Ömer GÜRCAN

Transkript

Ömer GÜRCAN
HESAPLAŞMA
68 GENÇLİĞİ ve KATLEDİLİŞİ
Tuncay ÇELEN – Ömer GÜRCAN
ÖNSÖZ
1. BÖLÜM
KAHRAMAN-ANARŞİST
2. BÖLÜM
BAĞIMSIZLIK 1919’dan 1968’e
Mustafa Kemal Atatürk-Deniz Gezmiş
3. BÖLÜM
EMPERYALİZMİN DÖNÜŞÜ
4. BÖLÜM
ALTÜSTLÜKLER
5. BÖLÜM
SAĞ-SOL GÖREVLİLER
6. BÖLÜM
YÜKSELEN DEVRİMCİ DALGA
7. BÖLÜM
TUZAKLAR
8. BÖLÜM
SAVAŞSIZ VE SÖMÜRÜSÜZ BİR DÜNYA
ÖNSÖZ
SOSYALİST METOD - AHLAK
Ülkemizde Devrimci Mücadelede hâkim bir eğilim olarak uygulanmayan, ama
dünyadaki Devrimci Mücadele tarihinden deneyler sonucu ortaya çıkmış ve
sosyalist kuşaklar arasındaki ilişkileri belirleyen bir sosyalist ahlak ve metod var.
Bu şöyle formüle edilebilir: Hayatın dinamizmini teşkil eden yeni kuşaklar, durmuş,
yanılmış eski kuşağı yıkmış olmak için yıkmazlar. Yıkılan sakat ve bayağı eğilimler,
derinliğine teorik araştırmalarla doldurulur.
Ayrıca sosyalizm bilimi dedikleri şey de, ister istemez her bilim gibi önce birikim
bilimi aşamasından geçmek zorundadır.
Gelen her kuşak kendinden önceki kuşağın savaşları ve bilimsel araştırmalarını,
sırf “her şey bizimle başladı” demek için yok sayarsa, sosyalizm bilimi nasıl
birikir?
Her ülkenin kendi özgün ekonomik ve sosyal ilişkileri, çelişkileri iyice işlenmezse,
sırf dünya sosyalizminin genel formüllerini tekerlemek bir ülkenin düşünce ve
davranışlarını nasıl sosyalizm bilimi payesine yükseltebilir?
Her defasında bir önceki kuşağın tezine karşı sonraki kuşağın antitez yapması,
diyalektik canlılığın kaçınılmaz sonucudur. Olmuştur, olacaktır. Her ülkenin
yetişmiş, yetişecek kuşakları arasında bu diyalektiğin benzerleri gelişir. Yalnız bu
oluş, eski teze yeni antitez çıkarmak gibi eski bir çelişki basamağında kalmaz.
Mutlaka daha yüksek bir sentez uğruna gelişir.
Bağlayıcı ilke, dünyadaki uzun devrimci mücadeleler sonucunda oluşan metod ve
ahlak budur.
Ülkemizde de devrimci mücadelenin 80 yılı aşan bir geçmişi var. Dolayısıyla hem
teorik-ideolojik boyutta, hem de pratik mücadele anlamında bir birikim var. Bir
gelenek var.
Türkiyeli devrimcilerin ilk aşamada beğenseler de beğenmeseler de bu ortak
geçmişin varlığı üzerinde fikir birliği etmeleri gerekiyor.
Tarihsel maddeciliğin kurucu ustası Marks’ın insanlık tarihinin iç tutarlılığı
bağlamında “yeni gelen her kuşağın, bir öncekisinin ulaştığı üretici güçlere sahip
çıkıp onları yeni üretim için hammadde olarak hizmetlerine koşmaları yüzünden,
insanlık tarihinde bir iç tutarlılık sağlanır“ tarzında formüle ettiği yaklaşımı,
bizlerin ülkemizdeki devrimci mücadele sürecinin iç tutarlılığı düzeyinde ele alıp
incelememiz ve uygulamamız gerekiyor.
Bu yasa yaşamsal olarak hayata geçirilmediği sürece Devrimci Mücadele de
“tekrarlar” kaçınılmaz zorunluluk oluyor.
Dünya çapında sosyalist metod, sosyalist ahlak budur.
BİZ BİZE BENZERİZ
Bizde ise, garip bir çelişkidir ki, mevcut sistemin değişmesini istemeyenler,
sömürülerini ve çıkarlarını sürdürebilmek için tüm bilgi ve deneyimlerden
yararlanır ve bir sonrakilere aktarır.
Mevcut sistemlere karşı çıkanlar, sistemi değiştireceklerini iddia eden ilericiler,
devrimciler ise, ne kendi deneyimlerini bilimsel bir objektiflik içerisinde
belgeleyerek neden ve sonuçlarıyla birlikte aktarmakta, ne de biraz olsun yapılan
bu tür çalışmaları değerlendirerek, önceki deneyimlerden ders çıkarmaktadırlar.
Bundan dolayı ülkemizde hep aynı oyunlar, değişik aktörlerle ve yeni makyajlarla
piyasaya sürülebilmektedir.
Emperyalist güçler ve işbirlikçileri, Ulusal Kurtuluş Savaşımızla, Mustafa Kemal
ve Devrimleri’yle, ülkemizdeki sosyo-ekonomik gelişmelerle, toplumsal
çalkantılarla bizden daha fazla ilgilenmekte, bilgi sahibi olmakta ve tüm
gelişmeleri mercek altına alarak yönlendirmeye çalışmaktadır.
Böylelikle, kendi çıkarlarına karşı olan gelişmelere müdahale edebilmekte, kontrol
altına almaya çalışmakta, kontrol altına alamadıkları unsurları ise, nötralize
etmeye, tasfiyeye uğratmaya ve yok etmeye çalışmaktadırlar.
TEK OYUNCULU SATRANÇ
Satranç kurallarına göre, beyaz taşlar ve siyah taşlar, tahtaya dizilir. Oyuncudan
birisi beyaz taşlarla, diğeri siyah taşlarla oynayarak hamlelerini yapar ve bir
diğerine üstünlük sağlayarak şahı düşürür ve karşı tarafı mat eder.
Ama Türkiye “demokrasi tiyatrosu” sahnesinde garip bir satranç oynanmaktadır.
Yalnızca beyaz taşlara sahip olması ve bu taşları sürerek oyun kurması gereken
güçler, siyah taşların kendilerini zor duruma düşürebilecek hamlelerine, müdahale
edebilmekte, siyah taşlara sahip oyuncunun yürütmesi gereken taşları bile hareket
ettirerek, kendisine karşı yapılması gereken hamleleri de kendisi yaparak,
gerektiğinde yapılan hamleleri geri alarak oyunu kendi lehine sürdürebilmektedir.
Bu kural dışı hileli oyun sonucu, sivil-asker, devrimci ve yurtsever güçler tasfiye
edilmekte, zararsız hale getirilmekte, vurularak, öldürülerek, asılarak fiilen yok
edilmektedirler.
Bütün bu oyunların, oyuncularıyla, senaristleri ve sahneye koyucularıyla birlikte
açığa çıkması, belgelenmesi ve yeni kuşaklara aktarılması gerekmektedir.
Bu bilgi ve deneyim aktarımı sayesinde oynanan ve oynanacak olan yeni oyunların,
yeni tuzakların önceden görülebilmesi ve bu oyunlara gelinmemesi, aynı tuzaklara
tekrar tekrar düşülmemesi önemli bir ölçüde önlenebilir.
Bu kitapta bir toplumsal başkaldırının nasıl bastırıldığı; asker-sivil yurtsever
güçlerin oyuna getirilerek, provoke edilerek var olan güçleri abartılarak, kendi
yatakları dışına nasıl çıkartıldığı; sol-gösterilip sağ-vuran 12 Mart 1971
hareketiyle 68 gençliğinin katledilişinin, perde arkası ve sahnelenme şekli;
aktörleriyle birlikte anlatılmaktadır.
1. BÖLÜM
KAHRAMAN-ANARŞİST
YALAN-GERÇEK
Dünya tarihi ezenle ezilenin, zalimle mazlumun, sömürenle sömürülenin, haksızla
haklının mücadelesinin tarihidir. Bir anlamda da yalanla gerçeğin kavgasıdır.
Zalimler, sömürenler, haksızlar, zulümlerini, sömürülerini ve haksızlıklarını
gizlemek, gerçekleri saptırmak ve halkın gerçekleri görmesini önlemek için her
dönemde yalana ve şiddete başvurmuşlardır. Dahası ve belki de en kötüsü,
ellerindeki tüm güçleri ustaca kullanarak yalanları, sahteleri gerçekmiş gibi
göstermişlerdir. Ne yazık ki uzun bir süre diliminde yalanlarına bilinçsiz halk
kitlelerini inandırabilmiş ve egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
Nice vatan hainleri, nice insanlık düşmanı zalimler, kahraman, saygıdeğer insan,
“büyük devlet adamı” ilan edilip baş tacı yapılırken; nice yurtsever devrimci,
“vatan haini, insanlık düşmanı” suçlamalarıyla cezaevlerine atılmış, işkencelerden
geçirilmiş, öldürülmüş ve idam edilmiştir.
Mustafa Kemal’ce 1920’lerde hedef koyulan “Bağımsız ve Demokratik Türkiye”
ereğini gerçekleştirmek için yola çıkan üniformalı-üniformasız devrimcilerin önü,
kendilerine “Atatürkçü” diyenler tarafından, komplo, cinayet, idam, işkence ve
kitlesel tutuklamalarla kesilmemiş midir? Bu ülkede ABD’nin çıkarlarını savunan
sol-sağ partiler kurdurulmamış mıdır?
Yasalardan muaf, siyasal iradeden özerk, hazineden beslenen, cepleri para dolu,
silahlandırılmış “çeteler” oluşturulmamış mıdır?
DERİN ARAŞTIRMA
İnsanlık suçu olan işkence, devlet eliyle uygulanıp, resmileştirilmemiş midir?
Münferit olarak bazı güvenlik güçleri tarafından işlenmiş bireysel suç gibi
gösterilen işkence, devlet suçu değilmidir?
Özellikle ülkemizde de işkence kurumlaşmış ve resmi sektörün bir parçasına
dönüşmüştür.
İşkence yapmakla görevlendirilmiş ve ona göre eğitilmiş bir güvenlik görevlisi,
devlet bütçesinden ödenerek satın alınan manyeto aracını kullanarak, zanlıyı
konuşturmak için kullanmadığı zaman görevini yerine getirmemiş ve o nedenle
devletin ödediği maaşı hak etmemiş sayılır. Derin Araştırma Laboratuarı (DAL)
adıyla güvenlik merkezinde kurulan ve çeşitli işkence araçlarıyla donatılmış olan
yerlerdeki güvenlik görevlileri o araçları evlerinden mi getirmişlerdir? Filistin
askısını onlar mı üretmiştir? İşkence araç ve gereçleri, “demokratik” Avrupa
ülkelerinden bedeli bütçeden ödenerek alınmamışlar mıdır?
Adları yolsuzluklara, komplolara, cinayetlere, gayrı ahlaki faaliyetlere karışanlara
dokunulmazken; halkını ve ülkesinin bağımsızlığını savunanlar; üniformalı
üniformasız devrimci gençler cezaevlerine atılmış, katledilmiş ve idam
edilmemişler midir?
Fethi Gürcanlar, Deniz Gezmişler; Anayasayı Tebdil ve İlga eden yönetimler
tarafından, Anayasayı Tebdil ve İlga suçuyla idam sehpasına gönderilmemişler
midir ?
RAMP IŞIKLARI
Türkiye Cumhuriyetinin kısa tarihinde tüm bunlar gözlerimizin önünde
gerçekleştirilmiş, aynı süreç defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen, olayların
yeterince değerlendirilip, gerekli dersler çıkarılmamıştır. Bunun sonucu olarak
karşı güçler hakkında gerekli bilgiler değerlendirmeler yapılmadan; bu güçlerin
daha önceki benzer durumlarda uyguladığı yöntemler, taktikler, oyunlar göz önüne
alınmadan girişilen hareketler başarısızlığa uğratılmış ve karşı güçlerce kendi
çıkarlarına zarar vermeyecek yönlere saptırılarak gerçek amacından kısa sürede
uzaklaştırılmıştır.
27 Mayıs 1960’ta, 22 Şubat 1962’de, 2l Mayıs 1963’te, 1971‘de 9 Mart’ın 12
Marta dönüştürülmesinde oynanan oyunlar, aşağı yukarı aynıdır. Dahası 60-82
yıllarını kapsayan süreç içerisinde, tiyatro sahnesinde ramp ışıklarına çıkartılan
aktörlerin, satranç tahtasında sürülen taşların büyük bir kısmı kimlikleri bile
değiştirilmeden yeniden yeniden kullanılmış ve kullanılmaya devam etmektedir.
CANA YAKIN İNSAN
4 Aralık 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinin manşetinden verdiği haber şöyleydi:
ASALA’yı çökerten Albaya veda
Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki (MİT) çalışması sırasında Ermeni terör örgütü
ASALA’ ya karşı verdiği mücadele ile tanınan, bir çok örgütün ölüm listesine giren
sessiz kahraman Emekli Tank Kıdemli Albay Süleyman Selim Yenilmez hayata veda
etti.
Yenilmez’in cenazesi, dün öğle vakti Selimiye Camii’nde düzenlenen askeri törenin
ardından, Küçükyalı Mezarlığı’nda toprağa verildi.
84 yaşında ölen Yenilmez’i, son yolculuğunda Türk Silahlı Kuvvetleri ve MİT’de
görev yaptığı dönemdeki arkadaşları ile yakın dostları yalnız bırakmadı. MİT
Müsteşarı Şenkal Atasagun’un da çelenk gönderdiği törende, başsağlığı dileklerini
oğlu Engin, kızı Petek Sarıgöllü, torunları Ebru, Tolga ve Burak kabul ettiler.
Annesini 5 yıl önce kaybettiklerini belirten kızı Petek, babasıyla ilgili duygularını,
‘Sevildiği cenazeye katılan arkadaşlarının çokluğundan belli. Asker disiplinine
sahipti ancak çok cana yakın bir insandı. Bütün enstrümanları çalardı, müziğe
büyük tutkusu vardı’ diyerek dile getirdi. Gelini Güzin Yenilmez, ‘Vatan sevgisi çok
yüksek bir insandı. Yanında çalışanlar da, gösterdiği insani tavırlardan dolayı hep
kendisine “baba” diye hitap ederlerdi’ diye konuştu.
Törende bir zamanlar yeraltı dünyasından tanınan işadamı Fevzi Öz’ün çelengi
dikkat çekti. Yenilmez’in Türk bayrağına sarılı cenazesi, askerler tarafından top
arabasına konuldu ve oluşturulan kortejle bir süre gidildikten sonra cenaze
arabasına alındı. Cenaze Küçükyalı Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Gözyaşlarıyla uğurladılar......
YALDIZ ALTINDAKİ KİŞİLİK
“Cana yakın, vatan sevgisi çok yüksek bu “sessiz kahramanın” yaldızı biraz
kazıldığında altından çıkan kişilik ise bu niteliklerin tam tersiydi.
Yanında çalışanların, gösterdiği insani tavırlardan dolayı kendisine “baba”
dedikleri, 12 Mart 1971 döneminin ünlü işkencecilerinden biriydi. Süleyman
Yenilmez, Ziverbey köşkünde üniformalı- üniformasız gençlere; İlhan Selçuk ve
Doğan Avcıoğlu gibi tanınmış aydınlara; Emekli Yarbay Talat Turhan ve Emekli
General Celil Gürkan gibi emekli subaylara işkence yapan kişidir.
Albay Süleyman Yenilmez, eline düşen aydınlara, yanında çalışanlara gösterdiği
söylenen insani tavırları nedense hiç göstermemişti. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı
Faik Türün’ün emriyle, Mehmet Eymür, Necip Yusufoğlu, Hiram Abas ile birlikte
“Ziverbey Köşkünü” Amerikancı işkence ve komplo karargâhına çevirmişti.
Faik Türün, şöyle diyordu:
"Mahir Çayan ve arkadaşlarının kaçmasından sonra başlayan soruşturmaya, bazı
subayların da adı karıştı, hatta Çayan’ı bir general arabasının gelip aldığını
söyleyenler de vardı. Bu subayların ifadesinin alınması lazımdı. Polisin bu işleri
nerede yaptığını biliyordum, Sirkeci’de bir yerleri vardı, hücreler vardı, orada
belki de dövüyorlardı. Subayları oraya göndermek istemedim.
MİT’ten gelen Süleyman Yenilmez bizim Erenköy’de bir yerimiz var dedi, orayı
gözetim evi olarak kullandık, ben de bir iki kere oraya gittim."
Büyük medyamız, nedense “baba” ve “sessiz kahraman”ın bu önemli yanına hiç
değinmiyordu. İşkenceci bir kişiyi kahraman diye tanıtıyordu. Soygun düzeninin
Albay Yenilmezlere daima ihtiyacı vardı. Bu düzenin gazeteleri de görevlerini
yerine getirecekti. Gerçekleri yazmasını beklemek abes kaçardı.
ÖLMEDEN MEZARA KOYDULAR
12 Mart 1971 Harekatı sonrası, karşı-devrimciler ağababalarından aldıkları
işkence eğitimini asker-sivil, kadın-erkek ayırt etmeden gençlik üzerine
uygulamışlardır. Yazdıklarımız binlercesinin içinden alınan sadece birkaç örnektir.
30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan ve 10 arkadaşını katletmişler, 6 Mayıs
1972 de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı asmışlar, yüzlerce genci
sokak aralarında kırlarda öldürmüşlerdir. Bütün bunlar yetmemiş, ellerine
geçirdikleri gençlere yaşamları boyu psikolojik ve bedensel bozukluklar yaratacak
işkenceler yapmışlardır. Gençleri “ölmeden mezara koymuşlardır.”
Oğlunu işkenceci ve ruh dengesi bozuk kişilerin elinden kurtarmak için çırpınan bir
Anne. Ankara valilerinden Enver Kuray'ın eşi. Oğlu Deniz Teğmeni Sarp Kuray’a
yapılanları anlatmak için çırpınıyordu. Bedia Kuray Hanım sağa sola mektup
yazarak Devlet’i Devlet’e şikayet ediyordu:
Nisan ayının (1971) onuncu günü gece yarısı oğlumu tevkif ettiler. Mamak'tan
alınıp İstanbul'a götürüldüğünde on dört gün işkence görmüştür. Ardına cop
sokmaktan tutun da dört gün çarmıha gerilip öyle bırakılmış ve dayak atılmıştır.
Vücudunun her zerresine iğne yapılmıştır. Bu insanlık dışı davranışların sonunda
aslan gibi Sarp tanınmaz hale gelmiş ve on dört kilo vermiştir. Şuurunu iğnelerle
muhtel edip, istedikleri ve diledikleri ifadeleri hazırlayıp kendisine imza
ettirmişlerdir.
İnsanlık dışı yaratıkların işkence tezgahlarından geçenler yazdıkları dilekçelerle
Tarih’e not düşüyorlar.
BİNBAŞIM! ALBAYIM!
Dilekçe sahibi: Ayşe Semra Eker
(Doğum yeri : İzmir, 1949; Baba adı: Fikri; Gözaltına alındığı tarih: 18 Nisan
1972; Tutuklandığı tarih: 22 Mayıs 1972)
18 Nisan 1972 tarihinde sokakta birkaç kişinin saldırısına uğradım. Ve gözlerim
özel olarak hazırlanmış siyah bir bantla bağlanarak zorla kapalı, gri bir minibüse
bindirildim. Minibüs birkaç dakika hareket etmedi. Bu zaman zarfında etrafımdaki
şahıslar birbirlerine (binbaşım, albayım) gibi hitaplarda bulunuyorlardı.
Arabaya alındığım ilk anlardan itibaren bana birçok sorular soruyorlar, cevap
alamayınca da “Sen konuşma bakalım, biraz sonra ellerimiz bacaklarının
arasında, dolaşmaya başlayınca bülbül gibi ötersin”gibi tehditler savuruyorlardı.
Araba hareket ettikten uzun bir süre sonra, neresi olduğunu anlayamadığım bir
binanın önünde durduk. Minibüsten inince yüksek ve açıklık bir yerde olduğumu
farkettim. Sonra da önünde durduğumuz binanın bodrum katına indirildim ve geniş
bir odaya alındım. Etrafımı birbirlerine hitaplarından subay olduklarını anladığım
şahıslar çevirdi. Bana sorular soruyorlar, konuşmazsam kendim için kötü
olacağını, aksi takdirde “beraberce eğitim yapmak” zorunda kalacaklarını
söylüyorlardı.
Nitekim bir süre sonra bana zorla çoraplarımı ve eteğimi çıkarttırdılar. Ve
ellerimden, ayaklarımdan kazıklara bağlı olduğum halde yere yatırdılar. Ümit
Erdal adlı şahıs copla ayaklarımı yarım saat kadar dövdü. Bunu yaparken de bir
yandan da “biz burada kaç kişiyi bülbül gibi öttürdük, seni mi
konuşturamayacağız” diyor ve daha da ileri giderek ağza alınmayacak küfürler
savuruyordu. Daha sonra el ve ayak parmaklarıma çıplak elektrik kabloları
bağlayarak şiddetli elektrik vermeye başladılar. Bir yandan da çıplak halde olan
kalçalarıma copla vuruyorlardı.
Bu işe yardımcı olan birkaç şahıs vardı. Bunlardan birincisi esmer, uzun boylu
kıvırcık saçlı, iriyarı; ikincisi esmer, siyah saçlı bıyıklı, ufak tefek; üçüncü beyaz
tenli, siyah saçlı, bıyıklı uzun boylu bir genç; dördüncüsü esmer, orta boylu,
devamlı renkli gözlük kullanan orta yaşlı; beşincisi mavi gözlü, orta boylu, şişman,
kır saçlı ve yaşlıydı. Ayrıca işkence esnasında bulunduğum odaya birisi kır saçlı,
dinç görünüşlü, yaşlı bir albay ve yine kır saçlı mavi gözlü, topluca uzun boylu bir
yarbay sık sık geliyorlar ve direktifler veriyorlardı.
Bir müddet sonra elimdeki elektrik kablosunu çıkararak kulağımın etrafına başka
bir âletle sıkıştırdılar. Hemen ardından şiddetli elektrik vermeye başladılar.
Vücudum ve başım korkunç bir şekilde sarsıldı. Ve ön dişlerim yavaş yavaş
kırılıyordu, işkenceciler yüzümün ne hale geldiğini göstermek için ayna tutuyorlar
ve “bak o güzel yeşil gözlerin ne hale geliyor, biraz sonra hiç görmeyeceksin,
aklını yitireceksin, bak şimdi de ağzından kan gelmeye başladı” diyorlardı.
Elektrik şokunu bir müddet sonra durdurup, beni yerden kaldırdılar ve yukarıda
tariflerini ve adını verdiğim şahıslardan birkaç tanesi ellerine coplar alarak bana
meydan dayağı çekmeye başladılar. Bir müddet sonra etrafımı seçememeye ve
bulanık görmeye başladığımı hissettim. Daha sonra da bayıldım.
OROSPU-ÜMİT ERDAL
Ayıldığımda kendimi yarı çıplak yerde sular içinde buldum. Beni zorla yerden
kaldırıp koşturmaya çalıştılar. Bir yandan da belden aşağıma tekmeler
indiriyorlar, copla kafama vuruyorlar, duvardan duvara çarptırıyorlardı. Daha
sonra ellerimi zorla zaptederek, sırayla ellerimin üstüne ve içine copla vurdular.
Bütün bunlardan sonra vücudumun her yanı şişmiş, morarmış ve ayaklarımın
üzerine basamaz hale gelmiştim.
Bunlar yetmemiş olacak ki, bir ara Ümit Erdal üstüme saldırdı. Beni zorla yere
yatırmak istedi. Yere yatırdıktan sonra da sırtıma çıkıp başka birisinin yardımıyla
arkadan makatıma cop sokturdu. Ben ayağa kalkmak için çırpınırken bana “seni
orospu seni, simdi görürsün, bak seni ne hale getireceğiz. Önce say bakalım kaç
kişiyle yattın? Bundan sonra yatamayacaksın. Sonra kadınlığını kaybedeceksin”
gibi lâflar söylüyordu.
Nitekim biraz sonra beni zorla yere yatırıp, ellerimden ve kollarımdan sıkıca
kazıklara bağladılar. Çıplak elektrik kablosunu sağ ayağımın küçük parmağına,
diğer kabloyu da bir copun ucuna sardıktan sonra cinsiyet organıma sokmaya
çalıştılar. Ben direnince ellerindeki balta sopasıyla bacaklarıma ve vücudumun
çeşitli yerlerine vurdular. Bir müddet sonra ellerindeki copu elektrik kablosu sarılı
olduğu halde cinsiyet organıma soktular. Ve elektrik verdiler.
Bu esnada kendimi iyice kaybettim. Bir müddet sonra da dışarıdaki erler içeri
insan vücuduna hava vermeye yarayan bir âlet getirdiler. Ve beni öldürecekleri
şeklinde tehdit ettiler. Daha sonra beni tekrar yerden kaldırıp odadan çıkardılar.
Ve koridordaki bir su borusuna ellerimden kayışla bağlı olduğum halde yarı çıplak
astılar. Birkaç kişi beni coplamaya başladılar. Yine kendimi kaybettim.
Ayıldığımda kendimi yine aynı odada yatakta buldum. Bu arada içeriye beni
muayene etmek üzere bir doktor getirdiler. Bana zorla ilâç içirmeye ve yemek
yedirmeye çalıştılar. Bu arada koyu pıhtı halinde kanamanın devam ettiğini
farkettim.
Bir zaman sonra bana baskı yapmak için benimle aynı binada kalan Nuri
Çolakoğlu'nu getirdiler. Ve son halini göstermek istediler. Gördüğüm kadarıyla
Nuri'nin sağ el tırnakları iltihap içindeydi. Sigarayla yakmış olduklarını anladım.
Zaten kendileri de bunu teyit ettiler. Tek ayağının altı ise simsiyahtı. Ve
parçalanmıştı.
Yine aynı gece Nuri Çolakoğlu ile birlikte İstanbul'a götürüldük. Ertesi gün
kaldığım hücreye (nerede olduğumu bilmiyordum) daha önce de tarifini verdiğim
albay geldi. Bana orada dayak atarak tehdit etti. “Seni akşam ölülerin yanına
göndereceğim. Sizin ölülerinizi yıkatacağım, seni tavana astırıp bacaklarını yarıp,
tuz basacağım” dedi.
PANSUMAN-DOKTOR
Verdiğim cevapları beğenmeyince tekrar dövdü. Ve gözlerim bağlı olarak bir başka
binaya gönderdi. Yine gözlerim bağlı olarak küçük bir odaya götürüldüm.
Ellerimden ve ayaklarımdan kazıklara bağlanarak sağ elimden ve ayaklarımdan
elektrik verildi, falakaya çekildim.
İstanbul'da kaldığım sürece devamlı zincirlerle bağlıydım. Ben bundan dolayı hem
dilim parçalandığından verdikleri yemekleri yiyemiyordum. Ara sıra bir doktor
bana gelip bakıyor ve çeşitli pansuman tavsiyelerinde bulunuyordu.
Bir gece geç saat dışarıda bir silâh sesi ve ölerek yere düşen bir insanın iniltilerini
çok yakınımda duydum. Bunun üzerine “kimi öldürdünüz?” diye bağırınca “sen yat
aşağı ulan, işimize karışma, biz istediğimizi öldürürüz, sonra da çukur açıp
gömeriz. Sana da aynı şeyleri yapsak kimin haberi olur?” diye cevap aldım. Daha
önceden de kavramış olduğum gibi can güvenliği diye bir şeyim yoktu.
MİT'te kaldığım on gün esnasında aynı işkence, hakaret, baskı ve tehditler sürüp
gitti. 28 Nisan'da tutukevine sevkedildim. Tutukevinde doktora çıkıp bana yapılan
işkenceleri, sağ kolumun tutmadığını ve birçok rahatsızlıklarımın olduğunu, daha
sonra da dört ay süreyle adet görmediğimi anlattığım halde hiçbir tedavi görmedim
Bazı rahatsızlıklarım halen devam etmektedir.
TEĞMENLER-KARA GÖZLÜKLER
Yazılı sorguyu veren: Teğmen YÜCEL TOP
Yer: Üç Numaralı Askeri Mahkeme (Ankara)
13 Şubat 1972 günü Atilla Özsever'in İstanbul'daki evinden beş MİT mensubu
tarafından alındım. Ve o günden bugüne işkence odalarından zindanlara,
zindanlardan mahkemeniz önüne çıkıncaya kadar olan zamanda geçen olaylar
neden kendimi ağır bir suçlamanın altına sokan bir ifadeye imza attığımı açıklar.
Beni, Merkez Komutanlığına teslim eden bu beş kişinin davranışlarından, ileride
beni hangi günlerin beklediğini anladım. On dört gün daracık bir hücrede uzun
zaman kullanılmaktan tam tersi bir renge dönüşmüş, eskiden beyaz olan bir yatakta
bekledim.
On dört günün bitiminde Merkez Komutanlığına gelmiş MİT sorgu ekibi tarafından
sorgulanmak üzere ilk defa hücreden çıkarıldım, içlerinden birisi benim
biyografimi yazarken, ırk ayırımını yasaklayan Anayasamızın bu kahraman
savunucuları, Laz mı, Göçmen mi olduğumu tartışıyorlardı. Sonra memleketimi
sordular. Erzurumluydum. Kaş göz rengimi ve burun yapımı da hesaba katarak
Kürt olduğuma karar verdiler. Daha sonra bu baylar hangi örgütlerle birlikte
çalıştığımı, nereleri soyduğumu sordular.
Evden adam kaldıranlar, bir metrekarelik binalarda hiçbir şey söyleme gereğini
duymadan on beş gün adam bekletenler, suret-i haktan görünüp şimdi de
akıllarınca hukuk düzeninin koruyuculuğunu yapıyorlardı.
Üç gün devamlı söyledikleri şeylerle ilgim olmadığını, herhalde şahsımda
yanıldıklarını, eğer mümkün olsaydı, kendilerine beynimin içini göstererek doğruyu
söylediğimi ispat edebileceğimi tekrarladım.
Üç günün sonunda anladım ki, sorgucuların gerçek dedikleri şey, söylediklerini
tevekkülle kabul etmektir. Beynimin onların gerçek dedikleri şeyi sağlamken kabul
edemeyeceğimi hissettim. Bunu sorgucular da hissettiler. Ve sorguya beynin,
düşüncenin ve daha bir sürü insanî şeylerin sökmediği, vahşetin, barbarlığın,
alçaklığın kol gezdiği mahzenlerde devam etmek üzere ayrıldık.
O gece Merkez Komutanlığının demir parmaklıklarla parsellenmiş koridorunda
Sabahattin Sakman ve Berker Barçak isimli iki teğmenden çözdükleri kelepçeleri
bana ve orada gördüğüm Hava Teğmen Mustafa Şahin'e taktılar. Ellerinde kısa
namlulu otomatik tabancalar bulunan ve kaş, göz, burun, saç rengine bakarak Orta
Asya'dan mı, yoksa Orta Avrupa'dan mı geldiğini araştıran o sorgucu beylerin
dikkatini nasıl çekmediğine hayret ettiğim iki sarışın bizi iterek bir arabaya
bindirdi. Ve gözlerimize kara gözlükler taktılar. Kadıköy yakasına geçtik, bir süre
sonra bir yerde durduk. Gözlerimizde gözlüklerle bir binaya sokulup ayrı ayrı
hücrelere konduk.
YAŞ YİRMİBEŞ
Bir yatağa oturdum ve sigara içip içemeyeceğimi sorduğumda bana yaşımın kaç
olduğunu sordular. Yirmi beş dedim “Pek gençmişsin, devleti devirmek için pek
gençmişsin” dediler.
l Mart günü elim ve ayağım zincirli, üzerimde kendi verdikleri kanlı bir pijama,
gözlerimde arkadaşım kara gözlükler, bir bahçeden geçerek başka bir binaya
girdik. Mantığım burada hiç de iyi şeylerle karşılaşmayacağımı söylediği halde o
insanı devamlı yanıltan iyimserlik duygusu eğer merdiven çıkarsam işkence
edilmeyeceğimi, aksi olursa, yani merdiven inersem, durumumun pek iç açıcı
olmayacağını söylüyordu. Seslerin duyulamayacağı kadar aşağı inen adımlarım bu
duyguyu mahcup etti. İşkencecilerimin yanına girerken ilk defa işkence edilmek
korku ve dehşeti yayıldı vücuduma.
Yanaştırdıkları sandalyeye otururken gözlüğün alt kenarından yere serili bir kilim
ve üzerinde bir sicim gördüm. Kilim tamam ama sicimi o an anlayamadım.
Sinirlerime hâkim olmaya çalışırken tepemden bir ses “Yücel Top sen misin lan?”
diye gürledi. Bendim Yücel Top. Niye Merkez Komutanlığında doğruyu
söylememişim? Ben bildiğim her şeyi söylemiştim.
Sordukları kimselerden yalnız Mehmet Alkaya'yı tanıyordum. Onlara göre silâhlı
kuvvetlerdeki bütün subayların her şeyini biliyordum. Kendi söylediklerini kabul
etmem için yarım saat üzerimde tekme ve yumrukla uğraştılar.
Galiba kalın kafalı buldular ki ayaklarımı vidalı bir tahtaya, geçirip yere
yatırdılar. Bir müddet bu falaka faslı devam etti. Toplanan kanı dağıtmak için ara
sıra çözüp yere serptikleri su üzerinde yürütüp gene yatırıyorlardı. Sağ ayağımın
baş parmağı, sol ayağımın ikinci parmağı ve sağ elimin baş parmakları kan içinde
kalmıştı. Bir ara sorgucuların başı, sonradan isminin MEMDUH ÜNLÜTÜRK
olduğunu öğrendiğim tümgeneral geldi.
PAŞA-TÜRK SUBAYI
İşkencecilerim, “konuşmuyor Paşam” dediler. Paşaları, “yüzleştirin“ dedi.
Kiminle, ne için yüzleşeceğimi bilmiyordum ama, gene de iyiydi yüzleştirmek, hem
işkenceyi kesecekler, hem de kim bilir, ikna olabileceklerdi söyledikleri kimseleri
tanımadığıma. Ben artık yürüyemez, işkencecilerim de sopalarının gücünden
şüpheye düşer olmuşlardı. O çok merak ettiğim sicimle sıkı sıkıya sandalyeye
bağladılar beni.
Birkaç gün öncesine kadar odaya gelen generalle aynı elbiseyi giyiyordum. Onun
yakasında kırmızı, üzerinde defne dalı, benim yakamda ise, mavi zemin üzerinde
muharebe sınıfının işareti şerare vardı. Bunun için de sol kulağım ve sol elime
bağlanan kabloların birleştiği yerdeki deri kılıflı Amerikan yapısı EE-S telefonunu
ve onun doksan-yüz on volt alternatif akım üreten manyetosunu tanıdım.
Mesleğimin cihazlarından biriyle bana işkence edileceğine mi yansam, yoksa
tekniğin işkenceye kadar girdiğine memleketim için sevinsem mi diye düşünürken
Amerikan telefonunun manyeto akımı Türk subayının vücudundan saniyede üç yüz
bin kilometre hızla devresini tamamladı.
Türk subayı biraz daha direnirse Amerikan telefonunun manyeto akımının, Amerika
Başkanı’nın öldürülmesini bile kendisine kabul ettireceğini anlayınca en ehven-i
şer olan birkaç parça şeyi kabul etti.
Ve on dört gün ellerim, ayaklarım zincirli bir yatakta bekledim. Her gün gecenin en
umulmayan saatinde paldır-küldür odaya girip beni tehdit ediyorlardı.
Bir Cumartesi gecesi doktor geldi. Sağ elimin baş parmağında kaynamış bir kırık
olduğunu, sağ ayağımın baş parmak tırnağı ile sol ayağınım ikinci parmak
tırnağının düşeceğini-ki düştüler- ama önemli olmadığını söyledi. Elbette
önemsizdi. Nasılsa düşecek üç tırnak ve kırılan başparmak onun vücudunda
değillerdi. Kaldı ki öldürebilirlerdi her gece geldiklerinde söyledikleri gibi. Çünkü
onlar Anayasayı koruyorlardı. Hatta Anayasa’mızın işkence sesinden rahatsız
olmasın diye o binaya sokulmadığını “Burada Anayasa, Babayasa yoktur”
demelerinden anlamıştım.
Daha sonra Selimiye tutukevine getirildim. Birkaç ay sonra bu davanın
sanıklarından olan ve 1970 senesinin hatırımda yaz aylarının birinde Dursun
Gürler'in evinde gördüğüm ve İzmir'e babamı görmek için gittiğim 1971
Mayıs'ında kendisine uğradığım Oktay Akıncı bulunduğum tutukevi koğuşuna
getirildi. Kayışı alındığından zayıflamış bedeninde durmayan pantolonunu eliyle
tutarak yanıma geldi ve bana MİT’te imzalamak zorunda kaldığı ifadesini anlattı.
Şaşkınlıktan donakaldım. İfadesinde geçen YÜCEL TOP'un ben olup olmadığımı
sordum. Üzüntüyle özür diledi. Ve bunları uydurmak zorunda kaldığı için kendisini
hiç affetmeyeceğini söyledi. Kendisini anlıyordum. Ve bir şeyi daha anlıyordum ki,
bu ifadeyle başıma hiç de hoş şeyler gelmeyecekti.
İKNA-TEHDİT-ISRAR
Birkaç gün sonra aynı koğuşa başka birini getirdiler. Ona da Boğaz Köprüsü’nün
ayaklarına dinamit koyma suçu yüklemişlerdi. Sekiz günlük çok çok ikna edici bir
konuşmadan sonra, ancak otuz beş ton dinamitle uçurulabilecek beton bir ayağın,
üç-dört lokum dinamitle de havaya atılabileceğine bu kişiyi inandırmışlar. “O da
devletimizin bu koruyucuları benden daha iyi bilirler, belki de düşüncelerimin
gerisinde saklı bir köprü uçurma meselesi vardır” diye kabul etmiş.
Kendisine ifadesinde bu köprü uçurma meselesine acaba beni de karıştırıp
karıştırmadığını sordum. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve neden sonra anladı:
“Yoksun” dedi. “Bu koğuştaki kimse yok.” Artık her yeni gelene ne için
tutukladıklarını ve kimleri hangi suçtan itham ettiklerini sorma merakı başladı.
Kadıköy yakasındaki o evde kabul ettirilmeyecek hiçbir suçlama olamaz.
4 Ekim 1972 günü tutuklandığımdan 6 ay 18 gün, gözaltına alındığımdan 7 ay 16
gün sonra Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Üç Numaralı Ceza ve Tutukevi’ne bu
dava sanıklarından altı kişiyle birlikte teslim edildim.
Yukarıda anlatılanları burada tekrar etmeye gerek duymuyorum. Aynı mizansen üç
aşağı beş yukarı cereyan etti. İlk önce söylediklerimin doğru olmadığını kendilerine
anlattım. Kabul etmediler. Bana bir sürü ifade getirdiler. Nasıl alındıkları belliydi.
Çünkü beni bir örgütün üyesi yapan ve bu davada sanık olan kişilerden çoğunu
tanımıyordum.
Bir teksir kâğıdına yazılı ve benim hakkımda ifade vermeye zorlanan kişilerin
adları ve ifadelerinin, benimle ilgili bölümlerini verdiler. “Bunu al, yazılanları iyi
düşün”. İyice düşündüm. Her şey akıl sınırları dışına taşmıştı. Kağıtta yazılanların
tümünü kabul etmenin beni ne gibi durumlara sokacağı aşikârdı. Hiç kabul
etmemek de o anda mümkün değildi.
Ortadan birkaç şey alıp gece bir senaryo yazdım. Büyük bir suç tevlit etmeyecek,
fakat işkencecileri işkenceden alıkoyacak bir de toplantı uydurdum. Bu ifade albay
Yaşar Savaş tarafından iyice tahrif edildi. Israrla kabul etmek istemememe rağmen
birkaç kez “örgüt” lâfını gerekli gereksiz kullandı, itirazlarımda ise derimi
yüzmekle tehdit etti. Ben de derimi yüzdürmemek için ısrar etmedim. Fakat onlar
ısrar ettiler…
ŞEREFLİ-KOMÜNİST
Dilekçe sahibi : Nergiz Savran
(Gözaltına alındığı tarih : 19 Nisan 1972; Tutuklandığı tarih: 15 Mayıs 1972)
“Gözlerim bağlanarak İstanbul, Göztepe taraflarında bir yere götürüldüm. Yolda
bütün komünistlerin orospu olduğunu, önüne gelenle yatıp kalktığını, benim
kimlerle yatıp kalktığımı sordular. Kendilerine doğru konuşmalarını söyleyince,
şerefli bir Türk subayına hakaret ettiğimi, bunun hesabını soracaklarını ve benim
ırzıma geçeceklerini söylediler.
Harem iskelesinden sonra bir müddet şehir dışında gittikten sonra, bozuk bir yolda
devam ettik. Çocukların oynadığı, at arabalarının geçtiği bu yerin bir arka sokak
olduğunu tahmin ettim. Daha sonra bahçe içinde bir yere geldik. Kapısındaki
askerlerin nöbet tuttuğunu gözüme bağlanan bandın arasından gördüm. Önce iki
basamak çıktık, bir taşlığa geldik. Önümde yukarı doğru çıkan merdivenler vardı.
Sol taraftan beş altı basamak inip düz olarak on beş yirmi adım yürüdükten sonra
bir odada gözlerimi açtılar. Burası camı boyalı, içinde eski bir yatak, koltuk ve
komidin olan bir odaydı.
Bana birisinin yerini sordular. Bilmediğimi söyleyince, kendisine (albay) diye hitap
edilen orta boylu, kır saçlı, elli yaşlarında biri bana, Anayasa ve bütün kanunların
denetiminden uzak olduğumu, askeri kontr-gerilla üssünde olduğumu ve isteklerini
kabul etmediğim takdirde başıma gelecekleri anlattı. Ben bir şey bilmediğimi
söyleyince çoraplarımı ve eteğimi çıkarmamı söylediler. Bu durumda üzerinde
yalnız külotum kaldığından itiraz ettim. Üstüme yürüyüp “sen burasını ne
zannediyorsun? Daha neler yapacağız sana” dediler. Bu arada iri yarı, esmer ve
“yüzbaşı” dedikleri biri devamlı beni s...ceğini, ve oradaki erlere de s..tireceğini
söylüyordu.
Sonra beni yere yatırdılar. Kollarımı açarak beni bir tahtaya iplerle bağladılar.
Ayaklarımı da falakaya geçirip vidaladılar. Önce copla ayaklarımın altına sonra
da vücuduma ve kollarıma vurmaya başladılar. Falakayı iki er havada
tutuyorlardı.
Bir müddet sonra odaya bir alet getirdiler. Ucundan çıkan tellerin birini el, birini
ayak parmağıma bağladılar. Ayaklarımdan aşağı doğru biraz su döktüler ve
elektriği vermeye başladılar. Bütün kaslarımın birbirinden ayrılıyor gibi olduğunu
ve bütün vücudumun dayanılmaz bir acıyla kasıldığını hissettim. Bu arada coplama
işi de devam ediyordu. Bu bir süre devam etti. Ara verdikleri zaman ise falakadan
çözmediler.
Bir tanesi bluzumun düğmesini açarak sütyenimi çıkardı. Diğeri de külotumu
çıkardı. Odada en aşağı beş kişi vardı. Bir tanesi de Ankara'da görevli olup o sıra
İstanbul’a gelen Ümit Erdal'dı. Elektrik ve copla dövme işi tekrar başladı. Bu ara
iri yarı esmer, “yüzbaşı” dedikleri adam bir cop alarak kadınlık organımın
civarında gezdirip makatıma soktu.
SAPIK-ADAMLAR
Etraftakiler bu duruma gülüyorlar, şimdi hatırlayamadığım ama o sıra bütün
kanımı beynime çıkaran lâflar ediyorlardı. En son karşımdakilerin sapık, insanlıkla
hiçbir alakası olmayan kişiler olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Kendime geldiğimde falakadan çözülmüştüm. Ayaklarım, kollarım, şişmişti ve
tutmuyordu. Bluzumun düğmelerini bile ilikleyemedim. İki er koluma girerek beni
odadan çıkardılar. Yere su (tuzlu) dökülmüştü. Üzerinde zıplamamı söylediler.
Oysa ben ayaklarımı kıpırdatamadığım için kendi başıma ayakta duramıyordum.
Ancak iki askerin tutmasıyla ayakta durabiliyordum. Bir asker daha çağırdılar. O
da ayağımı havaya kaldırıp yere vurdu. Daha sonra öğrendiğime göre, şişkinlikleri
indirebilmek ve işkenceye devam edebilmek içinmiş.
Sonra beni koltuğa oturttular. Ve pijama giydirdiler. Beni öldüreceklerini,
kimsenin haberinin olmayacağını, kadınlığımı yitireceğimi ve bunun gibi tekliflerin
ardı arkası kesilmeksizin devam ediyordu.
Bir süre sonra tekrar falakaya bağlayıp elektrik vermeğe ve copla dövmeğe
başladılar. Ne kadar devam etti bilmiyorum. Zira bu “seansların” sonunda baygın
hale geliyordum. O gece geç vakit beni bırakıp gittiler. Ellerimi kelepçelediler ve
yatmamı söylediler.
O gece hiç uyumadım. Çünkü en ufak bir harekette her tarafıma bıçaklar
saplanıyor gibi oluyordu. Her tuvalete götürdüklerinde ayaklarıma zincir
vuruyorlardı. Ertesi gün bütün bu işkenceler tekrarlandı. Bu sefer elektriği
kulağımdan bağladılar ve gittikçe dozunu artırarak verdiler. Bir ara erleri
çağırarak falakanın iki yanından kollarımı bağladıkları tahtaları havaya
kaldırdılar.
Elektrik verildikçe havada sallanıyordum. Adamların karşıma geçip bu halimle
alay ettiklerini hatırlıyorum. “Şuna bak, ağzı burnu nasıl çarpılıyor” diyerek...
Bir müddet sonra aslında sordukları kişinin yerini bilmediğimi ve sırf işkenceye
ara verilsin diye böyle söylediğimi kendilerine söyledim. Bunun üzerine işkence
daha şiddetle tekrar başladı. O gece geç saatlere kadar devam etti. Ertesi gün bana
yerini sordukları kişiyi buldukları için beni bıraktılar.
O gün akşam üstü ben Ferit İlsever ve Ayten Bulut MİT'ten Emniyete götürüldük.
Ben zorlukla yürüyebiliyordum. Buna benimle beraber olan yukarıda saydığım
arkadaşlar ve o gece nöbetçi, olan komiser Orhan ve diğer birinci şube polisleri
şahittir.”
SESLENİŞ
Uğur Mumcu “68 Gençliğinin” duygularını dillendiriyor:
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtından yük taşıyarak getirirdi
aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir
mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak, katıldık
o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence
hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, Diplomalarımızı, mor binlikler getiren
birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabalarımız
olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel
yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı
gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında,
işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle,
direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri
gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık, boş birer eldiven gibi. Utanmadılar
insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor
kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü
bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına,
birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma
davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki.
Birbuçuk yaşındaki kızlarımızı, öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz
başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine,
sonra da, otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Giresun'daki yoksul köylüler. Sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi.
Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına
teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza
basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek
istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz
vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz
bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda
emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün
çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey
halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir
sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş
ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki
korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik
boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız
yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da
susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere
bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına,
demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz,
hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma
bizi, unutma bizi, unutma bizi...
2. BÖLÜM
BAĞIMSIZLIK 1919’dan 1968’e
Mustafa Kemal Atatürk-Deniz Gezmiş
SYKES VE PİCOT ANLAŞMASI
Birinci Dünya Savaşı, emperyalist devletler arasında bir paylaşım savaşıydı. Bu bir
petrol kavgasıydı. Petrol geleceğin kara altını idi. Bunu ilk İngiltere kavradı. Onu
Rusya izledi. Fransa ve İtalya da kervana katıldı.
Osmanlı topraklarında ilk petrol arama çalışmaları 1897’de başlatılmıştı. Osmanlı
henüz petrolün stratejik önemini kavramış değildi. İngiltere 1899’da Osmanlı
toprağı olan Kuveyt’e yerleşmiş petrol arıyordu. Osmanlı toprağında ilk petrol
kuyusu 1900’de European Petroleum Company tarafından açıldı. Petrolün en
yoğun bulunduğu yer Osmanlı Devleti topraklarıydı. Ve de Osmanlı hasta adamdı,
güçsüzdü, borç batağındaydı. O halde paylaşım oradan başlayacaktı.
1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrası, emperyalist devletler tarafından fiilen
işgal edilen Türkiye paylaşılmak ve yok edilmek sürecine girmişti.
Savaşın Galip Devletleri paylaşımın nasıl yapılacağı konusunda birbirleriyle, gizli
kapılar arkasında pazarlık yapıyorlardı.
İngiltere ve Fransa arasındaki pazarlık daha savaş sürerken başlamıştı. 1916
Şubatında Sykes ve Picot Anlaşması yapıldı. Bu anlaşma, Ortadoğu haritasını
tümüyle değiştiriyordu. İngiltere ve Fransa’nın bu anlaşması Mayıs 1916’da
Rusya’ya bildirildi. Ekim 1916’da imzalandı.
Fransızlar paylaşımda istedikleri yerleri ve bu yerlerdeki çıkarlarını şu şekilde
açıklıyordu:
Klikya, Suriye, Filistin, Kürdistan ve Musul bize hemen şunları sağlayacaklardır:
Buğday: Yılda 115 milyon kental ;
Petrol: Başka hiçbir yerde bulamadığımız ve yarın onsuz büyük bir millet
olunamayacak olan petrol. Zira hayati bir sorun olan petrolsüz ne ordu ne deniz
kuvveti mümkündür.
Pamuk ve Yün: İşletmelerimiz bu maddeleri büyük güçlük ve korkunç fiyatlarla
İngiltere ve Amerika’dan alabiliyor.
Sykes-Picot anlaşmasına göre Osmanlı toprakları üzerinde sınırlar kağıt üzerinde
4-5 defa yeniden çizilmiş, emperyalist devletler kendi aralarındaki çekişmeyi
haritalara yansıtmışlardır. Son çizilen haritaya göre, Fransa’ya Lübnan, Suriye,
Klikya, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Musul’un bir bölümü veriliyordu.
İngiltere Güney Mezopotamya ile Akdeniz’de Akka ve Hayfa limanlarını alıyordu.
Buna göre petrol coğrafyasında bulunan tüm Arap toprakları Osmanlı’dan
kopartılıyor, İngiltere ve Fransa’nın denetimine sokuluyordu.
Bu anlaşma çerçevesinde Emperyalistler, ülkeyi işgal ederken, padişah ve
emrindeki kukla hükümet sadece seyrediyor, daha kötüsü halkın direncini kırmak
ve emperyalistleri “hoş” göstermek için her türlü çabayı gösteriyordu.
MANDA- BÜYÜK DOST
Padişah ve İstanbul hükümeti; kendi varlıklarını sürdürebilmek için; ülke
bağımsızlığını ayaklar altına alıyor ve aldırıyordu. İşgal normal karşılanır
olmuştu. Yeni anlaşmalar, yeni tavizlerle ülke parça parça emperyalist güçlere
peşkeş çekiliyordu.
Toz duman içerisinde, o güne kadar ülke yönetiminden sorumlu gruplar, suçu
birbirine atıyor, ülkenin bu hale gelmesinden kendileri de sorumlu değillermiş gibi,
kendi grup çıkarlarına uygun sözüm ona kurtuluş yolları öneriyorlardı.
İngilizlerle işbirliği içerisinde bulunan Hürriyet ve İhtilaf Fırkası önderleri “koca”
imparatorluğun çöküşünün sorumlusu olarak İttihatçıları gösteriyor; Almanlarla
işbirliği içinde Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sürükleyen İttihatçıların bir
kısmı da, Enver Paşa’yı suçluyorlardı.
Çözümleri ise çok basitti: Emperyalist devletlerden birinin güdümüne girmek ve
himayesini kabul etmek. İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz mandasına girmek
isteyenlerin mensubu oldugu cemiyet) üyeleri, İngiltere ile işbirliğini savunurken;
Wilson Cemiyeti üyeleri Amerikan mandasından medet umuyordu. Devrin
“aydınları” da bu iki öneriyi ciddi ciddi tartışıyor, tıpkı bugünkü ABD mi, AB mi
tartışmaları gibi, İngiltere mi, Amerika mı tartışmaları ayrışmalara gruplaşmalara
yol açıyordu.
İsmet İnönü bile 27 Ağustos 1919 tarihinde Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta:
“Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerikan
milletine müracaat edilse pek ziyade faidesi olacaktır, deniliyor ki, ben de
tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalamadan bir Amerikan
murakabesine tevdi etmek, yaşayabilmek için yegane ehven çare gibidir.” diyordu .
O Amerika, Miralay İsmet’in mektubunda “ehven çare” olarak gördüğü O, büyük
dost-büyük müttefik Amerika ve diğer emperyalistler tam da bu mektubun yazıldığı
yıllarda Türkiye'ye ve Kurtuluş Savaşı'na bakın nasıl bakıyorlardı:
5 Ağustos 1919 , Başkan Wilson:
Türkiye haritadan silinmelidir. Türkiye'yi parça parça edelim.
1920'li yıllar, İngiliz Başbakanı Lloyd George:
Türkler Avrupa'dan atılacaklardır .
1922 yılında Adam Dulles:
Mustafa Kemal'e karşı sert bir tutum alınmalıdır. Gelecekte istikraz için
başvurabilirler. Eğer Türkiye hiçbir zarar görmeden, devletlere kafa tutmakta
devam eder, kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul'a yerleşirse, bu yalnız
Ortadoğu'yu değil, Avrupa'da da barışı tehlikeye atacaktır.
1920 yılında New York Times:
Avrupa'dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden bir daha dönmemek
üzere silinip gitmesi başlıca isteğimizdir.
YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM
Bütün bu tartışmalara Mustafa Kemal ve arkadaşları son noktayı koyuyorlardı:
Temel ilke Türk Ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak
tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun,
bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda
kalmaktan kendini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu,
güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu
aşağılık duruma düşmemiş olanların başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç
düşünülemez.
Oysa, Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak
yaşamaktansa yok olsun daha iyi.
Öyleyse Ya Bağımsızlık Ya Ölüm……
IŞIK YAYAN ÇİÇEKLER
Mustafa Kemal ve arkadaşları ölümü göze alan gençleri, askerleri ve halkı
örgütleyerek; Bağımsızlık mücadelesini başlatıyorlardı.
300 paşadan sadece altısı katıldı bu mücadeleye. Ulusal Kurtuluş Savaşı genç
subaylarla örgütlendi. İstanbul’dan kaçıp gelen askeri okul öğrencileri, okullarını
bırakıp gelen yükseköğrenim gençleri, genç askerler, çocuk denecek yaştaki
Anadolu köylüsü delikanlılar, sivil mukavemet güçleri, bir araya getirildi. Mustafa
Kemal üniformasını çıkarmış, Anadolu’da halkı örgütlüyordu ve gençlere
güveniyordu. Zaten kendisi de 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıktığında 38 yaşında
genç bir generaldi. O, gençlere güvenini şu sözlerle vurguluyordu:
“Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl direndiğimiz daha doğrusu ulusun
arzu ve emellerine uyarak ve onun yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli, gelecek
kuşaklar için ibret ve uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten her şey unutulur. Fakat biz
her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiçbir şeyi unutmayacaktır. Geleceğin
ışık saçan çiçekleri onlardır.”
Gençler, Bağımsızlık Mücadelesine sahip çıktılar. Sadece savaş alanlarında değil,
yaşamın her alanında Bağımsızlık Mücadelesini ve Devrimleri desteklediler.
3-4 Nisan 1922 de Darülfünun öğrencileri ulusal kurtuluş mücadelesinin aleyhine
yazılar yazan ve emperyalist güçleri destekleyen öğretim üyelerine karşı boykota
gittiler.
Eski bakanlardan, Peyam-ı Safa ve Alemdar gazetelerinde, Mustafa Kemal ve
arkadaşlarının aleyhine yazılar yazan “Avrupa-Osmanlı Devlet İlişkileri” üzerine
ders veren Ali Kemal, Yunanlıların “ülkeyi haydutlardan temizlemeye uğraştığını”
ileri süren Türk edebiyatı hocası Cenap Şahabettin, Ertuğrul Gazi’den “tatar
yavrusu” diye söz eden “İran Tarihi ve Edebiyatı” derslerini okutan Hüseyin
Daniş ve Behdut Han Cevahir’in katili Tarlakyan’ın İngiliz mahkemelerinde
avukatlığını üstlenen Barsamiyan Efendi öğrencilerin 4 5 ay süren direnişleri
sonunda görevlerinden alındılar.
Erzurum-Sivas kongrelerinde yurdumuzu işgal eden emperyalist güçlere verilecek
cevap halk temsilcileriyle tartışıldı ve emperyalizme karşı savaşa birlikte karar
alındı.
Mustafa Kemal’in ağzından mücadelenin amaçları şöyle açıklandı:
“İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyeti umumiyetimizce, heyeti
milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen
kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden
insanlarız.”
Bu insanlar dünyada ilk kez emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşını,
Bağımsızlık Savaşını çok zor şartlara rağmen yedi düvelle çarpışarak başlattılar ve
destansı bir askeri zafer kazandılar.
Emperyalist işgalcileri yurdundan kovan Türkiye halkı, genciyle, işçisiyle, askeri
ve köylüsüyle dünyada ilk kez emperyalizme karşı yürütülen bir ulusal kurtuluş
savaşını utkuyla sonuçlandırmanın gururunu yaşadı.
Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı, dünyanın tüm ezilen halklarına örnek oldu.
1968 GENÇLİĞİ’NİN ÜLKESİ
“1919-29 arası Türkiye'de kadim doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi.
O kavuğun örttüğü asıl doğu gericiliğinin başı: tefeci-bezirganlık dımdızlak parladı
kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni “gericilik” budanmış ağaç gibi, her
zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak
saldı.
1919-29 arası, Türkiye'de modern batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm,
silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve tutar
yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi
Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan
yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truvanın
Atı’yla yurdumuza bacadan girdi.
Bir de baktık 1923 yılı finans kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı
güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs'te yuvalandırdı.” (Dr.
Hikmet Kıvılcımlı)
68’LİLER “BAĞIMSIZ TÜRKİYE” DE DOĞAMADI
Ne yazık ki 68’in ve 68’lilerin simgesi Deniz GEZMİŞ Bağımsız Türkiye’de
doğamadı (28 Şubat 1947).
Onun doğumundan önce başlamıştı karşı devrim. ABD ile Truman yardımı adı
altındaki ilişkiler ve IMF’den alınan borçlar… Ve yitirilen ekonomik bağımsızlık…
Arkasından yitirilen siyasi bağımsızlık…
Bu nedenle haykırıyordu gençliğinde “Bağımsız Türkiye” diye.
28 Şubat 1949’de Deniz Gezmiş 2 yaşındaydı. İlkokulların dördüncü ve beşinci
sınıflarında din dersi okutulmaya başlandı. Cumhuriyet Devrimleri adım adım
geriye püskürtülmeye başlanmıştı. Delikanlığında Samsun’dan Ankara’ya 19 Mayıs
yürüyüşünde de bunu halkına anlatmak için çırpınacaktı.
28 Şubat 1951’de 4 yaşındaydı. İktidar el değiştirmişti. CHP yerine DP gelmişti.
IMF’si ABD’si her yerdeydi vatanın. Askerimiz Kore’de Amerika’nın emrinde
savaştaydı. Başka bir ülkenin menfaati için, ilk defa ordumuz görevdeydi. O yaşta
anlayamazdı. Anladığı zaman bağımsızlık mücadelesinin en önündeydi.
28 Şubat 1952’de 5 yaşındaydı. Türkiye NATO üyesiydi. O yaşta anlayamazdı.
Anladığı an “NATO’ya Hayır” diye haykıracaktı. Milli Savunma Bakanlığı’ndan
yapılan açıklamada “bugüne değin Kore’de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin
şehit düştüğünü” dinledi radyodan. Şehit’in Ölüm olduğunu gençliğinde öğrendi.
Arkadaşları teker teker öldürülmeye başlandığı zaman. “Devrimciler ölür
devrimler sürer” diye haykırdı acılarını içine gömerken.
28 Şubat 1958’de 11 yaşındaydı. Adana yakınlarında kurulan İncirlik üssünü
duydu radyodan, okudu gazeteden. Gençliğinde “Üs değil Tesis” diyen Başbakan
Demirel’e karşı verecekti mücadelesini.
28 Şubat 1959’de 12 yaşında duyacaktı Bağdat Paktı’nı ve CENTO’yu.
28 Şubat 1961’de 14 yaşındaydı. 27 Mayıs’ta Sokağa Çıkan Genç Asker. Yıkılan
iktidar ve fışkıran Sol Düşünce. O yaşta sevdi Sol Düşünceyi. Tavrını ondan yana
koydu, babası gibi.
28 Şubat 1962’de 15 yaşındaydı. Talat Aydemir’le İsmet İnönü’nün karşı karşıya
gelişi ve TİP in kuruluşu.
28 Şubat 1964’de 17 yaşındaydı. Talat Aydemir’in ve Fethi Gürcan’ın Ankara
Cezaevinde idamını okudu gazetelerden. 8 sene sonra aynı avluda Hüseyin İnan,
Yusuf Aslan ve O’nu asacaklardı. Aynı paşalar, aynı siyasetçiler…
28 Şubat 1971’de 24 yaşındaydı. Liderdi. Bağımsızlık ve Sosyalizm bayrağı elinde
en önde koşuyordu.
28 Şubat 1972’de 25 yaşındaydı. Bundan sonraki her takvimin 28 Şubatında 25
yaşında kaldı.
Nice 28 Şubatlar yaşandı onun ölümünden sonra. Sahtekarca, rezilcesine.
Sadece O kaldı her 28 Şubatta 25 yaşında.
25 yıllık yaşantısıyla örnek oldu.
Binlerce onbinlercesi ‘Deniz‘ adını verdi doğan kız ve erkek çocuklarına.
Denizler Denizler’i doğurdu. Denizler, Okyanus oldu Halkının Gönlünde.
Elbet bir gün bu Okyanusta boğulacak, Denizler’i boğarak öldüren Amerikan
Emperyalizmi ve İşbirlikçileri.
DENİZ HESAP SORUYOR
Deniz Gezmiş sorgusunda hesap vermiyor, hesap soruyordu.
“Evvelemirde iddianameye karşı diyeceklerim mevcuttur, iddianame kelle istemek
için hazırlanmıştır. Yapılan tahliller yanlıştır, hatalıdır, değerlendirmeler keza
isabetsizdir. Yalnız biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden esasen Türk halkına
armağan etmiş bulunmaktayız. Bu sebeple ölümden çekinmiyoruz, iddianamede
yapılan değerlendirmeler başkana arz ettiğim gibi hatalıdır. 1908 tarihinden
itibaren yapılan gelişme, isabetsiz tahlillere tabi tutulmuştur. Giriş kısmı muğlaktır.
Açık değildir, bunun hangi manaya geldiğini anlayamadım, neyi kastettiği açık
değildir.
Eğer giriş kısmında korku, gaflet, kurnazlık ve ihtiras içinde bulunanlardan bizleri
kastediyorsa, bu doğru değildir. Türkiye'de gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde
bulunanlar varsa, bunlar ancak Amerikan Emperyalizmi ile iş yapan çıkarcılardır,
iddianame hukuk mantığından ari olarak hazırlanmıştır.
Gelişmiş ülkelerin gençliği ile az gelişmiş ülkelerin gençliği terazinin aynı kefesine
konmuştur. Ve kız-erkek ilişkileri, içki olayları, toplum baskısından uzak bir
yaşama isteği gibi değerlendirmeler vardır. Bunlar doğru değildir. Bizlerin tek
özlemi tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığıdır. Biz hiçbir
zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik. Bugüne
kadar da bu özlem içinde kaldık.
PEŞKEŞ
İddianamede bir hususa daha değinmek istiyorum. 14 Mayıs 1950 tarihi
Türkiye'nin döneminde yeni bir olay ve tarihi bir dönüm olarak nitelendiriliyor. Ve
aynen şöyle denmektedir. Ulusun tarihinde ilk defa seçimle iktidar değişikliği
oluyor. Bu tarih bize göre Amerikan Emperyalizminin Türkiye'de seçimle iktidara
gelmesidir. Ve iddianame bundan sonraki kısımlarında bu hususu da
belirtmektedir, îkili anlaşmalar kısmı bundan sonra yer almaktaydı ve bu hususu
açıklığa kavuşturmaktadır. Türkiye'nin madenleri, petrolü 1950 tarihinden sonra
Amerikalılara peşkeş çekilmiştir.
Kurtuluş Savaşı'nı da yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Biz 50 sene evvel
kurtuluş savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı'nın gerçek
tahlilini yapmaya her zaman muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş
Savaşı'nı yapmak için Samsun'a çıkanlara İstanbul Örfi İdaresi'nce ve
Mahkemeleri’nce idam cezası verilmiştir.
KAÇ GENERAL
Ve yine bilmekteyiz ki Osmanlı İmparatorluğu'nun yüzlerce generalinden ancak
birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı'na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş
Savaşı yapıldığı sırada İstanbul'da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.
Türkiye'nin kurtuluş ve bağımsızlık savaşından ne şekilde bağımlı hale geldiğini de
belirtmek gerekmektedir.
1922-1923 sıralarında Lozan müzakereleri sırasında İngilizler Türk Delegasyon
Başkanı İsmet İnönü'ye bu hususu peşin olarak hatırlatmışlardır.
Kurtuluş Savaşı aydınların yönetiminde yapılmış savaştır. Fakat bu yönetime
feodal mütegalibe ve eşraf iştirak etmiştir. Bu eşraf ve mütegalibe evvela İş
Bankası'na sızdı, daha sonra da 1944-1945 yıllarında ‘Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu’ hazırlıklarında bu tasarıya kesin cephe aldılar. Bunlar Adnan Menderes,
Refik Koraltan ve Demokrat Parti'yi kuran kimselerdir. Böylece 1950 tarihine
gelindi ve 1950 tarihinde Amerikan emperyalizmi iktidara geldi. Olaylar bundan
sonra bildiğimiz gibi gelişti, olaylar cereyan etti, Demokrat iktidar 27 Mayıs
1960'da tarihe gömüldü.
Demokrat Parti gitti, bunun gitmesi ile tellaklar değişmedi. Hamam aynı, bu defa
yanlış oldu, 27 Mayıs'ı kastetmiyorum, bundan sonrasını kastediyorum. Hamam
aynı fakat bu defa da tellaklar değişti. Amerika bu dönemde imdada yetişip,
İnönü'yü düşürdü. Demirel'i iktidara getirdi.
Öğrenci hareketlerine gelince, iddianamede, Öğrenci hareketlerinin başlangıç
tarihi 1968 olarak belirtilmektedir. Bu tarih yanlıştır. Türkiye'de öğrenci olayları
50-60 senedir eksik olmamıştır. Sultan Hamit'in Tıbbiye talebelerini
Sarayburnu'ndan denize attığı tarihten itibaren öğrenci hareketleri Türkiye'de
devam edegelmiştir. 1908'i hazırlayan hareketler ileriye dönük hareketlerdir.
Vagonli'yi tahrip eden gençler ilerici gençlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Faşizme hayır diyen gençler ilerici gençlerdir. Ve 28
Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençlerdir, ilerici gençlerdir. Amerikan
Emperyalizmi tarafından İnönü hükümetten düşürüldüğünde protesto gösterisi
yapan gençler ilerici gençlerdir.
Anayasaya bağlılık mitingini de bizler yaptık. O günün mitinginde iktidarın kiralık
adamlarından ve polisinden dayak yiyen de gene bizlerdik. 1968 senesine gelince
üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi, işgalleri gayet meşru idi ve kürsü
ağaları dahi, bu işgallerin haklılığını hiçbir zaman inkar edemedi. Ve 1968'de
umumi efkar ve herkes öğrenci isteklerinin kabul edileceğini beyan ediyordu,
herkes bu kanaatte idi.
Aradan üç sene geçti, bu üç sene içerisinde o zamanki isteklerin tahakkuku
istikametinde en ufak bir kıpırdanma olmadı. Aynı yılın Temmuz ayında Amerikan
filosuna karşı gösteri yapanlardan Vedat Demircioğlu polis tarafından hunharca
öldürüldü.
Bundan sonra olayları sizler de biliyorsunuz, iktidarın silahlı kuvvetleri yanlış
oldu. Kiralık kuvvetleri ve polisi hunharca devrimcilerin üzerine saldırdı. Yirmiye
yakın devrimci öldürüldü. Bunların hiçbirinin katili bulunamadı. Polis karakolları
işkencehane yerine getirildi. Hiçbir savcı buna karşı çıkmadı.
BU MEMLEKETTE MUSTAFA KEMAL'E GERÇEKTEN SAHİP ÇIKANLAR
VARSA ONLAR DA BİZLERİZ.
İddianamede bir gerçek tahrif edilmek isteniyor, bu hususu da belirtmek ve
düzeltmek isterim.
Fikir özgürlüğünü ve Anayasayı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirken,
onun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar şeklinde ve sadece Mustafa
Kemal tarafını beğeniyorlardı şeklinde bir cümle mevcuttu. Bunu kesin olarak
reddediyorum, asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez, bu
kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle
hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa
onlar da bizleriz. Onun istiklali tam prensibi ve ideali tam yanlış zapta geçti, onun
istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz, iddianamede bizim
Anayasayı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir.
Öteden beri arzetmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasayı en fazla savunanlar
bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen
gene bizleriz. Anayasayı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Yine o
kişiler bizim kellemizi istemektedirler. Bile bile iddia makamı bizim Anayasayı
ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir.
TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞINDAN BAŞKA HİÇBİR ŞEY İSTEMEDİK VE
HAYATIMIZI BU YOLA KOYDUK, VARLIĞIMIZI TÜRKİYE HALKINA
ARMAĞAN ETTİK. BUNUN AKSİNİ İDDİA EDENLER VATAN HAİNİDİR
İddia makamı bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır. Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasına karşı, reformlara karşıdır ve bu nedenle bizim Anayasayı
ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hâlâ ortada
gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava
açsın, onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya
alışmışlardır.
Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dahil,
sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye'ye girdi ve hiçbiriniz
sesinizi çıkarmadınız ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız, ta ki 38
yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar.
Ve bugün aynı savcılar bu şahıslar hakkında da idam kararı istemektedir.
Süleyman Demirel'in Anayasayı ihlaline, despotizmine ve ülkeyi Amerika'ya
satmasına ses çıkarılmadı. Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek
mecburiyetinde kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteği ile buraya
getirildik, dediğim gibi Türkiye'yi bu hale getiren bütün eski idarecilerin suçu bize
yükletilmek istenmektedir.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola
koyduk, varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler
vatan hainidir.
12 Mart muhtırası muvaffak olmasaydı, bizi itham eden makam onları da aynı
şekilde itham ederdi, buna da kanaatim tamdır. 12 Mart muhtırası Anayasanın
uygulanmadığını iddia etmektedir. Ve Parlamentoyu açıkça suçlamaktadır. Biz
stratejik olarak düşüncelerimizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında
olursak olalım bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz.
Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak,
düşüncelerimizi her zaman açıkça ifade ederiz.
Bizim Anayasayı ilgaya teşebbüs gibi bir kastımız bulunsaydı bunu da burada
açıkça söylemekten çekinmezdik. Meclisi ıskat amacı gütmüş olsaydık, bunu da
söylerdik, hatta gider meclise de bombayı koyardık. Böyle bir amacımız olsaydı,
bunu söylerdik ve yapardık. Daha evvelce de belirtmiş olduğum gibi bizim böyle bir
amacımız yoktur, tek yazılı belgede, bildiride bu husus açıkça ortaya konmuştur.
Orada açıkça da anlatıldığı gibi bizim düşmanlarımız Amerikan emperyalizmi ve
onun yerli işbirlikçileridir. Yine bildiride açıkladığımız gibi yerli işbirlikçiler, hain
patronlar yani emperyalizmle işbirliği yapan patronlar feodal mütegalibe yani
bezirganlar, tefeciler, toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün
eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır. Bunun dışında başka bir hedefimiz
yoktur. Eylemlerimiz de savcının iddianamesini yalanlamaktadır.
Kavaklıdere Amerikan Sefareti önünde nöbet bekleyen polis memurlarını
kurşunladığımızı kabul ediyorum. Çünkü onlar her türlü işkenceyi devrimci gençler
üzerinde yapmaktan zevk alıyorlardı.
Olaydan iki gün evvel de iki kişi ölmüştü. Nail Karaçam ve İlker Mansuroğlu isimli
arkadaşlarımız öldürülmüştür. Bunların bir tanesi toplum polisi tarafından, birisi
sivil polisler tarafından öldürülmüştür.
1920'lerde İstanbul'da karakol teşkilatı M. Grubu hangi amaçla İngilizlere ve
Osmanlı polislerine kurşun sıktıysa biz de o amaçla polislere kurşun sıktık. Olayı
arkadaşım Yusuf Aslan anlattı, burada açıklamak istediğim husus öldürmek kastı
yönündedir, öldürmek kastı ile ateş açmadım. Mesafe çok yakındı, iki metre kadar
vardı, isteseydik bunları rahatça öldürebilirdik, ayaklarına ve kollarına ateş ettik,
çok yakın mesafeden ateş ettik. Olayda herhangi bir tanık olmadığı halde bunu
açıkça ikrar ettik.
Biz Türkiye İş Bankası Emek Şubesi'ndeki 124 bin liraya el koyduk, bunu da kendi
şahsımız için almadık, fakat kendi şahsı ve kardeşleri için 30 milyon lira çalanlar
hâlâ ellerini kollarını sallayarak ortada dolaşmaktadır.
İş Bankası'nın mekanizmasını izah etmek istiyorum, İş Bankası bilindiği gibi her
sene küçük cep defterleri dağıtır. Bu cep defterlerinin arka sayfası açıldığında,
görülecektir ki, İş Bankası Türkiye'de yabancı sermaye ile iş yapan, işbirliği
halinde bulunan en büyük müessesedir. Nerede Türkiye halkını sömüren, halkın
zararına çalışan bir müessese varsa bunun altında muhakkak İş Bankası
bulunmaktadır. Ve İş Bankası'nın bu marifetleri yeni değildir, ileri tarihlere
uzanmaktadır. Demokrat Parti'yi de iktidara getiren İş Bankası'dır.
1936 tarihlerinde İsmet İnönü Meclis koridorlarında hazineyi İş Bankası'na
soydurmayacağız diye bağırmıştı.
Birinci Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’ciler İzmir Valisi Rahmi Bey'in
oğlunu kaçırıp 50 bin altın almışlardır ve civardaki paralara el koymuşlardır. Biz
de bunu yapmakla en az onlar kadar haklıyız. Tarih evvelce bunu yapanları nasıl
temize çıkarmışsa bizi de temize çıkaracaktır. Buna da inanıyoruz.
SİLAHLARIMIZI VATAN HAİNLERİNE KARŞI ÇEVİRİRİZ
İddianamede geçen ve bana affedilen bir cümleyi kabul etmiyorum. Ben silahımı
halka ve orduya karşı kullanmadım, ancak vatan hainlerine karşı kullanmak
maksadıyla taşıdım ve halka ve orduya karşı kullanırım, şeklinde beyanda
bulunmadım. Silahlarımızı vatan hainlerine karşı çeviririz, bunların da kimler
olduğunu başlangıçta arzettim. Polisteki ve Cumhuriyet Savcılığı'ndaki ifadelerimi
kabul etmiyorum, Askeri Savcıya da ifade vermemiştim.
İddianamede Marksist-Leninist düzen kurmak istediğimiz iddiaları yer almaktadır.
Bunlara da değinmek istiyorum. Bu iddiayı Marksizmin ve Leninizmin cahili olan
kimseler ortaya atabilir. Marksizm ve Leninizm her şeyden evvel bir dünya
görüşüdür ve bir metoddur. Ve gerçeğe varmak için Leninist metod içinde
bulunduğu şartları tahlil eder değerlendirir, o şartlara göre değerlendirme yapar.
Durum böyle iken Marksist-Leninist düzen kurulacağı ve kuracağımız iddiası
bunun iyi bilinmemesinden doğmaktadır.
Profesyonel devrimci olmak bir suç unsuru olarak ileri sürülmektedir. Bu da bir
cehalet örneğidir. Bu konuların bilinmemesinden ileri gelmektedir. Profesyonel
devrimci bugünün Türkiye'sinde kendini hayatı boyunca Türkiye'nin bağımsızlığına
adayan kimsedir. Birinci suçumuz iddia makamına göre hayatımızı boşu boşuna
Türkiye'nin bağımsızlığına adamış olmamızdır, ikincisi Dev-Genç üyesi olmakla
suçlanıyorum, aramızda Dev-Genç üyesi olmayan arkadaşlar da mevcuttur. DevGenç üyeliği bir suç değildir. Dev-Genç Sıkıyönetime kadar faaliyette bulunmuş
legal bir örgüttür. Kanunen faaliyeti tahdit edilmemiş ve yasaklanmamıştır.
MİSAK-I MİLLİ SINIRLARI İÇİNDE İKİ KARDEŞ KAVİM YAŞAR. TÜRK VE
KÜRT KAVMİ YAŞAMAKTADIR.
Ayrıca iddianamede Türkiye halkının bir takım etnik gruplardan teşekkül ettiği
iddiaları ve bunu bizim yaptığımız, ortaya attığımız ithamları mevcut
bulunmaktadır.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararında ve Misak-ı Milli'de şu vardır,
Misak-ı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim yaşar. Türk ve Kürt kavmi
yaşamaktadır. Birinci Büyük Millet Meclisi'nin kararı böyledir. Türkiye'de iki
kardeş kavmin ve unsurun yaşadığını kabul etmektedir.
Bunu kabul etmek bölücülük değildir. Bölücülük olarak kabul edildiği takdirde
Birinci Türkiye Millet Meclisi ve Mustafa Kemal'i de bölücü olarak kabul etmek
gerekir. Bu iki kardeş unsur Birinci Kurtuluş Savaşı'nı müştereken başarmışlardır.
Güney cephesinde düşmanla omuz omuza savaşmışlardır. Bu ikisine birden biz
Türkiye halkı diyoruz ve bu iki kardeş unsur ikinci bağımsızlık savaşını da
müştereken başaracaklardır.
Asıl bölücüler bu gerçeği kabul etmeyenlerdir. 101 tane Amerikan üssünün
bulunduğu ülkede, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç
olmaktadır.
24 YAŞINDAYKEN KENDİMİ TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞINA ARMAĞAN
ETMEKTEN ONUR DUYUYORUM. BAĞIMSIZLIK DÜŞÜNCESİNİ MEZARA
KADAR GÖTÜRECEĞİZ.
Ayrıca memleketin huzurunu bizim bozduğumuz iddia ediliyor. Memleketin
huzurunu kimlerin bozduğu ortadadır. Ve kimler 30 milyon çalmıştır?
Kimler Devlet hazinesini kardeşlerine peşkeş çekmiştir? Memleketin madenlerini
peşkeş çekmiştir, Anayasayı uygulamamıştır? Bunlar ortada iken, bilinirken
bunlardan bahsedilmeyip, memleketin huzurunu bozduğumuz iddiaları değersiz ve
mesnetsizdir. Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet-hakkını, egemenlik ilkelerini, milli
bütünlüğü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal
edenler kimlerdir? Bunu evvela tespit etmemiz gerekir.
Karakollarda işkence gören bizler olduk, meydanlarda kurşunlanan gene bizler
olduk. Bakanların emri ile hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi
güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz, yukarıda anlatılanlar, asıl kişi
güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.
Mülkiyet hakkını ortadan kaldıracağımız iddia ediliyor. Bizatihi Anayasa mülkiyet
hakkım toplum yararına kısıtlamıştır. Mutlak mülkiyet hakkı tanımamıştır. Elli köye
sahip bir toprak ağasını Anayasamız kabul etmemiştir. Egemenlik ilkelerine karşı
çıkmakla itham edilmekteyiz. Asıl egemenlik ilkelerine karşı çıkanlar halkın
sırtından geçinenlerdir.
Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün
bulunduğu ülkede, bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç
olmaktadır.
35 milyon metrekare vatan toprağı işgal altında iken bizim milli bütünlüğü
bozmakla suçlanmamız gülünçtür. Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı,
iddianame baştan beri arzettiğim gibi sırf kelle istemek maksadıyla hazırlanmıştır.
Şeklen de hukuk mantığından mahrumdur. Hukuki kıymetten ve değerden
mahrumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak maksadıyla ve suçluların telaşı
içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir.
Ben şunu iddia ediyorum ki hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir.
Anayasanın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını
kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk.
Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim ve bu sebeple Amerikan
emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden
korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının
telaşına düşsün ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına
armağan etmekten onur duyuyorum. Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar
götüreceğiz,”
(1971- Deniz Gezmiş SORGU)
3. BÖLÜM
EMPERYALİZMİN DÖNÜŞÜ
Milli Şef-Amerika-Çok Sağ Partili Sistem
BEDBAHT HAYVANLAR
Karşı Devrim, Mustafa Kemal’in sağlığında dahi sinsi sinsi filiz vermeye
başlamıştır. Her başkaldırışında ezilmesine rağmen bıkmadan usanmadan
mücadelesine devam etmiştir. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından meydanı boş
bularak fütursuzca her yeri sarmıştır.
Mustafa Kemal düşmanın yalnızca ülkeden kovulmasıyla bağımsızlığın
kazanılamayacağının bilincindeydi.
Tam bağımsızlık, bizim bu gün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bizden
öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden, ulusumuz sözde bağımsızdı, ama
gerçekte bağımlı bulunuyordu. Tam bağımsızlık demek; elbette siyaset, maliye,
iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi konularda tam bağımsızlık ve özgürlük
demektir.
Bu saydıklarımın her hangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulusun ve ülkenin
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluk demektir. Biz bunu
sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.
Bugünkü savaşımızın gayesi tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığımızın tamlığı ise,
ancak mali bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin maliyesi bağımsızlıktan
mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felçtir.
Çünkü her devlet organı ancak mali kuvvetle yaşar. Devlet bünyesini yaşatmak için
dışarıya müracaat etmeksizin memleketin gelir kaynaklarıyla idare edilmesi çare ve
tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür.
Bütün dünyanın bilmesi lazımdır ki Türkiye halkı, T.B.M.M. ve onun Hükümeti,
uşak muamelesine tahammül edemez.
Devletler, şimdiye kadar, bize şu ve bu meselelerde gösterişli müsaadelerde
bulunuyorlar gibi görünüyorlar, lakin, iktisadi esaretle bizi felce uğratıyorlardı.
Öteden beri bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet
alırlar, hakikatte iktisaden elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan mevki
sahipleri kimseler memnundu. Çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık
sağlamışlardı. Fakat gerçekte ise ulusu manen miskinlik çukuruna atmışlardı.
Bunlar, iktisadi mahkumiyeti anlamayan bedbaht hayvanlardı..” diyordu.
TERCİH
Bu bilinçle, devlet desteğiyle sanayileşme hamlesine girişildi. Sanayi-i Teşvik
Kanunu çıkarıldı. Devletin kısıtlı olanaklarıyla tüccar ve sanayicilere her türlü
olanak tanınarak yardım edildi. Genç Cumhuriyet milli bir ekonomi politikası
oluşturmak, milli bir burjuva sınıfı yaratmak kararındaydı. Ancak, tüccarlar ne
milli olabildiler, ne de burjuva. Para kazanmak için kolay yolları seçtiler, sanayi
yatırımı yerine ithalatçılığı işbirlikçiliği tercih ettiler. Atatürk ve ulusal
bağımsızlığa inanan kadronun engellemelerine, millileştirme politikalarına
rağmen, devlet yardımlarıyla palazlanan iş adamları, giderek yabancı sermaye ile
ortaklıklar kurmaya yöneldiler.
Azınlıklara, kompradorlara, Levantenlere karşı; “milli” olmalarına rağmen; genel
olarak ülkedeki üretici güçlerin son derece düşük düzeyde olması; feodal yapının
hakim olması ve devrimci bir yoldan feodalizmin tasfiye edilememiş/edilmemiş
olması, onların emperyalizme karşı kesin bir tavır alabilmelerini engelliyordu.
Aksine, emperyalizmle yeni bağlar kurma arayışına yöneliyorlardı. Önceleri, batı
finans kapitalinin acenteliklerini alan bu kesimin bir kısmı, biraz palazlanınca,
ancak güçsüz ortaklıklar kurabildiler.
Emperyalist güçlerle daha yakın işbirliği için can atan bu kesimin önündeki en
büyük engel olan Atatürk’ün ölümünden sonra emperyalistlerle ekonomik ilişkiler
daha da derinleşti.
Savaş alanında kazanılan bağımsızlık, giderek ekonomik bağımlılığa dönüşmeye
başladı.
Bu “bağımlılık” siyasete de yansıdı. İşbirlikçiler siyaset sahnesinde de yeniden
boy gösterdiler.
Amerikan Mandacılar, İngiliz Muhipleri yeniden meydanlara çıkmaya başladılar.
MİLLİ ŞEF
Türkiye’de karşı devrim ve Amerikan emperyalizmi ile işbirliği politikası, ülkenin
bağımsızlığından ödün verme girişimleri, aydınlarımızın birçoğunun ileri sürdüğü
gibi 1950’den sonra DP iktidarıyla birlikte değil, Atatürk’ün etkisinin
kaybolmasıyla başladı ve DP iktidarı ile ivme kazandı.
Atatürk’ün ölümünden sonra, Genelkurmay Başkanı Feyzi Çakmak ve Başbakan
Celal Bayar’ın yol vermesi ile İsmet İnönü değişmez Milli Şef oldu. Mustafa Kemal
etrafındaki gençler darmadağın edildi. Mustafa Kemal’in Nutuk’unda nedenlerini
açıklayarak uzaklaştırdığı kişi ve paşalar, İsmet İnönü’ce yüksek görevler verilerek
geri çağrıldı.
1922-1938 yılları arasında yapılan tüm olumsuzluklar Mustafa
Kemal’in sırtına yıkılarak, “olumluluklarla dolu Milli Şef” yaratılmaya çalışıldı.
Mustafa Kemal’in iç ve dış siyasetinin tam tersine doğru doludizgin gidilmeye
başlandı. Emperyalizmin ülkeye girişi, iktidardaki işbirlikçilerinin çıkardığı
yasalarla kolaylaştırıldı. Ülke emperyalist tekellerin rahatlıkla at oynatabileceği
bir alan haline getirildi.
12 Kasım 1942'de azınlıklar üzerinde Varlık Vergisi görünümünde terör estirildi.
6-7 Eylül 1955’in küçük provaları yapıldı.
Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması
Mustafa Kemal aşırı milliyetçiliğe taviz vermediğinden Türk Ocakları’nı
kapatmıştı. İsmet İnönü liderliğindeki CHP, yönlendirdiği basın organlarıyla
ırkçılığı azdırdı. Nihal Atsız’ın ideologluğunu yaptığı akımlara, aynı 1970 ve
1980’lerde Demirel’in yaptığı gibi tam destek verdi.
İkinci Dünya Savaşındaki uyguladığı tutarsız siyasetle, İstiklal Savaşı’nda Mustafa
Kemal’in tam destek aldığı Sovyetler Birliğiyle ilişkiler bozuldu.
2. Dünya Savaşı sonrası Faşist Almanya Savaşı kaybetmişti. Faşizm Almanya’nın
elinden alınarak Amerika’nın yeni Küresel Faşizmine kısaca Emperyalizmine
dönüştü.
İsmet İnönü’nün CHP’si 180 derece çarketti. Almanya yerine tercihi Amerika oldu.
12 Eylül 1980 öncesi MHP’li gençlerin kullanılıp ardından, solcularla aynı
işkencelere maruz bırakılması gibi; Türkçü - Turancı avı başlatıldı. 1944 tevkifatı
ile tutuklanan ve işkence görenler arasında Başbuğ unvanını alacak Yüzbaşı
Alpaslan Türkeş de vardı.
SAVAŞ-TEK EKSİK
23 Şubat 1945 yılında, Türkiye-Amerika arasında ikili yardım antlaşması
imzalandı. Bu anlaşmaya göre:
.... ABD Hükümeti T.C Hükümetine devir ve tedariklerine yetki vereceği savunma
maddelerini, savunma hizmetlerini ve savunma bilgilerini vermeye devam
edecektir... buna karşılık... Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlayabilmekle vazifeli
bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri
ABD’ye temin edecektir.
(ABD bu anlaşmaya dayanarak Türkiye toprakları üzerinde uzun süre Türk
Generallerinin bile giremediği üs ve tesisleri kurmuştur. Türkiye’nin bilgisi dışında
Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için bu üs ve tesisleri kullanarak masum
halkların üzerine bombalar yağdırmıştır. Türkiye’yi ve Türkiye halkını komşu
ülkeleri ve halkıyla düşman haline getirmiştir.)
Aynı gün Almanya ve Japonya'ya savaş ilanı TBMM'de oybirliği ile kabul edildi.
Çünkü birkaç gün önce Yalta'da toplanan Üç Büyükler (İngiltere, Amerika, Rusya),
Birleşmiş Milletler Anayasası'nın hazırlanması için bir komisyon kurulmasına
karar vermişlerdi. 1945 Nisan'ında milletlerarası teşkilatı kuracak olan Birleşmiş
Milletler Konferansı, San Francisco şehrinde toplandı. Konferansa katılabilmek
için ilk şart, 1 Mart 1945'e kadar Almanya ve Japonya'ya savaş açmaktı. İkinci
şartta çok partili sisteme geçilmesiydi.
Bu vecibesini yerine getiren Türkiye, 26 Haziranda, San Francisco'da Birleşmiş
Milletler Antlaşmasını imzalayarak üyeliğe kabul edildi.
Cumhurbaşkanı İnönü 1 Kasım’da TBMM, açış konuşmasında "...Tek eksiğimiz,
Hükümet Partisinin karşısında başka parti bulunmamasıdır." diyordu.
ABD’nin tavsiyesiyle “o tek eksik” de gideriliyordu.
ÇOK SAĞ PARTİLİ SİSTEM-AMERİKAN DEMOKRASİSİ
Köprülü, Bayar, Koraltan ve Menderes
3 Aralıkta 1945 günü Celal Bayar, CHP Genel Sekreterliği'ne gönderdiği kısa bir
yazı ile CHP’den istifa etti. 7 Ocakta (1946) Demokrat Parti kuruldu. 8 Ocakta
Parti kurucuları, Ankara'da bir evde yaptıkları toplantıda, Demokrat Parti
Başkanlığına Celal Bayar'ı seçtiler.
Demokrat Partinin kurulmasıyla birlikte çok partili yaşama “Amerikan
Demokrasisi”ne geçildi. Böylece, halkı dışlayan, ama halk adına söylemleriyle
“umutlandıran” sözüm ona muhalefet de sahnede “rol” almış oldu. Türkiye’nin
batıya verdiği “demokrasiye geçiş” sözü de yerine getirildi.
Ne var ki, ne çok partili yaşam, ne de genel oya dayalı seçim sistemi Türkiye’de
“Gerçek Bir Demokrasinin” yerleşmesine hizmet edebildi. Feodal kalıntıların
büyük ölçüde siyasi ve ekonomik nüfuzlarının olduğu ülkemizde genel oy; bey, ağa,
şeyh, tefeci vb. gibi hakim sınıfları tasfiye edecek yerde onları güçlendirdi.
İşbirlikçiler, feodal beyler, tarikat şeyhleri, tüccarlar, bürokratlar “özgürdüler”
artık. Partiler kurdular. Partiler kurdurdular. Partilere üye oldular. Ülke
siyasetine egemen olmak için zaman zaman birbirleriyle uzlaştılar, zaman zaman
“özgürce” mücadele ettiler.
Amerikan’ın istediği Demokrasi değildi. Çok partili sistemdi. Sol’un temsil
edilmediği, işçi sınıfının siyasi örgütlenmesine izin verilmediği, sol partisiz, birden
fazla sağ partili sistem.
Özgürlük Türkiye halkından ve emekçilerinden esirgendi. Onlar ancak sağ
partilerde figüran olabilirlerdi. Figüran olmak istemeyen, rol almak istemeyenler
vatan hainiydi ve icaplarına bakılmalıydı. İcaplarına bakıldı da.
Türk dış politikasında Amerikancı yönelime karşı çıkan, Mustafa Kemal’in Tam
Bağımsızlık ilkesini savunan solcu kesime, hürriyet ve demokrasi düşmanı ilan
edilerek, hürriyet ve demokrasi düşmanlarına hürriyet yok demagojisi ile ağır
baskılar uygulanmaya başlandı.
TAN MATBAASI
“Nâzım'ın "Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim" diye başlayan şiiri, 1946 yılındaki
Tan Matbaası baskını"nın ardından yazılmıştır.
"Komünistler" dedikleri o dönem; Tan gazetesi ve Görüşler dergisinde demokrasi
isteyen Zekeriya ve Sabiha Sertel'dir.
İşin ilginç yanı, aynı dönemde tek parti iktidarından kurtulmak isteyen
Demokratlar da onlara katılmış ve bir demokrasi cephesi oluşturulmuştu.
“Görüşler in yazı kadrosunda Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes'in
adları, Aziz Nesin, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar'la yan yanaydı.
O gün İstanbul Üniversitesi'nde birileri, elde Vatan gazetesiyle derslere girip
öğrencilere "Kalkın ey ehl-i vatan" diye bağırdı.
Az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçmeleriyle
sayıları 10 bine ulaştı. Ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri ve Zekeriya Sertel'e
bakılırsa arkalarında tek parti iktidarının desteği vardı. Doğruca Cağaloğlu'na,
Tan matbaasına yürüdüler. Saat 10.00'da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla
binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne
yoksa yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları,
telefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar.
Polis seyretti.
İşlem bittiğinde Tan matbaası bir harabeden ibaretti.
Son yağmacı binanın üzerine bir Türk bayrağı dikti.
Ve gençler kâğıt bobinlerinden bir beyaz halı oluşturarak saldıracakları diğer
kitapevlerine doğru yürüdüler.
Saldırıyı tetikleyen Hüseyin Cahit, ertesi gün olayları "Milli Türk mukavemeti" diye
niteleyecekti. (Basından)
HOŞGELDİNİZ- BACADAN
1938'den 1944'e kadar aklına hiç demokrasi uygulamasına geçmek gelmeyen, İsmet
İnönü’nün CHP si dış ve iç zorlamayla çok partili sisteme geçmek zorunda kaldı.
Atatürk’ün halkı örgütleyerek başlattığı, ulusal kurtuluş savaşıyla kapıdan attığı
emperyalistler ve işbirlikçileri; kılık değiştirerek “bacadan” giriyorlar ve ne yazık
ki Mustafa Kemal’in kurduğu partiye bile hakim olabiliyorlardı. Bir anlamda
tahterevallinin iki ucuna da yerleşiyorlar, hangi parti iktidara gelirse gelsin,
kendileri hem iktidar, hem de muhalefet görevlerini yerine getirebiliyorlardı.
“Amerikan Demokrasisi” Türkiye’de de perdelerini açıyordu.
Amerika’nın tüm dünyaya yaydığı “demokrasi” havariliği ve “refah devleti”
imajına ilişkin yoğun propagandalar sonucu, Amerika ile girişilen sıkı ilişkiler
halkta refah geliyor, demokrasi geliyor sanılarak sevinçle karşılanıyordu.
5 Nisan 1946 tarihinde USS Missouri adlı Amerikan zırhlısının İstanbul’a gelişi
büyük olay oldu. İstanbul’un caddeleri yıkandı. Genelevler dahil binalar boyandı.
Amerikan denizcilere otobüs ve tramvaylarda ücretsiz seyahat etme olanakları
sağlandı. Kabataş Camii’nin minarelerine İngilizce, Üsküdar Camii’nin
minarelerine Türkçe “HOŞGELDİNİZ” mahyaları bile kuruldu.
9 Nisan 1946’da Amerika, Türk Hükümetinin istediği 500 milyon dolar borcu, şu
şartla kabul ediyordu: Türkiye’ye gelecek bir Amerikan heyeti, verilecek paranın
nerelere harcanacağına karar verecek ve ABD onayı olmaksızın bu para başka
amaçlarla kullanılmayacaktı. Hükümet bu onur kırıcı şartı kabul etti.
AÇIK OY-GİZLİ SAYIM
21 Temmuz 1946’da muhalefetin de katıldığı ilk tek dereceli genel seçim yapıldı.
CHP: 396, DP: 61, Bağımsız: 7 milletvekili kazandı.
1946’da İsmet İnönü’nün seçimleri “açık oy- gizli sayım”la yaptırması, ortalığı
karıştırdı. Milli Şef Demokrasi’ye geçecektir ama kendisi iktidarda kalmak şartıyla.
Bu demokrasi kültürü İsmet Paşa’da ve havarilerinde değişmez anlayış olarak
kalacak ve tarihe “altın harflerle” geçecektir. 27 Mayıs ve sonrası silah zoruyla
kurulan Hükümet uygulamaları bunun diğer tipik örnekleri olacaktır. CHP içinden
çıkan diğer partilerde bu kültürden nasiplerini alacaktır. Sadece muhalefette iken
“demokrasi” diyecek, iktidara geldiklerinde tüm dediklerinin aksini
uygulayacaklardır.
5 Ağustosta TBMM açıldı. İnönü 451 Milletvekilinden 388'inin oyu ile tekrar
Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Başbakan Saraçoğlu istifa etti. Recep Peker, yeni
kabineyi kurmakla görevlendirildi. TBMM Başkanlığı'na, 379 oyla Kazım
Karabekir seçildi.
BARIŞ GÖNÜLLÜSÜ
27 Aralık 1946 tarihinde ABD ile eğitim ve kültürel işbirliğini içeren Fulbright
Anlaşması imzalanır.
Fulbright Komisyonu; yönetim kurulu, sayman ve genel sekreterlikten
oluşmaktadır. Yönetim Kurulunun onursal başkanı Amerika Birleşik Devletleri’nin
Türkiye Büyükelçisidir. Yönetim Kurulu dördü Türk, dördü Amerikalı sekiz üyeden
oluşur.
• öğretim görevlilerinin değişimi
• yüksek öğrenim araştırma bursları
• Humphrey bursları (yöneticiler için )
• ortaöğretim öğretmen değişim programı
• yabancı dil öğretim asistanlığı..vb
gibi uygulamalar bu anlaşma çerçevesinde yapılmaktadır.
Anlaşma görünüşte, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları arasında
karşılıklı anlayışı, kültürel değişim yolu ile güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu
amaca varmak için kullanılan araç, Türk ve Amerikan vatandaşlarının Türkiye’de
ve Amerika’da ders vermeleri ve öğrenim ve araştırma yapmaları için burslar
verilmesidir.
Uygulama sonucunda, barış gönüllüsü adı altında yüzlerce Amerikalının halkımıza,
köylülerimize ve gençlerimize; eğitim vermek ve araştırma yapmak için,
yurdumuzun en ücra köşelerine kadar yayılmasını, casusluk faaliyetinin
yapılmasını ve tek taraflı Amerikan kültürünün temellerinin ülkemize atılmasını
getirmiştir.
FARK ETMEZ
Aynı şekilde Türkiye’den seçilen genç beyinler ABD’ye gönderilerek Amerika’da
eğitilmişlerdir. Ülke topraklarımızdan atılan emperyalizm, seçilen genç beyinlerin
içinde geri dönmüştür.
Fulbright Anlaşması çerçevesinde Amerika’da eğitim görenlerden biri de ajan
Mahir Kaynak’tır.
Mahir Kaynak 1996 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde yayınlanmış anılarında bu
konuda şunları anlatır:
“1967’de bir profesörün teşvikiyle Fulbright Bursuna başvurdum. Talebin kabul
edildiğini bildirdiler. Objektif olarak bu bursu alabilecek konumda olduğumu
bilmeme rağmen, istihbarat görevimin bunu kolaylaştırmış olabileceği şüphesini
hep taşıdım.
ABD’nin ya da başka herhangi bir ülkenin verdiği bursların sırf azgelişmiş
dedikleri ülkelerin insanlarını yetiştirmek amacına yönelik olmadığını, bunun siyasi
bir boyutu olması gerektiğini düşünüyorum. Teşkilatın tavrını öğrenmek istedim.
Acaba böyle bir seyahat görevimi olumsuz etkiler miydi? Cevap ‘hayır’dı. Orada
bir teklifle karşılaşırsam ne yapmalıydım?
Cevap, uygun olanı yap, bizim için fark etmez oldu!”
SOĞUK SAVAŞ-TRUMAN
12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman Amerikan Kongresinden,
Sovyetler Birliği’nin baskısı altında bulunan Türkiye ve Yunanistan’a toplam 400
milyon dolarlık bir yardımda bulunulması ve devletlerin sivil ve askeri personeline
ABD’de eğitim verilmesi için yetki istedi ve bu yetkiyi aldı.
Truman Doktrini, 2. Dünya Savaşı sonrası yeni bir dönemin başlangıcının da ip
uçlarını veriyordu. Nazi Almanya’sının yenilmesi ile birlikte, Sovyetler Birliğiyle
yapılan işbirliği de sona erdi. Sovyetler Birliği artık düşmandı.
İşbirliği yerini Soğuk Savaşa, Doğu-Batı bloklaşmasına bırakmıştı.
Truman Doktrini’ne göre; Sovyetler Birliği kuşatılmalı, Avrupa’ya doğru
genişlemesi ve burada nüfuz kazanması önlenmeliydi. Türkiye ve Yunanistan bu
amaca uygun koşulları taşıyan iki ülke idi.
Bu iki ülke, Amerikan çıkarları doğrultusunda ve bu çıkarları korumak için
özellikle askeri bakımdan güçlendirilmeliydi. ABD kongresinden çıkan toplam 400
Milyon dolarlık yardımın 300 milyon doları Yunanistan’a; 100 milyon doları
Türkiye’ye verilecekti.
IMF-ŞİRKETLER
Ancak ABD’nin şartları vardı.
1Bu yardımlar ABD başkanının bilgisi ve onayı ile yardımın amaçları
çerçevesinde kullanılacaktı. (bu çerçeve elbette yalnızca ve sadece ABD çıkarları
idi)
2Bu yardımın bu amaçlara uygun olarak kullanılıp kullanılmadığının
denetlemek için ABD tarafından gönderilecek yetkililere bilgi verilecek; Amerikan
basın ve radyo temsilcilerinin serbestçe inceleme yapıp, bilgi toplanmasına engel
olunmayacaktı.
3ABD Başkanı bu kanunun amaçlarının gereği gibi gerçekleştirilmediğine ya
da gerçekleşme imkanı kalmadığına karar verirse yardıma son verilecekti.
12 Temmuz 1947 tarihinde Türkiye’ye yapılacak Amerikan yardımına ilişkin
antlaşma imzalandı. Anlaşmayla birlikte Türkiye egemenlik haklarının devri ile ilk
tavizlerini vermeye başladı. Anlaşmaya göre, eğer ABD Başkanı yardımla ilgili
herhangi bir konuda Türkiye hükümetinin mevzuatını yeterli bulmuyorsa ya da o
öyle görüyorsa "şu şekilde kanun çıkarın" diyecek ve biz de anlaşma gereği o
şekilde kanun çıkartacaktık.
1946'den başlayarak, emperyalizm ülkemize IMF olarak, yabancı şirketler olarak
girdi. IMF, Dünya Bankası, OECD gibi finans kuruluşları; Phillips, Ford, MAN,
General Electric, ITT, Kamatsu, Caterpillar, Mobil vb. gibi tekeller günlük
yaşamımızın ayrılmaz birer parçası haline geldiler. Yaptıkları yatırımlarla
ekonominin denetimini eline geçirerek, yarattığı işbirlikçileriyle sömürünün,
baskının, işsizliğin, açlığın ve yoksulluğun kaynağı oldu.
ASKERİ ÜSLER
Truman doktrini Akdeniz‘in doğu kısmında askeri üslerin kurulmasını da
öngörmekteydi. Truman doktrininin tamamlayıcısı ve devamı olan ABD Dışişleri
Bakanının adı ile anılan “Marshall” planı ile birlikte Amerika sosyalist ülkelere;
Yakın ve Ortadoğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarına karşı geliştirdiği “soğuk
savaş” mücadelesinin temellerini de atmaya başladı.
Soğuk savaşın başlamasıyla birlikte Türkiye; Amerikan emperyalizminin ileri
karakolu olarak belirlendi. Amerika, Doğuda gelişen Sovyetler Birliği'ne karşı
yakın olmak ve Türkiye’den burayı denetim ve kontrol altında tutmak amacıyla ve
özellikle de coğrafi konumundan dolayı Türkiye’yi seçmişti. Amerikan yardımları
Türkiye’nin kara kaşı, kara gözü için değil, Amerika’nın doğu, yakın-doğu ve ortadoğudaki çıkarlarının korunması için verilmişti.
13 Mart 1947 tarihli gazetede bir müjdeli haber!!! yayınlanıyordu.
“Başkan Truman, seçkin bir Türk ve Yunan personelinin talim ve terbiyesi için
yetki istedi.” Büyük Amerika personelimize talim ve terbiye verecekti. Ne için ?
Niçini belliydi. Nitekim 1 Nisan 1947 tarihli New York Herald Tribune gazetesinde
şunlar yazılmaktaydı :
Türkiye ve Yunanistan’ı gerçekten yardıma muhtaç oldukları ya da demokrasi
modeli teşkil ettikleri için seçmedik. Bu ülkeleri Sovyetler Birliği’nin kalbine ve
Karadeniz’e açılan stratejik kapılar olarak seçtik.
Truman Doktrini ve Marshall Planı ile emperyalizm ülkemize geri gelmişti.
SEVİNÇLİ OLAY-ZİNCİRLİ HÜRRİYET
Sosyalistler daha o günden “yardım”ın gerçek amacını ve Türkiye’nin geleceğini
nasıl karartacağını görüyor ve karşı çıkıyorlardı.
“Zincirli Hürriyet” dergisinin 5 Şubat 1948 günlü sayısında Doç. Dr. Mehmet Ali
Aybar bu anlaşmayı şöyle değerlendiriyordu:
“ .. Amerikan yardımını, bir kere bizi şimdiden istiklalimizden mahrum edeceği ve
Amerikan himayesi altına koyacağı için istemiyorum. Yardımın şartları malüm:
Amerika Cumhurbaşkanından tutun da derece derece ta Amerikan radyo ve gazete
muhabirlerine kadar birtakım yabancılar yardımın yerinde kullanılıp
kullanılmadığını kontrol etmek bahanesiyle bizim içişlerimize müdahale
edecekler.”
İsmet Paşa ise tam tersini söylüyordu “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin
memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının
yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlamalıdır.”
Türkiye 3 Nisan 1948’de Avrupa Ekonomik işbirliğine katıldı.
4 Temmuz 1948’de de; Marshal planı çerçevesinde “Türkiye-ABD İktisadi İşbirliği
Anlaşması” imzalandı. 8 Ekim 1948 Türkiye ilk kez Dünya Bankası’na 50 milyon
dolar borçlandı. O zaman 1 Dolar 1 Türk Lirası değerindeydi. İlk borçlanma
gerçekleşmiş, “Amerikan yardım programı“ ağını örmeye başlamıştı.
Böylece, Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü önderliğindeki CHP
hükümetlerinin, ABD ile yaptığı ikili antlaşmalarla ülkemiz ABD emperyalizminin
boyunduruğuna sokuldu.
ÖZGÜRLÜK- İŞKENCE OKULLARI
Bugün olduğu gibi o gün de Amerikan emperyalizmi, dünyaya ve Türkiye’ye
“özgürlük” götürmek için canla başla çalışıyordu. “Özgürlükleri” garantiye
almak için büyük çabalar harcıyordu. Ancak bu “özgürlük” herkes için farklı
anlamlar ifade ediyordu. Özgürlük denince, Batı hayranı bazı aydınlarımız için
düşünme özgürlüğü, dindarlarımız için ibadet özgürlüğü, tüccarlarımız için
“ticaret” özgürlüğü akla geliyor ve sempati ile karşılanıyordu.
Emperyalizm için ise tılsımlı “özgürlük” sözcüğünün arkasına gizlenen “soyma,
sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma” özgürlüğü idi. Asıl bu “en önemli
özgürlük” garanti altına alınmalıydı. Emperyalizmin bu “özgürlülüğüne“ karşı
çıkacak, uluslar, yönetimler, insanlar kontrol altına alınmalı, yönlendirilmeli,
direnenler etkisiz hale getirilmeli ve yok edilmeliydi.
Bunun için bazı mekanizmalara, bazı merkezlere ihtiyaç vardı. Tüm ülkelerde bu
işlemleri yürütecek, organize edecek görevliler, işbirlikçiler gerekiyordu. Gerekirse
istenmeyen yönetimleri devirecek darbecilere, darbe ortamlarını yaratacak
provokatörlere, direnenleri etkisiz hale getirecek sorgu merkezlerine, işkencecilere
ve bunları eğitecek yönlendirecek üslere gereksinim vardı.
ABD emperyalizmi, öncelikle Latin Amerika’yı, büyük bir deney alanı olarak
kullanarak, bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Darbe yöntemlerini
kuramlaştırdı.
DARBE- İMALAT VE İTHALATÇI
Amerika ilk darbe okulunu (Fort Gullic’i) 1946 yılında Panama’da kurdu. Güney
Amerika'daki bütün faşist katilleri, işkencecileri, darbecileri, bu okulda yetiştirdi.
Bu “okul” daha sonra ABD’ye, Fort Benning’e taşındı.
Georgia eyaletinin Fort Benning kasabasındaki bu askeri eğitim tesisinde:
Latin Amerika ülkelerinin yönetimlerine ‘demir yumruk’ asker ve polisler
yetiştiriliyor. Guetamala, El Salvador, Kolombiya, Nikaragua, Honduras gibi
ülkeler, bu askeri tesiste eğitilen nice subay ve polis şefinin ‘marifeti’ ile faili
meçhul cinayetler, işkence, bombalama, adam kaçırma, suikast gibi ‘terörist’
eylemle tanışıyor ve bu ülkelerin ‘demokrasi’lerinde sık sık yaşanan iniş ve
çıkışlarda, Fort Benning mezunları, hatırı sayılır bir rol oynuyorlar.
ABD hükümetinin işlettiği bu okulun adı, yakın bir zamana kadar ‘Amerikan
Ülkeleri Mektebi’ (School Of Americas) ya da kısaca SOA’ydı. Ancak Senato’daki
yoğun tartışmalar ve bu okulun faaliyetlerine ilişkin soruşturmaların ardından,
2005 Ocak ayından itibaren, aynı binada ‘Batı Yarımküresi Güvenlik İşbirliği
Enstitüsü’ (Western Hemisphere Institute for Security Cooperation) ya da WHISC
adı altında çalışıyor. 1946 yılından bu yana 60 bin Latin Amerikalı subay ve
polisin eğitim gördüğü bu askeri eğitim tesisi, bakış açınıza göre ‘eli kanlı
teröristlerin eğitim kampı’ ya da ‘demokrasi bekçisi, vatansever subay ve polislere
Amerikan hükümetince gereken eğitimin verildiği bir askeri enstitü’ sayılıyor.
“Okul”da, işkence, darbe, katliam, sabotaj ve provokasyon öğretiliyor. Her türlü
“darbe imalat ve ithalatçıları” yetiştiriliyor.
Bu okullarda yetişen katiller, darbeciler, işkenceciler, tüm “müttefik” ülkelere
“NATO” ülkelerine “uzman” ve “eğitimci” olarak gönderiliyor. Merkezi emirkomuta zinciri içerisinde bu ülkelerde de benzer mekanizmalar oluşturuluyor ve
çeşitli bağlarla birbirine bağlanıyor.
Bu bağlardan en önemlisi CIA. Washington’dan dünyanın bütün başkentlerine CIA
ve diğer istihbarat örgütleri arasındaki ilişki sayesinde bir iletişim ağı kuruluyor.
ABD cani, katil, suikastçı, provokatör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren
okullardan çıkan adamları vasıtasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma
gözetim altında tutuyor dünyayı.
NATO da bu bağlardan biri. Brüksel'deki SHAPE Karargahı'nda (NATO Müttefik
Baş Kumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu örgüt; NATO ülkelerindeki
Allied Coordination Center (Koordinasyon Merkezi), ACC'lere kumanda ediyor.
Bu konuda ABD Genelkurmay eski başkanı Oramiral William Crowe bakın ne
diyor.
“Biz müttefik ülke subaylarına ABD'de eğitim görmeleri için askeri kurslar veririz.
Bu kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadroları
üzerinde etki sağlamaktır.”
OKULDAŞLAR
İşte, bu okullardan yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları doğrultusunda
faşist rejimler kurarak on binlerce insanı katleden isimlerin bazıları: Albay Byron
Lima Estrada, Guetamala City’de Piskopos Juan Gerardi’nin 1998 yılında
öldürülmesi olayından hüküm giydi. Gerardi’nin öldürülmesine yol açan eylemi,
ülkenin D-2 olarak da anılan askeri istihbarat örgütünün marifetlerine ilişkin
olarak yazılan bir kitabın yazımına yardımcı olmaktı. D-2’nin başında Albay
Estrada vardı. Söz konusu örgüt, Maya yerlilerine ait 448 köyün terörize edilmesi
ve onbinlerce kişinin “bölücülük” nedeniyle öldürülmesi kampanyasının arkasında
yeralıyordu. Guetamala’da, anılan yıllarda görev yapan Lucas Garcia, Rios Montt
ve Mejia Victores hükümetlerinin bakanlarının yüzde 40’ı School Of Americas
(SOA) mezunuydu.
1993 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleri araştırmakla
görevlendirilen bir komisyon, El Salvador’da iç savaş sırasında yasadışı
cinayetlerin sorumlusu olduğu saptanan subayların adlarını yayınladı. Aralarında
Roberto D’Aubuisson’un da bulunduğu bu katillerin yaklaşık üçte ikisi SOA
mezunuydu.
Şili’de, Sosyalist Başbakan Salvador Allende hükümetini devirip ‘demokrasi’yi
kuran General Augusto Pinochet rejimini ayakta tutan gizli polisin işlettiği üç
toplama kampının elemanları da SOA’nın parlak mezunları arasındaydı.
Arjantinli diktatörler Roberto Viola, Leopoldo Galtieri, Panamalı Manuel Noriega
ve Omar Torrijos, Peru’lu Juan Velasco Alvarado ve Ekvador’lu Guillermo
Rodrigez gibi ‘demokratik rejim kahramanları’nın da feyz aldıkları yer hep
aynıydı. Fort Benning’deki School of Americas.
İŞKENCE EĞİTİM EL KİTABI
Amerikan Senatörü Daniel Patrick Moynihan 1999 yılında senatoda bir önerge
vererek bu “okulların” kapatılmasını ister :
“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning'deki Amerikalılar
Okulu'nu (SOA) inceledim. SOA diplomalı görevliler tüyler ürpertici eylemlerde
bulunuyorlar. Bu okullarda işkence, gasp, suikast ve insanları kaçırma yöntemleri
öğretilmektedir.
1996 yılı Eylül'ünde Pentagon (Savunma Dairesi) “İşkence Eğitim El Kitabı”nı
SOA'nın kullanmasına izin verdi.
Bu kitapta sahte suçlama, şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki ve diğer
işkence yöntemleri SOA'daki görevli personel tarafından Latin Amerikalı askerlere
halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma, sendikalarla diğer çalışma ile
yoksulluğu kullanma taktikleri öğretiyor.
Bu Cinayet Okulu yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa bizim
çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış değildir.
Lütfen SOA'nu Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”
Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu önergeler
reddediliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika demokrasilerini
güçlendirmek için önem taşıdığı...” .
“Okullar” kapatılmaz, ama Temsilciler Meclisi’nde “Kapatıp başka bir isimle
açma” önerisi kabul edilir. İsmi değişir. Artık okulun adı SOA değil WHISC’tir.
Bu örgütlenmenin uzantılarının, Sovyetler Birliği’nin burnunun dibinde bulunan ve
NATO ön cephesi sayılan Türkiye’de de bulunmamasına imkan yoktu.
MEDAR-I İFTİHARIMIZ ÖĞRENCİ
Amerikan okullarında yetişenlerden biri de 1960 sonrasının anlı şanlı başbuğu
Alpaslan TÜRKEŞ.
Alpaslan TÜRKEŞ 1948 yılında 16 kişilik bir grupla Amerikan Kara Harp
Akademisi’ne gönderiliyor. Burada 2.5 sene kalıyor. Georgia Eyaleti’ndeki Piyade
Okulunda “gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları”
konularında eğitim alıyor.
Türkeş bu dönemi şöyle anlatır :
“16 Türk Subayı, Amerika’ya gönderildik. Burada, İngilizce tabiriyle:
Oriyantasyon (Yönlendirme) Kursu’na tabi tutulduk. Canas Eyaletinde 2 Amerikan
Kara Harp Akademisi’nde eğitim gördük. Missouri Nehrinin kıyısında güzel bir
kasabaya yerleştik. Önce İngilizce kursları verdiler. Ardından arazi
değerlendirmesi ve hava fotoğraflarının okunması konusunda eğitim gördük.
Aramızda, Güney Amerikalı Subaylar da vardı. Bolivya’dan, Şili’den, Arjantin’den
gelen subaylarla birlikte kurs gördük. Ardından, Georgia Eyaleti’nde bulunan
Amerikan Piyade Okulu’na gönderildim.
Amerika, birdenbire gözümü kamaştırdı. Kıbrıs ve Türkiye’den başka hiçbir ülkeyi
görmemiştim. İlk defa yurtdışına çıkıyordum. Amerika’daki staj dönemi bittikten
sonra, Türkiye’ye döndüm. Gelibolu’daki birliğime intikal ettim. Kısa bir süre
sonra, Çankırı ‘Gerilla Okulu’na Gerilla Öğretmeni‘ olarak tayinim çıktı. Yüzbaşı
rütbesindeydim; iki buçuk yıl orada kaldım.
Kurmay Subay sınavı açılınca, o fırsatı yeniden değerlendirdim. Bir defa daha
kazandım ve Kurmay Binbaşı rütbesiyle Kara Harp Akademisinden mezun oldum.
Bu sefer görev yerim, Başkent Ankara idi, Genel Kurmay Başkanlığı Yayın
Şubesine tayin edildim. Aynı şubede Nurettin Ersin (12 Eylül’ün paşası TÇ) de
vardı. O sıralarda, yine Genelkurmay Başkanlığında dış görevler için sınav açıldı.
Sınava girdim, onu da kazandım; bu sefer, Washington’da, Pentagon’da NATO
Türk Temsil Heyeti Üyeliği’ne atanıyordum.”
Alpaslan Türkeş aldığı diplomanın hakkını fazlaca vermiş, okul sonrası hayatında
hocalarına parmak ısırtacak kadar başarıdan başarıya koşmuştur. Aferin beklerken
12 Eylül 1980’de, görevine son verilerek bir paçavra haline getirilmiş; elindeki
faşist bayrak Kenan Evren’e verilmiştir. Her ikisi de Harp Okulu mezunudur.
Mustafa Kemal öldüğü sene Kurtuluş Savaşı veren orduya subay olarak
katılmışlardır. Amerikalıların “Bizim çocuklar” diye belirtmekten çekinmediği;
bizce aşağıladığı karakterleriyle 1938 de subay olurken ettikleri yemine ihanet
etmişlerdir. Alpaslan Türkeş, kendi ifadesiyle “12 Eylül’de fikrini iktidarda,
bedenini Askeri Mevki Hastanesi’nde gözaltında” bulmuştur. Yerini silah arkadaşı
Kenan Evren almıştır. CIA daha onun gibi nicelerini kullanıp atmıştır. Tarihin
çöplükleri kirli kullanılmış mendillerle doludur.
PARA KOKUSU-KİBLE
Amerika yolcuları sadece Amerikan Harp Akademisine gönderilen subaylardan
ibaret değildi.
Atatürk ve arkadaşlarının Genç Türkiye ekonomisini canlandırmak, “iktisadi devlet
teşekkülleri” yanında, ekonominin ve toplumun motor gücü olmasını düşündükleri
“milli burjuva”yı oluşturmak için besleyip büyüttükleri “tüccarlarımız” da gelişen
dünya koşullarını izliyor ve “rotalarını" oluşan koşullara göre yeniden
çiziyorlardı. Keskin burunları “Özgürlük” ve “Para” kokusunu almış, Amerika
yolculuklarına çoktan başlamışlardı.
“Büyük” işadamımız Vehbi Koç’u kendi ağzından dinleyelim:
“1943 yılındaydık. Savaş uzuyor, bütün Avrupa’yı titreten Alman orduları
Hitler’in durmadan değişen kararları ile yıpranıyor, savaş uzadıkça da müttefikler
zaman kazanıyor, güçleniyordu. Yılın ikinci yarısında bende şu görüş belirdi: Bu
savaşı Amerika ve Müttefikler kazanacak, ticaret serbest olacak, Avrupa bitkin bir
halde, Amerika ile büyük iş yapmak imkanları çıkacak; iş alanıma giren büyük
Amerikan firmalarının temsilcililiklerini almalıyım. “
Alıyor da.
Önce, Amerikan kolejini, bitirmiş, Amerikan üniversitelerinde ihtisas yapmış Vecihi
Karabayoğlu’nu Amerika’ya gönderiyor.
”Vecihi Bey Amerika’da evinde çalışmaya başladı. Birkaç ay sonra şirketlerle ilişki
kurdu. General Electric, U.S. Rubber, Oliver, Burrouhs, York gibi büyük firmaların
temsilciliklerin almayı başardı”
İş adamlarımız “burjuva” olamadan “milli burjuva“ hiç olamadan, büyük bir
gururla “işbirlikçi” olmayı başarıyorlardı. “Para” ve “güç” kimdeyse, “hizmet”
onaydı. “Paranın” dini, imanı, milliyeti olamazdı. “Mark”ın saltanatı bitmiş
“Dolar”ın saltanatı başlamıştı. “TL“ nin ise “kıymet-i harbiyesi” kalmamıştı.
Kıbleler değişiyordu. Kapitalistlerin “dini”, “imanı” artık “dolar”dı. Kıble artık
“Almanya” olmaktan çıkmış; doğal olarak “Amerika” olmuştu.
“MİLLİ ŞEF” OUT – “DEMOKRASİ KAHRAMANI” IN
Bu durum Türkiye’nin iç ve dış siyasetini de ister istemez etkiledi. “Milli Şef” artık
“Demokrasi Kahramanı” idi.
2. Adam” İnönü, 1. Adam Atatürk ile birlikte yaptıklarını yadsıyarak, kapıdan
kovdukları emperyalizmi, bacadan tekrar içeri buyur ediyordu.
Mustafa Kemal’in talimatıyla Lozan‘da ülkenin bağımsızlığına imza atan İsmet
İnönü, onun yokluğunda şimdi ardı ardına bağımlılık anlaşmaları imzaladı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı olanı ne güzel anlatıyor:
…..İkinci meşrutiyet inkılapçılarını, Osmanlı derebeyi artıklarının kucağına
düşürmek için, batılı devletler, kapitülasyonlar manivelasıyla, ittihatçıların
başlarına açtıkları siyasi gailelerden faydalandılar.
Birinci cumhuriyet inkılapçılarımıza siyasi basınç oyunu oynayamayan aynı
devletler, iktisadi hulul politikası yoluna gireceklerdi.
Bunu en feci şekilde belirten jest, Lozan anlaşmasında kapitülasyonların
kaldırıldığı gün Lord Kürzon tarafından yapılmıştır. Lord, salondan çıkarken
koluna girdiği İsmet paşaya; Mutlak istiklal için boşuna uğraştınız. Bu (baş ve
şahadet parmaklarını birbirine sürtüp, göz kırparak) para bizde oldukça, er veya
geç kucağımıza düşecek değil misiniz? demişti.
Bugün Birinci Cumhuriyet Partilerinin sonuçlarına bakarken ister istemez o jest
gözümüzde büyüyor.
İkinci Meşrutiyet Devrinin Meşhur Partileriyle, Birinci Cumhuriyet Devrinin
Meşhur Partileri arasındaki kader benzerlikleri bu açıdan insanı şaşırtıyor;
Meşrutiyetin “İttihat Ve Terakki Fırkası” birinci cumhuriyetin Cumhuriyet Halk
Partisidir. Meşrutiyetin “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” da Demokrat Partidir.
Meşrutiyette (başka birçok partiler gibi) Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İttihat ve
Terakki’den çıkmıştı. Demokrat Partide CHP'den çıktı.
Ve birbirinden çıkmış olmayan partiler sistematik olarak yaşatılmadı.
DP, İtilafçılar derecesinde ihanete sürüklendi. Ama CHP de, Cumhuriyet
İnkılaplarını baltalamakla bu ihanete zemin hazırlamaktan geri kalmamıştı...
AMERİKAN BAYRAĞINDA YILDIZ OLMA
CHP nin yayın organı ULUS Gazetesinin 11 Ekim 1946 tarihli sayısında Falih
Rıfkı Atay:
“Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin güvenliğine
dayanan, harpsiz ve saldırısız sade ve kanun bağışlama ve anlaşmaların hüküm
sürdüğü bir dünya!
Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih
yıldızını görür” diye yazıyordu.
KADERİNİ BAĞLAMAK
Ya, Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’nin dışişleri memuru, genel sekreteri ve daha
sonrada bakanı olan ve dış ilişkilerine yön veren Feridun Cemal Erkin bakın ne
diyor :
Türkiye’ye karşı Amerikan ilgisi Türk milleti tarihinin en önemli anlarından
birinde kendisini gösteriyordu.
Şecaat ve yiğitliğe karşı insiyaki saygı gösteren duygulu ve cömert Amerikan
milleti, uzun asırlar boyunca Türk Milletini Batı medeniyetinin düşmanı olarak
göstermeye uğraşmış olan düşman propagandasının aldatıcı örtüsü gerisinde
değeri bilinmeyen milletin hakiki çehresini sezmeğe başlıyordu.
Bu karşılıklı buluşma ve tanışma her iki milleti, Amerikan anlayışı ve teşebbüsü
sayesinde, ilişkilerini Şubat 1953’de Kuzey Atlantik Antlaşması (NATO) sinesinde
ittifak bağlarıyla tamamlanan fiili bir işbirliği zirvesine yükseltmeye sevk edecekti.
Yeniden başlayan sıkıntılı ve hayati yarışmada Türkiye, ancak kaderini Amerika ve
Büyük Britanya’ya bağlamak suretiyle selamete kavuşabilirdi .”
İSTİKAMET KÜÇÜK AMERİKA-KOŞAR ADIM MARŞ MARŞ
12 Mart cuntasının başbakanı, o günlerin CHP milletvekili Nihat Erim 20 Mart
1947 de Ulus Gazetesinde yayınlanan demecinde:
“Kati olarak beyan edebilirim ki, Amerika, ileriye süreceği şartları tespit ederken,
ilgili memleketlerin ekonomik ve politik bağımsızlıklarına en ufak bir gölge dahi
düşürmekten ihtimamla kaçınacaktır” diyordu.
19 Eylül 1949’da da Nihat Erim müjdeyi veriyordu. “ Türkiye küçük bir Amerika
olacak”
Aynı günlerde; 23 Eylül 1949’’da BBC “Irak, İran ve Türkiye’nin solculuğa karşı
polis ve haber alma kuvvetleriyle tedbirler almak için, birlikte çalışmaya karar
verdiklerini” duyuruyordu. Üniversitelerde solcu öğretim üyeleri takip ediliyor,
ilericiler fişleniyordu. Her yerde “komünist parmağı” aranıyordu.
Bu dönemi kronoloji olarak özetlersek :
7 Eylül 1946 Türk parasında ilk devalüasyon yapıldı
23 Kasım 1946 Bir Amerikan Filosu İzmir’e geldi.
4 Aralık 1946 Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
3 Mart 1947 Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması
kararlaştırıldı.
11 Mart 1947 Türkiye, Uluslararası İskan ve Kalkınma ankasına (Dünya Bankası)
ve Uluslararası Para Fonuna (IMF) katıldı.
9 Nisan 1947 Köy Enstitüsü öğrencilerinin enstitü yönetiminde söz sahibi
olmalarına son verildi
12 Nisan 1947 İncelemeler yapmak üzere bir ABD Heyeti geldi.
22 Nisan 1947 Truman doktrini Amerikan Senatosunda kabul edildi.
2 Mayıs 1947 Bir Amerikan Filosu İstanbul’a geldi. Filo komutanları ile görüşmek
için Cumhurbaşkanı İnönü İstanbul’a gitti.
9 Mayıs 1947 Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı. Truman Doktrini
Amerikan Meclisinde onaylandı
20 Mayıs 1947 Köy Enstitüleri kitaplıklarında sakıncalı görülen kitaplar ayıklandı
ve yakıldı.
22 Mayıs 1947 20 kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver
başkanlığında Türkiye’ye geldi.
24 Mayıs 1947
Kara Kuvvetlerinde subay üniformaları
Amerikan modeline göre değiştirildi.
28 Mayıs 1947
Sıkıyönetim 6 ay daha uzatıldı.
14 Haziran 1947
Amerikan İktisadi Heyeti, Türkiye’ye geldi.
12 Temmuz 1947
ABD ile yardım anlaşması imzalandı.
8 Ağustos 1947
Bir grup subay eğitim görmek için ABD’ye gitti.
4 Eylül 1947 Köy Enstitüsü yasasında değişiklik. Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.
21 Eylül 1947 Bir Amerikan yardım kurulu geldi.
2 Ekim 1947 ABD Kongre üyesi Mundt Türkiye’deki
demokratikleşme
sürecini öven demeci
Ulus gazetesinde yayınlandı
5 Ekim 1947 Genel Kurmay Başkanı Salih Omurtak
Başkanlığında
bir heyet ABD ye gitti.
31 Ekim 1947 Bir ABD yardım kurulu daha geldi.
31 Ocak 1948 Din konusunda yapılacaklar için
Cumhurbaşkanı ve
CHP Genel Başkanı İnönü
başkanlığında Şemsettin Günaltay,
Tahsin
Banguoğlu ve Nihat Erim toplandılar.
5 Şubat 1948 Mason dernekleri yeniden açıldı.
19 Şubat 1948 Meclis Gurubu’nun okullara din dersi
konulmasına
ilişkin bildirisi gazetelerde
yayınlandı.
9 Haziran 1948
Toprak ağası Cavit Oral, Toprak reformunu
da
uygulamakla görevli Tarım Bakanı oldu.
4 Temmuz 1948
ABD ile Ekonomik ve İşbirliği Anlaşması imzalandı
12 Temmuz 1948
Bayındır Bakanı Nihat Erim, Amerikalı
uzmanların Türkiye’yi topoğrafik, ekonomik
ve askeri açılardan incelediklerini
açıkladı.
8 Ekim 1948 Dünya Bankasından 50 milyon dolar kredi
alınması için
girişimde bulunuldu.
22 Ocak 1949 Türk Hükümetinin istediği borç için Dünya
bankasından iki
kişilik bir kurul incelemelerde
bulunmak için geldi.
15 Şubat 1949 İlkokullarda din dersi okutulmaya başlandı.
28 Şubat 1949 IMF heyeti geldi.
31 Ekim 1949 İlahiyat Fakültesi Ankara da açıldı.
1 Mart 1950 Türbelerin açılmasına ilişkin yasa kabul edildi.
14 Mayıs 1950
DP seçimleri kazandı.
İKİZLER- KAYIKÇI KAVGASI
Türkiye o günlerden beri “Amerika” konseptlerine göre yönetilmeye başladı. Bu
politikaların bugün ülkemizi getirdiği yer ve ödenen bedeller ortada. Ülkenin
bağımsızlığından yana olan, ezilen sınıf ve tabakaların haklarını savunan
devrimcilere yönelik yıllardır uygulanan baskının üzerlerinden adeta bir silindir
gibi geçmesinin ülkeye hiçbir yarar sağlamadığının en büyük kanıtı, işte bugün
geldiğimiz nokta. Dışa bağımlı ve işbirlikçi bir politika... Çürütülmüş ve
yozlaştırılmış toplum yapısı... Yozluğu, yoksulluğu ve yolsuzluğu her gün daha da
artan “düzenbazlar” cenneti bir “düzen”.
ABD güdümlü bu politikaları yıllardır uygulayanlar, iki usta cambaz gibi, siyaset
ipini yıllarca paylaşarak millete ölümlerden ölüm beğendirmişlerdir. Bu yıkıntının
mimarları ortadadır ve er veya geç hesap vereceklerdir.
Hesap vermesi gerekenlerin, hesap sorması bugün demokrasi kahramanları gibi
sunulması, bu ülkenin talihsizliğidir.
Ülkenin eğitim seferberliğinin, öğretim ve eğitimin köylere kadar yayılmasını
sağlayan Köy Enstitülerini kapatanlar onlardır.
“Sürer eker biçeriz / Güvenip ötesine / Ulusun her kazancı ulusun kesesine /
Toplandık baş çiftçinin / Atatürk’ün sesine / Biz Ulusal varlığın temeliyiz köküyüz /
Biz yurdun öz sahibi / Efendisi köylüyüz” diyen köylülerin gür sesi 1946 yılında
susturulmadı mı? Bunların yerine hızla ve inatla İmam ve Hatip okulları açılmadı
mı?
Ülke aydınları; Pertev Naili Boratav; Behice Boran, Niyazi Mediha Berkes, Adnan
Cemgil, Azra Erhat; solcu oldukları için tutuklanıp, üniversitelerden
uzaklaştırılmadı mı?
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşalı CHP tarafından başlatılan karşı devrim,
Menderesli DP tarafından daha da hızlandırılarak sürdürülmüştür. Aralarındaki
kavga, kayıkçı kavgasından öteye geçmemiştir.
4. BÖLÜM
ALTÜSTLÜKLER
DP–27 MAYIS–22 ŞUBAT–21 MAYIS
ZAVALLI HALK PARTİSİ
1950 seçimlerine ekseriyet sistemi ile giren CHP seçimleri alacağına emindir.
Tüm devlet gücünü halkın üzerinde kullanacaktır. Halk jandarma baskısıyla tehdit
altındadır. CHP, DP’nin “komünist” olduğu propagandasını yapmakta, DP’nin
dinsiz, kendisinin dindar parti olduğunu söylemektedir.
CHP içinde Mustafa Kemal‘in gümbür gümbür devrim söylemlerinin yerini,
bezirgan nutuklar almaktadır.
Paşalar tedirgindir. İktidarın CHP’nin elinden kaçması olasılığı vardır. Paşalar
İsmet Paşayla görüşürler. CHP uyguladığı seçim sistemiyle, bürokrasi baskısı ve
verdiği gerici taviz ödünlerle kazanacağına emindir. Uygulanan “ekseriyet“
sisteminde bir seçim bölgesinde en çok oyu alan parti, o bölgede tüm
milletvekilliklerini kazanmaktadır. Paşaları rahatlatır.
14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimleri “grev hakkı tanımak”, “basını özgür
kılmak”, “anti-demokratik yasaları değiştirmek” gibi programında aydınların da
desteklediği maddeler bulunan Demokrat Parti seçimleri kazandı. İnönü ve CHP
artık muhalefetteydi. CHP meclise ancak 69 milletvekili sokabildi. DP’nin
meclisteki sandalye sayısı ise 408 di.
Seçim sonuçları depremdir. CHP ve Paşalar şoktadır.
Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan oldu.
2 Haziran’da, Adnan Menderes, kabinesini açıkladı. 295 Milletvekilinin katıldığı
oylamada, 282 oyla güvenoyu aldı.
6 Haziran’da ordunun üst yönetimini büyük ölçüde değiştirdi. Bir çok general ve
üst rütbeli subayı emekliye ayırdı.
“Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisini korkunç bir bozguna uğrattı.
Oysaki Halk Partisi, halkı kazanacağını umarak fikirleriyle, prensiplerinden son
zamanlarda ne fedakarlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri,
okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip
kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan
haklar... Hiçbiri kar etmedi. Zavallı Halk Partisi” (Orhan Veli 15 Mayıs 1950
Yaprak)
BAŞKALARINDAN BEKLEME
Halka “demokrasi” vadeden DP, demokrasiye susamış tüm kesimlerden, hatta ülke
aydınlarından ve sol kesimden de büyük destek almıştı.
DP iktidarı büyük sevinç yarattı. Solcular bile; sanki kendileri iktidara
gelmişcesine seviniyorlardı. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun da belirttiği gibi:
“Sanki halk savaşı sonunda ülke düşman saldırısından kurtarılmıştı. Esen ve
estirilen hava buydu…”
Bugün olduğu gibi o günlerde de halk ve aydınlar kendi ellerinde olan
“kurtuluşu”;
kendi
örgütlü
mücadeleleriyle
ilmik
ilmik
örerek
gerçekleştirebilecekleri “demokrasiyi” ve “özgürlükleri” hep başkalarından
bekliyorlardı ve başkalarının değirmenine su taşıyorlardı.
Ne var ki, her zaman yaşadığımız gibi, iktidara gelinir gelinmez verilen sözler
unutuldu. Çok kısa sürede DP’nin de makyajı silindi. Gerçek yüzü açığa çıkmaya
başladı.
Demokrat Parti iktidarı, iktidara geldiği günden itibaren ülke içinde gericiliğe
taviz üstüne taviz verirken, dış ilişkilerde tamamen Amerika’nın güdümünde bir
siyaset izlemeye başladı.
MUSTAFA KEMAL’İN BAŞBAKANLARI
16 Haziran 1950’de Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasına dair kanun
kabul edildi. 1933 yılından beri Türkçe okunan ezan yeniden Arapça okunmaya
başlandı. Kuran kursları yaygınlaştırıldı.
Bu sıralarda Amerika’nın başını çektiği Kapitalizm ve Sovyetler’in başını çektiği
Sosyalizm bloğu karşı karşıyadır.
6 Haziranda ordu yönetiminde istediği değişikliği yapan Menderes DP Hükümeti,
NATO’ya girişi kolaylaştıracağı düşüncesiyle, 1 Temmuz 1950’de TBMM’nin
yetkisini hiçe sayarak karar almadan, Kore savaşında emperyalist devletlere karşı
mücadele veren, mazlum Kore halkına karşı Amerika’nın yanında savaşmak üzere
Türk askerini göndermeye karar verdi.
Bu karar İsmet İnönü liderliğindeki CHP tarafından da desteklendi. Ne acıdır;
verdikleri Kurtuluş mücadelesiyle örnek olmuş, emperyalizme karşı dövüşmüş bir
ulusun iki önderi İsmet İnönü ile Celal Bayar aynı amaçta birleşmektedir.
Mustafa Kemal’in başbakanları Bayar ve İnönü emperyalizme hizmet etmekte
yarışmaktadırlar. Lozan baş delegesi İsmet İnönü manda (sığınma) bayrağını,
Celal Bayar’a teslim ediyordu. Mustafa Kemal’in “Savaş bağımsızlık için
verilmediği taktirde cinayettir” ve “Yurtta sulh cihanda sulh“ sözleri unutularakunutturularak, askerlerimiz Amerikalı Komutanlar emrinde “katliama”
gönderiliyordu.
KORE-BEHİCE BORAN
26 Temmuz 1950 günü Kore’ye Amerikalı komutan Mac Arthur emrinde savaşmak
üzere 4500 kişilik bir tugay asker gönderildi.
Başkanlığını Behice Boran’ın, Genel Sekreterliğini Adnan Cemgil’in (1971’lerde
öldürülen Sinan Cemgil’in babası) yaptığı Türk Barışseverler Cemiyeti, bu onursuz
davranışa karşı çıkıyordu. Bu karşı çıkma nedeniyle Amerikan işbirlikçileri
tarafından 15 ay hapis cezasına çarptırılıyorlardı.
Türk Barışseverler Cemiyeti 21 Mayıs 1950 tarihinde Behice Boran, Adnan
Cemgil, Nevzad Özmeriç, Vahdeddin Barut, Osman Faruk Toprakoğlu, Turgut
Pura, Affan Kırımlı, Reşad Seviçsoy, Muvakkar Güran tarafından kurulmuştu.
Ne acıdır ki, emperyalizme karşı dünyada ilk kurtuluş savaşını başarıyla
gerçekleştirmiş bir ülkenin askerleri, emperyalizme karşı mücadele veren Kore
halkına destek vermek için değil, onları öldürmek ve ABD çıkarları için ölmek
üzere Kore’ye gönderiliyorlardı. 9. Amerikan Kolordusu’nun emrine verilen Türk
Birliği verdiği 721 şehit, 2147 yaralı, 234 tutsak ve 175 kayıpla Kore savaşında en
ağır kayba uğrayan Birleşmiş Milletler Birliği oluyordu.
DEĞİŞEN MADALYALAR
Kurtuluş savası madalyasını onurla taşıyan subaylarımızın yerini, Amerikanın
verdiği Liyakat madalyası, “Silver Star” nişanı, “Mümtaz Asker nişanı taşıyan
askerler alıyordu. Genel Kurmay Başkanımız, Liyakat madalyasını (Amerikan
üstün hizmet) alırken, Alay komutanımıza “Silver Star“ nişanı, Tugayımıza da
“Mümtaz Birlik nişanı veriliyordu. (Yine ne acıdır ki aynı dramlar 2000’li yıllarda
Afganistan’da, Irak’ta, Orta Doğu’da oynanıyor. Birliklerimize Emperyalizmin
emrinde görev yaptırılıyor. 13 Aralık 2005 de Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Büyükanıt’a Amerika’da törenle Liyakat madalyası takılıyor.)
Mayıs 1951 de TCK 141 ve 142.ci maddeleri ağırlaştırıldı. Sosyalistler gözaltına
alınarak ağır cezalara çarptırıldılar.
BİR ZAFER-NATO
Menderes hükümeti Kore Savaşının ardından, Temmuz 1951'de NATO'ya girmek
için müracaatta bulundu. NATO’ya girişimiz 21 Eylül 1951'de kabul edildi.
Menderes bunu bir zafer olarak ilan etti.
Bu girişimlerle, emperyalizme bağımlılık her geçen gün daha da artmaktaydı.
Menderes hükümeti Brüksel'de, hiç kimseye danışmadan, hiç kimse bizden böyle bir
talepte bulunmadan Devletin bütün silahlı kuvvetlerini NATO'da yabancı bir
kumandanın emrine sokuyordu. İşin acı tarafı bütün bunların ne anlama geldiğini
de biliyordu.
Meclis'te yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu :
“Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na girmek suretiyle milletler, kendi hükümranlık
haklarından esaslı takyitler kabul ve kendi milli iradeleri haricinde bir makamın
lüzum göstereceği faaliyetlere girişilmesine, prensip itibariyle muvafakat etmiş
bulunmaktadırlar! “
Menderes bu sözleri ile Birleşmiş Milletler, NATO ve Avrupa Topluluğu gibi
kurumlara girmekle temel hükümranlık haklarımızdan vazgeçtiğimizi açıkça
belirtiyor ve buna razı olduğunu söylüyordu.
Bu razı oluş emperyalist askeri güçlerin ülke topraklarına yerleşmesine yol
açıyordu. ABD üsleri Türkiye’nin dört tarafına yayılıyordu.
Türkiye daha Nato’ya girmeden, Amerikan askerleri Türkiye’ye girmişti.
“Dünyanın en büyük üssü” olarak adlandırılan İncirlik Üssü’nün kuruluşuna 1950
yılında başlanılmıştı.
19 Haziran 1951 tarihinde imzalanan “Kuzey Atlantik Andlaşmasına Taraf
Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Dair Antlaşmaya“ göre “Birleşik
Devletler Hükümeti, kuvvetleri için gereken teçhizatı ve makul miktardaki yiyecek,
ikmal maddeleri ve diğer eşyaları, münhasıran Birleşik Devletler Kuvvetleri,
mensupları, sivil unsuru ve yakınları tarafından kullanılmak üzere” Türkiye’ye
gönderilebilecekti.
ABD’nin kullanımına sunulan vatan toprakları, sadece İncirlik üssü ile sınırlı
değildi.
Gizli yapılan anlaşmalarla Türkiye’de yüzden fazla üssün bulunduğu söyleniyordu.
Ortaya çıkarılabilen anlaşmalarda bile “temel hükümranlık haklarımızdan” nasıl
vazgeçildiği ve bir başka ülkeye vatan topraklarının nasıl peşkeş çekildiği açıkca
anlaşılıyordu.
