Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Transkript

Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Mayıs 2013 Yıl: 24 Sayı: 71
[email protected]
Sinemanın
Emek’i Yıkılıyor
sayfa 8’te
@DinamikGazete
gazete
Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir.
Kampüste Bu Yıl
Neler Oldu?
Yıl boyunca kampüs gündemine taşınanlar
Oğuz Kaan Çağatay Kılınç’ın haberi sayfa 15’te
Akil İnsanlar
Hedef 2020
Toplumsal uzlaşmayı
sağlayabilecekler mi?
Süreçten galip çıkmaya ne
kadar yakınız?
Naz Vardar ve Tuğrul Acar’ın haberi sayfa 2’de
Mehmet Gürsoy’un haberi sayfa 6’da
Ayaküstü
Lezzetler
Alper Tarık Gürsoy ve
Tuğba Aladağ, müdavimi
olunan seyyar satıcıları
sizler için keşfetti.
sayfa 20’de
BOĞAZİÇİ’NDE 150. YIL
18
www.dinamikgazete.com açıldı!
BOĞAZİÇİ
ÜNİVERSİTESİ
İŞLETME VE
EKONOMİ KULÜBÜ
02
siyaset
Değerli Anlar
Genel Yayın
Yönetmeni
Akın Toksan
[email protected]
Bazı anlar olduğuna inanıyorum.
Kişiliğimizi şekillendiren
kritik anlar bunlar. 5 yaşında
kafanızı merdiven demirine
sıkıştırmak gibi. Ne kadar aciz
olduğunuzu anlıyorsunuz. Ya
da televizyonda ilk kez öpüşen
bir çift gördüğünüz an. Ufkunuz
genişliyor. Aynı zamanda, utanmayı
öğreniyorsunuz. İlk kez bir köpek
tarafından kovalanınca nasıl bir
hayatta kalma potansiyeliniz
Sahibi
Sahibi: Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve
Ekonomi Kulübü adına
Tolgacan Ceylan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tolgacan Ceylan
Genel Yayın Yönetmeni
Akın Toksan
Editör
Cemre Akdemir
Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları
Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım
Değirmencioğlu, Serap Çelik
Yazı Kurulu
Ahmet Kemal Sürmeli, Alper Tarık
Gürsoy, Elif Turhan, Furkan Ali Can
Çelenlioğlu, Gözdenur Işıkçı, Güner
Durmaz, Mehmet Gürsoy, Melike
Duygu, Miray Palaz, Naz Vardar, Nazlı
Azergün, Oğuz Kaan Çağatay Kılınç,
Özge Osmanoğlu, Rezan İbişhükçü,
Tuğba Aladağ, Tuğrul Acar
www.buik.boun.edu.tr
Görsel Yönetmen
Bertuğ Yasavullar
Matbaa
Yılmazlar Basım Yayın Matbaacılık Pro.
Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 565 56 82 www.
yilmazlarbasim.com.tr
Yayın Kurulu
Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın
Toksan, Berkant Aşar, İlkgül Özçamur,
Mehmet Sarıgül
olduğunu, ne kadar donanımlı
olduğunuzu fark ediyorsunuz.
Düşe kalka sürmeye çalıştığınız
bisiklet ilk kez devrilmeden
ilerlediğinde çabalamanın önemini
görüyorsunuz, hayatınızda
dengenin var olması gerektiğini.
İlk biranızı içtiğinizde çevrenizden
kabul görebilmek için size kötü
gelen o tadı yadırgayamıyorsunuz,
alışıyorsunuz. Bazı şeyleri
sevmeyi öğreniyorsunuz. Birileri
ölüyor bazen, hiçbir şeyin kalıcı
olamayacağını görüyorsunuz. Ona
da alışıyorsunuz.
Bu anları yaşarken fark
edemeyebiliyorsunuz. O sırada
durup düşünemeyebiliyorsunuz.
Bu anların değerini bazen bir
saat sonra bazen on yıl sonra
anlıyorsunuz. Hayatın bir
anlamı olabileceği fikri oluşuyor
kafanızda. Anlam yüklemeyi
öğreniyorsunuz. İlk uçak
yolculuğunuzda ne kadar aciz
olduğunuzu tekrar anlıyorsunuz.
Hayatınız üzerinde sizden başka
faktörlerin de söz hakkı olduğunu.
Yer çekimi gibi. Hava akımı gibi.
Kemer ikaz ışığı gibi. Ufkunuz
genişlemeye devam ediyor.
Yurda yerleşeceğiniz gün,
oda arkadaşınızın, güneşin
odaya hangi açıyla gireceğini
hesaplayarak seçtiği yatak. Liseye
başlarken oturduğunuz ilk sıra.
Sınava girdiğiniz sınıftaki klima.
İlkokula başlarken aldığınız ilk
kalem. Bakkaldan çaldığınız
ilk şeker. Çizdiğiniz ilk resim.
Heyecandan kustuğunuz ilk
turnuva. Heyecandan kustuğunuz
ikinci turnuva. Doğduğunuz gece
ağlamanıza sinirlenen 4 yaşındaki
ablanızın babanızı zorla götürdüğü
kebapçı. Her şeye bir anlam
yükleyebiliyorsunuz.
Bazen de birinin söylediği bir
söz tüm gidişatı değiştirebiliyor.
“Seni seviyorum” diyebiliyor o
kişi. Aynı kişi “Konuşmamız lazım”
da diyebiliyor yeri geldiğinde. Ya
da siz diyorsunuz. Böyle anlarda;
eleştiri kaldırabilmeyi, eleştirmeyi,
vazgeçebilmeyi, sonlandırmayı ve
nefret etmeyi öğreniyorsunuz. Bir
şeye başlarken onu sonlandırma
ihtimalini de yarattığınızı
öğreniyorsunuz. Ufkunuz
genişlemeye devam ediyor.
Hoşlandığınız insanın sevgilisi
olduğunu da öğrenebiliyorsunuz.
Yenilgiyi kabul etmeyi ya da
sabretmeyi deneyimliyorsunuz.
Her anınız önemli. Aldığınız her
nefeste kişiliğiniz yapılanmaya
devam ediyor. Sinir hücreleriniz
arasında yeni bağlantılar oluşuyor.
Bazı bağlantılar kopuyor.
Unutmayı öğreniyorsunuz. Değer
bilmeyi. Saygı duymayı. Doğru
zamanda doğru şeyler söylemeyi
öğreniyorsunuz. Bazı şeyleri
mantığınıza güvenerek bazılarını
ise duygularınıza yenik düşerek
yapmayı öğreniyorsunuz. Bazıları
ise kendiliğinden gerçekleşiyor.
Bazen bir mekan oluyor sizi
değiştiren. Bazen içindeki insanlar.
Öylesine girdiğiniz bir kapıdan
öylece çıkamayabiliyorsunuz.
İşte o anda bir kez daha ufkunuz
genişliyor.
Başta yönetim kurulu arkadaşlarım
Ekin, Kadir, Bilge, Berkant, Mehmet
ve İlkgül olmak üzere, editörüm
Cemre’ye, yazı işleri sorumlularım
Alper, Duygu, Kıvılcım ve Serap’a ve
ufkumu genişleten, farkındalığımı
artıran tüm İşletme ve Ekonomi
Kulübü ailesine sonsuz teşekkürler.
BARIŞTIRMAYA
NİYETLİ
63 KİŞİ
Hükümet ve İmralı arasındaki görüşmelerle başlayan barış çözüm sürecine hizmet eden Akil İnsanlar Heyeti, Kürt sorunu ve
toplumsal uzlaşma konularında halkın görüşlerini toplamak üzere
çalışacak olan 63 üyeden oluşuyor.
Naz Vardar
[email protected]
Tuğrul Acar
tugrul [email protected]
Heyet üyelerinin açıklanmasıyla
medyada çeşitli tartışmalar
devam ededursun, 4 Nisan 2013
itibariyle görevlendirildikleri
bölgelerde halkla görüşmeye
başlayan heyet üyeleri
görevlerindeki ilk aylarını
doldurdu.
Akil İnsanlar Fikri Nasıl Ortaya
Çıktı?
Fikir 2012 yılının Haziran
ayında Kemal Kılıçdaroğlu’nun
meclisteki partilere Akil İnsanlar
modelini önermesiyle ortaya
çıktı. CHP’nin önerisi meclis
içinde çoğunluktaki partilerden
seçilmiş milletvekilleri ve
meclis dışında da siyasetle
ilgisi olmayan ‘akil’ insanların
kuracağı komisyonların
toplumsal uzlaşmayla ilgili fikir
üretmesi üzerineydi. Öneriye
göre TBMM bünyesinde 4 siyasi
partiden çözüm için çalışmaya
istekli toplam 8 üye seçilerek
Toplumsal Mutabakat Komisyonu
kurulması düşünülüyordu. Bunun
yanı sıra Toplumsal Mutabakat
Komisyonu ve TBMM ile paralel
çalışacak partilerin eşit önereceği
toplam 12 kanaat önderi,
akademisyen veya STK üyesi olan
Akil İnsanlar Heyeti kurulması
önerisi sunulmuştu. Görüşmeler
sırasında AKP tüm partilerin onay
vermesi durumunda öneriye
olumlu baktığını söylese de BDP’nin
destek verip MHP’nin fikre karşı
çıkması durumu zorlaştırdı. İlk
etapta öneriler hayata geçirilemedi
ancak barış - çözüm sürecinin
başlamasıyla Akil İnsanlar Heyeti
AKP önderliğinde kurulmuş
oldu. Ayrıca 9 Mayıs 2013 günü
üyeleri belirlenip göreve başlayan
“Toplumsal Barış Yollarının
Araştırılması ve Çözüm Sürecinin
siyaset
Değerlendirilmesi Amacıyla Meclis
Araştırma Komisyonu” kuruldu.
MHP ve CHP, komisyona hiç üye
vermemeleri üzerine salonu terk
ederek tepkilerini belirttiler.
Akil İnsanlar Kimler?
Akil İnsanlar Heyeti’ndeki 63 kişi
9 kişilik gruplar halinde kendi
bölgelerinde bir başkan, başkan
yardımcısı, sekreter ve 6 üyeyle
halkla görüşmelerine başladılar.
Muhalefetten genel anlamda
hükümete yakın isimlerin yer
alması eleştirisi yapılırken, diğer
bir görüş heyetin çeşitli meslek
grupları ve siyasi görüşlerden
insanlar içerdiği yönünde.
Akademisyenler ve Sanatçılar
Akil insanlar fikrinin ilk öne
sürüldüğü gün de belirtildiği
gibi heyetin belli bir kısmını
akademisyenler oluşturuyor.
Gazi Üniversitesi öğretim üyesi
Prof. Hüseyin Yayman AKP’ye
yakınlığıyla biliniyor. Prof. Murat
Belge Bilgi Üniversitesi’nde
öğretim üyesi ve Türkiye’nin önde
gelen sol aydınlarından birisi.
Galatasaray Üniversitesi’nden
Prof. Beril Dedeoğlu Uluslararası
İlişkiler alanından Türkiye’nin
sayılı akademisyenlerinden olarak
gösteriliyor. Marmara bölge heyeti
başkanı Prof. Deniz Ülke Arıboğan
Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve
aynı zamanda Akşam gazetesinde
köşe yazarlığı yapıyor. Dicle
Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden
Yardımcı Doçent Vahap Coşkun
geçtiğimiz haftalarda istifa edene
kadar Taraf gazetesinde köşe
yazarlığı yapıyordu. Hülya Koçyiğit,
Orhan Gencebay, Lale Mansur ve
Yılmaz Erdoğan ise heyette yer alan
sanatçılar arasında.
Sivil Toplum kuruluşlarından
temsilciler oluşturuyor. İnsan
Hakları Derneği’nden Öztürk
Türkdoğan Akdeniz bölgesi,
Hak-İş’ten Mahmut Arslan Doğu
Anadolu, DİSK’ten Erol Ekici Ege,
KESK’ten Lami Özgen Güneydoğu
Anadolu, Türk-İş’ten Mustafa
Kumlu İç Anadolu, TZOB’ten
Şemsi Bayraktar ve TESK’ten
Bendevi Palandöken Karadeniz
bölgesindeki sivil toplum kuruluşu
temsilcilerinden.
Heyetin Gazeteci-Yazar Üyeleri
Akil İnsanlar Heyeti’nde hem
tecrübeli hem de genç gazeteci
ve yazarlara da yer verildi.
Fehmi Koru, Abdurrahman
Dilipak ve Ali Bayramoğlu gibi
tecrübeli gazeteciler hükümete
yakınlıklarıyla biliniyor. Hilal
Kaplan, Sibel Eraslan ve Nihal B.
Karaca, Fadime Özkan heyetin
muhafazakâr liberal kadın
üyelerinden. Heyetin Karadeniz
çalışma grubunda yer alan Yıldıray
Oğur, Genç Siviller hareketinin
kurucularından birisi ve o da istifa
etmeden önce Taraf gazetesinde
köşe yazarlığı yapıyordu.
Heyette Kimler Yok
Akil İnsanlar Heyeti’nin
kamuoyuna ilk açıklandığı günden
bu yana konuşulan konulardan
biri de Yaşar Kemal gibi önceden
heyette yer alacağına kesin
gözüyle bakılan ve heyette olması
gerektiği düşünülen belli kişilerin
heyette yer almamasıydı. Akil
İnsanlar heyeti oluşturulurken
belli bir kritere bağlı kalınmadığı
için kimi isimlerin heyette yer
bulamamasının doğal olduğu
da söyleniyor. Bunun yanında,
özellikle laik ve milliyetçi
kesimlerden isimlerin heyette
gerekli yer bulamadığı eleştirisi de
muhalefet tarafından dile getirildi.
Kürt meselesi ve çözümüne
yönelik ciddi bilgi sahibi olan ve
Heyetin STK Temsilcileri
Heyet üyelerinin belli bir kısmını
03
farklı kesimlerden kabul gören
Nuray Mert ve Hasan Cemal gibi
gazetecilerin heyette yer almaması,
“AKP ve Başbakan kiminle
sorunluysa heyete alınmamış”
iddialarını destekliyor.
Heyetin İşleyişi ve Protestolar
Kamuoyuna açıklandığı günden bu
yana heyet hem bütünsel anlamda
hem de heyet üyeleri bireysel
olarak çeşitli eleştirilerin hedefi
oldu. Örneğin MHP lideri Bahçeli,
Lale Mansur hakkında “Enteresan
filmlerle anılan hanımefendi” dedi.
Üyelerin yeterliliği ve sağlayabileceği
katkılar tartışma konusu oldu.
Üyeler özellikle Batı’da gittikleri
yerlerde çoğu zaman MHP teşkilatı
tarafından protestolarla karşılandı.
Medyada da heyetin görüşmelerine
ve heyet üyelerinin açıklamalarına
geniş yer veriliyor ve kimi zaman
yöneltilen eleştirilerle provakatif
hale getiriliyor. Fakat her durumda
heyet çalışmasına devam ederek
kendilerine verilen zamanda
görüşmelerini bitirmek ve istenilen
raporu meclise sunmak için
çalışıyor. Bu sebeple Akil İnsanlar
Heyeti’nin barış sürecine ve
toplumsal uzlaşmaya sağlayacağı
katkı uzun vadede belli olacağa
benziyor.
04
dünya
Editör
“SERVET”
DEĞERİNDE ÇÖP
Cemre Akdemir
[email protected]
Sosyal Patlamaya Adım Adım
Şu geçtiğimiz bir ay içinde bu ülkede
insan hayatının devlet için ne kadar
anlam taşıdığını tekrar görmüş
olduk. Ardı arkası kesilmeyen
biber gazlı polis müdahaleleri, pisi
pisine insan hayatına kıyan futbol
terörü ve tabi ki Hatay Reyhanlı’da
patlayan bombalar. Hani göz
görmeyince gönül katlanır derler
ya, yıllarca yaşananlara gözünü
kapatıp görmezden gelenlerin bile
tepkisiz kalamayacağı noktaya
geldi yaşananlar. Hiç gündemi
takip etmeyen biri bile olsanız
Facebook ve Twitter’daki haber
akışının ne kadar değiştiğinden
olan biteni anlarsınız. Genelde
festival davetleri, komikli videolar
arasında kaybolan sağduyu
çağrıları bu sefer gündemin ta
kendisi oldu. Patlamalardan
sonra basına getirilen bariz
yasak da sosyal medyadaki
bu sağduyu patlamasının en
önemli sebebiydi tabi ki. Yıllardır
doğuda ve güneydoğuda savaşa
tanıklık etmiş, son 50 yılını iç
çatışmalarla ve orantısız şiddete
maruz kalarak geçirmiş bir ülke
ve vatandaşları için bile böylesi
acılar ve kayıplar artık çok fazla.
