyatrolarının gelişiminde çok önemli bir rol oynaması nedeniyle, hürmetle anılmaya değer.
1888’de ‘Sanat ve Edebiyat Dergisi’ni yayınladı; 1891’de , TOLSTOY’un “Eğitim
Meyveleri” ni (Plodi prosveşçeniya) sahneledi. Hayat boyu yoldaşı –görüş aykırılıklarına karşınNemiroviç-Dançenko ile birlikte “Moskova Filarmoni Derneği’ni kurdu. Kendi ekolünü temsil etmek
gayesiyle Moskova San’at Tiyatrosu’nda 26 Ekim 1898’de sahnelediği, TOLSTOY’un “Tsar Fyodor
Ivanoviç” i istediği sonucu alamayınca yeise düştü; 1896’da sahneye koyduğu ÇEKOV’un “Martı”sını
tekrar ve kendi yöntemi ile sahneye koydu, bu kez başarılıydı ve başarısı devam etti.
Rus Devriminin ilk yıllarında çekimser kalan san’atçı, daha sonra kendi “Gerçekçilik”
yöntemi ile Büyük Devrim’in getirdiği “Toplumcu Gerçekçilik” yöntemini ustaca birleştirmeyi
başardı. Stanislavski, i n s a n ve b i r e y kavramlarını hiçbir zaman gözardı etmedi; insanı, her
zaman yücelikleri ve zaaflarıyla sahneye çıkardı.
STANİSLAVSKİ YÖNTEMİ : Oyuncunun, başka şeylerin yanı sıra, kendi duygusal
belleğinden yararlanmasını, geçmişteki deneyim ve duygularını anımsayıp kullanmasını öngörür.
Oyuncunun sahneye girişi, eylemin ya da canlandırdığı karakterin, yaşamının başlangıcı olarak değil,
daha önceki bir dizi olayın devamı olarak düşünülmesi gerektiğini savundu. O y u n c u, ‘yoğunlaşma’
yeteneğini ve duygularını, sahne çevresinin bütününe tepki verebilecek şekilde geliştirir. Birçok farklı
durumlarda insanların duygularını gözlemleyerek, sahnedeki eylem ve tepkilerinin yapay bir dünyadan
çok, ‘gerçek dünya’nın parçası gibi ortaya çıkmasını sağlayacak geniş bir d u y g u a l a n ı oluşturur.
Gerçekliğe verdiği öneme karşın, onun yöntemini savunanlar, klasik tiyatro’nun gereği olan,
gerçekliği aşan ölçekte bir oyunculuğun daha uygun olduğunu belirtmişlerdir.
Stanislavski’nin, yoldaşı Nemirovich-Danchenco ile geliştirdiği tiyatronun diğer ana ilkeleri
şöyledir. P e r f o r m a n s, kişinin iç dünyasını ortaya koymalıdır. Her kişisel a k t ö r, ‘tüm’e hizmet
etmelidir. Bütün teknik imkanlar, bir imaj yaratmaya yönelmelidir. ‘Oyun’un hayatı youluyla bir
‘tiyatro lisanı’ aramak, dinleyici tarafından yeniden yaşanmalıdır. Aktör’ler, re-enkarnasyon
yapabilecek bir yeteneğe sahip olmalıdırlar. Bu ‘yeniden doğuş’, bir aktörün bir karakter ile tüm
özdeşmesi demek olmuyor; daha çok, bir aktörün kişiliğinin bazı kısımları, ‘rol’de bağımsız olmalı ki,
onlar, oyunun tümüne olan gereksinimlerde kullanılmalıdırlar. Bu nokta, Stanislavski’nin bilinç
kontrol öğretilerinde , “Ben” ve “Ben değil” olarak açıklanmıştır. “Eğer bir aktör rolünde tümüyle
erirse, bu normal olamaz, bu ancak patolojik hallerde olur!” der o. Onun için, Stanislavski, ‘rolünün
farkındadır, içinde kaybolmamıştır’, “If I was Hamlet!” (eğer Hamlet olaydım) der ve eğer olsaydı ne
olabileceğini oynar, ama kendinin gerçek kimliğinin derinden farkındadır. ( Magic As-If ).
Stanislavski, bir aktörün kendi iç hayatının ateşlemesi ve kendi inisiyatifinin uyandırılmasına
çok önem verirdi. Sahnenin yapaylığına, amatörlüğe, dürtü’lerle hareket etmeye karşı çıkan yönetmen,
insanın organik yapısının yasalarına uygun natürel bir sunuş sistemi arayıp durdu. O, bir “Canlı
Yaşantı” (Living experience) Tiyatrosu kurmaya çalışıyordu. Bunda, “Temsili Tiyatro’da (Theatre of
Representation) gördüğümüz üzere, her performans’ta, authentic heyecanların reprodüksiyonu olması
gerektiğine inanmıştı: “Burada, bugün, şimdi!”
(Mamafih, yıllar sonra, tam tersi, opera şarkıcısı Fyodor Chaliapin’i göklere çıkarırken şöyle
diyordu: Eğer o (ve benzeri san’atkarlar) dışsal ifadeciliğe o kadar önem vermeselerdi, o denli etken
olmayabilirlerdi!)
Stanislavski’nin programındaki, motto’lardan bazıları:
.
“Aktörler, dahi’lerin kendiliklerinden yaratıcılıklarını kullandıkları gibi, genel Doğa yasalarını
kullanmalıdırlar”.
.
“İçindeki san’atı sev, sanatta bulduğun kendini değil!”
Üstad Yönetmen, grup’taki arkadaşlığın ve sahnedeki beraberliğin önemini vurguladığı gibi,
aktörlerin ‘süper süper objektif’ olarak topluma katkıda bulunmaları gerektiğini öğütledi.
Onun etik prensipleri, san’at estetiğinin de temeli idiler. Ona göre, “kolektif bir yaratıcılığın”
mevcut olması için, “etik bir atmosfer” olması şarttı.