23 Nisan 1954 tarihinde Türkiye ile ABD arasında imzalanan “askeri kolaylıklar
anlaşması” ile ABD “Türkiye’deki tesislerde ortak savunma tedbirleriyle ilgili
faaliyetlere” katılabiliyordu. Bu anlaşma ile ABD Türkiye’de şu üslerde faaliyet
gösteriyordu;
•
sinop (elektromanyetik izleme)
•
Pirinçlik (radar uyarı, uzay izleme)
•
Yamanlar (İzmir), Şahintepe (Gemlik), Elmadağ (Ankara), Karataş (Adana),
Mahmurdağ (Samsun), Alemdağ (İstanbul), Kürecik (Malatya) (muhabere yerleri)
•
Belbaşı (sismik bilgi toplama)
•
Kargaburun (radyo seyrüseferi)
Amerika artık Türkiye’nin her yerindeydi.
DAHA YAKINDAN GÖSTERME
NATO, CENTO ve İkili Anlaşmalar konusunda İsmet İnönü’nün görüşleri ve
tutumu da pek farklı değildi. “2. Adam İnönü”nün yazarı Şevket Süreyya Aydemir
bile "İnönü hiç bir zaman NATO'nun aleyhinde olmadı" diyerek, onun “dış
politikada önemli bir konuşması”ndan şu sözlerini nakleder:
“Amerika ile yakın temaslarla başlayan münasebetler, NATO içinde kesin şeklini
almıştır. Hülasa bizim memleketin nötralist bir politika takip etmesi tasavvur
olunamaz. CENTO ittifakı Irak'ın ayrılmasından sonra ehemmiyetini artırmıştır.
Amerika'nın asli bir aza olmaması eksiği henüz durmaktadır. İkili Anlaşmalar,
Amerika'nın ilgisini daha yakından gösterme fırsatını vermiştir. Bütün bunları
memnuniyetle karşılıyoruz.” (2. Adam, cilt 3, sf. 346-47)
Sovyetler Birliği, gerek NATO'ya girdiğimiz, gerekse ABD'ye üs verdiğimiz için
Kasım 1951'de Türkiye'ye nota veriyor ve “doğacak sorumlulukların ve
neticelerinin Türkiye'ye ait olacağını” belirtiyordu.
Verilen tavizler ve Kore‘de akan, akıtılan kanlar sonucu; Türkiye Şubat 1952’de
NATO’ya kabul edildi. Türkiye hem NATO’ya girmek için öncesinde, hem de
girdikten sonra Amerika ve batılı ülkelere büyük tavizler verdi. (Tarih tekerrürden
ibaret mi acaba? Bugün de AB’ye girmek için veriliyor benzer tavizler).
Ülkemiz, üslerle, radar istasyonlarıyla dolduruldu.
1954 yılında ikili anlaşma ile Amerika’ya bağımlı bir hale geldik ve Türkiye
NATO’nun silah deposu oldu.
Amerika; barış gönüllüleri adı verilen casuslarıyla, misyonerleriyle CIA
uzmanlarıyla Türkiye’ye doldu.
TARAF-TARAFSIZLIK
9 Mart Olayı ve ardından verilen 12 Mart Muhtırası, 1946’da başlayan ABD
emperyalizminin ülkemize egemen olma süreciyle bir bütün olarak ele alınıp bir
değerlendirmeye tabi tutulmazsa açık ve net bir biçimde yerli yerine oturtulamaz.
Emperyalist bir savaşta, bu savaşı yöneten emperyalizm kendisi öyle istemedikçe,
hiçbir geri ülkenin kendi gücü ve zekası ile “tarafsız” kalabildiği veya kalabileceği
masalları ancak kahve sohbetlerinde ve uyuşmuş beyinlerde bir zemin bulabilir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında İsmet Paşa’nın kafasında dolaştırdığı
söylenilen ünlü tilkileriyle Hitler’i de, Churchill’i de kandırdığı için sağladığı
hikayeleştirilen “tarafsızlığımız” sonunda, Türkiye yüzlerce Amerikan üssü ile
topun ağzına sürülen bir numaralı Emperyalizm fedaisi haline sokulmuştur. Hiç
unutmamak gerekiyor: Mustafa Kemal Paşa en keskin anda yalnız ve ancak en
keskin biçimde “taraf” tuttuğu ve Emperyalizme açıkça karşı çıktığı için bu güne
dek ayakta duran Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
NATO - İÇİ PLAN
İsmet Paşa’nın devlet başkanı olduğu dönemde “12 Temmuz 1947 tarihli askeri
yardım anlaşması” sonrasında yapılan seçimlerde Demokrat Parti büyük bir
çoğunlukla iktidara gelmiştir.
Bu dönemde ABD emperyalizmi, Türkiye’yi bir ahtapot gibi bütün stratejik
noktalarından sarmıştır. Hava üsleri Adana’da “İncirlik”ten, Diyarbakır’da
“Pirinçlik”e kadar Güney ve Doğu Türkiye’nin tümünü yabancı pençesine
sokmuştur. Batı Anadolu’da İzmir, NATO merkezinin emrine verilmiş, İstanbul’dan
Kars’a kadar bütün kalabalık merkezlerimiz, Türkiye’nin ekonomi ve kültürüne
egemen İstanbul’daki Karamürsel, Merkez Amerikan üssünün etki alanına terk
edilmiştir. Ankara merkez tutularak bütün Orta Anadolu, Şile, Samsun, Trabzon
mevzileri ile tüm Karadeniz bölgemiz Amerikan üs ve mevzilerinin kontrolü altına
alınmıştır.
Bu konuşlanışta en dikkat çekici durum, tüm mevzilendirmeler Türkiye’yi her türlü
bir iç devrimden sakınmak ve her türlü karşı devrimi zorlamak için bir dış devrim
planlaması olmasıdır. Bu plan için iki stratejik şehir seçilmiştir. Adana ve
Diyarbakır. Bu iki şehrin ekseni Kürt ve Arap kökenli yurttaşların eksenidir.
Amerikan emperyalizmi, eski İngiliz casusluğunun izinden yürüyerek, Türkiye’yi o
eksene basarak ikiye parçalama yolunu planlamıştır. NATO - içi plan budur.
NATO- DIŞI PLAN
NATO dışı harcanışımız ise, NATO içi parçalanıp yutuluş planının kaçınılmaz
sonucudur.
Kurtuluş savaşı yıllarında, büyük bir dayanışma sonucu oluşturulmuş, Sovyet
dostluğuna dayanan istikrarlı dış politika kundaklanmıştır. İzlenen “Sovyet
düşmanı olmamak” politikalarının Türkiye’nin Uzak Doğu ve Yakın Doğu
kargaşalığına çanak tutmama anlamına geldiğini çok iyi bilen ABD emperyalizmi,
gönderilen dış yardımlar, benzin istasyonları, traktörler vb. ile donattığı egemen
sınıfları ve onların temsilcisi siyasal iktidarı Türk Ordusunun Kore savaşına
gönderilmesine ikna edivermiş ve NATO kazığını bağrımıza yerleştirmiştir.
Böylelikle yıllardır sürdürülen “Sovyet düşmanı olmama” politikası terk edilmiştir.
Sonuçta ABD emperyalizmi İngiliz casuslarının çiftlikleri olan Acem Şahının İran’ı
ile İngiliz ordusundan diplomalı işbirlikçilerin Pakistan’ını Türkiye ile aynı
torbaya koyup ağzını iyice kapatmışlardır.
YAN TESİSLER
Ülkemizi doğrudan doğruya kuşatan bu askeri üs ve mevzilerin yanında ayrıca
“yan tesisler” adı verilen ağlar da ülke bütününde örülmeye başlanmıştır. “Barış
Gönüllüleri” adı verilen binlerce CIA ajanı ülkenin her yanında her türden
faaliyete girişmişlerdir. Onların yarattığı ortamda resmi patentli son derece etkili
iki Amerikan Kumpası da bağrımıza yerleştirilmiştir: Jusmatt ve Tuslog.
Jusmatt “Amerikan Yardım Teşkilatı” adını alır. Bu teşkilat gerçekte Türkiye içine
yerleştirilmiş “Küçük Amerika”dır. Devlet içinde devlet, hükümet üstünde hükümet
yetkisindeki bu teşkilatın organize ettiği binlercelik ajan ordusu ülkemizde büyük
imtiyazlarla köpeksiz köyde değneksiz dolaşma tarzında dilediği faaliyeti yapmış,
toplumu ayakta tutan tüm değerler üzerinde yıllarca canlı araştırmalar yapıp,
kendi yandaş örgütlerini kurup oluşturdukları politikalarla bugün trafikte bile
birbirini boğazlamaya hazır ama üstü sahte “milliyetçilik” şalı ile örtülü bir
çürümüş toplum yapısı yaratmışlardır.
GLADYO-KONTRGERİLLA
NATO’nun tarihi, batının liderliğini yapan ABD’nin hegemonya ihtiyaçlarına göre
örgütlenmenin ve yoksul ülkelere yönelik ABD tehdidine uluslararası meşruiyet
kazandırmanın tarihidir. NATO operasyonları bu ihtiyaca göre yapılmış,
yapılmaktadır. NATO nereye müdahalede bulunduysa oraya şiddet, kan, gözyaşı,
açlık ve sefalet getirmiştir. Balkanlar, Afganistan, bunun yakın tarihimizdeki
örnekleridir. NATO tarihi dünyada silahlanma yarışını tırmandırmanın tarihidir.
Yine NATO tarihi devletler içinde Gladyo-Kontrgerilla ve benzeri gizli kirli ve
karanlık örgütlerin tarihidir. NATO emperyalizmin örgütlü-silahlı gücüdür. Nasıl
ki İMF, emperyalist sömürü ve yağmanın iktisadi yolla ve antlaşmalarla ülkelere
dayatılması için oluşturulmuş bir kurum ise; aynı şekilde NATO da bu sömürü
ilişkilerinin silah zoru ve askeri güç ile dayatılması ve korunması için oluşturulmuş
bir güçtür.
Kontrgerilla Pentagon merkezli NATO ülkeleri tabanında yapılanan bir
örgütlenmeler ağıdır. Her ülkede isimleri farklı farklı da olsa bu yapı genel bir
yapılanmadır. Kontrgerillanın kuruluş gerekçesi Sovyetler veya Varşova Paktı
kaynaklı bir istila hareketine karşı paramiliter tabanlı direnişi örgütlemek ve
bunun hazırlıklarını da önceden yapmaktır. Zaman içinde bu örgütlenmeye
yüklenen misyonun yalnız istilacıları değil, pratikte NATO’nun ve Amerika’nın
çıkarlarını radikal biçimde zedeleme olasılığı bulunduğu varsayılan toplumsal
hareketleri de kapsadığı anlaşılmıştır. Yine anlaşılmıştır ki, bu varsayımın sınırları
da varolan toplumsal hareketlerde bitmemektedir. Fikren bir tehdit
oluşturabileceği varsayılan kişi, grup ve kuruluşları da kapsamaktadır.
Uygulamalar mevcut ve olası hareketlerin her türlü yıldırmayla ve infazlarla
bastırılmasının ötesinde, hazırlanan komplolarla yangın, gemi batırma, katliam
gibi medyatik şoklar yaratılması ve suçun “o kanı bozuk hainlere“ yüklenmesine
kadar uzanmıştır.
KANI BOZUK HAİNLER
“31 Mayıs 1972’de İtalyan köyü Petano’nun yakınlarında bir ormanda bir araba
havaya uçtu. Patlama sonucu İtalya’nın paramiliter polis gücü Carabinieri’nin üç
üyesi öldü, biri yaralandı. Carabinieri, saldırı noktasına, kimliği belirsiz kişilerce
yapılan bir telefon ihbarıyla çekilmişti. Memurlardan biri, terk edilmiş Fiat 500’ü
kontrol ederken aracın kaputunu açmış, bu da bombayı tetiklemişti. İki gün sonra,
polise yine kimliği belirsiz kişilerce açılan bir telefonla, katliama, o dönem rehin
almalar ve düzen yanlılarına yapılan soğukkanlı suikastler aracılığıyla İtalya’da
iktidar dengesini değiştirmeye çalışan komünist terör örgütü bir grup olan Kızıl
Tugaylar’ın adı karıştırıldı. Polis, derhal İtalyan solunu çember altına aldı ve 200
komünist tutuklandı. On yıldan fazla bir süre boyunca İtalyan halkı Petano
saldırısını Kızıl Tugayların gerçekleştirdiğine inandı.
Ardından 1984’te genç İtalyan Hakimi Felice Casson, Petano’daki canavarlığı
çevreleyen ve insanı hayretler içerisinde bırakan bir dizi gaf ve hayal ürününü
keşfettikten sonra, uzun süredir rafa kaldırılmış olan davayı yeniden açtı. Hakim
Casson, öncelikli olarak olay yerinde hiçbir polis araştırması yapılmadığı
bulgusuna ulaştı. Ayrıca olay zamanı hazırlanan raporda yer alan, patlamanın
Kızıl Tugaylar tarafından geleneksel olarak kullanılan bir bombayla
gerçekleştirildiği iddiasının uydurma olduğunu keşfetti. İtalyan polisi patlayıcı
uzmanlarından Marco Morin kasten uydurma bir rapor sunmuştu. Kendisi sağ
kanat İtalyan örgütü ‘Ordine Nuovo’ üyesiydi ve Soğuk Savaş bağlamında İtalyan
komünistlerinin nüfuzuna karşı savaşmak için meşru gördüğü bir yolu kullanıp,
payına düşeni yapmıştı. Hakim Casson, Morin’in bilirkişi raporunun aksine,
Petano’da kullanılan patlayıcının dönemin en kuvvetli patlayıcısı olduğu ve aynı
zamanda NATO tarafından kullanılan C4 olduğunu kanıtlamayı başardı.
24 Şubat 1972’de bir grup Carabinieri, Trieste yakınlarında şans eseri, içindeki
silahlar, mühimmat ve Petano’da kullanılana özdeş C4 patlayıcı bulunan bir yer
altı silah deposunu keşfetmişti. Carabinieri bir suç şebekesinin cephaneliğini
ortaya çıkardığını düşünmüştü. Yıllar sonra Hakim Casson’un soruşturması,
onların İtalya’da “Gladio” (kılıç) kod adıyla bilinen, NATO bağlantılı gizli gölgeordunun yüzden fazla yer altı cephaneliğinden birine tesadüf ettiklerini ortaya
çıkarma başarısını gösterdi. Casson, zamanın hükümeti ve İtalyan askeri
servisinin, Trieste bulgusunu ve her şeyden önemlisi onun daha geniş stratejik
bağlamını sır olarak saklamak için her türlü çareye başvurduğu bilgisine ulaştı.“
(Natonun Gizli Orduları Danıele Ganser-27-28)
Bu somut örnek tek değildir; Gladio’nun kanlı Milano tren garı katliamında, ya da
bizim 6-7 Eylül-1955, Taylan Özgür Cinayeti-1970, Gemi Yakma-1972, Kültür
Sarayı Yangını-1972, 1 Mayıs Taksim Katliamı-1977 olaylarında bu karanlık
örgütlenmelerin izlerine rastlanmaktadır. Türkiye’de bu paramiliter örgütlenmenin
karanlıktan taşan ve dikkat çeken şok görüntüleri 12 Mart 1971 ve takip eden
süreçte gözler önüne serilmeye başlamıştır. Gözaltılar, kayıplar, işkence, cinayet,
toplu katliam, 12 Mart’tan 12 Eylül’e dek süren ve bugüne uzanan yerleşik ve kanlı
bir çizgi oluşturmaktadır.
KOYUN POSTU
CIA’nın, 1952’den itibaren NATO’ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde bu tür örgütler
kurdurduğu ortaya çıkmıştır.
“Gladio” İtalya’da önce doğrudan CIA ve İtalya istihbarat servisi SIFAR’ın
başkanı General Lorenzo’ya bağlı 622 kişilik özel bir birliği eğitti. Sardunya
adasında gizli bir eğitim kampında eğitilen bu birliğin gerektiğinde kullanabilmesi
için Kuzey İtalya’da gizli 139 ayrı noktaya cephaneler yığıldı. Bu gelişmeler,
seçilmiş başbakanın ve hükümetin bilgisi dışında örgütlendi. Amerikan ve İngiliz
istihbarat servisleri tarafından eğitilen bu birlik daha sonra 450 ayrı ve birbirinden
bağımsız hücreye bölündü. Yetiştirilen bu “Kontr-gerilla” liderleri kendilerine
bağlı 12-15 kişiden oluşan timlerini oluşturdular. Normal zamanlarda, kendi
işlerinde güçlerinde çalışan sıradan insanlar gibi görünen bu özel görevliler, özel
silahlarını kendi evlerinde bulundurmaktaydılar. Hareket emrini alır almaz,
timlerini toplayarak verilen görevleri yerine getiriyor, gerektiğinde saklanılan
cephanelikleri kullanıyorlardı. 1969-1984 yılları arasında İtalya’da rejim muhalifi
143 kişinin “gladio” tarafından öldürüldüğü ortaya çıkarıldı.
KÖR’ÜN FİL’İ
Bu gizli örgütler her ülkede farklı kod adlarıyla faaliyet gösteriyorlardı.
Avusturya’da Almanca “kılıç” anlamına gelen “SCHWERT”. Belçika’da (SDR-8).
Fransa’da (Glavive). Yunanistan’da “Koyun Postu” gibi.
Her ülkede bu “özel” yasadışı ordunun idaresi, söz konusu ülkenin askeri gizli
servisi, CIA ile işbirliği içerisinde, her türlü denetimin, halkın ve meclisin bilgisi
dışında yürütülmektedir. Ülke Başbakanları, Başkanları, İçişleri, Savunma
Bakanları, Genel Kurmay Başkanları örgütün varlığından elbette haberdardırlar
ama, ipler kendi ellerinde değildir. Görevleri başında iken yasadışı bir şeylerin
yapıldığının farkındadırlar ama, müdahale etmeye, karşı çıkmaya ve hatta halkı
bilgilendirmeye bile cesaret edemezler. Nedense görevleri ve sorumlulukları sona
erdiğinde ve pisliğin kendileri üzerine de sıçramasından çekindiklerinde, her biri
“körün fili tarif ettiği” gibi “örgüt”ten yarım yamalak söz ederler. Ama
“demokratlıklarına” zerre kadar toz kondurmayan bu zevat, “örgütün” tamamen
ortaya çıkartılması ve dağıtılması için parmaklarını dahi oynatmazlar. Çünkü ipin
ucu derindedir. Dahası NATO’ya üye olan devletler, NATO’ya bağlı bu “yasa dışı”
yeraltı örgütünü destekleyeceklerini ve gerekirse bu örgütten yararlanacaklarına
ilişkin “Stay Behind” anlaşmalarını da imzalamak zorundaydılar.
UĞRUNA HAPİS YATMAK
İtalya’daki birkaç yurtsever savcı ve hakimin cesurca olayların üzerine gitmesi ve
kamuoyunun ısrarlı takibi üzerine 1990 yılının Ağustos ayında İtalyan Başbakanı
Giulio Andreotti, “gladio”nun varlığını İtalyan Parlamentosu önünde teyit etmek
zorunda kaldı. NATO’nun gayri nizami harp kolu tarafından koordine edilen gizli
ordu, ABD gizli servisi Merkezi İstihbarat Ajansı (CIA) ve Britanya Gizli İstihbarat
Servisi (M16 ya da SIS) tarafından, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da
komünizmle mücadele amacıyla kurulmuştu.
İtalya Başbakanının bu açıklaması İtalyan askeri gizli servisi SID’in direktörü
General Vito Miceli’yi kızdırmıştı. Ölümünden kısa bir süre önce Ekim 1990’da
öfkeyle şöyle diyordu. “Ben, bu çok gizli örgütün varlığını açığa vurmamak adına
hapise girdim. Ve şimdi Andreotti ortaya çıkmış onu Parlamento’ya anlatıyor.”
GÖLGE ORDU-UTANMA
İtalya Başbakanı Andreotti 9 Kasım 1990’da İtalyan Senatosu önünde yaptığı
halka açık konuşmasında, NATO ve Birleşik Devletler ile Almanya, Yunanistan,
Danimarka ve Belçika Dahil birçok Batı Avrupa ülkesinin gölge ordu komplosunda
yer aldığını bir kez daha dile getirdi. Bu noktayı kanıtlamak adına, gizli bilgiler
basına sızdırıldı ve İtalyan siyasi dergisi Panorama, Başbakanın komisyona
sunduğu “Paralel SID- Gladyo Operasyonu” belgesini baştan sona yayınladı.
İtalyan karşı istihbaratının eski başkanı General Giandelio Maltti Mart 2001’de
kullandığı ifadeleri de İtalyan komünistlerinin itibarını sarsan katliamların, Gladyo
gizli ordusu, İtalyan gizli servisi ve bir grup İtalyan sağ kanat teröristin yanı sıra
Washington’daki Beyaz Saray ve ABD gizli servisi CIA tarafından desteklendiğini
ortaya koyar nitelikteydi.
Piazzo Fontana katliamında yer almakla suçlanan aşırı sağcı bir sanığın
duruşmasında verdiği ifadede Maletti şöyle diyordu:
“CIA, hükümetinden aldığı talimatlara uygun olarak, sola kayma olarak gördüğü
yönelime son verecek bir İtalyan milliyetçiliği yaratmayı istiyordu; işte bu amaç
doğrultusunda sağ kanat, terörizmin kullanılmasını sağlamış olabilir. İtalya’nın
sola kaymasını engellemek için her şeyi yapabileceği izlenimi mevcuttu...”
“İtalya ‘ABD’nin’ koruması ve denetimi altında bir devlet gibi idare edilmiş. Hala
bir başka ülkenin denetimine tabi olduğumuzu düşündükçe utanıyorum.”
DEMOKRASİ’NİN PUSULASI-BRÜKSEL
Herkesin kendine göre bir ad taktığı, “diğer devletler”, aslında Uluslararası
ölçekte NATO’nun gayri nizami harp kolu tarafından “Allied Clandestine
Committee” ACC (Müttefik Gizli Komite) tarafından koordine edilmekteydi. Bu
oluşum NATO’nun Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı SHAPE
(Supreme Headquarters Allied Powes Europe)’in gizli yapılanmasından başka bir
şey değildi.
ACC’nin Avrupa gizli servisleri temsilcileriyle yaptığı ve katılımcı ülke
yetkililerinin önemli bir kısmının itiraf etmek zorunda kaldıkları ve bunu teyit
ettikleri bilinen son toplantısı 24 Ekim 1990’da Brüksel’de yapılmıştı.
Hani şu; “ülkemize” demokrasi getireceğine inandığımız, verdiği “ev ödevlerini”
gecikmeli ve yalap şap olarak da olsa yapmaya çalıştığımız, Avrupa Birliği
toplantılarının da yapıldığı Brüksel’de.
Kim bilir, belki de Avrupa Birliği toplantılarına katılan üye devlet temsilcileri, bir
yandan bize “demokrasi” dersine hazırlanmamız için ev ödevleri verirlerken, diğer
yandan ACC toplantısına katılarak, hangi ülkede hangi faşist cuntanın işbaşına
getirileceğinin planlarını yapmaktaydılar.
KUCAĞA DÜŞMEK-PARA EMPERYALİZMİ
Lozan anlaşmasında kapitülasyonların kaldırıldığı gün Lord Kürzon ne demişti,
salondan çıkarken koluna girdiği İsmet paşaya;
Mutlak istiklal için boşuna uğraştınız. Bu (baş ve şahadet parmaklarını birbirine
sürtüp, göz kırparak) para bizde oldukça, er geç kucağımıza düşecek değil misiniz?
Ne yazık ki, “kucağa düşmüştü” Türkiye. 1946’lardan itibaren Amerika ile
başlayan ilişkiler sonucu, “silahla” yurttan kovulan Emperyalizm “para” ile
giriyordu Türkiye’ye. Hem de nazlanarak. Günümüzde bile bu “naz”ını
sürdürerek, gelen her iktidardan yeni tavizler koparmayı beceren “Yabancı
sermaye” gelmek için “ayrıcalıklar, teşvikler” istiyordu. Her dönem de istediği
tavizi koparıyordu.
DP döneminde de; önce 1 Ağustos 1951 tarihinde “Yabancı Sermaye Yatırımlarını
Teşvik Kanunu“ çıkarılır:
Memleket ekonomisinin, kalkınmasına yarayacak mahiyette olmak, Türk hususi
sermayesine açık işlerde kullanılmak, herhangi bir inhisar ve imtiyazı tazammum
etmemek şartıyla ve sanayi, enerji, maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm
sahalarına yatırılmak üzere getirilecek yabancı sermaye bu kanunda yazılı hak ve
menfaatlerden faydalanır.
18 Ocak 1954 yılında Menderes DP hükümeti tarafından çıkarılan 6224 sayılı
Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası ile yabancı sermaye artık -bir iki istisna dışındayerli sermayeye açık tüm alanlarda faaliyet göstermeye başladı. Bu yasayla
yabancı sermayenin kâr transferleri önündeki engeller kaldırıldığı gibi, sermayenin
nakit sermaye dışında kalan patent, lisans, yedek parça, makine ve teçhizat, teknik
eleman gibi diğer bileşenleri biçiminde de gelebileceğini kabul ederek
emperyalizmin yeni-sömürgecilik politikasının gerekleri yerine getirildi.
KÂR KÂR KÂR
Yerli ve yabancı özel firmaların dış borçlanmalarında Hazinenin kefil olacağı borç
miktarı 300 milyon liradan 1 milyar liraya çıkartıldı. Yine aynı yıl 7 Nisan 1954
tarihinde çıkarılan 6326 Petrol Yasası ile de petrolde devlet tekeli kaldırıldı, bu
alan da emperyalist tekellerin yağmasına açıldı.
Hükümet bu yasaları çıkararak ülkede yeni-sömürgeciliğin gereklerini yerine
getirmeye çalışırken, bunları layıkıyla yerine getirebilmek için bu yasaların
hazırlanmasına emperyalizmin uzmanlarını etkin bir biçimde işin içine katıyordu.
Yabancı Sermaye Yasası ABD'nin Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı C. B. Randall'ın
yoğun çabalarıyla hazırlandı. Petrol Yasası'nı petrol şirketlerinin avukatı Max Ball
bizzat kotardı. Bunlar çıkarılan yasaların emperyalist tekellerin çıkarlarına en
uygun koşulları gözetmesine çalıştılar.
Yabancı sermaye ülkeye giriş yıllarından sonra faaliyet alanlarını ve yatırımlarını,
ülkedeki gelişmelere, pazarın genişlemesine bağlı olarak kendisi açısından en kârlı
alanlara doğru kaydırdı, kârlarına kâr kattı. Her yıl yabancı sermaye önemli
miktarda kârı ülkemizden dışarıya transfer etti. (Ülkeye 1963-67 döneminde 115,
1968-72 döneminde 183, 1973-77 döneminde 362 milyon dolarlık yabancı sermaye
girerken, bunlara karşılık sırasıyla 74, 168 ve 342 milyon dolar kâr transferi
olarak emperyalist tekellerin kasalarına aktı.)
Görüldüğü gibi kâr transferlerinin gelen sermayeye oranı giderek yükseldi. (Bu
oran 12 Mart'ı izleyen ilk dönemde %95.6'ya ulaştı.) Emperyalist tekeller
neredeyse yatırdığından fazlasını aynı dönem içinde geriye aldılar.
ÇARPIK-YETİŞİYORUZ
Emekçi halkın yarattığı değerlere el koyan, onları yoğun bir sömürüyle karşı
karşıya bırakan emperyalist tekeller, ülkede yukarıdan aşağıya çarpık bir
kapitalistleşme yarattılar. Halk, ''sanayileşiyoruz'', ''kalkınıyoruz'', ''falan tarihte
falan ülkeye yetişeceğiz'' masallarıyla uyutuldu. Oysa gerçekler, anlatılan
masallarla gizlenemeyecek kadar çıplaktı. Yaratıldığından bahsedilen sanayileşme,
çarpık kapitalizmin, dışa bağımlılığın ta kendisiydi.
İthal edilecek girdilerin ithalatının sürekliliğinin sağlanabilmesi için sürekli döviz
gerekmekteydi. Çarpıklığıyla kendi kendini üretmekten yoksun olan bu yapı ancak
dış kaynaklarla varlığını sürdürebilmekte, her yıl emperyalist ülkelerin ve finans
kuruluşlarının kapılarında borç aranmaktaydı. (Bugün de pek değişen bir şey
yoktur. Bu bir kısırdöngüdür. Her yıl yapılan borç ödemelerine rağmen borçlar hiç
eksilmemekte sürekli artmaktadır. Eski borçların ödemeleri ancak yeni alınan
borçların bir kısmıyla karşılanmakta, yani borç borçla ödenmeye çalışılmakta,
diğer kısmıyla dış ticaret açığı kapatılarak ekonomi çarkları döndürülmeye
çalışılmaktadır. Türkiye ekonomisinin döviz darboğazına her girişinde ölümcül
sancılar içinde kıvranması bu yüzdendir. Bu yüzdendir halkımızın IMF, Dünya
Bankası, OECD gibi kuruluşlarla tanışmaları. Bu yüzdendir, ikili anlaşmalarla
alınan borç yükü altında halkımızın ezilmesi. Bu yüzdendir, ülkemizde doğan her
çocuğun bin doları aşkın bir borç yükünü de sırtlanarak dünyaya gelmesi.)
EMPOZE ETMEK
Türkiye'de yeni-sömürgecilik ilişkilerinin ilk yansımalarından biri emperyalist
sistemin finans kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası'na katılmak oldu.
Emperyalizmin reçeteleri bu kuruluşlarca ülkeye empoze edildi. Türkiye IMF ile
birçok Stand-By anlaşması yaptı. Tüm anlaşmaların sonucu ülkemizin hep
yaşadığı; enflasyon, hayat pahalılığının sürekli artması, halkın daha fazla
yoksulluğa mahkum edilmesi oldu.
Emperyalist ülkelerin yeni-sömürge ülkeleri denetim altında bulundurmasını
sağlayan IMF'nin Türkiye Masası Şeflerinden Woodward şöyle açıklıyordu:
“Bizi herkes, her ülke kendi içişlerine karışmakla suçluyor ve öyle görüyor. Ancak
konunun iki yönü var. Biri uluslararası bankalar, diğeri başka ülkeler ve
hükümetler.
Bankalar paraları için güvence arıyorlar. Ve önemli bir güvence olarak bizi
görüyorlar. Hükümetler ise başka bir yol izliyorlar. Hiçbir hükümet kalkıp size
belli bir politikayı doğrudan önermez. Ama, bu önerileri gelip bize söylüyorlar,
gidip şunları söyleyin diyerek.
Bize empoze edilen politikaları da, biz size ve anlaşmaya oturduğumuz ülkelere
empoze etmek, aktarmak zorundayız.” (IMF Kıskacında Türkiye, 1946-1980,
Yalçın DOĞAN, s.18)
İşte, işlevleri kendi ağızlarından açıkça dile getirilen bu finans kuruluşları,
emperyalist tekellerin istemleri doğrultusunda yeni-sömürge ülkeleri
yönlendiriyorlardı. Bunlarla yapılan anlaşmalar sonucu elde edilen borç ve
krediler yine tekellerin yönlendirdiği alanlara akıyordu. 1950'lerden sonra
başlayan yol, baraj ve liman gibi altyapı yatırımlarının hızla artmasının nedeni işte
buydu. Bu krediler yine emperyalist tekellerin ülkeye girişini kolaylaştırmak için
harcanmıştı.
SÖMÜRÜ
Bugün ülkemizde işçi ve emekçilerin yaşadığı her sorun kapitalist sömürü
ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Gelir dağılımındaki uçurumun büyümesi,
emekçilerin ekonomik ve sosyal yaşamlarının daha da kötüleşmesi, çalışma
koşullarının ağırlaşması, işsizliğin artması, her türlü sosyal güvencenin tasfiye
edilmesi ve bunlara bağlı olarak toplumsal yozlaşmanın ve ahlaki çöküntünün
boyutlanarak büyümesinin temelinde kapitalist sömürü yatmaktadır.
Emperyalistler de bu kapitalist sömürü düzeninin devamı için ve elbette kendi
çıkarları doğrultusunda, yerli işbirlikçilerinin de desteğiyle İMF gibi kuruluşları
devreye sokarak ülke ekonomilerini ele geçirir, yönetir hale gelirler.
Ekonomik açıdan bağımlı olan ülkeler, siyasal bağımsızlığını da kaybederler. Ya
da ülkenin stratejik kuruluşlarının, doğal zenginliklerinin ve madenlerinin
özelleştirme yoluyla yerli ve yabancı sermaye çevrelerine peşkeş çekilmesi, kamuda
çalışan binlerce işçinin işten atılması, tarımın çökertilip kendi kendine yeten bir
ülkenin dışarıya bağımlı hale getirilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin
özelleştirilip, emekçilerin en zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak duruma
getirilmesi; tüm bunlar İMF dayatmalarıyla gerçekleşmiştir.
AĞIR BEDEL
Hükümetler değişse bile IMF yıkım programlarının uygulanması değişmemiştir.
IMF’ye danışılmadan, ondan izin alınmadan tek bir adım bile atılmamaktadır.
Atıldığı taktirde ağır bedeller ödettirilmektedir.
1959’da IMF’nin emir ve talimatlarıyla gerçekleştirilen devalüasyon ve yapılan
anlaşma ile yabancı tekellerin hakimiyeti iyice pekiştirildi. 1959 yazı sonunda, on
bir yıldır sabit tutulan Türk lirasının değeri dış piyasalarda düşürüldü.
Batıdan alınan yeni kredi taleplerine karşılık bir dizi istikrar önlemi uygulandı. 4
Ağustos'ta yapılan devalüasyon ile Amerikan doları birden bire 2.80'den 5 Liraya
çıktı. Enflâsyon yüzde yirmilere fırladı.
Ekonomik durum gün geçtikçe daha kötüye gidiyordu. Pahalılık, işsizlik,
karaborsa ve yoksulluk had safhaya ulaşıyordu.
DP iktidarı muhalefeti susturmak için baskı tedbirlerine başvurdu. Toplantı ve
gösteriler yasaklandı. Basın özgürlüğü ayaklar altına alındı, basına ağır bir sansür
uygulaması getirildi. İspat hakkı kaldırılarak yapılan hırsızlıkların ve suistimalleri
yayınlanması önlendi. Yargıç güvencesi, sınırlı da olsa var olan üniversite özerkliği
yok edildi. Meclis Tahkikat Komisyonları kurularak tüm muhalefete göz dağı
verildi.
BİZE DÜŞEN ROL- TAŞERON
Ortadoğu her zaman emperyalizmin iştahını kabartan bir bölge olmuştur. Zengin
petrol kaynakları, coğrafi konumu, sahip olduğu önemli ulaşım yolları gibi
özellikleriyle, emperyalizmin ekonomik, siyasal, askeri olarak egemenliğini
pekiştirmeye çalıştığı bölgelerin başında gelmiştir.
Yüzyılın başından beri önce İngiliz, sonra ABD emperyalizminin bölgeye ilişkin
egemenlik hesapları nedeniyle, Ortadoğu halkları açlıkla, yoksullukla, savaşlarla
yüz yüze kalmışlardır. Açlıkla petrol zenginliğinin içice, dahası birinin öbürünün
nedeni olduğu Ortadoğu’da, zenginlik savaşların yoğunluğu nedeniyle silah
tekellerine akmıştır, akmaktadır.
ABD emperyalizmi dünya jandarmalığı konumuna ulaştığı andan itibaren, bölgede
nüfuz sahibi olabilmek için, “komünizme karşı mücadele” adı altında Ortadoğu’ya
dönük çeşitli müdahalelerde bulunmuştur. Buna dair gerekçelendirme, ABD
başkanı Eisenhower tarafından 1957’de şu sözlerle ifade edilmiştir:
ABD Başkanı kongre tarafından kendisine tanınan yetkilerle uluslararası
komünizmin egemen olduğu herhangi bir ülkeden gelebilecek silahlı saldırıya
karşı, korunma isteyen herhangi bir Ortadoğu ulusu ya da uluslar topluluğuna
yardım etmek amacıyla ABD silahlı kuvvetlerini kullanabilecektir.
Ülkemizin politikacıları ise emperyalistlerin Ortadoğu politikalarının 1949’lardan
itibaren taşeronudur. Türkiye 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke
olmuştur.
DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 1951’de TBMM önünde şu
açıklamayı yapmaktadır:
Ortadoğu savunmasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımdan Avrupa’nın
korunması için zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle Türkiye Atlantik Paktı’na
katılınca Ortadoğu’da bize düşen rolü etkin biçimde yerine getirmek ve gerekli
tedbirleri almak için derhal müzakereye girmeye hazır olacaktır.
ABD emperyalizmi 1950’lerden itibaren İncirlik Üssü’nü kullanmaktadır. Körfez
Savaşı sonrasında Irak’ı vuran uçaklar İncirlik’ten kalkmakta, bu iş on yıldır
yapılmaktadır. Bundan sonra da emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda verilen
görevleri üstlenecektir.
Ortadoğu’ya yönelik planlarını hayata geçirmek için 11 Eylül 2001 saldırısı ABD
için bir “fırsat” olmuştur. ABD, yaşadığı bunalımı aşabilmek, dünya jandarmalığı
konumunu pekiştirmek için dünyayı bir kan gölüne çevirmeye çalışmaktadır.
Afganistan ilk hedef olmuştur, sıra Ortadoğu’dadır. Bundan sonraki hedefin hangi
ülke ya da ülkeler olacağı açıkça belirtilmektedir. Başta Irak olmak üzere, Suriye,
Yemen, Sudan, Libya, Somali, Endonezya, Filipinler gibi birçok ülke ABD
emperyalizminin hedef tahtasında yer almaktadır.
BAĞDAT PAKTI
Türkiye NATO’ya girdikten sonra olanca gücüyle emperyalizmin Ortadoğu’daki
Batı çıkarları için çalışmıştır. Yöneticiler, emperyalistler ile, Ortadoğu ülke
yöneticileri arasında “işbirliği” ilişkisini geliştirmeyi kendileri için “kutsal görev”
saymıştır. ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimi ve ülkemizin
yöneticilerinin yoğun çabalarıyla 24 Şubat 1955 tarihinde Irak ile Bağdat Paktı
anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Türkiye, Irak, Pakistan, İran ve İngiltere
bir araya geliyor ve “gözlemci” statüsündeki ABD ile birlikte Ortadoğu’da
NATO’nun bir uzantısını oluşturuyorlardı.
Bağdat Paktı, Arap dünyasında büyük tepkilere yol açmıştır. Türkiye’nin Arap
ülkeleri ile özellikle Mısır ve Suriye ile ilişkilerini olumsuz olarak etkilemiştir. Bu
ülkeler Türkiye’yi “Batı emperyalizminin jandarması” olarak suçluyorlardı.
Nitekim bu suçlamalarında haksız da değillerdi.
KRAL’DAN ÇOK KRAL’CI
Türkiye, 18 Nisan 1955’de Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan Asya-Afrika
Ülkeleri Konferansı’nda da emperyalist ülkelerin savunuculuğunu yapmış ve bu
tutumuyla da şimşekleri üzerine çekmiştir. Bandung'a 24 devlet Emperyalizm'e
karşı yürüttükleri savaşta birbirlerini desteklemek amacıyla katıldılar. Ama
Türkiye'yi temsil eden Fatin R. Zorlu, Batı Sömürgeciliği'nin avukatlığını üstlendi.
Hindistan Başbakanı Nehru ile gereksiz tartışmalara girdi. Toplantıya katılan
Mazlum Ülkelerin temsilcileri, Emperyalizm'e ilk direnen Atatürk'ün Türkiye'sini
hayretle seyrediyorlardı..
1956’da Nasır, Süveyş kanalını ulusallaştırma kararı almıştı. Bu karara karşı,
aralarında gizli bir anlaşma yaparak Mısır’a saldıran İngiltere, Fransa ve İsrail,
Mısır’ı işgal ettiğinde Türkiye işgale uğrayan Mısır’dan yana değil, işgalci
ülkelerden yana tavır almıştır. Fransız sömürgeciliğine karşı, Cezayir’in verdiği
bağımsızlık savaşını desteklemediği gibi, Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada
bile Cezayir’in bağımsızlığı lehine oy kullanmamıştır.
Türkiye, 1957’de de, Suriye’de ABD’ye tavır alan ve SSCB ile ilişkiler kuran bir
yönetimin işbaşına gelmesi karşısında, ABD’nin Suriye’yi hedef alması üzerine
ABD’nin yanında yer aldı. Hemen Suriye sınırına askeri yığınak yaptı.
Aynı tavır 1958’de Bağdat Paktı üyesi olan Irak’ta emperyalizmin işbirlikçisi Kral
Faysal’ın devrilmesi sırasında da yaşandı, Hükümet hemen emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda Irak’a müdahaleye hazırlandı. Irak ihtilalden sonra
Pakt'tan çekildi. ABD'nin gayrı resmi katılımıyla Bağdat Paktı CENTO'ya dönüştü.
ABD'nin bölgedeki faal kuruluşu haline geldi. "İkili anlaşmalar", askeri üsler,
yabancılara yargı imtiyazları, o tarihten sonra her gün artarak Türkiye'nin başına
bela oldu. Hala da kaç tane, ne mahiyette olduğu bilinmeyen bu anlaşmalardan
çoğu yürürlüktedir.
1958 Mayıs’ında patlak veren “Lübnan Krizi” esnasında yaşananlar da farklı
değildi. Ortadoğu’da ve Lübnan’da ABD karşıtı akımlar güç kazanınca, Lübnan
Cumhurbaşkanı Şaman ABD’yi yardıma çağırdı. Türkiye ise ABD müdahalesinde
üs görevi gördü. Temmuz ayında, İncirlik üssünden taşınan 5 bin asker Lübnan’ı
işgal etti.
NALINCI KESERİ- ANLAŞMALAR
“İkili Anlaşmalar”ın birisi o günlerde (5.3.1959'da), yani Menderes döneminin
çöküş yılında imzalanmıştı. CENTO'nun üç üyesi İran, Türkiye ve Pakistan'ın ABD
ile ikili anlaşmalar imzalaması öngörülmüştü.
ABD Ortadoğu ülkelerine askeri ve mali yardım yapar. Üsler, tesisler kurar...
Ancak bütün yardımlarda takdir hakkı ABD'ye aittir. Taahhütler ABD Kongresi'nin
Başkan'a verdiği yetkilerden ibarettir. ABD tatbikatı sadece dikte eder. Diğer üye
ülkeler sadece direktiflere uyarlar... O yüzdendir ki, “ikili” anlaşmalar, aslında tek
taraf'tan dikte edilmiş ve diğer taraf'ça imzalanarak itirazsız kabul edilmiş
belgelerdir.
Bu anlaşmalarda ABD'nin bir taahhüdü yoktur.
Taahhüt ve itaat bize ait, yetki ve talep hakkı ABD'ye aittir. Bu anlaşmaların 34 ile
100 arasında olduğu söylenir. Tam sayısını kimse bilmediği gibi, çoğu Dışişleri
arşivlerinde bulunmaz! Üsler ve tesislere Türk komutanlar giremez! Oradaki
nükleer silahları ve yürütülen faaliyetleri denetleyemez! Türkiye'de görevli ABD
personeli eğer herhangi bir suç işlerse, tıpkı kapitülasyon döneminde olduğu gibi,
Türk makamlarınca tutuklanıp yargılanamaz
En önemlisi bu anlaşmalar, bir “tecavüz” durumunda Türkiye'ye ABD
müdahalesine imkan sağlıyordu. Neyin “tecavüz” sayılacağı ise, ABD'nin
yorumuna kalmıştı.
Bu “anlaşmalar”dan çoğu zaman dönemin hükümetinin, meclisin, muhalefetin
haberi yoktu.
OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR.
Rockefeller, “ikili anlaşmalarla” ilgili dönemin başkanı Eisenhower’a yazdığı
mektupta ilk askeri yardımların hangi ülkeye nasıl yapılacağının bilinmesi
gerektiğine dair bölümde ülkeleri altı gruba ayırır ve Türkiye’nin de içinde
bulunduğu 1. grup için bakın ne der:
“Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam
etmeliyiz. Büyük ölçüde askeri ve politik nüfuz garantileyecek genişlikte ekonomik
yayılma planını, Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak
zorundayız. Birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun vadeli askeri paktlarla
bağlanmış olan ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler
öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur
(örneğin Türkiye TÇ). Bu yaklaşım, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar
verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu
tip ülkelere doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir ama bu bize uygun,
bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak
biçim ve miktarda olmalıdır.”
YEM! –YEM!
Ancak, “oltaya yakalanmış balığın” yeme ihtiyacı vardı.
Ekonomi hiç de iyi gitmiyordu. İşsizlik ve pahalılık hızla artıyordu. Menderes
iktidarı, işsizliği azaltacak, sanayi yatırımlarına gereksinim duyuyor, şimdiye kadar
bir dediklerini iki etmeyen “müttefik”inden medet umuyordu.
Ama medet umduğu dağlara kar yağıyordu. Amerika, Türkiye’nin sanayileşmesini
istemiyor ve tarım ülkesi olarak kalmasını istiyordu. Yapılması düşünülen sanayi
yatırımları için Türkiye’nin istediği krediyi (yemi) vermiyordu.
Menderes hükümeti, Amerikanın vermediği krediyi (yemi) Sovyetler Birliği’nden
aldı. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, İzmir Rafinerisi gibi büyük
tesislerin projeleri Sovyetler Birliği’nden alınan bu kredilerle başlatıldı.
Bu davranış, “kayıtsız, şartsız itaat” isteyen ABD’yi rahatsız etmişti. ABD nezdinde
‘Menderes İktidarı’nın suyu ısınmıştı. Yeni seçenekler gözden geçirilmeliydi. Ekim
1957 seçimlerine DP, bu şartlarda giriyordu.
LİBERAL RAHATSIZ
Artık, Amerika kendi yörüngesinden uzaklaştığı için; “sol” ise ABD güdümüne
girdiği için Menderes iktidarına karşıydı. DP’nin uygulamaları sadece “sol”u
değil, “özgürlükler” getireceğine inanılan DP’yi destekleyen liberal aydınları da
rahatsız ediyordu. Özellikle yurtdışında öğrenim gören veya yurtdışında bir süre
kalarak “Batı” ülkelerindeki “Burjuva demokrasisine” tanıklık eden aydınlar,
ülkede yaşanan “demokrasi”yi anlamakta güçlük çekiyor ve tepki gösteriyorlardı.
Türkiye’nin sorunlarının Batı ülkelerinde görülen kurumlarla çözülebileceğine
inanıyorlardı.
Bu ülkelerde, sistem içerisinde kalmak şartıyla, iktidar partilerinin politikalarını
siyasi yorumlarıyla eleştirebilen ve zaman zaman yönlendirebilen dernekler ve
yayın organları vardı. Bunlar sistemin işleyişinde ve tıkanıklıkların
çözümlenmesinde etkili olabiliyor ve kamuoyu tepkilerini, düzene zarar vermeden
yansıtarak yumuşatabiliyorlardı.
İLK FİKİR KULÜBÜ
Bu düşünceden hareketle, Türkiye’de üniversitelerdeki ilk Fikir Kulübü 14 Kasım
1952 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, “Fikir Hürriyeti” ilkelerini
savunmak amacıyla, kuruldu. AÜ Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü’nün Yönetim
Kurulunda ilginç isimler bir aradaydı. Altan Öymen, Hüsamettin Cindoruk, Nahit
Özkutlu; Adnan Güriz, Suna Tezcanel, Yüksel Sungur, Tekin Gürzumar, Gülsen
Daldal, Necmi Abadan, Atilla Sav.
Fikir Kulübü’nün kuruluş amacı şu şekilde açıklanıyordu:
“Demokrasinin temeli fikirdir. Maalesef bu gerçeğe milletçe ve hükümetçe yüz
çevirmişiz. Bir avuç memleketsever genç, fikir ve sanat meselelerimizi yakından
ilgilendiren önemli konuları aydınlarımızın gözleri önüne sermek için toplanıp
Ankara Hukuk Mensupları Fikir Kulübü’nü kurdular.”
Ayrıca, İngiltere’den dönen Aydın Yalçın ve eşi Nilüfer Yalçın’ın öncülüğünde;
İngiltere’de yayımlanan ve Liberal İşçi Partisi’nin yayın organı ‘Fabian Society’
ve daha liberal ‘Ekonomist’ dergileri örnek alınarak “FORUM” isimli bir derginin
çıkarılması çalışmalarına başlanıldı. Dergi, çoğunluğunu Ankara Üniversitesi
Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinin oluşturduğu bir grupla
birlikte 1 Nisan 1954 tarihinde çıkarıldı. Forum Dergisini çıkaranlar arasıda
kimler yoktu ki, Turhan Feyzioğlu, Bahri Savcı, Şerif Mardin, Akif Erginay; Nejat
Bengül, Çoşkun Kırca, Fahir Armaoğlu, Yaşar Karayalçın, Turan Güneş, Osman
Okyar, Metin And.
HÜRRİYET HAVASI
FORUM, DP’yi şöyle eleştiriyordu :
Birkaç yıl evvel ciğerlerimizi dolduran, hayatiyet dolu tatlı hürriyet havası, bugün
ruhumuzu kasvete boğan, yaşam, çalışma ve iş görme şevkimizi baltalayan ağır bir
sisle kaplanmıştır. Bu sis nasıl ve ne zaman dağıtılacak? Türk milletinin, yaratıcı
kabiliyetlerini serbestçe ortaya dökerek asırlardır özlediği hür, ileri ve mesut bir
vatan kurma iştiyakı ne zaman tahakkuk yoluna girecektir.
FORUM dergisi; özellikle üniversite gençliği çevresinde ilgiyle izlendi. Doğu
Perinçek, Şahin Alpay ve Erdoğan Güçbilmez de bir ara FORUM Dergisi’nde
çalıştılar. Derginin etkilediği ve Forum Dergisi yazarlarıyla ilişkili 11 genç
tarafından 3 Ocak 1956 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü kuruldu.
Başkanlığına Ertuğrul Baydar getirildi. Kulübün önemli etkinliği 29 Mart 1956
yılında Amerikalı İktisatçı Max Thornbur’a verdirilen “Türkiye ve Orta Doğu
Memleketlerinin İktisadi Durumu” konulu konferanstı.
Kulüp 22 Mayıs 1956’da da SBF dekanı olan ve kulüp üyesi bulunan Profesör
Turhan Fevzioğlu’nu kutlama ziyaretine giderek kendisine bir buket sundu.
SBF Fikir Kulübü üyeleri ve yöneticileri arasında da ilginç isimler vardı. Örneğin
19 Mart 1957 de yapılan seçimlerle Yönetim Kuruluna seçilen Yalçın Küçük, Sadun
Aren, Yaşar Yakış, 22.3.1958’de üyeliğe kabul edilen ve aynı yıl yönetim kuruluna
seçilen Hikmet Çetin, 8.12.1959’da üyelikleri kabul edilen Doç.Dr. Besim Üstünel
ve Prof. Dr. Cahit Talas; 2.11.1961 tarihinde Yönetim Kurulu üyeliğine, ardından
Sekreterliğe seçilen Sönmez Köksal (23 Ekim 1992’de MİT Müsteşarlığına
getirilmiştir), aynı tarihte Muhasipliğe seçilen Onur Öymen, Yönetim Kurulu
üyeliğine seçilen Sami Güven.
13 Mart 1956 da ise, İstanbul Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü kuruldu ve
başkanlığına Raif Ertem getirildi.
ORDUDA OYNAŞMALAR
1946’larda kurulan genç subay ağırlıklı örgütlenmeler İsmet İnönü’ye karşı
oluşturulmuştur. “Demokrasiye geçmede” ayak sürümesine karşı, yapılacak
siyasete müdahale örgütleridir. Şu bilinmelidir ki her siyasi ve ekonomik sıkışıklık
Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de farklı farklı etkileşme ve oynaşmaları,
dalgalanmaları yaratır. 1946’larda İsmet İnönü’ye karşı oluşan askeri
örgütlenmeler 1950 seçimi ve iktidar değişimi ile birlikte dağılmıştır.
Menderes iktidarının ikinci döneminden (1954) itibaren DP yönetimine karşı
tepkiler asker kesim içerisinde de artmaya başlamıştı. Bu tepkilerin artmasına;
ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik sorunların yanı sıra, CHP’nin
gençliği ve orduyu, DP iktidarına karşı yönlendirmesi, DP yönetiminin orduyu
hafife alması ve hor görmesi, giderek artan hayat pahalılığı ve geçim sıkıntısının
subayları da bunaltması ve beklenen “özgürlük” yerine, anti-demokratik
uygulamaların çoğalmasına da neden oluyordu.
1950’lerin ortalarına doğru, Harp Akademileri’nde subayları ‘genel bilgi ve
kültür’ ile donatmak yerine ABD modeline göre, eğitim süreleri kısaltılarak, daha
dar askeri-mesleki uzmanlık alanlarında yetiştirecek şekilde yeniden
örgütlenmesinin DP iktidarınca tasarlanması da ordu içinde huzursuzluk yaratan
etkilerdendi.
Başbakanın, bakanların yüksek rütbeli subayların selamını almaması, yurt
ziyaretlerinde askeri erkanı ve birlikleri ziyaret geleneğini çiğnemeleri, yüksek
rütbeli subaylara çanta taşıtmaları, radyo haberlerinde ve protokolde
Genelkurmay Başkanı’nın örneğin il emniyet müdürlerinden sonra anılması;
Menderes’in ‘Ben de bu generalleri bir şey sanıyordum, bunlar en basit usullü
müzakereyi dahi bilmiyorlar’; ‘Bunlar Battal Gazi ordusu’; ‘Ben orduyu yedek
subaylarla da idare ederim’; kendi milletvekillerine; ‘Siz isterseniz hilafeti bile
getirirsiniz!’ gibi sözleri tepki ve huzursuzluklara neden oluyordu.
Bu anılan gelişmeler ile birlikte ordu içerisinde iktidara karşı gizli örgütlenmeler
başladı. Ekim 1955’te İstanbul’da Harp Akademisi’nde oluşan ilk komitelerden
birinin üyeleri arasında Kurmay Yarbay Faruk Güventürk, Kurmay Binbaşı
Dündar Seyhan, Kurmay Yüzbaşılar Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı, Nuri Hazer
ve Orhan KABİBAY vardı. Bu ilk oluşumu, 1956’da Ankara’da Faruk Ateşdağlı,
Sezai Okan, Osman Köksal, Talat Aydemir’in başını çektiği ikinci; Sadi KOÇAŞ,
Kenan Esengin gibi isimlerin oluşturduğu üçüncü; Alpaslan TÜRKEŞ, Numan
Esin, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, İrfan Solmazer
gibilerin oluşturduğu dördüncü grup ve bunların yanısıra irili ufaklı çevreler
izledi.
12 MART’IN AKTÖRLERİ
Orhan KABİBAY, Sadi KOÇAŞ ve Alpaslan TÜRKEŞ isimlerinin altları
tarafımızdan çizildi. Bu ve benzer isimler, 1950’li yıllardan beri Sağ-Sol hemen
bütün hareketlerin içinde yer aldılar. Sağ-Sol dinamikleri hareketlendirdiler,
yönlendirdiler.
Yönlendirdikleri, birlikte hareket ettikleri kişiler, sorgulandılar, yargılandılar,
işkence gördüler ve idam sehpalarına gönderildiler. Ama bunlara hiçbir şey
olmadı. Bunlar varlıklarını ve işlevlerini sürdürdüler. “Katalizör” olarak girdikleri
her hareketten, işlevlerini yerine getirdikten sonra, hiçbir zarara uğramadan
çıktılar.
İşte içlerinde, bu “katalizör”leri de barındıran birbirinden bağımsız ve habersiz
olarak kurulan çevreler 1956 yılından itibaren Necdet Üruğ, Ahmet Yıldız gibi
sonraları önemli siyasal roller üstlenecek olan genç subayları da aralarına alarak
genişlemeyi sürdürdüler.
1954’den sonra Ordu içinde örgütlemeler birbirinden habersiz hızla artı. Bundan
dolayı gruplar arasında “ben senden önce kurdum” tartışması 27 Mayıs ihtilali
sonrasında sürüp gitti.
CIA’NIN ELİ KİMİN CEBİNDE?
12 yıl CIA ajanlığı yapan ve bu dönemi "CIA Günlüğü" adlı bir kitapta anlatan
Philippe Agee; Türkiye'deki askeri darbelerde CIA' nın rolü için şunları
söylemektedir:
Faşizmin en büyük destekçisi CIA'dır. Yunanistan, Türkiye, Güney Kore, Filipinler,
İran, Endonezya’da CIA duruma müdahale edip faşizmin zaman zaman
yerleşmesini sağlamıştır. CIA Türkiye'de siyasi baskı ve işkence yapılmasında da
başrolü oynamıştır.
Bir merkezin (kastedilen herhangi bir ülkedeki CIA merkezidir. T.Ç) yerli güvenlik
servisleriyle yaptığı ortak çalışmalarla da politik-eylem çalışmalarında
kullanılacak kişiler üzerinde değerli bilgiler elde edilir. Gelişmemiş ülkelerde sık
sık düzen değişiklikleri yer aldığından, askeri güvenlik kuvvetlerinde önemli
mevkilerde bulunan politikacılar CIA merkezine bilgi verebilecek ve istenilen
eylemleri gerçekleştirebilecek durumdadırlar. CIA’nın elde ettiği politikacılar
görev başına geldiklerinde , en azından sürdürülmekteki ortak haberalma
çalışmalarının devamına izin vererek, merkezle aralarında faaliyet yönünden
ilişkiyi gerçekleştirmiş olur. Politik-eylem faaliyetlerinde nüfuzlarını kullanmaları
için bu politikacılar sürekli olarak merkezin etkisi altında bırakılır. Kesinlikle
uygun görüldüklerinde kendilerine başka özel görevler verilir. Politik hayatlarında
ilerlemeleri sağlanır ve bakanlıktan ayrıldıklarında ilişkinin sürmesi için ayrıca
mali yardımda da bulunulur.
Birçok ülkede siyasi anlaşmazlıklarda son söz sahibi olan askeri yetkililer de elde
edilecek önemli hedeflerdir. Bazen doğrudan doğruya Amerikan askeri ataşesince
ya da Amerikan askeri yardım misyonlarınca merkez görevlileriyle tanışmaları
sağlanır. Bazen da, CIA ile yerli haberalma servisi arasındaki ilişki yoluyla
bağlantı kurulur. Ayrıca, yabancı ülkelerin subayları Amerika’ya eğitime
geldiklerinde, CIA görevlileri onlarla ilişki kurabilir. CIA merkezlerinin çoğunda,
bilgi toplamak ve gerektiğinde politik bakımdan kullanılmak üzere ülkenin
politikacılarıyla olduğu gibi askeri yetkilileriyle de ilişki geliştirme çalışmaları
sürdürülür.”
Ama sorun, yalnızca yerli politikacılara mali yardım sağlamak ve çalışmalara yön
vermek değildir. Amerika için tehlikeli görülen durumlard, CIA, bir siyasi partiyi
kullanıp seçim çalışmalarına girişerek CIA’nın kendilerini desteklediğinin farkında
olan ya da olmayan adaylara mali yardımlarda bulunur. Milyonlarca dolarlık bu
tür işlemler, seçimden bir yıl önce başlar. Yoğun bir propaganda ve halkla ilişki
kampanyası başlatmak, sayısız kukla örgüt yaratmak ve mali yardım olanakları
sağlamak, seçim listelerini hazırlamak, muhalefete karşı koyacak “zorba-ekipler”
kurmak, istenmeyen adayları gözden düşürmek için alçaltıcı söylentiler yaymak ve
kışkırtmalarda bulunmak gibi eylemler sürdürülür. Oyları ve oyları sayanları satın
almak için de bir miktar para ayrılır.”
Amerika’nın çıkarlarına daha elverişli olması halinde, yasa dışı yöntemlere ya da
askeri darbeye başvurulur. Askeri darbenin gerçekleştirilmesinde CIA, genellikle
komünizme karşı koyma kozunu kullansa da, külçe altın ve çuvallar dolusu para
çoğu kere aynı ölçüde etkilidir. Bazı durumlarda, bir merkez görevlisinin tam
zamanında harekete geçmesinin ardından yapılacak gösteriler, sonunda da düzenin
sağlanması ve ulusal birliğin sağlanması adına komutanların işe karışması yararlı
bir yoldur.”
SADİ KOÇAŞ SAHNEDE
Sadi KOÇAŞ yayınlanan anılarında örgütlenme çabalarını şöyle anlatır:
“…….. karar vermiştik. Var olduğunu duyduğumuz, ama içinde kimlerin
bulunduğunu kesin olarak tespit edemediğimiz örgütlerden birine girmeyecektik.
Yeni bir örgüt oluşturacak, güçlenecek, ondan sonra güvenilir yeni arkadaşlar
bulacaktık. Bir hafta sonra üç kişi olmuştuk. Binbaşı Baha Vefa Karatay da bizimle
birleşmişti. Ertesi hafta dört olduk. Albay Faruk Ateşdağlı da bize katılmıştı. Ama
onun başkaları ile de ilişkisi olduğunu biliyorduk. O bunu saklamadı:
‘Benim İstanbul'daki bir örgütle ilişkim var. Kimler olduğunu söyleyemem. Onlara
da sizin adlarınızı söylemem. Gerekirse ileride birleşiriz.’
Ve hemen çalışmalarımızın ana prensiplerini tespit ettik.
1Birbirimizin adlarını hiç kimseye haber vermeyeceğiz
2Kâğıt üzerine hiç bir şey yazmayacağız.
3Beraberce
tespit
edeceğimiz
kişilere,
sadece
bir
kişi
açılacak.
4Hiç bir siyasi parti ve politikacı ile temas etmeyeceğiz
5Örgütlenmeyi mutlaka bir büyük başın liderliği altında yapacağız.
ARKADAŞINI SÖYLE, KİM OLDUĞUNU SÖYLİYEYİM
“Binbaşı Akyol Harp Akademisini bizden sonraki sınıfta bitirmişti. Üstün nitelikleri
olan, çalışkan, ketum, her yönden güvendiğim bir arkadaşımdı. İyi bir askerdi.
Askerlikten başka hiç bir konuda gözü yoktu. Ama, Türkiye'nin içinde bulunduğu
durum hepimizi bir şeyler yapmaya zorlamamış mı idi? Uzun süredir
görüşmemiştik. Millî Emniyet de görevli idi. Ankara'ya gelişinden yararlanarak
konuyu açtım.
‘Bu konudaki olumsuz düşüncelerimi biliyordun’ dedi. ‘Buna rağmen hiç bir girişe,
ağız aramaya bile gerek görmeden bana açılışın için teşekkür ederim. Gerçekten
iyi durumda değiliz. Bir şeyler yapmak gerek, en azdan senin dediğin gibi hazırlıklı
olmak lâzım. Ama bu iş kolay değil KOÇAŞ. Örneğin; sizin, Faruk Güventürk ve
Baha Vefa Karatay ile ilişkiniz var mı?
Bunların bir takım örgütlere mensup olduklara söyleniyor. Henüz teşkilâta intikal
etmiş bir şey yok. Ama bu haber yayılırsa takip edilirler. Hepiniz meydana
çıkarsınız.
Samet'in de, İstanbul'da bazı faaliyetleri olduğu ve Milli Savunma Bakanı Semi
Ergin'in liderliğinde bir harekat düşündüğü söyleniyor. Haberin olsun ama, fazla
güvenme…
Benim sadece seninle temasım olsun. Adımı arkadaşlarına söyleme. Ben de
temaslar kurarım. Karar günü gelince sür'atle hedefte birleşiriz. Ben bu şekilde
daha yaralı olabilir, muhitim ve görevim itibarı ile sizi zamanında uyarabilir, hatta
koruyabilirim.’
Bu uyarıdan sonra Karatay ile temaslarımızı azaltmıştık. Güventürk ile zaten bir
temasımız yoktu. Ama bu uyarı bizi bazı müşkül durumlardan kurtarmıştır…
TALAT AYDEMİR’DEN RAHATSIZLIK
Ankara'da kendisi ile (Osman Köksal) görüştük. Arkadaşlarına ‘yeni bir grupla
işbirliği için bir teklif getirdiğini, ancak isimleri açıklayamayacağını’ söylemiş.
Onlar da ‘Böyle bir ön şartla görüşmeye başlayamayacaklarını’ söylemişler. Ertesi
gün Talât Aydemir, kimseye söylemeyeceğine dair şeref sözü vererek, eğer
Ankara'daki grup adına kimlerle görüşeceklerini kendisine söylerse belki bir
anlaşma sağlayabileceğini söylemiş. O da hiç kimseye söylememek şartı ile benim
adımı vermiş. Talât arkadaşları ile konuşurken hem benim adımı, hem de Samet
Kuşçu'nun bizimle beraber olduğunu söylemiş. Bu yüzden bir birleşme veya
işbirliğinin mümkün olamayacağı sonucuna varmışlar.
Köksal, ‘Ben Talât Aydemir'e senin adını, başkasına söylememesi şartı ile,
söylemiştim. Samet Kuşçu'nun adı bile geçmedi. Kaldı ki, senin Samet Kuşçu ile hiç
bir ilişkin olmadığını en iyi bilen kişilerden biriyim. Sen beni uyarmasaydın, ben
onunla temas edebilirdim. Ama sen beraber olduğunuz bazı arkadaşların onunla
işbirliği yapmayacaklarını söylediğin için tekliflere rağmen görüşmedim kendisi
ile’ diyerek Talât Aydemir'i bir takım oyunlar peşinde olmakla suçluyordu. 1959'da
kurulacak örgüte Aydemir bu sebeple alınmamış ve Kore'ye gönderilmiştir.
İLGİNÇ-İLGİNÇ
Bu arada, başını Yarbay Faruk Güventürk’ün çektiği örgüt ; İsmet İnönü ve
kendilerine yakın, Menderes’e de soğuk hissettikleri DP’li savunma bakanı Şemi
Ergin’e liderlik teklifi götürüyorlar ve bu talepleri reddediliyordu.
İlginçtir, daha teklif götürülmeden teklifin götürüleceği, diğer gruplarca da
biliniyordu. Bu grupların içerisinde bulunan ve “büyük bir baş” aramaya çıkan
Binbaşı Sadi KOÇAŞ’ın yukarıya aldığımız anılarında da belirttiği gibi, öneri
almak için gittiği Milli Emniyet görevlisi Cihat Akyol’dan ‘onlardan başka bir
grup daha olduğu, Şemi Ergin’e liderlik teklif edileceğini, Samet Kuşcu’ya
güvenmemesi’ uyarısını alıyordu.
Gene ilginçtir, uyarıyı alan “ihtilalci” Sadi KOÇAŞ, ilerde de göreceğimiz gibi:
1971 12 Mart Cunta Hükümetinin MİT’ten ve Özel Harp Dairesinden de sorumlu
Başbakan Yardımcısı; uyaran Cihat Akyol Özel Harp Dairesi Başkanı olacaktı.
Daha da ilginci, “9 Mart Devrimci Cuntası” içinde yer alan Sadi KOÇAŞ’ın çok
güvendiği ve hemen her harekette kendisinden bilgi ve destek aldığı “Üstün
nitelikleri olan, çalışkan, ketum, her yönden güvendiğim bir arkadaşımdı. İyi bir
askerdi. Askerlikten başka hiç bir konuda gözü yoktu.” diye nitelediği Binbaşı M.
Cihat Akyol, 1971 Mart ayında Tümgeneral rütbesiyle Özel Harp Dairesi Başkanı
iken yayınladığı broşürde bakın neler diyecekti :
“Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş
gibi müdahale kuvvetlerince, zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile
sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.”
“Gayri Nizami Hareket örgütleri kuruluş hazırlıkları içinde çok zayıftır,
başlangıçta güçsüzdürler, mahdut ölçüde teşkil edilebileceklerinden düşmanda
gerekli ortam meydan gelmeden büyük ölçüde aktif bir harekete girişmezler…
Hazırlık safhası çok zamana ihtiyaç gösterir. Düşman gerilla harekatını
başlattıktan sonra, geciktirilmiş olduğundan, gayri nizami kuvvetlerle mücadele
zorlaşacaktır… Gerçi mücadele tekniklerinden birisi de şiddet hareketleri ve
misillemedir. Ancak bu tekniğin halka uygulanışının çok hassas olduğu
unutulmamalıdır. Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. “
(M.Cihat Akyol, Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat, Mart 1971, Silahlı
Kuvvetler Dergisi Eki)
Bu muhteşem ikilinin süregelen ilişkilerine, 12 Mart 1971 darbesinde üstlendikleri
“görevlere” yeri geldikçe daha ayrıntılı yer vereceğiz. Biz konumuza dönelim.
PANİK-İHBAR
Ordu içinde oluşan örgütler çevrelerindeki subayları etkilemek için temasları
sırasında “yanlış bir anlama” 9 Subay olayını patlattı. Binbaşı Samet Kuşçu adlı
subay, bir grup subaya ihtilalci konuşmalar yaptı. Karşısındakilerin temkinli
konuşması nedeniyle panikledi. Karşısındaki subayların Menderesçi olduğunu
düşünerek onlar kendini ihbar etmeden önce kendisi onları ihbar etmek için
harekete geçti.
Binbaşı Samet Kuşçu DP Milletvekili ve İstanbul Ekspres Gazetesi sahibi Mithat
Perin’i arayarak “ihtilal” çalışmalarını haber veriyordu:
“Tıpkı Mısır’da olduğu gibi bazı subaylar Nasır tipi ihtilal hazırlığı içindeler.
Başlarında Yarbay Faruk Güventürk var. Beni Başbakan Menderes’le acilen
görüştür.”
Kuşcu Menderes’le görüşemese de, İçişleri Bakanı Namık Gedik’le görüşüyor ve
bildiklerini anlatıyordu.
Bu ihbar üzerine Kurmay Albay İlhami Barut, Kurmay Albay Naci Aşkun, Topçu
Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu,
Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat ve emekli Kurmay
Albay Cemal Yıldırım ihtilale teşebbüsten tutuklanıyorlardı (16 Ocak 1957). Üç
gün sonra da Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin istifa ediyordu.
Tesadüfe bakın ki 1943 yılında “milli şef”i iktidardan uzaklaştırmak için
“CUNTA” oluşturanlardan Kurmay Albay Naci Aşkun’un da aralarında
bulunduğu “ihtilal teşebbüsçülerini”; 1943’te Naci Aşkun’la birlikte “ihtilal
teşebbüsünde” bulunan Cemal Tural’ın başkanlığındaki askeri mahkeme
yargılıyordu. Tabi ki 5 Nisan 1958’de serbest bırakıldılar ve “beraat” ettiler. Ceza
alan tek kişi “ihbarcı” Binbaşı Samet Kuşçu’ydu. Ordu’yu isyana teşvik suçundan
iki yıl ceza alıyordu.
9 Subay Olayı, Ordu içindeki örgütlenmeleri telaşlandırdı. Çil yavrusu gibi
dağıldılar. Herkes kendi başının derdine düştü.
SEZAR’IN HAKKI SEZARA
27 Ekim 1957’de seçimler yapıldı. DP, ABD’ nin desteğinden yoksun girdiği bu
seçimlerde önemli ölçüde oy yitirdi. DP nin 1950 seçimlerindeki % 53 lük oy oranı
% 48’e düşerken; CHP’nin oy oranı % 39’5 tan % 41’e yükselmişti.
CHP yine muhalefette kalmıştı ama, 1954 seçimlerindeki 31 olan milletvekili
sayısını 178’e çıkartmıştı.
Ekonomi de iyi gitmiyordu. ABD yardımı ve kredileri kesmişti. 1958 yılında Türkiye
ekonomisi iflasın eşiğine gelmişti.
Türkiye moratoryum (borçlarını erteleme) ilan etti. Hani beklenirdi ki Türkiye
moratoryumunu ilan edince, bütün kaderini bütün varlığını bağlamış olduğu bir
takım ülkeler Amerika başta olmak üzere Türkiye’ye arka çıksınlar. Çıkmadılar.
IMF’nin yardım ve yönlendirme önerisi ise Menderes tarafından reddedildi. Bir
“Borçlar Genel Müdürlüğü” oluşturuldu. Türkiye’nin geliri ve gideri bir kağıt
üzerine dökülerek uzun vadeli bir plan yapıldı. Bu gerçekten bir devlet adamına
yakışan davranıştı.
CEPHELEŞME
6 Eylül 1958’de Menderes:” İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya”
diye muhalefete gözdağı verirken, İsmet İnönü’nün cevabı gecikmedi: “Sehpalar
kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez.”
1958’de Irak’daki darbe Menderes’i telaşlandırdı. Irak’a askeri müdahale yapmak
istedi. Amerika’dan destek alamadı. Sovyetler Birliği’nin karşı uyarısı nedeniyle
çaresiz kaldı. Irak, Mısır’ın yanında yerini aldı.
1959 Ocak ortalarında toplanan 14. CHP kurultayı bir "İlk Hedefler Beyannamesi"
ni kabul etti.
İlk Hedefler Beyannamesi; Partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması,
seçim güvenliği, anayasa mahkemesinin kurulması, yüksek hakimler kurulu
oluşturulması, memurlara mahkemeye başvurma hakkının tanınması, basın
özgürlüğünün anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, yüksek iktisat
şurasının kurulması, sosyal adalet kavramının anayasaya girmesi gibi hedefleri
içeriyordu. Bu da demokrasi açısından önemli davranıştı. İleride 27 Mayıs sonrası
genç subayların ve gençliğin bu istemleri ciddiye almasıyla ortalık kan gölüne
döndürülecektir.
Muhalefetteki partilerin DP karşıtlığında birleşmesi üzerine, DP Vatan Cephesi'ni
kurarak cevap verdi. 1959 Ocak ayı içinde kurulan Vatan Cephesi Ocakları ile
iktidara, partinin verebileceğinden fazla taban bulunmaya çalışıldı. Vatan
Cephesi'ne katılımlar teşvik ediliyor, belli kesimlerden belli konumlardaki kişiler
buna zorlanıyordu.
Bu kargaşalar sırasında, 30 Ekim 1959’da sessiz sedasız, Türkiye topraklarında bir
füze üssü kurulması kabul edildi. (1961 de İsmet İnönü başkanlığındaki Hükümet
zamanında nükleer füzelerin montajı tamamlandı. Türk kamuoyu, Türkiye’de
Akhisar’da nükleer başlıklı Jüpiter füzelerinin yerleştirildiğini ancak Ekim 1962’de
ki Küba Füze Krizi ile öğrenecekti. Gelip giden hükümetlerin bu konuda hiç
farkları yoktu.)
Lübnan’daki iç siyasetin karışması üzerine, Amerika İncirlik üssünden kalkan
uçaklarla Lübnan semalarında 10 bin sorti yaptı.
LEYLEĞİN ÖMRÜ LAK LAKLA GEÇER
Dağılan örgüt elemanları 1959 senesinde dirsek temasına geçmeye ve havayı
koklamaya başladılar. Biraz incelendiğinde örgüt elemanlarının iktidar devirme
hedeflerinde kararsız oldukları görülecektir. Sadece gizli yapılan toplantılar,
toplantılar... “Leylek’in ömrü lak lakla geçer” görüntüsü veren toplantılardı
bunlar.
Sadi KOÇAŞ tarafından Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’e
örgüt çıtlatılır. Türkiye’nin durumunun kötüye gittiğinden her an müdahale
gerekebileceği anlatılarak gereken destek istenir. Baş’a geçmesi istenir. Baş
olduğunu bir KOÇAŞ bilecektir bir de kendisi. Cemal Gürsel olumsuz karşılamaz,
gereken desteği verir. Tayin şubesine örgütçüler hakim olurlar. Ama nedense tayin
olanlar rehavete kapılıp, yurt dışı görevler isterler.
Olaylar yaklaşırken, Kurmay Yarbay Sadi KOÇAŞ 27 Mayıs’tan 8 ay önce
kendisine teklif edilen Cumhurbaşkanlığı yaverliğini kabul etmemişti. Kendisine
teklif edilen görev Cumhurbaşkanını hareket anında hemen etkisiz hale getirme
imkanı vermektedir. Böyle iken bu görevi reddetmiş ve anlaşılmayan bir nedenle
kaçarcasına Türkiye’den ayrılmıştır.
“MEVZİYE” YERLEŞEN “İHTİLALCİLER”
Sadi KOÇAŞ İngiltere’ye, Dündar Seyhan Amerika’ya uçarlar. 27 Mayıs sonrası
bunun nedeni soranlara şu komik gerekçeyi ileri sürer. Eğer İhtilal başarısız
olursa, ihtilalci arkadaşlarına İngiltere ve Amerika’da sığınma-korunma imkanı
sağlamak.
Talat Aydemir, kendi isteği ve Sadi KOÇAŞ gurubunun zaten onu uzaklaştırma
isteğiyle birleşince 27 Mayıs 1960 harekatını Kore’de öğrenir. Muhafız Alayının
başına geçirilen Osman Köksal Afganistan’a tayinini ister.
“Tayin şubesini ele geçirenlerin” nedense Ankara’da, Muhafız Alayı dışında göze
çarpan tayinleri ve çabaları yoktur. Harp Okulu Komutanı Sıtkı Ulay’ı DP’li
olarak bilmektedirler. 43. Süvari Alayı Komutanı kendilerinden değildir.
Tüm güçleri, ortada gezen, birlikleri olmayan, hadise anında kolaylıkla “ben
yoktum” zaten diyebilecek subay grubudur. (21 Mayıs 1963 hareketinde bunu
sayısız örnekleri vardır.). Bunlarda Genelkurmay ve Kuvvet Karargahlarındaki
odalarda, koridorlarda gezinmektedir. Leylekliğe, yani lak laka devam
etmektedirler.
“İhtilal lideri” Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL, emekliğini
isteyen bir mektubunu hükümete sunar. Bu mektubunda Başbakan Menderes’i
övmekte Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı bu olayların baş sorumlusu olarak
göstermektedir. Bu mektup 27 Mayıs sonrası kamuoyundan saklanacaktır. İzin alıp
İzmir’e gider, orada emekliğini beklemeye başlar.
Biz de ihtilalcilik böyledir. Yatacaksın pusuya, kazanırlarsa rütben sayesinde avın
tepesine oturursun, kazanamazsan tehlikeyi savuşturup geçiştirirsin. Seni bilen kaç
kişi ki?
GENÇLER-SUBAYLAR
Yapılacak hareket generalsiz ve başsız kalmıştır.
Nisan ayında Ankara ve İstanbul gençliği meydanları ele geçirmiştir. İktidarın,
Ordu gençliğiyle üniversite gençliğinin karşı karşıya getirilmesiyle 27 Mayıs
barutunu ateşleyen kıvılcımlar saçılmaya başlar.
Yüzbaşı Fethi Gürcan Ankara’da üniversite gençliğine ateş etmeyi reddeder.
Sıkıyönetim Komutanını dinlemez. Fethi Gürcan komutasındaki genç subaylar,
Kızılay’da gençleri dövmek için Beypazarı’ndan getirilen DP lileri tartaklayarak
şehir dışına atarlar. Genç subaylar da meydanları doldurmaya başlarlar.
Kıvılcım barutu ateşlemiştir. Gerçek ihtilalciler birer birer ortaya atılmaya
başlamışlardır. Odalarda gizlenerek her an kaçmaya hazır lak lak’çıların yerine,
korkusuzca açık tavır alan ihtilalciler meydanları doldurmaya başlar.
21 Mayıs günü Kızılay’da Harbiyeliler yürüyüşe geçer. Başlarına Veteriner
General Burhanettin Uluç geçer. Harp Okulu komutanı Sıtkı Ulay Kara Kuvvetleri
karargahındaki subaylara bağırıp çağırmaya başlar. Tayin şubesindeki subaylar
şaşkındırlar. Ankara’daki en büyük güçlerden biri olan Harbiye Komutanı bir an
evvel tavır koyulmasını istemektedir. Öğrenci gençlik ordu gençliğini tetiklemiştir,
ordu gençliği de lak lak’la vakit geçiren kurmayları.
Yükselen ordu gençliğin dalgası 6 seneyi aşkın toplantılarla vakit öldüren
kurmayları tetikler.
EHVEN-İ ŞER
DP de, askeri tehdidin daima farkındaydı. 5 Mart 1959’da ABD ile iç tehdit söz
konusu olduğunda yardım istemek üzere anlaşmaya varmıştı. Fakat ilginç olan, 27
Mayıs Hareketi gerçekleştiği zaman Amerika yardım etmeyi düşünmemişti.
ABD de bu gelişmelerden haberdardı. Gelişmeleri izlemekteydi. Kuşkusuz,
tepkinin de bu kadar altüstlük yaratacağını bilseydi, hiç çekinmeden ihtilalcilerin
tepesine binerdi
ABD “ihtilalin” sonucunda kendi çıkarlarına “halel” gelmeyeceği kanaatindeydi.
Onun için önemli olan, DP İktidarı ve Menderes değil, Amerikan emperyalizminin
çıkarlarıydı. “Geliyorum” diyen ihtilal bu nedenle de “ehven-i şer”di.
Ayrıca, darbenin ertesinde şekillenecek olan yeni üstyapıya da gerekli şekli
verilebileceğini düşünmekteydi.
Türkiye ABD’nin tam olarak denetleyemediği, ama adım adım izlediği bir süreçte
“27 Mayıs İhtilali” ne doğru yol alıyordu.
YALPALAMA-KARARLILIK
“Uzun süre tereddüt gösteren “Kurmay” komiteciler, sonunda alttan gelen
baskılara dayanamayarak, ihtilâl yapmaya karar vermişler ve harekat planlarını
yapmışlardı. 26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan gece saat 03:00'te belirlenen
hedeflerde olunacaktı. Ankara'daki parola: İNKILAP’TI. “(Ben İhtilalciyim! Öner
Gürcan-Süvari Yayıncılık)
26’yı 27 Mayıs’a bağlayan gece Kurmaylar 6 gün önce harekete katılan Harp
Okulunda toplanır.
03:00 de Süvariler, komutanlarını tevkif edip atlarıyla Ankara’yı işgale başlar, 6
tank da Ankara’da dolanmaya başlar. Harbiyeliler kilit noktalarını tutmaya başlar.
İstanbul da harekete geçmiştir. Orhan Erkanlı’nın komutasındaki tanklar görev
başındadır. İstanbul Radyosu’nda İhtilal bildirileri okunmaya başlar.
Ankara Radyosu suskundur. Harekete son günlerde katılan General Cemal
Madanoğlu “İhtilal yerine 12 Mart gibi Meclisi fesh etmeden Hükümet değişikliği”
gibi önerileriyle kurmaylar arasında kararsızlıklar yaratmaktadır. Alpaslan
TÜRKEŞ radyoda bildiriyi okuyacak subaydır. Ankara Radyosu, hareket
başlamasına karşın suskunluğunu devam ettirmektedir.
Ankara’da Çankaya Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı ve Jandarma Taburu
ihtilalci birliklere yol vermemektedir. Muhafız Alayının başına getirilen Osman
Köksal hiçbir örgütlemeye gitmemiş, tek bir subayını dahi ihtilale hazırlamamıştır.
İhtilalci birlikler şaşkındır. Kendilerine söylenen Muhafız Alayının ihtilalden yana
tavır koyacağıdır. Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal Alayının başına geçip
Cumhurbaşkanını tevkif edeceğine, Köşkte Celal Bayar’ın etrafında dolanıp
durmakta, Bayar’ın sorularına kem küm etmektedir. Süvari Yüzbaşıları Fethi
GÜRCAN ve Nusret KOCABEY komutasındaki 43. Süvari Alayı’nın Süvari
Birlikleri Jandarma Taburu’nun savunmasını yararak köşke yönelirler. Fethi
Gürcan direnmeyi söndüren birlikleri tesirsiz hale getirirken, Nusret Kocabey’in
yönettiği Süvari Birliği köşkü ele geçirir. Kendisine kurmaylarca görev–haber
verilmemesine rağmen hareketi duyup gelen Veteriner General Burhanettin Uluç,
açılan gedikten etraftan bulduğu 4 Harbiyeli ile girer. Süvariler Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’ı Burhanettin Uluç’a teslim ederler. Açılan gedikten geçenler de içeri
girerler. Hatıralarında hep Süvari neferlerinden bahsederler. Osman Köksal’ın
yalpalaması saklanır. İhtilalci birliklerce alınmak istenen tabancası ve kendisi,
arkadan gelen Kurmay Sami Küçük‘ce engellenir.
SAHTE KAHRAMANLAR HER ZAMAN GEREKLİDİR
1970’ lerde DEVRİM gazetesi 27 Mayıs’ı yapanlar olarak Osman Köksal- Cemal
Madanoğlu’nun hatıralarını baş sayfada 6 hafta boyunca yayınlarlar. “Çankaya
Köşkü nasıl düştü”. Olanlar olmamışa döndürülecektir.
Kendilerine sahte kahraman gerekmektedir. Ordu ve üniversite gençliğini
kandırmaya çalışırlar. Fethi GÜRCAN ismi tehlikelidir. Kontrolsüzdür.
Kendilerine kontrollü sahte kahramanlar gereklidir. Osman Köksal ve Cemal
Madanoğlu bu iş için biçilmiş kaftandırlar. Her ikisinin de 27 Mayıs öncesi ve
sonrası yalpalamaları meşhurdur.
Aynen 21 Mayıs 1963’de Talat Aydemir’e yalvarıp “Bokunu yiyim” diyen Ali
Elverdi’yi 21 Mayıs’ı bastıran kahraman olarak gösterip, general yapıp 1971’de
Deniz Gezmişlerin mahkemelerinde başkan yaptıkları gibi.
21 Mayıs’ta alnının çatına dipçiği yiyince Harbiyelinin ayağına kapanıp “Aman
evladım ben de sizlerden yanayım, beni kurtar, hastahaneye yetiştir“ diyerek
yalvaran ve Fethi Gürcan’ca Harbiyeliler’in elinden alınıp hastahaneye
gönderilen Albay Tevfik Türüng gibi.
Tevfik Türüng General yapılacak, 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının
katledildiği Kızıldere’deki kontrgerilla operasyonunu yönetecektir. Mahir’in
cenazesini Ankara’ya getiren aracın şöförünü, Ankara girişinde durdurarak
teröristin cenazesini nasıl taşırsın diyerek sille tokat dövecektir. Ağabeyi Orgeneral
Faik Türün’e yakışır kardeş olduğunu gösterecektir. İşte 21 Mayıs bilinmezse bu
kişilerin davranışları anlaşılamaz.
1963 de Ordu gençliğinin postalını parlatan kişiler “Demokrasi Kahramanı”
olarak süslenip püslenip omuzlarına yıldızlar takılarak 1971’de gençliği ezmede
kullanılmışlardır. İsmet İnönü’nün 27 Mayıs sonrası yarattığı ve ordu gençliğini
ezmek için kullandığı “Demokrasi Generalleri”dir.
RADYO SUSKUNLUĞUNU BOZAR
Nihayet saat 05:25’te, iki saatlik gecikmeyle Ankara radyosu da Alpaslan
TÜRKEŞ’in sesinden ihtilal bildirisi okunmaya başlar.
"Sevgili Vatandaşlar; Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif
hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı
Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimizin,
partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir
idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler
yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve
teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.
Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç
kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkar bir fiile müsaade etmeyeceği gibi
edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir.
Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş;
kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün
vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları
olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla
muamele etmeleri ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri
görülmektedir.
Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetlerine sığınmalarını rica ederiz.
Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve
bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasasına ve insan
hakları prensiplerine tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda
sulh" prensibi bayrağımızdır.
Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve
bağlıyız. Düşüncemiz “yurtta sulh, cihanda sulh”tur.
DEPREM- ŞAŞKINLIK
Ordu gençliği görevini yapmıştır. Görev yerlerinde kalırlar. Görevleri bitenler
kışlalarına dönerler. Ordu gençliği kurmayların her şeyi düşünüp planlandığını
düşündükleri için rahattırlar.
“Kurmaylar” ise şaşkındırlar. Planlarında “ihtilali ertelemeyi” yada
“yakalanılırlarsa elde delil bırakmamayı” temel almışlardır. Ordu gençliğinin
itmesi 27 Mayıs depremine sebep olmuştur. Yıllardır plan yapan Kurmaylar
kararsızdırlar.
Ortalık birden diğer kurmaylarla dolar. Kazanılmış hareketin nimetlerini kapmak
için beline tabancayı takan kapıya dayanır.
Emeklilik dilekçesini verip İzmir’e giden Orgeneral Cemal Gürsel, apar topar
İzmir’den uçağa adeta atılarak Ankara’ya getirilir. Çoraplarını uçakta giyer. Onu
bile kimin getirdiği tartışma konusu olacaktır. Her kurmay bir yüksek rütbeli
bulup ikinci adam olma derdindedir. Her biri liderdir. Ama kendisinden başka
kimse onu lider görmemektedir. Düzen için bir tanrı gereklidir. Kendileri
peygamberleri ve havarileri olacaktır
Orgeneral Cevdet Sunay havaalanında “İhtilalci” komutanını karşılayıp kucaklar.
“Gazasının mübarek olmasını” diler. İleride Genelkurmay Başkanı ve 12 Mart’ın
Cumhurbaşkanı olacak Cevdet Sunay gençlerin idam kararını “meclisi ilgaya tam
teşebbüs” (146/1) gerekçesiyle “Demokrasi uğruna” onaylayacaktır.
İstanbul’daki kurmaylar da “alan mı kaçan mı” hesabı bir uçağa doluşarak
Ankara’ya gelirler. İktidar gemisi yol almak üzeredir.
Cemal Gürsel yerine oturur oturmaz kendisini İzmir’den getiren ve karşılayan
ihtilalcilere, burada ne beklediklerini sorup, artık komutanın kendisinde olduğunu
söyleyerek görevlerinin başına dönmelerini emreder. İhtilalciler bu sefer silahı
kendisine yöneltilince o an geri çekilip izlemeye başlar. Tepelerine bineceği günü
bekler.
MBK (MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ)
Birbirini tanıyanlar, arkadaşlarını yanında görmek isteyenlerden, Deniz
Kuvetleri’nden de Jandarma’dan da olsun düşüncesine kadar hesaplar yapılır ve
38 kişilik MBK kurulur. Yasama ve yürütme yetkisi MBK de iç içedir. Birlik yoktur.
Buna rağmen; birbirlerine düşürülmelerine rağmen, halkın yanında bir Anayasa
oluştururlar. Ordu–Üniversite gençliğinin halktan yana olan karakteri büyük
ölçüde uygulamalarda kendini gösterir. Her ne kadar kurmayların kaleme aldığı
ihtilal bildirisinde NATO’ya, CENTO’ya bağlılık ifadeleri yer alsa da, “Amerikan
emperyalizmine karşıtlık”, “sol düşünce” kavramları tartışılabilmektedir..
Amerika’nın Barış Gönüllüleri uygulamasına son verilir. Kore’deki askeri birlik
geri çekilir. Ordu gençliği hızla politize olmaya başlar.
BAŞI DÖNMÜŞ BİR GRUP
ABD yönetimi, bir anlamda dipten gelen bir dalga olduğu için, tam olarak
denetimi altına alamadığı 27 Mayıs’ı yakından izliyordu. Kendi dışında gelişmiş bu
hareketi bir yandan kontrol altına almaya çalışırken, diğer yandan hareketin kendi
çıkarlarına karşı etkilerini azaltmaya çalışıyordu.
ABD ve yerli işbirlikçileri gelişmelerden tedirgindir. Çünkü, ordu tehlikeli bir
şekilde “emir komuta” zincirinin dışında hareket etmektedir. MBK’da yüzbaşılar,
generallere kafa tutabilmekte, birliklerin kimin tarafında olduğu tartışmaları
ortalığı sarmaktadır. Bu arada, MİT, CIA’nın ve MOSSAD’ın tasallutundan
kurtarılmak istenilmektedir. 27 Mayısçılar MAH’ın (MİT in eski adı) başına 9
Subay Olayında yargılanan Tümgeneral Naci Aşkun’u getirdiler ve operasyon
başlatıldı. Teşkilatın hemen tamamı tasfiye edildi.
“Darbe için örgütlenen subaylardan bir kısmı CHP yanlısı idi. Bir kısmı ise daha
radikal bir çizgide idi ve ABD’ye tavır alıyorlardı. Olası bir sola kayışı önlemek
için Amerika, Albay Alparslan TÜRKEŞ ve arkadaşlarına güveniyordu. Albay
TÜRKEŞ, NATO bünyesinde eğitim görmüş, Amerika'da psikolojik harekat
kurslarına katılmış bir askerdi. CIA tarafından çıkarılan psikolojik profilinde onun
Turancı ve milliyetçi olduğu, Sovyetler'e karşı operasyonlarda güvenilebileceği,
sıkı anti-komünist kimliği, karizması ve teşkilatlanma yeteneği övülüyor ve
güvenilir bir subay olduğu belirtiliyordu. Albay TÜRKEŞ Amerika'da gördüğü
eğitim sırasında "Stay Behind" Operasyonu konusunda bilgilendirilmişti. CIA'nın
çalışma yöntemlerini de iyi biliyordu; çünkü tam da onları uygulamak konusunda
eğitim görmüştü.” (Serdar KURU-Stay Behind Operations)
1955'te ABD'de Psikoljik Savaş ve Propaganda Merkezinde CIA uzmanlarıyla
birlikte eğitim gören Ahmet YILDIZ 1960'ta MBK üyesi olacak daha sonra tabii
senatör ve halkevleri başkanlığı görevine gelecektir.
Bir ABD belgesi olan Emperyalizm Çağı kitabının yazarı Harry Magdoff “eğitim”
konusunda şöyle diyordu :
“Birleşik Devletler’deki ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim
merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları
eğitmemiz askeri yardımlarımızdan sağlanan faydaların her halde en önemlisidir.
Bu öğrenciler dönüşlerinde eğitici olmak üzere kendi ülkeleri tarafından özel
olarak seçilmişlerdir. Bunlar gerekli bilgilerle teçhiz edilmişlerdir. Bu bilgileri
kendi bilgilerine aktaracak olan geleceğin liderleridirler. Amerikalıların ne
yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilen kimselerin, liderlik
mevkilerinde bulunmalarının ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek
duymuyorum. Böyle kimselerden dostlar edinmenin değeri ölçülemeyecek kadar
fazladır.
Dönemin ABD Ankara büyükelçisi Warren ise merkeze verdiği raporda şunları
belirtiyordu:
“27 Mayıs'tan sonra kurulan Milli Birlik Komitesi çok genç, tecrübesiz ve
üstlendiği misyondan başı dönmüş bir grup"
"Şu andaki işlerimizden biri de, MBK içindeki kilit kişilerin kimler olduğunu
araştırmaktır"
ABD YANLISI-SAĞLAM-ÖDÜLLÜ
27 Mayıs 1990 tarihli Hürriyet Gazetesinde yayınlanan aşağıdaki haber bu
bakımdan anlamlıdır.
“ABD Dışişleri Bakanlığının 27 Mayıs ihtilalinden bir yıl sonra hazırladığı rapor,
darbecilerin karakterine varıncaya kadar açıklıyor. Gizliliği sona erdiği için
açıklanan raporda, başta Org.Cemal Gürsel olmak üzere MBK üyelerinin
çoğunluğu Amerikan yanlısı olarak nitelendirilmiş.”
“Fahri Özdilek: ABD yanlısı ve batıcı
Cemal Madanoğlu : Sağlam ABD yanlısı
Mucip Ataklı : NATO karahgahında görev yaptı
Osman Köksal : ABD’nin üstün hizmet madalyası ödüllü
Sami Küçük: Amerikan yanlısı olduğunu saklamaz
Suphi Karaman : ABD’de atom silahları kursunu bitirdi,
Ahmet Yıldız: ABD’ de Fort Still’deki top okulunu bitirdi. Fort Bragg’daki
psikolojik savaş merkezinde eğitildi.
Suphi Gürsoytrak: ABD kurmay kolejinden mezun.”
Sakın yanlış anlaşılmasın, biz yalnızca bir gazete haberini okuyucularımızın
dikkatine sunuyoruz, yoksa Amerika’da eğitim gören herkesin Amerikan
çıkarlarına hizmet ettiği veya edeceği yolunda bir savımız yok. Örneğin
Amerika’da eğitim gören Üsteğmen Erol Dinçer 21 Mayıs 1963 de sisteme
başkaldırmıştır. Ama ABD yönetimlerinin bu eğitimlerden beklediklerinin
Amerikan çıkarlarına hizmet edecek kişileri yetiştirmek olduğu ve bu kişilerden
hizmet bekledikleri çok açık.
FELSEFE ÖĞRETME-ŞÜPHE YOK
Nitekim bu amaçlarını ve beklentilerini saklamıyorlar. McNamara ABD Senato Dış
İlişkiler Komitesinde 1962 yılında yaptığı konuşmada şunları söylüyordu :
“Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslarda 18.000 kişi eğitim
görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri, demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık
olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğrenecektir. Ülkelerine
döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır” (Çetin Yetkin, Türkiye’de
Askeri Darbeler ve Amerika, s.32 )
Amerikan Kongresi için hazırlanan bir raporda da aynen şunlar yazılıdır:
“Birleşik Devletlerin savunulmasında doğrudan doğruya katkıda bulunmaları, ya
da stratejik konuma sahip oldukları birçok ülkeye yaptığımız askeri yardımların
asıl sebebi bunlar değildir. Asıl sebep, general ve amirellerin iktidarı devralmak
üzere yetiştirilmeleridir. Bu konuda artık hiçbir şüpheye yer yoktur.” (Harry
Magdoff, Emperyalizm Çağı,Odak Yayınları 1974, s. 157)
TÜRKEŞ GÖREV YERİNE
Warren, araştırma sonucunu ise merkeze şu şekilde iletiyordu:
“Milli Birlik Komitesi çok tecrübesiz, Gürsel’in altına en önemli MBK üyesi olarak
TÜRKEŞ’i yerleştirdik.” (Foreign Relations, 1958-60 s.869-70). TÜRKEŞ,
Başbakanlık Müsteşarlığına getiriliyordu.
Warren, MBK Hükümeti'ne "ortalamanın üstünde" not verdikten sonra kabinede
ABD'nin bazı yakın dostlarının bulunduğunu, kabine üyelerinin arasında eğitim,
ticari ve ideolojik bağlarla ABD'ye meyletmiş üyeler bulunduğunu, geçici
hükümetin ABD'ye Menderes Hükümeti kadar yakın olmayacağını, hükümet içinde
ABD'ye karşı şüpheci bir eğilimin bulunduğunu belirtiyor ve "Menderes döneminde
hiç karşılaşmadığımız ölçüde sıkıntı ve güçlükler yaşayacağız" şeklinde kanısını
dile getiriyordu.
ABD bu raporla tatmin olmamıştı. Olayları yerinde görmek için, adamlarını
Türkiye’ye göndermeye başladı. 18 Haziran 1960’da NATO Başkomutanı General
Norstad, ardından bir hafta sonra da ABD heyeti geldi. 25 Temmuz l960’da ABD
Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri William H. Doyle, güvendikleri Başbakanlık
Müsteşarı Albay Alpaslan TÜRKEŞ'e gönderdiği mektupta Türkiye’deki
gelişmelerden yakınıyor ve şunları yazıyordu:
Değerli Albay
CIA, Türk milli polisiyle yaklaşık on yıldan beri irtibat içerisindedir. Şu anda
polislik deneyimi çok fazla olan Mr. Arthur V. Miller (CIA’nın o tarihteki
Ankara’daki başkanı) CIA’nın Türk polisi ile irtibatını temsil etmektedir.
Bizim irtibat görevlimiz, geçtiğimiz yıllar içerisinde Türk polisi ile ülkenizde yıkıcı
eylemlere karşı gelmek üzere Little Groups (Küçük Gruplar) adındaki grupların
örgütlenip eğitilmesinde çalıştı.
Bu gruplara “karşı tahrip” edici hareketler konusunda uzman olmaları için yaygın
bir eğitim verildi. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde bu grupların yaklaşık altı tanesi
eğitildi.
Bir süre önce, Milli Güvenlik Genel Direktörlüğü Mr. Miller’a artık bu alanlarda
çalışmasının istenmediğini bildirdi. Ayrıca Mr. Miller’dan polis karargahınızdaki
küçük ofisten çıkması da istenildi…
Geçtiğimiz birkaç yılın da, Türk milli polisi ile ilişkimizin, kısa bir özetini ilişikte
bulacaksınız. Ayrıca aslında bizim teşvikimizle ve ortak çabalarımızı harekete
geçirmek amacıyla 1959 yılında yayınlanan, bakanlığa ait kararnamenin bir
kopyasını da gönderiyoruz…..”
Mektubun ekinde gönderilen “Türk Milli Polisi ile Resmileştirilmiş İşbirliği”
başlığını taşıyan yazıda, Türk polis örgütüne yapılan yardımlar ve hizmetler şöyle
sıralanıyordu:
1Türk milli polisiyle irtibat eylemlerinin, ilk CİA temsilcilerinin Türkiye’ye
varışından beri devam etmesine karşın, Türklerden işbirliği için resmileştirilmiş bir
isteğin dosyalardaki kaydı, 1950 yaz aylarını gösterir. Bu zamanda Halk Güvenliği
Genel Müdürü O’Donnell’a, Amerikan hükümetinin Türk milli polisinin yeniden
örgütlenmesine yardımcı olması için, Amerikan polis görevlilerinden bir danışma
kadrosu sağlama konusunda yardım talebinde bulunuldu. Bu başarıldı.
2İlk operasyon fonları için o zaman 15 000 dolarlık bir başlangıç fonu
konmuştu. Bu ilk giderlere 1950-1951 yılında 200 00 dolarlık bir değişiklik
getirildi.
GEREKÇELER
1960'lardan 1980'lere kadar uzanan askeri darbeler dönemine yüzeysel
bakıldığında kuşkusuz sayısız gerekçeler bulunabilir. Ancak Warren'ın da belirttiği
gibi temel neden Türkiye'nin düzeninin her anlamda ABD'nin dümen suyuna
oturtulmasıdır. Bu amaçla da ABD'nin kontrolü altına aldığı ülkelerdeki uzun
erimli son hedefi, o ülkelerin iktidarlarının, muhalefetinin ve bürokrasinin sivil ve
asker kanadının ABD işbirlikçilerinden oluşmasıdır.
Bunu ekonomiden soyutlamak da olanaksızdır. “Globalleşme” adı altında,
piyasaya yeni bir ambalajla yeniden sürülen emperyalizm; azgelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerin ekonomilerini dünya kapitalizmine entegre etmeye çalışmaktadır.
Günümüzde aynı yöntemler dünkü sosyalist ülkeler içinde uygulamaya
konulmuştur.
Warren’ın öngörüleri doğru çıkmıştı. Gerçekten de 27 Mayıs’ı gerçekleştiren
ekibin içerisinde, ABD’ye şüpheyle bakan bir eğilim vardı ve ABD, Menderes
döneminde hiç karşılaşmadığı ölçüde sıkıntılı güçlükler yaşayacaktı.
16 Eylül’de “Türkiye'nin milli kurtuluş savaşlarını özellikle de Cezayir'in
Fransa'ya karşı savaşını desteklediğini” belirten bir MBK bildirisi Ankara
Radyosundan yayınlanmış; bu arada MBK üyesi Erkanlı yurt gezisi sırasında
Amerikan emperyalizminden bahsetmiş, ABD'nin Türkiye'ye karşı emperyalist bir
siyaset izlediğini ileri sürmüştür (Vatan 30 Eylül 1960, Yalman).
SARSA SARSA-1961 ANAYASASI
27 Mayıs, ilerici bir karakteri de içinde taşımaktaydı. 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinden farklı olarak hiyerarşi dışı bir eylem olan 27 Mayıs askeri darbesi,
esas olarak işçi sınıfının, diğer emekçilerin gelişen devrimci hareketine, sol ve
devrimci güçlere karşı değil, iktidardaki DP Hükümetine karşı yapılmıştı. Bu
askeri darbeyle açılan dönem, 1920'lerden bu yana ilk kez belirli bir düşünce
özgürlüğü ortamının oluşmasına, devrimci ve sol düşüncelerin yaygınlaşmasına ve
devrimci hareketin kitleselleşmesine tanıklık edecekti. Günümüzün AB ve ABD
Emperyalizmi yalakalarının Dış Dinamikten beklentilerinin tersine, İç Dinamik
özgürlükleri getirmişti. Hem de Sermaye Düzenini sarsa sarsa.
Kurucu Meclis tarafından Türkiye'nin gelmiş geçmiş en halkçı anayasası olmuş
olan 1961 Anayasası hazırlanmış ve işçi sınıfı toplu iş sözleşmesi ve grev haklarını
elde etmişti. Bugün AB’ye uyum yasaları adı altında, AB direktifleriyle “dostlar
alışverişte görsün” anlayışıyla hazırlanan yasalar “demokratik açılım” açısından
bu düzeyi bile yakalayamamıştır. AB’nin “demokrasi” anlayışında “işçi hakları”
ve “sınıfın örgütlenmesi” kavramlarından söz dahi edilmemektedir.
KIZIN GÖZÜ AÇILMADAN
Amerika ve İşbirlikçileri telaş içindedir. Kızın gözü açılmadan başı bir an evvel
bağlanmalıdır. Bir çok koldan işbirlikçiler ve efendileri işe koyulur.
Amerika MBK üyelerine el atar. Zaten bir kısmı Amerika da eğitimden geçmiş
NATO ve CENTO şubelerinde eğitimleri pekiştirilmiş kişilerdi. Amerika Elçisinin
açıklamasına göre Alpaslan TÜRKEŞ’i Gürsel’in altına yerleştirmişlerdi. Orhan
KABİBAY Genelkurmay CENTO şubesinde ve Alpaslan TÜRKEŞ Genelkurmay
NATO şubesinde çalışırken 27 Mayıs’a katılmışlardı. Eğitimliydiler. NATO’yu,
CENTO’yu biliyorlardı. Dündar Seyhan Amerika’da, Sadi KOÇAŞ İngiltere’de 27
Mayıs’ı karşılamışlardı. 27 Mayıs’ı tek eğitimsiz olarak Kore’de karşılayan Talat
Aydemir’in sorun olabileceğini düşünememişlerdi. Sonradan Aydemir’i de oltaya
takmak için çok çaba harcayacaklardı. Oltaya takılmadığı için de asılacaktı.
DP kapatılmıştı. CHP kadroları yıllardır mahrum bırakıldıkları hasretle özledikleri
iktidarın bir an evvel kendilerine verilmesi için sabırsızlardı.
Hızla sivilleştirilmeye geçilmeliydi. Siyasete bulaşan asker pek çok pisliği görmeye
başlayabilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki ülküsünü taşıyan
yıpranmamış asker, siyasette emperyalizme teslim olmuş kadroların kanıksadıkları
uygulamalara tepki verebilirdi.
3 Ağustos 1960’da 235 general ve amiral emekliye sevk edildi. 27 Ekimde 147
öğretim üyesi görevlerinden uzaklaştırıldı. Böylece ihtilalciler oyuna getirilerek
üniversite ordu işbirliği parçalandı. Devrimleri yapma yerine, birbirlerini yeme
oyununa getirildiler.
İşbirlikçilerin elinde koskoca bir İsmet Paşa ve CHP vardı. Denetimlerindeki basın
da hazırdı.
HAVUÇLAR
Havuçlar uzatılmaya başlandı. İsmet Paşa’nın damadı Akis gazetesinde
öneriyordu: Bu MBK üyesi 38 kişinin altından heykeli dikilmeliydi. MBK üyeleri
yüceltilip ayakları yerden kesilirken, hem de içinden geldiği ordu gençliğinden
koparılıp tecrit edilmek isteniyordu. Bu sayede ellerine alıp yoğurarak istedikleri
biçimi aldıracaklardı.
Ulus gazetesinden Demokrasi Savaşçılarından Bülent Ecevit de havucunu uzattı.
MBK üyeleri seçim sonrası ömür boyu senatör yapılmalıydılar. Bülent Ecevit 1964
de Talat Aydemir ve Fethi Gürcan için idam edilsinler diye oy kullanacaktı. İşte
bizdeki çirkin politikacı. Yandaş olsun diye ihtilalciye seçimsiz ömür boyu
senatörlük, sisteme teslim olmayan ihtilalcilere idam. Osmanlı da kendine isyan
edeni ya vezir yapar ya da asardı. Gelenek devam ediyordu.
Ve gerçekten de bu havucu yiyen MBK üyelerinin büyük kısmı 12 Eylül 1980 Karşı
Devrimi’ne kadar, 20 yıl demokrasi adına seçimsiz tabii senatör, bir başka deyişle
ömür boyu senatör olarak utanmadan makam koltuklarında oturdular. Ve arsızca
21 Mayıs 1963 ihtilalini karşı devrim diye tanımlayarak 1970’lerde gençlik içinde
“devrimci pozlarda” dolandılar. Bir kısmı gidip Celal Bayar’ın elini öptü. Gençler
asılırken ortalıktan yok oldular, Halk Evleri’nin Başkanları, Dev-Güç’ün
mimarları, Dev-Genç’in isim babaları, Dev-Genç’liler işkence görürken,
öldürülürken, asılırken kıllarını kıpırdatmadılar. Tabii Senatörler, Kontenjan
Senatörleri “İdamlar” görüşülürken, idam kararları verilirken ya toplantıya
katılmadılar, ya da sessiz kalarak, idam lehine oy vererek geçlerin asılmasını
“demokratik olarak izlediler”, asılmalarına katkıda bulundular. Aynen 1964’de iki
subay arkadaşlarının idam oylamasında yaptıkları gibi. Demokrasi oyununda
senatör maaşlarını alarak verilen rollerini ustaca oynadılar. Ta ki 1980 12
Eylül’ünde yerlerini alacak Beşler Çetesi gelinceye kadar.
İHTİLALCİYE UZATILAN KEMİK
Bir kısmı bu oyunu gördü.
Üsteğmen rütbesindeki MBK üyesi Ahmet Er MBK toplantısında haykırdı:
Bu bir siyasi rüşvettir.. İsmet Paşa’nın iktidarı elimizden almak için bize uzattığı
kemiktir. Ve modern hiçbir memlekette böyle müessese yoktur. Bu bizim yeminimize
aykırıdır. Biz millet önünde hiçbir karşılık beklemeden millete hizmet edeceğimize
yemin ettik. Onun için Tabii Senatörlük diye bir şey kabul edilemez. Bize uzatılan
kemiği almayacağız. Bu teklifler bize hakarettir.
Ekimin birinci günü gazetelerde Gürsel'in Komite içinde dikta yanlılarının
olmadığını, Komite’nin ikiye ayrılmadığını anlatan bir demeci çıkmıştır. Oysa
Komite hem bölünmüştür, hem birbirine eskisinden daha fazla kızgındır. Bu
kızgınlık bir Komite toplantısında General Cemal Madanoğlu ile Üsteğmen
Muzaffer Özdağ arasında sert bir tartışma çıkmasına neden olmuştur. Bu
tartışmadan sonra Madanoğlu uzun bir süre Komite toplantılarına uğramamıştır.
Komite toplantısında Üsteğmen Muzaffer Özdağ, milletin kaderini değiştirme ve
devrim üzerine bir konuşma yaparken, General Cemal Madanoğlu oturduğu yerden
müdahale ederek:
“Biz bu uzun işleri bırakalım, bizim bunlara aklımız ermez. Vazifemiz DP iktidarını
yıkmaktı, yıktık bitti. Çağıralım İsmet Paşa’yı iktidarı devredelim, biz de kenara
çekilelim.” demiştir.
İSMET PAŞA’NIN KİRALIK ASKERİ
Üsteğmen Özdağ'ın General Madanoğlu'nun bu müdahalesine tepkisi sert
olmuştur:
“Paşam, siz istediğiniz yere gidebilirsiniz, kimse sizi zorla tutmuyor. Zaten
yanlışlıkla geldiğiniz ve bir türlü vazifenizi, fonksiyonunuzu idrak edemediğiniz bu
topluluk bir İhtilal Meclisi’dir.
Burada herkesin rütbesi ve sıfatı eşittir ve birdir: İhtilal meclisi üyeliği... Burası
kışla değil, siz de general değilsiniz; oturduğunuz yerden müdahale etmeyin,
fikriniz varsa, söz alın ve kürsüden söyleyin.
Şunu da bilin ki biz İsmet Paşa’nın kiralık askerleri değiliz ve olmayacağız.
İhtilal İsmet Paşa’yı iktidara getirmek için yapılmamıştır. Her defa İsmet Paşa’ya
iktidarı devretmekten bahsediyorsunuz.
Kimin malını kime veriyorsunuz? Milli Birlik İktidarı’nın gerçek sahibi Türk
ordusudur, biz onun temsilcisiyiz.
İktidarı zamanı gelince yapılacak seçimleri kazanana devrederiz; önce devrimler
yapılacak, sonra da seçimler.”
CADI KAZANI
Durum tehlikeye gidiyordu.
Emperyalizm ve işbirlikçilerde oyun çoktu. CHP’li siyaset bezirganları ve yandaş
basın mensupları cadı kazanını kaynatmaya başladılar. Bunlar seçime gitmeyip
diktatörlük kuracaklardı. Bunlar komünistti. Bunlar Faşistti.
Hele Alpaslan TÜRKEŞ’in 1944’lerde Turancılık nedeniyle tutuklanması olayı
propagandaları için eldeki en büyük kozdu. O olmasa diğerlerini nasıl yerden yere
vuracaklardı?
Amerika, en yetişmiş elemanını, TÜRKEŞ’i feda edecekti. İlerde nasılsa telafi
ederdi. TÜRKEŞ hiç beklemediği yerden vuruldu. Güvendiği dağlara kar yağmıştı.
Amerika için adam harcamak kolaydı. Kuruların yanında TÜRKEŞ de yakıldı.
MBK üyeleri ve ordu gençliği arasına dalan siyaset bezirganları laf getirip laf
götürdüler. İhtilalciler arasında nifak tohumlarını attılar. İhtilalciler birbirinden
şüphelenir oldular. Hepsi tedirgindi Kim komünistti? Kim faşistti? Kim
demokrasiye inanıyordu? Kim dikta istiyordu?
Parmaklar tabancalarının tetiğindeydi. Kıtalara hakim olma savaşı başladı. At izi
ile it izi karışmıştı.
BAKİRE KURTARILDI
27 Mayıs sonrası ister istemez tekrar hiyerarşi kurulmuştu. Cemal Paşalar MBK’yi
ikiye böldü. 14’ünü yurt dışına sürdü. Kalanları gücün el değiştirmesiyle hazırola
geçtiler. Havuçlarına razı oldular. Geri kalanlar sisteme teslim oldular.
”Demokrasi” adlı bakire kurtarılmıştı. Bu duruma en çok sevinenler, oyuna
düşürülenler olmuştu. TİP başkanı olan Mehmet Ali Aybar “Demokrasiyi”
kurtaran İnönü’ye daima minnettar kalacak, bu davranışını övgüyle
destekleyecekti. Oynanan oyunu tek anlayan eski tüfek devrimci Dr. Hikmet
Kıvılcımlı olacaktı.
KİME KARŞI?
Hareket başarıldı. Menderes hükümeti devrildi. DP kapatıldı. Milletvekilleri
Yassıada’ya gönderildi. 1938’den itibaren başlayan “Küçük Amerika” süreci, 27
Mayıs 1960'da çok kısa bir süre kesintiye uğradı. 27 Mayıs ne Amerika’dan
yanaydı, ne de karşıydı. O günlerde 27 Mayıs karşıtları; 27 Mayıs kime karşı
yapıldı? sorusuna, esprili bir şekilde “Sabaha karşı “ yanıtını veriyorlardı.
Gerçi tepkinin temelinde, ulusal kurtuluş savaşı kazanmış bir ordunun, “Küçük
Amerika” sürecinde Amerikanlaştırılması ve Emperyalist Çıkarlara Alet edilmesi
vardı. Ama, bu tepki yalnızca duygusaldı. Bilinç düzeyine yükselememiş ve
kurumsal bir niteliğe ulaşamamıştı. Amerikan Emperyalizmi’ne karşı ikircikli bir
yaklaşım sergileniyordu.
Bir yandan NATO'ya ve CENTO'ya sadık olunduğu söyleniyor; diğer yandan;
Kore'deki Türk Birliği geri çekiliyordu.
Türkiye’nin sivil ve askeri bürokrasisi tepeden NATO ve CENTO gibi emperyalist
militarist birliklerle ve dolayısıyla güçlü uluslararası sermaye çevreleri ile
bağlanmış olmakla birlikte, henüz bu tekelci sermaye çevreleri ve yerli bağlantıları
ordunun tepesinde ve şüphesiz asıl olarak daha alt kademelerde bir denetim
kuramamışlardı.
O yıllarda ekonomik durumları çok kötü olan ve genellikle yoksul ailelerden gelen
subayların ve astsubayların yürekleri henüz halkıyla birlikte atmaktaydı; halk acı
duyduğu zaman, aynı acıyı onlar da duymaktaydılar. Ve sonuçta, daha sonra
olacak Pentagon güdümlü darbelerden farklı olarak bu darbe -NATO ve
CENTO’ya bağlı kalmakla birlikte- Türkiye halkı ve çalışanları için çok daha
özgürlükçü bir ortam yaratacaktı.
GİZLİ CELSE –MENDERES-CIA
Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşları Anayasa’yı değiştirmek, Türk halkını
iç savaşa sürüklemek ve Türk topraklarının bir kısmını yabancı bir devlet
egemenliğine bırakmaktan yargılanıyorlardı.
Yassıada duruşmalarının yıllar sonra açıklanan gizli celselerinde ABD’nin gizli
istihbarat örgütü CIA’nın, ülkenin en gizli köşelerini bile nasıl ele geçirdiği tüm
çıplaklığı ile açığa çıkmıştı.
Milli Emniyet elemanlarının bir kısmı emir ve talimatları, hatta maaşlarını bile
CIA'dan alıyorlardı. CIA, şube müdürlerini, kısım amirlerini, hatta grup şeflerini
aşarak direkt ajanla temasa geçiyor ve iş istiyordu.
CIA- PARA
BAŞKAN- Salon boşaltıldı, görevlilerden başka salonda kimse yok. Sanık Ahmet
Salih Korur.
SANIK AHMET SALİH KORUR- Sayın Başkanım, Naci Perker 1950 yılında Millî
Emniyet'in ilk hizmet başkanıdır. 1953 yılında ayrılmış, kendisi Bağdat Elçisi
olmuştur. Bu müddet zarfında zabıtla tesbit edilen 261 bin küsur lirayı tasarruf
etmiştir.
Bu para bizim kendisine verdiğimiz bir para değildir. Yani hükümetten;
Başvekâlet'ten Millî Emniyet'e verilmiş bir para değildir.
Millî Emniyet'in diğer devletlerle olan münasebeti vardır. Başta Amerikalılar,
sonra İngilizler, sonra Fransızlar ve sonra İtalyanlar.
Bunlardan da hizmet mukabili bir miktar alınır. Geçen seferki ifedelerimde "Başka
menbalardandır bu para" dememin sebebi de budur. Onlar bu alınan paralardan
261 bin lirasını tasarruf etmiş. Hizmete sarfetmemiş, indelhacet kullanmak üzere,
daireden ayrılırken bu parayı getirdi.
Başvekile müracaat ederek durumu bildirmiş, Başvekil de Müsteşara teslim et,
demiş. İndelhace kullanmak üzere bu 261 bin lirayı aldım kasaya koydum.
Aylık sarfiyata tekabül eden bir para olmadığı için, yeni gelen Millî Emniyet
Reisi'ne bu parayı devir etmedim.
AMERİKAN EMNİYET SERVİSİ
HAKİM BAŞKAN- Kim vardı o zaman?
SANIK AHMET SALİH KORUR- Behçet Türkmen. Zaten ona teslim etmek
istemediği için Naci Perker, getirdi parayı bize teslim etti.
Bu para; Naci Perker'in işten ayrılmasına kadar bende kaldı, olduğu gibi kaldı,
261 bin küsur lira. 6 ay kadar emirleri veçhile bilfiil Millî Emniyet Reisliği'ni
üzerime aldım. Bendenize emir verirken o zaman şöyle dedi. "Bu işe gir, gör
bakalım, mahiyetini öğren". Birçok dedikodular vardı.
Dedikodular şuydu: Amerikalılar bizim Milli Emniyet'e hakimmiş, vermekte
oldukları paralar dolayısıyle Millî Emniyet Teşkilatımız'a nüfuz etmektedirler.
Bütün dosyalarımıza Amerika'nın Millî Emniyet Servisi hakimdir. Bu, şayian
kulaklarımıza gelmekte idi. Ben işe başladıktan sonra bilhassa tetkikatı bu cihete
yönelttim.
Hakikaten baktım ki bilhassa İstanbul'da bir mektep, İstanbul teşkilâtı ve
Yeşilköy'deki Soruşturma Teşkilâtı tamamı ile Amerikalılar'ın emrinde idi.
İstanbul'daki mektebin maaşını Amerikalılar doğrudan doğruya mektebin
müdürüne tevdi etmekte idi. Yeşilköy'deki soruşturma teşkilâtının da maaşını
doğrudan doğruya Amerikalılar vermekte idi. Ayrıca İstanbul Millî Emniyet
Teşkilatımız'a da para vermekte idiler.
İZZETİ NEFSİNİ RENCİDE
Amerikalılar doğrudan doğruya para vermektedirler ve bunlar sonra merkeze
bildirilmektedir. Ama Amerikan İstanbul Servisi'nin Başkanı bu paraları doğrudan
doğruya verip ve doğrudan doğruya onlardan hesap almakta ve iş istemekte olduğu
için memurların izzeti nefsini rencide eder vaziyette idi. Ve bundan hepsi de
müşteki idiler.
Bunu tetkik ettim, mühim de bir para değildi, verilen para ayda 100.000 liranın
etrafında idi. İngilizler'den alınana baktım, ay da 30.000 lira, Fransızlar'dan
alınan ayda 7-8.000 lira, İtalyanlar'dan alınana baktım, ayda vasati 4.000 liranın
etrafındadır. İtalyanlar'la Fransızlar'dan şikâyet yok, çünkü onlar doğrudan
doğruya merkeze veriyorlar.
Fakat Amerikalılar doğrudan doğruya bizim memurlarımıza para vermekte ve
hatta memurlara, bizzat kendilerine doğrudan doğruya maaşlarını ödemekte
oldukları için bizim memurları kendi memurları gibi kullanmaktadır.
Dinleme servislerindeki memurlarımız da Amerikalılar'ın elinde, bilhassa telefon
servisleri, Beyoğlu'ndaki bir nokta. Bunların maaşlarını doğrudan doğruya
Amerikalılar vermektedir. Bu vaziyeti böylece tesbit edince geldim Başvekile
söyledim.
TETKİK
BAŞKAN- Bu tetkikleri 1957'de yaptınız.
SANIK AHMET SALİH KORUR- Evet efendim. O zaman Başvekil'e geldim, bu
vaziyeti aynen arzettim. Ve nihayet senede 1-1.5 milyon liraya kadar bir fark
olacak bu para bakımından, bizim Millî Emniyet Teşkilâtımız'ın diğer devletlerin
Millî Emniyet Teşkilâtı'nın emri altına girmesi ve onların emri altında çalışması
gibi bir vaziyet hükümetimiz için elbette ki, tasvip edilmez.
Bunu tasvip etmediler. Derhal bu münasebeti sureti nazikâneda idare ederek, bu
parayı bütçeye koyalım dediler, önümüzdeki sene için. O sene nasıl idare etmek
mümkünse edelim, gelecek sene bütçesine para koyalım dediler. Zaten 1957
senesinden sonra da Tahsisatı Mesture'nin birden bire artışının sebebi de budur.
2.5 milyon yapılırken, birden bire 2.5-3 milyondan, 4.5 milyona çıkarıldı.
MÜNASEBET-HAYSİYET
Ben Amerikalılarla olan bu münasebeti kestim, 2 ay para almadım. Amerikalıların
İstanbul teşkilâtına emir verdim dedim ki, sureti kat'iyede Amerikalılardan para
almıyacaksınız. Amerikalıların servis şefini daireme çağırdım, kat'i talimat verdim.
Dedim ki; hiçbir memurumuzla temas etmiyeceksiniz, hiçbir memurumuza para
vermeyeceksiniz. İcap ederse müşterek bir operasyon yaparsak, müşterek
operasyonun masrafını ben tahakkuk ettirir sizden isterim. Fakat onun dışında ben
size kat'i bir neticeyi bildirinceye kadar hiç kimse ile temas etmiyeceksiniz, para
vermeyeceksiniz dedim.
Amerikalılar bundan memnun oldular. Bizim istediğimiz de zaten bu idi, dediler.
Belki bunu o esnada vaziyetlerini kurtarmak ve yaptıkları işin bir devletin izzeti
nefsini rencide eden bir iş olduğunu hissettirmemek için bu tarzı kabul etmiş
göründüler. İşte o andan sonra bir iki ay elimizdeki o para ile idare ettim.
O sene Tahsisat-ı Mesture'ye ufak bir münakale de yapılmıştı. Bu tarihten sonra
Amerikalılarla bizim teşkilâtın doğrudan doğruya temasını kestik. Mektebe devam
ettik, fakat onlara tediye yaptırmadık. İstanbul teşkilâtı ile İstanbul Milli Emniyet
Servis Şefi Amerikalılardan para alırdı, onu sarfederdi. Bunu önledik.
Yeşilköy'de kendilerinin kurduğu bir soruşturma servisi vardı, onların da alâkasını
kestik. Ve siz bizim memurumuzsunuz, Amerikalılarla alâkanız yok, dedik ve bu
suretle devam ettirdik. Bu elimize geçen parayı da bu uğurda ve bu esnada
harcadık. Ve önümüzdeki yılın tahsisatını da artırdık. Zaten 75-85.000 lira olarak
devam edegelen tahsisatı bundan sonra 140.000 liraya kadar çıkarabildik.
Yani her ay bizim Milli Emniyet Servisi'ne vermekte olduğumuz bir tahsisat vardır.
Ben bu işe başladığım zaman 70-80 bin lira idi, sonra 140-170 bin liraya kadar
çıkardık. Ve bu suretle elimizdeki bu paralarla bu işi idare ettik. Huzurunuzda,
affınıza mağruren söylüyorum, devletin hakikatı halde orada zedelenmekte olan
haysiyetini kurtardık. Bu doğrudan doğruya orada servis başında bulunan zatın
günahı idi. Zaten kulağımıza da bir takım şikâyetler gelmekte idi.
GÜNAHKAR KİM?
BAŞKAN- Amerikan Servisi'nin başında bulunan zatın günahı mı, yoksa Behçet
Türkmen'in günahı mı?
SANIK AHMET SALİH KORUR- Behçet Türkmen'in günahı. Amerikalılar bu kadar
işin içine nüfuz etmişti. Ve zaten servisten ayrılmasının başlıca sebebini bu hali
teşkil etmekte olduğunu zannediyorum. Daha başka bir malûmatım yoktur.
….
YAVAŞ YAVAŞ- VAZİYETİ İDARE ETME
BAŞKAN- Böyle midir, Adnan Menderes?
SANIK ADNAN MENDERES- Böyledir Beyefendi. Yavaş yavaş yardımları kestik.
Bu yardımlar şöyle başlamış: Servisler arasında irtibatlar tesis etmek; birbirlerine
malûmat vermek suretiyle müştereken çalışılıyor. Bunun badi (sebep T.Ç) olduğu
külfeti karşılamak üzere yavaş yavaş irtibat temin etmişler. Bunun Behçet
Türkmen'in terviç etmiş olduğu (Türkmen tarafından uygun görüldüğü T.Ç)
anlaşılıyor.
Müsteşarın dediği gibi, bu okul ve dinleme meselesi falan kulağımıza geldi, işittik.
Yine müsteşarın dediği gibi, önlemek de istedik. Esasen kendisini "bu servise gir
de, orada neler cereyan ediyor, gayesini bir anla" diye vazifelendirdiğimin sebebi
budur.
Neticeyi aldıktan sonra keselim. Amerikalıları darıltmayalım, daimi surette servis
olarak yardımlarına muhtacız, bizim servise mensup olan memurlar doğrudan
doğruya Amerikalılardan para alıyor gibi bir vaziyete düşmeyi önleyelim dedim.
Bize yapacakları yardımı malzeme olarak yapsınlar, teknik malzemeleri çok
fazladır, bizim servisin bu malzemeye ihtiyacı vardır. Bu yolda yardım yaparlarsa
memnun oluruz. Bu, haysiyete dokunacak bir nokta teşkil etmez, şeklinde görüştük
ve bu suretle idare ettik vaziyeti.
SORULMAYAN HESAP
Bütün bu itiraflara rağmen; ABD’ye verilen üslerin, gizli ikili anlaşmaların, ülkede
cirit atan CIA’ya teslimiyetin hesabı kimseden sorulmadı. Menderes ve
arkadaşlarının yargılandıkları “Türk topraklarının bir kısmını yabancı bir devlet
egemenliğine bırakmak suçu”nda sözü edilen yabancı devlet de, Amerika değil,
Sovyetler Birliği idi!
Sorulsaydı, şüphesiz bir numaralı sanık İsmet İnönü olacaktı. Celal Bayar da iki
numaralı sanık olarak İsmet İnönü’nün yanında yerini alacaktı. Sorulmadı, tarihi
fırsat kaçırıldı.
MEMLEKETİN YÜKSEK MENFAATLERİ
MBK Komite Başkanı Cemal Gürsel, 13 Kasım 1960'da kamuoyuna açıkladığı
bildirgede şöyle diyordu:
"MBK çalışmaları memleketin yüksek menfaatlerini tehlikeye sokacak duruma
düştüğünden TSK kuvvetleri ve MBK komite üyelerinin talepleri üzerine 13 Kasım
1960 tarihinden itibaren MBK’ni feshettim."
13 Kasım günü Gürsel bildiriyi okurken Hava Kuvvetleri'ne mensup subaylar
14'lerin evlerine giderek kendilerine verilen sarı zarflı mektupları ilgili şahıslara
verdiler. Bu mektupla şunlar yer alıyordu:
"Komite içindeki çatışmalar yüzünden normal çalışma düzeni kurmaya imkan
kalmamıştır. Bu sebeple Milli Birlik Komitesini fesh ettim. MBK üyeliğinden af
edildiniz ve emekliye sevk olundunuz. Şerefinizle mütenasip bir dış göreve atanmak
üzere evinizde bekleyiniz."
14’ler grubu da homojen özellikleri olan bir grup değildi.
Orhan Erkanlı, TÜRKEŞ’in grup lideri olarak takdimini kabul etmeyenlerdendir ve
“Aramızda, iktidarı devam ettirmekten başka müşterek bir taraf, anlayış ve inanış
mevcut değildi.” der. Erkanlı: sistem ve doktrin olarak TÜRKEŞ’ten farklı
düşündüğünü söyler.”
SAĞIMIZI VE SOLUMUZU
14’lerden Orhan Kabibay yurtdışına çıkırıldıktan sonra, Talat Aydemir’e bir
mektup yazar. Durum değerlendirmesi yapar.
Sevgili ve aziz kardeşim Talât,
Hâtırımdan bir an olsun çıkarmadığım halde, şimdiye kadar sana yazamadım. İlk
zamanlar hâdiselerin üzerinden bir zaman geçsin istedim. Daha sonra uygun bir
durum aradım. Şimdi yazmakla cidden bir huzur içersindeyim.
Buraya geleli on üç hafta dolmuş oldu. İlk günü hangi hisler altında isem, değişen
birşey yok, aynen devam ediyor. Bu müddet zarfında zaruri yaşama şartlarını
asgari derecesinde temine uğraştık. İyi kötü bir mekan temin ettik. Sağımızı ve
solumuzu tayin ettik.
Artık bundan ötesi meydana getirdiğimiz şartlar içinde mukadder olan akıbetimizi
beklemekten ibaret... Biz de bunu tevekkülle yapmaya çalışıyoruz. Her halde huzur
içersinde değilim. Gelişen şartlar o şekilde olmasaydı, nispi bir huzur ve mes'ut
olma imkânları da mevcut olabilirdi. Fakat maalesef, şimdi bu bir hayalden ibaret.
İster istemez bazı, yine malûm uzun uzun münakaşaları yapılmış ve yapılmakta
olan hususlara intikal ediyor ve edecek. Başka türlüsüne de imkân olmuyor. Sen
herşeyi Komitedeki Sezai ve Osman müstesna, diğerlerinden de çok daha iyi bilir
ve değerlendirme imkânlarına sahipsin. Zira 27 Mayıs İhtilâl temelleri senin çok
müspet ve fedakâr faaliyetinin neticesinde meydana gelmiştir.
Fakat ne yazık ki seninle beraber olan bizler, senin için gerekli olanı temin
edemedik. O günlerin havası bu esef verici neticeyi doğurdu. Bu konudaki
çalışmalarımın müspet bir sonuca ulaşmayışından çok üzüntü duymuşumdur.
POLİTİKA OYUNLARI
Aziz kardeşim : Bu yazacaklarım özel olarak kendimi savunma değildir. Bunu
yapmayacağım.
Hâdiselerin içerisinde yaşamış olan, her türlü politika oyunlarına bulaşmamış aklı
selim sahibi kimseler durum ve durumum hakkında zannederim kararlarını çoktan
vermişlerdir. Artık beni buraya getiren olay tarihe intikal etmiş oldu. Zaman
gerçeklerin aynasıdır. Hakikatler ortaya çıkacaktır. Bunu böylece kapıyorum.
Fakat bu arada beni üzen bir husustan bahsetmeden geçmeyeceğim. O da 14’ler
hakkında tefrik yapılmadan toptan ve menfî dedikodulardır. Zaman alarak kafi bir
zaman geçti. Bidayette itham edildiğimiz konuların şüphesiz delilleri de toplanmış
bulunmaktadır.
Bütün şüpheler ya dağıldı veya müdellel oldu. Buna göre toptan 14’ler hakkında
ağır bir itham dedikodusunun önü alınması, eğer suçlar varsa ortaya konsun,
velhasıl kanunî yollardan gereği yapılmalıdır. Buraya kulağıma kadar gelen
isnatlar çok çirkin ve çok acı.
Bunları yapanların kimler olduğunu kestiriyorum. Bunlar her devrin politika
bezirganları, menfaat grupları bir tek kelime ile bu memleketin yüksek menfaatleri
ile hiçbir ilgisi olmayan, yalnız günün rüzgârına göre yelken tutan kimse veya
gruplardır.
27 Mayıs'ı meydana getiren o ulvi hissi yok etmek veya parçalamak, şu sıralarda
hedefleri olsa gerek. Öyle zannediyorum ki komite arkadaşları ve sizlerde benim
kadar bundan müteessir oluyorsunuz, fakat komite ne yapar ki onlarında hesap
ettikleri bu ya şu veya bu sebepten tasfiye edilmiş ve mucip sebepleri ilk anlarda
çok ağır, fakat sonradan tatil edilmiş bir grup için tam fırsat.
Akla gelen ve ağza alınmaz ithamlar sürüp gidiyor. Komite buna resmen mâni
olmaya kalksa, kendi kendini tekzip gibi bir şey olur. Aksi türlü hareket etse
şahsımızda kendiside yıpranmaktadır. Arkadaşlar müteessir olmaktadır. Bunları
yapanlar bu açmazı mükemmel surette hesap etmişlerdir.
SİYASİ ÖLÜ
Gayeleri mateessüf meydana gelmiş 13 Kasım olayını ustalıkla istismar ederek
ihtilâlin mânasını hırpalamaya çalışmak, 23’ler ve ondörtler düşmanlığı yaratarak
27 Mayıs'ı sembolize etmiş unsurları siyasî bir ölü haline getirmektir. Çünkü
bunlar ihtilâl yapmış unsurları itibarlarıyla yaşar görmek istemezler ve bu yüzden
ellerine geçmiş bir fırsattan istifade ediyorlar. Şahsen bu oyuna gelmiyorum,
gelmemeye de azimliyim. Dışarıda olan diğer arkadaşların da geleceğini tahmin
etmem, fakat çok üzülüyorum.
Meselâ bu çirkin ithamlardan bir kaçı :
Mutlak surette bir kısmımız komünist, bir kısmımız ise faşist, bizler Cemal Paşayı
ve İnönü'yü öldürecek, partileri kapatacak ve memleketi, askerî Cunta veya
diktatörlükle idare edecekmişiz. Bunun 27 Mayısı yapmak için ruhunda bir şeyler
his etmiş bir Türk evlâdı için düşünülmesi mümkün müdür.
27 Mayısın hangi şartlar altında, sonsuz bir memleket sevgisi ve geleceğini dikkatle
düşünmek suretiyle hazırlandığını, teşkilâtçısı sen olduğun için çok iyi bilirsin.
Ayrıca bu ne mantıktan uzak hezeyandır. Kim diktatörlüğü yaptırtır. Diktatörlük
kuvvetle yapılır. Memlekette bu kuvvet Silâhlı Kuvvetlerdir. Silâhlı Kuvvetlerimizin
sağduyusu buna müsaade eder mi? ve durumu buna müsaade eder mi? Orduyu
bilen ve tanıyan bir insan bu hususu aklından geçiremez...
Ben ki orduyu iyi tanırım. Orada iken de devamlı olarak şunu söylerdim: Yine de
aynı kanaati taşımaktayım. Esaslı olarak bu memlekette demokratik düzen ve bu
düzeni muhafazaya muktedir müesseseler kurulmadan memleket idaresi kabil
olamaz. Aksi takdirde gelecek karanlıktır. Hele gelecek diktanın her türlüsü bir
felâkettir.
Cemal ve İsmet paşaların öldürülmeleri değil aklı selim, biraz da vicdanı olan bir
insan bunu hayalinden dahi geçiremez. Bunun münakaşasını yapacak değilim.
Hiçbirimiz yıktığımız iktidarın adi suçlularına dahi aklımızdan geçirmediğimiz en
küçük bir maddi zararı memleketimizin iftiharı olan bu büyük şahsiyetlere karşı
nasıl düşünebiliriz. Hiç birimiz derken her halde sadece On dörtleri değil 27 Mayıs
Komitesi ve onun yakın çevresini kast ediyorum.
KÜLAH KAPMA
Bir diğeri : Vatan hainidirler, Ruslara satılmışlardır. Gittikleri yerlerden Ruslara
iltica ediyorlar. İstirham ederim olur mu?
Bu sözler ben ve benim gibiler için söylenebilir mi? Hatıra getirilebilinir mi? Bu
pis ve adi propagandayı yapanların yüzlerine bir gün vurmak için âdeta yerimde
duramıyorum. Allah beni bunu yapmadan öldürmesin, tek temennim bu. Talihin ne
garip ne feci cilvesidir ki; 27 Mayıs'a hayatımızı bunları duymak için mi
koymuştuk?
Bir diğeri : Beş bin subayı atan, 147 leri (üniversiteden çıkartılan öğretim üyeleri
ÖG) tasfiye eden bunlardı. İyi niyetli diğer komite üyelerini aldatarak veya tehdit
ederek istediklerini yaptırıyorlardı. Buna herşeyden evvel oradaki ve buradaki
arkadaşlarımız şahittir, hepsi ile en yakın samimi münasebetlerimiz vardı.
Kimi kim kandırır veya tehdit edebilir. Buna eyvallah diyecek bir arkadaş var
mıdır. Ben bir tek vak'aya şahit olmadım, hepsini yakından tanırım. Bunu
kabullenecek bir tek kimse mevcut değildir ve olamaz. Zaten 27 Mayıs meydana
gelemezdi? Onların hepsi titizlikle, fikir yapısı salam sonsuz bir memleket sevgisi
duyan cesur insanlar arasından seçilmişlerdir.
İhtilâli yapan bunlar değildir. Açıkgözlük edip külâh kaptılar bir de bu... ihtilâlin
hazırlanışını ve icrasını yakından bilirim. Bildiğim içinde bu konuda salâhiyetle
konuşurum ve bütün arkadaşlarda şüphesiz çok iyi bilirler. Komite ilk teşkil
edildiği zaman içinde öyle arkadaşlar vardır ki eğer onlar olmasaydı ihtilâl
olmazdı. Bu ihtilâli onlar gerçekleştirdiler, yine öyleleri vardı ki olmasa da yine
ihtilâl olurdu. Hizmetleri olmuştur veya olmamıştır. Fakat esasa taalluk etmez.
Komitenin durumunu yeni üyelerini tesbit etmek için, yani küllâhı kapmak,
isteyenleri ayıklamak için komisyon kurulmuştu. Aklımda kaldığına göre dokuz
kişiydi ve bu komisyon seçilirken şu husus nazarı itibara alınmıştı. İhtilâli
hazırlayan ve götürenlerden kilit arkadaşlar seçilmişlerdi. Yine hatırımda
kaldığına göre şu zevat vardı. Madanoğlu, Sezai, Osman, TÜRKEŞ, Muzaffer
Yurdakuler, Mucip Ataklı, Sami Küçük, Orhan Erkanlı ve ben belki Ekrem Acuner
de vardı. Belki başkaları da seçilebilirdi de. İşin selâmet ile cereyanı için feragat
ettiler.
Her ne ise bu komisyon, Komiteyi tespit etmişti. Şahsım için söyleyebilirim ki
açıkgözlük edip komiteye çöreklenmiş değilim. Talâtçığım seni işgal ediyorum. İşte
böyle konuları duymak beni harap ediyor. Madde, mahal. ve kimden duyduğumu
sarih olarak tespit etmeme imkân yok, bu şekilde lekelenmemize bir nihayet vermek
lâzım. Eğer varsa resmen açıklanmalıdır. Herkes durumunu bilmeli ve lüzum
görüyorsa savunmasını yapmalıdır. Bu konuda yardımlarını bilhassa istirham
ederim.
Nasılsın, arkadaşlar nasıllar. Şu sıralar da hakikaten çok mühim problemlerde
karar vermek durumunda bulunuyorsunuz. Meşguliyetiniz büyük, candan temennim
komitenin ve sizlerin icraatınızda başarınızın devamıdır.
Memleket istikbalini inşa ediyorsunuz.
Bu tarihi çalışmanızı Allah meşgul etsin. Mesut inkişafları gördükçe bahtiyar
oluyorum. Her şeyin en iyi sonuca ulaşacağına itimadım tamdır. Benim ve
başkalarının şahısları mevzubahis değil, memleket hizmetinde şahsen kimseye karşı
ne kinim ve nede bir davam var..
Bir ihtilâl hareketinde bu gibi olaylar olur, olmamasını temenni ederdim. Fakat
olduktan sonra da memleketi seven hem de hayatından çok seven bir insan sıfatıyla
hareketin muvaffakiyetini bütün kalbimle vatanın birlik, beraberlik selâmet ve atisi
bakımından temenni ederim ve ediyorum.
Şimdilik hoşçakal. Bütün hasretimle gözlerinden, yanaklarından öperim sevgili
kardeşim. Sezai, Osman, Kadri Kaplan, Muzaffer Yurdakuler, Suphi Karaman'ın
hasretle gözlerinden öperim. Yazarsan beni memnun edersin.
Orhan KABİBAY
TERBİYE
Bu kişiler, yani 14’ler, Dr Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile dışarıda terbiyeye tabi
tutuldular.
“Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır
kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi.
Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi)
"muhalif" üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.
….
Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında terbiyeye
tâbi tutuldular.
Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine
kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları
suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi
düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e
girdiler.”
FİNANS KAPİTALE VURUŞ
Faşistler, Komünistler temizlenmişti. Basın görevini yaptı. Ordu gençliği siyaset
yasağıyla büyüdükleri ve yaşadıkları için bu terminolojiler onlara ürkütücü
geliyordu. Faşist, Komünist kelimeleri küfürdü. Biri diğerinin ne kadar kötü
olduğunu anlatmak için kısaca, Faşist ya da Komünist diyordu. Dinleyen hemen
olayı kavrıyordu. Ya! Vay Anasına!…Demek öyleymişler!…
Ordu gençliği hızla oynanan oyunu fark etti. MBK otoritesi dışında örgütlendi.
Türk Silahlı Kuvvetler birliğini kurdu. Ama geleneksel hatalarını yaptılar.
Hiyerarşi bozulmasın diye paşaları içlerine aldılar. Genel Kurmay Başkanı Cevdet
Sunay tüm birliklere bir tamim yayınlayarak TSK birliği örgütünün otoritesini
ilan etmek durumunda kaldı.
6 Haziran 1961 devrimci haraket vuruşuyla Cemal Madanoğlu-Osman Köksal’ın
gücü kırıldı. Osman Köksal Muhafız Alayı Komutanlığından, Madanoğlu’da
Ankara komutanlığından alındı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu tarihi olayı, Finans
Kapital’e Vuruş diye adlandırır. 12 Mart 1971 öncesi bu ikili (Madanoğlu-Köksal)
Doğan Avcıoğlu’nun Devrim gazetesiyle allanıp pullanarak devrimci çevrelere ve
gençliğe 27 Mayıs’ı yaratan devrimciler diye yutturulur. Olanlar bilinçli şekilde
saklanır.
“14'lerden geri kalan MBK üyeleri "BİRLİK" miydiler? Doğrusu, yalnız 14'ler
değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamayacağı andıyla, kendilerini
"millete adamış" idiler. 14'lerin atılmasıyla, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik
olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı
kaçırmayacaklardı. 14'lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK
üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler.