Gel gelelim her şey gözümüzün
önünde yaşanırken, bu kadarı da
olmaz deme noktasındayken bile
etraf birden sakinleşiveriyor. Ülke
olarak problemin odağını kaybetme
sorunu yaşadığımız aşikar. Bunu
biz isteyerek yapamasak bile illa ki
birileri gelip odağımızla oynuyor,
gündem hop diye değişiveriyor.
Bir anda kaybolan onlarca hayatı
konuşmayı bırakıp içki yasağını
tartışmaya başlıyoruz. Uzun
zamandır gündem değiştirerek
olayların üstünü örtme, meclisten
geçen yasaları örtbas etme
muhabbeti var zaten. Ama öyle bir
noktaya geldik ki Reyhanlı’yı basın
yasağıyla, futbol terörünü yeni içki
yasasıyla unutuveriyoruz. Sonra
birden gündemi Amerika ziyaretleri
ve yükselen kredi notları ele geçiriyor.
Bir bakmışsınız kan ağlayan bir
ülkeden yine “Ama ekonomimiz
çok iyi durumda, Ortadoğu’da
iyice güçlendik.” Türkiye’sine geri
dönmüşüz.
En “duyarlı”larımız bile hızla
kendini yeni gündeme kaptırıp
duyarlılığını başka bir şeye
yoğunlaştırıyor. Geri dönüp
baktığınızda kolayca üstü kapatılmış
fakat yüzümüzü yere eğen, içimizi
burkan olaylarla dolu bir ülke
görüyorsunuz. Görüyorsunuz ama
yine susuyorsunuz. Lanet bir döngü
içinde kıvranıp duruyorsunuz. Bu
biriktirmişlikle nereye kadar gider
bu ülke; biriken onca acı, nefret,
korku ne şekilde açığa çıkar ben de
bilmiyorum. Ama bu konuda emin
olduğum tek şey bu yasakların,
bastırılmaların, susmaların eninde
sonunda bir “sosyal patlama”
doğuracağı.
Hikayenin sonu…
Herkesin kulüplere girerken bir
hesabı vardır. Almak istedikleri,
zaman geçtikçe katmak istedikleri.
Kafadaki hesap çoğu zaman tutmaz.
Benimki de tutmadı ve ne mutlu
bana umduğundan fazlasını alarak
ayrılanlardan oldum.
Kazandırdıklarımı sayayım desem
olmaz. Ama öyle bir kulüp düşünün
ki size salt bir “yer”i sevme yetisi
kazandırsın. İçinden gelip geçen
insanlardan bağımsız; duvardaki
afişini, zırt pırt çalan telefonunu, zor
açılan kapısını sevebilmeyi öğretsin.
Kulüpte eğlenerek, hüzünlenerek,
düşünerek, öğrenerek, öğreterek
geçirdiğim 3 seneyi tamamlarken
öncelikle kulübün kapısından
girmeme sebep olan kişilere, 3
yıl boyunca bana destek olan
direktörlerime, advisorlarıma, çalışma
arkadaşlarıma ve Dinamik Gazete
ekibine; kısacası içinde var olmaktan
her zaman gurur duyacağım İK
ailesine çok teşekkür ederim.
Yakın zamanda Japonya'da meydana gelen nükleer santral felaketi
enerji üretimi konusunda birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Bazı
ülkeler nükleer santraller yerine alternatif enerji seçenekleri ararken bu
probleme çözüm bulan İsveç’in derdi ise çok daha farklı: Ülkenin "çöp
rezervleri” bitti.
Elif Turhan
[email protected]
Refah seviyesi en yüksek ülkelerden
biri olan İsveç bir konuda daha
başı çekiyor: Geri dönüşüm. Ülkede
bulunan 250.000’den fazla konut
için gerekli olan elektrik enerjisi ve
yakıtın çok büyük bir kısmı çöpten
sağlanıyor. Fakat ülke, kullanılacak
çöpün kalmaması nedeniyle zor
durumda ve komşusu Norveç’ten
çöp ihraç etmek zorunda kalıyor.
Ülkedeki çöplerin sadece %1’inin
işlenemez olması devletin ve
halkın çevreye olan saygısını açık
bir şekilde gösteriyor.Halk çöpü
düzenli bir şekilde ayrıştırarak
atıyor ve gerisi devlete kalıyor.
Toplanan çöpün %99’luk kısmı
tekrar kullanım için çeşitli işlemlere
tabi tutuluyor, ayrıca gübre ve enerji
kaynağı olarak kullanılıyor. Gelişmiş
çöp tesislerinde gaz salınımının
en aza indirildiği İsveç’teki Çevre
Koruma Ajansı’nda danışmanlık
yapan Catarina Ostlund’ın İsveç’in
kendi çöpünden daha fazlasını
kullanma kapasitesi olduğunu
açıklaması, çöpten enerji üretimi
alt yapılarının da ne kadar kuvvetli
olduğunu kanıtlar nitelikte.
Herhangi bir ülkenin bir şeyler ithal
etmesi normalde ekonomik açıdan
bir kayıp olsa da, işler çöpe gelince
değişiyor, Norveç’ten yıllık 800 000
ton çöp alan İsveç, bunun için para
ödemek bir yana, üstüne Norveç’ten
para alıyor. Çünkü; ülkelerin,
Avrupa Standartları doğrultusunda
topraklarında mümkün olduğunca
az çöp bulundurmaları gerekiyor.
Üstelik bu olağandışı ithalatla
dikkat çeken İsveç hükümeti, geri
dönüşümden arta kalan zararlı
kısımları ise ülkesinde bırakmıyor,
Norveç’e geri gönderiyor. Bunun
yanı sıra İsveç, Norveç’le sınırlı
kalmayıp çöp tesisleri vahim
durumda olan İtalya, Romanya,
Bulgaristan ve Balkan ülkelerinden
–hatta Türkiye’den- de çöp ihracatı
yapmayı planlıyor.
Türkiye ise çöpten enerji elde etmek
yerine “servet” değerindeki çöpü
ayrıştırmadan atmayı tercih ediyor
ve yıllık 1 milyar TL’lik bir kaynaktan
vazgeçiyor. Son zamanlarda üzerine
biraz daha düşülmeye başlansa da
Türkiye çöpünün sadece %50’lik bir
kısmını ayrıştırabiliyor. Her ne kadar
büyükşehirlerde kişi başına üretilen
günlük 1 kilogram atığın 600 gramı
kullanılmadan çöpe gitse de son
yıllarda çöp ayrıştırma tesislerinin ve
işletmelerinin çoğalması umut verici
olarak nitelendiriliyor.
Kimileri tükenen doğal kaynaklar
karşısında artan enerji ihtiyacını
karşılamanın tek yolunun nükleer
santral kurmaktan geçtiğini
savunadursun, İsveç çöplerini
sonuna kadar ayrıştırıp enerjisini
elde edip bir de üstüne çöp ithal
ederek ekonomisine ve çevreye katkı
sağlıyor; ülke çöpünün bile değerini
biliyor!
dünya
Yaşamım süresince bir kadın başbakan görebileceğimi düşünmüyorum.” sözlerinin sahibi,
İngiltere’nin ilk kadın başbakanı ve 11 yıllık iktidarı süresince İngiltere’yi büyük şekilde etkilemiş
bir yönetici olan Margaret Thatcher 8 Nisan’da hayatını kaybetti.
Furkan Ali Can Çelenlioğlu
[email protected]
Siyasi hayatı boyunca bir yandan
gerçekleştirdiği neo-liberal
reformlarla Britanya’yı bugünkü
gücüne kavuştururken, diğer
yandan izlediği politikaların
acımasızlığı ve despotizme varan
tutumuyla aydın kesim başta
olmak üzere büyük bir kitlenin
tepkisini çekmişti.
Böylesi bir ismin vefatı da
tahmin edilebileceği gibi
dünyada büyük bir etki yarattı.
Öyle ki halk, Daily Mirror’ın
vefat haberini verirken
kullandığı ifadeyi -Bir Ulusu
Bölen Kadın- doğrulamak
istermişçesine iki zıt kutba
bölündü. Ölümünün The
Financial Times tarafından
“Büyük Dönüştürücü”, Daily
Mail tarafından “Britanya’yı
Kurtaran Kadın”, Socialist
Worker tarafından “Sevinin” diye
duyurulması, ne denli tartışmalı
bir isim olduğunu, ölümüyle
dahi doğrulamış oldu.
Günümüz Siyasetinin Eski
Mimarı
Thatcher’a yaklaşımdaki bu algı
uçurumunun nedeni kuşkusuz
ki Demir Leydi’nin tartışmalı
politikalarıydı. Thatcher özetle,
muhafazakâr bir siyaset güden,
ekonomide liberalizm taraftarı
ve dış politikada ise müdahaleci
bir başbakandı. “Bir şeyin sahibi
devletse o şey kimseye ait değil
demektir. Kimseye ait olmayan
bir şey de, kimsenin umrunda
değildir.” diyerek savunduğu
katı özelleştirme politikaları çok
tartışıldı. Başta demir madenleri
olmak üzere çoğu madenin
kapatılmasına ve pek çok kişinin
işsiz kalmasına yol açması ve
adeta düşman olarak gördüğü
sendikaların zayıflamasına
neden oluşu yüzünden de
çok fazla eleştirildi. 1982’de
Arjantin’in Falkland Adaları’nı
iki ay kadar kısa bir sürede ele
geçirmesi bir yandan post-
kolonyalizmin yolunu açarken
bir yandan da kamuoyunun
beğenisini kazandı. ABD’nin
1986’da Libya’yı bombalamasını
ve 1990’da Kuveyt’i işgal
etmesini desteklemesi, Şili’de
diktatör Pinochet’ye, Güney
Afrika’da Apartheid rejimine ve
Kamboçya’da Kızıl Kmerlere arka
çıkması onu en çok tartışılır yapan
kararlarıydı.
Thatcher, izlediği politikaların yanı
sıra sözleri ile de sert ve otoriter
zihniyetini belli ediyordu.
“Dediklerimi yerine
getirdikleri süre boyunca,
bakanlarımın ne
kadar konuştuğuyla
ilgilenmiyorum.”
diyebilecek kadar
otoriter olan
Thatcher’ın siyasi kariyerini
sona erdiren ise seçimlerde
mağlup edilememesine karşın
1990’da parti içi oylamayla
azledilmesi olmuştu.
“Ding Dong! Cadı Öldü!”
Vasiyetinde devlet töreni
yapılmasını gereksiz masraf
olacağı için istemediğini belirten
Thatcher’ın cenazesi de çok
tartışılan bir konu oldu. Devlet
töreni yapılmamasına fakat Ana
Kraliçe ile Prenses Diana’ya
yapılana benzeyen bir cenaze
töreniyle defnedilmesine ve
törenin masraflarının devlet
tarafından karşılanmasına
karar verildi. Muhalifleriyse
Thatcher’ın özelleştirme
politikalarına atıfta bulunarak
cenazenin ihaleye çıkarılmasını
ve azami değeri sunan
tarafından fonlandırılmasını
istedi. Bunun için
#nostatefuneral hashtag’iyle
Twitter üzerinden bir
kampanya başlatıldı. Tören
esnasında İngiltere pek
çok gösteriye ev sahipliği
yaptı. Londra’da Brixton
semti, İskoçya’nın Glasgow
şehri ve ülkenin sanayi
kentlerinden biri olan
ve işçi sınıfının yoğun
olduğu Liverpool
başta olmak üzere pek
çok yerde sokak partisi
verildi.
Bir diğer tartışma konusu
ise Amazon’da indirilme
rekoru kıran ve muhaliflerince
Thatcher’a atfedilen “Ding dong!
The witch is dead!” sözlerine
sahip şarkının müzik listelerinin
birinci sırasına yerleşmesiydi.
Bu sayede şarkı, BBC Radio1’ın
Pazar günü yayınında
yayınlanma hakkı kazandı
ve BBC’nin böyle bir şarkıyı
yayınlayıp yayınlamaması
tartışması başladı. En son 51
saniyelik şarkının 5 saniyesinin
05
Thatcher’a Atfedilmiş Ünvanlar
The Iron Lady (Demir Leydi): Bu
unvan Thatcher’a, kimilerine göre
demir gibi sert, sağlam ve kararlı
olduğundan, kimilerine göre demir işçilerine karşı takındığı olumsuz tutumdan, kimilerine göre ise
Sovyet Rusya tarafından verilmiştir. Fakat kesin olan, Thatcher’ın
bu ünvanı benimsemiş ve bizzat
kendi seçim kampanyalarında
kullanmış olduğu gerçeğidir.
Milk Snatcher (Süt Hırsızı): Bu
ünvan ise Thatcher’ın, ilkokul
öğrencilerine süt dağıtımı projesini devlet bütçesine yük olduğu
gerekçesiyle durdurması ve halkın
büyük tepkisini çekmesinden
sonra verilmiştir.
Thatcher Karşıtı 10 Şarkı:
1. The Not Sensibles, “I’m in Love
with Margaret Thatcher”
2.The Blues Band, “Maggie’s
Farm”
3.The Specials, “Ghost Town”
4.Klaus Nomi, “Ding Dong! The
Witch Is Dead”
5.Newtown Neurotics, “Kick Out
The Tories”
6.The Larks, “Maggie Maggie
Maggie (Out Out Out)”
7. Crass, “How Does It Feel?”
8.Morrissey, “Margaret on the
Guillotine”
9.Elvis Costello, “Tramp the Dirt
Down”
10.Frank Turner, “Thatcher Fucked
the Kids”
Newsbeat adlı haber programında
yayınlanmasına fakat aynı
programda şarkının Thatcher’ın
anısını aşağılama kampanyası ile
birinci yapıldığının belirtilmesine
karar verildi.
İngiliz halkının konu Thatcher
olunca bu denli kutuplaşmasının
nedeni 11 yıllık iktidarı boyunca
hem İngiltere için pek çok başarı
elde etmesi hem de tüm dünya
için birçok felaketin zeminini
oluşturmasıydı. Bunca tartışılır
yanına karşın yönetici kişiliğine,
kararlılığına ve azmine saygı
duyulan Thatcher’ın anısını
yaşatmak amacıyla Centre for
Policy Studies, her yıl ölüm
yıldönümünde İngiltere’nin siyasi
hayatına yön veren isimlere ödül
vermeyi kararlaştırdı.
06
yaşam
Serap Çelik
[email protected]
What Happens In Whatsapp
Stays In Whatsapp
Teknoloji geliştikçe, internete bağlı
uygulamalar hayatımızda daha
fazla yerini almaya, bununla birlikte
vaktimizin çoğu da internette
geçmeye başladı. Sürekli değişen
trendlere nasıl bu kadar hızlı ve toplu
bir şekilde ayak uydurabildiğimizi ise
hala anlayabilmiş değilim.