Yakından bakıldığında, Stanislavski’nin birbirlerini izleyen epizotlarla ‘kurduğu’, ‘tahrip
ettiği’ ve ‘yeniden kurduğu’ izlenir. Mamafih, tekrarlarının değişmesine karşın, Stanislavski’nin
yöntemi, hep “psikolojik” olarak kaldı. Kendi kendini de kritik etme büyüklüğünü gösteren yönetici,
aktörlerin sahneye, uzun bir mental çalışmadan sonra, ‘şişkin kafalarla’ arzu ettikleri gibi eylem
yapamadıklarını, yalnızca kendi yaşantılarını sergilediklerini kaydetti ve şu kanaata vardı: aktörler
gerçeğe benzer (as if) bir gösteri sergileyebilirler. Mental analiz, yalnız kendi başına, bir aktörün
bilinçdışını paralize edebilir. Zamanla, böylece sahnede c a n l ı a d a m yaratmak sevdasından
vazgeçerek, artan bir şevkle, rollerdeki heyecanların ancak irade kuvvetiyle ve arzuyla
oynanabileceği bir sistemi kabullendi.
Stanislavski, Can Yayınlarından (İstanbul, 1992), Suat Taşer’in çok temiz ve başarılı bir
çevirisi ile, anılarını uzun ayrıntılarıyla anlattığı “Sanat Yaşamım”da şöyle diyor:
“Sahne sanatı, ancak yetenekli aktörler varlığı ile olur. Seyircinin temsilden aldığı izlenim
yinelemenin olanaksızlığı, sahne hayatının incelenmesinde tiyatronun oynadığı rolü sınırlamaktadır.
Fakat, duygunun içsel yollarını, tiyatro sanatının tek ve biricik temelini oluşturan, bilinçaltının
kapılarına giden bilincin yolunu hiçbir şey saptayıp gelecek kuşaklara aktaramaz. Yaşayan geleneğin
alanıdır bu. Aynı zamanda bir meşaledir ki, sahneden sahneye değil, ancak elden ele geçirilerek
taşınabilir.
“Aktörün sanatıyla öteki sanatlar arasında başlıca ayrım şudur: Öteki sanatın sanatçıları
esinlediklerini her an yaratabilirler. Sahne sanatçısı ise, kendi esininin efendisi olmalı, temsilin afişleri
asıldığında onu nasıl çağıracağını bilmelidir. Sanatımızın en önemli şeyi budur. Bu giz olmadı mı, en
kusursuz teknik, en büyük yetenek bile ürün vermez!..”
Yeni zamanlarda da, o y u n, drama-therapy’ye paralel bir şekilde, psikolojik ve gelişimsel
karmaşalı, çeşitli evrelerden geçtiler. Bunlar arasında ayrıntıları yukarda verilmiş olan Piaget’nin
bulguları son derece önemlidirler.
Dramaterapi’deki önemli o y u n a l a n l a r ı :
.Oyun; ‘gerçek’ (reality) ‘yi öğrenme ve araştırma yolunda.
.Oyun; Günlük zaman ve mekan sınırları içinde, özel bir durumun yeniden yaşanması ya da
sergilenmesi olarak.
.Oyun; kişi’nin hayat yaşantılarını özel-sembolik bir ilişki ögesi olarak.
.Oyun; zor veya travmatik yaşantılarla bağdaşma yolu olarak.
.Oyun; kişinin bilişsel, sosyal ve duygusal gelişimi ile direkt olarak ilintili, ve,
.Oyun; bir “gelişimsel devamlılığı” (developmental continuum) simgelemesi nedeniyle, onun
d r a m ile olan ilişkisi bakımından.
*
Esas konumuzun t i y a t r o olması dolayısıyla, tiyatro’yu bir ‘terapi’ zemini olarak kullanan
p s i k o d r a m a ve d r a m t e r a p i’den -tüm arzumuza karşın- derinliğine bahsetmek
istemiyoruz. Ancak, bir terapi aracı olarak kullanılan seans’larla gerçek tiyatro arasında birçok
benzerlikler ve yakınlıklar vardır ki, özet olarak, bunlardan bahsetmeden geçemeyeceğiz.
‘Dram Terapi’ ve ‘Tiyatro’ya ortak konulardan biri, t e r a p ö t i k y a k ı n l a ş m a
(dramaterapeutic empathy) ve u z a k l a ş m a (distancing) dır.
Pek sık olarak e m p a t i (empathy - duygusal yakınlaşma) ve k e n d i n i g e r i ç e k m e,
hem tiyatroda ve hem de dramaterapi’de birbirine zıt iki kuvvet olarak gözlemlenirler.
D r a m a t i k E m p a t i (Dramatic empathy), aktör ile seyirci arasında bir bağın yaratılması
demektir. Bu, dinleyicilerin, sergilenen karakterler ile özdeşmelerine (identification) ve heyecanlarına
yaptıkları yatırıma bağlıdır. Bu, aynı zamanda, bir aktörün kendi oynadığı rol ile yaptığı rezonans’a da
verilen isimdir. Tiyatro’yu bu şekilde tanımlayan en esaslı çalışma, Stanislavski’nin çalışmasıdır ve
‘method’ olarak anılır.
D u y g u s a l g e r i ç e k i l m e (distancing), Brecht’in Verfremdungseffekt diye
nitelendirdiği şeydir. “Bir aktör, kendini, sahnede oynadığı role kendini transforme etmeye izin
vermez! (1964)”.
Kuvvetli bir özdeşimi engellemek için, aktör veya aktris’e, oynadığı rol hakkında ne
düşündükleri ya da ne hissettikleri sorulur. Gaye, ‘gerçeğin’ bir ‘sanrı’sını (illusion) yaratmak değil,
fakat sahnede olagelen şeylerin ‘gerçek’ olmayıp, ‘gerçeğin dramatik bir göstergesi’ olduğunu
vurgulamaktır. Seyirci, tiyatro dünyası hakkında bir içgörüye sahip kılınır. Oyunda, her an, süregelen
tiyatrosal bir gerçek mevcuttur. Handke’nin de belirttiği gibi (1971): “Sahnedeki bir iskemle, bir
tiyatro sahnesidir.”
Batı Dünyasının tiyatro anlamında, esere ‘iyi’ yanıt olarak ‘aktörlerin ve dinleyicilerin
duygusal ton’larının şiddeti’ bir ölçek olarak alınır. Bu “empati” doğru olarak yorumlanabilir, ama,
gerçek hayatta da olduğu gibi, psikodrama’da duygusal geri çekilme, empati kadar önemlidir.