Kimdi bu Madanoğlu'cular? 14'lerin başında yurtdışı edilen KABİBAY'ın
sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir.
Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar,
banknot yağar gibi Madanoğlu’nun propaganda kağıtları yığmış olduğunu görüp
şaştılar, kafile kafile otomobillerle Madanoğlu'nun ültimatom çeşnili ünlendirilişi
ile karşılaştılar. Madanoğlu'nun ardında finans-kapitalin gölgesi, saklanmakta
güçlük çekiyordu.
Madanoğlu'nun temizleyecekleri, Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay
cuntalarıydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kademe silahlı
kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu
açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.” (Dr.Hikmet
Kıvılclmlı)
SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ
6 Haziran 1961 olayını da bir de Talat Aydemir’den dinleyelim :
“Aynı fikirler İstanbul’da da doğmuş olduğundan (Ankara grubu ve İstanbul grubu
birbirlerinden habersiz muvazi çalışıyormuşuz.) 18 Mart 1961 de birbirimizden
haberdar olup birleştik. Bazı prensipler vazettik. Ve bu prensipleri MBK üyelerine
gönderdik. Bazıları iyi karşıladı, bazıları yadırgadı, bir kısmı da bizi kontr ihtilâlci
olarak vasıflandırdılar, bize karşı cephe aldılar.
Vazettiğimiz bu prensipleri orduda ilkönce güvendiğimiz kumandanlara, sonra
daha küçük rütbeli subaylara kabul ettirmek suretiyle prensiplerden ayrılmamaları
için yemin ettiriyorduk..
…
O tarihlerde hiyerarşik sisteme göre teşkilâtı bağlayarak geliyorduk. Kara
Kuvvetlerinde Korg. Cemal Tural, Jandarmada Tuğg. Abdurrahman Doruk, Deniz
Kuvvetlerinde Donanma Kumandanı Tümamiral Necdet Uran, Hava Kuvvetlerinde
Korg. İrfan Tansel'e kadar yükseltmiştik ki 6 Haziran 1961 hâdisesi zuhur etti.
Bu olay da şudur: Yukarıda saydığım MBK üyeleri, bu teşkilâtı dağıtmak ve ileri
gelenlerini ordudan 13 Kasım 1960 harekâtı gibi lekeleyerek tasfiye etmek, bunun
için de ilk önce o zaman liderlik yapan Hava Kuvvetleri Kumandanı İrfan Tansel'i
emekli etmek için Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay'a teklif ettiler.
Genelkurmay Başkanı kabul etmedi. Fakat Washington Daimi Üyeliğine tâyinin
çıkmasına da mani olamadı.
O uzaklaştırıldıktan sonra sıra bizlerde idi.
Bir Cumartesi günü Korg. Cemal Madanoğlu, zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı
(K.K.K.) Korg. Celâl Alkoç,Millî Müdafaa Vekili (M.M.V.) Org. Muzaffer Alankuş
ile birlikte Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilâtını tasfiye etmek için emeklilik listesini
hazırlamışlardı. Bu durumdan bizi o zaman Genelkurmay İkinci Başkanı Korg.
Muhittin Onür haberdar etti. Derhal Ankara’daki kıta komutanları birliklerimizi
alârma geçirdik ve bekledik.
Korg. Cemal Madanoğlu aynı zamanda Örfi İdare Kumandanı idi.
Fakat Muhafız Alay Kumandanı Osman Köksal'dan başka kendisine yardımcı bir
tek kıta kumandanı bulunamamıştı. Karşılıklı uzun temaslardan sonra mütarekeye
geçildi. Durumu Genelkurmay Başkanına (O sırada İstanbul’da idi) aksettirdik,
uçakla acele geldi. 28. Tümen karargâhında garnizondaki bütün kıt'a
kumandanlarıyla bir toplantı yaptı. (K.K.K. Org. Celâl Alkoç hariç) tarihî bir gün
yaşandı.
Arkadaşlar namına ben konuştum. İsteklerimizi bildirdik. Gecesi de yazılı olarak 6
maddelik bir ültimatomu Genelkurmay Başkanlığına ulaştırmak üzere Korg.
Muhittin Onür'e,Kur. Alb. Necati Ünsalan verdi. Sabahleyin ulaşmadığını gördük.
Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümg. Memduh Tağmaç ve zamanın M.M.V.
Müsteşarı Tuğg. Nusret Bulca ile aynı ültimatomu Genelkurmay Başkanlığına
ulaştırdık.
Devlet Reisince yerine getirilmesi istenilen ültimatom şu idi:
1Korg. İrfan Tansel eski vazifesi olan Hava Kuvvetleri Kumandanlığına iade
edilecek.
2Hava Kuvvetlerinde bizim harekatımıza karşı duranlar Hava Kuvvetleri
Kumandanının tanzim edeceği listeye göre emekliye sevkedilecek.
3M.M.V. Muzaffer Alankuş, K.K.K. Korg. Celâl Alkoç, İkinci Ordu
Kumandanı Korg. Şefik İlter, Deniz Kuvvetleri Kumandanı Koramiral Zeki Özek
emekliye sevk edilecek.
4Korg. Cemal Madanoğlu Örfî İdare Kumandanlığından, Muhafız Alay
Kumandanı Albay Osman Köksal Muhafız Alay Kumandanlığından alınacak,
MBK’deki aslî vazifelerine dönecekler.
5Orduda yapılacak tâyin, terfi ve tasfiyelere MBK üyeleri karışmayacak
6MBK üyelerinden hiç birisi bundan sonra MBK’den tasfiye edilmeyecek ve
istifaya zorlanmayacak.
GİZLİ TEŞKİLAT BAŞI – EN BÜYÜK BAŞ
Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay Türk Silahlı Kuvvetler Birliğinin başına
geçti.
Bu sessiz ültimatomlu ihtilâlden galip çıktık. Ve Türk Silâhlı Kuvvetleri Birliği
teşkilâtını orduda en büyük baş olan Genelkurmay Başkanına çengel takmak
suretiyle tamamladık. Artık orduda gizli bir teşkilât mevcut değildir. Her şey
kumandanların bilgisi dahilinde cereyan etmektedir. Ne zamana kadar? 22 Şubat
1962’ye kadar.
6 Haziran 1961 ültimatomlu ihtilâlinden sonra ben, Kur. Alb. Emin Arat, Deniz
Alb. Nazım Özkan seçimlere kadar Türk Silâhlı Kuvvetler Birliği teşkilâtının özel
karargâhını teşkil etmek suretiyle Genelkurmay Başkanı ve dört Kuvvet Kumandanı
ile haftada iki defa, acele hallerde her zaman müşterek toplantılar yapar, Silahlı
Kuvvetlerin isteklerini nakleder, ihtilâl rejimi içerisinde siyasî sahada yapılacak
işleri yazılı olarak hazırlar, kumandan kademesine imzalayarak verir ve
münakaşasını yapardık.”
“DEVRİM” KURMAYI
1962-63 de yaşananlardan ders almayan geçmişe değil geleceğe baktıklarını
söyleyen 9 Mart 1971’in “DEVRİM” ci Kurmayları da yıllar sonra aşağı yukarı
benzer şeyler anlatacaklardır.
“9 Mart 1971 den önce ben, Emin Değer, Celil Gürkan,….. Türk Silâhlı Kuvvetler
Devrim teşkilâtının özel karargâhını teşkil etmek suretiyle ilgili Kuvvet
Kumandanlarıyla ile haftada iki defa, acele hallerde her zaman müşterek
toplantılar yapar, Devrim Kuvvetlerinin isteklerini nakleder, Devrim rejimi
içerisinde siyasî sahada yapılacak işleri yazılı olarak hazırlar, kumandan
kademesine imzalayarak verir ve münakaşasını yapardık.”
İZLEME
27 Mayıs sonuçları açısından, Türkiye’deki dengeleri sarsmış, “sistem”
karşıtlarının önünü açmış, ülke sorunlarının tartışıldığı, çözümler üretilmeye
çalışıldığı ve siyasi iktidarı amaçlayan “sistem” dışı” askeri, sivil örgütlenmelere
hız kazandırmıştır.
27 Mayıs 1960 darbesini izleyen dönemde hazırlanan 1961 Anayasası, dönemin
politik seyri üzerinde özgürleştirici etkiler yaratmıştır. Anayasanın en belirgin
özelliği, kamu gücü karşısında yönetilenleri geniş güvencelerle donatmasıdır.
Temel hak ve özgürlükleri düzenleyen 11. madde , parti ve sendika kurmayı;
toplantı, gösteri ve grev hakkını güvenceye alıyordu.
Basın organlarına ve üniversitelere özerklik tanınıyordu. Yargının bağımsızlığı
güvence altına alınıyor ve Anayasa Mahkemesi kurulması öngörülüyordu.
Diğer yandan da 1960 haraketinin düzenleyicisi olan ordu kuvvetleri, Milli
Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir organ olarak tanımlanması ile, politik hayata
ordunun müdahalesinin tepeden denetleme geleneğini yerleştirmiş oluyordu.
60’lı yıllara gelinceye kadar illegal olarak örgütlenmek zorunda kalan ve etkenliği
marjinal düzeyi geçmeyen sol hareket anayasanın demokratik yapısını kullanarak
kendi örgütlenmesine toplumsal yaygınlık kazandırdı. Üniversite gibi özerk
kurumlarda, sendikalarda, dergi çevrelerinde ve parti aracılığı ile örgütlenen sol
muhalefet, radikal toplumsal projelerin tartışıldığı geniş kamusallık ve eylemlilik
alanları yarattı.
ANAYASA-YASSIADA
Kurucu meclis toplanıncaya kadar, yasama ve yürütme yetkileri komitedeydi. MBK
yasama yetkisini kendi, yürütme yetkisini de kurduğu Bakanlar kurulu aracılığıyla
kullandı.
CHP’nin çoğunlukta olduğu Kurucu Meclis yeni Anayasayı yaptı. 9 Temmuz
1961’de halkoyuna sunulan Anayasa % 62 evet % 38 hayır oyu ile kabul edildi.
Celal BAYAR-Adnan MENDERES Yassıada’da
14 Ekim 1960'da başlayan Yassıada duruşmaları 11 ay sürdü. Başsavcı Altay
Egesel'in sanık sandalyesine oturttuğu 588 kişi yargılandı. Sonuçta, Salim Başol'un
başkanlığındaki mahkeme, 15 kişiye idam, 31 kişiye müebbet hapis verirken, 402
kişiyi de çeşitli cezalara çarptırdı. 35 kişi beraat etti, 5 kişi hakkında dava düştü
İdam cezalarının infaz meselesi tam seçim zamanına geldi. Ciddi tartışmalara yol
açtı. İdamlar MBK'yı ikiye böldü. Bir kısmı idamlara taraftar iken, diğeri de
idamlar yerine müebbet hapsi savunuyorlardı. Sonuçta 15 idamın 3'ü onaylandı.
Diğer 12'si müebbet hapse çevrildi. İdamları onaylanan Polatkan ve Zorlu, 16
Eylül 1961'de, Adnan Menderes ise hasta olduğu için 17 Eylül 1961'de idam edildi.
BEYLER, BEYEFENDİLER! NERELERDESİNİZ?
“Nerelerdeydiniz beyler, beyefendiler, Menderes, Zorlu ve Polatkan tutuklanıp
Yassıada'ya götürüldüklerinde? Evet nerelerde?
Kiminiz, korkudan kavrulmuş yüreğiniz ile susup köşenize çekildiniz, kiminiz o
günlerde büyük coşkular içinde "Yassıada saati"ni hazırlıyordunuz, kiminiz de
MBK emrindeki komisyonlarda “hizmet arz” ediyordunuz.
Bilmez miyiz sizleri, bilmez miyiz?
Hukuk profesörleriydiniz, Milli Birlik Komitesi çağırınca, emir erlerine taş
çıkartırcasuıa topuk selamı verip Celal Bayar'ın ipe çekilmesi için ceza yasasını
değiştirdiniz. Devrik cumhurbaşkanı, başbakanı ve bakanlar kurulu üyeleri ile
milletvekillerini yargılayan Yüksek Adalet Divanı'na "mütalaa" verenler de
sizlerdiniz.
Bugün ne hakla ve hangi yüzle "demokrasi şehitlerinden'' söz ediyorsunuz? Eğer
Menderes, Zorlu ve Polatkan haklarındaki karar bir "cinayet" ise bu cinayeti
"azmettiren' de sizlerdiniz, sizler.
Evet, beyler, beyefendiler, hocalar, paşalar, o günlerde nerelerdeydiniz?
Kiminiz, "Yassıada kararlarının infazı" için Milli Birlik Komitesi'ne baskı üstüne
baskı yapan "Silahlı Kuvvetler Birliği“ adındaki cuntanın üyesiydiniz, kiminiz
"örtülü ödenek davası"nda günlerce Menderes'e, Yüksek Adalet Divanı önünde ter
döktürten bilirkişiydiniz. Cuntalara bulaşmayanlarınız ise 27 Mayıs Anayasa ve
Hürriyet Bayramlarında yıllarca merasim üniforması giyerek ve kılıç kuşanarak
"tebrikleri" kabul ettiniz.
Kiminiz Kurucu Mecliste üyeydiniz, kiminiz 27 Mayıs ihtilalini "Devrimci Türk
ordusu günaydın" diye selamlayan partili yazardınız.
Şimdi ne hakla Menderes, Zorlu ve Polatkan için "demokrasi şehitleri" dersiniz?
Bu eski başbakan ve iki bakan eğer bugün "şehitler" olarak adlandırılacaksa,
bunları şehit edenler de sizlersiniz, başkaları değil sizler.
Menderes ipe çekilirken nerelerdeydiniz? Haydi o günlerde etkiniz ve yetkiniz
yoktu. Sonra başbakandınız, Menderes'in kemiklerinin bir ıssız adada çürümesine
vicdanınız nasıl razı oldu? İsteseydiniz, Menderes'in, Zorlu'nun ve Polatkan'ın
mezarlarını bir gün içinde ailelerine verebilirdiniz.
İstemediniz, yapamadınız, yapamadınız.
Söyler misiniz neden?
Ey 27 Mayıs'tan önce ve sonra kurulan o cuntaların silah üzerine yemin etmiş
üyeleri... "Askeri ve mülki erkân" nerelerdesiniz? Hangi yüksek koltukta? Hangi
yönetim kurulu üyeliğinde? Hangi özel teşebbüs arpalığında? Nerede?" (17 Mayıs
1987 Cumhuriyet Uğur Mumcu)
YENİ PARTİLER
Kurucu Mecliste kabul edilen Siyasi Partiler Yasasına göre parti kurulması
kolaylaştırılıyor ve eski yasada ki anti-demokratik maddeler yasadan çıkarılıyordu.
Yeni Siyasi Partiler Yasasına göre yeni partiler kuruluyordu.
12 Şubat 1961 tarihinde Prof. Aydın Yalçın önderliğinde, Yeni Türkiye Partisi
(YTP) kuruldu. Prof Aydın Yalçın aynı zamanda MBK’yı destekleyen ve yayınlar
yapan Müşerref Hekimoğlu’nun sahibi bulunduğu Öncü Gazetesinin de başyazarı
idi Bu partinin kurucuları arasıda Ekrem Alican, Prof. Cahit Talas, Nilüfer Yalçın,
Prof. Hikmet Belbez, İrfan Aksu, Hasan Kangal , Sırrı Öktem, Raif Aybar gibi
isimler vardı. Bu isimlerin çoğu SBF Fikir Kulübünün de üyeleriydiler. İşin ilginç
yanı o günlerde SBF Fikir Kulübü Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyordu.
Başkan: Varol Sezen, II. Başkan Mustafa Özyürek, Sekreter Sönmez Köksal,
Muhasip Onur Öymen, Üye: Taner Timur, Üye: Sami Güven, Üye: Türkay Yazıcı.
TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ-KAMBER
YTP’nin kurulmasından bir gün sonra; 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)
kuruldu. TİP 12 sendikacı tarafından kurulmuştu ve sınıfsal kimlikleri şöyleydi:
Kemal Türkler maden işçisi, Avni Erakalın tekstil işçisi (ilk genel başkan), Şaban
Yıldız tekstil işçisi, Rıza Kuas lastik işçisi, Kemal Nebioğlu gıda işçisi, İbrahim
Güzelce basın işçisi, Hüseyin Ulubaş tütün işçisi, Saffet Göksüzoğlu ilaç sanayii
işçisi, İbrahim Denizcier nakliyat işçisi, Salih Özkarabay basın işçisi, Ahmet Muşlu
çikolata sanayii işçisi, Adnan Arıkan şoför.
Kambersiz düğün olur mu? Hemen her örgüte bir “görevli” yerleştiren MİT,
TİP’in kurucuları arasına da Ahmet Muşlu’yu yerleştirmişti. Ahmet Muşlu’nun
MİT ajanı olduğu daha sonra anlaşıldı ve Parti ile ilişkisi kesildi.
İŞÇİ SINIFI - EMEKÇİLER
Türkiye İşçi Partisi tüzüğünde kendisini:
“İşçi sınıfının ve onun demokratik önderliği etrafından toplanmış bütün emekçi
sınıf ve tabakaların kanun yolundan iktidara yürüyen örgütü olarak“ tanımlıyor ve
“olayları işçi sınıfı ve emekçiler açısından değerlendireceğini ve onların hak ve
özgürlüklerini gerçekleştirmek için mücadele edeceğini“ söylüyordu.
Partinin amacı ise:
“Türkiye’nin ileri bir toplum hale gelmesi, emekçilere söz ve karar hakkı verilmesi,
tüm emekçileri insanca yaşama hakkı şartlarına kavuşturmak” olarak vurgulanıyor
ve “işçi sınıfını ulusal kalkınma ve ilerlemenin bilinçli itici kuvveti yapmak,
Anayasal özgürlükleri koruyarak büyük toprak sahiplerinin, şehirli büyük
sermayenin demokratik rejimi aksatan ekonomik kalkınmayı, sosyal ve kültürel
gelişmeyi frenleyen, sosyal adalet ve güvenliğe karşı koyan zararlı nüfuz ve
hakimiyetlerini önlemek, sanayileşmeye öncelik veren planlı, emekten yana bir
devletçiliğin ulusal ekonomide sosyal ve kültürel hayatta temel kuvvet olmasını
sağlamak, böylece de daha ileri bir toplum düzeyine demokratik yoldan geçiş
şartlarını hazırlamak, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek”
şeklinde açıklanıyordu.
MAKYAJ DEĞİŞİKLİĞİ
TİP’in varlığı ve -güçlü bir ideolojik ve teorik belkemiğinden yoksun olmakla
birlikte- hızla yükselen toplumsal bilinç, 1968 lerde CHP’yi de makyaj
değişikliğine zorlayacaktı. Yaklaşık bir çeyrek asırlık mutlak iktidar süreci boyunca
işçi sınıfını ağır baskılar altına almış olan bu politik parti önce “ortanın solunda”
olduğunu ilan edecek ve daha sonra ülkedeki değişime koşut olarak bu adımını
genişletecekti. Şüphesiz olayın TİP’in önünü kesmek ve toplumsal uyanışı denetim
altına almak gibi bir yanı da vardı ama, yine de toplumsal baskı CHP’yi de
değişime zorlamaktaydı ve olayın bu cephesi olumluydu.
Emperyalist güçlerin 27 Mayıs’a ve 1961 Anayasası’na önce alçak ve giderek
daha fazla yükselen bir sesle, ama sistemli bir biçimde saldırmaları ve "toplumsal
uyanışın ekonomik gelişmeyi geçtiğini “ileri sürerek "anarşi ve terör"ün baş
sorumlularından biri ilan ettikleri bu anayasayı “ tebdil ve ilga etmeleri bu
nedenledir.
Bir diğer önemli faktör, işçi sınıfının, emekçi köylülüğün, üniversite gençliğinin
1960'larda gelişen ve anti-emperyalist ve demokratik yanı ağır basan kitlesel
eylemliliğinin, 27 Mayıs’a sahip çıkan genç subaylar ve askeri öğrenciler
üzerindeki devrimci etkisiydi. Esas olarak 12 Mart’a gelirken bu devrimci etki,
ordu saflarında ve askeri okullarda önemli bir ilerici ve anti-emperyalist
potansiyelin oluşmasına yol açmıştı.
ÇANKAYA’YI BOMBALAMA
15 Ekim 1961 de yapılan seçimlerde CHP % 36.7 oy alarak 173; AP % 34.18 oy
alarak 158; CKMP % 14 le 54; YTP % 13.7 le 65 milletvekili çıkardı. 150 kişilik
senatodaki dağılım ise şöyleydi : CHP 36; AP 70; YTP 28 ve CKMP 16.
TİP kuruluşunu tamamlayamadığı için seçimlere katılamamıştı.
Sonuçlar 27 Mayısçıları şok etti. Ülkeyi yönetmek üzere TBMM’ine gönderilen
çoğunluk 27 Mayıs karşıtlarından oluşmuştu. Meclis açıldığında “devlet başkanı”
yerine “cumhurbaşkanı”nı da seçecekti. Bu durumda halen “devlet başkanı” olan
Cemal Gürsel’in, Cumhurbaşkanı seçilmesi de tehlikeye girmişti.
Adalet Partisi'nin bir kanadı ise bastırmaya başlamıştı:
"Gümüşpala kenara çekilsin. Adayımız Ordinaryüs Prof. Ali Fuat Başgil
olacaktır."
İşte bu gelişmelere karşılık olarak, şimdi Ankara sokaklarında CHP yandaşı "MDO
- Milli Devrim Ordusu" veya "SDK - Silahlı Devrim Kuvvetleri" imzalı bildiriler
uçuşmaya başladı. Milli Birlik Komitesi'ni temsilen Kurmay Binbaşı Kamil
Karavelioğlu, bir askeri uçakla Ankara'dan İstanbul'a geçti ve doğruca Birinci
Ordu Karargahı'na gitti.
Karavelioğlu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Cemal Tural'a şu mesajı iletti:
"MBK üyeleri İsviçre'den gelecek olan Prof. Ali Fuat Başgil'in, geri çevrilmesini,
yahut Ankara'ya gönderilmeyip İstanbul'da tutulmasını istiyor."
Aynı saatlerde Ankara'da Hava Kuvvetleri Karargahı hareketliydi.
Fısıltı Gazetesi, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel'in "Başgil
cumhurbaşkanı seçilirse, Çankaya'yı bombalarım." dediği iddiasını kulaktan
kulağa yayıyordu.
EL KOYMA
21 Ekim günü, 38 general ve subay, İstanbul'da Harp Akademileri'nde saatlerce
süren toplantı sonunda karar verdi: "Yönetime el koyacağız..."
"Seçimler bilindiği gibi sonuçlanınca Millî İradenin tam olarak gerçekleşmediği
inancına varmıştık. Bu anda Türk Silâhlı Kuvvetleri içinde bir fikir ayrılığı
belirmeye başladı.
Kanaat o idi ki, memleketin muhtaç bulunduğu ekonomik ve sosyal reformlar ilmî
tarzda değil, gelişi güzel uygulanacak siyasî kavgalarla memlekette 27 Mayıstan
öncesine nispetle daha gergin bir hava yaratılacak bu durum profesyonel
politikacılara maişet endişesine dayanan bir post kavgasından başka bir sonuç
vermeyecekti.
Bu fikirlerle bir grup subay yol yakın iken memleketin geleceği bakımından idareye
el konulması fikrini savunuyordu. İkinci fikre göre ise, seçimler arzu edilen şekilde
olmamıştı, şimdi askerî bir müdahale hareketine de lüzum yoktu. Tecrübe edilmeli,
başarısızlıkları görüldükten sonra müdahale edilmeliydi.
Bu fikri savunanlar daha ziyade Hava Kuvvetlerinin temsilcileri olan Kurmay
Albay Halim Menteş, Hava Albayı Fevzi Arsın idi, bunlar C.H.P’liler ile devamlı
surette temasta oldukları için bu memleketi ancak başta İnönü olmak üzere C.H.P.
nin kurtaracağına inanıyorlardı. Bu fikir gerek Ankara Grubunda, gerek İstanbul
Grubunda tartışıldıktan sonra birinci fikir ekseriyet kazandığı için İstanbul'da 21
Ekim 1961 günü Harp Akademilerinde yapılan büyük toplantıda 10 General ve 28
Albay şu protokolü imzalamışlardı." (Talât Aydemir’in Hatıraları, s. 105)
HAKİKİ VE EHLİYETLİ
21 Ekim Protokolü (1961)
Harp Akademisi
Zabıt Varakası
1.
Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları - aşağıda açık imzası bulunanlar - 21
Ekim 1961 günü saat 14:30'da toplanmışlar ve gündemlerinde mevcut olan
konuları müştereken müzakere etmişler ve ittifakla aşağıdaki karara varmışlardır.
a.
Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden
sonra, gelecek yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmadan evvel, duruma fiilen
müdahale edecektir.
b.
İktidarı, Milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edecektir.
c.
Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticeleri ile Milli
Birlik Komitesi feshedilecektir.
d.
Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961'den sonraki bir güne tehir edilmeyecektir.
2.
İşbu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler
tarafından aynı anda imza edilmiştir.
21 Ekim 1961
İmza sahipleri:
Korgeneral Refik Tulga - Tümgeneral Fikret Esen - Tümgeneral Rafet Ülgenalp Tümamiral Bahaddin Özülker - Tuğgeneral Faruk Gürler - Tuğamiral Celal
Eyiceoğlu - Tuğgeneral Yusuf Alpmansu, Tuğgeneral Faruk Güventürk - Tuğamiral
Kemal Kayacan - Tuğamiral İsmail Sarıken - Kurmay Albay Behçet Özdemir Kurmay Albay Doğan Özgöçmen - Kurmay Albay Suat Aktulga - Kurmay Albay N.
Kemal Ersun - Kurmay Albay Burhan Hunoğlu - Kurmay Albay Halim Kural Kurmay Albay Recai Baturalp - Kurmay Albay Mehmet Bora - Kurmay Albay
Vecihi Akın - Kurmay Albay Emin Aytekin - Kurmay Albay Ferit Erdoğan - Kurmay
Albay Necati İşcan - Hava Kurmay Albay Rıfat Erenulu - Top. Alb. Celal Baykam Kurmay Albay Cemal Öçal - Dz. Kurmay Albay Bülent Tarkan - Dz. Kurmay Albay
Zarif Çetindağ - Kurmay Albay Bedrettin Demirel - Kurmay Albay Celal Ugan Kurmay Albay Vahit Gürkan - Kurmay Albay Şerafeddin Olcay - Hava Kurmay
Albay Emin Alpkaya - Kurmay Yarbay Ahmet Gergeç - Kurmay Albay Necati Ogan
- Kurmay Albay Sadettin Cankır - Kurmay Albay Nihat Aslantürk - Hava Kurmay
Albay Turan Çağlar - Kurmay Albay Fikret Göknar.
HUKUK DEVLETİ
Türkiye’de bir kez daha herkesin gözü önünde seçilmiş meclisi feshetmeyi, partileri
kapatmayı ve iktidarı zor yoluyla ele geçirmeyi amaçlayan bir gizli örgüt
oluşturuluyor. Koca koca generaller, kurmay subaylar, bu amaç için “yemin edip,
ortak bildiriler hazırlayarak kararlar alıyorlar ve aldıkları kararların altını
imzalıyorlar” ve kimse kendilerine ne yapıyorsunuz demiyor, diyemiyor. Bunlar ne
sorgulanıyor ne yargılanıyorlar, nede mahkum oluyorlardı.
Ama; ülkenin asker-sivil gençleri, 27 Mayıs Anayasasını savunduğu için,
ülkelerinin bağımsızlığını ve halklarının özgürlüğünü, istedikleri için; baskı ve
sömürüye isyan ettikleri için liderleri asılıyor, kendileri öldürülüyor, işkenceden
geçirilerek zindanlara atılıyordu. Türkiye işte böyle bir “hukuk” devleti idi.
SİLAH-ÇANKAYA
“Buna rağmen 23 Ekim günü Genelkurmay Başkanı huzurunda yapılan
Kumandanlar toplantısında iş değişmiştir.
Protokole imza koyan generaller dahi fikirlerinden dönmüşler, imzalarının
kıymetlerini sıfıra indirmişlerdir.
Bu kumandanlara bizler ve astlarımız örnek olarak bakıyorduk. İşte o günden
itibaren ordudaki genç kuşaklarda generallere karşı itimat kalmadı. Çünkü bu
yollara bizleri generaller sürüklemişti.Geri dönüş yapanlar da ilk önce onlardı.
Artık profesyonel politikacılar ve CHP lideri, dört Kuvvet Kumandanı ile
Genelkurmay Başkanlığına hâkim olmuşlardı.
Bu şartlar altında meşhur Çankaya Protokolü 24 Ekîm 1961 de köşkte Cemal
Gürsel huzurunda dört parti lideriyle Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Kuvvet
Komutanları ve bazı generaller tarafından özel şartlar ortaya konarak imzalandı.
15 Ekim 1961 seçimleriyle «Millî İrade» nin tecelli ettiğine inanan bu siyasî
liderler, askerî kumandanlar, devletin Anayasası dururken Reisicumhur seçimine,
kanun yapma ve kaldırma yetkisi B.M.M. ve Cumhuriyet Senatosu'na ait iken
acaba protokollerle devlet idare edilmesine neden lüzum görmüşlerdir? Açık rejim
bu mudur? Demokratik nizam, çok partili parlâmenter sistemde demokrasi anlayışı
bu mudur?
Süngülerin gölgesi altında (o gün Muhafız Alayı Meclisi kuşatmıştı) T.B.M.M. ne
Reisicumhur seçtiren kumandanların demokrasi anlayışı bu mudur?
Reisicumhur adayı olarak çıkmak isteyen, diğer bir partiye mensup Prof. Ali Fuat
Başgil (Sıtkı Ulay Paşa, Fahri Özdilek Paşa ve Haydar Tunçkanat'ın) silâh
tehditleri altında istifa ettirilmemiş midir? Demokrasi bu mudur?
`Ne yazık ki, Reisicumhur seçiminin bu şekilde yapılmasına T.B.M.M. üyeleri
seyirci kalmışlardır.
Anayasa harici bir teklifi kolaylıkla kabul etmişlerdir Çünkü o zaman söylenen
sözler ve yapılan tehditler parti liderleri tarafından şudur; Eğer Reisicumhur
olarak Cemal Gürsel'i seçmez iseniz ordu idareye el koyacak... Acaba böyle miydi?
Yoksa CHP ne ve İnönü'ye bel bâğlıyan birkaç generalin arzusu muydu? Bunu
takdir edemeyen milletvekilleri, Meclisin ilk açılış gününde, kendi kendilerini bu
karakterleriyle mahkûm etmişlerdi.”(Talat Aydemir)
BİZİM KASTTAN PAŞA
"Silahlı Kuvvetler Birliği teşkilatının Ankara'daki kurucuları olan ve önderliğini
yapan Halim Menteş, Necati Ünsalan, Talat Aydemir, Selçuk Atakan, Emin Arat,
Feyzi Arsın, Orhan Alpakın, Nuri Hazer'dir." Birlik, sözde "gizli"dir. Yani
hükümete bildiri vermiş bir siyasi örgüt değildir. Zaten öyle şey veremez. Askerler,
bütün memurlar gibi, siyasetle uğraşmaktan yasaklıdırlar.
Öyleyken, "Jandarma Subay Okulunda yapılan brifınglere katılan Genelkurmay
Başkanı Sunay ve yüksek rütbeli subaylar", hatta, devrin başbakanı İnönü,
fotoğraflar çektirerek, yapılan "illegal" birlik kongrelerini şereflendirirler. Çünkü
İnönü de bizim kasttan Paşadır.
Başıbozuk olsa ne haddine girmek? Silahlı Kuvvetler Birliği'nin "gizli" toplantılar,
brifingler, kongreler (evet kongreler!) yaptığı resmi Jandarma Subay Okulu
salonlarına kuş uçurulmaz... Ve Sunay ise, Genelkurmay Başkanımız olarak gizli
birliğin doğal şefi, hiyerarşiye uygun başıdır. “ ( Dr. Hikmet Kıvılcımlı)
YAŞASIN “DEMOKRASİ”!
MBK’nin seçimle gelen hükümete yetkisini devretmeyeceği söylentileri üzerine YTP
Genel İdare Kurulu üyesi Prof. Aydın Yalçın ve eşi Nilüfer Yalçın YTP Gençlik
Kolları ve SBF Fikir Kulübü Üyesi birtakım gençlerle birlikte; 23 Ekim 1961
tarihinde, MBK’nın ortak toplantı yaptığı Başbakanlık binası önünde eylem
yaptılar.
SBF Fikir Kulübü Başkanı burada bir basın açıklaması okudu :
“Parlamentonun açılışının çok yakın olduğu bu günlerde, bizler Fikir Kulübü
olarak 15 Ekim seçimini demokrasiye geçiş olarak görüyoruz. Esasen, 27 Mayıs’ın
gayesi de budur ve netice de alınmıştır. Bundan sonraki yolumuz , demokrasi
yoludur. Demokratik düzene olan bağlılığımız sarsılmayacaktır. Siyasi partiler
kuracakları idarede bütün güçlükleri milli hakimiyet yoluyla halledecekler. Türk
milleti şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da batılı, ilerici ve devrimci bir
gelişme içinde bütün gelişmeleri halledecektir.”
YTP Gençlik Kolu Teşkilatında da ilginç isimler vardı. Sadık Tanrıverdi (Başkan),
Erdoğan Güçbilmez (Genel Sekreter) Doğu Perinçek, Adil Özkol, Süreyya
Çelikkan, Mustafa Özyürek, Lale Alev Bora, Varol Sözen, Kaya İnal, Alev Alatlı,
Sami Güven, Aklın Kireçtepe, Tahir Belbez, Güven Yalçıntaş, Şener Can.
Doğu Perinçek’in babası Sadık Perinçek de AP’ye geçmeden ve Genel Başkan
Yardımcısı olmadan önce YTP’lidir ve 15 Ekim 1961 seçimlerinde Erzincan
Milletvekili seçilmiştir.
27 MAYIS DİZGİNLENİYOR
Korkulan olmadı. Ali Fuat Başgil, “Çankaya Protokolü” ve “kendi rızası ile!!!!”
cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçti. TBMM'nin ilk toplantısında Gürsel'in
cumhurbaşkanlığı oylandı. 156 boş oyla Gürsel Cumhurbaşkanı oldu. Başgil ihtilal
ortamı içinde "ikna” edilmişti. 434 kabul oyuna karşılık 156 boş oy...
Gürsel artık cumhurbaşkanıydı.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, hükümeti kurma görevini CHP lideri İsmet
İnönü’ye verdi.
İnönü Başkanlığında kurulan CHP-AP koalisyonunun başbakan yardımcısı Prof.
Turhan Fevzioğlu idi. İnönü kabinesinin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’ti.
Ordu gençliği huzursuzdur. Subaylar yüksek sesle görüşlerini birliklerde
seslendirmeye başlarlar. “Biz CHP nin silahşorları değiliz”.
Paşalarla yapılan toplantılarda ise Albaylar haykırmaktadır: “Türkiye’nin kaderi
enerjisi tükenmiş 80 yaşındaki insana bırakılamaz. 27 Mayıs yok edilmek
istenmektedir.”
Silahlı Kuvvetler Birliği’nin sürece bu şekilde ikircikli müdahale etmesi, genç
subayları tatmin etmemişti.
Bu subayların önderi Talat Aydemir’dir. Talat Aydemir, aynı zamanda Silahlı
Kuvvetler Birliği’nin kurucularındandır.
Ordu içindeki sorunlu tüm unsurlar yavaş yavaş temizlenmekte, 27 Mayıs öncesi
büyük sıkıntısı görülen “emir-komuta” zinciri yeniden güçlü bir biçimde tesis
edilmeye, ordu karşı devrimci misyonlarına hazırlanmaya çalışılmaktadır
Ordu yeniden NATO’nun perspektiflerine çekilmektedir. Anti-komünist histeriyle
donatılmaya, emekçi düşmanlığı ön plana çıkmaya başlamıştır.
Ankara Radyosu’nda yayınlanan kamu yararına bazı spotlar oldukça ilginçtir:
“Vatandaş dikkat, su uyur, komünizm uyumaz”, “Komünizm Türk ve Müslüman
kıyafetine bürünerek arana girer”, “Komünizm tatlı dille arkadan sokan bir
yılandır”.
Bunların yanı sıra, CIA tarafından hazırlanan ve Türkçe’ye aynen çevrilen antikomünist programlar da radyolarda sık sık boy göstermektedir. Ordunun yeni
misyonları, sadece Türkiye’de değil, kapitalist blokta yer alan tüm ülke
ordularında uygulanan merkezi politikalar tarafından belirlenmektedir.
27 Mayıs dizginlenmiş ve kontrol altına alınmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı bu süreci
şöyle anlatır:
BASİT GERÇEKLİK
“27 Mayıs devrimcileri bu çok aşırı basit gerçekliği akıllarına getirmeden bir
iktidarı devirdiler. Devrilen finans-kapital iktidarı mıydı? Açıkça oydu. 27
Mayısçılar öyle sanmadılar. "Kişileri" devirdiklerine inandılar. O kuklaları
oynatan sınıfları görmediler.
Öylesine görmediler ki, iş başa düşünce devirdikleri adamların halkı kandıran
sömürme aygıt ve avadanlıklarını yerden kaldırıp, yapma solunumla diriltiler. Ve
iktidarı bu finans-kapital dikta araçlarına kendi elceğizleriyle teslim etmeyi,
dünyanın en akılcıl işi saydılar. Ellerinde sosyal sınıf pusalası yoktu. Anadan
doğma devletçi yetişmişlerdi. Devlet bütünüyle ellerindeydi. İstediklerini
yapabilirler miydi?
Her devletçinin kalemine doladığı bütün sorunları ortaya atabilirlerdi. Ancak o
sorunların sosyal sınıf açısından çözüm yolları açık değildi.
.
SINIF PUSULASIZLIĞI
Sınıf pusulasızlığı yüzünden, iktidar, devrimcileri adeta paniğe uğrattı. …
Yani, bütün ömrünce "siyasetle uğraşma yasağına" uymuş bir emekli Paşa,
beklemediği bir gece yarısı , ansızın getirildiği o yüce görevde; Türkiye'nin bütün
siyasetini tek başına güdecek!...
……
Bu durumlarıyla devrimciler tabana, temele inmeyi akıllarına getiremiyorlardı.
Millet önünde geçerli, sınanmış bir otoritenin büyük rütbeli heykelini dikip, onun
gölgesine sığınmak zorunda kaldılar. Halk yığınlarının muazzam denizinde
yüzeceklerine, finans-kapital ağları ve oltaları içine girdiler.
Bu olta ağ, onları daha ilk günden kıstırıp, kendi selamet sahilindeki torbasına
atmadıysa, çok tehlikeli durumlarda çok ince hesapları yapmakta usta olduğundan
yapmadı.
Madem ki balıklar ağı görmüyorlardı, bıraktı onları, rahatça dolaşsınlar. Ne tür ve
ne sayıda ve kalitede balıklar olduklarını zevkle ve bilimle ayırt etti. Canı ne zaman
çekerse, ağı o zaman çekmek elindeydi.
YIĞINLARDAN TECRİT
Bir ihtilal düşünün ki, lideri ne yapacağını bilmez! Sonrası kendiliğinden gelmez
mi?
…..
Ne yaptı? Sonradan "gayri samimi beyanlar" sayılan anlaşılmaz "sosyalizm"lerle
oyalandı. Sosyalizm yenir mi, yenmez mi işkilleri arasında, altta güreşmenin üstadı
"devletçiliğimiz" imdada yetişti.
"Aman, aslanlar, şunları yaparsanız siz yaparsınız. Seçim ve partiler gelmeden
çabuk karar verin. Göreyim sizi!" diyerek, akıl hocalığını tam yaptı.
İşçi, müstahdem, memur, esnaf 27 Mayıs'ı çılgınca mı alkışladı? Bak işvereni
darılttınız, işletmeler kapanıyor, çabuk özel sermayeye sermaye ödenmek üzere
işçiye, memura, esnafa tasarruf bonosu kesip, zorla ödünç nafakalarından
parababalarına aktarın.
Beş on ağanın güvence altına alınması ile toprak reformu lâfları baldırı çıplak
köylülerin hoşlarına mı gitti? Devletçiliğimizin kırdaki temel direkleri
(Kadroculuğun "rasin temelleri"!) sarsılmasın, "sosyal devlet"in yerini bulması,
çalışan köylüden de arazi vergisi alınmakla olur.
Bu iki önlemcik, 27 Mayıs'ı geniş köy ve şehir yığınları içinde o saat tecrit
edivermişti.
Halkla arası açtırılan 27 Mayıs için geriye ne kalmıştı? Sokağa dökülüp elele veren
üniversite ile ordu.
Üniversitede 147'ler, orduda 7000 Eminsular pekâla "zinde kuvvetler"i en az ikiye
bölerek, kambur üstüne kamburlar çıkarabilir!... Ondan sonra yap bir "seçim
DEVLETÇİLİĞİMİZ
"Milli Birlik Komitesi bütün bu davranışlara neden kapıldı?
Özetlenirse "sınıfsız, ayrıcalıksız bir toplum olduğumuzu şarkılaştıran
"devletçiliğimiz"e kanışından. Sınıflara bakmadan "devletçiliğimiz herşeyi
yapabilir" sanısı, kolayca "herşey devletçiliğimiz için" oluvermişti.
En parlak sosyal sözlerse, ancak toplum sınıfları bakımından uygulanınca öz
anlamlarını açıklayabilirler.
Tasarruf bonosu, söz olarak devlet eliyle "sosyal kalkınmamız" içindi.
Uygulanınca, özel sermayeyi beslemek üzere dar geçimlilerin kuşaklarını büsbütün
sıkmak oldu...
Arazi vergisi, söz olarak "devlet yükünü taşımakta eşitlik" içindi. Uygulanınca,
küçük mülkleri büyük arazilere aktaracak vergi adaletsizliğini büsbütün arttırmak
oldu.
Onun için, "aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor" diyen sevgili çocuk halkımız, yedi
bin yıllık ağız yanmışlığı ile devletçiliğimizden ürker. Devletçiliğimize karşı en
sahte çıkışları dört elle tutar, DP ve AP zaferleri ondandır.
9 ŞUBAT PROTOKOLÜ
Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ihtilalin gidişinden memnun
değildi. Ona göre 27 Mayıs, Atatürkçü hedefinden saptırılmış, İsmet İnönü'nün
kontrolüne girmişti. Hesaplaşılacaktı.
Ordu gençliğinin zorlaması üzerine paşalar ve albaylar 9 Şubatta bir toplantı
yaparlar. 9 Şubat protokulunu imzalarlar. Protokolun 5. maddesine göre
“Kararın zamanı Silâhlı Kuvvetler Kumandanlığınca emredilecektir. Bu husus
İstanbul'daki kumandanlar tarafından temin edilecektir. Harekât 28 Şubatı
geçmeyecektir. 09 Şubat 1962” gereğini yapacaklardır.
9 Şubat Protokoluna toplantıdan sonra imza koyan bazı Paşalar ve üst rütbeli
subaylar şunlardır:
Korg. Refik Tulga, Tümgeneral Fikret Esen, Tümg. Rafet Ülgenalp, Tümamiral
Bahattin. Özülker, Tuğgeneral Faruk Gürler, Tuğgeneral Faruk Güventürk,
Tuğamiral İsmail Sarıköy, Tuğamiral Celâl Eğicioğlu, Tuğamiral Kemal Kayacan,
Tuğgeneral Zeki İlter, Kurmay Albay Necati Ünsalan, Kurmay Alb. Ferit Erdoğan,
Kurmay Albay Selçuk Atakan, Kurmay Albay Dündar Seyhan, Kurmay Albay N.
Kemal Ersem, Kurmay Albay Behçet Özdemir, Kurmay Albay Vahit Gürkan,
Kurmay Albay Emin Aytekin, Kurmay Albay Doğan Özgöçmen, Kurmay Albay
Burhan Hunoğlu, Kurmay Albay Necati İşcan, Topçu Albay Celâl Baykam, Kurmay
Albay Turan Çağlar, Kurmay Albay Fikret Göknar, Hava Kurmay Albay Emin
Alpkaya, Albay Rifat Erenulu, Albay Zarif Çetindağ, Albay Nihat Aslantürk, Albay
Halim Kural, Albay Recai Baturalp, Kurmay Albay Vecihi Akın, Kurmay Albay
Mehmet Bora, Dz. Kur. Alb. Bülent Tarhan, Kurmay Albay Bedrettin Demirel,
Albay Halim Kural, Kurmay Albay Mehmet Bora Kurmay Albay Cemal Öcal,
Kurmay Albay Necati zan, Albay Sadeddin Çankır, Yb. Ahmet Gegeç, Yarbay
Osman Deniz.
İsmet Paşa ve taraftarları ellerinden geleni yaparak kafaları karıştırırlar. Talat
Aydemir’i hedef alan strateji izleyip, paşaları ve albayları tereddüde düşürürler.
Her an Talat Aydemir’in yalnız başına ihtilal yapıp onları da tasfiye yapacağı
düşüncesini yayarlar. Bu söylentilerle birlikler birkaç kere karşı karşıya getirilir.
Talat Aydemir’in oynanan oyunu sergileme anlatma çabaları, basını ve bezirgan
kurt siyasetçilerin oyunu bozmaya yetmez.
İKTİDAR AVUÇTA-22 ŞUBAT 1962
Nihayet 22 Şubat 1962 günü Genelkurmaya çağrılan albaylar tutuklanmaya başlar.
Bunu öğrenen Harp Okulu Komutanı direnişe geçerek Harbiye’yi alarma geçirir.
Olayı öğrenen birliklerde peşi sıra alarma geçmeye başlarlar. Genel Kurmay
birliklere yeni komutan atamakta, eskilerini tutuklamaktadır.
Muhafız Alayı Komutanı Genelkurmay’da tutuklanmış yerine Albay Cihat Alpan
geçirilmiştir. Tabi senatörler yani eski MBK üyeleri resmi üniformalarını giymiş,
İsmet Paşa’yla birlikte operasyonu yönetmektedir. Fakat olaylar istedikleri gibi
gelişmez. Muhafız Alayının başına geçirilen Albayın komutanlık ömrü yarım saati
geçmez, alayın Süvarileri Binbaşı Fethi Gürcan komutasında harekete geçerek
albayı tutuklar. Alay, Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’ın komutasına girer.
Binbaşı Fethi Gürcan komutasındaki Muhafız Alayı Çankaya Köşkü’nü kuşatır. O
anda Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Başbakan İsmet İnönü,
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Ordu Komutanları, Tabii Senatörler,
Bakanlar ve ilgili bürokratlar, kısaca Karşı Devrimin tüm görevlileri toplantı
halindedir.
Karşı Güç Fethi Gürcan’ın avucundadır. Sıktığı anda karşı devrimi yok edecektir.
Talat Aydemir’le telefon ile iletişim kurar ve sorar:
“Hepsi buradalar. Enterne edeyim mi?”
Talat Aydemir’in cevabı şaşırtıcıdır:
“Hayır. Onlarla işim yok. Bırak.”
27 MAYIS MEZARDA
O anda Direniş yükselmesi ters döner. Karşı devrimci güçler cesaretlenir. Araya
YTP başkanı Ekrem Alican girerek İsmet İnönü- Talat Aydemir arasında söz
getirip-götürür. İsmet İnönü’nün hiçbir cezai işlem yapmayacağına dair yazılı sözü
üzerine harekete son verilir.
İsmet İnönü sözünde durmaz harekette aktif olan subayları ordudan atar.
Atılanların başında Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan vardır.
Meclisten bir af kanunu geçirerek, olaya karışan paşa ve üst rütbeli subayları
koruma altına alır. İsmet İnönü, CHP ve AP milletvekilleri başta olmak üzere,
mecliste ve senatoda ayakta alkışlanır.
27 Mayıs mezarına sokulmuştur. Geriye kalan üstünü örtmektir. Bu da 21 Mayıs
1963 sonrası yapılacaktır. Fethi Gürcan-Talat Aydemir’in asılmalarıyla
nihayetlenecektir.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 karşı devrimleri ve uygulamalarıyla gençlerin ve
halkın kanlarıyla 27 Mayıs mezarı sulanacaktır.
İsmet İnönü 22 Şubatçılara “maceraperest”, “sergüzeşt” diye saldırır. Aynı şekilde
12 Mart’ta da Deniz Gezmiş’e, Mahir Çayan’a, tüm devrimci gençliğe “hasta
ruhlu adamlar” diye saldıracaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra
Lozan’dan kazandıklarımızı cömertçe Emperyalizm’e peşkeş çektiği ortaya
çıktıkça ve kamuoyuna açıklandıkça çıldırmaktadır.
HARBİYELİ ALDANMAZ
22 Şubat Direnişi bu hesaplaşmanın ilk adımı oldu. 1962'ün bir kış günü başlayan
harekat hazırlıksız yakalandı. Talat Albay ve arkadaşları emekli edildi. Ancak
harekat İsmet Paşayı ve “sistem” savunucularını oldukça telaşlandırdı. Dipten
gelen dalga umduklarından da güçlüydü. Direniş başarıya ulaşamasa da , ordu
içinde kendisine ve mevcut sisteme karşı çıkan genç subayların ordu içinde ne
kadar da büyük bir güce sahip olduğunun gösteriyordu.
İnönü’ye göre “Harbiyeli Aldatılmıştır.” İnönü’nün bu sözü cevapsız kalmaz.
Harbiyeliler izine gönderildikleri şehirlerde Atatürk Anıtına çelenk koyarak
haykırırlar.” Yüce Türk Ulusu, HARBİYELİ ALDANMAZ”
İNÖNÜ TÜKENMİŞTİR
İsmet İNÖNÜ, Talat AYDEMİR
Talat Aydemir’in İnönü’ye cevabı sert olur:
“İnönü güven oyu aldıktan sonra uzun senelerden beri ‘malûm ve kendine has
taktik ve tabiatını’ bir kere daha göstermiştir. Bu beyanatındaki 22 Şubatçılarla
ilgili hususları şiddetle ret ederiz. Senelerden beri asla milletin hayrına işlememiş
olduğunu bildiğimiz bir taktiğin sahibinin karşısında olduğumuz için sergüzeştçi
alarak damgalanıyorsak bu kolaylıkla kabul edeceğimiz bir sıfattır. Bu sebeple asıl
takbihe değer husus İnönü'nün siyasî zümre ve şahıs menfaatleri üstüne
çıkamayarak aziz ulusumuzun sesine kulak vermeyen zihniyetidir. Bir hususu
açıkça beyan etmek isteriz ki: ‘İnönü’nün ismi zekasından büyüktür.’ Bu zaviyeden
tetkik edilince Atatürk'ün dehasının stratejik yaratıcılığından sonraki reformlardan
mahrum statik devrenin asıl sebebi anlaşılacaktır. İnönü tükenmiştir.
Reformlara en çok ihtiyacımız olduğu bu devrede bütün hayatı statükoyu muhafaza
ile geçmiş İnönü'yü tekrar başında görmek bu milletin talihsizliği olmuştur.
22 Şubat vahim bir tecrübeye teşebbüs değil, memleketin sayısız dertlerini bir
tarafa iterek İnönü'nün yarattığı siyasî keşmekeşe karşı bir reaksiyondur.
Demokrasinin bir türlü rayına oturtulmak istenmeyişinden ıstırap duyanların bir
ikazıdır.
Emekli de olsa bir subayın açıkça gazete sütunlarında ‘İkinci Adam’a üstelik
‘zeka’sından hareketle tavır alması ilkti
Bu beyanatın arkasından Talat Aydemir derhal tutuklanır.
DÖNÜM NOKTASI-21 MAYIS 1963
Gazeteler, paşaların imzaladığı protokolleri yayınlar.
Ordu gençliği, Aydemir-Gürcan ikilisi etrafında kenetlenmektedir. Emperyalizm
telaş içindedir. İçlerine görevliler sokulur.
Bunlardan en meşhuru 22 Şubatta emekliye sevk edilen Yarbay Mustafa Ok’tur. Bu
kişi 22 Şubat 1962 hareketinin durdurulmasında da büyük rol oynamıştır.
Amerika’nın silahlı müdahale edeceği, Sovyetler Birliğinin ister istemez onun da
silahlı müdahale edeceğini, Türkiye’nin Kore’ye döneceğini iç savaş çıkacağını
ileri sürerek, Talat Aydemir’i etkilemiş, hareketi durdurmuştur. Benzer
provokasyonunu, 31 Martta 1963 yapılacak hareketi erteleterek yapmıştır. 7
kişilik ihtilal komitesinde yer almasına karşı 21 Mayıs 1963 sonrası ceza
almamıştır. Sonra CHP den milletvekili seçilmiş, ardından Bakan olmuştur
Ecevit’in “sol görüşlü ağır topu” olarak görevine devam etmiştir.
22 Şubat 1962'direnişi'nden sonra, hele baştan beri İnönü'nün safında yer almış
"Malatyalılar Cuntası"nın bir parçası olarak bilinen 11'lerin Hava Kuvvetlerinden
tasfiyesinin arkasından, aşağı yukarı 27 Mayıs ihtilalini hazırlayan "kurmay"ların
tümü Silahlı Kuvvetlerden temizlenmiş durumdaydı.
İsmet İnönü, Paşalar kontrolünde iktidara el koyma planını hazır dosya olarak hep
elinin altında tutmuştur.
AYDEMİR-GÜRCAN KOMUTLU
Bunu bilen Aydemir-Gürcan ikilisi erken davranmak gereğini duyarak, 27 Mayıs
öncesi Harbiyeli’nin öğrenci gençliğinin yanında yer alıp yürüdüğü 21 Mayıs
günü, İsmet İnönü’ye verdiği cevap olan ”Harbiyeli Aldanmaz’ı” parola yaparak
harekete geçmişlerdir.
Üniformalarını giyerek başlattıkları bu hareketin dünya tarihinde örneği yoktur.
Harbiyeliler ve Askeri Birlikler 1 yıl önce emekli olan bir albayın ve binbaşının
yanında saf tutmuşlar, karşı devrimci hükümet güçleriyle sabaha kadar
çatışmışlardır.
Sonuçta 22 Şubat 1962’ de oyuna getirilip emekli edilen Albay Talat Aydemir ve
Süvari Binbaşı Fethi Gürcan öncülüğünde ayaklanan ihtilalci güçler yenilgiye
uğrayarak tasfiye edilmişlerdir. İhanetler yüzünden yenilmişlerdir. Yüzlerce genç
subay ve 1468 Harbiyeli hapislere atılarak ordudan atılmıştır. Talat Aydemir ve
Fethi Gürcan devrimci düşüncelerini haykırarak yiğitçe idama gitmişlerdir.
PENTAGON KOMUTLU
Direnişlerin kırılmasından sonraysa gün uğursuzun olmuş ve daha sonraki 12 Mart
71, 12 Eylül 1980 gibi Pentagon komutlu ve kontrgerilla uygulamalı vahşet
darbeleriyle açılan dönemler başlamıştır.
27 Mayıs yenilmiştir. Kuşatma tamamlanmış ve ordu içindeki direniş kaleleri de
ağır bir darbe yemiştir. 1960’da Yassıada kayalığına kapatılan Demokrat partinin
devamı olduğunu açıkça belirten Adalet partisine yollar açılmıştır. Türkiye finans
kapital cephesi yine üsttedir. Mendereslere karşı iki ihtilalci lider idam edilmiştir.
Daha bir yıl önce Adalet partisinin iktidara gelmesi durumunda, Harp Okulu
Komutanı Albay Talat Aydemir’le birlikte ihtilal yapmayı planlayanlar, protokoller
yapanlar bu idamlara yol vermişlerdir.
TALAT’IN ÜÇ BUÇUK ADAMI
Tüm bu işlemler devlet başkanı ve ordu hiyerarşisini yedeğine alan İsmet Paşa
tarafından gerçekleştirilmiştir.
21 Mayıs ayaklanması, İsmet Paşanın ihtilal gecesi yaptığı radyo konuşmasında
söylediği gibi “Talat’ın üç buçuk adamı “ çizgisinde iktidar hırsı olan maceracı bir
avuç subayın girişimi olarak gösterilip üstü hızla ve titizce örtülmüştür.
9 Mart girişimi ve onun sokağa çıkmadan bastırılması dikkatlice incelendiği
zaman, 21 Mayıs’a bu muamelenin niye uygulandığını çok açık kavrayabiliriz. 22
Şubat öncesi ordu içinde kurulan illegal “silahlı kuvvetler birliği”nin hazırladığı
ihtilal protokollerinde Albay Talat Aydemir ile birlikte imzaları olan general ve
amiraller, sonuçta İsmet Paşa ile anlaşıp tasfiyeyi gerçekleştirmişlerdir.
Eski ihtilalci taşeronlarda önce örgütlenmenin etrafında dolaşıp sonra bazıları
isimlerini unutturarak , bazıları ispiyonculuk yaparak yeni bir askeri darbede
görevlerini yerine getirmek üzere hiç yara almadan mevzilerine dönmüşlerdir. 9
Martın 12 Mart’a dönüşmesinde aşağı yukarı aynı general ve amiraller daha kritik
mevkilerde, aynı taşeronlarda devrimci maskelerini takarak görevlerini ifa
etmişlerdir.
HİYERARŞİ DIŞI GELENEK
21 Mayıs 1963 ülkemizde 1960-71 sürecinde önemli bir kilometre taşıdır. 27
Mayıs’ın gelgitleri durulmuş, ordu yeniden kontrol altına alınmıştır. 21 Mayıs
öncesinde Ankara ve İstanbul sokaklarında 27 Mayıs’ı sahiplenen gençler için bir
dönem kapanmıştır. Gençler kitleler halinde sosyalist hareketin içine doğru
akmaya başlamıştır.
1962 ve 1963'deki başarısız darbe girişimlerinin ve 12 Mart öncesinde gündeme
gelen "sol" cunta denemelerinde de görüldüğü gibi, 27 Mayıs depremi “sistem”in
"normal işleyişini", ”statüko”yu bozmuştur.
Amerikancı bir yapı içerisinde şekillendirilen Türk ordusu içinde -egemen
sınıfların, askeri kliğin ve emperyalizmin ortadan kaldırmak ve kökünü kazımak
için çaba göstereceği- bir hiyerarşi-dışı askeri darbe geleneği de yaratmıştır.
SOSYAL UYANIŞ
61 Anayasasının getirdiği hak ve özgürlükler ve bütün bu açılımlar karşısında
sistem savunucularından dönemin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın
ifadesiyle “Sosyal uyanış, ekonomik kalkınmanın önüne geçti. Türkiye hiçbir zaman
sokağa bırakılamaz, her şeyi biliyoruz, hazırız; ne yapılacaksa biz yapacağız”
denilmiştir.
Gerçektende, özellikle ordu ve üniversite gençliği içerisinde gelişen devrimci
hareketin, “sosyal uyanışın” kitleselleşmemesi, işçi sınıfı ve emekçilerle organik
bağı oluşturarak tabandan gelişecek ciddi bir siyasi örgütlenmeye dönüşmemesi
için ne gerekliyse yapılmıştır.
İlerideki sayfalarda anlatacağımız gibi :
1.
Solda ve sağda kendi kontrollerindeki sahte liderler lanse edilmiş, sistem
dışı dinamiklerin, bu sahte liderler etrafında toplanılarak sisteme entegre edilmesi
ve edilemeyenlerin tesirsiz hale getirilmesine çalışılmıştır.
2.
Sivil sağ gruplar örgütlenerek, sol güçlerin üzerine saldırtılmıştır.
3.
Grupların içersine ajan provokatörler sokularak, onları, kitleden
kopartacak, halkın onlardan uzaklaşmasını sağlayacak, şiddete yöneltecek
provokasyonlar düzenlenmiştir.
4.
Provokatör örgütler kurulmuş, bu örgütlere provokasyon amaçlı etkinlikler
yaptırılmıştır.
5.
Devlet destekli, “faili belli”, ama bir türlü bulunmayan cinayetler
işletilmiştir.
6.
“Böl, parçala, yok et” yöntemiyle, “sistem” elindeki ve/veya denetimindeki
tüm olanakları –MİT, CIA, Medya, Sivil Toplum Kuruluşları – kullanarak;
devrimci güçler arası fikir farklılıkları derinleştirilmeye çalışılmış, gruplar arası
düşmanlık körüklenerek, gruplar birbirlerine saldırtılarak, güçlerin bölünmesi,
zayıflatılması ve giderek marjinalleşmesi sağlanmıştır.
7.
Devrimci örgütler, kapatılarak, üyeleri hapsedilerek, işkenceden geçirilip,
öldürülerek fiilen yok edilmeye çalışılmıştır.
5. BÖLÜM
SAĞ-SOL GÖREVLİLER
Alpaslan Türkeş-Sadi Koçaş-Orhan Kabibay
GÖREV BİTTİ
Kıbrıs’daki olaylar nedeniyle Kıbrıs’a müdahale kararı alan İsmet İnönü,
Johnson’un mektubuyla sarsıldı.
1946’larda imzaladığı anlaşmalar Amerika Başkanı’nca yüzüne vuruldu. Başbakan
İnönü İstiklal savaşındaki İsmet Paşa gibi gürledi:
“Yeni dünya kurulur orada yerimizi alırız!”
Birkaç gün geçince yelkenleri indirdi.
O, Mustafa Kemal değildi.
22 Haziran günü Beyaz Saray’da Başkan Johnson‘a ağzından çıkıp kulağının
duymadığı restinin hesabını verdi.
Emperyalizm’e sadakatini ve gücünü 27 Haziran 1964’de Fethi Gürcan’ı, 5
Temmuz’da Talat Aydemir’i asarak ispat etti. 27 Mayıs’ın teşkilatçısı ve eylemsel
uygulayıcısı bu iki önder, 27 Mayıs’ın silah zoruyla Başbakan yaptığı İsmet İnönü
ve 27 Mayısın sözde lideri Orgeneral Cemal Gürsel’ce idam ettirildiler.
“27 Mayıs devriminin nirengi-noktasına oturtuluşu gerekti. Bunu en az sarsıntı ile
yapabilecek "Tek Adam" İsmet Paşa'ydı. Paşa'nın görevi, 27 Mayıs derdimendi
Aydemir-Gürcan ikilisinin asılmasıyla bitti. Artık koalisyon kabinesine finanskapitalin ihtiyacı kalmamıştı. Kendi kabinesi başı çekmeliydi. Amerikan casus
başlarından CIA Generali Porter, Ankara'ya gönderildi." (Dr Hikmet Kıvılcımlı)
ÖZEL HARP DAİRESİ
Amerika sözde “Demokrasi”sini dünyaya yaymak için; ikinci dünya savaşının kılıç
artığı faşistlerle derin işbirliğine girecektir.
1946’da “Turancılık” davası nedeniyle CHP hükümetinin tabutluğa soktuğu
Yüzbaşı Alpaslan Türkeş önce kurmaylığa, oradan Amerikan eğitimine oradan da
Başbuğluğa yükselecektir. Türkeş, önceden yargı önüne çıktığı halde kurmaylığa
yükselmesine izin verilen tek subaydır. İlerde gazetecilerin bu konuda kendisine
sorulan soruları geçiştirip cevaplandırmayacaktır.
Turancıların Duruşması; Arka sıralarda Alparslan TÜRKEŞ
Teğmen Aziz Nesin’i, Yüzbaşı Vedat Türkali’yi dışlayan ordu mekanizması
Türkeş’e sahip çıkacaktır.
Türkiye’de Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952
tarihinde kuruldu. Özel Harp Dairesi de “kontrgerilla” yetiştirecekti. İzmir
Menteş’teki Özel Harp Kampı artan ihtiyaca yetmeyince, Amerikalıların önerisiyle
Eğridir Dağ ve Komando okulu açıldı.
“Seferberlik Çalışma Grubu” Ankara Bahçelievler’de bulunan Amerikan Yardım
Teşkilatı JUSMATT binasında çalışmasına başladı. JUSMATT da aslında CIA’ya
bağlı olarak çalışan bir kurumdu.
HİSSETME- ENDOKTRİNE
16 Aralık 1952 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin verdiği habere göre başta Ticaret
Bakanlığında olmak üzere 507 Amerikalı görevlinin resmen çalıştığı belirtiliyordu.
Gayri resmi görevlilerin nerelerde çalıştığı, neler yaptığı, kimlerle ilişki olduğunu
ise ülkenin başbakanları, dış işleri bakanları bile kesin olarak bilemiyorlar, sadece
hissediyorlardı.
Kaldı ki Amerika, görevlileri aracılığıyla, Türkiye Cumhuriyetinin İdari sistemini
denetliyor, yeniden yapılandırıyor ve bürokratlarını “Amerikan dünya görüşü”
doğrultusunda eğiterek kilit noktalara yerleştiriyordu.
1961-65 yılları arasında Ankara'daki Milletlerarası Kalkınma Örgütünde (AID)
Kamu Yönetimi Danışmanı olarak görev yapan ve bu sürenin önemli bir kısmını
Devlet Personel Dairesinde geçiren Dr. Richard Podol çalışmalarını içeren
raporunda şunları söylüyordu:
“On yıldan fazla bir zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan
yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli
mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da
iktisadi devlet kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları
örgütte ‘ilerici güç’ niteliği taşımaktadırlar. Genel müdür ve müşteşarlık
mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün
gayretleri bu gruba yöneltmelidir.
Geniş ölçüde ‘Türk idarecilerini endoktrine etmek [Amerikan çıkarlarına göre
beyinlerini yıkamak T.Ç.] gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler
üzerinde durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu
grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse,
bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğrudur” (İlhami Soysal, Yön,
Sayı: 140)
HOŞA GİDİP GİTMEME
Ülkenin istihbarat örgütü MAH (şimdiki MİT)’da 1953 yılından itibaren tamamen
CIA’nın kontrolünde, onun yerel birimi gibi çalışmaya başladı. MAH görevlileri
Amerika’ya gönderilerek, CIA istihbarat kurslarında eğitim gördüler.
CIA, Türkiye’deki operasyonlarda kullanacağı personeli titizlikle seçti. Gerekli,
güvenlik araştırmaları yapıldıktan, anti-komünist olduklarından iyice emin
olunduktan sonra Avrupa ve ABD’deki eğitim merkezlerine göndererek eğitti.
Amerikan Harp Doktrinleri Kitabı ordu içinde dağıtıldı, bürokrasinin üst
kesimlerine brifingler verildi.
Neler yazılıyordu bu kitaplarda; neler söyleniyordu:
“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların
yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görümünde olmayan, başka cins
tehditler da vardır. Bu tehditler, içeriden yapılmak istenen değiştirme ve
dönüştürmelerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen demokratik
akımlar ve reform hareketleri biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bizim amacımız
buna benzer akımları önlemek olmalıdır.”
“ABD’nin hoşuna gitmeyen solcu veya solcu olmayan hükümetleri devirmek için
gerilla taktiği kullanılabilir. Bizim amacımız hoşa gitmeyen ve bizimle dost
olmayan hükümetlerin yerine, dost hükümetleri geçirmek olmalıdır.”
“Kendi personelimizi ve yardımda bulunduğumuz memleketlerin personelini
yetiştirmek için bir eğitim sistemine ihtiyacımız var. NATO müttefiklerimizle
müştereken komünist tecavüzlere maruz memleketlerde, Amerika’dakine benzer
enstitüler ve özel harp daireleri kurulmalıdır.”
HER ÜLKEDE VAR
Eski Milli Savunma Bakanlarından Hasan Işık kontr-gerilla konusunda şunları
söylüyordu:
“Kontr-gerilla her ülkede var. Genelkurmay bunun planlarını almış. Amacı şu.
Ülke işgal edilecek olursa iç direniş nasıl yapılacak ? Bu fikir planında geçerli ve
doğru. Yalnız şu durumlar var:
Fikri ABD vermiş.
Finansmanını yapmış.
Örgüte sızmalar olmuş. Bu sızmalar Pentagondan başlar, CIA sızmasına kadar
sürer.”
AHTAPOT
Ahtapot operasyonu, kökleri 1947 doğumlu CIA öncesine, OSS (Office of Strategic
Services – Stratejik Hizmetler Dairesi) örgütlenmesine dek uzanan ve ABD
yönetiminin ve ABD merkezli uluslarötesi tekellerin değişik ülkelerdeki yararlarını
korumaya yönelik olan gizli ve kanlı değişik operasyonlara verilen ortak addır.
Aynı adla farklı müdahaleler yapılmıştır. İkinci Dünya Savaşının bitiminde
Avrupa’da ABD askeri istihbarat görevlisi olan ve -Yahudi asıllı olmasına karşıneski Nazi savaş suçlularının yeniden örgütlenmeleri yönünde raporlar verdiği
bilinen ve aynı zamanda SS ve Gestapo görevlilerinin yeniden örgütlenmeleri
işinde çalışmış olan Henry Kissinger, Richard M. Nixon ve Gerald R. Ford
yönetimleri sırasında ABD dış politikalarının belirlenmesinde başrolü oynamıştır.
Aynı kişi, Türkiye’deki MGK’na örneklik eden ABD’nin Ulusal Güvenlik Meclisi’ne
1969-76 yılları arasında başkanlık yapmıştır. Çin ile ABD’nin yakınlaştırılmaları
ve Sovyetler Birliği’ne karşı ilan edilmemiş bir cephe oluşturmaları, “Maocu”
örgütlenmelerin dünyanın her yerinde desteklenmeleri politikasının da
mimarlarından olan Kissinger, 1973-77 yıllarında ABD’nin Dışişleri Bakanı
olarak birçok kanlı karanlık operasyona imza atmıştır. Bunların arasında
Vietnam’da savaşı yeniden tırmandırtarak 3-5 milyon arasında insanın ölümüne
neden olmak da vardır.
Henry Kissinger’in Dışişleri Bakanlığı yıllarında, aralarında Türkiye’nin de
olduğu bazı ülkelerdeki odaklara büyük paralar ödemiş olduğu yakın zamanda
ortaya çıkmıştır.
Zafer Arapkirli’nin Londra’dan yolladığı ve Milliyet’in 13 Şubat 2000 tarihli
nüshasında yayınlanan Ahtapot operasyonu başlıklı habere göre:
“Kissinger'in planına uygun olarak başlatılan politik provokasyonlar zinciri için
Türkiye'deki bazı odaklara gizlice büyük paralar ödenmiştir.
Arapkirli’nin İngiliz gazetesi The Independent’den aktardığı aynı habere göre, söz
konusu Ahtapot Operasyonuna Federal Almanya Başbakanı ve Hıristiyan
Demokrat Partisi lideri Helmut Kohl da katılmıştır.
''Ahtapot'' kod adlı bu operasyon için ödenen ABD ve Federal Almanya kaynaklı
paraların çoğu Türkiye'ye, bir kısmı da İspanya ve Portekiz'e gitmiştir. Yine aynı
habere göre, CIA'nın Nicaragua'da “Kontra” güvenliğe ayırdığı paranın bir kısmı
da bu fona ayrılmıştır. Türkiye’deki bireysel terör eylemleri yapan “sol” ve faşist
terör örgütlerinin CIA ve Federal Alman dış istihbarat örgütleri için bir maliyetleri
olmuştur ama, bu paraların nasıl harcandıkları, harcanan paraların miktarı
açıklanmamaktadır.
KONTR GERİLLA-SADİ KOÇAŞ
Cuntaların “Atatürk devrimcisi” 12 Mart‘ın MİT’ten sorumlu Başbakan
Yardımcısı Sadi KOÇAŞ bile kontr-gerilla konusunda bakar mısınız ne diyordu?
“ ….sonradan yetkililerden 1971 son günlerinde kurulduğunu öğrendiğimiz KontrGerilla örgütü, Genelkurmay Başkanının emriyle, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanlığı ve MİT tarafından müştereken kanun dışı kurulmuş, yönetilmiş ve
kanun dışı çalışmış bir örgüttür.
6-7 Eylül olaylarını Bükreş'te duymuştuk. Bir yabancı ülkede, resmî görevli ve
uygar bir insanın böyle bir hareketten ne ölçüde ıstırap duyabileceğini deneylerle
yaşamıştık. D.P. iktidarına karşı ilk burukluğum bu olayla başlar.
Bu 6-7 Eylül olayı mahiyeti bakımından utandırıcı olduğu kadar, sonucu
bakımından da çirkin ve tahrik edici olmuştur.
Kendilerinin tertiplediği ve yönettiği; ama sonunda kontrolü kaçırdıkları için suçlu
aradıkları ortada iken, asıl suçluları bile bile, üç generali kurban etmeleri orduyu
en tedirgin eden tutumlarından biri olmuştu.
Bu olaylardan hiç ders alınmadığı, bir daha sonraki yıllarda hükümetlerin bile bile
göz yumduğu veya bizzat düzenledikleri Uşak, Topkapı, Konya, kanlı pazar
olaylarında; veya çeşitli örgütlerin, gerçekten iddia ettikleri gibi başka nedenlerle
bile yapmış olsalar, sonucu itibarı ile bir gövde gösterisi, bir prova haline getirilen
15-16 Haziran 1970 olaylarında görülmüştür.
Bunlar uygar devletlere ve milletlere yakışan işler değildir ve kitlenin, böyle
maksatlara âlet edilmek istenirlerse, sel gibi, yangın gibi kontrol altına alınamayan
bir tahrip unsuru olabileceğinin en açık örnekleridir.”
ÖRTME ÇEŞİTLERİ
Yukarıdaki açıklamayı okuyan, Sadi KOÇAŞ’a hayran olur. Halbuki kendisi bu
açıklamayı kendisini örtmek amacıyla yaptığı, yaşanan olaylarla ortaya çıkmıştır.
Gladio bünyesinde ABD ve İsrail de “saboteur” (sabotajcı) olarak yetiştirildiği
belirtilen ve özel harp dairesinde görevli iken MİT’e geçen Yavuz Ataç, Ecevit
Kılıç’la yaptığı ve 28.07.2005 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan
söyleşide ise şunları söylüyordu:
”Bizim Çakıcılara, Pekerlere ihtiyacımız olmamalı. Ama bu adamların faydası da
oluyor. Bu adamlar operasyonun yapıldığı ülkenin güvenlik güçlerinin eline
geçince bir hikaye uydurabiliyorlar. “İstihbaratla ilgim yok, ülkücüyüm ve gönüllü
olarak bu işi yapıyorum” diyorlar. Böylelikle ülkeler arasında kriz çıkmasını
önlüyoruz.”
BİR “ÖZEL HARP” İŞİ
Sadi KOÇAŞ’ın “Bu 6-7 Eylül olayı mahiyeti bakımından utandırıcı olduğu kadar,
sonucu bakımından da çirkin ve tahrik edici olmuştur.” dediği olay için farklı
düşünenler de vardı.
Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu Gazeteci Fatih Güllapoğluna; yıllar sonra 67 Eylül olaylarını kıvançla anlatıyordu:
“6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da
ulaştı.”
O zamanların Özel Harp Biriminde Seferberlik Tetkik Kurumunda görevli
Yirmibeşoğlu’nun “amacına ulaştı” diye övgüyle bahsettiği 6-7 Eylül vahşetini
anımsayanlarınız mutlaka vardır. Ama biz anımsamayanlar için, hiç bilmeyenler
için “ibret olsun” diye bir kez daha anlatalım.
5 Eylül 1955: Gazeteler haberi manşetten veriyorlardı:
ATAMIZIN EVİNE BOMBA
Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atılmıştı. Ertesi gün, kızgın kalabalıklar
İstanbul’un her yerinde aynı anda faaliyete geçtiler. “Kıbrıs Türk’tür Türk
kalacaktır, Yunan ittir, it kalacaktır” naraları atarak azınlıklara ait ev ve
işyerlerini tahrip ettiler. Yağmaladılar.
Olayda “komünist parmağı” aranarak, “komünistler” tutuklanırken, saldırganlar
“yurtsever “ ilan edildi. Siyasiler, olayları “halkın haklı infiali” olarak yorumladı.
Öyle ya; ellerinde sopa ve demir çubuklarla sağa sola saldıran çember sakallıların
“çok sevdikleri“ Atatürk’ün evinin bombalanmasından öfkelenmeleri çok normaldi.
Peki, aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Mustafa
Börklüce, Müeyyet Boratav, Tornacı Emin, İlhan Berktay, Hasan İzzettin
Dinamo’nun da bulunduğu “komünistler “ niye tutuklanmıştı, aylarca tutuklu
kalmıştı? “Halkın” gazabından korunmak için mi ?
Sonunda işin içyüzü anlaşıldı. Gerçekten de olayların tetikçisi ve tertipçisi Özel
Harp Birimiydi. Selanik konsolosluğunda görevli Hasan Uçar aracılığıyla öğrenci
Oktay Engin’e bomba attırılmış, MAH‘ın denetimindeki Kıbrıs Türk Cemiyetinin
yönlendirmesiyle “halk” sokağa dökülmüştü. Amaç ise Kıbrıs’ta siyasi üstünlük
sağlamaktı.
SOĞANBAŞLARI
DSP lideri Bülent Ecevit 1978 yılında devlet içindeki örgütlerin hukuk sınırlarına
çekilmesi için dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’i uyardığını
söylemiştir.
Ecevit ayrıca Evren’in anılarında “Özel Harp Dairesinin yasadışı bir örgütlenme
olmadığını, kendisinin bu örgütlenmelerin normal hukuk kurulları içine çekilmesi
için elinden geleni yaptığını, bu kişilerin kendisi dışında gayri resmi olarak
karanlık işlere bulaşmış olabilirler” dediğini anlatmış ve buna karşı Kenan Evren:
“ Ecevit Başbakan olduğu zaman Özel Harp Dairesinden kuşkuluydu, bir gün bana
gelip “Kızıldere olayları sırasında Özel Harp Dairesi kullanılmış, onlardan
yararlanılmış, ben kuşkuluyum, bunları kullanmamak lazım” dedi. Ben de: “Özel
Harp Dairesi Genel Kurmay Dairesine bağlı, “Ben onları şimdi doğrudan doğruya
Harekat Başkanlığına bağlayıp, eski görevlerine yönelteceğim” dedim.” demiştir.
Bir soru üzerine Kenan Evren: “Kızıldere olaylarında Özel Hareket Dairesinin
kullanıldığı şeklinde duyumlar aldık.
Süleyman Demirel Başbakan olduğu zaman bana gelip, ‘Teröristlerle mücadelede
Özel Harp Dairesinden yararlanalım’ dedi. Kendisine şiddetle karşı çıktım, Sayın
Demirel bunu inkâr ediyor. Tabii bu ikimizin arasında geçen bir konuşma. Bu
konuşmayı teybe almadım, Ecevit’in bahsettiği herhalde budur” demiştir.
Bütün bunlar sanıyorum kontrgerilla ve çalışmaları hakkında aydınlatıcı bilgiler
vermektedir. Bu bilgileri yeterli bulmuyorsanız, konumuza devam edelim.
ADAM GİBİ ADAM - DOĞAN ÖZ
Ankara Cumhuriyet Baş Savcı Yardımcısı Doğan Öz mesleğini ciddiye alan,
demokratik düşüncelere sahip değerli bir insandı. Sayıları hızla artan siyasi
cinayetlerin, yükselen terör dalgasının baş sorumlusu olarak gördüğü kontr-gerilla
örgütü hakkında bir soruşturma dosyası hazırlamaya başlamıştı. Öldürülmeden
önce zamanın Başbakanı Ecevit’e verdiği ve çok az bir kısmı bazı basın
organlarına yansıyan raporunda, Terör örgütlerini Genelkurmay’a bağlı
Kontrgerilla adlı yasadışı kuruluşun yönettiğini yazıyordu. Aynı kuruluşun sivil
MİT görevlilerini ve siyasi polisi de kullandığını anlatıyordu. Kontrgerilla’nın CIA
ve MOSSAD ile işbirliği içinde Türkiye’yi bir askeri darbe ortamına sürüklediğini
ifade ediyordu. Böyle bir darbe ile Türkiye’nin bölgede tehlikeli serüvenlere
sürüklenebileceğini, demokrasinin alternatif olmaktan çıkacağını ve ülkede
faşizmin kökleşeceğini anlatıyordu.
Bu nedenle, Bülent Ecevit, kontr-gerilla konusunu ayrıntıları ile biliyordu.
“1974 yılında Genelkurmay Başkanı Sancar, bana başbakanlığa ait örtülü
ödenekten bu daireye (Özel Harp Dairesi) para vermemi istedi. Hem de yüklüce bir
paraydı. Bütçeye baktım, böyle bir daire yok. Ama o sırada Kıbrıs harekatı vardı.
Üstüne gidemedim. Çünkü diyorlardı ki Rum tarafında da Özel Harp Dairesi’nin
adamları var. Onlardan bilgi alıyormuş. Oysa bunlarla harekat sırasında telsiz
irtibatı bile kuramadık. 1978’de Sayın Evren’i özel harp dairesinin tasfiyesi için
sıkıştırdım. Bana hep “yapıyoruz, ediyoruz” dedi. Ama yapılmadı. Tabi bir yandan
Genelkurmayı sıkıştırıyordum. Sonuç almaya çalışıyordum, bir yandan da
içimizdekileri yatıştırmaya çalışıyordum. Başbakanım; bunları yapıyorum.
… Özel Harp Dairesi’nin her ilde depoları vardı. Buraya bağlı olanlar, “çok
vatansever insanlar” diye alınmışlardı. Bu daire gerektiğinde bu silahları
kullanacaktı....
… Sarıkamış’taydım. Birlikte yemek yediğimiz komutana kontr-gerilla (özel harp
dairesi)’yı sordum. “Var” dedi. “Hepsi çok memleket sever insanlardır” diye
ekledi. O sıralar çevrede MHP İl Başkanı da geziniyordu. “MHP İl Başkanı da bu
daireyle...” diyecek oldum. General “o başında” demez mi? “
JENERATÖR-BAŞSOĞAN
Ya Demirel’e ne demeli? Yıllarca Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yapmış
“böyyyük” devlet adamımız, yapılanlardan sanki kendisinin hiçbir bilgisi ve en
küçük bir sorumluluğu yokmuş gibi, 17.11.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin
haberine göre bakın ne diyor:
‘Zorluk çıkınca derin devlet devreye giriyor'
Haber Merkezi - 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Türkiye'de iki devletin
olduğunu savunarak ''Ufak bir zorlukla karşılaşınca sivil devlet devreden çıkıyor,
derin devlet devreye giriyor'' dedi.
NTV'de yayımlanan Basın Odası programına katılan Süleyman Demirel, ''Devletin
tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var,
bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet
asıldır'' dedi.
Süleyman Demirel ülkede ufak bir zorlukla karşılaşıldığında sivil devletin devreden
çıktığını, jeneratör gibi diğer devletin devreye girdiğini ileri sürdü.”.
İTALYA-YUNANİSTAN………….-TÜRKİYE
1990 yılında İtalya Başbakanı Giulio Andreotti’nin Gladio ile ilgili açıklamaları;
Yunanistan eski Başbakanı Papenrreo’nun 30 Ekim 1990 yılında günlük Yunan
gazetesi Ta Nea’ya verdiği, “kendisinin de Yunanistan’da İtalyan Gladiosu’na
benzer, gizli bir NATO yapılanması keşfettiği ve dağıtılmasını emrettiğini” belirtir
demeci; 7 Kasım 1990’da Belçika Savunma Bakanı Guy Coeme’nin Belçika’da da
NATO bağlantılı gizli bir ordunun varlık göstermiş olduğunu onaylaması ve
Fransa’da “gizli ordunun” ‘çoktan dağıtıldığı’nın açıklanması Türkiye’de de
konunun yeniden gündeme gelmesine neden oldu.
8 Kasım 1990’da CIA Başkanı William Webster Türkiye’ye gelerek Dışişleri
yetkilileri ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile görüştü.
Aynı gün İzmir Bağımsız milletvekili Kemal Anadol meclise bir soru önergesi
vererek, “gladio” konusunu meclise taşıdı. NATO’ya bağlı İtalya ve
Yunanistan’daki örgütlenmenin Türkiye uzantısının açıklanmasını talep etti.
15 Kasım’da İtalya’nın Coriel della Sera gazetesi, NATO’nun gizli istihbarat
örgütü “ Süper Nato” nun Türkiye’de de faaliyette bulunduğunu iddia etti.
16 Kasım'da Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Hurşit Tolon bir açıklama
yaparak, son günlerde "Gladio" ile eş tutulan Özel Harp Dairesi'nin, Genelkurmay
Başkanlığı'na bağlı olarak görev yapan bir askeri kuruluş olduğunu ve bu
kuruluşun herhangi bir anarşi ve terör olayında yer almadığını, almasının da
mümkün olmadığını belirti.
Aynı gün, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, hükümetin konuyla ilgili TBMM'ye
bilgi vermesini istedi.
En çarpıcı açıklama ise DSP Genel Başkanı ve eski başbakanlardan Bülent Ecevit’
ten geldi. Ecevit, "Son zamanlarda sözü edilen bazı NATO ülkelerindeki gizli
örgütle ilgili haberler, Türkiye'de de Özel Harp Dairesi'ni çağrıştırıyor” dedi.
Ecevit, başta l Mayıs 1977 Taksim olayları ve 29 Mayıs 1977 tarihinde kendisine
İzmir'de düzenlenen suikast girişimi olmak üzere bazı terör olaylarında Özel Harp
Dairesi'nin sivil uzantısının rol oynadığı yönünde kuşkuları bulunduğunu” dile
getirdi.
17 Kasım'da eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakanlığı döneminde Süleyman
Demirel'in kendisine gelerek, "Özel Harp Dairesi 1971’de kullanıldı, şimdi de
teröristlere karşı bu teşkilatı kullanalım" dediğini, ancak kendisinin bu öneriyi
reddettiğini bildirdi. Evren, bu konuda Ecevit'in de kendisiyle konuştuğunu
belirterek, Özel Harp Dairesi'ni Genel kurmay'dan alarak Harekat Başkanlığına
bağladığını anlattı.
18 Kasım'da eski Milli Savunma Bakanı Safa Giray, eski başbakanlardan Bülent
Ecevit'in Özel Harp Dairesi ile ilgili açıklamalarına son vermesini isteyerek,
"Biliyorsa da bilmiyorsa da susması gerekir" dedi.
24 Kasım'da Ecevit, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den, Özel Harp Dairesi'nin
sivil uzantısının ve silah depolarının dağıtılmasını istediğini açıkladı. Ecevit, askeri
darbelere giden yolda kontr-gerillanın kullanılmış olabileceğini belirtti.
Bütün bu gelişmeler sonucu; 3 Aralık 1990'da Genelkurmay Başkanlığında
Harekât Dairesi Başkanı Korgeneral Doğan Beyazıt ve Özel Harp Dairesi Başkanı
Tuğgeneral Kemal Yılmaz basına yaptıkları açıklamada Türkiye'de Özel Harp
Dairesi tarafından idare edilen ve görevi "düşman işgali altında kalan bölgede
'gerilla, yeraltı ve kurtarma-kaçırma' çalışmaları örgütleme" olan gizli bir ordu
bulunduğunu onayladılar.
4 Aralık'ta SHP'nin, "kontrgerilla konusunda verilen araştırma ve genel görüşme
önerilerinin öncelikle görüşülmesi" için verdiği önerge, Meclis Kurulu'nda
reddedildi. Bu gelişmelerden sonra askeri yönetim meclisten ve sivil bakanlardan
gelen soruları yanıtlamayı reddetti.
Herkes tarafından bilinmesine rağmen, İtalya’da Belçika’da ortaya çıkarılan;
Fransa’da ‘çoktan dağıtıldığı’ yetkililerce bilinen bu örgütlenmenin üstü
Türkiye’de hala kapatılmak isteniyordu. Ülke başbakanlarının gücü bile, bu yasa
dışı “işkence” ve “cinayet” örgütünü açığa çıkartıp, tasfiye etmeye yetmiyordu.
KARAKUTU
78’li Üsteğmen -Gazeteci Rahmi Yıldırım 2006 yılının ilk günü çıkan Özel Harp
Dairesi’nin (ÖHD) eski başkanlarından emekli Orgeneral Kemal Yamak ‘ın
anılarını derlediği “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabını sizler için
okumuş. Gladyo’nun Karakutusu adlı yazısıyla okuduklarını aktarıyor:
Gladyoların ortak adı Stay Behind olarak da bilinmektedir. Stay Behind’in Türkçe
karşılığı olarak “gölge ordu” deyimi kullanılmaktadır.
Tesadüf mü yoksa bilerek seçilen bir başlık mı? Gladyo’nun Türkiye’deki kolu diye
bilinen Özel Harp Dairesi’nin (ÖHD) eski başkanlarından emekli Orgeneral
Kemal Yamak da anılarını derlediği kitaba “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen
Bizler” adını vermiş.
Tesadüf isimlendirmeden ibaret değil. Kitabın satışa çıkmasıyla Abdi İpekçi’nin
katili Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden çıkıp tekrar girmesi aynı günlere rastladı.
Mehmet Ali Ağca ile Kemal Yamak’ın başkanlığını yaptığı örgüt arasında ilişki
kurulması nedensiz değil. Kitabın reklamını yapan gazete, tanıtım haberinde
ÖHD’de CHP’li milletvekillerinin de bulunduğu ifadesini başlığa çıkarmış,
Ağca’nın örgüt tarafından kullanıldığı tezini ayrıntı olarak anımsatmıştı. “Gölgede
Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabı kuş gribi ve Ağca’nın tahliyesi
tartışmalarının gölgesinde kaldı, özel harpçi milletvekilleri konusu unutuldu gitti.
Bu arada, Doğan Kitap yayını olarak çıkan kitap ikinci baskısını da yaptı.
CUMHURİYET ÇOCUĞU
Cumhuriyet ile yaşıt, kendi ifadesiyle “Cumhuriyet çocuğu ve nesli” (s: 7) Kemal
Yamak’ın yaşamı, cumhuriyet döneminin bir kesiti, üstlendiği görevler itibariyle de
cumhuriyetin ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geçirdiği evrimin kara
kutularından biri.
1962-63 Aydemir-Gürcan kalkışmaları sırasında Harp Okulu’nda eğitim şube
müdürü, sonrasında kurmay başkanı.
Özel Harp Dairesi’nde kurmay başkanı (1967-1971) ve başkan (1971-1974).
ÖHD Başkanı olarak Kıbrıs meselesinde aktör.
12 Eylül döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı.
Turgut Özal’ın iki Necdetler operasyonu sonrasında Kara Kuvvetleri Komutanı.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Genel Sekreteri.
Bu arada İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanvekili.
Anılarını yazmaya teşvik edenler arasında ismen andığı tek kişi Vehbi Koç. Kitabın
ileriki sayfalarında Vehbi Koç’un telkinlerine, tebriklerine özel önem verdiği
görülüyor. Vehbi Koç ile 1978 yılında Kayseri’de tanışmış, çok etkilenmiş ve
faydalanmış (s: 457).
Babası İstiklal madalyalı “Arpacı Ahmet Ağa”. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
ordusunda askerken Ruslara esir düşmüş, Kazım Karabekir’in Doğu Harekâtı
sırasında kaçıp kurtulmuş. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Merzifon’da on ile otuz
arasında ırgat çalıştıracak variyette hatırı sayılır bir çiftçi ve zahire tüccarı.
Mustafa Kemal’in isminden esinlenerek oğluna Kemal adını vermiş ama asker
olmasını istememiş. Kemal, askeri lise sınavlarına girebilmek için sivil lisedeki
velisi aracılığıyla babasını ikna etmek zorunda kalmış.
ESİR DÜŞME KORKUSU
Babasının Ruslara esirliği Kemal’in bilincine ve bilinçaltına damgasını vurmuş.
Amerika’ya sorgusuz sempatisinin belki de en temel nedeni, babası gibi Ruslara
esir düşme korkusu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Harp Okulu’nda öğrenciyken Almanya’nın
Rusya’daki ilerleyişini bu duygularla alkışlıyor, başta ABD olmak üzere Batı
dünyasına “Rusya’ya nasıl bu kadar inandınız?” diye güceniyor (s: 56). (O tarihte
Gehlen’i bilmesi etkilenmesi mümkün değil.)
MANTIKİ TERCİH
867 sayfalık kitabında PKK ile mücadele, Kıbrıs meselesi konularında apayrı birer
kitap olacak hacimde ayrıntılı değerlendirmeler yapmasına karşılık, ABD’ye bu
gücenme dışında tek satır eleştiri yöneltmiyor. İnanıyor ki, Amerikalı bir generalin
de söylediği gibi, ABD’nin duygusal tercihi Yunanistan’dan yana olsa bile mantıki
tercihi her zaman güçlü Türkiye’den yanadır (s: 347).
Kıbrıs meselesinde kendi anlatımına göre etkili bir aktör; ama hiç değilse, 1963
yılında Kıbrıs’a doğru yola çıkan Türk ordusunu geri çevirip, “Verdiğim silahları
benden izinsiz kullanamazsın” diye mektup yazan ABD Başkanı’na, Kıbrıs harekâtı
sonrasında Türk ordusuna ambargo koyan ABD’ye serzenişte bulunmuyor.
Yamak, 2004 ve 2005 yıllarındaki ÖHD tartışmalarına bile atıfta bulunurken, 2003
yılında ABD askerlerinin Süleymaniye’de Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖHD’nin
şimdiki adı) timine çuval geçirmelerini es geçiyor. (Bir kere mantıksızlıktan bir şey
çıkmaz diye düşünmüş olmalı.)
Mustafa Kemal’in adını taşımasına, Türkiye Cumhuriyeti’nin subayı olmasına
karşın, Amerikan askerlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki teftişlerine de itiraz
etmiyor, gurur meselesi yapmıyor. ÖHD’nin Amerikan yardımıyla kurulmasını
savunurken bile aksi halde vatan evlatlarının Sibirya’ya sürgün edileceğini
vurguluyor.
Yamak’ın Amerika’ya yegâne tepkisi, ÖHD Başkanı iken, ABD’nin teşkilata her yıl
verdiği 1 milyon dolar için pazarlık yaparken, para sahiplerinin dayatmada ölçüyü
kaçırmaları üzerine “Hem paranız hem de vereceğiniz malzeme sizde kalsın.
Toplantı bitmiştir”den ibaret (s: 285). (Dostluk hep düz bir çizgi üzerinde
ilerlemez, arada böyle anlaşmazlıklar da olur değil mi?!)
Amerika’ya sempatisinin bir kaynağı da Merzifon’daki Amerikan Kız Koleji’nin
varlığı. Kolej misyoner gibi çalışsa da Merzifon’a faydalı olmuş (s: 24).
AMİRLERİNİN GÖZDESİ BİR YAMAK
Yaşamındaki önemli dönemeçlerde üstleri tarafından korunup gözetildiğini
saklamıyor. Hep iyi, bilgili, dirayetli, hoşgörülü, koruyucu komutanlarla çalışmış.
Akademi’de Turgut Sunalp, Harp Okulu’nda okul komutanları Semih Sancar ve
Namık Kemal Ersun, Genelkurmay başkanları Cevdet Sunay ve Cemal Tural, Özel
Harp Dairesi’nde Başkan Cihat Akyol ve Genelkurmay Başkanı Semih Sancar,
sonraları Kenan Evren ve nihayet Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal.
Yamak, kendisini koruyup gözeten komutanlara karşı olağan dışı saygılı ve bağlı.
Askerlikte temel kural “kişilerin değil vazifenin ve devletin hizmetkarı olmak” iken,
Kemal Yamak’ın el öpmeye varan saygısı ve bağlılığı daha çok amiri konumundaki
kişilere. Lider yaradılışlı komutan vasfının eksikliğine işaret eden bağlılık,
soyadıyla kafiyeli bir nitelemeyi de akla getiriyor.
1977 yılında tümgeneral rütbesindeyken Namık Kemal Ersun cuntasına adı
karıştığı için kızak görev sayılan yurt içi bölge komutanlığına atanmış, emekliliğini
bekliyor. Ama 3’üncü Ordu Komutanı Orgeneral Mahmut Ülker, kendisine sahip
çıkacağını, terfilerin karara bağlanacağı Şura’ya birinci sırada aday göstereceğini
söyleyince kalkıp elini öpüyor (s: 461).
ÖL DE ÖLEYİM
Genelkurmay Başkanı ve darbe lideri Kenan Evren’e “öl dediği yerde ölmeye hazır
olacak kadar sevgi, saygı ve güvenle bağlı” (s: 606).
Turgut Özal ise “Fikir ve düşüncede atılımcı, hızlı çalışma ve karar alıp
uygulamada yetişilmez, tutum ve davranışta zapt edilemez bir devlet adamı”
(s:733). Zaten Turgut Özal’ı Vehbi Koç aracılığıyla 1979 yılında Kıbrıs’tayken
tanımış. Koç, Özal’ı “Kafası elektronik beyin gibidir. Çok zeki ve akıllı bir
insandır. Altını çizerek söylüyorum. Devletin geleceğinde onun adı ve imzası
bulunacaktır” diye tanıştırmış ve zaman Koç’u haklı çıkarmış (s: 483).
Kemal Yamak’ın Turgut Özal’a sevgisi Ertuğrul Özkök’ün sevgisinden bile ilerde.
Bu yüzden, “alışamadım” diye telgraf çeken teğmene hayli öfkeli. Teğmen, aslında
mesleğine alışamamış (s: 695).
Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve Başbakan Turgut Özal’ın da Kemal Yamak’a
derin muhabbetleri var. Kara Kuvvetleri Komutanı iken Yamak’ın görev süresini
uzatıp Genelkurmay Başkanlığı’na taşımak istiyorlar. Yazdığına göre Yamak bu
niyetten habersiz. Hürriyet gazetesinde Çetin Emeç kendisini Özal ile ilişkili
gösteren bir yazı yazınca, kızgınlıkla gazetecilere, iki yıllık görev süresinin
sonunda emekli olacağını açıklıyor, Özal ve Evren’in niyeti boşa çıkıyor.
TAKDİRİ İLAHİ
Yamak’ın kendisi hakkındaki niyetten habersiz çıkışı, belki de hayran olduğu
Turgut Sunalp’ın “Sen hiç usta olmayacak mısın? Değiştir şu soyadını”
takılmalarını haklı çıkarıyor.
Yamak, emrinde çalıştığı amirlerine böylesine bağlı, saygılı, ABD Başkanı
Kennedy’ye bile özel saygısı var. Kennedy özel harbin, gayrinizami harbin ve
özellikle özel kuvvet harekâtının gereğini kavramış, çok güzel tespitleri ve
düşündüğü tedbirleri bizlere kadar dağıtabiliyor (s: 256).
Kemal Yamak, amirlerinin himmetine karşın, kariyerindeki yükselmeyi hep “takdiri
ilahi”yle açıklıyor: “Takdiri ilahinin çizdiği çizgiyle orgeneralliğe kadar
yükseldim.” (s: 38)
‘Takdiri ilahi’nin yanı sıra aslında genç bir subayken ‘takdiri Amerika’nın
yardımını da görmüş. Hatta bu yüzden “Amerika ile dostluğun kıymetinden
habersiz” (!) bazı üstleri tarafından Amerikalıları arkasına almakla eleştirilmiş.
AMERİKA’YI ARKAYA ALMAK
Yamak 1957 yılında yüzbaşıyken, Malatya’da 59’uncu Er Eğitim Alayı’nda servis
bölük komutanı. O yıllarda ordu ABD subaylarının gözetiminde NATO ve ABD
ordusu standartlarına göre yeniden yapılandırılıyor. Amerikan subaylarının
inisiyatifi, Osmanlı’nın son döneminde Alman subaylarının Osmanlı ordusundaki
inisiyatifinden farklı değil.
Yamak’ın yazdığına göre, Malatya’daki eğitim alayının kuruluş maksadı ve görevi
Amerikan eğitim birliklerinden alınmış. Atandığı bölükte disiplinsizlik had safhada,
“Dayak dahil her çeşit ceza” ile ancak sağlanabiliyor. Bölüğün bir de bakım yeri
sorunu var. Amerikalı subayların alayı denetlemesi sırasında bölüğünün
ihtiyaçlarıyla ilgili dosyayı, Alay Komutanı’nın bilgisi dahilinde Amerikalılara
veriyor. Amerikalı subaylar Yüzbaşı Kemal’e dosyayı iki ayda bir güncellemesini
öğütlüyorlar. Yüzbaşı Kemal sonunda Amerikan yardımıyla sorunu çözüyor. Alay
Kumandanı Topçu Albay Fercani Şener memnun; “2. Ordu Eğitim Başkanı
Amerikalı Albay Kolb, Alayı ziyaretlerinde 2 nci kademesini çok beğenmiş ve
Türkiye’de gördüğüm 2 nci kademeler arasında en iyi ve en takdire şayan 2 nci
kademedir. İfadesinde bulunmuştur. Çok kısa zamanda Alayın 2 nci kademesini çok
mükemmel bir hale getiren Eğitim Malzeme Bölük Komutanı Yüzbaşı Kemal
Yamak’a takdir ve teşekkürlerimi bildiririm.” diye takdirname yazıyor (s: 132).
Alay kumandanı takdirname veriyor; ama, Yüzbaşı Kemal Yamak’a Amerikan
yardımından memnun olmayanlar da vardır. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı
Korgeneral Suat Kuyaş, Amerikalılar sıkıştırdığı için olsa gerek, Yüzbaşı Yamak’ın
bölüğünü denetlemeye geliyor. Burnundan soluyan Korgeneral Kuyaş, “Bıktım
senin dosyalarından, Amerikalıları arkana almışsın, hep haklılığından
bahsediyorlar” diye atıyor fırçasını (s: 133).
SAYIN OLMAYAN TEK KOMUTAN
Komutanlarına bağlılıktan, Amerikalılara sempatiden yana hayli cömert davranan
Kemal Yamak’ın sempati ve bağlılığı esirgediği tek komutanı Kara Harp Okulu
Komutanı Albay Talat Aydemir olmuş. Yamak, kitabında adı geçen yerli yabancı
herkesi, hatta Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı iken Diyarbakır Cezaevi’nde
işkence gören Felat Cemiloğlu’nu bile “Sayın” diye anıyor, bir tek Talat
Aydemir’den esirgiyor bu sıfatı. Yamak, “siyasetin dışında ve üstünde” olma
çizgisini izlemiş; bu yüzden olsa gerek (!) kendisini Harp Okulu’na tayin ettiren
Talat Aydemir’in oltasına gelmemiş; 27 Mayıs, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarını
kısa geçiyor. Yazdığına göre, 22 Şubat olayları sonrasında Harp Okulu’nun
cephaneliğini gizlice Kayaş’a nakletmiş, bu yüzden 21 Mayısçılar ihtilal için
Ankara caddelerine mühimmatsız çıkmak zorunda kalmışlar.
Aydemir olayından sonra Yamak, Harp Okulu’nun Amerikan Harp Okulu modeline
göre yeniden yapılandırılması çalışmalarına katılmış. “Harp Okulu’nun
geleceğiyle ilgili olarak, Amerikan Harp Okulu (West Point) dahil, on-on iki
değişik Harp Okulu’na ait dokümanları getirmiş ve incelemeye devam ediyorduk.
Amerikan Harp Okulu Personel Şubesi’nde görevli personel sayısı neredeyse bizim
okul karargahındaki personel sayısı kadardı.” (s:190 ).
İKİ SAAT -KIYAK
Harp Okulu yeniden yapılandırılmış; ama, okuldaki aşırı disiplin öğrencileri
hayattan bezdirince, derslerden sonra iki saat serbest vakit tanınmasını teklif etmiş
ve kabul ettirmiş.
Kara Harp Okulu’na 1974 yılında giren 1978 mezunları, günde iki saat boş vaktin
Kemal Yamak’ın himmeti olduğunu bilmiyorlardı; ama, bu “kıyak”tan çok
mutluydular. Hatta, latife uygun düşerse, başlarına ne geldiyse bu “kıyak”
yüzünden geldiği de söylenebilir.
Eklemek gerekir ki, NATO’ya girişten sonra ordunun ABD ve NATO şablonlarına
göre yeniden yapılandırılmasına rütbesinin elverdiği ölçüde katkıda bulunan
Kemal Yamak, eşsiz bir çifte standart ve tutarsızlık örneği sergilediğinin farkında
değil.
Türkiye’de 27 Mayıs ihtilali olurken Binbaşı Yamak, Afganistan Harp Okulu’nda
taktik öğretmenidir. Okulda sadece Türk değil, Rus hocalar da vardır. Yamak’ın
anlattığına göre, Afganistan dış ilişkilerinde Türkiye’nin etkisini azaltma
yolundadır. Eskiden Afganistan Veziri hükümetinde değişiklik yapacağı zaman
Türk büyükelçisiyle müşaverede bulunurken, artık Türk hariciyesinin etkisi büyük
ölçüde yıpranmıştır. Ekonomik ilişkiler ise tamamen yön değiştirmiştir. Zeytin
uzmanı Türkiye’den ama zeytin İtalya’dan; veteriner Türkiye’den ama peynir
Hollanda’dan, şeker Belçika’dan; askeri eğitim Türkiye’den ama Rus subaylar her
yerde Türk subaylardan daha etkin. Binbaşı Yamak, Afganistan adına üzüntü
duyar:
“Seneler önce 1837 yılında Türkiye’deki Almanya yardım heyeti içinde bulunan
Alman Generali Moltke, 1839 yılındaki bir raporunda ‘Rus ceketleri, Fransız
talimnameleri, Belçika tüfekleri, Türk fesleri, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve
bütün uluslardan öğretmenlerle, Avrupa örneğine göre bir ordunun yaratılması çok
bahtsız bir girişimdi’ diyordu. Şimdi bazı değişikliklerle burada aynı durumu
yaşamış oluyorduk” (s: 163)
Keşke Kemal Yamak Afganistan hesabına duyduğu üzüntüyle Türkiye’ye de
bakabilseydi.
ABD AKLI VE PARASIYLA VATANSEVERLİK
Kemal Yamak, Harp Okulu’ndan sonra bir süre Kıbrıs’ta görev yapmış, ardından
Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı’na atanmış;
Tümgeneral Cihat Akyol’dan sonra da ÖHD Başkanı.
Anılarını kaleme alırken, en çok ÖHD’yle ilgili bölümde zorlanmış. “Asıl
yazılacakları tarihe bırakıyor”(s: 244), “yazmayıp unutmaya terk ettiği” anıları
var (s: 348).
Her şeye karşın unutmaya terk etmeyip yazdıkları itirafname niteliğinde.
Teşkilat, 1952 yılında sivil otoritenin kararıyla, özel bir kararnameyle “Seferberlik
Tetkik Kurulu” adıyla, aynen NATO ülkelerinde olduğu gibi muhtemel bir işgale
karşı direnişi barış zamanında hazırlamak gerekçesiyle kurulmuş. Her sivil
otoritenin sahip çıkacağı masum bir gerekçeyle izin alınan kuruluş 1960’lı yıllarda
Özel Harp Dairesi adını almış ve Amerikan Yardım Kurulu (Jusmat) ile aynı
binada iç içe faaliyet göstermiş. “Özel Harp Dairesi, özellikle Amerikalıların da
verdiği destekle NATO’nun ‘örtülü harekât konseptine’ dayanarak kurulmuş bir
harekât ünitesiydi. Memleketimizin bulunduğu coğrafi mevki ve stratejik konum,
böyle bir teşkilatı çok lüzumlu ve faydalı hale getiriyordu.” (s: 248)
Özel Harp üç sahada veriliyor: Gayri nizami harp, Psikolojik harp ve
Ayaklanmalara karşı koyma (istikrar harekatı). Gayri nizami harp içinde de üç
harekât türü vardır: gerilla harekâtı, mukavemet harekâtı ve özel kuvvetler
harekâtı.
NATO’yu ve “örtülü harekât konsepti”ni sorgulamayan Yamak’a göre, batı
ordularında özel harp bu şekilde tanımlanıyor; ama, Türkiye’de Özel Harp Dairesi
sadece gayri nizami harbi yürütmek üzere kuruldu. Yani, temel amaç, seferde
düşman gerisinde kalarak ya da düşman gerisine sızarak, halkla beraber gerilla
harekâtı, mukavemet harekâtı ve özel kuvvetler harekâtı yürütmek. Gayri nizami
askeri kuvvet terimi Amerikan talimnamesinin çevirisiyle girmiş olsa da hiç
kullanılmadı, kuruluş ismi olarak “özel kuvvetler” terimi tercih edildi. “Halen de
uzun süre Güneydoğu’da görev yapan kuvvetler özel kuvvetler, bunlara komuta
eden teşkilatın adı da Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak geçmektedir.” (s: 246)
Barış dönemi kadrosu tümüyle muvazzaf askerlerden kuruludur. Sefer kadrosu ise
“gerilla ve mukavemet teşkilatı personeli” olarak eğitilmek üzere “Genelkurmay
Başkanlığı’nın özel emirleriyle seçilmiş, ilk eğitimleri ve göreve davetleri gene
Genelkurmay Başkanlığı’nın özel emirleriyle yapılmış, daha sonra ‘sefer görev
emirleriyle göreve çağrılacak yetişmiş personel’den oluşmaktadır. Bu personelin
barışta gördüğü özel eğitim ve tatbikatlar dışında hiçbir yetki, görev ve
sorumluluğu yoktur. Kendilerine hiçbir malzeme, silah ve mühimmat verilmez,
herhangi bir ödeme yapılmaz.” (s: 247)
KAYIP DEPO- 1 MİLYON DOLAR
Gayri nizami harp, sadece silah altına alınabilecek gençleri değil, bütün halkı
kapsar. Aksi halde yurt savunmasına katılamayacak olanların Sibirya’ya
gönderilmesine razı olunur. (s: 249)
Yurdun çeşitli yerlerinde örgüte ait silah ve malzeme depoları vardır. Kenan
Evren’in Genelkurmay başkanlığı döneminde eleştiriler üzerine depolar kontrol
ediliyor, biri bulunamıyor. Oysa, bulunamayan depo heyelan nedeniyle
kaybolmuştur (s: 304).
ÖHD’nin harcamaları, barış dönemi kadrosu zaten muvazzaf askerlerden oluştuğu
için, teşkilatın varlığından habersiz Milli Savunma Bakanlığı’nın resmi bütçesinden
karşılanıyor; ama, satın alınacak silahlar ve teknik malzemeler için ABD’nin özel
yardım faslından her yıl 1 milyon dolar geliyor; gelen bu para resmi bütçeye dahil
edilmeden ayrıca muhasebeleştiriliyor, veriliş amacı dışında harcanamıyor (s:
254).
Teşkilat, işgale karşı direnişi örgütlemek gerekçesiyle kurulmuş; ama, Kemal
Yamak, teşkilata Amerikan yardımını hiç sorgulamıyor. Tek korkusu Sibirya’ya
sürülmek, “Ya Amerika’nın işgaline uğrarsak?” ihtimalini hiç aklına getirmiyor.
Amerikalıların mantıklı davranarak hep güçlü Türkiye’yi tercih edeceğine inançtan
olsa gerek, “Amerikalılarla her yıl müşterek bir Özel Kuvvetler tatbikatı yapılıyor
ve Amerikan Özel Kuvvetleri’ndeki yeni teknik ve taktiklerin tanıtımına bu
tatbikatlarda ağırlık veriliyordu.” (s: 255)
“Seferberlik ve işgale karşı direnişe hazırlık” gerekçeli ÖHD, stajını anavatanda
değil, Kıbrıs’ta yapıyor, daha sonra Güneydoğu’da görevlendiriliyor (s: 247).
Yani, işgale karşı direnişi hazırlamak ve yürütmek üzere kurulduğu söylense de,
görevi anavatanda muhtemel işgale karşı direnişle sınırlı değil. Hedef ülkedeki özel
harp de teşkilatın görevleri arasında.
ÖHD, Kemal Yamak’ın üç yıl süren başkanlığının son aylarında deşifre oluyor,
cılız da olsa eleştirilere uğruyor. Yamak, 867 sayfalık kitabında her fırsatta, sadece
kendi görev döneminde değil, sonraki yıllarda yapılan eleştirileri de yanıtlamaya
çalışıyor, yetkili komutanların teşkilata yeterince sahip çıkmamasından yakınıyor,
bu yüzden Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a dert yanıyor. ( “Keşke Kennedy sağ
olsaydı da çok güzel tespitlerini ve düşündüğü tedbirlerini bizlere ulaştırsaydı”
diye iç geçirmiş de olabilir.)
Eleştirilere karşı Kemal Yamak sık sık vatanseverlik silahını çekiyor. Eleştirilerin
1974 Kıbrıs harekâtından sonra başladığını kaydediyor ve soruyor: “Bu dairede
hizmet edenler ve bu daireyi yönetip kontrol edenler, Genelkurmay Başkanları,
Genelkurmay ikinci başkanları, neden sizler gibi vehme kapılmayacaklar ve yel
değirmenleriyle boğuşmayacaklardı? Sizden daha mı az vatanseverlerdi?” (s: 267)
OUR BOYS DID IT- BİZİM ÇOCUKLAR BAŞARDI
Kemal Yamak değinmese de sorunun yanıtı “12 Eylül darbesini kimin çocukları
yaptı?” sorusunun yanıtında aşikâr. ABD yöneticileri, Yamak’ın ölesiye bağlı
olduğu Kenan Evren’in de aralarında olduğu 12 Eylül darbecisi generalleri “our
boys” diye nitelemişlerdi. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın Türkiye
İstasyon Şefi Paul Henze, 12 Eylül darbesini dönemin ABD Başkanı Carter’a “Our
boys did it”, yani, “Bizim çocuklar başardı” diyerek haber vermişti.
Yanisi şu ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapacağı darbeyi ABD yönetimi biliyor.
ABD, Türkiye’yi işgal edecek düşmana karşı direnişi başlatacak ÖHD’yi biliyor,
para veriyor; ama Türkiye Başbakanı’nın haberi yok. Ne zaman ki ABD parayı
kesiyor (yıl 1974), Başbakan o zaman haberdar ediliyor. Çünkü, kesilen parayı
genel bütçeden almak için Başbakan’a brifing vermek gerekiyor:
“Bu daire o güne kadar Genelkurmay Başkanı ve ikinci başkanlar dışında hiç
kimse ve makama böyle bir brifing vermemişti. Ordu ve kuvvet komutanlıklarına
daha kısa, bilgilendirici mahiyette kişisel brifingler veriliyordu. Konudan ne sayın
bakanın ne de başbakanın haberi vardı. Milli Savunma Bakanı rahmetli Hasan
Esat Işık, Başbakan da Sayın Bülent Ecevit’ti. (…) O dönemde ne Sayın Ecevit’in
ne de sayın bakanın ne daireden ne ödenekten ne de olan bitenden hiçbir şekilde
haberi yoktu ve kendilerinden böyle bir istek hiçbir zaman gelmemişti. ” (s: 285,
286)
ÖHD Başkanı Kemal Yamak, para alabilmek için Başbakan’a brifing veriyor.
Brifingte Genelkurmay Başkanı Semih Sancar da var. Yamak’ın yazdığına göre,
Başbakan “Ne kadar iyi bir teşkilat ve ne kadar ulvi bir görev paşam!” diyerek
takdir hislerini dile getiriyor. Yani sonradan “Rahmetli Hasan Esat Işık’la brifingi
dinlerken tüylerimiz diken diken olmuştu” derken doğruyu söylemiyor Ecevit.
Hasan Esat Işık’ın terfi dönemlerinde Yamak’a yazdığı tebrik mesajları da bunun
kanıtı. Ama bu brifing, hep kontrgerilla tartışmalarına referans yapılıyor.
Oysa ÖHD’nin Ziverbey Köşkü’ndeki sorgulama ekibiyle ve öteki sorgulamalarla,
faili meçhul cinayetlerle ilgisi yok (s: 293). Sadece bir isim benzerliğiyle Gladio ile
bir tutulması haksızlık (s: 306). İddia edildiği gibi güçlü ve yasa dışı olsa, neden
birkaç milyon lira para için kendisini deşifre etsin, bankaların soyulup soğana
çevrildiği dönemde karanlık gücünü kullanıp bu parayı sağlamasın? (s: 307).
ÖHD’nin kuruluşunda esas alınan Amerikan talimnameleri de ÖHD’ye karşı
iddiaların kanıtı olarak istismar ediliyor. Oysa bu talimnameler “kontrolsüz ve
millileştirilmeden alelacele yapılmış tercüme yayınlar.” (s: 293)
TEŞKİLATINI SAVUNMADA USTA OLAMAYAN YAMAK
Yamak, teşkilatı savunmak için şecaat arzeylerken ofsayta düştüğünün farkında
değil. Hem tarama özürlü hem kibirli olduğu da söylenebilir.
Teşkilat 1952 yılında kurulmuş, sonraları ÖHD adını almış, tartışılan talimname
1965 yılında yayımlanmış, tercümesinde ve millileştirilmesinde gecikme olmuş.
Teşkilat işgale karşı direnişin marş motoru olacak, ama işgale karşı direnişin nasıl
yapılacağını anlatan talimnamenin tercümesi bile geciktikçe gecikmiş. Allahtan
gecikilen sürede ülke işgale uğramamış!
En ironik tarama özürlü-kibirli olma hali ise, kökü dışardalıkta. Soğuk Savaş
boyunca, özel harbin psikolojik harp cephesinde, sosyalistler hep kökü dışarda
ideolojilerin esiri ve dış mihrakların kuklası olmakla, ruble ile solculuk yapmakla
karalandı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi yörüngesindeki bir grubun
yanlışlıkları tüm sosyalistlere mal edildi. Yamak da kitabında düşünce özgürlüğüne
karşı çıkarken, psikolojik harp imalatı uyduruk bir belgeyi kanıt göstererek,
emekten yana sol ve sosyalist aydınları Moskova’dan talimat almakla suçluyor,
“fikri ve zikri bozuklar” diye karalıyor (s: 558). Ama, Yamak itiraf ediyor ki,
ÖHD’nin fikri ve parası dışardan gelmiş.
VATANSEVER -MADE IN USA
Teşkilat vatanseverlikten yana klasmanın en üst sırasında. Hatta, ülkenin
başbakanları bile, vatanı işgalden kurtaracak örgütün varlığından haberdar
olmasında sakınca görülmeyecek derecede vatansever sayılmıyor. Örgüt herkesten
daha vatansever; ama, muhtemel işgale karşı Kuvayı Milliye tecrübesini değil, hiç
işgale uğramamış, işgale uğramak şöyle dursun, hep kendisi işgal etmiş ABD’nin
tecrübesini pusula ediniyor. Pusula edinmek bir yana, birlikte ortak tatbikat
yapıyor. Made In USA damgalı vatanseverlik böyle olsa gerek!
Amerika’nın verdiği “örtülü harekât” fikri malum; sol muhalefetin, devrimci
demokratik hareketlerin, ezilen sınıf mücadelesinin “dolaylı saldırı”, yani “dolaylı
işgal” sayılmasını ve özel harp yöntemleriyle ezilmesini öngörüyor. Zaten, özel
harbin resmi söylemi de ülkeyi işgalden kurtarmak diye açıklanıyor. Yani aslında
dış düşmanın açık işgaline karşı değil, “iç düşmanın örtülü işgali”ne karşı
kurulmuş bir teşkilat. Gayrinizami harp, psikolojik harp ve ayaklanmalara karşı
koyma harekâtının asıl amacı iç düşmanın örtülü işgalini def etmek.
ST31-15
İç düşmanla baş etme yöntem ve tekniklerini Kemal Yamak söylemese de, Amerikan
talimnamesinden çevrilerek Ocak 1965 tarihinde Orgeneral Ali Keskiner imzası ile
TSK’da uygulanmak üzere dağıtılan “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat”
başlıklı ST 31-15 adlı talimnamede mücadele yöntemleri sansürsüz
sıralanmaktadır:
“ST 31-15 adlı talimnamede açık ve sinsi gayri nizami faaliyetler arasında; adam
öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam
kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması,
kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj
sayılmakta ve 10. sahife, madde 9'da 'Bir gayri nizami kuvvetin yer altı unsurları
kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir' denilmektedir.” (Aktaran Talat
Turhan. Bomba Davası Savunma-1- İstanbul, 1986, s: 137-138)
Kemal Yamak’a göre, Talat Turhan’ın sözünü ettiği talimname, millileştirilmeden
alelacele çevrilmiş (s: 293). Selefi Cihat Akyol ve halefi Sabri Yirmibeşoğlu ise
hayli açık sözlüler, Yamak gibi ketum davranmak, lafı dolandırmak ve “yazmayıp
tarihe bırakma” yoluna gitmemişler.
Cihat Akyol: “Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, sanki ayaklanma kuvvetleri
yapıyormuş gibi, müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele
örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir.” (Gayri Nizami
Kuvvetlere Karşı Harekât, Silahlı Kuvvetler Dergisi eki, Mart 1971. Aktaran Emin
Değer, CIA KONTRGERİLLA VE TÜRKİYE, Mayıs 1977 Ankara, s:119)
Sabri Yirmibeşoğlu: “Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar
yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir... Psikolojik harekâtta böyle bir olay
yaratarak halkı düşmana karşı galeyana getirmek. Belki, Güneydoğu'da da oluyor
bunlar, yanlış olarak... ” (Aksiyon, sayı: 330, 31 Mart 2001)
İtalya’da Gladyo’nun solculara yüklemek, böylece solcuları gözden düşürmek için
giriştiği terör eylemleri taktiğine benzemiyor mu?!..
Yamak itiraf ediyor ki, Amerika sadece fikir değil para da vermiş. Ne ki, Kemal
Yamak bunu hiç yadırgamamış. Yamak yadırgamadığı gibi, muhabbetle bağlı
olduğu Genelkurmay başkanları da yadırgamamışlar. Cevdet Sunay, “Donumuza
kadar her şeyimizi Amerika veriyor” derken, herhalde uyanıklık yaptığını
düşünmüş olmalı.
17 YAŞINDAKİ HARBİYELİ’NİN GURURU
1974 yılı Ağustos ayında Menteş’teki ATAT bölgesinde eğitime başlayan 17
yaşındaki Harbiyeli, manga komutanı olduğu için tahkim edevatı olarak bel
kemerine taktığı baltanın ağaç sapındaki Made In USA damgasını boşuna gurur
meselesi yapmış?! Harbiyeli’ninki çocukluk işte! Nerden bilsin, dona varana kadar
her şeyi Amerika’dan almanın uyanıklık olduğunu?! Nerden bilsin, vatanın en çok
Amerika’nın verdiği fikir ve parayla sevilebileceğini?!
Harbiyeli, işgalciye karşı direnmek için akıl ve para veren Amerika’yı
sorgulamanın nankörlük ve vatana ihanet olacağını bilmediği gibi, Amerika’dan
akıl ve para alarak vatan seven komutanlarına inanmamakla katmerli ihanete
sürüklendiğinin de farkında değildi?! Oysa vatanı sevmek, vatana ihanet etmemek
o kadar kolaymış ki?! Komutanları her şeyi Amerika’dan alarak vatanı sevmenin
en kestirme yolunu göstermişlerdi, bir Dışişleri Bakanı da Amerika’ya kötü gözle
bakmanın vatana ihanet olacağına dair açık uyarılarda bulunmuştu?!
Yıl 1958, Bağdat’ta Arap milliyetçileri Kral Faysal’ı devirmişler. Belli ki bir
“dolaylı saldırı” söz konusu. Dolaylı saldırıyı def etmek üzere ABD Lübnan’a
çıkarma yapmış, İngiliz birlikleri de Ürdün’deler. Ankara’da ise TBMM’de
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, vatana ihanet tehlikesine karşı uyarılarda
bulunuyor:
“Müttefikimiz Birleşik Amerika, mertçe bir davranışla, dünya çapındaki
sorumluluğunun yükümlülüğünü kavramış bir celadetle derhal harekete geçiyor ve
böylece bizim inancımız, yani küçük devletlerin bağımsızlığına ve güvenliğine
onların her ne biçimde olursa olsun, kışkırtmalar, dolaylı saldırılar karşısında
savunulacağına dair inancımız bir anda evc-i balasını (en üst nokta) buluyor. Bu
davranış karşısında Türkiye’ye düşen ödev ne idi? Elbette ki bu civanmerdane
hareketi ve belki bizim de teşvik ettiğimiz bu civanmerdane hareketi desteklemekti.
(CHP’li bir milletvekiline seslenerek) Gülme! Bizim ödevimiz Amerika’yı küçük
devletlerin yardımına gitmeye teşvik etmektir. Sen gülüyorsun. Bu hareketinle
vatana ihanet ediyorsun…” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi,
İstanbul 1974, cilt 3, s: 1647)
Söylediğimiz gibi o yıllarda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Amerika’ya kötü
gözle bakmanın vatana ihanet olacağı (!) uyarısında bulunurken, Yüzbaşı Kemal
Yamak bölüğünün sorunlarını çözmek için Amerikalı subaylarla teşriki mesai
eylemektedir. Tahkim edevatındaki Made In USA damgasını gurur meselesi yapan,
böylece vatana ihanet ettiğinden (!) habersiz, haki ünformadan çıktıktan sonra tek
tip cezaevi üniforması giymediği için 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde atlet
külot kalan Harbiyeli ise henüz birkaç aylıktır.
VATANSEVERLERDEN HABERSİZ BAŞBAKAN
“Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” adlı kitap, sadece Kemal Yamak’ın
başkanı olduğu döneme yöneltilen eleştirilere değil, sonraki yıllarda yapılan
eleştirilere karşı da ÖHD’yi savunmayı amaçlıyor. Yamak’ın kitabı yazmaktaki
birinci önceliği ÖHD’yi aklamak, ikincisi de ÖHD’nin stajını yaptığı Kıbrıs
meselesi.
Başbakan Bülent Ecevit’in 1978-79’lu yıllarda Sarıkamış’ta ÖHD’nin eski
başkanlarından Sabri Yirmibeşoğlu’yla görüşürken, Milliyetçi Hareket Partisi ilçe
başkanının da teşkilatın üyesi olduğunu öğrenince bunu kontrgerillanın varlığına
kanıt olarak kullandığını anlatıyor Kemal Yamak ve şöyle yanıt veriyor:
Bu daire önceden tespit ettiği, vatan ve millet için severek ve gönüllü hizmet
edeceğine inandığı vatandaşını tetkik eder, inceler ve müspet kanaate varırsa,
Genelkurmay Başkanlığı’nın yazılı emriyle görev teklif eder ve eğiterek bu
personeli göreve hazırlar. Partisini, dinini, mezhebini sormaz. Barışta ve bir savaş
halinde Milliyetçi Hareket Partililer askere alınmayıp kendilerine şu veya bu
şekilde sefer görevi verilmeyecek midir? Parti gözlüğü bu kadar kalın camlı mıdır?
Acaba bu kişi Sayın Ecevit’in kendi partisinden olsaydı, bu itirazı olacak mıydı? O
zaman CHP’den bu teşkilatta kimse yok mu zannediliyor?” (s: 309)
Yamak ne yazdığının farkında, “Birçok kimseyi ayağa kaldıracağını biliyorum ama
bu noktada yazmak istiyorum.” diyerek, sözü özel harpçi milletvekillerine getiriyor:
“Sayın Ecevit’in inandırıcılığına dayanarak alevlenen ve Sayın Ecevit’in zaman
zaman medyanın ilgisi için bizzat öne çıkarak söyledikleriyle devam eden bu iftira
kampanyası sürdürülürken, bu teşkilatın içinde o zaman kendi partisinden ne kadar
personelin, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde birbirini hiç tanımayan kaç
milletvekilinin bulunduğunu ve bunun sadece kendi partisine ait bir durum
olmadığını, birisi söyleyiverseydi ne olurdu? (…) Aslında onlar milletvekilliği
dönemlerinde değil, daha genç yaşlarda bölgesinde güvenilir, saygın, sözü geçen
ve gerektiğinde halkıyla bütünleşerek, milleti ve vatanı için yapılacak mücadelede
önder olabilecek niteliklere sahip oldukları için seçilmişlerdi. Milletvekili oluşları
da bu seçimin doğruluğunu göstermiyor muydu?” (s. 461-462)
1978 MEZUNU HARBİYELİ
“Özel Harp Dairesi sefer kadrosunda Genelkurmay Başkanlarının yazılı emriyle
görev alanlar, ‘devlet içinde yuvalanmamışlardır’. Seferde muhtemel bir görevi,
inançla ve evet vatanseverlik duygularıyla hiçbir şey beklemeden ve istemeden
kabul etmişlerdir. ‘Yuvalanmışlardır’ sözünün kendilerini kim bilir ne kadar
üzdüğünü düşünerek, kendilerine ‘Bu deyimle neyi kastediyorsun?’ diye sormak
gerektiğine inanıyorum. O yuvalanmışlar içinde kimlerin olduğunu bilseler,
mutlaka özür dilerlerdi.” (s: 465)
Vatanseverlerin dini, mezhebi, yuvalanmak, özür beklemek... Bunlar boş sözler.
Vatan işgale uğradığında kim direnmeye koşmaz ki! Asıl sorulması gereken, ABD
yardımına bel bağlayanların, ABD’nin Irak’ı işgaline destek verenlerin, tanrı
korusun Türkiye gerçekten işgale uğrarsa direnişe katılıp katılmayacakları. Merak
edenler için Kuvayı Milliye deneyimi yeterince açıklayıcı. Sahi, Yamak’ın Ecevit’e
karşı kendisini haklı çıkarmak için referans verdiği Hasan Esat Işık ne diyordu:
“Kontr-gerilla her ülkede var. Genelkurmay bunun planlarını almış. Amacı şu:
Ülke işgal edilecek olursa, iç direniş nasıl yapılacak? Bu fikir planında geçerli ve
doğru. Yalnız şu durumlar var: 1. Fikri ABD vermiş. 2. Finansmanı yapmış. 3.
Örgüte sızmalar olmuş. Bu sızmalar Pentagon’dan başlar, CIA sızmasına kadar
sürer.”
Burası Türkiye! Türkiye’de Made In USA damgalı vatanseverlik en hafif deyimle
ayıptır.
1978 mezunu Harbiyeli olarak soruyorum: Bu ayıp özür dilemekle temizlenebilir
mi? Kemal Yamak’ın vereceği yanıt var mı?
“HUKUK” DEVLETİ –PİSLİĞİ ÖRTME
Ecevit “geçmişe sünger çekiyorum” diyerek işin içinden çıkmaya çalıştı. Çekilen
süngerden fışkıran kanlar gölleşerek günümüze kadar taşındı.
Adana gezisi sırasında devrin Başbakan’ı Ecevit’le gizli bir görüşme yapan Adana
Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul görüşmeden bir hafta sonra 28 Eylül 1979
tarihinde öldürüldü. Yurdakul, bu görüşme hakkında eşi Ülker Yurdakul’a “Çok
şükür bütün bildiklerimi anlattım. Artık ölsem de gam yemem” demişti.
Yurdakul’un katillerinin olayın ardından MHP İl binasına girdiklerini belirleyen
emniyet mensupları binaya girip arama yapmak istediler. Ancak Sıkıyönetim
Komutanlığı buna izin vermedi.
Tıpkı Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul gibi Cumhuriyet Baş Savcı
Yardımcısı Doğan Öz de, Ecevit'e, kontr-gerilla konusunda rapor düzenleyerek
verdikten bir hafta sonra bu cinayet örgütünün “kurbanları” arasına katıldı. 12
Eylül askeri darbesinin hemen öncesinde, 24 Mart 1980 günü sabah saat 08.00
sularında işine gitmek üzere arabasına bindiği sırada silahlı bir saldırı sonucu
öldürüldü.
Katili tam 18 kişi görmüş, farklı 5 kişi arasından kesinlikle teşhis etmişlerdi. Katil
MHP’li İbrahim Çiftçi idi. Çiftçi sorgusu sırasında cinayetini itiraf etti ve cinayet
yerinde yapılan uygulamada, işlediği cinayeti ayrıntılarıyla anlattı. Buna rağmen
askeri mahkemede yargılanması altı yıl sürdü. Birilerinin koruması altındaydı.
Avukatları, Çifti’nin Milli Savunma Bakanlığı’nda dosyası olduğunu belirten bir
yazıyı Askeri Darbe Hükümeti’nin Başbakanı Bülent Ulusu'ya yollamışlardı. Bir
çeşit şantaj yapıyorlar, müvekkillerinin askerler hesabına çalıştığını ima
ediyorlardı.
Mahkemenin oybirliği ile verdiği idam kararı, her defasında Askeri Yargıtay’ca
bozulacak, sonunda İbrahim Çiftçi, 9 Ocak 1985 günü Mahkemenin, Askeri
Yargıtay’a uyarak verdiği kararla beraat edecekti.
Bu karar Türk ve Dünya Hukuk tarihine, hukukun acizliğini belirtmek adına ibretle
anılacak bir karardı. Berat Kararı şu ifadelerle açıklandı:
“Sanık İbrahim Çiftçi’nin maktul Doğan Öz’ü taammüden öldürdüğü
mahkememizce sabit görülmüş, ancak Askeri Yargıtay Daireler Kurulu kararları
mahkememizi bağlayıcı nitelikte bulunduğundan sanık İbrahim Çiftçi hakındaki
7/8’lik oy çokluğuna dayanan bozma ilamına uyularak, sırf bu hukuki zorunluluk
nedeniyle sanık İbrahim Çiftçi’nin beraatına karar verilmiştir.”
Suçu sabit görülen katilleri 7/8 oy çokluğuyla beraat ettiren “12 Eylül Hukuku”,
aynı dönemde 17 yaşındaki 78’lileri , sırf gösteriye katılmaları nedeniyle ipe
gönderiyordu. Erdal Eren 17 yaşında tüm hukuk kuralları hiçe sayılarak
asılıyordu. İdam kararlarını her seferinde onaylanan Askeri Yargıtay Başsavcısı ,
suçu sabit görülen katilin beratını sağlamakta bir beis görmüyordu.
Çiftçi, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve MHP'li diğer bazı arkadaşları ile birlikte 7
TİP üyesi öğrenciyi hunharca öldürme olayına da katılmıştı. Bu yargılamadan da
ceza almadan kurtulacak ve Devlet Bahçeli’nin MHP’ ye başkan seçildiği
kongrede, Çiftçi de Devlet Bahçeli’nin karşısında MHP’ye başkan adayı olacaktı.
Türkiye işte böyle bir “ Hukuk Devleti” idi. Şiddete karşı çıkan hukukçuları,
gençleri öldürülen, katilleri ise aklanarak baş tacı edilen bir “Hukuk Devleti”...
Bir ülkenin halkını vatanseverler ve vatansevmezler olarak ayıran koca koca
paşalar…Kim bölücü? Cumhuriyet savcıları nerede? Ya siyasetçilerimiz?
Soğanbaşlarımız?
Cinayet örgütünün üzerine neden gidilmiyor, gidilemiyor?
Bu suskunluk neden? Bilenler, bildiklerini neden anlatmıyor? Anlatılanlar neden
açıklanmıyor? Cevat Yurdakul’un ve Doğan Öz’ün Ecevit’e verdikleri ve kanımızca
öldürülmelerine neden olan “bilgiler” neden saklanıyor?
GAYRİ NİZAMİ AHLAK-AMERİKAN YAMAKLIĞI
Emekli Orgeneral KEMAL YAMAK' ın açıkladığı formüle göre, o işler şu biçimde
yürüyormuş:
"GAYRİ NİZAMİ HARP UZMANI ASKERLER, GAYRİ NİZAMİ HARP İÇİN
YETİŞTİRİLMİŞ SİVİLLER, SİVİLLER ARASINDA ÖZELLİKLE MİLLİYETÇİLER
VE MİLLİYETÇİLİĞİNİ MHP ÜYESİ OLARAK KANITLAYANLAR.."...
Bir de "ABD'DEN PARA".
Formül bu.
Bu formülle ne yapıldı derseniz...
Türkiye'nin komünist olması önlendi! Sovyetler Birliği dahi, Türkiye'yi bir bakıma
Küba ile, Balkanlar'daki sultasıyla, Ortadoğu'daki menfaatleriyle takasa sokup
"AMERİKAN NÜFUZ BÖLGESİ İLE NATO STANDARDI" diye kabul etmişken,
böyle büyük bir başarı kazanıldı!
Başarı hanesinde...
Evlerinin önünde kurşunlanan ve bin bir düşünce, bilgi, deneyim ve iyilikle dolu
kafaları kanlar içinde kaldırımlarda parçalanan üniversite hocaları, savcılar,
emniyet müdürleri...
Evlerinden kaçırılıp boğma telleriyle nefessiz bırakılan bedenlerine bir an önce
ceset olmaları için susturucu kusturulan üniversite öğrencileri...
Aynı silahlarla öldürülen solcu ve sağcı gençler...
Kahramanmaraş, Çorum katliamları...
İstanbul Üniversitesi önünde bombayla havaya uçurulan çocuklar...
1 Mayıs'ta Taksim Kazancı Yokuşu'na yığılan 40'a yakın insan...
İşkenceler, idam sehpaları...
Pusular ve yaylım ateşler de mevcut.
Yani, "ÜLKENİN YABANCILAR TARAFINDAN İŞGALİNDE GAYRİ NİZAMİ
HARP YÜRÜTMEK" üzere kurulmuş birtakım birimler ile onlara, devlete yamaklık
yapan birtakım sivil örgütlenmeler, esas savaşı, kendilerine düşman seçtikleri kendi
vatandaşlarına karşı yürüttüler!
Kıbrıs'ta olan bitenlerin tartışması bir yana...
"KONTRGERİLLA, GLADİO" isimleriyle anılan, lakin hiçbir hesabı sorulmayan
tarih bu işte.
Bunu sanki memleket evlatlarının topyekun ve onca fedakarlıkla katıldığı, sanki
ninelerin sırtlarında mermi, dedelerin kağnılarda cephane taşıdıkları bir
"İSTİKLAL SAVAŞI" gibi anlatıyorlar.
Utanacaklarına, kahrolacaklarına, kendi aydınlarını, gençlerini, öğrencilerini
katletmiş olmaktan, birbirine sokmuş olmaktan, birbirine kırdırmış ve
işkencelerden geçirmiş olmaktan ötürü kanayan vicdanlarıyla çığlık çığlığa özür
dileyeceklerine bir de gurur duyuyorlar.
ABD'den para alınmış, "MİLLİYETÇİ" birileri teşkilata yazılmış, başka birileri
"VATAN, MİLLET, DEVLET" adına öldürülmüş...
Oralardan nice çete, nice çete fikri serpilip büyümüş...
Biz, hepimiz bu "AMERİKAN YAMAKLIĞI" ile gurur duyacağız!
Sovyet tahakkümünün alternatifi olarak, sözde demokrasi ve özgürlük maskeleriyle,
Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya, Yunanistan'dan Türkiye'ye, katliamları,
suikastları, kışkırtmaları, provokasyonları, cinayetleri, darbeleri, işkenceleri,
kayıpları yerleştirmiş bu "AMERİKAN MALI" milliyetçilikle övüneceğiz! Ve bu
ülkenin milliyetçileri de, bu "AMERİKAN PARASI VE NATO STANDARDI" ile
yazılmış kanlı geçmişlerinden hiç utanmayacak, onunla hiç hesaplaşmayacak ve
hala milliyetçi olacak; kendi insanının çoğundan nefret ederek "VATANSEVER"
kalacak.
Bu ülkenin eski siyasetçileri, 70 ve 80'likler ve gençleri o tarihle yüzleşmeden
"DEMOKRAT" olacak ve öyle kalacak... Askeri, o geçmişten hiç rahatsızlık
duymayacak...
İş dünyasının ağır topları, makineli tüfekleri, tankları, kendi çıkarlarını da kollayan
bu "ABD YAMAĞI MİLLİYETÇİLİK" e verdikleri maddi ve manevi destekle
biriktirdikleri servet, kudret ile burjuvalaşma maharetinin damarlarındaki irinden
hiç sıkılmamış olacak.
Gayri nizami ahlakımızı seveyim! (Hadi gayri! Umur TALU SABAH 4 OCAK 2006)
HİKAYE BUDUR-KIRCI-TÜRKEŞ
Susurluk Olayı’ndan sonra Alparslan Türkeş’le HBB televizyonunda belki de
kimimizin gözünden kaçan bir röportaj yapıldı. Türkeş bu röportajda şöyle
söylüyordu: “Biz 1950’lerde bir grup kurmay subay Amerika’ya gönderildik,
gerillaya karşı eğitilmek üzere, hikaye budur.” Bir başka deyişle: “Şimdi siz
Susurluk diyorsunuz, gerilla tehlikesi vardı her tarafta, biz de bunun için eğitildik.”
Yakın tarihimizden iki kişi: Biri Başbuğ, diğeri sıradan bir militan. Başbuğ
Alpaslan TÜRKEŞ, Ankara'nın göbeğinde Beştepe'de özel, görkemli mezarda.
Haluk KIRCI ise hapishanede yaşlanıyor. Ve o sıradan militan, arka arkaya
kitaplar yazarak geçmişi sorguluyor. Ve kendisiyle yüzleşiyor.
ZAMANI SÜZERKEN
(Haluk Kırcı-Burak Yayınevi)
"Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu, patlayıcılarla tanışmamı ve onların
ruhumda bıraktığı izleri anlatmak değil; yıllarda, onların kaynaklarının nereler
olduğu hususudur. Bu konuyla ilgili bazı tespitlerimi nakletmek istiyorum.
Meselâ, Kürt arkadaşların görev yaptığı ve çoğunlukla Kürt vatandaşlarımızın
yaşadığı bölgelerde olan biteni, yıllar sonra da olsa öğrendiğimde, bir kısım
patlayıcının kaynağını fark etmek imkânını bulmuştum.
Çoğunluğu Kürt olan arkadaşlarımın anlatımlarına göre; o dönemde onlara, bazı
genç subaylar patlayıcı getirmektedir. 70'li yılların başında, PKK belası henüz
ortalıkta görünmüyordu. Bölgede, siyasî Kürtçülük hareketleri ve sol grupların
teşkilatlanma faaliyetleri vardı. Milliyetçi teşkilatlanmalara ve yapılanmalara ise
70'li yılların ortaların dan itibaren hız verilmişti. İşte o arkadaşların anlatımları,bu
hassas bölgelerde görülen milliyetçi teşkilatlanmaların başlamasından hemen
sonra bazı genç subayların kendileriyle iletişim kurduğunu ve gerekli desteği
sağladığını ortaya koymaktadır "(s 32)
GÖRÜNÜR AMA GÖRÜNMEZ
"Bu durum ilk bakışta, fikir birlikteliği veya masum bir yardımlaşma olarak
görülebilir. Fakat bana göre, hiç de öyle değerlendirilmemelidir. Çünkü ABD ve
Sovyet Rusya, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya ölçeğinde ortaya çıkan iki süper
devlet ve kutupların denge unsurlarıdır.
Bu iki devlet, kendi hayat sahalarını genişletmek ve birbirinin stratejik noktalarını
zayıflatmak gibi pek çok sebeple büyük paralar ve emekler sarf ederek, "görünür
ama görünmez" bir savaşa başlamışlardır. Bu savaşta da durmadan taktik ve
strateji değiştirmişler ve nüfuz alanlarını genişletmek için her yolu mubah
saymışlardır.
Türkiye de, coğrafî konumu, tarihî gerçekleri ve diğer pek çok özelliğinden dolayı
bu savaşta taraf olmuştur. Buna bağlı olarak, bütün dinamikleriyle, ABD ve diğer
batılı ülkelerin yanında yer almıştır. Soğuk savaşın, Batı adına kutbu ve patronu
olmak özelliğini taşıyan AB, özellikle Sovyetler'e sınırı bulunan ülkeler için "Yeşil
Kuşak Stratejisi" ni geliştirmiş ve buna bağlı değişik projeler çerçevesinde bazı
yapılanmalara girişmiştir.
Bu çerçevedeki yapılanmaların üç temel unsura dayalı olduklarını görmek
mümkündür.
Bunlar; askerî, siyasî ve sivil yapılanmalardır. Kapitalist batılı devletler, önce,
hayat sahaları içine giren bölge ve ülkelerdeki siyasî yapılanmaların antimarksist
güçlerin eline geçmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu arada, o ülkelerin askerî
güçlerini de kendilerine bağımlı hâle getirmeye ve kendi stratejilerine uygun olarak
organize etmeye başlamışlardır. Bütün bunlarla beraber, sivil antimarksist güçlerle
de dolaylı ilişkiler kurmuşlar ve bu ilişkileri geliştirmişlerdir. Bir anlamda,
marksizme karşı ortak bir cephe oluşması için zemin hazırlamışlardır.
HER İHTİMAL
Yıllardır marksistleri veya olayları anlamakta zorluk çeken kafaların ortaya
attıkları "kontr-gerilla", bu kalemin, yani antimarksist yapılanmanın ürünü
sayılmalıdır. Çünkü hesaplar, her ihtimal göz önüne alınarak yapılmıştır.
Plan şudur: Sovyetler'le kurulacak sıcak bir temasta bu güçler devreye girecek,
sivil halkı Kızıl Ordu'ya karşı örgütleyecek ve aynı zamanda da silahlandıracaktır.
Amaç, değişik noktalarda önceden beri hazır bulundurulan silahlarla ve kurulacak
direniş hatlarıyla Kızıl Ordu'nun durdurulmasıdır. Bu görevi ise, ordu içindeki
uzman subay kadroları yapacaktır. Sivil ve askeri yapılanma, sadece bu bağlamda
iç içe girmiştir. Asıl amaç, o günlerin ruhuna uygun şekilde sıcak savaşa hazırlıklı
olmak planlarının oluşturulmasıdır.
Deyim yerindeyse; bu savaş, gittikçe, süper güçlerin satranç oyununa dönüşmüştür.
İşte bu bağlamda, birileri, sağ grupların örgütlenmesine yardımcı olmuştur. Bu
yardımcılık, hedeflerin birlikteliğinden değil, çıkarların buluşmasından
kaynaklanmış ama süreklilik arz etmemiştir. Yalnızca, zayıf kalınan ve taban
bulmakta zorlanılan bölgelerde lojistik destek olarak kendini göstermiştir.
Bu tespit, ne Ülkücü Hareket'in geçmişteki mücadelesine bir yergi ve karalama, ne
de Marksistlerin bu konulardaki yanlış teorilerine bir payandadır. Ben sadece,
yaşanmış olayların, bir anlamda sisler altında kalmış bazı gerçeklerin
vurgulamasını yapmaya çalışıyorum.
AL GÜLÜM VER GÜLÜM
Denilebilir ki: "Marksistlere destek sağlayan ve yardım eden subaylar da vardı.
Hatta bazıları yargılanıp, ceza bile aldı. Olayları bu temele oturtarak anlatmak,
milliyetçi subaylara atılmış bir iftiradır".
Ben de derim ki: Benim vurgulamaya çalıştığım gerçek, Kürt vatandaşlarımızın
yoğun olarak yaşadığı bölgelerle ilgilidir. Gizlenmesi gerekmeyen "al gülüm, ver
gülüm" ler yaşanmıştır."(S 33-35)
O zamanın çarklarındaki her şey, kendine özgü şekilde dönüyor, âdeta
raksediyordu. Sanki, her şey önceden planlanmıştı. Meçhul bir senarist tarafından
bir oyun yazılmış, bu oyunu, bizim neslin oynaması istenmişti. Bir nev'i emir olan
bu istek karşısında, biz garip, biz hiç rol yapmamış, biz dar çevrelerin acemi
oyuncuları da, geniş bir sahnede yer almak zorunda kalmıştık. Amatör anlayışımız,
acemi oyunculuğumuz ve güçsüz ayaklarımızla, "bizim olmayan" o oyunda,
elimizden geldiğince iyi oynamaya gayret edecektik."(s 8)
FIRTINA SONRASI-DEVLET AYAĞI
"1960'lı yılların sonlarına doğru başlayan öğrenci hareketleri, 68 Kuşağı'nın
estirdiği fırtınaya dönüşmüştü. Bu fırtına, 12 Mart Muhtırası arifesinde hızının
zirvesine ulaşmış ise de, muhtıradan sonra yavaş yavaş hızını kaybetmeye
başlamıştı. Fakat 1974 affı ve dönemin hükümetinin icraatları ile yeniden hızlanma
eğilimi göstermeye başlamıştı. Zıt görüşlü gruplar, birbirlerine el ense çekmeye ve
birbirlerini yoklamaya başlamışlardı.
Toplumda dalgalanmalar yaşanıyor, özellikle genç insanlar, akıl almaz bir şekilde
politize oluyorlardı. Her grup, mevzi kazanmak ve bir yerlere hâkim olabilmek için
diğerleriyle yarışıyordu. Âdeta cephede siper kazar gibi, mahalle, sokak, okul...
demeden, her yerde teşkilatlanmaya çalışılıyordu. İşte o mevsimin rüzgârlarına
kapılan bizler de, okulumuzda teşkilatlanmaya ve yeni mevziler kazanarak bir
yerlere varmaya çalışıyorduk."(s 16)
"Bir anlamda, hak savaşı sokaklara taşmış, her kesimde taraftar ve her zeminde yer
bulmakta gecikmemişti. Araya kan girmiş, aileler bile parçalanır olmuştu.
Kavganın tarafları olarak ortaya çıkan bizlere, yani solculara ve ülkücülere bir
ayak daha katılıyordu. Çok geçmeden aramıza katılan bu ayağı ise devlet
oluşturuyordu.
Şiddet rüzgârları, 1975'in ortalarından itibaren fırtınaya dönüşmeye başladı.
Politik alanda ortaya çıkan yapılanmalar da bu şiddet rüzgârlarının çıkmasına
yardımcı oluyorlardı. Lise birinci sınıfta arkadaş olduğum, defalarca beraber
sinemaya gittiğim, okulda gizlice içtiğimiz sigaradan ikram ettiğim, kıt bilgime
rağmen ara sıra tartıştığım sınıf arkadaşlarımdan biri, yalnızca, solcuların
teşkilatlanmasına yardımcı olan TÖB-DER'e gittiği için düşmanım olmuştu." (s 17)
KÖR KUYU ÇİÇEKLERİ
"Yeri gelmişken ifade etmeliyim: Sonraki yıllarda, Mamak Askerî Cezaevi'nde
yatarken, bir çok solcu genci tanımak imkânım oldu. Hepimiz, üç aşağı beş yukarı,
aynı sosyo-ekonomik kesimlerin ve dar çevrelerin ezilmiş, horlanmış çocuklarıydık.
Hepimizin anası, babası, eğitimi, yaşantısı, geliri, giyimi birbirine benziyordu. Yani
kör kuyularda yetişmiş çiçeklerden farkımız yoktu. Hepimizin rengi, dokusu,
yaprağı ve kökü aynıydı.
Fakat hayatın cilvesine bakın ki; hem birbirimizle savaşır, hem de aynı kaderi
paylaşır olmuştuk. İşin daha da ilginç yanı ise, bizi dipsiz kuyulara atanların ve
böylelikle toplumu kurtardıklarını zannedenlerin halleriydi. Bizlerin enterne
edilmesiyle zafer kazandıklarını zannedenler, yanılıyorlardı! Çünkü her hâlin bir
psikolojik ve sosyolojik izah tarzının olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlardı.
Eğer getirmiş olsalardı, gençliğin boynunda asılı kalan şu şiddet, endamını
böylesine pervasızca sergilemeye devam edebilir miydi?" (s 36)
KAVRAMLAR
"Bu kavramlar, ortaokulda okutulan Yurttaşlık Bilgisi dersinde kısa paragraflar
hâlinde açıklanmaktaydı. Bizler de bundan daha geniş bir bilgiye sahip değildik.
Bu kavramların millet hayatındaki yerini bilmeden ve bu kavramlar üzerinde, en
azından yakın tarihimizde yaşanan olaylar ışığında kafa yormadan, boyumuzdan
büyük işlerin marabalığına soyunmuştuk.
Demokrasi nedir; cumhuriyet, anayasa, parti hangi fonksiyonlara sahiptir; senato
ve meclis ne iş yapar; yakın geçmişte neler olmuştur; 1924 anayasasının, Serbest
Cumhuriyet Fırkası olayının, 1950 seçimlerinin, 27 Mayıs darbesinin ve 12 Mart
muhtırasının perde arkasında kimler ve hangi gerçekler vardır...
Bilmeden elimizde fırçalar ve parti flamaları, dilimizde sloganlarla, milletin
kaderine hükmedecek bir sorumluluğun altına girmiştik. Bu durum, bizi olduğu
kadar, diğer kesimleri de içine alan bir gerçeğin ifadesiydi. CHP veya MSP adına
seçim çalışması yapan genç insanların da bizden farkı yoktu.
Nefsanî hesaplarla siyaset yapanlar, genç insanlara, siyaset üzerine verebilecek bir
şeylere elbette sahip olamazlardı. Nitekim olaylar da bu ölçüde cereyan etti:
Siyaset ve siyasetin unsurları, sayıları giderek artan birer kavga malzemesi olarak
bizim hayatımızda yer aldı." ( s40)
ROBOTLAR
Bahçelievler'deki genel merkezin önüne geldiğimizde, görevli arkadaşların, kapının
önünde hazır beklediklerini gördüm. Başbuğ arabasını park eder etmez fırladılar
ve kapısını açtılar.
Arka koltuktaki çantasını alarak, birlikte içeri girdiler. Ben ise, Başbuğ arabadan
inmeden indim, esas duruşa geçtim ve onlar içeri girene kadar öylece bekledim.
Rahmetli Alparslan Türkeş'e, o zamanlar, akılların almakta zorlanacağı bir
sadakat ve samimiyetle bağlıydık. Onun canını, kendi canımızdan aziz biliyor,
işaret ettiği her şeyi bir robot kimliği ve kişiliği içinde yerine getiriyorduk. Müthiş
karizması ve yapısıyla etkilendiğimiz ve samimiyetle bağlandığımız bu insan için
yapamayacağımız hiç ama hiç bir şey yoktu. Bu ve benzeri tavırlar yapmacık değil,
samimi duygularımızın ifadesiydi.
Bu noktada bir hususa daha temas etmeyi ve birtakım insanlara bazı konuları
hatırlatmayı uygun buluyorum:
Yukarıda anlatmaya çalıştığım olay 1978 senesinde geçti. Bu kitabı ise 1997 de
kaleme aldım. Aradan, neredeyse yirmi uzun yıl geçmiş. Geçen bu zaman içinde
çok şeyler yaşadık, gördük, geçirdik.
Acılar ve çaresizlikler içinde kıvranırken bile kimseden bir şey istemedik.
Kimselere kabahat yüklemeyip, başımıza gelenlerden dolayı hiç kimseyi
suçlamadık. Şairin dediği gibi "ses çıkarmadan aşın" dedik. Sorumluluklarımızdan
kaçmadık, inandığımız veya inandığımızı zannettiğimiz şeyler için, kimselerin
girmek istemediği risklerin altına girdik..." (s88-90)
KURT BAKIŞI
(Emin Pazarcı -Burak Yayınları)
"C-5 adlı işkencehanede, insanlık dışı işkenceler devam ediyordu. Binadan 24 saat
canhıraş çığlıklar yükseliyordu.
Bekir Bağ ise, 17 yaşındaydı. Mahir Damatlar ve Emir Kuşdemir'le birlikte
korkunç işkencelere tabi tutuluyordu. Üstelik, bütün suçlamaları kabul etmiş,
"Tamam, ben yaptım" demişti.
Verdiği bu ifade, işkencecileri tatmin etmedi. Çünkü, 17 yaşındaydı ve ceza alsa
bile kısa bir süre yatıp çıkacaktı. Onlar, Bekir Bağ'ın farklı ifade vererek, Mahir
Damatlar ve Emir Kuşdemir'i suçlamasını istiyorlardı.
O'nu ayrı bir yere kapatıp, arkadaşlarından tecrit ettiler. Sürekli olarak aynı
telkinde bulundular:
- Bu ifadeni değiştireceksin. Bu suçları sen işlemedin. Asıl suçluların Mahir ve
Emir olduğunu söyleyeceksin.
17 yaşındaki Bekir Bağ, günlerce ağır işkencelere tabi tutuldu.
Bir gün askerler telaş içinde koşuşturmaya başladılar. Cezaevinde bir
olağanüstülük olduğu açıkça belliydi. Bazı Ülkücü gençleri hücrelerinden
çıkardılar. Bekir Bağ'ın hücresinin yanına götürdüler.
Arkadaşınız kendisini astı.
Herkes, anında neler olduğunu anlamıştı. Çünkü, tamamı C-5'ten geçmişti. Orada,
Bekir Bağ'a neler yapıldığına herkes şahit olmuştu. Askerler ise, olaya bir
açıklama getirmek için çırpınıyorlardı:
Yatak çarşafını yukarıdaki elektrik tellerine bağlamış.Kendisini asmış.
Oysa, bu mümkün değildi!
Hiçbir Ülkücü tek kelime bile etmedi. Hiçbiri yorum yapmadı. Tamamı, "Biz aptal
mıyız?" dercesine askerlerin yüzüne baktı!
O sırada bir tabip teğmen de hücrenin önüne gelmişti. Birlikte Bekir'i dışarı
çıkarıp, soydular. Bütün vücudu mosmordu ve cesedi alabildiğine şişmişti. Belli ki
ölümünün üzerinden uzun süre geçmişti.
Haber, anında farklı bir yorumla bütün koğuşlara yayıldı:
Bekir Bağ, işkence ile öldürüldü.”
İSYAN-ÜLKÜCÜLER-SOLCULAR
“O gece A Blok'taki ülkücüler, Bekir Bağ için Yasin okumaya karar verdiler. Oysa,
Mamak'ta böyle bir uygulama yoktu. İç Hizmet Yönetmeliği'ne göre, bu büyük bir
suçtu. Alınan bu karar, "isyan'' anlamına geliyordu. Askerler anında harekete
geçtiler. Ancak, üzerlerine inip kalkan coplara rağmen Ülkücüler susmuyorlardı:
Yasin Vel Kuran - il Hakiym...
O gece solcular da Ülkücülere destek verdiler. Onlar da cezaevi idaresine isyan
bayrağını açtılar." (s.270-271)
"Mamak Askeri Cezaevi'ndeki C-5 adlı bölüm, askerler için "disiplin koğuşu"
olarak tasarlanmıştı. Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından da özel bir işkencehane
haline getirilmişti. İçi de işkence uzmanı polislerle doldurulmuştu.
C-5'te sorgulamalar sürerken, canhıraş feryatlar dört bir yanı sarıyordu. Koca
salon, çırılçıplak soyulup çarmıha gerilen gençlerle doluydu." (s 270)
YAN GEL BAŞBUĞ
"Türkeş, Mevki Hastanesi'nde rahattı. Odasında ziyaretçi kabul edebiliyordu.
Ancak, zaman zaman askeri tedbirler arttırılıyor, kimseyle görüştürülmüyordu.
Hastanedeki "Teşkilat" buna da bir formül bulmuştu...
Türkeş'in kaldığı oda, üst kattaki büyük koridora açılan küçük bir koridorun
sonundaydı. Banyo olarak kullandığı yer ise, büyük koridorun diğer başındaydı.
Tedbirlerin arttırıldığı günlerde Türkeş, hastanede yatan "Ülkücülere" talimat
veriyordu:
-Seval Hanım'ı aşağıda karşılayın. Banyoya girsin, beni beklesin.
Seval Hanım, hastane kapısında karşılanıp, banyoya alınıyordu. Ardından Türkeş'e
haber veriliyordu. O da peşindeki inzibatlarla birlikte koridoru geçip, banyoya
giriyor, kapıyı kilitliyordu.
Nöbetçi askerler, içeride banyo yaptığını sanıyorlardı. Türkeş dışarı çıktığında
peşine takıldıkları için, daha sonra ayrılan Seval Hanım'ı görmüyorlardı.” (s305306)
ÜLKÜCÜ GENÇLER !
"Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ile solcu Necdet Adalı, özel "idam hücrelerinde"
kalıyorlardı. Bu hücreler, intiharı önlemek için özel olarak yapılmıştı. Bütün
duvarları deri kaplıydı. 1980 yılında, 7 Ekim'i 8 Ekim'e bağlayan gece
hücrelerinden alındılar. Haklarındaki idam cezası, Meclis'te de onaylanmışta.
Mamak Askeri Cezaevi'nde asılarak idam edildiler.
Ertesi sabah, askerler koğuşlara girdi ve herkese kola dağıttı. Ülkücü ve solcu
gençler şaşkındı. Böyle bir uygulama ilk olarak yapılıyordu. Ancak, kimse bunun
sebebini sormaya cesaret edemiyordu.
Çok geçmeden kola dağıtımının sebebi açıklandı...
Bir er, "Afiyet olsun" dedi:
- Dün gece arkadaşlarınızı astık!
Herkes donup kalmıştı. Kimseden çıt çıkmadı. Tam bir şok yaşıyorlardı. Yaklaşık
10 dakikalık bir sessizlik oldu. Ardından ders başladı. Ülkücü ve solcu gençlerin
gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Ülkücülerle solcular, ilk defa birlikte ağlıyorlardı. (s 243)
SADİ KOÇAŞ
12 Mart’ın meşhur Başbakan Yardımcısı Sadi KOÇAŞ.
Kamuoyu bu kişiyi “balyoz” olayıyla tanıdı.
1943‘lerden itibaren hatıralarını ve düşüncelerini anlatan kitaplarda kendisini
sergiledi.
Bu ilginç kişiyi kitaplarındaki satır aralarından tanımaya çalışacağız.
1943’lerde çok yetenekli bir subay olduğunu, etrafı ve her tanıyanın öyle
söylediklerini söylüyor.
“Demokrasi aşığı tam Atatürkçü”. 1943’ ten 1957’ye kadar askeri darbelere karşı .
1950 de Demokrat partinin iktidara gelmesinin ardından, subaylara gazozcu
denmesini yalanlarcasına 1 yıl izin alıp İngiltere’ye gidiyor.
Bir genç subay olarak parasal sıkıntısı yok. Oradaki eğitimini ve kişisel
harcamalarını cebinden karşılıyor. Gazozcu olmadığına göre, herhalde aileden
zengin!
1957’den sonra darbeye karar veriyor, demokrasi düşüncesini rafa kaldırıyor.
Aşırı sola da karşı aşırı sağa da. Varsa yoksa Atatürkçülük. Ama şartları var; yeni
örgüt kurulacak bir, 3-4 kişiyi geçmeyecek iki ve en önemlisi tepede “büyük bir baş
olacak” üç.
Kendi tabiri “büyükbaş altında” olmak zorunlu. Onun ömrü de ‘büyükbaş’
aramakla geçiyor. 12 Mart’larda kendi de ‘büyükbaş ‘olup altına gireceklere yer
açıyor. Ama “ büyükbaş’lığı” fazla uzun sürmüyor. Görevini bitirdikten sonra geri
göreve alınıyor.
BÜYÜKBAŞ TAMAM
Sadi KOÇAŞ, 27 Mayıs 1960 hareketi öncesi nihayet Kara Kuvvetleri Komutanı
Cemal Gürsel’i buluyor. ‘Büyükbaş’ tamam kendi de irtibatı sağlayan tek kişi.
Nedense 27 Mayıs hareketi yaklaşırken “Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “ yanında
çıkan görevi istemiyor.
Yakışır mı ona? İhtilalci olup ihtilalde Cumhurbaşkanını tevkif etmek ayıp kaçar.
Onun, onur ve şerefine bağdaşmadığı için kabul etmiyor. 27 Mayıs hareketinden 8
ay önce İngiltere’ye Askeri Ataşe olarak gidiyor. Neden mi yurtdışına kaçıyor,
pardon gidiyor?
Kurmaylar toplanmış düşünmüşler. Ya ihtilal kaybedilirse. Hemen çaresini
bulmuşlar, bu kıymetli kurmayın İngiltere’ye gidip, eğer hareket kaybedilirse
gelecek ihtilalcileri Büyükelçilikte misafir edecek . Ya DP hükümeti kendine darbe
yapmak isteyenleri elçilikte ağırlamazsa ne olacak? Değerli kurmayımız bunu da
düşünmüştür herhalde. İngiliz çevreler gereken ilgiyi göstermiş olsa gerek ki, o da
altında kalmıyor. İngiliz sevgisi daha çok artıyor. İngilizleri anlatıyor da anlatıyor.
Sayın Albayımız Sadi KOÇAŞ’ın anlatımına göre Dündar Seyhan da Amerika’daki
konaklamayı ayarlıyor. Alpaslan Türkeş Genelkurmay NATO şubesinde, Orhan
KABİBAY CENTO Şubesinde görevli. Taşlar yerli yerinde.
Daha önce Talat Aydemir’in katakulli taktiğiyle Kore’ye gitmesini el çabukluğuyla
halledip tehlikeyi önlediklerini belirtmeden de geçemiyor .
Ve 27 Mayıs oluyor. Kolay mı, onun çok emeği geçmiş. Cemal Gürsel' le teması
sağlayan o. Osman Köksal'ı tayin şubesinin başına getiren o. (Osman Köksal da
hareket öncesi Afganistan’a gitmeye çabalamıştı, ama olmamıştı. Kendini
hareketin ortasında bulmuştu). Önce kimse onun bu hizmetini hatırlamıyor, ya da
hatırlamak istemiyor.
BULUNMAZ HİNT KUMAŞI
Sadi KOÇAŞ da genç yaşında, 42 yaşında hayatının 2. baharına başlıyor.
Subaylıktan ayrılıyor. Sivil olarak hizmetine devam edecek. İlk bahar dönemini
büyükbaş aramakla geçirmişti. Artık sıra ondaydı. Gereken eğitim ve kültürü
İngiltere’de almıştı. O artık ‘büyükbaş’ olacaktı. Ve bundan sonra değeri birden
anlaşılıyor, Bulunmaz ‘Hint Kumaşı’ oluyor. Üsteki büyükbaşlar onu altına almaya
çabalıyor. Küçük başlar da onun altına girmeye can atıyor. Ama herkes her konuda
ona koşuyor, o da herkese koşuyor. Ne de olsa İngiltere’de kazandığı tecrübenin
bunda çok büyük payı vardı. Cemal Gürsel onu kontenjan senatörü yapıyor. Tabii
Senatör olamamıştı. Olsun, bu da ömür boyu olmasa da idare ederdi. Sonra bir
daha yapılıyor, oluyor 8 sene senatörlük. Bir de İsmet Paşa milletvekili yapıyor:
Alın size bir 4 sene daha. 12 Mart 1971 sonrası paşalar da onu başbakan
yardımcısı yapıyor. Çıktığı en yüksek makam da bu oluyor.
Ermeni meselesinde, Kürt meselesinde velhasıl her konuda ahkam kesip duruyor.
Sağına aldığı Alpaslan Türkeş ve soluna aldığı Orhan KABİBAY’la gençleri
birbirine kırdırarak 12 Mart 1971 hadisesini yaratıyorlar. Ama olan oluyor. onun
da üstüne bir çizgi çiziyorlar. Yine de şükretsin “sol” ekibiyle kendini Ziverbey’de
bulabilirdi. Sağ ekibiyle yarasız beresiz bu olayı atlatıyor. İnönü, “11 lere
güvenilmez”, diyor. Dünyası kararıyor 11‘lerin başı olarak. Nasıl olur? O
İnönü’ye o kadar istihbarat taşımıştı.
Sonra düşüş başlıyor. Görevlendirenler onu geri göreve çekiyorlar.
12 Eylül 1980 sonrası Haydar Saltık Paşa’ya danışmanlık yapıyor. Kendi
danışmanları da 12 Mart’ taki değerli arkadaşları. Orhan KABİBAY, Numan Esin
ve Talat Turhan.
Talat Turhan’ı bakan yapmak istiyorlar. Haydar Saltık Kenan Evren’e iletiyor.
Kenan Evren’in cevabı net: “Başımıza dert almayalım.”
O ÇOK YÖNLÜ BİRİYDİ
İki taraflı çalışan görevliler bilinirdi. Ama o, yedi kocalı Hürmüz’ü geçmişti. Kaç
kişiyi idare ediyordu: İsmet İnönü, Talat Aydemir, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay,
Doğan Avcıoğlu, Alpaslan Türkeş, Orhan KABİBAY, Amerika, İngiltere, Sovyetler
Birliği vesaire vesaire… İstihbarat götürdü, getirdi. Bu işte uzmanlaşmıştı.
İstihbarat onun uzmanlık sahasıydı. İsmet İnönü’nün deyimiyle 1960-1970 seneleri
arasında 10 senede çok hizmet etmişti devletine. 27 Mayıs 1960, arkasından 22
Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 9 Mart 1971... İstihbarat, ordu içindeki ismiyle
ispiyon, halk deyimiyle bohçacı kadın.
O nedenle CHP ya da AP, İsmet İnönü, Demirel, Genel Kurmay, Kuvvet
Komutanları velhasıl her kim ki aklına MİT ya da İçişleri bakanlığına birisini
düşünse, ilk akla gelen isim o: SADİ KOÇAŞ.
Her ne kadar MİT içinden birileri onun Sovyetler Birliği istihbaratıyla fazla yüz
göz olduğunu düşünse de o, kurmay olarak hemen açıklayacaktır: Cumhurbaşkanı
Cevdet Sunay‘ın oğlu Atila ve Ertuğrul Alatlı ile kurduğu, Sovyetlerle alış veriş
yapan şirkettir bu yakıştırmayı yakasına rozet diye taktıran.
Eski ortağı 27 Mayısçı Ertuğrul Alatlı anlatıyor da anlatıyor bu önemli kişiyi. 12
Mart’tan tam 2 sene önce nasıl bakanlar listesinin hazır olduğunu, her yaptığını
hemen her ilgiliye bildirerek, kendini nasıl kamufle ettiğini. Nasıl sıkı bir
istihbaratçı olduğunu ve kendisini nasıl dolandırdığını...
OYNAŞMALAR
Ara sıra Amerika ile oynaşmaları; Amerika’ya karşı verdiği mücadele: Üsler, ikili
anlaşmalar, Amerika’nın tesirsiz hale getirilecek ya da kazanılacak kişiler olarak
belirlediği 50 kişi arasında ekibiyle beraber boy göstermesi..
Olacak o kadar da, İrfan Solmazer’in deyimiyle o da aldatmacası.. Sis bulutları …
Sol göstereceksin, sağ vuracaksın. Şaşıp kalacak ulema takımı eski dostlar. Aptal
Sol’um onu kendinden sanacak halbuki o, Memduh Tağmaç’ın, Cevdet Sunay’ın ve
bilumum büyükbaşların hizmetinde her türlü istihbarata, bohçacılığa hazır ve
nazır.. Herkesin gözde elemanı.
Nihat Erim kim mi? “12 Mart tan önce son aylarda hemen her gün beraber olup bu
işleri konuştuğumuz insandı” diye tanıtıyor Sadi KOÇAŞ.
İnönü, "seni, Nihat Erim’i Başbakan yapan adam, diye tanıyorlar" deyince,
”estağfurullah” o beni başbakan yardımcısı yaptı, diyecek kadar alçak gönüllü.
En büyük düşü yayınevi açarak, eczanelerde ve postanelerde satış noktaları içeren
dağıtım şebekesi kurup, Atatürkçü düşünceyi içeren kitapları dağıtıp diğer ideolojik
kitapların önünü kesmekti. Fırsat vermediler, zorla Başbakan Yardımcısı yaptılar.
O da 12 Mart 1971’ de ve 12 Eylül 1980 hareketi sonrası kitapların toplatılıp
yakılmasında yolgöstericilik yaptı.
Ortanın Solunu çok beğendi, CKMP’nin, sonra da MHP’nin ideologları Muzaffer
Özdağ ve Rıfat Baykal’ı dinledi.. Ah keşke onlarla beraber olsaydım diye iç geçirdi.
Çok beğendiği Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın, kanunları, devlet
gelenek ve göreneklerini hatta yakından bildiği kendi kişisel ahlak anlayışını bile
hiçe sayarak tamamen yalan ve yanlışlarla dolu suçlama bildirisi günlerce usulsüz
olarak TRT tarafından radyo ve televizyonda yayınlanırken, aklına kendinin devlet
gelenek ve göreneklerine ve usulüne uygun günlerce yayınlanan balyoz bildirisi
geldi. Aklına dava arkadaşları Talat Turhan ve Numan Esin'in dedikleri geldi.
“Sunay ve Tağmaç’larla reform olmaz”,demişlerdi.
10 yıl sonra 12 Eylül’de Kenan Evren ve Haydar Saltık’larla birlikte Atatürk’ün
Kurmayları olarak bir reform denemesi daha yapacaklardı. En çok saydığı ve
güvendiği sözüne en güvenilir devlet adamı İnönü de onu vurmuştu. Kendisinin
büyükbaş olduğunu sanmıştı. Ama diğer büyükbaşlar toslayıp, onu saha dışına
atmışlardı. Bir daha büyükbaş olmaya özenmedi. Büyükbaşın altında olmak ona
yeterdi de artardı bile. Böylece gelip geçen hizmet dolu ömrünü 1997’de noktaladı.
Onunla gurur duyan duydu.
Biz ne mi diyoruz? Alışkınız böyle tiplere. Bir Görevli gider, diğer Görevli yerini
alır. Dünya ve Türkiye tarihi devrimcilerin böyle Görevliler’e karşı mücadeleleri
ile doludur. Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Kontenjan Senatörü Başbakan
Yardımcısı, Yazar, Danışman. İspiyon, Bohçacı Kadın İstihbarat Uzmanı, Jurnal
Uzmanı, Görevli v.s v.s…..
GÖREVLERE DAVET
Biraz Sadi KOÇAŞ’ın kendi anlatımlarını okuyalım:
“1965 yılı Haziran içinde bir gün Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından davet
edilmiştim. Hemen konuya girmişti. İçişleri bakanı olmamı istiyordu. Bu konu
benim için bir sürpriz olmamıştı”
“Milli emniyet hizmeti başkanı sayın Ziya Selışık dedi ki “büyük bir hizmet ile karşı
karşıyasın KOÇAŞ. Ancak senin başarabileceğin, sana güvenebileceğimiz bir
hizmet var. Biliyorsun MİT kanunu çıktı. Bir Müsteşar, bir MAH Başkanı, bir de
İstihbarat Başkanı gerek; öyle üç insan ki Türkiye’nin kaderine hükmedecekler.”
“Yol boyunca hep düşündüm. Milli Emniyet için daha evvel iki kez teklif almış
kabul etmemiştim. Bu işi sevmiyordum.”
“Başbakan Ürgüplü, büyük vukufla, görevin öneminden ve özelliklerinden,
Amerika’da büyükelçi iken CIA hakkında edindiği bilgilerden ve Türkiye’nin
durumundan bahsettikten sonra, ‘bunları siz de biliyorsunuz. İkili anlaşmalar
hakkında söylediklerinizi unutmadım. Bu yüzden reddetmezsiniz diye
düşünmüştüm’ dedi.”
“Benim özel istihbaratıma göre, Genel Kurmay Başkanı oraya [MİT
müsteşarlığına] mutlaka muvazzaf bir asker gelsin ister.” Başbakan Ürgüplü dedi
ki ‘Doğru, öyle istiyordu. Fakat sayın Cumhurbaşkanı ile size karar verince,
evvelki gün kendilerini aradım. Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanı,
dördü birden en iyi seçimi yapmışlar’ cevabını vermişler.”
“Biz bunlarla görüşürken sayın İnönü’nün benimle görüşmek istediğini bildirdiler.
Yemeğe davet ediyorlardı. İsmet İnönü dedi ki “iyi seçtiklerini kabul etmek gerekir.
Fakat reddet bu görevi” dedi.
“bu mücadelede asıl güçlü ve etkili olan Amerikalılara ise söyleyecek sözüm
yoktur.”
“ben hümanist görüşlü, hem de Mevlana Celaleddin-i Rumi anlayışına göre
hümanizm anlayışı olan bir kişi idim. Hindistan büyükelçisi dedi ki
“Cumhurbaşkanı yardımcımız ekselans Zakir Husain resmi temasları dışında
sizinle de görüşmek arzusundalar.”
“Ekselans Zakir Husain dedi ki “İhtilalde Londra’da idiniz. Buna rağmen ihtilalin
lideri olan sayın Cumhurbaşkanı Gürsel, kendisini silahla başarıya götürenleri
değil de, sizi senatör seçti. Bunun bir anlamı olsa gerek.”
“Hindistan büyükelçisi dedi ki Cumhurbaşkanımızın dost olarak, özel mahiyette
görüştüğü bir kişisiniz Ankara’da .”
“Başbakan Demirel Ürgüplü’ye dedi ki ‘Sayın KOÇAŞ’ın yardımını ve iyi niyetini
de biliyorum. Bu sabahki konuşması ile de bunu bir daha gösterdiler. Yanınızda,
kendilerinden bu konuya şimdiye kadar olduğu gibi devam etmelerini ve bu kez de
yardımlarını benden esirgememelerini rica edeceğim. Bilmem kabul ederler mi?’
deyince pek sevinmiştim. “hizmet ve şeref telakki ederim” dedim.
“7 Temmuz 1966 günü Bursa'da idim. Akşam radyoda haberleri dinlerken, o gün
Milli Birlik Grubu sözcüsü, Tabii Senatör Sayın Haydar Tunçkanat'ın Cumhuriyet
Senatosunda yaptığı bir açıklama adeta tüylerimi ürpertmişti. Ama olayı ayrıntıları
ile öğrenememiştim. Ertesi günkü gazetelerden aldığım bilgiye göre; bir Türk, hem
de siyasi gücü olduğu anlaşılan bir kişi, 28 Aralık 1965 günü E.M. isimli bir
Amerikalıya gönderdiği bir raporla, Türkiye'nin o günkü siyasi durumunu kendi
görüşü açısından; yetki ile tahlil etmiş ve bu durumu düzeltebilmek için, isimlerini
verdiği 50 Türk'ün ya tesirsiz hale getirilmesi’ni veya kazanılmalarını tavsiye
etmiş.
E.M. adlı Amerikalı da raporu ve listeyi «ÇOK GİZLİ» işaretli bir mektupla,
Ankara'daki Amerikan Ataşemiliteri Albay Dickson'a göndermiş.”
AT İZİ İT İZİ
İşte o meşhur Amerika’nın taktiksel olarak “ at izi ile it izini” karıştırdığı ve ele
geçirilmesini sağladığı liste:
1. Kemal Satır; 2. Turhan Feyzioğlu; 3. Orhan Öztrak; 4. İlhami Sancar; 5. Bülent
Ecevit; 6. Feridun Cemal Erkin; 7. Lebit Yurdoğlu; 8. Suphi Baykam; 9. Orhan
KABİBAY; 10. Orhan Erkanlı; 11. Selim Sarper; 12. Hasan Işık; 13. Sıtkı Ulay; 14.
Coşkun Kırca; 15. Şefik İnan; 16. Osman Koksal; 17- Sadi KOÇAŞ; 18. Hüsnü
Özkan; 19. Celâl Erikan; 20. Refet Ülgenalp; 21. Refik Tulga; 22. Cemal Tural;
23. Necdet Uran; 24. Fahri Özdilek; 25. Mucip Ataklı; 26. Nuri Arslantaş; 27.
Ahmet Yıldız;28. Mustafa Ok; 29. Feridun Akkor; 30. Numan Esin; 31- Alpaslan
Türkeş; 32. Rifat Baykal; 33. Ahmet Tahtakılıc; 34. Burhan Apaydın; 35. Ahmet
Şükrü Esmer; 36- Cihat Baban; 37. Nadir Nadi; 38- Fethi Naci; 39. Ecvet
Güresin; 40. Refik Erduran; 41. Mustafa Azman; 42. Erol Simavi; 43. Prof. Dr.
Derviş Manizade; 44. Prof. Bahri Savcı; 45.. Prof. Muammer Aksoy; 48. Prof. Dr.
Edip Çelik; 47. Dr. O. N. Koçtürk; 48. Dr. Türkkaya Ataöv; 49. Ahmet Güryüz
Ketenci; 50. Yücel Akıncı
Amerika kimi kazandı? Kimi tesirsiz hale getirdi? Yaşayanlar bilir.
İçlerinden Mustafa Ok ilk açığa çıkan görevlilerden biridir. 1963 yılında 21 Mayıs
ihtilalini hazırlayan 7 kişilik merkez komitenin üyesidir. Gencecik 1568 Harbiyeli
cezalandırılırken mahkemede göstermelik müebbet hapis almasına rağmen
Yargıtay’da beraat ettirilmiştir. Köy İşleri Bakanı yapılarak hizmetinin karşılığı
verilmiştir. 12 Mart yaklaşırken Ortanın Solu’nun liderlerinden biri olmuştur.
Bülent Ecevit’in en güvendiği ekip arkadaşı olmuştur. Sadi KOÇAŞ, Orhan
KABİBAY ve Alpaslan TÜRKEŞ tanışık üçler. Onların etrafında dolanan isimleri
yeri geldikçe belirteceğiz.
ÇOK MÜSTESNA -M.R.A
Sadi KOÇAŞ yazmaya devam ediyor:
“1960 Eylül başında, Londra'dan Ankara'ya geleceğim günlerde, üzerinde
Montreux damgası bulunan, tanıdığım, ama yazıdan yabancı olduğu açıkça
anlaşılan sahibini hemen kestiremediğim bir yazı ile aldım ve adresim yazılı bir
mektup alınca hayret etmiştim. Montreux'de hiç tanıdığım yoktu. Ama zarfı açınca
problem çözüldü.
Mektup, Birinci Dünya Savasında, Kütülemare'de Türklere esir düşmüş, savaş
süresince galiba Yozgat veya Tokat civarında bir yerde enterne edilmiş, Türkçe
öğrenmiş, Türk dostu Channer adında bir İngiliz generalinden geliyordu.
General Channer, daha önce de Londra'da davet ederek tanıştırdığı M.R.A. (Moral
rearmament- Manevî Cihazlanma) teşkilatının lideri Dr. Frank Buchmann adına
beni Caux'daki genel merkezlerinde bir kaç gün misafirleri olmak üzere
çağırıyordu.
M.R.A. Komünizmle mücadele için A.B.D. de kurulmuş ve bütün dünyaya yayılmış
bir örgüttü. İsviçre hükümetinin hediye ettiği Caux şatosu Avrupa'daki genel
merkezleri idi. Asıl Merkez Amerika’da bir ada'da imiş. Londra dışında
Astonburry'de, XVII. yüzyılda yapılmış bakımlı bir bahçe içinde, İngiliz antik
mimarisinin örneklerinden biri olan şatoya benzer küçük bir bina da Londra
merkezleri idi.
Ayrıca, Tirley Garth'da geniş bir arazi içinde XIX. yüzyılda yapılmış bir
malikânede de İngiltere merkezleri vardır. Ve General Channer bir Pazar günü
beni, Londra'da bulunan sayın Prof. İrfan Şahinbaş’la beraber Astonburry'ye
yemeğe çağırmıştı. Bütün gayesi bu teşkilatı Türkiye'de güçlendirmek için benim
başkan olmamı temin etmek imiş. Dr. Buchmann örgüt mensupların gözünde bir
peygamberden farksızdı. Londra'da sık sık toplantılar tertipler, filmler gösterir, ve
aralarına almak istedikleri yabancıları da davet ederlerdi.
Hiç birisi hakkında kesin bir bilgim ve hiç birisine de mantıklı bir allerjim olmadığı
halde, kökü dışarıda her çeşit teşkilâta karşı toptan bir soğukluğum vardı. Bir kaç
kez, “Yurt dışında ve Türkiye'de” Mason derneklerine üye olmam istendiği zaman
da aynı tepkiyi göstermiştim. Bu yüzden M.R.A. Derneğine girmeyi, hele başkan
filân olmayı hiç düşünmüyordum.
Bir mektupla “Türkiye'ye gitmek üzere olduğumu, eğer imkân ve zaman bulursam
ileride bir gün Caux'ya gitmekten ve Dr. Buchmann'ı ziyaret etmekten memnun
olacağımı” yazdım. Hareketimden bir gün önce: “Lütfen Türkiye'ye gitmeden önce
bir iki gün için gelemez misiniz? Dr. Buchmann sizinle görüşmekten çok memnun
olacağını bildirmeye beni memur etti” diye bir telgraf almıştım. O gün
öğrendiğime göre bu, çok müstesna, çoğunlukla Devlet başkanlarına gösterilen
özel bir ilgi imiş.
“Maalesef iki gün sonra Ankara'da bulunmak üzere emir aldım. İlgilerinden dolayı
Dr. Buchmann'a ve size teşekkür ederim.” diye yazdığım telgrafı gören İngiliz
sekreterim:
“Dr. Buchmann'ın davetini red mî ediyorsunuz?” diye şaşıp kalmıştı. Ankara'da
konuyu Genelkurmay yetkilileri ile konuştum. “Kabul ediniz ve buradan dönerken
Cauz'a uğrayınız” demişlerdi. Bu sebeple Eylül ayı sonlarında Londra'ya
dönmeden önce, bir kaç gün ünlü Caux' şatosunda M.R.A. teşkilatının misafiri
oldum.
SEÇME MİSAFİRLER
Bütün dünyadan, her sınıf ve mevkiden misafirler vardı. Birkaç İngiliz ve Alman
milletvekili, birkaç Amerikalı ile General Channer’in özel dostu bazı İngiliz
asillerini orada tanıdım. Montreux ve Lausanne'a bakan şahane bir oda
ayırmışlardı. Genç bir Alman kızı da hizmetime memur edilmişti. Üniversite
mezunu ve çok zengin bir Alman ailesinin kızı olduğunu öğrenince şaşırmış ve: “İyi
ama bunun sebebi ne?” diye sormuştum. Gülerek: “ İdealim” demişti. Sonra orada
çalışan bütün genç kızların “galiba” birer aylık süreler halinde Caux'da Dr.
Buchmann'a ve misafirlerine hizmet etmek için gönüllü Alman, İngiliz, Fransız,
İsveç ve İsviçreli kızlar olduğunu söylemişti. Caux'da 3 gün kalabileceğimi
söylemiştim ilk gün. 5 gün bırakmadılar. Her gün uygulanan disiplinli ve programlı
bir hayatı vardı Caux'nun ünlü şatosundaki seçme misafirlerin.
EFSUNLU LİDER- ORHAN KABİBAY
ORHAN KABİBAY, her olayın içinde ve hatta başında olmasına “sol” gözükmesine
rağmen hiçbir takibata uğramayan “efsunlu lider”di.
Eylül 1963 günlü Sıkıyönetim Mahkemesi kararında şunlar yazılıdır:
“Diğer taraftan 14’lerden Orhan KABİBAY grubu ile 11’ler ile birleşme
arzusunda ısrar eden 22 Şubatçılar, 17 Nisan 1963 günü gece geç vakitlere kadar
İstanbul’da Piyerloti Oteli’nde toplandıkları ve bu toplantıda gayesi itibariyle
muhtelif grupları birleştirmek, uzun vadede de olsa hazırlık ve destekleyici grupları
tespit ederek prensip anlaşmasına vardıkları (Milli Emniyet raporları)
dosyasındaki mevcut belgelerden anlaşılmışsa da bu raporlar başvekaletçe deşifre
edilmesine kanuni hükümlere dayanılarak müsaade edildiğinden, bu raporlara
itibar edilmemiş ve delil hükmünde sayılmamıştır.” (s.29)
Aynı davada sanık olarak yargılanan, sevgili arkadaşı Alpaslan TÜRKEŞ’in evinde
bulunan ve dava dosyasına konulan [45 nolu özel dosya] dosyada şunlar yazılıdır.
“ hareket için KABİBAY ve Özdağ .. istihbarat için, Kaplan ve Şahin.. personel
Numan Esin, Rıfat Baykal … propaganda İrfan Solmazer, Fazıl Akkoyunlu …
(gerekçeli karar s. 169)
(Orhan KABİBAY, 1977 de kaza geçirince, “silah arkadaşı ve günün Başbakan
Yardımcısı” TÜRKEŞ derhal helikopter göndermiştir. Hizmetleri unutulmadığı için
Kamu kurumlarında Yönetim Kurulu üyeliklerine atanmıştır.)
KOKTEYL
“Orhan KABİBAY Kanadı : Bunlar 11 Havacı ekibi ile de birleşerek şöyle yeni bir
kadro teşkil etmişler, ve adlarını (27 Mayıs Cephesi) olarak tescil etmişlerdir. Ben
bu gruba (Kokteyl) grup ismini takmışımdır. Çünkü karmakarışıktır. Zorla bir
dolmuş kadrosuna itilmiş insanlardır. Mecburiyet tahtında birleşmişlerdir.
Kadrosu ileri gelenleri şunlardır :
1- 0rhan KABİBAY, 2- Orhan Erkanlı, 3- Dündar Seyhan,4- Kadri Kaplan [1970
lerin Halk Evleri Başkanı ve DEV-GÜÇ yöneticisi T.Ç.] 5-Necati Ünsalan, 6Halim Menteş, (11 Havacı ve üç havacı tabii senatörü temsil eder. Mucip Ataklı,
Emulllah Çelebi, Haydar Tunçkanat), 7- İrfan Solmazer, 8- Muammer Şahin
(TÜRKEŞ'i bırakmış, şimdi buradadır), 9- Daniş Çağlar, 10- Ruhi Soyuyüce.
Ben bu tipleri 22 Şubat gecesi de hakiki hüviyetleri ile bilmeyen bir insan değildim,
ama ne yazık ki eldeki kadro bu idi.” (Talat Aydemir-Hatıralar)
TEYZELER
“TÜRKEŞ’in evinde yakalanan ve özel dosyasının 45 numaralı evrakını teşkil eden
Arap harfleriyle yazılı kuruluş plânına göre ihtilâl karargâhı üç şube hâlinde
çalışacaktı:
1- İstihbarat, 2- Harekât, 3 - Personel.
Harekât kısmı KABİBAY ve Özdağ, istihbarat kısmı Kaplan ve Muammer Şahin,
personel kısmı Numan Esin ve Rifat Baykal tarafından tedvir edilecek; ayrıca Fazıl
Akkoyunlu ve İrfan Solmazer propaganda işi ile de uğraşacaklardı. Bu üçlü
karargâh sisteminde istihbarat ve personel kısımlarına fazlasiyle emniyet
verilmişti..
İş bu faaliyetlerini çok gizli yürütmek amacında olan 14’lerin kendi aralarında
şifre usulü de ihdas ettikleri TÜRKEŞ'e ait cep takviminden anlaşılmaktadır.
Meselâ Zeynep ismi İnönü karşılığında, Salih ismi TÜRKEŞ karşılığında, Ali
Haydar ismi R,ıfat Baykal için, Mehmet Nuri ismi (T) için, Muhlis ismi, Muzaffer
Özdağ için kullanıldığı gibi 22 Şubatçılar=Teyzeler; Silâhlı Kuvvetler=Tüccarlar;
Kara Kuvvetleri= Demirspor; Hava Kuvvetleri = Galatasaraylılar; Deniz
Kuvvetleri = Esnaf isimleri ile şifrelendirilmiş olup, bâzı tâbirlere de özel mâna
kazandırılmıştır.
Bu cümleden olarak (Emniyet işi tamam = Sıhhatimiz rahatımız iyi), (Emniyet yok
= Rahat yolculuk), (Gelmeyiniz = Rahatsız yolculuk) karşılığında kullanılmak
üzere tesbit edilmiştir. (TÜRKEŞ'in yeşil renkte 1/A numaralı İş Bankası cep
takvimindeki): Ayrıca TÜRKEŞ imzası ile dağıtılan gizli, beyannamelerle teşkilâta
eleman kazanmak için fikrî sahada bir zemin hazırlanmaya çalışıldığı müşahede
olunmuştur.
Siyasî bir Dernek yukarıda açıklandığı veçhiyle askerî maksatlar için kullanılan
karargâh sistemi ile idare edilemeyeceği gibi askerî şahısların siyasî derneklere
girmesine kanunî mesağ bulunmaması noktasından, isimleri yazılı subayların
Dernek faaliyeti ile bir hizmetleri olamıyacaği âşikârdır. Bu sebeple 14 lerin siyasî
dernek maskesi altında T. C. K. nun 146 ve 147 inci maddelerinde yazılı fiilleri
irtikâp için gizlice cemiyet teşekkül ettirdikleri sabit olmuştur.(1963-İddianame)
“SOL” KONTR-GERİLLA
Numan Esin; Orhan KABİBAY önderliğinde 12 Mart Sol Görünümlü Cunta
provokasyonunda, İrfan Solmazer ile birlikte başrol oyuncularından olacaktır.
Tecrübeli geçinen Talat Turhan da ne yazık ki bu oyunun İstanbul Bölge sorumlusu
olacaktır ve yedirtirilen kazığın CIA menşeli olduğunu anlatan 10’larca kitap
yazacak, ama nedense Orhan KABİBAY ve Sadi KOÇAŞ’ın rollerini saklayacak,
sadece Faik Türün ve ekibini hedef gösterecektir. ”Sağ” kontr-gerilla’yı
anlatırken, “Sol” kontr-gerilla’nın üstünü örtecektir.
Numan Esin’in anlatımlarıyla kendisiyle ve Orhan KABİBAY’la tanışalım.
TARİH YARATAN ADAM
(Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları-Doğan Kitap) Numan Esin
İlkokulda en büyük arzusu "tarih yaratan adam" olmaktı.
27 Mayıs'ta yıldızı parladı. Kendi anlatımına göre 27 Mayıs öncesi çeşitli
toplantılara katılmıştı. "27 Mayıs"ta da İstanbul Sıkıyönetim Karargahı'nda
Binbaşı X olarak görev yapmıştı. Buradan ihtilal hareketini “idare” etmişti.
Bu kadar çalışmasının bedelini almak için Ankara’ya koştu. Türkeş’in arkasında
saf tutarak MBK üyesi oldu. O kadar komite çalışmalarına kendini vermişti ki, ne
olduğunu anlamadan 13 Kasım 1961 de kendini İspanya'da buldu. Madrid’de
aileden gelen bezirgan yapısı nedeniyle, ileride yapacağı kavun ticaretinin
özelliklerini öğrendi. Çok değerli, bilgili bir kişiydi. Herkes ona gelip akıl danıştı.
O da gelenlere akıl ve öğüt verdi.
Türkiye’ye döndü. Baktı, genç subayları Talat Aydemir kandırıyor, dayanamadı;
Bulduğu genç subaylara öğüt vererek onların 21 Mayıs 1963 hadisesine katılarak
ceza almamaları sağladı.
YATAKALTI LİDER
21 Mayıs 1963 hadisesini, kitabında yazdığına göre “her silah patlayışında yatağın
altına saklanan Alpaslan Türkeş’le” birlikte izledi.
Korkusuz Başbuğu ile beraber MHP yi oluşturdular. Arkadaşını hiç yarı yolda
bırakır mıydı? Başkan yardımcısı oldu. Sağ dinamikleri örgütledi. Ucu ucuna
milletvekilliğini kazandı. Ama iptal ettiler, yanlış hesaplanmış.
Arkadaşlık bitti. O zaten "ulusal solu" yaratmak için ordaydı. Ama Türkeş’le
olmuyordu. Her yerde ve her şeyde hep birinci olan bu zehir gibi kurmay, bunu
anında anladı. “Türkeş şüpheliydi, ama demokrattı.” Dündar Taşer’i o öldürtmüş
olamazdı”
Sol dinamikleri örgütlemeye başladı. O doğuştan örgütleyiciydi. Çocukluk anıları
bunlarla doluydu. Örgütlemek için can atıyordu. Yeter ki ona "ha" desinler.
27 Mayıs’ın 31. yıldönümünde; 1991 senesinde İrfan Solmazer’in öncülüğünde
yapılan “27 Mayıs Hareketinin içine nasıl ettik” toplantısında nelerin nasıl
olduğunu öğrendi. 13 Kasım’da kalıpta tabii senatör olan ve kendini dışarı atanlar
anlattı, O dinledi. 38 MBK üyesinden hayatta kalanlar bir araya gelip hasret
giderdiler. 31 sene sonra "27 Mayıs"ın ne hale geldiğini görerek gururlandılar. Ne
kurmaymışız diye övündüler. Çizgi dışına çıkan Talat Aydemir, Fethi Gürcan,
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Saffet Alp, Ömer Yazgan ve niceleri cezalarını
çekmişlerdi. Onlar ise "çizginin " içine girmişler gereken çevrelere güven
vermişlerdi. Vehbi KOÇ çocuklarının düğünlerinde nikah tanıklığı yaparak O'nu
onurlandırmıştı.
ABDÜLHAMİT DÜŞERKEN
"27 Mayısçı Yüzbaşı" gerilerde kalmıştı. 2005 yılında gözü TRT de oynayan filme
takıldı. “Abdülhamit Düşerken” filmindeki O Subay’la ne anlatılmak isteniyordu?
Dışişleri Bakanı asılır mıydı?. O İttihat Terakki’nin en önemli üç üyesinden biri idi.
Kendisi de 27 Mayıs’ın MBK’sinin önemli üyesiydi. Rahatsız oldu. Kanal
değiştirdi.
O artık zengin bir işadamıydı. 27 Mayısçı’ydı.
Binbaşı Fethi Gürcan 27 Mayıs uğruna ipte can vermişti ama, kolay mı, O’da
Vakıflar kurarak, Roteryan olarak, 27 Mayıs uğruna lobilerde, otel salonlarında
mücadele veriyordu. Onda ki yeteneği gören işadamları onunla çalışmak için can
atmışlardı. Sonrada Yüce Tanrı " yürü ya kulum" demişti. O da kitabında
sayfalarca iş tecrübelerini anlatıyordu., gençler faydalansın diye. 12 Mart
anılarına gelince, keskin bir fren..... Birkaç sayfa yeter.
Solcusuyla sağcısıyla iç içeydi. Her ne kadar 9 Mart 1971 sonrası, neredeyse
Ziverbey’de gazi oluyordu, ama neyse ki kendisinin "camiden geldiğini" ispat
etmişti. Sonrasında da Sol’a ihanet etmediğini, çıkardığı Vatan Gazetesi ile ispat
ettiğini düşünmüştü. MBK-MHP- Devrim gazetesi-Ulusal Solculuk-Ziverbey...
Nerden nereye. İnsan dediğin kuş misali, bugün burda yarın orda.
Şimdi Ziverbey dostlarıyla beraber ve işadamlarıyla omuz omuza vakıflarda,
Avrupa yollarında. 27 Mayıs’ı da unutmadı. 1961 Anayasası ve Çağdaş Demokrasi
Vakfının başındaydı.
Kökü dışardan örgütlerden sakınırdı, yakın dostları ve dünürü ikna etti. Beyoğlu
Rotary Kulübü'ne üye oldu ve 2000 yılında başkan oldu. Yüksek tempolu bir
çalışmaya girdi. En önemli sosyal yaramız "sokak çocukları" konusuna idealistçe
yanaştı.
Soldaydı, sağdaydı, radikaldi, nakliyeciydi ... Neyse ne… Bize ne? Tasası bize mi
düştü?
Bildiğimiz tek şey var: Numan ESİN adlı kişinin “Devrim ve Demokrasi Bir 27
Mayısçının anıları” ibretle okunacak bir kitaptır. Hayret ettiğimiz bu kişilerin “27
Mayısçı” kimliğiyle ortalıkta gezinmeleridir. Tabi bunlara, onlarla aynı yapıdaki
“27 Mayısçı” geçinen medya çanak tutmasa, gezebilirler mi?
Suratlarına geçmişleri, yaptıkları vurulmuyor. Yaptıkları yanlarına kâr kalıyor.
Tabii ki en büyük suç bizde. Geç kaldık bu kişileri sergilemeye.
1993’de bitirmiş kitabını. Yüzü tutmamış herhalde o zaman yayınlamaya. İhtilalin
Süvari’si kırbaçlamış olsa gerek bu çıkışı.
27 MAYIS’IN ŞEHİTLERİ
İhtilalin Süvarisi'nden 2004 yılında gazetede çıkan bir yazı sayesinde haberdar
olmuş ve kitabı alıp okumuş. Böylece Fethi GÜRCAN’ı tanımış. O’na ve Talat
Aydemir’e “27 Mayısın Şehitleri” unvanını uygun bulmuş. Anılarının sonuna bunu
eklemeyi unutmamış.
O kurmaydı. Verilen savaşta elbet şehitler olacaktı. Önemli olan kalanlardı.
Kalanların 27 Mayıs için yaptıkları ve 27 Mayıs’ın vardırıldığı nokta gurur
kaynakları. Ne kadar övünse az. Kalkıp ayakta alkışlamalıyız O’nu.
Numan Esin’in yazmadığı 9-12 Mart'daki rolünü ve "yarattığı tarihi" biz
anlatacağız.
Aşağıda Ziverbey'de işkence altında alınan ifadesini yayınlıyoruz. Bunu kitabında
göremedik. Biz işkence altında olmadan çok şey yazacağız.
Banka soydu, devleti yıkacaklar diye bir avuç genci asan, öldüren zihniyetin
yüzündeki örtüyü kaldıracağız.
Deniz-Hüseyin-Yusuf 6 Mayıs 1972’de asıldılar. 146/1 den.
Tam bir sene sonra bu beylerin kulağı da çekiliverdi. Ah Faik TÜRÜN ah... Bir
feryat bir feryat...
Buyrun, okuyun... Ama unutmayın ki bunlar işkencede uydurulmuş ifadeler... Bu
yüzden beraat ettiler.
NUMAN ESİN'İN İFADESİ (31 Mayıs 1973)
"1969 yılının ilkbaharında, muhtemelen Haziran ayında Ankara'da bulunduğum bir
gün işyerime telefon ederek Orhan KABİBAY beni Ankara Güvenevler semtindeki
evinde görüşmek için yemeğe davet etti. Orhan KABİBAY'ın bu çağrısı üzerine,
arabamla Orhan KABİBAY'ın evine gittim. Yanılmıyorsam, evinin altında
mobilyacı veya bir postane vardı, ikinci katta olan ve "L" şeklinde salonu bulunan
evde bir köşeye çekildik. Ve ikimiz günün aktüel konuları hakkında görüşmeye
başladık.
Bu, arada Orhan KABİBAY, bana "Memleketin bir keşmekeş içerisine girdiğini,
siyasî ve iktisadî durumun kötüye gittiğini, iktidar partisinin vaziyete hakim
olamayacağını ve bu durum karşısında ordunun iktidara er geç el koyması
gerekeceğini veya duruma müdahale edeceğini" söyledi.
BATUR-GÜRLER-KAYACAN-ACUNER-ATAKLI
Kendisinin bu mülahazayla o dönemde Hava Kuvvetleri Kumandanı olan
Orgeneral Muhsin Batur, 2. Ordu Kumandanı olan Orgeneral Faruk Gürler ve
Donanma Kumandanı olan Oramiral Kemal Kayacan ile eski Millî Birlikçilerden
Ekrem Acuner'le ve Mucip Ataklı ile temasının olduğunu, ayrıca Ekrem Acuner ile
Mucip Ataklı'nın da, ayrı ayrı bu üç kumandanla temas ve münasebetinin
sürdürüldüğünü, bu irtibattan ve münasebetten amacın mevcut siyasî ve iktisadî
durumu takip ederek, gelecekle doğabilecek ihtimallere göre zamanında tedbir
içinde olmak ve müdahale etmek olduğunu bana ifade etti. Ve arkasından bu yüksek
kumandanlarla temas ve işbirliği halinde bulunduğunu da anlattı. Bana bu durum
içerisinde kendisiyle çalışıp çalışmayacağımı sordu.
Ben de kendisine bu kumandanları yakinen tanımadığımı, fikir ve inançlarım
yakinen bilmediğimi söyledim. Beni temin etti. Her bakımdan güvenilir ve değerli
kimseler olduğunu söyledi. Ve arkasından da bu çalışmalara Mucip Ataklı ve
Ekrem Acuner'in de dahil olduğunu fakat Ekrem Acuner'in kumandanlardan
ayrılarak kendi başına bir çalışma içerisine girdiğini, bu sebeple Faruk Gürler'in
Ekrem Acuner'e karşı cephe aldığını anlattı.
TAMAMDIR
Orhan KABİBAY'a kumandanların, bu konuda ne dereceye kadar istekli ve kararlı
olduklarını sordum. "Tamamdır, kesin olarak kararlı ve isteklidirler, ben
kendileriyle her hususta hemfikirim ve onlarla beraberim, daha ne istiyorsun"
karşılığını verdi. Ben de yukarıda zikrettiğim gibi Faruk Gürler Paşa ile Muhsin
Batur Paşa'yı yakından tanımadığımı, sadece Oramiral Kemal Kayacan Paşa'yı
1963'ten beri tanıdığımı söyledim. Bana,"Zamanla sen de bu kişileri tanıyıp
beğeneceksin ve sayacaksın" dedi. Böylece teklifini olumlu karışlayıp, bu
faaliyetlerin içerisine girmiş bulundum.
DOĞAN AVCIOĞLU-İLHAN SELÇUK-İLHAMI SOYSAL
Bu ilk buluşma ve konuşmamızdan sonra tahminen 10-15 gün kadar sonra Orhan
KABİBAY beni tekrar aradı. Bu defa da evine çağırdı. Gittim. Orada bana bu
faaliyetlerle ilgili olarak Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal ve İlhan Selçuk'la da
anlaşmış olduğunu, onları da bu faaliyete dahil ettiğini, daha doğrusu yapmış
olduğu teklifin bu kişiler tarafından da kabul edildiğini söyledi. Ve bu arkadaşların
beni aralarında görmekten kıvanç duyacaklarını da beyan etti. Ben de kabul ettim,
İlhami Soysal'ın Çankaya Gazeteciler Sitesi'ndeki evinde bu maksatla verdiği
yemeğe katıldım.
Orada İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Orhan KABİBAY ve ben
toplandık. Hem yedik ve hem de karşılıklı görüş teatisinde bulunduk. Ve bu
toplantıları sık sık tekrarlamaya ve buna göre çalışmalarımızı sürdürmeye karar
verdik. Bu toplantımız tahminen 3.5-4 saat kadar sürdükten sonra evlerimize
gitmek üzere oradan ayrıldık.
İlhami Soysal'ın evindeki toplantıdan tahminen 10 gün sonra bu defa Orhan
KABİBAY'ın evinde toplanılmasına, yemek yenilmesine lüzum görüldü. Orhan
KABİBAY'ın vaki daveti üzerine anlaşıldı. Nitekim kararlaştırılan günün
akşamında Orhan KABİBAY'ın evine gittim. Ben eve gittiğimde içeride Orhan
KABİBAY, llhami Soysal, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu bulunuyorlardı.
Birlikte oturduk, konuşmalardan bu üç yazar arkadaşa da, Orhan KABİBAY
tarafından, kumandanlarla yaptığı temas ve faaliyetleri hakkında bilgi verilmiş
olduğunu anladım. Böylelikle aramızda bir gaye birliğinin doğmuş olduğu
görülüyordu.
FAKİH ÖZFAKİH
Toplantı esnasında Orhan KABİBAY, oluşturulan bu grup içerisine Fakih
Özfakih'in dahil edilmesinde fayda mülahaza ettiğini öne sürdü. Ve bu konu
hakkında, bizlerin fikrini aldı. Ben şahsen Fakih Özfakih'i tanır, beğenir ve takdir
ederdim. Hattâ ona güvenirdim de. Bu hissiyatımı bu toplantıda dile getirdim.
Diğer arkadaşlar Fakih Özfakih'i yakinen tanımadıklarını, bizim karara tezkiyemiz
üzerine itirazları olmadıklarını belirttiler.
Orhan KABİBAY'ın, Fakih Özfakih'e durumu açmasını ve ona teklifi yapmasını,
müsbet sonuç aldığında müteakip toplantımıza davet etmesini söyledik. Bu
toplantımız da bir önceki gibi 3-3,5 saat kadar sürdükten sonra dağıldık.
3. toplantımızı, Fakih Özfakih'in Ankara, Kocatepe semtindeki evinde yaptık. Evde,
Av. Fakih Özfakih, Orhan KABİBAY, Ilhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk
toplandık, İlhan Selçuk ikâmet yeri İstanbul'da olduğundan toplantılara ya kendisi
Ankara'da bulunduğu bir sırada katılıyor veyahut da Orhan KABİBAY tarafından
telefonla davet edilmesi üzerine geliyordu. Bu toplantıda bulunan Fakih Özfakih
aslen Konyalı olup, Taşkent kazası halkındandı. Aynı zamanda avukattı. 1965
senesinden beri de Orhan KABİBAY'la beraber CHP milletvekilliği görevini
yapmaktaydı, ikisi arasındaki dostluk partiden gelmekteydi.
Fakih Özfakih aynı zamanda Orgeneral Faruk Gürler'in avukatı ve yakın adamı
idi. Bu arkadaş da, bu üç kumandanın (Gürler, Batur, Kayacan) bir faaliyet
içerisinde olduğunu ve bizlerin de bu faaliyet bünyesinde harekete katılmış
olduğumuzu biliyordu. Bunu Orhan KABİBAY kendisine daha evvel söylemiş.
DEVRİM DERGİSİ
Bu evdeki toplantıda bir yayın organına ihtiyacımız olup olmayacağı konusu
görüşüldü. Neticede fikirlerimizi aksettirecek haftalık bir derginin çıkarılmasının
lüzumlu olduğu kanaatine vardık. Ve bir gazetenin çıkarılması hususlarını
planladık.
Gazeteyi yani haftalık dergiyi Doğan Avcıoğlu sevk ve idare edecek, sorumlu
müdürü olacak, İlhami Soysal ile İlhan Selçuk da yazıları ile dergiyi takviye
edeceklerdi. Derginin finansmanı için Cemal Reşit Eyüboğlu ağırlığı teşkil
edecekti. Bizler de bu dergi için mali yardımda bulunacaktık.
Burada yapılan konuşmalardan sezinlediğime göre, Cemal Reşit Eyüboğlu, Doğan
Avcıoğlu'na bağlı olarak faaliyete katılacaktı. Daha doğrusu faaliyette idi.
Çıkarılması düşünülen haftalık gazetenin finansmanına bir adî ortaklık yoluyla
gidilecekti. Bu ortaklığın büyük payını Cemal Reşit Eyüboğlu verecek, ben, Coşkun
Bölükbaşıoglu (Ankara'da münteşir, iş ve Ekonomi gazetesi sahibi) ve Doğan
Avcıoğlu mahdut hisselerle katılacaktık.
Benim katılma payım 6.000.- TL idi. Coşkun Bölükbaşıoğlu ve Doğan Avcıoğlu'nun
hisseleri bu miktar civarında idi. Sadece Cemal Reşit Eyüboğlu'nunki 100.000.-TL
idi. Bunun için bir adî ortaklık mukavelesi yaptık. Bu mukavele örneklerinden biri
benim şahsî evraklarımın arasında mevcuttur. Gerekirse bunu ibraz edebilirim.
Toplantımız 3 saat kadar sürdükten sonra evden ayrıldık.
CEMAL MADANOĞLU-OSMAN KÖKSAL
Bu sırada, yani 1969 yılı Ağustos ayı başlarında, ben işim sebebiyle Tahran'a ve
Kuveyt'e gittim. Bu seyahatim 20 gün sürdü. Ankara'ya dönüşümde Orhan
KABİBAY'ı aradım. Kendisini yazıhaneme davet ettim, geldi.
Bana, "Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal'ın kendisiyle görüştüğünü, Doğan
Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve İlhamı Soysal'ın bu iki zatın aramızda bulanmasını arzu
ettiklerini, benim buna bir diyeceğim olup olmadığını" sordu.
Ben de Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal'ın benim için meçhul olmadığını,
kendilerini çok iyi tanıdığımı, kendileriyle değil böyle bir konu için, herhangi başka
bir iş için dahi beraber bulunmayı arzu etmediğimi kesinlikle ifade ettim. "Adımı
her ikisinin adının yanına koyduramam" dedim. Her ikisinin kişiliklerinin bizce
belli olması yanında, bu arkadaşların bizim dışımızda gizli bir faaliyet içinde
bulunmaları sebebiyle aramıza alınmalarının tehlikeli ve zararlı olacağını yine
kesinlikle Orhan KABİBAY'a anlattım.
Orhan KABİBAY bana "Prensip itibariyle haklısın, ama bu görüşünüzü o
arkadaşlara nasıl kabul ettireceğiz, bunu bilemiyorum" dedi. Derhal toplantıya
arkadaşları çağırmasını istedim. Orhan KABİBAY'ın evine geldiğimin ertesi günü
toplandık. Bu toplantıya Orhan KABİBAY, Fakih Özfakih, Doğan Avcıoğlu, İlhami
Soysal, İlhan Selçuk katılmıştık.
Orhan KABİBAY'ın ilk konuşmasından sonra sözü ben aldım, Cemal Madanoğlu ve
Osman Koksal hakkında görüşlerimi açıkça ifade ettim. Ve "Cemal Madanoğlu ile
Osman Köksal bu topluluğa girerse ben çıkarım" diyerek ağırlığımı koydum.
Arkadaşlar bana "Sen hissi hareket ediyorsun, 13 Kasım'ın acısını hâlâ
unutmamışsın, halbuki memleket meselelerini görüşmekte şahsî hisler değil, akıl ve
mantık rol oynar" diye karşılık verdiler.
ÜÇ YAZAR
"Cemal Madanoğlu'nun 1960'dan bu yana fikir bakımından çok yetiştiğini,
memleket meselelerini çok iyi kavradığını" söylediler. Bu hususta bilhassa, üç
yazar, yani İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu ve İlhamı Soysal direttiler. Ve kendisinin
memlekette büyük şöhreti olduğunu, her türlü harekette şöhrete ihtiyaç
bulunduğunu, o bakımdan kendisinden yararlanmak icap ettiğini söylediler. Ben
buna da karşı çıktım. Toplantı benim bu itiraz etmeme rağmen bir karara
varılamadan nihayet buldu.
Tahminen 1969 yılı Eylül ayına rastlayan son toplantıdan sonra, bir iki defa şahsen
Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal beni iknaya çalıştılar. Fikrimde ısrar ettim.
Bunun üzerine birkaç gün sonra da, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal
beni ziyarete yazıhaneme geldiler. Fakih Özfakih ve Orhan KABİBAY'a da haber
vermişler. Fakih Özfakih geldi. Orhan KABİBAY gelmedi, İlhan Selçuk, diğer
arkadaşları, yani Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal adına "Artık bizimle beraber
olmak istemediklerini ve faaliyetlerini ayrıca kendileri yürüteceklerini" beyanla,
soğuk bir hava içinde yanımızdan ayrıldılar. Biz de Fakih Özfakih'le bunu kabul
ettik ve sonucu Orhan KABİBAY'a bildirdik.
CHP MİLLETVEKİLİ
Bu arada 1969 yılı Ekim ayı seçimleri araya girdi. Bu mülahazayla
çalışmalarımıza ara verdik. Orhan KABİBAY'ın İstanbul’dan CHP milletvekili
seçilmesi için ben de çalıştım ve kendisine destek oldum. Orhan KABİBAY'la 1959
yıllarından beri iyi tanışır ve görüşürdük. 27 Mayıs ihtilâlinde İstanbul’da beraber
hizmet gördük. Komitede beraber çalıştık, 14’1er olayında o da benim gibi yurt
dışına gönderildi. Kendisini sever ve beğenirdim. Bana nazaran daha yaşlı, rütbeli
ve tecrübeli bir büyüğümdü. Kendisine saygım vardır, ihtilâl döneminde kendisi
yarbay rütbesinde, ben ise yeni yüzbaşıydım. Orhan KABİBAY 1969 seçimlerini
İstanbul’da CHP listesinden kazanarak milletvekili oldu.
KURMAY YARBAY TALAT TURHAN
Orhan KABİBAY milletvekili olduktan sonra, 1970 yılının baharında emekli
Kurmay Yarbay Talat Turhan hakkında bana bilgi verdi. Kendisini çok eski
yıllardan beri tanıdığım, her bakımdan güvenilir, dürüst ve akıllı bir kimse
olduğunu, bu arkadaşı da kadromuza dahil etmekte fayda mülâhaza ettiğini
söyledi.
Ben, Orhan KABİBAY'ın bahsetmesinden önce Talat Turhan'ı bir iki defa emekli
Kurmay Albay Dündar Seyhan'ın evinde görmüştüm. Kendisi hakkında da o zaman,
müspet bir intibam vardı. Orhan KABİBAY'ın fikrine ben de katıldım.
Orhan KABİBAY kuvvet kumandanlarıyla ilgili faaliyetlerini Talat Turhan'a
nakletmek suretiyle ona da teklifte bulunmuş, o da bu teklifi kabul ederek aramıza
katılıp bu yolda çalışmayı yüklenmiştir. Böylece Orhan KABİBAY'a bağlı olarak
faaliyet gösteren grubumuz bünyesine yeni bir arkadaş daha girmiş bulundu.
Zaman zaman Orhan KABİBAY ve Fakih Özfakih'in evinde yapmış olduğumuz
toplantılarda Orhan KABİBAY ordudaki çalışmalarla ilgili bilgileri bize nakleder
ve ordu müdahalesinin gittikçe yakınlaştığını anlatırdı, söylerdi.
Orhan KABİBAY'la birlikte faaliyet içinde bulunmam sebebiyle Orhan KABİBAY'ın
İstanbul’da kendisine bağlı Silâhlı Kuvvetler mensuplarından bir grup
oluşturduğunu ve bu grup içinde Levazım Yarbay Hasan Yalçınkaya, Tank Yarbay
Mehmet Şahin, Piyade Albay Bedri Buluç, Piyade Albay Orhan Dengiz adlı
subayların bulunduklarını, Talat Turhan'ın da bu subaylarla temas halinde
olduğunu öğrenmiştim.
DR. MEMDUH EREN
1970 senesi içinde bir gün İstanbul’a geldiğimde Talat Turhan, beni kendisine
bağlı olan ve birlikte faaliyet yürüttükleri Dr Memduh Eren’in Kadıköy'deki
muayenehanesine götürdü. Ben, Dr. Memduh Eren'i 27 Mayıs ihtilâlini müteakip
günlerde şahsen ve ismen tanırdım. Fakat aramızda bir bağ yoktu. Dr. Memduh
Eren orada bir arkadaşı bana göstererek "Bu kişi köprüde çalışan, yani Boğaziçi
Köprüsü'nde çalışan jeologdur, size Boğaziçi Köprüsü hakkında istenilen izahatı
yapar" dedi. Ve bu arkadaş bize Boğaziçi Köprusü'nün ayakları hakkında ve evsafı
hakkında yeteri kadar bilgi verdi.
İRFAN SOLMAZER
Bilâhare, bu grubumuza İrfan Solmazer'i de kattık. Böylece Orhan KABİBAY'a ve
dolayısıyle Muhsin Batur, Faruk Gürler ve Kemal Kayacan'a bağlı olarak faaliyet
gösteren grubumuzun mensubu beş kişiye çıkmış oldu.
Bu grup, faaliyetini, öz olarak ifade etmek gerekirse ben, Orhan KABİBAY'a bağlı
olarak Deniz Kuvvetleri'nin genç subay kesimiyle ve aklımda kaldığına göre bu
subaylardan Sarp Kuray ve iki arkadaşıyla, Orhan KABİBAY ise Kara Kuvvetleri
mensuplarıyla, Fakih Özfakih parlamento, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa
Mahkemesi üyeleriyle ilişki ve faaliyette bulunuyordu. Talat Turhan ise Orhan
KABİBAY'a bağlı olarak İstanbul'da hem cuntaya dahil ordu mensuplarından
bazıları, hem de sivil kesimin belirli şahıslarıyla ilişkilerini sürdürüyordu.
Samimi olarak itiraf etmek gerekirse, Cemal Madanoğlu Cuntası ile birlikte
çalışmak istemememi gerektiren husus, bu kişinin sevk ve idaresi altında bulunan
arkadaşlarının fikir yapıları bakımından tasvip etmediğim kişiler olmasıdır. Meselâ
İlhan Selçuk benim değerlendirmeme göre Marksist-Leninist bir yazardır. Doğan
Avcıoğlu ise "Marksist'tir. İlhami Soysal için ise belirmiş bir kanaatim yoktu. Böyle
bir kadronun görev aldığı bir faaliyet içerisinde bulunmam uygun olmazdı.
Talat Turhan, bir konuşmasında, bana Hava Yer Yüzbaşısı Fevzi Özkaya adında
bir arkadaşın da, kendisine bağlı olarak kadro bünyesinde faaliyet gösterdiğini
söylemişti. Fakat ben bu yüzbaşıyı hiç görmedim. Yine bir gün Talat Turhan'la
buluşmamda adı geçen bana Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu mensubu olduğunu
iddia ederek eyleme geçen ve çeşitli anarşik olaylar çıkaran Deniz Gezmiş
hakkında "Biliyorum Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu olaylardan ötürü idama
mahkûm edildiler. Bunların idam edilmemeleri için kampanya açmak ve bir
faaliyete geçmekte fayda görenler var, bu iş için bana Hasan Basri Akgiray adında
bir savcı muavini müracaat etti. Osman Deniz de buna taraftar, bir kampanya
açalım mı? Siz ne diyorsunuz?" dedi. Ben de "Böyle bir şeye lüzum yoktur" dedim.
Ankara'da faaliyetlerimizle ilgili konular hakkında İrfan Solmazer'le görüşürken
İrfan Solmazer'in yanında Deniz subayı Sarp Kuray ve Askerî Tıbbiye öğrencisi
Cengiz Kılıç'ı gördüğümü, bu arada şahsen gördüğüm takdirde tanıyabileceğim
başka subay ve öğrencilere de orada tesadüf ettiğimi hatırlıyorum.
CELİL GÜRKAN-RAFET KAPLANGI-ADNAN ÇAKMAK
Rafet Kaplangı da faaliyetimiz içerisinde bulunan ve görev almış olan bir
arkadaştı. Kendisi temas ve faaliyetlerini Talat Turhan, Celil Gürkan ve Orhan
KABİBAY'la, sürdürürdü. Ben bu arkadaşı Talat Turhan'ın ve İrfan Solmazer'in
yanında müteaddit defalar gördüm. Şahsen kendisini sevmememe ve itimat
etmememe rağmen maalesef kadromuza mensup arkadaşlarımla temas ve
münasebetteydi. Emniyet Genel Müdür Muavini olan Adnan Çakmak'i 1965'ten
beri tanırım. Bu tanışıklığım, Adnan Çakmak'ın Dündar Seyhan'la samimi
oluşundan ötürüdür. Kendisiyle fazla bir münasebetim olmamıştır. Sadece Talat
Turhan'la Adnan Çakmak arasındaki münasebetin iyi olduğunu ve birbirlerinin
evlerine gidip geldiklerini biliyorum. Adnan Çakmak'ın Talat Turhan'la gizli bir
faaliyet içinde bulunduğunu bildiğini zannediyorum.
TAKSİM SOYGUNU
Muzaffer Yılmaz'ı tanımam. Taksim soygununu, İrfan Solmazer, Talat Turhan ve
ekibi benim malûmatım dışında yapmışlardır.
Bundan 8-8.5 ay evvel işim icabı Almanya'ya gitmiştim. Orada, İrfan Solmazer'i
ziyaret ettim. Daha doğrusu o beni gelip büromda buldu. Konuşmamız esnasında
adı geçen bana Mihri Belli'nin kendisiyle görüşmek için haber gönderdiğini, bu kişi
ile görüşüp görüşmeme hususunda tereddüde düştüğünü, bu husus hakkında benim
ne düşündüğümü sordu. Ben de "Sakın bu adamla konuşma, sonra bununla
görüştüğün öğrenilirse senin için hiç iyi olmaz, zira burada Millî istihbarat
Teşkilatı'nın adamları da var, üstelik bu adamla ne görüşeceksin?" dedim.
Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan'a avukatı ben tuttum. Zira bomba ve cunta
olayları ile ilgili olarak eninde sonunda tutuklanacağımı da biliyordum. Doğrusu
içim rahat değildi. Talat Turhan'a tutmuş olduğum avukat Gülçin Çaylıgil ile
avukat Ziyanur Erun'a bende bu olayla ilgili olarak vekâletnamemi vermiştim.
Talat Turhan'ın avukatlık ücreti 20.000.- TL. olarak kararlaştırıldı. Ben bunun
10.000.- TL.'sini vermeyi tekeffül ettim ve 5000.- TL.'sım peşin olarak verdim.
Mütebaki olan 10.000.- TL.'sını da Talat Turhan'ın ailesi ödeyecekti. Bütün
bunlara rağmen benim elimde muteber, yurt dışına çıkmaya geçerli, temdit edilmiş
bir pasaport olduğu halde, adalet önünde rahatlıkla hesap verip, vicdanen huzur
içinde olmak amacıyla yurt dışına İrfan Solmazer gibi kaçmadım.
DEVRİM HÜKÜMETİ
Cunta hareketinin muvaffak olmasından sonra kurulması düşünülen Kurucu Meclis
ve Devrim hükümetinin işleyiş ve kurulmasını düzenleyen Anayasa taslağının,
hazırlanmasında Hâkim Yarbay Emin Değer, Hukuk Fakültesi mezunu Topçu Pilot
Albay Hidayet Ilgar, Avukat Fakih Özfakih ile Hava Kurmay Albay İlyas
Albayrak'ın katkıları ve çalışmaları olmuştur.
Cuntanın İstanbul kesiminde faaliyet gösteren arkadaşlardan Levazım Albayı
Hasan Yalçınkaya'yı Orhan KABİBAY'ın çok yakını ve aynı zamanda faaliyet içinde
bulunan arkadaşı olması hasebiyle tanırım. Kendisini Ankara'da ve İstanbul’da da
görmüşümdür. Zaman zaman cunta faaliyeti ile ilgili olarak Hasan Yalçmkaya
Ankara'ya gelir, ben ve Orhan KABİBAY'la mezkûr konu hakkında görüşürdük.
Kendisi yanılmıyorsam o dönemde Kazlıçeşme'de 601. Levazım Tabur Kumandanı
idi. Benim de bu yere yakın bir yıkama-yağlama istasyonum vardı. Zaman zaman
yerime giderdim.
1970 yılının Haziran ayında, Talat Turhan'ın Ankara'dan dönüşünde, akşam üzeri,
evine uğramıştım. Çıkarken bana içinde ne olduğunu bilmediğim 2 paket kutuyu
Hasan Yalçınkaya'ya götürmek üzere emaneten verdi. Arabanın bagajına bunları
koydum. Geceyi Levent'teki evimde geçirdikten sonra, ertesi gün öğleyin Hasan
Yalçınkaya'yı taburunda ziyaretle ona emanetleri verdim. Ve odasına girerek bir
kahve içtim. Bu paketlerin ağırlıkları yaklaşık olarak 15'er kilodan 30 kg. idi. Bu
paketlerin içinde patlayıcı veya yanıcı bir madde olup olmadığını bilmiyorum.
Çünkü açıp bakmadım.
Bundan başka 1972 yılı Temmuz ayı başlarında yine Mercedes arabamla Talat
Turhan'ı Kumkapı'daki inşaatında ziyarete gitmiştim. O dönemde emekli olup
Aksaray'da lokanta açtığını söylediği Hasan Yalçınkaya'yı ziyaret edelim, dedi. Ben
de bu teklifini olumlu karşıladım. Gitmeden evvel bana "Burada Hasan'a
götürülecek 2-3 paket var, onları da yanımıza alalım" dedi. Ben de kabul ettim.
Yanına aldı bu paketleri ve aynı arabayla lokantaya gittik. Orada Hasan
Yalçınkaya'yı gördük. Ve Hasan'a bu paketleri Talat Turhan teslim etti. Paketlerin
üzerinde birtakım Almanca yazılar vardı. Bunların ağırlığı da bir önceki paketlerin
ağırlığındaydı. Fakat içinde olanı bilmiyorum.
İrfan Solmazer, yurt içindeyken, yani Ankara'dayken, daha önce elinde yurt dışına
çıkmak için pasaportu yoktu. Çıkışından çok kısa bir süre önce Ankara Emniyet
Müdürlüğü'nden temin ettiği pasaportla, uçakla Almanya'nın Münih şehrine
gitmiştir.
SİVİL KADRO
İrfan Solmazer o tarihlerde kurulmuş ve faaliyet halinde bulunan "Demos” Su
Ürünleri Anonim Şirketi’nin Avrupa'daki işlerini tedvir için Almanya'ya görevli
olarak gitmişti. Kendisini bu şirketin murahhas azası Ömer Boyar, Fethi Çelikbaş
(şirketin idare meclisi reisi), Süreyya Koç (mezkûr şirketin idare meclisi azası) ve
aynı zamanda İrfan Solmazer'in yazıhanesine sık sık gelip giden ve fakat mezkûr
şirketle ilgisi olmayan Urfa Mebusu İbrahim (soyadını hatırlamıyorum.
Cumhuriyetçi Güven Partisi üyesidir) tarafından bahis konusu iş için
gönderildiğini biliyorum. Demas'ın o tarihlerde Almanya'da bir şubesi yoktu. Bu
şube açılıncaya kadar İrfan Solmazer bizim şirketimizin Münih şubesinden işleri
için yararlanmıştır, İrfan Solmazer'e firmasının bu işle ilgili olarak 2500 Mark
aylık verdiğini biliyorum. Bu firma büyük ölçüde limon ihracatı yapan bir firmadır,
İrfan Solmazer'in parlamento çevresinde CHP ve CGP milletvekillerinden
arkadaşları vardır. Bu arkadaşlarından en çok samimi oldukları ve seviştikleri
parlamenterler eski Tarım Bakanı Turan Şahin, CGP'den İhsan Karadayı, bir
müddet Adalet Bakanlığı yapmış olan Fehmi Alpaslan'dır.
Dr. Memduh Eren, Talat Turhan, Orhan KABİBAY birlikte bir sivil kadro listesi
tanzim etmişler ve bunu Celil Gürkan'a götürüp vermişlerdir. Bunu Dr. Memduh
Eren Ankara'ya geldiğinde kendisiyle evimde yapmış olduğum konuşmada bana
söyledi.
Muhabere astsubayı olup 1. Ordu Karargâhı'nın Kripto mericezinde görevli
olduğunu bildiğim muhabere astsubayı Mahmut Dondurmacı'yı tanırım. Kendisini
Talat Turhan'ın yanında gördüm, Talat Turhan'ın bu arkadaştan muhabere
hizmetlerinde yararlandığını ve kendisinden bazı bilgileri aldığını biliyorum.
Mahmut Dondurmacı da Talat Turhan'a bağlı olarak oluşturmuş bulunduğumuz
kadronun bir mensubu idi.
MARKSİST-LENİNİST SUBAYLAR
Gerek Talat Turhan'ın ve gerekse İrfan Solmazer'in temasta bulundukları genç
subayların genel olarak Marksist-Leninist düşünceye sempati duyan ve hatta
Marksist-Leninistliği benimseyecek kadar işi ileriye götüren kişiler olduğunu
duymam ve bu arada memlekette Marksist-Leninistler tarafından sürdürülen silâhlı
eylemlerin vahameti ve bu kişilerle tanımadığım ve bilmediğim bazı genç
subayların da işbirliği içerisinde bulunduklarımı öğrenmem, bende haklı olarak
kaygı ve endişe yarattı, işte, bu anda düşünce ile hareket ederek yapacağımız
devrim hareketi muvaffak dahi olduğunda, bu komünist hareketleri bastırmanın
güçlüğünü idrak etmiştim. Bu düşünceyle cunta hareketinin İstanbul kesiminde
görevli bulunan, Kurmay Albay Feridun Besler'e endişelerimi söyleyerek şimdiden
gerekli tedbir almalarını ve ona göre planlı hareket etmelerini bildirdim.
Bu arada yine İstanbul’da Vilâyet Sivil Savunma Uzmanlığı’nda görevli olup da
bizim örgütsel faaliyetle ilgisi bulunmayan emekli subay üsteğmen, soyadını şimdi
hatırlayamadığım Ergun'a ve Ankara'da emekli kurmay albay eski İstanbul
Emniyet Müdürü ve bizim örgütsel faaliyetle ilişkisi bulunmayan fakat aşın
milliyetçi olan Muammer Şahin'e de bu endişelerimi açıkladım. Ve kendilerinden
bana bu konuda yardımcı olmalarını rica ettim.
Olaylar hakkındaki bilgi, görgü ve faaliyetlerim bunlardan ibarettir. Şimdi çok
pişmanım. Yüksek adalet önünde hesap vermek amacıyla Anayurt'ta kaldım. Aksi
halde firmamın dış bürolarının birine veya başka bir ülkeye yanımdaki pasaportla
yurt dışına çıkardım. Bir hatâ yaptım. Cezasını çekmeye razıyım, dedi. Yüksek sesle
okuduğu ifadesinin doğru yazıldığını beyan ettiğinden, altı birlikte imza edildi.
Necati TAN Recai ÜNAL
Em.Ş.I.Kom.Mua. Em.Ş.I.P.M.
Numan Sabit ESiN
Sanık
Mayıs 1973
6. BÖLÜM
YÜKSELEN DEVRİMCİ DALGA
Uyanış-Örgütlenme-Mücadele
GENÇLİK, GENÇLİK...
Gençliğin desteğini alarak yapılan 27 Mayıs İhtilali ile gençlik popüler bir konuma
geldi.
Dönemin gençlik örgütleri Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türkiye Milli
Talebe Federasyonu (TMTF), Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) 27 Mayıs’ı
destekliyorlardı.
27 Mayıs’tan sonra oluşturulan Kurucu Meclis’te gençliğe de yer verildi ve
1961’de yürürlüğe giren 27 Mayıs Anayasası’nın oluşumunda gençlik
kuruluşlarının da görüşleri alındı.
61 Anayasası gelince sola örülen duvarlar büyük ölçüde yıkılmış, kısmı bir
demokratik ortam doğmuş ve o güne kadar serbestçe tartışılamayan düşünceler
tartışılabilir hale gelmişti. Her çeşit sol kitap artık yayınlanabiliyor, okunuyor ve
tartışılıyordu.
1960'lı yıllar halk kitlelerinin özgürlükleri ve hakları konusunda bir uyanışı
yaşandığı yıllardır. Kuşku yok ki bu uyanışın ve buna bağlı taleplerin ileri
sürülmesine olanak sağlayan (sonradan egemen güçlerin `lüks' diye
nitelendirdikleri) 27 Mayıs Anayasası’dır. Bu Anayasa, basın özgürlüğüne,
yargının bağımsızlığına, sendikal haklara, üniversite özerkliğine ilişkin yasalarla
en azından sosyalist teorinin geniş zümrelerce tanınması ve pratiğe geçirilebilmesi
için gerekli ortamı hazırladı. Bu yıllar sosyalizm ile ilgili bir faaliyetin çığ gibi
büyüdüğü, yabancı dillerden kitapların çevrildiği, sol teorinin dergilerde hararetle
tartışıldığı ve 51 ilde seçimlere katılan Türkiye İşçi Partisi'nin, yüzde 2.83 oy
alarak 15 milletvekili ile parlamentoya girdiği yıllardır.
TİP MİLLETVEKİLLERİ
10 Ekim 1965 Miletvekili Genel Seçimi sonuçlarına göre 15 TİP milletvekili,
seçildiği iller ve aldığı oylar şu şekildeydi. Ali Karcı - Adana 7926 oy, Rıza Kuas Ankara 20264 oy, Tarık Ziya Ekinci - Diyarbakır 8867 oy, Yahya Kanbolat - Hatay
5371 oy, Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan, Sadun Aren - İstanbul 49422 oy, Cemal
Hakkı Selek - İzmir 15840 oy, Adil Kurtel - Kars 9333 oy, Yunus Koçak - Konya
6752 oy, Yusuf Ziya Bahadınlı - Yozgat 7086 oy. 11 milletvekili olarak kesinleşen
bu sayıya daha sonradan artık oyların partilere göre dağılımının hesaplanması
sonucunda eski Milli Birlikçilerden Muzaffer Karan Denizli'den, Şaban Erik
Malatya'dan, Kemal Nebioğlu Tekirdağ'dan, Behice Boran Urfa'dan milletvekili
olarak TBMM'ye girdiler. TİP'in geliştiği yıllarda ABD Vietnam'da batağa
saplanmıştı. Türkiye'deki ilerici insanlar, tüm dünyada olduğu gibi bu büyük
bağımsızlık direnişinden etkileniyorlardı.
TİP, Vietnam sergileri açtı. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, ABD'yi
Vietnam'daki suçları nedeniyle yargılayan ''Russel Mahkemesi'' nin üyesi seçildi.
O güne kadar mevcut sistem içerisinde klasik “düzenden yana iktidar” ve
“düzenden yana muhalefet” ikilemine paralel olarak oluşturulan, devletten maddi
destek gören yarı resmi öğrenci derneklerinin yanı sıra, fikir kulüplerinin
kurulmasıyla, kurulu düzene emekten yana bir bakışla eleştiri getirecek gençlik
örgütlerinin temelleri atılıyordu.
27 Mayıs’tan sonra gençlik ile ordu gençliğinin iktidarı arasında görülen uyumlu
ilişkiler, İsmet İnönü’nün Başbakan olarak görev yaptığı 15.10.1961 da kurulan
CHP-AP koalisyonu ve diğer CHP ağırlıklı iktidarlar süreci içerisinde yeniden
uyumsuzluğa dönüştü. CHP ağırlıklı iktidarlar 61 Anayasasının öngördüğü
reformları yapmadıkları gibi, kendilerini destekleyen gençlere de umut verecek
herhangi bir girişimde bulunmadılar. Üniversite harçlarının arttırılması ile de
gençliğin tepkisini üzerlerine çektiler. Harçların arttırılması MTTB ve TMTF gibi
gençlik kuruluşlarının yayınladıkları bildirilerle protesto edildi.
1965’ten itibaren gençlik eylemlerinin genellikle düzeni sorgulamaya başlaması ve
“düzene karşı” eylemlere yönelmesi ve “anti-emperyalist” bir yön almasıyla
gençler “düzen” partilerinden uzaklaşmış ve giderek tamamen karşıt bir noktaya
gelmiştir. Bundan sonra iktidarlarca gençliğe hep “potansiyel suçlu“ olarak
bakılmış, haklı eleştirileri dikkate alınacağı, sorunlarına çözüm getirileceği yerde,
yüksek öğrenim gençliğinin kendisi bizzat “sorun” olarak görülmüştür.
27 Mayıs 1960 sonrası siyasi arena oldukça hareketlidir. Özellikle sol kesimde
gençliği örgütlemek, kendi saflarına çekmek için yoğun bir çaba vardır. CHP, TİP
ve daha sonra MDD grubunu oluşturacak olan TİP dışında kalmış eski tüfekler ve
YÖN grubu, bu yönde en fazla çaba gösterenlerin başındadır.
Gençlik 27 Mayıs öncesi pratiğiyle, toplumdaki dinamik rolünü ve taşıdığı
potansiyeli ortaya koymuş, bu yanıyla 27 Mayıs sonrası toplumsal dinamiği
yönlendiren en hareketli kesim olmuştur.
SOSYALİST KÜLTÜR DERNEĞİ
Bu dönemde Gençlik dışında kurulan önemli bir Dernek de Sosyalist Kültür
Derneği’dir. Daha sonraları bir arada olmaları giderek zorlaşacak isimler, 18
Aralık 1962 de kurulan bu dernekte bir araya gelmişlerdi. Osman Nuri Torun, Atila
Karaosmanoğlu, Cahit Tanyol, Necdet Erder, Hilmi Özgen, Nurettin Şazi
Kösemihal, Hüseyin Korkmazgil, Nihat Türel, Tarık Ziya Ekinci, Erdoğan Alkin,
Işıl Ersan, Mükerrem Hiç, Merih Teziç, Metin Sözen, Gülten Kazgan, Cemal Reşit
Eyüboğlu, Güney Özcebe, Doğan Avcıoğlu, Nejat İzar, Türkkaya Ataöv, Erhan Işıl,
Mümtaz Soysal, Niyazi Ağırnaslı, Galip Aknil, Mehmet Selik, Aslan Başer
Kafaoğlu, Müşerref Hekimoğlu, A.Sırrı Hocaoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Reşat
Titiz, Yahya Kanbolat, Sadun Aren, Seyfi Demirsoy, İdris Küçükömer, Fakih
Özfakih, Asaf Ertekin, Abdullah Kızılırmak, Hamdi Konur, İlhami Soysal .
AJAN-HIZLI DEVRİMCİ
Bu kadar farklı siyasetten önemli isimler bir araya gelir de ajanlara görev düşmez
mi? Mahir Kaynak da kurucular arasındaydı.
Bu ortamda üniversitelerde, TİP’e sempati duyan öğrenciler tarafından fikir
kulüpleri kuruluyor ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)’nde
olduğu gibi daha önce var olan kulüplerde bu gençler etkin olmaya başlıyordu.
SBF Fikir Kulübünün yanı sıra 8.2.1963’de İstanbul Hukuk Fakültesi Fikir Sanat
Kulübü, 2.5.1963’de İktisatlılar Fikir kulübü kurulur. Mahir Kaynak burada da
başroldedir. Kulübün Yönetim Kurulu şöyledir. Mahir Kaynak (1.Başkan), Şuayıp
Dilmen (2.Başkan), Işıl Ersan (Sekreter), Nihat Başaran (Muhasip), Üyeler:
Erdoğan Aklan, Erol Manisalı, Yıldız Turan, Fikret Özkan, Mehmet Oğuz Yazıcı.
Şüphesiz ki, Mahir Kaynak örneğinde olduğu gibi, “ajanlar” da bu örgütlere
“temelden” yerleşiyorlardı. Deşifre olmasına rağmen günümüzde bile, bir şekilde
işlev gören Mahir Kaynak 60’lı yıllardan “deşifre edildiği” 71 yılına kadar, “hızlı
devrimci” rolündedir.
İstanbul’da kurulan örgütlerin kuruluş çalışmalarında da vardır. Devrimci Öğrenci
Birliği(DÖB)’ün, Demokratik Devrim Derneği’nin, Pahalılıkla Mücadele
Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katılacaktır. Devrimcilerin yaptığı
toplantılarda, en keskin konuşmaları yapanlar arasındadır. Konuşmalarında sık sık
“Devrimci mücadelenin gücü silahtır. Silahsız mücadele başarıya ulaşamaz:
Pasifizm’e son verelim.” türü kışkırtıcı cümlelere yer vermektedir.
ONLAR ORTAK, BİZ PAZAR
Türkiye ile AET’yi Gümrük Birliğine götürecek ve tam üyelik görüşmelerini
başlatacak Avrupa Topluluğu (AT) ile Türkiye’nin ortaklık ilişkisini belirleyen
Ankara Anlaşması, Yunanistan’ın toplulukla yaptığı ortaklık anlaşmasından iki yıl
sonra, 12 Eylül 1963’de imzalandı. Türkiye ve Yunanistan’la akdedilen bu
anlaşmalar, daha sonra yapılan ortaklık anlaşmalarından farklı olarak, iki ülkeye
de tam üyelik hakkı tanımış ve ortak üyeliği tam üyeliğe yönelik bir süreç olarak
öngörmüştür.
1963’de imzalanıp Aralık 1964’de yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile başlayan
Türkiye-AB (o zamanki AET) ilişkileri, giriş döneminin ardından, “geçiş” dönemini
yürürlüğe koyan, 1973 tarihli “katma protokolle” gelişme göstermiş ve 6 Mart
1995 tarihli Ortaklık Konseyi Kararı (OKK) ile de 1 Ocak 1996 tarihinde “Gümrük
Birliği” (GB) sürecine girilmiştir.
AB-Türkiye ortaklığının temelini atan 1963 Ankara Anlaşması'nda öngörüldüğü
gibi, Gümrük Birliği (GB) 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
YORGUN DEMOKRAT
AB konusundaki tartışmalar, bugün de sıcaklığını koruyor. Bu konuda çok net
olarak algılanmasını istediğimiz bir konu var.
Bugün de sistem ekonomik ve siyasi kriz içinde. “Sistemi Savunanlar” Avrupa
Birliği konusunda odaklanan bir çatışmanın içerisindeler. Bir yanda ABD ve AB’ye
koşulsuz teslimiyeti savunan, sistemin çıkmazının bu yolla aşılacağını, kendi
sınıfsal çıkarlarının böylelikle korunabileceğine inanan bir grup. Bu grup, dış
politikayı ABD’ye, ekonomiyi IMF’ye, hukuku ve demokrasiyi AB’ye teslim etmek
istiyor. “Serbest dolaşım” hakkının verileceğini, serbestçe Avrupa ülkelerine
giderek iş bulacaklarını, karınlarını doyurabileceklerini sanan halkımızın bir kısmı
ile; özlemleri olan ve fakat bir türlü gerçekleşemeyen, demokrasiye, insan
haklarına, özgürlüğe kavuşulabileceğini sanan “yorgun demokratlarımız” bunların
peşinden sürükleniyor.
Diğer yandan, üretmeden tüketen, bugünkü sistemin kötü koşullarından beslenen,
bu sistemin rantını yiyen ve bu sistemin bu haliyle aynen korunmasını ve kendi
ayrıcalıklarının sürmesini, statülerinin korunmasını isteyen grup var. Yıllardır,
diğerleri ile iktidarı paylaşan, ülkeyi içinde bulunduğumuz bataklığa sürükleyen bu
grubun AB’ye karşı görünmelerinin nedeni, asla emperyalizme karşı bir duruş,
sömürüye ve ülkenin sömürgeleştirilmesine bir karşı çıkış değil; ayrıcalıklarını ve
statülerini kaybetme ve çıkarlarını başkalarıyla paylaşmanın telaşıdır.
Bugüne damga vuran bu iki çıkar grubunun çatışmasıdır. Yurtseverler, bu iki çıkar
grubuna karşı da mücadele etmek durumundadırlar. Sisteme karşı olmadan AB’ye
karşı çıkılamayacağı gibi, AB savunularak, IMF’ye ve sömürüye karşı çıkılamaz.
Ulusunu
seven,
ülkenin
sömürgeleştirilmesine,
yağmalanmasına
ve
yağmalatılmasına karşı çıkan; bağımsızlıktan, demokrasiden ve emekten yana olan
insanların ilkesiz beraberliklerden, sapla samanın birbirine karıştığı
kamplaşmalardan uzak durması gerekmektedir. Gerçek yurtseverler, AB
teslimiyetçilerine karşı verdikleri mücadelenin yanısıra, madalyonun diğer yüzünde
yer alan, statükoyu korumak, despot iktidarlarını sürdürebilmek için AB’ye karşı
duruyor görüntüsü veren çıkarcılara ve etnik milliyetçi çevrelere karşı da mutlaka
mücadele etmek zorundadırlar. Bunlar da, emperyalizme atılacak her tokattan
mutlaka nasiplerini almalıdırlar.
İMZA’NIN KAZIĞI
1964 Mayısında meydana gelen Kıbrıs bunalımında Amerika Birleşik Devletleri
Cumhurbaşkanı Johnson’un mektubuyla ABD emperyalizminin çirkin yüzü gözler
önüne seriliyor ve gençlerin eylemleri anti-Amerikan bir yön alıyordu. Kıbrıs
bunalımı ve Johnson’un mektubuyla Türkiye gündemine gelen Türk-Amerikan
ilişkileri gençler arasında tartışılıyor, ulusal ilişkiler, ikili anlaşmalar, üstler,
altıncı filonun ziyaretleri panellerle, forumlarla, açık oturumlarla görüşülüyor,
Vietnam savaşının da etkisiyle Amerika’ya duyulan kızgınlık giderek eyleme ve
öfkeye dönüşüyordu.
ABD emperyalizmine bağımlılığın, ikili anlaşmaların ve Amerikan yardımlarının
gerçek yüzünün ne olduğu 1964 Haziranında “Kıbrıs Buhranı” sırasında açıkça
anlaşılır hale gelmişti.
Askeri alanlarda yapılan anlaşmalarla Türk ordusunun elinin kolunun bağlandığı,
Türk jetlerinin Kıbrıs’ı bombalaması üzerine dönemin ABD başkanı Johson’un
İnönü’ye gönderdiği mektupta çok kaba bir üslupla Türk hükümetine
hatırlatılıyordu.
“... Bay Başkan, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasında imzalanan askeri yardım
hususuna dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri
yardımın veriliş maksadının dışından gayri maksatlarla kullanılması için
hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetinizin bu
şartı tamamen anlayacağını ve Birleşik Devletlerden aldığı tüm askeri teçhizat,
mühimmat vs.’yi “Kıbrıs”a kullanacak olursa, ABD’nin bu duruma kesinlikle izin
vermeyeceğinin ...”
Kurtlar kuzu postlarından yavaş yavaş soyunmaya başlıyor ve Türkiye halkının
büyük tepkisini çekiyordu.
Acaba suçlular sadece Amerikalılar mıydı? Ülkeyi bu denli bağımlı hale
getirenlerin, ikili anlaşmalara imza atanların, bu anlaşmayı mecliste onaylayan
milletvekillerinin hiç mi suçları yoktu? Hatta Johson’un 12 Temmuz 1947 yılında
yapılan Askeri Yardım Anlaşmasına atıf yapan bu ünlü mektuba “....Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur.” diye cevap veren İnönü, bu anlaşmadan
habersiz miydi?
Amerika’yla yapılan ikili anlaşmalarla ülkemizin savunması, eğitimi, üretimi,
ticareti bütünüyle Amerika’ya bağımlı hale getirilmişti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin
hemen hemen bütün silah ve teçhizatı Amerika Birleşik Devletlerinden
karşılanmaktaydı. Bazı Amerikan subay, astsubay ve erleri uzman adı altında
silahlı kuvvetlerin birlik ve karargahlarına atanmaktaydı. Sayıları 108’e yükselmiş
ve Türk generallerinin bile giremediği yurdumuzun dört bir yanına yayılmış
Amerikan üsleri, herhangi bir savaşta Türkiye’yi açık bir hedef noktası haline
getirmekteydi. Birinci Dünya Savaşına Alman savaş gemilerince nasıl
sokulduğumuzu İsmet İnönü unutmuştu herhalde. Yoksa bile bile bu ihaneti
yapmazdı.
TESİS DENİLEN ÜSLER
1963 yılında 3'üncü Ordu Komutanı olan Orgeneral Refik Tulga, Trabzon'daki
Amerikan üssüne gider.
Üs komutanı Amerikalı Albay, Orgeneralimizi üsse sokmaz.
Olayı Orgeneral Refik Tulga'nın kendi kaleminden okuyalım (dikkat edelim olay,
1963 yılında olur. Paşamız 6 sene susar. 1969 yılında konuşma gereğini duyar.
Refik Tulga, 21 Mayıs 1963 olayının destekçilerindendir. Hareket yenilgiyle
sonuçlanınca iktidar yanında yer alır. Mükafat olarak yükselmeye devam eder. Bu
kişilerin yükselen sol düşünce etkisiyle ortaya çıkmaları dikkat çekicidir.)
Orgeneral Tulga, 1969 yılında olayı, "Devrim Gazetesi"ne şöyle anlatmıştı:
"Üs komutanı albay, bizi büyük bir merasimle karşıladı. Albay, kantin, kulüp,
yemekhane, mutfak gibi tesisleri gezdirdi. Biraz ötede etrafı demir kafesle çevrili
gerçek üsse doğru ilerledim. Amerikalı albay yolumu kesti:
- Giremezsiniz, buraya ancak Amerikan uyruklu yetkililer girebilir...
- Ben ordu komutanıyım. Bulunduğumuz bölgede giremeyeceğimiz yer olamaz...
- Emir böyle...
- Bu hükümranlık haklarımıza tecavüz değil mi?
- Ama ikili antlaşmalar var... Bir viski almaz mısınız paşam?
-Hayır...
-Kıtayı denetleyecek misiniz?
-Hayır..."
KİŞİLİKSİZ POLİTİKA –USTA TİLKİ
Bu gibi olaylar ve Johson’un mektubu, “duyarlı” çevreleri harekete geçirdi.
Ancak CIA yönetimin her kademesine el atmıştır.
İsmet İnönü 1964 yılında “üst düzey bir toplantıda” çaresizlik içinde yakınır:
“Daha bağımsız, kişilikli dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden
bahsediyor. Nasıl yapacağım ben bunu?
Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar etraflı çalışmalarını
yapacaklar, tekliflerini hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu?
Hepsinin etrafında uzman denen yabancılar dolu, muvaffak olamazlarsa, işi
sürüncemede bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar.
Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’a gidiyor. Sonucu
memurumdan önce sefirden öğreniyorum. Böyle mi teslim ettik biz devleti? [Evet,
ne yazık ki böyle teslim ettiniz. T.Ç.]
Bana şimdiye kadar bunlar tarafından hazırlanmış derde deva tek rapor
gösteremediler. Hepsi yasak savma kabilinden şeyler. Ne yapıyorsak, kendi
elemanlarımızla yapıyoruz. Peki, bu binlerce adam “avare kasnak” gibi mi
dolaşıyorlar, elbette kendileri için önemli marifetleri var.
İstiklal harbinden sonra sulh anlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda
oldu. Yoksa, hudutlar fiili bir durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda
hallederdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman
vermek için büyük tavizlerde bulunmaya hazırdılar.
Dayattık. Biz onların ne için ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar bizim niçin inatla
reddettiğimizi biliyorlardı.
Böyledir bu işler. Peygamber edası ile, size dünyaları vaat ederler, imzayı attınız
mı ertesi günü gelmişlerdir. [İmzayı 1947 de kim attı? T.Ç.]
Ondan sonra sökebilirsen sök…Gitmezler.
Ancak bu meselenin üstüne vakit geçirmeden eğilmek lazım. Yoksa ne bağımsız dış
politika, ne bağımsız iç politika güdemez, havanda su döversiniz. Fakat
zannetmeyin ki kolay iştir. Savuşturulan iki üç badire [6 Haziran 1961- 22 Şubat
1962- 21 Mayıs 1963 Ordu Gençliğinin direnmesi kastediliyor. T.Ç.] bunun
yanında hiç kalır. Teşebbüs ettiğimizde başımıza neler geleceğini kestiremem.”
TEŞEBBÜS- MORRİSON
Aslında “Teşebbüs edenlerin başına neler geleceğini kestiren” İnönü, yaşamının
ileri dönemlerinde, teşebbüs edenlerin başına neler geleceğini görecek ve yalnızca
seyredecekti. Dahası, uygulamaları ve davranışıyla uygulayıcıların yanında yer
alacaktı. 1963 de ordu gençliğini ezdiği gibi, 1971 de ordu-öğrenci gençliğinin
ezilmesine destekçi olacaktı..
Bağımsız iç ve dış politikadan yoksun Türkiye, “havanda su dövmeğe” devam
edecekti. “Havanda su dövülmesine” karşı çıkanlar ise; önce kendileri dövülecek,
işkence görecek, cezaevlerine atılacak ve öldürüleceklerdi.
Kendisi; değil teşebbüs etmek, bu konulardaki “duygu ve düşüncelerini” söylemek
gafletinde bulunur bulunmaz, ABD’nin gözünde “değer” yitiriyor ve yerine bir
başkası aranmaya başlanıyordu. Belki de aranmıyor, ABD’nin her an yedeğinde
tuttuğu, “alternatif”lerden biri piyasaya sürülüyordu.
Bir anda gazetelerin ilk sayfalarında ABD başkanı Johson’un yanı başında,
mütebessim çehresi ve dolgun cüssesi ile “Muhteşem Süleyman” namı diğer
“Çoban Sülo” arzı endam ediyordu. Ama ona en çok, devrimci gençlerin koymuş
olduğu isim “MORRİSON Süleyman“ ismi yakışıyordu. Tarihe bu isimle geçecek
olan ABD’nin MORRİSON Şirketinin yöneticisi Süleyman Demirel’i Başbakanlığa
taşıyacak yolun kilometre taşları döşenmeye başlanıyordu.
RAHATSIZ’DAN RAHATSIZ
O sıralarda, Silahlı Kuvvetler içinde, İkili Anlaşmalarla Nato'nun kötü
taraflarından rahatsız olan ve bunları düzeltmesini isteyen kimseler vardı.
Bu girişimi izliyen Amerikan Genelkurmay’ı da, “bu çalışmaları Türkiye'de
kimlerin yürüttüğünü, çalışmaları başlatanların ve yürütenlerin adlarının
saptanmasını” istemiştir.
O dönemde ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'ndeki Kara Ataşesi Albay Dickson'dur.
Bu CIA ajanının "Gizli rapor"unu tabii Senatör Haydar Tunçkanat 7 Temmuz 1966
günü,TBMM Senato kürsüsünde açıklamıştı.
Bu "Gizli rapor"da Albay Dickson, Washington'daki "Ordu Karargah İstihbarat
Dairesine şu bilgileri iletiyordu:
”Münakaşa edilmez bir gerçektir ki: memleketin politik hayatında ordu her zaman
rejimin istikrarını tayin eden birinci derecede önemli bir faktör olmuştur. Hükümet
darbesinden sonra [27 Mayıs’tan söz ediliyor T.Ç.] binlerce subayın ordudan
çıkarılması, bizim askeri çevreler içindeki nüfuzumuzu ciddi surette etkilemiştir.”
Buna bağlı olarak, bazı hükümet tedbirlerinin hazırlanmasına ve uygulanmasına
paralel olarak, Rejime sadık olmayan devlet memurları ve "subaylardan" en
tehlikelileri bir program dahilinde "tasfiye" edilmek üzere tespit edilmektedir... “
22 Kasım 1965 tarihinde Washington'daki "Ordu Karargah Dairesi", CIA
Başkanlığı'na, Ankara'daki ve Atina'daki Amerikan Kara Ateşeleri'ne "Gizli"
kaydıyla şu yazıyı göndermekteydi:
Türk Hükümeti ve Genelkurmayı tarafından,bazı Avrupa ülkelerinde askeri üsler
yapılması için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili istihbarat
faaliyeti şunları kapsayacaktır:
a-Böyle bir harekete gerçekten teşebbüs edilmiş midir?
b-Hareketi kim başlatmıştır?
c-Hareketin nedenleri?
Kılavuz: Askeri üsler için Amerikalılara sağlanan kolaylıkların şartlarıyla ilgili
bilgi toplaması için Türk Genelkurmayı tarafından emir verildiği haber alınmıştır.
Dağıtım: Amerikan Elçiliği - Ankara Türkiye, (bilgi için)CIA, Amerikan Kara
Ataşesi, Amerikan Elçiliği - Atina, Yunanistan.
Özel Talimat:
a) 20 Aralık 1965'te sona erecektir. Eğer paragraf 3'de daha önce bir talimat
verilmemişse, istenilen bilgi o tarihte veya ondan sonra yollanacaktır.
b) Cevap verilme tarihi bildirilsin veya bildirilmesin yukarıda verilmiş olan öncelik
derecesi kontrol faktörüdür.
c) Verilen tarihten sonra da bu konu ile ilgileneceği anlamı çıkmamalıdır.
DASGIR-Ordu İstihbarat Dairesi'nin başka bir dairesi bu tarihten sonra da rapor
edilmesini istemektedir. Herhalukarda bu gibi raporlarda yukarıdaki kontrol
numarasından bahsedilmelidir.
d) Diğer talimat, bilgi için bir nüsha Yunanistan'daki ARMA'ya, Kılavuz için AIC
Atina Soruşturma Merkezine iletilmelidir.
Genelkurmay İstihbarat Başkan Yardımcısı yerine
İmza
James E.Lazanby
Albay GS
Haberalma Şefi
TESBİT-TASFİYE
Ne gariptir ki, bu “tesbitler” ve “tesbit edilenlerin” tasfiye işlemleri “bir program
dahilinde” ABD ve işbirlikçileri eliyle yürürlüğe konuluyor ve “Atatürkçü”
komutanlarca uygulanıyordu.
Tasfiyelerden bir kısmını Uğur Mumcu'nun 10 Ocak 1975 tarihinde Yeni Ortam
gazetesindeki makalesinden okuyalım:
“Amerikalılara sağlanan ayrıcalıklara karşı çıkan eski "Kara Kuvvetleri Plan ve
Prensipler" Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan da 16 Mart 1971 günü, "Türkiye'nin
geleceğini ağır bir tehlike içine düşürmek" suçuyla devrilen Süleyman Demirel
Hükümeti'nin imzasıyla emekliye sevk edilmiş, bir süre sonra da işkencecibaşı
Orgeneral Faik Türün'ün emriyle elleri ve ayakları zincirlenerek Göztepe'deki
işkence evinde sorguya çekilmiştir. Tümgeneral Celil Gürkan’dan bu yolla tasfiye
olunmuştur!
Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri Hakim Albay Emin Değer, ikili
antlaşmaları inceleyerek,bunların değiştirilmesi gerektiğini yetkililere bildirmiş ve
Amerikalılara sağlanan ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gereğini savunmuştur.
Hakim Albay Emin Değer 16 Mart 1971 günü Ankara dışına atanmış, bir süre
sonra da ordudan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu "tasfiye" de böyle
gerçekleşmiştir! “
Tasfiyeler, Uğur Mumcu’nun anlattıklarıyla sınırlı değildi. İleriki sayfalarda
anlatacağımız gibi binlerce “üniformalı”, “üniformasız” devrimci bu “tespit” ve
“tasfiye”den nasiplerini alıyordu. Dahası, “tespit” edilemeyenlerin “açığa
çıkartılması” için, “sağ”, “sol” sahte liderler ortaya atılıyor, “sanal”
örgütlenmeler yaratılıyordu.
Güngör Türkeli 21 Mayıs olayları ardından “Talat Turhan’ın lider göründüğü
“Genç Kemalistler Ordusu Davası” nedeniyle ordu ile ilişkisi kesilen hava
üsteğmeni. Anısını dinliyelim…
HER DEVİRDE İHTİLALCİ OLMAYI BAŞARAN SADİ KOÇAŞ
Güngör Türkeli’den Bir Anı:
Yıl 1969. Genel seçimlerin bir ay öncesi. Anamur’dayım. Yerel ‘’ANAMUR
Gazetesi’ni yayımlıyorum. Aynı zamanda TRT’nin de muhabiriyim. Bülent Ecevit
CHP Genel Sekreteri. Seçim gezisine çıkmış. Anamur’a da geliyor.
TRT Haber Müdürlüğünden bir talimat: ’’CHP Genel Sekreteri Anamur’a geliyor.
İlçe sınırlarında karşıla yaptığı her konuşmayı bize bildir.’’
CHP Anamur ilçe örgütünün önde gelenlerinden arkadaşım ve eniştem Yıldırım
Nasuhoğlu’nun Mercedes otomobiliyle sayın Ecevit’i karşılamak üzere Aydıncık
(Gilindire)’a gidiyoruz. Doğal olarak ilçe örgütünden de kalabalık bir grup var.
Aydıncık’da karşılıyoruz. Ecevit kısa bir konuşma yapıyor, vaktin daraldığını
söyleyerek halkan özür diliyor ve Anamur’a doğru yola çıkıyoruz.
Sayın Ecevit’i Yıldırım Nasuhoğlu’nun aracına davet ediyorum. Çünkü Anamur’la
ilgili en doğru bilgileri benim verebileceğimi söylüyorlar. Sayın Ecevit ‘’Benim
ilkemdir; seçim gezilerimde Parti örgütünün araçlarına binmem. Güngör Bey! Siz
benim araca gelin..’’ diyor. Zorunlu olarak kabul ediyorum.
Araçta önde Sn.Ecevit ve eşi Rahşan Hanım var. Arkada biz iki kişiyiz ancak ben
yanımdaki kişiyi tanımıyorum. Bir ara Ecevit benim asker kökenli olduğumu
öğrenince yanımdaki kişiyi tanıyıp tanımadığımı soruyor. Tanımadığım yanıtını
veriyorum. Sayın Ecevit ‘’Siz nasıl askersiniz! Birbirinizi tanımıyorsunuz.’’ diye
sert bir söylemde bulunuyor.
Sonra açıklıyor:’’Yanındaki kişi emekli Kurmay Albay SADİ KOÇAŞ.’’ diyor. Beni
de Güngör Türkeli olarak tanıtıyor. Ben Sayın KOÇAŞ’ı isim olarak tanıdığımı
söylerken sayın KOÇAŞ’da ‘’Ben Hv.Üsteğmen Güngör Türkeli’yi isim olarak
biliyorum. Fakat bugün ilk kez karşılaşıyoruz’’ yanıtını veriyor Ecevit’e.
Anamur’dayız. Partililerin (CHP) yemekli toplantı düzenlediği Deniz
lokantasındayız. Bu arada ben 22:45 haberleri için TRT’ye haberi geçiyorum.
Hatta haberi Sn. Ecevit kendisi yazıyor ve haber aynen yayınlanıyor.
Yemekte Prof. Muammer Aksoy da var. Hararetli bir tartışmada tüccar Yıldırım
Nasuhoğlu Ecevit’i ikinci bir Atatürk olarak niteliyor ve Aksoy da bu
değerlendirmeye katılıyor.
Bu tartışmalar sürerken Sayın KOÇAŞ Ecevit’e ‘’Sayın Genel Sekreter, siz
tartışmalarınızı sürdürün. Biz de Güngör’le şöyle bir kenarda asker-askere
dertleşelim’’ diyor ve sayın Ecevit de onaylıyor.
Bir kenarda baş başayız. O günler 9 Mart olaylarının ön hazırlıklarının yoğun
biçimde yapıldığı günler. En yakın arkadaşlarım bu olayın içindeler. Ayda bir kez
bu çalışmaları izlemek üzere Ankara’ya geliyorum. Gelemezsem arkadaşlarım
güvenli biçimde bana haber gönderiyorlar.
Sayın KOÇAŞ konuşma sırasında ‘’Bak Güngör... Siz orduda mağdur olmuş genç
subaylarsınız. Bazı çalışmalarımız var. Sakın Anamur’dan ayrılma! Sizin itibarınızı
iade edeceğiz. Sizi en ciddi biçimde onurlandıracağız. Sizler gerçek yurtsever ve
Atatürk’ün tanımladığı kahraman subaylarsınız. Sen 150 kişilik İhtilal Konseyi’nin
üyeleri içinde yer alacaksın. Ama bunu eşine bile söyleme ve Anamur dışına
çıkma’’ diyor.
Ve ben Ankara’ya gidişlerimi erteliyorum.
9 Mart olayı 12 Mart olayına dönüşüyor, Sadi KOÇAŞ siyasi işlerden sorumlu
Başbakan Yardımcısı oluyor. 17 Nisan 1971 günü radyoda yaptığı konuşmada o
ünlü ‘’Makabiline Şamil’’ (önceyi Kapsayan T.Ç.) sözcüğünü kullanıyor ve
Anamur’da ilk gözaltına alınan kişi de ben oluyorum.
“AKABİNE ŞAMİL”
17 Mayıs 1971 günü evimde kitap okuyordum. 11.45 ajansını dinlemek için
radyoyu açtım. Spikerin tanıdık sesi:
- Şimdi hükümet başkanlığı tebliğini dinleyeceksiniz... dedi. Ben de kendi kendime:
- Hayırdır inşallah... dedim. Ve kulak verdim radyoya. "Başbakan idari ve siyasi
işler yardımcısı" kartvizitli, emekli albaylarımızdan Sadi Koçaş beyefendi başladı
konuşmaya:
- Makabline şamil kanun çıkarırız ha... Herkesi içeri alacağız... Asacağız...
Keseceğiz... Mülki amirler emirlerimi dinleyin... Falan filan...
Emekli albay bas bas bağırıyordu:
- Anarşistlerle uzaktan yakından ilişkileri olanlar içeri alınmalı... Mülki amirler...
Emirlerimi dinleyin.
Yine kendi kendime düşündüm. Bu Sadi Koçaş beyefendi, 13 Mart 1971 günü
"Cumhuriyet Gazetesi"nde çıkan bir yazısında "eylemci" gençleri göklere çıkarıyor
ve şunları söylüyordu:
- Memlekette yüzyıllardır bir soygun düzeni vardır. Hiç kimse bunun karşısına
çıkmamış. Çıkanlar ya canından olmuş ya istikbalinden...Ama eski çamlar bardak
oldu Türkiye'de. Bir kuşak yetişti ki bu ülkede, bilinçli, Atatürkçü... Dönen
dolapların içyüzünü iyi anlamış ve önemlisi imanlı... Mücadele güçleri var ve
mücadeleye kararlılar...
Böyle sürüp gidiyordu yazı. Bunu hatırladım. İçimden:
- Vay Sadi Koçaş efendi vay... dedim.( 7 Haziran 1974 - Yeni Ortam Kitaplarımı
İsterim Uğur Mumcu)
BÜYÜKLERİMİZ
Uğur Mumcu esprili diliyle gençlerin başını yiyen 12 Mart’ın “büyüklerini”
anlatıyor”:
NİHAT BEY GENÇLERİ SAVUNUYOR
Nihat Erim'in sosyalist olup, gerek Sosyalist Kültür Derneğinde, gerekse sosyalist
eğilimli YÖN dergisinde yaptığı konuşmalar Engels, Marks, Castro, Lenin ve
Sosyalist Hilmi'den sonra dünyanın bir sosyalist düşünür kazandığını belli
ediyordu.
Erim'in sosyalist düşünceleri gelişirken, dünyada ve Türkiye'de işgal ve boykot
eylemleri başlamıştı. İsmet Paşa, o günlerde “Her ikisinin de Allah belâsını versin.
Boykot da, işgal de aynı şeydir” sözlerinin ilk kısmı duyulmadığından. “Boykotta
işgal aynı şeydir” sözü üzerine çeşitli yorumlar yapılıyordu. O sıralar CHP Millet
Meclisi grup başkan-vekili olan Erim Kürsüye fırlayarak şunları söylüyordu :
“Bu bir patlamadır, gençler yerden göğe haklıdır.”
Gençlerin bu eylemleri sürerken, patlama ve çatlama üstadlarından emekli kurmay
albay Orhan Kabibay, Erim'in evine sık sık geliyor ve Erim, Kabibay'dan
patlamalar hakkında ayrıntılı bilgiler alıyordu. O günlerde Erim'in evinde
toplananlar arasında, Kabibay, emekli istihbaratçı Amiral Sezai Orkunt, emekli
ihtilâlci Sadi Koçaş gibi devlet adamları bulunmaktaydı. Bu devlet adamları
devletin nasıl kurtulacağı konusunda görüş alış verişinde bulunuyorlar, görüşler
çoğunlukla Nihat Erim Beyin başbakan olması konusunda düğümleniyordu.
DEVRİMCİ ORHAN
O sıralar (13 Kasım 1961), liderlik için iki aday vardı. Biri, Alparslan Türkeş,
ikincisi Orhan Kabibay.. Kabibay, liderlik sorununu nasıl çözecekti. Liderlik
sorunu çözmek demek, Türkeş'i yenmek demekti. Türkeş'i tek başına yenemezdi.
Öyleyse önceleri sahnede pek görünmemeli, Türkeş'in ortalıklardan çekilmesinden
sonra liderliğini ilân etmeliydi.. Tamam, yola devam..
13 Kasım Darbesi'yle yurt dışına sürülen «14»ler yurt dışında birkaç toplantı
yaptılar. Bu toplantılarda liderlik konusu karara bağlanmadı. Bunun yerine şöyle
bir karar alındı. İhtilâlciler başka, başka partilere dağılacak, her biri ihtilâl
çekirdeğini o partide kurup geliştirecekti. Yurda dönünce bu planı uygulamaya
başladılar.
Türkeş, Numan Esin, Muzaffer Özdağ, Mustafa Kaplan, Dündar Taşer, Rıfat
Baykal, Ahmet Er... Bunlar, kısa adı CKMP olarak bilinen Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi'ne girerek, bu partiyi ele geçirecekler, «Orhan bir» ve «Orhan iki»
CHP'ye girerek burada İsmail Arar, Nihat Erim, Sadi Koçaş, Kemal Satır gibi
devrimcilerle CHP içinde ihtilâl grubu oluşturacaklardı.
AYDEMİR KIZIL KOMÜNİSTTİR
Kabibay, Türkiye'ye dönünce, ihtilâlcilerin Harp Okulu Komutanı Albay Talât
Aydemir'in çevresinde toplanmakta olduğunu gördü. Ne yapmalıydı? Önce
Aydemir için «Kızıl komünisttir» diye söylentiler yaymaya başladı. Kabibay'ın
Aydemir için, «komünisttir» demesinin elle tutulur bir nedeni vardı. Çünkü
Aydemir öğrencilere sosyalist eğilimli “Yön Dergisi” okutmaktaydı, yetmez mi?
Bu numara sökmeyince, taktik değiştirerek, Aydemir ile dostluk ilişkileri içine
girmeye çalıştı. Ne de olsa Aydemir ile okul arkadaşıydı.. Üstelik yine. sınıf
arkadaşları olan Kurmay Albay Dündar Seyhan ile Aydemir'in yakınlığı vardı!. Bu
yakınlığı kullanarak, Aydemir ile kopan bağlarını yediden onarmaya çalıştı.
Aydemir o günlerin güçlü adamıydı. Kabibay, Aydemir’i kullanarak Türkeş'i tasfiye
edebilir miydi? Aydemir, Türkeş'i tasfiye edecek, o da kolay kolay liderliğini
yürütecekti..
22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilâl girişimleri Kabibay'ın planlarını altüst etti. Aydemir
idam cezasına çarptırılmış, Türkeş, Aydemir'i ihbar ederek, ihtilâlcilikten paçayı
sıyırmıştı. Şimdi ne yapacaktı Kabibay?
GENİŞ CEPHEYİ SAVUNUYOR
21 Mayıs olayından sonra hemen bir «Durum muhakemesi» yapan Kabibay,
CHP'de örgütlenmeye ve yayılmaya karar verdi. Bir yandan da devrimci gençlerle
ilişki kurmayı ihmal etmiyor. Soranlara «Ben demokratik devrime inanırım»
diyordu. Kabibay'ın «Geniş cephe» görüşü, parti içinde Nihat Erim, Kemal Satır,
Orhan Erkanlı gibi liderler tarafından da paylaşılıyordu.
ERİM'İN KARARGÂHINDA
Günler ihtilâle gebeydi. Kabibay ise doğacak ihtilâl için tecrübeli bir ebeydi.
Herkes artık Kabibay'ın ihtilâl yapacağı günün gecesini beklemekteydi.
Kabibay için o günlerde iki adres önemliydi. Birinci adres Nihat Erim'in Cinnah
Caddesi üzerindeki apartmanı, ikincisi de Adapazarı'nda Çark Caddesi'ndeki bir
komutanlık köşküydü., bir komutanlık köşkünde Kabibay'ın bir sınıf arkadaşı
tümgeneral (Celil Gürkan Ö.G.)oturmaktaydı.
27 Mayıs ihtilâlinin «Orhan bir»i içinden gelen seslere kulak vermek istiyordu.
«Devrim ister kan, başa geç sen Orhan - liderimiz Kabibay. devrim yapıyoruz vay
vay.»
Kabibay'ın trafiği çok hızlanmıştı. Bir Adapazarı'na, Çark Caddesi'ne, bir
Ankara'da Cinnah Caddesi üzerindeki Erim'in apartmanına..
12 MART BAŞ SPİKERİ SADİ KOÇAŞ
Siyasal tarihimizin son dönemde yetiştirip ortaya salıverdiği büyük devlet
adamlarının başında Sadi Koçaş gelmektedir. Son yılların girdisini çıktısını
Öğrenmek isteyen herkes Sadi Koçaş'ın hayatını, sanatını ve herşeyini öğrenmek
zorunda oldukları çok açık bir gerçektir. Koçaş, siyasal yaşamını kapatıp gittikten
sonra yayınladığı anılarla edebiyat tarihimize geçmiş ve «zavallı Necdet»ten sonra
duygu dünyamıza yerleşmiştir.
Koçaş'ın yayınladığı anılar, bu büyük devlet adamının nasıl doğduğu, nasıl
yürümeye başladığı, liseyi bitirip, Harbiye'ye nasıl girdiğini, sigaraya nasıl
başladığını teker teker ortaya koyarak, yerli ve yabancı tarihçiler tarafından
yıllarca araştırılan konuları gün ışığına çıkarıverdi.
KOÇAŞ FORMÜLÜ NEDİR?
Siyasal tarihimizde en bunalımlı dönemleri özet olarak imal ettiği formüllerle
atlatmamızı sağlayan Koçaş'ın «formülü» neydi acaba?
Uzun araştırmalardan sonra elde ettiğimiz bulgulara göre, Koçaş formülü
«ASSİVKO» şeklindedir. Bu nedir Allahaşkına dersiniz, hemen şu korkunç
açıklamamızı okuyunuz:
Biliyorsunuz bazı terziler, hem asker hem de siviller için elbise dikerler. Bunlara
«askerî-sivil terziler» denir. Koçaş, aynen asker-sivil terziler gibi düşünürdü.
Biliyorsunuz, elbise için önce, ölçü alınır, sonra «prova» yapılır. Ondan sonra da
elbise manken ya da elbise sahibi üzerinde «teyellenir», dikiş bundan sonradır.
Koçaş formülüne göre, bunalımlı dönemlerde toplumların üzerine asker elbisesi
giydirilmelidir. Bunun için önce ölçü alınır. Ölçü alınırken çok dikkatli olmak
gerekir. Çünkü insan yanlışlıkla başkasının ölçüsünü almaya çalışırken kendi
ölçüsünü de alıverir.
Ölçü işi tamamlandıktan sonra, örneğin sıkıyönetim gibi, «provalar» yapılır.
Parlamento içinden ve dışından seçilmiş üyelerle «partiler üstü hükümet» kurmak,
askerî yönetimin “teyellenmesi” demektir. Teğerlenme işlemi başarıyla yapılırsa,
bundan sonrası rejim değişikliğidir. Koçaş formülü “teyellenme” aşamasına kadar
gelmekte, ondan öteye bir türlü geçmemektedir.
27 Mayıs İhtilâli olduğunda, Koçaş, Londra'daydı. Londra'nın sisleri içinde siyasal
geleceğini gören Koçaş. hemen yurda dönmeye karar verdi. Fakat yine de biraz
beklese iyi olacaktı. Hele şu kargaşa bir bitsin, ondan sonra gelir, eski arkadaşları
aracılığı ile siyasal hayatta iyice bir yer alırdı.
İhtilâl lideri Cemal Gürsel ile arası bayağı iyiydi. Hatta 27 Mayıs İhtilâli'nden
önce, bir Almanya gezisinde. Gürsel'in kulağına eğilip, “Paşam ister hiç de iyi
gitmiyor” dediği, buna karşılık öteki “Ne yapalım?” sorusuyla karşılaştığında,
“İyisi mi bir sigara yakalım” yanıtını verdiği, böylece ihtilâlin çekirdeğine girdiği
sonradan anlaşılmış ve Koçaş tarihteki yerini almıştır.
KONTENJAN SENATÖRÜ OLUYOR
Koçaş Türkiye'ye dönünce. Güneydoğu illerimizde bir alaya komutan olarak
atandı. Orada bir yıl bekleyecek, ondan sonra paşa olacaktı. Fakat Koçaş
sabırsızdı. Siyasal hayatta biran önce rol oynamak istiyordu.
Kurmay Albay rütbesindeyken ordudan ayrıldı. Yıl 1961. Koçaş üniformasından
soyunur soyunmaz. Cumhurbaşkanı Gürsel tarafından kontenjan senatörlüğüne
getiriliyor, ancak kontenjan senatörlüğü» Koçaş çapındaki adamlar için çok küçük
geliyordu.
Kabına sığamayan Koçaş, kontenjan grubuna da sığamamış, 1969 yılında Konya
Milletvekili olarak CHP listelerinden Millet Meclisi'ne girmişti. Millet Meclisi'nde
o sıralar, bacanağı Dr. Kemal Demir de bulunuyor, iki bacanak “arslan bacanak”
diye birbirlerini mutlu yarınlara hazırlıyorlardı. Fakat önleri tıkalıydı. Prof. Turan
Feyzioğlu, Ferit Melen, Emin Paksüt, Coşkun Kırca gibi devlet adamları sırada
bekliyorlardı. Koçaş'ın bunların arasından sıyrılması çok güçtü.
Olaylar kendiliğinden gelişti. Feyzioğlu ve arkadaşları Güven Partisi hareketiyle
CHP'den ayrılmışlar, meydan Orhan Kabibay ve Sadi Koçaş gibi iki büyük lidere
kalmıştı.
GEL BAKALIM KOÇAŞ
Sadi Koçaş, bir gün arabasıyla genelkurmayım önünden geçiyordu. «Pat» dedi,
lâstiği patladı. Koçaş, arabadan çıkıp, lâstiğe bakıyordu ki, yukarılardan bir
yerden “Koçaş, Koçaş” diye seslenildiğini duydu. Baktı. Bağıran, seslenen Tağmaç
değil miydi? Tağmaç, Harp Akademisi'nden hocasıydı. “Buyurun Paşam” diye
yanıt verince, Tağmaç, “Gel bakalım Koçaş” diye ondan Genelkurmaya gelmesini
istedi.
Koçaş o gün ve ertesi gün daha sonra bir iki gün daha Tağmaç'ı dinledi. Tağmaç
dertliydi: Ülkede anarşi kol geziyordu. Aşağıda (aşağı dediği, bazı generaller ve
albaylar) ihtilâl hazırlığı içindeydiler. Gürler, Batur, bunlarla temas halindeydi.
Ne yapmak gerekirdi?
Ne yapmak gerektiğini en iyi bilen, hiç şüphesiz Sadi Koçaş'ın kendisiydi. Ne
yapılacağını onbir sayfalık bir raporla Tağmaç'a bildirdi ve beklemeye koyuldu.
MUHTIRA GELİYOR- BAŞBAKAN YARDIMCISI OLUYOR
12 Mart Cuma günü muhtıra Türkiye radyolarından okundu. Muhtırada Demirel ve
arkadaşlarının çekilmesi yerine «Koçaş formülü» gereğince «Partiler üstü bir
hükümet» kurulması istenmekteydi.
12 Mart «Koçaş formülü» uyarınca kotarılmış ve uygulanmıştı. Bu uygulama içinde
Kocaş'a da bir başbakanlık yardımcılığı düşmüştü. Fakat bu yardımcılık öyle
Feyzioğlu'nun başbakan yardımcılığına benzemezdi. Bir kere adı görkemliydi:
«Başbakan idarî ve siyasî yardımcısı»..
Koçaş'ın yayınladığı “ona dedim'ki, o bana dedi ki, öyle dememiş miydi, Allah
Allah” adlı anılarının üçüncü kitabında, “Erim'e başbakanlığı ben teklif ettim”
diye yazmış. Erim buna -şiddetle karşı koyarak, “hayır, ben o gün İtalya'daydım.
Hem kim oluyor Sadi Bey” dedikten sonra, Koçaş'ın geçirdiği rahatsızlığı ima
ederek, “O zaten hastadır” yolunda açıklamalar yapmıştı.
Koçaş'ın, Erim'e verdiği yanıtta, Koçaş'ın rahatsızlık geçirdikten sonra iyileştiği ve
araba bile kullandığını, bunu gören Erim'in “Maşallah, Maşallah” dediği, böyle
konuşan bir devlet adamının nasıl olup da bir süre sonra- bu söylediklerini
unutmuş göründüğü soruluyor, “Bir daha sizinle aynı kabineye girersem, anam
avradım olsun” deniliyordu.
Koçaş'ın kabineye girmesinin amacı reform yapmaktı. O günlerde tam reform
yapacaklardı ki anarşistler İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u kaçırdılar. O
günlerde İçişleri Bakanı İsmail Arar'dı.
KOÇAŞ RADYOYA KOŞUYOR
İsmail Arar, Koçaş'a «Albayım. Bi koşu radyoevine gidip, şunu bırakır mısın?»
diye bir yazılı kâğıt vermiş, Koçaş da askerlikten edindiği alışkanlıkla «başüstüne»
diyerek radyoevine koşmuştur.
Koçaş'ın eline verilen metin siyasî tarihe “makabline şamil kanun çıkarma
bildirisi” olarak geçen ünlü belgeydi. Koçaş önce bildiriyi okutacak bir spiker
aradı. Sonra düşündü. Sesi güzeldi. Spikerleri aratmazdı. O okusa ne olurdu?. Ve
bildiriyi çatır, çatır kendisi .okudu.
“Kaçırılan başkonsolos bu bildirinin yayınlanmasını takip eden en kısa süre içinde
derhal bırakılmadığı takdirde sözü geçen gizli örgüte uzaktan yakından ilişkisi
bulunanlar ve masum gençlerimizi kışkırtıcı yayın ve sözleriyle kanunsuz
hareketlere teşvik eden ve kimlikleri güvenlik kuvvetlerince öteden beri bilinen
kimseler, sıkıyönetim sınırları dışında bulunsalar dahi, sıkıyönetim kanunu
gereğince derhal gözaltına alınarak en yakın sıkıyönetim komutanlığına teslim
edileceklerdir...”
MİT Müsteşarı Fuat Doğu, bu bildiriyi okuyunca önce gazetelerde gençleri öven,
kışkırtan Sadi Koçaş'ı gözaltına aldırmak istedi amma tabii olmazdı. Ayıp olurdu.
Bu emir gereğince binlerce aydın valiler tarafından gözaltına alınarak cezaevlerine
dolduruluyorduk. Koçaş, sonradan bu olay için şunları yazdı:
“... Devletle pazarlık masasına oturan bir anarşist grubuna hükümet başkanı
tarafından en yetkili hukukçu grubuna hazırlatılarak verilen ve kaçırdıkları
diplomatı iade etmedikleri takdirde bunları koruyan ve saklayan ve tahrik
edenlerin tutuklanmaları hakkındaki cevap üzerine bir kısım valiler, hükümet
tarafından verilen sürenin sonunu dahi beklemeden tutuklamalara girişmiş ve
olayla ilgisi olmayan yüzlerce vatandaşı tutuklanışlardır..”
Sadi Koçaş bu bildiriyi nasıl okumuştu? Neden okumuştu? Koçaş'ın Milliyet
Gazetesi'nde çıkan anılarında bu konu enine boyuna tartışılmış, bu tartışma
sonunda İsmail Arar'ın «Ben o gece Koçaş'ı işletmiştim» dediği iyice anlaşılmış,
büyük devlet adamı Koçaş hazin bir şekilde aldatılmıştı. (Vah, vah.)
ULUSAL DAMAT METİN TOKER
Ünlü güldürü yazarımız Aziz Nesin ”damat” sözcüğünün, «dam» ve «at»
hecelerinden türetildiğini. bu sözcüğün «dama at» anlamında kullanıldığını ileri
sürmektedir. Yapılan araştırmalar, damatın “iç” ve “dış” olmak üzere ikiye
ayrıldığını, dış damatlara, yani kendi evinde oturan damatlara, sadece «damat»
dendiğini,, kayınpederinin evinde oturan damatlara da «iç güveyi» adı takıldığını
ortaya koymuştur. İç güveyi ise, «başkasının evinde pijamayla oturan adam»
demektir.
Çok partili hayatımızın demirbaşlarından ve NATO'nun ünlü avukatlarından Metin
Toker, bilindiği gibi, Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın damadı ve bu niteliği
dolayısıyla da İsmet Paşa'nın evinde (ne evi canım, Pembe Köşk) pijamayla
oturduğu için «iç güveysidir.
Metin Toker'in hayatındaki en büyük siyasal başarı, İsmet Paşa'nın kızı Özden
Toker'le evlenmesidir.
Uzatmayalım. Özden İnönü ve Metin Toker, İsmet Paşa'nın izni ve Kasım Gülek'in
kavliyle dünya-evine girmişlerdir. İşte Metin Toker'in siyasal geleceği bu evlilikten
sonra birdenbire parlamış ye Toker bu evlilikle çok partili siyasal hayatımızın
vazgeçilmez unsurları arasında yerli yerini almıştır.
…..
Gerçekten Erim,”İki» tarafı idare etmiş” 12 Mart muhtırasından sonra
“toparlayıcı rol” oynayarak, büyük ilerici aydınları bir gecede toparlamıştır. (!)
Bu toparlama görevinde Metin Toker'e de iş düşmüştür. Toker düşmanca kin
duyduğu Erim'in gelmişini, geçmişini unutmuş, Erim'den aldığı özel izinle, TRT
ekranlarında “Sağda ve Solda Vuruşanlar” adlı müzikli, sesli gösteriyi kamuoyuna
sunmuştur.
Böylece hukuk tarihinde ihbar dilekçeleri ilk kez, müzik eşliğinde TRT ekranlarına
gelmiş oluyordu.
ALAFRANGA SAĞCILIK
Metin Toker'e bu yeni devrede elbette yeni bir görev düşecekti. Bu görev,
“alafranga sağcılık” şeklinde tanımlanabilir. «Alafranga sağcı» komünizme
şiddetle karşıdır. Alafranga sağcılık, «Alaturka sağcılığın» tam tersidir. Önce
görünüşte uygardır. Her türlü siyasal akımın konuşulmasından yanadır. Alafranga
sağcılığın kökeninde «Amerikancılık» yatar. NATO, alafranga sağcıların kalesidir.
Toker, alafranga sağcılıkta oldukça başarılı oldu. 12 Mart günlerine gelindiğinde
elbette alafranga sağcıların sesleri yükselecekti. Ses yükseldi, yükseldi, taa
televizyon ekranlarına kadar ulaştı. Oradan kamuoyuna yansıdı. (Ne ses be..)
KRİPTO HAFİYESİ
“Kripto” Metin Toker'in deyişi ile “Gizli Komünist” demekti. Kriptolar, her yeri
işgal etmişlerdi. Basında Kriptolar vardı. TRT'de Kriptolar vardı. Sağda Kriptolar
vardı. Solda Kriptolar vardı. Herşeyde Kriptolar vardı.
Toker, Kriptolarla karada, havada ve denizde mücadele verdi: “Sağda- ve Solda
Vuruşanlar” adlı yazı dizisinde Kriptoları tek tek teşhir etti. Kriptoları tek tek
teşhir eden Toker, NATO'yu, CENTO'yu ve de ne kadar Amerikancı askeri pakt
varsa, bunları tek başına arslanlar gibi savundu.
“MAHİR” BİR “KAYNAK”
Vatan kurtarmak kolay iş değildir. Her önüne gelen vatan kurtaramaz... Vatan
kurtarmak için belirli koşullar vardır. Bu koşullara sahip olmayan kimse, vatan
kurtaramaz. Vatanımız, son yirmi-otuz yıldır, en az yirmibeş-otuz kerre
kurtarılmıştır. Vatan kurtaranlar genellikle ikiye ayrılırlar. “Herkesin gözü önünde
vatan kurtaranlar”, “Perde arkalarından vatan kurtaranlar”.
Herkesin gözü önünde vatan kurtaranlar sınıfına, Süleyman Demirci, Turhan
Feyzioğlu, Faik Türün, Ali Elverdi, Orhan Kabibay, Fethi Çelikbaş gibi büyükler
girer. Perde arkasından vatan kurtaranların başında yer alan bu kahramanımız, 12
Mart olayı dolayısıyla adı ortalığa dökülen emekli üsteğmen, müstafi öğretim üyesi,
MİT görevlisi Mahir Kaynak'tır.
ORDUDAN ATILIYOR
Mahir Kaynak, Kilis doğumludur. 1934 yılında doğan Mahir Kaynak, 1953 yılında
Kara Harp Okulu'nu beşincilikle bitirmiştir. Harp Okulu'nu böyle bir parlak derece
ile bitiren Kaynak'ın Silâhlı Kuvvetler'de başarıdan başarıya koşması beklenirken,
aaaa, bir de ne görüyoruz. Kaynak 1956 yılının aralık ayında ordudan çıkartılıyor.
Bu konuda çeşitli yorumlar yapılmış ve Mahir'in Silâhlı Kuvvetlerden neden
çıkartıldığı araştırılmıştır.
Bir yoruma göre. Mahir o tarihlerde MİT'e girmiş ve kendisine ordudan ihraç
edildiği süsü vermiştir. Bir başka söylentiye göre de Mahir bir Kürtçülük davasına
adı karışmış, bu davadan kurtulurken MİT'e kaydını yaptırmıştı. Daha başka
söylentiler varsa da, o kadarını yazmak istemiyoruz, üstümüze pek varmayın...
SOLCULUĞA BAŞLIYOR
Belli ki, MİT büyükleri, Mahir Kaynak'ın kişiliğinde “Mahir” bir “Kaynak”
bulmuşlardır. Mahir'in ordudan ayrılmasının temel nedeni, Mahir'in bu üstün
yetenekleridir.
Kaynak, ordudan atılınca hemen İstanbul İktisat Fakültesi’ne kaydoldu. Bir yandan
da bazı basın kuruluşlarının kapısını aşındıran Kaynak, sosyalizme olan aşırı
tutkusu nedeniyle dikkati çekti. İktisat Fakültesi'ni başarıyla bitiren Kaynak, aynı
fakültede ilerici öğretim üyelerinin yanında asistanlık yapmayı çok istiyordu.
Kaynak, girdiği sınavları başarıyla vererek, İdris Küçükömer ve Sencer
Divitçioğlu'nun kürsülerine asistan oldu.
GÖREVİMİZ TEHLİKE
Mahir Kaynak'ın temel görevi, ihtilâlci akımları MİT Müsteşarlığına bildirmekti.
Kimler ihtilâlci olabilirdi? Bunu belirleyip, saptamak görevi doğrudan doğruya,
Mahir Kaynak'a bırakılmıştı.
Kaynak işe öğrencilerin arasına sızarak başladı. Akademik kariyerde doçentlik
aşamasının kapısına kadar dayanan Kaynak, doçentlik tezi yazacağına,, bütün
zamanını, öğrenciler arasında geçirirdi. Öğrencilerle sosyalizm üzerine tartışan
Kaynak, burjuva düzeninin ancak ve ancak silâh kullanarak devrileceğini söyler ve
«gerilla savaşı şarttır» derdi.
Öğrencilere, «Teoriyi yeniden keşfetmeyin. İşte-proleterya, işte burjuvazi... Siz
gerilla yöntemleri öğrenin» yolunda öğütler veren Kaynak, bu yolda örgütler
oluşturulmasını salık vermekteydi.
NATO'DAN ÇIKALIM YOLDAŞLAR
Devrimci derneklerce de tanınıp, sevilen Kaynak, Türkiye Millî Gençlik Teşkilâtı
temsilcisi olarak 15-20 Haziran 1969 tarihleri arasında Romanya'nın Başkenti
Bükreş'de düzenlenen bir toplantıda, dünyanın dört bir yanından gelen komünist
gençlik örgütleri toplantısında konuşmasına şu cümlelerle başlıyordu.
“Yoldaşlar.. Böyle bir seminerde dikkatleri, askerî bir ittifak sonucu olarak ciddi
tehlikelere maruz kalan bir ülke üzerine çekmek isterim. Hepinizin bildiği gibi,
Türkiye NATO adlı saldırgan bir ittifakın, boyunduruğu altındadır. Ve bilindiği
üzere NATO, ABD'nin iktisadî ve askerî sömürüsü üzerine inşa edilmiştir.
Türkiye'nin komşu devletlerle ayrıcalık ifade edebilecek bir sorunu yoktur. Her
şeye rağmen, Amerika'nın yönetimi altında bütçemizin üçte birini askerî masraflar
için ayırma zorunluluğunda kaldık. Hükümetimizin onayı ile 32 bin kilometre alanı
Amerikalılara verdik. Bu Amerikan üslerine Türk Genelkurmay Başkanı bile
giremez.”
Mahir Kaynak, aynı konuşmasında Sovyetler'in Çekoslovakya'yı işgalini de haklı
buluyor ve komünist ülke gençleri arasındaki dayanışmanın, Türkiye'yi de içine
almasını öneriyordu.
DERNEK KURUYOR
Mahir Kaynak, 1968 yılında, devrimci gençliği etkisi altına alan demokratik devrim
tezi görüşlerinin baş savunucularından biriydi. Kaynak, sadece bu görüşleri
savunmakla yetinmedi, bir de bu adla bir dernek kurulmasına çalıştı ve sonunda
derneği kurdurttu. «Demokratik Devrim Derneğinin İstanbul ilindeki kuruluş
çalışmalarını yürüten Kaynak, derneğin kayıt defterlerini de elinde tutuyordu.
Bütün üyelerin adları, şanları ev ve iş adreslerini de böylece ele geçiren Kaynak,
tabii hemen, bu belgelen MİT İstanbul Bölge Şefi’ne aktarmıştı bile... Bir süre
sonra “Demokratik Devrim Derneği” İçişleri Bakanlığı tarafından kapatılmış ve
Kaynak'a göre, “İhtilâlci çekirdek” saptanmıştı. Demokratik Devrim Derneği
kapatıldıktan sonra Mahir Kaynak'ı “işsizlik ve pahalılıkla mücadele derneği”nde
görüyoruz. Bu dernekler aracılığı ile Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yla da
dostluk ilişkileri kuran Kaynak, Halkevlerine kanca atmak istiyordu. Kaynak
bunlarla da Yetinmemiş, devrimci öğretmenlerin oluşturduğu TÖS seminerlerinin
vazgeçilmez konuşmacılarından biri olmuştu.
AMERİKA'DAKİ EĞİTİM
Mahir Kaynak, doktorasını yaptıktan bir süre sonra Birleşik Amerika'ya gitti.
Birleşik Amerika'ya her giden yurttaş, gelişmiş hünerler edinerek yurda döner. Dr.
Mahir Kaynak da öyle yaptı. Washington'dan Uluslararası Polis Akademisi'nde,
“istihbarat” kursları gören Mahir Bey kardeşimiz, yaldızlı bir “Sertifika” ile yurda
dönünce kendisine büyük kapılar şırak diye açılıyordu.
İlk amacı, komünist ihtilâli önlemek, ikinci amacı doçent olmak, üçüncü amacı da
MİT’teki yerini iyice sağlamlaştırmaktı. Raporlarında «Üniversiteli» imzasını
kullanan Kaynak, 12 Mart öncesinde önemli bir görev üstlenmişti: Emekli
Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun çevresini izlemek ve bu grubu tutuklatmak...
MİT DOSYASINDAKİ ADI: M-3445
“Üniversiteli” imzasıyla rapor yazan Mahir Kaynak'ın MİT içindeki adı
“3445”olarak bilinirdi. M-3445 Madanoğlu'nun peşine düştü ve ağını kurdu. Önce
devrimci yazarlarla dost olacak, bu dostluğu pekiştirecek, sonra da Cemal
Madanoğlu ile bu yazarlar arasında bir siyasal örgüt yaratacak. Daha sonra da,
General Madanoğlu'nu gerek Dr. Hikmet Kıvılcımlı, gerekse Mihri Belli ile
tanıştıracaktı.
Kaynak sık sık seminerlerine katıldığı TÖS İstanbul Şubesi'nde yapılan bir
toplantıya Madanoğlu ile birlikte gitmişti. Madanoğlu. TÖS tarafından yapılan
konuşmaları pek beğenmemiş ve toplantıya katılan solculardan “asgarî
müştereklerde birleşilmesini” istemişti. Madanoğlu'nun bu asgarî müşterekler sözü
sonradan Kaynak tarafından MİT'e “askerî müşterekler” şeklinde yansıtılmıştır.
EN BÜYÜK BAŞARISI
Madanoğlu'nu adım adım izleyen Mahir Kaynak'ın en büyük başarısı Madanoğlu
ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı tanıştırmış olmasıdır. TÖS toplantısını asgarî
müştereklerde birleşin diye kısa bir konuşma yapıp, terkeden Madanoğlu, Kaynak
tarafından “aman ayıp oldu paşam” eleştirisiyie karşılaşmıştı. Madanoğlu bu
toplantıya Mahir Kaynak ve Prof. İsmet Sungurbey'le beraber gitmişti. Kaynak,
“Paşam, toplantıyı yarıda kesip gittiğiniz, Sungurbey alındı” demiş ve paşadan
Sungurbey'in gönlünü almasını istemişti.
Gönül alma işlemi, Madanoğlu'nun Kızıltoprak’daki evinde vereceği, bir yemekle
olacaktı. Yemeğe Sungurbey, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mahir Kaynak, beraber
gelmişlerdi. Geç saatlere kadar oturuldu, konuşuldu. Rakılar içildi.
TÜRK NAPOLYONU ALİ ELVERDİ
27 Mayıs Devrimi, Ali Elverdi'nin binbaşılığına rastlar. Binbaşı Ali, ihtilâli bütün
gücüyle desteklemiş, ancak treni kaçırdığı için, ön saftaki ihtilâlciler arasında yer
alamamıştı. Fakat önüne gelen bir tarihî fırsatı kaçırmadı, eski
Cumhurbaşkanlarından Celâl Bayar'ın Kayseri Cezaevi'nden tahliye olduğu gün
gösteri yapan bir ere tokat atarak ihtilâlciliğini ve inkılâpçılığını kanıtladı.
Elverdi, 27 Mayıs İhtilâli'ne yürekten bağlanmıştı. Bu bağlılığın kanıtlanması için
önüne bir başka fırsat daha çıkmıştı. Yıl 1962. Devrimci gençler, AP'nin eski Genel
Merkezi önünde gösteri yapıyorlar. Gösteri bir süre sonra saldırıya dönüşüyor.
Göstericiler AP Genel Merkezi'ne girmek istiyorlar. Kapıda bir hırgür patlıyor. Bir
kurmay yarbay, gözlüklü bir milletvekiline bağırıyor, “Devrim düşmanı. Devrim
düşmanı.” Bu gözlüklü milletvekili AP Erzurum Milletvekili Cevat Önder, bu
devrimci subay da 28'inci Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi'ydi. Sonradan
Elverdi ve Önder dost oldular. Ali Elverdi'nin oğlu İskender Hukuk Fakültesi'ni
bitirdikten sonra, avukatlık stajını Cevat Önder'in yazıhanesinde tamamladı.
ELVERDİ İHTİLÂLCİLERE KARŞI
Ali Elverdi. Ankara'da 28'inci Tümen Kurmay başkanlığı yaparken. Albay Talât
Aydemir'in adamları kendisine çengel atmışlardı. Elverdi'nin elinde Ankara'yı işgal
planı vardı. 22 Şubat erken patlak vermiş ve çarçabuk bastırılmıştı. Koşullar yeni
bir ihtilâle gebeydi. Ancak ortalıkta pek yetenekli ebe de görünmüyordu.
21 Mayıs ihtilâl girişimi gecesinde Ali Elverdi'nin yıldızı birdenbire parlamıştır.
Tank Üsteğmeni İlhan Baş, Ankara Radyosu'ndan yaptığı anonsla ihtilâlin
başladığını haber vermekteydi. Elverdi hemen bir jeep'e atlayarak, radyoevine
girdi. Ankara Merkez Komutanı Orhan Çokdeğer, Elverdi'den önce radyoevine
gelmiş ve ihtilâlci üsteğmenle yanındaki Harp Okulu öğrencilerini tutuklamıştı.
Elverdi anons odasına girer girmez, her şeyi hazır buldu. Mikrofonu görünce önce
“Bursa'nın ufak tefek taşları” diye başlayacaktı amma hemen kendine geldi ve
bülbülleri kıskandıran sesiyle tarihî konuşmasını yaptı :
“Çapulcuların yaptığı hareket durdurulmuştur...”
Fakat aksilik bu ya, tam o sırada Üsteğmen Erol Dinçer komutasındaki bir manga
radyoevine girerek, Elverdi'yi teslim almıştı bile.
ELVERDİ'NİN AYAĞI TAKILIYOR
Elverdi Harp Okulu öğrencilerini görür görmez, “Evlâtlarım, demek sizdiniz,
bırakın hatamı düzelteyim” dediyse de pek inandırıcı olmadı. Elverdi yolda
mızıldanıyor, mırıldanıyordu: “Sizdenim ben, yanlışlık oldu.”
Harp Okulu öğrencileri bu mırıldanmalara “Sabahın seher vaktinde Ali'yi gördüm,
Ali'yi” türküsünü söyleyerek karşılık veriyorlardı, öğrenciler Elverdi'yi Albay Talât
Aydemir'in karşısına çıkardılar.
Bundan sonrasını pek kimse bilmemektedir. Ali Elverdi'ye göre Aydemir, “Bir
kahve içer misiniz?” demiş, Elverdi, “Bir orta rica edeyim. Bu yapılanları
hazmedemedim. Bir de soda” diyerek hür demokratik rejimi korumuştur. Fakat
bazı “Muzur eşhas”, Elverdi'nin, Albay Aydemir'e “Affet beni Albayım” dediğini
yazmışlardır.
Aydemir, ihtilâl gecesi tutuklandıktan sonra, Elverdi'nin kendisine hakaret etmek
istediğini anılarında şu şekilde anlatmaktadır:
“Elverdi... Benim önüme geldi ve (Senin kanını bu memlekete değil, Moskova'ya
gömeceğiz) diye hitapda bulundu. Ve (tu) diye hücreye tükürdü. Ben de gayet sakin,
(O belli değil daha) dedim. Benim elim kolum bağlı idi. Hücrede kilitli idim. O
geceyi hatırladım. Ayaklarıma kapanmış, hayatını kurtarmam için yalvarmıştı...”
Yapılan araştırmalar sonunda, Elverdi'nin, Aydemir'in ayaklarına kapanmadığını,
bu sırada büyük bir rastlantı sonucu ayağının halıya takıldığını ve bu sarsıntı
sonucu dudaklarının Aydemir'in ayakkabılarına değdiğini ortaya koymuştur. (İş bu
açıklama ilk kez yayınlanmakta olup her hakkı saklı ve üstelik de bayağı haklıdır).
Yine yapılan araştırmalarda. Talât Aydemir'in. Elverdi'ye tabancasını dayadığını,
ancak Elverdi'nin iman dolu göğsünün ve de özellikle derisinin kalınlığı dolayısıyla
kurşun işlemediği de anlaşılmıştır.
ELVERDİ'NİN YILDIZI PARLIYOR
Yarbay Ali Elverdi'nin bu cansiperane kahramanlıkları, ne yazık ki, altının
değerinin düştüğü günlerde onsekiz ayar bir üstün liyakat madalyasıyla
ödüllendirilmiştir. Oysa Yarbay Ali, Mareşalliği hakkettiği kanısındaydı.
Günler çabuk geçti. 12 Mart'a gelindiğinde Elverdi'yi, Tuğgeneral rütbesinde
görüyoruz. 28. Tümen Komutan Yardımcılığı görevini yürüten Elverdi, 12 Mart
Muhtırası'ndan hemen sonra Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi
Başkanlığı'na getirilmişti. ( büyüklerimiz Uğur Mumcu)
AYDIN EMRE KONGAR’DAN “AYDINLATMA” YAZILARI
1. İŞTAHI KABARANLAR
“Ordu içindeki kıpırdanmalar 15 Ekim 1961'de yapılan seçimlerle durulmamıştı.
27 Mayıs darbesinin oluşturduğu örnek, darbe sırasında yurt dışında olduğu için
iktidara ortak olamamış olan Albay Talat Aydemir ve genç arkadaşlarının
iştahasını kabartmıştı. Ankara'daki Harp Okulu'nun komutanı olan Talat Aydemir
22 Şubat 1962'de askeri öğrencileri silahlandırarak bir darbe teşebbüsünde
bulundu. Halkın ya da ordunun başka kademelerinin desteklemediği bu darbe
teşebbüsü İsmet İnönü Hükümeti tarafından bastırıldı. Talat Aydemir, 21 Mayıs
1963'de bir darbe girişiminde daha bulundu, yine bastırıldı ve bu kez idam edilerek
cezalandırıldı. “
2. KOÇAŞ'IN SOLA VE DEMOKRASİNİN GELİŞTİRİLMESİNE AÇIK FİKRİYATI
12 Mart darbesi ilk kez "Atatürkçülük" adına baskıcı bir uygulamaya da yol açtı.
Daha sonra 12 Eylül darbesi ile pekişecek bu uygulama, günümüzde pek çok
"İkinci Cumhuriyetçi" diye nitelenen yazarın sergilediği "Atatürk düşmanlığının"
tohumlarını attı. 12 Mart askeri darbesinin fikir babalığını bir anlamda Sadi Koçaş
yapmaya çalıştı ama başaramadı. Koçaş'ın sola ve demokrasinin geliştirilmesine
açık fikriyatı, kendi iç hesaplaşmasına yönelmiş olan Silahlı Kuvvetler hiyerarşisi
içinde, bu hiyerarşi anti-komünist bir yapıda olduğu için, rağbet görmedi ve etkisiz
kaldı; darbe "Atatürkçülük" adı altında koyu bir baskıya ve sola karşı bir harekete
dönüştü. (Asker-Siyaset_Iliskileri_Emre Kongar)
Daha geniş “aydınlanma” isterseniz Emre Kongar’ın resmi internet sitesini ziyaret
edebilirsiniz. (http://www.kongar.org/aydinlanma)
GÜVEN BAYRAĞI
Dönemin Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri ve 9 Mart olayında önemli bir
rol oynamış olan Hakim Albay Emin Değer yıllar sonra nasıl oyuna getirildiklerini
şöyle anlatır:
“12 Mart öncesi ve sonrası genç subayın komutanına bağlılığı silahlı kuvvetlerin
geleneksel yapısına uygundur. 9 Mart’ta tasfiye edilen subaylardan biri olarak
güvenimizi kazanan, hareketimize katkısı olacağını düşündüğümüz arkadaşlara
açıldığımızda, “Kim var başınızda, Faruk Paşa varsa evet” derlerdi. Faruk Gürler
adı, bizim gerçekleştirilmesini istediğimiz Kemalist devrimci hareketin güven
bayrağıydı. Faruk Gürler Paşa, o dönem, Silahlı Kuvvetlerde bilgisi ve dünya
görüşüyle astlarının güvenini kazanmış tek komutandı.”
ON YERİNE BEŞ-ÖZEL GÖREVLİ
“Ama içimizde hep bir kuşku vardı! Acaba bizi oyalıyorlar mı, kuşkusuydu bu.
Çünkü 1970 sonlarına doğru, değişik evlerde en az onar kişilik toplantılar
yapılıyordu. Oysa bu tür çalışmalar, birbirine güvenen beş kişiyi geçmemeliydi.
Sonradan bu toplantılardaki kimi hızlı arkadaşımızın, özel görevli olduğunu
öğrenecektik. Çünkü onlar tasfiye edilmediler, görevlerinde kalıp yükseldiler”
“Hareket içindeki çalışmalara dönüp bakıldığında, komutanların bizim siyasal ve
sosyal görüşlerimizi öğrenmek için bizimle birlikte göründükleri kanısı uyanıyor.”
(M.Emin Değer, UĞUR MUMCU VE MART, UM:AG Yayınları 2002. s. 216-217)
ALİCENGİZ’DE ROL ALMAK
“Yıllar sonra olayları bir bütün olarak değerlendirdiğimde, bir kuşkuyu yavaş
yavaş siliyorum ve altından bir gerçek çıkıyor. Dickson Raporundaki “Rejime sadık
olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri bir program dahilinde
tasfiye edilmek üzere tespit” ediliyor ve bunun programı uygulanıyormuş. Anayasa
ve rapor çalışmaları da hareketimize tanı konulması ve soldaki yerimizin
saptanması içinmiş.
O koca koca paşalar, bu alicengiz oyununu başarıyla oynamışlar. Bizler mi, kendi
adıma iyi ki bize de rol verilmiş diyorum. Sıradan bir izleyici olsaydım daha mı iyi
olurdu ?” (M.Emin Değer, agy s.219)
İYİ Kİ ROL ALDILAR-SIRADAN İZLEYİCİ OLMADILAR
Albay Emin Değer ve General Celil Gürkan, Görevli Orhan KABİBAY’ın çengeli
kullanarak ve “Sol Görünümlü Cunta“ yemine takılarak tasfiye edilmişlerdir.
Hatıralarında bunu açıkça yazmıyorlar.
İyi ki rol aldılar, sıradan izleyici olmadılar. Sıradan izleyicilerin başına gelenleri
gördüler. Rol almayanlar ya da rolun hakkını vermeyenler asker-sivil gençlerdi.
Örneğin Albay Salih Zeki Yılmaz’ı 40 kiloya düşüren işkencelere tabii
tutulabilirlerdi. 146-1 den Deniz Gezmiş gibi asılabilirlerdi. Rollerinin hakkına
bağışlandılar.
MIŞ –MUŞ-DEMEK Kİ
Hukukçu Emin Değer Orhan Kabibay hakkında da “hukukçu titizliğiyle” şunları
yazar:
“Uğur Mumcu, Suçlular ve Güçlüler’de Kabibay’la ilgili bir not düşer.
Mumcu’nun 12 Martta Erim’in basın danışmanlığını yapan Kurtul Altuğ’un
anılarından aktardığına göre: “ 12 Mart öncesi Orhan Kabibay’ın evinde
toplantılar yapılırmış! Bu toplantılara, 12 Martın Başbakanı Nihat Erim, Başbakan
Yardımcısı Sadi KOÇAŞ, Adalet Bakanı İsmail Arar’da bulunurmuş.”(s.227)
Kurtul Altuğ’un da bu evin konuklarından olduğu anlaşılıyor. Kabibay öte yandan
16 Martta Silahlı Kuvvetlerden tasfiye edilenlerle de ayrı bir ekip içinde
çalışmaktaydı.
Bu ekibin içinde bulunduğum için, onun ikili oynadığından son anda
kuşkulanmıştık. Kabibay’ın 3 Mart gecesi Fakih Özfakih’in evinde, kendisinin
ısrarlarıyla yapılan ve Atıf Erçıkan’a ordudaki solcu subayların dökümünü veren
toplantıdan sonra, ikili ilişkileri gündeme gelmişti.
Bu olgu da, komutanların bir tasfiye amacıyla genç kesimle devrimcilik
oynadıklarını göstermektedir.
Kabibay’ın bu oyunun iki sahnesinde de rolü varmış demek ki!” (M.Emin Değer,
agy s.260)
Anasının gözü görevliler (Orhan KABİBAY ve Sadi KOÇAŞ) hepsini ayakta
uyutmuştu. Emin Değer’in 10 kişilik toplantısına katılıp rol alan askerlere genç
yaşlarında Albaylıktan –Generallikten emeklilik uygun görüldü
Rol almayan ya da rolün hakkını vermeyen figüran gençlere yapılanlar bahsetmeye
değmez. En fazlası, öldürüldüler...
ÇETİN CEVİZ
CIA ajanı Albay Dickson "gizli rapor"unda ayrıca, Atatürk'ün "milli politikasını"
ve "Atatürkçü dış politikayı" tehdit olarak görüyor ve boğulmasını istiyordu.
Günümüze kadar olan siyasal gelişmelerde, ABD'nin bu planlarını adım adım
uyguladığını ortaya koymuştur.
Görüldüğü gibi gelişen olaylar bir zincirin halkaları gibidir. Bu halkalar bir araya
getirildiğinde bir anlam kazanmaktadır.
Dickson Demirel hükümetine de şu öğütleri veriyordu :
“Seçimlerden sonra ortaya çıkan ve sizi ilgilendiren bazı güçlükler aşağıdaki
şartların bir sonucudur:
Diğer bazı hususlarla birlikte, 27 Mayıs Hükümet darbesi, ekonomik problemler, iç
ve dış politikada muhalefetle olan ciddi görüş ayrılığımız büyük güçlüklere sebep
olmaktadır. Meşhur af ve seçim kanununun değiştirilmesi ile ilgili sorunlar bize
karşı bir birleşmenin mümkün olduğunun belirtileridir."
“Çetin ceviz [İsmet İnönü kast edilmektedir. T.Ç.] beklendiği üzere, eskiden yaptığı
gibi, Atatürk’ün milli politikası, ikili anlaşmalar, üsler, vesaire gibi can sıkıcı
sorunları tekrar ortaya atmaya çalışarak, hükümete karşı tecavüzlerini
artırmaktadır.”
“Bu sebeple, herkes müttefiktir ki: bu tehlike muhalefetin tedrici şekilde
parçalanmasını ve bütün arzulanmayan sonuçları ile birlikte, sol ve sol eğilimlerin
benzeri bir birlik yaratmasını önlemek üzere boğulmasını tahrik eder hatta buna
zorlar”
İsmet İnönü muhalefette gerçekten “Çetin Ceviz’”dir. İktidar sahiplerince kırılması
zordur. Ama iktidara ortak olduğu anda emperyalizm ve işbirlikçilerin elinde
“balyoz” olur. Yetiştirmesi Nihat Erim ve Sadi KOÇAŞ’ın sol aydınlar ve gençlik
üzerindeki meşhur “Balyoz” hareketini ayakta alkışlar. Verdiği demeçlerle
“gençliğin” boğulması için halkı yardıma çağırır.
İdamlarla İlgili Gazetecilerin Sorularına Verilen Yanıtlar (Barış Gazetesi,
25.03.1972)
Gazeteciler: Kararda değişiklik var mı? Anayasa Mahkemesine gidilecek mi?
İnönü: Hiçbir şey söyleyecek değilim size. Bir şey söylemeyeceğim. Gazetecilik
sanatıyla bana mutlaka bir şey söyletmeye çalışmayın.
Gazeteciler: Kararın tashih edileceği, Anayasa Mahkemesi'ne gidilmekten
vazgeçileceği yolundaki söylentiyi, hiçbir yerden teyit ettiremedik, yalanlatamadık
da.
İnönü: Daha Nihat Bey gelmedi. Gelsin bakalım. Nihat Bey gelsin.
3 İngiliz Teknisyenin THKP-C Militanlarınca Kaçırılmasıyla İlgili Verilen Demeç
(Barış Gazetesi, 28.03.1972)
“Bugün Ordu ilimiz içinde Ünye'de, memleketimizde bulunan gönüllü müttefik
uzmanlarından üç kişinin kaçırılması havadisini aldık. Her birimiz başımıza
indirilen ağır bir hicap vuruşu ile sarsıldık.
Kaçırılanların bıraktıkları mektuptan mahkemelerde hüküm giyen ve kaderleri
türlü yönden tahkikat içinde bulunan üç mahkumun kurtarılması için rehin
alındığını ve eğer mahkeme hükümleri infaz olunursa, onların canlarının tehlikeye
düşeceğini bildirmiş olduklarım öğrendik.
Türkiye'de mahkemelerin tehdit altında hüküm vereceklerini veya tehdit altında
mahkeme hükümlerinden kurtulmak mümkün olacağını zannetmek hiçbir sonucu
olmayan meyusane bir teşebbüstür.
Aklı başında insanların bu kanunsuz kaçırmadan bir netice umması düşünülemez.
Fakat mektup sahiplerinin dediği gibi kaçırılanlara bir tecavüz olursa, bundan
memlekete gelecek zararların hududu olmayacaktır. Bunu vatandaşlarıma
bildirmek istiyorum.
Kaçırılanlar, devletin kanunu ve milletin seferi ile bağlı olduğu uluslararası
taahhütle memleketimizde çalışan insanlardır.
Bunların hiçbir münasebetleri olmayan bir bahane ile hayatlarına kastedilmesi her
memleketin kanunu ile bütün milletimizi leke altında töhmet altında bırakır. Böyle
bir vaka yalnız cinayeti yapanlara karşı değil, onların ailelerine ve bütün
yurttaşlarına sönmez, unutulmaz, derin bir düşmanlık yaratır.
Bütün insanlık âlemine karşı sözüne güvenilmekte, kanuna inanılmaktan şikâyet
edilen bir millet damgası ile milletler arasında tahmin edemeyeceğimiz kötü
nazarlara, ithamlara ve muamelenin maddi, manevî bütün zararlarına maruz
kalırız.
Bütün vatandaşlar önemli bir vazife karşısındayız. Böyle bir cinayete mutlaka manî
olmalıyız.
İlk önce şehirlisi, köylüsü, bütün Ordu ile yakın iller bütün memleket bunların
peşine düşmelidir. Mutlaka bilen vardır. Barındıkları ve gittikleri yer, şehirli ve
köylü halkımızın çevresindedir.
Bunları bulmalı, hükümete teslim etmeli, esirlerini kurtarmalı ve bir facia
önlenmelidir.
Resmî vazifelilerin yardımcısı olarak halkımızın her ferdinin bir vatan müdafaası
yapar gibi teması olanlar, kaçıranları uyarmalı temasları olmayanlar, her yerde
takip etmeli, mutlaka izlerini bulmalıdır.
Kaçırılanların canlarını kurtarmak çok değerli bir ödevdir. Amaç kaçırılanların
canlan gibi önemli olan milyonlarca Türk çocuklarının maruz kalacakları,
zararları ve tehlikeleri celp edecekleri engin düşmanlıkları önlemektir.
Benim vatandaşlarıma söylediğim bu sözler tam bir şeref acısıyla devlet ve millet
olarak temel düşüncelerle söylenmiştir.
VATAN HAİNİ
"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
amirali
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
NÜMAYİŞ- YANKEE GO HOME
Bütün bu gelişmeler karşısında toplumun bu konularda en duyarlı kesimi yüksek
öğrenim gençliği tepkisiz kalamazdı. Amerika’ya karşı ilk eylemli tepki de onlardan
geldi. 1000’den fazla üniversite öğrencisi 27 Ağustos 1964’de Ankara Zafer
Meydanında Amerika karşıtı gösteri yaptılar. Türkiye’de ilk kez Amerika karşıtı bir
gösteri yapılıyordu.
27 Ağustos 1964 Perşembe günkü Milliyet Gazetesinden:
“AMERİKA ALEYHİNE BİR GÖSTERİ YAPILDI:
Gençlerin bu tepkisi toplumun diğer kesimlerinden de, özellikle aydınlardan da
destek buluyordu. Üniversite öğretim üyeleri de Amerika’nın Vietnam savaşına
karşı çıkıyor ve yayınladıkları bildirilerde Amerika’ya tavır alıyorlardı.
ORTANIN SOLU
Devrimci hareketlerin yaygınlaşması, sosyalizmin öğrenciler ve aydınlar arasında
hızla benimsenmesi üzerine CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Temmuz 1964’de
ortanın solunda olduklarını ifade etmek zorunda kalıyordu. 1947’lerde Tan
matbaasını bastıran, Sol partileri yasaklayan İnönü hidayete erip solcu oldu. 27
Mayıs dalgası onu başbakan yapmıştı, Belki de Sol Düşünce dalgası da onu iktidar
yapabilirdi.
Gençlerin Amerika karşıtı eylemleri 1965 yılında da devam etti, TMGT açıkça
Amerika’ya cephe alıyor ve petrol sanayinin uluslaştırılması kampanyasını
başlatıyordu.
DÜZENİ SORGULAMA
ABD karşıtlığı gençlik içerisinde hızla yaygınlaşıyordu. Bu durum devrimci,
toplumcu kanadı güçlendiriyordu. “Komünizme karşı paratoner” gibi kullanmak
amacıyla kurulan ve 27 Mayıs 1960’a kadar Amerikalı rektörle yönetilen Orta
Doğu Teknik Üniversitesinde bile 1965 yılında Sosyalist Fikir Kulübü kuruluyor,
Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı seçimlerinde
ilerici öğrenciler kazanıyordu. Gençler, artık düzeni sorgulamaya başlıyor ve
düzene karşı eylemlere yöneliyordu.
Asker-sivil gençlik sosyalizme koşuyordu. Kurtuluş savaşından gelen gelenek
sosyalizmle buluşuyordu.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Kulübünün kuruluş öyküsünü ve
ODTÜ’lü Sosyalistlerin örgütlenmeleri ve ilk eylemleri, kulübün kurucularından
Ersin Arısoy’dan dinleyelim.
BİR KURULUŞ ÖYKÜSÜ
Yıl 1964. ODTÜ Mimarlık Fakültesini bitirmişim. Artık çiçeği burnunda bir
mimarım. Yüksek lisans bölümüne kaydımı yaptırmışım, üç dört yıldır sol düşünce
ile haşır neşirim, geleceğe umutla bakmaktayım.
Bir yaz akşamı. Sınıf arkadaşım Gündoğdu Gencer ile Atatürk Bulvarı’nda
amaçsızca geziniyoruz. Bakanlıklar yönünden ortak tanışlarımız Alper Doğay ile
Yalçın Cerit geliyorlar.
Karşılaşınca da;“Burada böyle aylak aylak dolaşacağınıza gelin de partiye üye
olun!”diyorlar.
Gündoğdu ile birbirimize bakıyoruz ve ikimizin ağzından aynı anda aynı sözcükler
çıkıyor: “Neden olmasın?”
Dördümüz birlikte, Gima’nın yakınındaki Angora Pastanesi’nin bulunduğu yapının
en üst katına, TİP Ankara İl Örgütüne gidiyoruz. Giriş belgeleri dolduruluyor,
Alper ve Yalçın bizleri öneren kişiler olarak belgeleri imzalıyorlar ve Gündoğdu ile
benim politik yaşamımız başlıyor.
Parti üyesi olmak ciddi bir iş. Oturup partide çay içmek ve geyik yapmakla
olmuyor. İkimiz de her işe koşturuyoruz. Partide etkin gençlere gereksinim
duyuluyor ve ben Merkez İlçe Yönetim Kuruluna seçiliyorum. Kurulda benden
başka Şekibe Abla (Çelenk), Süleyman Ege, Ethem Yazgan, Osman Çamer, Mustafa
Karayol ve şu anda adını anımsamadığım bir kişi daha var. İlk oturumda Şekibe
Abla başkanlığa, ben yazmanlığa, Osman Bey de saymanlığa öneriliyoruz ve de
seçiliyoruz.
Partide diğer üniversitelerden gençlerle tanışıyoruz. Bu tanışlardan aklımda
kalanlar Ataol Behramoğlu, İsmet Özel (sonradan politik görüşleri değişecek),
Ümit Hassan, Ahmet Say, Abdullah Nefes, Hüseyin Ergün, Attila Arsoy, Alper
(soyadını anımsamıyorum, Hachette Kitabevinde çalışıyor), Aslan (soyadını
anımsayamıyorum). Bir de Muzaffer var. Bana garip garip sorular yöneltiyor.
Polisliğinden şüpheleniyorum ve durumu bizim Osman’a (Aybers) açıyorum.
Osman’ın yanıtı kesin: “Muzaffer polis bile olamayacak kadar aptal biri !”
DÖNÜŞÜM
Siyasal’dan, Dil Tarih’ten, Hukuk’tan ve ODTÜ’den sol eğilimli arkadaşlar bir
araya gelip bir dergi çıkarmayı tasarlıyoruz. Adı “Dönüşüm” olacak dergi böylece
doğuyor. Dergiyi bayilere vermeyip Kızılay’da kendimiz satacağız ve her sayının
satışından elde edilecek gelir öbür sayısının basımında kullanılacak, döner
sermayeye aktarılacak.
Yazılar ve resimler kolaylıkla toplanıyor. İlk sayı basılıyor. Kızılay’da Sakarya
Caddesi’nin girişine sıralanıyoruz. Elimizde birer dergi. Bağırıyoruz:
“Sömürüye karşı Dönüşüm!”
“Emperyalizme karşı Dönüşüm!”
“Sosyalizm için Dönüşüm!”
Halk çok ilgili. İlk kez böyle bir olayla karşılaşıyor. Dergiler birer birer tükeniyor,
koşturup depodan yenilerini getiriyoruz. Kızılay’dan geçen Tuğrul Akçura Hocamız
parasını verip bir adet Dönüşüm alıyor, ardından ekliyor:
“Yarınki sınavınızı unutmayın evlatlarım!”
Çevrede kalabalık artıyor. Çoğunu tanımıyoruz, ancak karanlık suratlı kişiler. Bir
ara birinin diğerine gözüyle işmar ettiğini görüyorum. (O zamanlar MHP yok,
bunlar AP Gençlik Kolları ve Komünizmle Mücadele Derneği mensupları)
Saldırıyorlar, ele geçirebildikleri dergileri yırtıyorlar, döğüş başlıyor. Benim
bulunduğum yönde, Sergen Pastanesi’nin önünde bir saldırganı kötü benzetiyoruz.
Asker Mehmet’in vole atar gibi savurduğu tekmeyi gerici gazetelerden biri
fotoğraflamış, ertesi günü şu alt yazıyla gazetesinde sergileyecek:“Galeyana gelen
milliyetçi gençler komünistleri dövüyorlar”
Bir süre sonra yetişen güvenlik güçleri her zaman olduğu gibi saldırganları bırakıp
bizleri toparlıyor. Benzer görüntüler haftalarca bir birini izliyor. Senatör Niyazi
Ağırnaslı sorunu mecliste gündeme getiriyor, bir sonuç alınamıyor.
Değişik üniversitelerde okuyan biz sol eğilimli gençler okullarımızda birer fikir
kulübü kurup sonra da bir federasyonda bir araya gelmek istiyoruz. ODTÜ’de
ortam araştırması ve saptaması yapmak bana ve Gündoğdu’ya düşüyor. Tam o
sırada üniversitemizde Öğrenci Birliği seçimleri var.
ÇEKİRDEK KADRO
O zamana kadar ODTÜ’de değişik sosyal etkinlikler (sosyal etkinlikten, danslı
partiler, çaylar, suya sabuna dokunmayan açık oturumları anlıyorlar) düzenleyen
gruplar seçimleri kazanmışlar. Yine öyle gruplar kurulmuş ve harıl harıl
hazırlanıyorlar. Okulda bir tarama yapıp sol eğilimli öğrencileri saptamaya ve bir
toplantıda bir araya getirmeye çalışıyoruz. Gündoğdu’nun İzmir’den tanıdığı Bekir
Harputlu’ya açılıyoruz. Son derece olumlu karşılıyor. Ben bir Amerikan karşıtı
gösteride Mühendislik Fakültesinden Tunca Bökesay’ı görmüştüm, ona haber
iletiyoruz. Bizim fakültede solcu olarak tanıdığımız arkadaşlarla konuşuyoruz.
Osman Aybers ve Mehmet Hamuroğlu dışındakilerden pek yüz bulamıyoruz. Belli
ki bir şeylerden çekiniyorlar.
Çekirdek kadro yakın çevresinde araştırma yapıyor. İki, üç gün içinde
öngöremediğimiz ölçüde kalabalıklaşıyoruz. Sonunda Mimarlık Fakültesindeki
sınıflardan birinde bir toplantı düzenliyoruz. Katılım çok fazla: Ben, Gündoğdu
Gencer, Osman Aybers, Hulagu Bulguç, Hüseyin Tanrıöver, Bekir Harputlu,
Vahap Erdoğdu, Muammer Soysal, Tunca Bökesay, Ercan Enç, Kurthan Fişek,
Seyhan Say, Nurten Kam, Selami Sargut, Ergin Kısakürek, Bahattin Akşit, Mehmet
Koca, Özkan (soyadını anımsamıyorum, 21 Mayısçılardan), Tevfik (soyadını
anımsamıyorum).. Mutlaka başka arkadaşlar da var ama aradan kırk yıl geçti, bu
toplantıdan usumda kalanlar kişiler bunlar. Hocalardan da ilgilenenler var. Ergin
Günçe, Cemalettin Çakmak, Yaşar Gürbüz, Arif Payaslıoğlu. Ancak bu ilk
oturumda hocalar yok, onlar izleyen günlerde katılacaklar.
İlk toplantıda iki konu üzerinde duruluyor. Birincisi çok acil. Kısa bir süre kalan
Öğrenci Birliği seçimlerine katılmak. Genel kanı sonuçtan çok umutlu değil. Yine
de, bir anlamda bir Amerikan kuruluşu olan ODTÜ’de gücümüzü denemek
istiyoruz. Bakalım oy oranımızın yüzdesi ne olacak? İkinci konu toplumsal
düşüncenin okul içinde yaygınlaşmasını, örgütleşmesini sağlayacak bir fikir
kulübünün oluşması. Gücümüzün bölünmesi diye bir kavram yok. Herkes her iki
örgütleşmeyi de destekleyecek. Önce seçim konusu tartışılıyor. Başkan adayının
mutlak Mühendislik Fakültesinden olması gerekiyor. Bu bir sorun yaratmıyor. Tüm
katılanlar Muammer Soysal’ın başkanlığı konusunda fikir birliğindeler. Yönetim
Kurulunun diğer üyeleri için öneriler geliştiriliyor. Bekir de mutlaka listeye
alınmalı. Bir bayan olmalı yönetimde, Seyhan mı? Nurten mi? Nurten Seyhan’ın
adaylığını destekliyor. Çok sayıda arkadaşın yönetime girmesini istediği Ergin
kendi adaylığına karşı çıkıyor:“Benim soyadım Necip Fazıl’ın soyadı ile özdeş, bu
nedenle listemiz çoğu kişiye antipatik gelebilir!”diyor ve çekiliyor.
TOPLUMCU GRUP
Liste son biçimini alıyor. Benim listeden bugün anımsadığım isimler Muammer,
Bekir, Seyhan ve Selami. Anımsayamadıklarım altmış beş yaşımın beyin
yorgunluğuna versinler. Grubun adı konusunda bir sorun yok. “Toplumcu Grup”
adı tüm katılımcılarca benimseniyor.
Hazırlıklara hemen girişiliyor. Pankartlar, afişler düzenleniyor, çeşitli duvarlara
yazılar yazılıyor, konuşmacılar belirleniyor. Bekir kafeteryaya yayın yapan
düzenekten
ODTÜ’lülere
sesleniyor:“Ben
Toplumcu
Grup
adına
konuşuyorum,...Bize mutlaka oy verin demiyorum ama söylediklerime kulak
verin...Bu düzen okulumuzda ve ülkemizde böyle sürmeyecek, bir şeyler mutlaka
değişecek, bu değişimi olumlu yöne çevirmek sizlerin ellerinde...”
Okuldaki kulüplerden de bizleri destekleyenler var. Özellikle “Halk Oyunları
Kulübü” seçim öncesi bir gösteriye yakalarında “Toplumcu Grup” yazılarıyla
çıkıyorlar. Seçime katılanlardan “Reform Grubu”nda da solcular var. Birleşmeyi
öneriyorlar, ancak çok geç.
Sonunda seçim günü geliyor. Ben kafeteryadaki sandığın başında görevliyim,
yakamdaki “Toplumcu Grup” etiketini gururla taşıyorum. Akşamın bir saatinde
seçim süresi doluyor. En çok oy kafeteryadaki sandığa atılmış. Oy sayımı başlıyor.
Reform Grubu ile Toplumcu Grup çekişiyor. İktidardaki sosyal etkinlikçilerin
(sanırım Güneş Grubu) ve Emin Çölaşan’ın başkan adayı olduğu grubun (adını
anımsamıyorum) gerilerde kaldığı anlaşılıyor. Diğer sandıkların sonuçları daha
önce alınıyor. Reformcular yirmi, otuz oy öndeler. Tüm öğrenciler kafeteryada,
sandık masasının çevresinde toplanmış, çıt çıkarmadan sandık başkanı Yücel
Özden’in ağzından çıkanları dinliyor:“Toplumcu Grup tam liste, .....Reform Grubu
tam liste, ......Reform Grubu Ertöz Vahit Suiçmez dışında tam liste,..... Toplumcu
Grup tam liste, ........”
Oyların sonuncuları sayılıyor. Artık fark üçlere, beşlere düşmüş. Son oylar sürekli
bize çıkıyor.... Tüm sandıkların toplamında Öğrenci Birliği seçimi sonuçları:
Toplumcu Grup Reform Grubundan 7 (evet tam yedi) oy fazla alarak seçimleri
kazanıyor. Muammer Başkan olacak. Ancak ufak bir sürpriz var. Reform
Grubundan Aydın Karagözoğlu da kazananlar arasında. O da Genel Sekreter
olacak ve sonraki seçimlere hep Toplumcu Grup adayı olarak katılacak.
ODTÜ SOSYALİST FİKİR KULÜBÜ
Seçimler böylece istediğimiz biçimde sonuçlanıyor. Sırada fikir kulübünü kurmak
ve tüzüğünü kaleme almak var. Toplantılar birbirini izliyor. Tüzük taslağı
hazırlanıyor, maddeler bir bir tartışılıp son biçimlerini alıyorlar. Bu kez toplumcu
yerine doğrudan sosyalist sözcüğünün kullanılması fikri ağır basıyor ve “Orta
Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Fikir Kulübü” böylece doğuyor. İlk yönetim
kurulu için seçimlere geçiliyor. Herkes büyük bir özveri içinde. Üyeler birbirlerini
aday gösteriyor. Yapılan seçim sonucu SFK Yönetim Kurulu şöyle oluşuyor:
Başkan Tunca Bökesay, İkinci Başkan Ersin Arısoy, Genel Yazman Kurthan Fişek,
Genel Sayman Ercan Enç, üyelerden biri Gündoğdu Gencer, diğer üyeler yine
usumdan gitmiş, Vahap Erdoğdu olabilir, Osman Aybers olabilir, ya da başkaları...
Kulübün resmen tescil edilmesi için Cemiyetler Masasına bildirimde bulunmak
şart. Gerekli belgeler tamamlanıyor. İş başa düşüyor. Elimde belgeler Necatibey
Caddesinde, Maltepe Köprüsünün yanındaki Emniyet’in Cemiyetler Masası
bölümüne yollanıyorum. Biraz huzursuzluk ve ürküntü duyuyorum. Kendi
ellerimizle adlarımızı ve adreslerimizi polise bildirmeye gidiyorum. Hoş onlar
adları ve adresleri zaten saptamışlardır. Yüzü hiç yabancı gelmeyen bir komiser
(parti kongrelerindeki hükümet komiserlerinden biri olabilir) getirdiğim belgeleri
bir bir inceliyor, gerekli defterlerde işlemler gerçekleştiriyor, son derece kibar
davranıyor, güçlük çıkarmıyor, sonunda beni hayretlere düşüren bir biçimde elimi
sıkıyor ve ekliyor:“Kayıt ve tescil tamam, hayırlı olsun, başarılar dilerim!”
Okulda yavaştan yavaştan etkinliklere girişiyoruz. Bir “Vietnam Savaşı Sergisi”
açıyoruz. Oldukça ilgi topluyor. Açık oturumlar, söyleşiler (Yaşar Kemal), müzik
geceleri (Aşık Mahzuni) düzenliyoruz. Önemli günlerde ve gerektiğinde gazetelerde
bildirilerimiz yayınlanıyor. İktidardaki Adalet Partisi belirgin biçimde yobazlığa
prim tanıyor ve antidemokratik yasa tasarıları hazırlıyor. Bu konuda da bir bildiri
döşeniyoruz. Ertesi gün okula giderken satın aldığım gazeteden önce bildirimizi
okuyorum:“27 Mayıs Anayasasının gerektirdiği devrimci atılımları gerçekleştirmek
yerine faşizmin gelişini desteklemek namussuzluktur. ODTÜ Sosyalist Fikir
Kulübü.”
Bildirimizin altında iki satırlık şöyle bir haber var: “Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Fikir Kulübü Başkanı Tunca Bökesay gözaltına alındı!”
O gece eve dönmüyorum. Sınıf arkadaşlarımdan üçünün kaldığı evde gizleniyorum.
Protestolar, savaşımlar, tutuklanmalar, mahkumiyetler, işkenceler, öldürülmeler
dönemi başlıyor...
Geçtiğimiz kırk yıl içinde faşizme karşı savaşan, tutuklanan, işkence gören, sakat
bırakılan, darağacına gönderilen, çeşitli yöntemlerle yaşamına son verilen, yıllarca
hapis yatan, iş ve yaşam olanakları ellerinden alınan, türlü baskılar altında
savaşımını sürdüren, liberalizmin yapay büyüsüne kapılmayıp kırk yıl önceki
düşüncelerinden taviz vermeyen tüm devrimci arkadaşlarımın kutsal anısı önünde
saygıyla eğiliyorum.” Ersin Arısoy (Amca) Şubat 2005
SİNAN CEMGİL
Ersin Arısoy’un ODTÜ’den mezun olduğu yıl Sinan Cemgil'in ODTÜ'ye başladığı
dönemdir. 9 ve 10 Temmuz 1964 günleri ODTÜ sınavına giren Sinan Cemgil,
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nü kazanır ve ODTÜ
Mimarlık Fakültesi'ne kaydını yaptırır.
İlk sayısı 22 Nisan 1965 tarihini taşıyan “Dönüşüm” dergisinin, ikinci yayın
döneminde yazı kurulu üyeleri arasında Sinan da vardır. Bu dönemde derginin
sahibi ve yazı işleri müdürü olarak Abdullah Nefes gözükmektedir. Yazı kurulunda
Sinan Cemgil dışında; Atilla Sarp, Abdullah Nefes, Ataol Behramoğlu, Ümit
Hassan, Doğu Perinçek, Nuri Çolakoğlu, Şahin Alpay, Ayhan Başaran, Erdoğan
Güçbilmez, Osman Sakalsız, Ömer Madra bulunmaktadır.
Dönüşüm Dergisinin ilk sayısında sahipliğini DTCF’den Ataol Behramoğlu
üstlenmiştir. Sadun Aren, Aziz Nesin ve Cem Eroğul’un yazıları vardır. Başyazıda
“derginin yurt içinde ve dışında hep halkın, sömürülenlerin, baskı altında
tutulanların sesi olacağı, üniversite gerçeğine eğilecekleri, sözde gençlik temsilcisi
olduğunu söyleyenlerin neden maşa olduklarını açıklayacakları” belirtilmektedir.
Ersin Arısoy’un da yukarıda belirttiği gibi, “Dönüşüm” dergisinin çıkması ve
Kızılay’da satılması, üniversitelerdeki, sosyalist gençlerin bir araya gelmesini ve
yeni örgütlenmeler yaratmasını sağlar.
Bu örgütlenme ve dayanışmada “Dönüşüm Dergisi”’ni Kızılay’da satan devrimci
gençlere yapılan saldırıların da etkisi vardır. AP güdümündeki gericiler, dergiyi
satan devrimci gençlere sopalarla saldırırlar, saldırganlara müdahale etmeyen
polis, devrimcileri yakalayarak karakollara götürür. Karakollara götürülenler
arasında Uğur Mumcu, Alper Aktan, Ataol Behramoğlu, Hüseyin Ergün’de vardır.
ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, 18 Mayıs 1965 Salı günü kurulur.
ODTÜ SFK, kurulduktan sonra, ilk olarak, İTÜ Öğrenci Birliği, Türkiye Milli
Talebe Federasyonu (TMTF) ve Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) nin
başlattığı ''Milli Petrol Kullan'' kampanyasına katılır. 18 Mayıs 1965 Salı günü bir
bildiri yayımlayan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, ''Petrolün millileştirilmesi
kampanyasına'' katıldığını açıklar.
ÖĞRENCİLER TÜRK PETROLÜ SATIYOR (30.5.1965 Tarihli Ulus Gazetesi)
Türk petrolünün kullanılmasını isteyen ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü mensupları
olan öğrenciler, bugün şehrimizde Petrol Ofisi benzin istasyonlarında, benzin satışı
yapmışlardır.
Kızılay ve Sıhhiye’deki benzin istasyonlarında ekipler halinde çalışan kızlı-erkekli
öğrenciler, büyük ilgi görmüşler ve her günkü normal satışın üstünde birkaç misli
benzin satmışlardır.
Bu arada mavi önlükler giymiş genç kızlarla, şoförler arasında ilgi çekici
konuşmalar olmuştur. Şoförler, öğrencilere, ''Siz bir Amerikan üniversitesinde
okuyorsunuz. Nasıl oluyor da Türk petrolünün satışı işinde çalışıyorsunuz?'' diye
sormuşlardır. Öğrenciler cevaplarında, ODTÜ'nün Türk Üniversitesi olduğunu
söylemişler ve Türk petrolü kullanılması konusundaki çalışmalarının nedenlerini
anlatmışlardır. Bu arada benzin alanlara, şeker ve çiçek sunmuşlardır.
Görüştüğümüz petrol satıcısı öğrencilerden Nurten Kam, Şenay Karapirim, Nurdan
Takım, Yavuz Çorapçıoğlu, Ümit Güngören ve Deniz Egemen, yaptıkları iş
hakkında, ''Türk petrolünü satmanın kıvanç verici olduğunu, petrolü alanların da
aynı kıvancı duymaları gerektiğini'' söylemişlerdir. Öğrenc, genç kızlar ayrıca,
''Benzin satıcılığının bayanlar için iyi bir meslek olabileceği'' fikrini ortaya
atmışlardır.
ODTÜ öğrencileri, Haziran ayı içinde şehrimizdeki bütün Petrol Ofisi şubelerinde
satış yapacaklardır. Bugünkü, satışlar sırasında, benzin alıcılarına, ''Yurttaş!
Yurdunun ekonomik özgürlüğünü sağlamak için petrol savaşına katıl. Unutma ki,
Türkiye'yi ancak sen kurtarabilirsin'' yazılı bildiriler dağıtılmış ve bu bildiriler
taşıtlara asılmıştır.
ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesi olan Sinan Cemgil 1967 Aralık ayında
Başkanlığa seçilir. Diğer Yönetim Kurulu üyeleri Müfit Özdeş (2. Başkan), Halil
Çelimli, Aydınel Altıntaş, Fehmi Sönmez, Mesut Odabaşı ve Ercan Öztürk’tür.
1965 Mayıs ayında yapılan Öğrenci Birliği seçimlerine ODTÜ Sosyalist Fikir
Kulübü (ODTÜ-SFK) “Toplumcu Grup” olarak girer ve seçimleri kazanır.
Muammer Soysal ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı olur.
ÇÖZÜM
ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Muammer Soysal, 1 Ekim 1965 Cuma günü
ODTÜ'nün açılış töreninde yaptığı konuşmada, özetle şunları söylüyordu:
''Üniversitemiz, Türkiye'nin dışında, bayrakları ayrı, ama dertleri, problemleri
bizimle aynı olan memleketlerden gelmiş arkadaşlarımızı da çatısı altında
toplaması bakımından büyük anlam taşımaktadır. Onların ve bizim ortak olan
birçok acılarımız vardır. Örneğin haksız bir saldırıya uğrayan Pakistan karşısında
en az Pakistanlı arkadaşlarımız kadar heyecanlandık. En az onlar kadar haksızlığa
uğrayan Pakistanlıya yardım etmek istedik. Onları haklı davalarında sonuna kadar
destekleyeceğiz. Geniş doğal kaynaklarına rağmen sefalet içinde yaşayan Arap
ülkelerinin ve Afrika'nın Batı egemenliğinden kurtulması bir Afrikalı, bir Iraklı
kadar bizi de etkileyecektir. Zira onların sorunlarının çözümü, bizim sorunlarımızın
çözümü demektir. Bizim problemlerimizin çözümü, onların problemlerinin çözümü
demektir. Çünkü hepimiz aynı gayeler için kullanılmaya çalışılan bir tek kitleye
mensubuz. Bugün Batılılarla birleşip kendi çıkarı uğruna memleketini satmaktan
çekinmeyen bir diktatörün idaresinde ilkçağ insanı hayat koşullarında yaşayan
İranlının da kurtuluşu bizi de sevindirir.''
“Dönüşüm”ün yayınlanmasının arkasından, “Dönüşüm”e karşıt olarak 5 Haziran
1965’de Adalet Partisinin desteğiyle, Muammer Kıraner’in sponsorluğunda
“Kuva-i Milliye” dergisi çıkartılır. Bu dergi etrafında örgütlenen “milliyetçi”
gençlere 11.Aralık 1965 tarihinde aynı ismi taşıyan “Kuva-i Milliye Derneği”
kurdurulur. Bu dernek daha sonra kurulacak “Ülkü Ocakları” ve “Ülkücü Gençlik
Derneklerinin” temelini oluşturur.
FİKİR KULÜPLERİ FEDARASYONU (FKF)
Çeşitli fakülteler bünyesinde oluşturulan Fikir Kulüpleri, kısa sürede bir yandan
öğrencilerin akademik-demokratik talepleri doğrultusunda mücadelenin mevzileri,
bir yandan da gençliğin ideolojik eğitim ve mücadele okulları oldular.
Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde 15 milletvekiliyle Türkiye Büyük Millet
Meclisine girerek büyük bir başarı kazanması ve Üniversite ve Yüksek okullarda
okuyan gençlerin çoğunluğundan oy alması, devrimci gençlerde büyük bir coşku ve
umut yarattı.
Ankara’nın çeşitli yüksek öğrenim kurumlarındaki Fikir Kulüplerinin başlattığı
görüşmeler, tartışmalar Ekim ayı içinde bütün hızıyla devam etti. Farklı düzeyde
yapılan toplantılardan sonra 12 Kasım 1965 de SBF kantinindeki karar
toplantısına Ankara’daki 12 yüksek öğrenim kurumundan 126 kişi katıldı. Kurucu
kulüplerin belli olması üzerine tüzük ve program çalışmasına başlandı. 19 kişi ve 5
kulüp kurucu üye olarak görülüyordu. SBF FK’den (Fikir Kulübünden) 5 kişi,
DTCF’den 1 kişi, Fen Fakültesi FK’den 1 kişi, Hukuk Fakültesi FK’den 3 kişi,
Yüksek Öğretmen FK’den 4 kişi vardı. İstanbul’da da paralel gelişmeler
yaşanıyordu.
17 Aralık 1965’te, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) kuruldu. Böylece Türkiye’de
ilk kez sosyalist üniversite gençliğinin yasal örgütü oluşuyordu. Sosyalistler gerek
üniversite gençliği içerisinde, gerek yurt çapında ilgi ve sempatiyle izleniyordu.
21 Aralık 1965’te Kurucular (SBF FK’den Hüseyin Ergün, İsmet Özel, Kudret
Ulutürk, Erdal Türkan, Ümit Hassan; DTCF FK’den Ataol Behramoğlu; AÜ Fen
Fak. FK’den Asaf Köksal; Hukuk Fakültesi FK’den Zülküf Şahin, Taylan Türker,
Şirin Yazıcıoğlu; Yüksek Öğretmen Okulu FK’den Mevlüt Korkmaz, Talip
Özay,Rıfat Murat, Dudu Körücekli Federasyonun ilk yöneticilerini şu şekilde
belirliyorlardı:
Genel Başkan : Hüseyin Ergün
Yazman : Mevlüt Korkmaz
Sayman : Kudret Ulutürk
Üyeler
: Asaf Köksal, Ataol Behramoğlu, Zülküf Şahin
Yedek Üyeler : Orhan Ali Yücealp, Erol Temelkuran, Ahmet Ali Arlı
Bu dönemde, 18 Ocak 1966’da Ziraat Fakültesi; 1 Şubat 1966’da İTİA Fikir
Kulüpleri; 24 Mart 1966’da İ.Ü Orman Fakültesi Toplumcu Fikir Kulübü; 31 Mart
1966’da İ.Ü. Fen Fakültesi Kimya Topluluğu Fikir Kulübü, 24 Mayıs 1966’da
Atatürk Üniversitesi İktisat Fakültesi Fikir Kulübü Federasyon üyesi oldular.
FKF’nin kuruluşundan sonraki ilk dönemi ”örgütlenme dönemi” olarak
tanımlanabilir. Bu örgütlenme, kısa süre sonra Türkiye devriminde önemli
kopuşları gerçekleştirecek kadroların yetişme, teoriyi, örgütlenmeyi, yönetmeyi
öğrendiği yerler olacaktı. Daha sonra DEV-GENÇ adını alacak olan FKF, 1965
sonrası devrimci mücadelede çok önemli bir yere sahip olacaktır.
FKF 1965 sonrası süreçte öğrenci gençliğin merkezi kitle örgütü olarak
demokratik üniversite mücadelesinin de yönlendiricisi konumundadır. Antiemperyalist, anti-faşist mücadeleden işçi gösterilerine, grevlerden, köylünün toprak
işgallerine kadar hemen her yerde pratiğiyle ağırlığını hissettiren bir örgütlenme
durumundadır.
FKF İLK KURULTAY
FKF’nin ilk olağan Genel Kurultayı 22.Ocak 1967 yılında, Federasyonun Selanik
Caddesi 31/12 Yenişehir/Ankara adresinde bulunan Genel Merkezinde yapıldı.
Kurultay sonunda İzzet Ararat, Ahmet Ali Karlı, Asaf Köksal, Hamza Kırmızı,
Ergun Türkoğlu, Burhan Gürcan, Mustafa Kamer, Nail Gürman, Salih Er,
Gülseren Ergün, Alev Ateş, Mevlüt Korkmaz, Kuddusi Öztaş, Fikri Çiftçi, Ruknettin
Biryol, İhsan Karahan, Osman Kiper, Doğan Uyuklu, M.Ali Canbaz, Ebubekir
Kaya, Emre Dölen, A.Sezai Arısoy, Haluk Timuroğlu Genel Yönetim Kurulu
üyeliklerine seçildiler. Genel Yönetim Kurulu 28 Ocak 1967 tarihinde yaptığı ilk
toplantısında Merkez Yürütme Kurulunu belirledi.
Merkez Yürütme Kurulu
Genel Başkan : İzzet Ararat
Genel Yazman: Ahmet Ali Karlı
Genel Sayman: Asaf Köksal
Üye
: Ergun Türkoğlu
Üye
: Burhan Gürcan
Üye
: Mustafa Kamer
Üye
: Nail Gürman
Yedek Üyeler : Gülseren Ergün, M.Ali Canbaz ve Salih Er
olarak belirlendi.
21 Mayıs 1967’de yapılan Genel Yönetim Kurulu toplantısında FKF İstanbul
Sekreterliğinin kurulmasına karar alındı. Sekreterliğe Veysi Sarısözen, Sekreterlik
Asil üyeliklerine Fahri Aral, Ayşın Eren, Esat Yarar, Emre Dölen; yedek
üyeliklerine Mehmet Salmanoğlu, Şafak Kutsal ve Ömer İnce atandılar.
İstanbul Sekreterliği ve devrimcilerin hâkimiyetinde olan öğrenci örgütleri
tarafından tanınan ve bu örgütlerle ilişkisi olan İbrahim Kaypakkaya, 1967 yılı son
aylarında, Yüksek Öğretmen Okulu'nda (YÖO) fikir kulübünün kurulmasına önayak
olur. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü (Çapa YÖOÖFK) 21
Kasım 1967 Salı günü kurulur.Kurulduktan sonra yapılan ilk Yönetim Kurulu
toplantısında İbrahim Kaypakkaya başkan, Halit Koçer sekreter, Mehmet Çetin
sayman olur.
KULÜPLER, KULÜPLER...
Bu dönemde de 13 Fikir Kulübü daha Federasyona katılır..
23.2.1967’de Karadeniz Teknik Üniversitesi, 15.4.1967’de İstanbul Teknik
Üniversitesi ve İstanbul Edebiyatlılar Fikir Kulüpleri; 22.4.1967’de AÜ Tıp
Fakültesi Fikir Kulübü ve İstanbul Tıp Fakültesi Toplumcu Fikir Kulübü,
16.6.1967’de Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi, 4.11.1967’de Ankara Erkek
Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü, 5.12.1967’de İstanbul
Yüksek Öğretmen Okulu Öğrencileri Fikir Kulübü ve Ankara Basın Yayın Yüksek
Okulu Fikir Kulübü; 5.1.1968’de İzmir İTİA Fikir Kulubü, 9.1.1968’de İstanbul
Güzel Sanatlar Akademileri Fikir Kulübü, 10.1.1968’de İstanbul Hukuk
Fakülteliler Fikir Kulübü, 15.1.1968’de Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
Fikir Kulubü, 3.3.1968’de Ege Üniversitesi Fikir Kulübü ve 21.1.1968’de İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Fikir Kulüpleri Federasyonuna üye oldular. Ayrıca
Federasyon Kurucu üyelerinden SBF Fikir Kulübünün mahkeme kararıyla
kapatılması üzerine kurulan SBF Sosyalist Fikir Kulübü, 7.7.1967 tarihinde
yeniden FKF üyesi oldu.
ÜNİVERSİTE-İŞÇİ-KÖYLÜ GENÇLİĞİ
FKF ilk başlarda TİP’in etkinliğindeydi. Bu etkinlik şu veya bu şekilde 1968
baharında yapılan ikinci kurultaya kadar devam etti.
Fikir Kulüpleri'nin yönetiminde kısmen etkili görünen TİP; gelişen mücadelenin
ihtiyaçlarına, gençliğin taleplerine cevap veremeyen çizgisiyle kısa süre sonra bu
etkisini kaybetti. 1968'den itibaren TİP, hem ideolojik olarak hem de yönetim
anlamında FKF içerisinde geriletildi. Fikir Kulüpleri Federasyonu 23-24 Mart
1968 tarihlerinde yapılan İkinci Genel Kurulunda Türkiye İşçi Partisine (TİP)
paralel bir anlayışla hareket eden Fikir Kulüpleri Federasyonu yönetimi seçimleri
kaybetti ve Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışı federasyona egemen oldu.
Bu kurultayın önemli bir yanı da, kurultayda alınan karar gereği Fikir Kulüpleri
Federasyonu salt üniversite gençliğinin örgütü olmaktan çıkarılıyor, işçi-köylü
gençliğinin de örgütü duruma getiriliyordu. Bu karardan sonra işçi-köylü gençliği
ile üniversite gençliği arasında dayanışma güçleniyor, her işçi-köylü hareketinin
yanında FKF’li sosyalist gençler yer almaya başlıyorlardı.
Böylece Devrimci Gençlik içerisinde misyonunu tamamlayan TİP ile Devrimci
Gençlik birbirinden uzaklaştılar. Bu uzaklaşma ve TİP yerine gerçek bir sınıf
partisinin olmaması veya oluşturulmaması, “devrimci gençliği” bu boşluğu
doldurmaya yönelik çalışmalara itiyordu. Teoride bilinmesine rağmen “gençliğin
bir sınıf olmadığı ve iktidar mücadelesinde öncülük yapamayacağı” gerçeği,
pratikte gözardı ediliyordu.
BU OYUN SÖKMEYECEK (Mİ?)
“18 Ocak 1966 Salı günü, Siyasal Bilgiler Fakültesinin bahçesine atılmış, “Hür
Subaylar Komitesi” imzalı ve Adalet Parti Hükümeti karşıtı bildiriler bulunur. Bu
nedenle, SBF Fikir Kulübü üyeleri ile SBF öğrencilerinden 150 kişi evleri
arandıktan sonra 1. Şube yetkilileri tarafından sorgulanır.
4 Mart 1966 Cuma sabahı Ankara, Bahçelievler ve Yenimahalle'de evlere, 'Milli
Kurtuluş Komitesi' imzalı AP hükümet aleyhtarı bildiriler dağıtılır. Dağıtılan bu
bildirinin ardından 5 Mart 1966 günü, 1960'daki gibi “555 K” parolası ile
Kızılay'da hükümet aleyhtarı bir gösteri yapılacağı söylentileri çıkar.
Demirel hükümeti çok sayıda aydını ve gençlik önderini, hatta ortaokul
öğrencilerini gözaltına aldırır. SBF Fikir Kulübü (başkanı Mahir Çayan’dır) bir
protesto bildirisi yayınlar. Bildiri 15.000 adet basılarak İstanbul, Ankara, İzmir ve
Erzurum'da dağıtılır. “Sahte” bildiriler nedeniyle Fikir Kulüpleri Federasyonu
“Bu oyun sökmeyecek” başlıklı bir bildiri yayınlar. Ve işin bir CIA oyunu
olduğunu, hükümetin yanlış yönde araştırmalar yaptığını, dünyanın başka yerinde
ilericileri bu tür oyunlarla alt eden CIA’nın Türkiye’deki bu tuzağına düşecek
kimsenin bulunmadığını belirtir. Bildiri 15.000 basılıp İstanbul, Ankara, İzmir ve
Erzurum’da dağıtılır.”(MAHİR- Turhan Fevzioğlu)
Ne yazık ki oyun sökmüştür. Bu tuzağa düşülmüştür. CIA bu oyundan başarıyla
çıkmıştır. Oyunun nasıl söktüğünü, ilerideki sayfalarda göreceğiz.
TÜRKEŞ GÖREV YERİNDE
Hakim sınıflar 1961 Anayasası ile getirilen kısmi demokratik hakların bile
kullanılmasına tahammül edemiyor, bu anayasayı lüks bularak değiştirmenin
yollarını arıyordu. Üniversitelerde gelişen ve giderek devrimci bir tabana oturan
gençlik hareketlerinden tedirgin oluyor, gençliği bölmek ve etkisiz hale getirmek
için var gücüyle çalışıyordu. “milliyetçi” ve “mukaddesatçı” adları altında, kırsal
kesimden gelen bilinçsiz insanların şovenist ve dinsel duygularını istismar ederek
bunları sol gençliğin karşısına çıkarmak üzere örgütlüyordu. 13 Kasım 1960’da
“14” lerle birlikte MBK’den uzaklaştırılan ve 2 yıl sonra sürgüne gönderildiği
Hindistan’dan dönen Türkeş bu örgütlenmede başı çekiyordu.
1965 yılına gelindiğinde Alparslan Türkeş ve 14’lerden 9’u CKMP içinde politika
yapma kararı aldılar. Yanında ileride Devrim ve Vatan gazetelerini çıkaracak
Numan Esin’de vardır. Türkeş ile CKMP'ye katılan dokuz kişi şunlardır; Muzaffer
Özdağ, Rıfat Baykal, Fâzıl Akkoyonlu, Numan Esin, Mustafa Kaplan, Şefik
Soyuyüce, Münir Köseoğlu, Dündar Taşer ve Ahmet Er.
14’lerden CKMP’ye girmeyen Orhan KABİBAY, Orhan Erkanlı ve İrfan
Solmazer’e İsmet İnönü liderliğindeki CHP’den teklif gelir ve onlar da kabul
ederler. Muzaffer Karan’da TİP’e katılır.
Önceleri çoğu üniversite dışından ve öğrenci olmayan dinci muhafazakar
güruhlara, giderek okullarda örgütlenmeye başlayan ülkücü-faşist gruplara;
devrimci gruplara saldırılmak üzere hazırlık yaptırılıyordu.
AP il teşkilatları da yurt genelinde Nurcu, Süleymancı fanatikleri de içeren “
Komünizmle Mücadele Dernekleri” adı altında militan bir kadro oluşturdu.
1965 seçimleriyle AP nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte bu tür dernekler
devletinde desteğiyle güç ve cüretlerini hızla artırdılar.
Buna rağmen, Devrimciliğin ve Amerika karşıtlığının üniversite gençliği içerisinde
yaygınlaşması, Sosyalist gençlerin, tüm öğrencileri katıldığı öğrenci birliği
seçimlerini kazanmaları, ABD emperyalistlerini ve işbirlikçilerini düşündürüyor ve
yeni önlemler almalarını zorunlu kılıyordu.
Dinsel tarikatlarla sıkı fıkı ilişkiler içerisinde her yerde kuran kursları ve imam
hatip okulları açılıyordu. Bu arada devletin baskısıyla daha önce ilerici gençlerin
yönetiminde bulunan MTTB de AP kontrolüne giriyordu.
GÖZE BATIRA BATIRA
Emperyalistler yaptıklarını ve yapacaklarını saklamıyorlar, açık açık
söylüyorlardı. Anlayana...
Ne diyordu ABD Savunma Bakanı Mc Namara?
“Daha kesin olarak belirtmek gerekirse, Latin Amerika’ya yapılan yardımlarda
güttüğümüz temel amaç, gerekli olduğu yerlerde polis ve diğer güvenlik
kuvvetleriyle birlikte, ihtiyaç duyulan iç güvenliği sağlayacak yetenekte askeri ve
yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmaktır”
ve tamamlıyordu Galula:
“Yeni liderlerin mahalli halk üzerindeki otoriteleri en fazla idari bir görünüme
sahiptir. Liderliğin politik alana da uzanması isteniliyorsa bu ancak bir parti
vasıtasıyla olabilir […] Ayaklanmayı bastırmakla görevli olan kuvvetlerin bu
liderleri bulduğu gibi, bunlar da halk arasında muharip kimseleri bulmalıdırlar.
Bulunacak muharip kimseleri bir arada tutabilmek için, bu liderlerin yardıma,
desteğe ve bir siyasi partinin rehberliğine ihtiyaçları vardır”
Bu strateji Türkiye’de de aynen uygulandı. Artan anti-amerikan gençlik
eylemlerinin, gelişen işçi sınıfı hareketinin ve TİP’in önünü kesecek sivil siyasi
örgütlenmenin, Demirel’in deyimiyle “İti ite kırdırma” stratejisini uygulama görevi
verilen “Başbuğ” Türkeş’e bir taraftan polis ve diğer güvenlik kuvvetlerine yardım
edecek “yarı askeri güçlerini” “saldırılara“ hazırlaması için yardımcı olunurken;
diğer taraftan sivil siyaset sahnesinde de boy göstereceği bir parti arandı. Önce
yeni bir parti kurulması düşünüldü, daha sonra ise Hitler’in yaptığı gibi yapıldı.
Türkeş ve arkadaşları, bir partiye girerek onu ele geçirdiler.
CKMP kısa sürede kabuk değiştirmeye başladı. AP’den koparılan milletvekilleri
Mustafa Kemal Erkovanlı ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’nun da katılımıyla mecliste
de sesi duyulmaya başladı. Türkeş ve arkadaşları, parti içerisinde giderek etkin bir
duruma geldiler. “Komünizmle Mücadel Dernekleri” nin üyeleri de CKMP’de
birleşmeye başladılar. Türkeş artık tamamıyla partiyi kontrol altına almıştı.
Partinin, 1 Ağustos 1965 kongresinde ülkücü komandoların fiili katkılarıyla Türkeş
en yakın rakibinin 516 oyuna karşılık, 698 oy alarak Genel Başkanlık koltuğuna
oturtuldu. Türkeş’le birlikte Gökhan Evliyaoğlu, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer,
Ahmet Er, Mustafa Kaplan, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Rıfat Baykal, Numan Esin,
Mustafa Kemal Erkovanlı’da partinin yönetiminde görev alıyorlardı.
BAŞBUĞ!
Türkeş resmen “Başbuğ”luğunu ilan etmiş ve partinin ideolojisi “9 ışık“ olarak
açıklamıştı. Almanya faşistlerinin “Führer’i” Hitler, İtalya’nın “Duçe’si”
Mussolini varsa Türklerin de “Başbuğ”u vardı artık: “Başbuğ Türkeş”.
Türkeş, “devlet”in ve “dış güçlerin” katkı ve himayeleri ile, devrimcilere karşı
resmi “devlet” güçlerine yardım edecek “komandoları” örgütlemeye başlamıştı.
1965’te kurdurulan ve daha sonra “ülkü ocakları” na dönüşen Milliyetçi Türk
Gençlik Teşkilatı (MTGT)’nda, Nazi metotlarına ve örgütlenme modeline göre
örgütlenen “komandolar” komando kamplarında eğitiliyor, silahlandırılıyordu.
Türkeş “komandolarına” ilk talimatını veriyordu: “ Davadan döneni vurun!”
X-ÖRGÜTÜ
(Top Secret Yazılar - Gladio Ve Stay Behind Operasyonları - Serdar Kuru - QMatris)
“Operasyon meyvesini vermekte gecikmedi. 27 Mayıs 1960'ta ordu yönetime el
koydu. Menderes tasfiye edildi, daha sonra da hepimizin bildiği gibi imha edildi.
Amerika mesajını vermişti:
"İtaat et ya da öl!"
Darbenin ardından Amerika'yı ve CIA'yı şaşırtan yeni gelişmeler meydana gelmişti.
Türk ordusunun Venezüella ordusundan farklı olduğunu anlamışlardı. Darbeye
zorlanan subay grubu içinde kontrol altında tutamadıkları bir fraksiyon ortaya
çıkmıştı ve bu beklenmeyen bir gelişmeydi. İşler kontrolden çıkabilir ve hesap
Amerika'nın aleyhine dönebilirdi. Sovyetler de muhtemel gelişmeler için KGB
Türkiye istasyonunu alarma geçirmişti, kısacası herkes tetikteydi.
Olan kısaca şuydu: Darbe için provoke edilen subaylardan CHP yanlısı olanlar
sola eğilimliydi; bu, belli şartlar altında kabul edilebilirdi, muhtemel bir sola kayışı
önlemek için Amerika, Albay Alparslan Türkeş ve arkadaşlarına güveniyordu.
Albay Türkeş NATO bünyesinde eğitim görmüş, Amerika'da psikolojik harekat
kurslarına katılmış ve X operasyonunu iyi bilen bir askerdi. CIA tarafından
çıkarılan psikolojik profilinde onun Turancı ve milliyetçi olduğu, Sovyetler'e karşı
operasyonlarda güvenilebileceği, sıkı anti-komünist kimliği, karizması ve
teşkilatlanma yeteneği övülüyor ve güvenilir bir subay olduğu belirtiliyordu.
Albay Türkeş Amerika'da gördüğü eğitim sırasında "Stay Behind" Operasyonu
konusunda bilgilendirilmiş ve X örgütünden haberi olan bir askerdi. CIA'nın
çalışma yöntemlerini de iyi biliyordu; çünkü tam da onları uygulamak konusunda
eğitim görmüştü. "( s46-47)
CIA İLE UZLAŞMA
“Alparslan Türkeş sürgüne gönderildiği Hindistan'da uzun uzun düşünecek zaman
bulmuştu. Amerika'yı sevmiyordu; fakat komünist Sovyetler'den nefret ediyordu.
Hayallerini süsleyen Turan düşünün gerçekleşmesinin tek yolu Sovyetler'in
yıkılması ve Amerika'nın kazanmasıydı. Bu sebeple Amerika ve dolayısı ile CIA ile
bir uzlaşmaya gitti. CIA'nın da aslında Albay Türkeş'e oldukça ihtiyacı vardı.
Bunun sebebi komünizmle mücadele konusunda devlet güçleri yetersiz kalıyor, X'in
sosyalist hareket içine sızdırdığı ajanların ise hedeflerine ulaşması için zaman
gerekiyordu; fakat son derece iyi propaganda yöntemleriyle halkı etkileyen
komünist hareket buna zaman bırakmayabilir ve Türkiye, Varşova Paktı'nın yeni
bir üyesi haline dönüşebilirdi. Bunu engellemenin tek yolu komünizme karşı
muhalefet edebilecek sivil bir hareketin başlatılmasıydı. Komünizm tehlikesi
altındaki pek çok ülkede bu tip sivil oluşumlar faaliyete çoktan geçirilmişti bile. Bu
ülkelerde genelde İkinci Dünya Savaşı sırasında taban bulan nazi ve faşist partileri
yeniden canlandırılmış ve bu yapılırken Stay Behind birimleri kullanılmıştı. Bu yeni
neonazi ve neofaşist hareketlerin en büyük özelliği antikomünist olmaları ve
Amerika'ya fazla dil uzatmamaları idi.
KARİZMATİK LİDER
Türkiye'de ise böyle yeniden canlandırılabilecek bir oluşum yoktu, keza milliyetçilik
bir devlet politikası olarak kullanıldığından halk nazarında bir çekiciliği de
kalmamıştı. Bu sebeple Türkiye'de kurulacak antikomünist ve milliyetçi hareket
sıfırdan kurulmalıydı. Bunun için gerekecek ideolojik altyapı zaten hazırdı, gereken
çekirdek kadrolar da X tarafından karşılanacaktı. Mesele bu hareketin başını
çekecek ve vitrinde oturacak karizmatik bir lider bulmaktı ve bu liderin X'in
varlığını bilen ve bunu kabullenen bir lider olması gerekiyordu. Bu özelliklere uyan
tek bir kişi vardı; emekli Albay Alparslan Türkeş ya da ileride anılacağı şekilde
'Başbuğ Türkeş'.
BOZKURTLARIN ÇIĞLIĞI
Yeni bir yapılanmanın başına geçecek Türkeş için aslında çok da yapılacak bir şey
yoktu. Ondan istenen sadece vitrinde durmasıydı. Kurulacak yeni oluşumun bütün
ayrıntıları CIA tarafından hazırlanmıştı zaten. Hareketin çekirdek kadroları ise
Özel olarak seçilmiş X kadrolarından oluşacaktı. İlk önce bir siyasi parti lazımdı.
Bu sorun halihazırda boşta duran bir parti ele geçirilip ismi değiştirilerek
halledildi. CIA bu hareket için "Nationalist Movement Party" adını uygun buldu.
Türkeş'in Führer veya Duçe gibi bir unvana sahip olması gerekiyordu bu da
bulundu: "Başbuğ". Hareketin propagandası varoşlar ve kırsal kesime
yapılacağından dolayı bu kesimdeki insanların kendileri özdeşleştirecekleri bir
sembol gerekiyordu, bu sembol için Almanlar ve İtalyanlar putperest dönemlerden
kalma sembolleri kullanmışlardı. Yeni milliyetçi hareketin sembolü ise Türk
mitolojisinde yeri olan bozkurttan seçildi ve buna uygun bir selamlaşma jesti de
sonradan uyduruldu. Bu hareket KGB destekli sol örgütlerle her alanda mücadele
edecekti ve kuvvetli olması gerekiyordu. Bu sebeple de özellikle gençleri organize
etmesi gerekiyordu. Bu amaçla İtalyan Kara Gömlekliler ve Alman SA teşkilatı
benzeri bîr yapı oluşturuldu. Bu yapı partinin vurucu gücü olacaktı. Her şey
hazırdı. Binlerce vatansever Türk genci nasıl bir oyuna itildiklerini anlamadan bu
partinin saflarını dolduracaklardı. (s50-52)
Alpaslan Türkeş Sağ’dan, Orhan KABİBAY Sol’dan ve Sadi KOÇAŞ Tepe’den
“Yükselen Devrimci Dalgayı” boğmak üzere görev yerlerini aldılar. Sahiplerinin
işaretlerine uygun davrandılar.
DALGA YÜKSELİYOR
60’lı yılların başından beri 61 Anayasasında belirtilen üniversite özerkliğine ilişkin
hükümlerin yerine getirilmesi ve Anayasanın tastamam uygulanması için üniversite
gençliği görüşlerini yer yer belirtiyor, harçların düşürülmesi, barınma, beslenme,
kitap, burs gibi sorunlarının çözümü için istemlerde ve bu istemlerinin yerine
getirilmesi için eylemlerde bulunuyordu.
1964’ten beri üniversitelerde reform isteniyordu, hükümet reform talepleriyle
ilgilenmiş gözüküyor, ama konuları komisyonlara havale ederek gençliği
oyalıyordu. 1964’ten bu yana köprülerin altından çok sular geçmişti. Gençler
sorunlarına sahip çıkmışlar, okuyup, tartışıp, bilinçlenmişlerdi. Artık mevcut eğitim
sistemini tümden yadsıyor, eğitimde devrim istiyorlardı.
Bunun için de devrimci öğrenciler uzun süredir kendi aralarında tartışıyor, hazırlık
yapıyorlardı. Hedefleri; 68 sonbaharında geniş çaplı bir kampanya ve eylemler
dizisi başlatmaktı, ama dünyada gelişen 68 olaylarının etkisiyle olaylar
kendiliğinden gelişmeye başladı. İlk boykot 10 Haziran’da Ankara Dil Tarih
Coğrafya Fakültesinde başladı, buradan Hukuk Fakültesine, Fen Fakültesine,
ardından İstanbul Hukuk Fakültesine sıçradı. 11 Haziran 1968’de de İstanbul
Üniversitesi dekanlığı işgal ediliyor, üniversite santralı ele geçiriliyordu.
12 Haziranda eyleme İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İktisat Fakültesi de
katılıyor, boykot ve işgaller tüm ülkeye hızla yayılıyordu. Üniversite gençliği bozuk
düzene, köhne eğitim sistemine karşı özerk, demokratik, katılımcı, üretken ve
çağdaş bir üniversite talebiyle eğitimde devrim istiyordu. Önceleri siyasi iktidarca
üniversite yöneticilerine ve öğretim görevlilerine karşı masum öğrenci istekleri
olarak algılanan hareketler hoşgörüyle karşılanıyordu.
Başlangıçta sağcı öğrenciler de boykotları destekliyorlardı, ama öğrenci
hareketinin önderliğinin devrimci öğrencilerin kontrolüne geçmesi ve mevcut
düzeni sorgulayan, eğitimde devrim isteyen boyuta dönüşmesi üzerine önce sağcı
öğrenciler hareketten çekildi, sonra da siyasi iktidarlarla birlikte boykot ve
işgallerin kırılması için saldırıya geçildi.
SİLAHLI SALDIRI
14 Haziran 1968’de ilk kez sağcılar silahlı saldırıya geçmişlerdi. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesine saldıran sağcılar, 50 öğrenciyi yaraladılar ve
böylece ilk saldırıyı başlatmış oldular. Polis saldırılarına alışkın öğrenciler,
polislerin gözleri önünde ve polisin müsamahasıyla yapılan bu ilk sivil saldırı
karşısında ilk şoku atlattıktan sonra bu tür saldırılara karşı tedbir almaya
başladılar.
Devrimci öğrenciler artık tüm öğrencilerin güvenliğini sağlamakla da kendilerini
yükümlü sayıyorlardı.
ODTÜ Öğrenci Birliği, 1968 Ocak ayının ilk haftasında, ''Gençlik Örgütlerinin
Görevi'' konulu bir açık oturum düzendi. ODTÜ Konferans Salonunda yapılan açık
oturuma ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı Sinan Cemgil, ODTÜ Hür Düşünce
Kulübü Başkanı Şemsettin Akbulut, ODTÜ Sosyal Demokrasi Kulübü Başkanı Öner
Yurtsever katıldılar.
İlk sözü alan Hür Düşünce Kulübü Başkanı “ Dünyada iki büyük emperyalist devlet
olduğunu söyleyerek sözlerine başlar. Daha sonra, Japon gençlik örgütlerinden
örnek verir ve ''Köylere gitmeliyiz, ama belli bir fikri yaymak için değil'' der.
İNGİLİZCE ÜÇ KELİME
Daha sonra söz alan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı Sinan Cemgil, özetle
şunları söyler: ''Sosyalistler tahlillerini, gözlemlerini bilimsel verilere göre
yaparlar. Sosyal olaylara, konulara sınıf açısından bakarlar. Eğer toplumun belli
katında olan bir tabakadan söz açmak gerekiyorsa, onun toplum içindeki yerini
saptamak gerek. Öyleyse, önce Türk üniversite gençliğinin sosyal sınıflar içindeki
yerini ortaya koyalım. Toplumumuzdaki sosyal sınıfları kabaca şöyle
sıralayabiliriz: Komprador burjuvazi, toprak ağaları, tefeci tüccarlar, küçük esnaf,
zanaatkârlar, hizmet işçileri, tarım işçileri, endüstri işçileri. Üretim faaliyetine
doğrudan doğruya katılmayan, bunların arasında birtakım ara tabakaların
varlığını da görüyoruz. Bunlar öğretmen, subay, devlet memurları, öğrencilerdir.
Fakat birey olarak ele alındıklarında üniversitelilerin farklı sosyal sınıf ve sosyal
tabakalardan geldikleri görülür.
Üniversitelileri başlı başına bir grup yapan, toplumun teknik, bilimsel, sosyal,
kültürel kadroları olmak için hazırlanmalarıdır. Üniversitedeki gençlerin görevleri
olarak konuyu el aldığımızda bu görev objektif olarak tarihi koşulların onlara
yüklediği bir görevdir. Bu görev, Türk halkına olan görevimizdir.
Türkiye bugün yapısında yarı feodal, yarı sömürgesel ilişkileri barındıran geri
teknikli, az gelişmiş kapitalist bir ülkedir. 1956- 1963 dönemi süresinde ABD'ye 1,4
milyar dolar borçlandık. Bu süre içinde çeşitli ithalat-ihracat oyunlarıyla ABD'ye 1
milyon dolar hediye etmiş olduk. Türk gençliği olarak, her zaman Türk halkına
karşı sorumluluğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Sosyalistler, ülkemizin tam
bağımsızlığı için, emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle mücadele eder.
Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren halklara barbar değil, kahraman
deriz.''
''Biz ODTÜ'de İngilizce üç kelime öğrendik: YANKEE GO HOME''
SOSYALİST ÖĞRENCİLER
Artık eylem bütünüyle devrimci sosyalist kesimin elindeydi ve sosyalist gençliğin
örgütü 1969’de Dev-Genç adını alan Fikir Kulüpleri Federasyonu geniş öğrenci
yığınlarınca tasvip gören ve prestij kazanan en güçlü öğrenci örgütüydü. Geçmiş
dönemin diğer örgütleri ve yarı resmi sözüm ona öğrenci örgütleri adeta
silinmişler, eylemlere karşı çıkan örgütler dışlanmışlardı. Üniversitelerde yapılan
öğrenci derneği seçimlerini artık Fikir Kulüpleri Federasyonunun desteklediği
sosyalist öğrenciler kazanmaya başlamışlardı.
Sonuçta eğitimde devrim gerçekleşmemişti, ama üniversite gençliği bu süreç
içerisinde hızlı bir değişime uğramış, kendilerine olan güvenleri artmıştı.
Bu süreç içerisinde önce kendi akademik sorunlarını sorgulayan yüksek öğrenim
gençliği, üniversite sorunlarının ülkenin sorunlarından, ülke sorunlarının da dünya
sorunlarından ayrı olmadığını emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi için
mücadele verilmeden ne ülke sorunlarının, ne de üniversite sorunlarının
çözülemeyeceğini kavramıştı.
BAĞIMSIZ VE DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE
Kitlesel olarak demokratik forumlarda bu konuları tartışmış, üniversite gençliğinin
büyük bir çoğunluğunun katıldığı ve herkesin söz ve karar verme hakkının
bulunduğu forumlarda alınan kararlar doğrultusunda eylemler yapmışlardı. Bu
tartışmalar sonunda demokratik üniversite isteminin emperyalizme ve faşizme karşı
mücadeleden ayrılamayacağı, demokratik üniversiteye ancak Bağımsız ve
Demokratik Bir Türkiye için mücadele edilerek ulaşabileceği ortaya çıkmıştır.
Ama görülmüştür ki, üniversite sınırları içerisinde kalan bu eylemler kamuoyuna
doğru bir şekilde yansıtılamamakta ve ulaşamamaktadır, üniversitenin duvarları
içerisinde kendileri söyleyip, kendileri dinlemektedirler. Verilen mesajlar üniversite
ve fakültelerin dışına çıkamamakta, çıkanlar ise çarpıtılmış ve gençliğin istem ve
taleplerini yansıtmayan, tam tersine üniversite gençliğini topluma yanlış tanıtan
mesajlar olarak yansıtılmaktadır. Bu nedenlerle üniversitenin sınırları dışına
çıkılması, sorunların ve çözüm önerilerinin gerçek sahiplerine, halka, işçilere,
köylülere anlatılmasına karar verilmiş, fabrikalara, köylere, gecekondu bölgelerine
gidilerek hem halkın haklı taleplerine destek olunmuş, hem de kendilerince
kavranılan gerçekler halka anlatılmaya çalışılmıştır.
SALDIRI- ŞİDDET
Tam da bu noktada, yani gençlerin artık halkla buluştuğu noktada, onlarla
bütünleştiği noktada önceleri öğrenci eylemlerine sıcak bakan iktidar ve egemen
güçler, öğrencilerin üzerine saldırmaya başladılar. CIA‘sıyla, MİT’iyle, kontrgerillasıyla, Ülkü Ocaklarıyla, polisiyle, faşistiyle... Sağ’dan,Sol’dan ve Tepe’den...
Yurdunu seven ve giderek anti-emperyalist bilince ulaşan gençliğin mücadelesini
önlemek için, gençliğin kitlelerle kurmak istediği ve giderek kurmaya başladığı
bağları koparmak, bu mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve kitlelerce doğru
kavranılmasını önleyebilmek için gençliğin üzerine saldırdılar. Bu saldırılar
üniversite gençliğinin kitlesel ve örgütsel tepkisiyle püskürtülmüş, kamuoyuna sağcı
ve solcu öğrenciler çatışıyor, gençlik iki kampa ayrıldı imajı verilmek istendiyse de,
gençliğin çok büyük bir bölümünün örgütlü direnciyle karşılaşılmış, çok küçük bir
azınlık olan “Türkeş denetimli kadrolar” gençlik içerisinde tecrit edilmiştir. Bu
defa aynı kadrolar polis desteğinde saldırtılmış, yurtsever ve devrimci gençler
sokak ortalarında öldürülmüştür.
TÜRKEŞ’İN PİYADELERİ
29 Şubat 1968 de merkezi Yozgat’ta olan Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT), aynı yıl
Ankara’da Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) kuruldu. 1970’de merkezi Kayseri olan
Büyük Ülkü Derneği (BÜD) faaliyete geçti.
Ağustos 1968 ayında gazeteler açılan komando kampları haberleriyle doluydu.
1968 yılında, İzmir, Ankara, İstanbul ve Gaziantep’te; 1969 yılında Adana,
Kayseri, Mersin, Sakarya, Konya, Çankırı, Mudanya, Tokat, Amasya, Malatya,
Samsun, Kars ve Antalya‘da; 1970 yılında Erzurum, Trabzon, Bursa, ve Denizli’de
açılan kamplara toplam 7 binden fazla “ülkücü” katılmıştı.
Ülkü Ocakları’nın çıkardığı Devlet dergisinin 21 Nisan 1969 tarihli üçüncü
sayısında “Komandalar” başlıklı yazıda şu satırlar yer alıyordu :
“Türk’ün tarihi, normal seyrinden beş bin yıldan beri zerrece inhiraf etmemiştir.
Komandolar işte bu kutsal gerçeğin kahramanlarıdır. Onlar asırlardır millet
hayatını tümen tümen kuşatan şan ve şeref haleleridir. Bugün onlara ne isim
verilirse verilsin, bütün tarihimizde onlar, felaket fırtınalarının üzerine bora misali
patlamış, kurtuluşun müjdecileri olmuşlardır. [...]
Milletin sabrının sonu gelmiştir. Komandolar milli çaresizliğimizin ihtiyaçlarından
doğmuş ve kitlelerin yanan bağırlarına su serpmişlerdir. Asırlardır uyuyanlar
uyanmıştır. Liderine, kadrolarına ve aksiyonuna kavuşan Türk Milliyetçiliği,
karşısındaki düşman cephelere rağmen ayaktadır. Bu savaş sol olsa da olmasa da,
düşman enternasyonaller sinse de sinmese de mutlak kurtuluşa kadar devam
edecektir. Komandolar yol gösteriyor işte. Şüphe yok hedef Kızıl Elma’dır.”
Alpaslan Türkeş ise şöyle diyordu :
“Gençlik kolları, çeşitli sportif ve kültürel faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu arada
kendilerine judo da öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp sokak
hakimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi, milliyetçi
çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz.
Gençlerimiz memleket vazifelerine hazırlıklı bulunuyorlar, bulunacaklar.”
BAŞ TEHDİT-CEVDET SUNAY
Sağcı militanların giderek yoğunlaşan kanlı saldırıları konusunda en büyük
sorumlulardan biri, bu tür saldırıların durdurulması için ağırlığını koymasını
talebinde bulunan muhalefete “İyi ama onlar yurtsever gençler” yanıtını verecek
denli gerçeklere gözü kapalı olan dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dır.
6.1.1971 tarihinde “Bunlar vatansever gençlerdir. Milliyetçi gençlerdir.
Komünizme karşı mücadele etmektedirler.” diyordu.
Yükselen devrimci dalgayı, ‘milli güvenlik’ bakımından baş tehdit olarak gören
devlet, bu dalgayı kırmak için, sola karşı bir “reaksiyon” olarak özellikle kırsal
kesimden gelme ve varoşlarda bulunan bilinç düzeyi düşük genç insanları
“komünizme” karşı şartlayarak örgütlüyordu.
Bu genç insanlar “şuursuzca” kendilerinin de kurtuluşunu isteyen arkadaşlarına
saldırtılıyor, boyunlarına “katil” yaftası astırılıyordu. Görevleri “devrimci
dalgaya” dalgakıran olmaktı.
Bunların görevi “yardımcı” oldukları “devlet” güçleriyle birlikte yurdunu seven ve
giderek anti-emperyalist bilince ulaşan gençliğin mücadelesini önlemek, gençliğin
kitlelerle kurmak istediği ve giderek kurmaya başladığı bağları koparmak, bu
mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve doğru kavranılmasının önleyebilmekti.
Kamuoyuna sağcı ve solcu öğrenciler çatışıyor, gençlik iki kampa ayrıldı imajı
verilmek isteniyor, diğer yandan da devrimci gençlerin sindirilmesi, enerjilerinin
karşılıklı çatışmalarla harcatılması ve dile getirildikleri devrimci görüşlerinin,
geniş halk kitlelere ulaşmasının engellenmesi öngörülüyordu.
DIŞ DİNAMİK
60’lı yıllarda Türkiye’deki gençliğin devrimci gelişimini yalnız iç dinamiklerle
açıklamak mümkün değildir. Bu yıllar küresel ölçekte sol muhalefetin yükseldiği bir
dönem olmuştur. Reel sosyalizmi yaşayan SSCB’nin varlığı sosyalizmin dünya
ölçüsünde güçlü ve meşru bir toplumsal proje olarak yer almasını sağlamıştır.
ABD’nin Vietnam’ı işgali sonucu küresel ölçekte anti - emperyalist bir savunu
alanı ve duyarlılık yaratmış, Batı Avrupa’da öğrenci hareketleri yükselmiştir. Latin
Amerika’da ve Ortadoğu’da ulusal bağımsızlık ve devrim için gerilla mücadeleleri
ortaya çıkmıştır. Politik muhalefetlerin seyrini radikal bir biçimde dönüştüren bu
gelişmeler, devrim projesini bir ütopya olmaktan çıkarmış yakın gelecekte
gerçekleşecek olan bir toplumsal ve politik bir projeye dönüştürmüştür.
Küresel ölçekte yükselen sol muhalefet, Türkiye’deki sol hareketi de derinden
etkilemiştir. Sol yayınlar hızlı ve geniş bir biçimde Türkçe’ye çevrilmiş teorikpolitik tartışmaların zenginleşmesine hizmet etmiştir. Özellikle üniversite
çevrelerinde fikir kulüpleri aracılığı ile örgütlenen öğrenciler dönemin
gelişmelerinden etkilenerek hızlı bir politikleşme sürecine girmişlerdir.
ANKARA’NIN TAŞI
19 Nisan 1966'da, ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk, CENTO Dışişleri Bakanları
toplantısına katılmak üzere Ankara'ya geldi. FKF'li öğrencilerin yoğun protesto
gösterileriyle karşılandı.
Çoğunlukla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF), Hukuk Fakültesi
ve ODTÜ öğrencisi olan gençler, ellerinde pankartlarla, Rusk'ın kalacağı ABD
Büyükelçisi'nin evine gitmek amacıyla yürüyüşe geçer. Aralarında Sinan Cemgil'in
de bulunduğu 70 eylemci genç gözaltına alınır.
ABD Cumhurbaşkanı Johnson 'un Yunan asıllı özel temsilcisi Cyrus Vance, Türk
hükümetine bir mesaj vermek amacıyla Ankara'ya gönderilir. Vance'in Esenboğa
Havaalanı'na geleceğini öğrenen öğrenciler, 23 Kasım 1967 Perşembe günü, saat
10.30'dan itibaren havaalanının bekleme salonunu doldurur. Öğrenciler:
“Ankara'nın taşına bak, Şu Yankee'nin işine bak,
Bizi Yunan'a satıyor, şu feleğin işine bak,
Ankara'nın taşlı yolu, üsler dolu sağı solu,
Amerika evine dön, yoktur bunun başka yolu”
marşını söylerler.
Gençler, bir ara uçağın iniş alanına girerek oturur. Toplum polisi şefinin
uyarılarına karşın öğrenciler yerlerini terk etmez.
YERLİ SATILMIŞLAR
ODTÜ-ÖB, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, FKF, TMTF, AYOTB ile AÜTB, 25
Mayıs 1967 Perşembe günü, ortak bir bildiri yayımlar. Amerika'nın, Yunanistan ve
Vietnam'da giriştiği faaliyetlerin yerildiği bildiride özetle şu görüşlere yer verilir:
''Emperyalizm ve yerli satılmışların, bütün dünyada sahneye koydukları yeni
oyunlar karşısında duyduğumuz öfkeyi, kamuoyuna haykırmayı bir görev
sayıyoruz.
Bugün Yunanistan'da, Vietnam'da, Kıbrıs'ta ve bütün Asya, Afrika, Latin Amerika
ülkelerinde emperyalizm korkunç cinayetler işlemektedir. Emperyalistler aynı
oyuna Brezilya'da, Arjantin'de, Dominik'te, Endenozya'da ve en son olarak
Yunanistan'da başvurmuştur.
Ordumuzun şanlı tarihinin devrimci geleneği mutlaka ağır basacağına kesin olarak
inanıyoruz. CIA, Türkiye'de bir General Patakos bulamayacaktır.
Amerika, özgürlüğü için savaşan Vietnam halkını yok etme çabasındadır. Gün
gelecek bütün Vietnam, emperyalistlerden ve satılmışlardan arınacaktır. Çünkü,
dava ölüm kalım davasıdır.
Biz Türk milliyetçileri olarak şu anda oyuna getirilmiş olan, emperyalizmin
yönettiği bir faşizm darbesinin kurbanı olan Yunan halkının ve kurtuluş savaşı
veren Vietnam halkının milliyetçi güçleri ile dayanışma halindeyiz. Bütün dünya
halkları yakın bir gelecekte, emperyalizmin ve yerli ortaklarının üstesinden
gelecek, yurtlarında kendi ulusal geleneklerine uygun halktan yana demokrasiler
kuracaklardır.''
TÜRK BAYRAĞI-YATAK ODASI
24 Temmuz 1967’de 6. Filonun İstanbul’a gelmesi, artık hiç de 1946’ta
limanlarımıza gelen MISSUORI zırhlısı gibi şenliklerle karşılanmıyor,
emperyalizmin denizlerimizdeki bekçisi olarak algılanıyor ve tavır alınıyordu.
Protesto etmek için Dolmabahçe’de ABD Konsolosluğu önünde Amerikan bayrağı
indirilip, yerine Türk bayrağı çekiliyor, bayrak çeken gençlerin üzerine ise ateş
açılıyordu.
Gençler tarafından, filo komutanının Taksim alanına koyduğu çelenk yakılıyor,
Amerikalı denizcilerin kepleri başlarından alınıyordu. 6. Filo protesto mitingleri
düzenleniyordu.
Bu tepkilere rağmen 1967 ekiminde yeniden İstanbul’a gelen 6. Filo erlerinin, bu
sefer sadece keplerinin alınmasıyla yetinilmiyor, Amerikalı denizciler üzerlerine
atılan çürük yumurtalar ve fışkırtılan mürekkeplerden de nasiplerini alıyorlardı. 7
Ekim 1967 de 6. Filoyu protesto etmek için Dolmabahçe’de düzenlenen oturma
mitingine çağrıda:
“Emperyalizmi topraklarından yarım asır önce silah zoruyla kovarak dünya geri
kalmış ülke halklarına önderlik eden Türk ulusunun yatak odalarına kadar girmeye
cesaret eden Amerikan emperyalizmine artık tahammülü kalmamıştır “ deniliyor ve
“bu mitinge hangi partiden ve hangi ideolojiden olursa olsun, bütün milliyetçi
güçlerin bir araya gelmesi“ isteniyordu.
1968 yılında işgal ve boykotlar sürerken anti-emperyalist gösterilerde yoğunluk
kazanıyordu.
14 Mayıs 1968’de “Nato’ya Hayır” Haftası düzenlendi. Gençliğin anti-emperyalist
eylemleri artarken, gençlik üzerine saldırılar da arttı ve giderek bu saldırılar
katliama dönüştü.
1968 Mayısında düzenlenen “ NATO’YA HAYIR” kampanyasında ”....NATO’ya
Hayır diyoruz, çünkü Amerika’ya karşıyız . NATO’ya Hayır diyoruz çünkü emekçi
halk yığınlarının, yani Türkiye’nin çoğunluğunun çıkarlarından yanayız (....)
Amacımız bağımsızlık sorununu yalnızca biz gençlerin ve aydınların sorunu
olmaktan çıkarıp, emekçi halkımıza mal etmektir. Çünkü her zaman halklar galip
gelmiştir. Vietnam’da da böyle olmuştu. Türkiye’de de olacaktır... “ deniliyordu.
DEVRİMCİ GÜÇ BİRLİĞİ
Bu süreç Türkiye’nin tek legal sol partisi Türkiye İşçi Partisi'ni de etkiliyordu.
(TİP) Malatya'da yapılan Büyük Kongre'sinde, Mehmet Ali Aybar ile Behice Boran
ve Sadun Aren gruplarına karşı çıkılıyor, Milli Demokratik Devrim tezi
seslendiriliyordu. Mihri Belli'nin öncülük ettiği bu tezi, FKF içerisinde Adalet
Partisi (AP) Milletvekili Sadık Perinçek'in oğlu Doğu Perinçek sahipleniyor ve
FKF Genel Başkanlığına geliyordu.
Bu yeni oluşum, 27 Mayıs Milli Devrim Derneği'yle dayanışmaya girerek,
Devrimciler Güç Birliği'ni (Dev-Güç) kuruyordu. Türkiye Öğretmen Dernekleri
Milli Federasyonu (TÖDMF) Genel Başkanı Prof. Bahri Savcı, ayni zamanda DevGüç'ün de başkanlığını üstleniyordu. Sekreteri ise, eski Milli Birlik Komitesi (MBK)
üyesi yeni tabii Senatör Kadri Kaplan oluyordu.
(Tabii senatörler tekrar piyasaya çıkıyorlardı. Elleriyle teslim ettikleri 27 Mayıs
kazanımlarını sözde tekrar geri almak için kurmaylığa soyunuyorlardı. 12 Mart
1971 sonrası bu kurmaylar sıra kadem basacaklardı. Kurmaylığa soyundukları
gençler asılırken ve öldürülürken “ihtilalci” kimlikleri karşılığı aldıkları “ömür
boyu senatörlük” koltuklarını kaybetmemek için, seslerini kısacaklardır. Aynını 21
Mayıs 1963 sonrası da yapmışlardı. Asılan arkadaşlarını, kurşunlanan
Harbiyelileri seyretmekle yetinmişlerdi.)
1968 Martı sonunda Ankara’da şeriatçı güçler sola ve sol düşüncenin gelişmesine
karşı ikinci şahlanış mitingi düzenleyeceklerdi. Dinsel gericiliğin emperyalizmin
bir uzantısı olduğu ve bağımsızlık mücadelesinde engel olduğu düşüncesiyle 27
Mayıs Milli Devrim Derneği, demokratik kitle örgütlerini ortak tavır almaya
çağırdı. Gericiliğe karşı tam bağımsızlık anlayışı içerisinde Anayasanın ilkelerinin
eksiksiz gerçekleştirilmesi için 27 Mayıs Milli Devrim Derneği, Fikir Kulüpleri
Federasyonu, Türkiye Milli Talebe Federasyonu ve Türkiye Öğretmen Dernekleri
Milli Federasyonu güç birliği yapacaklarını 27 Mart 1968 tarihinde yayınladıkları
bir bildiriyle ilan ettiler.
Devrimci Güç Birliği adı altında görüş birliği yapan 50’ye yakın devrimci nitelikte
öğrenci, işçi, öğretmen ve çeşitli halk kuruluşları imzasıyla yayınladıkları bildiride
şunları belirtiliyordu :
“Bugün ülkemiz görünür, görünmez, açık, kapalı bir şeklide emperyalizmin, yani
yabancı sermayenin kontrol ve çıkarlarının baskısı altında bulunmaktadır.
Köylerimize kadar sokulmuş barış gönüllüleri adı altında Amerikan araştırmacıları
ile,
Bakanlıklarımıza yerleşerek görevlerinden çok daha etken faaliyetlerde
bulundukları şüphesiz olan yabancı uzmanlarla,
Sadece bizce bilinmesi gereken bütün askeri harekatımızı rahatlıkla kontrol edip,
gözetleyebilen ve mili güvenliğimizi tehlikeye düşüren askerleri ve askeri
imkânlarıyla,
32 milyona mezar hazırladıkları artık iyice bilenen atom üsleriyle,
Yurdumuzda kolaylıkla üretebileceğimiz tüketim mallarını gözler önünde
pervasızca satan Amerikan pazarlarıyla,
Suçluyu yargılama hakkımıza bile set çeken ikili anlaşmalarla,
Yurdumuzda kendi çıkarlarına göre kredi dağıtabilecek bankalarıyla,
Mali politikamızı kontrol edip, müsaadesine başvurmaya ve yasaklarına uymaya
mecbur tutulduğumuz konsorsiyumlarıyla,
Temel sanayimizin gelişmesine engel olan ve gittikçe tekelcilik yönünden gelişen iki
misli pahalılıkla mal satan montaj sanayi ve bunun arkasındaki yabancı şirketlerle
ve nihayet ikide bir Dolmabahçe önünde ve İzmir’de demirleyerek gençlerimizi
birbirine kırdırıp, dostluk ziyaretlerini çok aşan filolarıyla, emperyalizm ne denli
ve derece etken bir şekilde ülkemizi tahakküm zincirine vurmaya çalıştığı açıkça
görülmektedir. …..)
Emperyalizme karşı savaşta esas hedef, yabancı desteğine bel bağlayan ve onunla
işbirliği yaparak halkımızı sömüren ve sömürülmesine göz yuman yabancılarla
işbirlikçi çevrelerdir. Bunlar gayri millidirler, yabancılarla paravanlık etmekte
onlara maskelik yapmaktadırlar. Bu paravan yırtılıp maskeler düşürülmedikçe,
emperyalistin gerçek yüzü görülmez. Çünkü, yeni emperyalizm saklı ve sinsi
karakterde, paravanlı ve maskeli bir tiptir. Hedef paravanı yırtıp maskeleri
düşürerek, emperyalizmin gerçek yüzünü Türk halkının tükenmez gücünün ve
sarsılmaz inancının karşısında bırakmaktır.(…….)”
SENDİKAL HAREKET
Dev Güç’ün ilk kuruluşu döneminde işçi sınıfı, bu güç birliğinde son derece zayıf
temsil edildi. DİSK önceleri kuruluş toplantılarına, DİSK’in Ankara Temsilcisi
Uğur Cankoçak’ı göndererek katıldı. Fakat daha sonra DİSK Genel Merkezi, Dev
Güç’ten çekildiğini açıkladı. DİSK çekildi. Ama Gıda-İş kaldı. Güçbirliği içerisinde
,İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası da vardı. Daha sonra Necmettin Giritlioğlu
bu sendikada görev alacak ve 22 Ağustos 1970’te Aliağa grevi sırasında
öldürülecekti.
1967’de Ereğli Demir Çelik İşletmesinde soğuk haddehanesinde işçi olarak
çalışmaya başlayan Giritlioğlu, bir yıl sonra Ereğli’de örgütlenme çalışmalarında
bulunan DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’na girerek, gençlik kolu
başkanlığına getirildi.
Aynı dönemde Türkiye İşçi partisine üye olarak, Karadeniz Ereğlisi’nin ilçe
örgütünün yönetim kuruluna seçildi. 1969’da aynı işletmede mühendis olarak
çalışan Bingöl Erdumlu ile birlikte Türk Metal sendikasının bünyesi dışında ama
özellikle sendika üyelerinin bilinçlenmesine yönelik “Toplu Sözleşme ve Grev
Dayanışma Komitesi”ni kuran Giritlioğlu’nun bu çabası işçiler arasında önemli
bir birikime yol açtı.
Aynı yıl Türk Metal Sendikası’nın Ereğli Demir Çelik İşletmesi’nde başlatıp
uzlaşarak noktaladığı grevden sonra işçilerin DİSK’e bağlı Türkiye Maden İş
Sendikası’na geçmesinde de Giritlioğlunun bu çabası etkili oldu. 1968’de Ereğli’de
açılan Vietnam sergisi bahane edilerek, polis tarafından gözaltına alındı ve ağır
işkenceye maruz kaldı. Şubat 1969’da İstanbul’daki Kanlı Pazar mitingine katıldı.
1969’un sonunda Ereğli’deki işinden atılan Giritlioğlu, Ankara’ya giderek Yapı
İşleri Sendikasında çalışmaya başladı. Sendika başkanı İsmet Demir’le inşaat
işçilerini örgütledi. Bu Bu arada Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ndeki inşaat
işçilerinin örgütlenmesinde çalışırken Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve Mahir
Çayan’la tanıştı. Aynı yıl YİS’in Ankara şube başkanlığına getirildi. Daha
Giritlioğlu İzmir’de yapılan kongre sonucunda Yapı İşleri Sendikası’nın genel
başkanlığına getirildi.
Dev Güç, öğrenci gençliğin işçi sınıfıyla bağlantı kurmasında ve ortak bir program
etrafında hareket geçmesinde istenilen sonuçları doğuramadı ve doğuramazdı.
FKF III. Kurultayı Ocak 1969’da yapıldı. MDD’cilerin TİP’lilere nazaran daha
ağırlıklı bir şekilde yönetime geldikleri bu kongre sonrasında giderek etkinliği ele
geçirdiler. Kurultay sonrası FKF’nin etkinliği giderek genişlemeye başladı. Toprak
eylemleri, üretici mitingleri, anti-emperyalist eylemler, grevlerle birlikte halkın
diğer kesimleriyle gençliğin birliği konusunda ileri adımlar atıldı.
Dönemin hemen tüm örgütlenmeleri ve siyasi eğilimleri FKF içinde yer almaktaydı.
Aralarında kıyasıya bir "yönetim" mücadelesi olmaktaydı.
1969 yılının başındaki kongrede yapılan seçimlerde, TİP yanlısı ekip yönetimden
uzaklaştırıldı ve Yusuf Küpeli FKF'nin Başkanı oldu.
ULUSAL ONUR
1968 işgallerinin sonrasına rastlayan 15 Temmuz 1968’de 6. Filo yine
limanlarımıza geldi. Bu sefer gençlerin tepkisi ve öfkesi her zamankinden daha
büyüktü Daha önce hiçbir şey olmamış gibi 6. Filonun Türkiye limanlarını yeniden
kirletmesi ulusal onurumuza yapılan en büyük saygısızlıktı. 6. Filonun geldiği gün
tüm bayraklar yarıya indirildi. Sokakta görülen Amerikalı askerlere boya atıldı,
yuhalandı. Polis Taksim’e giden yolları bile tutmuş, genç avına çıkmıştı. Taksim’e
çorba içmeye giden 16 üniversiteli bile tutuklandı.
Amerikan bahriyelileri, barlarda sazlarda gezerken polis Amerikalıların
güvenliklerini koruyor, ilgili ilgisiz sokakta gördüğü gençleri topluyordu.
6.Filo’nun İstanbul’a gelmesiyle birlikte Ankara’da da öğrenci gençlik bir dizi
eylem gerçekleştirdi. Ankara’daki Amerikan Haber Alma Merkezi, Pan Amerikan
Hava Yolları ve Amerikan Kültür Merkezi molotof kokteyli atılarak tahrip edildi.
Tuslog Komutanlığı’nın duvarları siyaha boyandı.
6. Filo'yu protesto gösterilerine katılan öğrencilerden TİP ve FKF üyesi İstanbul
Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu, polislerin İTÜ Gümüşsuyu Öğrenci
Yurdu'nu basması sonucu yurdun penceresinden düşerek ağır yaralandı.
Demircioğlu, tedavi edildiği İlk Yardım Hastanesi'nde 24 Temmuz 1968 Çarşamba
günü öldü.
Demircioğlu'nun öldüğünü duyan öğrenciler yoğun protesto gösterisine giriştiler.
Taksim’e kadar yürüyüp, 6. Filoyu protesto ettikten sonra Dolmabahçe’ye inerek
yakaladıkları Amerikalı subay ve erleri karga tulumba denize atmaya başladılar.
Bu eyleme işlerinden çıkan halkta katılınca binlerce kişi, ortalıkta denize atacak
Amerikalı, Amerikalılar’da kaçacak delik aradılar.
TEĞMENLER, TEĞMENLER...
“1968 yılına gelindiğinde Deniz Harp Okulu Subay Taburu’ndaki (3. ve 4. sınıf )
teğmenlerden oluşan devrimci bir örgütlenme, organlarıyla birlikte oluşumunu
tamamlamıştı. Bu örgütlemenin ülke sorunlarına bakış mantığını anlatabilmek
açısından şu noktayı hatırlatmalıyım: dönem tatillerinde teğmenlerden oluşan
gruplar Doğu Anadolu’nun en ücra köylerine kadar gitmekte ve o köylerdeki
okullara “Mustafa Kemal kütüphaneleri”ni kurmaktadır. Aynı zamanda devrimci
teğmenler halk ile ilişkilere girip sorunlarını dinlemekte ne bu konuda raporlar
hazırlamaktadır.
Bu aşamada henüz sivillerle hiçbir ilişki yoktur. Henüz Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile
tanışılmamıştır. Örgütlenme benim (Sarp Kuray) başkanlığımda yürümektedir ve
merkezi komitede Teğmen Sarp Kuray, Teğmen Mehmet Akmaner, Teğmen Yücel
Ersoy, Teğmen Ali Kırca, Teğmen İsmail Cankardeş, Teğmen Mehmet Sağcan,
Teğmen Coşkun Erkal, Teğmen Çetin Algon, Teğmen Erhan Ünal, Teğmen
Ercüment Toker bulunmaktadır. Bu arkadaşların her biri kurulan eğitim, maliye,
toprak vb gibi komitelerde başkanlık yapmaktadır
Bu aşamada Hava Harp Okulu öğrencilerinin oluşturdukları bir örgütlenme ile
ilişkiye geçilmiştir. Hava Harp Okulu 2. sınıf yani Teğmen çıkacak devredeki
öğrencilerden oluşan örgütte Saffet Alp, Mustafa Çimen, Hasan Özgen, Mehmet
Aklaya, Kemal Berişler, Nevzat Yücel, Ahmet Nart, Mehmet Yurtözveri gibi
Harbiye öğrencileri bulunmaktadır. Yapılan ilişkiler sonucunda kendilerine Deniz
Harp Okulu’ndaki örgütlenme açılmış ve birlikte hareket etme önerisi getirilmiştir.
Öneriyi kabul eden hava Harbiyeliler ile buluşulmuş ve birlikte yürünmüştür. Her
kuvvet kendi bünyesinde müstakil örgütlenmeler yapacak koordinasyon merkezden
sağlanacaktır. Bu açılım ilke olarak kabul edilmiştir ve THKP-C örgütlenmesi ile
temas sağladıkları ana kadar da kimse bu ilkeye ters düşmemiştir.
Havacılar çoğunlukla Harbiye 2. sınıf öğrencisi olduklarından her sene
mezuniyette geleneksel olarak çıkarılan “Göksenin” adlı yıllığın çalışmalarını da
yürütmektedirler. Kendilerinden gelen bilgilere göre sınıf subayları Yüzbaşı Salih
Zeki Yılmaz ve Üsteğmen Fuat Turan okulda bu arkadaşlarımızla ilişki
içindedirler. Bu iki havacı subay da Talat Turhan‘a yakındır. Benim bugünkü
değerlendirmelerime göre genç subay ve Harbiyeliler arasında başlamış ve hiçbir
yer ile bağlayıcı anlamda ilişkisi olmayan bağımsız harekette bizim boyutumuzda
ilk kırılma bu subaylarla başlamıştır. Salih Zeki Yılmaz Ve Fuat Turan 12 Mart
sonrası açılan 256 sanıklı “ Türk Halk Kurtuluş Parti-Cephesi Davasının”
sanıklarıdır ve bu iddianamede onların Harbiyeliler ile olan ilişkileri ve tüm bu
ilişkilerin THKP-C’ye taşınması anlatılmaktadır.
Diğer kanal da Binbaşı İbrahim Keskin ile başlayan ve Orhan Savaşçı ile devam
eden kanaldır. Buradaki kırılma iki boyuttadır; bir bizim bağımsız hareketimize
yönelmişlerdir, iki sonraki süreçte de THKP-C hareketine sızmışlardır. Sonuç
ortadadır. Şimdi bu acılı süreci anlatıyoruz.
Hava harp okulundaki devrimci arkadaşlar teğmen çıktıkları zaman “Göksenin” de
yayınlanmıştır. Bu yıllık devrimci ve antiemperyalist bir özde hazırlanmıştır. (Sarp
Kuray)
GÖKSENİN
GÖKSENİN 1968 Hava Harb Okulu Kültür Yıllığı Hasan ÖZGEN’in giriş yazısı ile
başlıyor. Ardından,Yzb Zeki Yılmaz, Mehmet Yurtözveri, Erol Erdener Yücel, Erdal
Şahman, Öner Kamburoğlu, Kemal Berişler, Selami Çetin, Akın Aklar, Üner
Akdeniz, Ali Değirmenci, Kaya Gürleyen, Mehmet Güçlü, Şerif Özçelik, Mehmet
Erikli, Ahmet Güvenç, M.Kemal Koçtepe, Neşet Sözer, Mustafa Çimen ve Hasan
Özgen’in şiirleri; Öner Akdoğu, Neşet Sözer, Mustafa Çimen, Hasan Özgen,
Mehmet Yurtözveri, Onur Akdoğu, Haşim Erkan, Saffet Alp, Öner Kamburoğlu,
Kürşat Çelik, Mehmet Birhekimoğlu, Mehmet Erten ve Hv.P. Fuat Turan’ın
yazıları ile kitap GÖKSENİN oluyor.
GÖKSENİN’den birkaç alıntı:
BARUT YERİNE DEVRİMCİ DÜŞÜNCE
Daha güzel bir “YILLIK” çıkartamaz mıydık? Daha güçlü ve gür... olurdu, ama ilk
yapıt bizim verdiğimiz. Bir kültür yayınının ilki. Temel olması önemli bizce.
Toplumlar sürekli gelişir, düşünceler de öyle. Eylemler için. değer yargıları da
evrimleşecektir; iyiye ve daha güçlü olana. “Kartal Kapı”dan uğurlanırken, daha
koyu solukların savımızı sürdürecekleri gün gibi açık.
Nedir tanıtlamak istediğimiz? Savaşçıyız ya, katı ve sıkı yaşantıların insanları
olarak biliniriz. Öyledir de... Dışarı taşırmasak da duygu ve düşünce evrenimiz
kuşam gibi üstümüzdedir. Örneğin; düşünemez miyiz? Sevmediniz mi?
Büyültelim adımlarımızı daha bir. Bir kez savaşa barıştan yükselmek, önümüzdeki
gerçek. Konu yurt ise topraksa ya da özgürlük ise bizim de söyleyeceklerimiz var
topluma. Harbiyeli olarak görevimiz bu. Hakkımızı ulustan alıyoruz, gücümüzü
Ata’dan. Artık tüfeklerimize barut yerine devrimci düşünceyi sürmek
zorundayız.Tetik o zaman güvenilir olur.
İşin ilgi yönü umut vermedi bize. Kendi çabalarımızı geriden izlemek yırtılacaktır
gün olup. Gelecek betikler tümden ilgi duyarsa, yüce yapıtlara varabilir, üstümüze
çıkar. İleriden çok şeyler beklemenin ilk uyartısıdır bu. Büyük olmak için, ilkten
bütün olmak gerekir...
“GÖKSENİN” demeyi uygun bulduk yıllık için. Belki gökte konaklamış
yaşantılarımızın ılıklığını yansıttığı için, belki de maviye olan tutkunluğumuzdan...
Dileğimiz «GÖKSENİN» in geleneksel bir güç kazanması.
Anıksamanın yorgunluğunu yüklenen arkadaşlara özellikle Mustafa ÇİMEN, Neşet
SÖZER, Erdal ŞAHMAN ve Nevzat KILIÇARSLAN'a “sağolun” demeden
geçemeyiz.
Bir diğer sıcak ilgi Alay Komutanımızdan ve yöneticilerimizden geldi. Karşılık
olarak kendilerine elinizdeki yapıttan özge ödül veremezdik...
Toplarsak, gelecek için bir temel, 1968 Devresi için de onur verici bir yıllık
vermeğe çalıştık.
Bu uğraşıdan yüzümüzün aklığı ile çıkmışsak, üleşiyoruz.
Yeşilyurt, 14 Haziran 1968- GÖKSENİN Yürütmeni Hasan ÖZGEN
TÜRK DÜŞÜNÜŞÜNÜN BATILAŞMA EYLEMLERİ İÇERİSİNDE EVRİMİ
Saffet ALP
(Kızıldere’de “Deniz Gezmiş’in idamına mani olmak için mücadele ederken”
Mahir Çayan’la birlikte Üsteğmen rütbesinde öldürülmüştür. Uzun yazısının son
kısmı alınmıştır.)
Ekonomik bağımsızlıktan yoksun olan toplumun bütün çabaları yalnız sömürü
düzenini sürdürenler içindir. Ve son olarak, devrimci bir görüşü kabul etmeyen
toplumun bu yönde düşünü aşılamayan her toplum, dünya toplumları ayrımında,
doğru dediğimiz ve her zaman geri kalmışlığını önerdiğimiz bir düzeyde kalacaktır.
Bir toplumun kalkınması, çağının uygarlık düzeyine paralel bir düzeyde yürütülmek
isteniyorsa, ilk önce bağımsızlığa kavuşturulması, ondan sonra da topluma sürekli
bir devrimcilik anlayışının egemen kılınması zorunludur. (Saffet ALP)
DOĞUM YERİ-NERELİ?
1961 Anayasası’nın getirdiği nispi demokratik ortam Türkiye’de her sınıf ve
katmanı etkiledi. Özellikle Türkiye işçi sınıfı, aydınları ve Kürt devrimci demokrat,
yurtseverleri de bu ortamdan yaralanma yollarını aradılar.
O dönemde gerek dünyadaki, gerekse Türkiye’deki gelişmelerden etkilenen Kürt
kökenli devrimci gençler ve aydınlarda devrimci örgütlenmelerin içerisinde yer
almaya başladılar. Önceleri Türkiye İşçi Partisi içinde ve Fikir Kulüpleri
Federasyonu içerisinde devrimci mücadeleye katıldılar. O dönemlerde devrimciler
arasında, etnik ve/veya dinsel ayırımlar söz konusu bile değildi. Öyle ki gençler
birbirlerinin nereli olduklarını bile merak etmezdi, bilmezdi. Yıllar sonra
öğrendiler arkadaşlarının doğum yerlerini.
Kürt aydınlar; T. Ziya Ekinci, M. Ali Aslan, Kemal Burkay N. Kutlay, A. Aras ve
Yaşar Kaya TİP içinde yoğunlaştılar. M. Ali Aslan bir dönem TİP Genel Başkanı
oldu. Daha önceleri T. Ziya Ekinci TİP Genel Sekreteri oldu ve parlamentoya girdi.
Kürt gençlerin büyük bir kısmı Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) yer aldılar.
ETNİK MİLLİYETÇİLİK-DDKO
Devrimci dalgayı kırmak için kışkırtılan “milliyetçilik” akımları, bir yandan “Türk
Milliyetçiliği” adına devrimcilere saldırtılırken diğer yandan “etnik” ayırımları ön
plana çıkarttı ve Kürt halkını yok sayan anlayış, “Kürt Milliyetçiliğini“ tetikledi.
Bu ortam Kürt gençlerini de etkiledi. Giderek genel devrimci hareketten
uzaklaşarak kendi “etnik” kimliklerini aramaya başladılar.
Önceleri sosyalist ve komünist olmayanlara hafif gözle bakılırken, daha sonra
ulusalcı olmayanlara hafif gözle bakılmaya başlanıldı. Devrimci Doğu Kültür
Ocaklarını (DDKO) kurarak bir kısım Kürt gençleri ayrı örgütlenmeyi tercih
ettiler.
Şüphesiz bu ayrılmada, o günkü solda yaşanan ayrışmalar ve çekişmeler de etkili
oldu. Sosyalist Devrim (SD) İle Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışmaları
devrimcileri böldü.. SD’yi M. Ali Aybar ve Behice Boran temsil ediyordu, MDD’yi
Mihri Belli temsil ediyordu. Dergileri bile ayrıldı. BEYAZ Aydınlık ile KIRMIZI
Aydınlık dergileriyle kendilerini ifade ettiler.
DDKO’ların kuruluşları ile ilgili ilk toplantı 1969 Nisanında, ANKARA Ticari
İlimler Akademisi Öğrenci Derneğinde yapıldı. Öğrenci Derneği Başkanı Mehmet
Demir’di. Bu toplantı sonunda Ankara DDKO 21 Mayıs 1969 tarihinde kuruldu.
Kurucuları: Yumni Budak, Daham Keleş, İbrahim Güçlü, Kemal Cengiz, Hikmet
Buluttekin, Ahmet Kotan, Şerif Felekoğlu, Nazmi Onur, Nusret Kılıçaslan,
Abdullah Soysal, Ali Beyköylü, Salih Sıtkı, Mustafa Karacadağ, Halit Çetinyalap,
Mümtaz Kotan, Mustafa Karadağ, Mehmet Demir, Halil Dündar, Nuri Bingöl, İsa
Geçit, M.Sait Aktaş, İrfan Özen, Faruk Aras, Bedri Demir den oluşuyordu.
Başkanlığa Yumni Budak getirildi.
İkinci Toplantı Ankara DDKO Kurulduktan bir hafta sonra 27 Mayıs 1969’da
İstanbul’da Diyarbakır Yurdunda yapıldı. Bu toplantı sonucunda da İstanbul
DDKO kuruldu.
Kurucuları: Necmettin Büyükkaya, Hikmet Bozcalı, Ali Buran, Leyla Ejder,
Mehmet Tüysüz, Ali Haydar, Emre Mehmet Can, Sabri Ünlü, İbrahim Önen, Ömer
Bakal, Fevzi Yardımcı, Mahmut Kılıç, Aydın Yümlü, M.Ali Aslan, Aziz Yılmaz, Sait
Bozgan, İbrahim Yüksekkaya, Fazlı Can Kadir Akgüneş, Salih Kaynak, Mustafa
Doğan Özbay, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Mehmet Balamir, Sait Pektaş, Şakir Elçi, Ali
Yilmaz Balkaş, Agah Uyanık, Kadri Çağlı, Hüseyin Azkan, İlhami Yaban.
1. Dönem Başkan: Necmettin Büyükkaya
2. Dönem Başkan: Hikmet Bozcalı
3. Dönem Başkan: Mehmet Tüysüz
Kuruluş toplantılarında tartışmalar genellikle iki noktada yoğunlaştı.
Örgütün Merkezi olup olmaması. O günkü yasal koşullar nedeniyle örgütün
merkezi olmamasına, özellikle Doğu illerinde yoğunlaşılarak il bazında ayrı
dernekler kurularak örgütlenmesine
Ayrı örgütlenilmesine rağmen DEV-GENÇ ve TİP ile dayanışmanın
sürdürülmesine karar verildi.
Kararlar doğrultusunda illerde Devrimci Doğu Kültür Ocakları açıldı.
DDKO- Kozluk, 28 Ocak 1970
Kurucuları: M. Şirin Baltaş, Alaattin Baltaş, Abdi Dizmen, Yusuf Güzel, Mehmet
İnal, Halil Kaneş, İrfan Bozgil, M.Tahir Birlik, A.Halim Dinler, Mehmet Asker,
Nasir Bağ.
DDKO -Ergani 13-Ekim 1970
Kurucuları: Ömer Kan, Mehmet Emintektaş, Kemal Vural, Mustafa Gök, Mehmet
Sağlamoğlu.
DDKO- Silvan, 9 Kasım 1970
Kurucuları: Bahri Evliyaoğlu, Mahmut Okutucu, Muhterem Biçimli, Vedat
Erkaçmaz, Akif Işık, A.Kerim Ceylan, Yusuf Kılıçer, Mahmut Yeşil, Cüneyt Ceylan,
Zeki Bozaslan, Fikri Müjdeci
DDKO-Diyarbakır, 6-Ekim 1971
Kurucuları: Yusuf Ekinci, Süleyman Çelik, Fikri Gürbüz Yıldızhan, Ömer Çetin,
Mehdi Zana, Nazım Sönmez, İlhan Aslan, Abdurrahman Uçman, Vedat
Hayrullahoğlu, Gıyaseddin Ayaz, Halit Ayçiçek, Hasan Yılmaz, Hüseyin Altan,
Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutlay, Sadun Kılıç, Mehmet Canpolat.
DDKO- Batman, 18 Kasım 1971
Kurucuları: Mehmet Yıldız, Sabri Yıldız, Mehmet Durmaz, Sabahattin Saygılı,
Übeydüllah Aydın.
O dönemde Türkiye solunun “Milli Mesele” ye bakışı son derece netti. Sistemin
inkarcı tutumuna, yasak ve engellemelerine rağmen Kürt halkının sorunlarına
sahip çıkıyor. Halkların kardeşliğini savunuyordu ve Türkiye halkının devrimci
mücadelesinin Kürt ve Türk ayrımı yapmadan sömürülen ve hakları gasp edilen
tüm Türkiye halkının kurtuluşu için yapıldığını belirtiyordu.
1969’da TİP’in Ankara’daki YİBA düğün salonunda yaptığı aldığı kurultayda
alınan bir kararda "Doğu ve Güney Doğuda Kürt halkı diye bir halk yaşamakta"
olduğu ve bu halkın sorunlarına da sahip çıkılacağı belirtiliyordu. Bu karar
nedeniyle 1971 yılında TİP kapatılıyordu. Aynı yıl DDKO’larda kapatıldı. Yönetici
ve üyeleri tutuklandılar, işkence gördüler ve hüküm giydiler.
Deniz Gezmiş idam sehpasında bile “Yaşasın Türk ve Kürt Halkının kardeşliği”
diyerek son sözünü söylüyor ve devrimci kardeşliğe vurgu yapıyordu.
ÜÇ HİLAL-GAMALI HAÇ
19 Ağustos 1968’de Türkeş gazetelere demeç vererek “CKMP’nin komünistlerle
mücadele için komando birliklerini kurduklarını” resmen açıklıyordu. Türkeş
demecinde “Komando birliklerinde ’milliyetçi’ çocukların, Genel İdare Kurulu
üyesi Dündar Taşer nezaretinde her gün sıkı bir eğitime tabi tutulduklarını,”
bildiriyordu.
“Türkçülük“ ve “milliyetçilik” sadece laftı ve bilinçsiz kitleleri aldatmaya yönelik,
sloganlardan ibaretti. ABD’nin talimatıyla “yeşil kuşak” stratejisine uygun olarak
“Türkçülüğün” ve “milliyetçiliğin“ bile içi boşaltılıyordu. 8 Şubat 1969’da
Adana’da yapılan CKMP kongresinde Parti içerisindeki Nihal Atsız taraftarı
“Türkçü” ve “milliyetçi” unsurlar tasfiye ediliyor, partinin adı Milliyetçi Hareket
Partisi (MHP), amblemi de “üç hilal” olarak değiştiriliyordu. Gençlik Kollarının
amblemi hilal içinde “bozkurt” olarak belirleniyordu.
Artık, parti ideolojisini “Türkçülük” ve “Milliyetçilik” değil Türk-İslam Sentezi
olarak sunulan ve ABD emperyalizminin yeni stratejisine göre belirlenen yeni
anlayış belirliyordu.
Bu anlayışa karşı çıkanlar için ise sert ve katı önlemler alınıyordu. Başbuğun
“davadan döneni vurun” talimatı sonucu; MHP’li Ali Balseven Ankara Kurtuluş
Parkı’nda öldürülüyordu.
DEVRİMCİ ÖĞRENCİ BİRLİĞİ (DÖB)
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, FKF yönetiminin pasif tutumu, devrimci gençlerin
huzursuzluğuna yol açıyor, bir yandan FKF içerisinde devrimci muhalefet
yükselirken, diğer yandan İstanbul’da başta Deniz Gezmiş’in bulunduğu ve olaylar
içinde aktif rol oynayan bir grup devrimci genç tarafından DÖB (Devrimci Öğrenci
Birliği) kuruluyordu.
FKF yönetiminde değişikliklerden ve 28 Ekim - 10 Kasım 1968 de Samsun’dan
Ankara’ya yapılan “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” ne
katıldıktan sonra DÖB, DEV-GENÇ ile bütünleşiyordu.
KOMER
Parker Hart'dan boşalan ABD'nin Ankara Büyükelçiliğine, Güney Vietnam'da
“Barışı Koruma Programı Müdürü” olan CIA ajanı Robert Komer'in getirildiği
Beyaz Saray tarafından açıklanır.
“Barışı Koruma” yani Türkçesi “hükümet darbesi yapmak, karşı devrimi
tezgahlamak, işkence tezgahlarını açmak, seçimlere para yatırımı yapmak, iç savaş
çıkartmak“. Bütün bunlar 'özel harekât' ve Amerikanca deyimi ile 'special
operation'ca yapılan işlemlerdir.
Ankara Amerikan Büyükelçisinin Türkiye'den önce Vietnam'da 'pasifikasyon'
hareketini yönetmesi de gene CIA programı içinde bulunmaktadır. Bu programa
göre 15 milyonluk Güney Vietnam halkının % 90'ı, 11.000 stratejik köye veya
dikenli tel ve mayınlarla çevrilmiş kamplara toplanmıştır. Bu program Türkiye'de
pek iyi tanıdığımız AID (Amerikan Yardım Teşkilatı) eliyle yürütülmüştür.
Komer, Vietnam’da, Amerikanın işgaline karşı yurtlarını savunan yurtseverlerin,
Vietkongların pasifize edilmesi alanında ortaya attığı parlak fikirlerle dikkat
çekmişti. Vietnam’da Milli Kurtuluş Hareketine karşı yürütülen sindirme
hareketinin yöneticisi, Vietnam halkının celladı idi.
“Sindirme”, “Pasifikasyon”; “Komünistleri kendi oyunları ile yeneceğiz,
horozlarını boğazlayacağız, gerekirse kadınları ve çocukları da; bu, komünistlerin
halk üzerindeki etkisini silene dek sürecek...” diyen CIA’nın “Artık bir insan
sadece Vietkong’a benzese bile, bu onun öldürülmesine ya da kampa konulmasına
yetecektir ve bu iş, halkın, kendi hükümetiyle işbirliği yapmasını öğrenmesine dek
böyle devam edecektir” dediği bir savaştı bu.
Sahra Kuvvetleri, Eyalet Keşif Birlikleri adı altında yaratılan “korucu” güçleri,
Özel Şube adıyla anılan korkunç işkence merkezleri, zindanlarda başlatılan
“pişmanlık” kampanyaları ve katliamlar, Stratejik Köy ya da Toplama Kampları,
Devrimci Kalkınma Programı adı altında uygulanan kandırma çabaları, vb. hepsi
Komer’in döneminin başlıca uygulamaları olarak öne çıktı.
Köylerin yakılması, kelle avcısı özel timler, ispiyon şebekeleri ve bütün diğer kirli
işler... Komünist bir teğmenin kellesine 42 dolar, eyalet komutanınkine 4200 dolar.
İşte Honcho (Kasap) adıyla anılan görünürde ABD Vietnam Büyükelçisi Robert
Komer, Vietnam’da böyle koruyordu barışı. Meslekdaşlarının şimdi Irak’ta
“özgürlüğü” getirip koruduğu gibi.
Sonradan, tam da devrimci mücadelenin geliştiği yıllarda 1969’da Türkiye
Büyükelçiliğine atandı.
Komer’in Ankara’ya Büyükelçi olarak atanmasını devrimci gençler büyük bir tepki
ile karşıladılar. Komer’i getiren uçağı karşılamak üzere ODTÜ ve Ankara
Üniversitesi öğrencisi gençler 28 Kasım 1968 Perşembe günü dersleri boykot
ederek Esenboğa Havaalanına gittiler. Komer’i karşılamaya gelen resmi
protokolün aksine gençlerin elinde çiçek buketleri değil, çürük yumurta ve
domatesler vardı. Komer havaalanı binasına uğratılmadan, iniş pistinin ucundan
alınarak gizlice şehre götürüldü.
CADİLLAC
Komer, kendisine yöneltilen protesto gösterilerini ciddiye almadığını göstermek
veya protestonun ciddiyetini test etmek üzere ODTÜ öğrencilerinin şaşkın bakışları
arasında 1969 model 'Cadillac' marka, siyah renkli, 06 CA 001 plakalı makam
otomobiliyle, 6 Ocak 1969 Pazartesi günü, saat 12.30'da ODTÜ'ye geldi. Gözlerine
inanamayan, ilk şaşkınlıkları geçer geçmez bu inanılmaz olayı tüm kampusa
duyurdular.
Komer'in otomobilini ilk olarak, rektörlüğün hemen yanında ve karşısında olan
kantin, kütüphane ve kimya laboratuvarında bulunan öğrenciler fark etti.
Mustafa Yalçıner, Komer'in ODTÜ'ye geldiğini arkadaşlarına haber vermek için
yurtlara koştururken, Mimarlık Fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi Hamid Yakup
isimli İranlı bir öğrenci de, ODTÜ SFK'ye giderek, arkadaşlarına seslendi:
''Haberiniz var mı? Komer'in otomobili rektörlüğün önünde''. Sinan Cemgil,
Hüseyin İnan, İrfan Uçar, Halil Çelimli, Yusuf Aslan, Tuncay Çelen, Mehmet Akın
Atauz, İbrahim Seven, Ulaş Bardakçı, Mete Ertekin, Sait Big, Serdar Haybat,
Mustafa Taylan Özgür ve birkaç öğrenci, hızla olay yerine gittiler. Birkaç öğrenci,
ODTÜ Rektörlük binası önünde parketmiş ABD Büyükelçisinin makam
otomobilinin yanına gelerek şoför Nidai Cemal'den, kapı ve kontak anahtarlarını
istedi. Şoför, anahtarları vermedi. Bunun üzerine öğrenciler arabayı taşa tutttular
ve 'çimlere basmayınız' yazılı demirleri sökerek arabanın camlarını kırmaya
başladılar.
Rektör Kurdaş ile ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı İskender Odabaşıoğlu, bu arada,
öğrencilerin arasına karışarak eylemcileri engellemeye çalıştı. Rektör Kurdaş'ın
uzaklaşmasından sonra Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Akın Atauz, İbrahim Seven,
Halil Çelimli, Tuncay Çelen, İrfan Uçar, Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Mustafa
Taylan Özgür, Komer'in otomobilini önce tutarak sallamaya ve sarsmaya
başladılar.
Komer'in otomobilini sarsan ve sallamaya çalışan öğrenciler, sonra havaya
kaldırarak devirmek için bir süre uğraştılar. Fakat otomobil çok ağır olduğu için
deviremediler. Civardan bulunan bir çelik boruyu, manivela gibi kullanarak
Komer'in otomobilini ilkönce yan, sonra ters çevirdiler.
Ters çevrilen otomobilin benzin deposundan benzin akmaya başladı. Hüseyin İnan,
Sinan'ın boynundaki kaşkolu alarak; ters çevrilmiş ve benzin akıtan otomobilin
benzin deposunun kapağını açtı ve kaşkolu deponun içine soktu. Benzin emdirdiği
kırmızı siyah çizgili uzun kaşkolu otomobilin değişik yerlerine vurarak, otomobili,
benzinle buladı. Ve kibriti çaktı. Otomobili söndürmek için gelen itfaiye
öğrencilerin engeliyle karşılaştı. Ateş alan otomobilin etrafında toplanan binlerce
ODTÜ’lü Amerikan emperyalizmini, Komer’i ve Komer’in ODTÜ’ gelmesine izin
veren Rektör Kurdaş’ı saatlerce protesto ettiler.
Rektör Kemal Kurdaş da basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu :
“Her yönü ile yerilecek bir kaba kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket
ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri önünde gösteriler
arasında yakıldı.”
REKTÖR-FIRTINA
Kurdaş’a göre, Komer, ismini “övgüyle duyduğu” üniversiteye gelmek istediğini
daha önce iki kez Rektöre söylemişti. Ancak, Rektör, "Bu fırtına estiği sürece
Komer’e fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7.700.000 dolar yardım
yapacak bir ülkenin elçisine karşı uzak da duramazdım" diye kendini savunuyordu.
Kurdaş anılarını yazdığı kitabında olayı şöyle anlatıyor:
"Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Fakat çok geçmeden kötü
haberler birbiri ardına gelmeye başladı. Öğrenciler toplanıyorlar. Çok
kalabalıklaştılar. Arabanın etrafındalar. Malum grup hepsi oradalar. Arabayı
devirmeye çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı
yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…"
Hepimiz masadan fırladık. Arabayı gören rektörlüğün makam odasının
pencerelerine yığıldık. Araba gerçekten yanıyor, etrafı öğrenci kaynıyor. Yanan
arabayı bir iki dakika seyrettik. O sırada rektörlük telefonu çaldı açıp bana
verdiler. “Bir komiser sizi arıyor efendim!”
KOMİSER
Telefonu aldım “Buyur kardeşim.” Dedim. Karşımdaki kendisi tanıttı. Komiser
bilmem kim, ismi hatırımda kalmadıç Söylediği şu:
Komiser: Efendim, arabayı yaktılar.
Ben:Evet gördüm.
Komiser: Müdahale edeyim mi?
Ben:Neyle edeceksin?
Komiser:Yanımda adamlarım var.
Ben: Sen neredesin ?
Komiser: Mimarlık Fakültesindeyim 35 numaralı odada.(bu rakam 33 de olabilir)
Ben: Benden izin almadan üniversiteye nasıl girdin ?
Komiser: Amirlerim emir verdi girdim efendim. Ben bir saatten fazla bir süredir
buradayım.
Ben: Yaa..(Demek ki Emniyet, Büyükelçinin üniversiteye geleceğini ve geliş saatini
biliyordu, burada bir olay çıkacağını tahmin ediyordu veya belki de biliyordu.
Onun içinde üniversiteye bir öncü ekip de yerleştirmişler.)
Telefonda komiser soruyor ”Efendin müdahale edeyim mi?” Cevabım:” Olay şu
ana kadar bir araba yakılmasından ibaret, şimdi sen müdahale edip kan mı
çıkartmak istiyorsun ? Masum bir öğrenci ölürse ben bunun hesabını hayatımın
sonuna kadar veremem. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde kan akıttırmam, otur
oturduğun yerde, sonra da sessizce kimseye görünmeden üniversiteden çık.”
Komiser çaresiz “Peki” dedi. Telefonu karşılıklı kapadık. Üç dört dakika
geçmemişti ki ikinci bir telefon. Saat 13:20 olabilir.
KİM YAKTI? - BACAĞI KOPMUŞ KEDİ
Bu defa beni arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Telefonda bir bacağı kopmuş
kedi gibi bağırıyor:
-Sükan: Rektör, Elçinin arabasını yaktın!..
-Ben:Hayır ben yakmadım. Beş on manyak öğrenci yaktı.
-Sükan: Sen Yaktırdın
-Ben : Hayır öğrenciler yaktılar. Ben bunu üniversiteye karşı işlenmiş vahim bir
hata, hatta ihanet kabul ediyorum.
-Sükan: Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün arabayı
yaktırdın.
-Ben : Hayır ben davet etmedim, ısrarla o gelmek istedi.
-Sükan: Ben şimdi olaya müdahale edeceğim. Bütün gücümle üniversiteye
giriyorum.
-Ben: Ne ile gireceksiniz ?
-Sükan: Karşınızdaki Mobil istasyonunda 250 polisim var, onlarla gireceğim.
-Ben: Faruk bey polisinizi üniversiteye sokmam. Polis bu anda üniversiteye girerse
mutlaka kan çıkar, arabanın etrafında iki yüz, üç yüz tane çocuk var. Bunların belki
on-onbeşi olaya karışan zorba, diğerleri masum öğrenci, seyirci. Ama hepsi genç
ve heyacanlı. Bu ortamda polis üniversiyete girerse burası bir muhabere
meydanına döner. Belki onlarca masum öğrenci, hayatını kaybeder. Ben kimseye
bunun hesabını veremem. Onun için kesin olarak söylüyorum polisin üniversiteye
bir adım bile atmasına izin vermiyorum.
-Sükan: Ben gireceğim,
-Ben: Giremezsin, girersen karşında beni bulursun.
-Sükan: Elçi orada hayatı tehlikede.
-Ben: Elçinin hayatı benim teminatım altındadır. Beni öldürmeden kimse ona
dokunamaz. Burada işleri kontrol altına aldıktan sonra elçiyi şahsen ben
götüreceğim,
Sükan homurdanarak telefonu kapattı.
NE İSA’YA NE USA’YA YARANDI
Kurdaş “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan” oldu. Ne İsa’ya ne USA’ya
yaranabildi. Bir işkenceciyi, bir CIA ajanı “kasabı” “dost bir elçi” olarak bağrına
basarak “öğrencilerini”; koca kadillaklarını yakılmasını önleyemeyerek; “polisin”
üniversiteye girmesine izin vermeyerek “dostlarını” “incitti”.
ODTÜ Direniş Komitesinin Bülteninde şu satırlar yer alıyordu : "6 Ocak 1969.
Öğle üzeri kalabalık büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi
büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi arabayı sarıverdi.”
ODTÜ’de yakılan araba devrimci gençler tarafından 2. Milli Kurtuluş Savaşının
Meşalesi olarak adlandırılıyor ve Türkiye’nin her yerinde birbiri ardına, antiemperyalist gösteri ve etkinliklerle ABD emperyalizmi, Komer ve işbirlikçi iktidar
protesto ediliyor, bildiriler ve özel gazetelerle Komer olayı ve nedenleri Türkiye
halkına anlatılıyordu.
ABD elçisi Komer ise basın açıklamasında şunları söylüyordu:
"Müttefik bir ülkenin temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından
öğle yemeğine davet edildiği bir sırada, otomobilinin ufak bir müfrit grup
tarafından ateşe verilmesi gerçekten üzücü bir husustur."
KOMERİN ARABASINI BİZ YAKTIK
Ne var ki başta ODTÜ gençliği olmak üzere, Türkiye halkı “ufak bir müfrit gruba”
sahip çıkıyordu. 3000 ODTÜ öğrencisi Rektörlüğe dilekçe vererek, “Komerin
arabasını biz yaktık’” diyerek, tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılmasını, ya
da kendilerinin de tutuklanmasını istiyorlardı.
Komplo, tersine çevrilmişti. TCK 128. Maddesi ile idam talebiyle tutuklanan ve
“vatan haini” ilan edilmek istenen “Komerciler”i, halk “vatansever” olarak
bağrına basıyordu. “Komerciler” in vekilliğini yüzden fazla avukat “gönüllü”
olarak üstleniyordu.
Gençlerin yargılandığı Ankara Anafartalar Adliyesini, gençler ve halk
doldurmuştu. Duruşma salonunda ayakta durmak için bile yer kalmadığı gibi,
kalabalık Adliye Sarayının dışına Anafartalar caddesine taşmıştı.
Av. Halit Çelenk başkanlığındaki “hukuk ordusu” gençleri savunuyordu.
Gençlerin yargılandığı TCK 128.madde “İki ülke arasının açılması ve savaşa
neden olunması”nı içermekteydi. Savaş çıkarsa idam, çıkmaz da sadece “ara
açılırsa” müebbet hapis cezasını öngörüyordu. Avukatlar; “bu olayın TürkAmerikan dostluğunu zedeleyip, zedelemediğinin ABD Dışişleri Bakanlığından
sorulmasını istedi. Gelen cevap muhteşemdi “ Bu hareket iki dost ve müttefik ABD
ve Türk Hükümetleri arasındaki dostluk ilişkilerini daha da kuvvetlendirmiştir”. O
halde gençlere ceza değil “madalya” verilmeliydi. 128. madde düştü. Gençler
sadece “toplu ızrar “ suçundan altı ay ceza alarak tahliye edildiler.
Gençlerin tahliyesinden sonra daha da gelişen antiemperyalist gösteriler ve
hareketler sonucu ABD Komer’i geri çekmek zorunda kaldı. Böylelikle “Honcho”
(kasap-işkenceci) olarak adlandırılan Vietnam Pasifikasyon uzmanı ve CIA ajanı
Komer’in kısa süren Türkiye macerası 7 Mayıs 1969 da sona erdi.
KASAP’IN FİLOSU
Komer’in makam arabasının yakıldığı, Türkiye’ni hemen her yerinde antiemperyalist ve Amerika karşıtı etkinliklerin düzenlendiği bir ortamda, 6. Filo’nun
tekrar geleceği öğrenildi. Devrimci örgütler 28 Ocak 1969 da toplanarak
“Dayanışma Kurulu “ oluşturdular ve hazırlıklara başladılar. İlk olarak 6
Şubat’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a ve Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a
telgraf çekildi :
“Amerikan emperyalizminin bekçisi bu filoyu ve askerlerini, kendi
donanmamızdan ve Mehmetçiklerimizden daha fazla görmekten usandık.
Soruşturması hala açılmayan Vedat Demircioğlu’nun ve Savaş Atalay’ın
öldürülmesi olaylarının doğurucusu Amerikan askerlerini görmek istemiyoruz. “
Tüm bunlara rağmen 6. Filo yine İstanbul’a geldi. Daha filo karasularımıza
girmeden başlayan anti-emperyalist gösteriler, filonun gelişiyle giderek arttı.
Devrimci örgütler 16 Şubat’ta yapılacak ve Taksim Meydanı’nda sona erecek
“Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü“nü hazırlıyorlardı. Bu arada
Komer olayı ve 6. Filo protestolarından dolayı yurtsever - devrimci gençliğe diş
bileyen Amerika boş durmuyor, gizli örgütleri ve işbirlikçileri aracılığıyla gericişeriatçı güçleri devrimcilere karşı kışkırtıyordu.
ABD’NİN DOSTLARI-KANLI PAZAR
Bazı gerici gazeteler “Cihada Hazır Olun”, “Kızılları Boğmanın Vakti Geldi”,
“Ya Tam Susturacağız, Ya Kan Kusturacağız“ başlıkları atıyor, toplu kılınan cuma
namazlarından sonra cemaate ABD’ye karşı çıkmanın komünistlik olduğu,
komünistlerin başlarının ezilmesi gerektiği söyleniyordu.
Bütün bu tahrikler sonucu 16 Şubat 1969 Pazar günü sayıları 40.000 e ulaşan
yürüyüşçüler Taksim alanına girerken polisin gözü önünde, hatta himayesinde
çember sakallı, takkeli gözü dönmüş şeriatçılar ve gericiler devrimcilere
saldırtırılıyordu. Saldırı sonucu Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülüyor,
yüzlerce kişi yaralanıyordu.
Cevdet Sunay tam da bu sıralarda Suudi Arabistan'a gidiyor ve bu ülkeyi ziyaret
eden ilk Türkiye Cumhurbaşkanı oluyordu.
Basında da, İslamcı örgütlenme ve eylemlerin Suudi Arabistan'daki ABD sermayesi
denetimindeki Aramco petrol şirketinin katkılarıyla desteklendiği yazılıyordu.
EMPERYALİST SALDIRGAN CERYAN
1970 yılında zamanın başbakanı Süleyman Demirel’e Emniyet Genel Müdürlüğü
Önemli İşler Dairesi tarafından hazırlanmış bir rapor sunuluyordu. Bu raporda
1968-70 yıllarında yurdun çeşitli yerlerinde kurulan 25 komando kampı tek tek
belirtiliyor; bu kampların Türkeş’in emriyle kurulduğu, kendisi tarafından zaman
zaman kampların ziyaret edildiği, kamplardaki komandoların silahlandırıldığı,
belirtiliyor ve raporun sonuç bölümünde “Türk milliyetçiliği, Türkçülük maskesiyle
yurdumuzda tatbik edilmek istenen Nasyonel Sosyalizmle, mevcut demokratik
düzeni yıkmayı amaçlayan emperyalist ve saldırgan bir cereyandır” deniliyordu.
Devletin resmi bir kuruluşunca, ülkenin başbakanına “ mevcut demokratik düzeni
yıkmayı amaçlayan emperyalist ve saldırgan bir cereyan” olarak, delilleriyle
birlikte rapor edilen, “ülkücü hareket” devletin diğer farklı güçlerince korunup
kollanıyor, beslenip büyütülüyordu. Bazıları “Devlet adına” görevlendiriliyordu.
Gençliğin arasına ajan provakotörler sokuluyor, meşru müdafaa için silah
bulundurmak zorunda bıraktırılan gençlik, silahlı çatışma ortamlarının içine
sürüklendiriliyordu. Forumlarda büyük bir hoşgörü içerisinde özgürce tartışan,
kendi sorunlarını ve Türkiye’nin sorunlarını irdeleyebilen, sağ-sol tüm siyasi
liderlerle, düzenledikleri açık oturumlarda tartışma olanağı bulabilen gençler bu
özgür ve demokratik ortamın dışına itilmeye çalışılıyordu. Ülkeyi yönetenler,
Amerika’nın ve bir avuç işbirlikçi çevrelerinin çıkarları için ülke geleceğini, ülke
gençliği feda ediyorlardı.
Cinayetler birbirini kovalıyordu. Mehmet Cantekin (19.9.1969), Taylan Özgür
(23.9.1969), Mehmet Büyüksevinç (9.12.1969), Battal Mehetoğlu (14.12.1969)
teker teker katledildi. Gençlik meşru müdafaaya zorlanarak, kendini korumak için
silah taşımak zorunda bırakıldı.
BİLİNÇLİ PLAN- TAYLAN ÖZGÜR’ÜN KATLİ
Taylan Özgür 23 Eylül 1969 da İstanbul’da güpegündüz herkesin ortasında Beyazıt
Meydanında katledildi. Taylan Özgür, ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyesiydi ve
Sosyalist Fikir Kulübünce düzenlenen “köy çalışmaları”na ilk katılan ve başarılı
sonuçlar elde eden arkadaşlarımızdandı. Kitlelerin güvenini kazanmayı bilen,
özveri sahibi ve mücadelen kaçmayan atak ve yiğit bir kişiliği vardı. Taylan, 6
Ocak 1969'da Amerikan elçisi Komer’in makam arabasını ODTÜ’de yakan
devrimci gençlerden biriydi. Komer, daha önce Vietnam’da CIA ajanı olarak görev
yapan ve “pasifikasyon “ hareketini, yani her türlü işkence, şiddet ve baskı ile
Vietnam halkının sindirilmesi hareketini, yöneten kişiydi.
Taylan ölen ve öldürülen ilk 68’li değildi. Taylan’ın öldürülmesinden yaklaşık bir
yıl önce, Amerikan 6 Filosunun İstanbul’a gelişi sırasında çıkan olaylarda vermişti
68’liler ilk şehidini.
18 Temmuz 1968 günü sabaha karşı 04.30’da polislerin Gümüşsuyu İTÜ öğrenci
yurduna yaptığı baskında pencereden atılan FKF üyesi Vedat Demircioğlu 6 gün
komada kaldıktan sonra 24 Temmuz’da yaşamını yitirmişti. 28 Temmuz’da da
Ankara adliyesi önünde, arkadaşlarının duruşmasını izlemeye gelen gruba polisin
müdahalesi sonucu Atalay Savaş, polisten kaçarken bir minibüs altında kalarak
can vermişti.
Evet, Taylan ölen ve öldürülen ilk 68’li değildi. Ama, CIA’nın, 1952’den itibaren
NATO’ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde “ gladio” “kontr-gerilla” “özel harp
dairesi” adı altında kurduğu ve “komünistleri” yok etmeyi amaçlayan örgütlerin
tetikçileri tarafından, “bilinçli” ve “planlı” bir şekilde öldürdüğü ilk 68’li
devrimcidir.
Taylan Özgür, CIA bağlantılı gladio tetikçileri tarafından, bilinçli bir şekilde hedef
seçilerek katledilmiştir.
ÖLÜM EMRİ- HEDEF GENÇLİK
Taylan Özgür emperyalist güçlerin, “öldürülecekler” listesine rastgele seçilmiş bir
devrimci değildir. Tıpkı Deniz gibi, Yusuf gibi, Mahir, Hüseyin, Ulaş gibi,
Kaypakkaya, Cevahir gibi asılarak, vurularak, işkence yapılarak öldürülen
yüzlerce binlerce devrimci kardeşimiz gibi, varlıklarıyla, eylemleriyle, halklarıyla
kucaklaşarak emperyalizme karşı örgütlenmeleriyle emperyalistleri ve
işbirlikçilerini tedirgin ettiği “bilinerek” verilmiştir “ölüm” emri.
CIA’sıyla, MİT’iyle, kontr-gerillasıyla, Ülkü Ocaklarıyla, polisiyle neden
saldırılmıştır 68 devrimci gençliğine? Neden sokak ortalarında öldürülmüştür,
yurtsever ve devrimci gençler? Yanıt basit: Kitlelerle kurmaya başladığı bağları
koparmak, devrimci mücadelenin kitlelere doğru yansımasını ve doğru
kavranılmasını önlemek için.
Gençliğin arasına ajan provakötörler sokularak, sokak ortasında öldürülerek,
meşru müdafaa için silah bulundurmak zorunda bıraktırılmış, silahlı çatışma
ortamlarının içine sürüklendirilmiştir. Ülkeyi yönetenler, Amerika’nın ve bir avuç
çıkar çevrelerinin çıkarları için ülke geleceğini, ülke gençliğini feda etmiştir.
TEPKİ-69 SUBAY BİLDİRİSİ
69 Subay Bildirisi’nden bazı bölümleri aktaralım:
“Halkımıza bildiririz, senden yana olanları bir bir vurmaya başladılar yiğit
halkım. Önce Vedat’ı öldürdüler alaca karanlıkta, bağımsız Türkiye demişti Vedat.
Sonra Mehmet’i sonra Taylan’ı, Türk halkı ezilmekten kurtulsun demişti Taylan’la
Mehmet. Sonra bir gece bir başka Mehmet sonra bir gece bir yiğit Battal. Sandılar
ki durdururuz ihanet selleriyle bu coşkun seli... Ama yetsin artık bu alçakça
katliam, bitsin artık bu zulüm. Sahipsiz bildikleri devrimi köşe başlarında yok
etmeye kalkanların karşısına yeni Mehmetler yeni Taylanlar dikilecektir bunu
bilsinler, bunu anlasınlar ezenlerin kuklaları, iplerini tutan elleri kıracak güçler de
vardır Türkiye’de; meydan boş değildir. Tüfeklerimizdeki mermi,mermilerimizdeki
barut, yüreklerimizdeki ateş yeter size...
Ne paşalık, ne beylik istediler bu kavganın sonunda, ve zaten bu kavgada ne bir
paşa ne bir bey; bu kavgada en güzel şey, tam devrimci bir nefer olabilmek.
Patlamaya hazır bir mermi gibi barutla dolabilmek ve devrim için asıl olan
yaşamak olduğu halde mümkünü kalmamışsa şayet hiçbir şey olmamış gibi sessizce
ölebilmek. Analar taş bassın bağırlarına, bağımsız bir Türkiye’nin yarınlarına sel
olsun, bol olsun, göl olsun anaların gözyaşları, ne değişir kesilsin devrimcilerin
başları birer birer oysa bir yasadır bu mümkünü yok devrimciler ölür, devrimler
sürer.” ( 69 subay bildirisi)
DEV-GENÇ
Ekim 1969’da FKF’nin olağanüstü 4. Kurultayı toplandı. Federasyonun adı;
Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirildi. Bu ad artık
Türkiye'deki devrimci gençlik mücadelesinin efsaneleşecek adı olacaktı.
Bu kurultay, salt isim değişikliğinin değil, aynı zamanda Devrimci Gençliğin
TİP’ten tamamen uzaklaşmasının da kesin bir şekilde belirlendiği bir kurultay
olması açısından önemlidir.
Kongre sonunda geçici bir uzlaşmayla Atilla Sarp başkan seçildi.
DEV – GENÇ Merkez Yürütme Kurulu şu isimlerden oluştu:
Genel Başkan : Atila Sarp (AÜ Ziraat Fakültesi)
Genel Sekreter : İrfan Uçar (ODTÜ)
Genel Sayman : Aktan İnce (Basın Yayın Yüksek Okulu)
Üye
: Tuncay Çelen (ODTÜ)
Üye
: Ahmet Bozkurt (AİTİA)
Üye
: Ergun Aydınoğlu (HÜ)
Üye
:Gün Zileli (DTCF)
Üye
: Oral Çalışlar (SBF)
Üye
: Ömer Özerturgut (AÜ Fen Fakültesi)
Ancak bu "uzlaşma" geçiciydi . Bir süre sonra Perinçek grubu DEV-GENÇ
Yürütme Kurulundan tasfiye edildi. Yeni DEV-GENÇ Yürütme Kurulu şu
isimlerden oluştu.
Genel Başkan : Atila Sarp (AÜ Ziraat Fakültesi)
Genel Sekreter : Ruhi Koç (AÜTıp Fakültesi)
Genel Sayman : Tuncay Çelen (ODTÜ)
Üye
: Ahmet Bozkurt (AİTİA)
Üye
: Ergun Aydınoğlu (HÜ)
Üye
: İrfan Uçar (ODTÜ)
Üye
: Oktay Etiman (SBF)
Üye
: Nurettin Öztürk (HÜ)
Ayrılık resmileşti. Çıkmakta olan dergilere yansıtıldı. Perinçek çevresi Mahir’lerde
kalan “Aydınlık Sosyalist Dergisi”nin karşısında "Proleter Devrimci Aydınlık"
dergisini çıkartmaya başladılar
HEY DEV-GENÇ’Lİ
Sosyalist işçi ve köylülerin kurduğu derneklerin de DEV-GENÇ’e üye olabileceğini
kabul eden bu kurultayla birlikte DEV-GENÇ artık yalnızca devrimci üniversite
gençliğinin bir dayanışma örgütü olmaktan çıkıyor; Akhisar’da ki tütün
üreticisinden, Sungurlu’daki işçiye; Çorumlu temizlik işçilerinden Akdere’deki
gecekonduluya, cezaevlerindeki “kader kurbanlarına” kadar herkesi kucaklamaya
çalışıyordu. İsmi kendinden büyük DEV-GENÇ kimin başı sıkışsa yardımına
koşuyordu.
DEV-GENÇ bir gençlik örgütü gibi değil, adeta bir siyasi parti gibi algılanıyordu.
Gerçek anlamda kitleleri kucaklayabilecek sosyalist bir partinin bulunmaması ve
sosyalist grupların dağınıklığı, DEV-GENÇ’i bir anlamda böyle bir görevi de
yerine getirme zorunluluğu ile baş başa bırakıyordu. Dev-Genç yöneticileri “bir
gençlik örgütü olduklarını ve gençliğin siyasi bir devrime önderlik edemeyeceğinin
bilincinde olmalarına rağmen; böylesine çetin ve kapsamlı bir görevi de
omuzlamak zorunda kalıyorlardı.
Bir yandan üniversitelerde gençliğin sorunlarına sahip çıkarken, şehirlerde antiemperyalist, anti-faşist mücadeleyi sürdürüyorlar, gerek İşçi sınıfı içerisinde,
gerekse yaz tatillerinde kırsal alanda çalışmalarına devam ediyorlardı.
Yapılan çalışmalar, çalışmaları yapanların gözlem ve deneyleri raporlar halinde
genel merkeze iletiliyor ve değerlendiriliyordu.
KÖYLÜLERLE OMUZ OMUZA
68 GENÇLİĞİ devrimci potansiyeli ülkenin tüm köşesine ve tüm kesimlerine
taşımak için her yolu denedi, her türlü özveriyi gösterdi. Öğrenci-gençlik
içerisindeki örgütlenmeler, anti-emperyalist çıkışlar, gecekondu çalışmaları,
işçilerle dayanışma eylemleri, onlar için yeterli değildi. Kırsal kesimlere de
ulaşmak, yoksul köylüleri de harekete geçirmek için yollara düştüler.
1968 devrimci gençliğinin eylemleri; üniversite işgalleri, Amerikan aleyhtarı
mitingleri, Komer’in arabasının yıkılması, işçi eylemlerini desteklemek, gecekondu
çalışmaları yapmakla sınırlı değildi. 68’lerin kalıcı başarılar sağladığı önemli
çalışmalarından birisi de tarımsal üretim ve üleşim sorunları, toprak sorunları ile
ilgiliydi.
Gençler; ağalarla, topraksız ve az topraklı köylülerin mücadelesinde köylülerden
yana; toprak sahipleriyle, üreticiler arasındaki mücadelede üreticilerden yana
tavır aldılar.
YAZ ÇALIŞMALARI
Çalışmalar, daha 1967 yılında ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübünce, ODTÜ Öğrenci
Birliğinin desteğiyle “Yaz Çalışmaları” adı altında başlatıldı. Bu çalışmaların
amacı “Önce ODTÜ’lü öğrencilerin Türk Yurdunu; halkını, kaygı ve korkularını,
yaşayış biçimini öğrenmesi, Türk halkına işleri başında, çiftini sürerken ya da
madenine girerken gidip görmesi, Türkiye’de üretimde çalışanların çilesini bilmesi,
tanıması” olarak açıklandı.
Çalışmalara katılan öğrenciler, yaz tatillerinin 45 günlük süresini, ön bir eğitimden
geçirilerek, Türkiye’nin her bölgesinde, çalışanların, üretenlerin sorunlarını
yerinde görmek, tespit etmek ve sonuçlarını bir raporla bildirmekle
görevlendirildiler.
Çalışma, öncelikle, Etibank işletmelerinin bulunduğu yerlerde, Göcek, Halıköy,
Emet, Kütahya, Murgul ve Maden bölgelerinde yapıldı. Ardından Konya-Ilgın,
Amasya-Taşova, Tokat-Erbaa, Elazığ, Diyarbakır, Van-Erçiş, Kar-Iğdır’a ekipler
gönderildi.
Bir sonraki “Yaz Çalışması”nın programlanabilmesi ve ön çalışma yapılabilmesi
için Bafa, Akhisar, Biga, Kocaeli, Pınarhisar, Sivas, Malatya, Erzurum, Erzincan;
Samsun, Ordu, Rize, Giresun ve Trabzon’a öğrenciler gönderildi.
En kapsamlı çalışma İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, İstanbul Teknik
Üniversite Teknik Okulu Talebe Birliği, İstanbul Yüksek Okulu Talebe Birliği
temsilcilerinin de katılımıyla Elmalı’da yapıldı. Elmalı olayları yerinde incelendi.
“Elmalı Olayları” adlı kitap hazırlandı. Yapılan çalışmalar raporlar hazırlandı.
Kitaplar basıldı. Bir bölgede yaşanan sorunlar, diğer bölge çalışanlarına
yayınlarla, bildirilerle aktarıldı. Kamuoyuna duyuruldu. Elmalı’nın ayrıntılarına
ileride değineceğiz.
Kırsal nüfus, toplam nüfus içinde önemli bir yer tutuyordu ve ticaret ve sanayi
burjuvazisi için önemli bir iç pazar haline getiriyordu. Bu iç pazarın, pazar
özelliğini koruyabilmesi için verimliliğin ve üretimin artması ve bu kesimdeki
insanların alım güçlerinin yükseltilmesi gerekiyordu. Bu da ancak, feodal ilişkilerin
ve kalıntılar temizlenmesi, makineli tarıma geçilmesi, ekilebilir alanların
genişletilmesi ile mümkündü.
Bu gereksinimlerin karşılanabilmesi için 1960’lı yıllarda bazı göller kurutulmuş,
hazine arazileri ekime açılmıştı. Tohum, gübre, sulama, makine gibi üretim artışını
sağlayacak girdilere devlet desteği sağlanmıştı. Ne var ki, her zaman olduğu gibi,
bu konuda da, “ekonomik” kurallar işlememiş, devlete yakın kesimler aslan payını
kapmıştı.
Büyük tarım işletmeleri kolayca toprak ve kredi girdileri elde ederek gittikçe
büyürken, küçük işletmeler toprak ve kredi sağlayamadıkları gibi çoğu kez
ellerindeki toprakları bile kaybetmekteydiler.
Daha önce ürettikleri endüstriyel tarım ürünlerini devlete satan ve üretim için
gerekli bazı girdilerde devlet desteğinden yararlanan üreticiler bu avantajlarını
eskisi kadar kullanamaz olmuşlardı.
Tütün, çay, incir, üzüm, pamuk, pancar, fındık, fıstık, haşhaş ve ayçiçeği gibi
endüstriyel değeri olan tarım ürünleri üreticileri mağdur edilmekteydi. Devlet
tarafından ilan edilen destek alım taban fiyatları düşük tutulmakta, eksperler
tarafından ürünün kalitesinin belirlenmesinde haksızlıklar yapılmaktaydı. Üretici
ürününü, devlete satabilmek için, uzun kuyruklarda bekletiliyor, satın alınan ürün
bedelleri zamanında ödenmiyordu. Açıkçası devlet bilinçli olarak üreticiyi
bezdiriyor ve adeta ürününü tefeciye ve/veya tüccara ucuz fiyatla kaptırmasını
teşvik ediyordu.
DEV-GENÇ’E HABER SAL
Bu açık sömürüyü, üreticiye oynanan oyunu gören ve kavrayan devrimci gençlik,
devlet tarafından tefecilerin ve tüccarların acımasızlığına terk edilen bu üreticilere
sahip çıktı ve onları destekledi.
Üreticilerle bağ kurdu. Sorunlarıyla ilgilendi. Üretici köylü Mitingleri
düzenleyerek, üreticilerin bir araya gelmesine, sorunlarını birlikte tartışmasına ve
çözüm yolları bulunmasına önayak oldu.
Dev-Genç, aynı anda 5-6 ilde binlerce köylünün katıldığı üretici mitingleri
düzenleyerek, o yıllarda hiçbir siyasi partinin gerçekleştiremediği etkinlikleri
gerçekleştirdi.
Üretici köylülerle bağ kurulması ve birlikte etkinlikler düzenlenmesi için komiteler
kuruldu. Bu komitelere, gidecekleri yöreler, üretim biçimleri, ilişkileri, üretilen
ürün çeşitleri ve yöresel sorunlar hakkında bilgi verildi.
Köylülerle sıcak ve inandırıcı ilişkiler kuruldu. Bu ilişkiler o derece artırıldı ve
karşılıklı öyle bir güven sağlandı ki, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, haksızlığa
uğrayan veya herhangi bir eyleme kalkışmak isteyen köylüler, devrimci gençliğin
örgütü DEV-GENÇ’e haber verir oldular. Köy çalışmaları devrimci gençlik
hareketin bir parçası oldu. DEV-GENÇ’in yayın organı İLERİ ‘de yapılan köy
etkinlikleri haber olmaya, sorunları ayrıntılı olarak incelenmeye başladı.
Devrimci gençliğin fiilen katıldığı ilk önemli köylü hareketi Elmalı eylemidir .
Antalya’nın Elmalı köylüleri 40 yıldan beri ekip biçtikleri arazilerinin ağalar
tarafından kendi tapulu toprakları olduğu gerekçesiyle gasp edilmesi üzerine 1964
yılında direnişe geçerler ve bu toprakları ağaların elinden kurtarılması için
mücadele ederler. 1967 Eylül ayında da ağaların el koyduğu bu toprakları işgal
ederler.
Yukarıda değindiğimiz “Yaz Çalışmaları” çerçevesinde, 1967 Elmalı Toprak
işgalini yerinde inceleyen ve bu konu araştıran ekibin sorumlusu ODTÜ Sosyalist
Fikir Kulübü üyesi Ercan Enç “Elmalı Olayı”nı şöyle aktarır:.
ODTÜ ÖĞRENCİSİNİN ELMALI'DA İŞİ NE?
“Birinci Dünya savaşı öncesinden başlayıp çeşitli biçimler alarak günümüze dek
gelen bir toprak sorunu var Elmalı'nın. Bayralar, Beyler, Karamık, Taşağıl
köylerinde. Salt bir biçimde ortaya çıkan ağa-köylü çatışması var Antalya'nın
Elmalı'sında. Bir toprak sorunu var dedik Elmalı'nın, aslında sorun sadece
Elmalı'nın değil fakat Türkiye'nin sorunu, %75'i köylerde yaşayan bir ulusun yan
feodal bir ortamdan çıkıp çağdaş düzeye erişme sorunu.
Elmalı'nın kan, ateş, barut kokan bir geçmişi var 1964 olaylarını yaratan. Olayları
başlangıcından günümüze dek geçirdiği aşamaları belgeleriyle birlikte
hazırlamakta olduğumuz bir kitapta anlatacağız. Biz burada sadece bir sorunun,
Elmalı'da jandarma komutanından kaymakam vekiline, ODTÜ'de bazı öğretim
üyelerinden öğrencilerine kadar çeşitli kimselerin zihinlerini meşgul eden sorunun,
"ODTÜ öğrencisinin Elmalı'da işi ne" sorusunun cevabını daha doğrusu ODTÜ
öğrencisinin Elmalı'yla ilişkisini ve bu ilişkinin nedenini açıklamaya çalışacağız,
Türkiye'nin bin bir örneğinden biri olan Elmalı olaylarını kısaca anlatmakta fayda
var, üniversite öğrencisiyle Elmalı köylerinin ilişkisini açıklamakta.
VALİ-KAYMAKAM-JANDARMA KOMUTANI-HAKİM
Olaylar 1964 senesinde kadastronun köylerde çalışmaya başlamasıyla yeniden
kıvılcımlanıyor. Ağa artık makineli tarıma geçmiştir, elindeki imkanlarla daha
binlerce dönümü ekebilme ve yüz binlerce lira fazla kazanma olanağı geçirmiştir
eline, o halde ağa ne yapacaktı. Ağa da yapması gereken şeyi yapıyor, 40-50 yıldan
beri köylülerin zilliyetinden olan toprakları işgal ediyor, eder ya. Türkiye de, iddia
edildiğine göre, bir hukuk devleti. Bir hukuk devletinde, halkın haklarını korumakla
görevli, valisi var, kaymakamı var, jandarma kumandanı var, hakimi var.
Antalya'da yok mu bunlar? Var tabii, ama kim köylüden yana (ağa menfaatine
karşıt) çıkmışsa değiştirilmiş hepsi, valisinden kaymakamına, jandarma
komutanından hakimine kadar. Salt ağadan yana bir mekanizma kurulmuş
Antalya'da, Antalya'nın Elmalı'sında. Jandarmayı dikmişler köylünün karşısına,
köylülerin bir yıllık emekleri çıkarılan men-i müdahale kararlarıyla ellerinden
alınmış, binlerce köylü açlığa terkedilmiş.
YOOO
Sadece köylülerin zilliyetlerindeki topraklara, bu topraklar üzerindeki ürünlere mi
el konulmuş men-i müdahale kararlarıyla? Yooo, men-i müdahale karan tatbik
edilmiş, devlet bakanının resmen hazine arazisi olarak ilan ettiği, devletin resmi
müessesi olan Devlet Su İşleri tarafından fakir halktan toplanan milyonlarca
lirayla kurulan Avlan Gölü'nden elde edilen topraklar üzerine köylülerin ektiği 200
bin lira değerindeki nohutlara. Ve çürümeye terkedilmiş bu nohutlar. Köylü
esasında aç kalmaya, açlıktan ölmeye razı, razı ama şu jandarma baskısı,
jandarma dayağı yok mu ya? Kadın erkek, çoluk çocuk gece yansından evden
toplanmalar, meydan dayağı yemeler, jandarma kumandanı yüzbaşı Nejdet
Çavusçu'nun kadın, erkek, çoluk çocuğa erkekliğini ispatlama çabalan, daha neler
neler.
Bir de Elmalı'daki toprak dağılımı var. Sadece şu dört köydeki toprak dağılımına
bakmak ağa-köylü çatışmasının nedenine yeteri kadar ışık tutar.
Beyler Köyü- Köy arazisi 15 bin dönüm, 50 hane, sadece beş hanenin yüzer dönüm
toprağı var. 14 bin 500 dönüm ise ağanın.
Karamık Köyü- Ekilebilir durumda 16 bin dönüm, 60 hane, 45 hane topraksız, 10
hanenin 10-15 dönüm, beş hanenin 50-100 dönüm, 15 bin dönüm ise ağanın.
Taşağıl Köyü- Toprak 70 bin dönüm, ekilen 30 bin dönüm, 350 hane 76 hane
topraksız,265 hane 10-50 dönüm, 6 hane 50-200, 2 hane 200-250, bir hane 300
dönüm. 18 bin dönüm ise ağanın.
Bayralar Köyü- Toprak 30 bin dönüm, 236 hane, 83 hane topraksız, 130 hane 5-10
dönüm, 23 hane 20-25 dönüm, 28 bin dönüm ise ağanın.
KORKUNÇ
Ne diyelim, Türkiye'de dağıtılacak toprak yoktur diyenlere ithaf olunur.
Türkiye'deki toprak dağılımı, ulusal gelir dağılımı, eğitim durumu kısaca Türk
ulusunun yaşam düzeyi, Devlet İstatistik Enstitüsü resmi göstergelerine göre
korkunç bir eşitsizlik ve yirminci yüzyıl ölçülerinin çok çok altında. Gerçi
rakamların gösterdiği gerçek korkunç ama, daha korkuncu bu rakamlar değil,
gözle görünen halkın yaşam şekli.
Yirmi birinci yüzyıla hazırlanan geri kalmış dünya halktan kurtuluşlarını evrensel
görüş içerisinde salt milliyetçilikle görüyorlar. Bu milliyetçilik anlayışı kısaca; geri
kalmış bir ulusun maddi kaynaklarının sadece o toplum tararından ve toplum
içerisinde bu kaynaklardan eşit surette faydalanılarak, halkın yaşama düzeyinin
toptan yükselmesi ve her ferdin kendine düşen görevi bu yaklaşım açısından ele
alarak yerine getirmesi olarak tanımlanıyor.
HALKIN RIZKI- ODTÜ ÖĞRENCİSİ
Türkiye geri kalmış bir ülke ve ODTÜ öğrencisi de % 60’ı okuma yazma bile
bilmeyen halkın rızkından keserek okuttuğu bir ulusun üniversite öğrencisi,
sorumluluğunu bilen, ülkesinin geri bırakılmışlığının nedenini kavramış, ülkesini ve
ülkesi topraklan üzerinde yaşayan yığınları seven bir üniversite öğrencisi ve işin en
önemli tarafı halkının kurtuluş yolunu bilen, yöntemi çizmiş bir üniversite
öğrencisi.
Böyle bir üniversite öğrencisinin halkını daha iyi tanımak ve ona gerçekleri
anlatmak istemesi ve bunun için de Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarına,
yaylarına dağılmasından daha doğal bir şey olamaz.
Esasında hakim güçlerin kuşkusu ve korkusu üniversite öğrencilerinin köylere
gitmesi onlarla kaynaşması değil emekçi halk yığınlarının gittikçe artan uyanışı ve
birbirinden kopmaz bir birleşmeye gitmesidir. Evet, Türk halkı artık kıpırdanmaya
başladı. Bu kıpırdanıştan bu denli ürkenlerin, halkın emeğinin bilincine tam
anlamıyla vardığı zaman ne gibi bir tutum takınacakları merak konusudur.
Türk halkı da artık yirmi birinci yüzyıl hazırlıklarına başlamıştır. Artık önemli olan
halktan yana olmak değil, halkın kendisi olmaktır.”
TELGRAF-CAN SAVRAN
Olayları aralıklara sürdüğü Elmalı köylülerinden; 1968 Mart ayı sonunda ODTÜ
Öğrenci Birliği ve ODTÜ Sosyalist Fikir Kulubü’ne bir telgraf gelir. Köylüler
yardım istemektedir. Telgrafı alır, almaz ODTÜ Öğrenci Birliği 2. Başkanı Can
Savran’ın başkanlığındaki beş kişilik bir grup, ön bilgi toplamak için, 27 Mart’ı
28’e bağlayan gece saat 01.00 de, otomobille Elmalı’ya hareket eder. Ne var ki,
Elmalı’ya ulaşamazlar. Otomobil, saat 03.00 te Sivrihisar yakınlarında devrilir. Üç
kişi ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılır. Can Savran 1 Nisan 1968 de Eskişehir
Devlet hastanesinde yaşamla vedalaşır. Can Savran törenle uğurlanır. Kaldığı
yurda Can Savran ismi verilir. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeleri otobüslerle
Elmalı’ya giderek direnişi desteklerler.
KÖYLÜLER, KÖYLÜLER – DEV GENÇ
7 Şubat 1969 tarihinde Akhisar’da tüccarların parayla tuttukları silahlı adamların
engelleme çalışmalarına rağmen, tütün üreticileriyle ortak bir miting
düzenlenmiştir. 10 Şubat 1969 tarihinde Ödemiş’te yine bir tütün mitingi
düzenlenmiştir.
4 Şubat 1969’da İzmir’in Atalan ve Göllüce köylüleri ağaların elinde bulunan
Hazine arazileri ile, ağaların kredi topraklarından, kendi topraklarından bir
kısmını işgal ederek 600 kişilik bir komite kurup, hükümetten topraklarının gerçek
sınırlarının saptanmasını istemişlerdir.
22 Şubat 1969 tarihinde Malatya’da “emperyalizmi, işsizlik ve pahalılığı protesto
mitingi” yapılmıştır.
Şubat 1969’da Tokat’ın Uzunburun köylüleri ağaların elindeki devlete ait hazine
arazilerini sürmeye başlamışlardır.
Şubat 1969’da Torbalı köylüleri yine ağaların elindeki hazine arazilerini işgal
etmişlerdir.
13 Nisan 1969 tarihinde Diyarbakır’da “özgürlük mitingi” yapılmıştır.
16 Nisan 1969 tarihinde Söke’de “toprak reformu ve bağımsızlık mitingi”
yapılarak, köy ağası Tanman ve diğer ağalar ile ağalık düzeni, protesto edilmiştir.
1969 yılının Mayıs ayında Ağrı ilinde Erzurum Atatürk Üniversitesi Fikir Kulüpleri
Federasyonu Erzurum Sekreterliği’nin örgütlediği “işsizlik ve pahalılık mitingi”
yapıldı. Bu mitinge toplam nüfusu 10-12 000 olan Ağrı’da yaklaşık 4 000 kişi
katıldı. Bu miting Kürt ve Türk sosyalistlerinin ortaklaşa yaptıkları bir mitingdi.
Mitingin konuşmacılarından birisi de Mehti Zana’ydı. Yine bu mitingin sunucusu
da Kadir Manga idi. Mitinge destek verenler arasında o zamanki Türkiye İşçi
Partisi Ağrı Teşkilatı il yöneticilerinden Naci Kutay gibi, Mehmet Ali Aslan gibi
isimler vardı.
Aynı günlerde, Kars’ta Türkiye İşçi Partisi İl Başkanlığınca düzenlenen (o zamanki
İl Başkanı Hayati Tuncer’di) Susuz ve Digor ilçelerinden topraksız köylülerin
toprak talebiyle yaptıkları yürüyüş ve mitinge katılındı. Mitingde 1500 köylü vardı
Haziran 1969’da Akhisar’da Tütün Üreticileri Sendikası kurularak, tüccara,
tefeciye ve devlete karşı üretici haklarını savunmaya geçilmiştir. 18 Ağustos 1969
tarihinde Anamur köylü mitingi yapılmıştır. 20 Ağustos 1969 tarihinde Çivril’de
haşhaş mitingi yapılmıştır. Eylül 1969’da Tarsus’ta pamuk üretici köylüler verilen
taban fiyatı düşük bularak Yenice’de bir miting düzenlemişler, Ankara-AdanaMersin asfaltını 2 saat trafiğe kapatmışlar, daha sonra da Yenice’den Tarsus’a
kadar yürüyüşe geçmişlerdir. 12 Eylül 1969 tarihinde Hatay Kırıkhan köylüleri 56
köyden gelen katılımcılarla tefeciye karşı güçlü bir miting yapmışlardır.,
Kasım 1969’da Silivri Değirmenköy’de köylüler ağalara ait Esecelik çiftliğinin 5
000 dönümlük bölümünün kendilerine ait olduğunu belirterek işgal etmişlerdir.
İŞGAL-MİTİNG-ÇATIŞMA
1969 yılındaki diğer önemli eylemler şunlardır: Fatsa’da fındık ve demokratik
haklar mitingi, Hilvan’da köylüler kredi dağıtımındaki yolsuzluğu protesto etmek
için Ziraat Bankası şubesini işgal etmeleri, Adana Kozan’da pamuk üreticileri
Adana asfaltını trafiğe kapatarak pamuk üreticilerinin sorunlarını dile getirmeleri,
Antalya Manavgat’ta ağaların köylülerden gasp ettiği topraklar yüzünden çatışma
çıkması ve 13 köylünün tutuklanması, Balıkesir Dursunbeyli’de Akyayla köylüleri
ağaların elindeki hazineye ait toprakları işgal etmeleri, Gemlik Murattuga
köylüleri topraklarının baraj inşaatı için istimlak edilmesi üzerine direnişe
geçmeleri, Erzurum Tekman ve Malatya Düzyurt köylüleri ağaların elindeki
hazineye ait arazileri işgal etmeleri, Ankara Polatlı’nın Karailyas köyünü ağalar
satın alınca köylülerin topluca direnişe geçmeleri, Kütahya Değirmenözü ve Yozgat
Kayadibi köylüleriyle köylü gençlik dayanışmasının oluşturulması. Aralık 1969’da
Burdur’da küspe satışındaki yolsuzluğu protesto etmek için traktörlü köylülerin
traktörleriyle birlikte küspe fabrikasını işgal etmeleri, Sakarya’da da çobanların
ağalara ait sürüleri başı boş salıvermeleri eylemi...
FINDIK-SÜT-TÜTÜN-TOPRAK
26 Ocak 1970 tarihinde çok sayıda Dev Genç’li devrimci Turgutlu, Manisa
Akhisar, köylerini gezerek büyük bir potansiyel yaratmışlar, polisin ve tefeci
tüccarların baskılarına rağmen tütün üreticileri ortak bir miting düzenlemişler ve
tütün üreticilerinin sorunları üzerinde durmuşlardır. Akhisar mitinginden yaklaşık
bir hafta sonra Ödemiş’e geçen devrimciler çok sayıda tütün üreticisi köyleri
gezerek, sağladıkları potansiyeli yine bir mitingle değerlendirmişlerdir.
1970 yılı başlarından itibaren beşer kişilik gruplar halinde Alaçam’ın tütün
üreticisi köyleri gezilmiş ve Şubat 1970’te Alaçam’da bir miting yapılmıştır. 23
Mart 1970’te Ankara Nallıhan’a bağlı dağ ve orman köyleri “köylüye otlak ve
yeteri kadar toprak” sloganı altında toplanarak ilçe merkezine doğru yürüyüşe
geçti. Kentte düzenlenen “uyarı ve ihtar” mitingine katıldılar.
Mayıs 1970’te Giresun, Bulancak, Ordu ve Fatsa fındık üreticisi köyler gezilmiş,
alınan ilk miting izni polis tarafından engellendiği için Ordu-Fatsa-Samsun
karayolu trafiğe kapatılmıştır. Gözaltına alınan miting tertip komitesinden bir
arkadaşın götürüldüğü karakol basılmış ve salıverdirtilmiştir. Daha sonra Mayıs
ayı sonunda Fatsa’da güçlü bir fındık mitingi düzenlenmiştir.
9-25 Haziran 1970 tarihlerinde Kars’ın süt üreticisi köyler beşer kişilik iki ekip
tarafından gezilmiş, süt ve besicilik üzerine bir rapor hazırlanmış, süt ağası
Şemihtan Koçulu protesto edilmiş, fakat Kars’ta süt üreticileri bir miting
gerçekleştirememişlerdir. O dönemde Dev Genç’in bölge binası da kundaklanarak
yıkılmıştır.
HAŞHAŞ-FISTIK-ÜZÜM
Haziran 1970’te Çorum, Amasya ve Tokat’ta haşhaş üreticisi köylülerin bir çoğu
20 günlük bir çalışmayla gezilmiş ve bölgenin en önemli, hatta bazı yerlerde tek
geçim kaynağı olan haşhaşın yasaklanması konusu işlenmiştir. Bu çalışmalar
sırasında haşhaş konusu üzerinde yazılmış olan bildirilerden 14 000 tanesi
köylülere dağıtılmış ve bu bildiride özellikle Amerika’nın isteğiyle haşhaş ekiminin
yasaklandığı vurgulanmıştır.
Yine haşhaş ekiminin yasaklanmasını işlemek üzere beşer kişilik ekipler halinde
çok sayıda Dev Gençli Malatya’nın köylerini gezerek, tüm engelleme girişimlerine
rağmen, Temmuz 1970’te Malatya mitingi gerçekleştirilmesini sağlamışlardır.
20 Ağustos 1970 tarihinde 15 günlük köy çalışmaları sonucunda Denizli-Çivril
haşhaş üreticilerinin katıldığı Çivril mitingi yapılmıştır. Bu mitingi engellemek için
Ülkü Ocaklarıyla, Ziraat Odaları Birlikleri ortak çalışmışlardır, ama mitinge engel
olamamışlardır.
Ağustos 1970’de Gaziantep’te fıstık ve üzüm taban fiyatlarının düşük tutulması
üzerine yerel Dev Gençlilerle üretici köylüler ortak bir miting düzenlemişlerdir.
Mitinge katılmamaları için vali, köyleri tek tek dolaşarak köylüleri uyarmasına
rağmen katılım büyük olmuştur.
Uşak Eşme’de Dev Gençli devrimciler kahve toplantıları yaparak, bütün
üreticilerin sendikalaşması gerektiğini savunurken, gözaltına alınmışlardır.
Nevşehir Gülşehir’de devrimcilerin 15 günlük köy çalışmaları sonucunda üzüm
üreticileriyle Eylül 1970’te Gülşehir üzüm mitingi yapılmıştır. Ülkücüler, köylülere
mitinge katılmamaları için tehdit etmeleri sonuç vermeyince Nevşehir’de
devrimcilere saldırmışlar, 7 devrimci arkadaşımız bu saldırıda yaralanmıştır.
ÖĞRETMENLER
Anamur’da Dev Gençli gençler, TÖS üyesi öğretmenlerle birlikte köyleri
dolaşmışlar, hem topraksız dağ köylerinin sorunlarını, hem de fıstık üreticisi sahil
köylerinin sorunlarını işlemişlerdir. 26 günlük çalışma sonucunda Anamur Köyle
Birliği oluşturulmuştur. Bu örgüt, pahalılığı, fıstık fiyatlarının düşüklüğünü
protesto için 12 Eylül 1970 tarihinde Anamur’da bir miting düzenlemiştir. Anamur
çalışmaları da raporlandırılmış ve Dev Genç tarafından değerlendirilmiştir.
Bütün dünyada ve Türkiye’de “bozuk düzen” diye nitelendirilen sisteme karşı
duran güçlerin oluşturduğu direnç, bu yıllarda en yüksek düzeyine erişmiştir. Bu
gelişimden etkilenen köylülük, tarımsal kesimdeki kendine özgü üretim ve toprak
sorununda yaşanan sistemin yarattığı bozuklukların da etkisiyle demokrasi
güçlerinin muhalefetine katılmıştır.
Devrimci gençlerin hiçbir çıkar gözetmeden birçok tehlikeyi göze alarak onların
yanında yer alması, köylülerin baskı ve sömürü düzenine karşı harekete
geçmesinde önemli etki kaynağı olmuştur.
O dönemde sağlanan köylü-devrimci işbirliği sonucunda ortaya konulan köylü
sorunlarına yönelik eylemler hak arama kavgasında köylülerin miting ve örgüt
geleneğiyle buluşturulmuştur. Karadeniz Tütün Üreticileri Sendikası, Türkiye
Tütün Üreticileri Sendikası, Anamur Köylü Birliği, Ağalığa Karşı Oluşturulan 600
Kişilik Söke Komitesi, bu örgütlenmelerin örneklerindendir.
Köylülerin ellerindeki toprak ürünlerinin değerlendirilmesinde devletin tek yanlı
olarak fiyat belirlemesi sistemi uygulanamaz olmuş ve fiyat belirlemede, demokrasi
güçlerinin yarattığı muhalefet etkili olmaya başlamıştır. Bu çalışmalar sırasında
köylüler emek sömürüsüne karşı bilinçlendirildiği gibi aynı zamanda anti Amerikancılık bilinci verilmiş ve o zamanki devrimcilerin sloganı olan “Tam
Bağımsız Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganı, köylülerin de dillerine ve
belleğine girmiştir.
Bütün bunlardan başka köy çalışmalarıyla kırsal kesimden Türkiye devrimci
hareketinde sürekli yer alacak militanlar yetişmiştir. 12 Mart düzenine karşı kırsal
kesimde savaşım veren devrimciler, 12 Mart öncesindeki köy çalışmalarıyla oluşan
dirençli köylü kadrolarının destek ve katkısını görmüşlerdir.
GREV-TOPLU SÖZLEŞME
1960‘lı yıllar köylülerin olduğu kadar, işçilerin de mücadelesinin yükseldiği yıllar
olmuştur.
1961’in kitlesel işçi eylemi 23 Aralık 1961’de sendikalaşma ve grev haklarının
tanınması için Eskişehir’de 5 bin işçinin çeşitli sloganlar atarak yaptığı yürüyüştür.
1962 yılında Türkiye’de yaşayan 15- 65 yaş arasındaki çalışabilir nüfus yaklaşık
16 milyon kişi idi. Çalışabilir nüfusun %77’den biraz fazlası tarım, yaklaşık %9’u
ise sanayi sektöründe çalışıyordu. Ülkenin toplam nüfusu ise 30 milyon kadardı...
İşçiler çok ağır koşullarda ve genellikle büyük kentlerin çevrelerinde oluşmuş
altyapı hizmetlerinden yoksun derme- çatma yerleşim merkezlerinde,
“gecekondu”larda yaşamaktaydılar.
Ankara nüfusunun %45’i, İstanbul nüfusunun %21 kadarı ve İzmir nüfusunun
%18’i gecekondularda yaşıyordu. Henüz ekonomide ağırlık tarımdaydı ama,
endüstri işçileri belirli merkezlerde yoğunlaşmışlardı ve bilinç düzeylerinde hızlı
bir yükseliş gerçekleşmişti. Bu işçiler, emeklerini satarken ellerindeki tek silah olan
grev ve toplu sözleşme haklarını elde edebilmek için mevcut sendikalarının bir
kısmı ile birlikte yoğun bir mücadele başlattılar.
FUKARA TAHİR
1962 yılının önde gelen işçi eylemlerinden biri de Ankara’da gerçekleştirildi.
“Fukara Tahir” ismiyle bilinen Tahir Öztürk’ün 5000 işçiyle birlikte yaptığı ünlü
Meclis yürüyüşüyle yeni bir çığır açıldı. Çıplak ayaklarıyla Meclise yürüyen
işçilerin gösterisi, ekonomik istemlere dayalı bir kararın sonucu olarak başladı.
26 Nisan 1962’de, Ankara’daki Yapı-İş Federasyonu, inşaat iş kolundaki işsizliği
protesto etmek amacıyla bir yürüyüş düzenlemeye karar verdi.
Bu yürüyüş 3 Mayıs’ta gerçekleşti. Yaklaşık 5 bin kişinin katıldığı bu mitinge gelen
vali, sakıncalı bulduğu dövizlerin indirilmesini istedi. Ancak işçiler buna karşı
çıktılar ve sloganlar atarak yürüyüşe geçtiler. Polisin kurduğu barikatları aşarak
Sıhhiye’ye ulaştılar. Oradan sopalarla saldırıya geçen polisleri yararak, koşar
adımlarla meclisin kapısına dayandılar. Burada çatışma daha da şiddetlendi ve
kimi işçiler gözaltına alındı. Kitle patlamaya hazırdı. Meclis ve Senato başkanları,
işçiler tarafından seçilecek bir heyeti kabul edeceklerini bildirdiler. Görüşmeye 20
kişilik bir temsilci grubu katıldı; gerekli güvencelerin verilmesi üzerine işçiler
Meclisten ayrıldı.
LİMAN-MOTOR-TEKSTİL-LASTİK
Tutuklanan işçilerin bırakılması için eylem sürdürüldü. Artık eylemin içeriği
değişmiş, hedefi siyasal iktidara yönelmişti. “Af değil, iş”, “İnönü istifa”, “Ecevit
istifa” sloganlarıyla Ankara sokaklarını inleten Yapı-İş üyesi işçilerin gösterisi,
“Açların yürüyüşü” olarak tarihe geçti. Aynı yıl İstanbul’da binlerce liman işçisi
ile, Rami Gümüş Motor Fabrikası, Bursa Otobüs Atölyesi, İstanbul Bahariye ve
Defterdar Tekstil Fabrikaları, Sümer Lastik ve Derbi Lastik Fabrikası işçileri -grev
yasağını tanımayarak işlerini bıraktılar. Sekiz saatlik iş günü, ücret artımı ve
çalışma koşullarının düzeltilmesini istediler. NATO Çiğli Hava üssü inşaatı işçileri
ve Ereğli Demir Çelik inşaatında çalışan 500 işçi, bir miting düzenleyerek
Morrison Şirketinin baskılarını protesto ettiler.
KABLO-OTEL-HAMAM
1963 yılı Ocak ayında, Kavel Kablo Fabrikası’nda işçiler, işten atılan 4
arkadaşlarının geri alınması için direnişe geçtiler. Polisin işçilere saldırması
sonucu 10 işçi yaralandı.1963’ün sonlarında Eskişehir’de otel ve hamam işçileri
greve gitti.
24 Temmuz 1963 tarihinde 274 sayılı sendikalar kanunu ve 275 sayılı toplu iş
sözleşmesi, grev ve lokavt kanunları meclislerce onaylanarak yürürlüğe girdi. Bu
yasaların çıkmasıyla birlikte Türkiye’de işçiler ilk defa grev ve toplu sözleşme
hakkına sahip oluyorlardı.
274 ve 275 sayılı yasaların da sağladığı avantajla işçi sınıfımızın ekonomikdemokratik mücadelesinde yoğun bir dönem başlamış oldu. Bu dönemin önemi, işçi
direnişlerinin gündeme girmesi ve bu direnişlerin sonucunda TÜRK-İŞ
bünyesindeki parçalanmanın ortaya çıkmasıdır.
İŞÇİ SENDİKALARI
Türk-İş yönetimi Ereğli’deki Morrison-Nadsen Amerikan şirketinin işyerindeki
grevi, Mersin’deki Amerikan- İngiliz ortaklığı ATAŞ rafinerisindeki işçilerin
grevlerini, İstanbul’da yapılan Kavel grevini, Zonguldak maden işçilerinin grevini
yasadışı ilan edip kırmaya çalışmıştı. Türk-İş’in Ocak 1964’de Bursa’da yapılan
kongresi sırasında bazı sendikalar bu konfederasyondan ayrılacaklar ve Mayıs
1964’de İstanbul’da Hür Türk- İş adlı yeni bir konfederasyon kuracaklardı. En
büyük bölünme ise, 1965 Zonguldak grevinin ardından gerçekleşecekti.
Ayrılanlar, Türkiye İşçi Sendikaları Dayanışma Konseyi adlı bir birlik
oluşturacaklar, ardından yeni bir konfederasyonun kuruluşu için sözkonusu
sendikacılar arasında görüşmeler başlayacaktı. Görüşmelerin gerçekleştiği 1965
yılında, Petrol İşçileri Sendikaları Federasyonu’nun açıklamasına göre, Türkiye’de
728 işçi sendikası bulunmaktaydı. Bunların sadece 270’i Türk-İş konfederasyonuna
üye idi. Türkiye’de endüstri ve tarım işçilerinin sayıları yaklaşık iki milyondu.
Türk-İş’e üye işçilerin sayıları ise sadece 280 bin kadardı. Türk-İş dışındaki
sendikalı işçilerin sayıları ise 700 bin kadardı. Kısacası, mevcut işçilerin yaklaşık
yarısı sendikalı idiler ama, sendikalıların ancak üçte bir kadarı Türk-İş çatısı
altındaydılar.
GREV-LOKAVT
1964’e gelindiğinde, hem işçiler, hem de işveren, 274 sayılı sendikalar kanunu ve
275 sayılı grev, lokavt ve toplu sözleşme kanununda doğan haklarını sonuna kadar
kullanmakta kararlı bir yapı içine girdi; işçilerin grev kararlarına işverenler
lokavtla cevap vermeye başladı. Kimi işkollarındaki grevler ise Bakanlar
Kurulunca ertelenmeye başlandı.
Bu koşullarda yurdun çeşitli yerlerinde olduğu gibi Ankara’da da Yapı-İş ve
Maden-İş’in örgütlediği grevler oldu. Yapı-İş’in Ankara oteli inşaatındaki grevi,
dışarıdan getirilen işçilerle kırılmak istendi; işçiler buna karşı mücadele ettiler ve
polisle girilen çatışmada kimi işçi ve sendikacılar tutuklandı.
1965 Mart’ında 2 işçinin ölümüyle sonuçlanan Kozlu olayları önemlidir, fakat bu
olaylardaki ana neden, çoğumuzun tahmin ettiği ya da umduğu işçi sınıfı
hareketinin siyasal düzeni, toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik eylemliliği değil,
doğrudan doğruya işyerindeki primlerin dağıtılmasına ilişkin çıkan sorunlarla
bağlantılıdır.
İŞÇİLER-DENİZ GEZMİŞ
31 Ağustos 1966’da, Türk-İş yöneticilerini kınamak amacıyla Çorum'dan İstanbul'a
yalınayak yürüyen Çorumlu 54 belediye işçisini Taksim Meydanı'nda karşılayanlar
arasında Deniz Gezmiş de vardı.
12 Kasım 1966’da Türk-İş tarafından Ankara’da Cemal Gürsel Meydanı’nda
Amerikan üslerinde çalışan işçilere uygulanan baskıları kınamak amacıyla bir
miting düzenlendi.
Mitinge diğer Demokratik Kitle Örgütlerinin dışında Fikir Kulüpleri Federasyonu
(FKF)’da etkin biçimde katıldı. Cemal Gürsel alanındaki mitinge katılmak için
Tandoğan alanından yürüyüşe geçen işçiler ve FKF’liler “Yankee Go Home”,
“Topraklarımızın Altı da Üstü de Bizimdir”, “Gençlik İşçi El Ele”, “Türkiye
Johnson’un Çiftliği Değildir”, “Kahrolsun Emperyalizm” yazılı dövizler taşırken,
diğer yandan hep bir ağızdan değiştirilmiş sözleriyle “gül ağacı değilem / her
gelene eğilem / çek elini üstümden / ben sömürgen değilem” şarkısı söyleniyordu.
Miting dağılırken kitlenin önemli bir bölümü FKF’lilerin yönlendiriciliğinde polis
engelini de aşarak Kızılay’a yürüdü. Amerikan Haber Merkezi’nin önünde
sloganlar atıldı, oturma eylemiyle Atatürk bulvarı trafiğe kapatıldı. Bu sırada ABD
Haber Merkezi’ni korumaya çalışan AP Gençlik Kolları’nın üyeleriyle çatışıldı.
DEVRİMCİ İŞÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU (DİSK)
Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası’nda sürmekte olan uzun grev sırasında Türk-İş
yönetiminin takındığı grev kırıcı tavır bardağı taşıracaktı. Türk- İş’e bağlı
sendikalar arasındaki bölünme eğilimini ve yeni bir sendikal federasyonun çatısı
altına örgütlenme arzusunu güçlendirecekti. Türk- İş yönetimi, Kristal- İş
önderliğinde 31 Ocak 1966 günü başlamış olan ve ikinci ayını doldurmak üzere
bulunan bu grevi 21 Mart 1966’da bitirmeye kalkışacaktı. İşçiler kararı kabul
etmeyip direnişi sürdürünce Petrol-İş, Maden-İş, Teksif, Deniz-İş, Basın-İş, Ulaşİş, Enerji-İş, Kimya-İş, DYF-İş, Şöför-İş, Ar-İş, Tez Büro-İş, Karayolları Sendikası,
Oley-İş, Sağlık-İş, Harp-İş, Gıda-İş, Tekstil-İş gibi diğer sendikalar söz konusu
grevi desteklemek amacıyla bir konsey meclis oluşturacaklardı.
Sonunda, Demirel Hükümeti’nin kararıyla grev 83’ncü gününde ertelenecekti.
Kristal-İş ve Petrol-İş gibi grevi destekleyen sendikalar geçici süreler için Türkİş’ten ihraç edileceklerdi. Türk-İş yönetimi Demirel Hükümeti ile ortak
davranmaktaydı. İhraç edilen sendikaların bir kısmı daha sonra DİSK’in
kuruluşunda yer alacaklardı.
Türk-İş’te muhalefetin öncüsü olarak bilinen Lastik-İş, Maden-İş ve Basın-İş,
Bağımsız Gıda-İş sendikasıyla anlaşarak 1966 yılında “Sendikalar Dayanışma
Konseyi” ni kurdular. Bu üç sendika, 1967 yılında yaptıkları genel kurullarında
yapıdan kesin olarak ayrılmaya karar verdiler. Bağımsız Gıda-İş ve Zonguldak'taki
Maden İşçileri Sendikası da Türk-İş’ten ayrılan bu üç sendikayla birleşerek,
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’nu kurdular.
MİLİTANCA SAVUNMA
Uzun hazırlık toplantılarının ardından, Türkiye Maden-İş Sendikası, Türkiye
Lastik-İş Sendikası, Türkiye Basın-İş Sendikası gibi örgütlerin öncülüğünde
hazırlanan DİSK tüzüğü, 13 Şubat 1967 sabahı valiliğine verilecek ve örgüt tüzel
kişiliğine kavuşacaktı.
DİSK elbette diğerlerine ve özellikle Türk-İş’e göre işçilerin ekonomik haklarını
daha militanca savunan bir sendika olacaktı. Ayrıca DİSK, Türk- İş’in “partiler
üstü” sendika yalanına da karşı olup, açıkça TİP’in safında yer alacaktı. Fakat tüm
bu gerçeklere karşın DİSK sosyalistlerin çoğunlukta oldukları bir Konfederasyon
değildi. DİSK’e bağlı bir kısım sendikalar da örgütlenebilmek için zaman zaman
bazı patronlarla anlaşabiliyorlardı ve DİSK içinde de Amerikan sendikacılığının
çok büyük etkileri vardı. Çünkü, sonuçta onu kuranların bir kısmı ilk sendikal
eğitimlerini ABD’de almışlardı. Her şeye karşın Türkiye koşullarında DİSK çok
daha mücadeleci idi ve üye sayısı hızla yükselmekteydi...
İŞÇİLER YALNIZ DEĞİLDİR
1968 – 69 yılları, işçi sınıfımızın ekonomik – demokratik savaşında önemli
olaylarla dolu bir dönem oluşturmaktadır. Yemek boykotları, grevler, yürüyüşler ve
fabrika işgalleri boyutunda yoğunlaşan ve yükselen direnişler kısa zamanda
ülkemizin tümünü kaplamış ve işçi sınıfımızın direniş gücünü ezmeye çalışan devlet
güçleriyle sık sık çatışmalara kadar varmıştır.
Türkiye işçi sınıfı hareketinde 68 öğrenci hareketleri de etkili olur. 1968
ilkbaharında Haziran ayında başlayan boykot eylemleri ve işgal eylemleri Türkiye
işçi sınıfı ve sendikacılık hareketini de etkiler.
Fabrika işgalleri, öğrenci işgal eylemlerinden hemen sonra, Derby Fabrikasının
işgaliyle başlıyor. Derby işgali, üniversitelerin işgalinin hemen ardından aşağı
yukarı 10-15 gün sonra yapılmıştır. 1600 işçi, 4 Temmuz günü sendikal mücadele
nedeniyle işgale başlıyor. Bunun üzerine İstanbul’da, İstanbul Teknik Üniversitesi,
İstanbul Üniversitesi ve Özel Yüksek Okullar İşgal Konseyi ve Komiteleri adına bir
heyet Derby işgalini ziyaret ediyorlar. Boykot Komiteleri Başkanı, daha sonra
kanserden kaybettiğimiz Harun Karadeniz’dir. Harun Karadeniz orada bir
konuşma yapıyor.
“Biz, devrimci Türk gençliği olarak her zaman emekçi halktan yana çalışmalar
yapmak yolunda ve azmindeyiz. Patronların ezdiği, sömürdüğü siz emekçi
kardeşlerimizi, babalarımızı, amcalarımızı bütün gücümüzle desteklemekteyiz. Bu
fabrikada sizleri, diğer fabrikalarda daha birçok emekçi halkı sömüren patronlar
şunu bilmelidir ki, bu işçiler yalnız değildir. Bu halkın evlatları olan bizler, halka
dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız, sizi
desteklediğimiz ve her zaman siz emekçilerden yana olduğumuz bilesiniz diye
geldik. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız.”
İŞÇİLERLE OMUZ OMUZA
20 Mayıs 1969’daki Horoz Çivi direnişine öğrenciler desteğe giderler, polis
müdahale eder, çatışma çıkar, 21 öğrenci gözaltına alınır;
68-69’da Akiş Dokuma, Altınel Pres, Bel Kimya, Çelik Halat, Deniz Nakliyat,
Diyarbakır Belediyesi, Emayetaş, Gabriel Gabrieloğlu Dokuma, Güven Boya ve
Apre, Kavel Kablo, Krom Manyezit, Perşembe Fındık Tarım Satış Kooperatifi,
Singer, Tekel Çamaltı, Tunpeyin grevi sırasında 1969’da Exe Kültür Gemisinin
işgali, Türk Demir Döküm, Yarımca Seramik, 1969 yazında Ankara’da Lili
Deterjan işçilerinin fabrikayı işgal etmeleri, bu yıllarda işçilerin, öğrencilerin
dayanışmalaryla gerçekleştirilen direnişlere örneklerdir. Çok önemli bir örnek de
Alpagut Dodurga işgalidir. Burada işçilerin işyerini işgal ederek, uzun müddet
alacaklarını tahsil etmek için işyerini kendileri yönetmişler ve üretimi
sürdürmüşlerdir.
TETİKLEME
Gerçekten de, 1968-1969 yıllarında işçi sınıfı hareketinde bir yükseliş vardır. 68
devrimci gençlik hareketleri işçi hareketlerini de tetiklemiştir. Ne var ki bu
yükseliş, ilk bakışta zannedildiği gibi kapitalizm karşıtı sosyalist bir programı
benimseyen, anti-kapitalist bir programı olan bir yükseliş değildir. Bu yükseliş,
işçilik bilinciyle, sınıf bilinci arasında oynayan ve sınıfın ancak çok küçük bir
bölümünün katıldığı bir eylemliliktir. İşçi sınıfının mücadelesi, gençliğin
mücadelesinden farklı olarak, uzun vadeli ve kararlı bir sınıf mücadelesidir. Saman
alevi gibi, çabuk tutuşup, birden parlayarak kısa zamanda sönmez. Uzun bir süreç
içerisinde için için olgunlaşır, kendisini engelli koşuya hazırlar. Sonra hiç acele
etmeden engelleri birer birer aşarak ağır ağır ve kararlı bir şekilde hedefine doğru
ilerler.
MEMURLAR-ÖĞRETMENLER
Öğretmenler ve diğer memurlarda, işçi sınıfının bir parçasıdırlar. 1960’lı yıllarda
belli bir örgütlülüğü olan bu kesimin, öğrenci gençlikle ilişkileri daha sıcaktır.
1960’lı yılların başlarında öğretmenler Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli
Federasyonu’nda yaygın bir biçimde örgütlüdürler.
Bu örgütlenmenin içinde de onu canlandıran, onu daha politize eden Köy Enstitüsü
Mezunu Öğretmenler Derneği vardır. Eskiden devletle bağlantılı Türkiye Öğretmen
Dernekleri Milli Federasyonunun yapısının değiştirilmesinde bu köy enstitülü
öğretmenlerin çok ciddi çabaları ve katkıları olmuştur. Öğretmenlerin Dev-genç
tarafından da desteklenen en önemli eylemi, 15-18 Aralık 1969’daki büyük
öğretmen boykotudur, öğretmenlerin genel grevidir.
Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu 1965 yılında iki kuruluşun daha
oluşmasında etkili olur. 1961 Anayasasına göre memur statüsünde çalışanlara da
sendika kurma hakkı tanınmaktaydı. 1965 yılında 624 sayılı Devlet Personeli
Sendikaları Kanunu çıkar çıkmaz, Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli
Federasyonunda etkili olan kesimlerce, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS),
İlksen (Ruşen Keleş’in Başkanlığını yaptığı İlkokul Öğretmenleri Sendikası) ÜNAS
(Üniversite Asistanları Sendikası) TEKSEN gibi çeşitli sendikalar kuruldu. Bu
memur sendikalarının sayısı 1965’ten, 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra
Anayasa değiştirilerek memurların sendikalaşması yasaklanana kadar 658 e ulaştı.
350 bin dolayında memur, bu sendikalara üye oldu.
ORDU GENÇLİĞİ
“9 Ocak 1970’te sabah erken saatlerde, tutuklu bulunduğum Gölcük - Güllübahçe
Askeri Cezaevi’ne gelen bir deniz albayı: “Hemen hazırlan, resmi elbiselerini giy,
donanma komutanı seni istiyor.” dediği zaman ‘Bütün eşyalarımı alayım mı?’
sorusunu sordum.
Albay resmi bir tavır içinde ’Hepsini al, bir daha buraya dönmeyeceksin‘ yanıtını
verdiği anda, hayatımda yeni bir sayfanın açıldığını hissetmiştim.
O tarihte Donanma Komutanı Oramiral Turgut Uzel idi.
Turgut Paşa’nın yeniden hareketlenmeye başlamış cunta örgütlenmeleriyle yakın
bir ilişkisi yoktu. Deniz Kuvvetlerinde bu örgütlenmede hiyerarşide Oramiral
Kemal Kayacan’ın ismi öndeydi.
Turgut Paşa beni odasında kabul etti. Komutan, dört arkadaşımla birlikte Yüksek
Askeri Şura’nın kararıyla ordudan atıldığımızı bildirdi ve resmi evrakı bana
imzalattı.
YAŞ kararında isimleri geçen diğer dört arkadaşımın kimliklerini öğrendiğim anda
şaşkına dönmüştüm. Çünkü bu genç subayların gelişen olaylarda, ordudan atılacak
bir boyutta rolleri olmadığını biliyordum. Liste yanlış düzenlenmişti.
Bu itirazımı Donanma Komutanı’na ilettiğim anda, kendisi sakin bir tavırla ’Bunu
ben de biliyorum ama Ankara böyle istiyor’ yanıtını verdi ve devamla ’Sizi çok
uyardıklarını ama söz dinlemediğinizi söylüyorlar, son bildiri bardağın taşmasına
neden oldu.’ diyerek beni (Sarp Kuray) sivil hayata doğru uğurladı.
ÇATI-GÖZDAĞI-İLK TASFİYE
“Donanma Komutanı ile yaptığım kısa konuşma, ister istemez kafamda bazı geriye
dönüşleri ateşleyici olmuştu.
Daha bir yıl önce, Deniz Harp Okulu Subay Taburu’nda okurken özel olarak
ziyaretime gelen ve benimle uzun bir görüşme yapan Tuğamiral Bülent Tarkan (bu
subay, 9 Şubat 1962 tarihli bir protokol ile ihtilal yapmaya karar veren illegal bir
örgütün üyesidir ve protokolde imzası vardır. Aynı zamanda Yassıada İrtibat
Komitesi’nde görev yapmış ve Adnan Menderes’in idamında hazır bulunmuştur)
beni adeta sorgulamış ve ordu tabanında giderek yaygınlaşan hareketimizin
düşünce yapısını öğrenmeye çalışmış, benden aldığı yanıtlar karşısında
asabileşerek, adeta gözdağı verir bir biçimde;
‘Ankara’da ülke sorunlarıyla yakından ilgilenen komutanlar var, ayrı
örgütlenmeye gerek yok, bir çatı altında toparlanmak gerekir’ sözleriyle bir çıkış
yapmıştı.
Ben o dönemde 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 dönemleriyle ilgili derinlemesine
bilgi sahibi olmadığımdan, Bülent Paşa’ya verdiğim yanıtı yalnızca ideolojik bir
çerçeveyle sınırlayabildim ve ’Yön ve Devrim Gazetesi çizgisinde olmadığımızı’,
örgütlenmede de bu hiyerarşik yapıdan uzak durarak bağımsız kalacağımızı
bildirdim.
Konuşma bitmişti. Ankara’dan özel olarak gelmiş paşa benim (Sarp Kuray)
tespitlerimden memnun olmamıştı.
Demek ki Donanma Komutanı’nın da sözünü ettiği “Ankara” bizim bağımsız
duruşumuzdan, eylemlerimizden ve düşüncelerimizden rahatsız olmuş, tasfiyeyi
başlatmıştı.
Evet, şu tespiti yapmak gerekiyor: 12 Mart öncesinde, devrimci ordu gençliği
içinde başlatılan ilk tasfiye hareketi budur.
Daha 12 Mart’a 15 ay vardır ve Ankara düğmeye basmıştır. Mesaj nettir: “Ya
‘Bizimle birlikte olacaksınız yada tasfiye edileceksiniz.’
Bu noktayı iyi kavrayamadığımız taktirde he, 12 Mart’ın kirli ve karanlık yüzünü,
yani Derin Devlet operasyonunu çözemeyiz hem de ordu içindeki devrimci
birikimin başından geçenleri tam olarak anlayamayız.” (Sarp Kuray)
YAYIN ORGANI-TIME
“27 Mayıs’da yığınlara tanınan sınırlı özgürlükten sonra devrimci hareket
gelişmeye, yığınların ekonomik mücadelesi gün geçtikçe güçlenmeye başladı.
27 Mayıs’ın devrimci özünün canına okuyan yerli - yabancı para babaları,
güçlenen devrimci kavgadan da gocunmaya başladılar. Silahlı milis (Toplum
Polisi) teşkilatı kurdular.
Devrimci öğrenciler sokak ortasında kurşunlanmaya başladı.
Devrimci Ordu Gençliği, halkının devrimci kavgasını görmemezlikten gelemezdi.
“69 Deniz Subayı Bildirisi” ile devrimci işçilerin, köylülerin, gençliğin yanında
olduğunu kamuoyuna bildirdi.
O sırada uluslararası para babalarının yayın organı Time şöyle yazıyordu:
“Türkiye de sosyalistler orduyu iktidara getirmek istiyor”. Para babalarının ne
yapıp yapıp ordu gençliğini frenlemeleri gerekirdi.
İlkin bildiriye imza koyan Beş Deniz Subayı atıldı” (Dr.Hikmet Kıvılcımlı)
ÜNİVERSİTELİ ASKERİ ÖĞRENCİLER
“24 yaşındaydım ve yıllar önce büyük ideallerle terkettiğim Hukuk Fakültesi’ne
geri dönüyordum.
Ankara’da babamın evine indiğim gece Deniz Lisesi’nden atılanlardan, çok
sevdiğim Murat Yedican, yanında Atatürk Lisesi’nde okuyan devrimci bir
arkadaşıyla ziyaretime geldi.
Murat ile gelen devrimci genç, Türk Ordusu’nda özellikle de genç subayların
gönlünde efsaneleşmiş Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’ın küçük oğlu Öner Gürcan’dı.
Öner kendisiyle buluştuğumuz hemen o gece, beni ODTÜ’de askeri öğrenci olarak
okuyan ağabeyi Ömer Gürcan ile tanıştırmıştır.
Beni Askeri Tıbbiye’lilerle buluşturan Ömer olmuştur.
10 Ocak 1970 sonrası, Askeri Tıbbiye’lilerle kader birliği yaptığım bir dönemdir.
Askeri Tıbbiye’liler olarak anılan “Askeri Fakülte ve Yüksek Okullar”daki
devrimci askeri öğrenciler dönemin en aktif ve örgütlü güçlerinden birisidir. DEVGENÇ saflarında son derece prestijli devrimci duruşları vardır
Bu örgütlenme de hiçbir hiyerarşik bağlantısı bulunmayan ve sosyalist düşünceli
bir yapıya sahiptir.
Askeri Tıbbiye’lilerle buluştuğum gece, bugün bile hafızamda tüm canlılığı ile
yaşayan bir anımı aktarmak istiyorum: Ömer ve Öner beni (Sarp Kuray) onlarla
tanıştırmak üzere Cebeci Tıp Fakültesi’nin bahçesine getirdiği zaman, fakültenin
bütün duvarlarının Denizcilerin yayınladığı “69 Subay Bildirisi’nden” bölümlerle
donatılmış olduğunu gördüm. Fakülte kantininin yanındaki duvarda boydan boya:
“Katiller
Türkiye’de meydan boş değildir.
Tüfeklerimizdeki mermi
Mermilerimizdeki barut
Yüreklerimizdeki ateş, yeter size”
yazısı duruyordu ve altında THKO imzası vardı.
Askeri öğrenciler o gün mücadelelerini bu isimle ifade ediyorlardı. Sonraki
günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşları bu ismi çok beğenmiş, arkadaşlarımızdan
kullanmak üzere izin istemiş ve kullanmışlardır.
Demek ki Askeri Tıbbiye’liler bizlerle kucaklaşmaya hazırdılar.
12 Mart öncesi çetin döneme onlarla omuz omuza girdim: Erkan Dirik, Uğur Oral,
Yakup Hindistan, Ömer Gürcan, Ahmet Zafer Ergün Murat Kaçar, Lütfü
Dokuzoğlu, Ahmet Türk, Remzi Aygün, Behçet Safa Aysan, Cengiz Kılıç, Seçim
Yıldırım,Hasan Ataol, Celal Sarman, Engin Arasan, Önder Sağlık, Zeki Gümüşel,
Hüseyin Soysever, Recepay Sayar, Ahmet Akküçük, Gürkan Dirik, Halil Alkan,
İsmail Başyiğit ve yüzlercesi...
BEHÇET AYSAN-CENGİZ KILIÇ
Bu satırlarda Askeri Tıbbiyeli iki devrimci kardeşimizi anmadan geçemeyeceğim.
Sivas’ta kışkırtılmış gerici güruh tarafından yakılan Behçet Aysan,ve bir trafik
kazasında yitirdiğimiz Cengiz Kılıç.
Her iki arkadaşımız da Kuleli Askeri Lisesi çıkışlı olduklarından, 71 öncesinde
başta Kara Harp Okulu olmak üzere, ordu içindeki faaliyetlerde çok aktif ve
başarılı olmuşlar ve taşıdıkları üstün insani değerlerle örgütlenmeye güç
katmışlardır. Onları saygıyla anıyorum.”
DEV-LİS
Öner Gürcan, 1971 öncesinde Ankara’da örgütlenmesi başlatılan Devrimci
Liseliler (DEV - LİS)’ in kurucularındandır.
Öner, Barış, Sabri, Alaattin, İhsan, Naki, Nuri, Taki, Suat, Gültekin, Selim,
Güntekin ve şimdi isimlerini hatırlayamadığım diğer liseli öncüler, dönemin ağır
koşulları altında ve türlü imkansızlıklar içinde çok kısa bir sürede bu örgütü bir
güç haline getirmişlerdir.
Ne olursa olsun, 1971 öncesi DEV - LİS, mücadele tarihinde hakettiği yeri
alacaksa, bu devrimci öncü liselilerin gayretlerini asla atlamamak gerekir.
BİR YASA-ABDULLAH BAŞTÜRK
İşçi sınıfımızın ekonomik - demokratik mücadelesi, 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi
ve onun sağladığı kısmi özgürlükler ortamında geçmişe kıyasla, çok daha boyutlu
bir durum almıştır. 15 – 16 Haziran Büyük İşçi Direnişi bu dönemin vardığı en
yüksek noktalardan biridir.
Dünya 1970 yılına ekonomik krizle girmişti ve Türkiye ekonomisi de bundan
kendine düşeni alacaktı. Demirel hükümeti iktidarda idi ve bu iktidarın dayandığı
mali-sermaye çevreleri “eski güzel günlere” dönme düşü taşımaktaydılar. Daha
yedi yıl önce ne grev hakkı, ne de toplu sözleşme hakkı vardı.
Mevcut ekonomik krizin yükü, kolayca, “milli menfaatler” ajitasyonuyla,
rahatlıkla, emekçi kesimin sırtına yüklenebiliyordu. Ama artık kazın ayağı pek öyle
değildi.
Bir yandan devrimci gençlik hareketi, “her türlü” engele rağmen üniversite
sınırlarını aşıyor ve Türkiye’nin dört bir yanına ulaşıyordu. Yoksul köylülerle,
öğretmenlerle, işçilerle, emekçilerle buluşuyor, öğrenciler, gittikleri her yere
heyecanlarını ve dinamizmlerini taşıyorlardı.
Diğer yandan, DİSK içindeki sosyalistlerin konfederasyonu gerçek anlamıyla sınıf
sendikası konumuna getirme çabaları ve DİSK’in varlığının Türk- İş’i de daha
mücadeleci bir çizgiye sürüklemesi hakim sınıfların işini zorlaştırıyordu. Öncelikle
DİSK’in gücü zayıflatılmalı ve giderek yok edilmeliydi.
Bu nedenle, Demirel Hükümeti, 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu
İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nu değiştirmek için harekete geçti.
Bu konuda ilk girişim, 1969 dan önce yapılmış, TÜRK-İŞ tarafından hazırlanan bir
tasarı meclise getirilmiş, ancak o dönemde güçleri bunu yasallaştırmaya
yetmemişti. 1969 – 70 döneminde biri CHP, diğeri AP tarafından hazırlanan iki
yasa tasarısı Millet Meclisine verildi. Her iki tasarı meclis komisyonunda tek bir
tasarı haline dönüştürülüp meclise sevk edildi. İlk olarak 274 Sayılı Sendikalar
Yasasında, o dönem Türk-İş’e bağlı olan Genel-İş Sendikasının genel başkanı ve
CHP milletvekili Abdullah Baştürk (sonradan DİSK Başkanı olacaktı.) ile yine o
dönem Türk-İş’e bağlı olan Ges-İş Sendikasının genel başkanı ve CHP milletvekili
Osman Soğukpınar’ın DİSK’in kapatılması amacıyla verdikleri bir kanun teklifi
“11 Haziran 1970 tarihinde 274 sayılı sendikalar yasasında değişiklik yapılması
ile ilgili tasarı” meclis gündemine geldi. Millet Meclisinde kabul edilen tasarı,
Cumhuriyet Senatosunda görüşülecekti.
Söz konusu 274 sayılı yasada yapılacak değişiklikle sendikaların kurulabilmeleri
için asgari bir üye sayısı limiti getirilmekteydi. Eğer dahil oldukları işkolundaki
işçilerin en az üçte birini örgütleyemezlerse sendika kurma hakları
bulunmayacaktı. Ayrıca sendika kurucuları o işkolunda en az üç yıldan beri
çalışıyor olmalıydılar. Uluslararası işçi örgütlerine üye olma hakkı da, aynı
işkolunda en çok üyeye sahip sendikaya veriliyordu. Farklı işkollarındaki
sendikaların aynı yörede birlik oluşturma hakları yok edilmekteydi. Sendikalara
üye olmak zorlaştırılıyordu.
Görünüşte yüzde yüz bir geriye dönüş yoktu ama, Demirel Hükümeti tarafından
getirilen bu değişiklik önerileri eğer Meclis’ten geçecek olursa, sınıf
sendikacılığının mezarı kolayca kazılabilir, işçilerin ekonomik ve demokratik
mücadele silahları olan grev ve toplu sözleşme hakları ve her şeyden önce
örgütlenme hakları ağır bir darbe yiyebilirdi. Sonuçta DİSK’in sonu gelirdi.
Meydan, patronlarla ve olayla ilgili devlet bürokrasisi ile anlaşarak kişisel
kasalarını dolduran “sendika ağalarına” kalırdı. Bu “oyunda” Abdullah
Baştürk’ün başrolde olması ilginçti.
BİR DİRENİŞ: 15-16 HAZİRAN
Meclisten geçen yasa önerisinin, Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesinden önce,
önerinin yasalaşmasını önlemek amacıyla, çoğunluğu DİSK’e bağlı olan işçiler,
İstanbul ve İzmit gibi büyük endüstri merkezlerinde 15 Haziran 1970 sabahı işbaşı
yapmayıp yürüyüşe geçtiler.
İstanbul’da, Kartal, Bakırköy, Levent, Topçular, Sağmalcılar, Gebze gibi yerlerde
bulunan fabrikalardaki işçiler ve yine İzmit’te 115 fabrikadan işçiler ters yönlerden
aynı istikamete doğru düzenli bir şekilde yürümeye başladılar. Yolları üzerinde
bulunan fabrikalardaki işçilerde onlara katıldığı için, yürüdükçe sayıları
artmaktaydı. İşçiler polis barikatını aşarak Kadıköy’de birleştiler. Polisin açtığı
ateş sonucu bir arkadaşlarını yitirdiler. Yolu kesmek üzere yollanan askerler,
başlarındaki subayların emriyle işçilere dokunmadı ve yürüyüş kolu tankların
üzerinden geçip, gitti. İlk gün Kadıköy’de ki eylemler saat 17.00’ye dek sürdü.
Ertesi gün, 16 Haziran’da aynı yoğunlukla süren gösterilerde ise üç işçi ölecek, 84
işçi yaralanacak ve 500’ü aşkın gösterici gözaltına alınacaktı.
Aynı günün akşamı İstanbul ve İzmit’te 60 gün süreyle sıkıyönetim ilan edilecekti.
15 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te DİSK’e bağlı öncü fabrikalarda oturma greviyle
başlayan direniş kısa bir zamanda sokağa inmişti. Türk-İş’e bağlı bir takım
işçilerin hatta yer yer bağımsız sendikaların da katılmasıyla direnişçi işçilerin
sayısı yüz bini aşmıştı. DEV-GENÇ’e bağlı gençlik kesimleri de bazı sendika
yöneticilerinin tüm engellemelerine rağmen eyleme katılmıştı.
Direnişin ikinci gününde çatışmaların yaygınlaşması ve yoğunlaşması üzerine, 16
Haziran 1970 günü öğleden sonra İçişleri Bakanı, İstanbul valisi, diğer yetkililer
ve DİSK yöneticileri Vilayette bir toplantı yaptılar.
Bu toplantıdan sonra DİSK Genel Sekreteri Kemal Sülker bir demeç vererek
şunları söyledi: “Girişilen tahripkar eylemlerle ilgimiz olmadığını İçişleri
Bakanı’na söyledik ve kesinlikle bu tahripkar olayları tasvip etmediğimizi bildirdik.
Ayrıca işçilere de radyodan bir uyarı yaparak, kötü cereyanlara alet olmamalarını
söyledik.” Kemal Sülker’in demecinde sözünü ettiği ve radyodan yayınlanan mesajı
ise DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler vermişti.
Sendika yöneticileri tutuklanıp ağır ceza istemleri ile yargılanmaya
başlanacaklardı.
Türk-İş yönetiminin engelleme çabalarına karşı sözkonusu direnişe, aralarında
Türk-İş’e üye işçilerinde bulunduğu 200 bin civarında işçi katılacaktı. İlerici
gençler de bu haklı ve demokratik eylemin içinde yer alacaklardı. Demirel
Hükümeti’nin değiştirmek istediği 274 ve 275 sayılı yasalarla ilgili değişiklik
önerileri gerçekleşmeyecekti.
Örgütlü demokratik güçlerini gösteren işçiler ilk raundu kazanmışlardı. 275 sayılı
yasa değişikliğini senatoya sevk edilmeyerek geri alındı.
7. BÖLÜM
TUZAKLAR
Parçalanma-Savrulma-MDD-Zinde Güçler
YENİLGİ DÖNEMİ
Ne var ki burjuvazi, bu başkaldırıyı affetmedi. 15-16 Haziran olaylarının ardından
2 ay sıkıyönetim ilan edilirken Marmara Bölgesindeki işçi hareketi yaklaşık 40004500 tane işçinin işten atılması, kara listeye alınmasıyla birlikte ciddi bir
gerilemeye girdi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Dergisinin o
tarihlerde 2 sayısında ortada her biri 15-16’şar sayfalık uzun isim listeleri
yayınlandı ve o eylemlere katılanlara, yıllarca iş verilmedi. .
Başka bir gelişme Çukurova Bölgesinde yaşandı. Çukurova bölgesindeki işgaller
de Bossa işgaliyle bitti. İşgal çok sert bir biçimde bastırıldı.
SENDİKACILAR-BARİKAT
Devlet güçleri ve yedeğindeki gerici milisler tarafından bir plan çerçevesinde,
silahlı, çatışmalı meşru müdafaaya zorlanan ve TİP tarafından bu ortam gerekçe
yapılarak, parti dışına doğru itilen devrimci gençlik, bu defa da “sendikacılar”
barikatıyla karşılaşıyor ve devlete “kötü cereyanlar” olarak ihbar ediliyordu.
Sonuçta işçi sınıfının biricik, dolaysız müttefiki Devrimci Gençlik bu alanda da
tecrit edilmeye çalışılıyordu. Bütün bu gelişmeler, işçi sınıfının öncülüğünü
savunan ve işçi sınıfının iktidarı için mücadele eden devrimci gençlikte “şok” etkisi
yapıyordu.
SAVRULMA
“Her işçi, grevlere ajitatörlerin değil kötü ücretlerin ve koşulların sebep olduğunu
bilir.Bazı abartılı gazetelerin verdiği izlenimlerin aksine grevler o kadar yaygın
olaylar değildirler. Bir fabrika ya da işyeri görünüşte yıllarca sükunet içinde
kalabilir.
Ücretlerine ve koşullarına saldırıldığında bile işgücü tepki göstermeyebilir.
Kitlesel işsizlik koşullarında ya da sendikaların tepesinden bir yönlendirme
gelmediğinde bu özellikle doğrudur. Çoğunluğun bu bariz kayıtsızlığı, eylemci
azınlığı çoğu kez umutsuzluğa sürükler. Diğer işçilerin ‘geri‘ olduklarına ve asla
bir şey yapmayacaklarına dair yanlış bir hükme varırlar. Ama aslında görüşte
durgun yüzeyin altında değişimler yaşanmaktadır. Binlerce küçük hadise, sinir
bozucu küçük olay, haksızlıkla, yaralanmalar adım adım kendi izlerini işçilerin
bilincine bırakmaktadır.“ (Alan Woods, Ted Grant, Marksist Felsefe ve Modern
Bilim s . 59 /60 )
Henüz ekonomik ve demokratik mücadele sürecinden, geçmemiş, sınıf sendikalarını
oluşturamamış, ”ilk öğretimini” tamamlayamamış, sınıf bilincine henüz
ulaşamamış işçilerden “üniversiteli” gibi davranmasını elbette bekleyemezsiniz.
Beklerseniz, 1970’lerde olduğu gibi, hayal kırıklığına uğrarsınız ve savrulursunuz.
İşçi hareketinin bırakınız öncülüğünü yapabilmeyi, hareketi, sizin “hız”ınıza ayak
uyduramayan “İşçi sınıfıyla” birlikte ıskalar, işçi sınıfı adına hareket eder veya
işçi sınıfı adına hareket edenlerin peşine takılarak savrulursunuz.
Öyle de olmuştur. Savrulmuşuzdur.
GENÇTİK, DELİKANLIYDIK
Biz bu savrulmanın bedelini fazlasıyla ödedik. Bu ülkenin geleceğini, iki kuşak
gençliğini yok ettiler. 68’lilerin, 78’lilerin üzerinden, asker, sivil demeden tüm
devrimcilerin üzerinden tanklar geçirildi, silindir gibi. Önderleri asıldı, öldürüldü,
sakat bırakıldı. Biz bedel ödedik, biz yenildik. O kadar çok kahramanımız var ki,
yeniden bedel ödemeye, yeniden kahramanlar yaratmaya ihtiyacımız yok.
Karıncalara ihtiyacımız var bizim. Uzun ince bir yolda, sabırla, ama kararlı
yürüyecek karıncalara.
Biz bilerek, isteyerek savrulmadık, eksiklerimiz vardı. Zaaflarımız vardı.
Yanılgılarımız vardı. Gençtik, delikanlıydık. Gençliğimiz vardı.
Bir siyasi okulda eğitim göremeden atıldık mücadeleye.
Köklü bir siyasi parti eğitimi alamadık. Türkiye’de bir köklü sosyalist parti
geleneği olsaydı, o sosyalist parti geleneği içinde kendimizi fedaya hazır coşkumuz
ve inancımızla sınıf hareketinin köklü, sakin, zor harekete geçen ama kalıcı ve
kurumsallaşan yapısı bütünleşebilse idi bugün çok olumlu noktalara gelebilirdik.
Biz bugün bunları kavramış durumdayız. Bunları kavrayanlara sözümüz yok.
Sözümüz, bilerek, devrimci gençliği örgütsüz bırakanlaradır. Sözümüz bilerek,
gençliği savuranlaradır. Gençliği sahte “devrim”lerin peşine sürükleyen ve hiçbir
bedel ödemeyenleredir.
Biz bugün bunları kavramış durumdayız. Bunları kavrayanlara sözümüz yok.
Sözümüz, bilerek, devrimci gençliği örgütsüz bırakanlaradır. Sözümüz bilerek,
gençliği savuranlaradır. Gençliği sahte “devrim”lerin peşine sürükleyen ve hiçbir
bedel ödemeyenleredir.
BİZ ÖYLE AHMAK DEĞİLİZ
Ne diyor Engels:
“Okur, şimdi anlıyor mu; neden, yönetici iktidarlar ille de bizi tüfeklerin patladığı,
kılıçların şakladığı yere götürmek istiyorlar?
Neden, bugün yenilmekten, daha baştan emin bulunduğumuz sokağa, paldır küldür
inmiyoruz diye bizi korkaklıkla karalıyorlar?
Neden ısrarla bir kez olsun kurbanlık koyun gibi ortaya atılmamız için yalvarıp
duruyorlar?
Bu baylar provokasyonlarını olduğu gibi, yalvarışlarını da boşuna ve hiç uğruna
harcıyorlar. Biz öyle ahmak değiliz.”
PARÇALANMA- FRAKSİYON
60’ların sonları geniş ölçekli işçi eylemlerine, toplu gösterilere sahne oldu. Bir
yandan da burjuvazi içindeki çelişkiler hükümet politikalarında da su yüzüne çıkıp
gerilimler yaratıyordu. Güvenlik güçleri ve hatta ordu, gösterilere sertçe müdahale
etmeye başladılar. Bazı üniversiteler ve liseler kapatıldı. Daha 6 ay önce Yargıtay,
Danıştay, baro üyelerinin cüppeleriyle gelmiş olduğu ve yüz binlerce devrimcidemokrat ve ilerici insanın katıldığı “Anayasaya Saygı” yürüyüşünü düzenleyen
Dev-Genç parçalanmaya başlamıştı. Dev-Genç içerisindeki gruplar illegaliteye
çekilmeye zorlanmaktaydılar. Gençlik cephesinde bu süreç yaşanırken, işçi
sınıfımız İstanbul ve İzmit’te 15-16 Haziran’da yüzbinlerle sokaklara inerek ve
önüne dikilen polis ve asker barikatlarını aşarak sendikal haklarını koruma
mücadelesi veriyorlardı.
DEV-GENÇ, TİP çizgisinden uzaklaşan kitlelerle buluşmuş, üniversite devrimci ve
yurtsever gençliğinin tartışmasız en güçlü örgütü olmuştu. Kırsal çalışmalarıyla,
gecekondu bölgelerinde yaşayanların ve işçileri sorunlarıyla sahip çıkarak halkın
güvenini kazanan bir örgüte dönüşmüştü.
Ne var ki, “fraksiyon” ayrılıkları sürüyordu. DEV-GENÇ artık tamamen
MDD’cilerin yönetiminde idi ama, MDD'cilik içinde de ayrılıklar vardı. Hepimiz
MDD'ciydik ama MDD’yi farklı farklı yorumluyorduk. Kimimiz için MDD
sosyalizme varmak için bir zorunlu aşama, kimimiz için kendi başına bir amaçtı.
"İşçi sınıfı öncüdür" diyorduk. Ama bu söylem, kimimiz için sınıfın bilfiil öncülüğü
anlamına gelirken, kimimiz için “işçi sınıfına inananların” fiili öncülüğü
anlaşılıyordu. Kimimiz için Demokratik Devrim Küba, Çin, Vietnam'da olduğu gibi
"halk savaşı" yoluyla gerçekleşecekti. Kimimiz için "asker-sivil-aydın zümre"nin
yapabileceği bir işti. Kimimiz bu zümreyi, kendi dışımızda, ama demokratik
aşamada amaçlar ortak olduğu ölçüde ittifak yapılacak bir güç olarak görürken,
kimimiz MDD hareketini o zümreyle yapılacak pazarlıklarda bir koz olarak
görüyordu.
GOŞİST-ANARŞİST
Bu ayrılıkların ilk belirtileri pratik sorunlardan çıktı. DEV-GENÇ üyeleri, kontrgerillanın hedef tahtası haline getirilmişti. Sürekli olarak faşist komandoların,
resmi, sivil polislerin silahlı saldırılarına göğüs germek zorunda kalıyorlardı. Bu
saldırılarda, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve işkence görüyorlardı. Gözleri
önünde arkadaşları vuruluyor, yaralanıyor katlediliyordu. Bu saldırılara karşı,
silahlanmak ve kendilerini korumak zorundaydılar. Kendilerini korumaya
kalktıklarında da ister istemez silahlı çatışmaya giriyorlar ve bu çatışmalar
kamuoyuna “öğrenciler sağ, sol olarak cepheleştiler silahlandılar ve çatışıyorlar”
şeklinde yansıtılıyordu. Oysa çatışmanın tarafları sağ-sol gençler değil, kontrgerillanın örgütleyip yönlendirdiği bazı resmi ve sivil illegal güçlerle, kendilerine
“komando” diyen ve bu güçlerin desteğinde saldırıya geçen Başbuğ TÜRKEŞ ve
faşist çetelerdi. TÜRKEŞ kendine verilen görevi “komando”, ”bozkurt” adını
vererek aldattığı gençleri, devrimci gençlerin üzerine sürdürerek onları yasadışı
silahlanmaya itiyordu.
Bu eylemlerin içerisinde olmayan, olayları yalnızca basından izleyen bazı “sol”
unsurlar, hareketin özünü göremiyordu. Devrimci gençliği savunup saldırılara
karşı durarak, devrimci gençlik üzerinde oynanan oyunlara tavır almak yerine,
devrimci gençleri suçluyorlardı.
Devrimci gençliğin mücadelesini, yalnızca
“mecbur bırakıldığı” silahlı çatışma olarak gösterip, gençleri “hor” görüyor ve
onlara, egemen güçlerle birlikte kolayca "anarşist" “goşist” damgasını
vuruyorlardı. Devrimci gençliğin öfkesi bundandı. Bu öfke bazı haklı eleştirileri de
gözardı etmelerine neden oluyordu. Gençler, hiçbir şey yapmayıp, sadece “ahkam
kesen” bu kesimi “pasifistlikle”, mücadeleden kaçmakla suçluyorlardı.
Yıllar sonra özeleştirilerini yapabilen DEV-GENÇ’liler bu konuda ki görüşlerini şu
şekilde dile getiriyorlardı:
ÖZELEŞTİRİ
“Evet, bizlerde anarşizan bir yan vardı ama bundan çıkarılacak sonuç, faşistlere
karşı direnmenin reddi olmamalıydı. Bu tür eylemler daima içinde bir anarşizm
öğesini besler; tıpkı parlamenter mücadelenin parlamentarizm; sendikal
mücadelenin sendikalizm eğilimlerini beslemesi gibi. Bundan çıkarılacak sonuç
parlamenter veya sendikal mücadeleyi reddetmek olamaz ise, özsavunmayı da
reddetmek olamazdı. Bundan çıkarılacak sonuç, gerçek bir proletarya partisinin
öncülüğü ve eğitimiyle, bu mücadeleleri daha disiplinle ve bilinçli kılmaktır. Yoksa
bir proletarya partisinin bu yöndeki bilinçli çabalarından yoksun her mücadele
yozlaşma eğilimi taşır. Ancak burjuva sosyalistleri -tıpkı Rusya'da olduğu gibi- bu
eğilimlerden, bu mücadelelerin reddi sonucunu çıkarabilirler.
Elbet o zamanlar sorunu böyle koymuyorduk ama bize karşı çıkanlarda bir
sakatlık, bir oportünizm olduğunu da seziyorduk. Çünkü deneyle görüyorduk ki, o
çatışmalar gerçekten gerekliydi ve başarıları ortadaydı.
Gerçekte bize karşı çıkanlar müttefikleri ürkütmemek için karşı çıkıyorlardı. O
ürkütülmeyecek müttefikler ise faşistlere direnişi yanlış buluyorlardı.”
ZİNDE GÜÇLER
Pratiğe ilişkin bu tartışmalar yaşanırken bir başka eğilim kendini göstermeye
başlamıştı.
Bu eğilim; 1961 Aralığı’nda Doğan Avcıoğlu yönetiminde çıkmaya başlayan Yön
dergisinin devamı niteliğinde idi. Yön dergisinin temsil ettiği çizgi 60’lı yıllarda
gündeme gelen Kemalizm’in radikal bir yeniden yapılanmasını içeriyordu. Feodal
nitelikleri ve azgelişmişliği ile karakterize edilen toplumsal yapı için siyasi ve
ekonomik çözümü devlet öncülüğünde gerçekleşecek planlı bir ekonomi
politikasında gören Yön çevresi, anti-feodal ve anti-emperyalist eğilimler etrafında
örgütlenecek bir seçkinler, teknokratlar, subaylar ve aydınlar yani ‘zinde güçler’
öncülüğünde bir ‘Milli Demokratik Devrim’ projesini öngörüyordu. “Zinde
Güçler”, askerlerden ve bazı aydınlardan oluşuyordu. İşçi sınıfı ve diğer emekçi
kesim “zinde” olmadığı için es geçiliyor, tüm “umutlar” ordudan gelecek
hareketlere bağlanıyordu.
Bu düşünce tarzı, 1930’lu yılların “kadrocular”ının düşüncelerine yakındı. 1930’lu
yılların başlarında, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör ve arkadaşlarının
çıkardığı “Kadro” dergisi etrafında buluşan kadrocuların o dönemdeki tezi de
“Türkiye’deki işçi sınıfı yeterince gelişmemiştir” şeklindedir. Bu nedenle Sovyetler
Birliği’nin 1960’lı yıllarda Arap ülkelerinde uyguladığı kapitalist olmayan yol
tezini, kadrocular 1930’lu yıllarda önerirler. Bu politikanın Türkiye’deki işçi
sınıfını geliştireceğini savunurlar.
Buna Dr. Hikmet Kıvılcımlı yanıt verir; Marksizmin Bibliyoteği yayınlarından
1932’de çıkan, “Türkiye İşçi Sınıfının Maddi Varlığı” kitabında, Dr. Hikmet 1927
nüfus sayımı sonuçlarından hareket ederek, Türkiye’deki işçi sınıfının konumunun,
1917 Çarlık Rusya’sından daha da gelişmiş olduğunu iddia eder. Bu tartışma,
İdeolojik öncülük mü, fiili öncülük mü tartışması, 1960’lı yıllarda farklı biçimde
yenilenmektedir.
DEVRİM-ORHAN KABİBAY-“SOL” KUŞATMA
Yön adlı dergi 1967 yılında yayınlarına son vermiştir. 1969 seçimleri ardından, 21
Ekim 1969'da Yön, bir başka isim altında, «DEVRİM» adı ile yeniden
yayınlanmaya başlar. Bir farkla ki, artık “Devrim” ordu içerisinde de
örgütlenmeye başlayan bir askeri harekatın “yayın organı” niteliğindedir. Başka
bir ifadeyle Devrim, Yön'ün hazırladığı teorik temel üzerine eylem için gerekli
girişimin organı olmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. 27 Nisan 1971 tarihli 79.
sayısından sonra kapatılmıştır.
Devrim Dergisi’nin, yasal sahibi C. Reşit Eyüboğlu’dur. Devrim gazetesinin
çıkarılması Orhan KABİBAY öncülüğünde yapılan bir toplantıda kararlaştırılır.
Devrim Dergisi’nin çıkarılması; Orhan KABİBAY’ın generallerinin (Faruk GürlerMuhsin Batur-Kemal Kayacan) altının doldurulması, ordu gençliğinin paşaların
altında hiyerarşik darbeye yönlendirilme hareketidir. Numan Esin, para katkısıyla
Dergiye ortak olur. Yazı kadrosunda Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal,
Uğur Mumcu, Altan Öymen, Uluç Gürkan, Hasan Cemal, Çetin Altan gibi isimler
vardır. Dergiye haber taşıyanlar arasında ise Emin Çölaşan, Ali Nejat Ölçen,
Hikmet Çetin gibi DPT’da çalışan uzmanların ve bazı üst düzey bürokratların
isimleri sayılabilir. Tekrar da olsa bu toplantıyı bir daha yazacağız.
“3. toplantımızı, Fakih Özfakih'in Ankara, Kocatepe semtindeki evinde yaptık.
Evde, Av. Fakih Özfakih, Orhan KABİBAY, İlhami Soysal, Doğan Avcıoğlu, İlhan
Selçuk toplandık, İlhan Selçuk ikâmet yeri İstanbul'da olduğundan toplantılara ya
kendisi Ankara'da bulunduğu bir sırada katılıyor veyahut da Orhan KABİBAY
tarafından telefonla davet edilmesi üzerine geliyordu…
Bu arkadaş da, bu üç kumandanın (Gürler-Batur-Kayacan) bir faaliyet içerisinde
olduğunu ve bizlerin de bu faaliyet bünyesinde harekete katılmış olduğumuzu
biliyordu. Bunu Orhan KABİBAY kendisine daha evvel söylemiş.
Bu evdeki toplantıda bir yayın organına ihtiyacımız olup olmayacağı konusu
görüşüldü. Neticede fikirlerimizi aksettirecek haftalık bir derginin çıkarılmasının
lüzumlu olduğu kanaatine vardık. Ve bir gazetenin çıkarılması hususlarını
planladık.
Gazeteyi yani haftalık dergiyi Doğan Avcıoğlu sevk ve idare edecek, sorumlu
müdürü olacak, İlhami Soysal ile İlhan Selçuk da yazıları ile dergiyi takviye
edeceklerdi. Derginin finansmanı için Cemal Reşit Eyuboğlu ağırlığı teşkil
edecekti. Bizler de bu dergi için mali yardımda bulunacaktık. Burada yapılan
konuşmalardan sezinlediğime göre, Cemal Reşit Eyuboğlu, Doğan Avcıoğlu'na
bağlı olarak faaliyete katılacaktı. Daha doğrusu faaliyette idi. Çıkarılması
düşünülen haftalık gazetenin finansmanına bir adî ortaklık yoluyla gidilecekti. Bu
ortaklığın büyük payını Cemal Reşit Eyüboğlu verecek, ben, Coşkun, Coşkun
Bölükbaşıoglu (Ankara'da münteşir, iş ve Ekonomi gazetesi sahibi) ve Doğan
Avcıoğlu mahdut hisselerle katılacaktık. Benim katılma payım 6.000.- TL idi.
Coşkun Bölükbaşıoğlu ve Doğan Avcıoğlu'nun hisseleri bu miktar civarında idi.
Sadece Cemal Reşit Eyuboğlu'nunki 100.000.-TL idi. Bunun için bir adî ortaklık
mukavelesi yaptık. Bu mukavele örneklerinden biri benim şahsî evraklarımın
arasında mevcuttur. Gerekirse bunu ibraz edebilirim. Toplantımız 3 saat kadar
sürdükten sonra evden ayrıldık.”(Numan Esin-Sorgu)
TÜRKİYE'NİN DÜZENİ - DOĞAN AVCIOĞLU
Yön - Devrim grubunun sol içinde asıl karakteristiği işçi sınıfı öncülüğü ile
Türkiye'de düzen değişikliğine gidilemeyeceği doğrultusundaki inanç ve
düşüncelerdir. Bu akımın teorisyeni olarak bilinen Doğan AVCIOĞLU,
«Türkiye'nin Düzeni» adını taşıyan kitabında bu akımın tarihsel nedenlerini
göstererek tezlerine uygun kalkınma yönteminin esaslarını çizmiştir. Asıl sorunun
ekonomik olduğuna işaret etmiştir.
AVCIOĞLU bu kitabında, gerici parlâmentarizmin bugün Türkiye'de emperyalizm
ve işbirlikçilerinin tahakküm aracı olduğuna özellikle işaret etmekte ve
emperyalizm ve işbirlikçilerinin hâkim olduğu bu düzenin değiştirilmesinin, ancak
millî sınıfların aralarında güçbirliği yapmaları ile mümkün bulunduğunu
belirtmekte, yâni sivil - asker-aydın ittifakının ”Milliyetçi Devrimciler“, “Sol
Kemalist Devrimciler” olarak “Proleter Devrimcileri” ile güç birliği etmesini
önermekte ve Türkiye düzeni, katı sol doğmalarla değiştirilemeyeceği için bir kadro
devrimi istemektedir. Türkiye'nin sorunlarını çözebilmek için sivil - asker
aydınlarının ordu öncülüğünde iktidarı ele geçirmelerini önermektedir.
Yön - Devrim grubu Türkiye'nin özel ve tarihsel koşullarının ordu öncülüğü
düşüncesine açık olduğu kanısındadır. Tarihsel alanda bu öncülüğünün eylemsel ve
başarılı örneklerini değerlendirmeye tabi tutarken bu olanaktan günümüzde de
yararlanılması sonucuna varır. Ana teması, daima askerlerin bugünkü
parlamentarizme karşı çıkmasını sağlamak ve bu amaçla askerî bir müdahaleye
zemin hazırlamaktır. Kısaca ifade etmek gerekirse, önerdikleri devrimin stratejisini
bir darbeye göre ayarlamışlardır. Yâni her şeyden önce devrim, daha sonra da
bilinçlendirilmiş halk desteğinin en kısa sürede sağlanması düşüncesindedirler. Ve
bu meydan esasen sivil-asker-aydın zümrenin Devrimci yönde yürüttüğü
mücadelelerin, tüm millî sınıfların ve proletaryanın uyanışına, ezcümle devrimi
destekleyecek bilinçli halk desteğine öncülük de etmiş olacağı görüşündedirler. Bu
bakımdan tepeden inmeciler olarak vasıflandırılırlar.
TÜRK SOLU
“YÖN” dergisiyle yönlendirilen, “DEVRİM” gazetesi ile taraftar bulan bu eğilim,
Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan iki yazıyla da destek bulmaya başlamıştı.
Gençleri “anarşistlikle suçlayanlar” şimdi de, Türkiye'de "İşçi sınıfının objektif
şartları yok" diyorlardı; yani,” işçi sınıfı yok, varsa da devrime öncülük edemez” .
Bu durumda “zinde güçler” “devrime” öncülük edecektir. Türkiye’de Doğan
Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabıyla “teorik temelleri” atılmaya
çalışılan, YÖN ve DEVRİM Gazetesi etrafında örgütlendirilerek yaygınlaştırılan bu
düşünce de giderek sivil-asker devrimci bazı çevrelerde taraftar bulmaya
başlıyordu.
Hatta bu “tez” önce Sovyet teorisyenleri tarafından ortaya atılmıştı ve bazı
ülkelerde fiilen desteklenmişti. Sovyetler bu “tezi”, tüm tarihsel ve somut
içeriğinden soyutlanmış olarak, politik ve ekonomik ilişkilerinde kullanmaktaydı.
Sovyet teorisyenlerine göre, Cezayir, Suriye, Irak, Nasır dönemi Mısır’ı, Gana,
hatta Hindistan bile “kapitalist olmayan yoldan”dı ve desteklenmeliydi. Bu destek,
cılız burjuvazinin “askeri diktatörlükler” ardına gizlendiği ve Sovyetlerle
tarafsızlık çerçevesinde iyi ilişkiler kuran bütün ülkeleri kapsamaktaydı.
Bu kavrayış içinde Beyaz Aydınlık'ın "İşçi Sınıfının Objektif Şartları Yoktur"
demesinin somut anlamı, "kapitalist olmayan yol geçerlidir", bu da "cuntacıların
(Yöncülerin-DEVRİM grubunun) görevidir bugünkü devrimi yapmak, o halde bize
düşen görev, Irak, Suriye Komünist Partileri gibi onları ileriye itmektir” anlamına
geliyordu.
YÖN’ÜN YÖNSÜZLÜĞÜ
Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yön Hareketi ve devamı olan Doğan Avcıoğlu’nun “Devrim
Dergisi”nde ileri sürülen görüşleri eleştirir. Yön’ün yönsüzlüğünü sergiler:
“Bugün Yön adlı dergi ölmüş bulunuyor. Sağlığında onun düşüncelerini yayanlar,
şimdi Devrim adlı bir dergi çıkarıyorlar. Yön niçin öldü, Devrim niçin doğdu? Ayrı
konu. Her ikisinin de yaşaması gerekirdi. 0lmadı.
Yön battı. Ama ana düşünce Devrim'de sürüp gideceğe benziyor.”
"Yönizm", Türkiye toplumuna "Yön" vermek gibi ağır ve nankör bir çaba içindedir.
Bunun için 3 doktrin ve 3 parola ortaya atılıyor. 3 doktrin şunlardır:
1- Batılılaşma doktrini, 2- Ekonomi doktrini 3- Devletçilik doktrini.
3 parolaları da o 3 doktrinden çıkar:
1- İstismarı (sömürüyü) kaldırmak, 2- Sosyal adalet, 3- Planlı istihsal(üretim).
Bu altı nokta, "Yönizm"de olağanüstü birbirine karışık, içiçe ve ayrılmaz
durumdalar. Gene de, kimi yerlerini tekrarlama tehlikesini de göze alarak, onları
ayrı ayrı bölümlerde gözden geçirmek gerekir. Kendileri yıllardır aynı temayı
öylesine ısıtıp ısıtıp öne sürdüler ki, bizim o "temcit pilavı"na fazla kaşık atmamızı
pek yadırgamasalar olur.
BATICILIK DOKTRİNİ
Yalnız, "Yönizm"in üç doktrini ile üç parolasına girmeden önce ve rahat girebilmek
için, bu eğilimin hangi sosyal kökten kaynak aldığına ve hangi yordamla işlediğine
iki üç sözcükte değinmek gerekir.
1- Batıcılık Doktrini: Yöncülerin en tartışılamaz "gerçek" gibi koydukları
"Batılılaşma" nedir? Kısaca görelim:
Batılılaşmak mı, Batıdan kurtuluş mu?
Yönizm, Bildiri'sinin 1 sayılı paragrafında şöyle diyor:
"İktisadi alanda hızla kalkınmak. Yani milli istihsal seviyesini hızla yükseltmek."
Bu "hızlı" gidiş hangi yoldan yürüyecek? 1. paragrafın (a) fıkrası yolu şöyle
çiziyor:
"Atatürk Devrimlerinin amacı olan Batılılaşmak."
Atatürk devrimleri ulusal kurtuluş ateşi içinde başladı. Bu devrimler
"Batılılaşmak"mıdır, "Batılılaşmamak" mıdır? Onu, 42 yıl sonra yazı alanına
girecek "Yöncü'lerden öğrenmek yerine, Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye Büyük
Millet Meclisindeki ilk açış söylevinden okumak daha yerinde olur.
Mustafa Kemal Paşa, dünya önünde giriştiği devrimin bir kurtuluş savaşı olduğunu
söyledi. Bu ulusal kurtuluşun iki amacı bulunduğunu belirtti: 1- Emperyalizme ve
kapitalizme karşı gelmek. 2- Zorbalığa (Osmanlı derebeyliğine) karşı gelmek,
Mustafa Kemal Paşa'nın kendi ağzından çıkan bu iki amacı, Yönizmin atlayarak
görmemezlikten gelmesi, nasıl bir "sosyalizm", "solculuk", "hızla kalkınma" ya da
"hızla yükselme" olur? Anlaşılmıyor.
Yönizmin, asıl ulusal kurtuluş ortada dururken ve bugünün en yakıcı konusu
olmuşken, onu bırakıp önem verdiği "batılılaşma" nedir?
Batılılaşmak Neyin Peçesidir?
"Batılılaşma", en bayağı "elkitabı"nda, en toy ilkokul çocuğunun bile kolayca
okuyup anlayabileceği şeydir artık, Türkiye'de bile... Batılılaşma, bir ülkede
kapitalizmi kurmaktır. Nitekim Türkiye'de de şimdiye dek yapılmış bütün
"Batılılaşma" işlemleri, kapitalistleşmekten başka sonuç vermemiştir. Veremezdi
de.
Batılılaşma, "utangaç kapitalistleşmek"tir.
FİNANS KAPİTAL-"BATILILAŞMA" GEVELEMELERİ
Kapitalist sınıfı Türkiye'de her zaman "kökü dışarıda" bir sınıftır. Saltanat çağında
komprador kapitalizmdi, yabancı sermayenin Türkiye'deki kontuarlarına bağlı
doğrudan doğruya ajanlarıydı. Cumhuriyet çağında finans-kapital oldu. Yani,
Türkiye'deki kapitalist sınıfına karşı bile açık yüzle görünemeyecek kertede millete
ve vatana karşı, uluslararası finans- kapital ile göbek bağlıydı.
O yüzden, toprağımızda maskeli haydut biçiminde gizli faaliyet göstermek zorunda
kaldı. Hele 1920 yılları, ulusal kurtuluş savaşı kapitalizme ve emperyalizme karşı
olmayı kutsal bir ulusal amaç olarak tüm insanlığa ilan ettikten sonra, kalkıp,
"Türkiye'de kapitalizmi yoktan var edeceğiz!" demek, her babayiğidin harcı değildi.
Ancak, Amerika gelip onbinlerce yabancı uzman ve askeriyle Türkiye'yi "üs"
yaptıktan sonra, artık kapitalizmi savunmak büyük bir kahramanlık olmaktan çıktı.
Sırt, emperyalizmin ağababalarına dayanmıştı. Öyleyse neden hâlâ "Batılılaşma"
gevelemeleri yapılır?
Millete, vatana açıkça ihanet etmek kolay iş değildir. Yapılanlar şirin gösterilmek
için, kıyıcığından "zararsız" sözcükler uydurulup kullanılacaktır. "Batılılaşma" o
"zararsız" sözcüklerin en sınanmışlarındandır.
EMPERYALİZM-KAPİTALİZM
Yöncülerin "Batılılaşma" sözcüğünü kullanmaları, emperyalizm ve kapitalizme aşık
olduklarını mı gösterir? Hayır. Onlar,1920 Türkiyesi’nde olduğu gibi hâlâ
emperyalizm başka, kapitalizm başka şeydir sanırlar. Ama kapitalizmin dostu
olmadıklarını kanıtlamak için, emperyalizmin düşmanı olduklarını somut
açıklamalarla belirtirler.
"Akılcı düşünce" mi "Batı uygarlığının temeli"dir? O da tersine konuyor. "Akıl"
hangisidir? Batının, korsanlıkla ve yabancı ülkeleri soyup soğana çevirmekle
biriken sermayesini Yönizm belki "akılcılık" sayıyor. Dolayısıyla biz Türklerin
sermaye biriktiremeyişimiz akılsızlığımızdan olmalıdır.
Batılı emperyalizm de bunu söylüyor. Hitler onlardan daha da ileri gidiyor. Ne
yazık ki kazın ayağı hiç öyle değil. 15 ile 19. yüzyıllar arasındaki Batı
kapitalizminin canavarlıklarının akılla ilgisi üzerinde durmayalım. Şu, Batıcı akılın
en sultan geçindiği 19. yüzyıl ile birlikte, her 5-10 yılda bir patlak veren ekonomi
krizleri, 20 yüzyılla birlikte her 20- 30 yılda bir patlak veren emperyalist evren
savaşları, hep, "Batı uygarlığının temeli"nde yatan akıl almaz dinamitler midir?
Yoksa "kütlelere yayılmış" o yaman "akılcı düşünce" eseri midir?
Onlar yanılıyor diye, herkesi yanıltmaya kimsenin hakkı olamaz. Hele ulusal
çabayı kapitalizme yöneltmek kimin işi, kimin ülküsü olur? Herhalde solların değil.
Öyleyse Yönizm, Türkiye'nin Batılılaşmasından ne bekliyor? Bir değişiklik bekliyor.
Batılılaşırsak:
1"Şehir-köy ikiliği ortadan kalkacak",
2"Batı uygarlığının temeli olan akılcı düşünce kitlelere yayılacaktır."
Doğru mu?
Şehirle köy ikiliği büsbütün artmıştır. Batıda da 'Türkiye'de de, kapitalizm, "istihsal
seviyesi yükseldikçe", şehirler hıncahınç dolmuş, köyler ıssızlaşmıştır. Bunu, bütün
"Batılılaşan" büyük şehirlerimizi sarmış gecekondu ordugâhları kadar hiçbir şey
en kör göze batıramaz.
DEVLETÇİLİĞİMİZ
Gerek Genç Türkler, gerek muzaffer kurtuluş savaşı gibi özel olaylarımız,
"devletçilik" kadar ikiyüzlü ve kabuklaşmış bir kavrama sığdırılamaz. Çok derin ve
sosyal anlamlı milletçilik eğilimi, bir milletin yüzlerce ve binlerce yıllık doğuş ve
yaşayışından doğar. Devlet ise, milletçe her zaman yok edilebilen gelgeç bir
biçimdir. Her milletin tarihinde birçok devlet gelir geçer. Ama, bir devletin
tarihinde birçok milletin gelip geçtiği işitilmemiştir.
Bugünkü devletçiliğimiz budur. Millet devlete çuvalla verecek, devlet de öze1
teşebbüse torba torba dağıtacaktır. Devlet öze1 teşebbüsün siyasi hegemonyası
altında kaldıkça başka bir sonuca salt devletçilikle varılamaz. Yön "varılır" derse
milleti aldatmış olur. Olmayacak duaya amin dedirtir. Yön' ün böyle sahte bir
inanç yaratması yersiz olur.
Türkiye'de gerçekten planlı ekonomi isteniyorsa, devletçiliğimizi, finans-kapitalle
tefeci-bezirgan tekelinden kurtarmak birinci iştir. Bu iş, halkın gerçekten siyasette
söz sahibi olmasıyla başarılır.
BAŞTA İŞÇİ SINIFIMIZ
Ancak o zaman: "İkinci bir kuvayi milliye seferberliği gerektir... Bu mübarek
iktisadi kuvayi milliye seferberliğimizin güdücü ruhu -başta işçi sınıfımız gelmek
üzere- cahil alim, köylü şehirli... bütün değer yaratan iyi, niyetli vatandaşların,
tamamıyla aşağıdan gelme ve tamamıyla serbest “Teşebbüs-TeşkilatKontrol”larında bulunur; ve bu emelle, bütün organlarda bilfiil müstahsiller
(eylemcil üretmenler) çoğunlukta görülür, yarımız olan kadın ön safta bulunur,
gençliğe sonsuz inanılır."
Bu siyasi çaba başarılmadıkça, plancılık istediği kadar göklere çıkarılsın,
yapılacak bütün planlar Amerikan tekellerinin ve yerli Demirellerin göstereceği
"Yön"de yürür. Yön böyle bir Yön müdür? Herhalde olmamalı. Gerçeği görmüyor
mu? Görüyor. Buna karşı ne yapıyor? (Yapmak şöyle dursun, ne düşünüyor?)
Yön, "Türkiye'nin kalkınmasını belli bir siyasi amaca yöneltmek" istiyor. O siyasi
amaç nedir? Besbelli (ürkek ya da atak) "sosyalizm" olacak.
Sosyalizm amacına varmak için ne gerekir? Yukarıda değindik. Devlet planlaması
gibi bütün devletçiliğimiz de gerçekten halkçı, halkın aşağıdan ve serbest teşebbüsörgüt kontrolüne dayanmış bir "siyasi iktidarın emrinde" olmalıdır.
Yön tam tersini istiyor. "Siyasi iktidarın emrinde teknik bir organ" olmayacak bir
"planlama teşkilatı" tasavvur ediyor! Dünyanın her yerinde teknik ve ekonomi
planları siyasi iktidarların emrindedir. Demokratik İngiltere'de de faşist
Almanya'da da, komünist Sovyetler Birliği' nde de bu böyledir.
Yön, Türkiye'de bunu tersine çevirebileceğini umuyor. Hem kalkınmayı "siyasi bir
amaç"a yöneltmek istiyor, hem yöneltmeyi yapacak "siyasi iktidar"ı -ki devlet
demektir- "Devlet Planlama Teşkilatı"na emir veremez hale sokmak istiyor. Neden?
Çünkü bugünkü siyasi iktidar AP'nin elindedir.
DEVLET-SOSYAL SINIF
Bunu bildiği halde, siyasi iktidardan bağımsız bir devlet (olabilirmiş gibi) istiyor
Yön (isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara diye besbelli). İktidara kafa tutan
bir devlet, daha doğrusu devlete karşı devlet. Yön'ün bütün "felsefesi" bu "yeni
devletçilik" ilkesini keşif ve icat etmiş olmasına dayanıyor. Çok "orijinal". Bu
orijinallik Yön'e nereden geliyor?
27 Mayıs'tan. 27 Mayıs'a nereden geliyor? Osmanlı İmparatorluğu
geleneklerinden. Ala. Demek Yön'ü icadı büsbütün temelsiz değil.
Osmanlılıkta devlete karşı devlet, padişah’a karşı yeniçeri kazan kaldırmasıydı.
Cumhuriyette devlete karşı devlet, Türkiye Silahlı Kuvvetlerinin DP hükümetini
devirmesi oldu. Demek tarihte, Yön'ün kuruntuda kurduğu gibi paradokslar
olurmuş. Yeniçerilerin kazan kaldırmaları tarihe karıştığına göre, Yön 27 Mayıs'ın
mı ideoloğudur? Pek benziyor.
Ancak, bu gibi değişiklikler adım başında gelmezler, gelince de, onları getiren
sosyal, ekonomik ve politik sınıf eğilimlerinden aldıkları amaçla yönelirler.
Bu amacı bizim uyduracağımız ütopik "devletçilik" kuruntuları değil, ortada duran
gerçek devletin sahibi, belirli sosyal sınıflar etkiler. Yön'ün tüm hiçe saydığı o
etkiler ise bu sosyal sınıf determinizmidir. Yön ise, bir topluma sosyal sınıflar
üstünde "yön verebilecek" insanlar bulunduğunu savunuyor.
CENNETLİK CENTİLMENLER
"Sınıf" Yerine "Kişiler"
"Planların yön kazanması ve başarıya ulaşması ancak Türk toplumuna Yön
verebilecek durumda bulunan çevrelerin açık bir kalkınma felsefesi üzerinde
anlaşmalar ile mümkün olacaktır." (Bildiri, 2/c)
Bildirisini de o "çevreler"den derlediğini yazıyor: "Hazırlanan bildiri Türk toplum
hayatının çeşitli kesimlerinde görev almış kimselere danışılarak, onların fikirleri
göz önünde tutularak meydana getirildi." (Bildiri, Başlangıç) Ve tekrar ediliyor:
"... Kurtulmanın birinci şartı, Türk toplumunun çeşitli kesimlerinde görev almış
olanlar ve millet kaderine hakim olacak mevkilere gelmiş bulunanlar,
düşüncelerini açıkça ortaya koyarak bir temel kalkınma felsefesi etrafında
birleşmeli."
En son "felsefe" bu! Adı, sanı belirli olmayan "çevreler". Bunlar tüm küçükburjuvazi midir?
Küçük - Burjuva Yerine Ayrıcalıklı Kapıkulu
Kimdir o "çevreler"? Bu yerde bakla da ağızdan çıkarılıyor:
"Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan: Öğretmen, yazar, politikacı,
sendikacı, müteşebbis ve idareci gibi kimselerin belli bir kalkınma felsefesinin ana
hatları üzerinde anlaşmaya varmalarını zaruri sayıyoruz." (Bildiri, 2)
Demek bütün planların dayanağı, tümüyle küçük-burjuvazinin büyük yığınları bile
değildir. O yığınlar içinden bir avuç insan istibdatta kapıkulu, meşrutiyette
münevver, cumhuriyette aydın adı verilen Türkiye'deki azınlık bile değil, "millet
kaderine hakim olacak mevkilere gelmiş" hüdavendigarlar. "Söyle Tatar ağası?"
Bütün o cennetlik centilmenleri bir tek "kalkınma felsefesinde" birleştirmek ne
güzel şey! Yeter ki gerçek olsun. Gerçek olması için, bu insanların kimlikleri ve
çevreleri üzerinde durmak gerekmez mi?
Yüksek Görevliler: İntihar Felsefesi
Kimlikler belli. "Görevliler". Yöncülük kızacak ama, soralım; polis "görevlisi
jandarma" da bu görevlilerden midir? Elbette olmalıdır. Şaka etmiyoruz. Camide
vaiz ünlü hoca efendiyi dinleyin: "Ülülemr" kimdir? Polistir, jandarmadır.
Toprak gösterisi yapan köylüyü karakola, gösteri yürüyüşü yapan şehirliyi
cezaevine "yönelten" odur. Ona "kalkınma felsefemizi" beğendirmezsek epeyce
"imkansızlık" değilse bile, güçlük çekeriz.
Ancak Yön bu küçük insanların görevliliklerine de önem vermez. Görevli yüksek
tabakadan "millet kaderine hakim" olmalıdır. Yön bu yüce görevlilere güveniyor
mu bari?
Hayır. O gibilerin bütün benlikleri hep "dış yardım turizm, meyve sebze ihracı" yani hep bizim acente bezirganların fikirleri- ile doludur. Yön yazıyor: "Toplum
hayatının gidişinde söz sahibi birçok kimse (sebze meyva ihracı -Turizm- Dış
yardım yolu ile) kalkınma davasının çözülebileceğine inanmaktadır." (Bildiri, 2/b)
Ne yazık değil mi? Sen bütün umudunu, inancını o "yüce görevlilere" bağla.. Onlar
da habire dış yardım-turizmden başkasına inanmasınlar.
FELSEFE
Başkası olsa intihar edebilir. Yöncülerin sinirleri sağlam. Dayanıyorlar. Yalnız
"akılcıl düşünce"leri depreştikçe, kendi kendilerine şöyle sokran maktan da "hazin"
"üsluplarını" alıkoyamıyorlar:
"İşte en hazin tarafı, (diyorlar) Türkiye'nin kaderine hakim olabilecek durumda
bulunan çevrelerde, karşı karşıya bulunduğumuz çetin meselelerin şuuruna henüz
varılmamış olmasıdır. Bu çevrelerce benimsenen ve uygulanabilecek olan bir
kalkınma felsefesi yoktur." (Bildiri, 2/b)
Şimdi, Yöncülere karşı o "millet kaderine hakim" yüce görevlileri savunmanın
sırası bize gelmedi mi dersiniz? Amaç "felsefe" ise, (Yön öyle diyor), yüce
görevlilerin felsefesiz olduklarını söylemek iftira olur. Dış yardım turizm v.b.
molozlar, finans-kapital başlıklı tefeci-bezirgan sınıflarımız için pekâlâ en parlak
felsefedir. Günahlarına giriyor yüce görevlilerin Yön, onları "felsefe"siz ilan
ederken. Yöncüler, besbelli kendi "felsefe"lerini yüce görevlilerde bulamıyorlar.
Yoksa onlar (görevliler) burjuvaca kalkınma felsefesiz değillerdir, haşa!
FELSEFESİZ
Biz Türkiye işçi sınıfına inanıyoruz. Ve Yöncüleri tutundukları dal ellerinde kaldığı
için teselli etmek üzere "bildir"elim.
Şu bizim dört elle sarılınmasını, başta gelmesini istediğimiz Türkiye işçi sınıfımız
yok mu? Bugün asıl "felsefesiz" bırakılmış, tek sosyal yığınımız odur. Çünkü işçi
sınıfımız ortaçağ felsefesini köyde bırakmış fakat modern burjuva felsefesini bile,
henüz şehirde bulamamıştır.
Ancak biz, Türkiye işçi sınıfı felsefesizdir diye üzülmüyoruz. İşçi sınıfının evrensel
bir diyalektik yöntemi bulunduğunu ve bu yöntemin hayattan geldiği için Türkiye
işçi sınıfımıza anlatılabileceğini biliyoruz. Bütün korktuğumuz, kendilerine kolayca
"Marksist" deyiveren küçük- burjuva, aydınlarının "felsefe"lerini işçi sınıfımız içine
yaymalarıdır.”
KORKULAN BAŞA GELİYOR
Ne yazık ki; Kıvılcımlı’nın “korktuğu” başına geliyor, kendilerine kolayca
“Marksist” deyiveren küçük-burjuva aydınlar “felsefelerini” işçi sınıfı hareketi
içine yayarak bu hareketi parçalamakla kalmıyor, devrimci gençliğin bir bölümünü
“felsefelerini” yaşama geçirmek için kullanıyorlardı. Daha kötüsü yukarıda ki
satırların yazarı, bu duruma göz yumuyor ve “zımnen” onaylıyordu.
Sarp Kuray anlatıyor:
“9 Mart “ittifak” olayı devrimciler tarafından yıllarca devrimci ortamdan
saklanmıştır.
12 Mart öncesi (Orhan KABİBAY - İrfan Solmazer - Numan Esin - Talat Turhan)
dan oluşan dörtlü çete ile görüşmelerin başladığı anda bizim için olmazsa olmaz
iki koşul öne sürülmüştür.
1- Hareketimizin ideolojik - teorik planda önderliğini kabul ettiği Dr. Hikmet
Kıvılcımlı’ya öneri sunulacak ve onun kararı belirleyici olacaktır.
2- DEV - GENÇ ve Ordu Gençliği bünyesindeki bütün gruplarla ortak bir toplantı
yapılacak, kollektif hareket etmenin zemini aranacaktır.
Sonuçta Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile görüşülüp ‘ittifak’a katılma konusunda olumlu
yanıt alınmıştır.
MİHRİ BELLİ-BİR TÜRKÜ YAK YETER
Benim (Güngör Türkeli) 9 Mart olayına karışmam için bir güçlük yoktu. Çünkü
Talat Turhan ve arkadaşları (Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz, Yüzbaşı Yılmaz Tokmak ve
Yüzbaşı Fuat Turan) 9 Mart olayının önde gelenlerindendi. Dolayısı ile ben de
aralarındaydım.
Hani ,Sadi KOÇAŞ “Anamurdan ayrılma” demişti ya..
1971’in Şubat ayı sonunda bir zorunluluk gereği Ankara’ya gitmek zorunda
kaldım.
Sülayman Sırrı Sokakta, DEV-GENÇ bürosundayız.
Mihri Belli’yle gündemdeki konuları görüşürken Ulaş Bardakçı,Mustafa Kemal
Çamkıran birkaç arkadaşıyla geldi. ODTÜ’de bulunan DENİZ’in benimle
görüşmek istediğini akşam üzeri beni götüreceklerini söylemişlerdi. Saat 18:00 de
Tarım Bakanlığı’nın önünde buluşmak üzere sözleşmiştik.
9 Mart Olayı hızla gelişiyordu. Sanıyorum, öğleden sonra; MİHRİ BELLİ’ye bir
haber geldi. 9 Mart olayının tersine döndüğü haberiydi gelen. 9 Mart olayı için
hazırlanan komutanlar, bu eylemden vazgeçip bir muhtıra ile olayı ile çözme kararı
almışlar. Mihri Belli, bu haberin en hızlı biçimde Talat Turhan’a iletilmesini istedi.
Yüzbaşı arkadaşlarla birlikte durumu değerlendirdik. Benim hemen İstanbul’a
gitmem ve durumu Talat Turhan’a bildirmem istendi.
Ulaş’larla Tarım Bakanlığı önünde buluştuk. Durumu kısaca anlattım. “İstanbul’a
gideceğimi Deniz’e söyleyin.” dedim. Karşımızda güçlü bir ordu, güçlü bir
jandarma ve polis örgütü var. Bizi ve sizleri öldürebilirler. Biz geride kalırsak sizin
ardınızdan türkü yakmaktan başka bir şey yapamayız, dediğimde Ulaş; “Ağabey,
böyle bir olay gerçekleşirse arkamızdan türkü yakmanız bile bizim için
yeterlidir.”dedi ve vedalaştık.
Akşam otobüsle İstanbul’a hareket ettim. Sabah erken saatlerde İstanbul’a ulaşıp
TALAT TURHAN’a haberi ulaştırdım. Talat Turhan durumu biliyormuş. Ama biz
olayı şansa bırakamazdık.
Hemen Ankara’ya döndüm. Sözleştiğimiz yerde (Sıhhiye’de bir pastanede)
Muammer Soysal ve Vahap Erdoğdu’nun eşi Seyhan beni bekliyorlardı. Mihri
Belli, Vahap Erdoğdu ve birkaç kişinin daha Malatya’ya gittiklerini beni de
beklediklerini ve Ankara’yı derhal terk etmemi söylediler.
Doğrudan Malatya’ya gitmek yerine Uçakla Antalya’ya otobüsle hemen Anamur’a
ulaştım. Durumu eşime açınca, “Ben seni toroslarda saklar ve beklerim. Daha
güvenli olursun” deyip beni alıkoydu.
Anamurda kaldım. Bir süre sonra da Mihri Belli ve arkadaşlarının Suriye sınırında
yakalandıkları haberi geldi. (Üsteğmen Güngör Türkeli Harbiye’den Babıâliye ve
ek anlatımı)
ASKER-SİVİL AYDIN ZÜMRE
Ya devrimci gençlerin siyasi liderliğine soyunan Mihri Belli bu konularda ne
düşünüyordu ? Şimdi de sözü Mihri Belli'ye bırakalım. O, "asker-sivil aydın
zümre" olarak adlandırdığı ve küçük burjuva kategorisine koyduğu subay
katmanına devrim stratejisinde son derece önemli, hatta belirleyici bir rol
biçiyordu. Türk ordusunun subay kademesinin demokratik devrimden yana
olduğunu, hatta sosyalist devrime karşı olmadığını (!) savunacak kadar ileri
gidiyordu.
M. Belli, 5 Ağustos 1966'da YÖN dergisinde yayımlanan bir yazısında şöyle
diyordu:
"Türk toplumunda pek önemli bir yeri olan, çoğunluğu küçük burjuva kökten gelme
asker-sivil bürokrat aydın zümre de... küçük burjuvazi içinde ele alınmalıdır...
Bizce bu zümrenin durumu özel olarak ele alınmalıdır ve bunun sosyalist teoriye
aykırı bir yanı yoktur... Bugün Türkiye'de asker-sivil memurlar yarım milyona
yakındır.
Marks'ın önemle üzerinde durduğu sayının hemen hemen on misli... Bu zümre
Tanzimat'tan bu yana Türkiye'nin yönetimini çok kez tekelinde tutmuş, hiç değilse
bu yönetimde önemli rol oynamıştır. Yüzyıldan uzun bir süredir Türk tarihindeki
gelişmeler bu zümrenin damgasını taşır. Pek yakın bir geçmişe kadar Türk
toplumunda son söz bu zümrenindi. Ağa, eşraf, işadamı toplumda ikinci
durumdaydı... "
ÇARPITMAK
M. Belli'nin Türk askeri bürokrasisinin "devrimci" karakterini kanıtlamak için hem
Marksizm-Leninizmi, hem de tarihsel olguları çarpıtmaktadır. Herhangi bir çağdaş
ülkede askeri (ya da sivil) bürokrasinin "ağa, eşraf ve işadamı"nı "toplumda ikinci
durumda" bırakarak iktidarı kendi tekelinde tutması olanaksızdır. Bu kural,
Türkiye için de geçerli olmuştur. Sömürüye dayanan sınıflı toplumlarda, devlet ve
onun temel öğesi olan ordu, her zaman şu ya da bu sömürücü sınıfın -kapitalist
toplumlarda burjuvazinin (ve büyük toprak sahiplerinin)- devleti ve ordusu
olmuştur. İkincisi, askeri ya da sivil bürokrasinin içinde yer alan kişilerin şu ya da
bu toplumsal kökene sahip olması, devletin ve ordunun sınıfsal niteliğini
değiştirmez.
"Bu konunun hiç de küçümsenmemesi gereken bir de manevi yanı var: Yüzyıldan
uzun bir süredir Türkiye'nin kaderine hükmetmiş olan asker-sivil bürokrat zümre,
bir geçmişin, bir geleneğin temsilcisidir. Bu geçmişte örneğin bir Çanakkale var,
bir Kurtuluş Savaşı var...
İşte söz konusu zümre böyle bir geleneğin mirasçısıdır, ve bu miras elbette ki
zümrenin politik bilinci üzerinde etkili olmaktadır. Onun için bu zümre ile
komprador-ağa ittifakı arasında uzun süreli bir uzlaşma yalnızca maddi değil,
manevi bakımdan da, gelenek ve tarih bakımından da imkansız görünmektedir...
Hangi yönden bakarsak bakalım bu zümre ile komprador-ağa arasındaki derin
sınıf çelişkisi ayan beyan ortadadır. Bu çelişkinin ideolojik alanda tezahürüne
değinmeden geçmeyelim: Asker-sivil aydın zümrenin ideolojisinin günümüzün
şartlarına uydurulmuş bir Kemalizm olduğu söylenebilir.
Kemalizm’in milliyetçi, anti-emperyalist ilkelerinin Türkiye'de sosyal adaletin
gerçekleştirilmesiyle sıkı sıkı bağlı olduğu ve köklü altyapı dönüşümlerinin
gerçekleştirilmesinin bugünün Kemalist politikasının gereği bulunduğu bilinci bu
aydın çevrelerde yaygındır. Denebilir ki, asker-sivil aydın zümre, gerek kök
bakımından, gerek genel durum bakımından içinde sayılması gerektiği Türk küçük
burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıfın öncü müfrezesini teşkil etmektedir.
Son yıllarda sosyalist akım, bu zümrenin geniş çevrelerini etkilemektedir. Ve Türk
sosyalistleri ne sektarizme ve ne de oportünizme sapmadan gerçekten sosyalist bir
politik çizgiyi izleyebildikleri ölçüde, yani gerçek sosyalistler olabildikleri ölçüde,
demokratik devrim aşamasında pek önemli bir rol oynaması mukadder olan bu
zümrenin önemini doğru değerlendirmek zorundadırlar. İçinde bulunduğumuz
aşamada tarihsel inisiyatife sahip bulunan asker-sivil aydın zümre kesin olarak
demokratik devrimden yanadır. Sosyalist devrime karşı olması için de sınıf
açısından bir neden yoktur."
"Batı'da sosyalizm ile anti-militarizm hep birlikte gitmiştir. Ama Batı'da tarihi
gelişmenin bir sonucu olan sosyalizm-antimilitarizm bağdaşması, Türkiye'nin
gerçeklerine hiç uymayan bir şeydir. Öteki ülkelerin tarihinde sık sık görülen asker
tarafından bastırılan halkçı ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu
gerçek bizim ilerici olarak Türk ordusuna karşı tutumumuzun Batı antimilitaristlerinin tutumunun tam karşıtı olmasını gerektirir."
Bu tartışmalar elbette devrimci üniversite ve ordu gençliğini de etkiliyordu.
Ne yazık ki, o dönem özellikle MDD’yi savunan devrimci gençler üzerinde etkili
olan Mihri Belli “gerçekten sosyalist bir politika” izleyemememiş ; Türkiye İşçi
Partisinden koparttığı devrimcilerin, emekçi yığınlarla birlikte “sosyalist” bir parti
çatısı altında örgütlenmesini önlemiştir.
MUHTEŞEM İKİLİ-KILAVUZLAR
Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın; 27 Mayıs 1960 hareketi sırasındaki
yalpalamalarını daha önce anlatmıştık. 27 Mayıs sonrası Albay Osman Köksal
Muhafız Alayı Komutanı, General Cemal Madanoğlu da Ankara Komutanı olarak
MBK içinde etkindir. Ancak Talat Aydemir öncülüğünde 6 Haziran 1961 Ordu
Gençliği Hareketiyle bu görevlerinden alınırlar. 1961 seçimi sonrası Tabii Senatör
olurlar. Sonra tabii senatörlükten ayrılırlar. Zamanın Cumhurbaşkanınca
kontenjan senatörü yapılırlar.
Dr. Hikmet KIVILCIMLI bu kişileri Finans Kapitalin adamları olarak görür. 6
Haziran 1961’de bunların tasviyesini, Finans Kapital’e vuruş olarak adlandırır.
Bu kişiliklerin “Karşı-Devrimcilikleri” DEVRİM gazetesi yazarlarınca gençlerden
saklanacaktır. Belki de Doğan Avcıoğlu bu iki kişinin zayıf taraflarını bilerek
kullanmak için gazetesinde bunları “27 Mayıs’ı Yapan Kahramanlar” olarak
tanıtacaktır. Belki de Orhan KABİBAY’ın Generallerine (Gürler-Batur-Kayacan)
koz olarak elinde bulundurmak istemiştir. Ne yazıktır ki, o dönemler de gençlerinaydınların kılavuzları bunlardır.
“SOL” KUŞATMAYA DEVAM
MİT Madanoğlu Cuntası diye bilinen 9 Mart Cuntası Sivil kesiminin toplantılarını
19 Mart 1967’den, 08.Nisan.1972’e kadar cuntaya sızan Ajan Mahir Kaynak
tarafından kayda aldırdı. Bu kayıtlar mahkemeye delil olarak sunuldu. Bu
tutanaklardan : (Aşağıdaki yazıda adı geçen MİT elemanı Mahir Kaynak’tır).
14 KASIM 1969 TOPLANTISI
“İstanbul'da İlhan ÜNDEĞER'in evinde Emekli Kurmay Albay Zeki ERGUN,
Kurmay Albay Adnan ARA-BACIOĞLU, Hava Kurmay Albay Fahrettin TEZEL,
Hava Kurmay Albay Orhan Seyfi GÜVEN, Emekli Hava Kurmay Albay Necdet
DÜVENCİOĞLU, Osman KOKSAL, İlhan SELÇUK, Doğan AVCIOĞLU, Hıfzı
KAÇAR ve MİT elemanından teşekkül etmiş ve Osman KÖKSAL'ın başkanlığında
yapılmış ve saat 20. den 24.00'e kadar devam etmiş bir toplantıdır. Ev sahibi İlhan
ÜNDEĞER ve eşinin toplantıdan önce evden ayrılmış oldukları cihetle toplantıda
bulunmadıkları anlaşılmıştır. Toplantıya gelenler tedbir olarak gerek gelişlerinde
ve gerekse toplantı esnasında sık sık testler yapıp etrafı tarassut etmişlerdir.
Toplantı, MİT elemanı raporuna müstenittir. (Dosya 1. Dizi 23-24).
Bu toplantıda;
………………………………………………
Adnan ARABACIOĞLU bu defa Doğan AVCIOĞLU'na: “Sivil demek 3-5 kişi
demek değildir. İsim sormuyorum, bazı gruplarla temas halinde misiniz? Tabanınız
var mı, bunlara ne ölçüde etki yapabilirsiniz” tarzında bir soru yöneltmiş,
Buna karşılık Doğan AVCIOĞLU: “Sosyal Demokrasi Derneklerini ele
geçiriyoruz. Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Devrimci Gençlik Federasyonu
bizden.” cevabını vermiştir.
Bilâhare Adnan ARABACIOĞLU izlenecek dış politika ile ilgili olmak üzere: “Dış
politikamız ne olacaktır” sorusunu sormuş. AVCIOĞLU da cevaben: “Herkesle
dostluk politikası güdeceğiz, herkesten yardım alacağız.” demiş..
İlhan SELÇUK söze karışarak aynı suale cevap olmak üzere: “Bağımsız olacağız
ve kabul edin ki bu Amerika'nın aleyhine olacaktır. İhtilâlin ilk bildirisinde Nato'ya
ve Cento'ya bağlıyız sözlerine lüzum yok. Ama kabaca ittifaklara riayet ediyoruz
der ve geçeriz.” demiş,
Bunun üzerine Adnan ARABACIOĞLU İlhan SELÇUK'a : “Nato'dan çıkacak
mısınız?” diyerek konuyu açıklamaya matuf yeniden bir sual sormuş.
İlhan SELÇUK: “Hemen çıkmağa lüzum yok.” diye cevap vermiştir.
Bu meyanda söze karışan Hava Kurmay Albay Fahrettin TEZEL : “Yabancılar
yardımları bağımsızlığımızı zedeleyerek verdiğine göre, AVCIOĞLU herkesten
yardım alıp nasıl bağımsızlığımızı koruyacak. Burada bir mantık hatasına
düşüyor.” şeklinde bir konuşma yapmıştır. ……………………………………………”
31 ARALIK 1970, ANKARA,
DOĞAN AVCIOĞLU'NUN İŞ YERİ:
Ankara'da Doğan AVCIOĞLU'nun bürosunda Doğan AVCIOĞLU ile Osman
KÖKSAL, soyadı tespit edilememiş, Cengiz isimli bir şahıs ve yine ismi tespit
edilemeyen fakat Albay olduğu anlaşılan bir kimse arasında yapılmış bir
toplantıdır. Ses bandı ve tapesine müstenit bulunmaktadır. (Dosya. 1. Dizi: 253272)
Bu toplantıda;
Kimliği meçhul şahıs; Polatlı ile teması olup toplantı için kendisini zamanlı
zamansız çağırdıklarını ve bazı gençleri ayarladığını, bu arada Fethi GÜRCAN'ın
oğlu Yiğit GÜRCAN (Ömer Gürcan T.Ç) ile de temas kurduğunu ve bu grubun
liderini de tanıdığını bildirmiş ve bu sırada Doğan AVCIOĞLU söze karışarak
«Mucip» adını söylemiştir.
Aynı şahıs;
Devrim için iki gündür gece yarılarına kadar toplanan gençler arasında
bulunduğunu, hattâ bu arada Sarp'ın kendisini suçladığını ve diğer taraftan Orhan
KABİBAY ile de teması olduğunu fakat bu şahsın hastalığı sebebiyle işlerin
aksadığını bildirmiştir.
Aynı gün yine Doğan AVCIOĞLU'nu bürosunda ziyaret eden TMGT ikinci Başkanı
Cengiz HARCIOĞLU ile yapılan görüşmede Doğan AVCIOĞLU bu şahıstan Sarp
KURAY'ın durumunu sorarak bu gruptan vurucu güç olarak faydalanmasının
mümkün olabileceği düşüncesine sahip bulunduğunu açıklamış ve ne kadar vurucu
kuvvete sahip olunursa o kadar iyi netice alınacağını belirtmiştir.”
19 TEMMUZ 1970, İSTANBUL C. MADANOĞLU'NUN EVİ:
İstanbul'da Cemal MADANOĞLU'nun evinde Cemal MADANOĞLU, Osman
KOKSAL, Hıfzı KAÇAR, İlhan SELÇUK ve MİT. elemanının biraraya geldikleri,
bir toplantıdır. MİT. eleman raporuna müstenittir. (Dosya. 1. Dizi. 38)
Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; son olarak Hava Generali Aydın KİRİŞOĞLU ve hava
Albay İlyas ALBAYRAK ile temas ettiğini, fakat sivillere daha çok önem vermeleri
gerektiğini, önce dışarı da ortam hazırlayıp sonradan askerleri harekete katmayı
kabul etmeleri lâzım geldiğini söylemiş ve Osman KÖKSAL'da aynı fikirde
olduğunu ifade etmiştir.
Ayrıca MADANOĞLU MİT … elemanı aracılığı ile Doktor Hikmet KIVILCIMLI
ve" Profesör İsmet SUNGURBEY'i sivil teşkilâtlanma mevzularını görüşmek üzere
evine davet etmiş ve Mihri BELLİ ve bazı talebe liderleri ile görüşmesini temin
görevi vermiştir.
12 EYLÜL 1970, İSTANBUL C.MADANOĞLU'NUN EVİ
İstanbul'da Cemal MADANOĞLU'nun evinde ve Başkanlığında Osman KOKSAL,
Hıfzı KAÇAR, Öğretmen Cengiz BALLIKAYA, Öğretmen Doğan ERDOĞAN ve
MİT… elemanının iştiraki ile yapılmış bulunan bir toplantı olup MİT. eleman
raporuna müstenittir. (Dosya. 1. Dizi. 40)
Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; kendisinin yokluğunda neler olduğunu ve hali hazır durumu
sormuş, bu arada Öğretmen Cengiz BALLIKAYA'nın, Mihri BELLİ'nin bir ajan
olduğu ve Devrimci hareketi baltaladığı yolundaki sözleri üzerine de: “Biz
birbirimizi itham etmeyelim.” diyerek Mihri ile konuşmak ve işbirliği yapmak
niyetinde olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca; Dev-Genç, Sosyal Demokrasi Derneği ve TÖS arasındaki işbirliğinin
pratik yollarının nasıl olması gerektiği hususunda konuşmalar yapılmış ve genel
olarak bütün teşkilâtlara sızmak suretiyle onların ele geçirilmesi prensibine
varılarak bu konuda Öğretmen Cengiz BALÜKAYA ve Doğan ERDOĞAN'ın MİT…
elemanı ile birlikte bir çalışma programı yapmaları kararlaştırılmıştır.
24 EYLÜL 1970, İSTANBUL,
C. MADANOĞLU'NUN EVİ:
Cemal MADANOGLU'nun İstanbul'daki evinde Cemal MADANOĞLU, Hıfzı
KAÇAR, Öğretmen Cengiz BALLIKAYA, Avukat Hüseyin ONUR ve MİT…
elemanının birlikte yaptıkları bir toplantıdır. MİT eleman raporuna
dayanmaktadır. (Dosya. 1. Dizi. 41). Bu toplantıda bulunanlar ceketlerini
çıkararak oturmuşlardır. Sebep de üzerlerinde teknik cihaz olup olmadığını
anlamış olmak idi. Bu toplantıda;
Cemal MADANOĞLU; konuşmaların, insan beline takılan bir kuşak üzerine
yerleştirilen bir teknik cihazla tespit edildiğini ve bu cihazın anteninin ceket
yansına yakın bir yere kadar getirildiğini anlatmış ve daha sonra da, Ankara'da
Rus Kültür Ataşesi'nin bir gün Devrim Gazetesi idarehanesine gelerek kâğıt
üzerine “Bahçelievler'deki toplantılarınız izleniyor, Komando Birliğindeki
adamınız biliniyor.” diye yazdığını söylemiştir.
Daha sonra Ordu içindeki durum incelenmiş ve Kara Kuvvetlerindeki başarısızlığa
rağmen Hava ve Deniz Kuvvetleri içinde güçlü olduklarını ifade etmiştir.
MADANOĞLU bilâhare, 150 - 200 kadar gözü kara adama ihtiyacı olduğunu,
bunlarla ya iktidarın ele geçirileceğini veya iktidarın kendilerini hesaba katmadan
iktidarda kalamayacaklarını söylemiş ve bundan sonra kendilerinin siviller
arasında da yeraltı faaliyetleri yapmaları lâzım geldiği hususuna dikkatleri çekmiş.
MADANOGLU ayrıca, bir güç birliğinin zaruretinden bahsetmiş ve bunun için
TÖS, DİSK, DEV-GENÇ ve TMGT'nin bu güç içinde olmasını söylemiştir. Ve
Kürtçülük, Mao'culuk Lenincilik gibi aşırı hareketlerden sakınılması yolunda
talimat vermiştir.
9 OCAK 1971, İSTANBUL,
MİT ELEMANININ EVİ:
İstanbul'da MİT elemanının evinde İlhan SELÇUK, Necdet DÜVENCİOĞLU, Türk
Devrim Ocakları Başkanı Ahmet Güryüz KETENCİ, Raif ERTEM, Cengiz
BALLIKAYA, Ali SİRMEN, Önder UÇTA ve MİT elemanının iştirakiyle yapılmış bir
toplantı olup ses bantı ve tapesi ile tespit edilmiştir. (Dosya. 1. Dizi: 390-411).
Bu toplantıda:
İlk sözü alan İlhan SELÇUK: “Arkadaşlar, maksadımız elele beraberce yürümek.
Şimdi bir kere hepimizin içinde bir şey yapma ihtiyacı var. İnsan tek başına bir şey
yapar. Bir de beraberce bir şeyler yapar. Türkiye de beraberce işler yapmak için
birtakım örgütler var; İşçi Partisi. Dev-Genç, TMGT, Devrim Ocakları, Halk
Partisi, TÖS var, şu var bu var. Bunlar bir şeyler yapıyor ama bunlar birbirinden
çok ayrı ve zaman zaman birbirleri ile çatışan ve çelişen gruplar halinde ortada
görünüyorlar. Öğretmen olmadığım için TÖS'e gidemiyorum. İşçi Partisine girsem
huzursuz bir durum oluyor. Yazar olarak Halk Partisine girsem büsbütün olmaz.
Öbür dernekler de böyle, muallaktayız.
Ya ufak bir fikir ihtilâfı olduğu için, ya başındaki adamları beğenmediği için veya
başka sebeplerden böyle başka bir dayanışmaya ihtiyaç duyulduğundan ötürü
galiba burada toplandık. Ben şimdi amacımızı şöyle düşündüm. İlkelerimizi şöyle
tespit ettim. Amacımız:
1 — Millî Misak sınırları içinde Ülke ve Ulus Birliğini esas tutarak Sosyal Adalet
koşullarını gerçekleştirmek. 2 — Devrimci hamlelerle Demokrasiyi kurmak. 3 —
Çağdaş uygarlığa yani sömürüşüz uygarlığa kavuşmak. 4 — Mustafa Kemal
Atatürk'ün İstiklâli tam ilkesini gerçekleştirmek.
Amacımız Türkiye'de Sosyalizmi kurmaktır, diyebilirdik. Şimdi bakıyorsunuz sol
kesime, bir kısmı diyor ki, amaç Sosyalizmdir. Ama ilki Millî Demokratik
Devrimdir. O aşamadan sonra gelinir. Öbürü diyor ki hayır doğrudan doğruya
Sosyalizme gidilir. Biri de diyor ki; Sosyalizm ne demektir. Atatürkçülük, bir kere
baştan parçalanıyor. Halbuki lâflarla parçalanıyor.
Gelecekler düşünüldüğü zaman Marksist-Leninist öğreti dediğimiz kanunlara,
kanunları bize anlatan şeyi düşündüğümüz zaman bir süreç içinde... bu sürecin
kanunlarını iyi saptarsak şu noktalar etrafında birleşebiliriz. Madem ki bir yere
doğru mert bir şekilde kesimlerde yürümek gerekiyor. O zaman elbirliği verecek
kimseler bu amacın içine girebilirler diye düşündüm. Fakat bu büyük amaca
giderken ilkelerimiz ne? Programımız ne? Ne yapabiliriz, ne edebiliriz, diye.
Durum muhakemesi şöyle: Türkiye'nin sol kesimindeki değişiklikler dediğimiz
zaman aralarında büyük uçurumlar olan sol örgütler vardır. Bu dağınıklık, hem
cesaretleri kırmakta, hem umutsuzluk gerekçesi olmaktadır. Ama bu dağınıklığı
birleştirici güçte bir olağanüstü Devrimci eylem patlak vermeden durum sürecek
gibidir. Salt Örgütlerin içindeki Devrimciler de karamsardırlar.
MİHRAK
Bu halde ne yapmak gerekir? Denemeler göstermiştir ki, bir yeni mihrak noktası
kurup bütün Devrimci Örgütlere hâkim olma çabası, yeni bir hizip ve yeni bir
ayrılık yaratacaktır. Bunun için sorunu bir iktidar ve iddia sorunu olarak değil, bir
hizmet anlayışı içinde ele almak gerekir. O zaman hem kendimiz açısından yararlı
olacak, hem Türkiye'deki Devrimci eylem açısından yararlı bir iş yapmış olacağız.
İlkelerimizin şöyle olacağını düşündüm.
1.
Cumhuriyetçilik baş koşuldur.
2.
Milliyetçilik devrimin temelidir.
3.
Devletçilik kalkınmanın yöntemidir.
4.
Lâiklik Cumhuriyetin tamamlayıcısıdır.
5.
Halkçılık vazgeçilmez yöntemdir. Milletin içinden halk ve imtiyazlı sınıflar
ayırımı, Milleti ikiye ayırıp tehlikeli çatışmalara yol açan bir durumdur.Millet
içindeki imtiyazlı tabaka ve sınıfları, imtiyazlarından tasfiye ederek halk içinde
eritmek ve Millî Birliği sağlamlaştırmak yolunda gereklidir.
6.
Ordu Millet Ordusudur. İmtiyazlı bir sınıfın Ordusu olmak kadar, imtiyazlı
Ordu olmak da Türk Devletini yıkar.
7.
Ordu disiplini esastır. Türk Silâhlı Kuvvetlerinin disiplin geleneği Devrim
eylemi içinde titizlikle yürütülecektir.
8.
Ordu günlük politikasının dışında, Devrim ideolojisinin içindedir.
Bağımsızlığın teminatı; Devrimin güvencesi Silâhlı Kuvvetlerin, Devrim Ordusu
olarak zindeliğini korumasına bağlıdır.
9.
Devrimi Sivil-Asker Devrimci yürütür. Devrimcilikte Sivil-Asker ayırımı
yoktur. İster Asker, ister Sivil olsun Devrimcilikte Devrim üniformasıdır esas olan.
10.
Devrim halkın itici gücüne dayanacak ve yürüyecektir. Atatürk'ün deyişi ile
memleketin asıl sahibi ve efendisi olan köylü ve işçi yönetimde öncelikle söz
sahibidir. Demokratik düzen, köylü ve işçinin yönetimde söz sahibi olması île
kurulur ve işler, Devrim, Devrimlerle Demokrasiye ulaşmak ilkesindedir.
DARBE NASIL YAPILIR?
Sözlerine devamla İlhan SELÇUK; zaten bu ilkeler yazılarda, konuşmalarda
söylediğimiz hususlardır. Bunlar hakkında itirazlar varsa onları konuşacağız
burada. Maksat birlik ve beraberlik içinde ilkeden yürümek.
Şimdi uygulama meseleleri ve ondan önce bizim ne yapabileceğimiz konuları var,
biz birtakım hizmet erleriyiz... Bizim kendi içimizde Devrim hareketine bir katkıda
bulunmak iddiası var ise bunu bir çekirdek olarak bu akşam başlatmak istiyorum.
Zannediyorum ki bu akşam bundan toplandık. Fakat bu çekirdek bir yerde sağlam
ölçüler içinde kurulmazsa ondan sonra hayal kırıklığı büyük oluyor. Şimdi
Türkiye'de birtakım iyi niyetli, hüsnüniyetli hareketler başlamıştır. Bu hareketler
gelmiştir, gelmiştir bir yerde yıkılmıştır. Niye yıkılmıştır onu da söyleyeyim. Biz
burada oturuyoruz, bir parti kuracağız, ama şu anda parti kurmak isteyen BEHİCE
de parti kuruyor, onun yanında başka şeyler de var. Bir yeraltı örgütü kuralım
desek onu da kuranlar var. Ya sandıktan çıkalım, ya darbe yapalım, iktidara
geçelim.
Darbe nasıl yapılır? Orduyu elde etmekle. Sandıktan nasıl çıkılır? Bütün Türkiye'yi
elde etmekle, etkilemekle. Şimdi bunların ikisi de çok büyük işler. Öyle işler ki, size
biraz şey vereyim. Meselâ Sovyet Rusya'da bütün örgütler yıkıldığı zaman, ne
bileyim ben, Kafkasya’da bir Stalin Örgütü ayakta durabiliyor. Yani bütün
Türkiye'de bütün kuvvetleri zaptırapt altına alacak bir örgüt kurmak kimsenin
nasibi değil ama devrimci istikâmette olan hareketleri destekleyecek, hizmet
yapacak, iktidara geçip hizmet yapacak ve bütün Devrimci hareketleri
destekleyecek birtakım hizmetler yapabilir.
İşte biz bu hizmetleri yapmak için bir araya gelmiş kadro olacağız. Bunun için bu
hizmetin iktidara gelme veya maddi hiçbir çıkarı mevcut değildir. Ahmet'in hareketi
bizi aşıyormuş, o iktidara daha yakınmış kıskanmayacağız onu. Mihri Behice'yi
kıskanıyormuş, Behice Mihri'ye kızıyormuş. Ama o başa geçer. Aman geçsin, geçsin
ki şu şeyi yapsın. İşte biz onun desteği olalım. Havacıların içinde Devrimci bir
örgüt varmış, onun yanındayız. Bütün ileri hareketleri desteklemek, gerici
hareketlerin karşısında olmak bizim şiarımız olacaktır.
KADROLAŞMA
Hizmet anlayışımızı şöyle maddeleme imkânı oldu.
1Bütün sol örgütleri bir irade altında toplayacak Merkez olma iddiasında
değiliz. Her bir örgütün kendi içindeki bağımsızlığı, her bir örgütün içinde
bulunduğu ortam ve koşullara göre hareket etmesi zorunluluğunu kabul etmek
gerçekçi bir görüştür.
2Birleştiriciyiz. Her bir örgütün birleşmesi için gerekli ortamı yapmak, çaba
göstermek, soldaki çatlakları yapıştırmak için hoşgörü ve elâstikî olmak gerekir.
3Bütünleştiriciyiz. Çoğu zaman ayrılıklar Devrimci teorinin iyi
saptanmamasından, ya da kişisel itişmelerden doğmaktadır. Bu hastalıkları iyi
etmeğe çalışarak bütünleşmeğe önem vermeliyiz.
4Devrimci kesimin vurucu güçleriyle önce Sivil güçler arasında uçurumlar
kazmak Emperyalizmin stratejisi ve taktiğidir. Bu taktiği boşa çıkarmak için elden
ne gelirse yapılmalıdır.
5Çeşitli örgütler arasında zincirin halkaları gibiyiz. Bu örgütlerin içinde
bulunan arkadaşların, örgütler arası düşünce ve eylem birliğini sağlamak için
çalışmalıdır.
6Devrimci düşüncenin eylemde doğru yola girmesi için ağırlığı o yana
kaydırmakta, gerekince ağırlığımızı koyarak yön tayininde etkili olmak
görevimizdir.
7Geleceğe hazırlık için, geleceğin toplumuna ait tasarı ve plânları, yapıcı
açıdan hazırlanmalıyız.
Bu günkü topluma eleştiri açımızdan bakılmakta, ama eski kurumların yerine nasıl
ve hangi kurumların konacağı sorusu açık kalmaktadır. Bu açığı kapamak için
çalışacağız.
İlhan SELÇUK sözlerine devamla: “Yani arkadaşlar el ele verirsek bizim
kadrolaşma hareketimiz iktisatta, hukukta, Askerî kesimde, bankacılıkta ve
anayasacılıkta, devlet teşkilâtında, şurada, burada birtakım yardımcıları olacaktır.
Bütün bunlara geleceğin Türkiye'sinin nasıl olacağı konusunda çalışmalar
yaptıracağız. Bu çalışmaları değerlendireceğiz, birleştireceğiz. Kadrolaşma böyle
oluyor, bu şart. Bankaları devletleştirelim diyoruz değil mi? Nasıl
devletleştireceğiz? 29 tane banka var. İşte bugün radyodan ilân edildi. Nasıl
birleştireceksin. İşte birtakım çalışma kuralları koymuş oluyoruz. Bunun dışında
bir de araçlarımız var, bir de uygulama yöntemlerimiz var. Buraya kadar olanlar
için bilmiyorum bir itirazınız var mı?” demiş.
SAĞA DA GİDER SOLA DA
Cengiz
BALLIKAYA:
“İlhan
SELÇUK'un
söylediklerine
aynen
katılıyorum.”dedikten sonra Orduyu karşılarına almadıklarını bundan önceki
toplantılarda da bu yolda karara vardıklarını söylemiştir.
İlhan SELÇUK: “Bugün Ordu öyle bir durumda ki, diyelim ki ileriye açıktır. Fakat
bir harekete geçtiği vakit bugün olduğundan daha sola gidebilir.. Hem de duruma
göre sağa gidebilir. Yani bunun garantisi yoktur. İşte onun garantisini ancak bizim
kesimdeki gelişmeler yaratacaktır. Yani biz bunu şöyle formülleştirebiliriz. Biz
orduya tabi değiliz, Orduyu etkilemeye çalışacağız.”
Söz alan Raif ERTEM: “Bu toplantının iki amacı var. Birincisi, hali hazırdaki
durumda bir hareket, biz devrime kadar neler yapabiliriz, nasıl yapabiliriz. Bugün
birçok teşkilâtlar var. Dev- Genç, TMGT, TÖS var, Ordu var. Birçok teşkilât var.
Amacımızı, prensiplerimizi bu gruplara biz nasıl empoze edebiliriz.
Devletleştirmekten ne anlıyoruz? Devletleştirme nedir? Hattâ sınıf meselesi. Bu
laflar çok laflardır. Devrimden sonra dış ticaret nasıl, Bakkallar nasıl
teşkilâtlandırılır? Beyoğlu'ndaki bir sürü o ufak dükkânları nasıl kaldırırız?:.”
İlhan SELÇUK: “Devletçilik şöyle ilerleyecek. Devletçiliği ilkelerimizde şöyle
saptadık. Devletçilik kalkınmanın yöntemidir. Devletçilik her mahallede bir
milyoner politikasına değil, halka dönük devletçilik olacaktır... Halkçılık
vazgeçilmez yöntemdir. Beşinci maddede böyle saptadık. Devletçilik ile halkçılık
birbirlerine bir yerde kapanıyor. Onuncu maddede, Devrim halkın itici gücüne
dayanacak ve yürüyecektir. Atatürk'ün deyişiyle Memleketin asıl sahibi olan köylü
ve işçi yönetimde öncelikle söz sahibidir» dedi. Tabiatiyle fabrika yönetiminde de
demokratik düzen köylü ve işçinin yönetiminde söz sahibi olmasıyla kurulur ve
işler.
Devrim devrimlerle Demokrasiye ulaşmak ilkesindedir. Devrimcilik tek başına
süreç olarak alınmıyor zaten. Ondan sonra ayrıca bir de uygulama yöntemleri var.
Bir de ayrıca bu noktaya gitmek için araçlar var. Araçlara geldiğimiz zaman,
orada Devrimci Parti aracını göreceğiz. Devrimci Parti, öğretmenler, gençlik ve
ordu. Araçlar, Devletçiliğin halkçılığa, işçiye, köylüye dayandığını ortaya
çıkaracak.”
Ali SİRMEN: “Halkçılığa şöyle bir teklifim var: Türk ulusunun maddi ve manevi
değerinin yaratılmasında alın teri bulunan ve maddî ve manevî değerlerinin en iyi
şekilde yaratılmasında, bunların en iyi şekilde gerçekleştirilmesine ve ilerlemesine
engel olmayan kişiler Türk halkının ayrılmaz parçalarıdır, dersek o zaman
ithalâtçı, ihracatçı yok Moranolar bilmem neler engel oldukları için, yani belirli
bir üretimde engel oldukları için, kolaylıkla bunun dışında bırakılmış olabilir.
Böylece de halka dönük Devletçilik belirtilmiş olur” demiştir.
DEVRİM ÜNİFORMASI
İlkelerin 9 ncu maddesinde yer alan Devrimi Sivil-Asker devrimci yürütür.
Devrimcilikte, Sivil - Asker ayrılığı yoktur. İster asker ister sivil olsun.
Devrimcilikte Devrim üniformasıdır esas olan.. Bölümü ile ilgili olarak yapılan
açıklama ile ilgili olarak söz alan İlhan SELÇUK: “Bu köylüyü, işçiyi, askerin
seviyesine çıkarmak demektir. Bu komünist partisinin de ilkesidir” demiş ve ayrıca
ortaya konmuş olan ilkelerin yer yüzünde Baas partisinden komünist partisine
kadar bütün her taraftaki Devrimci Partilerin ilkesi olduğunu ifade etmiştir.
Yapılmış olan görüşmeler sonunda maddeler üzerinde mutabakata varılmıştır.
Ayrıca da bu hizmet prensipleri altında inşasını düşündükleri Türkiye için dört
amaç saptamışlardır.
1Köylü - işçi, esnaf, küçük toprak sahibi ve milli sanayiciden meydana
gelecek DEVRİM PARTİSİ kurulacaktır.
2Siyasi parti kadrolarına eleman hazırlayacak, yozlaşmağa istidatlı
kurumlara karşı Devrim ilkelerinin direnme kaynağı olacak ve bütün Anadolu'yu
kapsayacak GENÇLİK ÖRGÜTÜ teşkil edilecektir.
3Bütün toplumu Devrimci bilinç ve bilgiye kavuşturmakla görevli
ÖĞRETMEN ÖRGÜTÜ kurulacaktır.
4Millî Bağımsızlık ve kalkınmayı amaç edinen Devrim eyleminin desteği
olarak, iç ve dış düşmanların karşısında bulunacak SİLAHLI KUVVETLER
kurulacaktır.
5Devrimci partiye genç subay ve öğretmenin üye olabileceği kabul
edilmiştir.
Bu programların uygulama yönleri (Başlıklı kısmında)
1Kooperatif çiftliklere dayanan bir tarım yapısı kurulması,
2Dış ticaret, banka ve sigorta şirketlerinin
kamulaştırılması,
3Yabancı sermaye kuruluşlarının millileştirilmesi,
4Büyük sanayinin devletin elinde olması,
5Ulusal ordunun gerçekleştirilmesi,
6Amerika ile bağımlı ilişkilere son verilmesi,
7Ulusal bir savunma stratejisi tespit edilerek bu stratejinin çizilmesinde halk
savaşma önem verilmesi gibi esaslar yer almıştır.
Toplantıda ayrıca, faaliyet mensuplarının kadrolaşmayı genişliğine ve derinliğine
geliştirmekle görevli olduğu, üyelerin bir kişiyi kendisine irtibat noktası seçip
teması onunla yapacağı ve faaliyetlerin şimdilik İstanbul'a münhasır bulunduğu ve
bilâhare Türkiye'deki Devrimci hareketlerle birleşileceği bahis konusu edilmiştir.
15 Ocak 1971 günü saat 19.30 da Ferruh ÖZDİL'-in evinde toplanmak üzere
toplantıya son vermişlerdir.”
DEVRİM DERGİSİNDE görev alan ve o dönemde yazılar yazanlar, 12 Mart
sonrasında Devrimci Gençliği, “silaha sarılmakla”, “goşistlikle”, “çıkmaz yola”
girmekle suçlayanlar, 12 Mart öncesi aynı gençleri adeta silahlı eylemlere teşvik
ediyorlardı.
DOĞAN AVCIOĞLU-GERİLLA
(Devrim, 23 Şubat 1971)
NATO’nun kuzeyden gelecek her saldırıya karşı Türkiye’yi korumayacağı, ünlü
Johnson mektubuyla anlaşılınca, Genelkurmay’da bir ulusal savunma stratejisi
çizme ihtiyacı doğdu: Türk vatanı, üstün hasım karşısında kendi olanaklarıyla nasıl
korunacaktı? Bu sorunun cevabı gerilla idi. Bütün mazlum milletlerin, süper devlet
saldırıları karşısında tek savunma yolu gerilla idi. Çok başka koşullarda yürütülen
Kurtuluş Savaşımız dahi, bir gerilla hareketi olarak başlamış değil miydi?
Gerilla savaşı için hazırlanma zorunluluğu Genelkurmay’da herkesce teslim edildi.
Fakat bu yolda ciddi bir adım atılmadı. Gerilla savaşı, Johnson mektubuyla birlikte
unutuldu gitti...
Şimdi Türkiye’de başka tip bir gerilla savaşının belirtileri görülüyor. Bu, ülke
içinde, siyasi iktidarlara egemen sınıflara ve emperyalistlere karşı bir savaş...
Adına “şehir gerillası” deniyor ve bu savaşı devrimci gençliğin başlattığı öne
sürülüyor.
Oysa, devrimci gençlik kitlesi, üç-dört yıl öncesine kadar, yürürlükteki hukuk
düzeni içinde, Devrim’in sandıktan çıkacağı inancındaydı. Enerjisini, ilerici
saydığı siyasi partilerin saflarında harcıyordu. Bu tutumda belirli ilk değişiklik,
1968 yılında görüldü: Gençlik üniversitede reform istiyordu. Aradan üç yıl geçti,
hiçbir şey yapılmadı. Gençlik, kurulu düzen taraftarlarının reform yapamayacağını
gördü. Reform yerine, iktidarlar, devrimci gençliğin karşısına silahlı komandolar
dikti. “Fruko”lar, kırmızı görmüş boğa gibi devrimci gençliğin üzerine sürüldü.
Vahşet, son SBF ve Hacettepe olayları ile görülmemiş ölçülere ulaştı. Silahlanmak
ve savaşmak, “nefis müdafaası”nın gereği oldu.
Gençlerin ilerici saydığı siyasi partiler, giderek gençliğin aleyhine döndüler.
Antiemperyalist eylemleri kınadılar. “Haytalar, serseriler” edebiyatı başladı.
Silahlı çatışmalardan devrimci gençlik suçlu tutuldu.
Politikacılar, oybirliği ile gençliği suçlamaya koyulurken, ülkede ekonomik ve
toplumsal bunalım şiddetlendi. Toprak ve fabrika işgalleri hızlandı. Köylüler,
barikatlar kurdular; işçiler sokaklara döküldüler. Yargıçlar yürüdüler, vali ve
kaymakamlar dahi direnişe geçtiler. “Şellefyan düzeni” bütün pislikleriyle gözler
önüne serildi.
Bu iflas tablosuna rağmen, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte siyasi parti
yöneticileri, gaflet ve dalalet çizgisindedirler. Bunlar, içine düşülen çıkmaza bir
çözüm getirmekten acizdirler. Ne Demirel’in düşmesi, ne de erken seçim hiçbir şeyi
değiştirecek değildir. Parlamento, partilere ve meb’uslara Hazine’den para
sağlamak amacıyla Anayasa’yı değiştirmeye kalkışacak kadar akıl almaz bir
vurdumduymazlık içindedir. Millet Meclisi’nde Abdülhamit övülmekte, Atatürk
yerilmekte ve inşa olunacak Meclis Camii’nde Cuma namazı kılınıp kılınamayacağı
tartışılmaktadır.
Manzara-ı Umumiye, 1919 yılını hatırlatacak kadar karanlıktır. Devrimci gençlik,
bu duruma haklı olarak isyan etmektedir. Artık hiçbir etki uyandırmayan bildiriler,
toplantılar, gösteriler dönemi geçmiştir. Polis vahşeti, bunu en açık biçimde
göstermektedir. Gençliğin kurulu düzeni protestosu -istense de istenmese de- en
şiddetli biçimlere dönüşmektedir. İktidarın vahşet tedbirleri, kaçınılmaz biçimde
devrimci şiddeti körükleyecektir.
Şehir gerillası, bu çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Ve hatırlanmalıdır ki,
egemen sınıfların yayılmasından pek korktukları gerilla, toplumun aynı isyanı
paylaşan uyanık kesimlerinden destek gördüğü takdirde mümkündür. İktidarın
vahşetine karşı dikilen toplumun uyanık kesimleri, devrimcilerin safında cesaretle
yer aldığı ölçüde, gerilla, yenilmez bir güç haline gelir.
Türkiye’de şimdi bu koşullar hızla oluşmaktadır. Ülkede devrimci bir iktidar iş
başına gelene kadar bu koşullar değişmeyeceğine ve hatta ağırlaşacağına göre,
gerilla eylemlerinin büyümesi ve genişlemesi beklenmelidir. Ancak devrimci bir
iktidar, devrimcilerin bugün şiddete yönelen enerjisini, ülkenin inşasına çevirebilir.
Faşizmin artan vahşetine de son vermek üzere, var gücümüzle devrimci bir iktidar
için mücadele edelim.”
DELİKANLILAR-TRENİ KAÇIRMAMAK
Parti örgütlülüğünden ve disiplininden yoksun bırakılan devrimci gençler bu
kargaşa içerisinde kendi göbeklerini kendileri kesmek zorunda kaldılar.
Tartışılan konu özünde yine mücadele biçimlerine ilişkin bir sorundu. DEV-GENÇ
yönetimine etkin olan grup, bir yandan Beyaz Aydınlığın "İşçi sınıfının objektif
şartları yoktur" önermesine ve “cuntacılığa” karşı çıkarken, “halk savaşı yoluyla
devrimi”, “gerilla savaşını” savunuyor, bu öncülüğü henüz örgütlenmesi
tamamlanmış “işçi sınıfı” adına “profesyonel devrimcilerden” oluşan “gerilla”nın
yapacağını ve mücadele içinde “işçi sınıfı”nın örgütlenerek “partisinin”
oluşacağını varsayıyordu. Ama ayrılıkların sonu gelmiyordu. “Halk savaşı” kırdan
mı başlamalıydı, şehirden mi? Esprili bir şekilde KIRŞEHİR’DEN başlatılmasını
önererek “Orta yolu” bulmaya çalışanlar da yok değildi.
Kontr-gerillanın cinayetleri, özellikle Taylan Özgür’ün katli ile başlayan ve devam
eden cinayetler, tutuklamalar devrimci gençleri “silahlanmaya” ve “gerilla” tipi
örgütlenmelere yöneltiyordu. Öğrenci liderleri birer birer vuruluyor, ya da
tutuklanıyorlardı. Artık, okullarına, evlerine gidemez olmuşlardır. Bilinçli bir
şekilde yok ediliyorlar veya kendi kitlelerinden tecrit ediliyorlardı.
Artık şehirlerde yaşama olanakları kalmamıştı, şehirleri kırdan kuşatmak için
gerilla yaşamına başlamalıydılar. “Dağların özgür havası” onları bekliyordu.
Bu ortam, bir yandan egemen güçlerin, diğer yandan “cuntacılar”ın ekmeğine yağ
sürüyordu.
Egemen güçler, giderek güçlenen halk kitleleriyle bağ kuran devrimci hareketin,
kalıcı örgütlenmesini ve yükselen dalgasını önlemek için “ağlarını” germiş;
“Devrimci Cuntanın” içerisine ajanlarını, ajan provokatörlerini yerleştirmiş,
“balığı” başından “kokutmuş”, tespit ve tecrit etmek üzere ağa düşen devrimci
subayların çetelesini tutmaya başlamıştı. Önce devrimci subaylar tasfiye edilecek,
daha sonra da, su üstüne çıkan “balıklar” teker teker avlanacaktı.
“Cunta”nın sivil-asker “zinde güçleri” ise ; çepeçevre kuşatıldıklarını bile bile,
dün “anarşist” diye suçladığı gençleri, “cunta”larına “zemin hazırlamak” üzere,
“anarşiye” teşvik etmekten çekinmiyorlardı. Kimin eli kimin cebinde belli değildi.
Gençler, “yağmurdan kaçarken, doluya tutuluyorlardı”. Geleceği görüyor,
nereden gelirse gelsin “askeri bir cuntanın” ülkeyi “devrime” götüremeyeceğini
kavrıyorlardı. Ancak ok yaydan çıkmıştı. Bu kargaşa ortamında bazıları “askeri
örgütlenmelerle” dirsek temaslarını sürdürürken, bazıları “Hazırlık için
Filistin'e” gidiyorlardı. Fedai hareketiyle ilk bağlantılar kurulmuş, yollar
öğrenilmişti. Sanki “tren kaçıyordu”. Halk savaşına bir an önce başlamak
gerektiğine göre yapılacak iş, Filistin'e gitmek, silah kullanmayı, savaş sanatını,
gerilla savaşı taktiklerini öğrenmekti. Orada Parti'yi de kurar, Güney'den girer,
Amerikan üslerini vura vura ilerler ve halk savaşını başlatırlardı.
FİLİSTİN
1960 sonrası Türkiye'den Filistin'e ilk kez Gaziantepli Abdülkadir Yaşargün ile
Mustafa Çelik isimli gençler, 1 Ekim 1968 tarihinde gitti. Mustafa Çelik, 8 Haziran
1969 tarihinde Filistin'deki bir çatışmada öldü.
Daha sonra, 1969 yılı Temmuz ayında İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencileri Ömer
Erim Süerkan, Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, İstanbul Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi öğrencisi Kıbrıslı Fadıl Hasan ve Kıbrıs Türk Ulusal Öğrenci
Federasyonu (KTUÖF) İkinci Başkanı Kuydul Turan ve FKF Genel Başkanı Yusuf
Küpeli birlikte Filistin’e gittiler. Mahir Çayan’da bu grupla birlikte gidecekti.
Ancak babasının rahatsızlığı nedeniyle gidemedi.
Filistin'de bulunduğu sırada Deniz, Naif Havatme ile görüşüyor. Yusuf Küpeli, bu
konuda özetle şunları anlatmıştır:
“Bizleri Naif Havatme ile karşılaştırdılar. Deniz, büyük ve gizli bir örgütü temsil
ettiğimizi, kendisinin bu örgütün sözcüsü olduğunu vb. söyledi. Burada kalıp
çarpışacağız, belki öleceğiz vb. diye anlatmaya başladı. Abu Süleyman da
çeviriyordu. Havatme, kibarca, 'Biz zaten enternasyonal bir tugay kurmak
istiyoruz, buna katılmanız, diğer arkadaşlarınızı da getirmeniz yararlı olur’ dedi.”
Abdülkadir Yaşargün ile Deniz Gezmiş, 1969 Ağustos ayında birbirlerinden
habersiz ayrı ayrı Türkiye'ye gelirler. Deniz ve Yaşargün, 26 Ağustos'ta başlayan
ODTÜ Öğrenci Birliği ile FKF olağanüstü kongrelerinin yapıldığı 9-10 Ekim
günleri, ODTÜ-SFK'de tanıdıkları arkadaşlarına, El-Fetih kamplarında
yaşadıklarını anlatırlar.
Abdülkadir Yaşargün, kendisinin yeniden El-Fetih kamplarına döneceğini, ayrıca,
gitmek isteyen olursa götürebileceğini söyler. Yaşargün'ün bu konuyu daha çok
konuştuğu kişi ise Hüseyin İnan'dır. Hüseyin ve bir grup arkadaşı, silahlı
mücadeleye katılmak amacıyla, bir süredir Vietnam ve Latin Amerika'da gerilla
mücadelesi veren bir ülke veya Küba'ya gitmeyi düşünmektedir. Fakat Vietnam,
Latin Amerika ve Küba'ya gitmek o dönem kolay değildir. En yakın yer Filistin'dir.
Hüseyin ve bir grup arkadaşı, Yaşargün'le El-Fetih kamplarına gitmeye karar
verir.
10 Ekim 1969 Cuma günü, otobüsle Ankara'dan Gaziantep'e gider. Burada diğer
arkadaşlarıyla bir araya gelen Hüseyin İnan, Abdülkadir Yaşargün, Yusuf Tunbay
Aslan, Celal Özcan, Ahmet Tuncer Sümer, Mustafa Yalçıner, Alpaslan Özdoğan,
Halil Çelimli, İbrahim Seven, Fevzi Yaşar, Cemal Bağcı, Recep Alpay ve Ercen
Kanar, Gaziantep'ten Birecik'e geçer.
Nizip-Karkamış istasyonundan 12 Ekim 1969 Pazar günü, trene binen 13 kişi, Fırat
Köprüsü'nü geçtikten sonra arazi yapısı nedeniyle Suriye sınırına giren trenin bir
rampada yavaşlamasından yararlanılarak trenden Suriye topraklarına atlar.
Suriye üzerinden Amman'a geçerler, ardından El-Fetih eğitim kamplarına
ulaşırlar. Kamplarda askeri eğitimin yanı sıra Türkiye'den götürdükleri bazı
kitapları okuyarak teorik eğitim de yapılır. Türkiye'den gidenler, zaman zaman,
İsrail denetiminde olan bölgelere düzenlenen saldırılara katılır, çatışmalara girer.
13 kişi arasında bir süre sonra öğrencilik ve yerel kültürel özelliklerden
kaynaklanan bazı anlaşmazlıklar çıkar.
Gaziantep grubu, Hüseyin İnan ve arkadaşlarından ayrılır, başka bir kamp kurar.
Halil Çelimli ile İbrahim Seven, kısa bir eğitim yaptıktan sonra Türkiye'ye döner.
Bir süre sonra da Hüseyin İnan ile Ercan Kanar, yeni kadrolar getirmek için 9
Kasım 1969 Pazar günü Türkiye'ye gelir. Hüseyin İnan, Ankara'da Teoman
Ermete'nin evinde ve ODTÜ'de bir kısım arkadaşıyla bu konuyu görüşür. Atatürk
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesi Fikir Kulübü Başkanı Kadir
Manga'nın Ankara'ya gelmesi için Tuncer Sümer imzasıyla Erzurum'a telgraf
çeker. Hüseyin İnan, bu arada, İstanbul ve İzmir'e de gider. Hüseyin İnan, İzmir'de
iken 20 Aralık 1969 Cumartesi günü yapılan 6. Filo'yu protesto mitingine de katılır.
MACERACILIK VE EKONOMİZM
Ercan Kanar da Filistin'e götürmek amacıyla Gaziantep ve Ankara'da bazı kişilerle
görüşür. Filistin'de yaptıkları eğitimi Ankara'da Ulaş Bardakçı ile Mahir Çayan'a
anlatır. Mahir, Ercan Kanar ve arkadaşlarının yaptığı eylemi, ''Maceracılık ve
ekonomizm'' olarak eleştirir. Ulaş Bardakçı ise devrimci kitle çizgisini savunarak
Kanar'a, bu işin yanlış olduğunu söyler. Ercan Kanar, aralarında Hacı Tonak'ın da
bulunduğu bir gurubu Filistin'e götürür.
Hüseyin İnan, El-Fetih kamplarına katılmak isteyen ODTÜ- SFK Başkanı Atilla
Keskin ve, Ahmet Müfit Özdeş, Ercan Enç, Hamid Yakup, Teoman Ermete,
Bahtiyar Emanet, Ali Tenk, Hüseyin Elmacı, Halis Özkan ve Yavuz Kaçar ile
Gaziantep'te buluşur. Birkaç gün burada kaldıktan sonra Suriye'ye geçen grup,
yılbaşında Amman'dadır.
Tuncer Sümer Filistin’e gidişle ilgili şunları anlatıyor:
“1969 yılının Haziran ayında Ankara’da Hüseyin İnan’ı buldum; Hüseyin’in
kafasında bir düşünce vardı. Yusuf Aslan’da bu düşüncelere katılıyordu. “Silahlı
Mücadele” verilmesi konusunda hemfikir hale gelmiştik; yani Türkiye’de bir “Halk
Kurtuluş Savaşı” nın örgütlenmesi gerektiğine…
Hüseyin İnan ‘Filistin’e gitmek gerektiğini’ söylüyordu. Sonra, Filistin’den
beklediğimiz haber geldi. Gaziantep’te 13 kişi olduk, Halep’e geldik; El Fetih’teki
yetkililerle temas kurarak bir gün orada kaldık. Şam’a oradan Amman’a geldik.
Amman’da görüştüğümüz en önemli yetkili Ebu Cihad oldu; o dönemde ‘Filistin El
Fetih Örgütünün Siyasi Şube Sorumlusu’ydu. Sonra bizi oradan aldılar. Bir eğitim
kampına götürdüler. Yaklaşık 2 ay eğitim gördük. Silah söküp takma; silah
kullanma; kültür fizik gibi şeylerdi. Sonra Hüseyin İnan, Türkiye’ye dönüp yeni bir
grup getirdi.
Biz Filistin’e gitmeyi şunun için istemiştik: Tabii Türkiye’de ‘Amerikan
Emperyalizmi’ kovulmadan gerçek ‘Devrim’in olamayacağına inanıyorduk.
‘Amerikan Emperyalizmi’ni kovmanın tek yolu ‘Silahlı Mücadeleden’ geçerdi;
ama, ‘silahlı mücadeleyi vermek için önce silahın nasıl kullanılacağını; ‘Halk
Savaşı’nın ne olduğunu öğrenmek gerekiyordu.
Bunu nereden öğrenebilirdik ? Latin Amerika’da öğrenebilirdik. Orası bize çok
uzaktı; ya da doğrudan Vietnam’a gidip ‘Emperyalizme karşı savaşarak
öğrenebilirdik. O da bize çok uzaktı. En yakında Filistin’in İsrail’e karşı yürütmüş
olduğu ‘Gerilla Savaşları’ vardı. Buralarda kendimizi eğitebileceğimizi, Halk
Savaşı’na böylece askeri yönden de kendimizi hazırlamış olacağımızı düşündük ve
böylece gittik Filistine …..”
DİYARBAKIR TUTUKEVİ
El-Fetih kamplarında yaptıkları yirmi günlük bir eğitimden sonra Hüseyin ve 15
arkadaşı, 1 Şubat 1970 Pazar günü, Suriye sınırından gizlice Türkiye'ye girer.
Grubun bir kısmı Diyarbakır'a gelir.
Hüseyin İnan, Alpaslan Özdoğan ve Mustafa Yalçıner, yanlarında getirdikleri
silahları Diyarbakır surlarında bir yere gömer. Daha sonra Diyarbakır Tıp
Fakültesi önünde buluşmak için anlaşılır.
Tıp Fakültesi önüne geldiklerinde fakültenin polis tarafından basılmış olduğunu
gören Hüseyin, Alp ve Yalçıner, Adana'ya gitmek için Diyarbakır dışından bir
benzin istasyonunda otobüse binerler. Otobüs, Gaziantep yakınlarında bir yerde
jandarmalar tarafından durdurularak aranır. Yanyana koltuklarda oturan Hüseyin
ile Alp, gözaltına alınır. Onlardan ayrı oturan Yalçıner, şans eseri gözden kaçar.
Adana'ya, oradan da Ankara'ya gider.
Müfit Özdeş, Teoman Ermete ve Atilla Keskin ise Malatya'da tren garında
yakalanır. Sonuçta, yakalananlardan Hüseyin İnan, Atilla Keskin, Teoman Ermete,
Müfit Özdeş, Ercan Enç, Alpaslan Özüdoğru, Hamit Yakup, Ahmet Tuncer Sümer,
Kadir Manga, Ali Tenk, Bahtiyar Emanet tutuklanır ve Diyarbakır Tutukevi'ne
konur. Filistin'den dönenlerden Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan ve diğer 3 kişi,
yakalanamaz, ancak yakalananların Emniyet'te verdiği ifade nedeniyle Mustafa
Yalçıner ile Ahmet Erdoğan, gıyabi tevkif kararı ile aranmaya başlanır.
TEPEDEN VURUŞ’A HAZIRLIK -SADİ KOÇAŞ
1968 Eylül’ünün 16’sı; 12 Mart Darbe Hükümetinin Başbakan Yardımcısı
olmasından yaklaşık 3 yıl önce, Sadi KOÇAŞ; Genelkurmay Başkanlığı eski
sekreteri Kurmay Albay Ertuğrul Alatlı’nın işyerine gelir. O tarihte KOCAŞ emekli
kurmay albaydır ve CHP Konya Milletvekilidir.
Alatlı’ya ilginç bir teklif yapar; kendisine Devrimci bir darbe ile kurulacak Devrim
Hükümetinin başına geçmesinin teklif edildiğini, kendisinin devrimci bir kadro
hazırladığını, Alatlı’nın da bu kadroda yer alıp almayacağını sorar.
Koçaş, kendine yapılan liderlik teklifini de şu şekilde açıklar: “Erdek Körfezi’nde
Denizkent Sitesi’ndeki yazlığımda tatildeydim. Ağustos 1968 sonlarına doğru
Ankara çıkışlı, imzasız bir telgraf aldım. Telgrafta ’.. şu tarihte, mutlaka Ankara’da
bulununuz.’ deniliyordu. Tatilimi keserek istenilen gün Ankara’da bulundum. Çakı
gibi bir kurmay albay evime geldi ve bana : ‘Türkiye’de Devrim yapmak için,
başında büyük rütbelilerin de bulunduğu bir Gizli Teşkilatımız var. Bizler,
Devrim’in Ordu’ya ilişkin tüm hazırlıklarını yapıyoruz; 27 Mayıs’taki yanlışı
tekrar etmek istemiyoruz: bu nedenle Devrim Hükümetinin sivil kadrosunu da
şimdiden oluşturmayı uygun bulduk. Yaptığımız çeşitli inceleme ve araştırmalar
sonucunda İhtilal’den sonra kurulacak Devrim Hükümeti’nin başında sizi görmek
istiyoruz. Teklifimizi kabul ederseniz, kadronuzu oluşturup listenizi bize vermenizi
diliyoruz’,dedi. (Ertuğrul Alatlı 9 Mart )
Sadi KOÇAŞ bu teklifi kabul eder ve kadrosunu oluşturmaya başlar. Ertuğrul
Alatlı’ya da işte bu kadro içinde görev almasını önerir.
Alatlı sorar peki
kadronda başka kimler var ?
Cevap çok ilginç. KOÇAŞ sayar: “ Türkan Akyol, Selahattin Babüroğlu, İhsan
Topaloğlu, Özer Derbil, Atilla Sav, Memduh Aytür, Sezai Orkunt, Şinasi Orel.”
Gerçekten de çok ilginç değil mi ?
3 yıl sonra Sadi KOÇAŞ “Devrim Hükümetinin” başı değil ama “karşı-devrim”
hükümetinin baş yardımcısı; saydığı isimlerin çoğu da bakanı olur.
ŞAİBELİ TUTUKLANMALAR
Bu ortamda 17 Ekim 1970 tarihinde DEV-GENÇ’in V. Kurultayı yapılacaktı.
Normal olarak Atila Sarp Başkanlığındaki bir önceki yönetim (Atila Sarp, Ruhi
Koç, Tuncay Çelen, İrfan Uçar, Ergün Aydınoğlu, Ahmet Bozkurt, Oktay Etiman,
Nurettin Öztürk ve Hüseyin Onur) yeniden aday olacak ve muhtemelen
seçileceklerdi. 15 Ekim tarihinde toplanarak Kurultayın son hazırlıklarını gözden
geçirdiler. Karşılarında başka bir liste çıkacak gibi görünmüyordu.
Ancak ne tuhaftır ki, tam da kurultaydan bir gün önce Atilla Sarp ve Merkez
yürütme kurulunun diğer üyeleri polis tarafından evlerinden alınıyor ve TCK
141’den (gizli örgüt kurmaktan) tutuklanıyorlardı. İddiaya göre DEV-GENÇ gizli
örgüttü. Aynı gün taşradaki bazı DEV-GENÇ yöneticileri de (Malatya, Gaziantep,
Adana, Balıkesir Devrimci Gençlik Dernekleri) gözaltına alınıyor ve İstanbul
Bölge Yürütme Kurulunun üç üyesi tutuklanıyordu.
Daha garibi, yöneticileri gizli örgüt kurmaktan tutuklanan “gizli örgütün” Genel
Kurulu, açıkça, hem de hükümet komiserinin denetiminde yapılıyor ve o güne kadar
DEV-GENÇ tabanının fazla tanımadığı, Ertuğrul Kürkçü DEV-GENÇ başkanı
seçiliyordu. İşin ilginç yanı bu Genel Kuruldan bir hafta sonra, 141’den tutuklanan
cezaevindeki DEV-GENÇ yöneticileri serbest bırakılıyordu.
Yöneticileri “gizli örgüt kurmaktan“ tutuklu, DEV-GENÇ’in Genel Kurulu 17-18
Ekim 1970 günleri Ankara’da Yusuf Küpeli’nin divan başkanlığında yapıldı. Bu
kurultay ile Ertuğrul Kürkçü, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga
Dev-Genç’e tamamen hakim olmuşlardır. Bu hakim oluş, Dev-Genç’i gençliğin
devrimci bir kitle örgütü olma durumundan hızla çıkması, kitlesinden uzaklaşması
ve giderek marjinalleşmesi sonucunu getirmiştir. Olmaması gereken bir şey olmuş,
gençlik örgütü gençliğin demokratik kitle örgütü DEV-GENÇ, olmayan “işçi sınıfı”
partisi yerine konulmak istenmiştir.
MARKSİST-LENİNİST BİR SAVAŞ PARTİSİ
1970'in Ekiminde yapılan DEV-GENÇ Kongresi, MDD içindeki ayrışmanın da
netleşmesi demekti. Bu kongrede Mahir Çayan uzun bir konuşma yaptı.
Mahir bu konuşmasında:
"Devrimi gerçekleştirecek iki unsurun profesyonel devrimciler ve geniş işçi ve
köylü kitlesi olduğunu, kitlelerle bağ kuruldukça örgütün sınıfsal önem
kazanacağını, kurulacak örgütün düzen örgütü olmayıp bir savaş örgütü olacağını,
Dev-Genç'ten üstün Marksist-Leninist bir savaş partisi kurulması gerektiğini, bu
örgütlenmenin başta parti adını almayabileceğini, fakat aslında bunun bir parti
olduğunu' söylemiş, ayrıca, konuşmasında, 'Milli Demokratik Devrim Stratejisinin’
nasıl kavranması gerektiğini, Milli Demokratik Devrim Stratejisinin bir savaş
stratejisi olduğunu, bu devrimci savaşın görevlerinin bir gençlik örgütü (DevGenç) tarafından asla yerine getirilemeyeceğini; bunun bir parti örgütlenmesi
içerisinde çözümlenmesi gerektiğini" anlatmıştı.
Mahir, bir savaş örgütünün önderliğinde ve devrimin işçi-köylü ittifakı temelinde
emperyalizmin etkisinin en zayıf olduğu kırlardan kentlere doğru bir rota izleyerek
gerçekleşeceğini de bu konuşmasında belirtmişti.
DOLAMBAÇLI YOLLAR
Bu netleşme, MDD içinde birlikte olunan Mihri Belli ile de yolların tamamen
ayrılması demekti. Bu ayrılık Aydınlık Sosyalist Dergi'ye yazılan bir "Açık
mektup"la ilan edildi. Mahir tarafından yazılan ve Yusuf Küpeli, Münir Ramazan
Aktolga ve Ertuğrul Kürkçü tarafından da imzalanan broşürde :
"Bu durumda hareket bölünmesin diye, proletaryanın devrimci ilkelerinin
çiğnenmesine, Leninizm’in bayrağının oportünizm batağına sokulmasına göz
yumacak mıydık?
Hayır, bin kere hayır!
Artık M. Belli'nin sağcı görüşlerinden dolayı harekete tam bir kargaşa hakim
olmuştur. Bu kargaşa, hareketin hem teorik, hem de pratik ilerleyişine engel
olmaya başlamıştı.
Artık, ayrılık parolamızdır.
Ve proletaryanın devrimci ilkelerini her şeyden üstün tutan, devrimci şeref ve
namusu olan her devrimcinin yapacağı gibi Mihri Belli ve onun temsil ettiği akımla
bütün organik bağlarımızı kestik!
Bizimle düne kadar ilkelerde hemfikir olan bazı arkadaşlar bu sağcı görüşlerin
yanında yer aldılar.
Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır. Bazıları düşerler, gerilerde
kalırlar. Daha düne kadar beraber omuz omuza yürüdüğümüz arkadaşlarla artık
beraber değiliz. Onlar için daha fazla duramayız. Çünkü onlar tercihlerini geriye
doğru yaptılar. Onlar bataklığı tercih ettiler. Ve maalesef, namlularını bize
çevirdiler. Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüde ve
kararsızlığa yer yoktur. Sınıflar mücadelesinde proletarya yoldaşlığının dışında
feodal ve ataerkil ilişkilere yer yoktur."
KEMALİZM SOLDUR
Mahir, Dev-Genç içinde herkesten çok teoriye yakındı ve hep araştırıcı olmuştur.
TİP’e, MDD tezine ve Beyaz Aydınlığa karşı Dev-Genç platformunun görüşleri,
eleştirileri büyük ölçüde onun kaleminden çıkmıştır. Kurtuluş savaşı ve Kemalizm
konusunda yaptığı tespitler de vardır.
“Kemalizm, Emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin Devrimci-Milliyetçilerinin
bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü emperyalizme karşı tavır alıştır.
Kemalizm bir burjuva ideolojisi veya küçük burjuvazinin veyahut asker- sivil bütün
aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
Kemalizm küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin, milliyetçilik tabanında
antiemperyalist bir tavır alıştır. Bu yüzden Kemalizm soldur. Milli
kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetçilerin emperyalizme karşı aldıkları
radikal politik tutumdur. Dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren
radikal milliyetçiler, bu bakımdan ülkemizin –kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin
ilericiliğe dayanan– bir orijinalitesidir.
Kemalistler için ülkemizdeki askersivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.” (Mahir Çayan bütün yazılar sayfa
398)
BİÇİMLENME
Mahir Çayan’a göre DEV-GENÇ aşılmalı, hareket partileşmelidir. Mahir bu
dönemde yaptığı bir konuşmada bu ihtiyacı şöyle belirtir:
"Ayrıca Dev-Genç örgütlenmesi düzen örgütlenmesidir. Oysa yaptığı iş düzenle
savaştır. Bu ikisi arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki ortadan kaldırılmalıdır."
Esasında bu görüş, oldukça uzun süre önce netleşmişti. İlişkiler buna göre
biçimlenmekteydi. Daha 1969 kışında SBF'de Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Hüseyin
Cevahir, İlhami Aras, ODTÜ'de Ulaş Bardakçı, İrfan Uçar, Münir Aktolga kendi iç
disiplini olan bir "gizli" örgütlenme temelinde anlaşmışlardı. Daha sonra bu ilişki
ağına mühendis Bingöl Erdumlu ve işçi Necmettin Giritlioğlu da katıldılar.
Çekirdek örgütlenme ODTÜ'den Aktolga-Bardakçı ve SBF'den Küpeli-Çayan'dan
oluşuyordu. Grup 1970 yazında oluşturdukları plan doğrultusunda yoğunlaşma
bölgeleri tespit ederek Anadolu'ya dağıldı.
PROVOKASYONLAR SÜRÜYOR
Karşı güçler de boş durmuyor, provokasyonlarını sürdürüyordu.
20 Ocak 1971’de üniversitelerdeki eylemleri engellemek için yeni bir yasa tasarısı
hazırlandı. Yeni saldırılar başlamıştı. Bu saldırıların hedefleri arasında öğretim
üyeleri de yer alıyordu. Sağ ve sol, kuşatma altında boğuluyordu. TÜRKEŞ’in
gençleri silahlı saldırıyı artırırken, Orhan KABİBAY da işbirliğine aldığı gençlere
sağı solu bombalatıyordu.
ODTÜ Rektörü Erdal İnönü, öğretim üyeleri Mümtaz Soysal ve Uğur
Alacakaptan’ın evleri bombalandı.
Sarp Kuray anlatıyor ve soruyor:
“İttifak” oyununda bizim nasibimize doğrudan Faruk Gürler ve Muhsin Batur’a
bağlı “Orhan KABİBAY – İrfan Solmazer – Numan Esin – Talat Turhan” çetesi
düştü.
Bu çete elemanlarından Orhan KABİBAY şimdi yaşamıyor, kalan üçlüye tüm
kamuoyu önünde açıkça ve cevaplanması dileğiyle 1976’dan beri tekrarladığım
aşağıdaki soruları yeniden soruyorum.
1Bizlerin ; yani has adamınız Kemal Kayacan’ın, donanma komutanı olduğu
dönemde ordudan atılmış denizcilerin yaptığı Taksim soygununun arkasındaki
istihbarat verenler, bizi bu soyguna yönlendirenler, kesik imzalı pusulalarla
randevu tespit edenler ve tutuklanmamızı fırsat bilip paralara oturanlar kimlerdir?
2Yükseliş Kolejine konulması istenen ve konulan bomba yönlendirilmesinde,
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un MGK de yapacağı bir konuşmanın alt
yapısı hazırlanmak istenmiş midir? Bu eylemin kararını kimler almıştır?
3Deniz Gezmişlerin Ankara’da saklanması için sizlerden dayanışma
istediğimi noktada eski Tarım Bakanı Turhan Şahin’in özel arabasını bizlerin
kullanımına bırakırken bu kararınızı kime onaylattınız? Turhan Şahin o dönemde
kimlerle ne iş yapmaktadır?
412 Mart sonrasında ispiyoncu Atıf Erçıkan’ın evinin bombalandığı günün
sabahı bizler ( denizciler – Askeri tıbbiyeliler ve bir kısım Dev-Gençliler ) sizlerden
hangi yardımı istemişizdir? Bize verilen ret cevabı kimler arasında
kararlaştırılmıştır? Önerdiğimiz eylemin içeriği nedir?
5Çetenizin elemanlarından MBK cı TIR cı Numan Esin’in 12 Mart sonrası
sahibi olduğu Vatan gazetesinde bütün uyarılarımıza rağmen hangi “proleter
devrimciler” görev almışlardır? Kimler yazar, röportajcı, olarak bu çalışmaya
katılmışlardı? Gazetenin politik çizgisi hangi çizgide ve nasıl belirlenmiştir?”
SICAKLIK ARTTIRILIYOR
Kısa bir süre sonra 21 Ocak 1971’de ODTÜ süresiz olarak kapatıldı. 25 Ocak
günü AÜ SBF’de polisin saldırısına devrimci öğrenciler direnerek cevap verdiler.
10 Şubat’ta Hacettepe Üniversitesi Senatosu üniversiteyi ve yurdu kapattığını
açıkladı. Devrimciler ve tüm gençlik, okulları açılana kadar üniversiteyi terk
etmeyeceklerini açıkladılar. Direnişe saldıran polis onlarca öğrenciyi yaraladı.
28 Şubatı 1 Marta bağlayan gece, Kırıkhan'daki Hamidiye Camii'nde bir bomba
patlamıştı. Caminin caddeye bakan penceresinde 4.5 metre uzunluğunda dinamit
fitili bulunmuştu. Halil Çeken adlı bir yurttaş, savcılığa giderek, fitilin uzandığı
yöndeki evde Ali Çalışkan adlı bir Ülkü Ocaklı'nın oturduğunu, eylemin kışkırtma
olmasından kuşkulandığını söylemişti. Dinleyen bile olmamıştı.
2 Mart günü Türk Ocağı, Ülkü Ocakları, Hayır İşleri Cemiyeti, Esnaf Kefalet
Kooperatifi, Kuvayı Milliye Cemiyeti ve Türkiye Milliyetçi Öğretmenler Derneği
ortak bir bildiri yayınlamışlar ve "Düşman ordusunun yapmadığını bu dinsiz
komünistler, mukaddes camiimize bomba koyarak tahrip etmişlerdir. Cuma günü
namazından sonra bu olayı protesto için bir yürüyüş yapılacaktır. Bütün
Müslümanların buna katılması gerekmektedir" demişlerdi.
5 Mart Cuma günü sabahı, Malatya İmam Hatip Okulu'nun mehter takımı
kasabaya getirildi. Cami hoparlörlerinden yürüyüşün yapılacağı duyuruldu.
Malatya, Osmaniye, Dörtyol ve Maraş'tan da yürüyüşe katılmaya gelenler vardı.
Topluluk, Kaymakamlık binasına doğru yürüyüşe geçti. Kaymakam kalabalığa,
yürüyüş yapılmayacağını söyledi. AP İlçe Başkanı Ahrazoğlu ise, "Yürüyüş
kanunsuz da olsa bunun mesuliyetini üzerime alıyorum. Ben burada inkılâp
yapacağım. Dinsiz solculara hesap soracağız." dedi.
Namazdan sonra topluluk, dere kıyısından getirtilen taşları da alarak yeniden
Kaymakamlığa yöneldi. Kasabanın matbaası ateşe verildi. Bir astsubay havaya
ateş açarak kalabalığı durdurdu. Matbaa'dan Ali Göçmen ve Şaban Bakır adlı
çalışanları asker kurtardı. Kalabalık bu arada Kanatlı Caddesi'ne varmıştı. Ve
olanlar burada oldu. CHP'li, TİP'li ve Alevi olarak tanınanların mağaza ve
dükkanlarına saldırıya geçildi. Gasip İnsal linç edilerek öldürüldü. Bir çok kişi
ağır yaralandı, yaralananlardan ikisi hastaneye kaldırılırken öldü.
BAHANE-5 MART ODTÜ
5 Mart 1971 tarihinde, THKO önderi Deniz Gezmiş ve bazı devrimcileri arama
bahanesiyle ODTÜ yurtları polis ve jandarma tarafından sarıldı. Öğrenciler
barikat kurarak direnişe geçtiler.
Jandarma ve Komando birlikleri ODTÜ'ye sevk edildi. On saate yakın bir çatışma
yaşandı. Jandarma Albay Mehmet Öztoprak, bu işin aslında toplum polisinin işi
olduğunu vurgulayarak, aramanın polisçe yapılmasında diretti.
Saatlerce sonra ODTÜ'ye girildi. 1500 dolayında öğrenci spor salonunda, 400'den
fazlası da Emniyette sorguya çekildi. 14 Savcı görevlendirildi. Albay Öztoprak, 30
bin asker ve polisin yürüttüğü operasyona karışıp öğrencileri tahrik eden AP'li
Belediye Başkan Vekili Muhlis Şenöz'ün de sorgulanması gerektiğini söyledi. Kimse
umursamadı.
Olaylarda öğrenci Şener Erdal, Jandarma eri Mevlut Meriç ve aşçı Aziz Yalta
ölmüş; bir Üsteğmen, beş er ve yirmi öğrenci de yaralanmıştı.
Demirel, "ODTÜ komünizme karşı bir ilim yuvası olmak için kurulmuştu" derken
aynı anda ABD Senatosu'nda Çoğunluk Grup Başkan Vekili Byrd de, "Amerikan
vergi mükellefinin parasıyla Amerikan aleyhtarı genç devrimciler mi yetiştirilecek?
Bu üniversiteye yardım kesilmelidir" savındaydı.
ODTÜ'de aranan hiçbir sol eylemci bulunamamıştı. Ama Ekrem Göksu, Şahap
Kocatopçu, Ahmet Tokuş, Fahir Armaoğlu, Vecdi Diker, Akif Tuncel ve Osman
Bozok'lu Mütevelli Heyeti, aradığı fırsatı bulmuştu. "Politik davranışlarda
bulunmak"la suçladıkları Akademik Konsey'i lağvettiler. Rektör Prof. Dr. Erdal
İnönü kararı protesto ederek görevinden çekildi. Rektör Yardımcısı Ertan
Acaroğlu, İdari İlimler Fakültesi Dekanı Yaşar Gürbüz ve Mühendislik Fakültesi
Dekanı Erdoğan Tekin ile Vekili Sedat Özkol, Mütevelli Heyet tarafından
üniversiteden uzaklaştırıldılar.
5 Mart günü ODTÜ öğrencileri saldırıları protesto için Eskişehir yolunu trafiğe
kapattılar.
8. BÖLÜM
SAVAŞSIZ VE SÖMÜRÜSÜZ BİR DÜNYA
Çatışma-Katlediliş-Lekesiz Bayrak
KENDİ GÖBEĞİNİ KESME
1970’li yıllardan itibaren bir işçi sınıfı partisinin varlığından disiplinli
önderliğinden yoksun gençlik kendi göbeğini kesmeye, olmayan “işçi sınıfı partisi”
yerine kendi örgütlenmelerini yapmaya başlamış ve bunun sonucu olarak da bir
takım örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.
1- THKO – Deniz GEZMİŞ
2- THKP/C –Mahir ÇAYAN
3- TİİKP (TKP/ML –İbrahim KAYPAKKAYA)
PARTİ ORDUDAN DOĞACAK
1969 yılının sonlarına doğru, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)’nun temelleri
atılıyordu. Üniversitelerde başlayan ve giderek köylerde toprak, şehirlerde fabrika
işgallerine ve grevlere dönüşen devrimci hareket ve gelişen bu hareketi kırmaya
yönelen karşı-devrimci dalga devrimci gençleri yeni arayışlara yöneltmişti.
ABD büyükelçisi Komer’in arabasının yakılması olayına katılan ODTÜ öğrencileri
ve ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeleri Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil
ve Taylan Özgür bir öğrenci hareketi olma noktasından çıkan devrimci mücadeleyi
“halk örgütlenmesine” taşıyacak, bu uğurda ölümü göze alacak inançlı ve yürekli
kadrolardan oluşacak bir “örgüt” oluşturmaya karar verdiler.
Hüseyin İnan’a göre, “sol” adına hareket eden mevcut oluşumlar yetersizdi. TİP
ve Mihri Belli önderliğinde yürütülen mücadelenin başarı şansı yoktu. Örgütlü bir
“halk hareketi” oluşturulmadan “Ordu içindeki” devrimci örgütlenmeler yoluyla
iktidara gelinse bile, bu iktidar “halkın iktidarı” olamayacak, 27 Mayıs İhtilali gibi
emperyalizm tarafından kuşatılarak, karşıtına dönüştürülebilecekti. Ancak ne var
ki, gündemde “sol” bir askeri hareket söz konusu idi ve “ordu” bir iç çatışmanın
eşiğine gelebilirdi. Bu durumda “halk güçlerini” örgütleyerek devrime önderlik
edebilecek “Parti” oluşturulabilirdi. Küba deneyiminde olduğu gibi “ ordu
partiden değil, parti ordudan doğacaktı."
KIR -ŞEHİR GERİLLASI
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) fikri bu anlayıştan doğdu. Öncelikle silahlı
mücadele yöntemlerini öğrenmiş kadroların oluşturulması gerekiyordu. Bu hedef
doğrultusunda Filistin'de eğitime giden Hüseyin İnan, Tuncer Sümer, Teoman
Ermete, Atila Keskin, Ercan Enç ve Müfit Özdeş, 1970 baharında geri dönüş
yolunda, Diyarbakır'da yakalanarak tutuklanırken, dışarıda kalan Mustafa
Yalçıner, Ahmet Erdoğan, Yusuf Arslan ve Gülay Özdeş ODTÜ içinde eleman
kazanmayı sürdürdüler. Diyarbakır cezaevi, cezaevinde tutuklu arkadaşlarını
ziyarete gelen devrimci gençlerin buluşma ve görüşme yeri oldu.
Diyarbakır’da tutuklananların tahliyesinden sonra, 1970 Eylül ayında Bursa
cezaevinden çıkan Deniz Gezmiş de ODTÜ’ye gelerek oluşuma katıldı. Bu süreçte,
Müfit Özdeş ve Ercan Enç gruptan koptular.
1971 başında, Malatya Akçadağ'da devrimci köylü hareketleri oluşumu içinde
bulunan Teslim Töre, Hacı Tonak, Metin Güngörmüş, Kadir Manga, Alpaslan
Özdoğan ile ilişkiye geçen grup, yapılan işbölümü sonucu bu kadro önderliği
altında kır gerillası oluşumu sürecini başlatırken; Ankara'daki diğer kadrolar ise
silahlı mücadele için şehir gerillası yapılanmasını örgütlediler.
ŞEREFLE ÖLMEK-KENDİNE GÜVENMEK
THKO 11 Ocak 1971 tarihinde İş Bankası Emek şubesini soyarak harekete geçti;
15 Şubat 1971’de Amerikalı bir çavuşu Balgat'taki Amerikan üssünden kaçırdı.
4 Mart günü de NATO'nun Kepekli Boğazı'ndaki Elektronik Taburu'nda görevli
ABD'li erler Larry Heaver, Richard Carazci, James Cholson ve Çavuş Jimmy
Sexton isimli 4 Amerikalı çavuşu kaçırdılar.
Anadolu Ajansı'na gelen silahlı üç kişi ise, THKO adına kaçırılan dört ABD'linin
iade koşullarını açıklıyorlardı:
- 400 bin dolar fidye,
- Tutuklu tüm devrimcilerin salıverilmesi,
- THKO'nun amaçlarını açıklayan bir bildirinin radyodan ilanı.
Eğer koşullar kabul edilmezse, dört Amerikalı 36 saat içinde kurşuna dizilecekler,
radyoevi ve ajans binaları havaya uçurulacaktı.
THKO’nun amaçlarını açıklayan bildiri şöyleydi.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunun Sesidir.
1.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu halkımızın bağımsızlığının silahlı
mücadeleyle kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır.
2.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele
saflarına çağırır ve hainlere karşı giriştiği kavgaya en son savaşçısına kadar
devam edeceğini bildirir.
3.
Amacımız Amerika’yı ve bütün yabancı düşmanları temizlemek, hainleri yok
etmek ve düşmandan temizlenmiş tam bağımsız Türkiye’yi kurmaktır.
4.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın
Kurtuluşu dışında hiçbir harekete girişmez.
5.
Halkımıza şunu duyururuz: Düşmanın zenginliğine, sayısına, imkanlarına
ve dehşetine aldırmayınız. Düşmana boyun eğmeyiniz, haklarımızı zorla alacağız,
çünkü onlar her şeyi bizden zorla alıyorlar.
6.
Bütün Yurtseverler: Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora
başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve
nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır.
Devrimciler: Barışçıl şartlar içinde mücadele metotlarını bırakınız. Halk kitlelerini
Kurtuluşa götürecek olan şiddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye
THKO’nun saflarında katılınız. Ulusal Kurtuluş savaşının haklı bayrağını
emperyalizmin saldırgan politikasına karşı hep beraber dalgalandıralım.
SİLAHLANMA- SİYASAL YÖNTEM-TIKANMA
THKO’nun eylemlere başlaması, THKO adının duyulması ve bünyesinde Deniz
Gezmiş, Sinan Cemgil gibi tanınan ve sevilen gençlik liderlerinin bulunması,
devrimci saflarında kısa zamanda sempati yaratmış, “silahlı eylem” olgusu, bir
başka açıdan tartışılır olmuştur.
Planlı bir şekilde gençliğe dayatılan meşru müdafaa çizgisindeki silahlanma, bu
aşamadan sonra silahlı mücadelenin bir siyasal yöntemine dönüşmüştür.
Ne var ki bu gelişmeler, aynı zaman devrimci gençliğin tüm örgütsel ve ideolojik
engelleri aşarak açmaya başladığı kitle kanallarını tıkamaya ve kazanılan
birikimleri kaybettirmeye başlamıştır. Geniş gençlik kitlesi o güne kadar birlikte
oldukları, omuz omuza mücadele ettikleri arkadaşlarını ancak “resmi medya”dan,
gazetelerin “çarptırılmış” haberlerinden ve “fısıltı” gazetesinden takip eder
olmuştur.
KIRSAL ÜS NOKTALARI-ÇABALAMA
Rehineler 10 Mart günü serbest bırakıldı. Dört ABD'liyi Amaç Apartmanı'nda
serbest bıraktıktan sonra Sinan, Deniz, Yusuf, Emek'teki subaylara ait eve gelirler.
Orada bir gece kalan Sinan, Deniz ve Yusuf, daha sonra, Koç Yurdu'nun arkasında
bulunan Barınak Oteli'nin yanındaki bir eve geçerler.
12 Mart Muhtırası verilir bu sıra. Hüseyin İnan 'ın değerlendirmesi şöyledir:
''Gelen sağ bir darbedir. Amaçları bizi ezmektir.''
ODTÜ yurtlarının çatışmalar sonucu kapatılmasının ardından, şehir kadroları
kırsal üs noktalarına gitmek üzere ayrıldılar. Ancak Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan
16 Mart'ta Sivas'ta; Hüseyin İnan ve Mehmet Nakiboğlu ise 21 Mart'ta Kayseri'de
yakalandılar. Böylece, THKO kıra geçmeyi başaran Sinan Cemgil komutasında
kırsal faaliyetlerini, ve İstanbul'da kalan Cihan Alptekin komutasında şehir
faaliyetlerini yeniden organize etmek zorunda kaldı. 31 Mayıs günü Malatya
Kürecik ABD radar üssünü basmak üzere yola çıkan gruptan, çıkan çatışmada,
Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga vurularak öldürüldü (Nurhak
Katliamı), diğerlerinin büyük kısmı ise yakalandı.
THKO'nun İstanbul kolu ise mali kaynak sağlama amacı ile eylemlerini sürdürdü.
Bu gruptan, Ömer Ayna Unkapanı soygununda yakalanırken, İbrahim Öztaş
İzmir'de polis tarafından öldürüldü. Peşi sıra, Cihan Alptekin, Tayfun Cinemre,
Osman Bahadır, Oktay Kaynak, Zerruk Vakıfahmedoğlu yakalanınca, THKO'nun
eylem ve faaliyetleri dışarıda kalan Nahit Töre ve Fevzi Bal aracılığı ile
sürdürüldü.
Kasım ayı içinde Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'nın ve ardından Kartal Askeri
Cezaevi'nden THKP-C liderleri Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz'ın
kaçması, ilişkileri yeniden hareketlendirdi.
ÜNİFORMA-DAYANIŞMA
Gruplara bölünmüş her biri kendini geleneğin merkezi ilan eden devrimci ortamda,
her mahfil kendini ifadelendirirken diğerini yok saymaya, olmadı susuşa
uğratmaya, bu da olmadı karalamaya ve sonuçta bilerek veya bilmeyerek birikimi
darmaduman etmeye yönelse de, Askeri Tıbbiyelilerin 1971 öncesi süreçte
mücadeleleri, başta THKO olmak üzere hayata geçirdikleri dayanışmalar, Kayseri
ve Kahramanmaraş kırsalındaki çalışmaları Dev-Genç teki devrimci duruşları,
ordu içindeki faaliyetleri döneme damgasını vuran yaşanmış gerçeklerdir. Nihat
Erim başbakan olduktan sonra yaptığı ilk radyo konuşmasında Askeri Fakülte ve
Yüksek Okulları’nı kendi ifadesiyle ‘anarşi ve terörün merkezi’ ilan etmiş ve bu
ocağı eline geçirmiş devrimci asker öğrencileri hedef göstermiştir.
Bizim Deniz Gezmiş ile yaptığımız dayanışma hiçbir ön koşul olmaksızın, ciddi ve
tutkun sosyalist kardeşlik içinde yapılmıştır. Hesapsız ve çok doğal bir birlikteliktir.
Ankara’da, her köşede arandığı bir ortamda evden eve geçerken, benim (Sarp
Kuray) atılmadan önce deniz kuvvetlerinde giydiğim üniformayı giyecek kadar da
yakın arkadaşımdır. O dönemde ODTÜ’de askeri öğrenci olan öncü
arkadaşlarımızdan Ömer Gürcan ve arkadaşları Hasan Ataol, Zeki Gümüşel vb.
dayanışmayı yaşayan en sağlam referanslardır. Ayrıca bu dayanışma, birlikte
olduğumuz Atilla Sarp ve Ruhi Koç tarafından çok farklı düzeylerde
perçinlenmiştir.
GENEL KOMİTE-MERKEZ KOMİTE
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) Aralık 1970’te kuruldu ve kısa
bir süre sonra eylemlere başladı.
Aralık 1970’de Ankara Küçükesat’ta bir evde yapılan toplantıda 11 kişilik bir
Geçici Genel Komite seçildi. Geçici Genel Komite de üç kişilik bir Merkez Komite
seçti ve yetkilerini Merkez Komiteye devretti. Geçici Genel Komitede yer alan
kişiler şunlardı; Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga, Ertuğrul Kürkçü,
Bingöl Erdumlu, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Sina Çıladır,
Orhan Savaşçı ve Sırrı Öztürk.
Genel Komitede yapılan işbölümüne göre Merkez Komite hareketin genel
gidişatından ve Kurtuluş Dergisinin yayınından sorumlu olurken, Mahir Çayan ve
Münir Aktolga, ideolojik, politik görüşlerin ayrıntılı olarak hazırlanması, bunların
Kurtuluş gazetesinde açıklanması, Yusuf Küpeli bu görüşlerin kitle toplantılarında
sözcülüğünün yapılması görevini yüklendiler.
Genel Komite ise zaten her biri belli bir alandan gelen ve alanın ilişkilerini fiilen
temsil eden kişilerden oluşuyordu ve alanlarına ilişkin sorumluluklarını
sürdüreceklerdi. Ziya Yılmaz, Karadeniz'de, Ertuğrul Kürkçü gençlik içerisinde,
Hüseyin Cevahir Doğu Anadolu’da, İrfan Uçar Güney Anadolu'da, Bingöl
Erdumlu başkanı bulunduğu İzmir Yapı İşçileri Sendikası ve genel olarak işçiler
arasında, Sina Çıladır Ereğli'de maden işçileri arasında, Orhan Savaşçı askeri
kesim içinde; ideolojik eğitimin yürütülmesi, kadroların hazırlanması görevlerini
üstlendiler. Ulaş Bardakçı ise esas olarak şehir gerillası hazırlıklarıyla
görevlendirildi.
Parti-Cephe’nin örgütlenmesi ağırlıklı olarak gençlik içindeki kadrolardan
oluşuyordu. Bunun dışında ordu içindeki örgütlenmeler ve işçiler, aydınlar içinde
çeşitli örgütlü ilişkileri vardı.
Bu dönemde Mahir Çayan, örgütlenme için daha uygun olması nedeniyle
İstanbul’a geçmişti, Ankara örgütlenmesinde ise Yusuf Küpeli, M. Ramazan
Aktolga, Ertuğrul Kürkçü ve Hv. Yzb. Orhan Savaşçı bulunuyordu.
İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Afyon, Kütahya, Kayseri, Merzifon ve
Diyarbakır da görev yapan havacı subay ve astsubaylar ile Hava Harb Okulunda
bulunan devrimci öğrenciler 69 sonu ve 70 yılı başlarından itibaren örgütlenmeye
başladılar.
THKP-C’nin Ankara askeri örgütlenmesinde Yüzbaşı Orhan Savaşçı, Eskişehir
askeri örgütlenmesinde Teğmen Şükrü Sütçüoğlu, Kayseri örgütlenmesinde ise
Üsteğmen Muhittin Bilgen bulunmaktaydı.
THKP-C’nin ilk silahlı eylemi 12 Şubat 1971 günü Ankara Küçükesat Ziraat
Bankası eylemidir.
BİRLEŞME YERİNE PARÇALANMA
Daha önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi, 1960 lı yıllarda yükselişe geçen ve
giderek kitlelerle buluşmaya ve kitleselleşmeye başlayan Türkiye solu 1969
yılından itibaren ayrışmaya, parçalanmaya “fraksiyon” laşmaya başlamıştı.
Ayrılan her grup, kendi yayın organını çıkarıyor, bu “yayın organlarında” yalnız,
“sistemi eleştirmekle”; kendi görüşlerini savunmakla yetinmiyordu. Kendi
dışındaki “sol” grupları da acımasızca eleştiriyordu. Çok zaman bu eleştiriler,
“eleştiri” sınırlarını da aşarak “hakarete”, “küfüre” dönüşebiliyordu. Bu tutum
“sol”un yeniden biraraya gelme ve güçlerini birleştirerek güçlenen kitlesel
hareketlere önderlik edebilme olanağını da ortadan kaldırıyordu.
Ayrılan her “fraksiyon” önce “kendi” yayın organını, ardından “kendi” örgütünü
oluşturuyordu. “İşçi Sınıfın güçlü örgütü” nün oluşmadığı, “oluşturulamadığı”
ülkemizde ; herkes “kendi”, “çekirdek” partisini kuruyordu.
Aydınlık Dergiden ayrılacak olan Doğu Perinçek ve taraftarları taraftarları da 21
Mayıs 1969 tarihinde Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP)’ni kurmaya karar
verdiler..
KOMİTELER-BİRLİKLER-BÜROLAR
Doğu Perinçek bu konuda şunları anlatır :
“21 Mayıs 1969 Çarşamba günü akşamı, Mihri Belli’nin annesinin Ankara Kızılay
Çelikkale sokaktaki evinde yeni bir örgütlenme kurmak amacıyla toplandık. Bizim
amacımız; sosyalist bir kurultay toplayarak hep beraber bir parti kurmaktı. Mihri
Belli parti kurmayı reddetti. Diğerleri de dağa çıkmayı savunuyorlardı. Fikir
birliğine varılmadan herkes ayrıldı. Mihri Belli’nin annesinin evinden çıktıktan
sonra ben, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Ömer Özerturgut ve Gün Zileli, gece
yarısı Güvenpark’a gittik oturduk. “Bu böyle yürümüyor. Biz, bir çekirdek
oluşturalım ve diğerleriyle de birleşmeyi amaçlayalım” diye konuştuk. Aydınlık
dergisi çevresinin fiiliyatta ikiye ayrılması, yani bölünmesinden sonra Merkez
Komitesini oluşturduk” (İBO İbrahim Kaypakkaya – Turan Feyizoğlu- s. 156)
TİİKP’nin ilk Merkez Komitesi şu isimlerden oluşmuştu : Doğu Perinçek, Vecdi
Özgüner, Hasan Yalçın, Ömer Özerturgut, Gün Zileli, Mehmet Altun ve Oral
Çalışlar. Yedek Üyeler : Bora Gözen, Ferit İlsever, Halil Berktay ve İbrahim
Kaypakkaya.
TİİKP Merkez Komitesine bağlı Ankara, İstanbul, Ege Bölgesi, Doğu Anadolu
Bölge Komitesi, Yurt Dışı Bürosü Komiteleri kurulur. Bu komitelere bağlı olarak
da, İhtilalci Köylü Birliği, İhtilalci Gençlik Birliği, Şafak Basım Bürosu, Ordu
kesimlerinde çalışmakla görevli komite, çeviri komitesi, sahte kimlik ve pasaport
yapma komitesi gibi kuruluşlar oluşturulur.
PDA’CILAR
TİİKP illegal bir kuruluş olduğu için MDD içindeki bu ayrılma, ‘sol’ kamuoyuna
pek yansımaz. ‘Sol’ kamuoyu, ayrışmayı Aydınlık Dergisi’nin Ocak 1970 ayı
içerisinde, Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD) ve Proleter Devrimci Aydınlık (PDA)
olarak iki ayrı dergi olarak yayınlanmasıyla, somut bir şekilde yaşayarak görür. Bu
tarihten sonra TİİKP taraftarları PDA’cı olarak anılırlar. Bu ayrışma ister istemez
gençlik hareketi içerisinde de kendini gösterir.
Dev-Genç yönetiminden
tasfiye edilen Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) dergisi taraftarlarının gençlik
içindeki çalışmaları zayıflar, çalışmalarını Proleter Devrimci Aydılık Dergisi ve
İşçi-Köylü gazetelerinin yayın ve dağıtılması şeklinde sürdürüler.
12 Mart faşizmi, diğer örgütleri olduğu gibi TKİİP’yi de hazırlıksız yakalar.
ŞAFAKÇILAR
12 Mart 1971 darbesinden sonra 30 kadar TİİKP önderi, 10-12 Nisan günleri
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde bir araya gelirler. Doğu Perinçek’in
başkanlığında yapılan toplantıya; Halil Berktay, Yücel Sayman, Bülent Tanör, Nuri
Çolakoğlu, İbrahim Ömer Madra, Nejat Bayramoğlu, İbrahim Kaypakkaya, Bora
Sabri Özen, Vecdi Özgüner, Muzaffer Oruçoğlu, Mehmet Altun, Ayhan Özer, Halis
Özkan, Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Cemil Fazlı, Abdurahman Taşçı, Mehmet
Latif Güvercin, Gün Zileli, Müfit Özdeş, Ercan Enç, Ferit İlsever, Aydoğan
Büyüközden, Hasan Yalçın, Atıl Ant, Oral Çalışlar katılır.
Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya ve beş arkadaşı özetle İşçi-Köylü gazetesinin
kapatılması, köylere gidilmesi ve silahlı mücadeleye başlanılması önerisinde
bulunur.
26 Nisan 1971’de başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere 11 ilde sıkıyönetim
ilan edilir.
27 Nisan 1971’de Sıkıyönetim Komutanlığı İşçi Köylü gazetesi ile Proleter
Devrimci Aydınlık dergisini kapatır. Bunun yerine illegal yayın “Şafak“ dergisinin
ilk sayısı 1 Mayıs 1971’de çıkartılır. Bu derginin isminden dolayı bu tarihten sonra
TİİKP’liler “Şafakçılar” olarak da anılırlar.
TİİKP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde “Parti Çalışmalarını yürütmek
amacıyla, Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) adlı Oral Çalışlar, İbrahim
Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun sorumluluğunda bir komite oluşturdu.
Oral Çalışlar, Kaypakkaya ile birlikte gittiği Gaziantep’te 11 Temmuz.1971’de
yakalanır. Kaypakkaya kaçarak kurtulur.
Oral’ın yakalanması üzerine Komite üyeleri İstanbul’a dönerler. 1971 Eylül ayının
ikinci haftasında TİİKP MYK’si Doğu Perinçek başkanlığında bir toplantı yapar.
Toplantıya Kaypakkaya katılmaz. Bir eleştiri mektubu gönderir.
DERGİCİLİKLE HALK SAVAŞI
Mektupta şu görüşlere yer verir :
“.........Gerçekleri dobra dobra söylemekte sayısız faydalar vardır. Söylediklerimiz
kafadan uydurulmuş faraziyeler değil, içinde yaşadığımız ve bugün kötü
sonuçlarını elimizde hissettiğimiz gerçektirler. Bir düşünelim biz Mihri Belli ile
ayrıldıktan sonra (öncesini saymıyorum) ne gibi faaliyetlerde bulunduk. Önceleri
bir gazete ve derginin (hatta bir ara Devrimci TİP Haberleri de vardı), daha sonra
bir derginin yazılması, basılması ve dağıtılması....Bütün faaliyetimizin belkemiği
buydu işte. ........Hatta bizim ‘parti’ adını verdiğimiz örgütlenme bile dergicilik
faaliyetine hizmet eden tali bir unsurdu. En değerli kadrolarımız, dergi faaliyeti
alanında kendi günlük hayatını sürdürüyordu.........
Arkadaşlar, bütün bunlar sağ hatadır ve hem de, bütün dünya çapında devrim
şartlarının (yani silahlı mücadele şartlarının ) çok elverişli olduğu ve ayrıca
ülkemizde, halk kitlelerinin, devrimci mücadelenin kabardığı, hakim sınıfların
şiddetli ve derin buhranlara düştüğü dönemlerde işlediğimiz hatalardır...... Peki biz
halk savaşını neyle ve nasıl yürütmeyi düşünüyorduk? Yazı kurullarıyla mı? İşçiKöylü çalışma komiteleriyle mi? Yoksa hakim sınıfların istediği zaman
kapatabileceği gazetede attığımız sloganlarla mı? Bu sloganlar ne gibi bir
örgütlenmeyle ve pratik çalışmayla hayata uygulanacaktı? Ben, böyle bir
örgütlenme ve böyle bir pratik faaliyet bilmiyorum, bilen arkadaşlar söylesinler!
Ayıbımızı örtmek için attığımız parlak ve keskin sloganlar bizi, ‘dediği başka,
yaptığı başka’ bir grup haline getirmekten başka bir işe yaramadı. Ve halk
kitleleriyle birleşmek ve kaynaşmak kesinlikle mümkün olmadı......
Bütün yukarıda sıraladığımız hataları, belli bir sınıf içgüdüsüne ve sınıf tavrına
bağlamıştık. Bu içgüdü ‘burjuva içgüdüsü’, bu tavır ‘burjuva sınıf tavrıdır’ ve
hareketimiz esas itibariyla burjuva içinde kök saldığından, onların sağladığı
imkanlar vs.ye yaslandığından, yukarıdaki hatalar kaçınılmazdı. Saflarımız burjuva
hayat tarzına, burjuva alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı unsurlarla doluydu ve
esasen bizzat yürüttüğümüz faaliyet, bu faaliyetin muhtevası, bu unsurları
saflarımızda toplamıştı. O faaliyet, yani legal dergi faaliyeti, hakim sınıfların bir
darbesiyle ortadan kalkınca, bugün ortada pek az arkadaşla kaldık ve devrimci
(kelimenin gerçek anlamıyla devrimci) bir faaliyetin örgütlenmesine giriştiğimizde
kadro bulamıyoruz.”
KOPUŞ-PARTİYİ RED
TİİKP Merkez Komitesi, kongrenin Aralık 1971'de yapılmasını, İbrahim
Kaypakkaya ise 1-15 Ocak 1972 tarihleri arasında yapılmasını teklif etmektedir.
Yapılmasını istediği kongrenin tarihine uygun olarak İbrahim Kaypakkaya, 1971
yılı sonlarında, TİİKP'in militan kadrolarını etrafına toplamak için çalışmalar
yapar. Sırasıyla peş peşe dört yazı kaleme alır ve bu yazıları, ortak bir karara
dönüştürür. Bora Sabri Gözen, bu kararlar ile 1972 Şubat ayı ortalarında Avşar'a
gider, parti yöneticilerine, ''İbrahim Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu'nun partiyi
reddettiklerini'' anlatır.
Bunun ardından, İbrahim Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu, 26 Mart 1972 Pazar
günü, Ege'nin Beşparmak dağlarında Doğu Perinçek ile görüşür. Doğu ile baş
başa yaptığı tartışmada İbo, yazdığı yazılar temelinde iddialarını tekrar eder ve
''Ben, Parti'den ayrılıyorum'' der.
DAİMİ KOMİTE-TKP(ML)
Muzaffer Oruçoğlu, Filistin'den döndükten sonra, İbrahim Kaypakkaya ve Kabil
Kocatürk ile Siverek'te bir toplantı yaparak, Filistin'de gördüklerini ve
yaşadıklarını arkadaşlarına anlatır. Bu kampların Türkiye’de de kurulmasını
önerir. Kaypakkaya öneriyi destekler.
İbrahim, ''Askeri kanadı olmayan örgüt olmaz. Silahlı çekirdekler kurabiliriz.
Nerede bir bölge komitesi varsa, nerede bir parti örgütü varsa, 3-5 kişi de olsa,
bunun bir bölümünün mutlaka silahlı gücü de olması gerekir. Partinin örgütünün
olduğu her yerde bir silahlı çekirdek kurulmalı. Diyelim Siverek'te beş kişiyiz.
Bunun iki kişisinin partinin askeri kolu olması lazım. Bu şekilde örgütlenmeliyiz.
Bu nedenle çok çabuk bir şekilde askeri bir üs kurmamız lazım. Dediğimiz bu
gençleri o zaman bu şekilde mücadele içinde partiye üye yaparız,.'' der.
Sıra “askeri örgüte” isim bulmaya gelmiştir. Muzaffer Oruçoğlu’nun önerisi kaul
edilir. TİİKP terimine yakın olduğu düşünülen TİKKF (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş
Fedaileri) ismi üzerinde mutabakata varılır.
Malatya, Gaziantep, Siverek bölgelerinde yapılan çalışmalardan sonra Tunceli'de
de parti çalışması başlatılır. Kaypakkaya ve arkadaşları çalışmalarında artık
Türkiye Komünist Partisi Marksist-Leninist TKP (ML) ismini kullanmaya
başlarlar.
DAĞDA GENÇLER
TKP (ML)’nin silahlı ilk eylemi, 31 Mayıs 1971 tarihinde Nurhak’ta çatışmada
öldürülen Sinan Cemgil ve arkadaşlarının, berberde traş olurken “dağda gençler
olduğunu, kendisinin onlara ekmek götürdüğünü söyleyerek” yakalanmasına sebep
olan, İnekli köyü muhtarı Mustafa Mordeniz’in öldürülmesidir.
İbrahim, 1972 Aralık ayı sonunda İstanbul'dan Tunceli'ye geçer.
24 Ocak 1973 de, Tunceli'nin Haydaran bölgesi Munzur dağlarının kolu üzerinde
bulunan Seyithan ile Gökçek köylerine yakın Vartinik mezrasında kaldığı ev
jandarma tarafından kuşatılır. İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları, jandarmayla
çatışarak kaçmaya başlarlar. Kaçmaya çalışanlardan önce Ali Haydar Yıldız,
sonra İbrahim Kaypakkaya, vurulur. İbrahim Kaypakkaya, jandarmalar bakmaya
gelince ölü numarası yapar. Başından kan aktığını gören ve öldü sanan
jandarmalar, yakalamak amacıyla kaçanların peşine düşer. Muzaffer Oruçoğlu,
kendini uçurumdan aşağı atar. Karlar içinde dereye kadar iner. Askerlerin ateşi ve
bombaları altında iki saat kadar uçurumun altındaki dere yatağının içinde kalan
Muzaffer Oruçoğlu ile Hüseyin Bozkurt, sonunda oradan kurtulur. Dedesi
1938'deki Dersim İsyanı'nda Haydaran bölgesinin lideri olan Ali Haydar Yıldız
ölmüştür.
SER VERİP, SIR VERMEYEN
Yaralı olan İbrahim Kaypakkaya, fırsattan istifade ederek çatışma bölgesinden
uzaklaşır.
İbrahim Kaypakkaya, ayakları donmuş vaziyette, 29 Ocak 1973 Pazartesi günü,
Barıkbaşı Köyü Mirik mezrasında bulunduğu evde, Üsteğmen Fehmi Altınbilek ve
komutasındai askerler tarafından yakalanır. 1 Şubat 1973 Perşembe günü
Tunceli'den Diyarbakır'a götürülerek, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim
Komutanlığı askeri makamlarına teslim edilir.
İbrahim Kaypakkaya, 20 Şubat 1973 Salı günü, Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde
ayaklarından ameliyat edilir. Bir gün sonra arkadaşı Bora Gözen, 1973 yılı 21
Şubat'ında Filistin'de İsrail gizli örgütü MOSSAD ajanları tarafından 7
arkadaşıyla birlikte öldürülür.
İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır Askeri Hastanesi'nde 56 gün kalır. Hastaneden
cezaevine nakil tarihi, 17 Nisan 1973'tür. İbrahim Kaypakkaya, 19 Nisan 1973
Perşembe günü hastaneden alınarak Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin yanında,
TİKKO davasından yargılanacak olan arkadaşlarının da bulunduğu ayrı bir
binadaki 3 no.lu hücreye tek başına konur. Yakalanmasından itibaren, sürekli fiziki
ve psikolojik işkence altında tutulan İbrahim Kaypakkaya örgütü ile ilgili detay
bilgileri inatla vermez. Tüm baskı ve eziyet karşısında dirençli ve yiğit bir karşı
duruş sergiler. 17 Mayıs 1973 Perşembe günü, Sıkıyönetim ilgilileri tarafından,
İbrahim Kaypakkaya'nın öldüğü açıklanır.
İbrahim Kaypakkaya, arkadaşlarınca yeni kuşaklara “ser verip, sır vermeyen”
yiğit devrimci olarak anlatılır.
ELEŞTİRİLECEK OLAN
Devrimci hareketin ikinci miladı olan bu tarihsel dönemin ciddi bir eleştirisi
yapılacaksa, bunun merkezine devrimci gençliği koyarak yapılması devrimci tavır
olamaz. Elbette o dönemin devrimci gençleri olarak bizlerin de eleştirilmemiz
gereken yanlarımız vardır. Ancak bunlar meselenin izahı için yeterli değildir.
Asıl “özeleştiri” yapması gerekenler, devrimci gençliği bir parti çatısı altında
yönlendirme şansına sahipken, parti çatısı altında toplanan, gençliği dışlayanlar
veya gençliği, işçi sınıfı mücadelesiyle bütünleştirecek “parti”yi oluşturmak yerine,
başka güçlerin peşine takmak isteyenlerdir. Esas hesap vermesi gerekenler, kendi
aralarındaki kişisel anlaşmazlıkları ideolojik kılıflara büründürerek devrimci
hareketin parçalanmasına neden olan eski kuşak sosyalistleridir.
BOMBALA -TARA VE YOK OL
Burada bazı kitaplarda geçen bir değerlendirmeyi cevaplamak ve düzeltmek
istiyorum. Ertuğrul Alatlı adında emekli bir Kurmay Albayın yazdığı, “Belgelerle 9
Mart 1971. Anti-emperyalist- Baasçı darbe girişimi” adlı kitapta, Emekli Deniz
Binbaşı Erol Bilbilik, ben ve Deniz Gezmiş konusunda 9 Martla ilgili bazı
değerlendirmeler yapmıştır:
“Bir gün KABİBAY’ın evinde toplandık. Hava kurmay albay Hidayet Ilgar, emekli
kurmay yarbay Talat Turhan, emekli personel yüzbaşı İrfan Solmazer ve daha
birçok kişi vardı. Bir aralık İrfan Solmazer bana : “Sen denizcileri ihmal etmişsin”
dedi. “kimi ihmal etmişim” diye sorduğumda, “Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı ihmal
etmişsin. Hiç temas kurmamışsın. Ama ben İstanbul’da Ankara’da onlara mısır
patlatır gibi bomba patlatıyorum.”dedi. Ben şaşırdım, yanımdaki Talat
Turhan’ında -yüz ifadesinden- çok şaşırdığını anladım. “Başka ne
yapıyorsunuz?”diye sordum. Yanıtı şu oldu. “Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı falan
oturtuyorum. Demokratik bir tartışmayla eylem kararı alıyoruz. Amerikan
büyükelçiliğinin kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar
veriyoruz. Bu demokratik tartışmada ben lider oluyorum. Emri ben veriyorum. Deniz Gezmiş Amerikan Büyükelçiliğini tara ve yok ol diyorum. Sarp Kuray’a git
şurayı bombala emrini veriyorum.” Bu işlerden KABİBAY’ın mutlak bilgisi vardı.
Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı, herkesi kullandılar.”
YALAN SÖYLEMEKTEDİR
Deniz Gezmiş’in DÖB ve sonraki dönemde CHP içinde mevzilenmiş Orhan
KABİBAY grubu ile siyasi bir ilişkisi olmuş mudur, olmamış mıdır? Bu konuları
ben bilmem. O dönemde askerdim. Doğru referanslar eski DÖB'lü arkadaşlardır.
Onlara sormak gerekiyor. Ancak 9 Mart öncesinde Deniz Gezmiş benimde olduğum
bir toplantıda İrfan Solmazer’le hiçbir zaman yan yana gelmemiştir.
İrfan Solmazer eğer böyle bir laf ediyorsa yalan söylemektedir. Gelelim bana “git
burayı bombala” emrini vermesi konusuna. Bırakın Solmazer’i hayatım boyunca
bana hiç kimse böyle bir emir verme şansına sahip olamamıştır. Bundan sonraki
yaşantımda da olamayacaktır. Ama benim bildiğim İrfan Solmazer Askeri
Tıbbiyelilerin ve Denizcilerin dikkatini çekebilmek için bu tarz eylemlerde çok
heveskar davranmıştır. Bende bu konuda arkadaşlarımın dikkatini çekmişimdir.
Benim bildiğim bunlardır. Beni cevaplamak isteyen, istediği şekilde ortaya çıkıp
konuşabilir. Hep birlikte izleriz.
SOSYALİST KARDEŞLİK
Aynı süreçte Dev-Genç saflarına katıldım. Atilla Sarp genel başkan, Ruhi Koç’ta
genel sekreterdi. İkisi de arkadaşımdır. Dev-Genç in bu dönemi henüz daha
bünyesinde gruplaşmaların tam olarak oluşmadığı, büyük gençlik kitlelerini
arkasından sürüklediği coşkulu bir süreçtir. Saflarda ciddi ve tutkun bir sosyalist
kardeşlik vardır.
İstanbul’da Deniz Gezmiş, Mustafa Zülkadiroğlu ve Mustafa Gürkan’ın
öncülüğünü yaptığı DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği) lü öğrenciler, Ankara’da
Yusuf Küpeli’nin başkanlık yaptığı FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) li gençlerle
yapılan bir genel kurulda buluşarak TDGF (Türkiye Devrimci Gençlik
Federasyonu) yi yani popüler ismiyle Dev-Genç’i yarattılar.
Devrimci gençliğin akademik-demokratik talepleri ile başlayan eylemliliği kısa
sürede üniversite duvarlarını aşıp işçi sınıfımız ve yoksul köylülüğümüzle buluşma
isteği ve kararlılığına dönüştü. Ben 11 Nisan 1971’de tutuklandığım ana kadar
Dev-Genç saflarında mücadele ettim.
İKİ SİYASAL ÇİZGİ
Gençler kitleler halinde sosyalist hareketin içine doğru akmaya başlamıştır.
Yükselen mücadelede iki siyasal çizgi belirginleşmektedir.
1. 50 yıllık sosyalist geleneğin devamcıları değişik yerlerde ve düşüncelerde olsalar
bile, aynı geleneğin insanları olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, TİP (Behice
Boran, M. Ali Aybar- Sadun Aren) ve dışarıda da İsmail Bilen ve diğerleri..
2. 1963 ten itibaren yığınsal olarak sosyalist harekete akan ve mücadelede ikinci
kanalı oluşturan gençlik gerçekliği. Bunun adı da DEV-GENÇ ve Devrimci Ordu
Gençliği oldu.
DEV-GENÇ VE ORDU GENÇLİĞİ
Dev-Genç ve Ordu Gençliği platformu :
Başlangıçta sosyalist bilinç ve inanç kavramlarının gelişme zemini olarak
değerlendirilmelidir. Kitlesel bir niteliğe sahiptir, elli yıllık gelenekten gelmiş
önderlere ve örgütlere karşı saygılı ve itaatkar bir tutum vardır.
27 Mayıs ve 21 Mayıs yenilgilerinin, Tarihsel Devrimci gelenekten koparak
getirdiği sonuçla, yoksul yığınlarla buluşma ve bir halk muhalefeti oluşturma
çabası anlamında büyük bir potansiyel taşımaktadır. Anti-emperyalisttir ve tavrını
Dolmabahçe’de Amerikan bahriyesi subay ve erlerini denize dökecek boyutta
göstermektedir. Devrimci gençlik saflarındaki bu antiemperyalist tavır, Mustafa
Kemal Paşa’nın emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı Kurtuluş savaşını başlattığı
Samsun’dan Ankara’ya kadar yürüyerek gerçekleştirilen Mustafa Kemal Yürüyüşü
ile güncelleştirilmiş, 1969’da eski Vietnam kasabı, yeni Türkiye ABD büyük elçisi
Komer’in Amerikan bayraklı arabasının ODTÜ’de yakılması ile altı bir daha
çizilmiştir.
15-16 Haziran büyük işçi direnişinde DÖB’ lü gençler aşağı yukarı her bölgede
yürüyüşlere katılmışlar, hatta bazı bölgelerde direnişin inisiyatifini ellerine
geçirmişlerdir. Devrimci gençler ülkenin her yanında fındık, üzüm, tütün, çay vb.
mitinglerine katılmakta ve hatta bazı bölgelerde bu mitingleri kendileri köylülerle
birlikte organize etmektedirler.
Tüm bu gelişmeler derin devleti rahatsız etmiş ve devlet desteğindeki Amerikancı
çeteler tarafından provake edilmiştir.
Beyazıt Meydanı’nda şehit edilen Taylan Özgür’ün ve diğer arkadaşlarımızın
cinayetlerinin nerelere dayandığı bugün artık bilinmektedir.Bu saldırıların
yoğunlaşması ister istemez devrimci gençlik saflarında meşru müdafaa çizgisinde
silahlanmayı getirmiştir.
GENÇLİĞİ İTELEME
Bu aşamada TİP “kıpırdamayın faşizm gelir” diyerek gençliği saflarından
itelemeye başlamıştır.
Kıvılcımlı’nın tespit ettiği gibi TİP içinde A.B.A’cı (Aybar, Boran, Aren) toyların
bilime ve bilince tepeden bakarak işledikleri binbir taktik yanlışın bir tek özü
vardır: A.B.A’cilerın yürekleri, beyinleri ya da çapları gereği, Türkiye’nin devrimci
ortamını değerlendirmeyi becerememişlerdir. O yanlış değerlendirme TİP içinde ve
TİP dışında bir takım çabaları bilerek veya bilmeyerek körlerin - sağırların
dövüşüne doğru itmiştir.
TİP’in sendikalist ve parlementarist zümreler tekelinde kuruluşunda toplanan
doğuştan günahlı durumu, o yüzden zamanla törpülenmemiştir. O yüzden sorunlar
doğru
konulmamış,
gereğince
tartışılamamış,
proletaryaca
çözüme
kavuşturulamamıştır.
O dönemde, Türkiye’nin gündeminde konu, gelecek devrimin güler yüzlü ya da
demokrat olup olmayacağı değildi. Sosyalizm bir maksima programdı. Halbuki
ülkemizde bir minima program kendisini dayatıyordu. Minima programın binlerce
yakıcı konusu ortada çözüm beklerken, Sosyalist Devrimden konu açıldı, hatta
bunun seçimlerle parlamentoda halledilebileceği umuduna kapılındı. 27 Mayıs’a
tepeden inme devrimcilik suçlamaları yapılırken, kendilerinin 27 Mayıs’tan sonra
ve ihtilalin açtığı imkanlarla işçi sınıfının başına tepeden inme ansızın
geliverdikleri unutuldu.
KABUĞUN PARÇALANMASI
Devrimci Gençlik gerek TİP ve gerekse sonraki MDD’ci dönemlerinde, yani eski
kuşakların yönlendiricilik işlevi gördüğü yapılanmalar içinde yer aldıkları süreçte,
yüklü bulundukları toplumsal fonksiyonun doğal sonucu bir işlev görmüş ve elli
yıldır kendi kabuğunda sıkıştırılmış sosyalist mücadeleye yol açıcılık yapmışlardır.
Neticede varlığı ve onun fonksiyonları, geleneksel sol yapı ile çatışmış ve DevGenç içinden, önderliklerini bizzat devrimci gençlik öncülerinin yaptıkları örgütler
doğmuştur.
Bu gruplardan biri olan THKO’nun eylemlere başlaması, gençlik saflarında kısa
zamanda sempati yaratınca, “silahlı eylem” konusunda hızlı bir hareketlenme
yaşanmış ve soğuk savaş stratejisi çerçevesinde planlı bir şekilde gençliğe
dayatılan meşru müdafaa çizgisindeki silahlanma, bu aşamadan sonra silahlı
mücadelenin bir siyasal yöntem olarak kabulüne dönüşmüştür. Bu gelişmeler,
devrimci gençliğin tüm örgütsel ve ideolojik engelleri aşarak oluşturduğu
birikimler ve açılan kitle kanallarını duraksamaya uğratmıştır.
Daha 6-7 ay önce , aralarında cüppeleriyle gelmiş Yargıtay, Danıştay, baro
üyelerinin olduğu yüzbinlerce devrimci-demokrat ve ilerici insanın katıldığı
“Anayasaya Saygı” yürüyüşünü düzenleyen Dev-Genç parçalanmaya başlamış,
kitleselliğini kaybetmiş ve gruplar illegaliteye çekilip mücadeleye girmişlerdir. Bu
çizgi hepimiz için geçerlidir. Gençlik cephesinde bu süreç yaşanırken, işçi sınıfımız
İstanbul ve İzmit’te 15-16 Haziranda yüzbinlerle sokaklara inerek ve önüne dikilen
polis ve asker barikatlarını aşarak sendikal haklarını koruma mücadelesi
veriyorlardı. Diğer yandan ordu içinde ordu gençliği devrimci mücadeleyle
kendiliğinden buluşuyor, diğer bir kanalda da ”tepeden inmeci” müdahaleci
geleneğin unsurları radikal bir darbenin teşkilatlanmasını ve programını
hazırlıyorlardı.
Tüm bu kanalların bir parti çatısı altında toparlanarak sentez edileceği ve iktidar
yürüyüşüne yönlendirileceği bir aşama kendini gelip dayatmıştı.
Devrimci hareketin ikinci miladı olan bu tarihsel dönemin ciddi bir eleştirisi
yapılacaksa, bunun merkezine devrimci gençliği koyarak yapılması devrimci tavır
olamaz. Kendi adıma söylüyorum bizim eleştirilmemiz gereken yanlarımız vardır.
Ancak bunlar meselenin izahı için yeterli değildir. İçeride ve dışarıda, kendini, işçi
partisi ilan edenler ve devrimci gençliği bir parti çatısı altında yönlendirme
şansına sahip eski kuşak sosyalistleri bu eleştirinin merkezine koyulmalıdır
düşüncesindeyim.
KRİTİK 48 SAAT
Karşı-devrimci Amerikancı güçler 9 Martı tasfiye ederek 12 Martı gündeme
sokmuşlardır. İsmet Paşa yine sahnededir. “Rejim açısından çok kritik 48 saat
geçirdik“ diyerek demokrasiye şal örtme formülünün yaratıcısı Nihat Erim,
başbakan olarak komutanların hizmetine sunulmuştur. Sonrası Türkiye halkı için
acılarla dolu karanlık ve kanlı bir süreçtir. Tasfiyeler, tutuklamalar, işkenceler,
katliamlar, idamlarla dolu bir dönemdir. Finans-kapital cephesi bu dönemde,
1970’deki devalüasyonla birlikte gündeme soktuğu ve bir türlü parlamentodan
geçiremediği önlem paketini yürürlüğe sokmuş ve tekelleşme sürecinde önemli
mevziler kazanmıştır. Toplumun demokratikleşmesi için imkanlar sunan 61
Anayasası’nın kısmi özgürlükler ortamı büyük darbe yemiştir. 21 Mayıs yenilgisine
9 Mart yenilgisi de eklenerek ordunun içindeki kurtuluş savaşçılığı geleneği ve
devrimciler ciddi bir tasfiyeye uğratılmışlardır. 12 Mart’ta başlayan süreç, 12
Eylül faşist darbesiyle nihai şeklini almıştır.
İTTİFAK DENEMESİ
9 Mart; 1919’da Kurtuluş Savaşında ve ardından 27 Mayıs’ta sosyalist hareketin
reddedilişinin bir değerlendirmesi yapılarak reddiyeyi kırma ve ülkedeki yeniden
yapılanma sürecini işçi sınıfı yörüngesine çekme anlamında “işçi sınıfı“ adına
yapılan bir ittifak denemesidir. Sosyalist hareket yine reddedilmiştir. Adeta tarih
tekerrür etmiştir. “Hiyerarşi ve sicilli cuntacı taşeronlar”ın haricinde 9 Mart
darbe girişiminin ordu içindeki teşkilatlanması, hazırladığı anayasa taslağından da
açıkça görülebileceği gibi ilerici devrimci askerlerdir. Çoğu müdahale sonrası
tasfiye edilmiş ve Ziverbey köşkünde, İstanbul dukalığının değnekçiliğini yapan
Faik Türün çetesi tarafından işkencelere çekilmişlerdir.
1970’lerde ülkemizdeki devrimci dinamikler açısından, ittifak politikaları içinde en
önemli sorun ordu içindeki radikal güçlerle dostluk içinde mi, yoksa sırtımızı
onlara dönme prensibi ile hareket edip etmeyeceğimiz sorunuydu. Önümüzdeki
siyasal ve toplumsal tabloda ön gördüğümüz stratejik hedeflere yönelik sürecin,
demokratik devrim karakterinde ve halkın tüm çalışan yığınlarını kapsayacak bir
biçimde olması konusunda hemen hemen herkes aynı görüşteydi. Hiçbir grup bu
ittifakta kendi kuvvetlerini radikal güçlere bağlamak ve onların kuyruğuna
takılmak görüşünde değildi. Doğru olan ve yapılması gereken o konjonktürel
koşullar içinde, bu siyasal eylemde, imkanlar dahilinde bağımsız bir güç olarak yer
almak ve bu tarihsel vurucu güç eylemciliğini yönlendirmekti. Devrimci dinamikler
içinde paylaşılan genel ve ortak görüş, mevcut düzen içinde hoşnut olmayan bütün
halk sınıf ve tabakaları ile birlikte gerçekleştirilmesi öngörülen Demokratik Halk
Devrimi tezi idi.
VURUCU GÜÇ
Bizim teşkilatlanmamız açısından bu hedef Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tespit ettiği
ilkeye göre şöyle formüle ediliyordu:
“Vurucu güç : Gerici iktidarı, sırası gelince bir gecede vurup düşürebiliyor. Ondan
sonrası öne geçen öz gücün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşı-devrimci ise, vurucu
gücün devrimciliği amortize edilerek güme gider, nitelik devrimci ise sosyal devrim
yörüngesine oturabilir. Demokratik devrim özgücü olan işçi sınıfının yanına
konulan proletarya aydınları deyimi, o devrimci özgücün daha özel karşılığı olur.
Vurucu güç : proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir”
Demek ki devrimci dinamiklerdeki belirgin olan temel yaklaşım, radikal ordu
güçlerine ittifak politikaları açısından devrimci güçler arasında yer verilmesiydi.
Onlar açısından da hedefe ulaşabilmeleri için ittifakı yapabilecekleri yegane güç
devrimci dinamiklerdi.
Sonuçta olaylar bu öngördüğümüz çerçevenin dışına taşarak farklı yönlerde gelişti.
Radikal gruplar, bırakın eylemi bizimle hayata geçirebilmeyi, teşkilatlanmaları
kendi içinde provoke edilerek süreç, karşı-devrimci bir müdahaleye
dönüştürülmüştür.
Finans-kapitalistler, kendi sınıf çıkarları açısından yürürlüğe sokmayı
planladıkları ve parlamentodan bir türlü geçiremedikleri ekonomik önlemler
paketini (finansman kanunları, emlak vergisi kanunu, ithal imkanlarının
genişletilmesi, vergi muafiyetleri vb.) her dönemde olduğu gibi orduyu yedeklerine
alarak gerçekleştirebileceklerini bildiklerinden pusuda bekliyorlardı. Gelişen
ittifaklar politikası ve vurucu güç içindeki bilinçlenme onlar için rejim sorunuydu.
Ve tam bu noktada daha önceki müdahale momentlerinde olduğu gibi ordu
hiyerarşisi ile anlaşıp devrimci dinamikleri ve radikal ordu güçlerini tasfiye
etmişlerdir.
SİYASET FAHİŞELERİ
Şimdi birtakım ne olduğu belirsiz adamlar çıkacaklar, bizleri “cuntacılıkla”,
“derin devletin solcusu olmakla”, “omuzu kalabalıklara kabalık etmememizle”,
“kullanılmışlığımızla” falan suçlayacaklar. Gerçek ortadadır. Konjonktürel
avantajları da arkasına alarak devrimci hareket, tarihinde hiç rastlanmayan bir
düzeyde iktidar meselesine yaklaşmıştır.
9 Martçılar tarihi arka yapıları ile birlikte ortadadır. Düşünceleri, hedefleri,
hazırladıkları anayasalar tüm detayları ile yazılıp çizilmektedir. Tasfiyeyi yapan
12 Martçı güçlerin sınıfsal yapıları, uluslararası bağlantıları ortaya çıkmıştır.
Bunların içinde iki taraflı oynayan siyaset fahişeleri deşifre olmuşlardır. “Derin
devlet” denilen ve Petagon’la paralel hareket eden yapılanmanın bu olay içindeki
konumlanışı tüm detayları ile yazılıp çizilmektedir.
Gizli hiçbir şey kalmamıştır. Darbenin neden engellendiği, sınıfsal olarak nasıl bir
rejim tehlikesi potansiyeli taşıdığı en yetkili ağızlarda dillendirilmiştir. Kitaplar,
gazeteler, dergiler ve televizyonlar anılarla dolup taşmaktadır. Devrimcilerin 12
Mart’tan sonra başından geçenler de ortadadır. Yaşanmış, görülmüştür. Öncüler
katledilmiş ve idam edilmişlerdir. Binlerce devrimci işkenceden geçirilmiştir.
İşkencecilerin 9 Mart gerçekliği karşısındaki tavırları ve öfkelerini sağır sultan bile
duymuştur.
ORTAK BİR TAVIR
Gülhane askeri hastanesinde bel fıtığından yatan, eski MBK üyesi ve 14’lerden
dönemin CHP milletvekili Orhan KABİBAY, askeri tıbbiyeli arkadaşlarımızın
aracılığı ile bizimle görüşme talebinde bulunmuştur. İki askeri tıbbiyeli ve bir deniz
subayı arkadaşım ile birlikte hastaneye gittim.
Orhan KABİBAY’ın odasında
İrfan Solmazer (eski MBK üyesi 14’lerden ve CHP milletvekili), Numan Esin (eski
MBK üyesi 14’lerden CKMP milletvekili adayı), Talat Turhan (emekli kurmay
yarbay) hazır bulunuyorlardı. Uzun bir gecenin sonunda hazırlıkları yapılan bir
ihtilali desteklememiz istenmiş, 27 Mayıs’ın düştüğü hatalara düşülmeyeceğini,
hazırlanan anayasa taslağından örnekler göstererek, bizi ikna etmeye
çalışmışlardır.
Bu toplantı sonunda bizim verdiğimiz yanıt, hiçbir spekülasyonu içinde
barındırmayacak kadar açıktır:
1Dr.Hikmet Kıvılcımlı’ya danışılacak ve onun tavrı bizim açımızdan
belirleyici olacaktır.
2Dev-Genç içinde birlikte mücadele ettiğimiz tüm gruplar toplantıya
çağrılacak, yapılan öneri onlara aktarılacak ve ortak bir tavır belirlenecektir.
HANİ ŞU ‘YAĞMURLU’ GECE
İkinci maddeyi hayata geçirmek üzere yaptığımız toplantı, bazı sol yayın
organlarında ‘’Dikmen toplantısı’’ diye isimlendirilmiştir. Turhan Feyizoğlu
adındaki genç bir yazar, çeşitli çevrelerle konuşarak hazırladığı ”Mahir” adlı
kitabında bu toplantının içeriği ile ilgili bazı yorumlar yapmıştır.
Onu tanıyorum, iyi niyetinden şüphem yoktur. Ancak bizim organize ettiğimiz böyle
bir toplantı ile ilgili değerlendirmeler yaparken bizlere danışması ve fikirlerimizin
alınması gerekirdi, devrimci metod budur. Bu yönteme pek itibar edilmiyor.
Bu toplantı ile ilgili neler yazdığını izleyelim;
“Deniz teğmeniyken, arkadaşlarıyla beraber yayınladıkları bir bildiri gerekçe
gösterilerek subaylıktan atılan Sarp Kuray ve ekibi, 1971 Mart ayının ilk
günlerinde Dikmen’de Harp okulunun yakınında İrfan Solmazer’in evinde bir
toplantı düzenlemiştir [Düzeltelim diyoruz; bu ev İrfan Solmazer’in değildir, o
tarihte Solmazer’i, yalnız GATA’daki toplantıda tanımıştık. Bu ev denizci bir
doktor arkadaşımızın evidir ve ileriki günlerde, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve
Yusuf Aslan belli bir süre bu evde saklanmıştır. S.K.].
Toplantıda Türkiye’nin her tarafından gelen subaylar vardır. Toplantı
başladığında, toplantıya katılan bütün subaylar, kendilerinden emin olarak
konuşmaya başladığında ‘’benim adım şu, ben şu askeri birliği veya şu askeri
okulu temsilen geldim’’ diyerek kendini takdim eder ve tartışmaya katılır.
Toplantıda bulunanların hemen hemen hepsi, pırıl pırıl 14’lü tabancalarıyla
gelmişlerdir. Sarp Kuray ise biraz liderliğinden, biraz ittihatçı anlayıştan gelen bir
tavır sergileyerek ‘’biz bu işe kellemizi koyduk, ben bu harekatta resmi elbisemi
giyerek sokağa çıkacağım’’ diye konuşur [Düzeltme: Bu bir önerinin tartışılma
toplantısıdır, ben bir açılış konuşması yaparak, öneriyi tartışmaya açmışımdır,
daha henüz kelleler üzerine değerlendirme yoktur. S.K.].
Toplantıda TDGF adına, TDGF genel sekreteri Sinan Kazım Özüdoğru ile merkez
yürütme kurulu üyesi ve ‘askeri işler’ sorumlusu Şaban İba katılır fakat isimlerini
söylemezler [Düzeltme: Aşağı yukarı herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda, kimse
ismini ve durumunu saklamamıştır. S.K.] ve toplantıda ilişkide oldukları havacı
subaylarla daha önceden anlaştıkları gibi,birbiriyle aynı konularda paslaşarak
ama sanki aralarında bir ilişki yokmuş, birbirlerini tanımıyormuş gibi davranırlar.
[Düzeltme; bizim açımızdan buna imkan yok, toplantıyı organize eden biziz ve
kimleri çağırdığımızı biliyoruz. S.K.]. Toplantıda Sarp Kuray’lar, TDGF’lilere ve
özellikle onlarla ilişkisi olan havacı subaylara, ’yakında bir harekatın olacağını’
söyler ve ‘buna katılarak destek vermelerini isterler…Toplantıda ‘biz yokuz’ diyen
havacı subaylara biraz yüklenilerek ‘ayrı bir harekete gitmenin iyi olmayacağını’
ima ederler. (Turhan Feyizoğlu ‘Mahir’ sayfa 340).
BİZ YOKUZ
Dev-Genç merkez yürütme üyesi iki arkadaş ve iki havacı subayın ‘biz yokuz’
diyerek, toplantıyı terk etmelerinden sonra toplantı devam etmiştir. Olayı Turhan
Feyizoğlu’nun kitabından izlemeye devam edelim;
“İTÜ-ÖB başkanı Gökalp Eren şunları anlatmıştır; ’İlk toplantımız ordu içindeki
sosyalizm taraftarlarıyla oldu. Şaban İba, Kazım Özüdoğru askerlerden Mazhar
vardı. Ankara eski Dev-Genç’ten birileri, Sarp’lar (Sarp Kuray), tanımadığım
subaylar askeri tıbbiyelilerden temsilciler vardı. Üç kişiydik biz. Ömer Güven,
Namık Kemal Boya ve ben. Tam bir görüş birliğine varılamadı, THKP-C dışta
kalmayı tercih etti. Çünkü o ordu içinde daha yükseklere kadar ulaşıyor. Bir
hiyerarşileri var. Deniz’ler, ‘o toplantıda bulun ama bizi temsil etmiyorsun’
demişlerdi. Daha sonra yukarıdan subayların bulunduğu toplantıya katıldık,
Numan Esin vardı, sivil giyinmiş yaşlı subaylar vardı. Rütbeler genellikle binbaşı,
emekliler eski ihtilalciler’’
Deniz’lerin haberi var mıydı, yok muydu tartışması çok yapıldı. Kendilerine bu
toplantı ben (Sarp Kuray) ve askeri tıbbiyeliler tarafından önerildi ve sonucu
aktarıldı. Ondan sonraki günlerde Deniz’ler ile bizim çok sıcak dayanışmalara
girdiğimiz günlerdir ve darbecilerden kısmi de olsa birtakım destekler alınmıştır.
Deniz Gezmiş, 9 Mart’ın sonucunu bekleyerek, Yusuf Aslan ile birlikte 14 Mart’ta
Ankara’yı terk etmiştir.
SAKLAMBAÇ
Devrimcilerin gündemdeki bir konu ile olan ilişkisini, benim (Sarp Kuray) bildiğim
kadarıyla ideolojik bakışları belirler. 9 Mart olayı maalesef, devrimciler arasında
herkesin yazdığı, çizdiği ortada olmasına rağmen saklambaç oyununa
dönüştürülmüştür.
Bu davranış özellikle bu dönemin mirasını sahiplenmek isteyenler arasında çok
daha belirgindir. Halbuki, ortada kimimizin “zinde kuvvetler”, kimimizin “ulusal
kurtuluşçuluk”, kimimizin “asker-sivil aydın zümre”, kimimizin de “kurtuluş
savaşçılığı-vurucu güç” ismini koyduğu bir gerçeklik vardır. Ve sonuçta kiminin
yönlendirme, kiminin de ittifak dediği siyaset gündeme sokulmuştur. Kimse gizli
kapaklı bir iş yapmamıştır. Gizli kapaklı olan o dönemin bazı devrimcileridir.
Deniz subayları bildirisinin Devrim gazetesinde yayınlandığı günkü sayısında Uluç
Gürkan Deniz Gezmiş’le bir röportaj yapmıştır:
“Tutucular koalisyonu tertiplerinde “gençliği” ordunun karşısına düşürmek
hedefine ulaşamadıkları gibi, “devrimci gençlik eylemi”, “Mustafa Kemalci zinde
güçler” saflarını birbirine kenetlemiştir. Öğrenci olarak “devrimci mücadeleye
katılmak, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir.”
BİZ VARIZ
Dikmen toplantısı sonucunda bir komite oluşturulmuş (ben bu komitenin içinde
yokum) ve ertesi gün, Gökalp Eren’in yukarda ki alıntıda bahsettiği nihai
toplantıya gidilmiştir. Toplantı Orhan KABİBAY’ın evinde yapılmıştır ve bir ittifak
yapılmasına karar verilmiştir. Şimdi dönelim, “biz yokuz” diyenlerin
“kararlılıklarını” izleyelim:
“9 Mart günü herkesin bir görevi vardı”. 9 Mart 1971 Salı günü gecesi, THKPC’nin
kadroları,
gruplar
halinde
Ankara’nın
değişik
evlerine
dağılmışlardır…Selçuk Polat, Ertuğrul Kürkçü, Mustafa Hüdai Arıkan, Sinan
Kazım Özüdoğru ve Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü’nün ODTÜ’den bir bayan
arkadaşının Maltepe’deki evinde, silahlarıyla birlikte ‘düğmenin basılmasını’
radyodan verilecek mesaja göre ve kendileriyle irtibatlı olan havacı subaylar
aracılığı ile hazır bir şekilde bekler…Ankara Emniyet Müdürlüğüne el koyma
görevi THKP-C ile irtibatlı olan subaylarla birlikte yapılacaktır. Böyle bir görev
‘düğmeye basacaklar’ tarafından bilinerek bu ekibe verilir…Binbaşı İbrahim
Keskin; THKP-C’ye haber verdim. Çok iyi hatırlıyorum, yağmurlu bir gündü, hava
kuvvetleri karargahının önüne gelerek beni beklediler, gelenler arasında Orhan
Savaşçı, Mustafa Şahin, Mazhar Ataç’ın adlarını hatırlıyorum. O ekip arasında
sivil yoktu, THKP-C üyesi Orhan Savaşçı ve diğer genç subaylar,o gece bana
yardımcı olacaklardı’’ (Turhan Feyizoğlu ‘Mahir’ sayfa 335).
Bu örnekleri daha başka kaynaklarla çoğaltabiliriz. Demek ki bu arkadaşlar,
Dikmen toplantısında, “biz yokuz” diyerek, bizimle olmayacaklarını kastetmişler.
Aslında başka bir bağlantı kanalından, ’biz varız’ demişlerdir.
9 MART GECESİ-HABER VERİLMEYENLER
Bu güne kadar üstü örtülen ve bizim tarafımızdan altı her yerde çizilen bir gerçeği
yeniden belirtmek istiyorum: 9 Mart gecesinden, hani şu ‘yağmurlu’ geceden,
Dikmen Toplantısında içeride kalıp devam edenlerin haberi olmamıştır. Tabii
bunun nedenleri vardır. KABİBAY’ın evinde yapılan nihai toplantıdan sonra
bizden, taktik planda siyasi iktidarı yıpratma çizgisinde bazı eylemler yapmamız
istenmiştir. Bunlar yapılmıştır, bizim de bazı isteklerimiz olmuştur. Bir kısmı
karşılanmış, (İstanbul’da bazı kamulaştırma eylemlerinde, yönlendirme ve
istihbarat) bir kısmı da oyalamaya sokulmuştur. Deniz Gezmiş’in saklanması
konusunda isteklerimiz olmuştur, ucu kendilerine dokunmayacak tarzda bazı
yardımlar yapmışlardır. Ancak, bizim Devrimci yapımız hiçbir hiyerarşik bağlantı
içinde olmadığından onların karşısında her durumda, pazarlık gücümüzü ve
bağımsızlığımızı korumuşuzdur. Onlara hep mesafeli davranmışızdır. Bu başımıza
buyrukluğumuz onları mutlu etmemiştir. Özellikle İrfan Solmazer bazı eylemlerin
içine sokularak, arkadaşlarımızın kafasını karıştırıp, bizi parçalamaya
uğraşmışlar, başaramayınca, ilişkilerini yavaş yavaş açığa almışlardır. Bu
nedenlerle 9 Mart Gecesinden bizim haberimiz olmamıştır ama açık konuştuğumuz
için, 9 Mart, devrimci ortamda bize ihale edilmiştir, özelliklede genç kuşakların
gözünde.
12 Mart’tan sonra bizim arkadaşlarımız sıkıyönetimin ilan edilmesi ile birlikte
tutuklanmış ve ordudan çıkarılmış olmalarına rağmen, 9 Mart’ı destekleyen THKPC’li havacılar, Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve arkadaşlarının Maltepe askeri
cezaevinden kaçmalarından sonraki olaylar aşamasına kadar, orduda kalmışlar
sonra tutuklanmışlardır. (Sarp Kuray)
ÖDÜL-ALTIN KOZA
23 Eylül 1971 yılında Altın Koza Film Festivali’nin tüm ödüllerini Yılmaz Güney
aldı. 26 Eylül’de Yılmaz Güney, Altın Koza ödülünü Türk Hava Kuvvetlerini
Güçlendirme Vakfı’na verdi. 12 Mart olalı henüz 5 ay olmuştu.
9 Ekim 1971’de Deniz Gezmiş ve 17 arkadaşı idama mahkum oldu. “Muhsin
Batur’la flörtün devamını gösteren bir ödül” değil mi?
Turhan Feyizoğlu’nun ‘Mahir’ adlı kitabında, bu gecikme ile ilgili tespitlerine
bakalım;
‘’Mahir Çayan’ın 29 Kasım 1971 tarihinde, hapishaneden kaçışında bazı
subaylarında devrede olduğunun Hükümet tarafından açıklanması, ABD
Büyükelçiliğinde bazı değerlendirmeler yapmalarına yol açıyor.
”Büyükelçi Hendley’in değerlendirmelerinin önem taşıyan yanı, hükümetin,
subayların aşırı eylemcilerle ilişkisinin üstüne gidişinin,hava kuvvetleri
komutanı,Orgeneral Muhsin Batur’u güç duruma soktuğunu belirtmesi.
Büyükelçi şöyle diyor;’bu açıklama,bugünkü şartlarda olağan üstününde ötesinde
bir durum yaratıyor. Çünkü bu açıklama,hava kuvvetleri komutanı,Muhsin Batur’a
dönük bazı sonuçlar doğuruyor,perde arkasında bir hayli faaliyet yürüttüğü
yolunda haberler alıyoruz’(Mahir,sayfa 471).
ACABA?
Hiyerarşi bu desteği, denizcilere, askeri tıbbiyelilere vermiyor, onlar hemen içeri
alınıyorlar. Sıkıyönetimden 8 ay sonra havacı tutuklamaları başlıyor. Muhsin
Batur, tamamen kendini korumak amacıyla, havacıları koruyor. Dev-Genç’in 5.
Kurultay öncesi Atila Sarp ve Dev-Genç Yürütme Kurulunun tutuklanmaları,
Kurultayda Ertuğrul Kürkçü’nün seçilmesi de, bir “acaba?” sorusunu akla
getiriyor.
SOSYALİST KARDEŞLİK İLİŞKİLERİ
“Bu arkadaşlarımızın, bizi ‘Dikmen’ toplantısında kandırmış olmaları, tabiî ki
1971 başlarındaki devrimci ortamda kırılma noktalarını, ciddi ve tutkun bir
sosyalist kardeşlik ilişkilerinin yediği darbeyi açıklaması açısından çok önemlidir
ve derslerle doludur. Ama bizce işin en üstünde durulması gereken yanı; 1974
sonrasına da bu örtü taşınmış ve yeni gençlik kuşaklarının mutlaka bilmesi gereken
gerçekler öğrenilememiş ve alınması gereken ideolojik ve yapısal önlemler
oluşturulamamıştır. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin komuta kademesinde bulunan
Haydar Saltuk olayı ve devrimci ortamdaki bazı yayın organlarının darbe öncesi
bu generale yaklaşımları ibretle incelenmeye değerdir.
Mahir Çayan, sevdiğim ve her zaman kişisel boyutta iyi ilişkilerimiz olmuş bir
arkadaşımdır. Onun sembol olmuş hayatı ve anısı yaşadığım sürece bende
heyecanını ve devamlılığını sürdürecektir “ (Sarp Kuray)
Oktay ETMAN, Cenap NURHAT, Şerif BAYKUT, Sami TEZVEREN,
Halil İbrahim ERGÜN, Mahir ÇAYAN, Savaş DİZDAR
FLÖRTÜ BOZMAK
(http://www.sinbad.nu/ YUSUF KÜPELİ)
Size THKP-C nin kurucularından Yusuf Küpeli’nin uzun bir yazısını aktaracağız.
Yusuf Küpelinin gözünden olayların yorumunu izleyelim. Muhsin Batur ilişkisini ve
Mahir Çayan’ı bu ilişkiyi bozduğu için nasıl suçladığını görelim.
HER ŞEYİN HESABI
Bilindiği gibi Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen ardından, 1925
yılından itibaren tüm sendikal faaliyetler ve özellikle proletaryanın politik
örgütlenme hakkı yasalarla engellenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ve
çok partili dönemde ise, proletaryanın politik örgütlenmesi üzerindeki yasaklar
sürmüştür. Faşist İtalya’dan alınıp Ceza Yasası’na konulan 141nci ve 142nci
maddelerle proleterya partileri yasaklanmışlardır. Buna karşın aynı dönemde
göstermelik, devletin denetiminde ve grevsiz bir sendikal örgütlenme hakkına izin
verilmiştir... Proletarya verdiği mücadele ile 1961 anayasasına grevli- toplu
sözleşmeli sendikal örgütlenme haklarını sokabilmiş ve süreç içinde aydınları ve
üniversite gençliğini de etkileyen güçlü bir sendikal mücadele geliştirmiştir...
Komünist olmamakla ve Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya müdahalesinin hemen
ardından parçalanmış olmakla birlikte relatif güçlü bir Türkiye İşçi Partisi (TİP)
doğmuştur... Söz konusu gelişme CHP’yi de etkilemiştir... Gençliğinde Alman
Nazizmi’nin etkisi altında kalmış olan ve politik yaşamının başlangıcında faşizme
özgü bir korporatismi savunan Ecevit, başlarında Turan Güneş’in olduğu SBF
cuntası tarafından “ortanın solu”nu temsil ediyor görünümünde öne sürülmüştür.
Aralarında büyük toprak sahiplerinin de olduğu üst sınıfların bu devlet partisine,
Ecevit ile birlikte yeni bir imaj kazandırılmaya, halkçı bir hava verilmeye
çalışılmıştır... Sonuçta Türkiye çok hızlı ve pozitif bir değişim süreci içine girmiştir.
Aynı süreç içinde NATO’nun, ikili anlaşmaların, halktan gizli kotarılmış olan her
şeyin hesabı yavaş yavaş sorulmaya başlanmıştır...
NAZİ YARDAKÇISI
Silahlı Kuvvetler de aynı gelişmeden etkilenmiştir... Bu olumlu toplumsal politik
gelişme iç ve dış karşı-devrimci güçlerin yüreklerine korku salmıştır. Eski Nazi
yardakçısı Türkeş’in önderliğinde MHP ve bu partiye bağlı paramiliter (yarı
askeri) gençlik örgütlenmesi yaratılmıştır. Devlete bağlı gizli servisler içindeki bazı
odaklar tarafından şekillendirilen bu faşist örgütlenme, 1968 yılının Aralık
sonunda ilk saldırılarını başlatmıştır...
MHP, Alman Nazizmi’nin tersine, Türkiye’ye özgü biçimde devlet içindeki bir güç
tarafından yaratılmıştır. Şüphesiz MHP’yi yaratan aynı iç güç CIA ve NATO ile de
bağlantılıdır ve MHP tüm sözde milliyetçi söylemine karşın aynı zamanda
Pentagon’un ve NATO’nun yararlarının savunulması için şekillendirilmiştir.
Kuruluş biçimi ve yapısı gereği MHP, faşizme özgü milliyetçilik, din ve
sosyalizmden çalınma karışık yamama bir söylemin yanında “devleti koruma”
söylemini de ön plana çıkartmıştır...
Aslında bu son söylem bazı darbeci milliyetçi “sol” guruplaşmalara da özgü
olmuştur ve aynı çevreler şimdi açıkça MHP’ye yaklaşmaktadırlar... MHP,
doğrudan iktidara yürümek yerine, asıl olarak faşist eğilimli veya faşist NATO’cu
darbeler için katalizatör rolü oynamıştır, darbeyi hazırlayacak ortamı
olgunlaştırma işinde kullanılmıştır.
SUBAY’IN İŞÇİYE SEMPATİSİ
Dikkatle altını çizmek gerekir... Gençliğin sosyalist ve ulusal içerikli yığınsal haklı
kalkışmasından kopan kişilerin ilk terör eylemleri, işçi sınıfının 15- 16 Haziran
1970 şahlanışının hemen ardından başlamıştır. Olayların merkezindekilerin bir
kısmı tezgahın farkında olmasalar bile, söz konusu kişilerin eylemleri sonuçta belli
darbeci çevrelerin hesabına yazmıştır. Bu terörist guruplaşmaları ve bunları
alkışlayan “devleti koruma” görevini üstlenmiş milliyetçi “sol” çevreleri
darbecilerin karanlık hesaplarından soyutlamaya olanak yoktur. Zaten tüm bu
guruplaşmalar sonuçta da işleriyle darbeci karanlık odakların değirmenlerine su
taşımışlardır...
Gelmekte olan ekonomik krizle birlikte işçi sınıfının ekonomik mücadelesini
engelleyici yönde sendikalar yasasında yapılmak istenilen değişik, 15- 16 Haziran
1970 günü İstanbul ve İzmit’te sokaklara dökülen yüzbinlerce işçi tarafından
protesto edilmiştir. Tankların üzerinden geçen işçilere birçok subay sempati ile
bakmıştır, direnişi engellemeye kalkışmamışlardır. Bu olay üst sınıfların yüreğine
ve NATO’cu çevrelere derin bir korku salmıştır. Hemen ardından sıkıyönetim ilan
edilmiş ve bazı sendika önderleri tutuklanmışlardır...
BOMBALAR-SOYGUNLAR
Anlatılan ölçüde yığınsal bir proletarya eyleminin hemen ardından sağa sola
bomba atmaya başlamak, saçma önemsiz soygunlar yapmak, adam kaçırmak,
konsolos öldürmek, bir kız çocuğunu rehin almak vs., hiçbir mazeret kabul
etmeyecek ölçüde işçi hareketine, halkın ekmek kavgasına ve politik mücadelesine
düşmanca işlerdir. Bunlar, halkın yığınsal demokratik mücadelesini bastırma
peşindeki NATO’cu faşist çevrelerin ekmeklerine yağ süren eylemler olarak ortaya
çıkmışlardır. Ve zaten aynı bireysel terör eylemleri, gelişmekte olan işçi
hareketinin, bu hareketin iyi- kötü politik örgütlenmesinin, demokratik örgütlerin
ve bunlara hukuki dayanak sağlayan 27 Mayıs Anayasası’nın ağır darbeler
yemesine yol açmışlardır. Söz konusu kitlelerden kopuk ahmakça ve haince terör
eylemleri bahane edilerek halkın örgütlenme çabalarına saldırılmıştır.
İşçi sınıfının 15- 16 Haziran yığınsal kalkışmasından tam dokuz ay sonra Demirel
Hükümeti’ne 12 Mart 1971 Muhtırası verilmiş ve Demirel şapkasını alıp iktidar
koltuğunu terk etmiştir ama, bu 12 Eylül’de olduğu gibi tam bir uzaklaşma
olmamıştır. Demirel, geriden işleri karıştırmayı, süreci derinden etkilemeyi
başarmıştır... Süleyman Demirel, bölünmüş olan ve bu bölünmüşlüğü dışa açıkça
yansıyan ordu içindeki Tağmaç- Türün kanadına yaslanarak müdahalenin daha
sağa, faşist sayılabilecek bir çerçeveye çekilebilmesi için elinden geleni ardına
koymamıştır. Birinci Erim Kabinesi'nin spekülatif işleri ve mafyalaşmayı
durdurmaya yönelik bazı reformlarını engellemeyi başarmıştır.
KİTLELERDEN KOPUK TERÖR
Türkiye’deki bu ikinci büyük askeri darbeyi, 12 Eylül darbesinden ayıran önemli
farklar vardır. (İkinci büyük diyorum, çünkü 27 Mayıs 1960’ın ardından arada 22
Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 başarısız darbe girişimleri olmuştur.)
Farklardan birincisi, 12 Mart 1971 darbesi gerçekleşirken, kitlelerden kopuk terör
daha doğuş aşamasındadır ve rolünü asıl olarak 12 Mart Muhtırası’nın hemen
ardından oynamaya başlamıştır. Darbenin ardından hızlanan kitlelerden kopuk ve
emniyette etkili bazı çevrelerce izin verilmiş terör, birinci ve ikinci Erim
Kabineleri’nin yıkılması işlerinde, sürecin faşizme doğru çekilmesinde
kullanılmıştır...
İkincisi, aynı darbe gerçekleşirken silahlı kuvvetlerde gerçek bir bütünlük yoktur.
Altan gelen daha sol ve milliyetçi baskılar -aralarında derin bir iktidar kavgası
olmakla birlikte- üst kademenin mevcut rekabetini soğutup anlaşmasına yol
açmıştır. Üst kademe tam güvenli olmayan sahte bir uzlaşmaya gitmiştir. Bu
uzlaşma sonucu 8- 9 Mart müdahalesi engellenmiş, NATO’nun yararları
korunurken, sonu belirsiz bir iç çatışmanın da önü alınmıştır. Aynı göstermelik
uzlaşmanın sonucu olarak 12 Mart muhtırası verilmiştir ama, sivil ve asıl olarak
askeri kesimdeki kavga sessizce ve şiddetlenerek sürmüştür...
22 ŞUBAT VE 21 MAYIS “GAZİSİ”
Silahlı kuvvetlerin üst kademelerindeki ayrışma şu şekilde özetlenebilir...
Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve İstanbul'u denetiminde tutan Birinci
Ordu Komutanı Faik Türün, daha NATO’cu ve faşist eğilimi temsil eden bir ekip
olarak ortaya çıkmışlardır- diğerlerine “demokrat” ve gerçek anlamda ulusalcı
demekte olanaksızdır şüphesiz ve sonuçta hepsi belli nüans farkları ile
NATO’cudurlar... Anlaşıldığı kadarıyla “Kontr-gerilla” denen yasa ve kuraldışı
NATO örgütlenmesi asıl olarak bu ilk guruptaki generallerin denetiminde olmuştur
ve işkenceli gizli sorgu merkezlerini de yine aynı kişiler denetlemişlerdir...
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan eski genelkurmay başkanı, 22 Şubat ve 21
Mayıs “gazisi” Cevdet Sunay da ağırlığını bu faşist ekipten yana koymuştur.
Demirel de bunlarla birlikte davranmıştır. Zaten darbenin bitişiyle birlikte
Demirel, Faik Türün’ü partisinden saylav seçtirerek ödüllendirmiştir...
GADDAFİ GİBİ ADAM
İkinci gurupta, -belli çevrelerce şişirilerek sosyalist hareketin başına bela edilmiş
yaşlı bir psikopat tarafından “Gaddafi gibi adam” olarak reklamı yapılan- Kara
Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve ayrıca Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin
Batur vardır. Yine bunların safında adı ön plana çıkmış olan General Celil Gürkan
ve başka generaller ve subaylar vardır. Bu birliğin tam homojen olduğunu ve
disiplinli olarak örgütlenebildiğini söylemek olanaksızdır. Aralarında Cemal
Madanoğlu gibi emekliye ayrılmış olduğu halde silahlı kuvvetler içinde saygınlığı
ve etkisi süren daha ulusalcı emekli generaller de vardır... Yaşamıma girmiş olan
söz konusu başarısız darbe girişimlerinde de tanık olduğum gibi, ikili oynayan,
“rüzgara göre yelken açan” bir sürü fırıldakçı tipi ve ajanları da hesaba katmak
gerekir şüphesiz. [Yusuf Küpeli Harbiyeli olarak 21 Mayıs 1963 harekatına
katılmıştır. T.Ç.]
Özellikle Madanoğlu’nu tasviye etmek hesabıyla sadece bir ajan deşifre edilmiştir
ve bir generalde tesadüfen deşifre olmuştur ama, benzerlerinin sayılarının çok
kabarık olduğunu anlamak için özel yeteneğe gerek yoktur...
UZATILAN MUZ
Sonuçta, andığım ilk ekip, Tağmaç- Türün cuntası, süreç içinde bu ikincilerin
altlarını ustaca oymayı başarmıştır. Bunları pasifize etmiş, aralarına kama sokmuş
ve kariyer hırsı ile yandığı anlaşılan Faruk Gürler’e Cumhurbaşkanlığı muzunu
uzatmıştır. Uzatılan muzu yutmaya çalışırken tabanından kopan Gürler, Demirel ve
Ecevit tarafından Meclis’te kolay bir lokma olarak yutulabilmiştir... Bu son anılan
gelişmenin zararlı olduğu söylenemez; çünkü, iktidar koltuğuna oturacak olsa,
işçiler ve tüm çalışanlar ve aydınlar açısından Gürler’in yapacakları ilk
anılanların yapmış olduklarından ve yapacaklarından hiç de farklı olmayacaktı...
BATUR’UN ALTININ OYULMASI
Batur’un ve daha başka kişilerin anılarında birçok gerçeği gizledikleri ve bazı
bilgileri de özellikle kendilerini koruyacak biçimde manupule ederek yansıttıkları
kanısındayım... Özellikle Batur’un altının oyulmasında, Elrom’u öldürmüş olan ve
bu işini eline düşmüş olduğu Tağmaç- Türün denetimindeki servislere tüm
ayrıntıları ile anlatan kişi önemli rol oynamıştır [Mahir Çayan kastediliyor T.Ç.].
Olaya arkadaşlık bağlarıyla zorla sürüklenmiş ve ev tutmuş olmanın dışında bir şey
yapmamış olan Yüzbaşı İlyas Aydın’ın adının ifade değiştirtilerek duruşmalar
sırasında “katil” olarak yansıtılması, Batur’a yönelik darbede kullanılmıştır.
Baştan ayrıntıları ile anlatılmış olan cinayetin sonradan ifade değiştirtilerek İlyas
Aydın'a yüklenmeye çalışılmasının tek nedeni de zaten, Hava Kuvvetleri Komutanı
Batur'u etkisizleştirebilmektir...
Cinayetle kesinlikle uzaktan yakından bağı
olmayan İlyas Aydın’ın duruşmalar başlarken “Elrom’un katili” gibi yansıtılması
ve Faik Türün’ün emrindeki savcı albay Naci Gür’ün ilk ifadelerle çelişen bu
söylemin üzerine gitmemesi, tamamen Batur’un cuntasına yönelik saldırı ile
bağlantılıdır. Savcı soruşturmayı derinleştirmeyerek bağlı olduğu Tağmaç- Türün
cuntası tarafından tezgahlanmış yalanı kolayca onaylamıştır. Ve yalan Batur’un
pasifize edilmesi ve altının oyulması işinde kullanılmıştır...
Hava kuvvetlerinden bir subayın “Elrom’un katili” biçiminde yansıtılması,
Batur’un elini kolunu bağlamış, çevresindekileri korkutmuş ve Tağmaç- Türün
takımının önünde eğilmesine yol açmıştır...
ELROM’U ÖLDÜRMÜŞ OLAN KİŞİ
Şüphesiz öykü çok daha uzundur ve herhangi gizli bir merkezle işbirliği içinde
olmayan bir katil, cinayette kullandığı silahı gizli ilişki içinde olduğu politika dışı
bir kadına teslim ederek bir yerlere yollamaz. Ve o kadın, 6.35 mm ve Lama marka
olduğu bile bilinen silahı “Üsküdar- Beşiktaş arasında denize attım” diyerek işin
içinden kolayca sıyrılamaz.
Söz konusu tabanca gerçeği bilinir ve geriye alınmazken, mahkeme tarafından da
kabul edilirken, “katilin” Yüzbaşı İlyas Aydın olduğu senaryosunu Yeşilçam bile
onaylamaz. Bu trajedi aynı zamanda Türkiye’deki aydınların, basının ve “sol”
hareketin düzeyini, pespayeliğini sergilemesi açısından da ilginçtir ve aynı olayla
bağlantılı olarak daha bir sürü yalan üretilmiştir...
Elrom’u öldürmüş olan kişiye [Mahir Çayan kasdediliyor. T.Ç.], “Neden İlyas’ın
adını verdin, gerçekten o mu öldürdü, yoksa ajan mı demek istedin?”, diye
doğrudan sordum. Yanıtı, “Hayır o öldürmedi, ajan da demek istemedim, sadece
yurtdışında olduğunu sandım!” oldu. “Peki yakalansa idi ne olacaktı?” diye
soruyu sürdürdüğümde, yanıtı, “İfade değiştirecektim!”, oldu...
Şüphesiz o günlerde İlyas gibi birini politika gereği, işlerin, tezgahın bozulmaması
için yakalamayacaklarını ve bir biçimde yok edeceklerini düşünebilecek düzeye
gelmemiştim... Gerçekten gizli servisin adamı olan birinin de İlyas Aydın gibi başı
boş bırakılmayacağı bellidir.
Adı Elrom'un katiline çıkartılmış olan
adamlarına güvenmiyorlarsa eğer, bu kişiyi daha dışarıya çıkmadan kendileri yok
ederler- aralarında Naci Gür'ün de olduğu bazı adamlarını yok etmiş oldukları gibi
kendileri yok ederler. Ya da bu kişi gerçekten güvenilir adamları ise, değişik
örneklerde gözükmüş olduğu gibi, yakaladıktan sonra biraz yatırıp “temize
çıkartarak” kurtarırlar...
Adı “Elrom’un katiline” çıkartılmış bir “ajanlarını” başı boş bırakmazlardı ve
böyle biri gerçekten ajan olsa ahmakça sıradan Filistin örgütlerine değil,
doğrudan doğruda Suriye istihbaratına veya bir benzerine sığınırdı. Ve her şeyden
önce eğer İlyas Aydın gerçekten adamları olsaydı, ifadesini değiştirterek İlyas
Aydın'ın adını verdirttikleri kişiye hava kuvvetlerinde işe bulaşmış bir başka
subayın adını rahatça verdirtebilirlerdi. Kendi adamlarını "katil" olarak
yansıtmaz, birçok tetikçiyi ve katili korudukları gibi Aydın'ı da korurlardı.
SİVİL POLİTİK ARENA
Aynı darbede süreci içinde sivil politik arenada ise şöyle bir ayrışma
gözlemlenmektedir:... Sol olarak adlandırılanlar, aralarında birçok farklar olmakla
birlikte temel olarak darbeci olan ve olmayan biçiminde ikiye bölünmüşlerdi... TİP
kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkmıştır ama, bölünmüş olması, içindeki
oportünizm ve görebildiğim başka hataları nedenleriyle bu yönde yeterli bir
mücadele verememiştir- bunları yukarıdan yargıç havasında ve herşeyi daha iyi
bildiğim iddiasıyla söylemiyorum ve konunun açılması gerekir şüphesiz.
Özünde bilimsel anlamda sosyalist veya Avrupa’da şekillenmiş olan sosyal
demokrat partiler gibi olmamakla birlikte artık “sol” olarak anılmaya başlanmış
olan Bülent Ecevit’in başkanlığındaki CHP, gelmekte olan darbenin karşısında yer
almıştır- her şeye karşın CHP içinde de bazı darbeci unsurlar vardı. Fakat malesef
bu iki parti ve kararsızlık içinde olan pusuladan yoksun yığınsal ilerici gençlik
hareketi darbe karşısında demokratik süreçler için birleşememişlerdir- aslında
birleşmek akıllarına bile gelmemiştir. Ve zaten bu gençlik hareketi kendi dışından
gelen etkilerle de bölünmüş, içinden kopan bazı gruplar -daha öncede belirtmiş
olduğum gibi- faşist darbeci güçlerin ekmeklerine yağ sürecek bireysel terör
eylemlerine sürüklenmişlerdir... Çok daha genişletebileceğim hakkındaki
eleştirilere karşın Ecevit’in darbelere yönelik tavrı son derece olumludur ve zaten yaşamdan kopuk aşırı milliyetçi düşleri ile- öne sürülüp kullanılmak istenen bu
devlete sadık çelişkilerle dolu kişinin süreç içinde politika ve mevcut devlet yapısı
hakkında daha fazla bilgilere sahibolduğu ve belli ölçülerde değiştiği
kanısındayım.
DARBECİ “SOL”
Diğer yanda, şimdi bir kısmı MHP ile bütünleşme süreci içinde olan veya MHP’yi
aratmayacak bir söylemi ön plana çıkartan darbeci bir “sol” ortaya çıkmıştır.
Bunlar asıl olarak, -önceki araştırmalarının yanında ileride de değerli
araştırmaları ile Türkiye’nin kültür yaşamını zenginleştirecek olan- Doğan
Avcıoğlu’nun motoru olduğu YÖN dergisi çevresi ve kendi içinde parçalı MDD
hareketi içinde şekillenmişlerdir...
Doğan Avcıoğlu’nun asıl olarak Muhsin Batur örgütlenmesi ile bağı olmuştur. Bu
subaylar Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabından etkilenmişlerdir.
Fakat kanımca tüm bu örgütlenmelerin İtithat ve Terakki Partisi içinde gözüktüğü
gibi disiplinli bir yapıları olmamıştır. Aralarında kurulan kuralsız ve müeyyidesiz
ilişkiler her türlü ihanete açıktırlar...
PALAVRACI-PALYAÇO
Doğan Avcıoğlu çevresinin yardımıyla adı duyurulup TİP’in başına bela edilen
palavracı ise, “tam bağımsızlık” söylemi ile Sovyetler Birliği’nden de bağımsız
olacağı ve “gerçekten demokratik” söylemi ile de halk cumhuriyetlerinde olan gibi
“demokratik” olmayacağı garantisini NATO’cu çevrelere verip buduna bakmadan
icazet istemiştir...
Şüphesiz olay komiktir ama, böyledir. Şimdi anlatmakta olduğu masallara karşın
söz konusu malum kişi, üretimsizliği, yeteneksizliği ve sorumsuzluğu nedeniyle
kayda değer bir iş başaramadan izole olmuştur.
Aynı kişi sahte anılarında, sorumlu yazı işleri müdürlüğüne getirerek onlarca yıl
ceza yükümlülüğü altına soktuğu genç insanlar hakkında, “onu hiçbir zaman
ciddiye almadım” biçiminde ifadeler kullanacak kadar derin bir moralsizliği
sergileyebilmektedir. Bu tip, TİP’e de dişe dokunur bir zarar verememiştir ve
politika sahnesinin palyaçosu olarak işlevini sürdürmüştür. TİP asıl darbeyi kendi
içinden, merkezinden yiyerek bölünmüştür...
BELKEMİKSİZ TİPLER- KIŞKIRTMA
Kısacası, bu cuntacı legal ve sözde illegal guruplar TİP’i ve Ecevit’i yıpratmak için
çaba harcarlarken, politik destabilizasyona neden olarak darbe ortamını
hazırlayacağı umudu ile bireysel terör eylemlerini kışkırtmışlardır. İş umduklarının
tersine dönünceye dek olanları açıkça alkışlamışlardır.
Her şey bittikten, sular bulanıp durulduktan sonrada, “tertemiz demokratlar” veya
“proleter devrimcileri” olarak yeniden sahneye çıkıp ahkam kesmekten geri
durmamışlardır... Aynı kişiler ileride, Türkiye’deki demokratik süreçleri toptan yok
etmek isteyen NATO’cu Kontragerilla çevreleri ile birlikte bireysel terörün önde
gelen adlarını bir dokunulmazlık halesi ile çevreleyip politik arenada prim
toplamaya çalışmışlardır.
Şüphesiz bu tavırları oynamaya çalıştıkları “demokrat” veya “proleter devrimci”
rolleri ile yüzde yüz çelişkilidir ama, zaten her şeyleri yalan ve ticaret olduğu için
buna şaşmamak gerekir. Daha öncede dokunduğum gibi, sosyalist hareketin içine
düştüğü kısır döngünün başlıca nedeni de aynı belkemiksiz tiplerdir. Bunlar,
Türkiye’nin çalışan insanları açısından içine sürüklenmiş olduğu içler acısı
durumun ve sosyalist hareketin sürüklenmiş olduğu kaosun yaratılmasında başlıca
rolü üstlenmişlerdir...
ANITKABİR’İ BOMBALAMA
Bazı servisler kendi açılarından akıllıca davranarak bu tip belkemiksiz kişilerin
yollarının açılmasına özen göstermektedirler... Örneğin şöyle bir dokunup geçecek
olursak... O yıllarda bana ciddi ciddi Anıtkabir’i bombalamayı, gerekli bombaları
getirmeyi teklif edenlere bile rastladım- şüphesiz başkalarının böyle bir şey
yapmaları dahi engellendi. Ayrıca, para teklifleri ile birlikte Ankara ve İstanbul’u
toptan ateşe vermeyi önerenler çıktı.
İlk teklifi yapan daha sonra “tertemiz bir demokrat” rolünde CHP’den, Atatürk’ün
partisinden Meclis’e girdi ve çok önemli görevler üstlendi.
Diğer, alanında ünlü zengin psikopatın ise namaza başladığını duydum vs...
Şüphesiz bunlar biraz ekstrem örnekler ve açığa çıkmamış üst düzeyde
provokatörler olmakla birlikte, Gürler'e "Gaddafi gibi adam" derken birden
"proleter devrimcisi" olabilen tip ve bir sürü benzeri diğer küçük işportacılar söz
konusu işin asıl malzemeleri olarak sıralanabilirler.
Şüphesiz diğer politik akımlarda aynı konuda alabildiğine bir zenginliğe
sahiptirler; "şehit" ve din ticareti eski bir meslektir. Parazit balıklar hiçbir zaman
denizlerin kıralı olamazlar ama, bir başka büyük vahşinin artıkları ile geçinerek
durumu idare edip yaşamlarını sürdürürler.
Sosyalist hareket içindeki parazitlerden kurtulamadığı sürece edilgen kalmaktan
kurtulamayacaktır ve bu durum tüm politik hareketler için genel geçerli bir
gerçektir.
NİHAT ERİM’E DARBELER
Muhtıra’nın hemen ardından kurulan teknokratlardan oluşma Birinci Erim
Kabinesi aslında Türkiye ekonomisininin endüstride bir sıçrama yapmasını
sağlayacak reformlar planlamıştır... Bilindiği gibi, halen egemenliğini sürdüren
tefeci tüccar sermaye, mafya tipi işlerle birlikte üretici olmayan spekülatif alanlara
yönelen sermaye, endüstride kapitalizmin gelişmesine set çeker. Bu kolay ve çok az
riskle kazanılan gelirler hiçbir zaman üretici alanlara yönelmezler... Kısacası demokratik olmayan yöntemlerle iktidara gelmiş olsa da- ilk Erim Kabinesi’nin
programı spekülatif işlere akan fonları endüstriye aktaracak köklü tedbirleri
içermekteydi ve şüphesiz böyle bir gelişme Demirel gibi politikacıların
geleceklerini de tehlikeye sokmaktaydı...
Erim ilk büyük darbesini, Elrom’um kaçırılıp -bilinçli ve önceden kararlaştırılmış
biçimde karşılığında verilebilecek hiç birşey istenmeden- öldürülmesi ile yedi.
İkinci darbeyi, vaktiyle M. A. Ağca’nın da kaçırılmış olduğu İkinci Zırhlı Tugay’ın
ortasındaki Askeri Cezaevi’nden kaçışla yedi ve reformlarında geri adım atmak,
kabinesini Demirelciler ile ortak kurmak zorunda kaldı. (İkinci Zırhlı Tugay’ın
ortasındaki cezaevinden Ağca’yı kaçırtmış olan Nurettin Ersin ile aynı cezaevini
1970’li yılların başında denetiminde tutan Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı Faik Türün arasında kayda değer bir fark olmadığını burada hemen
belirtmeliyim...).
Erim, Kızıldere olayı ile de politikaya veda etti ve anılarını yazarken öldürüldü...
Hakkında daha açığa çıkmamış bir sürü gerçek olan Kızıldere olayı, içeriye
girseler en çok 4- 5 yıl yatarak kurtulabilecek bir sürü değerli genç insanın
ölümüne neden olduğu kadar, İsmet İnönü’nün elini kolunu bağlayarak Deniz
Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan gibi hiç kimseyi öldürmemiş üç genç insanın
-yasa dışı- idamlarını da kolaylaştırdı... Yıkılan Erim’in yerine önce çok daha sağcı
Ferit Melen ve ardından da Naim Talu hükümetleri geldi... Erim gerilerken,
aslında Demirel- Tağmaç- Türün kanadının hakimiyeti adım adım pekişti...
Eğer Sovyetler Birliği’nin uzayda sağlamış olduğu egemenlikle birlikte dünyamız
bir yumuşama, birlikte var olma, detant sürecine girmemiş olsa idi, 12 Eylül ile
başlamış olan süreç daha 12 Mart darbesinin ardından yürürlüğe girecekti.
KARANLIK İLİŞKİLER
Sonra ne oldu? “Anahtar suya düştü, suyu inek içti, inek ormana kaçtı, orman
yandı kül oldu, vay benim köse sakalım.” Karanlık ilişkiler ağında bildikleri ile
birlikte sadece Erim mezara gömülmedi...
Elrom cinayeti üzerine sonradan politik nedenlerle mahkemede uydurulan veya
Türün cuntası tarafından söylettirilen yalanları kabullenip işi ustaca kapatmış olan
savcı albay Naci Gür “faili meçhul” bir cinayete kurban gitti.
Basındaki bilgilere ve araştırmacı yazar Uğur Mumcu’nun aktarmasına göre, özel
arabası içinde ölü bulunan Gür’ün üzerinden 9 ayrı kimlik çıkmıştı. Basın
organları tarafından MİT ajanı olduğu iddia edilen Albay Gür, muhtemelen
yakından tanıdığı kişiler tarafından tuzağa düşürülerek kolayca öldürülmüştü ve
artık bilgileri ile kimseye şantaj yapamayacaktı.
Elrom'un kaçırılması olayındaki sırrı bilen, duruşmalar sırasında kaçırılma
planlarından önceden haberi olduğu kesinlikle ortaya çıkan İstanbul Emniyet
Müdür Muavini Ilgız Aykutlu, vurulup öldürülecek ve bildikleri ile birlikte mezara
gidecekti. Ilgız Aykutlu Demirel’e ve Türün’e yakınlığı ile tanınıyordu ve onun
bildiği şeyleri diğerlerinin bilmiyor olmaları olanaksızdı...
Araştırmacı yazar Suat Parlar'ın yazdığına göre, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini
gerçekleştiren subaylardan biri olan eski Milli Birlik Komitesi üyesi İrfan
Solmazer, İsrail Başkonsolosu Elrom'un kaçırılacağının sekiz gün önceden
bilindiğini söylemiştir. Aynı zamanda eski MİT'ci olduğu söylenen İrfan
Solmazer'in bu konuda verdiği bilgiye inanılabilir...
Elrom'un kaçırılacağını bilenler şüphesiz bu eylemi kimlerin yapacağını ve
kaçırılan Elrom'un hangi adreste tutulduğunu da biliyorlardı ve ev dinleniyordu.
Eichman’ı Arjantinden getiren ekip içinde olan emekliye ayrılmış Elrom politik
hesaplar uğruna feda edilecekti...
Faik Türün'ün sağ kolu konumundaki ve aynı zamanda Elrom’u öldürmüş olan
kişinin sorgusuna da katılmış olan General Memduh Ünlütürk, kapısını çalan
subay üniformalı üç kişi tarafından vurularak öldürülecekti. İstihbaratcı General
Ünlütürk’ü öldüren kişilerin kurbanları ile belirli bağları olduğu ve bu nedenle
Ünlütürk’e rahatca yaklaşabildikleri hissedilmektedir. Ünlütürk’ün katilleri de
hiçbir zaman yakalanmamışlardır ve cinayet kolayca unutturulmuştur... Şüphesiz iz
silme cinayetleri burada kısaca kaydedilenlerle sınırlı değildir.
BİLİYORUM, AMA VAKTİM YOK
Bazı çarpıcı karelerle ve özü özetlenmeye çalışılarak yansıtılan 12 Mart darbesinin
12 Eylül’e başlıca katkısı, kitlelerden kopuk terörü, terör örgütlerini
kurumlaştırmak olmuştur.
Sosyalist hareket, işçi hareketi kesintiye uğratılır, yeniden toparlanması
zorlaştırılır ve arasına çelişkiler sokulurken, çok daha mükemmel biçimde denetim
altına alınmış olan terör örgütleri kurumsallaştırılmış ve hatta her türlü eleştirinin
dışına çıkartılmışlardır. Bu gelişme şüphesiz kendilerinin başarabileceği bir iş
değildir. Kurumsallaştırılan ''sol'' terörün ve faşist MHP'nin yardımları ile 12 Eylül
1980 askeri darbesinin psikolojik ortamı hazırlanmıştır. Bugün demokrasi yanlıları
tarafından değiştirilmesi istenen ve faşist maddeler içerdiği açık olan, faşizme özgü
ve her türlü yolsuzluğun temel kaynağı mevcut korporatif yapının hukuki temelini
oluşturan 12 Eylül Anayasası (1982 Anayasası), söz konusu terör örgütlerinin
yarattığı dehşet ortamı içinde halkın yüzde yüze yakınının evet oyları ile kabul
edilmiştir...
Şüphesiz daha söylenecek çok söz vardır ve bazı istihbarat servislerinin büyük
emperyalist güçlerin politik hesapları doğrultusunda manupule edilmiş gerçekdışı
raporları -olayların göbeğinde olmayan- generallerin önlerine atarak onları
kışkırttıklarını, kullandıklarını kesinlikle biliyorum ama, bu konuya şimdi girecek
yerimiz ve vaktimiz yok.. (Yusuf Küpeli-11 Eylül 2004 )
5 GENERAL+ 5 ESKİ İHTİLALCİ- PROVOKASYON
Talat Turhan: 03 Mart 1971 Toplantı'sına bakmak lazım. Bir provokasyon
toplantısı yapıldı; ben de oradayım. Bir tarafta Ordu'nun 5 generali, bir tarafta 5
eski ihtilalci; içinde ben de varım.
Gazeteci: Bu 10 kişi bir İhtilal hazırlığında mı? Siz orada ne arıyordunuz?
Talat Turhan: Hayır; Türkiye'nin... Eeee...Tabii bir 'İhtilal'e giden, yani ‘Darbe'ye
giden bir Ordu var. Onun görüşmesini yapıyorlar.
Gazeteci: Siz orada ne arıyorsunuz, siz bu cuntanın içinde misiniz.?
Talat Turhan: Hayır, değilim! Türkiye'nin menfaatinin olduğu her yere
girerim...Orada Türkiye'nin kaderi konuşuluyor; bunu bilmem lazım!...
Gazeteci: Orada 10 kişi konuşuyor; 10 kişiden biri nasıl olabildiniz?
Talat Turhan: Silahlı Kuvvetler'de bir dalgalanma olduğu vakit Silahlı Kuvvetler
güvendiği adamları arar; Silahlı Kuvvetler'de dalgalanma olduğu için beni de
aradılar yani!..
Gazeteci: O 10 kişi arasında size güvenen kimdi?
Talat Turhan: Şimdi; O... Hareket'e giderken....eeee....O Hareket'in oluşumunda
varım ben de zaten: anlatabildim mi?..."
diye gazetecinin sorularını cevaplandıran Talat Turhan’a bizzat ben (Ömer
Gürcan) sordum :
Orhan KABİBAY kimdir? Tek kelime ile cevap verdi. ‘Hain’. Ya İrfan
SOLMAZER? diye sordum. “ Siz daha iyi bilirsiniz” diye cevap verdi .
10 İHTİLAL GÜCÜ= MAHVOLACAĞIZ!..
"Her neyse, biz çalışmalarımızı sürdürdük ve 09 Mart 1971 günü saat 17:00'de
İşi(Darbe'yi) bitirme kararı aldık., her şey hazırdı; elimizdeki güçle 10 tane İhtilal
yapılabilirdi!..
09 Mart günü 15:30-16:00 civarında Doğan Avcıoğlu ile, İstatistik Enstitüsü
önünde buluştuk.
Bana ‘ne düşünüyorsun?' diye sorunca: Mahvolacağız!.. cevabını verdim; 'Ben de
öyle düşünüyorum!..' dedi." diye anlatan Emekli Deniz Binbaşısı Erol Bilbilik'e
aynı soruyu sordum:
'Orhan KABİBAY kimdir ? cevapladı 'CIA ajanı'
Bunlar bilinmeden “banka soydu”, “devleti yıkacaklar” diye bir avuç gencin
öldürülmesi anlaşılamaz. Onlara (Talat Turhan-Erol Bilbilik) “Yazın”dedim.
“Yazacağız” dediler. Beklemedik, biz yazdık.
OLANI ÖZETLEMEK
Sadi KOÇAŞ, yazdığı dört Ciltlik “Atatürk’ten 12 Mart’a” ve “12 Mart Anıları”
kitaplarında bu görevini açıkça anlatmaktadır. Ertuğrul ALATLI yazdığı “
Belgeleriyle 09 Mart 1971 Darbe Girişimi” kitabında bu görevliyi teşhir ediyor.
1968 Ağustosunda 9 Mart 1971 sonrası kurulacak hükümette görev alacak
bakanların isimlerinin nasıl belli olduğunu açıkça yazıyor.
Ersal YAVİ “İhtilalci Subaylar” adlı 3. kitabında Alpaslan TÜRKEŞ ile ilgili
ortaya bir belge koyuyor. Belgede denilen şu: Amerikan Büyükelçisi üstlerine
yazdığı raporda ‘Alpaslan TÜRKEŞ’i Cemal GÜRSEL’in altına kendisinin
yerleştirdiğini’ söylemektedir. Ayrıca 1944‘de Türkçülük davasında beraber
yargılandığı Nihal ATSIZ’ın grubunun internetteki sitelerinde TÜRKEŞ’i 1961
sonrası sürüldüğü Hindistan Yeni Delhi de Amerika’yla işbirliğine girdiğini ve
Türk-İslam sentezine bu şekilde yönlendiğini iddia etmektedir.
Orhan KABİBAY’ın görevi yayınlanan onlarca anı, mahkeme tutanakları, Sarp
Kuray’ın, bizzat benim (Ömer Gürcan) ve arkadaşlarımın yaşadıklarıyla
belirlenmiştir..
Bu ÜÇLÜNÜN görevleri yaşananlarla ortaya serilmiştir. Üçü de çırılçıplaktır.
Bizim burada yaptığımız, olanı özetlemektir.
ÖZET
TÜRKEŞ’in görevi bellidir. Sağ dinamikler örgütlenerek sol dinamiklerin çember
içine alınarak sıkıştırılması ve gerektirdiği takdirde yok edilmesidir. Sol dinamikler
“komünist” tanımıyla belirlenmiş, sağ gençlik “ülkücü”, “komando” adıyla
belirlenerek bu iki gençlik kesimi çarpıştırılmış, gençlik hızla yasa dışına itilerek,
silahlı hareketlere ve terör içine sokulmuştur.
Orhan KABİBAY, Orgeneral Faruk GÜRLER ve Orgeneral Muhsin BATUR‘un
liderliğinde sözde sol bir cuntanın örgütlemesine başlamıştır. Bu baş görevlinin
yanındaki ana görevliler şunlardır. Fakih ÖZFAKİH adlı avukat aynı zamanda
CHP milletvekili; Numan ESİN MHP Başkan Yardımcısı ve 14’lerden eski MBK
üyesi; İrfan SOLMAZER 14’lerden eski MBK üyesi ; Talat TURHAN emekli yarbay
İstanbul Bölge sorumlusu.
Orhan KABİBAY görünürdeki örgütleyici olarak sivil kadrosunu da oluşturmuştur.
Bu kadroda Doğan AVCIOĞLU, İlhan SELÇUK, İlhami SOYSAL ve birçok sol
yazar önemli görevler almışlardır. Bu yazarlar “Devrim” gazetesiyle ve günlük
çıkan gazetelerinde yazılarıyla bilerek veya bilmeyerek bu aşağılık tezgaha alet
olmuşlardır.
Bu asker-sivil aydın grup gençleri yasadışı hareketlere teşvik etmişler, gençlerin
coşkusunu şehir gerillacığına doğru yönlendirmişler, yaptırdıkları ya da teşvik
ettirdikleri bombalama ve soygunlarla gençleri hızla terörün içine sokarak halk
kitlelerinden tecrit etmişlerdir.
“Devrim” dergisinde yazılarında bu açıkça görülmektedir. Doğan
AVCIOĞLU’nun “Gerilla” adlı yazısı bunun en çarpıcı örneğidir.
Devrim Dergisi’nde sol gençliğin çarpıştırıldığı gençlik, “gerici” ve “komando”
olarak belirlenmekle yetinilmektedir. Bunun arkasındaki Alpaslan TÜRKEŞ
saklanmaktadır. Bir kere TÜRKEŞ’ten bahsedilmekte, o haberde de TÜRKEŞ
övülmektedir. Haber; Yahudi iş adamlarına karşı gösteri yapan gençlerin partiden
TÜRKEŞ tarafından uzaklaştırılmalarıdır.
Benzer şekilde Alpaslan TÜRKEŞ’e yakın ve denetimi altında bulunan o dönemdeki
yayın organları incelendiğinde, tezgahlanan sol cunta görünürlü harekete bir tepki
yoktur. Olamaz da; çünkü her şey iç içedir. Komando kamplarını kuran Dündar
TAŞER kurulacak devrim konseyinin içindedir. Fakih ÖZFAKİH bunu sorgusunda
özellikle belirtiyor.
Bütün ilerici unsurlar Orhan KABİBAY’ın kurduğu bu örgütlenme aracılığıyla
denetim altına alınmıştır.
Doğan AVCIOĞLU’nun alternatif olarak yaratmak istediği Cemal Madanoğlu ve
Osman KÖKSAL da bu oyunun içine “kontrollü” olarak yerleştirilmiştir.( Cemal
Madanoğlu’nun sol kolu Mahir Kaynak MİT görevlisidir.)
Sadi KOÇAŞ; Orhan KABİBAY ve TÜRKEŞ ile temasını sağlayarak daha üst düzey
ilişkileri düzenlemiştir. Yurt içi düzenlemelerde Nihat ERİM, Cevdet Sunay, İsmet
İnönü ve niceleri arasında mekik dokumuştur.
Hala bu provokasyonu, bomba, samba palavralarıyla olayların ve bu kişilerin
üstlerini örtmeye çalışmak, en büyük Sol Kontr-Gerillacılık’tır.
Bilmeyerek bu oyunda görev alanların bilgilerini açıklamaları, asılan, öldürülen ve
ezilen gençlere ve gelecek nesillere karşı namus borçlarıdır.
BİZİ AYIRAN NEDİR?
Rasih Nuri İleri'nin anlatımları o günleri yansıtıyor:
"TİP'ten ihraç edildikten sonra çıkan bir Türk Solu dergisi vardı. Bir cephe
dergisiydi. Diğer tarafta ise Yön vardı. Yön bir tarafta belki ordu içindeki bir
grupla temastayken Türk Solu daha çok milli birlikçiler ile birlikteydi. O sıralar
Demokratik Devrim Derneği (Dev-Güç) vardı.
Bir gün Dev-Güç'ün toplantısına katılmamı söylediler, gittim. Dev-Güç'ün başında
milli birlikçi Kadri Kaplan (Tabii Senatör) vardı. Mihri Belli grubundan, Halk
Partisinden, Yapı-İş gibi bazı sendikalardan ve derneklerden temsilciler vardı. Ve
şüphesiz gençlik hareketi olarak Dev-Genç vardı. Toplantıda Deniz Gezmiş ve
başka arkadaşları da vardı. Fakat toplantı başlamadan Deniz toplantıyı terk etti.
Deniz, abi ben gidiyorum dedi. Dur, önemli şeyler konuşulacak katıl dedim. Abi siz
katılın, kararları alırsınız, ben uygularım dedi ve gitti. Deniz eylemci olarak
yetişmişti.
Burada Kadri Kaplan bana şu ilginç sözü söyledi: ‘Biz Atatürkçüler ile siz
sosyalistler bu işi beraber yapacağız, zafere ulaştıktan sonra birbirimizi tasfiye
ederiz.’ Ben derhal itiraz ettim. ‘Bir ayrılık varsa önce onu tartışalım, evvelâ
mücadele edelim sonra tartışalım diye birşey olmaz. Önce tartışalım sonra
mücadele edelim. Derdiniz nedir? yani bizi ayıran nedir ‘diye sordum. Pek tutarlı
bir yanıt alamadım..."
İKTİDAR’A MARŞ MARŞ
Orhan Kabibay’ın Örgütü, “Devrim Kurulu” adı verilen bir üst kurul tarafından
alınan kararlara göre genişleme yapıyor; bu arada örgüt üyeleriyle düşünsel
planda iletişim kuruyordu. Amaç, şöyle özetlenmekteydi:
“Türkiye’nin ulusal kurtuluşu için Sömürge düzenini yıkmak,
Türk Ulusu’nu uydulaştıran ve köleleştiren gerici, tutucu ve gayri milli güçleri yok
etmek,
Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak,
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal tam bağımsızlık ülküsünü gerçekleştirmek.“
Devrim Kurulu bu görüşlerini “Devrimci Ordu Gücü” adıyla yayımladığı bir ilk
bildiriyle kamuoyuna yansıttı. Daha sonra aynı imza ile iki bildiri daha yayımlandı
-özellikle ilk bildiri medyadan ilgi gördü, tam metin olarak yayımlandıktan başka
bazı yazarlar tarafında köşelerine alındı.
HERŞEY YAZILIP ÇİZİLDİ
1Örgüt, ulusal varlığın korunması ve süreklilik kazandırılması, günün
yarınla birlikte güvenliğe kavuşturulması ve geleceğin gelişimlerine açık tutulması
amacıyla; Uluslaşma, çağcılaşma, ulusal gücü yaratma ve ulusal güvenliği
sağlama yolunda; ezilmekte olan çoğunluğu ve çoğunluğun koşutunda olan
aydınları tutarak, devrimi gerçekleştirecektir.
2İnançlı, bilinçli bir kadro yaratmak esirgenemezlik ister. Örgüt ayırtlı
hareketlere dayandırılmalıdır. Güvenlik vermeyen gösterişli bilgiçlerden
kaçınmalıdır.
3Örgütü devrimci güçlerden 33 üyelik Devrim Genel Kurulu yönetecektir.
(Aydın çevre, gençlik ve ordudan 11’er kişi)
4Devrim; Devrimci bilinçten yoksun, körlemesine zorlamacılık eden, sözde
ve ısmarlama başlarla başarıya ulaşamaz. Örgütün ortak düşünüşü ve güvenini
yükümlenecek, eylemin sarp ve sakar tırmanmalarında kendisini gösterecek,
tanıtacak ve benimsetecek, azimli ve yetenekli gerçek önderler çıkıncaya kadar,
önder gereksemesi; Genel Başkanlık, Genel Yönetmenlik ve Özel Yönetmenliklerle
karşılanacaktır.
5Sorunlar, Devrim Genel Kurulu ( D.G.K.)’nda çözümlenecektir. D.G.K.nu
toplamaya olanak bulunamayacak ivedi durumlarda, Genel Başkan ya da Genel
Yönetmen toplayabilecekleri özel yönetmenler ve bölge başkanlarıyla uygun
gördükleri ölçemleri alabilmelidirler. (Genel Başkan ve Genel Yönetmen kendi
başlarına, hattâ bunlardan birisinin tek başına karar alacakları sıkışık durumlar
da olabilir) Elverir ki, olan biten D.G.K’na hemen ulaştırılsın.
6Genel Başkan ve Genel Yönetmen D.G.K.’nun ilk 11 üyesinin bağlaşık
oylarıyla seçilecektir. 11'lerden sonra D.G.K.’na alınacak üyeler Genel Başkanın
onayından geçirilir. Genel Yönetmen Genel Başkanca, özel yönetmenler Genel
Yönetmence, bölge başkanları özel yönetmenlerce seçilirler ve D.G.K.nun
onayından geçirilirler.
Ulusal Devrim Partisi kurulunca bütün bu seçimler yenilenecek veya
sürelenecektir.
7Örgütün güvenliği, kadrocuların özel kişi, düzen koşullarına
bağlanmalarını ve kendilerine kişisel güvenlik tanınmasını gerektirir. Sıkı düzen
bölmesi kadronun sıkı düzen koşullarıyla üyelerin ayrıcalıklarını belirleyecek,
ayrılıkçı tutkulara kapılanları uyaracak, yola getiremediklerine sert ölçemler
uygulanacaktır.
8Gerçeklerden kaçınmaksızın, eleştirisel açıklık üzerine kurulacak olan
Ulusal Devrim Partisi'nin devirmeyi izleyecek 30-40 gün içinde kurulması,
örgütlenme bölgesince planlanacaktır.
9İç, dış politik ve güvenlik ölçemlerinin alınması, ekonomik, sosyal, kültürel
gereksemelere uygun amaç plânlamaları, plânlama bölgesince yapılacaktır.
10Özel Yöntemler, aydın çevre için: Üniversiteler, Akademiler, Fikir
kulüpleri, sendikalar, basın ve benzeri üzerinde; gençlik için T.M.G.T., Devrim
Ocakları, Talebe Federasyonları, Birlikleri ve Dernekleri, Partilerin Gençlik
Kurulları, Komandolar ve benzeri üzerinde, ordu için: Kara, Deniz, Hava ve
bunların kümeleri üzerinde gerekli bölme ve kesimleri örgütleyeceklerdir.
11Devirme sonuca sarkarken, ya da en geç sonuç alınır alınmaz Devrin
(Dönemin T.Ç) Hükümetinin yeri Devrim Hükümeti ile; Cumhuriyet Senatosunun
yeri, Devrim Kurultayı ile doldurulacaktır. Böylece ulusal sisteme kaynak arama,
devrimcilerin kökeni, yöneticilerin eğilimleri üzerinde yürek oynatan söylentilere
yer ve olanak bırakmadan, sallantısız ve güvenli bir kararlılıkla eyleme geçilmiş
olacaktır. D.G.K. Başbakan ve Başbakan Yardımcılarını kendi içinden, Bakanları
ve Devrim Kurultayının D.G.K. dışındaki üyelerini örgütten daha önce seçmiş
bulunacaktır.
12Devrim Hükümeti D.G.K.nun denetiminde çalışır.
13Devrim Kurultayı D.G.K. ile birlikte 100 üyelik olacaktır. Kurultay,
devrimci yasalarını çıkaracaktır.
14Ulus kurultayı: Köylü, işçi, emekli, öğretmen,emekli idareci, eski muharip
ve ekonomistlerden kurulacak 300 üyelik Ulus Kurultayı, Devrim Kurultayına yasa
önerisi yapacak ve devlet başkanını seçecektir. Kurultay, devirmeyi izleyecek bir ay
içinde açılmış olacaktır. Devrim kısa zamanda ulus kurultayına kavratılmalıdır.
15D.G.K.nun yapacağı tüzük ve yönetmelikler bu ana yönergenin yönetici
düşünü içinde düzenlenmelidir. Örgüt, ulusal varlığın korunması ve süreklilik
kazandırılması, günün yarınla birlikte güvenliğe kavuşturulması ve geleceğin
gelişimlerine açık tutulması amacıyla; Uluslaşma, çağcılaşma, ulusal gücü
yaratma ve ulusal güvenliği sağlama yolunda; ezilmekte olan çoğunluğu ve
çoğunluğun koşutunda olan aydınları tutarak, devrimi gerçekleştirecektir.
(İddianameden)
RİCAD-SATIŞ
Her şey yazılıp çizilmişti. Ama kim yapacaktı? Kim onlara iktidarı teslim edecekti?
Genç subayları örgütleyip liderliğine geçseler, Talat Aydemir-Fethi Gürcan’ın
başına gelen onların da başına gelebilirdi. Ona da yürek dayanmazdı. Madanoğlu,
27 Mayıs sonrası üsteğmenlerin kendisini azarlamasını unutmamıştı. Bir kere
hiyerşi bozulursa düzeltmek zordu, hareketin nereye gideceği de belli olmuyordu.
27 Mayıs’ın ardından Talat Turhan, üsteğmenin arkasından yürüyen generali
görünce ne kadar sarsılmıştı. Mektup yazmak kolaydı ama ihtilal zordu. Devrim
ağızda çok güzeldi ama uygulamada altüstlüktü. O nedenle altüstlük olmadan,
hiyerşiye uygun “Devrim” yapılacaktı. Kuvvet Komutanları tamamdı. GürlerBatur- Kayacan baştaydı.
Ne bekliyorlardı o zaman?
Genel Kurmay Başkanı Mehduh Tağmaç’ı ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı da “
Devrim’e kazandırmayı.
Onlar da askerdi. Bunu da onlar adına başlarına geçirdikleri Atıf ERÇIKAN
sağlamaya çalışıyordu. Karşılarında sadece asker olmayan, “gariban” şapkası
elinde bekleyen Başbakan Demirel ve Emniyet Genel Müdürlüğündeki Polisler
vardı. Bütün İhtilal Planı Süleyman Demirel’in tutuklaması ve Emniyet Genel
Müdürlüğünün ele geçirilmesi üzerine yapılacaktı. Eldeki güçler yetmediğinden
THKP-C’sinin sivil elemanlarından da yardım istenmişti.
Devrim’i yapmaya yürek yetmeyince önce Paşalar onları ortada bırakacaktı. Onlar
da altlarındakini. Alttakiler de alttakileri. Devrim yapılmadan bitmişti. Şimdi ricat
zamanıydı. Ne de olsa hepsi “asker kültürü” almıştı. Tam siper’e uzandılar. İyi
uzanamayanlar harcandı.
1960 dan beri ricadı, tam siperi ve arkadaş satmayı öğrenmişlerdi.
TAM SİPER NASIL ALINIR?
Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur, tam siperini anlatıyor:
"O dönemde Silahlı Kuvvetler Doğan Avcıoğlu grubu ile siyasete bulaştı ve ikiye
bölündü. Bu bölünme hem devlet erkanı tarafından, hem askerler tarafından
biliniyordu. Ben kendi raporumda da onu belirttim.
Peki niye onlara karşı tedbir alınmadı? Alınamadı çünkü Türkiye'yi onlar bu hale
getirmemişti. Onlar da hal çaresi arıyordu. Onların hal çaresi çok katı idi. Biz
uyum göstermiyorduk. Doğan Avcıoğlu'nun planına göre bütün partiler kapanacak,
sendikalar kapanacak, devrim konseyi kurulacak, (...) ithalat-ihracat
devletleşecek... Böyle bir düzen. Ama biz hiçbir şey yapmasak alt taraftan bir
hareket gelecekti. 27 Mayıs örneği gibi. Biz 12 Mart Muhtırası vererek orta yolu
bulmak istedik.”
DEŞİFRE
Muhsin Batur, ilişkili olduğu “9 Mart Cuntasını” çoktan deşifre etmiş, kendisiyle
ilişkiye geçenlerin isimlerini açıklamıştı.
25 Ocak 1970’de Marmara Köşkünde (Atatürk Orman Çitliğinde MİT’in hizmetine
verilen bina) bir MGK toplantısı yapılır. Toplantıya Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay;
Başbakan Süleyman Demirel ve MGK’nun diğer asker ve sivil üyeleri katılırlar. Bu
üyeler arasında Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’da
bulunmaktadır. MİT Müşteşarı Fuat Doğu ve ekibi ‘Madanoğlu Cuntası’ nın
takibine ilişkin ‘Balon Operasyonu’ hakkında bilgiler verirler. Cunta ile ilgili
Muhsin Batur’un da ismi geçmektedir.
Batur söz ister ve şunları söyler:
“MİT Başkanının açıkladığı ‘Balon Projesi’ meselesinin tamamen yabancısı
değilim. Orhan KABİBAY, Ekrem Acuner ve Mucip Ataklı ve bazı kimseler, bir
buçuk-iki yıl evvel benimle temas etmişler. Kendilerini, ‘İhtilal’ için ortamın müsait
olmadığı ve esaslı bir sebep bulunmadığı, Türkiye’yi dış dünya ile desteksiz
bırakacağı ekonomik bir felakete yol açacağı ve eninde sonunda yine demokratik
Rejime dönüleceği gerekçeleriyle reddettim!..”
BALON
Muhsin Batur’un “arkadaşlarını” ele vermesinden sonra Milli Birlik Komitesi
üyesi Ekrem Acuner hakkında dosya hazırlanıyor, “İhtilal Hazırlığı” nedeniyle
dokunulmazlığı kaldırılıyordu. (20 Temmuz 1970). Ama nedense ‘Balon’ herkesçe
bilinmesine rağmen ‘patlatılmıyor’ tam tersine habire şişiriliyordu.
Orhan KABİBAY ise hala elini kolunu sallaya sallaya, bir eli gençlikte, diğer eli
silahlı kuvvetlerde, ‘balonu şişirmeye’ devam ediyordu.
İSO’NUN DAMADI
Gazeteci :”Bu askeri gruplar içinde çok ilginç kişiler olduğu söyleniyor; bunlar
kimlerdir ?”
Denizci Binbaşı Erol Bilbilik (Cumhuriyet Gazetesi 10.Mart.1996-Pazar Konuğu):
”Bence en ilginci 14’lerden CHP İstanbul Milletvekili, Emekli Kurmay Yarbay
Orhan KABİBAY’dır.
…Orhan KABİBAY 1960 İhtilali’nden sonra, İstanbul Sanayi Odası Başkanı
Osman Nuri Köni’nin kızıyla evlendi; Milli Birlik Komitesi içindeki bazı çok gizli
bilgileri, çok yüksek derecede Mason olan Köni’nin İSO’ya (İstanbul Sanayi
Odasına) verdiği kuvvetle söylenir…
KABİBAY: “Numan Esin-İrfan Solmazer-Talat Turhan Grubu” içinde “Baş” kabul
edilen kişidir. “ 13 Kasım 1960 Cuntası” ndan olup yurt dışına sürülüp geldikten
sonra dönünce İsmet İnönü’nün CHP’sinde milletvekilliği yaparak CHP içinde
Cuntalar kurmuştur. Bu cuntalara Turhan Feyzioğlu, Emin Paksüt, Sezai Orkunt’u
da katmıştır. İrfan Solmazer’i müthiş kullanmıştır. Fakat Solmazer’de en az
KABİBAY kadar bilmecedir!..
1973 Haziranında bizler Erenköy’deki “Ziverbey Köşkü”nde Kontrgerilla
tarafımdan alınmamızda, KABİBAY’ın fevkalade bilgilere sahip olmasına rağmen
KABİBAY, ifadesi alınmadan salıverilmiştir!.”
İKTİDAR ÇANTADA KEKLİK
Herkes yapılacak ihtilali değil, ihtilal sonrası ne yapılacağını planlıyordu. Hava ve
Kara Kuvvetleri'nde örgütlenen bu kurmay subaylar yapılacak bir askeri
müdahalede devletin alacağı biçimi ve yeni Bakanlar Kurulu listesini bile
hazırlamışlardı. Hazırlanan plana göre, "Selim Bey" kod adlı Orgeneral Faruk
Gürler devlet başkanı, "Yavuz Bey" kod adlı Muhsin Batur ise başbakan olacaktı.
Bahri Savcı Adalet Bakanı, Osman Olcay Dışişleri Bakanı, Nusret Fişek Sağlık
Bakanı, Altan Öymen de Basın Yayın Bakanı olacaktı.
Muhsin Batur, 1971 yılının Ocak ayı başlarında (9-16 Ocak) program dışı bir ABD
gezisine çıktı. ABD’ye gelişi dolayısıyla Washington Büyükelçiliğimizde onuruna
verilen bir kokteylde, “Paşam Türkiye’nin hâli ne olacak?” türünden sorulara,
“Merak etmeyin, yakında Türkiye’de önemli şeyler olacak” yanıtını verdi .
İlgililere raporunu verip, gereken talimatını alarak Türkiye’ye döndü. Bundan
sonrasını 12 Mart belgeselinden (M.Ali Birand, C.Dündar Çaplı) izleyelim.
NİŞAN HAZIRLIĞI
Uluç Gürkan (Gazeteci):
"Herşey hazır. Harekete geçirilecek birlikler, ele geçirilecek yerler... bir klasik
darbe tekniği içinde, işte radyonun alınması, bakanlıkların önüne tankların
çekilmesi, silah ve insan yerleştirilmesi, bunların hepsinin planları hazır. O gece
Hasan Cemal’le birlikte bürodan eve gitmedik. Tankların çıkacağını, orduevini
alacağını tahmin ediyorduk. O konuda bilgilerimiz vardı. Ben kendimi bir şeye
şartlamıştım. Şimdiki eşime haber vermeden nişan yüzüklerimizi almıştım. Karşıma
çıkan ilk tanktaki tank komutanına taktırmayı düşünüyordum."
ALARGADA KALMA
Celil Gürkan (Kara Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanı):
"Batur ev sahibi sıfatıyla ilk konuşmayı yaptı. Ve Gürler'e söyle dedi: 'Paşam,
hazırlıklar tamam. Bir müdahale halinde zat-ı aliniz Devlet Başkanı olacaksınız.
Ben de Başbakanlık görevini üstleneceğim. Biz hazırlıklarımızı size arzedelim, siz
nihai kararı verin'. Faruk Paşa bu ciddi tablo karşısında gerçekten çok sıkıntılı bir
duruma girmişti..
Bu arada Gürler, görev alacak sivil kişiler hakkında bilgi istedi. Onun üzerine
Batur, General Çokgör'e 'Ömer Paşa, oku dosyadan' dedi. General Çokgör bazı
isimler okudu. 'Ahmet Bey şu bakanlık, Mehmet Bey şu bakanlık' gibilerden...
Gürler, okunan her isim üzerinde duruyor, kimisi hakkında lehte, kimisi hakkında
aleyhte görüş bildiriyordu. Bir ara Batur'a dedi ki, 'Muhsin Paşa, Deniz Kuvvetleri
Komutanı Amiral Eyicioglu'na haber verdiniz mi? Niye gelmedi?' diye sordu.
Batur'un bu soruya verdiği yanıt bugün hâlâ belleğimde bütün inceliğiyle
mevcuttur: 'Paşam, Allahınızı severseniz, o adam daima alargada kalmayı tercih
eden bir adam. Onun için haber vermedim'. O toplantıda Gürler her davranışıyla,
her konuşmasıyla gösterdi ki, ciddi ve somut bir karar alınmasına hazırlıklı ve
istekli değildir.
DEV-GENÇ’E KARŞI DEV-KUR
Emin Değer (MSB Hukuk Müşaviri):
"Saat 11 sıralarında 28. tümenden bir muhabere binbaşısı telefon etti. 'Sizi mutlaka
görmem lazım komutanım' dedi. 'Buyur gel' dedim. Geldi heyecanla, 'Bize' dedi,
'biraz evvel alarm verildi. DEV-KUR (Devleti Kurtarma Planı) diye bir plan var.
Bu, NATO planıdır. Bütün NATO ülkelerinde devlet içten veya dıştan herhangi bir
tehlikeyle karşılaştığı zaman, özellikle sosyal planda içten sol içerikli bir darbe
hareketi veya bir girişimle karşılaşıldığında o plan yürürlüğe girer. DEV-KUR
planını yürürlüğe soktular. Alarm verdiler. Haberiniz olsun".
TELAŞA KAPILMA- SOL BİR DARBE GELECEKTİ
Emin Değer, bu haber üzerine hemen diğer ihtilalcileri aradı. Arabayla
Ankara'daki birlikleri gözlemeye çıktılar. Gerçekten de olağanüstü bir hava vardı.
Hâlâ bunun Gürler'e karşı bir plan olduğunu düşünüyorlardı. Heyecanla Gürler'in
emir subayının evine gittiler:
Emin Değer (MSB Hukuk Müşaviri):
"Saat 2:00 gibi uyandırdık. Anlattık. Dedik ki, 'Böyle bir alarm verilmiş. Bize haber
geldi. Faruk Gürler'i tutuklayacaklarmış'. 'Bunu mutlaka komutanla konuşmalıyım'
dedi. Çok önemli bir konu olduğu için hemen telefon etti. Komutanların lojmanları
o zaman Cumhurbaşkanlığı Köşkü içindeydi. Aradı. Gürler telefona gelmiş ve
'Telaşa kapılma' demiş, 'alarmı ben verdim. Sol bir darbe gelecekti onun için
verdim' demiş".
ZOR GÜNLERİN ADAMI KOÇAŞ
CHP ise sessizdi. 12 Mart'a hâlâ teşhis koyamamışlardı. Oysa herkes İnönü'nün ne
diyeceğini merak ediyordu. Paşa, beklenen çıkışı 12 Mart'tan tam 3 gün sonra,
Meclis grubunda yaptı:
Ali İhsan Göğüs (CHP Milletvekili):
"Fevkalade şiddetli bir çıkış yaptı. Dedi ki; 'Bir Meclis'e askeri kıta gibi "şunu
söyle, bunu böyle yapacaksın" demeye imkan yoktur, icranın emri altında bulunan
kumandanların takdir edeceği veya tenkit edeceği ölçüye göre hükümetler kalacak
veya kalmayacak. Böyle bir düzen demokratik düzen değildir. Biz demokratik rejim
dışında bir rejim kabul etmeyeceğiz".
Bu çıkış, Ankara'yı sarstı. Paşa, generallere rest çekiyor ve bir seçim hükümeti
kurulup, acilen seçime gidilmesini istiyordu.
Genelkurmay Başkanı Tağmaç bu konuşmayı duyunca sinirlendi, İnönü de
karşılarına geçerse iş zorlaşırdı. Hemen eski bir asker olan CHP milletvekili Sadi
KOÇAŞ'ı çağırıp, İsmet Paşa'ya bir mesaj iletti: "Biz 12 Mart'ta muhtıra vermesek,
9 Mart'ta bazı radikal subaylar yönetime el koyacaklardı. Şimdi tam onları tasfiye
aşamasındayız. Aman Paşa bize destek versin" dedi. KOÇAŞ bu mesajı hemen
Pembe Köşk'e uçurdu.
Sadi KOÇAŞ (CHP Milletvekili):
"Gittim ve Genelkurmay'daki görüşmeleri anlattım. Bir yanlış anlaşılma olduğunu,
kendisinin çıkışının muhtırayı verenleri güç duruma düşürebileceğini söyledim".
İnönü, anlatılanlardan sonra ikna oldu ve "Meclis'i kapatmazlar ve güvenilir bir
Başbakan bulurlarsa desteklerim" dedi. (12 Mart Belgeseli)
EL Mİ YAMAN BEY Mİ YAMAN
İnönü krizini böylece aşan Genelkurmay Başkanı Tağmaç hemen bir kararname
hazırlattı: 9 Mart'ta ihtilal hazırlığı yapan reformcu subaylar derhal tasfiye
edileceklerdi. Henüz hükümet kurulmadığından, kararnameyi, vekaleten
Başbakanlığı sürdüren Demirel imzalayacaktı. Kendisini devirme hazırlığı
yapanların emeklilik kararına imza atmak ona kısmet oluyordu:
Süleyman Demirel (Başbakan):
"Bir Albay geldi. Dedi ki; 'Efendim, bir takım üniformalı kişiler var, emekli
edilecek, imzalar mısınız?' 'Getir imzalayayım' dedim. Ben hâlâ Başbakanım. Fakat
artık Güniz Sokak'ta oturuyorum. Getirdi adam. Tuğgeneral Mehmet Tuğcu;
Genelkurmay Başkanı'nm Özel Kalem Müdürü. Yok bilmem Kemal Tunusluoğlu
Hava Kuvvetleri Komutanı'nın Özel Kalem Müdürü. Celil Gürkan, Plan ve
Prensipler Dairesi'nin komutanı. Çok parlak bir general. Meğer devlete el konursa,
bundan sonra neler yapılacağının planlarını bunlara yaptırmışlar. Tabii mesele
oraya gelince, o plan uygulanamayınca bunlar tasfiye oldu iyi mi?.."
5 general, l amiral ve 35 albay o gün apar topar emekliye sevkedildiler. Gürler ve
Batur'un bilgisi dahilinde, onlann karargâhlarında Demirel'i devirme hesaplan
yapanlar, yine Gürler ve Batur'un bilgileri dahilinde hem de devrik Demirel'in
imzasıyla tasfiye edildiler.
BEN BAŞBAKAN OLDUM
12 Mart'ın üzerinden bir hafta geçmişti ve ülke hâlâ başbakansızdı. Herkes,
generallerin bulacağı "tarafsız ve partiler üstü" başbakanı bekliyordu. Oysa
muhtırayı veren generaller de aynı beklenti içindeydiler. Bekledikleri haber, bir
cenaze merasiminde yanlarına geldi. Hem de hiç beklemedikleri bir şekilde:
Muhsin Batur (Hava Kuvvetleri Komutanı):
"Nihat Bey yanımıza geldi ve 'Ben Başbakan oldum' dedi. Biz üçümüz şaşırdık.
Memduh Paşa hiç şaşırmadı. Çünkü biliyormuş. Çankaya'da konuşulmuş. Yani biz
12 Mart'tan birkaç gün sonra devre dışı kaldık. Üçümüz de..."
Ertesi gün, Nihat Erim İnönü'den izin alıp, CHP'den istifa etti. Sonra da Çankaya
Köşkü'nde düzenlenen bir törenle Hükümeti kurma görevini Sunay'dan aldı.
LÜKS
Sıkıyönetimden sonra sıra askerlerin ikinci isteğine geldi: Anayasa değişikliği...
Genelkurmay Başkanı Tağmaç, sosyal uyanışın, ekonomik kalkınmayı aştığı
görüşündeydi. O halde bu uyanış engellenmeliydi. Askerin bastırması üzerine
Başbakan Erim ünlü demeçlerinden birini daha patlattı:
"Bu anayasa bize lükstür" dedi.
Birkaç ay içinde 1961 anayasasının tam 40 maddesi budandı ve insan haklarına,
kişi özgürlüklerine, toplu sözleşme ve grev hakkına, üniversite ve TRT özerkliğine
tam bir darbe vuruldu.
27 Mayıs'ta askerin getirdiği anayasa, 12 Martta yine asker tarafından geri
götürülüyordu.(12 Mart Belgeseli)
Şimdi de “ağlanacak hale gülen” Amiral Vedii Bilget’in anlatımlarını izleyelim.
CUNTA BAŞI-ORDU BAŞI
“Cunta”ya 1970 Ağustosunda Brüksel’den dönen Korgeneral Atıf Erçıkan da
katılmıştı. Brüksel’den dönünce Genelkurmay Plan-Prensipler Başkanlığına atanan
Erçıkan “cuntaya” katılmakla kalmamış, “cunta”nın “başı” bile olmuştu.
“Cuntanın başı” da “cunta”nın tüm çalışmalarını günü gününe, saati saatine
“Ordunun Başına” Genel Kurmay başkanına Memduh Tağmaç’a bildiriyordu.
Artık bu aşamadan sonra, yapılması öngörülen eylemin “düşünsel-ideolojik yanı”
bir yana bırakılmıştı, konuşulmuyordu. Sadece darbenin kuvvet komutanlarının
koruyucu kanatları altında nasıl yapılacağı tartışılıyordu. Olay “devrimci bir
hareketten ” basit bir darbe” ye, daha doğrusu karşı-devrime dönüştürülmüştü.”
DEMİREL’İ UYANDIRMA
1970’in Kasım ayında Muhsin Batur’un Başbakan Demirel’e yazdığı uyarı
mektubu olayından sonra “devrimci darbe” nin yapılabilmesi olanağı kalmamıştı.
Batur, bu mektubunda ülkedeki durumun giderek kötüleşmekte olduğunu uzun uzun
uzun anlatıyor ve sonunda şu yargıya varıyordu: “Silahlı Kuvvetler içinde
örgütlenmeler var. Bu gidişe ‘dur’ denmezse Türkiye’nin kaderinde yazılı 10 yıllık
devre bitmek üzeredir.” Batur açıkça cuntaları kastediyor ve yaklaşan bir
müdahalenin işaretini veriyordu.
“Vermemek için sebep yok. Çünkü Ankara içinde birtakım toplantılar yapılıyor. Bu
toplantıları askerler yapıyorlar. Bu toplantılarda ne konuşulduğunu biz günü
gününe takip ediyoruz. Örgüt gittikçe büyüyor. Biz atıl kalırsak, birtakım önlemler
alınmazsa bir askeri müdahale beklenebilir. Bunu gizlemek ayıp ve hata bana göre.
Onun için bunları yazma mecburiyeti hissettim.”
CUMHURBAŞKANINA ARZ
Şubat 1971 ayı sonlarında Ankara’da düzenlenen bir ihtilal toplantısına (!) bir
tuğgeneral başkanlık etmiş, bu toplantıya neredeyse garnizondaki bütün tabur
komutanı düzeyindeki subaylar katılmışlardı. Esasen durumun vahametini görerek
bu tür toplantılara katılmama kararı alan bir general ve bir amiral, gelişmelerden
rahatsız, yakın buldukları inançlı arkadaşlarını uyarmaya başlamış
bulunmaktaydılar.
Yukarıda sözü edilen ihtilal toplantısına (!) katılanlardan birkaçı, harekâtı elinde
makineli tabanca ile bizzat yöneteceğini bağıra çağıra söyleyen korgeneralin (Atıf
Erçıkan) niçin gelmediğini sorunca tartışma çıkmış ve iki subayın (Erol BilibikYılmaz Akkılıç) o generalin evine giderek çağrıda bulunmaları kararlaştırılmıştı. O
iki kişi generalin Emek Mahallesi’ndeki evine gittiler. General çağrıya “Merak
etmeyin, durumu Genelkurmay Başkanı’na arz ettim, yarın -veya sonraki günÇankaya’ya çıkarak Sayın Cumhurbaşkanı’na da bilgi vereceğiz” karşılığını verdi.
Yani artık olay, tamamen “devrim” den “komedi”ye dönüşmüştü.
Hemen ertesi günlerde Hava Kuvvetleri binasında 180 dolaylarında general ve
amiralin katıldığı bir toplantı yapıldı, herhangi bir kalkışmaya karşı alınacak
önlemler görüşüldü. Bu toplantı sırasında bazı gençler heyecanlı dakikalar
yaşadılar.
HEİL HİTLER!
Bu günleri Vedii Bilget “Girdap” adlı kitabında şöyle anlatıyor:
”Muhsin Batur, Ömer Çokgör'ü çağırmış. Korgeneral Ahmet Dural ile Tümgeneral
Hulusi Kaymaklı'nın eylemin içine alınıp alınmadıklarını sormuş. Çokgör, doğal
olarak "hayır" yanıtını verince çok kızmış. Her iki generali de Adnan Menderes'i
tutuklama anından beri tanıdığını, yazgı birliği ettiğini söylemiş. Hemen ilişkiye
geçilip harekâta alınmalarını istemiş.
Çokgör, Albayrak'a gelmiş. Her iki generale de birlikte gitmişler. Konuyu açmışlar.
İkisi de çekinmiş, olumsuz tutum almışlar. Ne zaman ki bunun Batur'un istemi
olduğunu öğrenmişler, o zaman neredeyse selam durur gibi ayağa fırlayarak
harekâta katılacaklarını söylemişler.
Albayrak şaşırmıştı, "Harekâta inançları yok, Batur'a var. Bir 'Heil Hitler' diye
bağırmadıkları kaldı" diyordu.
Bense gülüyordum. Artık iş bitmişti. Tüm bunlar açık göstergesiydi durumun.
"Hayır, diye direniyordu Albayrak. Baksanıza Batur nasıl çalışıyor."
Gülmeyi sürdürüyordum. Albayrak'ın şaşkınlığı bu kez bana yöneliyordu.
"Siz, iyi misiniz?"
Kuşkusuz, "iyi" değildim. Ama Tağmaç, "iyi" bir sindirme taktiği uyguluyordu.
3 Mart günü "sinema salonu" toplantısını yaptı ve "biz bu filmi daha önce de
görmüştük" dedirtti. Elbet, görenlere...
ERKEN KALKAN HOROZ
Tağmaç çok sinirliydi. Bir açtı ağzını, hiç susmak bilmedi.
"Türkiye'de ihtilâl yapılmasını isteyen sağ ile soldur. Bunu orduya yaptırarak ya
padişahlığı ya da komünistliği getirmek amacı güdülüyor... Biz, Silahlı Kuvvetler
olarak günlük politikaların dışında kalacağız. Parlamentonun sorunları biz
askerleri değil kendilerini ilgilendirir... En üst düzeydeki komutanlarınıza güvenin.
Heyecana kapılıp yanlış adımlar atmayın. Erken kalkanın horoz olmasına izin
vermeyiz... Anarşik olaylar, bilhassa aşırı sol mihraklar tarafından kasten
çıkarılmaktadır... Vaziyet çok vahim değildir. Meselelerin halledilmesi için gereken
çareleri bölünmeden bulacağız... Bugünkü siyasal bunalımın kökünde
Anayasamızın bünyemize uygun düşmeyecek aşırı özgürlükler getirmiş olması
yatıyor. Ülkemizde sosyal gelişmeler ekonomik gelişmeleri aşmıştır... Bize kayıtsız
şartsız güvenin. Karar vermekte gecikmeyeceğiz. Ne yapacaksak biz yapacağız!"
Artık iş bitmişti. Ama kimse Tağmaç'ı ciddiye almıyordu. Öyle olunca da işin
bittiğine inanmıyordu. Belki de bunca çabadan sonra inanmak istemiyordu.
VAHİM
Bence Tağmaç'ın konuşmasının en ilginç saptaması, "Vaziyet çok vahim değildir"
olanıydı. O da mı "olağan" bulmaya başlamıştı durumu? "Çok vahim" olmayan "az
olağanüstü" müydü yoksa?
Eğer öyleyse, "az olağanüstü"ye "az müdahale" yeterdi. "Ne yapılacaksa" onlar
yapardı, olur biterdi.
İlyas Albayrak salonda olsaydı, Memduh Tağmaç'a da "Heil Hitler" çekmeye hazır
onlarca kişi görüp daha da şaşıracaktı belki.
Muhsin Batur, Ömer Çokgör'ü çağırmış ve "Faruk Gürler ile görüşüp mutabık
kaldık" demişti. Mesai bitiminden sonra Batur'un odasında o, Faruk Gürler, Atıf
Erçıkan, Ahmet Dural, Hulusi Kaymaklı, Celil Gürkan, Şükrü Köseoğlu ve ben
toplanacaktık. Batur, bana ivedilikle ulaşılmasını istiyordu. Ama bana gelen bir
başka haber, Gürler'in Batur'la görüşmeden önce Atıf Erçıkan'la konuştuğuydu.
Erçıkan, 8 Mart gecesi Tağmaç'la uzun bir görüşmede bulunduktan sonra, sabahın
erken saatlerinde Gürler'e gitmişti. Bir mesaj ilettiği güçlü olasılıktı. Daha sonra
Mehmet Tuğcu da onlara katılmıştı.
TER BASAN –ÜRKEN DEVLET BAŞKANI
Hilmi Fırat hâlâ bana ulaşmaya çalışıyordu. Ama telefonlara çıkmıyordum. Akşam,
Numan Esin ve Memduh Eren ile görüştüm. Toplantı haberleri gelmişti. Batur,
müdahale sonrasında kendisinin Başbakan, Gürler'in Devlet Başkanı olacağını
söylemişti. Gürler'i ter basmıştı o anda. Çok heyecanlanmıştı. Ürkmüş bir havası
vardı. Durmadan, Eyiceoğlu'nun da harekete katılmasını, onsuz olmayacağını
söyleyip duruyordu. Batur, karşı çıkıyordu. Gürler, toplantının hemen bitmesini
ister bir devinim-deydi. Herhangi bir karar çıkmamasını, ertesi gün yapılacak
Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantısına dek beklenilmesini önermişti.
ARKADA KİMSE YOK
Dışarıda silahlı subaylar bekliyordu. Çokgör, toplantıdan bir müdahale kararı
çıkacağına hâlâ inançlıydı ve gereken eylemler için hazırlık yapmıştı. Batur, ona
çok kızmıştı. Toplantı uzadıkça dışarıdakiler de sinirleniyordu. Hidayet Ilgar,
"Gelin içeri girelim ve kararı çıkarttıralım" demişti. Herkes odaya yönelmişti. Ilgar
tam kapıyı açacakken bakmıştı ki, arkasında tek kişi yok. O sırada kapı içeriden
açılmış, Batur ve Gürler dışarı çıkmışlardı. Bir süre sonra da arabalarına binip
Tağmaç'ın Orduevi'nde verdiği akşam yemeğine gitmişlerdi. Yemekte, ertesi gün
yapılacak Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantısına katılacak Kor ve Orgeneral
ile Amiraller buluşacaklardı.
İPLER
10 Mart sabahı erkenden uyandım. Orduevi'nde kahvaltı ederken gazetelere göz
gezdirdim. Neyin ne olacağı belliydi artık. Cüneyt Arcayürek, "Komutanlar mektup
ya da muhtıra yoluyla hükümetin çekilmesini isteyecekler" diyordu. İpler,
Tağmaç'ın eline geçmişti. Komutanlara dilediğini yaptıracağa benziyordu.
Herhangi bir harekât filan olmayacaktı. 27 Ocak'ta ortaya attığı ve tüm
Komutanların karşı çıktığı "Yahya Han" yöntemini uygulatacaktı. Hem de o karşı
çıkanları zorlaya zorlaya. Ama gelişimin tüm açıklığına karşın, hâlâ harekât
umudunda olanlar vardı.
Sabah, Genişletilmiş Komutan Konseyi, Genelkurmayda toplanmıştı. Tağmaç ve
Kuvvet Komutanlarının dışında 27 üst rütbeli General ve Amiral de oradaydı:
Deniz Kuvvetleri'nden Kemal Kayacan, Bülend Ulusu ve Necmettin Sönmez; Kara
Kuvvetleri'nden Zeki İlter, Semih Sancar, Eşref Akıncı, Faik Türün, Kemalettin
Eken, Hamza Görgüç, Hamza Günalp, Kemal Tarhan, Doğan Özgöçmen, Kemal
Ersun, Fehmi Başer, Hayati Savaşçı, Turgut Sunalp, Zeki Erbay, Fethi Esener, Atıf
Erçı-kan ve Kenan Evren; Hava Kuvvetleri'nden Nahit Özgür, Remzi Yelman,
Ahmet Dural, Mehmet Eziler ve İrfan Özaydınlı.
O’NA GÖRE-BU’NA GÖRE
Tağmaç, komut verir gibi sert bir sesle "Bugüne nasıl gelindiği ve siyaset üzerinde
durmayacağız. Ortam nedir ve ne yapılması gerekir sorularına cevaplarınızı
istiyorum" demişti.
Kemal Kayacan'a göre, "Silahlı Kuvvetler'de birlik ve beraberlik ve Komuta
zincirinden ayrılmamak temin edilmeli, subay ve astsubaylar biliçlendirilmeli, en
kısa zamanda seçime gidilmeli, milli bir koalisyon ya da kuvvetli bir hükümet
kurulmalı, Anayasa'nın öngördüğü sosyo-ekonomik reformların ele alınması"
gerekiyordu.
Bülend Ulusu, "Bugün toplum bir bölünme içindedir, birkaç yıl sonra durum daha
da kötü olacaktır. Bölünmenin Silahlı Kuvvetlere sıçramayacağını söylemek güçtür.
Kuvvetli Parlamento ve hükümet teşkili emir komuta zinciri içinde sağlanmalıdır"
görüşündeydi.
Necmettin Sönmez, "Tedbirlerle meseleler halledilir. Ancak bu sistemle Türkiye'nin
problemlerine çare bulunamaz. Atatürk'ün ilkeleri bugün yokolmuştur. Yönetimde
bir fikir ve doktrin yoktur. Seçim ve başka bir hükümetle çare aramak gaflet olur.
Ufak tefek tedbirlerle durum düzeltilemez. Zaman, Silahlı Kuvvetler aleyhine
çalışmaktadır. Zamanın takdiri size aittir. Ancak hazırlıklı bulunmak ve Silahlı
Kuvvetleri bir fikrin etrafında toplamak gayreti gösterilmesi gerekir" kanısındaydı.
Semih Sancar,"Ordu, cereyanların tesiri altındadır. Fakat orduda bir örgüt
olduğunu sanmıyorum. Başka fikirler besleyenler dışarı atılmalıdır. Hiyerarşik
düzende dahi bir hareket yapılsa bile biraz sonra ekipler birbirini yemeğe başlar.
Emir Genelkurmay Başkanından gelmeli, Kuvvet Komutanları fazla ses
vermemelidir" düşüncesindeydi.
EL ATMA
Eşref Akıncı, "Bu Anayasa ve demokrasi ile mesele hallolmaz. Ordu el atsın
deniyor, önümüz-de 1960 misali var. Sonra ne olacak? Bu işten nasıl sıyrılacak?"
diye soruyordu.
Faik Türün, "Anayasa bize uygun değildir. Etnik grupların ve mezheplerin
faaliyetleri gelişmiştir. Aşırı ideolojiler gelişme zemini bulmuştur. Öğretmen
kadrosu aşırı sola kaymıştır. Yargı organı aşırı sola hizmet etmektedir. Gençlik sol
eylemlerin mihrakı olmuştur. Sendikalar sola kaymıştır. Bölücülük ve sol
beraberdir. Basın ve TRT memleketin parçalanmasında rol almaktadırlar.
Büyüklere bazı tarihi vazifeler düşmektedir. Fazla zaman kaybedilmemelidir.
Ordunun bu işe müdahale etmesi lazımdır. Yeni bir Kurucu Meclis kurulmalıdır.
Ordu aktif vazife alıp yıpranma-malıdır. Aşırı solun beli kırılmalıdır. Öğretmen
kadrosu tasfiyeye tabi tutulmalıdır" yanıtını vermişti.
Hamza Günalp, "Sosyal ve ekonomik reformlar yapılmalı, Gençliği ve milleti
Kemalizm etrafında toplamalıdır. İktidarın çekilmesini temin edip itibarlı bir kişi
etrafında yeni hükümet kurmak gerekir" demişti.
Doğan Özgöçmen, "Bugünkü ortam, 1960'a benzememektedir. Hükümet fiilen
memleket çocuklarını ikiye bölmüştür. Yüksek komuta hiyerarşik durumunda bir
değişiklik yapılmadan iktidarın değiştirilmesi gereklidir" savındaydı.
Hayati Savaşçı, "Basın, yayın, TRT nizama konulmalıdır. Gerekirse Anayasa tadil
edilmelidir. Silahlı Kuvvetlerin tedavisi şarttır. Kurala uygun kararı Komuta katı
vermelidir" biçiminde konuştu.
Turgut Sunalp, "Memleketin iç güvenliği kritik hale gelmiştir. Hükümet başkanının
ve muhalefet liderinin durum ve tutumları malumdur. Ordu içinde ve dışında tertip
ve hazırlıklar vardır. Geçen zaman, sağ ve solun lehine, ordunun aleyhinedir.
Alttan gelecek bir hareket memleketi batırır. Dur demenin zamanı gelmiştir.
Komuta zinciri içinde verilecek emre amadeyim" diye kestirip atmıştı.
EL KOYMA
Atıf Erçıkan, "Hep demokrasiyi zedelemeyelim diye işe karışmama yolu tuttuk. Ama
maalesef el koyma zamanı gelip geçti" savındaydı.
Nahit Özgür, "Silahlı Kuvvetler mensupları durumdan memnun değiller. Bir
karışıklık var. Birçok nedenlerle bugüne gelinmiştir. Ordudaki genç kuşaklar bu
mesele ile meşguldürler. Bu ortam-da gittikçe aktif rol alma eğilimi artmaktadır.
Bir karar safhasına gelinmiştir. Bu kararı komuta katı vermelidir" görüşünü
savundu.
SİZ BÜYÜKLER
İrfan Özaydınlı, "Halk efkârı Silahlı Kuvvetler'den bir karar beklemektedir. Esas
konu, bu kararın nasıl tecelli edeceğidir. Silahlı Kuvvetler idareye el koysun mu
koymasın mı? Bu mecburiyet er geç doğacaktır" düşüncesini öne çıkardı.
Ahmet Dural, "Fertler ne bugünden memnun ne yarından emindirler. İktisadi
istikrarsızlık ve emniyet olmayınca durum tabii olarak bu hale gelmiştir. Durumu
siz büyükler düzeltirsiniz" diyerek susmuştu.“
TUZAK
9 Mart son tahlilde bir tuzak, dikkatli tasarlanmış bir aldatmaca idi. Gerçi o gün
Hava Kuvvetleri’nde en üst düzey bir toplantı düzenlenmiş, müdahale gerekliliği ve
müdahale yöntemlerinin belirlenmesine ilişkin görüşmeler yapılmıştır. Tabii bu
arada harekât hazırlık emri de verilmiştir. O toplantıda neler görüşüldüğü, başta
Kara Kuvvetleri Komutanı olmak üzere kimlerin nasıl görüş açıkladıkları ve
sergiledikleri tavır, Emekli General Celil Gürkan’ın “12 Mart’a Beş Kala” adlı
yapıtında ayrıntılı biçimde verilmiştir. Yani her şey komuta katlarının bilgisi
altında yapılmıştır ve böylece eylem yapmaları olası kadrolar açığa çıkarılmıştır.
Tümü de tasfiye edildiler.
KORUMAK-KOLLAMAK
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve
Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan muhtıra
verildi.
12 Mart günü TRT radyolarından okunan muhtıra metni şöyleydi:
1.
"1. Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile
yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine
sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini
kamuoyunda yitirmiş ve Anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş
olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2.
Türk milletinin ve sinesinden çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim
ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partiler üstü bir
anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve
Anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkilap
kanunlarını uygulayacak, kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar
içinde teşkili zaruridir.
3.
Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri,
kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak
görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır."
ORDU TESKERESİ
Bu muhtıra 12 Mart günü saat 15'te açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde
oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Fikret Turhangil tarafından da okutuldu.
Tek itiraz sesi Demokratik Parti Milletvekili Hasan Korkmazcan'dan geldi.
Korkmazcan yerinden kalkarak, "Meclis'te ya Cumhurbaşkanlığı tezkeresi ya da
Başbakanlık tezkeresi okunur, ordu tezkeresi okunmaz." dedi. Türkiye'nin çift
Meclis'le yönetildiği bu donemde Cumhuriyet Senatosu Başkanı AP'li Tekin
Arıburun, muhtıra metnini kendisine getiren subayı geri çevirdi; ancak bu metin üç
gün sonra Senato'da da okundu. Arıburun, Senato Genel Kurulu'nda yüksek sesle
şu eleştiriyi yaptı: "Bir Meclis'e askeri kıta gibi 'şunu şöyle, bunu böyle yapacaksın'
demeye imkan yoktur. İcranın emri altında bulunan kumandanların takdir edeceği
ve tenkit edeceği ölçüye göre hükümetler kalacak veya kalmayacak. Böyle bir düzen
demokratik düzen değildir. Biz demokratik rejim dışında bir rejim kabul
etmeyeceğiz."
DEMOKRATİK İSTİFA
Bu gelişmelerden birkaç saat sonra da Muhtırayı, anayasa ve hukuk devleti
anlayışıyla bağdaştırmanın mümkün olamayacağını belirten Başbakan Demirel
hemen istifa ederken, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ordunun görevini yaptığını,
ana muhalefet partisi CHP lideri İsmet İnönü ise başbakanın istifasının demokratik
bir istifa olduğunu söyledi.
16 Mart 1971'de 9 Martçı olduğu bilinen 13 subay Başbakan Demirel’in imzasıyla
tasfiye edildi. Tümgeneral Celil Gürkan'ın yanısıra Tümgeneral Şükrü Köseoğlu,
Hv. Tuğgeneral Ömer Çokgör, Tuğgeneral M. Ali Akar, Tuğamiral Vedii Bilget,
Kurmay Albay Nedim Arat, Kurmay Albay Bahattin Taner, Piyade Albay Kadir
Tandoğan, Piyade Albay Ömer Şamlı, Kara Pilot Albay Hidayet Ilgar, Muhabere
Albay Mehmet Namlı, Tank Albay Kadir Ok ve Tank Albay Cavit Bayer tasfiye
edilen subaylar arasında yer aldı.
PROFESÖR DOKTOR NİHAT ERİM
Cumhurbaşkanı Sunay, parti liderlerine bir mektup yazdı ve "Yeni Bakanlar
Kurulu'nun, Anayasa'nın 103'ncü maddesine göre siyasi partilerimizin iştiraki ile
teşkili için, Kocaeli Milletvekili (Bağımsız) Profesör Doktor Nihat Erim tarafından
teşkiline bir şart ileri sürmeden partinizin iştirakini ve güvenoyuna mazhar
kılınmak suretiyle Anayasa gerçekleri çerçevesinde yapılacak yürütme görevlerinin
de partinizce desteklenmesini rica ederim" dedi.
İNCE DARBE
Nihat Erim, CHP'den istifa etmiş ve bağımsızlaşarak Başbakan olmuştu. Ecevit'in
egemenliğindeki CHP Merkez Yönetim Kurulu ise, duruma karşı çıkmış ve dörde
karşı on oyla Erim'e bakan vermemeyi kararlaştırmıştı. Ama İnönü, bu kararı
olumlu karşılamadı.
20 Mart'ta Bülent Ecevit, CHP'nin hükümette yer alması durumunda görevinden
çekileceğini açıkladı. Aynı zamanda muhtıraya ilişkin ilk yorumunu da yaptı:
"Türkiye'deki müdahale, hiç değilse vermeye başladığı sonuçlar bakımından
Yunanistan'daki müdahale modeline uymaktadır. Onun daha incesidir, daha
ustacasıdır. Çünkü demokrasinin kurumları işler gibi görülüyor."
İNCE KEK (Koçaş-Erim-Kabibay)
Erim, çalışmalarında kendine yardımcı olarak Sadi KOÇAŞ'ı seçmişti. Tüm
iletişimi o sağlıyordu. Ekip, Hariciye Köşkü'ne yerleşmişti.
Muhtıranın üzerinden bir hafta geçmişti. İlk anda koşulsuz destek verenler şimdi
olaydan kuşku duymaya başlamışlardı. Hele Erim'in adı ortaya çıkınca, kuşkular
büyük ölçüde tedirginliğe dönüşmüştü. Bu tedirginliği gidermek, ilerici
kuruluşlarının sessizliğini sağlamak ve Milli Birlik Grubu ile Tabii Senatörleri
kazanmak için biri sürekli toplantılar düzenlemeye başlamıştı. O biri de, Orhan
KABİBAY'dı!
KABİBAY'ın evi bir karargâh olmuştu. CHP'nin -Ecevit'çi kanat dışında kalan- tüm
ileri gelenleri orada toplanıyordu. Durmadan telefonlar ediliyor, kurulacak
hükümetin desteklenmesi yolunda bildiriler hazırlanıyordu. KABİBAY, KOÇAŞ'a
kabine için isimler salık veriyordu. KOÇAŞ bunları Erim'e iletiyor, Erim ise Kemal
Satır'la birlikte yeni isimler bulmaya çalışıyordu.
KEK’İ YİYENLER
Orhan KABİBAY’ın yönlendirmesiyle kendilerini "devrimci" olarak niteleyen
kuruluşlar da muhtırayı destek bildirileri yayınlıyorlardı. Türkiye Öğretmenler
Sendikası, Devrimci Avukatlar Derneği, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası,
Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, Teknik Personel Sendikası, Üniversite Asistanları
Derneği, Mimarlar Odası, Türk Hukuk Kurumu, Elektrik Mühendisleri Odası,
İnşaat Mühendisleri Odası, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mezunları Derneği,
Maden Mühendisleri Odası, Orman Mühendisleri Odası ve Dev-Genç bildiriye
imza koymuşlardı.
Aynı saatlerde DİSK de muhtırayı desteklediğini açıkladı.
CİDDİ BUHRAN
TİP ise, muhtıraya kesinlikle karşı olduğunu ve olayın "Anayasal düzen ve
demokratik hakların zedelenmesinden doğan ciddi bir buhran" biçimi alacağını
bildirdi.
Kendisine yeni hükümeti kurma görevi verilen CHP Kocaeli Milletvekili Nihat
Erim, partisinden istifa ettikten sonra, 26 Mart'ya yeni hükümeti açıkladı. 25 kişilik
kabinede 5 AP'li, 3 CHP'li ve 1 de MGP'li üye yer alırken, kalan 14 bakan TBMM
dışından seçildi.
DEVRİM HER TARAFTAN GELİR
Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, Şarkışla'da yakalanmışlardı. İstifa etmiş hükümetin
İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu, basını toplamış Gezmiş'i gösteriyordu.
"İşte bu pejmürde adam THKO'nun kumandanıymış. İyi bakın kılığına, kıyafetine,
suratına..."
"Ben THKO kumandanı değil, neferiyim."
"Sen kahraman mısın?"
"Siz de kahraman olduğunuz için istifa ettiniz değil mi? Siz, Demirel'in neferisiniz;
ben THKO'nun."
Gazeteciler gülüyordu. Bozulan Menteşoğlu sertleşiyordu.
"Nereye gidiyordunuz?"
"Devrime."
Menteşoğlu, eliyle duvardaki haritada Sivas'ı işaret ediyordu.
"Devrim o tarafta mı?"
Gezmiş başını dikleştirip yanıtlıyordu.
"Devrimin o tarafı, bu tarafı yoktur. Her taraftan gelir."
Bakan, basın toplantısını yarıda kesti.
ELVERDİ MAHKEMESİ
Sarp Kuray, Ruhi Koç ile birlikte 'Erçıkan davası' adı verilen davada yargılandı.
Bu sıkıyönetimin ilk davasıdır. Bizi yargılayan mahkeme Ali Elverdi'nin başkanlık
yaptığı, sonradan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan,Yusuf Aslan'a idam cezası veren
mahkemedir. Sarp Kuray ve Ruhi Koç’u mahkum ettiği gerekçeli kararında
“sanıklar bu suçu örgütlü olarak işlemişlerse, eylem 146/1 kapsamına girer”
hükmünü vermiş ve 12 Mart terörünün hukuk dışı çerçevesi böylelikle çizilmiştir.
Mahkeme başkanı 21 Mayıs gecesinin sahte kahramanı ve tutuklu olarak getirildiği
Harbiye’de Talat Aydemir Albayın ayaklarına kapanan Ali Elverdi’dir.
YURTSEVER HAKİMLER
Sarp Kuray, Ruhi Koç’un, Atilla Sarp’ın, Mustafa Gürkan’ın, N.Kemal Boya’nın,
Metin Eşrefoğlu’nun da içinde bulunduğu büyük kısmı Deniz Subayları, Askeri
Tıbbiyeliler ve Harbiyelilerin oluşturduğu “83 sanıklı” dava açılmıştır. Dr. Hikmet
Kıvılcımlı davanın bir numaralı sanığıdır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı bir ön savunmada yargılandığı mahkemeye göndermiştir
Bu dilekçesinde ''Varna kıyılarından kedi miyavlamalarıyla, yurt hasreti
gösterilerine kalkışacak anlayışta ve mizaçta değilim, geliyorum, saygılarımla''
demiştir. (Yugoslavya’da bir askeri hastanede 11.11.1971 tarihinde hayata
gözlerini kapamıştır. Cenazesi Türkiye'ye getirilmiştir.)
İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yurtsever hakimleri, Albay Remzi Şirin
ve binbaşı Refik Kara, davanın 146.madde kapsamına girmediğini, gücümüzün
iktidarı ele geçirebilecek bir düzeyde olmadığını belirterek eylemleri tek tek
cezalandırma yolunu seçmişlerdir. Bu mahkeme Cihan Alptekin ve arkadaşlarının
yargılandıkları “THKO İstanbul davası'”nda da benzer bir karar vererek,
Ankara’da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına idam kararı vermiş, Ali Elverdi
mahkemesinin yolunu kesmeye çalışmıştır, ama bu hukuk dışı anlayışın ve
uygulamanın karşısında yenik düşmüş, Deniz Gezmiş'in avukatlarının İstanbul
kararlarını emsal göstererek yaptıkları itirazlar dikkate alınmadan idam cezaları
infaz edilmiştir.
Mahkeme Faik Türün'ün emirlerine uyarak, idam cezası vermediğinden ve
146.maddeyi, onların istediği gibi yorumlamadığından ve bu yolla Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarının idamını durdurma girişimi içinde bulunduğundan dolayı
lağvedilmiştir.
DAYANIŞMA SİMGESİ -KIZILDERE
Kızıldere
Böyle akışın nere
Bizde hal mı bıraktın
Sana can vere vere
Dere bizim deremiz
Suyu alın terimiz
Söyle nedendir dere
Vurulur gençlerimiz
Kızıldere. Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı küçük bir köydü 30 Mart 1972 tarihine
kadar. Ama o gün büyük olaylara sahne oluyor; destansı bir direnişe, kanlı bir
yargısız infaza, bir katliama tanıklık ediyordu.
Kızıldere aynı zamanda, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan
Devrimci Dayanışmanın simgesi olarak tarihe iz bırakıyordu.
Anadolu, bir kez daha, zulme ve zalime karşı, haksızlıklara ve sömürüye karşı isyan
eden; halktan ve haklıdan yana yiğit insanlarını bağrına basıyordu.
"Toprakta, tohumda hakça" diyerek, isyan eden ve isyanlarıyla Selçuklu Devleti'nin
sonunu getiren Baba İshak'ları, Baba İlyas'ları; "Ferman padişahın dağlar
bizimdir", diyerek, zalime başkaldıran, dağları dost bilen, boyun eğmeyi değil,
isyanı seçen Dadaloğlu'nu bağrına bastığı gibi.
Kızıldere’ye türküler yakıyordu, Anadolu halkı; İnancı için ölümü kucaklayan ve
"Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan" diyen Pir Sultan Abdal'ların yaktığı
türküler gibi.
HER ŞEY ARKADAŞ İÇİN
Çünkü ;yollarından dönmeyen; bu nedenle idamlarına karar verilen üç yiğit
arkadaşlarını Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i kurtarmak için, ölümü göze alıyorlardı ve
gözlerini kırpmadan ölümün üstüne yürüyorlardı. Aralarındaki örgüt ayrılıklarına
bakmadan, birlikte cezaevinden kaçıyorlar, birlikte eylem planlıyorlar ve birlikte
direniyorlar ve ölüme birlikte koşuyorlardı.
Aceleleri vardı. 9 Ekim 1972 tarihinde Denizler hakkında idam kararı verilmişti.
Karar avukatlar tarafından temyiz edildiğinden Yargıtay aşamasındaydı. Her an
Yargıtay’ca karar onaylanabilir ve Meclis’te oylanarak idam gerçekleşebilirdi.
İdamın önlenmesi gerekliydi.
İstanbul, Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nde; başta THKO’nun liderlerinden
Cihan Alptekin ve diğer devrimciler hummalı bir faaliyet içerisindeydiler. Denizleri
kurtarmak için dışarıda olmaları, bunun içinde cezaevinden kaçmaları
gerekiyordu. Gece gündüz kaçacakları tüneli kazıyor, çıkan toprakları yastıklara
dolduruyorlardı. Tünel bitmişti, ancak Cihan; tünelin ortaya çıkması riskini dahi
göze alarak, Mahir’in Selimiye Kışlasından, Maltepe Cezaevine getirilmesini
bekliyordu.
Beklenen gün geldi, iki örgüt, THKO ve THKP-C, tarihe geçenek büyük bir
dayanışma içerisinde ; 29 Kasım 1971 tarihinde kazdıkları tüneli kullanarak;
Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Ziya Yılmaz, birlikte
cezaevinden kaçtılar.
10 Ocak 1972 tarihinde idam kararı Askeri Yargıtay’ca onaylandı. Mahir ve Cihan
Ankara’da buluşarak arkadaşlarını kurtarmanın çarelerini aradılar. Artık
onlardaki tek düşünce, ne pahasına olursa olsun arkadaşlarını kurtarmaktır. 3
Şubat 1972’de Askeri Yargıtay idamlarla ilgili karar düzeltmesi istemini reddeder,
karar kesinleşir ve 9 Şubat 1972’de Millet Meclisi Adalet komisyonunda
görüşülmesine başlanır. Bu arada cezaevinden kaçan devrimcilerden Ziya Yılmaz,
19 Şubat günü yaralı olarak yakalanır, Ulaş Bardakçı ise aynı gün İstanbul’da
öldürülür. Ankara’da da Denizleri kurtarmaya çalışan THKP ile THKO arasındaki
iletişimi sağlayan Koray Doğan 8 Mart 1972’de öldürülür.
Zaman hızla akmakta. Denizlerin idamlarıyla sonuçlanacak süreç hızlanmaktadır.
10 Mart 1972’de Millet Meclisi; 16 Mart 1972 günü de Cumhuriyet Senatosu idam
kararını onaylar ve karar 25 Mart 1972 günü Resmi Gazetede yayınlanır. CHP’nin
Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu nedeniyle infaz ertelenir.
İDAM’I DURDURMAK
15-16 Mart 1972 günlerinde Mahir, Cihan, Ömer ile Ertuğrul Kürkçü ve Ertan
Saruhan, Karadeniz bölgesine geçerler. Fatsa’ya yerleşirler. Ankara’dan giden
Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp ve Sabahattin Kurt da Fatsa’ya
ulaşarak başka bir eve yerleşirler.
26 Mart 1972 günü Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve Hüdai
Arıkan, Ünye radar üssünde görevli, ikisi İngiliz biri Kanadalı üç teknisyeni,
evlerini basarak rehin alırlar ve birlikte 28 Mart 1972 günü Kızıldere’ye gelirler.
Aynı yere Sinan Kazım Özüdoğru, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ahmet
Atasoy, Ertan Saruhan ve Nihat Yılmaz da gelir ve burada buluşurlar.
Kaçırdıkları İngilizlere karşılık Denizlerin idamlarının durdurulmasını
istemektedirler:
1. İnfazlar derhal duracak.
2. Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak
3. En çok 48 saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların
durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.
ÖLEN KİM? YAŞAYAN KİM?
30 Mart sabahı saklandıkları köy muhtarına ait ev kuşatılır, bölgeye resmi, sivil
olağanüstü güçler yığılır “Teslim olun ve rehin aldığınız teknisyenleri serbest
bırakın” çağrıları reddedilir. Çünkü onlar, kendilerini değil; idama giden
arkadaşlarını kurtarmak için oradadırlar. Ağır silahlarla donanmış, MİT’iyle
CIA’sı ile, özel güvenlik güçleriyle binlerce kişi tarafından kuşatılmış, köy evi,
yargısız infazda kararlı bu güçlerin 30 Mart 1972 saat 17:00’deki bombalarıyla
yerle bir, kurşunlarıyla delik deşik edilir.
Resmi tarihe göre Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım
Özüdoğru, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan
ve Nihat Yılmaz katledilir. Ertuğrul Kürkçü ertesi gün samanlıkta sağ olarak
bulunur.
Ne var ki, dönemin başbakanı Nihat Erim ölümünden sonra yayınlanan anılarında
Kızıldere’de kuşatılan devrimcilerin bazılarının yaralı olarak, sağ yakalandıklarını
ve daha sonra öldürüldüklerini belirtir. Bu konunun basına yansıması üzerine,
bilgisine müracaat edilen Ertuğrul Kürkçü, bu bilgiyi onaylar “Sanırım
yakalandıktan sonra verdiğim sorguda bu hususu ifade etmiştim” der.
Şairin dediği gibi "Ölen kim gerçekte, yaşayan kim?"
YAŞANANLARDAN DERS ALMAMAK
Emekli Yarbay Osman Deniz 21 Mayıs 1963 ihtilal girişimi hazırlıklarında İstanbul
bölgesi temsilcisiydi. Girişim başarısız olunca ihtilali hazırlayanlardan dört kişi
(Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer) idama mahkum oldu.
TBMM’ce cezası müabbede çevrildi. İdam edilen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’la
Mamak Askeri Cezaevi’nde 13 ayı birlikte geçirdi. Arkadaşlarının idama
götürülüşüne tanık oldu. En sakıncalıların gönderildiği Sinop Cezaevi’nde 3 yıl,
İstanbul Toptaşı Cezaevi’nde de 8 ay yatıp, çıkan afla serbest kaldı.
Bu döneme ilişkin anılarını, Parola: Harbiyeli Aldanmaz “ adlı kitapta yayınladı.
Bu kitap 12 Mart 1971 hareketinin baş aktörlerinden Faruk Gürler ile Muhsin
Batur’u en iyi tanıtan, başvurulabilecek temel kitaptır.
3 sene Sinop Cezaevi’nde yattıktan sonra getirildiği İstanbul Toptaşı Cezaevinde
kendisini sık sık ziyaret edenlerden biri de Talat Turhan‘dır. Onunla olaylar
konusunda baştan hemfikirdiler.
Ne yazık ki Osman Deniz en güvendiği arkadaşı Talat Turhan’ın yaşananlardan
ders almadığını, yine dönemin generallerinin peşine takıldığını görecek, gençlerin
onun gibilerin ihanetleri yüzünden kıyıma uğrayışlarını çaresizlikle seyredecek ve
kendiside bir ilgisi olmadığı halde ülke gerçeklerini bilen önemli görülen bir
şahsiyet olarak Talat Turhan’ın yüzünden tutuklanacak, 7 ay Selimiye Cezaevi’nin
soğuk taş zeminlerinde yatacaktır.
Aşağıda Osman Deniz’in ağzından o döneme ilişkin yaşanmış bazı anılara yer
verilmektedir.
MEKTUPÇU
Fethi Gürcan, Talat Turhan’a “mektupçu” derdi. Biz ihtilal hazırlıklarıyla
uğraşırken o genç subaylara bildiri dağıttırırdı. Onun için adı “mektupçu” kaldı.
Başka bir lakabı daha vardı; “Kürt Talat” diye. Fakat bu lakap 12 Mart
döneminde takılmıştı. Kendisi ile cezaevindeyken bu lakap üzerine bir söyleşim
oldu. “Kendinden büyük bedene sahip olunamaz” demiştim. “Mektupçu” lakabıyla
anıldığı dönemde bir bildiri yüzünden tutuklanmış ve bir müddet bizlerle beraber
Mamak Askeri Cezaevi’nde yatmıştı.
Toptaşı Cezaevi’ndeyken de sık sık ziyaretime gelirdi. Ziyaretlerinde durum
değerlendirmesi yapardık. Birlikte hareket etmeye karar vermiştik. Ne acıdır ki
kendisinin Orhan KABİBAY ve o dönemin generallerinin başını çektiği örgütlenme
içinde üst düzeylerde görev aldığını sonradan öğrenecektim. Bu ikili oynayışı beni
çok üzdü.
Hapisten çıktıktan sonra ilişkilerimiz devam etti. Aldığımız karar doğrultusunda
ben ikimiz beraberiz zannediyordum. O ise beni Orhan KABİBAY grubuna
bağlamak için hazırlık yapıyormuş.
KARAKTERSİZ- HAYIR, FARUK GÜRLER
Talat o zamanlar Ankara’ya devamlı gider gelirdi. Bir gün Orhan KABİBAY’ın
beni görmek istediğini söyledi. Orhan KABİBAY’ın kendisi o dönem CHP
milletvekili idi. Bir ara Orhan KABİBAY’la FakihÖzfakih’in yazıhanesinde
buluştuk. Özfakih’in kullandığı arabaya binerek Atlı Spor Tesislerine gittik.
Araba içinde konuşmaya başladık. Avukat ve CHP milletvekili olan Fakih
Özfakih’le böyle tanıştım. Orhan KABİBAY beni överek sözlerine girdi, oradan
Türkiye’nin meselelerine getirdi sözü. Bir şeyler yapmak gerektiğini belirterek,
beni de aralarında görmek istediklerini söyleyerek konuşmasını bitirdi.
Ben de kendisine “Bu teşkilatlanmanın lideri sen misin?” diye sordum. Cevaben
“Hayır, Faruk Gürler” dedi. Şaşırmıştım. Geçmişte yaşanan o kadar acı
deneylerden sonra böyle bir adama nasıl güvenebilirlerdi. “Ben onu çok iyi
tanırım. 22 Şubat’ta İstanbul’da yanındaydım. Talat Aydemir’i nasıl sattığını, ne
kadar karaktersiz bir adam olduğunu“ söyledim. KABİBAY’da bana cevaben “Çok
değişti. Geçmiş olayların altından çok sular geçti“ dedi. Tekliflerini kabul
etmedim.
“AKILLI” KURMAYLARIMIZ
Talat Turhan’la karşılaşınca ağzıma geleni söyledim. Beni ikna etmek için çok
uğraştı. İkna edemedi. İkna olamazdım.
İlişkilerimiz ondan sonra arkadaşlık düzeyinde devam etti. İşyerini ziyaretlerimde
değişik kişiler geliyor ben de sohbetlere katılıyordum.
Nihayet 12 Mart hadiseleri oldu. Olayın başını çeken Muhsin Batur ve Faruk
Gürler ikilisi 22 Şubat’ta yaptıkları gibi yaptılar. Bizim akıllı geçinen
kurmaylarımızı ve genç subaylarımızı birden ortada bırakıverdiler.
Bir müddet sonra bunları içeri aldılar. Beni de göz altına alıp sorguya götürdüler.
Talat Turhan’ı ziyaret edenlerden bazıları benim hakkımda ifade vermişler. Bu
ifadelerde, beni orada gördüklerini, hükümet ve meclisi eleştirdiğimi söylemişler.
Ben de söylenenleri doğruladım. Olan – bitenlerle hiçbir ilişkim olmadığını
anlattım.
Talat Turhan‘la cezaevinde karşılaştığımda bu olaylara adımın neden
karıştırıldığını sorarak tepkimi koydum. Talat Turhan ve diğerleri sorguda
verdikleri ifadeleri savcılık karşısında reddetmişler, birçok sorumluluk içeren
olaylarda gençleri içine attıkları tuzaklara karşın kendilerini kurtarma telaşına
düşmüşlerdi.
SORUMLULUĞU SIRTLANMA
Tepkilerim karşısında Talat Turhan “Karşı planlamacılar var. Onların
zorlamalarıyla ifadeler alındı. Sen de mahkemede savcıya karşı söylediklerini
reddet “ dedi.
“Bunu yapamam . Hayatım boyunca ne söyledim ve ne yaptımsa hep arkasında
oldum. İlgim olmayan bir olayda böyle davranmamı neden istiyorsun. Bu kadar
olayın sorumluluğunu başta olanların sırtlaması gerekmez mi? Gerçekleri
gizlemenin kimseye yarar sağlamayacağını, böyle bir davranışta bulunanların
sorumluları gizleme anlayışını kendine bir görev biçenlerin anlayışı olacağını,
kendisine böyle bir görev biçip biçmediğini “ sorduğumda Talat Turhan’ın verdiği
yanıt ilginç oldu.
“Evet, generalleri kurtarma görevini üzerime aldım. Yakında Faruk Gürler
Cumhurbaşkanı olacak ve bizleri kurtaracak“ dedi. Ben de ona sorguda başımdan
geçenleri anlattım.
YUKARILARI KORUMAK
Sorgulayıcıların T.Turhan’ı kastederek “ Senin kaz kafa, içerde Faruk Gürler’in
Cumhurbaşkanı olunca kendilerini kurtaracağını söylüyormuş. Faruk Gürler’in
Genel Kurmay Başkanı iken yapamadıklarını, Cumhurbaşkanı olarak mı yapacak“
diye alay konusu yapıldığını söyledim. İnanmadı.
Talat’ın taktiği 22 Şubat mektup davasındaki taktiğin aynısıydı. Yukarıları
korumak, içeride kalanların ezilmesine kayıtsız kalmak.
İHTİLALLERLE OYNAMAK
“Senin bu taktiğine ben bir şey diyemem, bu senin tassarufun ama ifademden de
vazgeçmem. Ben bu ülkenin hasbelkader ihtilalcilerinden biriyim.
İhtilallerle oynamak çocuk oyuncağı değil, ağır sorumluluklar gerektirir.
Hasbelkader bir ihtilalci olarak verdiğim ifade doğrudur.” diye konuşunca o da
bana “Ya Osmancığım biz birbirimizi severiz. En kötü durumda sen en fazla 10
sene alırsın, fakat ben her şeyi söylediğimde idamı alırım. Benim için 10 sene alsan
ne olur.“
“Ben 10 sene yatarım ama senin için değil, bildiklerimi savunmak uğruna yatarım,
bunu bilmiş ol. Sende şayet ihtilalciysen, çık konuş o zaman. En azından beni
Orhan’ın yanına gönderdiğini söyle. O zamanlar bu işin yürüyemeyeceğin, bu
işlerden çekil dediğimi söyle “ dediğimde bana karşılığı “Tamam ama o şekilde
söylemem“ oldu.
ÜSTÜNE PERDE
Duruşmalara çıktığımız bir gün mahkeme reisi “gereği düşünüldü” deyince ben de
dahil herkes şaşırdı. Mahkeme reisi devamla “Osman Deniz’in tahliyesine” dedi ve
beni duruşmalardan vareste tutan ek kararı da açıkladı.
Herkes suskun bir vaziyette taş kesilmişti. Sanırım orada bulunanlar o an için
meseleyi “dışardan bir etki” vb. yorumlar yaptılar içlerinden. Ben ise “her şeyin
üstüne perde çekiyorlar” diye düşündüm.
Öğlen duruşmaya ara verildiğinde Talat Turhan ve Numan Esin “geçmiş olsun”
dilekleriyle yanıma geldiler. Talat’a son lafım “bu tahliyenin arkasında kimse bir
şey aramasın, ben ifademle dışarı çıkıyorum. Sen de artık rahat edebilirsin” dedim.
70 TANE TIR
Sonra bir ara Numan Esin bana birşeyler söylemek istedi.
“Böyle şeyler olur. Talat’tan ben de tedirginim. Sana özel bir şeyler söyleyeceğim.
Ordu komutanını tanıyorsun. Kendisi eski Silahlı Kuvvetler Birliği Örgütü’nün
üyesiydi. Onu ziyaret eder misin? Onlar seni sever.
70 tane TIR’ım yurtdışında kaldı. İşler karımın sırtında. Benim mutlaka dışarı
çıkmam gerekiyor. Seni tanırlar, bilirler. Rica edersen beni dışarı alırlar.” dedi.
Ben de “ Hayır, onlar her şeye, bizlere, gençlere ihanet ettiler. Numan sen 27
Mayıs’ta yönetim kadrosundaydın teşkilatın. Siz başarılı olmasaydınız tutumunuz
böyle mi olacaktı? Nasıl böyle bir şeyi bana teklif edebilirsin? Şimdi söylediğin
yere gitsem sen bunu kabul edecek misin? Nasıl ihtilalcilersiniz siz?“ dememe
rağmen, benden bu isteği yerine getirmemi defalarca söyledi…”
YALAN KILIFLARI
Deniz Gezmiş-Yusuf Aslan-Hüseyin İnan’ın idamlarında İsmet İnönü’nün ve bazı
kişiliksizlerin tavrı bilinmelidir.
Denizlerin idamlarında Süleyman Demirel ve Alpaslan TÜRKEŞ açıkça tavırlarını
göstermişlerdir. Asıl önemlisi onlarla birlikte hareket ederken tavırlarını saklayan,
devrimci kesimlerce hala bizim saflarımızda düşünülen ve üzerine gidilmeyen
partiler ve tiplerdir. Bunları bilmemek ayıp, saklamak ihanettir.
CHP’liler ve 27 Mayısçı geçinen bazı zatlar, Denizlerin idamının suçunu Adalet
Partisi’ne ve Süleyman Demirel’e yüklerler.
“27 Mayıs’ta asılan üçe karşı üç kişinin asıldığını anlatarak” olayı açıklarlar.
Kendileri sözde 27 Mayısçı, diğerleri “27 Mayıs Karşıtları. Asanlar onlar”.
Bu zavallıların ellerinden ne gelebilirdi ki? Buna 27 Mayısçı geçinen basındaki
büyük kalemler bilir ve bilerek bu örtbas orkestrasına katılırlar. Yalan kılıfları
yapmaktaki bu ustalar,devrimci mücadelemiz için daha tehlikelidirler.
HASTALAR
Bilmezler ki, insan medeniyete yazı ile geçmiştir. Bu gerçek elbet suratlarına
çarpılacaktır.
İsmet İnönü’nün ve CHP’ nin Denizlerin İdamındaki Tavrını bir daha, bir daha
bakın. 68 Kuşağını "HASTALAR" olarak bakışının altını çizin.
“...Arkadaşlarım, bir büyük cemiyetimiz bir büyük hastalık geçiriyor. Bunda
gençler anarşiye müptela olmuşlardır. Bunda gençlere, genç yaşlarında içerden ve
dışarıdan tahriklere kapılarak genç yaşlarında büyük işler görmüş ve büyük
salahiyetlerin peşine düşmüş hastalar olarak görünüyorlar.
Böyle olaylarda cemiyetin iki vazifesi vardır. Birincisi zorla yanlış maksatlarını
yürütmek isteyen genç veya yaşlı insanlara zorla sakat fikirlerini tatbik
edemeyeceklerini, Devletin onların kafasına dank dedirtecek kadar sokmasıdır...
Hükümet, Sıkıyönetim, Ordu, bütün cemiyet bütün millet bunlara zorla iş
yapamayacaklarını öğretmiştir. Şimdi ikinci vazife geliyor... onlara müebbet
hapislikleri zamanında rahat bir hayata kavuşmayarak çalışma mecburiyetinde
bulundukları ceza usulleri ile göstermektir...
Biz bu fikirlerle idam cezalarının yapılmamasını isteriz. Bunun için, “yapılsın”
veya “yapılmasın” diye idam gibi bir meselede arkadaşlarımız arasında bağlayıcı
karar almadık.Tamamıyla vicdanı meseledir,aramızda farklı fikirler ve reyler
görürseniz bunu bizim zaafımıza vermek yanlış olur,bu bizim siyasi hayatta da
davranışımızın örneğidir.”( 24.4.1972 C.H.P Grubu Adına İsmet İnönü)
Evet Hastayız Devrime ve Halkımıza.
İsmet İnönü, Parti Başkanı olduğu CHP den 144 kişiden kaçını idamlar aleyhine oy
kullandırmaya ikna etti? Sadece kendi dahil 47 kişi.
CHP’nin siyasi hayatta davranışına örnek olarak 97 kişi oylamalara
katılmadılar.Sözde renklerini göstermediler.
Ne büyük oyun: Aleyhte çıkan oy sayısı 48. Bunun içinde 1 tane TİP’li var.
Sadece 47 CHP’li idamlara karşı çıkıyor.
97 CHP’li idamlara karşı çıkmıyor.
İsmet İNÖNÜ, İKİNCİ ADAM, bu kadar güçsüz, sözleri, görüşü dikkate alınmayan
biri mi?
Oylamaya katılmayarak tavırlarını saklamaya çalışan bazı isimleri biz yazalım.
Bunlar Orhan Birgit, Orhan Eyüpoğlu, Orhan KABİBAY, Rıza Kuas, Sezai Orkunt,
Sadi KOÇAŞ.
YARIDA BIRAKILAN DAVA
Denizlerin Avukatı Sayın Halit Çelenk anlatıyor:
“İnfaz olayında anımsatılması gereken önemli noktalardan biri de CHP Genel
Başkanı İsmet İNÖNÜ'nün tavrıdır. İsmet İNÖNÜ başından beri infazlara karşı
çıkmış, Türkiye Büyük Millet Meclisinin infazların yerine getirilmesi kararına
karşı, bu kararın usul ve esas yönlerinden iptali için CHP adına Anayasa
Mahkemesine dava açmıştır. Anayasa mahkemesi usul bakımından Meclisin
kararını iptal etmiş ve kararı esas yönden incelemeye ,usule göre gerek
görmemiştir. Çünkü, yüksek mahkemeler inceledikleri bir kararda usul açısından
yasaya aykırılık görürlerse kararın bu yönden bozulmasına karar verirler ve
kararın esasını incelemezler, bu incelemeyi usul yanlışlığının düzeltilmesinden
sonraya bırakırlar.Bu olayda da böyle olmuştur. Anayasa Mahkemesinin iptal
kararından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi usul hatasını düzeltmiş ve
infazların yerine getirilmesine yeniden karar vermiştir.
Böyle bir durumda, davacı konumunda olan CHP Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ'ye
bir görev düşmektedir. Bu da Anayasa Mahkemesine kararın esas yönünden
incelenmesi için yeniden başvurmaktır. Ancak bu aşamada, her nedense İsmet
İNÖNÜ davayı yarıda bırakmış ve esasın incelenmesi için Anayasa Mahkemesine
başvurmaktan kaçınmıştır.
NEDEN?
Böyle bir davayı açan kişinin ya da tüzel kişinin görevi davasını sonuna kadar
izlemek ve sonuçlandırmaktır. Şu soru ister istemez akla gelmektedir: İsmet
İNÖNÜ, kendi kişisel düşüncelerinde bir değişiklik olduğu için mi davayı yarıda
bırakmıştır? Eğer böyle ise bu düşünceler nelerdir? Yoksa kimi dış etkenler ve
baskılar mı buna neden olmuştur?
Burada dış etkenler ve baskılar rol oynamışsa İsmet İNÖNÜ gibi güçlü bir kişiyi
haklı olduğuna inandığı bu davadan vazgeçiren etkenler NE olabilir?
Deniz GEZMİŞ, Yusuf ARSLAN, Hüseyin İNAN ve arkadaşları; yirmi iki
yaşlarında, Cumhuriyetin tüm ilkelerine bağlı, ülkenin bağımsızlığına en büyük
değeri veren, ikili anlaşmalara ve emperyalizme karşı, 1961 anayasasını savunan
tastamam uygulanmasını isteyen, bu anayasanın geriye doğru değiştirilmesini
protesto amacı ile Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü yapan, her
türlü sömürüye karşı, yurtsever insanlardır.
(Deniz-Yusuf-Hüseyin Meclis/Senato 1972 İdam Kararı Tutanakları ,
68’liler Birliği Vakfı Yayınları Birinci Baskı:Ekim 1998 s-9-10)
OYLAR-OYLAMALAR
Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın ölüm cezalarının yerine
getirilmesine dair Kanun tasarısına verilen oyların sonucu: (kabul edilmiştir)
Üye sayısı: 450 Oy verenler:323
Kabul edenler: 275
Reddedenler: 48 Çekimserler:2
Partilerin Milletvekili sayısı:
AP: 260 CHP: 144 GP: 14 BP: 7 MP: 6 YTP:3 TİP:2 MHP:1 MNP:1
BAĞIMSIZ:11 Açık:1
Bir de Cumhuriyet Senatosu oylamasına bakalım.
Üye sayısı: 183
Oy verenler: 145
Kabul edenler: 111
Rededenler: 34
Çekimserler: 0
Oya katılmayanlar: 36
Açık Üyelik: 2
CHP nin 34 üyesi var.
Red eden CHP’li sayısı 18
Buradaki oylamaya katılmıyan ilginç isimler.: Tabii Üyeler: Emanullah ÇELEBİ,
Fahri ÖZDİLEK, Mehmet ÖZGÜNEŞ ve Ahmet YILDIZ. Cumhurbaşkanınca
seçilen üyeler: Lütfi AKADLI, Selahattin BABÜROĞLU, Özer DERBİL, Nihat
ERİM, Fahri KORUTÜRK, Ragip ÜNER ve Suad Hayri ÜRGÜPLÜ.
ÖLÜMLE NİKAH
27 Mayısçı CHP’liler, 27 Mayısçı Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, tabii senatörler
ve kontenjan senatörleri, 27 Mayıs’çı Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler,
Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, diğer ordu mensupları, 27 Mayısçı
Yargıtay mensupları, 27 Mayısçı Basın mensuplarının ve isimlerini ve unvanlarını
sayamadığımız nice değerli şahsiyetlerin şahitliğinde, üç devrimci arkadaşımızın
ölümle nikahı hakim sınıflarca kıyılmıştır.
BİR İNSANI ÖLDÜRMEK
"Ben Amerikalıların başında bekliyordum. Onlara savaşları, Amerika'nın
yaptıklarını filan anlatıyorum. Sinan onlarla içli dışlı olmamak için elinden geleni
yapıyor. 'Sonunda öldürmek gerekir de belki öldüremem' diyor. Suçsuzlar.
Üstelik silahları da yok. Biz silahlıyız karşılarında. Ben, cellat pozisyonuna
girmişim gibi bir duygu içindeyim. Kendimi bir an onların yerine koyuyorum.
Anamı babamı düşünüyorum. 'Olmaz' diyorum. Üçüncü gün filandı Larry'nin
gizlice karısına mektup yazdığını gördüm. Aldım mektubu; vasiyetiydi.
'Artık görüşemeyeceğiz' filan diyordu. Dayanamadım. 'Göreceksin ulan karını'
dedim. Ve öldüremedik. Kolay değil, bir insanı öldürmek..." (Deniz Gezmiş'in Erdal
Öz'e Anlattıklarından)
ÖNEMLİ OLAN
Baba,
Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne
kadar üzülmeyin desem de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle
karşılamanı istiyorum. insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler.
Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı, süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.
Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum: Oğlun bu yola bilerek girdi ve
sonun da bu olduğunu biliyordu. Cenazem için avukatlarıma gererli talimattarı
verdim. Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Annemi teselli etmek sana
düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et.
Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle
uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda yaptıklarımdan en ufak bir
pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, abimi ve kardeşimi devrimciliğimin
olanca ateşi ile kucaklarım.
Oğlun Deniz Gezmiş
GİTTİLER
Ve Deniz GEZMİŞ;
Ardından Yusuf ASLAN;
Ardından Hüseyin İNAN .
6 Mayıs 1972 …
Ve Üçü de,
“Yaşasın Marksizmin, Leninizmin yüce ideolojisi;
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi;
Kahrolsun emperyalizm, Kahrolsun faşizm…”
“Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir kere ölüyorum.
Sizler, bizleri asanlar şerefsizliğinizce hergün öleceksiniz, Biz halkımızın
hizmetindeyiz. Sizler Amerikanın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler kahrolsun
faşizm.”
“Ben şahsen hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için
savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk
halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler , köylüler ve devrimciler.”
diye haykırarak ….
Üniversitelerde;
Fabrikalarda;
Köy meydanlarında;
Mitinglerde;
Yürüdükleri gibi
Aynı cesaretle;
Gönül gönüle;
Elele;
Omuz omuza;
Halay çekerek sonsuzluğa yürüdüler.
Halkların yüreklerinde, gençlerin bilincinde
Son sözleri yankılanarak yürümeye devam ediyorlar.
Ölen ve öldürülen tüm devrimcilerle birlikte,
Günün gençleriyle , buluşuyorlar.
Meydanlarda, emekçilerle birlikte yürüyorlar.
Bir türkü dillerinde:
Gün doğdu
Hep uyandık
Siperlere dayandık
Bağımsızlık uğruna
Al kanlara boyandık
Yolumuz Devrim Yolu
Gelin Kardeşler gelin
Yurdumuza yanki doldu
Vurun kardeşler vurun
TÜRKÜMÜZ YARIM KALMAMALI!
Tertemiz beyaz bir karanfil sadeliğinde ki 68’li asker ve sivil gençliğin Amerikan
Emperyalizmi ve bu siyasetin pusulasında; başta CHP ve AP’li siyasetçiler ve 27
Mayıs İhtilaline ihanet eden eski Milli Birlik Komitesi üyeleri, TSK mensupları
olmak üzere, yargı, basın mensupları ve bürokratlarca nasıl hoyratça ezildiğini
sergilemeye çalıştık.
TÜRKÜMÜZÜ YARIM BIRAKANLARLA,
BAĞIMSIZLIK VE SOSYALİZM BAYRAĞINI
ŞEREFLE TAŞIYAN DEVRİMCİLERİ KATLEDEN, KATLETTİREN;
GÜNÜMÜZDE DE BENZER GÖREVLERİNİ SÜRDÜREN
EMPERYALİZMİN HİZMETİNDEKİ ŞEREFSİZLERLE
TARİH ÖNÜNDE HESAPLAŞIYORUZ.
Son nefeslerine kadar, Hiçbir çıkar gözetmeden halkının mutluluğu ve bağımsızlığı
için savaşan, bunun için şerefleriyle ölüme giden, arkadaşlarımız gibi
haykırıyoruz.
TÜRKİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞINDAN VE HALKIMIZIN ÖZGÜRLÜĞÜNDEN
BAŞKA BİR ŞEY İSTEMEDİK VE İSTEMİYORUZ. BU NEDENLE
EMPERYALİZME VE İŞBİRLİKÇİLERİNE KARŞI MÜCADELE VERDİK.
VERİYORUZ.
GENÇLER!.
DENİZLER’İN SON NEFESİNE KADAR ŞEREFLE TAŞIDIĞI 68’LİLERİN
ONURLU VE LEKESİZ BAYRAĞINI SİZLERİN ENERJİNİZE TESLİM
EDİYORUZ.
TÜRKÜMÜZ YARIM KALMAMALI.
TUNCAY ÇELEN-ÖMER GÜRCAN 2006-Ankara
KAYNAKÇA
1.
68'liler Birliği Vakfı 68 Yargılıyor, 68'liler Birliği Vakfı Yayınları 1997
2.
68'liler Birliği Vakfı İdam Kararı Tutanakları, 68'liler Birliği Vakfı
Yayınları 1998
3.
68'liler Birliği Vakfı Altmışsekizin 30 Yılı, Dünya'da Gençlik ve Türkiye
Sempozyumu 68'liler Birliği Vakfı, İstanbul ,1999
4.
Atatürk M.Kemal
NUTUK Türk Devrim Tarihi Enstitüsü 1981
5.
Agee Philip CIA Günlüğü Çev: M.Üner, E Yayınları İstanbuş, 1975
6.
Akar Atila
Derin Dünya Devleti TimaşYayınları 2.Baskı 2003
7.
Akyaz Doğan Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi İletişim Yayınları 2002
8.
Alatlı Ertuğul Belgeleriyle 09 Mart 1971 "antiparlamentarist-baasçı"
darbe girişimi Alfa Yayınları Ekim 2002
9.
Alptekin(Kepenek) Nuran
Oy Cihan Bizum Cihan Ümit Yayıncılık 2004
10.
Altuğ Kurtul 27 Mayıs'tan12 Mart'a, Koza Yayınları İstanbul 1975
11.
Arcayürek Cüneyt
Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yayınevi, Ankara,
1989
12.
Aren Sadun Türkiye İşçi Partisi Olayı 1961-1971, Cem yayınevi, İstanbul
1991
13.
Atay Falih Rıfkı
ÇANKAYA Doğan Kardeş 1968
14.
Avcıoğlu Doğan
Türkiye'nin Düzeni, C-1-2, Tekin Yayınevi, İstanbul,
1976
15.
Aybar M. Ali Türkiye İşçi Partisi Tarihi, C-1-3, BDS Yayınları, İstanbul,
1976
16.
Aydemir Ş. Süreyya Menderes'in Dramı Remzi Kitapevi 3. Baskı 1984
17.
Aydemir Ş. Süreyya 2. Adam, C-1-3, Remzi Kitabevi, 1988
18.
Aydemir Talat Ve Talat Aydemir konuşuyor May, 1966
19.
Aytekin M.Emin
İhtilal Çıkmazı, Dünya Matbası, İstanbul,1967
20.
Babuş Fikret 68 Hareketinin Köy Eylemleri, Devrim Havarileri, FKF,
Dev-Genç, Ozan yayıncılık İstanbul 2003
21.
Başgil Ali Fuat
27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Çeltüt Matbaası,
İstanbul, 1966
22.
Batur Muhsin Anılar ve Görüşler Milliyet Yayınları, İstanbul 1985
23.
Baykam Bedri 68'li Yıllar, İmge Kitabevi yayınları, İstanbul 1998
24.
Behram Nihat Darağacında Üç Fidan, Gendaş A.Ş. Yayınları, İstanbul
1999
25.
Behramoğlu Namık Türkiye Amerikan İlişkileri, yar yayınları 1973
26.
Belge Murat Sosyalizm , Türkiye ve Gelecek, Birikim Yayınları, İstanbul,
1990
27.
Belli Mihri
Mihri Bell'nin anıları Doğan Kitap 2. Baskı mayıs 1999
28.
Beyaz Kitap Türkiye Gerçekleri ve Terörizm, TC Başbakanlığı, Ankara
1973
29.
Bilget Vedii Girdap I-II, Kastaş Yayınevi ,2002
30.
Bilibik Erol Amerikan Kuşatması Otopsi 2. Basım 2003
31.
Birand M. Ali- Dündar Can-Çaplı Bülent Demirkırat Doğan Kitapçılık
8.Baskı Şubat 1999
32.
Birand M. Ali- Dündar Can-Çaplı Bülent 12 Mart İmge Kitapevi 5. Baskı
Mart 2000
33.
Boran Behice Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları, Gün Yayınları, İstanbul
1968
34.
Bozdemir Dr. Mevlüt Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları
35.
Burçak Prof. Rıfkı Salim İdamların İçyüsü Demokrat Kulubü Yayınları
1997
36.
Cem İsmail
Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi Cem Yayınevi 1970
37.
Cem İsmail
Tarih Açısından 12 Mart C-1-2 Cem Yayınevi, İstanbul 1973
38.
Cevizoğlu Hulki
Dünü Bugünü İle 68'liler, Toplumsal Dönüşüm
Yayınları, İstanbul 1997
39.
Cılızoğlu Tanju
Kırık Politika Anılar Kamil Kırıkoğlu Güneş
Yayınları 1987
40.
Çalışkan Nurettin
ODTÜ Tarihçe,Arayış Yayınları Nisan 2002
41.
Çelenk Av.Halit
İdam Gecesi Anıları, Tekin Yayınevi İstanbul, 1988
42.
Çetiner Zihnı Ölümü Paylaştılar Ama Büke Yayıncılık Mart 2003
43.
Çetinkaya Hikmet
68'den 78'e Sancılı Yıllar, Kuşatılmış Sokaklar Günizi
Yayıncılık, İstanbul 2002
44.
Çubukçu Aydın
Bizim 68 Evrensel Basın Yayın, İstanbul 1993
45.
Değer M.Emin
Oltadaki Balık Türkiye, Otopsi Yayınları 2004
46.
Değer M.Emin
CIA/Kontrgerilla ve Türkiye, Çağ Matbası 5.baskı
1979
47.
Demir Halim 12 Mart'tan 12 Eylül'e, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2003
48.
Deniz Osman Parola: Harbiyeli Aldanmaz YKY Eylül 2002
49.
Dilligil Turhan
İmralı'da Üç Mezar Dem Yayınları 1988
50.
Doğan Yalçın IMF Kıskacında Türkiye, 1946-1980,
51.
Er Ahmet
27 Mayıs'tan 12 Eylül'e Hatıralarım, Alternatif yayınları,
Ankara , 2003
52.
Erdost Muzaffer
Faşizm ve Türkiye 1977-1980 Onur Yayınları,
Ankara 1995
53.
Erer Tekin
On yılın Mücadelesi Ticaret Postası 1962
54.
Erkanlı Orhan Anılar,Sorunlar, Sorumlular Baha Matbası 1972
55.
Erkekoğlu Yılmaz
Nurhak Ey Nurhak Tekin Yayınevi, İstanbul 1988
56.
Esin Numan Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları Doğan
Kitap 2005
57.
Feyizoğlu Turhan
FKF Ozan Yayıncılık, 2002
58.
Feyizoğlu Turhan
İBO Ozan Yayıncılık, Nisan 2000
59.
Feyizoğlu Turhan
MAHİR Gökkuşağı Haziran 1996
60.
Feyizoğlu Turhan
SİNAN Ozan Yayıncılık Temmuz 2000
61.
Galula David Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri, Teorisi ve Pratiği,
Genelkurmay Basımevi, İstanbul, 1965
62.
Ganser Danıele
Natonun Gizli Orduları Güncel Yayıncılık 2005
63.
Genç Süleyman
12 Mart'a Nasıl Gelindi ? İleri Yayınları 1971
64.
GRAHAM E. FULLER/Ian O.lesse Kuşatılanlar, Çeviren Özden Arıkan,
SabahKitapları Aralık 1996
65.
Gürcan Öner Ben İhtilalciyim! -Süvari Yayıncılık 2005
66.
Gürkan celil 12 Mart'a Beş Kala Tekin Yayıncılık Ocak 1986
67.
gürses fulya, gürses hasan basri
Dünya'da ve Türkiye'de Gençlik
Toplumsal Dönüşüm yayınları 2. Baskı Mart 1997
68.
Hale William Türkiye'de Ordu ve Siyaset Hil Yayın Ocak 1996
69.
Hava Harpokulu Yıllığı
Göksenin 1968
70.
Hekimoğlu Müşerref 27 Mayıs'ın Romanı Çağdaş Yayınları 1967
71.
Hitay İbrahim - Çetin Erdal İhtilallerin Tankçısı Ümit Yayıncılık 2003
72.
Ilıcak Nazlı 27 Mayıs Yargılanıyor Kervan Yayınları 1977
73.
Ilıcak Nazlı 12 MartCuntaları Timaş Yayınları 2. Baskı 2001
74.
Işıklı Alpaslan Gün Doğmadan, İmge Kitabevi Yayınları, İstanbul 2002
75.
İlhan Atila
Hangi Sol Kültür Yayınları Ekim 2003
76.
İmre Halil
Bir Ömür Üç Kitap 1976
77.
İpekçi apti-Ömer Sami Coşar İhtilalin içyüzü Milliyet Gazetesi, 1965
78.
Kabacalı Alpay
Türkiye'de Gençlik Hareketleri, Altın Kitaplar
Yayınevi, İstanbul 1992
79.
Karadeniz Harun
Olaylı Yıllar ve Gençlik, May Yayınları, İstanbul,
1979
80.
Karaniş Fikri Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi Ajans Medya Ocak 1994
81.
Kayalı Kurtuluş
Ordu ve Siyaset 27 Mayıs-12 Mart İletişim yayınları
İstanbul, 1994
82.
Keskin Attila Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler Gendaş Kültür Ekim 1999
83.
Kırcı Haluk Zamanı Süzerken Burak Yayınevi Mayıs 1998
84.
Kırcı Haluk Donmuş Zaman Manzaraları Burak Yayınevi Ekim 1999
85.
Kırcı Haluk Bırak Eşkıya Bellesinler Burak Yayınları 2. Baskı Temmuz
2000
86.
Kısakürek Necip Fazıl
Benim Gözümde Menderes Ötüken Yayınevi
87.
Kıvılcımlı Dr.Hikmet 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi Ant
Yayınları, 1970
88.
Kıvılcımlı Dr.Hikmet Sosyalist Yazıları Öner Gürcan Kütüphanesi İnternet
89.
Kıvılcımlı Dr.Hikmet Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi Tarih ve Devrim
Yayınevi 1974
90.
Koçaş Sadi
Atatürk'ten 12 Mart'a, May Yayınları 1977
91.
Koçaş Sadi
12 Mart Anıları May,Yayınları 1978
92.
Koray Sarp www.yeniyol.org
93.
Kuru Serdar Top Secret Yazılar,Q-Matris Yayınları 2003
94.
Magdoff Harry
Emperyalizm Çağı Odak Yayınları 1974
95.
Manisalı Erol Dünyada ve Türkiye'de Büyük Sermaye Derin Yayınları 2002
96.
Mumcu Uğur Bir Pulsuz Dilekçe Tekin Yayınevi 3. Basım 1999 Temmuz
97.
Mumcu Uğur Çıkmaz Sokak Tekin Yayınları 10.baskı 1984
98.
Mumcu Uğur Büyüklerimiz Tekin Yayınevi 13. Basım Ağustos 1986
99.
Mumcu Uğur İnkilap Mektupları Tekin Yayınevi Şubat 1987
100. Mumcu Uğur 40'ların Cadı Kazanı 16. basım Tekin Yayınevi 1995
101. Öymen Altan Bir Dönem Bir Çocuk Doğan Kitap 7. Baskı Aralık 2002
102. Öymen Örsan Bir İhtilal Daha Var Milliyet Yayınları Üçüncü baskı Ekim
1986
103. Özkan Tuncay
Mit'in Gizli Tarihi Alfa Basım 2003
104. Özkaya Şükran
Adım Adım 27 Mayıs İleri Yayınları 2005
105. Öznur Hakkı Derin Sol Alternatif Yayınları Birinci Cilt Ekim 2004
106. Öztürk Sırrı 12 Mart 197'den Portreler Sorun Yayınları Mayıs 1994
107. Perinçek Doğu
Doğru Eylem Nedir ?Aydınlık Yayınları, İstanbul,
1978
108. Samlı Güner İşkence Tan Yayınları 1974
109. Sarp Atilla
Tam Demokrat Mavralar Doruk 1996
110. Seyhan Dündar
Gölgedeki Adam İstanbul 1966
111. Stiglitz Joseph E.
Küreselleşme Plan B İletişim 2.Baskı Kasım 2002
112. Taşyapan Ali Kaypakkaya İle Birlikte Belge Yayınları Ekim 1997
113. Tepedenlioğlu Nizamettin Nazif
Ordu ve Politika Bedir Yayınevi 1967
114.
Tunçkanat Haydar
İkili Anlaşmaların İçyüzü, Tekin yayınevi 3.baskı
Ağustos 1975
115. Turan İlhan İsmet İnönü, Konuşma, Demeç, Mesaj ve Söyleşileri 2005
116. Turhan Talat Kontrgerilla Cumhuriyeti Tümzamanlar Yayıncılık 1993
117. Turhan Talat Genç Kemalistler Ordusu İleri Yayınları Eylül 2004
118. Turhan Talat Savunma 1-2 Bomba Davası Talat Turhan Ocak 1986
119. Turhan Talat Çeteleşme akyüz yayıncılık Haziran 1999
120.
Turhan Talat 27 Mayıs 1960'tan 28 Şubat 1997'ye Sorun Yayınları
Haziran 2001
121. Tuşalp Erbil Bozkurtlar Donkişot Yayınları 2001
122. Türkali Vedat Güven1-2 Gendaş Kültür Kasım 1999
123. Türkeli Güngör
Harbiye'den Babıali'ye İleri Yayınları 2004
124. Urgan Mine Bir Dinazorun Anıları, yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997
125. Ünsal Niyazı Devlet Terörü Ürün Yayınları 1998
126. Velidedeoğlu Hıfzı Veldet 12 Mart Faşizmi Felsefesi, Evrim Yayınlar,
İstanbul, 1990
127. Yalçın Soner, Yurdakul Doğan
Bay Pipo, Doğan Kitap 1999
128. Yalçın Soner, Yurdakul Doğan
Reis Su Yayınevi 2000
129. Yamak Kemal Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler Doğan Kitap 2006
130. Yavi Ersal
İhtilalci Subaylar1-2-3 Yazıcı Yayınevi Temmuz 2003 Ekim
2003 Şubat 2005
131. Yazıcı Erdinç Türk İşçi Hareketi Aktif Yayınları İkinci Basım Kasım 1996
132.
Yerasimos Stefanos Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Türkçesi Babür
Kuzucu Gözlem Yayınları 2.baskı Kasım 1977
133. Yetkin Çetin , Karşı Devrim 1945-1950 OtopsiAralık 2002
134. Yıldırım Ali Belgelerle FKF/DEV_GENÇ Cilt 1, Yurt Yayınları 1988
135. Yıldırım Ali Belgelerle FKF/DEV_GENÇ Cilt 2, Yurt Yayınları 1990
136.
Yıldırım Mustafa
Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm
Yayınları 5.basım Şubat 2005
137. Yıldız Ahmet İhtilalin İçinden Alan Yayıncılık Ekim_2001
138. YKY Cumhuriyet Ansiklopedisi YKY Üçüncü Basım Mayıs 2002
139. Yılmaz Abdullah Nihat
Şapkasız Teğmen Bilgi Yayınevi Mayıs 2002
140. Zileli Gün
Yarılma Ozan Yayıncılık Kasım 2000
[email protected]
[email protected]
ISBN: 975-6077-02-6
Editörler
Nermin FERMEN
Hülya KOCABEY
Gülderen GÜRCAN
Sema ÖZCAN
Celal ÖZCAN

Benzer belgeler