Bundan 5 sene önce, sms paketlerine
ölümüne muhtaç olduğumuz
zamanlardayken şimdilerde
WhatsApp’sız yaşayamaz olduk. Sms
paketlerinin kaçlı olduğundan ilişki
durumu tespiti yaptığımız dönemde
arkadaşımızın aniden 10.000 sms
paketine geçmesi sevgilisi olduğunu
anlamamıza yetiyordu. Şimdi öyle
mi? İşin yoksa WhatsApp’a gir de
last seen’lerine bak da oradan anlam
çıkarmaya çalış. Kim uğraşacak
bununla? (BUNUNLA BİLE
UĞRAŞAN VAR)
Bunun yanında sms devrinde içinde
ünlü harfleri olan mesaj yazmak
aşırı ciddiyet gibi algılanırken şimdi
ünlüleri çıkararak yazmak adeta trip
belirtisi haline geldi. Ama ünlüleri
çıkararak az smsle çok laf söylemek
hem smsten tasarruf yapmayı
hem de annelerin mesajları görse
bile anlayamamasını sağladığı için
gençlerin adeta kurtarıcısıydı. Yani
benim için öyleydi en azından. Nse
cnm szn annelrnz bşi demiodu glb
.s .s
Yaklaşık 2 yıl önce çok yakın bir
arkadaşıma WhatsApp101 dersi
verirken listesindeki 8 kişiyi
gösterip bak bunlar senin favorilerin
dediğimde “ay ama ben bu kızı
hiç sevmiyorum ki” dediğini nasıl
unutabilirim? Şimdi ise 170 favorisi
arasında statüsünde emojideki
yıldırım işaretleri olan Hisarüstü
elektrikçisi bile var.
WhatsApp’ın beni üzen tek yanı ise
last seen gerçeği. Eskiden mesajı
okuyup okumamış gibi davranmak
çok kolayken şimdi last seen
yüzünden okunan mesaja illa ki
hemen cevap verilmesi gerek. Sırf
mesajını okuyup cevap vermedi
diye az çemkirmemiştir Türk kızı
sevgilisine. Iphone’da bu özelliği
kapatma şansı varken insan,
merakıyla gizemli olma isteği
arasında bir seçim yapmak zorunda
kalıyor ve bu da beni kafamda deli
sorular moduna sokuyor.
Bu WhatsApp çılgınlığının farkında
olan bazı insanlar ise geçtiğimiz
aylarda WhatsApp’a alternatif
bir uygulama çıkardı: Message
Me. İnsanlar Twitter’da orada
burada Message Me pin’lerini
paylaştıkça sırf meraktan binlerce
insan bu uygulamayı indirdi.
Yaratıcılıklarının sınırlarını
zorlayan birkaç genç birbirine
“paintvari” çizimlerini gönderdi,
güldüler, eğlendiler. Sonra olayın
anlamsızlığını anlayan biri durup
“napıyoruz biz ya” dedi de çok
şükür bu akım da azalarak bitti.
Hala bu uygulamayı kullanıp keyif
alan birileri varsa da helal olsun
ne diyeyim. Ama sanki WhatsApp
son nokta. Bundan daha iyisi
bulunamazmış gibi geliyor bana.
Amerikan Patent Dairesi başkanı
1800’lü yıllarda “İcat edilebilecek
her şey icat edildi, artık yeni
hiçbir şey icat edilemez.” demiş.
Bazen Dünya’nın belki de en iyi
gafını yapan o adamın ruh ikizim
olduğunu düşünür sonra gülerim
kendi kendime. Son yazımın
son cümlesine gelirken bütün
bir yıl boyunca sıkıntılı yazma
süreçlerimde dert yanmalarıma
katlanan Genel Yayın Yönetmeni’m
Akın’a ve Editör’üm Cemre’ye
buradan da teşekkürlerimi
iletiyorum.
*Bu arada sayın “vatsep” diyen
arkadaşlar, lütfen “vatsap” diye
telaffuz edip yazıyı tekrar okuyunuz.
yaşam
Yaz Olimpiyatları
Yolunda İstanbul
2020 Yaz Olimpiyatları için aday şehirler belli, seçim için geri
sayım başladı. Tokyo ve Madrid'in de dahil olduğu bu yarıştan
İstanbul'un galip çıkıp çıkamayacağı ise merak konusu.
Mehmet Gürsoy
[email protected]
07
Türkiye uluslararası bir organizasyon düzenliyorsa, bu organizasyonun logosunun lale üzerinden şekilleneceğini az
çok tahmin edersiniz. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
kullanılan Türkiye logosunda ve Euro 2016 adaylığı logosunda rastladığımız o lale, hatırlanacağı üzere, İstanbul’un
2020 Yaz Olimpiyatları ve Paralimpik Oyunları’na adaylığı
için hazırlanan logoda yine karşımıza çıkmıştı. Mart ayında
Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Değerlendirme Komisyonu üyeleri İstanbul’a gelip teftişlerini gerçekleştirdiğinden beri, hem bu logoyu daha çok görmeye, hem de adaylık
üzerine cümleler kurmaya, olumlu ve olumsuz tepkilerimizi
göstermeye başladık. Herkesin kafasında benzer sorular var:
Bu süreçten galip çıkmaya ne kadar yakınız? Düzenlenecek
olimpiyat İstanbul için kötü sonuçlar doğurabilir mi?
Olimpiyatlar boyunca Dünya’nın gözünün İstanbul’a çevrilecek olması, yapılacak tesislerle spor kültürünün geliştirilmesi
olumlu etkilerden bazıları. Bunların yanı sıra organizasyonel
becerisini az çok kanıtlamış fakat imajını düzeltememiş bir
ülke olarak bizim için müthiş bir fırsat olabilir ancak tablonun bunlardan ibaret olmadığını görmekte de fayda var.
Olimpiyat düzenlemenin bir şehre ekonomik açıdan olumlu
ve olumsuz etkileri olabileceğine dair tarihte örnekler var. Bu
konudaki olumsuz örneklerden biri, Montreal. Ülke, 1976’da
düzenlenen olimpiyatlarda oluşan 1,6 milyar dolarlık borcunu ödemeyi tam 30 yılda başarabildi. İstanbul için açıklanan
bütçe 19,2 milyar dolar ve bu bütçe Madrid’i ona, Tokyo’yu
ise dörde katlamış durumda. Şimdiye kadar düzenlenen
tüm olimpiyatlarda istisnasız bir şekilde öngörülen bütçenin
aşılmış olması, durumu daha da endişe verici kılıyor. Ancak
Barcelona’ya bakarsak, oyunlardan kâr edildiğini, işsizliğin
azaldığını, tesislerin İspanya sporunu çok ilerilere, bugünkü
durumuna taşıdığını görüyoruz. Bu da, doğru planlamayla,
olimpik mirası düşünerek yapılacak çalışmaların olası yararlı
sonuçlarını gösteriyor.
Endişeye neden olan bir başka konu ise şehircilik. İstanbul,
oyunların düzenleneceği tesislerin birçoğuna sahip değil.
Buna olimpiyat köyünü, açılış ve kapanış törenleri için yapılması planlanan Boğaziçi Stadyumu’nu kattığımızda, yapılacak inşaat hamlesinin boyutları daha net ortaya çıkıyor.
Dümende ise yine TOKİ var ve bu da şehircilik adına oluşan
kaygıları tek başına açıklamaya yetiyor. Olimpiyat için Belgrad Ormanı’na ve Esenler’deki ağaçlık alanlara tesislerin
yapılacak olmasının ise ekolojik dengeye zarar verebileceği
düşünülüyor. Ulus Atayurt’un Bant Mag için yazdığı makaleden, Seul 88 için 48 bin binanın yıkılıp 270 bin kişinin
evlerinden tahliye edildiğini, Atlanta 96’ya hazırlık sürecinde
30 bin siyahi vatandaşın konut hakkını kaybettiğini öğreniyoruz. Pekin’de ise 1,5 milyon insanın evi yıkılmış. İstisnasız
her olimpiyatta, düzenlenen şehirde yapılan “makyaj”, binlerce insanın mağdur olmasına neden oluyor. Bir benzerinin
İstanbul’da yaşanması çok üzücü sonuçlar doğurabilir.
Peki, İstanbul’un kazanan aday olma şansı ne? Olimpiyatlara ev sahipliği için beşinci adaylığımız olması, siyasi
iradenin büyük desteği ve ısrarı, genç nüfus, yoğun halk
desteği İstanbul’u ön sıralara taşıyan sebeplerden bazıları.
İstanbul’un güçlü bir aday olduğunu, Tokyo valisi Naoki
Inose’nin geçtiğimiz haftalarda “Müslüman ülkelerin tek
ortak yönü Allah. Birbirleriyle kavga halindeler ve toplumsal sınıfları var.» açıklamalarından anlıyoruz. IOC’den
tepki alan bu açıklamalarıyla yarışı başka bir boyuta taşıyan Inose, daha sonra özür dilemek durumunda kaldı.
Bu olaydan bağımsız olarak bir hafta sonrasında yaşanan
bir başka gelişme de, Başbakan Erdoğan’ın “Tokyo daha
önce olimpiyat düzenlemişti, (Japon) Başbakan’a, bırakın
bunu da biz yapalım dedim, inanıyorum ki gereken talimatı Tokyo Valisi’ne vereceklerdir.” açıklaması oldu. Başbakanın nükleer santral ihalesi karşılığında Japonya’dan
olimpiyat adaylığını çekmesini istediği yönünde yorumlar
da mevcut.
İstanbul, Tokyo ve Madrid arasındaki bu çetin yarış 7
Eylül 2013’te nihayet son bulacak ve karar, IOC’nin Buenos Aires’teki toplantısında tüm dünyaya duyurulacak.
Uzaktan oldukça cezbedici görünen olimpiyat meşalesi
İstanbul’a yaklaştıkça, ateşin bir o kadar da yakıcı olduğu
hissediliyor.
08
yaşam
Sinemanın Emek’i Yıkılıyor
“Hiçbir kültür bakanına, hiçbir politikacıya ve hiçbir yerel yöneticiye
Emek’in önemini anlatamadık, anlamadılar. Artık anlamadılar
mı, kendi yaşam deneyimlerine göre çok farklı bir mekân olduğu
için mi kavrayamadılar, çocukluklarında sinemaya tiyatroya
gitmemişler miydi, bu onların yaşam tarzına, kültürüne mi aykırıydı
bilmiyorum...”
Rezan İbişhükçü
[email protected]
Emek Sineması’nın 2013 Nisan’ında
resmen yıkılmasına bu sözleriyle
tepkisini gösteren Atilla Dorsay,
ardından Emek Sineması’na kazma
vurulduğu gün yapacağına söz
verdiği üzere gazetedeki köşesini
bıraktı. Yıkım süreci son aylarda
İstanbul’un kültür sanat gündemini
en çok meşgul eden konulardan biri
haline geld. Tepkiler 2010 Nisan’ında,
yıllardır süregelenin aksine İstanbul
Film Festivali’nin Emek Sineması’nda
yapılmayacağının açıklanması ve
sinemanın kapatılmasıyla başladı.
Geçtiğimiz Aralık ayında, sinemanın
içinde bulunduğu Cercle d’Orient
kompleksinin son kiracısı olan
İnci Pastanesi’nin de yerinden
çıkarılmasıyla, Emek Sineması’nın
yıkımının önünde bir engel
kalmamış oldu
Şimdilerde Emek’in korunabilmesi
için neredeyse her hafta bir
protesto yapılıyor. 31 Mart’taki
protestonun ardından kapısına
kilit vurulan Emek Sineması
önünde, 7 Nisan’da yüzlerce kişinin
katıldığı bir protesto daha yapıldı.
Polis barikatı, gaz ve tazyikli su ile
karşılaşan protestoculardan dördü
gözaltına alındı. Gözaltına alınıp
akşam saatlerinde serbest bırakılan
dört kişinin ertesi gün ifadelerinin
alınacağı Çağlayan Adliyesi
önünde Emek’in yıkılmasına karşı
bir grup Mimarlar Odası, SİYAD
ve sinemacılar adına bir basın
açıklaması yaptı. Açıklamada Emek’i
koruyacaklarını söyleyen Kültür
Bakanı ve orantısız güç kullanan
polis eleştirildi. Ardından 14 Nisan’da
ve 24 Nisan’da eylemler devam etti.
Protestolarda pek çok yönetmen,
senarist ve oyuncunun yer aldığı
geniş bir insan yelpazesi, “Sinemanın
“Emek’i” yok ediliyor!”, “Emek bir
kamu malıdır. Herkesin malıdır!”
sloganlarıyla tepkilerini dile getirdi.
Emek’in Tarihine YolculukEmek
Sineması’nı da çatısı altında
barındıran Cercle d’Orient kompleksi
1884’te mimar Alexandre Vallaury
tarafından tasarlandı. 1924’ten
1942 yılına kadar özel mülk olan
o zamanki adıyla Melek Sineması,
bu tarihte çıkarılan Varlık Dergisi
gereğince İstanbul Belediyesi
tarafından satın alındı. 1957 yılında
kompleks, Emekli Sandığı tarafından
satın alınınca ise, “Emek Sineması”
adını almış oldu. Emekli Sandığı,
Sosyal Güvenlik Kurumu’na
dönüşünce kompleksin mülkiyeti bu
kuruma geçti. Sık sık el değiştiren bu
komplekste yer alan Emek Sineması,
genel kanının aksine 1942 yılından
bu yana kamu malı olma özelliğini
sürdürdü.
Yıkım Kararına Doğru
1992’de kompleksin tarihi dokusu
bozulmadan restore edilmesi için
açılan ihaleyi Kamer İnşaat kazandı
ve yapıyı 25 yıllığına kiraladı. Binayı
otel, Emek Sineması’nın altını
ise otopark yapma projesi 90’lı
yıllarda reddedilmesine rağmen,
2000’lerde el değiştiren firma,
2009’a gelindiğinde yeni bir proje
hazırladı ve onay aldı. 2006’da
çıkan “Yenileme Kanunu”nun
esnekliği ve koruma kurulundaki
uzman sayısının azalıp belediye
temsilcilerinin artması projenin
kabul edilmesine gösterilen
nedenler arasındaydı. Projenin kabul
edilmesiyle Emek Sineması’nın
yıkım süreci de resmiyet kazanmış
oldu. Firma projeyi “Biz bu salonu
aynen koruyoruz ama yukarıya
taşıyoruz” diye savunurken, projeye
karşı çıkanların görüşü tavan
süslemelerinin alınıp üst katlarda
kurulacak yeni salona monte
edilmesiyle Emek’in kültürel ve tarihi
değerinin korunamayacağı yönünde.
Tepkiler, Emek’in restore edilmemesi
çevresinde değil, daha çok sinemanın
kendi yerinden edilerek, sokak ile
ilişkisini kesmiş, kültürel ve tarihi
dokusunu kaybetmiş yeni bir Emek
yaratılacağı düşüncesi etrafında
yoğunlaşıyor.
Öğrenci Görüşü
Ezgi Erdem - Politika Hazırlık
Emek sineması insanların sadece
anılarını, çocukluklarını değil
aynı zamanda bizim kültürel
ve tarihi değerlerimizi de
barındırıyordu. Her şey bir yana,
İstanbul Film Festivali’ne 30
yıl boyunca ev sahipliği yaptı.
Tüm bu mücadeleye rağmen bir
çırpıda silinip atılması gerçekten
çok acı. Bu sadece sinema ile
alakalı değil, insanların anıları
da tarihi değerlerimizle birlikte
yıkıldı.
bilim - teknoloji
9
Ölümsüzlük İksirinden
Ölümsüz olmayı düşündünüz
mü hiç, sonsuza kadar
yaşayabilmeyi? Tarihin en eski
zamanlarından beri insanlığın
zihninin bir köşesinde yer
bulmuştur bu düşüncenin gerçek
olabilme ihtimali. Kimileri
ölümsüzlük iksirini aramış,
kimileri de günümüzde olduğu
gibi teknolojiyi esas almış bu
amaca ulaşabilmek için, 2045
projesinde olduğu gibi.