A i l e T e d a v i l e r i’nde de sık sık kullandığımız “rolleri tersine çevirme” (role reversal)
yöntemi, veya “yedek” rolü oynama (doubling), duygusal geri çekilme-mesafe koyma sürecine hemen
yardım eder görünürse de, esas rollere dönüldüğünde, onlara daha fazla empati ile sonuçlanır.
Diğer ortak bir konu da K i ş i l e ş t i r m e (Personification) ve T a k l i t (Impersonation) tir.
Bunlar, bir kimsenin kişisel niteliklerinin veya nesne (object)’leri kullanan kişinin, bir yönünün
dramatik olarak kullanılmasıdır.
Abrahms bunu 1981’de, şu sözlerle ifade etmişti: “..Cansız bir cisim ya da soyut bir konu,
sanki hayat dolu veya insan his ve nitelikleri ile ilgili imiş gibi sergilenmiştir..”
Shakespeare’in “Verona’nın İki Gentelmen’i”nde (The Two Gentlemen of Verona), soytarı
Launce, aile kişiliklerini şöyle sergiler:
“Size o tarzı göstereceğim.. Bu ayakkabı benim babamdır; hayır, bu ayakkabıların sol teki
benim babamdır; hayır, hayır, bu ayakkabıların sol teki benim annemdir; oo, her ikisi de olamaz. Evet,
öyle, öyle, zira (onlardan) daha kötü tabanı var. Şu, içinde deliği olan ayakkabı benim annemdir, diğeri
de babamdır. Bu şey benim kızkardeşime benziyor, zira o bir zambak kadar beyaz ve bir müzisyenin
batonu kadar küçük..”
T a k l i t (Impersonation), bir insanın diğer insanın benzetmesini yapmasıdır. Böylelikle bir r
o l (persona) yaratılır; bu bir kişiliğin Brecht’iyen sergilenmesidir.
D r a m a t e r a p i’de de kişi, hayali bir kimseyi veya hastanın yaşantısındaki gerçekçil bir
insanı seçebilir.
Landy, ‘taklit’i, “..bir kişilik yapısını çeşitli rollerle modellemek!” olarak nitelendirmişti
(1994).
Esslin’e göre, ‘dramaterapi’de hasta, taklidi, iki farklı teknik ile temsil edebilir:
a) vücudu kullanarak, örneğin p a n d o m i m (mimicry), yüz ve ses;
b) mevcut materyali kullanarak: maske, allık-pudra, kostüm veya diğer eşyalar.
E t k i l e ş e n D i n l e y i c i l e r (Interactive Audience) ve bu etkileşimlere ş a h i t l i k - T
a n ı k l ı k (Witnessing) de, ‘oyun’ ve ‘oyuncu’nun repertuvarında önemli bir yer tutar.
Bir bakıma, gözlenen ‘etkileşim’ bir ‘rol’ demektir, ‘tanıklık’ de bir ‘aksiyon.’
Peter Brook, “Seyircisiz dram-tiyatro olmaz; seyirci tiyatroya en temel anlamı verir!” demişti
(1988). Performans’ın en yüksek derecesi, s e y i r c i v e a k t ö r a r a s ı n d a v e r i l i r. O, tiyatro
oyununu, ‘hazırlanmış bir seyirci’ ile, ‘hazırlanmış bir aktör’ arasında bir buluşma, dinamik bir ilişki
olarak görür ve seyircisiz oyunlara şiddetle karşıdır.
Brecht ve Boal’un da üzerinde öenmle durdukları nokta, seyirci/oyuncu ilişkisinin, tiyatronun
en can alıcı noktası olduğudur.
“Dinleyici” – “tanık olma” süreci, dram-terapi’de de çok önemlidir; fakat orada farklı bir
yaklaşım ve farklı bir yorum yapılmalıdır. Bunda, ‘başkalarına’ ve ‘kendine’ tanık olma ve gözlem,
aynı derecede önemlidir.
T i y a t r o çalışmalarında ise; ‘prova’ safhasında, direktör ve aktörler sanki kendi aralarında
gözlemcilik yaparlar; geleceğin gözlemleri, yalnızca bir beklentidir.
V ü c u d u n S o m u t l a ş m a s ı , Ş e k i l l e m e s i (Embodiment) ve D r a m a t i z a s
y o n u da ayrıca incelenmeye değer.
Tiyatroda v ü c u t, bir aktörün yaratıcı düşüncesini ifade eder; bu ifadenin yanında, aktörlere
yaratıcı fikirlerini keşfetmelerine ve sergilemelerine de yardım eder.
D i n l e y i c i, aktörün vücutsal ifadesini, onun hareketi, sesi ve diğerleri ile olan iletişimi
yoluyla gözler. Tüm kültürlerde ve hemen hemen her çeşit dram ve tiyatro şekillerinde, vücut, en
esaslı bir iletişim aracıdır. Aktör; rolleri, fikirleri ve iletişimi göz, el, gövde hareketleri ve ses
aracılığıyla keşfeder ve ifade eder. Seyirci, sahne başlangıcında bir ‘vücut hareketliliği’ni izler.
D r a m a t e r a p i’de de, “vücudun dramatize edilişi” aynı önemi taşır. Orada da, kişi
‘kendi’yi (self), fiziksel ve duygusal olarak vücudu yoluyla realize eder. Vücut ifadesi hem bilinç ve
hem de bilinçdışı düzeylerdedir ve bu ifadeler, mimikri, ses ve ‘vücut lisanı’ yoluyla gerçekleşir
(Elam, 1991).
Sosyologlar, belirli bir ‘uzay’ (space) içinde, kişi’nin özelliklerini çeşitli görüntüler, örneğin
‘maskeler’ (personae) ve davranışlar ifade ederek, diğerleriyle ilişkiye geçtğine inanırlar.
Courtney (1981); vücut, aksiyon, değişim ve dram arasındaki önemli ilişkiyi vurgulamıştır.
Witkin de (1974), bizlerin yaşam dünyalarımızda birbirlerimizle olan ilintilerimizde “hissetme
zekası” (intelligence of feeling) ve “bilgi performansi” (performance knowledge) diye adlandırdığı iki
tür tür yanıt verdiğimizi söyler. Biri, yaşadığımız dünyaya ‘hemen’ (immediate) verdiğimiz cevaptır;
diğeri ise, yaşantımızın süzgecinden geçerek verilen daha genel ve ‘soyut’ (abstract) yanıttır.