Rus işadamı Dmitriy İtskov’un başını
çektiği ‘ölümsüzlük şirketi’ olarak
tanınan bir grup bilim adamı, tıptaki
gelişmelerle geçmiş yıllara göre insan
ömrünün uzadığı; ancak yine de ölümsüzlük konusunda tıpla bir yere ulaşılamayacağını savunarak, ‘Russia-2045’
adlı projeyi gündeme getirdi. Projeye
göre, bilgi taşıma özelliğine sahip bir
enerji olduğunu savundukları ruh,
sağlıklı bir bedene transfer edilerek
Melike Duygu
[email protected]
ölümsüzlüğe ulaşılabilecek. Çalışma
grubunun öngörüsüne göre 2045’e
kadar insan ruhunun yeri tam olarak
belirlenecek ve bu ruh kopyalanıp yapay bir bedene taşınabilecek. Ölümsüz
ruha cyborg* ve sibernetik teknoloji**
ile ulaşılacak ve ruh daha sağlıklı bir
ortama geçmeye davet edilecek. Bu
sayede ruhun hasta bedenden ayrılışı,
ruh için cazip bir konuma getirilecek.
2045’e kadar olan yaklaşık 30 yıllık
süreç, ölümsüzlüğe ulaşmanın mihenk
taşlarını oluşturacak. Bilim adamları
bu dönemi; bedendeki değişimlere
göre Body A, Body B, Body C ve D
olmak üzere 5’er, 10’ar yıllık 4 kısma
ayırmış. Buna göre 2015-20 aralığında
insan beyninin gönderdiği sinyallerle
komuta edilebilen yapay vücutlar
2045’e
(Body A), yani avatarlar üretilecek ve
satın alınabilecek maliyetlerle arabalar
kadar yaygınlaşacak. 2025’e kadar olan
5 yıllık dönemde de avatarlara ölen birisinin beyninin transfer edilme denemeleri yapılacak, Body B oluşturulacak
ve bu yapının ilk ticari kopyası ortaya
çıkartılacak. 2025-35 aralığında ise
yapay beyin oluşturulacak ve bununla
beraber Body B’nin kopyası yapılacak.
Son 10 senelik dönemdeyse Body D
olan hologram vücut oluşturulacak ve
e-insana ulaşılacak.
Projenin bir fikirden, uluslararası bir
konuma gelmesiyse Şubat 2012 tarihinde, Moskova’da yapılan ilk GF2045
(Global Future 2045) kongresiyle
başladı. Kongreye 50’yi aşkın fizikçi,
psikolog, sosyolog ve biyolog katıldı.
Bu sene 15-16 Haziran tarihlerinde
New York’ta ikincisi de düzenlenecek
olan kongreye katılım herkese açık;
bedeli öğrenciler için $300-500, yetişkinler için $700-900 olan biletlerden
satın alınarak konferansa katılmak
mümkün.
Grup, projeyi uluslararası mecralarda duyurabilmek adına, son olarak
11 Mart’ta Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Ban Ki-moon’a bir açık mektup göndererek projenin gerekliliğini
anlattı ve ikinci kongreye dikkat çekti.
Bu girişimler insanları etkilemiş olacak
ki bilim dünyasının dışında da projeyi
destekleyen ilginç isimler de var: Steven Seagal gibi. Ünlü oyuncu yaklaşık
2 sene önce, projeyi desteklediğini dile
getirdi. Bu projenin şimdiye kadar
çözülememiş insan bilincini, zihni
açıklayacağını ve bilimin gelişimi için
çok önemli rolü olduğunu düşünen
Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama da
projenin büyük destekçilerinden. Bu
ünlü isimlerin yanı sıra www.2045.
com sitesindeki bağış kısmından isteyen herkes ‘insanlığın dönüşümüne’
destek olabiliyor.
Peki, herkes geleceğin bu şekilde
planlanmasında, “e-insan” oluşturulmasında hemfikir mi? Proje ilk olarak
Rus Ortodoks kilisesinden tepki gördü.
Durumun dini ve etik kısmı bir yana,
projenin imkânsızlığını savunan bilim
adamları da var. Onlara göre ruhun
bilgisayara aktarılması bir kenara,
yapay şuur yaratmak bile yakın ve uzak
gelecekte mümkün değil.
Günlük hayatta çokça duyduğumuz
“Her canlı ölümü tadacaktır” gibi dini
ve geleneksel öğretilerimiz bir yana,
sonsuza kadar yaşamak, ölümsüz olmak gerçekten istenen bir şey midir,
insanoğlu sonsuzluk sıfatını taşıyabilecek güçte midir, bilinmez. Proje
planlandığı gibi giderse bu soruların
cevaplarını 2045’te bulacağız gibi gözüküyor.
*cyborg: Hem biyolojik hem yapay (mekanik,
elektronik vb.) kısımları olan varlıklara verilen
isim. Kalp pili taşıyan bir insan, beyinden komuta
alan mekanik bir el veya kol, cyborg örnekleridir.
**Sibernetik teknoloji ise; bu canlı ve cansız
özellikleri bir yapıda toplayabilme becerisidir.
10
kültür-sanat
Hangimiz Daha Yabancıyız?
Hayata ne kadar kayıtsız kalabilirsiniz? Ne kadar umursamadan yaşayabilirsiniz? Belki Musa olabilirsiniz
belki de Meursault, ya da henüz bir yönetmen tarafından beyazperdeye yansıtılmadınız veya bir yazar
tarafından kağıda dökülmediniz. Zeki Demirkubuz’un 2001’de, Albert Camus’nun 1942’de hayata geçirdiği bu
karakterler sadece “fark etmez” diyerek yaşayabilme potansiyeline sahip, toplumun genel yargıları ve kuralları
dahilinde yaşamayı reddeden, “Yazgı”sına uyan topluma “Yabancı” kişiler.
Zeki Demirkubuz, «Karanlık Üzerine
Öyküler» kapsamındaki üçlemesinin
ilk filmi Yazgı’nın senaryosunu, Albert
Camus’nun Yabancı romanından
esinlenerek yazdı. Filmin kurgusu
kitapla birebir paralellik taşımasa
da başkarakterler ve hikayelere
hakim olan absürtlük, ikisinin de
ortak noktası. Serdar Orçin (Musa)
, Zeynep Tokuş (Sinem) ve Engin
Günaydın’ın (Necati) başrollerini
oynadığı film, yurt içi ve yurt dışında
festivallerde gösterildi, 38. Altın
Portakal Film Festivali’nden En İyi
Film dahil 4 ödülle döndü. Filmin
başkarakteri Musa annesiyle sıradan
bir hayat sürerek rutin bir işte
çalışan bir gençtir. Demirkubuz, bizi
onun hayatının dönüm noktalarına
tanık olmaya davet eder. Annesinin
ölümü, Sinem ile ilişkisi, cinayetle
suçlanarak hapse girmesiyle bize
hem onun hayatından bir kesit sunar
hem de olaylara tepkilerinden yola
çıkarak onu daha iyi tanımamızı
sağlar. Kendisini, tıpkı Camus’un
Meursault’su gibi sürekli sütlü
kahve içerken ve seçim şansı
sunulan her şeye ‘fark etmez’ diyerek
cevap verirken görürüz. Annesinin
ölümünden etkilenmemesi, aksine
her insanın bir yakınının ölümüne
bazen sevinebileceğini söylemesi,
iki karakterin de çevrelerindeki
tek kızın evlenme teklifine dahi
‘fark etmez’ diye cevap vermeleri
hayata kayıtsız kalışlarının en
çarpıcı örneğidir. Ahlâk, gelenekler
ve din gibi toplumun dayattığı
kuralların onlar için önemi yoktur.
Sadece fiziksel zevklere önem
verirler. Eşleriyle ilişkileri sadece
cinsellikten aldıkları zevk kadardır,
gerçek bir sevgi söz konusu değildir
ve bunu açıkça ifade ederler.
Demirkubuz’un diğer filmlerinde
karşımıza çıkan televizyon
izlemenin verdiği hissizliğin,
Musa’nın çevreye kayıtsızlığını ne
kadar kolaylaştırdığını da görürüz.
Meursault’un kumsalda sebepsiz
yere öldürdüğü Arap ve cesede
sıktığı fazladan 4 kurşun da aslında
öldürmekten aldığı absürt, fiziksel
hazzın bir örneğidir. Genelgeçer
kurallara karşı olmaları onları
otoriteye de karşı yapar. İkisi de
polisi sevmediklerini itiraf ederler.
Hapse girdikleri zaman savcıya ve
avukata verdikleri umarsız cevaplar
da otoriteyi ne kadar gereksiz
gördüklerini gösterir. Demirkubuz,
Yazgı için “Bütün hayatım boyunca
taşıdığım suçluluk duygusunu
olduğu kadar, imtiyazlılara ve
gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere
duyduğum nefreti anlatmayı hep
istiyordum.” diyerek kendisini
Musa’yla özdeşleştirir ve Musa’nın
eylemlerini gerekçelendirir. Bu
yüzden annenin ölümü bile otorite
figürünün hayatlarından çıkışına
vesile olduğu için mutluluk vericidir.
Musa’nın ve Meursault’un
genele uymayan bütün bu
absürt davranışları, onları
toplumsal hayattan uzaklaştırır ve
yabancılaştırır. Fakat onlara göre asıl
yabancılık toplumun genelindedir.
Özünden sapmış; otoritenin, ahlâkın,
geleneklerin, dinin yaptırımları altına
girmiş insanlığın yabancılaştığına
inanırlar. Biz de filmin ve kitabın
sonlarına geldiğimizde kendimize
şunları sormadan edemiyoruz:
Hangimiz daha yabancıyız? Musa
mı? Meursault mu? Kayıtsız kalarak
mı yoksa özümüzde olmayan şeylere,
yazgımıza boyun eğerek mi daha
fazla yabancılaşıyoruz?
Naz Vardar
[email protected]
Kitap Uyarlaması Filmler
Yazar – Yönetmen, Film (Kitap)
1. Yusuf Atılgan - Ömer Kavur,
Anayurt Oteli
2.Cengiz Aytmatov - Atıf Yılmaz,
Selvi Boylum Al Yazmalım
3.Feride Çiçekoğlu - Tunç Başaran,
Uçurtmayı Vurmasınlar
4.Dostoyevski - Zeki Demirkubuz,
Yeraltı (Yeraltından Notlar)
5.Metin Kaçan - Mustafa Altıoklar,
Ağır Roman
6.Zülfü Livaneli - Abdullah Oğuz,
Mutluluk
7. Fakir Baykurt - Metin Erksan,
Yılanların Öcü
kültür-sanat
11
Toprağın Kanı
Biri, Türk Edebiyatının “yaşlanmaz şair çocuğu”, diğeri ise Türk
Sinemasının “küskün ve dahi çocuğu”ydu. Her ikisi de aynı siyasi
ve sosyal atmosferin içinde filizlenmiş birer ulu ve bilge çınardı. Ne
yazık ki bu çınarlar artık aramızda değil. Yolu 1964 yılında “Susuz
Yaz” ile kesişen Necati Cumalı ve Metin Erksan’dan arta kalanlar ise,
sonsuzluğa ışık tutan eserleri.
Güner Durmaz
[email protected]
Susuz Yaz, birçok açıdan, Türk
Edebiyatında ve Türk Sinemasında
ilkleri barındırır. Necati Cumalı,
İzmir’de Hukuk Fakültesi’nden
yeni mezun olmuş ve avukatlık
mesleğini icra etmeye Urla’ya
gitmiştir. Hikaye de orada
canlanmıştır, orada et ve kemik
yazıya dönüşmüştür. Yeni mezun
bu gencecik avukat gerçekle
tanışmıştır; su, kan ve toprak ile.
Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ı, bu
üç unsurdan oluşur. Su ve toprağı
kendinden önceki yazarların
yapamadığı şekilde anlatmasıyla
Türk Edebiyatında bir ilktir.
Hikayenin yazıldığı dönem
de birçok olaya tanıklık eder.
Demokrat Parti, Cumhuriyet’in
kurucu partisi karşısında galip
gelerek iktidar olur. Susuz Yaz,
sadece köylüyle karşı karşıya gelen,
“toprağın kanını”, suyu sahiplenen
Hasan Kocabaş’ın hikayesi değildir;
ayrıca müthiş bir siyasi arka plan
barındırır. Yeni gelen “Hükümet”in
köylüler, toprak ve onun mülkiyeti
ile olan ilişkisi, Necati Cumalı’nın
göstermek istediği ana unsurdur.
Hasan Kocabaş ve kardeşi Osman
Kocabaş karakterleriyle kurar
dünyasını Cumalı. Bir köyü, bir
toplumu anlatır. Toplumun kaderini
anlatır bu iki kardeş üzerinden.
İnsanın toprak ve mülkiyeti ile
ilişkisinin kaçınılmazlarını gösterir
bize arı ve şiirsel diliyle.
Metin Erksan da Cumalı gibi, 83
yıllık yaşantısı boyunca birçok
ilkleri yaşattı Türk Sinemasına. O
Alper Sezer
[email protected]
İktidar Olmanın Gücü Adına!
bizim ilk “dahi” yönetmenimizdi. Ne
var ki dâhiler çoğu zaman yaşadıkları,
eserler verdikleri dönemlerde tam
olarak anlaşılamazlar. Metin Erksan
da onlardan biriydi. İçinde bulunduğu
toplum onun yoluna her zaman
taşlar, “sansürler” koydu. Susuz Yaz
da gösterime girdiği dönem pek
anlaşılmadı kendi coğrafyasında.
Aksine, Metin Erksan ve Susuz
Yaz, 1964’te aldığı Altın Ayı En İyi
Uluslararası Film ödülüyle uzak
coğrafyalarda hak ettiği değeri buldu.
“Susuz Yaz”, bize filmin ilk karesinden
itibaren Erksan’ın rejimantasyon
anlayışını gösterir. Cumalı’nın
eserinin izinden giderek, ona sadık
kalarak yönetir filmini. Doğanın
bir parçasının, suyun mülkiyetini
işler her sahnede. Suya sahip olan
Hasan’ı birçok sahnede su ile iç içe
bir halde gösterir bize. Erksan, Akira
Kurosawa’nın 1954’te Seven Samurai
ile gerçekleştirdiği şeyi Türkiye’de
gerçekleştirir. Sinematik bir dille,
köylü ve köylünün kaderini anlatır.
Metin Erksan, aynı zamanda
değişen siyasal konjonktüre de yer
verir filminde. “Hükümet” kavramı
üzerinde durur. Bu, aynı zamanda
Erksan’ın Susuz Yaz’ındaki köylülerin
siyasete bakışıdır. Partiler gider, gelir
ama “Hükümet, hükümettir”.
Her zaman tartışılagelmiş roman
uyarlamalarının en başarılı
örneklerinden olan Susuz Yaz, usta
yazarı ve dahi yönetmeniyle, Türk
Edebiyatı ve Sineması için zamanın
sonuna dek varlığını koruyacak
nadide eserlerden birisi.
Türkiye’de siyaset, her kesimin
sadece kendi derdi ve düşüncesiyle
var olduğu, gücü eline alanın
karşıtlarına karşı tavrının hiç
değişmediği bir düzlemde ilerliyor.
Dünün mazlumları dahi; bugün
gücü ele geçirdiğinde benzer
uygulamalarla karşı tarafa
zulmetmekte, kendinden olmayanı
sindirmekte hiçbir sakınca
görmüyor.Gerek cumhuriyetin ilk
yıllarında, gerekse 28 Şubat gibi
yakın dönemlerde siyasetten ve
toplumdan soyutlanmak istenen bir
kesim; bugün büyük bir anlayış ve
adalet beklentisiyle iktidara gelerek
gücün, hazinenin ve copların yeni
yöneticisi oldu. Fakat beklentilerin
aksine ne yazık ki aldığı “ah”lar ile
adından söz ettirdiği, vicdan ve
adalet seviyesinin söylemlerle en
örtüşmediği zamanlardan birini
yaşıyoruz. Gücün ve ona tapanların
yarattığı korku imparatorluğu,
“biz en doğrusunu bilir ve yaparız”
anlayışıyla kibirlerini her geçen gün
daha da taçlandırıyor. Eleştirmek,
karşıt bir görüşü savunmak gün
geçtikçe daha da zorlaşıyor. Basın
büyük bir baskı altında. Sınır
Tanımayan Gazeteciler Örgütü›nün
(RSF) yayınladığı 2013 Dünya Basın
Özgürlüğü listesinde 154. sıradayız!