Courtney’e göre dram’daki vücut gösterisi, ‘kendi’ hakkında bildiklerimizi ve hissettiklerimizi
dünyaya hissettirmede çok önemli bir rol oynar. Ona göre, dram’a katılan bir kişide, ‘kendi’ (self)
hakkındaki bilgi, birincil olarak, harekette olan bir vücut sayesinde kazanılır. O demişti: “..’Dramatik
bilgi’, gerçekte oluşan pratik bir vücutsal performansı sonucu elde edilir! (1988)”
Birçok kültürlerde de görüldüğü üzere, tiyatro oyununda bir kişinin ‘kimliği’ (identity)
saklanabilir. Dramaterapi’de, ‘kişisel değişme’ye ulaşmak için, bu ‘tiyatrosal değişim’ (theatrical
transformation) dan faydalanılır.
Özellikle dramaterapi’de erişilen ‘ruhsal değişiklikler’ yanında, olabilecek f i z i k s e l d e ğ
i ş i k l i k l e r de çok önemlidir. Bunlar, bir kimsenin alışageldiği yaşam tarzı ve kurumlaşmada,
‘kendi’ (self)yi kendi içinde ve diğerleriyle birlikte oluşan ilişkiler ve durumlardan bir özgürlük
yaratılmasıdır. Bu özgürlük, yeni bir oluşum olarak varoluş, davranış ve iletişim için yeni yollar
yaratabililir. Bunlar da kişi’nin, -kılık kıyafet değiştirmiş- dramatik kimlikleriyle, gerçek hayatta
mevcut olanlar arasında oluşan yaşantıları arasında birtakım bağlantılar kurmak için yeni şanslar tanır.
Sonuçta, d r a m a t i k dünyada oluşan kimlik ve yaşamdaki fiziksel değişmeler, kişinin
alışılagelmiş gerçekçil dünyada sergilediği kişiliğinde önemli değişiklikler yaratabilir.
O y u n sürecinin kendisi; gerek çocuğun gelişiminde, gerek sahnede ve gerekse
dramaterapi’de, hem ifadesel (expressive) ve hem de gelişimsel (developmental) yönlerden çok önemli
bir yer tutar. Oyun süreci ile kişi zaman, mekan ve hayatın günlük kural ve sınırlamalarıyla özel bir
iletişime girer. Kaldı ki oyun, ‘kendilik’ (spontaneity) ve ‘yaratıcılık’ (creativity) süreçleriyle çok
yakın ilintidedir.
Daha önceden de belirtildiği üzere, oyun sayesinde çocuk, ifadesel boyutlarını arttırdığı gibi,
bilişsel (cognitive), duygusal (emotional) ve kişiler arası (interpersonal) gelişimleri de kolaylıkla
başarır. Bu, aktör dahil, diğer ergin kişiler için de geçerlidir.
Dramaterapi’de de -kuramsal olarak- eksik kalmış gelişimsel süreçler oluşarak kişi ‘kendi’ ile
bütünleşir.O süreçte ortaya çıkacak bir duraklama- blok, C.Hanah (1944)’nın dediği gibi, gelişim
yıllarımızdaki bir blokaja tekabül eder ve onun üstesinden gelinmesinde yeni bir şans yaratmış olur.
Böylelikle “gelişimsel bir devamlılık” (developmental continuum) sağlanmış olur.
D r a m a t i k V ü c u t (Dramatic Body)
V ü c u t’un, ‘kendi’ ve ‘toplum’ ile olan ilişkileri, Teoloji’den Tıp bilimlerine, Psikanaliz ve
Antropoloji’ye konu olmuştur.
Bu hususta dört nokta, tartışılmalı ve etüd edilmelidirler:
(1) V ü c u t ile k i ş i n i n k i m l i ğ i arasındaki ilişki,
(2) T o p l u m’un “vücut” konusundaki kuralları,
(3) V ü c u t d i l i ifadesi ve i l e t i ş i m,
(4) V ü c u t’un s o s y a l b i r k i m l i k (social persona) oluşumundaki rolü.
Klasik Psikanaliz’de, James (1932), Deutsch (1947,1952), Lowen (1958) ve nesne ilişkileri
kuramcısı Krenger (1989)’e göre v ü c u t’la ruh arasında, heyecanları ve kimliği bağlayan özel bir
ilişki vardır. Vücut ve zihin, fonksiyonel bir ünit oluştururlar. Bilinçötesi materyal de, ‘ego’ tarafından
orkestre edilerek “vücut hareketleri” olarak sergilenir. Vücut-ruh ilişkileri, terapötik gelişmenin bir
ölçüsü olarak da saptanmıştır, örneğin analizin ilerlemesiyle hasta, hislerini ifade yeteneğini arttırınca,
bu hislere bağlı vücut hareketlerinin de arttığı gözlenmiştir. H a r e k e t t e r a p i s t’lerinden biri
olan Siegal (1984), “insan, vücudu ile ve onun yardımıyla yaşar. Total varlık, hayatın vücutsal
yaşantılarından etkilenir..” der.
‘Kişi’ ile onun ‘vücud’u arasındaki ilişki, tarihin başlangıcındanberi var olan bir ikilemi
gündeme getirir. Hemen bütün dinler, vücut ile ruh arasındaki ikilem ve bunun sonucu ‘gerilim’den
bahsederler ve ruha, vücuttan önce yer vererek, günlük yaşamda, ‘vücuda ait zevk ve safadan
fedakarlıkta bulunulmasını’ yeğlerler.
Freudian görüşler, “Totem ve Tabu” (Totem und Taboo) adlı eserinde ayrıntılı olarak
açıklandığı gibi, insanoğlunun ‘duyarlılık’ ve ‘sosyal düzen ve kurallar’ arasında bocaladığını
vurgular. Nietzsche, toplum içinde, v ü c u t i f a d e s i yönünden, iki tür gösteri olduğunu
söylemişti;
1) Apollonian ifade : Mantıklı, konuları konuşan ve analiz eden tip,
2) Dionysian ifade : Ani patlamalar, cinsel doyumluluk arama, dans’ta yerini bulan bir vücut
coşkunluğu.
Ruh ve Beden birliğinden bahsederken, insan beyninin nöro-anatomik ve nöro-fizyolojik
yapısından, filojenetik gelişiminden ve beynin kendi içinde, iki hemisferin birbirinden f a r k l ı l a ş
m a s ı n ‘dan bahsetmeden geçemeyiz.
İnsan, biyolojik ve genetik anlamda, konuşan hayvandır ve bu yetenek, beynin cortex’i
sayesinde olur. “Cortex”, herhangi bir organın en dış kışrı demektir, örneğin böbreküstü bezi. Fakat
‘cortex’ denilince, hemen hemen yalnızca insan beyninin korteks’i anlaşılır. ‘Korteks’, diğer adlarıyla
Neocortex – Isocortex – Neopallium, insana en üst düzeyde bir yer verir : hareketlerin kontrolü,
konuşma ve gülme yetenekleri.
İnsan ‘korteks’i, yüksek derecede farklılaşmış, tabakalaşmış beyin dokusu olup, altı
tabakadan yapılıdır:
1) Moleküler veya Pleksiform tabaka,
2) Dış Granülar tabaka,
3) Piramidal Hücrelerin tabakası (hareket sinirlerinin başlangıcı),
4) İç Granülar tabaka,
5) Ganglionik tabaka,
6) Mültiform veya Polimorfik tabaka.
Maymunlarda ve kedilerde, çok ilkel görünüme karşın, insanınkine en yakın bir korteks
oluşumu vardır.
H o m i n o i d e s (insangillerden bir öncesi evrim)’lerde N e o k o r t e k s sisteminde tüm
fonksiyonlar çiftti. Hamilton 1977’de maymunların her iki ellerini simetrik olarak kullanabildiklerini
tesbit etti. İnsanı, daha önceki ilkel varlığından ayırt ettiren, yavaş ve geç bir gelişimle, Neo-Neo
Cortex diye nitelendirebileceğimiz, sağ ve sol beyin hemisferleri arasındaki a s i m e t r i n i n g e l i ş
i m i d i r. Bu konuda, daha önceden, örneğin 1967, Hécaen’in çalışmaları vardı.
Sir John C. Eccles, Nobel ödülü kazanan “La Creation du Moi et Son Cerveau” (‘Ben’in ve
‘Onun Beyninin Yaratılışı’) adlı kitabında, Kişinin psikolojik gelişime temel oluşturan beyin
anatomisinin asimetrisinin gelişimini, beyin hemisferlerinin fonksiyonlarının birbirlerinden ayrımını
ve müzik-artistik yeteneklerin nerelerde yaratılıp nerelerde ‘depo’ edildiğini, sonradan oluşan
lezyon’larda nelerin kaybolduğunu gayet sistematik bir şekilde anlatıyor. Biz de, yaratıcı artist -
aktör’ün bir az da beyni hakkında bilinçlenmesini arzu ettiğimizden, zaten mevcut bazı nöropsikiyatrik bilgilerimizi tazeleyen ve zenginleştiren bilimsel bulguları özetlemek istedik.
Flammarion’a göre (1994), hayvanlar arasında, ilkel maymunlarda ve şebeklerde asimetri
görülmez. Yüksek maymunlarda, S y l v i u s (beyni yatay olarak, frontal ve temporal lobları arasında
uzanan yarık)’un asimetrisi görülmeye başlar, örneğin dış görünüşte bu yarığı kuşatan tümsek ortada
43.7 mm. iken, solda 45.7 mm.dir. Reubens de, 1977’de insan beynini etüd etti ve 0/0 69 vak’alarda
Sylvius’un altında, Temporal lob’da sola nazaran sağda anatomik değişiklikler kaydetti.
Beynin tepesinden, ortalardan, dikey olarak Sylvius’a doğru inen diğer en önemli yarık da
Rolando’dur. Bu yarık boyunca da, aşağıdan yukarıya doğru, yutma, dil hareketleri, çene açıp kapama,
dudak hareketleri, kısacası “ses”in kontrolü merkezleri oluşur. Bunlar da hep soldadır. Bu
polarizasyon ile, neocortex, bir hemisfer’de diğerinden farklı olan özel fonksiyonların oluşumuna
sahne olduğundan, neo-neocortex adını alıyor. Böylece, f o n k s i y o n e l bir a s i m e t r i’den
bahsediyoruz. Rhesus maymunlarında (Habeşistan şebekleri) her iki hemisfer arasında böyle
fonksiyonel bir farklılık yoktur.
İ n s a n’da bu fark, özellikle l i s a n bakımından, fetus’da 39. haftadan itibaren başlıyor.
Angular ve Supramarginal gyrus’ların bulunduğu 39. ve 40. Broadman alanında, solda, sağda mevcut
olmayan bir alan gelişmeye başlıyor. 39.alan: yazılı veya basılmış görsel uyarıların yorum alanı;
40.alan: duygusal öğrenimin tanımlanması için özelleşiyor. Böylece, sol parietal ve temporal loblar, l
i s a n’ın yapımında ve anlamında yer alıyorlar. Aynı şekilde, frontal lob’un alt-aşağı ayağındaki
Broca merkezi, sözün yapımı (production) ve motor ifadesi için bir merkez haline geliyor. Buna
karşılık, sol temporal lob’da, Wernicke, konuşmanın duygusal anlamını kontrol eden bir odak olarak
görev yapıyor.
Sperry (1968) ve Levy (1978)’ye göre, beyin hemisferlerini şöylece özetleyebiliriz:
S o l (Dominant) Hemisfer
S a ğ (Resesif - Tali) Hemisfer
Kişisel bilince yönelik,
Verbal - L i s a n hakimiyeti
Uzun terim a n a l i z yeteneği
Ayrıntılı analiz - Form’ların sentezi
Aritmetik operasyonlar - kompüterizasyon
Duygusal imajların verbal ‘kod’lanması
Y a r a t ı c ı l ı k (lisan,müzik,plastik san’atlardaki yetilerin, pre-pubertal gelişimde
yeterli derecede stimüle edilmesi gerekir.