Sıralamanın yapıldığı ilk yıl olan
2003’te ise 115. idik. Freedom House
Derneği’nin raporunda ise 120.
sıradayız ve tüm raporlarda dünyada
en çok gazetecinin tutuklu olduğu
ülke konumundayız. Uluslararası
Gazetecileri Koruma Komitesi’ne
göre Türkiye’deki sadece “mesleği
sebebiyle”, yani örgüt bağlantısı
vs. olmayan tutuklu gazeteci sayısı
49. Bu korku bir yana, çalıştığı
kurumlardan uzaklaştırılan veya
sansür yiyen gazeteciler de malum.
Banu Güven, Ali Bayramoğlu, Bekir
Coşkun, Hasan Cemal gibi çok farklı
kesimlerden isimler, muhalefet
ettikleri için yöneticilerinin
sansürüne maruz kaldı. Oto-sansür;
iktidarın şekillendirdiği siyasi ve
ticari ilişkiler, vergi borçları gibi
sebeplerle inanılmaz derecede
artmış durumda. Bazı istisnalar
dışında ana akım medya; sıkı
yönetim varmışçasına başımıza
bir şey gelmesin korkusuyla dilini
törpülüyor.Sadece basın değil,
meydanlara çıkan, derdini anlatmak
isteyen herkes tehlike altında.
Amerikan Haber Ajansı AP’nin
araştırmasına göre 11 Eylül’den
itibaren 10 yıl boyunca dünyada
35 bin kişi terör suçundan hüküm
giymiş. Türkiye ise 12 bin 897 terör
hükümlüsü ile ilk sırada! Şaka gibi
ama dünyadaki teröristlerin 3’te 1’i
ülkemizdeymiş. Terör yasasında
yapılan değişikliklerin ardından
2005’te 273 olan mahkumiyet sayısı
2009’da 6 bine çıkmış. Hemen
hemen tüm siyasi tutuklularımız
terörist damgası yiyiveriyor
artık çünkü. Darbe dönemlerini
hatırlatmadı mı size de? “Siyasi
tutuklu” tabiri bile ne kadar garip
değil mi? Basın açıklaması yapmak,
eyleme katılmak; hayatında silah
görmemiş insanların saçma delillerle
silahlı bir örgütle ilişkilendirilmesine
yetiyor. Ortada sadece bağırıp döviz
taşıyanlar varken bile onlarca kişi
gözaltına alındı diye haberin sonuna
bir cümle ekleniveriyor, gösterilen
her tepkide onlarca hayatın
geleceği karartılıyor. Çok masum
ve demokratik eylemler dahi; gaz,
cop ve gözaltıyla engelleniyor. Peki
koca bir valinin; 1 Mayıs sonrası
yoğun bakımdaki 17 yaşında bir kızı,
yalan ithamlarla suçlu ilan etmek
için resmen çırpınmasını, bir de
vicdanım rahat deyişini unutabilir
miyiz?Yaşananlar gösteriyor ki
iktidar değiştikçe sadece sopa el
değiştiriyor. Sopayı eline alan herkes,
gücün ve kibrin sarhoşluğuyla
karşıtlarını susturuyor. Adalet,
hoşgörü, vicdan değil; baskı, hırs ve
kibir, tüm aksi söylemlere rağmen
her dönem devam ediyor.
12
kültür-sanat
Etkinlik Rehberi
“Vodafone
Calling” Tatilde
İstanbul’a
Çağırıyor
1 Mayıs ile 30 Ağustos arası 120
gün sürecek bir festivale hazır
mısınız? Organizatörlüğünü
Pozitif Live’ın üstlendiği,
sponsorluğunu ise Garanti
Bankası ile Vodafone’un
yapacağı Vodafone İstanbul
Calling İstanbul’un en uzun
soluklu festivali olmaya aday.
Festival süresince, başta
konserler olmak üzere panel,
sergi, atölye ve birçok etkinlik,
İstanbul’un dört bir yanındaki
çeşitli mekânlarda gerçekleşecek.
İnönü Stadyumu, Salon
İKSV, Babylon ve Parkorman
bu mekânlar arasında öne
çıkanlardan.
Zaz , 15 Haziran Parkorman
Paris sokaklarında şarkı söylerken
keşfedilen ve Youtube aracılığıyla
kısa sürede pek çok ülkeden geniş
bir hayran kitlesi edinen Zaz, bu
ay içinde yayımlanacak olan yeni
albümünün tanıtımı kapsamında 15
Haziran’da İstanbul’a geliyor. Müzik
teorisi, keman, piyano, gitar ve koro
şarkıcılığı dersleri alarak müziğe
başlayan Zaz, 2009 yılında Paris’te
gerçekleştirilen bir yarışmada
birincilik kazandıktan sonra kendi
yazdığı ve söylediği şarkılardan
oluşan ilk albümünü yayımladı.
Albümdeki “Je Veux” parçası ile “en
beğenilen Fransız şarkıcı” ünvanının
sahibi olan Zaz, jazz, rock, blues
türündeki şarkıları ve hayranlık
uyandıran sesiyle kaçırılmayacak bir
konser vadediyor.
Tiesto, 7 Haziran İnönü Stadyumu
Hollandalı DJ, prodüktör ve toplam
7 albüm sahibi Tiesto, 7 Haziran
gecesi İnönü Stadyumu’nda
hayranlarıyla buluşmaya
hazırlanıyor. 2012 yılında Twitter
üzerinden canlı yayınlanan
konseri ve Dünya AIDS Günü
çerçevesinde çıkarmış olduğu
“Dance, Save Lives” derleme
albümü ile uzun süre adından söz
ettiren Tiesto, 2011 yılında Mixmag
tarafından“Dünyanın En İyi DJ’i”
ünvanına layık görüldü.
Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında
Ahmet Kemal Sürmeli
ahmet.sü[email protected]
Rihanna, 30 Mayıs İnönü Stadyumu
Albümü Unapologetic ile Billboard
Top 100 listesinin 1. Sırasına
tırmanmayı başaran Rihanna,
Vodafone İstanbul Calling
kapsamında 30 Mayıs’ta İstanbul’da
olacak. Biletleri satışa sunulduğu
ilk 15 gün içinde tükenen konser,
festivalin ilk büyük konseri olma
özelliği taşıyor. Mart’ta Amerika’da
başladığı Diamonds World Tour
ile Amerika sınırları içerisinde 28
konser verdikten sonra Avrupa
turnesine başlayacak olan
Rihanna’nın 3. durağı Türkiye olacak.
Ünlü sanatçı, 2010 yılında ülkemize
yine bir turne kapsamında gelmişti.
Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında
Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında
Ke$Ha, 21 Temmuz Parkorman
İlk single’ı “Tik Tok” ile 11 ülkede liste
başı olan pop yıldızı ve söz yazarı
Ke$ha, 21 Temmuz’da İstanbul
Calling için sahneye çıkacak. İlk
albümü “Animal” ile Kanada,
Yunanistan ve Amerika’da listelere
1 numaradan giriş yapan Ke$Ha
albüm içerisindeki 3 single ile uzun
zaman boyunca listelerde 1 numara
olarak yerini korudu. “GarbageChic” olarak tanımlanan tarzı ile
Ke$Ha hayranlarını, çok enerjik bir
konsere ve eğlenceye davet ediyor.
Bilet Fiyatı: 110-250 TL arasında
kültür-sanat
30 Seconds To Mars, 30 Haziran
Parkorman
Requiem for a Dream ve Fight
Club filmlerinden tanıdığımız aktör
Jared Leto’nun 30’lu yaşlarının
ortasında baterist kardeşi Shannon
Leto’yu da yanına alarak kurduğu
30 Seconds To Mars grubu, 30
Haziran’da hayranlarıyla buluşmaya
hazırlanıyor. Çıkışını 2005 yılında
“A Beautiful Lie” albümü ile yapan
grup, “This is War” albümü ile
birlikte 2 yıl süren bir turneye çıkmış
ve tek albümle yapılan en fazla
konser sayısıyla Guiness Rekorlar
Kitabı’na girmiştir. Ayrıca, grup
bugünlerde bir ilke daha imza atıp
en son çıkan parçaları “Up in the
Air”i, SpaceX ve NASA ortaklığıyla
uzaya gönderecek..
13
Iron Maiden, 26 Temmuz İnönü Stadyumu
Dünyaca ünlü rock gruplarından Iron Maiden, “Maiden England” turnesi
kapsamında 26 Temmuz’da İstanbul’da olmaya hazırlanıyor. Konserin
açılışını ise Antrax ve Voodoo Six yapacak.
Bugüne kadar toplam 90 milyon albüm satışına ulaşan Iron Maiden, 2011’de
yayımladıkları son albümleri “The Final Frontier” ile 28 ülke listesinde uzun
süre 1 numaradaki yerini korumuştur. Grup, bu albüm turnesi kapsamında da
pek çok ülkeye giderek 2 milyondan fazla hayranına ulaşmıştır.
26 Temmuz’da unutulmayacak bir konser vaadeden Iron Maiden,
hayranlarına “Scream for me Istanbul!” diye sesleniyor ve sizi bu deneyime
ortak olmaya çağırıyor.
Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında
Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında
Snoop Dogg , 7 Temmuz
İnönü Stadyumu
Dünya çapında 30 milyondan fazla
albüm satışına ulaşmış Snoop Doog,
Urban & Hiphop Day kapsamında
7 Temmuz’da hayranlarıyla
buluşuyor. Gecenin açılışını ise
sırasıyla Nas ve Cee- Lo Green
yapacak.
Bugüne kadar 12 ödül ve 40’tan
fazla adaylık kazanarak bir rap
efsanesi haline gelen Snoop
Dogg, hip hop müziğinin en
önemli temsilcileri arasında
gösterilmesi dışında TV ve sinema
oyuncusu ve prdüktör olarak da
tanınıyor. Eğer konsere gitmeyi
düşünenlerdenseniz, Snoop
Dogg’un en çok satan ve en iyi kabul
edilen albümü “Doggystyle”ı konser
öncesi bir kez daha dinlemelisiniz.
Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında
Placebo, 16 Ağustos Parkorman
Şu ana kadar açıklanan programda, festivaldeki konser ayağının son sahibi
olarak görünen Placebo, 16 Ağustos’ta bir kez daha Türk hayranlarıyla
buluşmaya hazırlanıyor. MTV Müzik Ödülleri’nde “En İyi Alternative Grup”
ödülüne layık görülen grup, 15 yıllık kariyerine 6 Grammy ödülü, 11 Milyon
albüm satışı ve 6 albüm sığdırdı. Son olarak 2010 senesinde yayınladıkları
“Battle for the Sun” albümüyle Placebo, 10 ülkenin müzik listesinde 1 numara
oldu ve 20 ülkenin müzik listesinde de ilk 5’e girmeyi başardı.
Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında
14
dünya
Boston’dan Çeçenistan’a Bir Karmaşa
11 Eylül sonrası yaşadığı travmanın etkilerini üzerinden ancak
atabilen Amerikan toplumu, bu kez hiç beklemediği bir anda
Boston’da bir terör eylemine maruz kaldı. Ancak hem Obama’nın
ihtiyatlı tutumu hem de halkın ve basının tepkileri, geçtiğimiz on
yıla göre bir şeylerin değiştiğini gösterir nitelikte.
Alper Tarık Gürsoy
[email protected]
15 Nisan’da Boston’da yerel
saatle 14.49’da 10 saniye arayla
patlayan iki bomba aniden dünya
gündemini değiştirdi. Boston
Maratonu’nun bitiş çizgisinde
profesyonel koşunun bitmesinden
yaklaşık 2 saat sonra patlayan
el yapımı bomba 3 kişinin
ölümüne, 200’den fazla insanın
yaralanmasına neden oldu.
Tencere kullanılarak yapılan
bombanın içinin çivi ve benzeri
metal parçalarla dolu olması
yaralı sayısının yüksek olmasında
temel etken. Kurbanlar arasında
8 yaşındaki Martin Richard’ın
bulunması Amerikan halkının
ve dünya kamuoyunun tepkisini
şiddetlendirse de ilk izlenimler
Irak Savaşı sonrası Amerikan
halkının eskisi nazaran daha
soğukkanlı olduğu yönünde.
Olay sonrası incelemeye alınan
kamera kayıtları FBI’a iki isim
verdi. Ülkeye yaklaşık 10 yıl
önce giriş yapan iki Çeçen
kardeş Tamerlan ve Cevher
Tsarnaev kapsamlı bir insan
avıyla aranmaya başlandı.
Medyaya yansıyan görüntüleri
üzerine kaçmaya çalışan iki
kardeş Massachusetts Teknoloji
Enstitüsü’nde görevli bir polis
memurunu öldürdü. 18 Nisan
gecesi kardeşlerden büyük olanı
Tamerlan ölü olarak ele geçirdi.
Kaçmayı başaran Cevher’i
yakalamak içinse, güvenlik güçleri
ertesi gün şehirde vatandaşlara
sokağa çıkmamalarını önerdi. 19
Nisan günü akşam saatlerinde
yakalanan Cevher’in sadece 19
yaşında olması patlamaların iki
kardeşin planlayabileceği kadar
basit olmadığı ihtimalini akıllara
getiriyor. Ancak durum ne olursa
olsun benzeri bir radikal İslâm
saldırısında başka bir kıtada
askeri harekat kararı alan ABD
yönetimi, bu olay karşısında
soğukkanlı kalmayı tercih etti.
Şüphelilere dair bir iz bulunana
kadar bombalanma olayını
patlama olarak adlandıran basın
için de aynı durum söz konusu.
9/11’den Günümüze ABD
11 Eylül sonrası Amerikan toplumu
derin bir travmaya girmiş,
ülkenin sembol yapılarından biri
olan İkiz Kuleler’in yıkılması ve
2000 üzeri vatandaşın hayatını
kaybetmesi üzerine yönetim
teröre karşı anormal önlemler
almış, saldırganlaşmıştı. Ülke
güvenlik birimlerince her
müslümanın potansiyel terörist
olarak görülmesi, havaalanlarındaki
yüksek önlemler ve El-Kaide ya da
Taliban’la bağlantısı olduğundan
şüphelenilen kişilerin yerleştirildiği
askeri hapishane Guantanamo’daki
tutukluların sayısındaki artış aslında
ülkenin terör tehlikesi karşısında
panik içinde bulunduğunun
göstergesi olarak yorumlandı. Bir
noktadan sonra nefrete dönüşen
bu korku Irak işgaliyle eyleme
dökülmüştü. Halkı galeyana
getirmekten kaçınan Başkan Obama
ise bu süreçte sakin ve ihtiyatlı
davrandı. Aynı şekilde Obama olay
sonrası belli bir kitleyi zan altında
bırakmamak için terör ifadesini
kullanmamayı tercih etmişti.
Konu dünya basınında ilk sırayı
alırken zanlıların Çeçen kökenli
olması gözleri Rusya’ya çevirdi.
Putin taziye dilekleriyle beraber
bu terör saldırısının ABD’nin
radikal İslam’a olan tutumundan
kaynaklandığını ifade etti. Rusya
Devlet Başkanı Çeçen militanları
zamanında el altından destekleyen
ABD’ye teröre karşı mücadele için
de işbirliği teklifinde bulundu.
Siyasi çevrelerde ise bu açıklama
Esad’ı devirmek için radikal
İslamcı gruplara destek veren
ABD’ye bir uyarı olarak algılandı.
?
kampüsten
Boğaziçi’nde
Bu Yıl Neler Oldu
Eylül
Oğuz Kaan Çağatay Kılınç
[email protected]
Ağustos
Üniversite Harçları
Kaldırıldı
Üniversite harçlarının
kaldırılması mı?
Yoksa harçların
alınmaya devam
edilerek daha fazla
imkan sunulması mı?
%81
Prof. Dr. Gülay
Barbarosoğlu’nun bugüne
kadar yaptığı çalışmalardan
memnun musunuz?