(Örneğin M o z a r t)
Varlık-Mevcudiyet’e liyezon
Hemen hemen sözcüksüz
İmaj’sız ve şekil’siz
Uzun süre s e n t e z yeteneği
Uzaysal (spatial) operasyonlar
Duygusal algıların ‘imaj’larla
‘kod’lanması (Geniş bir duvardaki deseni tesbit ve kod’lama)
Vizüel form’ların tanımlanması
D u y g u s a l l ı ğ a yaslanma.
Biz, kitabın başındanberi süregelen mayeryal-doküman’ın ışığı altında, insan beynindeki bu
anatomik ve fonksiyonel farklılığı, a k t ö r’e ve onun t i y a t r o performansına uygularsak, şöyle
bir varsayım imgeleyebiliriz :
(Sol Hemisfer) : A k t ö r - Ş a m a n
Derleyen :
(Sağ Hemisfer) : S e y i r c i
Prof. Dr. İsmail Ersevim
Oyun(un)a gelmek, getirilmek : Başkasının hilesine kurban gitmek, tuzağa düşmek
“En istemediğim şey kasabanın etrafında sert içkilerin kölesi olmuş dilencilerle ve evsizlerle dolu bir
parazit yerleşim merkezinin büyüdüğünü görmek. Eskiden bu insanların dükkan sahiplerinin oyununa geldiğini,
mallarını değersiz süslerle değiş tokuş ettiklerini, kaldırım kenarlarında sızıp kaldıklarını ve böylece
kasabalıların önyargılarını doğruladıklarını görmek bana acı verirdi.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:52)
“ ‘Şunu da söylemem gerek, Soylu Niketas, oyuna getirildiğim için kızgın olsam da, içimde belli bir
rahatlama hissediyordum ve sanırım herkes benimle aynı hislere sahipti. Suçluyu bulmuştuk, çok inandırıcı
alçakların alçağı bir herif ve artık birbirimizden kuşkulanmayacaktık. Zosimos’un alçaklığı bizi öfkeden mosmor
etmişti, ama birbirimize olan güvenimiz geri gelmişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“-Yaptım ama, oyuna geldik. Çaldığımız otomobili başka soygunculara çaldırdık. Bir tütüncüden
kaldırdığımız paralar da içindeydi. Üstelik benzin deposunu doldurmuş, yağı da değiştirmiştik.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:69)
“O andan sonra, düşes artık bir çeşit neşe duymaya başladı. O öldürücü karardan önce düşüncesinin
attığı her adımda, gözlerinin gördüğü her yeni şeyde prense karşı bir aşağılık duygusuna kapılıyor,
güçsüzlüğünü, oyuna gelişini daha kuvvetli hissediyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:421-2)
“Kamil Bey’in mahpusane arkadaşıydı. Mütarekede, ‘Kuvayı Milliyeye çeteci yazacağız’ diye bir
dolandırıcılık dolabı kuran bir ittifakçı arkadaşın oyununa gelerek mahkum edilmişti. Dünya yüzünde hiç
kimsesi, dikili ağacı yoktu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:177)
Oyunbaz : Oyun ustası, oyuncu,, oyun oynayan, cilveli, işvebaz
“O GÜNLER
-------------o dopdolu esenlik içindeki günler
o pul pul ışıldayan gökyüzü
o kiraz dolu dallar
yemyeşil sarmaşıklarla kaplı birbirine yaslanmış o evler
oyunbaz uçurtmaların süzüldüğü o çatılar
akasya kokularından başı dönen o sokaklar”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:72)
Oyun bozan; Oyun bozanlık etmek : Fesatçılık eden; Kurallarıyla hareket etmemek, sözünden dönmek
“GIACINTA - Nasıl oldu da siz bu yıl her zamankinden daha erken döndünüz ?
COSTANZA - Yazlıkta kimse kalmamıştı. Sinyor Leonardo ile Sinyora Vittoria oyun bozanlık
ettiler.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:96)
“Bu oğlanın benim can düşmanım olduğunu hissediyorum. O da beni bir oyun bozan, fesatçı sayıyor. N.
büyüdüğü zaman Allah beni onun kötülüğünden korusun. İşte o, nem var, nem yok, hatta anılarımın enkazını
bile tahrip edecektir.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:36)
“JACQUES USTA - Haklısınız. Bırakın da onunla görüşeyim, siz burada durun. (Sahnenin öbür
ucunda Cléante’ın yanına gider.)
CLEANTE - Pekala! Mademki bu işte seni hakem yaptı, ben de oyun bozanlık etmeyeceğim; ha sen,
ha bir başkası.”
(Moliere, “Cimri”, sa:106)
“Marya Kirilovna, ..... babasının ayaklarına kapanarak acıklı bir sesle:
-Babacığım, babacığım! diye inledi. Kıymayın bana. Ben Prens’i sevmiyorum. Onun karısı olmak
istemiyorum.
Kirila Petroviç korkutucu bir sesle:
-Bu da ne demek oluyor? dedi. Sen bugüne kadar sus, razı ol, şimdi her şeyin kararlaştırıldığı bir
sırada oyun bozanlık etmeye, vazgeçmeye kalk! Hoppalığı bırak kızım. Bu yolla bir şey koparamazsın benden.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:96)
“Bana bakar ve bilirler. Aslında onlardan biri olduğumu bilirler, sadece bir numara yapmak istediğimi
bilirler. Zaten karnaval zamanı. Oyun bozanlık etmezler; yalnızca hafiften sırıtırlar ve göz kırparlar. Gören
olmamıştır.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:67)
Oyuncak : Tabanca (Argo)
“‘Pedro Johnson’a ateş ettiğini gördüm ve elindeki oyuncağı çekip aldım. O sırada sağ kaşının üsütünde
üç dört tana yanyana yara izi gözüme ilişti. Daha önce de başın belaya girdi galiba, ha?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:208)
Oyun kağıdı : İskambil destesi
“Üniversiteli, uzun bacaklarını ranzanın üstüne çekerek çevresine bir göz attı. ‘Şuraya geleli tam iki
saat oldu. Öf be, meğer ne sıkıcı yermiş burası. Hiç değilse bir oyun kağıdımız filan olsaydı. Kara Papaz ya da
başka bir oyun oynardık.’ Küçümseyen bir tavırla Yahudi öğrencileri gözden geçirdi.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:223)
Oyun oynamak : Birini hile ile tuzağa düşürmek, bir çıkar için aldatmak
Bk.:Oyun; Oyuna gelmek
“Yoksa Kien’e oyun mu oynuyordu? Belki de kendisine güven duymasını sağlamak için onu
pohpohlamaktaydı. Kien’in kitaplığı ünlüydü. O güne dek dünya üzerinde başka bir nüshası bulunmayan bazı
kitapları için kaç kez kitapçıların saldırılarına uğramıştı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:63)
“ ... gırtlağıma kadar borçlandım Vedat’çığım. Cevat’ın, Suat’ın, Münevver’in paylarını satın aldım.
Onları ayıplamak istiyorum ama gene de yapamıyorum. Bilmem ki bize bu oyunu neden oynadılar?”
(O. Hançerlioğlu, “Bordamıza Vuran Deniz”, sa:99)
“... bastonuna yaslanmış olan bu kar beyazı saçlı ve saygıdeğer yaşlı bay, Belediye Başkanı Doktor
Oeverdieck’ti. Onun burada bulunması başlı başına bir olay, bir büyük başarıydı! Bazıları bunun nasıl olduğunu
bir türlü anlamıyor. Tanrım, arada bir akrabalık bağı da yok! Buddenbrooklar ihtiyarı zorla getirmişlerdi
herhalde... Gerçek şuydu: Konsül Buddenbrook ve kız kardeşi Bayan Permaneder birlikte küçük bir dolap
çevirdiler, bir oyun oynadılar.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:351)
“Padua’daki hukuk doktorası (bunu on sekiz yaşındayken aldığını iddia ediyor), geçek midir, yoksa bize
bir oyun mu oynamıştır, bilemiyoruz? Bu önemli problem üzerinde, bugün bile, ünlü Casonavacı’lar saç saça baş
başa gelmektedirler..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Clt:III, sa:32)
O yürek nerde şimdi : Verdiğin söz, ettiğin kahramanlık nerede? Sözünde dur!
“Ve kadın acılı bir sesle durumu anlattı; kızının hatasını, kocanın fırsatçılığını bildirip, tüm aileyi
lekeleyen bu rezaletin temizlenmesi için gerekli elli bin frankı istedi. Sonra kardeşine çıkıştı:
-Verdiğin sözü anımsa, Narcisse.... Sözleşmenin yapıldığı akşam, elini yüreğinin üstüne koyup
Berthe’in dayısına güvenebileceğini söylemiştin. Nerede şimdi o yürek? Sözünü tutmanın zamanı geldi.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:115-6)
Ozan : Şair, şaman
“Venedik İçin Şiir
<Cortegena 1972>
Doğa bu, duysallık değil,
dedi ölünün ozanı Quevedo.
İşte yüzü, hipnotize eden
ateş gibi,
Tuzla buz cam gibi yoğun boğucu havası
bir zamanlar bulunduğum
soluk alınmaz deliği.”
(José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
I
-----------------------kravat takmanın gerekmediğii, ama gene de herkesin
saygılı davrandığı, baskıdan hoşlanılmasa da
kabadayılığa
bıyık altından gülünen
uzak bir taşra kasabasından yeni gelmiş, dizeleri bozuk
düzen
inatçı bir halk ozanı olmalıydı bu”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Ofelya / Arthur Rimbaud <Tk.:1958>
III
Ozan der: Gündüz derdiğin çiçekleri gece,
Gelip ararmışsın yıldızların ışığında;
Görmüş: Salınır durur uzun tüller içinde
İri bir zambak gibi sularda ak Ofelya”
(Louis Aragon <1897-1982>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“ALBATROS
---------------O bulutlar prensine benzer Ozan da,
Fırtınayla senli benli, yaylara gülen ;
Yere sürülmüştür yuhalar arasında,
Yürüyemez devce kanatları yüzünden.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:31)
“MEYHANE
Ozan André Chénier’yi
İkiye böldüğünden beri giyotin
Kurum satıyorsa meydanlarında Paris’in
Ozan kardeş hadi hop
Sen de uzat boynunu
Eş dost akraba beklemesin”
(Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:484)
“SÜRGÜNÜM BEN
Sürgünüm ben
gezginim
ozanım
(desinler ne derlerse)
ılımlıyım, sakinim,
dalgın voltalarla
uyum sağlamışım düzene
saygılıyım boyun eğmeye”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“Derinlik I
Sordular:
Ozanların işi ne
Yanıtladı yaşlı adam:
En derindeki sevgiyi bulmak”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:19)
“CHE GUEVERA
--------------------Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevera
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevera”
(Metin Demirtaş<d.1938>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:285)
“ ‘Hayır, hayır,’ diye yanıtladı Ka. ‘Yok edilmeli o.’
‘Yufka yürekli liberalin birisin sen, Ka, aynı zamanda bir budala!’ General sinirden mosmor
kesilmişti. ‘Onlara çalışıyorsun sen. Bir Kommm sempatizanısın, bütün entellektüeller gibi, geçen gün bir
insanlar birliği öğütleyen ozan gibi. Güneşe inanmıyorsun sen!’ ”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“YANNİS RİTSOS’UN MEKTUBU
(24 Şubat 1978)
------------------------------------------Biliyorum vereceği cevabı, ak sütü gibi anamın,
İşte bu yüzden erken kutladık bayramı dostlarla
Kadehlerimizi komşu kıyının sağlığına kaldırdık,
İşte bu yüzden bir ege mavisi var ellerimde, alnımda.
Yannis Ritsos’tan bir mektup geldi bugün,
Bir ozan yüreği eklendi oniki burca!”
(Özdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:254)
“Kapris No:4 <1974>
Mutluluk?!
Ozanların mezbahasıdır
derler!
Ancak ben değilim bunu söyleyen.
--------------baş başa kalmaktan boşlukla,
baş başa kalmaktan zamanla,
baş başa kalmaktan kendinle...
Prometeus ile taş gibi ol.
Jeanne D’Arc ile ateş gibi.
Levski(*) ile ip gibi.
Mutluluk ile
ozan gibi!”