Hayır
- Okulun eğitim kalitesi ve
akademisyenlerin üretkenliğinin
arttırılmasına önem verirdim. Ne
yazık ki, yeni kurulmuş bazı özel
okulların akademisyenleri 150 yıllık
geçmişi olan ve Türkiye’nin en iyi
üniversitesi olarak nitelendirilen
okulumuzdan daha üretken. Bunun
dışında, öğrencilerin daha çok
proje üretebilmesi, bu projeleri
geliştirmelerine imkanlar sunulması
gerektiğini düşünüyorum. Bunun
yanı sıra, öğrencilerin kampüsler
arası ulaşımını kolaylaştırmaya
çalışırdım. Okuldaki aşırı hayvan
populasyonuna kalıcı ve gerçekten
verim alınacak bir çözüm bulmaya
çalışırdım.
- Yaz okulu fiyatlarını indirirdim.
Özellikle Mühendislik
öğrencilerinden alınan kredi başına
101 TL çok fazla.
%75
Katılıyorum
- Kulüpler dışında, öğrencilerin
gerçekleştirmeye çalıştığı faaliyetlerle
ilgilenirdim. Kulüp olmayan ancak
bir etkinlik ya da proje için çalışan
öğrenciler kaynakları için kendileri
uğraşmak zorunda kalıyorlar ve
kampüsleri kullanamıyorlar. Ancak
burası hepimizin okulu, sadece
kulüplerin değil.
- Güvenlik sorununa çare ararım.
Kampüs içinde makam aracımla
dolaşmaz, bisiklet kullanır, çimlerde
yatardım. Üniversite bütçesininin
büyük kısmını, akademik kadro
kalitesini daha çok yükseltmek,
ve çeşitli bilim dallarında sadece
klasik kabulleri değil, frontier
research’ler yaparak yeni bulguları da
anlatabilecek isimler transfer etmek
için harcardım.
- Daha güvenli bir kampüs ortamı
sunmaya çalışırdım. Yazın meydana
gelen kız yurdu duşlarına girilmesi
olayından tutun da geçtiğimiz
günlerde meydana gelen okul
otoparkından motor çalınmaya
çalışılmasına kadar ilgilenilecek
şeyler var. Okulun kendi öğrencileri
olarak kampüste kendimizi güvende
hissetmeliyiz. Okul öğrencileri
dışında kimsenin kullanamayacağı
bir kampüs olalım ben de istemem.
Tabii ki arkadaşlarımız da gelebilmeli
ama her elini kolunu sallayan da
kampüse girmemeli.
Katılıyorum
“Kontenjan artışlarının
olumsuz etkilerinin
ortadan kaldırılabileceği
pek çok şey var,
üniversite yönetiminin
bu konulara odaklanması
lazım.”
Ekim
%29
Yemek fiyatları 2,25TL’den
1,50TL’ye indi ve 1TL’den
kahvaltı verilmeye başlandı.
Yemek fiyatlarının
düşürülmesi, yemekhane
kullanımınızı artırdı mı?
Evet
Öğrenci Görüşleri
- Üniversitemize yakışan etkinlikler
düzenlenmesi için uğraşırdım.
‘Boğaziçili’ bilincini kazandırmak
ve kaliteyi artırmak adına ‘Boğaziçi
Günleri’ düzenlerdim.
%25
Katılmıyorum
%88
Katılmıyorum
Harçların
kaldırılması
%68
Boğaziçi Üniversitesi
Rektörü Olsam…
“Kontenjan artışları
üniversitemizin
kalitesini düşürüyor.”
Daha Fazla
İmkan
Sunulması
%32
%12
Kontenjan
artışları Boğaziçi
Üniversitesi’ni
olumsuz etkiledi.
%19
Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu,
3 Ağustos’ta rektörlük görevini Prof.
Dr. Kadri Özçaldıran’dan devraldı.
15
%71
%28
Katılmıyorum
Artırdı.
“1TL’ye kahvaltı çıkınca,
dışarıdaki bir poğaça bile
pahalı gelmeye başladı.”
%72
Katılıyorum
Yemekhanede
üç öğün yemek
çıkması, yeme içme
alışkanlıklarınızı
değiştirdi mi?
Artırmadı
Hayır, eskiden nasılsa
aynen devam.
%48
Evet, artık daha düzenli
besleniyorum.
%52
16
kampüsten
?
Boğaziçi’nde
Bu Yıl Neler Oldu
Kasım
Mühendislik
Fakültesi’nin
100. Yılı Kutlandı
Remedial öğrencileri
sorunlarını dile
getirmek için
eylemler düzenledi.
%18
%75
Hayır
%82
%39
Başarılı
olamadıklarını
düşünüyorsanız,
Eylemi
destekleyenler bu başarısızlığın
kaynağı
olarak kimi
görüyorsunuz?
%17
Üniversite
yönetimi
%28
Eylemler
gereksizdi zaten
%16
Aralık
GETEM’in Telefon Kütüphanesi Projesi,
Dünya İletişim Ödülleri’nde en iyi içerik
ödülünü aldı.
GETEM’in Telefon Kütüphanesi
Projesi’ne bir kitap da siz okuyarak
destek oldunuz mu?
Ocak
Yoğun kar yağışı nedeniyle
öğrenciler, kış tatili öncesinde
Kilyos’ta mahsur kaldı.
Boğaziçi Üniversitesi Konfüçyus
Enstitüsü, ‘Yılın En İyi Konfüçyus
Enstitüsü’ ödülünü aldı.
21 Ocak’ta Boğaziçi Üniversitesi Kandilli
Rasathanesi ve Deprem Araştırma
Enstitüsü eski müdürü Prof. Ahmet Mete
Işıkara vefat etti.
Eylemlere destek
vermeyen diğer öğrenciler
Şubat
Levent – Hisarüstü metrosu çalışmaları başladı.
%8
Evet
Hayır
Levent-Hisarüstü Mini
Metrosu’nun planlanan açılış
tarihi 2014’ten 2015’e çekildi.
Açılışın daha da sarkacağını
düşünüyor musunuz?
%88
%48
Evet,
biliyordum.
Hayır, bilmiyordum
%25
ÖTK’nın çalışmalarını yeterli
buluyor musunuz?
Evet,
kazanımları
oldu.
Remedial öğrencilerinin
Hayır, başarılı olamadılar
düzenlediği eylemlerin
başarılı olduğunu düşünüyor
musunuz?
%52
Evet
ÖTK Seçimleri yapıldı.
Peki siz de bir kitap okuyarak
destekte bulunabileceğinizi
biliyor muydunuz?
%81
Evet
%19
Hayır
kampüsten
17
Mart
Boğaziçi’ne mescit yapılması
tartışmaları alevlendi.
‘Boğaziçi’ne Mescit’ için yapılan
imza kampanyasına destek
oldunuz mu?
Kıvılcım Değirmencioğlu
[email protected]
Nasıl Marjinal Olunur?
%15
Evet
%85
Hayır
Nisan
Üniversitemizdeki
kedilerin ve/ya köpeklerin
varlığından memnun
musunuz?
%35
Hayır
%65
Evet
%20
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki
alkol yasağı üniversite yönetimi
tarafından hatırlatıldı ve ciddi
önlemler alındı.
Evet
Hayır
%80
Boğaziçi Üniversitesi’nde
alkol yasağı uygulamasını
destekliyor musunuz?
9 Nisan’da Umberto Eco ile
Orhan Pamuk, ‘A Dialogue
On Facts, Fiction, History’
söyleşisinde bir araya geldi.
Peter Weir, 12 Nisan’da Mithat Alam Film
Merkezi’nde ‘Sinema Dersi’ verdi.
Mayıs
Boğaziçi Üniversitesi
Rektörü Prof.Dr.Gülay
Barbarosoğlu EUA
Yönetim Kurulu’na
seçildi.
1 Mayıs’ta arkadaşlarıyla birlikte
“Emek ve Dayanışma Günü”nü
kutlamaya Taksim’e gitmişti 17
yaşındaki Dilan Alp. Kutlama “orantılı
güçle” bölündü, Dilan polisin başına
attığı gaz bombasıyla ağır yaralandı.
O henüz yoğun bakımdayken,
İstanbul Valisi Hüseyin Mutlu polis
şiddetini, acımasızca kullanılan
gaz bombasını haklı çıkarmak
istercesine “Dilan marjinal grup
üyesidir, elimizde kayıtları vardır.”
açıklamasında bulundu.
Valinin, en ufak bir sorumluluk
hissetmiyormuşçasına yaptığı bu
açıklamayı da marjinal sözcüğündeki
suç imasını da anlamak güç.
İnsanların fikirleri doğrultusunda,
marjinal gruplar arasında yer alma
özgürlüğünü unuttu diyelim ki vali,
Dilan’ı da apar topar bir gruba üye
olmakla suçlu ilan etti. Peki polis,
karşısına çıkan her marjinal grup
üyesine dilediği muameleyi yapma
hakkını kimden aldı? Dilan gerçekten
ima edildiği gibi bir gruba üye olsaydı
bu, atılan gaz bombasını haklı mı
çıkarırdı?
Meydanlar mahkeme oldu da cezayı
polisler mi tayin etmeye başladı? Vali
Mutlu, Dilan yaralandıktan sonra
kayıtlardan öğrenmişti de, polis daha
gaz bombasını atarken mi biliyordu
“marjinal grup” üyesi olduğunu ve bu
şiddeti kendine hak görmüştü?
Hüseyin Mutlu’nun açıklaması,
Dilan’ın marjinal bir gruba üye olarak
suç işlemiş olduğu varsayımıyla
dahi çürütülebilecek kadar temelsiz
aslında. Fakat valinin sözlerinin
ötesinde, ortada “Vurun marjinale!”
görüşünde bir hükümet olduğundan,
önce marjinal kavramını sorgulamak
gerek. Marjinal kelimesi, TDK’ya
göre “aykırı” anlamına geliyor. Genel
manada ise toplumda görüş ve
yaşayışıyla çizginin dışında bulunan
kimseler için kullanıyor. Açıklamada
kastedildiğinin aksine, kelimenin
hiçbir yerde yasadışılıkla ya da suçla
ilişkilendirilmemiş olması çarpıcı.
Acaba ortada suç teşkil edecek bir
durum yoktu da vali anlamına çok
da aşina olmadığımız bu sözcüğü,
imalara açık kapı bırakmak için
özellikle mi seçmişti?
Marjinal kavramındaki aykırılığın
neye, kime göre olduğu tartışılabilir,
ama aykırı olan Dilan’ın 1 Mayıs’ta
Taksim’de oluşu ya da hangi grupla
geldiği değil. Çünkü Emekçi Bayramı
olarak anılan bir günde, Taksim’de
olmak için ne işçi olmaya ne de
provake olmuş bir örgüt üyesi olmaya
gerek var. Dilan 1 Mayıs’ta Taksim’e
giderek en temel demokratik hakkını
kullanmıştı, hatta gitmeseydi
“marjinal” olurdu. Çünkü babası
Ali Ekber Alp, 9 Şubat 2012’de, tüm
özlük haklarına elkonularak işten
çıkarılan 198 Hey Tekstil işçisinden
biriydi ve 15 aydır hakkını almak
için direnişteydi. Devlet teşvikleriyle
kurulan ve özelleştirmelerle büyüyen
Hey Tekstil, hem iktidarı hem de
İstanbul 3.bölgede CHP’nin seçim
kampanyasına verdiği finansal
destekle muhalefeti arkasına almıştı.
Firmanın iflası sonucunda ise,
maaşlarını ve tazminatlarını dahi
alamadan ortada bırakılan işçiler
olmuştu. Normal olmayan bunlardı,
insan hakkına, emeğine, vicdanına
aykırıydılar.
Evet işte tam da bu yüzden, bu
haksızlıklara maruz kalmış bir
babanın kızı olarak Dilan 1 Mayıs’ta
Taksim’de olmak zorundaydı. Hey
Tekstil işçilerinin hiçbir haklarını
alamadan kapı dışarı edilmesi,
direnişçilerin iktidar, muhalefet
ve medya tarafından yalnız
bırakılması… Polis şiddeti yüzünden
17 yaşındaki bir kızın yoğun bakıma
girmesi, son olarak da Dilan için
4 Mayıs’ta Taksim’e yürüyen Hey
Tekstil direnişçilerine polisin tazyikli
su ve copla müdahale etmesi…
Elinizde bunların da kayıtları vardır
sayın valim; sorumluları marjinal
değilse, bu ülkede nasıl marjinal
olunur?
18
kampüsten
1863’ten Bugüne
Boğaziçi Üniversitesi bu sene kuruluşunun 150. yıldönümünü kutluyor.
Boğaziçi ruhuna uygun biçimde hem köklü tarihimizin kuruluş
adımları tekrar hatırlanıyor; hem de renkli 150. Yıl Etkinlikleri ile
okulun, dünyanın ve Türkiye’nin bugünü ve yarını konuşuluyor.
1863 - Eğitimci Cyrus Hamlin’in ve iş adamı Christopher Robert’in gi-
Miray Palaz
[email protected]
Gözdenur Işıkçı
[email protected]
rişimleriyle, Robert Kolej adı altında Bebek’te kuruldu ve ilk 31 öğrencisiyle
eğitime başladı. Bu süreçte Hamlin okulun yöneticiliğini üstleniyor, Robert
ise finansal destek sağlıyordu. Böylece ABD dışındaki ilk Amerikan koleji de
kurulmuş oluyordu.
itibariyle yeni Arnavutköy kampüsündeki beş ana bina tamamlanmıştı:
Sage, Woods, Mitchell, Gould ve Bingham. Robert Kolej bugün eğitimine
hala bu kampüste devam ediyor.
1869 – Osmanlı yönetiminden alınan yetki ile Rumeli Hisarı’nda bu-
verebilme hakkı kazandı.
günkü Güney Kampüs’ün inşaatı başladı. Çalışmalar esnasında kampüste
mavi kireçtaşı bulundu ve binaların inşasında kullanıldı.
1871
– İlk binanın inşaatı tamamlandı ve Hamlin Hall adını aldı. Bugün
bu bina, Öğrenci Faaliyetleri Binası ve 1. Erkek Yurdu olarak kullanılmakta.
1890
– Robert Kolej’in eğitim kadrosunda yer alan Mary Mills
Patrick’in girişimleri sonucu Amerikan Kız Koleji resmen kuruldu. Böylece
bu eğitim hazinesinin eksik ayağı da tamamlanmış oluyordu.
1920 – Amerikan Kız Koleji’nin Anadolu yakasındaki kampüsünün yangında ağır hasar görmesi üzerine yeni kampüsün inşaatı başlamıştı. 1920
1957 – Gerekli izinlerin alınmasıyla iki okul da yüksekokul diploması
1971
- O güne dek ayrı kampüslerde eğitim veren bu kız ve erkek liseleri,
Arnavutköy’deki kampüste karma eğitim veren bir ortaokul-lise olarak
hizmet vermeye başladı. Bugünkü Güney Kampüs ise, bağımsız bir Türk
üniversitesinin kurulması için Türk hükümetine bağışlandı. Böylece Boğaziçi Üniversitesi, bu köklü hazinenin temelleri üzerine, onu daha da zenginleştirmek üzere kurulmuş oldu. İlk rektör ise Aptullah Kuran idi.
Tüm bu süreçte bir ülkenin kuruluşuna, dünya savaşlarına, siyasi çalkantılara, ekonomik sıkıntılara şahit olan ve hatta tüm bunların tam ortasında
yer alan bu okul, her bir güçlükle daha da zenginleşen bir hazinenin sahibi.
Yıllar yılı her alanda ülkenin önemli isimlerini yetiştirmiş olan Boğaziçi
Üniversitesi, geçmişinden aldığı temellerle; özgürlüğü, bilimi ve ilericiliği
ilke edinmiş olarak eğitim hayatına devam etmekte.
1. Kız Yurdu
kampüsten
150. Yıl Etkinlikleri
Umberto Eco
19
Üniversitesi’ne dair derinlikli araştırmalarıyla tanınıyor. Boğaziçi’nin
tarihi konusunda az sayıdaki uzmandan biri olan Freely, 20 Mayıs
saat 16.00’da konuşmasını yapacak.
20 Mayıs / İklim Değişikliği, Enerji
- Çevre: Rajenda K. Pachauri
Nobel Barış Ödüllü, Hükümetler
Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)
Başkanı Rajenda K. Pachauri, Boğaziçi Üniversitesi’ne geliyor. Yale
Üniversitesi İklim ve Enerji Enstitüsü kıdemli danışması olan Pachauri,
Albert Long Hall’de iklim değişikliği
hakkında konferans verecek.
Festivallerin Sineması
14 Mart / Ayşe Tütüncü Dörtlüsü
Konseri
Boğaziçi Üniversitesi 150.yıl kutlamaları süresince, üniversitenin ev
sahipliğini yaptığı ilk etkinlik “Ayşe
Tütüncü Dörtlüsü” konseri oldu. 5
yaşında başladığı müzik hayatına 7
yaşında başladığı konservatuar eğitimiyle devam eden Ayşe Tütüncü,
1995’ten beri sürdürdüğü ‘Piyano
Perküsyon’ çalışmalarıyla biliniyor.
Ayşe Tütüncü Dörtlüsü, piyanoda
üniversitemiz mezunu Ayşe Tütüncü,
gitarda Emre Karabulut, bas gitarda
Şuayip Yeltan ve perküsyonda Serdar Gönenç’ten oluşuyor.
20 Mart / Yazı ve Muhalefet Paneli
150.Yıl etkinlikleri kapsamında, Boğaziçi Üniversitesi’nin edebiyat ile
olan ilişkisinin ele alındığı Yazı ve
Muhalefet Paneli gerçekleştirildi. Panele Boğaziçi mezunu Murat Gülsoy,
Meltem Ahiska, Bülent Somay, Müge
Sökmen ve Semih Sökmen katıldı.
Panel süresince Hayalet Gemi, Metis
Çeviri, Akıntıya Karşı ve Defter gibi
1980 döneminde önemli eserler
vermiş dergiler tartışıldı. Bunun yanı
sıra, Boğaziçi Üniversitesi’nin kültürel ve akademik ortamının edebiyatçılar üzerindeki etkisine değinildi.
27 Mart / Festivallerin Sineması
Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Pelin
Esmer ve Reha Erdem gibi birçok
sinemacının yetiştiği Boğaziçi Üniversitesi, ‘Festivallerin Sineması’ adlı
panele ev sahipliği yaptı. Azize Tan,
Fırat Yücel ve Yamaç Okur’un katılımıyla gerçekleşen panelde tartışılan
konu Emek Sineması ve festivallerin
çektiği ekonomik sıkıntılar oldu.
9 Nisan / A Dialogue on Facts Fiction History: Umberto Eco - Orhan
Pamuk
Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk ve
İtalyan yazar Umberto Eco, başkanlığını Bologna Üniversitesi Öğretim
Üyesi Patrizia Violi’nin yaptığı söyleşide bir araya geldi. Koleksiyon ve
liste yapmak gibi ortak yönleri bulunan iki yazar; edebiyat, tarihi roman
ve saf roman gibi konular üzerine
konuştular. Söyleşide Eco, özel şey-
leri anlatmayı sevmediği için aşk
konularını işlemediğini söylerken;
Pamuk, naif okuyuculardan uzak
durmaları gerektiğinden bahsetti.
10 Nisan / Technology Institutions
& Wealth Inequality in The Very
Long Run: Sam Bowles
Dünyaca ünlü ekonomist, Santa Fe
Enstitüsü araştırma profesörü Samuel Bowles, Ekonomi Bölümünün
daveti üzerine, Tübitak’ın da desteği
ile Boğaziçi Üniversitesi’ne konuk
oldu. Avcılık ve toplayıcılık zamanından modern zamanlara kadar
geniş bir yelpazede ekonominin
gelişimi üzerine konuşan Bowles,
gelir dağılımındaki artan eşitsizliğe
değindi.
12 Nisan / Sinema Dersi - Peter
Weir
Ölü Ozanlar Derneği, Truman Şov ve
birçok ünlü filmin yönetmeni Peter
Weir; İKSV ve Mithat Alam Film
Merkezi işbirliğinde, başkanlığını sinema yazarı Esin Küçüktepe Pınar’ın
yaptığı bir söyleşi gerçekleştirdi. Peter Weir, kişisel sinema sürecinden
bahsederken, sinema tarihine girmiş
filmleri hakkındaki sorulara cevap
verdi. En çok ilgisini çeken konunun
savaş olduğunu söyleyen Peter Weir,
oyuncu seçiminin bir film için çok
önemli olduğunu da vurguladı.
17 Nisan / “Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi: 1863 - 2013” Kitap
Tanıtım Yemeği
150 yıllık tarihsel gelişimi ele alan
“Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi: 1863 – 2013” kitabını tanıtmak
ve 150. Yıl coşkusunu Boğaziçi
Üniversitesi mezunları ile kutlamak
amacıyla Four Seasons Hotel’de bir
gece düzenlendi. Geceye, Boğaziçi
Üniversitesi mezunlarının yanı sıra
iş ve sanat dünyasından önemli
isimler de katıldı. Gecede konuşma
yapan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu,
tüm mezunları üniversiteye katkıda
bulunmaya davet etti. Davette konuklara Mehmet Altun tarafından
hazırlanan kitap hediye edildi.
29 Nisan / The Idea of The City in
Literature
Arthur Miller uzmanı İngiliz yazar
ve edebiyat eleştirmeni Prof. Christopher Bigsby, Edebiyatta Şehir
Düşüncesi adlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Her şehrin kendi geçmişini
koruması gerektiğini belirten Bigsby,
günümüzde şehirlerin artık şiddet
dolu mekânlara dönüştüğünü belirtti. Ünlü eleştirmen, söyleşide Emek
Sineması’nın durumuna da değindi.
2 Mayıs / Flamenko Coşkusu “Maria Tavora Flamenco Group”
İspanyol flamenko sanatçısı Maria
Tavora ve grubu dansı ve müziğiyle
izleyenlere Endülüs coşkusu yaşattı.
15 Mayıs 2013 / Dünyanın Merkezi:
Uluslararası Bağlamda Robert Kolej
Brown Üniversitesi’nde tarih dersleri
veren, Amerikan tarihi ve uygarlığı alanında uzmanlaşan Widmer,
Robert Kolej ve Amerika’nın eğitim
politikalarından bahsetti. Widmer,
başkanlık döneminde Bill Clinton ile
de çalışmalarıyla tanınmıştı.
Gelecek Etkinlikler
20 Mayıs / Öncesi ve Sonrası: Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi
- Ne değişmedi?
Aslen Fizik alanında uzman olan
ve üniversitemizde de Fizik departmanında dersler veren John Freely,
ayrıca Robert Kolej ve Boğaziçi
Boğaziçi Mezunlar
Korosu Konseri
23 Mayıs / Bilginin Fethi: Büyük İskender’den Fatih Sultan
Mehmet’e Değişim ve Uygarlık
Yale Üniversitesi’nde ders veren
Dimitri Gutas, Arap ve İslam Çalışmaları alanında uzman. Helen Tarihi
konusunda yetkinliğiyle de tanınan Gutas, 23 Mayıs saat 16.00’da
Boğaziçi’nde.
24 Mayıs / Çatalhöyük Excavations
& Its Impact on Cultural Heritage
Road of Anatolia: Ian Hodder
1993’ten beri Çatalhöyük’te yaptığı
kazı çalışmalarıyla bilinen İngiliz
arkeolog Ian Holder, üniversitenin
konuğu olacak. Rektörlük Konferans Salonu’nda gerçekleşecek olan
seminerde Holder, Çatalhöyük ve
Çatalhöyük’ün Anadolu kültürel
mirası üzerindeki etkilerinden bahsedecek.
13 Haziran / Boğaziçi Mezunlar
Korosu Konseri
Ali Mahmut Abra yönetiminde
2003’ten beri konserler veren
Boğaziçi Mezunlar Korosu, Dede
Efendi’den Cengiz Onural’a 22 bestecinin eserlerini sunacak.
Ekim / Ders Dışı Zamanlar Sergisi
1863 yılından bu yana Boğaziçi
Üniversitesi’nin kültürel ve akademik gelişimini yansıtmak amacıyla
dünü bugüne bağlayacak bir sergi
yapılacak. Aynı zamanda sergide,
öğrenci kulüpleri ve üniversite öğrencilerinin kampüs yaşamı gündeme gelecek.
20
mekan
AYAKÜSTÜ LEZZETLER
Alper Tarık Gürsoy
[email protected]
Tuğba Aladağ
[email protected]
Sadece kısıtlı zamanlarda veya
kısıtlı bütçeyle karnınızı doyurmak
istediğiniz yerler olmaktan çıkıp başlı
başına lezzet durakları haline gelen
seyyar satıcıları sizler için keşfettik.
İMÇ
Unkapanı Pilavcısı
Ayvaz Usta
Meşhur Unkapanı Pilavcısı belki de
İstanbul’da kendi alanında en ünlüsü. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın önünde yıllardır
hizmet veren Mardinli Ayvaz Usta eşsiz pilavıyla
yoğun ilgi görüyor. Gece saat 3’te bile sıra beklemenin
gayet olağan olduğu meşhur pilavcı sadece taksicilerden, esnaftan ilgi gören sıradan bir seyyar satıcı değil; zira
sanal alemde, ambulanstan inip pilav alan hemşirelerle
ilgili hikayeler dolaşmakta. Ajda Pekkan’ın kendisini “misafirlerine pilav yapması için” evine çağırdığını söyleyenler
bile var. Günde 200 kilo pirinç tüketen Ayvaz Usta, ayranı
ağacın dalına astığı bir fıçıdan veriyor. Türkiye’de pilava ketçap sıkma akımının da öncüsü olan ustamız
damacanadan ketçabı su pompasıyla sıkarak
müşterilerine kolaylık sağlıyor. 4 liranız ve sırada beklemeye sabrınız varsa Ayvaz Usta
unutulmaz bir tecrübe olacaktır.
Otello
Kamil Sokak
Köftecisi Ahmet Abi
Dürümcü
İrfan
Levent’te Nispetiye Caddesi Petrol
Sitesi girişinde her gece saat 22.00’dan
sabahın erken saatlerine kadar açık olan gece
dürümcüsü, İrfan ve Levent kardeşler tarafından işletiliyor. Eski bir kamyonetten bozma ocakta
yapılan dürümler incecik lavaş içerisinde ve ufacık
olması sayesinde gece yenmesine rağmen midenizi
rahatsız etmiyor. Kullanılan malzemeler kaliteli, temiz ve
dürümlerin fiyatları da makul. Kişi başı ortalama 10 TL’ye
doymanın mümkün olduğu İrfan Usta’nın yerinde kendisinin söylediğine göre müşterilerinden birisinin 17 tane
dürüm rekoru var. Dürümcü İrfan -biraz kalabalık olsa
da- güler yüzlü hizmetiyle müşterilere hoş bir sohbet
ortamı sağlıyor. Boğaziçi’ne bu kadar yakın olan
İrfan Usta’ya yolu düşen herkes uğramalı.
Birgün gazetesinin hemen önünde Otello Kamil Sokak’la Avni Dilligil
Sokağı’nın kesiştiği noktada, Anadol marka
bir kamyonetin kasasında hizmet veren Ahmet
Abi klasik seyyar satıcı tanımına uymuyor. Yıllardır
yerinden oynamamış Anadol, Ahmet Abi’yi İstanbul’un
en meşhur “seyyar olmayan” seyyar satıcısı haline getiriyor. Kaldırımdaki tabureler ve ücretsiz içme suyuyla
Ahmet Abi aynı zamanda en misafirperver seyyar satıcılardan. Köftelerinin lezzeti dillere destan olan Ahmet
Abi’nin fiyatları da oldukça makul. Yarım ekmek köfte
ve ayranla 5 liraya karnınızı doyururken her zaman
yediğinizden farklı bir tada varabilirsiniz. Ekmeğin
içinde köftenin yanında acı sos, soğan-maydanoz ikilisi ve pul biber de mevcut. Ahmet Abi
müşterilerine çeyrek, yarım, üç çeyrek
ve tam ekmek seçeneklerini de
sunuyor.
mekan
Soğuk
Sandviççi (Eski
Dürümcü) Zahir Usta
Zahir Usta soğuk sandviçleriyle
1994’ten beri Kadıköylülerin uğrak noktası.
Gece saat 10’dan sonra Kız Kulesi manzarasında Üsküdar sahilinde çalışan Zahir Usta kaliteli
ve çeşitli malzemeleriyle tatlı, tuzlu fark etmeksizin
muhteşem sandviçler yapıyor. Bolca koyduğu kaliteli
malzemeler fiyatlara da yansıyor, takibinde en az 7 lirayı
gözden çıkarmanız gerekiyor. Ankara Siyasal’ı yarıda
bırakmış olan Zahir Usta, birikimi ve kaliteli sohbetiyle
benzerlerinden farklı bir seyyar satıcı. Kardeşi Tahir ve
oğluyla beraber Anadolu yakasını çevreler hale gelen
Zahir Usta yakın zamanda Reşitpaşa Caddesi’nde
Fırat Dürüm adıyla bir dürümcü de açtı. Eskiden
sandviçlere alternatif olarak tezgahında sunduğu dürümlerini yemek için artık Zahir
Usta yerine yeni açtığı bu dürümcüye
uğramak gerekiyor.
Kral
Kokoreç
1996 yılında açılan ve o günden
bu yana büyük ilgi gören Kral Kokoreç, Sirkeci’de içinizi ferahlatan tarihi
havası, samimi ortamıyla lezzetli ve kaliteli
malzemelerini bir arada sunuyor. Kokoreç, kömürde çevirme yöntemiyle pişirildiğinden yağ oranı
azalıyor ve müşterilerin ağzına layık bir lezzet ortaya
çıkıyor. Alçak masa ve sandalyelerin üzerinde küçük acı
biber, kekik, Antep’ten getirilen baharatlar ile tezgâhta
kıtır kıtır doğranarak taze ya da ısıtılan ekmek arasına
konularak servis ediliyor. Günlük ortalama 400-500
kişinin uğradığı bu mekânda müşteriler genelde fiyatı
6,50 TL olan yarım ekmek kokoreci tercih ediyor.
Kral Kokoreç haftanın her günü hızlı servisi, sıcak ve davetkâr atmosferiyle Büyük Postane
Caddesi’nde sizleri bekliyor.
21
22
kampüsten
Uzaktaki köy: Kilyos ne alemde?
Boğaziçi’nde hazırlık denince çoğu insanın aklına gelen, içinde
yaşayanların şikayet, dışarıdakilerin ise merak ettiği Sarıtepe
Kampüsü son zamanlarda yaptığı boykotla dikkatleri üzerine çekti.
Peki Kilyos’u böyle ayağa kaldıran ne oldu?
Duygu Söyler
[email protected]
Taraftarizm
“Futbol çağımızın sorunlarının
aynasıdır. Futbol toplumlarımızın
aynasıdır.” diyor Alfred Wahl,
futbolun öyküsünü anlattığı
kitabında. Geçtiğimiz haftalarda
Galatasaray-Fenerbahçe derbisi
sırasında ve maçın ardından
yaşananları düşününce keşke
haklı olmasaydı diyor insan. Keşke
futbol yalnızca bir spor olsaydı ve
tribünler en sancılı taraflarımızı
böyle apaçık ortaya koymasaydı.
Yeterince kan akmıyormuş gibi
bu memlekette bir de gencecik bir
evlat fanatizme kurban gitmeseydi;
Çorum’dan Niğde’ye, Şanlıurfa’dan
Zonguldak’a yurdun dört bir
yanından “taraftarlar birbirine
girdi” haberleri gelmeseydi. Aidiyet
duygusundan, birlik olmaktan
anladığımız bu olmasaydı ve
futbol, olması gerektiği gibi,
herkesi kucaklayabilen keyifli bir
aktivite olarak kalsaydı. Keşke.
Maç sonrası yaşananları birkaç
hadsizin işi olarak görebilmek
içimizi rahatlatabilirdi, ancak
büyük maçlar öncesi/sonrası
birkaç kez olsun spor gazetelerini
eline almış, ateşli taraftarlar
arasında onların o kör coşkusuna
kapılmadan kalmış ve etrafını
izlemiş birisinin bu olayları
öyle kolayca yorumlayıp
sıyrılıvermesi pek mümkün
değil. Biraz düşünmek bile
futbolun diğer sıkıntılarımızdan
hiç de soyutlanmamış olduğunu
anlamaya yetiyor. İstisna değildi
son maçta yaşananlar. Burak
Yıldırım’ı, Mühendis Oktay’ı,
Taksim’de iki United Leeds
taraftarını öldüren; daha birkaç
gün önce Adana’da 2 kişinin
bıçaklanmasına, İzmir’de 23
kişinin yaralanmasına neden
olan olayları çıkaran bireyler
hep aynı zihniyetin tezahürü.
Bu saldırganlık, hoşnutsuzluk,
kendinden olmayanı aşağılama
ve ona zarar verme dürtüsü
taraftarlık maskesi altında
olunca açıkça fark edemiyoruz
ancak Avcılar’da transeksüel
bireylere, Kocamustafapaşa’da
Ermeni kadınlara, Malatya’da
Alevilere yönelik gerçekleştirilen
saldırılarla aslında aynı kaynaktan
besleniyorlar. Göz ardı ettiğimiz
bir diğer mesele de futbolun her
bir yanına şiddet ve nefret sinmesi
için elinden geleni yapan spor
medyası. Spor gazetelerinde zaman
zaman öyle bayağı, argo, nefret
dolu, ötekileştirici, cinsiyetçi ve
homofobik bir dil kullanılıyor ki
biraz olsun sağduyulu bir insanın
içine sindirmesi mümkün değil.
Hele maçın taraflarından birisi
yabancı ise ve işin içine “milli
değerler” karışmışsa militarizmi,
nefreti, aşırı bir milliyetçiliği ve
hatta ırkçılığa varan ifadeleri
satır satır okuyabiliyorsunuz
gazetelerden. Yunanistan maçı
öncesinde “Suyu Isıt Komşu Kızı”,
yendiğimiz bir maç sonrasında
“Haşırt Diye!”, aldığımız bir cezanın
ardından “O... Çocukları” şeklinde
manşetler atmak ve mağlup tarafa
kadınsı özellikler yükleyip bu
yolla onları aşağılamaya çalışan,
Avrupa her söz konusu oluşunda
Viyana kapıları benzetmesi yapan,
Fatih’ten, Osmanlı tokadından
bahseden erkek egemen, cinsiyetçi
ve şovenist bir dil kullanmak ne
yazık ki oldukça olağan karşılanıyor
bu mecrada.
Futbol ruhundan anlamadığımı
düşünebilirsiniz, haklı da
olabilirsiniz ama futbolun yakasına
iliştirilmiş bu şiddetin ve nefretin
kanıksanmasının getireceği
tehlikeleri görmek gerekiyor.
Gencecik bir insanın hiç uğruna
ölümü üzerine bile kendi “tarafını”
olumlamaya çalışan zihniyet her
türlü saldırganlığa, çirkinliğe açık ve
hatta açtır.
Özge Osmanoğlu
[email protected]
Sarıtepe, birçok hazırlık öğrencisinin
bir yılını geçirdiği, deniz kenarına
konuşlanmış ama ıssızlığı sebebiyle
“dağ başı” etiketini üzerinden
atamamış bir kampüs. Kampüsün
tatil köyünü andırması her ne kadar
ilgi çekse de öğrencilerin kısıtlı
imkanları bir o kadar da yakınmalara
sebep olmakta. Bu yakınmalara son
dönemde Kilyos yemekhanesinde
ortaya çıkan sorunlar da eklendi.
Şikayet şenlikler, boykotlar ve
anketlerle dile getirildi, kararlar alındı,
değişikliklere gidildi. Peki şikayetin
sebebi neydi?
Bu yılın ilk döneminde Kilyos’ta
iki kere toplu zehirlenme olayı
yaşanmıştı. Zehirlenmelerin
ardından, yemekhanedeki
bamyada kurt çıkması sabırları
taşıran son damla oldu. Bunun
üzerine Kilyoslu öğrenciler 6 Mart
2013’te “Kilyos’ta Şenlik Var!”
diyerek, Kilyos kantinde toplanıp
kendi imkanlarıyla hazırladıkları
sandviçleri yerken şarkılar ve
danslar eşliğinde şenlik havasında
bir boykot gerçekleştirdiler. Bunun
yanı sıra Kuzey Kampüs’te öğrenciler
arasında bir anket düzenlendi.
Ankette öğrencilere yemeklerin
kalitesi, fiyatı hakkındaki düşünceleri
ve Kilyos’taki kurtlu bamyadan
haberdar olup olmadıkları soruldu.
Anket sonuçlarına göre yemeklerden
memnun olan ve kurtlu bamyadan
haberdar olmayanlar çoğunluktaydı.
Eylem sonrası okulun uygulamaları
Öncelikle boykotu duyan Kantinler
ve Kafeteryalar Komisyonu 8 Nisan
2013’te Sarıtepe Kampüsü’ne bir
ziyaret gerçekleştirdi ve Kilyoslularla
bu sorunlar üzerine konuşuldu. Ayrıca
15 Nisan 2013’te Boğaziçi Öğrenci
Temsilciliği Kurulu Twitter’da
“Kilyos’taki zehirlenme hadisesinden
dolayı yemekhaneleri işleten firmaya
ceza kesildiği” açıklamasını yaptı.
Ardından yemek şirketi, salatalardan
çıkan metal parçacıkları için bir ceza
daha aldı. Okul tarafına anlaşmayı
iptal etme hakkı doğduğundan
bu iki ceza şirketi zor durumda
bıraktı. Bunun üzerine Kilyos
yemekhanesinde bazı değişikliklere
gidildi. Yemekhaneyi dönüşümlü
olarak bir gıda mühendisi ve yemek
şirketinin gönderdiği bir sorumlu
denetlemeye başladı, salatalar streç
filmlerle kapatılarak daha steril
hale getirildi. Yemeklerin sıcak
tutulmasına gösterilen özen artarken,
yemeklerin geri dönüşümüne yönelik
prosedürler uygulamaya konuldu.
Kilyosluların şenlikleri, boykotları ve
anketleri dikkatleri üzerine çekerek
şimdilik geçerli bir sonuç elde etti
denilebilir. Fakat Kilyoslu öğrenciler
üniversitenin kamusallığına uygun,
taşeronun olmadığı bir yemekhane
için mücadeleye devam etmekte
kararlılar. Onların deyimiyle;“Kurtsuz
bamya pişene kadar, Kilyos
Kampüs’te şenlik var!”.
Öğrenci Görüşleri
Kilyos’ta yaptığınız boykotun amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?
Betül İşcan - İngilizce Öğretmenliği 2. Sınıf
Günde iki öğün yemekhaneden yiyen bir öğrenciyim. Boykot öncesi, Kilyos’ta kurt
ve zehirlenme vakaları dışında yemeklerin soğuk olması ve çeşitlerin azlığı da
sorun yaratıyordu. Boykot, yemekhanedeki sorunların büyük ölçüde aşılmasını
sağladı, çünkü sesimizi kampüs dışına duyurabildik. Artık neredeyse herkes istediği
çeşit yiyeceği daha sıcak ve sağlıklı olarak yiyebiliyor.
Yasin Efe- İşletme Hazırlık
Boykotla sesimiz kesinlikle duyuldu ama hala problemler yaşıyoruz. Havalandırma
sorunu hala çoğu kişiyi olumsuz etkiliyor. Yakın zamanda meyvelerde 2 kurt vakası
daha yaşandı. Ayrıca yemekhane işi özel şirketlere bırakılarak devlet üniversitesinde
okuyan öğrenciler özel sektörle muhattap ediliyor, bu da sorunların çözüm sürecini
olumsuz etkiliyor. Boykotla bu konuda da sesimizi duyurmayı amaçlamıştık.
sosyal
Çevrim İçi Aktivizm
Nazlı Azergün
[email protected]
Bugün insanların interneti büyük
bir devrim olarak nitelendirmesinin
en büyük sebeplerinden biri,
onun uçan arabalar, zaman
makineleri ve kapsül yiyecekler
gibi ütopyalarımız arasında yer
almamış olmasıdır. Gerçekten de,
bir bilgisayar ya da akıllı telefon
ekranından dünyada var olan tüm
bilgilere erişebiliyor oluşumuz,
internetin olmadığı bir dünyaya
doğanlar için hayal etmesi dahi
güç bir durumdu. İnternetin
hayatın her alanına dahil olmasıyla
insan, sadece bilgiye ulaşmakla
yetinmemeye başladı. Zamanla,
kanında bulunan düşünme ve
paylaşma güdüsüyle, interneti
derdini anlatmak, destek toplamak
veya karşı çıkmak gibi eylemlerinin
aracı haline getirdi.
Klavye Delikanlılığı ve Meramını
Anlatmak
İnternet yaygınlaştıkça, çoğu
insan sözlüklerde “geyik çevirme”,
fotoğrafların altında tamamı
büyük harflerle olacak şekilde
tüm sülaleye selam yollama,
arkadaşlara “Bak çok komik bir
şey göstereceğim” diyerek komik
video izletme gibi aktivitelerle
yetinmemeye başladı. Forumlarda
memur maaşlarından bahsederken
tepkisini kimi zaman hakaretle
ve küfürle, kimi zaman da dalga
geçerek gösterdi. Mevcut iktidarla
geçmiş iktidarların icraatlarını
karşılaştıran resimler paylaştı.
Bir iletiyi beğenince ya da mail’i
başkalarına yollayınca Bill Gates’in
servetini hayır kurumlarına
bağışlayacağına inanan naif yanını
zamanla kaybedip hızla ve daha
saldırgan bir biçimde interneti
politikleştirmeye başladı.
Geçtiğimiz günlerde birçok
kişi, sosyal medya profilindeki
isimlerinin başına T.C koyarak,
resmi kurum ve yazışmalardan T.C
ibaresinin kaldırılmasını protesto
etti. Hatta bu protesto biçimi o
kadar hızla yayıldı ki, bir gazete
dahi ciddi ciddi bu gelip geçici
Facebook modasına uydu.
64 Kbps kapasiteli kiralık hat
ile ODTÜ Bilgi İşlem Daire
Başkanlığı’nda gerçekleştirilen
ilk internet bağlantımızın
üzerinden 20 yıl, Ekşi Sözlük’e
“pena” başlığı altında ilk
entry’nin girilmesinin
üzerinden 14 yıl geçti. Peki,
internet nasıl oldu da Yahoo
üzerinden tavla oynadığımız,
Mirc’de sohbet ettiğimiz
bir ortam olmaktan çıkıp
kendimizi ifade etmenin aracı
haline geldi?
23
Boğaziçi Tweet
@lepromyen:
İlkokul 2de kafasını teneke dolaba çarpa
çarpa yardığım çocuk facebookta beni bulup dürtmüş. Öc mü alcan napcan birader
kaç yıl sonra.
‫@‏‬BhdrKoca: kendi kıraş oynamıyorum
ama sayfanın sağında kimin kaç levelde olduğu belli,ne ezikler gördüm ben
utandım beee,beceremiyosan oynama
şunu
@anailbak: + Ya anne patates kızartsana
- Ne patatesi yat uyu. + İyi ben kızartırım.
Tereyağıyla tava nerde? - Tamam bırak
sen bırak (JEDI MINDTRICK)
@frkndmrdvn: Kandirildik ey halkim!! Saat
dokuz. 80 yildir sabah namazından sonra
yatmaz diye anlatılan dedem fosur fosur
uyuyor.
‫@‏‬ihsanaltay: bazen burdan kesin cikmaz
ya derkenki ozguvenimi hoca gorse sormayim madem der he.
@brn_kyrkc: Tarih asistanımızın
bugünkü itirafı: gerçi sistemdeki ÖSYM
fotograflarınız üç adam öldürüp gelmiş
gibi ama yine de sizi tanıyabilirim.
‫@‏‬secilsinem: Ayrıca el dediğiniz insanlara “ehe ehe” yapıp en yakınınızdaki
insanların canını sıkmayın.
Peki, bu örnekler, yani internetin
fikirleri yaratıp yaymakta ve bu
fikirlere destekçiler bulmaktaki
başarısı, bu fikirlerin toplumu kalıcı
bir şekilde etkileyeceğine işaret
ediyor mu? Derdini klavye başında
anlatmak, sokaklara dökülüp sanal
kimlikler yerine doğrudan kendi
benliklerimizle tepki göstermekle
bir tutulabilir mi? İnternette her
şeyin gelip geçici olması, bugün
ak dediğimize yarın kara demenin
kolaylığı, yapılan yorumların kısa
sürede unutuluyor olması, kazın
ayağının düşündüğümüz gibi
olmadığını gösteriyor.
Bir Aktivizm Aracı Olarak İnternet
İnternetin ön ayak olduğu işe
yarar ve gerçek projeler de yok
değil. Ekşi Sözlük’ün yazarlarından
topladığı bağışlarla Trakya’da bir
hatıra ormanı başlatması, Fatih
Altaylı’ya açtığı davadan kazandığı
tazminatla sokak hayvanlarına
mama yardımında bulunması,
Birleşmiş Milletler Dünya Gıda
Programı’nın desteklediği sorulan
sorulara doğru yanıt verildikçe
Afrika’ya pirinç bağışında bulunan
freerice.com gibi bir sitenin varlığı
siber alemle yaşadığımız dünyanın
aktivizmde birleşeceğinin en büyük
kanıtlarından.
Arap Baharı’nın Twitter üzerinden
yeşermesi, artık kimi gazetelerin
blog kısımlarında insanların
fikirlerini yayabilmesi, tamamen
bedava hizmet veren Wikipedia’nın
oluşturulması, Julian Assange’ın
Wikileaks üzerinden yaydığı gizli
belgelerle bütün dünyada bir
farkındalık yaratması, Alternatif
Nobel Ödülü olarak da anılan
Right Livelihood Award’ün
internet üzerinden örgütlenmesi,
Anti-Bullying ve Against Suicide
hashtag’leriyle yapılan paylaşımların
birçok insana yardımcı olması
da gösteriyor ki, sanal dünyanın
@ofengin: Hisar’dan çıkıp 6’da Beşiktaş’ta
olmanın imkanı yok. 4’te çıkarsan 4
buçukta varıyorsun, 4 buçukta çıkarsan 6
buçukta.
@apakberkay: Güneyde kalmanin en
büyük avantajı; usudugunde üstüne bir
şeyler alabilmek. Dezavantajı; aynı işlemi
herkese yapmak zorunda olmak.
eylemleri de gerçek dünyaya katkı
sunabiliyor.
Yine de, interneti fikirlerimizi
oluşturmada ve yaymada araç
olarak kullanırken aslında
halen yemek yiyen, uyuyan,
sosyalleşme ihtiyacı duyan canlılar
olduğumuzu unutmamamız
gerekiyor. İnsan doğası
değişmedikçe, bir fikri savunurken
ya da birine karşı çıkarken,
doğrudan o kişinin karşısına
geçerek, gözlerinin içine bakarak
tartışmak, mavi ışık altında klavye
tıkırtısı sesi eşliğinde tartışmaktan
çok daha gerçekçi olmaya devam
edecek.

Benzer belgeler

Dinamik gazete 69. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Dinamik gazete 69. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız. kaybın hikayesiyle sitemleriCemre Akdemir ni, taleplerini fark ettirmeye Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları çalışıyorlar. 12 Eylül darAlper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik ...

Detaylı

Dinamik gazete 68. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.

Dinamik gazete 68. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız. Yaşamım süresince bir kadın başbakan görebileceğimi düşünmüyorum.” sözlerinin sahibi, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı ve 11 yıllık iktidarı süresince İngiltere’yi büyük şekilde etkilemiş bir yöne...

Detaylı