(*) Levski: Halkı isyana davet eden, sonra asılan milli kahraman
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“Rodos <Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
Her bir yanda ozanlar
Duvarın önünde yumuşak ışığın altında
Kararsız sözcüklerinin üzeri
Cırlak polis sirenleri tarafından örtülüyor
gecenin karanlığında
Uzaktaki karadan bir parça sen, bir parça
Kirke, o narin büyücü
Sanki kulağımın içinde oturuyordun”
(Klaus-Jurgen Liedke- Sezer Duru,Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.01.05)
“Kimi zamanlar onunlayken, onun gözlerindeki olağandışı parlaklığa dikkat etti ve buna hayran oldu,
çünkü o Martin’e daha bir ozan ve bilgin -kendisinin olmak istediği ve Ruth’un da olmasını istediği şeylergörünümü veriyordu. Ama Maria Silva bu çukur yanaklar ve yanan gözlerle farklı bir öykü okudu ve günden
güne onlarda olan değişmelere, onlardan onun şansının gelgitlerini izleyerek, dikkat etti.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:247-8)
“GUIMORE’A ŞARKILAR
<Poesias Completas’dan>
III.
Ozanın
seni düşünür. Uzaklar
limon ile menekşe rengine dönmüş,
Kırlar yemyeşil daha.
Benimle geliyorsun, Guiomar;
soğuruyor bizi dağlar.
Bir meşelikten ötekine
geçmektedir gün yorgun argın.”
(Antonio Machado<1875-1939>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.03.09)
“YIKILIŞ SURESİ
yılan kandırmış, elma yenmiş bir defa
geçelim.. ve sabah olmuş ve akşam olmuş onuncu gün
aysel terketmiş beni, beşiktaş motoru batmış
dazlaklar yine dövmüş şalvarlı türkleri
yılan kandırmış, elma yenmiş n’apalım
sekiz tane satılmış ilk kitabımdan
katedralin duvarına işerken yakalanmış
istiklal marşı’nda göğsü kabaran ozan”
(Altay Öktem<d.1964>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:639)
“CİNLİ CEVİZ
Gördüm Babil’i, asma bahçelerini, yıkıntılar arasında.
Fırat da yakınlardaydı. Ne söylersin ey ozan, de bana!
Bir yerde bir sevgili bırakabilir insan, bir yerde hiçkimse;
Sonra kanatlarını açar bir kartal, bir dalda serçe
Ki gök yeryüzüne iner. Barışa zaman yoktur.”
“YAŞLI OZAN SÖYLER
-Durağım Savrun olsun
ve küllerim güçlü güney yellerine savrulsun(A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:23;53)
“OZANIN ODASI
Siyah, oymalı yazı masası, iki gümüş şamdan,
kırmızı piposu. Koltuğuna oturmuş, nedeyse
görünmüyor.
sırtı hep pencereye dönük. Kocaman, kuşkulu
gözlüğünün ardından aydınlık içindeki
konuğunu gözlüyor; sözcüklerin gerisine gizlenmiş,
tarih boyunca, kendi bulduğu maskeler arkasında,
uzak, güvenli, parmağındaki yakut yüzüğün
belirsiz yansımasıyla insanların dikkatini avlıyor.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:139)
“Söylemem gerekir mi, Kleis,
Yas tutmak yaraşmaz
bir ozanın evinde!
Bizim evimizde de
doğru değil yas tutmak!”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:125)
“Süreç
En yalın sözcükler, en sıradanları,
El altındakiler, her şeyin yerine
geçebilenler,
başka bir dünyanın diline dönüşürler:
yeter ki, güneşten yansıyarak, gözleri
ozanın,
şöyle bir değip aydınlatsın onları.”
(José Saramago <d.1922><Pial del Rio>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 13.04.05)
“Solgun tomarlarımı hor görerek yererler
Gerçeği az, lafı bol bir bunak diye bir gün:
Hakkın olan övgüye ozan saçması derler”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:17, sa:75)
“Kuledeki Prenses
II
Ozan şarkı söyler
Harpı olan bir ozanım,
Onun aşkı yüzünden tatlı şarkılarım,
Ve şimdiye kadar ayaklarının altında akan
Sesi yükseltmeye cesaretim yok.”
(Sara Teasdale<1884-1933>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.06.06)
“Dostlara Mektup <Varlık, Ocak 1958>
---------------------O şakrak ozanlar düzensiz giden,
Olmadan cebinde üç kuruş altın,
Gezip eğlenenler şakalar eden,
Düşünün adamları ki biraz şaşkın,
Çok geciktiniz çok, ölümü yakın,
İlahi düzenler, türkü yakanlar”
(François Villon<1431-1463>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cvat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“Şimdi, içimde o bildik ritim yükselmeye başlıyor; uyuşuk bir biçimde yayılmış olan sözcükler şimdi
sorguçlarını kaldırıyor, şimdi silkeliyor; düşüyorlar, yükseliyor, düşüyorlar, yükseliyorlar yine. Ben bir ozanım,
evet. Kesinlikle büyük bir ozanım ben. Gelip geçen kayalıklar, gençler ve uzaktaki ağaçlar ‘salkım saçak
ağaçların akan çeşmeleri.’ Olduğu gibi görüyorum. Olduğu gibi duyuyorum. Esinleniyorum.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:62)
OZNA : 1950’lerde, Soğuk Savaş döneminde, Yugoslavya’da oluşmuş, kralcı, gizli gerilla örgütünün isminin
baş harfleri
“‘Kralcıların gece gündüz didinerek Tito’ya karşı bir devrim başlatmaya çalıştıklarını biliyoruz.
Karargahları Paris’te ve Yugoslavya’ya insan sızması operasyonlarını yönetiyorlar. Buraya kadarı anlaşılabilir.
Ama, son zamanlarda, Methuen, oldukça ağır silahlar taşıyan küçük gruplar göndermeye başladılar. Kuşkusuz,
bunların Tito’nun OZNA örgütü karşısında fazla şansları yoktu ve tavşanlar gibi avlandılar.’ ” ..... “Bay Judson,
ülkeyi Rus NKVD görevlileri kadar merhametsizce idare eden korkutucu OZNA yetkilileriyle bu ilk karşılaşmayı
ilgiyle izledi. Besbelli, zekaları için değil, güçlü fizikleri nedeniyle bu işe seçilmişlerdi.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:15;36)
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler