ııı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi

Transkript

ııı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi
III. TIPTA İNSAN BİLİMLERİ
KONGRESİ
ÖZET KİTABI
Kongre Onursal Başkanları
Prof.Dr. İhsan Doğramacı
Prof.Dr. Tunçalp Özgen
Kongre Başkanı
Prof.Dr. Serhat Ünal
Kongre Sekreteri
Prof.Dr. Canan Akyüz
Düzenleme Kurulu
Yrd.Doç.Dr. Melih Elçin
Öğr.Gör.Dr. Orhan Odabaşı
Dr. Murat Sincan
Araş.Gör. Sevgi Turan
İnt.Dr. Murat Tanyıldız
Stj.Dr. Necati Enver
Şahin Khaniyev (Dönem III)
Dr. Ayşe Nurten Akarsu
Dr. Filiz Akbıyık
Dr. Zuhal Akçören
Dr. Devrim Demirok Akdemir
Dr. Ali Akdoğan
Dr. Fazıl Tuncay Akı
Dr. Murat Akova
Dr. Canan Akyüz
Dr. Ayfer Alikaşifoğlu
Dr. Alpaslan Alp
Dr. Gülçin Altınok
Dr. Kadri Altundağ
Dr. Dilek Aslan
Dr. Sibel Aşçıoğlu
Dr. Pergin Atilla
Dr. Benan Bayrakçı
Dr. Murat Fani Bozkurt
Dr. Nukhet Örnek Buken
Dr. Ali Bülent Cengiz
Dr. Mustafa Cengiz
Dr. Bilge Çelebioğlu
Dr. H. Hamdi Çelik
Dr. Selçuk Dağdelen
Dr. Attila Dağdeviren
Dr. Didem Dal
Dr. Ahmet Uğur Demir
Dr. Haluk Demiroğlu
Dr. Bahar Doğan
Dr. Ali Düzova
Dr. Saniye Ekinci
Dr. K. Mine Ergun
Dr. Eser Ergün
Dr. Mustafa Erman
Dr. Özgen Eser
Dr. K. Şafak Güçer
Dr. Ateş Kara
Dr. Tevfik Karagöz
Dr. S. Ayşe Kars
Dr. Bayram Kaymak
Dr. Figen Kaymaz
Dr. E. Nural Kiper
Dr. Y. Cetin Kocaefe
Dr. Ali Konan
Dr. Ayşe Korkmaz
Dr. Petek Korkusuz
Dr. S.Ebru Çengel Kültür
Dr. Sevda Fatma Müftüoğlu
Dr. Gülay Nurlu
Dr. Aysun Balseven Odabaşı
Dr. Diclehan Orhan
Dr. L. Hilal Özcebe
Dr. Hayriye Uğur Özçelik
Dr. Yasemin Özdemir
Dr. Emine Özkul
Dr. Elif Nursel Özmert
Dr. Ü. Şevkat Bahar Özvarış
Dr. Nüket Paksoy
Dr. Ahmet Pınar
Dr. Cansın Saçkesen
Dr. İskender Sayek
Dr. İncilay Sinici
Dr. Hatice Serap Sivri
Dr. Lale Sökmensüer
Dr. Sedef Şahin
Dr. Beril Talim
Dr. Ayşe Beliz Taşçıoğlu
Dr. Özlem Tekşam
Dr. İnci Nur Saltık Temizel
Dr. M. Bülent Tırnaksız
Dr. Ayşegül Tokatlı
Dr. Esen Saka Topçuoğlu
Dr. M. Gökhan Tunçbilek
Dr. Ali Rıza Tümer
Dr. Fatma Alev Türker
Dr. Ömer Faruk Ünal
Dr. Sarp Üner
Dr. Akın Üzümcügil
Dr. Bilgehan Yalçın
Dr. Elmas Ebru Güneş Yalçın
Dr. Sıdıka Songül Yalçın
Dr. N. Dilara Zeybek
ȱ
ȱ
ȱ
ȱ
DrȱMelihȱElcinȱ
MedicalȱHumanitiesȱCongressȱ
ȱ
22ndȱMarchȱ2007ȱ
ȱ
DearȱDrȱElcin,ȱ
ȱ
TheȱUKȱAssociationȱforȱMedicalȱHumanitiesȱisȱdelightedȱtoȱexpressȱitsȱ
supportȱtoȱTurkey’sȱThirdȱMedicalȱHumanitiesȱCongress,ȱheldȱatȱHacettepeȱ
University,ȱ5thȬ6thȱAprilȱ2007.ȱ
ȱȱȱȱThisȱimportantȱmeetingȱisȱfurtherȱevidenceȱofȱtheȱgrowth,ȱdevelopmentȱ
andȱconsolidationȱofȱmedicalȱhumanitiesȱasȱanȱareaȱofȱstudyȱinternationally.ȱ
Thisȱevidenceȱisȱofȱgreatȱencouragementȱtoȱallȱengagedȱinȱtheȱfield,ȱ
includingȱthoseȱofȱusȱinȱtheȱUKȱAssociation,ȱandȱweȱlookȱforwardȱtoȱ
learningȱtheȱoutcomesȱofȱtheȱCongress.ȱ
ȱȱȱȱWeȱareȱparticularlyȱpleasedȱatȱtheȱprominentȱopportunitiesȱthatȱtheȱ
CongressȱaffordsȱtoȱmedicalȱstudentsȱinȱEurope,ȱbothȱasȱparticipantsȱandȱasȱ
contributingȱspeakers,ȱandȱweȱareȱdelightedȱalsoȱthatȱtheȱneedsȱandȱinterestsȱ
medicalȱeducationȱandȱmedicalȱstudentsȱareȱthemselvesȱtheȱsubjectȱofȱ
academicȱenquiryȱandȱdiscussionȱatȱtheȱCongress.ȱ
ȱȱȱȱPleaseȱconveyȱtoȱtheȱhostȱinstitution,ȱtoȱtheȱorganisingȱCommitteeȱandȱtoȱ
theȱCongressȱparticipantsȱtheȱwarmȱCollegialȱgreetingsȱfromȱmedicalȱ
humanitiesȱcolleaguesȱinȱtheȱUnitedȱKingdom.ȱ
ȱȱȱȱWeȱwishȱyouȱeveryȱsuccessȱinȱtheȱCongress.ȱ
ȱ
Yoursȱsincerely,ȱ
ȱ
ȱ
Prof.ȱH.M.ȱEvansȱ
President,ȱUKȱAssociationȱforȱMedicalȱHumanitiesȱ
III. TIPTA İNSAN BİLİMLERİ KONGRESİ
PROGRAM
05 NİSAN 2007
08:00-09:00
Kayıt
09:00-09:15
Açılış
09:15-10:30
Konferans (M Salonu)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Serhat Ünal
A1. “Emerging needs in medical education: the patient-physician relationship”
Dr. Honorio Silva
Vice President, Science and Medical Professional Development, Pfizer Inc. New York.
A2. “Yol Hikayeleri”
Tayfun Talipoğlu
Yol Hikayecisi
A3. “Avrupa’da Tıp Eğitiminde İnsan Bilimleri ve Öğrenci Perspektifi”
Şahin Khaniyev
European Medical Students’ Association Medical Ethics Director
10:30-11:00
Ara
11:00-12:30
Sözlü Sunumlar-I
B1. Tıp ve Tarih (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Doç.Dr. Nurten Akarsu
Can Büyükaşık (Dönem I)
B1.1 İşkence Tarihi
Hilayda Karakök, Ayten Arısoy, Gökhan Yardımcı, Henok Tamerat Haile
B1.2 Hemofili, Prens ve Cumhuriyet
Fatma Betül Tuncer, Elif Tuğçe Korkmaz, Tuba Ülkevan, Halil İbrahim İnce
B1.3 Her Duyduğuna İnanma: Efsanelerin Tıbbi Gerçeklerle Aydınlatılması
Merve Nur Büyükpastırmacı, Fatma Eminağa, H.Tuğçe Susam
B1.4 Ölümsüzlük Otu Efsaneleri
Burak Ulaş, Berkan Kaplan, Gözdem Kaykı
B1.5 Bir Bedende Kesişen İki Farklı Dünya: Yapışık İkizler
Serap Kırlı, Murat Açar, Emine Böyük
B1.6 Che ve ‘Zorunluluklarımız’
Serkan Asil, Arman Erkan, Ali Anıl Altınsoy
B1.7 Karantina: Tıbbın Kara İncisi
Meltem Kırlı, Ceren Alparslan, Ayşe Ölmez, Mehmet Aydoğmuş
B1.8 Probiyotiklerin Tarihçesi
A. Necib Akman, Yiğit Sezer, Zeynep Baş, Hazel Yağcızeybek
C1. Tıp ve İnsan (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. İbrahim Güllü
İrem Eldem (Dönem II)
C1.1 And the Oscar Goes to... Munchausen
Berçin Kutluk, Çiğdem Oruç, M. Tamer Dinçer, Alper Uçkun
C1.2 Hatalı Antibiyotik Kullanımı
Sevgi Topal, Aynur Acıbuca, Samime Vural
C1.3 Ölümden Sonra Yaşamak – Organ Bağışı
Ayfer Aslan, Bahar Keleşoğlu, Zeynep Yayla, Chiyar Ali
C1.4 Doğanın Ücretsiz ve Yan Etkisiz İlacı: Gülmenin Anlamı
Saliha Değirmencioğlu, Sibel Oyucu, Esin Merve Erol
C1.5 Seri Katiller
Betül Demirok, Gül Şalcı
C1.6 Meme Kavramının Kadın İçin Önemi ve Mastektomi Sonrası Rekonstrüktif Cerrahinin Rolü
Emine Nihan Çeldirme, Osman Gökhan Özakıncı, Zeynep Betül Soysal
C1.7 Biyocerrah
Tacettin Ayanoğlu, Melike Dalaslan, Okan Ermiş, Nur Hürsoy, Özge Özen
C1.8 Transplantasyon Etiği: Organ Tarlasında Hasat Mevsimi
A. Erdinç Çiftçiler, Gürkan Güner, Erdal Sağ
12:30–13:30
Öğle Arası
13:30–15:00
Sözlü Sunumlar–II
B2. Tıp ve Tarih (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Nesrin Çilingiroğlu
Burcu Şahin (Dönem I)
B2.1 Vampir Hastalığı
Yahya Burak Atalay, Ahmet İlbay, Dirsam Ahmad
B2.2 Nereden Geldi Bu Terimler
İsmail Aydın Adıgüzel, İpek Kerimel, Mustafa Alican Dirican, Nilgün Eraslan
B2.3 Masumiyet Projesi: Yargının Suçladığı, Bilimin Akladığı İnsanlar
Derya Aydın, Erdem Çomut, Zeynep Yegin
B2.4 İnsanın İnsana Yaptığı
Mehmet Ezer, Mustafa Yılmaz, Ramazan Kılıç
B2.5 Tıbbın Minik Kahramanları
Merve Erel, Mukhshada Devi Seegoolam, Kübra Yılmaz
B2.6 Bir Asırlık Keşif Helicobacter Pylori
Asif Selimov, Cemre Kolsuz, Mehmet Tunç, Hacı Hasan Yeter
B2.7 Çanakkale’de Tıbbiyeli Şehitler , Bir Efsanenin Analizi
Hasan Büyükdoğan, Mert Şimşek, Yavuz Gündoğdu
B2.8 Barışla Gelen
Gyulten Ziyaeva Alieva, Ekin Kırcalı, Burak Omay
C2. Tıp ve İnsan (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Doç.Dr. Dilek Aslan
Burak Ulaş (Dönem II)
C2.1 Bir Deney Bir Hayata Malolabilir mi? TGN 1412
Duygu Demirtaş, Zeynep Öz
C2.2 Çanakkale Cephesi Hekimleri
Ehad Gökçe, Rafiye Sarıgül, Çağlar Coşarderelioğlu
C2.3 İnsan Olmak
Zümrüt Duygu Sen, Altuğ Yücekul, Mehmet Cahit Sarıcaoğlu, Batuhan Aydoğan
C2.4 Benim Çocuğum
Gonca Gül Gülbaş, Duygu Yalınbaş, Hasan Fatih Yüksek
C2.5 Depresyonun Rengi Mavi mi? Pembe mi?
Alp Yıldırım, Ceyda Öncül, Meltem Güzin Atik
C2.6 Adanmış Hayatlar
Murat Özdede, Özkan Öztürk, Nazmi Onur Okudur
C2.7 Vücut Bütünlüğü Kimlik Bozukluğu (Body Integrity Identity Disorder)
Burç Aydın, Anıl Ertürk, Selçuk Yılmaz
C2.8 Aşkın Bilinmeyen Yanları
Güzin Çakmak, Emine Ayça Akdemir, Oya Dönmez, Ömer Burak Eriçek
15:00–15:15
Ara
15:15–16:45
Sözlü Sunumlar–III
B3. Tıp ve Tarih (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Kevser Pişkin Özden
Filiz Kerdiğe (Dönem I)
B3.1 Yüksek Ökçeler, Korseler: Doktor Bana Ne Giyeceğimi Göster.
Mihrimah Selcen Bağcı, Pelin Esmeray, Onur İnce
B3.2 Astımdan Devrime: Ernesto Che Guevara
H. İstem Köse, Mishack P. Mmola, Ceyhun Kılınç
B3.3 Neredeydik Nerelere Geldik
Can Ilgın, Gözde Kübra Yakkan, Ali Pota
B3.4 Hacettepe’nin Uyanan Tarihi ve Tarihin Tanıkları
Serpil Işık, Aslıhan Esra Karaağaç, Murat Gökten
B3.5 Ölüm Meleği (The Angel of Death)
Aybegüm Demirtürk, Tuğçe Kütük, Erkan Sabri Ertaş, Gündem Kırlangıç, Murat Alışık
B3.6 Dünden Bugüne Ağrısız Doğum ve Doğumda Kullanılan Anestetikler
Şahika Bolsoy, Ahmet Çağrı Evran, Andaç Develi
B3.7 Sarıkamış Dramı
Okan Günaydın, Burak Elmaağaç, Orgül Derya Bozkurt
B3.8 EKG (Elektrokardiyografi) Gelişim Tarihi
İsmail Mikdat Kabakuş, Yavuz Ocak, Meryem Abbasi, Bedri Karaismailoğlu
C3. Tıp ve İnsan (Yeşil Salon)
Oturum Başkanları: Doç.Dr. Necla Özer
Burak Bahadır (Dönem II)
C3.1 Şap: Efsane mi Gerçek mi?
Onur Ergün, Gürcan Günaydın, Onur Arpat, Musa Gürel Kukul
C3.2 Türkiye’nin Medyatik Doktor Profili
Türkan Biryılmaz, Emine Özay, Tuğba Yayla
C3.3 Uykuda Öğrenme Olur mu?
Aysun Aksoy, Erdem Yıldız, Kerime Köfünyeli
C3.4 Nanoteknolojinin Kanser Tanı ve Tedavisinde Kullanımı
Deniz Doğan, Damla Hanoğlu, Hilal Akdemir, Mehmet Orçun Coşkun
C3.5 Umut Tacirleri
Ayşe Dikmeer, Hülya Atik, Müfide Okay
C3.6 Ne Yapsak, Ne Etsek, Nasıl Çalışsak?
Hilal Akbaş, Rabia Özay, İsmail Bozkurt
C3.7 Daha Önce Tanışmış mıydık?
Demet Başak Çakmak, Büşra Doğan, Ayşegül Boyraz, Pınar Zengin
C3.8 HÜTF’de Zorunlu Hizmete Bakış
Naci Tataç, Ezgi Su Aslan, Tomurcuk Demirci, Ferhat İbrahimova
17:00–18:00
Konser: Kent Orkestrası (M Salonu)
18:30–20:00
Kongre Yemeği
Gün Boyu:
Posterler (Fuaye)
D1. Tıp ve Tarih
D2. Tıp ve İnsan
D3. Tıp ve Sanat
6 NİSAN 2007
08:00–09:00
Kayıt
Panel (M Salonu)
09:00–10:45
Oturum Başkanları: Yrd.Doç.Dr. Melih Elçin
Nur Hürsoy (Dönem III)
E1. “Tıp Uygulamalarında Kültürel Farklılıklar”
Prof.Dr. Oğuz Güç
E2. “How to Influence Medical Education as Active Students”
Salmaan Sana (European Medical Students’ Association Medical Education Director)
E3. “ERASMUS: Genova deneyimi”
Emel Tahir (Dönem VI)
E4. “ERASMUS: Magdeburg deneyimi”
Seda Sevimler (Dönem VI)
E5. “HÜTBAT’la 15 Yıl”
Necati Enver (Dönem IV)
E6. “MEDISEP Nasıl başladık?”
Gözde Nizamoğlu (Dönem IV)
E7. “Let’s Play!”
Yasemin Taş (Dönem III)
E8. “Eurohealth Seminar – TurkMSIC ve EMSA üyelikleri”
Şahin Khaniyev (Dönem III)
E9. “MEDISEP’te bu yıl”
Ayşe Dikmeer (Dönem III)
E10. “Yeni hedefler ve EMSA–GA 2007”
Gamze Gezgen (Dönem I)
10:45–11:00
Ara
Çalıştaylar (PDÖ odaları)
11:00–12:30
F1. “Tools Needed for Active Students to Implement Change”
Yürütücü: Salmaan Sana
F2. “Tıp ve İllüstrasyon”
Yürütücü: Dr. Seyfi Durmaz
Sözlü Sunumlar–IV
G1. Tıp ve Sanat (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Doç.Dr. Alp Usubütün
Nihan Çeldirme (Dönem III)
G1.1 Supersize Me: Fast Food–Obezite İlişkisi
Koray Uzun, İdriss Arab Guelleh, Nasıf Ortaş
G1.2 Şizofreniye Fırça Darbesi
M.Fırat İkikardeş, Hasan Mervan Aytaç, Özden Savaş, Serkan Akbaş
G1.3 Zarafetin Diğer Yüzü
Gurbet Yanarateş, Güzin Çakır, Serkan Karaisli, Mine Sezgin, Zeynep Ergin, Gülsüm Yamak
G1.4 Gözden Fotoğraf Makinasına
Adile Begüm Bahçecioğlu, Fatma Öztürk , Emrah Göçer, Emre Baldan
G1.5 DNA ile Korsana Darbe
Selin Kestel, Can Benlioğlu, Baran Yeşil
G1.6 Rönesans Döneminde Avrupa’da Yapılan Tıbbi Uygulamaların Sanata Yansıması
Azize Danacı, Hande Candemir, Salahi Engin
G1.7 Müzikal Sarmal
Burcu Şahin, Mine Gültekin, Hasan Hüseyin Uçkan
G1.8 Çok Fazlı Uyku Düzeni
Burcu Dadı, Emine Aygül Karaaslan, G. Gencay Üstün
12:30–13:30
Öğle Arası
13:30–15:00
Sözlü Sunumlar–V
G2. Tıp ve Sanat (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Oğuz Güç
Zeynep Öz (Dönem III)
G2.1 Frida Kahlo’nun Bedeni
Özge Sever, Neyran Özcan, Bürge Çiftçi, Serdar Kuyumcu
G2.2 Müzik Bahçesinde Yetişen Bir Hekim ‘Bülent Tarcan’
Cihan Güler, Umutcan Kayıkcı, Ali Taheri
G2.3 Tuvalde Gebelik
Can Büyükaşık, Batuhan Turgay, İlhan Hekimsoy
G2.4 Mizahın Doktora Bakışı
Ahmet Faruk Feriz, Mehmet Alagöz, Buğra Özkan, Ahu Karsandı
G2.5 Renklerle Terapi
Fatmagül Keleş, Mevlüt Doğrutürk, Selkan Ahmedoğlu
G2.6 Edebiyat ve Sinemada Psikiyatrik Yaklaşımlar
Selcan Ekicier, Büşra Betül Özmen, Gökçe Merve Turgut
G2.7 Görme Engellilerin Sanatla İlişkilerinin İncelenmesi
Ahmet Gürcan, Alaa Quisi, Kadriye Demir, Kemal Akpınar
G2.8 Mikroskop ve Sanat
Zamir Kemal Ertürk, Berkay Hasan Arman, Taha Keskin
15:00–15:15
Ara
15:15–16:45
Sözlü Sunumlar–VI
G3. Tıp ve Sanat (Kırmızı Salon)
Oturum Başkanları: Prof.Dr. Necla Öztürk
İsmail Bozkurt (Dönem III)
G3.1 Yanılsama ve Gerçek Arasındaki İnce Çizgi: Resim
Zekiye Taşgın, Şule Bıçakcı, Ben Azir Begum Hymabaccus, Halime Lülleci
G3.2 17–19. Yüzyıllar Arası Tıp–Resim İlişkisi
Yaşar Başağa, Musa Bilir, Hakan Doğruel
G3.3 Beyaz Dönüşün Gizemi
Duygu Karaca, Merve Örücü, Merve Yumrukuz
G3.4 Sinemada Şizofreni
Tolga Can, Furkan Özer, İbrahim Çalışır
G3.5 Plastination
Issa Menge Kurıa, Salah Hssa, Hanı Wardeh
G3.6 Görsel İletişimin Bilinçaltımıza Saldırısı
Keziban Toksay, Cemal Sakallı, Hüseyin Nergis, Mehmet Mustafa Nacar
G3.7 Sağır Senfoni
Şeyda Ülkü Kuran, Adnan Dursun
G3.8 Tıp Öğrencisinin Sanatsal Bağı
Eren Karaarslan, Fatih Gümüş, Özen Gül
16:45–17:30
Ödül Töreni (M Salonu)
§ Prof.Dr. Ahmet Göğüş Başarılı Öğrenci Ödülü
§ En İyi Sunum ve Poster Ödülleri
§ Türkçe’nin En İyi Kullanıldığı Sunum Ödülü
Posterler (Fuaye)
Gün Boyu:
D1. Tıp ve Tarih
D2. Tıp ve İnsan
D3. Tıp ve Sanat
Sözlü Sunumlar
TIP ve SANAT
Supersize Me: Fast Food–Obezite İlişkisi
Koray UZUN, İdriss ARAB GUELLEH, Nasıf ORTAŞ
2005 yılında dünya tarihinde ilk kez, obez insanların sayısı aç insanların sayısını
geçti. Projenin çıkış noktası da bu aslında. Obezite dünya çapında büyüyen bir
salgın haline geldi. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde obezite oranları giderek
artıyor, artık Afrika’nın sorunları arasında açlık kadar obezite de yer alıyor. Bu
konuya en ilginç tepki ise Amerikalı Morgan Spurlock’tan geldi. Dünyanın en
şişman ülkesi ABD’de insanların neden bu kadar tombul olduğunu kafasına takan
ve cevabın fast food sektöründe olduğunu düşünen Spurlock, tam 30 gün boyunca
günde 3 öğün sadece McDonald’s’tan yedi ve yaşadıklarını kameraya çekerek
2004’ün en ses getiren belgeselini yarattı. Bir ayın sonunda çeşitli sağlık sorunları
yaşayan ve 1 yıl fast food yemesi yasaklanan Morgan Spurlock, belgeselinde
obezitenin bütün nedenlerine çok iyi vurgu yapmış, bu da ona 2004 Sundance
Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazandırmıştır. Obezitenin yarattığı
sağlık sorunları ve özellikle çocuk obezitesi, dünyayı daha uzun süre meşgul edecek
sorunlar gibi görünüyor. Acaba bu salgını başlatan etken gerçekten fast food mu
yoksa insanların eskisi kadar hareket etmemelerini sağlayan teknoloji mi?
Şizofreniye Fırça Darbesi
M. Fırat İKİKARDEŞ, Hasan Mervan AYTAÇ, Özden SAVAŞ, Serkan
AKBAŞ
Şizofreni, kişilik değişimine neden olan oluşumunda birçok etkinin varolduğu
önemli bir hastalıktır. Şizofreniyi daha anlaşılır kılmak için projemizde Louis
Wain adlı bir ressamın hayatına ve sanatına ayna tuttuk. Projemizi üç ana başlık
altında inceledik: 1) Louis Wain’in hayat hikayesi ve şizofreni hastalığı, 2) Louis
Wain’in şizofreni hastalığına yakalanma riskini artıran etmenler, 3) Şizofreni
hastalığının Louis Wain’in sanatına etkisi ve şizofrenin resimlerine dönem
dönem yansıması, İlk bölümde Louis Wain’in hayat hikayesini inceleyerek fazla
tanınmayan bu ressamı daha iyi tanıtmaya çalıştık. İkinci bölümde şizofreni
hastalığından bahsederek bu hastalığa yakalanma riskini artıran etmenleri tartıştık.
Ayrıca Louis Wain’in şizofreni olmasındaki ipuçlarını vurgulamaya çalıştık. Son
bölümde ise Louis Wain’in çizdiği kedi resimlerini hastalığının gidişatına göre
beş ayrı dönemde inceledik. Dönemler arasındaki farklılıklardan yararlanarak
şizofreninin ilerleme aşamalarını kavramaya çalıştık. Dönem 1: Sosyal ortamdaki
kedilerin bireyselleşmesi, Dönem 2: Resimlerdeki kedilerin enerji yayması ve
soyutlaşması, Dönem 3: Kendini tekrarlayan zıt renkli parçaların kedi figürlerine
yansıması, Dönem 4: Soyutluğun devam etmesi ve resimlere simetri kavramının
yerleşmesi, Dönem 5: Resimlerin anlamca kapalı hale bürünmesi, Louis Wain’in
kedi resimlerinden yola çıkarak ulaştığımız noktalar ile diğer şizofren ressamların
resimleri arasında benzerlikler bularak fikirlerimizi destekleme imkanı bulduk.
Zarafetin Diğer Yüzü
Gurbet YANARATEŞ, Güzin ÇAKIR, Serkan KARAİSLİ, Mine SEZGİN,
Zeynep ERGİN, Gülüm YAMAK
Sanat insan hayatındaki mutluluk ve huzurun anahtarıdır. Toplumun karmaşık
hayatı içinde, estetik anlayışının ve ayrı bir dünyanın başladığı noktadır. Bale
ise birçok sanat dalını bünyesinde toplar. Bale; dans, müzik, mimikler ve dekor;
tiyatro sahnesi üzerinde bu vazgeçilmez dörtlüyle sergilenen, hayranlık uyandıran
bir sanat dalıdır. Bale saflığın, güzelliğin, hafifliğin ve zarafetin doruk noktasıdır.
Bale eğitiminde enstrüman \vücut\”tur. Bu nedenle, çocuğun anatomik yapısı
gözetilmeden verilen yüklemeci ve gösterişe dayanan eğitimin zararları, ömür
boyu sürmektedir. Balede normal anatomik yapıya uygun olmayan pek çok hareket
kombinasyonları olduğu için başarılı bir gösteri, performans ve sakatlanmaların
minimum seviyede olması için, özellikle kalça, lumbal bölge ve ayak–ayak
bileğinde maksimum esnekliğin olması gerekmektedir. Dansçıların çok yoğun ve
zorlayıcı eğitimleri esnasında, büyük stres altında kalan kas ve iskelet sistemleri
sakatlanmalara karşı büyük oranda risk altındadırlar. Amacımız bale dansçılarında
sık görülen sakatlanmaları incelemektir. Sonuç olarak bale eğitimi sırasında oluşan
pek çok sakatlanmanın iyileşmesi tedavi edilmesine rağmen geçici olmaktadır. Asıl
önemli olan zedelenmelerin altında yatan nedenlerin, kötü alışkanlıktan, teknik
yetersizlikten veya hatalı eğitimden mi kaynaklandığının bilinmesidir. ”
Gözden Fotoğraf MakinasIna
Adile Begüm BAHÇECİOĞLU, Fatma ÖZTÜRK, Emrah GÖÇER,
Emre BALDAN
Göz, beynin dış dünyaya açılmasını sağlayan bir penceredir. Ancak görme
duyusunun oluşumunda göz yalnızca bir aracıdır. Görmenin gerçekleştiği yer ise çok
daha derinde, beynin içinde gizlidir. Görme gerçekleşirken bir saniyede meydana
gelen işlem sayısı şu an mevcut hiçbir bilgisayarın yapamayacağı kadar yüksektir.
Bu kadar hızlı olmasının yanısıra görmenin en şaşırtıcı ve mucizevi yanı ağ tabakaya
düşen ters görüntünün beynin optik merkezinde düzeltilmesidir. Göz yalnızca
beyne elektrik sinyalleri gönderen bir aracıdır. Tıpkı bir kameranın görüntüyü
sinyaller halinde televizyon ekranına aktarması gibi. Fotoğraf makinasının yapılışı
ise, Sümerlerden beri bilinen bir ana ilkeye dayanır. Karartılmış bir odanın duvarına
küçük bir delik açılırsa, dışarıdaki görüntü karşı duvara ters olarak düşer. Gözdeki
bazı yapılar ile fotoğraf makinesinin kimi parçaları arasında benzerlikler vardır.
Fotoğraf makinasında objektif filmin üzerine görüntünün düşmesini sağlayan
ince ve kalın kenarlı mercekten oluşan optik bir sistemdir ve canlı için göz ne ise,
fotoğraf makinası için de objektif aynı şeydir. Bunun yanında film üzerine düşecek
ışık miktarını belirleyen diyafram işlev olarak canlı gözündeki gözbebeğiyle
benzerlik göstermektedir. Phil Gates in Wild Technology adlı kitabındaki fotoğraf
makinelerinin gözü taklit eden basit bir model olduğunu şöyle açıklar: Fotoğraf
makineleri omurgalı gözlerinin ilkel ve mekanik bir versiyonudur. Göz gibi
önlerindeki açıklık dışında hiç ışık gimeyen kutucuklardır. Kısacası göz, görüntünün
aynı anda hem siyah hem beyaz hem de renkli fotoğrafını çeker. Daha sonra bu
fotoğraflar beyinde sentezlenerek normal görüntü halini alır. Gözümüzdeki tüm bu
işlemler yeni bilgisayarlara model oluşmuştur. Göz hakkında elde edilen bilgilerin
teknolojiye uyarlanmasıyla da her geçen gün çok daha gelişmiş kameralar, fotoğraf
makinaları ve sayısız optik sistem üretilmektedir.
DNA ile Korsana Darbe
Selin KESTEL, Can BENLİOĞLU, Baran YEŞİL
Sizin siz olmanızı tanımlayan nedir? Bir zamanlar sadece isminiz yeterliydi, sonraları
soyad, nüfus bilgileri, sonraları imzanız, sonraları parmak iziniz ve göz retinanız
derken damar haritaları ve DNA örnekleri girdi işin içine. Hayatın gizemi olarak
da nitelendirilen DNA’nın çift sarmal yapısı 1953 yılında tanımlandı. Her canlının
DNA’sı kendine özgüdür. DNA ile etiketlenmiş ürünler bu temelden yola çıkılarak
geliştirildi. Sanat alanında da bu uygulama kullanılmaktadır. Ressamlar tablolarına
kendi DNA’larını bırakarak tabloların taklit edilmesini, farklı yollarla çoğaltılmasını
engellemektedir. Bu DNA çeşitli işlemlerden geçirilir. Kesin metot gizlenmektedir.
Ancak bilinen; sanatçının yanak epitelinden alınan doku örneği, kullanılacak
olan mürekkep, reçine veya çeşitli boyaların içine koyulur. Sonra resme uygulanır.
Veritabanı tablonun boyutunu, tablonun başlığını ve hangi ressama ait olduğunu
ve DNA’nın nereye yerleştirildiğini kaydeder. Başka bir tarayıcı da etiketlenen resmi
okur. Avusturalyalı ünlü ressam Pro Hart bu sistemi kendi eserlerini sahtecilik
yapanlardan korumak için kullanmıştır. Kaliforniyalı Thomas Kinkade de eserlerini
sahtecilikten korumak için bu yöntemi kullanan ressamlardan biridir. Görüldüğü
gibi eserlerin DNA ile etiketlenmesi hem sanatçılar hem de sanatseverler açısından
son derece güvenli bir yöntemdir. Bu yöntem ışığında bilimsel alandaki gelişmeler
sanatsal alana aktarılmakta ve eserlerin kimliği olarak da nitelendirilebilecek
olağanüstü bi sonuç ortaya çıkmaktadır.
Rönesans Döneminde Avrupa’da Yapılan Tıbbi
Uygulamaların Sanata Yansıması
Azize DANACI, Hande CANDEMİR, Salahi ENGİN
Rönesans döneminde yapılan tıbbi müdahalelerin resimlerle yansıtılmasıyla ilgili
bir proje hazırladık. Burada amaç o dönemin hastanesinde yapılan operasyonlar,
uygulanan tekniklerle o dönemin doktorlarının insanlara bakış açısını görmek.
O dönemin uygulanan tetkikleri günümüze kıyasla daha az hijyenik ve zaman
zaman kulaktan dolma. Günümüzdeki kadar eğitim alınmıyor ve bir çeşit usta
çırak ilişkisi sözkonusu. Doktorlar, aslında o dönemin tabiriyle “berber–cerrah”
denen kişiler. Her berber işe önce başka bir berberin yanında çalışarak başlar ve
kendini geliştirirdi. Diseksiyon uygulamalarının başlaması ve insan anatomisinin
öğrenilmesiyle büyük gelişmeler oluyor. Bu gelişmeler, doğal olarak, uygulanan
16
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
tedavileri de etkiliyor. Projede de bu müdahalelerin genel olarak nasıl yapıldığını
resimlerle göstererek tıbbın o dönemdeki ana hatlarını yansıtmaya çalışacağız.
Proje için araştırmaları kitaplardan, dergilerden ve internetten yararlanarak
yaptık. Farklı kitap ve sitelerden topladığımız illüstrasyonlar hakkında yine
internet ve yazılı kaynaklardan çeşitli bilgiler toplayarak her uygulamanın
nasıl yapıldığını açıkladık. Projede yer alan hemen hemen bütün görsel öğeler
gravürlerden oluşmaktadır. Yazıların ise, kimi gravürlerle aynı kaynaktan alınmış,
bire bir bağlantılı; kimisi de gravürde resmedilen olayın döneme ait bilgilerinin
araştırılmasıyla elde edilmiştir.
Müzikal Sarmal
Burcu ŞAHİN, Mine GÜLTEKİN, Hasan Hüseyin UÇKAN
DNA bir canlıyı tanımlayan bir şifre, dil veya dizinsel reçetedir. Çok benzer şekilde
müzik de yazılı formunda bir melodi veya ritmi üretmek üzere yazılmış bir dildir.
Projemizin amacı, DNA’daki baz dizilerini müzik haline getirirsek nasıl bir melodi
elde edebileceğimizi görmektir. DNA, adenin, timin, sitozin, guanin bazlarından
(A, T, C, G) oluşur. Her baza ayrı bir müzikal perde tanımlanması ile tek bir müzik
parçası ortaya çıkar. Ritm, CAA, GGG gibi bir kalıpla tekrarlayan bazların dizisinin
tercümesiyle oluşur. Notaların uzun süre ve güçlü biçimde çalınması ve duraklar
melodik ve ritmik terimler olarak müzik diline tercüme edilir. İlk bakışta doğaçlama
müzik ile biyolojik araştırmanın ortak yanı çok az gibi görünmekle birlikte,
yaratıcılık ve tasarım terimlerinin her iki alanda da anlamı ve temel kuralları vardır.
DNA’daki genetik bilgi doğadaki yaratıcılığın merkezindedir. Yazılı müzik notaların
dizisini belirlemekte, DNA bir organizmanın türe özgü gelişimini garantilemekte,
çeşitli çevre koşullarına uyumu sağlamaktadır. Ek olarak DNA şifresi evrimin
biçimlendiricisi olduğundan kendi başına zaten bir sanat eseridir. Sıkça düzeltilen
bir yazı gibi türler ve biçimler arasındaki değişkenliği sağlayan tüm değişiklik ve
düzenlemeleri içermektedir. DNA’nın yazılı şifresi uzayda yaşamakta, müziğin
şifresi ise zamanda yaşamaktadır.
Çok Fazlı Uyku Düzeni
Burcu DADI, Emine Aygül KARAASLAN, G. Gencay ÜSTÜN
Müzik Bahçesinde Yetişen Bir Hekim ‘Bülent Tarcan’
Cihan GÜLER, Umutcan KAYIKCI, Ali TAHERİ
Projemizi yapmaktaki amacımız müzikle iç içe büyüyen ve tıp alanında da birçok
başarı elde etmiş hatta tıp deneyimlerinin sağladığı disiplinleri müzik yaşamında
kullanmış, müziğin matematiği de denilen kontrpuan tekniğine merakı ve yeteneği
sayesinde büyük senfoni yapıtları bestelemiş bir hekim olan Prof. Dr. Bülent
TARCAN’ın tıp ve müzik yaşamını mercek altına almaktır.
Bülent Tarcan çok iyi tanınmamasına karşın cumhuriyet döneminde yetişmiş tıp ve
müzik gibi çok uğraşı gerektiren iki dalda da başarıya ulaşmış ender kişilerdendir.
Küçük yaşta kendi kendine keman çalmayı öğrenmiş, daha 12 yaşındayken ilk
operasını kaleme alıp hatta iki sahnesinin bestesini de yaparak müzik yaşamına
başlayan Bülent Tarcan’ın tıp alanına merakı da hekim olan babasının tıp
kitaplarını karıştırarak, küçük yaşta izlemeye başladığı ameliyatlardan gelmektedir.
Müzikteki başarısını büyük senfoni yapıtlarının altına imzasını atarak ortaya
koyan Bülent Tarcan, tıp alanındaki çalışmalarını da ilk Nöroşirurji kürsüsünü
kurarak taçlandırmıştır. Kullandığımız bilgilere internet üzerinden ve çeşitli yazılı
kaynaklardan ulaştık ve meta analiz yaptık ayrıca birebir Bülent Tarcan’ın kızı ve
onunla bir çok söyleşide bulunmuş, biyografisini de kitaplaştırmış Evin İlyasoğlu
ile yaptığımız röportajlardan ve Bülent Tarcan anısına yapılan bir konferanstan
aldığımız görüntülerle projemize görsellik katmaya da çalıştık. Yaptığımız
araştırmalar doğrultusunda Bülent Tarcan’ın tıp ve müzik alanlarını birlikte
nasıl yürüttüğünü ve bunu yaparken karşılaştığı sıkıntıları ele alarak tıp ve sanat
arasındaki dengenin kurulmasındaki güçlükleri ve bu iki dalın birbirlerine olan
katkılarını inceledik.
Tuvalde Gebelik
Can BÜYÜKAŞIK, Batuhan TURGAY, İlhan HEKİMSOY
Gebelik, sanatçılar tarafından sürekli ele alınmış bir konudur. Gebelik, insan
hayatında bir dönüm noktası olmakla beraber, uzun ve gözlemlenebilir bir süreci
kapsamaktadır. Bu bağlamda, gebelik, sanatçılar için bol malzeme taşıyan bir ilham
kaynağı olmuştur çağlar boyunca. Bu proje, resim dalında gebeliğin sanatçılar
tarafından nasıl ele alındığını sorgulayarak, bu konu dahilindeki belli başlı sanat
eserlerini genel anlamda derlemeyi amaçlamaktadır. Gebelik, insan hayatının
başlangıcı, tuvalde hep benzer anlamları ifade etmek için kullanılmıştır. Yenilik,
umut ve mutluluğu, saflıkla bağdaştıran bu anlayış, aslında gebeliğin her alanda
taşıdığı anlamları kapsamaktadır. Bu proje bize gebeliğin evrensel anlamlarının
olduğunu gösterdi, tıbbın bir parçası olan gebeliğe yeni bir bakış açısı kazandık.
Bu projedeki amacımız Da Vinci Uykusu–Uberman Uykusu–olarak da bilinen çok
fazlı uyku düzeninin yaratıcılıkla ilişkisini incelemek. Bu uyku düzenindeki amaç
gün içinde belli aralıklarla uyuyarak uyku süresini minimuma, çalışma verimini ise
maksimuma ulaştırmaktır.
Çok fazlı uyku düzeni günümüzde en çok avukatlar, açık denizde yarışan bot
yarışçıları, astronotlar ve sanatçılar tarafından kullanılmaktadır. Bu uyku düzeni
aynı zamanda NASA ve Amerikan Ordusu tarafından da araştırılmaktadır. Kendisi
de çok fazlı uyku düzenini kullanan Claudio Stampi’nin ‘Why We Nap: Evolution,
Chronobiology and Functions of Polyphasic and Ultrashort Sleep’ adlı kitabına göre
çok fazlı uykucunun hafızası ve analitik zekası tek fazlı ve çift fazlı uykuculara göre
büyük bir artış göstermektedir. Yine bu kitaba göre bu gelişme insan vücudunun
evrimsel olarak asıl çok fazlı uykuya uygun oluşundandır.
‘’Çok fazlı uyku” tanımı 24 saatlik gün içinde çoklu nöbetler şeklinde uyumayı içerir.
En fazla bilinen türü Uberman tarafından ortaya atılan ve 4 saatte bir 20–25 dk
uyumayı içeren türdür. Bu, aynı zamanda Claudio Stampi tarafından da kullanılan
metoddur. Bilinen ünlü çok fazlı uykucuların bazıları ise şunlardır: Lord Byron,
Benjamin Franklin, Bruce Lee, Leonardo Da Vinci, Nikola Tesla, P. Diddy vb.
Sanatın bir dalı olan mizah, özellikle son yıllarda Türkiye ve Dünya’da çok çeşitli
konulara el atmış ve bundan başta doktorlar olmak üzere tüm tıp çalışanları da
etkilenmiştir. Hippoocrates grubu olarak biz de bu etkileşimi çeşitli yönlerden ele
almak istedik. Ayrıca bu konu hakkında özellikle üniversitemiz bünyesinde kayda
değer bir çalışma da gözlenmemiş olup, bu durum bizi böyle bir çalışma yapmaya
iten başlıca güç olmuştur. Bu projede ulaşmak istediğimiz amaç mizahın sağlık
çalışanlarıyla alakalı olarak nasıl çalışmalar yaptığı, Türkiye’de sağlık sektörünün
mizahın gözünde nasıl bir imaja sahip olduğu ve mizahtaki doktor, diş hekimi ve
diğer sağlık çalışanlarının gerçek hayatla ilişkisinin incelenmesidir.
Frida Kahlo’nun Bedeni
Renklerle Terapi
Pek çok yeni görüntü eğilimleri, insan vücudundan yararlanıyor: Sahne sanatçıları,
görüntü sanatçıları, sanal sanatçılar, uzman yaratıcılar, herkes vücutları açıyor,
bağlıyor, boyuyor, dövmeler yapıyor. . . Vücut parçaları her yerde: Dergilerde ve
reklamlarda beyinler, logolarda kafalar, reklamlardaki kalpler. . . Sanat tarihinde
ilk kez bir kadın, tam bir içtenlikle, yalın ve sakinliği içinde acımasız denebilecek
bir içtenlikle yalnızca kadını ilgilendiren genel ve özel olguları dile getirmiştir.
Çok yumuşak ve zalim olarak da nitelenebilecek içtenliği, bazı şeylerin kesin
ve tartışmasız bir biçimde tanıklığını yapmasını sağlamıştır. Hayatını ve kendi
anatomisini kullanarak vurgulanması gereken ne varsa, cesurca gözler önüne
sermiştir. Onun sanatı, hastane odalarının, doktorların, ameliyatların, yaraların
içine sindiği bir oyun gibidir.
Renkler sadece sanat için midir? Tuvallerin yanında farkında olmadan hayatımızı da
baştan aşağı boyarken renkler, sağlığımızdan karakterimize kadar pek çok alanda
etkilerini gosterirler. Hergün üzerinize giydiğiniz renklerle ilgili olarak, onların
size yakışıp yakışmadığını söyleyen dostlarınız aslında o giysilerin renkleriyle
ilgili yorum yaparlar: “Kırmızı bluzun seni çok açmış”, ”Bu mavi tenine uymuş”
gibi. Doğal bir ortamı özleyip ”Bir kafamı dinleyemedim” diye hayıflandığınızda,
”masmavi bir deniz” düşleyebilirsiniz yada ”yemyeşil bir doğa manzarası” ama
dikkat edilirse burada asıl düşlenen denizin ”masmavi”, manzaranın da ”yemyeşil”
olanıdır. Aynı manzaralar daha donuk renklerle, aynı duyguları uyandırmaz bizde.
Bulunduğumuz mekanlarda canlı renkler bize huzur ve neşe verirken, donuk ve kirli
renkler sıkıntı verir. Yani günlük yaşantımızda hepimizin renklerden etkilendiği
Özge SEVER, Neyran ÖZCAN, Bürge ÇİFTÇİ, Serdar KUYUMCU
Mizahın Doktora Bakışı
Ahmet Faruk FERİZ, Mehmet ALAGÖZ, Buğra ÖZKAN, Ahu KARSANDI
Fatmagül KELEŞ, Mevlüt DOĞRUTÜRK, Selkan AHMEDOĞLU
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
bir gerçektir. Peki renkler karşısında neden değişik ruh halleri yaşıyoruz? Bizi
etkileyen nedir?, Amacımız Eski Mısır’da, Çin’de, Hindistan’da çok eskiden beri
uygulanan, –günümüzde renk kavramının insanlar tarafından çok iyi bilinmesine
karşın– alternatif tıpta oldukça yeni ele alınan ”renkle terapi”yi ulaşabildiğimiz
tüm kaynakları tarayarak tanıtmaktır. “
Edebiyat ve Sinemada Psikiyatrik Yaklaşımlar
Selcan EKİCİER, Büşra Betül ÖZMEN, Gökçe Merve TURGUT
Hangimiz okuduğumuz bir kitaptaki psikiyatrik bulgulardan yola çıkarak şizofren
olabileceğimizi düşünmedik ki? Yada hangimiz izlediğimiz filmlerdeki psikiyatrist
figüründen etkilenip psikiyatristlere önyargılı bakmadık? Projemizin amacı,
bu önyargıların sebebine ulaşmak ve edebiyatla beyaz perdedeki psikiyatrist
kimliğinin, psikiyatrik rahatsızlıkların aslını ne kadar yansıttığını incelemektir.
Sinema filmlerinde ve edebiyat türlerinde konu edilen psikiyatrik rahatsızlıkların
gerçeğe uygun olup olmadığı konusu hala tartışılabilir olsa da, bu sanat dallarının
psikiyatriden yadırganamaz ölçüde yararlanması dikkat çekmektedir. Araştırmamız
sırasında psikiyatriden farklı şekillerde yararlanılmış birtakım sinema ve edebiyat
eseri kullandık. Aynı zamanda veri tabanları yoluyla bulduğumuz sonuçlara
dayanarak şunu ifade etmemiz gerekir ki; psikiyatri, sinema ve edebiyat ilişkisi
zaten bilim dünyasının gözünden kaçmamış ve birçok araştırmaya konu edilmiştir.
Bu ilişki önemlidir çünkü çoğu kez yaşamda dahi psikiyatrik gerçekleri ve sanat
kurgularını birbirinden ayıramayabiliriz. Sanatta kullanılan psikiyatrik akımın
önemli ölçüde halkta merak uyandırmayı ve halkın ilgisini çekmeyi hedeflemesi,
psikiyatrinin dinamik ve ütopik boyutu ile edebiyat ve sinema için daha uzun süre
vazgeçilmez olacağının göstergesidir.
Görme Engellilerin Sanatla İlişkilerinin İncelenmesi
Ahmet GÜRCAN, Alaa QUISI, Kadriye DEMİR, Kemal AKPINAR
Kısa elektrik kesintilerinde bile karanlık bizi tedirgin eder. Peki onlar? Görme
engellilerin yaşamları bu tedirginlik içinde mi geçmektedir yoksa bizim
bilmediğimiz bambaşka bir iç dünyaları mı vardır aslında bizden daha da renkli
olan? Sanatın bir lüks sayıldığı günümüz toplumunda görme engellilerin, özellikle
de çocukların sanatla ilişkilerini araştırdık. Göreneller Görme Engelliler İlköğretim
Okulu’nda çocuklarla birebir görüştük ve sanatın onlar için vazgeçilmezliğini
onlardan dinledik.
Mikroskop ve Sanat
Zamir Kemal ERTÜRK, Berkay Hasan ARMAN, Taha KESKİN
Tıp, insanlık var olduğundan beri insanlığa hizmet eden bir bilim dalıdır. Bu bilim
sürekli gelişme göstermektedir. Şüphesiz ki mikroskobun keşfi ve geliştirilmesi,
tıp biliminin gelişme hızını en üst düzeye ulaştırmıştır. Bugün mikroskoptan ayrı
bir tıp bilimi düşünülemez. Mikroskop arkeoloji, fotoğrafçılık gibi sanat dallarının
gelişimini sağlarken kendi de çeşitli sanat dalları oluşturmuştur. Yapmış olduğumuz
bu araştırma mikroskop fotoğrafları, bu fotoğrafların günlük hayatla benzerlikleri
ve yeni bir sanat dalı olan mikro sanat üzerinedir.
Yanılsama ve Gerçek Arasındaki İnce Çizgi: Resim
Zekiye TAŞGIN, Şule BIÇAKCI, Ben Azir Begum HYMABACCUS,
Halime LÜLLECİ
Romalı yazar Plinus’un aktardığına göre, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı
ressam Zeuksis rakibi Parrhasios’la girdiği bir iddia sonucu yaptığı tabloda üzümleri
öylesine gerçekçi resmetmiştir ki kuşlar tablonun üzerine konup üzümleri yemeye
kalkmışlardır, Bunun üzerine Parrhasios Zeuksis’i kendi yaptığı tabloya bakmaya
davet etmiştir. Zeuksis sözde tablonun önünde asılı duran perdeyi kaldırmak
istediğinde karşılaştığı durum çok şaşırtıcıydı. Resmi görmek için indirmeye
çalıştığı perde aslında resmin ta kendisiydi. Bu sırrı çözmeye ne dersiniz? Geçmişten
getirdiğimiz deneyimlerle aslında iki boyutlu gördüğümüz nesneleri üç boyutlu
olarak nasıl algılayabildiğimizi Escher’in ve Victor Vasarely’in eserlerinden
örneklerle; 1960’lı yıllarda ortaya çıkan Op–Art akımının psikolojideki görsel algı
ve yanılsamalar ile ilgili bilgileri resim sanatında kullanmasından da faydalanarak
açıklamaya çalıştık.
17
17. –19. Yüzyıllar Arasında Tıp–Resim İlişkisi
Yaşar BAŞAĞA, Musa BİLİR, Hakan DOĞRUEL
Tıp ve sanat her dönemde kaçınılmaz bir etkileşim içerisinde bulunmuştur. Gerek
müzik gerek heykel gerekse resim üzerindeki etkisini cömertçe göstermiştir.
Projemizde, tıbbın sanattaki en betimleyici kol olan resim üzerindeki etkilerini
inceledik. Resim ve tıp ilişkisi çok geniş bir konu olduğundan sadece 17. –19.
yüzyıllar arası farklı kültürlerden alınmış 7 eser üzerinde inceleme yaptık.
Resimler’in isimleri şu şekilde: 1) Nabız muayenesi yapan ayurvedik hekim (DELHİ,
1830), 2) Orta Tibet’ten tıp resmi (19. yy), 3) İbn–i Sina’nın “hekimlik yasası” adlı
yapıtının bir kopyasının kapağı. (İRAN, 17. yy), 4) St Francis bir cüzzamlı hastayı
tedavi ediyor (1630), 5) Bir mandarin hekim bir hastaya bakıyor (19. yy), 6) Bir
hastayı tedavi eden bir sihirbaz hekim (şamanlar) (1850), 7) Kemik atan afrikalı
iyileştirici, Resimleri incelerken dönemin bölgelere göre tıbbi gelişim, dini inançlar
ve kültürel etkilerini esas aldık. Dini inançlar ve kültür günlük yaşam üzerinde direk
etkiye sahip olmuştur tıp ve sanat gibi. Dolayısıyla bu 4 kavram tamamen birbiriyle
kaynaşmış durumdadır.”
Beyaz Dönüşün Gizemi
Duygu KARACA, Merve ÖRÜCÜ, Merve YUMRUKUZ
Bu projede amaçlanan semazenlerin başlarının neden dönmediğini araştırmak,
sema sanatının insan vücuduna ve psikolojisine etkilerini öğrenmektir. Sema,
musiki nağmeleri dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir.
Sema 11 asırdan bu yana yapılagelmektedir. Sema sanatını gerçekleştirenlere
semazen denir. Semazenlerin başlarının dönmemesi yıllar boyunca merak konusu
olmuştur. Bu konuda Selçuk Üniversitesi’nde araştırmalar yapılmıştır. Projemiz
bu araştırmalar ve röportaj yaptığımız semazenlerin görüşleri yardımıyla
oluşturulmuştur. Araştırmalarımız sonucunda şu verilere ulaştık: Sema yaparken
başa 20–25 derecelik bir eğim verilir. Bu eğim iç kulaktaki denge sirküler
kanallarının eşit derecede uyarılmasını sağlar. Kanalların üçü de aynı anda
uyarılınca, etkiler nötralize edilir ve baş dönmez. Tuzlu tahta üzerinde eğitim
yapmak semazenlerin ayaklarının pişmesini sağlar. Bu dengenin sağlanması
için gereklidir. Sema sanatının insan vücudu üzerindeki etkileri araştırıldığında,
semazenlerin kan değerlerinin normal düzeyde bulunduğu ve hiçbirinde
hipertansiyon şikayetinin olmadığı gözlenmiştir. Sema, psikoterapi ve meşguliyet
tedavisi olarak da kullanılmaktadır. Sema yapan kişi röfulmanlarından kurtularak
stresini atar, rahatlar ve ruhen hafifler. Sonuç olarak; sema sanatı dönmekten gelen
sağlıktır.
Sinemada Şizofreni
Tolga CAN, Furkan ÖZER, İbrahim ÇALIŞIR
Bu çalışmanın amaçları, şizofreni hakkında temel bilgiler edinmek ve şizofreni
konulu bir sinema filmini izleyen kişilerin şizofreni hastası olan insanlar hakkındaki
bazı düşüncelerini belirlemektir. Bu çalışmada önce şizofreni ile şizofreni
hastalarına karşı toplumda takınılan tavır araştırılmış, daha sonra Richard
Kelly tarafından 2001 yılında çekilen Donnie Darko adlı, temelde şizofreninin
konu alındığı bir film 17 dönem 1 öğrencisine izlettirilerek 20 soruluk bir anket
uygulanmıştır. Öğrenciler filmi kişisel bilgisayarlarında izlemişlerdir. Dönem I
öğrencilerinin Donnie Darko isimli şizofrenik vaka örneğini kavrama durumlarının
belirlenmesi ve şizofreniye genel bakış ile ilgili sorulan 20 sorunun analizinde
şizofreninin öğrencilerin çoğu tarafından bedensel ve ruhsal bir hastalık olarak
değerlendirildiği belirlenmiştir (sırasıyla 15 ve 13 öğrenci). Şizofreni hastalarının
kişilik zayıflığı, kişinin yaşadığı sosyal sorunlardan ve şizofreni için kullanılan
ilaçlardan kaynaklanmadığı bilinmektedir. Filmi izledikten sonra, öğrencilerden
6’sı filmdeki karakterin hastalığının kişilik zayıflığından, 10’u sosyal sorunlardan,
3’ü ise hastanın kullandığı ilaçlardan kaynaklandığı görüşündedir. Şizofreni
hastalığı sosyal sorunlar nedeniyle ortaya çıkmaz ve hastalık bir ruhsal zayıflık hali
değildir ve doğuştan gelen bir akıl hastalığıdır. Şizofreni ile ilgili olarak sorulan
genel sorulara göre, öğrencilerin 11’i şizofreninin sosyal sorunlar nedeniyle ortaya
çıktığını, 6’sı ise hastalığın ruhsal bir zayıflık hali olduğunu; 13’ü şizofreninin
doğuştan gelen bir akıl hastalığı olduğunu düşünmektedir. Filmi izleyen
öğrencilerin sahip oldukları genel düşünce, şizofreniklerin toplumdan soyutlanması
gerektiğidir. Öğrencilerin 7’si filmin şizofreni hakkında doğru bilgiler içerdiğini,
6’sı içermediğini belirtmiş; 4’ü kararsız kalmıştır. Filmlerin özellikle genç izleyiciler
18
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, bu tür psikiyatrik sorunların işlendiği
senaryoların gerçekçi ve tarafsız yazılmasının gereği ve önemi ortaya çıkmaktadır.
Plastination
Issa Menge KURIA, Salah HSSA, Hani WARDEH
Plastination is a process at the interface of anatomy and modern polymer chemistry.
Plastination makes it possible to preserve individual tissues and organs. Before
plastination, most of the specimen used in the lab were preserved by coating the
specimen using plastic on the outside. This was a good way for preserving the
specimens but neither the internal organs nor details could be clearly seen. In 1977,
the founder of this principle, Dr Gunther von Haggens came up with a notation that
instead of the plastic to be poured around the specimen, it would be better to push
it into the cells, which would stabilize the specimens from within and one will be
able to grasp it with ease. Based on this theory, the aim of this project is to explain
how the process of plastination is carried out and also the various advantages it
offers.
Görsel İletişimin Bilinçaltımıza Saldırısı
Keziban TOKSAY, Cemal SAKALLI, Hüseyin NERGİS,
Mehmet Mustafa NACAR
Bilinçaltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavramdır. Bu kavram bilincimizin
farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesinde önemli rol oynayan
bir yapıyı belirtiyor. Bilinçaltının en önemli özelliği ise bilincimizin farkına
varmadığı olaylar, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Siz beş katlı bir binaya çıkarken
merdivenleri saymıyorsunuz ama bilinçaltınızda bu sayı biliniyor ve kaydediliyor.
Aynı şekilde bebekliğimize dair anılarımızı bilinçaltı kayıtlarının arasında bulmak
pekala mümkündür. Burada önemli olan nokta bilinçaltına gönderilen verilerin
karar verme ya da eyleme geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı direk
olarak etkilemesidir. İşin korkunç yanı bilinçaltının tüm görüntü, ses, resimleri
kaydetme özelliği 1900’lerden beri insanları yönlendirmek için kullanılıyor. Biz
projemizde bu yönlendirmenin kullanıldığı reklamlara ve sinema filmlerine yer
verdik. Örneğin filmlerin arasına “patlamış mısır ye” mesajlarının yerleştirildiği
ve bunların saniyenin 1/3000 kadar kısa bir sürede gösterilerek bilinçaltımıza
yerleştirilmeye çalışıldığı anlaşılmıştır. Böylece mısır satışlarının belirgin bir
düzeyde arttığı görülmüştür.”
Sağır Senfoni
Şeyda Ülkü KURAN, Adnan DURSUN
Onun eserleri öyle ani ve beklenmedik sürprizlerle dolu ki, bir trajediden bir
sevince, ağırbaşlılıktan komediye, acıdan neşeye aniden geçebiliyor. Hiç bir
sesi duyamadığı halde Beethoven’ın yarattığı bestelerde nasıl olup da uyumu
yakalayabildiği ve en güzel eserlerini de sağır olduğu dönemde vermesi çok
ilginç bir durumdur. Diğer taraftan sağırlığının eserlerine nasıl yansıdığı da ayrı
bir merak konusudur. Çünkü bilindiği gibi Beethoven’ın hastalığı dönemindeki
eserleri, özellikle senfonileri, müzik ritmindeki ani değişimlerle doludur. Bu
durumun, yaşadığı duygu fırtınalarıyla ilgili olduğu düşünülse de olayı tam olarak
kavramak ve sağırlığına rağmenbeste yapabilmesini tıbbi yönden açıklayabilmek
için araştırma konusu olarak bu konuda çalışmaya karar verdik. Bilimsel araştırma
yöntemi olarak derlemeyi kullandığımız çalışmamızda, konuyla ilgili olarak yapılan
bilimsel araştırmalara, yazılan bir makaleye ve Amerika’da yapılmış bir ankete yer
verdik. Sizce de sağır olan insanlar hiçbir şeyi duyamazlar mı? Bizi dinlemeden karar
vermeyin.
Tıp Öğrencisinin Sanatsal Bağı
Eren KARAARSLAN, Fatih GÜMÜŞ, Özen GÜL
Bu proje, dönem 1, 2, 3, 4 ve 5 öğrencilerini kapsayan ve her dönemden 5’i
erkek, 5’i bayan olmak üzere toplam 50 öğrenciye yapılan, 20 sorudan oluşan bir
anket sunumudur. Bu projedeki amaç, tıp öğrencilerinin sanatla olan ilişkilerinin
dönemlerine bağlı olarak değerlendirilmesidir. Bu anket uygulamasında, ilk 5
dönemde bulunan öğrencilerinin hayatlarında sanatın ne kadar yer aldığı, sanata
ne kadar zaman ayırdıkları, tıp fakültesinde öğrenim görmesinin sanat hayatını
etkileyip etkilemediği gibi sorularla tespitlerde bulunulmuş ve yapılan bu tespitler
sayesinde sunumda belirtilecek olan sonuçlara ulaşılmıştır.
TIP ve TARİH
İşkence Tarihi
Hilayda KARAKÖK, Ayten ARISOY, Gökhan YARDIMCI,
Henok TAMERAT HAİLE
Projedeki amacımız işkencenin tarihsel kökenlerini, psikolojik yönlerini ve genetik
kökenlerini araştırmaktır. İşkence devletin otorite göstergesi, bireyin ise iktidar
hırsının bir sonucudur. Tarih kapsamında işkencenin ilkel kabilelerden günümüze
değişimini inceledik. İşkence psikolojisini sadizm ve mazoşizm başlıkları altında
araştırırken; sonuçta hepimizin içinde sadist bir ruh barındırdığna ulaştık. Bu
psikopatolojilere genetik yatkınlığı gözlemlemeye çalıştık. Seri katiller arasındaki
akrabalık ilişkilerinden yararlandık. Sonuçta işkencenin bireyin doğasında var olan
intikam hırsının bir ifadesi olarak tarih boyunca devam ettiğini ve şiddete eğilimin
genetik temelleri olduğunu bulduk.
Hemofili, Prens ve Cumhuriyet
Fatma Betül TUNCER, Elif Tuğçe KORKMAZ, Tuba ÜLKEVAN
Halil İbrahim İNCE
Projemizin amacı, kalıtsal bir hastalık olan hemofilinin etkilediği kraliyet
aileleri ve girdiği ülkelerde yol açtığı politik olayların tarihte ne gibi sonuçlar
doğurduğunu incelemektir. Hemofilinin kraliyet ailelerinde görülmesi ilk olarak
İngiltere Kraliçesi Victoria ile başlar. Kraliçe Victoria’nın soyundan gelen prens ve
prenseslerin saf kraliyet kanını korumak amacıyla diğer ülkelerin kraliyet aileleriyle
yaptıkları evlilikler bir kan hastalığı olan hemofilinin Avrupa’ya yayılmasına sebep
olmuştur. Kraliçe Victoria’nın soyundan gelen prensesler genlerinde taşıdıkları
bu hastalığı İspanya, Almanya–Prusya Krallıklarına ve Rus Çarlığına yaymıştır. Bu
prenseslerin erkek çocuklarının –tahtın varislerinin– hemofili olarak dünyaya
gelmesi bulundukları ülkelerde tek sebep olmamakla birlikte rejim değişikliğine
sebep olmuştur. Hemofili, İspanya’da cumhuriyetin kurulumunun yolunun
açmış, Rusya’da Bolşevik İhtilaline sebep olmuştur. Türkiye’de ise bahsedilen
ülkelerdeki gibi doğrudan olmamakla birlikte hemofili, cumhuriyetin kurulmasında
etkili olmuştur. Rusya’daki Çarlık rejiminin yıkılmasında ana sebeplerden biri
olan hemofili, Bolşevik İhtilalinin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmıştır. Aynen
domino taşlarının yıkılması gibi hemofilinin Rus İmparatorluğuna girişi Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulumuna varan birçok olayı tetiklemiştir. Amacımız, üzerinde
şimdiye kadar araştırma yapılmayan bu konuya dikkat çekmek ve bu konu üzerinde
düşünülmesini sağlamaktır.
Her Duyduğuna İnanma! Efsanelerin Tıbbi Gerçeklerle
Aydınlatılması
Merve Nur BÜYÜKPASTIRMACI, Fatma EMİNAĞA, H. Tuğçe SUSAM
Tarih boyunca insanlar yeni doğanda karşılaştıkları çeşitli varyasyonlardan ve
insanların bedenlerinde, davranışlarında sonradan meydana gelen sıra dışı
değişiklerden çok etkilenmişlerdir. Bu etkilenmeler sonucu değişik hikayeler
ortaya çıkmış ve bunlar da zamanla efsaneleşerek günümüze kadar ulaşmıştır.
Bu çalışmada bazı hastalıkların tarihte efsane yaratmış olaylarla ilişkisinin
incelenmesi amaçlanmıştır. Öncelikle konuyla ilgili bilimsel makaleler tarandı.
Daha sonra hastalıklarla ilgili literatür araştırması yapılarak efsanelerin hangi
hastalıklarla ilişkisi olduğu incelendi. Bulgular: Hepimizin duymuş olduğu
küçük denizkızı, vampir insanlar ve kurt adam gibi hikayelerin tamamen hayal
ürünü olmadığı bunların insan vücudunda meydana gelen ve o zamanlarda
açıklanamamış hastalıklar sonucu ortaya çıktığı bilimsel çalışmalar sonucu
saptanmıştır. Örneğin çocukluğumuzun renkli karakterlerinden olan küçük deniz
kızı aslında bitişik bacaklı doğan kız çocuklarının hikayesidir. Yapılan araştırmalar
sonunda literatüre sirenomelia olarak geçen bir hastalık olan deniz kızı sendromu
geçmişte açıklanamamış ve yeni bir canlı türü olarak kabul edilmiştir. Yine kurt
adam olarak günümüze kadar ulaşmış bir diğer efsanenin altında ise hipertrichosis
hastalığı yatmaktadır. Aynı şekilde geçmişte açıklanamayan porphyria hastaları
da vampirlerle ilişkilendirilmiştir. Nesilden nesile aktarılan bazı olayların aslında
tamamen hayal ürünü olmadığı, sadece bilimsel yetersizlikten kaynaklandığı
ortaya çıkmıştır. İlerleyen zamanda yapılacak olan çalışmalarla daha birçok
bilmediğimiz gerçek açıklığa kavuşturulmalıdır. Hekim olarak burada bize düşen
her duyduğumuza inanmamak, ve duyduğumuz hiçbirşeye de kayıtsız kalmamak.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
19
İnsanın İnsana Yaptığı
Karantina: Tıbbın Kara İncisi
20. yüzyıl, ilk insandan bu yana ardı arkası kesilmeyen savaşların dünya çapında
felaketlere dönüştüğü dönemin adıdır. Kana doymayan insanoğlunun hırsı,
milyonların yaşamını yitirdiği I. Dünya Savaşı’ndan yaklaşık yirmi yıl sonra
ikinci bir Dünya Savaşına daha sebep oldu ve II. Dünya Savaşı sırasında yapılan
katliamlar ve acımasızlıklar I. Dünya Savaşı’nı dahi gölgede bıraktı. Kitle imha
silahları kapsamında değerlendirilen kimyasal, biyolojik ve nükleer silahların hiç
çekinilmeden insan toplulukları üzerinde kullanıldığı bu dönem sonsuza kadar
“İnsanlık Tarihinin Yüz Karası” olarak anılmaya mahkum olmuştur. II. Dünya Savaşı
aynı zamanda Tıp Tarihi’nde de yeni bir dönemin başlangıcıdır. Savaş ortamının
getirdiği başıboşluk, çeşitli ideolojilerin insanlar arasında doğurduğu kin ve kendini
bilmez devlet yöneticilerinin sınırsız yetkilerle donattığı araştırmacılar; insan
mantığının ve vicdanının asla onay vermeyeceği tıp deneylerinin yapılmasına
sebep oldular. Çeşitli hastalık etkenlerinin sağlıklı bireylere verilip, sonu ölümle
biten hastalık süreçlerinin takipleri, Zorla uygulanan cinsiyet değiştirme ameliyatı
denemeleri, Farklı canlılardan alınan üreme hücreleri ile kadınları yapay olarak
dölleyip güçlü bir ırk yaratma çabaları, Çeşitli kimyasalların göze enjekte
edilmesiyle göz renginin değiştirilmesi girişimleri, II. Dünya Savaşı sırasında
Nazi Almanyası’nda yapılan onlarca insanlık dışı tıp deneyinden bazılarıdır. Savaş
sonrasında kurulan Nuremberg Mahkemeleri’nde kanıt olarak kullanılan yazılı ve
görsel materyallerden yararlandığımız bu araştırmamızı dinlediğinizde insanın
insana yaptıklarına bir türlü inanamayacaksınız.
Tarih boyunca bulaşıcı hastalıklar, her zaman insanoğlunun üzerine düşen bir gölge
gibi olmuştur. Bu hastalıklarla mücadelede yüzyıllar boyunca kullanılagelmiş ve
günümüzde bile hala halk sağlığı otoritelerinin güvendiği stratejilerden biri de
karantina yöntemidir. Dünden bugüne cüzzam, veba, kolera, tifüs, SARS (severe
acute respiratory syndrome) ve kuş gribi gibi pek çok hastalıkta uygulanmış olan
karantina; bulaşıcı bir hastalığa maruz kalan şüpheli durumdaki insanları ve
hayvanları, hastalığın en uzun kuluçka devresine eşit bir süre, kimseyle temas
ettirmemek suretiyle alınan tedbirsel faaliyetlerin tümüdür. Karantina çoğu zaman
geniş çaplı olduğu ve başarılı olabilmek için birçok ülkenin işbirliğini gerektirdiği
için, uygulanması zor ve kararlılık isteyen bir yöntemdir. Bu projedeki amacımız
günümüz tıp dünyasına Ortaçağ tıbbının belki de en büyük mirası olan bu yöntemi,
tarihsel gelişim süreci içerisinde, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan
uygulamalar kapsamında incelemek ve çeşitli zorlukları nedeniyle kötü bir üne
sahip olan yöntemin, güncellenmiş kanıtlara göre temel içeriğini hala koruduğuna
dikkati çekmektir.
Mehmet EZER, Mustafa YILMAZ, Ramazan KILIÇ
Bir Bedende Kesişen İki Farklı Dünya: Yapışık İkizler
Serap KIRLI, Murat AÇAR, Emine BÖYÜK
Yapışık ikizler, tarih boyunca insanoğlunda korku, şaşkınlık ve merak uyandırdılar.
İlkçağda Roma tanrısı Janus, ortaçağda şeytanın tohumu oldular; Rönesans’ta
anatomi çizerlerinin hayal gücüyle şekillenip modern embriyoloji ve cerrahi
tekniklerinin gelişmesiyle başarılı ameliyatlarla manşetlere taşındılar. Trajikomik
hayat serüvenleri boyunca kafes içinde şehir şehir sirklerde dolaştırılan da
onlardı, siyasette polemik konusu olanlar da Hipokrat, yapışık ikizliği “Bir insana
yetecek tohum bulunması, fakat aynı tohumun iki ayrı varlık için yetersiz olması
hali” olarak tanımladı. Resmi kayıtlara dayanan ilk yapışık ikiz vakası 1100 yılına
ait. Bu tarihten önce doğan ikizler ya hemen öldürüldü yada kayda geçirilmedi.
Ortaçağda “cadı çocukları” veya “iblis” olarak nitelendirildiler ve toplumdan tecrit
edildiler. Bazılarıysa sirklerde ve karnavallarda halka teşhir edildi. İlk olarak yapışık
ikizler 1690 yılında başarılı olarak ayrıldı. ”Siyam İkizleri” terimi, gösterileriyle
dünya çapında üne kavuşan Chang–Eng kardeşler sayesinde akıllara kazındı.
Anatomistler ve doktorlar uzun yıllar annenin bozuk psikolojisinin yada gebelik
sırasında yaşanan travmaların bu anomaliye yol açtığını düşündüler. Gerçek ise
19. yüzyılda embriyolojideki gelişmeler ve otopsi çalışmaları ile ortaya çıkacaktı.
İlk operasyonlarda ikizlerden biri yaşamını kaybederdi, 1950’li yılların sonrasında
ise ikizlerin her ikisini de yaşatacak başarıya ulaşıldı. Geride bıraktığımız yüzyılda
ortaya çıkarılan sırlarına rağmen yapışık ikizler popülerliklerinden hiçbir şey
kaybetmedi.
Che ve Zorunluluklarımız
Serkan ASİL, Arman ERKAN, Ali Anıl ALTINSOY
Ernesto Che Guevara tıp eğitimi aldı; ama tıp tarihine katkıda bulunmak yerine
devrim tarihine katkıda bulundu. Güney Amerika’da, insanların yaşadığı sıkıntılı
günlerde onlara yardım edebilmek için gönüllü oldu. Bu onun hayat görüşünü
değiştirip devrimci yürüyüşüne kaynaklık etti. Bugün ülkemizin pek çok noktasında
o günlerin Güney Amerika’sından çok farklı olmayan hayatlar yaşanmaktadır.
Projemizde bu konuyla ilgili olarak mecburi hizmet yasası yada gönüllülüğün
problemi çözüp çözemeyeceği tartışılmıştır.
Meltem KIRLI, Ceren ALPARSLAN, Ayşe ÖLMEZ, Mehmet AYDOĞMUŞ
Probiyotiklerin Tarihçesi
A. Necib AKMAN, Yiğit SEZER, Zeynep BAŞ, Hazel YAĞCIZEYBEK
Gıdalarımıza eklediğimiz ufak canlıların binlerce yıllık geçmişi ve günümüzdeki
kullanım şekilleri oldukça ilgi çekici bir konudur. Binlerce yıl önce özellikle süt ve
süt ürünleri içinde insanoğluna özellikle sindirim problemlerini azaltma yönünde
hizmet etmeye başlayan bu minik canlılar günümüzde ishal, atopik hastalıklar,
ameliyat sonrası enfeksiyonlar, bağışıklık sistemini güçlendirme, kanser, ülseratif
kolit, kolesterolü düşürme gibi çok değişik tedavilerde kullanılabilmektedir. Ancak
bu tedavilerin hangi dozda ne kadar sürede ne şekilde uygulanacağı konusunda
önemli ölçüde bilgi eksikliği bulunmaktadır. Biz projemizde binlerce yıl öncesinin
efsanelerinden geleceğin hayalleri arasında bir köprü kurmaya çalıştık
Vampir Hastalığı
Yahya Burak ATALAY, Ahmet İLBAY, Dirsam AHMAD
Yüz yıllardan beri vampirler hakkında hikayeler anlatılmaktadır. İnanışlara göre
vampirler ölen insanların ruhlarıydılar ve öç almak için tekrar dünyaya gelmişlerdi.
Orta çağ Avrupa’sında vampirlerle ilgili, insanlar şimdi batıl saydığımız birçok
davranışları sergiliyorlardı. Örneğin vampir olduğu sanılan insanların cansız
bedenleri mezarlarından çıkarılıyor ve onlarca işkenceden sonra yakılıyordu. Biz
ise tıp fakültesi öğrencileri olarak bu vampir olarak nitelendirilen insanların
ortak bir hastalıkları olup olamayacağını araştırdık. Araştırmalarımız sonunda
Porfiri hastalığının bazı bilimsel otoriteler tarafından vampir hastalığı olarak
adlandırıldığını öğrendik ve bu hastalığın tarihsel uzantılarını hastalığın patolojisini
araştırdık. Hipotetik olarak Vincent Van Gogh, Theo Van Gogh, Kral 3. George
porfirinin semptomlarını gösterdiklerinden porfiri hastalarıydılar ve biz de
onların hayatlarından bazı kesitler aldık. Sunumumuzun son kısmındaysa toplum
tarafından yanlış olarak bilinen bir gerçeği aydınlattık. Aslında Kont Drakula olarak
bilinen Prens Vladislav Basarab bir vampir değildi ve Cüneyt Arkın filmlerinden
kendisini çok iyi tanıdığımız kazıklı Voyvodaydı.
Nereden Geldi Bu Terimler
İsmail Aydın ADIGÜZEL, İpek KERİMEL, Mustafa Alican DİRİCAN,
Nilgün ERASLAN
Projemizde tıp terimlerinin daha anlaşılabilir hale gelmesi ve akılda kalıcılığının
artması için, tıp terimlerinin mitolojik kökenini araştırdık. Ayrıca deontoloji
derslerinde de bu konunun üzerinde durulmaması bizi bu projeye yöneltti. Bu
projeyle tıp fakültesindeki öğrencilerin bu konu üzerine ilgisini çekeceğimize
inanıyoruz. Bu amaçla internetten ve kitaptan yaptığımız araştırmalar
sonucunda edindiğimiz verilerin ilgi çekici olanlarına projemizde yer verdik.
Ulaşmış olduğumuz bulgular ışığında tıp terimlerinin adlandırılırken özellikle
Yunan mitolojisinden, çeşitli dinlerdeki karakterlerden ve tarihsel olaylardan
etkilenildiğini gördük. Projede yer verdiğimiz terimler ”Febris, Gigantizm,
Staphylococcus, Proteus, Caput Medisa, İris, Himen, Priapizm, Hypnos, Odipus
Karmaşası, Panik, Penia, Risus Sardonicus” tur.
20
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Masumiyet Projesi–Yargının Suçladığı, Bilimin Akladığı
İnsanlar
Derya AYDIN, Erdem ÇOMUT, Zeynep YEGİN
1985 yılında adli tıpta DNA analizlerinin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte suç
olaylarının araştırılması farklı bir boyut kazanmıştır. Masumiyet Projesi de adli
DNA analizlerini temel alan 1992 yılında ABD’de New York’ta iki savcı tarafından
başlatılan gönüllü bir çalışmadır. Projenin temel amacı gerçekte işlemediği
suçlardan hüküm giyen kişilerin masumiyetlerinin DNA analizleriyle ortaya
çıkarılmasıdır. Bu nedenle proje “jürinin suçladığı, bilimin akladığı insanlar
projesi” olarak bilinmektedir. Türkiye’de ise henüz DNA bankası yoktur fakat
Türkiye’nin birçok laboratuarında kriminal amaçlı DNA analizleri yapılmaktadır.
Yapılan çalışmalar bilgisayarda tutulmadığı ve bilgi paylaşımı yapılmadığı için
pek çok olay bu nedenle aydınlatılamamaktadır. Ülkemizde kriminal çalışmaların
sağlıklı yürütülmesi için DNA bankaları kurulmalı ve dünya bankaları ile entegre
olunmalıdır. Suçsuzluğun belirlenmesi gerçek suçlunun bulunması kadar önemlidir
ve 21. yüzyılda DNA teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte bu düşünce, hayal
olmaktan çıkıyor.
Ölümsüzlük Otu Efsaneleri
Burak ULAŞ, Berkan KAPLAN, Gözdem KAYKI
İnsanların en önem verdiği şey şüphesiz sağlık. . . Yıllardan beri süregelen bir
gelenek herkes uzun yaşamak ister. Ama zamanı gelince herkes ölür. Çağlardan
beri bütün hükümdarlar, padişahlar, komutanlar. Sağlıklı yaşamayı becerebilmiş
fakat ölmüşlerdir. Bu insanların ulaşamadıkları tek bir güç kalmıştır: ÖLÜMSÜZLÜK.
Bunun için yüzyıllardan beri ölümsüzlük otu aranmaktadır ve pek çok hekim yollara
düşmüştür. Günümüze geldiğimizde ise bize bu efsaneleri anlatmak ve yaşatmak
kalmıştır.
Tıbbın Minik Kahramanları
Merve EREL, Mukhshada Devi SEEGOOLAM, Kübra YILMAZ
Hayvanlar yüzyıllardır çok çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Tıp tarihine bakacak
olursak ilk deneylerde bile hayvanların kullanıldığını görmekteyiz. Geçmişten
günümüze, hayvanların deneylerde kullanılmaları tıbbı şahlandırmıştır. Görünüşte
minik ama önemi küçümsenemez derecede büyük olan kahramanlarımız;
anesteziden tansiyon ölçülmesine, kalça protezinden ağrısız doğuma birçok
tıbbi buluşun vazgeçilemez elemanları olmuştur. 1600’lerde bir tavukla ilk
sistematik deneyi yapan Francis Bacon; yılan, geyik gibi hayvanları ilk kez canlı
olarak inceleyen William Harvey deneylerinde deney hayvanı kullanmış bilim
adamlarından sadece birkaçı. Ancak insanların hastalıklarına çare bulmak
için yapılan bu deneylerde birçok etik tartışmalar ortaya çıkmıştır. Burada
unutulmaması gereken nokta; hayvanların da birer canlı varlık olduğudur.
‘Düşünüyorum, öyleyse varım!’ diyen Descartes’a göre hayvanlar canlı varlıklar
olarak görülmediği için 17. yy’da hayvan deneylerinin etik boyutu düşünülmüyordu.
Fakat, sonraki yıllarda bu konu üzerinde durulmaya başlanmış. Ve birbirini takip
eden bir takım yasalar çıkarılmış, çeşitli kurallar benimsenmiş. 3 R’ler kuralı
da bu kuralların en etkililerinden biridir. Günümüzde ise 2 farklı düşünce tarzı
benimsenmiş: Bir tarafta, hayvanların deneylerde kullanımının tıbba hiçbir katkısı
olmadığını savunanlar ve buna karşı olarak, deneylerde hayvanların kullanılmaması
durumunda tıbbın ilerleyemeyeceğini düşünenler. Ancak şu da bir gerçek ki hayvan
deneylerinin insanlara faydası olduğu kadar hayvanlara da çok büyük faydaları
vardır. Birçok hayvan hastalığına da bu şekilde çare bulunmuş. Sonuç olarak, bir
takım etik tartişmalar olsa da, tıbbın temelleri tarihte bu minik kahramanların
sayesinde ortaya çıkan bulgular üzerine atılmıştır.
bir dönem olmadığını göstermek, böyle bir buluş için birçok araştırmacının
fedakarlıklar göstererek, işbirliği içinde çalıştıklarına dikkat çekmek istedik. Ayrıca
modern tıptaki birtakım dogmatik tavırların (midenin steril olduğunun iddia
edilmesi gibi) ilerlemelerin önünü kestiğini de göstermeye çalıştık.
Çanakkale’de Tıbbiyeli Şehitler: Bir Efsanenin Analizi
Hasan Büyükdoğan, Mert Şİmşek, Yavuz Gündoğdu
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kasım 1914 ile Ocak 1916 arasında yoğun
muharebelerin yaşandığı Çanakkale cephesi, katılan bütün tarafların büyük
kayıplarıyla sonuçlanmıştı. Çeşitli cephelerde süren Dünya Savaşı, Türkiye’de
özellikle genç nüfusun giderek erimesine yol açmış; göçlere ve yoksulluğa eklenen
salgın hastalıklar bu durumu daha da ağırlaştırmıştı. Seferberlik yıllarında, askerlik
çağındaki bütün gençler gibi üniversite öğrencileri de silah altına alınmış, bu
nedenle özellikle Çanakkale, toplumun tüm sınıflarının bir araya geldiği bir cephe
olmuştu. Ama bu muharebelerde yitirilen üniversiteli gençlerin sayısı ve hangi
fakültelerden geldikleri, bugün hala tam olarak belli değildir. Çanakkale Savaşı’na
katılan Darülfünun Tıbbiye öğrencilerinin kimliklerini araştırmak amacıyla yapılan
bu çalışmaya konu olan hikayede; Mayıs 1915 ‘tıp öğrencilerinin gönüllü olarak
2. Tümen içerisinde cepheye gittikleri bu tümenin 19 Mayıs taarruzunda tümüyle
yitirildiği ve 1915 dönemi öğrencilerini kaybeden Tıbbiye’ 1921 yılında hiç mezun
veremediği\” iddia edilmekteydi. Yapılan araştırma, sözkonusu iddianın asılsız
olduğunu bilinenlere hiç uymadığını kanıtlamaktadır. ”
Barışla Gelen
Gyulten Ziyaeva Alieva, Ekin KIRCALI, Burak OMAY
Bir hekim olarak İmhotep’in tıp tarihine olan katkıları yadsınamayacak
boyutlardadır. İmhotep, hekimliğinin yanı sıra aynı zamanda bir mimar, vezir, din
adamı, başkatip ve gökbilimciydi. Özellikle mimarlığı çok ön plandadır. Piramitlerin
mucididir ve Mısır tarihindeki çok önemli bazı yapıların da mimarı olduğu yada
yapımlarında rol aldığı düşünülmektedir. Kendisi güvenilen bir din adamıydı; aynı
zamanda hükumdara maliye, adalet, savaş, tarım gibi konularda da yardımcılık
yapmıştır. Hekim olarak yaptıklarına baktığımızda ise günümüzde de kullanılan
bazı terimlerin ona it olduğunu görüyoruz. . Tıbbi konularda önemli bilgiler içeren
Edwin Smith Papyrus’ünün yazarının da İmhotep olduğu çeşitli tarih bilimciler
tarafından düşünülmektedir. Ölümünden sonra, Yunanlılar Asklepios ile İmhotep’i
hemen hemen aynı anlama gelecek şekilde kullanmıştır. Bu da onun tıp tarihinde
nasıl bir öneme sahip olduğunu iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Bütün bu
yaptıkları, İmhotep’i ölümlü Mısır’lılar arasından tam tanrılık sıfatına erişebilen iki
kişiden birisi yapmıştır.
Yüksek Ökçeler, Korseler... Doktor Bana Ne Giyeceğimi
Göster
Mihrimah Selcen Bağcı, Pelin Esmeray, Onur İnce
Tarih boyunca insanların vazgeçemediği en temel ihtiyaçlarından biri giyinmek.
Değişense sadece modeller. Geçmişten bugüne modada yaşanan değişimlerin
insan sağlığına pek çok etkisi var elbette. 1800’lerdeki korselerin yerini günümüzde
düşük belli kotlar, kara çarşafın yerini mini etek alsa veya güzel kadın tanımı
balık etinden 0 bedene değişse de bu değişimler sağlık için iyinin yanında kötü
sonuçlar da doğurmuştur. Bu sonuçların modayla ilgili iki kişiyle, Cengiz Abazoğlu
ve aynı zamanda bir hekim olan Mürvet Tuncel ile değerlendirilmesi projemizin
temelini oluşturuyor. Bu çalışmamız sonucunda anladık ki yıllar boyunca istesek
de istemesek de moda hayatımızın bir parçası olmuştur, olmaktadır, olacaktır. Ve
hayatımızın her öğesi gibi sağlığımızı etkilemektedir.
Bir Asırlık Keşif Helicobacter Pylori
Astımdan Devrime, Ernesto Che Guevara
Dünya nüfusunun nerdeyse yarısını etkileyen Helicobacter Pylori (gastrit, ülser
gelişiminde etkili, tip 1 karsinojen), ülkemizde de görülme sıklığı yüksek bir
bakteri türüdür. 2005 yılında Nobel Tıp Ödülü kazandırmış olmasına rağmen; halen
hakkında pek çok bilinmeyen vardır. 1838 yılında Alman Botcher ile başlayan
tarihi, keşfi sırasında araştırmacıları denek olmaya götürecek kadar yaşanan ilginç
gelişmeler bizi H. Pylori üzerinde çalışmaya yöneltti. Projemizde H. Pylorinin
tarihini anlatırken keşif sürecinin tek bir araştırmacının altından kalkabileceği
Ernesto Guevara de la Serna, 14 Haziran 1928’de dünyaya geldi. Doğumundan
15 gün sonra akciğerleri iltihaplanmıştı. 2 yaşında, annesiyle birlikte nehirde
banyo yaparken ilk kez astım krizine yakalandı. Babası onun mühendis olmasını
ve kendisine yardım etmesini istemişti; fakat Che doktor olarak kendi hastalığını
anlamayı ve çözmeyi istiyordu. Bu hastalık Che’nin yakasını ölümüne dek bırakmadı.
Che, uzun yolculuklarında astımından ötürü çok çekti. Ama o kendisini düşünmedi,
çünkü onun öncelikle tedavi etmesi gereken hasta bir toplumu vardı.
Asif SELİMOV, Cemre KOLSUZ, Mehmet TUNÇ, Hacı Hasan YETER
H. İstem KÖSE, Mishack P. MMOLA, Ceyhun KILINÇ
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Neredeydik Nerelere Geldik
Can ILGIN, Gözde Kübra YAKKAN, Ali POTA
Tıbbın tarihsel gelişimi insanlığın başladığı tarih kadar eskidir. Bu gelişim boyunca
tıp çeşitli evrelerden geçmiş ve günümüzde geçerli olan, bilimsel, sebep–sonuç
ilişkisine dayanan modern tıbba evrimleşmiştir. Ancak bugün kökenini antik
inançlar, büyüler, şifalı otlardan alan “geleneksel tıp” ve iletişim araçlarıyla hızla
büyüyen ve yayılan söylentilerden köken alan “popüler tıp”, modern tıbba rağmen
varlığını sürdürmektedir. Devletin sağlık hizmetlerinin yetersiz kaldığı kırsal
kesim ve buradan kentin yoksul kesimlerine göç eden halkın modern tıpla birlikte
geleneksel tıbbı da benimsemesi açıklanabilir. Ancak modern tıbbın olanaklarına
ulaşabilen, şehirlerdeki orta ve üst sınıfın modern tıp dışında eğilimlere sahip
olması modern tıbbın bazı hastalıkların sağaltımındaki yetersizliğinden çok
doktor hasta ilişkilerindeki güven ortamının eksikliği ile açıklanabilir. Modern
sağlık hizmetlerinin tüm toplumda kabul görmesi ve yerleşmesi için geleneksel
tedavi şekillerinin bilimsel açıdan incelenmesi ve verilen sağlık hizmetlerinin etkin,
anlaşılır kılınması şarttır. Tüm sağlık profesyonellerinin, hasta ilişkilerinde özellikle
“bilgilendirme” konusunda gerekli etik hassasiyeti ve çalışmalarında modern tıbbın
gereği olan bilimsel duyarlılığı göstermeleri, toplumumuzda ve tüm toplumlarda
yaşanan bu sorunu çözmede kilit rol oynayacaktır.
Hacettepe’nin Uyanan Tarihi ve Tarihin Yankıları
Serpil IŞIK, Aslıhan Esra KARAAĞAÇ, Murat GÖKTEN
Projenin konusu; okumakta olduğumuz okulun kuruluş aşamasını, bu aşamada
karşılaşılan sorunları, Türkiye’nin en iyi hastanesi olma yolunda geçmişte yapılan
çalışmaları araştırmak ve bunu ilk mezunlardan Saygıdeğer beş hocamızla röportaj
yaparak öğrenmek. Amacımız; ‘Tarihini bilmeyen uluslar yok olmaya mahkumdur.’
diyen Ulu Önderimize kulak vererek kendi tarihimizi öğrenip, öğrendiklerimizi proje
çerçevesinde arkadaşlarımızla paylaşarak, hatalarımızı ve büyük başarılarımızı göz
önüne alıp ilerinin daha net görülmesini sağlamaktır. Bunu değerli hocalarımızın
anılarından da faydalanarak sizlere aktarmak istedik. Bu amaçla Hacettepe’nin
tarihini araştırdık ve ilk mezunlardan; sayın Gülsev Kale, Sebahat Tezcan, Bülent
Gürsel, Zafer Öztek, Tunçalp Özgen Hocalarımızla görüşmeler yaptık. VE ayrıca
Saygıdeğer İhsan Doğramacı’nın Hacettepe’nin kuruluşu için verdiği çabaları da
gözler önüne sermek istedik.
Ölüm Meleği (The Angel Of Death)
Aybegüm DEMİRTÜRK, Tuğçe KÜTÜK, Erkan Sabri ERTAŞ,
Gündem KIRLANGIÇ, Murat ALIŞIK
Irkçılık genel olarak çeşitli insan ırkları arasındaki biyolojik farklılıkların kültürel
veya bireysel meseleleri de tayin etmesi gerektiğine ve doğal sebeplerle bir
ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine
hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden
doktrindir. Irkçılık, 20. yüzyılın en büyük soykırım, katliam ve savaşlarının,
sorumlusu olan faşist ideolojisinin de en önemli unsurudur. Nazi ideolojisine göre
ırklar üç temel kategoriye ayrılıyordu: Birinci kategori olan “medeniyet üreten
ırklar”, Almanlar ve diğer Kuzeyli kavimlerdi. ”Medeniyeti izleyen ırklar” ise,
medeniyeti ilerletme yetenekleri olmayan, fakat taklit edebilen ”sıradan” ırklardı.
Hitler, Çinliler, Japonlar gibi milletleri bu ikinci kategoride sayıyordu. Üçüncü
kategori ise ”medeniyeti tahrip eden ırklar”dı ki, bunlar Yahudiler, Slavlar, Zenciler
gibi ırklardı. Naziler üstün ırk saydıkları Alman ırkını tüm dünyaya hakim kılma
rüyasıyla yola çıkmışlar ve başta Yahudiler olmak üzere diğer ırkları bu amaçla
yok etmeye çalışmışlardır. Hitler’in rüyası bütün dünyaya hükmedecek bir Alman
İmparatorluğu kurmak ve dünya üzerindeki tüm ”aşağı” ırkları sterilize ederek
sözde ”insan evrimi”ni hızlandırmaktı. Nitekim bu, Darwin’in de dile getirdiği
bir kehanetti. Nazi vahşetinin en çarpıcı örneklerinden biri, ölüm meleği olarak
bilinen Nazi subayı Josef Mengele’nin Auschwitz toplama kampında tutuklular
üzerinde yaptığı insanlık dışı deneylerdir. Mengele tarafından kamp tutsakları
arasından ”kobay” olarak seçilen yetişkinler ve çocuklar üzerinde korkunç deneyler
yapılmıştır. Mengele’nin en zalim deneyleri ise, kampa gelen ikiz çocuklar üzerinde
olmuştur. Mengele kampa gelen tüm ikizleri diğer tutsaklardan ayırmış ve
üzerlerinde farklı deneyler yaparak kalıtımsal faktörlerin etkisini ölçmüştür. Ancak
kullandığı metodlar inanılmaz derecede zalimdir. Denekleri üzerinde hiçbir anestezi
yapmadan cerrahi operasyonlar yürütmüştür. Yaptığı deneyler bugün modern tıp
21
tarafından birer ‘ı’ olarak kabul edilmektedir. Bu proje konusunu seçmemizdeki
amaçNazizm ve Josef Mengele’ yaptığı insanlık dışı deneylerin tıp ve insanlık
tarihinde birer artı mı yoksa eksi mi olduğunu sorgulamaktır.
Dünden Bugüne Ağrısız Doğum ve Doğumda Kullanılan
Anestetikler
Şahika Bolsoy, Ahmet Çağrı Evran, Andaç Develİ
İnsan hayatının belki de en büyük mutluluklarının kaynağı olan doğum olayı
insanlığın varlığından beri belki de en çok ilgi uyandıran konulardandır. Fakat bu
güzel olayın yanında bir de acısı vardır. Biz bu proje ile insanlığın ilgisini hala ayakta
tutabilen bu olgunun verdiği acıyı dindirmek için ilk çağlardan itibaren uygulanan
ve ağrı dindirmeyi amaçlayan anestetik maddelerin gelişimini araştıracağız. Bu
proje ile amacımız doğumda dünden bugüne kullanılan anestetik maddelerin ve
yöntemsel değişimlerin incelenmesidir. Projemiz sırasında eskiden kullanılan ağrı
azaltıcı yöntemleri, anestetik maddeleri ve günümüzde doğum sırasında kullanılan
anestezik yöntemleri anlatan kitaplar ve veri tabanları kullanılacaktır.
Sarıkamış Dramı
Okan günaydın, Burak elmaağaç, Orgül Derya bozkurt
Sarıkamıştaki ihmalkarlık ve askeri harekattaki başarısızlık konunun özetini
oluşturuyor.
EKG (Elektrokardiyografi) Gelişim Tarihi
İsmail Mikdat KABAKUŞ, Yavuz OCAK, Meryem ABBASİ,
Bedri KARAİSMAİLOĞLU,
EKG kalbin elektriksel aktivitesini ölçmede kullanılan hassaslaştırılmış bir
galvanometredir. Bu projede günümüzde kullanımı çok yaygın olan EKG’nin
başlangıcından günümüze kadar olan gelişimsel süreci incelenmesi amaçlanmıştır.
EKG gibi zor anlaşılan bir buluşun temel düzeyinden başlayarak nasıl geliştiğini
araştırırken EKG’nin nasıl çalıştığını, ne için kullanıldığını görme ve gösterme
amacı etkili olmuştur. EKG tarihi 17. yüzyıl başlarına kadar gitmektedir. 1600’lerde
W. Gilbert statik elektriği manyetik çekimden ayırmıştır. 1664’de Hollandalı bilim
adamı Jan Swammerdam sinir ve kas bağlantısını bulmuştur. İlerleyen yıllarda
elektrik ile ilgili bilgiler artmış canlılarda elektrik olup olmadığı tartışılmaya
başlanmış. İtalyan anatomist Luigi Galvani 1786’da kas–sinir–elektrik bağlantısını
çözmüştür. Elektriğin insan üzerindeki etkisi incelenirken, galvanometre icadı
ve hassaslaştırılması ile insanda elektriksel aktivite ölçülmüştür. İlk defa kalbin
elektriksel aktivitesi 1887’de Waller tarafından ölçülmüş; bu aleti bilim dünyasına
tanıtan ise 1889’da William Einthoven olmuştur. Çalışmamız ‘Review’ türünde
sistemik gözden geçirme yöntemi kullanılarak yapıldı. Bu konu ile ilgili yapılmış
makaleler, diğer araştırmalar ve ansiklopediler içinde yer alan bilgiler kullanıldı.
Tarihi bilgilerden yararlanarak yeni ve özet bir sentez yapıldı.
22
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve İNSAN
And the Oscar Goes to Munchausen!
Berçin KUTLUK, Çiğdem ORUÇ, M. Tamer DİNÇER, Alper UÇKUN
Bu proje, bir yapay bozukluk olgusu olan Münchausen Sendromu’nu konu
edinmektedir. Münchausen Sendromu herhangi bir yönlendirme olmaksızın fiziksel
hastalık belirtileriyle gelen ve bu şekilde ilgi çekmeyi ve hasta rolü oynamayı
amaçlayan bireyleri tarifleyen psikolojik bir rahatsızlıktır. Projede, sendromu
literatürde yer alan bazı vakalar üzerinden tariflemenin yanı sıra üniversitemizin
İç Hastalıkları bölümünde öğrenim görmekte olan asistanlarımıza bir anket
uygulayarak onların farkındalık düzeylerini ölçmeyi de amaçladık. Münchausen
sendromunun etyolojisi çok net bilinmemektedir; ancak psikolojik faktörlerin yanı
sıra sosyokültürel faktörlerin de hastalık gelişiminde rol oynadığı düşünülmektedir.
Bu nedenle, doğu ve batı kültürlerinde hastalığın prevalans ve insidanslarının
farklı olabileceğini düşünerek literatürde son 5 yılda yayınlanan vaka sayılarını da
karşılaştırmayı amaçladık. Edindiğimiz sonuçlara göre yayınlanmış vaka sayıları
için doğu ve batı arasında anlamlı bir fark bulunmaktadır; fakat bu farkın sadece
sosyokültürel sebeplere dayandığı savunulamaz; akademik nedenler de göz önünde
bulundurulmalıdır. Bu konuda ek çalışmaların yapılması için projemiz yol gösterici
olacaktır. Ayrıca üniversitemiz asistanlarına uyguladığımız anketin sonuçlarına
göre de asiatanlarımızın çok fazla vakayla karşılaşmamakla beraber konuya ilişkin
farkındalık düzeylerinin yüksek olduğunu belirledik. Münchausen Sendromu
oldukça ilginç bir yapay bozukluk olgusudur. Bu tür hastaların invazif müdahalelere
maruz kalmadan tespit edilmesi ve bu hastalara psikolojik tedavi verilmeye
çalışılması hastaları korumak adına çok önemlidir. Her ne kadar nadir görülüyor
olsa da doktorların bu sendrom hakkında ve şüpheli vakalarla karşılaştıklarında
ideal davranışın nasıl olacağı konusunda bilgili olmaları gerekmektedir. Hastalık
hakkında cevaplanamayan onlarca soru vardır. Bunların başında bu tür hastalara,
reddedemeyecekleri bir tedavinin nasıl uygulanabileceği gelmektedir. Nadir de olsa
bu sendroma sahip insanlarla karşılaşılabildiğinden, bu soru cevap aramaya değer
bir sorudur.
Hatalı Antibiyotik Kullanımı
Sevgi TOPAL, Aynur ACIBUCA, Samime VURAL
İlaç kullanımıyla ilgili birçok hata yapılmaktadır ve bu durum birçok sağlık
problemini de beraberinde getirmektedir. Antibiyotikler de en çok kullanılan
ilaçlardan biridir. Antibiyotikler genel anlamı ile mikroorganizmaların sebep olduğu
enfeksiyonların tedavisinde kullanılan ilaçlardır. Antibiyotikler ateş düşürücü
müdür? Her ateşi olan hastada antibiyotik kullanılmalı mıdır? Antibiyotikler yan
etkileri olmayan masum ilaçlar mıdır? Altta yatan diyabet (şeker hastalığı), böbrek
veya karaciğer rahatsızlığı gibi hastalıkları olan kişilerde antibiyotik seçiminin
önemi var mıdır? Gebeler ve bebek emziren annelerde antibiyotik kullanımı nasıl
olmalıdır? Penisilin alerjisi nedir? Nasıl önlemler alınmalıdır? Antibiyotikler, başka
rahatsızlıklar için hali hazırda kullanmakta olduğumuz ilaçlarla etkileşebilir
mi? Antibiyotik kullanımının dozunun bir önemi var mıdır? Bu çalışmada
yukarıdaki sorulara yanıt aranarak hatalı antibiyotik kullanımındaki yanlış
anlaşılmalar açıklanmaya çalışılmıştır. Hatalı antibiyotik kullanımının doğuracağı
olumsuz sonuçların ciddiyetine dikkat çekilmiştir. Yanlış kullanımları önlemede
yapılabilecekler ve bu konuda hekimin rolü üzerinde durulmuştur.
Ölümden Sonra Yaşamak–Organ Bağışı
Ayfer ASLAN, Bahar KELEŞOĞLU, Zeynep YAYLA, Chiyar ALİ
Vücutta görev yapamayacak kadar hasta olan bir organın, bir yenisi ve sağlamı
ile değiştirilmesi düşüncesi çok eski zamanlardan beri insanların ilgisini çekmiştir.
Organ nakli, en basit tanımıyla, vücutta görevini yapamayan bir organın yerine
canlı bir vericiden veya ölüden alınan sağlam ve aynı görevi üstlenecek bir organın
nakledilmesi işlemidir. Organ bağışı ve kadavra donör yetersizliği ülkemizde ve
tüm dünyada organ nakil alanındaki en önemli sorundur. Bugüne kadar çok sayıda
genç hasta organ vericisi bulunamaması nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Özellikle
böbrek yetmezliği gibi tedavisi olmayan kronik hastalıklarda hastalara organ
nakli yapmak, hastanın hayat kalitesini yükseltirken ülkenin ekonomik yükünü
de önemli derecede hafifletmektedir. Ülkemizde organ bekleyen hasta sayısı her
geçen gün hızla artarken maalasef organlarını bağışlayanların sayısı aynı oranda
artış göstermemektedir ve aradaki fark giderek büyümektedir. Türkiye’de 2003
yılı sonu itibariyle organ ve doku nakli bekleyen hasta sayısı yaklaşık 11 bin iken,
aynı yıl içinde toplam organ bağışı sayısı 984’te kalmıştır. 2004 verilerine göre ise,
bir milyon nüfus başına düşen kadavra donör sayısı, gelişmiş Avrupa ülkelerinde
ortalama 30 iken, bu sayı ülkemizde sadece 4’tür. Bu rakamlar toplumumuzun
organ bağışı konusunda duyarsız olduğunu, ülkemizde organ bağışının artırılması
için geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerektiğini göstermektedir.
Doğanın Ücretsiz ve Yan Etkisiz İlacı: Gülmenin Anlamı
Saliha DEĞİRMENCİOĞLU, Sibel OYUCU, Esin Merve EROL
Niçin tebessüm eder veya güleriz? Kendi kendimizi gıdıklayınca niçin gülmeyiz?
Mizah duygusu beynimizin hangi kısmında yer alır? Bunlar gibi birçok soru, gülmek
ve kahkaha klinik bir hâdise olmadığı için henüz cevaplandırılamamıştır. Gülme
ve güldürme bir insanın organizmasına fiziksel, heyecansal ve ruhsal canlılık
katan psiko–fizyolojik bir eylemdir. Fakat zorlu yaşam koşulları, gündelik yaşamın
getirdiği stres ve karamsarlık insanlara gülmeyi neredeyse unutturdu. İnsana hiç
bir masraf yüklemeyen, çok kısa bir anda meydana gelen, gösterilmedikçe hiçbir işe
yaramayan ve insanlarla münasebetimizde çok mühim bir yer tutan gülümsemenin,
içtimai gücünün yanında bir de tıbbi gücü vardır. Projemizde gülmenin fizyolojik ve
sosyolojik yönü araştırılmıştır.
Seri Katiller
Betül DEMİROK, Gül ŞALCI
Suç ve cinayet kavramları, sadece sinemalarda devamı merakla beklenen
filmlerin iyi tasarlanmış senaryolarında yada çok satan romanlarda işlenen
popüler konulardan biri olarak değil, gerçek hayatın ve toplumların yüzleşmekten
kaçtığı bir gerçeği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bu tür konuların işlendiği
film ve kitaplara olan yoğun ilgi, belki de insanların suça ve cinayete olan karşı
koyamadığı merakının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Tarihte seri katillere
bakıldığında pek çoğunun doktor ve yine pek çoğunun cerrah olduğu gerçeği ise
konunun merak uyandıran diğer bir boyutudur. İşte bu noktalardan hareketle; seri
katiller, onları suça iten ruhsal ve sosyolojik sebepler ve hekimliğin bu durumlarla
olan ilintisi projede araştırma konusu edilmiş ana başlıklardandır.
Meme Kavramını Kadın İçin Önemi ve Mastektomi
Sonrası Rekonstrüktif Cerrahinin Rolü
Emine Nihan ÇELDİRME, Osman Gökhan ÖZAKINCI,
Zeynep Betül SOYSAL
Meme fizyolojik fonksiyonları açısından çok önemli bir organdır. Yenidoğanın
en sağlıklı beslenme şekli meme organının kullanımıyla olur. Ancak bu fizyolojik
öneminin dışında insanların da memeye kattığı farklı bir önem vardır. Geçmişte
bereketin, bolluğun simgesi olarak görülmüş, günümüzde ise daha ziyade kadının
kadınlığını hissetmesini sağlayan, kadınlığını dışa vuran en önemli unsur haline
gelmiştir. Jinekomastisi olan erkekler toplumda nasıl zor bir duruma düşüyorsa,
memesini kaybeden kadınlar da aynı zor durumla karşılaşırlar. Toplum gözünde
kişinin cinselliğinin dışa yansıyan kısmını temsil eder. Günümüzde meme kanseri
vakalarındaki hızlı artış birçok kadının mastektomi operasyonu sonrası memesini
kaybederek bu zor duruma düşmelerine sebebiyet vermektedir. Bir insan için bir
uzvunu kaybetmek şüphesiz çok zor bir durumdur ama yine de insanlar için çok
önemli bir unsurun, cinselliğin bir parçası olan memenin kaybı çok daha sarsıcı
olabilmektedir. Ancak çağımızda modern tıbbın rekonstrüktif cerrahi alanında
ulaştığı son nokta sayesinde bu duruma düşen kadınlarda oluşan psikolojik
çöküntüyü en aza indirgemek amacıyla meme rekonstrüksiyon operasyonları
yapılabilmekte ve kadınlar neredeyse mastektomi öncesi dış görünüşlerine
kavuşabilmektedirler.
Biyocerrah
Tacettin AYANOĞLU, Melike DALASLAN, Okan ERMİŞ, Nur HÜRSOY,
Özge ÖZEN
Yaraları iyileştirmek için sinek larvalarının (kurtçuklar) kullanımına dair pratik
uygulamalar, yüzyıllardır kullanılagelmektedir. Antibiyotik öncesi dönemde
doktorlar, larvaların yaralardaki nekrotik dokuları elimine ettiğini ve hastalarda
prognozu düzelttiğine dikkat çekmişlerdir. Buna rağmen çok bilinmemekte
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
ve yaygın olarak kullanılmamaktadır. Son zamanlarda bu yöntem gelişme
kaydetmektedir. Projemizin amacı; kurtçuk tedavisinin, tarihçesini, nasıl
uygulandığını, kullanım alanlarını, ülkemizdeki durumunu araştırmaktı. Ülkemizde
sadece GATA’da ve Cerrahpaşa’da uygulanan bu tedavi yöntemini inceleyerek
bilgi sahibi olmak, bu şekilde alternatif tıp yöntemleri ve hekim hasta ilişkilerine
değinmek istedik. Çalışma yöntemimiz, bu konuda daha önceden yapılmış
çeşitli araştırmalara ve sunumlara ulaşmak, yayınlanmış makaleleri incelemek,
olgu sunumlarına yer vermek, resimler için internette arama motorları, veri
tabanlarından yararlanmak, basında bu konu ile ilgili yer alan haberleri incelemek
şeklindeydi. Çalışmamızda; kurtçuk tedavisinin tarihçesine, uygulama alanlarına,
bu konudaki yeni gelişmelere, olgu sunumlarına ve basında yer alan haberlere yer
verdik. Kurtçuk tedavisinin uygulanış biçimi, artı ve eksileri bulgular bölümünde
tartışılmıştır. Sonuç olarak bu yöntemin kullanılırlığını ölçen tarafsız çalışmalar
yayınlandıkça, yöntemin yaygınlığı da artacaktır. Bu yöntemin diğer bir yönü,
uygulamadan önceki hazırlık aşamasıdır. Yöntemin yaygınlaşması ile hastaların
bu konudaki ön yargılarını daha kolay aşmaları beklenmektedir. Devam eden
çalışmalarda bu yöntemin uygulandığı hastanelerle temasa geçilip, halkın bu tedavi
yöntemi ile ilgili bilgi seviyesini ölçmeye, görüşlerini öğrenmeye dönük araştırmalar
yapılabilir.
Transplantasyon Etiği: Organ Tarlasında Hasat Mevsimi
A. Erdinç ÇİFTÇİLER, Gürkan GÜNER, Erdal SAĞ
Her yıl bütün dünyada binlerce organ transplantasyonu vakası ile karşılaşıyoruz. Bu
durum aslında gerek etik ilkeler açısından gerek hukuki açıdan birçok kısıtlamalarla
sınırlandırılmış ve düzene sokulmaya çalışılmıştır. Ama olayın derinine indiğimizde
karşılaştığımız örnekler bu kısıtlamaların zaman zaman çiğnendiğini gösteriyor.
Örneğin Çin’de idam mahkumlarının organlarının tranplantasyon için kullanılması,
insanların para karşılığı organlarını satması vs. Biz projemizde transplantasyonun
etik ilkelerini, hukuki boyutunu transplantasyon için belirlenen sınırları inceledik.
Araştırmalarımız sırasında dikkatimizi çeken çarpıcı örnekleri projemize dahil
ettik. Konuyla ilgili yazılmış makaleleri tarayıp bilimadamlarının olaya bakış açısını,
karşılaştığımız örneklerin hangi etik ilkelere ve yasal kısıtlamalara ters düştüğünü
irdeledik.
Bir Deney Bir Hayata Malolabilir mi? TGN 1412
Duygu DEMİRTAŞ, Zeynep ÖZ
TGN1412’nin Alman firması TeGenero ve Amerikan Parexel firması tarafından
2006 Mart ayında yürütülen klinik deneyi deneklerin ölümle burun buruna
gelmesine sebep oldu. Olay büyük yankı uyandırdı, medyada geniş yer buldu
ve de klinik deneylerle ilgili birçok etik sorunu tartışmaya açtı. Deney, çift kör,
randomize bir çalışmaydı. 2000 £ karşılığında görevlendirilen 8 denekten 2’si
plasebo alırken kalan 6’sına yeni geliştirilen ilaç verildi. Verilen doz hayvanlara
verilen dozun 1/500’üydü, yani güvenlik aralığı oldukça geniş tutulmuştu. Yine
de bu, plasebo almayan deneklerde ilacın enjekte edilmesinden 5 dakika sonra
ağır komplikasyonların gelişmesine engel olamadı. Denekler başlarının çatlayacak
gibi ağrıdığını söylüyorlardı ve yandıklarını iddia ederek üzerlerindeki kıyafetleri
yırtıyorlardı. Bu semptomlara kusma ve ağrı da eşlik ediyordu. Denekler yoğun
bakıma alındı; ama hiçbiri bir daha asla eski sağlıklarına kavuşamayacaklardı.
Çanakkale Cephesi Hekimleri
Ehad GÖKÇE, Rafiye SARIGÜL, Çağlar COŞARDERELİOĞLU
Günümüze kadar Çanakkale Cephesi birçok yönüyle ele alınmıştır. Fakat, savaşın
gölgesinde kalan Sıhhıye Cephesi gündeme gelmemiştir. Sıhhıye cephesinde de
en az Çanakkale Cephesindeki kadar zorluklar yaşanmıştır. Biz de bu projede sağlık
alanında yaşanan zorlukları ön plana çıkarmak istedik. Çanakkale Savaşında sağlık
alanında yaşananları araştırmak, hasta ve doktorların karşılaştıkları zorlukları
göstermek. Savaşın gerisinde tıbbi uygulamaların nitelik, nicelik ve yeterliliğini
verilere dayandırarak araştırmak ve tartışmak. Savaşta unutulan doktorların rolleri,
savaşa olan katkılarını inceledik.
23
İnsan Olmak
Zümrüt Duygu SEN, Altuğ YÜCEKUL, Mehmet Cahit SARICAOĞLU,
Batuhan AYDOĞAN
Günlük hayatta “İnsan olmak” çok kullandığımız bir deyimdir. Peki insan ve
hayvan sınırını çeken sadece toplum mudur? Yoksa bu terimin altında yatan
temel bir biyolojik fark var mıdır?, Öncelikle insan beynindeki farkındalık ve
duygu durumlarından sorumlu muhtemel bölgeleri araştırdık. Bu bölgelerin
temel olarak anatomisi ve fizyolojileri ile igili bilgileri edindikten sonra içlerinde
majör sorumluluğa sahip ve de hakkında en fazla çalışılmış alanı bölgeyi seçip
onun hakkında daha detaylı çalışmayı planlamıştık ancak çalışmayı bir bölgeye
indirmenin insan olmayı tam olarak açıklayamayacağını araştırmalarımız
sonucunda öğrendik. Projemizde hayvan homologları ile karşılaştırmalı olarak,
kognitif yetilerimize olanak veren asosiyasyon bölgelerini özellikle prefrontal
korteksi daha detaylı inceledik.
Benim Çocuğum
Gonca Gül GÜLBAŞ, Duygu YALINBAŞ, Hasan Fatih YÜKSEK
“Benim Çocuğum” adlı projenin yapılma amacı, zihinsel engelli çocuk sahibi
olan ailelerin yaşadıkları psikolojik ve sosyal zorlukları gözler önüne sermek ve
hedef kitlesi geleceğin doktorlarından oluşan bir topluluğa “zihinsel engelilik”
konusunda üzerlerine düşen sorumluluğu hatırlatmaktır. Zihinsel yetersizliğin
pek çok sebebi olabilmektedir: genetik, konjenital veya sonradan kazanılmış
olarak. Ancak bunların bir ortak noktası var ki o da şu: bunların çoğu önlenebilir
özelliktedir. Tıpkı bir çok hastalıkta olduğu gibi… Üstelik malpraktis de buna yol
açabilmektedir. Aileler genellikle zihinsel engelli çocukla karşılaşınca yaşadıkları
şokla birlikte bu durumun faturasını sürekli birilerine kesmeye çalışırlar. Durumu
inkar eder, içlerine kapanır, kendilerini ve çocuklarını sosyal yaşamdan soyutlamaya
çalışırlar. Çocuklarının farklı olmasını kabullenememeyle gelişen rahatsız ruh hali,
ebeveynlerin bilinçli veya bilinçsiz olarak davranışlarını olumsuz etkilemekte ve
çocuklarının geleceğini bir nebze daha karartmaktadır. Zihinsel engelli çocuğa
sahip olmanın getirdiği sorumluluklar aileleri karamsarlığa, çaresizliğe itmektedir.
Bu anlamda onlara verilebilecek psikolojik destek sadece onların değil çocuklarının
da geleceğini aydınlatacaktır. Bu ailelerin alacağı destek ile toplumda kendilerine
ve çocuklarına yer açma süreci çok önemlidir. Bu aileler psikolojik danışmanlık
ve davranışsal desteğe ne kadar çabuk ulaşırlarsa durumu o kadar kısa sürede
kabullenip çocuklarını eğitme yoluna o kadar çabuk adapte olabilirler. Zihinsel
engelli de olsa erken yaşta eğitime başlayan çocuklar mutlaka belirgin bir mesafe
kaydederler. Özellikle küçük yaşlarda zihinsel alım kapasiteleri daha yüksektir. Bu
da eğitime erken başlamanın önemini vurgulamaktadır. Bu anlamda devletimizin
zihinsel engelli çocuk sahibi ailelere zorunlu psikolojik destek vermesi uygun bir
çözüm olabilir belki de.
Depresyonun Rengi; Mavi mi? Pembe mi?
Alp YILDIRIM, Ceyda ÖNCÜL, Meltem Güzin ATİK
Her yıl milyonlarca kişi depresyonla mücadele etmektedir. Depresyona bağlı düşen
verimlilik ve sağlık harcamaları, kişisel bazda ve devlet bazında büyük maddi ve
manevi yük getirmektedir. Depresyonun, kadınlar ve erkeklerde görülme sıklığına
baktığımız zaman; yapılan araştırmalar, kadınlarda dört kat daha sık görüldüğünü
ortaya koymaktadır. Bazı çalışmalar, kadınların biyolojik yapıları gereği depresyona
daha açık olduklarını ispatlamak yönünde yapılmaktadır. Depresyonun oluşumu ve
ortaya çıkışında çevresel faktörlerinde etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu
noktada “Toplumsal Cinsiyet” kavramı devreye girmektedir. ”Acı çekmek kadınlara
özgüdür”, ”Erkekler ağlamaz” gibi yargılar bu dört katlık farkta etkili olmaktadır.
Biz, projemizde kısmen soyut sosyolojik bir kavram olan ”toplumsal cinsiyet”
kavramının etkilerinin insan bedeninde somutlaşarak bir hastalığa dönüşüm
basamaklarını kadın, erkek farklılıkları temelinde, karşılaştırmalı olarak irdemek
istiyoruz.
Adanmış Hayatlar
Murat ÖZDEDE, Özkan ÖZTÜRK, Nazmi Onur OKUDUR
Hepimizin de bildiği gibi tıp fakültesi öğrencileri olarak zorlu bir eğitim sürecinden
geçmekteyiz ve anlaşıldığı kadarıyla bu eğitim ömür boyu sürecek. Buna bir de
ülkemiz ve dünya koşulları içinde mesleki zorluklar da eklenecektir. O zaman bizi
24
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
bu mesleği seçmeye, sıkıntılara dayanmaya ve bu mesleği özveri ile yapmaya
iten, yönlendiren sebepler nelerdir? İşte bu merakla bu projeyi yapmaya karar
verdik, projemiz tıp fakültesinde okuyan öğrencilerin ve mezun olmuş doktorların
bu mesleği neden tercih ettikleri, tercihlerinde nelerin etkili olduğu; okul
boyunca ve mezuniyet sonrasında yaşanan zorluklar ve memnuniyetler hakkında
bilgi edinmek. Problemleri göz önüne getirerek çözüm önerileri sunmak. Proje,
Hacettepe Üniversitesi Tıp fakültesinde okuyan Dönem I, II, III, IV, V, VI öğrencileri
ile birlikte Hacettepe Üniversitesi Hastanelerinde görev yapan hekimlerin eğitim
süreçleri hakkındaki fikirlerini, eğer hekim ise eğitim süreçlerine ek olmakla birlikte
mesleğini icra etmekte olduğu Hacettepe Üniversitesi Hastanelerindeki çalışma
ortamı hakkındaki fikirlerini analiz etmek amacıyla tasarlanmıştır.
Vücut Bütünlüğü Kimlik Bozukluğu
Burç AYDIN, Anıl ERTÜRK, Selçuk YILMAZ
Vücut Bütünlüğü Kimlik Bozukluğu (VBKB), oldukça nadir ve garip bir psikiyatrik
rahatsızlıktır. VBKB durumunda hastalar sağlıklı bir uzuvlarının ampüte edilmesini
talep etmektedirler. Literatürde hakkında oldukça az sayıda yayın bulunan
VBKB’nin henüz gerçek bir psikiyatrik hastalık olup olmadığı dahi tartışmalıdır.
Başlangıçta parafili olarak sınıflanan VBKB, artık bir kişilik bozukluğu olarak ele
alınmaktadır. Tedavisi tartışmalı olan VBKB’de istemli ampütasyonun uygulanması
etik ve hukuki tartışmaları beraberinde getirmektedir.
Aşkın Bilinmeyen Yanları
Güzin ÇAKMAK, Emine Ayça AKDEMİR, Oya DÖNMEZ, Ömer Burak
ERİÇEK
Sevgi, insanın doğuşuyla başlar. İnsan doğduğunda annesine büyük bir sevgi
besler. Okula başladığında belki öğretmenine belki sınıf arkadaşına sevgi besler.
Büyüdükçe başka insanlarla karşılaşır ve sevgisini de farklı kişilere veya nesnelere
verir. Gün geçtikçe bu sevgi de büyür. Kimilerinde bu sevgi aşka dönüşür. Kişi aşık
olduğu zaman vücudunda bir takım fizyolojik değişiklikler olur. Bu değişiklikler ise
kiminde aşırı olur. Bu aşırılıklar ise o insanda bir takım rahatsızlıklara neden olur.
Aşkın normal ve patolojik görünümlerini geniş bir spektrum içinde kavramanın
olanaklı olduğu düşüncesiyle aşkın insan vücudundaki değişikliklerine baktık. Aşkı
ve aşk patolojilerini inceleyebilmek için ilk yapılması gereken, ”insan arzusunun
niteliği”ni nasıl kavradığımızı ortaya koyabilmektir. Örneğin bugün çoğumuzun
bakışına göre, insan arzusunun, diğer canlıların arzulamalarından hiç de belirgin bir
farkı bulunmamaktadır ”gereksinim”, ”istek” ve ”arzu” kavramlarının hepsi, hemen
hemen aynı anlama sahiptir ve insan bedenindeki organik bir işlevin zorlamasıyla
ilgilidirler. İnsandaki bu duyguların diğer canlılardan farklı olduğunu ve insan
bedeninde meydana gelen patolojik bozuklukları, yani kişilerin yaptığı bir takım
anormal davranışların sebebini görmeye çalıştık.
Şap: Efsane mi? Gerçek mi?
Onur ERGÜN, Gürcan GÜNAYDIN, Onur ARPAT, Musa Gürel KUKUL
Halk arasında yaygın olarak doğru olduğu düşünülen inanışlardan olan “Toplu
yaşanan yerlerde yiyecek ve içeceklere şap katıldığı” söylentisinin doğruluğunu
araştırdık. Amacımız dinleyenleri aydınlatmak ve efsanenin gerçek olup olmadığını
açıklığa kavuşturmaktır. Daha önce bu konuya ilişkin literatürde dar veya kapsamlı
herhangi bir çalışma bulunmadığı için dinleyenler açısından konumuzun ilgi çekici
olacağını düşünüyoruz. Proje esnasında şapın kimyasal ve farmakolojik özellikleri
hakkında bilgi edinmek amacıyla kapsamlı bir kaynak taraması yaptık. Tıp fakültesi
öğrencilerinin görüşlerini öğrenmek ve bilgilerini ölçmek amacıyla bir anket
çalışması yaptık.
Türkiye’nin Medyatik Doktor Profili
Türkan BİRYILMAZ, Emine ÖZAY, Tuğba YAYLA
Yeni TCK Yasasında hekimlere ilişkin düzenleme sonrası yazılı basının haber
yapımında hekimlere karşı yanlı bir tutum oluşup oluşmadığının saptanması
amaçlanmıştır. İkincil amaç olarak, lehte ve aleyhte haberlerin nesnel olup olmadığı
irdelenmiştir.
Haber kaynağı olarak çok satan ve 2000–2007 yıllarına ait internette erişilebilir bir
arşive sahip 3 gazete seçilmiştir. En çok satan 5 gazeteden birisi satış yapılmadan
ücretsiz dağıtıldığı için, diğeri ise internet üzerinde arşive sahip olmadığı
için çalışma dışı bırakılmıştır. Böylece; Hürriyet, Milliyet, Sabah gazetelerinin
2000–2007 arası arşivleri taranmıştır. Hekim ismi verilerek yapılmış tüm
haberler incelenmeye alınmıştır. Bu haberlerler, ilgili hekime yönelik “mesleki
hata, mesleki ihmal, mesleki başarı” şeklinde kategorize edilmiştir. Mükerrer
haberlerin sayısı yankı göstergesi bakımından hesaplanmış fakat aynı olay
tek vaka olarak kodlanmıştır. Lehinde haber yapılan hekimlerin; haber konusu
başarılarının nesnelliği açısından ilgili hekimin çalıştığı kurum (yurt dışı merkez,
yurt içi üniversite hastanesi, Sağlık Bakanlığı hastanesi ve özel hastane), yaşadığı
şehir, cinsiyeti, yaşı, varsa akademik ünvanı göz önüne alınmıştır. İlgili başarının
literatüre katkısı ise yayınlandığı derginin etki faktörü (impact factor), patent
durumu ve atıf sayısı ile değerlendirilmiştir. Aleyhinde haber yapılan hekimlerin ise;
haber konusu ihmal veya hataları yargıya intikal etmeleri ve nihai yargı kararları
gözetilerek değerlendirilmiştir.
Uykuda Öğrenme Olur mu?
Aysun AKSOY, Erdem YILDIZ, Kerime KÖFÜNYELİ
Bütün insanlar uyurlar, uyku temel insan ihtiyaçları arasında sayılmaktadır
ama insan vücudunun uykuya olan ihtiyacı, uyku sırasında insan fizyolojisinde
meydana gelen değişiklikler ve bunların önemi tam olarak bilinmemektedir.
Hayatımızın yaklaşık üçte birini harcadığımız, genellikle yorgunlukla ilişkili
olduğunu düşündüğümüz uyku; günümüzde zamanımızın çok değerli olduğu, kısıtlı
sürelerde bir çok işi yapmak zorunda olduğumuz anlarda, boşa geçen zaman olarak
değerlendirilmektedir, çoğu kişi uykuda daha az zaman harcamaya çalışmaktadır ve
çoğumuzun aklına zaman zaman aynı soru gelmektedir: Uyku gerekli midir? Yapılan
araştırmalar sonucunda anlaşılmıştır ki uyku gereklidir, sadece yorulduğumuz için
uyumayız, uykunun bir çok işlevi vardır. Bu işlevlerden en çok tartışılan, üzerinde
en çok araştırma yapılanlardan biri de uykuda öğrenmedir. Bu fikir ilk ortaya
atıldığında hem medyatik olarak hem de bilimsel olarak çok ses getirmiştir. Biz
de bu projede, yapılan araştırmaları inceleyerek, uykunun öğrenme ve hafıza
üzerindeki rolünün boyutlarını anlamaya, pozitif ve negatif yöndeki bilgileri
birleştirerek bu konuyu eleştirisel bir biçimde yansıtmaya çalıştık.
Nanoteknolojinin Kanser Tanı ve Tedavisinde Kullanımı
Deniz DOĞAN, Damla HANOĞLU, Hilal AKDEMİR, Mehmet Orçun
COŞKUN
Kanser çağımızın en ölümcül hastalıklarından birisidir. Kanser tedavisine yönelik
araştırmalar tüm hızıyla sürmektedir. Kemoterapi, radyoterapi ve cerrahinin sınırlı
başarısına karşın nanoteknolojik yöntemler de geliştirilmektedir. Nanoteknoloji
kanserin erken tanısında ve tedavisinde yakın gelecekte klinik uygulamalara
girecektir. Projemizde nanoteknoloji hakkında genel bilgilerin ardından kansere
yönelik nanoteknoloji araçları ele alınmıştır. Tanı ve tedaviye yönelik araçlar
hakkında bilgi verilmiş, çeşitli makalelerden faydalanılarak en son çalışmalar
hakkında perspektif kazandırılmaya çalışılmıştır. Kansere yönelik nano araçların
bazılarını sıralayalım: Cantilever’ler, karbon nanotüpler tanıya yönelik araçlardır.
Dendrimerler ise kontrollü ilaç taşınımı ve salınımında uygulama alanı bulabilirler.
Nanokristaller suda az çözünen ilaçların hedeflerine varmalarını sağlayabilir.
Yine çok değişik şekilli nanoparçacıklar multifonksiyonek terapötiklerden MRI
ve ultrasonda kontrast ajan olmaya kadar değişik alanlarda kullanılabilirler.
Nanokabuklar derin doku tümörlerinin ısı ile yok edilmesinde ve spesifik
görüntülemede uygulama bulacaklar. Nanodalgalar ve kuantum noktaları da daha
çok tanıya yönelik araştırmalarda kullanılmaktadır. Sonuç olarak şunu vurgulamak
isteriz: Nanoteknoloji, önümüzdeki birkaç yılda, sadece kanser alanında değil,
sadece tıp alanında da değil tekstilden elektroniğe, nakliye, eğlence, imalat
sektörlerine dek hayatın her alanında etkisini hissettirecektir.
Umut Tacirleri
Ayşe DİKMEER, Hülya ATİK, Müfide OKAY
Bugün hemen her ülkede, hiçbir bilimsel temeli olmayan ve araştırmalara kapalı
yöntemlerle kansere şifa sağladığını iddia eden kişiler bulunuyor. Uluslararası
Kanserle Savaş Birliği’nin açıklamasına göre, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa
ülkelerinde dahi kanser hastalarının %50 kadarının etkinliği kanıtlanmamış
yöntemleri kullandıkları sanılmaktadır. Bu yöntemler bilimsel yöntemlerin
yerine veya onlara ek olarak çok defa doktorların bilgisi dışında yapılmaktadır.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Kanıtlanmamış yöntemlerle ilgili bilgiler meslekten olmayan kişilerce, ve
ender de olsa, maalesef doktorlar hatta tanınmış ve saygın bilim adamları
tarafından bilim dışı bir tavırla benzer şekilde topluma sunulmaktadır. Bu tür
kanıtlanmamış yöntemler, gündelik yazılı ve görsel medyada da oldukça sık
gündeme getirildiğinden, kanser hastaları veya yakınlarının bu haberlerden
etkilenmemelerini düşünmek imkansızdır. Medyanın bilimsel çalışması
tamamlanmamış, henüz fare deneyi aşamasındaki araştırmaları kansere çare olarak
hiçbir etik sorumluluk gözetmeksizin yayınlaması ne derece doğrudur? Sonuç olarak
diyebiliriz ki medya insanların kanser gibi zor bir hastalık karşısındaki umut açlığını
kullanarak, bunun üzerinden rating ve para kazanmaktadır.
Ne Yapsak, Ne Etsek, Nasıl Çalışsak?
Hilal AKBAŞ, Rabia ÖZAY, İsmail BOZKURT
Tıp Fakültesi uzun ve yorucu bir süreçtir. Hacettepe Tıp Fakültesi’nde bulunduğumuz
süreç içerisinde herhalde bu ifadeyle her köşe başında karşılaşıyoruz. Bir yandan
derslerin yoğunluğu, diğer yandan ise ağır bir sorumluluk herhalde bu eğitimi
daha da hassas yapıyor. Bizim şu an için en çok uğraştığımız kısmı ise teorik dersler.
Hacettepe Tıp Fakültesi’nde okuyan bir öğrenci derslerine nasıl çalışmaktadır,
karşılaştığı zorluklar nelerdir, ders işleyişi ve kaynakları ile ilgili ne tür beklentileri
vardır. Projemizin kaynağını oluşturan sorular bunlardı ve cevapları için fakülte
genelinde bir anket çalışması yaptık. Sonuçların büyük bir kısmı öğrencilerin hemen
hemen yakın çalışma stillerine sahip olduğunu gösteriyordu. Ders materyallerinin
ulaşılabilirliği, öğrencilerin çalışırken hangi kaynaklardan yararlandığı, öğrencilerin
derse devamlığının ne kadar olduğu konusunda pek çok fikir edindik. Umarız bu
çalışma hem öğrencilerin çalışma tarzları hakkında daha çok fikir sahibi olmamıza
hem de tıp eğitimi konusunda öğrencilerin beklentilerini öğrenmemize katkı sağlar.
Daha Önce Tanışmış mıydık?
Demet Başak ÇAKMAK, Büşra DOĞAN, Ayşegül BOYRAZ, Pınar
ZENGİN
Prosopagnosia (Yunanca Prosopon yüz + agnosia kayıtsızlığı), yüz körlüğü olarak da
adlandırılan insan yüzleri tanıyamama, ayıramama durumudur. Prosopagnostikler
göz, burun, ağız gibi yüzün her parçasını tek tek görebilmekle birlikte birbirleri
ile ilişkisini kuramamaktadırlar. Bu durum kişinin görme yetisiyle alakalı değildir.
Çok keskin gören bir kişide de yüz körlüğüne rastlanabilir. Normalde beyinde
yüzleri tanımak için ayrılmış bölgeler vardır. Yüz körlüğü bu bölgelerde bir hasar
oluşmasından yada bu bölgelerin görevini yerine getirememesinden doğar. Bu
özelleşmiş bölgeler Img, Gpr, Id, Age, Sex, Mood, Att, Atr’dır. Bu merkezlerin hepsi
bir bütün halinde çalışarak gördüğümüz kişiyi algılamamızı ve tanımamızı sağlar.
Prosopagnosia Id merkezinin işlevini yitirmesi sonucu ortaya çıkar. Prosopagnosia
hastaları yüzü Img merkeziyle bir görüntü olarak algılarlar fakat bu yüzün kime
ait olduğunu bilemezler. Bu semptomlar çok karışık olduğu için birçok hasta ömrü
boyunca bunun bir hastalık olduğunun farkına varamaz.
HÜTF’de Zorunlu Hizmete Bakış
Naci TATAÇ, Ezgi Su ASLAN, Tomurcuk DEMİRCİ, Ferhat İBRAHİMOV
“HÜTF’de Zorunlu Hizmete Bakış” projesinin konusu hekimlere uygulanan zorunlu
hizmet görevi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin bu konudaki
görüşlerinin değerlendirilmesi ile ilgilidir. Bu doğrultuda öğrenciler arasında
bir anket yapılması ve öğrencilerin zorunlu hizmet konusundaki düşüncelerinin
belirlenmesi hedeflenmiştir. Yapılacak anketle öğrencilerin cinsiyetlerine,
okudukları dönemlere ve yaşadıkları yerlere göre bu konuya bakışlarındaki farkların
değerlendirilmesi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin konuya
genel bakışının belirlenmesi, bu görevi hangi duygularla yerine getireceklerinin
araştırılması hedeflenmiştir. Proje genelinde kullanılacak olan yöntem anketleme
yöntemidir.
25
Posterler
Alan Adı
Dönem
Sayfa
Biyoloji
DIII
29
Edebiyat (Öykü, Roman, Şiir)
DI
31
Etik
DIII
33
Felsefe
DIII
36
Genetik
DIII
39
Müzik
DI
41
Resim, Heykel
DI
43
Sinema
DI
47
Sahne Sanatları
DI
50
Tarih
DII
51
Teknoloji
DIII
58
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve BİYOLOJİ
Uykunun Hayatımıza Etkileri
Reşit AKYEL, Fatih TAŞTEKİN, Hakan ULU, Ömer KOYUNCU
Uyku; insanların hayatları boyunca ve en fazla yaptığı faaliyettir. Bu konuda
hem kendimizi hem de bizi okuyan arkadaşlarımızı aydınlatmak istedik. Tıp
okuyor olmamızın verdiği yoğun öğrencilik hayatımızda gün içinde bir aktivite
yapacağımız zaman öncelikle taviz vereceğimiz nokta uyku oluyor. Bu da Diğer bir
günü ve belki de o haftayı huzursuz, uykusuz, dalgın geçirmemize sebep oluyor.
Uyku rahatsızlıkları kendi başına bir hastalık olabileceği gibi başka hastalıklara da
sebep olabiliyor. Kendimizi ve yakınlarımızı bilgilendirmek gerektiğine inandık
ve bu konuyu araştırmaya karar verdik. Uyku’nun evreleri, hayatımızdaki yeri,
bize verdikleri ve bizden aldıkları neler bunları öğrenip daha sonra uykunun ve
uykusuzluğun hayatımıza etkilerini inceleyeceğiz.
Kızamığın Karanlık Yüzü
Esra ÖZKAN, Gamze YILMAZ, Cumhur Galip GÜDÜK
Kızamık oldukça eskiden beri bilinen; hem halk, hem de sağlık personeli tarafından
kanıksanmış bir hastalıktır. Kızamık akut dönemde pnömoni, ensefalit, otitis media
gibi ölüme ve sakatlığa neden olan komplikasyonlar yanında SSPE gibi öldürücü
geç dönem sekellerine yol açar. Aşılamaya rağmen birkaç yılda bir epidemi yapan
bu hastalığın son günlerde gündeme gelmesinin nedeni 5 Mayıs 2005 tarihinde
günlük gazetelerde yer alan “kızamık aşısının iki dozdan tek doza indirilmesi sonucu
subakut sklerozan panensefalit (SSPE) insidansının arttığı” şeklindeki haberler
olmuştur. Mağdur olmuş insanlarla uygulanagelen aşı politikalarını karşı karşıya
getiren ama soruna çözüm sunmaktan uzak olan bu süreci hekim adayları olarak
doğru değerlendirmek durumundayız. Hastalığın gelişimi ve seyri hakkında gerekli
klinik bilgiye sahip olması gereken bir hekim yaşadığı ülkede sağlık hizmetlerinin
halka ulaştırılması yönünde de inisiyatif almalıdır. Ancak o zaman duygu
sömürüsüyle belirsiz bir düşman yaratmak yerine hataların düzeltilmesi yönünde
bir adım atmış oluruz.
Aile Planlamasında Hekimlerin Görevi
Bedrettin Orhan, Toygun Kağan Eren, Sercan Öz,
Burhan Burak Savtekİn
Aile planlaması konusundaki eksiklikler, evlilik öncesinden başlamaktadır. Yetersiz
cinsel eğitim, evlilik süresinde ortaya çıkan çeşitli sağlık sorunları ekonomik
sorunlar, toplumsal baskılar ve olumsuzluklar cinsellik konusunda evlilik öncesi
bilinçlenmeye de engel olan ve aile planlamasını zorlaştıran etmenlerdir. Aile
planlamasının hem kişisel hem ailesel hem de toplumsal bazda küçümsenemeyecek
olumlu etkileri vardır. Bu etkiler, sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlıklı nesiller,
planlanabilir bir ekonomik yaşam ve kalkınma ve daha yüksek bilinç ve kalkınma
düzeyine sahip bir toplum şeklinde özetlenebilir. Doktorların, aile planlaması
için gerekli bilgi, beceri ve donanıma sahip olmaları yanında, hizmet verdikleri
toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik gerçekliğinin farkında olmaları, aile
planlamasının başarısı için şarttır.
Kök Hücre Tedavileri ve Yaşlanma
Cenk Altunç, Fuad Fetullayev, Umut Orkun Çelebİ
Amacımız, geleceğin en önemli tedavi yollarından biri olması düşünülen kök
hücre transfüzyon işlemini ve bu yöntemle yaşlılığın engellenmesinin yollarını
araştırmaktır. İnsanlar, doğduktan sonra büyürler. Bu büyüme yaklaşık 17–18
yaşlarından sonra sona erer. Bu yaşlardan sonra yıpranma süreci başlar. Bu dönem
çeşitli evrelerden oluşur. Kişiden kişiye değişmekle birlikte ortalama 65 yaşından
sonra bu dönem hızlanır. Böylece insanlar yaşlanmaya başlarlar. Yaşlanma
mekanizmasıyla ilgili çeşitli teoriler mevcuttur. Bunların başında DNA yıpranması
teorisi gelmektedir. Bunun da en önemli tetikleyicisi strestir. Yaşam boyu psikolojik
ve/veya fiziksel strese maruz kalınmasıyla, hücrelerimiz kendini yenileme
yeteneğini kaybeder. Tüm organizma yıpranmaya başlar. Ancak pek çok bilim adamı
bu sürecin ertelenebileceğini ve hatta engellenebileceğini iddia etmektedirler.
Gelecekte bunun kök hücreler yoluyla mümkün olabileceğini söylemektedirler. Kök
hücreler, kendini yenileme özelliğine sahip, vücut içinde veya laboratuar ortamında
uygun şartlar sağlandığında birçok farklı hücre tipine dönüşebilen farklılaşmamış
29
hücrelerdir. Bu hücrelerin yapay olarak çoğaltılmasıyla çeşitli kanser (lösemi,
lenfoma) hastalıkları tedavi edilebilmektedir. Tüm olumlu gelişmelere rağmen etik
sorunlar gündemdedir ve bu konuyla ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Sıfır Beden Manifestosu
Aynur AYDOĞAN, Burcu GÖRGÜLÜ, Emine KAYGI, Hüseyin BALA
Bu proje konusunu seçmemizdeki amaç; anoreksiyanın güncel bir hastalık olması
ve görülme sıklığının giderek artıyor olmasıdır. Projede hastalığın tanımını,
etyolojisini, risk faktörlerini, komplikasyonlarını, ruhsal boyutunu, belirti ve
bulgularını, tedavisini araştırdık. Proje araştırılması süresince internet veri
tabanlarından ve literatür taramasından faydalandık. Anoreksiya şişmanlamaya
karşı ağır korku yüzünden bilinçli olarak aşırı zayıf kalma çabaları ile karakterize
bir bozukluktur. Hastalığın oluşumu psikolojik, sosyolojik ve biyolojik olmak üzere
üç boyutta ele alınabilir. Hastalığın tanısında; yaş ve boya göre beklenen ağırlığın
%85 veya daha azına sahip olunması, normalin altında bir kiloya sahip olunmasına
karşın, kilo alma veya şişmanlama ile ilgili yoğun korku duyulması, bayanlarda
birbirini izlemesi gereken en az 3 adet döneminin olmaması gibi kriterler kullanılır.
Erken teşhis ve önlem almak, kişinin daha çabuk iyileşmesini önemli ölçüde etkiler.
Erken zamanlarda teşhis edilmeyen ve geç kalınan durumlarda yeme bozukluğu
kronik hale gelebilir ve hastanın yaşamını tehdit edebilir. Tedavi kişiye özel olarak
belirlenmelidir. Tedavide bireysel psikoterapi, grup ve aile terapisi, ilaç tedavisi
gibi yöntemler kullanılabilir. Tedavinin birinci amacı hastanın vücut ağırlığının
düzeltilmesi, ikinci amacı bireyin zayıflamayla ilgili uğraşılarının azaltılması,
kendine güvenin ve bireyselliğin sağlanmasıdır.
Biyoterörizm
Burcu KOPTUR, Ayşe METİN, Yağmur CAN DADAKÇI,
Mahmuy ASFUROĞLU
Biyolojik terör (biyoterörizm) kişiler, gruplar yada hükümetler tarafından gerek
ideolojik, gerekse politik veya finansal kazanç sağlamak amacıyla hastalık yaratıcı
patojenlerin açık veya gizli şekilde yayılmasıdır. 11 Eylül 200’de ABD’deki terörist
saldırılar sonrası, mektuplar içindeki şarbon sporları tüm dünyada biyoterör
olgusunu yeniden gündeme getirdi. Aslında varoluşu ve düşmana karşı kullanımı
çok eski tarihlere kadar uzanan biyoterörizm, son dönemde tekrar adını duyurmaya
başladı. Biyolojik silahların önlenmesi yada etkisiz kılınması için hiçbir kesin
çözüm yok. Hijyen kurallarına uyma, maske kullanımı ve olası belirtilerinde en kısa
zamanda bir sağlık kuruluşuna başvurmak gerekiyor. Biyoterörizmde kullanılan
ajanlara biyolojik silah denilmektedir. Bunlar bakteri veya virüs gibi enfeksiyöz
ajanlardır. Savaş ajanları hem canlı mikroorganizmaları (bakteriler, protozoalar,
ricketsia, virüsler ve mantarlar); hem de mikroorganizmalar, bitkiler veya
hayvanlarca üretilen toksinleri (kimyasal maddeleri) içerir. Bu ajanların bazıları
yüksek derecede öldürücüdür. Diğerleri de daha çok güçsüz bırakıcı rol oynar. Peki
bu ajanlar nelerdir?, Bacillus anthracis, Botulinum clostridium, Çiçek, Yersinia pestis,
Francisella tularensis, Coxiella burnettii.
Görünmeyen Tehlike
Şenol Demİrcan, Mete Can Karahasan, Emrullah Söğütdelen
Modern tarih boyunca insanlığı etkilemiş ve gelecekte de etkilemeye devam edecek
nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardan en sinsi ve en etkilisini bulma yolunda,
yayılım kabiliyetleri, insanları öldürme potansiyelleri, etki mekanizması, bulaşıcılığı,
bulaşma yöntemi, etkinliği, etki süresi, ikincil etkileri, maliyeti, ulaşılabilirliği, kolay
kullanımı, yaptığı mutasyonlar, hastalıklar, etkili tedavi ve önleyici yöntemlerinin
olmayışı gibi kriterleri inceliyoruz. Günümüz dünyasında nükleer, kimyasal ve
biyolojik silahları teknolojik, mali ve stratejik açıdan karşılaştırdığımızda biyolojik
silahların ulaşımının daha kolay ve zararlarının daha büyük olduğunu gördük.
İleri incelemeler sonucunda en ekili biyolojik silahın “antraks” olabileceğine karar
verdik.
Çiçeğin Görünmeyen Yüzü
Emre ÖZBEK, İlyas ŞAHİN, Birgül ÖZKESİCİ, Özlem ERDEM
Bu projede gecmişten günümüze kadar büyük bir tehdit unsuru olmuş çeşitli
biyokimyasal etkenlerden biri, belki de en tehlikelisi olan çiçek virüsü önce genel
özellikleriyle daha sonra da biyoterörism boyutuyla ele alınmıştır. Bir DNA virüsü
30
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
olan çiçek tarih boyunca birçok insanın canına mal olmuş toplumlarda hafızalardan
silinmesi hiç de kolay olmayan birçok felaketlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Çiçek hastalığı kişiden kişiye, damlacık yolu ile bulaşan hastalıklardan birisidir,
virüs orofarinksten damlacıklar şeklinde yayılabildiği gibi, yakın temas sonrasında
da bulaşabildiği gösterilmiştir. Ayrıca kontamine kişisel eşyalar ve çarşaf, yorgan
dahil yoğun kullanılan eşyalarda virüsün yayılımına aracılık edebilir. Eradikasyon
öncesi yapılan çalışmalarda ve epidemiyolojik incelemelerde, çiçeğin, suçiçeği ve
kızamığa göre çok daha az bulaşma kapasitesine sahip olduğu gösterilmiştir. Ayrıca
genellikle bulaşmanın yakın arkadaşlar ve ev halkı ile sınırlı olduğu da görülmüştür.
Geniş okul salgınlarının tespit edilmemesi, hastalığın sistemik bulgular ve döküntü
geliştikten (hastalığın klinik bulguları tam olarak ortaya çıktıktan), bir diğer
ifade ile okula gidecek kadar iyi hissetmediği, yatak istirahatine ihtiyaç duyduğu
dönemde bulaşıcılığının başlamasına bağlı olabilir. Biyolojik silah olarak kullanılma
ihtimali yüksek olan çiçek hastalığına karşı aşının hazır tutulması ve olası saldırı
durumunda erken izolasyon önlemlerinin alınması, virüsün neden olabileceği
etkinin azalmasına sağlayabilecektir.
Organ Nakli
Samet Yılmaz, Seid Alİ, Afgan Hacıbayalev
Vücutta görev yapamayacak kadar hasta ve hatta bedene zararlı hale gelen bir
organın bir yenisi ve sağlamı ile değiştirilmesi düşüncesi çok eski zamanlardan
beri insanların ilgisini çekmiştir. Organ nakli, en basit tanımıyla, vücutta görevini
yapamayan bir organın yerine canlı bir vericiden veya ölüden alınan sağlam ve aynı
görevi üslenecek bir organın nakledilmesi işlemidir. Organ nakli, günümüzde bir
çok kronik organ hastalıklarında uygulanan rutin, geçerli ve ileri bir tedavi yöntemi
olarak kabul edilmektedir. Organ nakillerinde verici kaynağı canlı ve kadavra olarak
ikiye ayrılmaktadır. Canlı kişilerden organ alınması, organ veren kişinin yaşamını
riske sokmayacak çift organların birini almak ile mümkündür (böbrek, parça
olarak karaciğer ve pankreas gibi. ) Kadavradan organ alınması için ise vericinin
beyin ölümü olmuş ve organlarının kullanılabilir olması için gerekli yasal izinin
alınmış olması gerekir. Kadavradan organ alımındaki sorun birçok dünya ülkesinde
tartışılan, çözüm yolları araştırılan bir sorundur. Ancak, ülkemizde bu sorun
daha da önem taşımaktadır ve transplantasyonun önündeki en önemli engeldir.
Avrupa Ülkelerinde organ vericilerinin %80’i kadavra, %20’si canlı kaynaklı iken
Türkiye’de tam tersine organ vericilerinin %75‘i canlı, %25’si kadavra kaynaklıdır.
Son yıllardaki yapılan organizasyonlar ile ülkemizde kadavra verici bulma oranı azda
olsa artmıştır. 18 Yaşından büyük ve akli dengesi yerinde olan herkes organlarının
tamamını veya bir bölümünü bağışlayabilir. Bağışlanmış olan organın uygunluğu
vericinin ölümünden sonra görevliler tarafından araştırılır. Organ bağışı kartınızın
daima yanınızda taşınması organ bağışlama isteğinizin karışıklık ve gecikme
olmaksızın yerine getirilmesini sağlayacaktır. Organ bağışı konusunda aldığınız
kararın doğruluğundan tereddüt etmeyin. Organ bağışı bir hayat bağışıdır. Organ
bağışından vazgeçtiğiniz anda üzerinizde taşıdığınız organ bağış kartını taşımaktan
vazgeçmeniz ve merkezimize bu durumu telefonla bildirmeniz yeterli olacaktır.
Ayrıca yakınlarınızı kaybettiğiniz zaman onların organlarının kullanılmasına izin
verdiğiniz takdirde bu hayırsever davranış sizin için rahatlatıcı bir unsur da olabilir.
Dövme (Tattoo)
Erhan ARARAT, Taha BAT
Dövme, kimi zaman bir harf, bir isim ya da bir sembol olarak karşımıza çıkar.
İnsanların dövme yapma amacı belki duygularını dışa vurum belki de süs ya da
gösteriş amaçlıdır. Ama dövmenin çok eski zamanlardan beri insanoğlunun kendini
ifade etme sanatı ya da yöntemi olduğu kesindir. Günümüzde dövme yaptırmanın
bir çok zararı vardır. Tehlikeli virus enfeksiyonları başta gelmektedir. Dövme
yaptıran insanların sayısı giderek artmakda olduğu için biz bu projede dövmenin
mümkünse yapılmaması gerektiğini ve eğer yaptıracak olan kişi kararlıysa,
sterilizasyona dikkat edilmesi gerektigi hakkında bilgilendirmeyi hedefledik.
Bağımlıyım, Bağımlısın, Bağımlıyız
Serhan ÖZCAN, Türker ŞULAN, Vedat TAŞ, Mithat TEMİZER
Günümüz tıp dünyasında madde bağımlılığı ve psikiyatrik hastalık nedeniyle
sağlıkları bozulan doktorlara karşı artan bir ilgi vardır. Doktorlarda madde kullanımı
sadece kendi sağlıkları açısından değil, sorumlu oldukları hastaları etkilemesi
nedeniyle de ilgi odağı olmaktadır. Doktorlar, hastalıkları tedavi ve önleme
çalışmalarıyla yada toplum için rol modelleri oluşturarak toplumun sağlığını
etkilemektedirler. Madde bağımlılığı nedeniyle sağlığını yitiren doktor hem meslek
hem de toplum açısından bir ikilem oluşturmaktadır. İşte tam da bu nedenle,
proje calısma grubu olarak halkın sağlığı için hizmet veren doktorlarımızın kendi
sağlıklarına ne kadar önem verdiklerini araştırmak istedik.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
31
TIP ve EDEBİYAT
Tıp, Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türk Atasözleri
Saralı Smeryakov, Sıtmalı Raskolnikov
Bir ulus için atasözleri adeta bir kılavuzdur. Ayrıca bir toplumun düşüncelerini,
her alanda bakış açısını yansıtır. Tıp bilimine gönül vermiş insanlar olarak ileride
hizmet edeceğimiz bu toplumun tıp ve sağlık alanındaki görüşleri hakkında bilgi
sahibi olmak temel amaçlarımızdandır. Atasözleri sadece düşüncelerden oluşmaz.
İçlerinde bir milletin deneyimlerini de barındırırlar. Yıllarca karşılaştıkları sorunlara
deneme yanılma yoluyla çözüm bulmaya çalışan insanlar deneyimlerini ileriki
kuşaklara atasözleri ile aktarmışlardır. Bu sebeptendir ki diğer bir amacımız sağlık
alanındaki bu tecrübeleri günümüz bilgileri ışığında irdelemektir. Bu amaçlarla tıp,
hekimlik ve sağlıkla ilgili Türk atasözlerini çeşitli kaynaklardan araştırdık. Gördük
ki tek bir kaynakta toplanmış değiller. Bu sebeple çalışma alanımızı sınırlandırdık.
Kullandığımız kaynaklar şunlardır: Duru–Osmaniye (yazarı Şinasi’dir), Sabah
Yayınları Türk Atasözleri Sözlüğü (TDK Türk Atasözleri Sözlüğünden alıntıdır). Bu
iki kaynaktan konuyla ilgili Türk atasözleri bulunmuş, kendi içinde içeriklerine göre
tasnif edilmiş ve günümüz bilgileri ışığında irdelenmiştir. Sabah Yayınları Türk
Atasözleri Sözlüğünde 1992 tane atasözü vardır. Bunlardan 214 tanesi konuyla
ilgilidir. Duru–Osmaniye’de ise 2500 tane atasözünden bulunanlara ek olarak 16
tane atasözü vardır. Bu 230 atasözü kendi içinde ölüm, sağlık, hekim, beslenme,
ruh sağlığı gibi alt gruplara ayrılmıştır. Bu atasözleri aralarında olumsuz mesajlar
verenleri olsa da genel haliyle çok doğru tespitler içermektedir. Bazıları o zamanlar
doğru kabul edilen yanılgılar içermektedir ama bunlar oldukça azdır. Geriye
kalanlar modern tıbbın doğru kabul ettiği bilimsel gerçeklerdir. Ortaya çıkan diğer
bir nokta ise Türk milletinin tıbba ve tıp insanlarına verdikleri değerdir. Sağlığı da
büyük bir kıymet olarak görmüşlerdir ve onu korumanın yollarını anlatmışlardır. Bu
çalışmalardan çıkan sonuç Türk atasözlerinin hayatımızda ne kadar değerli ve önemli
olduğudur.
Arzu YAZAR, Zeynep KARABACAK, İzzet ERDAL
Fyodor Mihailoyeviç Dostoyevski’nin hayatı, babasının ölümünün ardından geçirdiği
ilk sara nöbetiyle tam anlamıyla değişti. Genellikle 35 yaşından sonra başlayan sara
hastalığına çok erken yaşlarda yakalanmış olmasının yanı sıra, çevresindeki üzücü ve
yıpratıcı olaylar hastalığının ilerlemesine ve nöbet sıklığının artmasına neden oldu.
İşte bu projenin amacı, genel anlamda; kronik bir hastalığa yakalanmış sanatçıların
hastalıklarının eserlerine ne şekilde yansıdığını, Dostoyevski’nin sara hastalığı
vasıtasıyla anlamaya çalışmaktı. İlk olarak internet veri tabanlarını ve Hacettepe
Üniversitesi kütüphanesini kullanarak sara (epilepsi) hastalığı hakkında genel bir
bilgi edindik. Bu bilgilerle, Dostoyevski’nin hayatını incelediğimizde ise hastalık
nedeninin, babasının ölümünün getirdiği suçluluk duygusu olduğunu gözlemledik.
Duyduğu vicdan azabının ve nöbetlerin ne zaman geleceği konusunda yaşadığı
sıkıntının, zaman zaman sara nöbeti, sıtma nöbeti geçiren roman kahramanları
üreterek eserlerine yansıttığını gördük.
Şiir, Kehanet ve Tıp–NOSTRADAMUS
Mert İlker HAYIROĞLU, Zehra BOYBAY, M. Zahid SAĞIROĞLU,
Haluk Çağlar KARAKAYA
Dünya tarihinde daha çok kahin olarak tanınan ve “Yüzyıllar” isimli eseriyle
günümüzde birçok tartışmaya sebep olan hekim Nostradamus’un şiirlerinin ve
kehanetlerinin yaşamın zorluklarına bir çözüm olamayacağını anlaması ve yaşadığı
dönemin zorluğuna rağmen kendisini vebalı hastalara ve tıp ilmine adamasını
işleyeceğiz. Aslında konu genel olarak bazı insanların inançlarına sığınarak tıbbı
hiçe saymalarının sonuçlarına da çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Yaptığımız ön
araştırmalar sonucunda Nostradamus’u kahinliğinden çok şairliği ve en önemlisi
hekimliği yönüyle inceleyen sadece birkaç araştırma olduğunu gördük. Çoğu
doktorun veba salgını nedeniyle şehirleri terkettiği bir dönemde şehrinde hastalarla
kalıp en azından birkaçını iyileştirebilen fedakar bir doktorun bu davranışının da
geleceğin doktoru olan bizlere çok güzel örnek olmasını amaçlıyoruz.
Cumhuriyeti Dönemi Türk Şiirinde Doktor Prototipi ve
İmgelemi
Cemaleddin ÖZTÜRK, Emin Hakan YÜCEL, Ertuğrul KAÇMAZ
Cumhuriyetin ilanından sonra yazılmış olan şiirlerde doktor prototipi, imgeleminin
araştırılması ve bulguların tıp öğrencisi yorumuyla açıklanması. 1923 yılından bu
yana yazılmış olan doktor/sağlık konulu şiirler antolojiler taranarak seçilmiştir.
Online kaynaklarda ise doktor ve hekim kelimeleri taranarak buna bağlı bulunan
şiirler de incelenmiştir. İnceleme sırasında yazarın aklındaki doktor imgesi
anlaşılmaya çalışılmıştır. İncelenen şiir örneklerinin büyük çoğunluğunda
doktorlara olan güvensizlik ve sitemin ön planda olduğu tespit edilmiştir.
Şiirlerin bir kısmında doktorlar umut kapısı olarak görülmekte ve onlardan
beklenen yardım dile getirilmekte, çok azında ise doktorlar övülmekte ve onların
toplumdaki önemi vurgulanmaktadır. Doktorların toplum içinde ayrı bir sınıf gibi
görülmesi, çoğunlukla kişilerin hayatlarındaki mutsuz anlarda yer alan karakterler
olmaları, kişilerin bilinç altında doktor ve mutsuz anlar imgelerini kaynaştırması,
doktor hasta diyalogunun, hasta ile empati duygusunun geliştirilememesinden
kaynaklanan duygular şiirlerde sitem ve güvensizlik temalarının çokça işlenmesinin
nedenlerinden olabilir. Doktorlar üzerindeki bu olumsuz imaj, tıp eğitimi sırasında
hasta ile diyalog kurma ve hasta psikolojisini anlamaya yönelik eğitimlerle
değiştirilebilir. Ayrıca sağlık hizmetlerine, dolayısıyla doktora erişmekteki güçlükler
kişileri bu aksaklığı doktorlar üzerinde yoğunlaştırmasına yöneltmiş olabilir. Bu
olumsuzluk da sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması ile çözülebilir.
Fatma Yekta ÜRKMEZ, Muazzez AYDIN, Mehmet ÖZGEYİK
Christophe Grange’ın Romanlarında Tıp
Can AYDEMİR, Mustafa ATMACA, Ali Erdem YILMAZ, İsmail ARSLAN
Jean Christophe Grange son dönem Fransız Edebiyatının en çok ses getiren
yazarlarından biridir. Polisiye roman türünde yazdığı birçok eseriyle tüm dünyada
büyük bir hayran kitlesi oluşturmuştur. Okur kitlesinin kitaplarını okumaya
başladıktan sonra ellerinden bırakamamasını bu yazarın gerçekten sihirli bir
kaleme sahip olduğunu gösteriyor. Peki bu sihrin altında yatan gerçek ne?, Yazar
eserlerine iki temel karakter üzerinden başlayıp bu karakterlerin yollarını bazen
kesiştirerek bazen sadece birbirlerine yaklaştırarak okurun kafasını karıştırıyor;
ama sonunda kahramanlar karşımıza tahtıravellinin iki ucunda çıkıyor. Bu iki
karakterin yaşadıkları yerlerin tasvirlerini, şehirlerin ruhunu öyle mükemmel bir
şekilde anlatıyor ki kendinizi Paris’in alafranga sokaklarında, İstanbul’un mistik
mekanlarında hissedebiliyorsunuz. Yazarın her kitabında muhakkak değindiği
bir başka nokta da Fransız toplumunun hiç de yabancı olmadığı göçmenlerdir.
Birçok edebiyat eleştirmenine göre polisiye tarzında 21. yy’ın en iyi kalemlerinden
biri olan Grange’i öne çıkaran etmen kitabın belli yerlerinde atılan düğümleri ne
kadar zekice çözdüğüdür. İşte burada karşımıza Grange’in Figaro Magazin’e yaptığı
genellikle sağlık konulu bilimsel röportajlar çıkıyor. Olayın tam bir pasif daireye
dönüştüğü, kahramanların çıkmaz sokaklarda kaybolmak üzere olduğu anlarda
yada mantıklı bir son gerektiğinde Grange her zaman tıp kozunu kullanıyor. Bazen
estetik cerrahiyle, bazen kardiyolojik bir operasyonla bazen genetikle yada hafıza
silme teknikleriyle bu konuda iyi olduğunu ispatlıyor. İşte biz bu projemizde Jean
Christophe Grange’in Türkçe’ye çevrilmiş romanlarında kullandığı tıbbi konuları ana
hatlarıyla incelemeye çalışacağız. Acaba romanlarında işlediği durumlar gerçekten
var mı? Romanlarını yazarken profesyonel bir yardım aldı mı? İleride yaşam
biçimimiz haline gelecek olan doktorluk mesleğinde bu soruların cevaplarının
bulunması projemizin temel hedefine ulaştığını gösterecektir. Araştırmamızda yer
alan konuların sizlerde de küçük de olsa bir ilgi uyandırması dileğiyle.
Sanatçı Hekimler
Tülin ÇOBAN, Faiq Alhajaabuhasan, Hakkı Caner İnan
Projemizin amacı sanatçı hekimlerin hayatlarını ve sanat eserlerini inceleyerek
sanata olan ilgilerinin nedenlerini ve hekimlikle sanat arasındaki karşılıklı
etkileşimin sonuçlarını araştırmaktır. Araştırma aşamasında çeşitli internet veri
tabanlarından yararlanarak sanatçı hekimlerin biyografilerine, çeşitli gazete ve
32
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
dergilerde yer alan söyleşilerine ve eserlerine ulaştık. Elde ettiğimiz bütün bu
bilgileri sentezleyerek bir sonuca ulaşmaya çalıştık. Araştırmadan elde ettiğimiz
bulgulara göre ülkemizde ve dünyada sanatla amatör yada profesyonel olarak
ilgilenen hekimlerin sayısı yadsınamayacak kadar fazladır. Bu hekimlerin
ilgilendikleri sanat dalları çok çeşitlidir. Hekimler sanata yaşamın sevimli tarafından
bir uç yakalamak, ölüme bu kadar yakından tanık olduktan sonra ölümlü dünyada
geride ölümsüz eserler bırakabilmek veya yoğun yaşam temposu arasında biraz
olsun nefes alabilmek gibi nedenlerle yönelmektedirler. Çoğu sanatı ikinci bir
meslek olarak görmekte, hatta bazıları hekimliğin bile önüne geçirmektedir.
Sanatçı hekimlere göre sanatla hekimlik sürekli birbirlerini beslemekte ve ikisinin
birlikteliğiyle hayat daha yaşanılası bir hal almaktadır.
Dünya Edebiyatında Yoğun Olarak İşlenen Bazı
Hastalıklar
Alper ŞENER, Onur TAYDAŞ, Çağlar BEKTAŞ
Edebiyat toplum ihtiyaçlarının ve beklentilerinin bir aynası olarak karşımıza
çıkmaktadır. Birçok dönemde birçok yapıt toplumların yaşantılarını etkilemiş ve
yaşanmışlıklarından etkilenmiştir. Yaşanılan mutluluk, hüzün, sevinç, acı veren tüm
olaylar dönem dönem romanlara da konu edilmiştir. Hastalıklar da bu bağlamda
toplumların yaşam tarzlarını, refah düzeylerini büyük bir ölçüde etkilemiş ve bu
önemlilikte de edebi eserlerde ele alınmışlardır. Toplum yaşamını gerek deneyimsel
gerekse örnek olması açısından etkilemiş ve toplum üzerinde gerek psikolojik
gerekse ekonomik etkiler bırakmış bazı hastalıkları konu alan bu yapıtlardan bir
kaçını inceleyerek bu çalışmaya konu aldık. İncelediğimiz bu romanlarda aileleri
parçalamış, insanlara büyük hüzünler yaşatmış olan hastalıklar yeri geldiğinde
aileleri birleştirmiş, insanların birbirlerine destek olmalarını sağlamış ve bazı
imkansızlıkların aşılması ile de onları sevindirmiştir. Kimi zaman toplumsal
dışlanmaya neden olan ve kimi zamansa insanlar arası dayanışmayı pekiştiren
hastalıklar, etkilerini incelediğimiz bu romanlarda da göstermiştir. Bu yapıtlardan
ve edebiyatın gücünden yola çıkarak diyebiliriz ki, fiziksel hastalıkların yanı sıra
artan iletişim olanaklarıyla yaralanan ilişki hastalıkları ve toplum psikolojisini
etkileyen olaylar her dönemde yapıtlara konu alınmıştır.
Dream of Creating: Dream or Nightmare?
Erdem FADILOĞLU, Başak ŞENEL, Hatice BEKTAŞ, Mehmet ÇOŞKUN
Frankenstein, Mary Shelley’nin 1818’de yazdığı en önemli romanıdır. Roman,
laboratuarında bir varlığı bir araya getiren ve sonra elektrik yoluyla onu
canlandırmayı başaran anatomi öğrencisi genç bir bilim adamı hakkındadır. Bu
varlık bütün görenleri nöbet geçirtecek kadar korkutan korkunç yüzü ile iki buçuk
metrelik canavarımsı bir yaratıktır. Bu canavar insan toplumunda kendine bir
yer bulamaz ve sonuçta bundan duyduğu acı sebebiyle bilim adamına ve bütün
sevdiklerine düşman olur. Bilim adamının akrabaları birer birer yokedilir ve sonunda
bilim adamı da ölür. Canavar, muhtemelen vicdan azabıyla ölmek üzere, vahşi
tabiatta başıboş dolaşmaya başlar. Roman çok büyük bir heyecana yol açmıştır
ve ortaya çıkardığı bu büyük heyecan hiç bitmemiştir. Romandaki ana tema doğa
yasalarına karşı gelmenin eninde sonunda tepkisel sonuçlara yol açacağıdır. Bir
başka konu da, kimya ve doğa felsefesiyle ilgilenen, yaşamın nedenlerini anlamak
için önce ölüme yönelmek gerekliliğine inanan genç tıp öğrencisi Frankenstein’ın,
yarattığı ve yaşam verdiği yaratığın sorumluluğunu üstlenmekten kaçtığıdır.
Romandaki gerçek dışılık günün bilimsel gelişmelerinden sayılan elektrik ve tıpta
sinir ve kas hastalıklarının tanısında kullanılan galvanizmle açıklanır. Romanın
yazıldığı sırada, bilim dünyası mayalanma süreci içindeydi. 1791’de Luigi Galvani
ve Alessandro Volta’nın araştırmaları, özellikle elektriğin hayatla ilişkisine işaret
ediyordu ve buna ilgi çok yoğundu. Yaşayan dokuların “hayvan elektriği” ile dolu
olduğu bile düşünülmüştü. Bunun için, elektrik gücü temsil eden bir sözdü ve bu
söz halk arasında büyülü bir tabir olmayı sürdürdü. Dr. Frankenstein’in hikayesi,
toplumsal uzaklaştırma ve kişiliğin oluşmasında yetiştirmenin rolü kavramlarını
da ele almıştır. Yazıldığı zaman da büyük yankı uyandıran ve büyük eleştirilere yol
açan “bir canlı yaratma” fikrinin beraberinde getirdiği etik ikilemler, günümüzde
de klonlama ve kök hücre çalışmaları konularında hala önemini korumaktadır ve tıp
biliminin neler yapabileceği ve tıp etiğinin nelere izin vermesi gerektiği arasındaki
dengeyi düşündürmektedir. Nerdeyse 200 yıldır hiç eskimeyen Frankenstein
“yaratığı” günümüzde pek çok bilimsel gelişme ve tartışmanın odak noktası
olmuştur.
Molière Önderliğinde Tıp ve Sanat
Salih DEMİRCİOĞLU, Zafer KAYA, İklim GÜRCAN, Ahmet BİLGİN
Bir tıp öğrencisi olan Moliere aynı zamanda sanat alanına da yönelmiş biridir. Ailevi
sorunlar yüzünden ilerde tıp öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalacak olan
Moliere bir savaşta yaralıların muayene edildiği bir yerde doktorluk yapmış ve orda
gördüğü vahşet ve sıkıntı onu ilerde bu konuda çeşitli eserler vermeye yönelmiştir.
Peki neden orada bulunan her doktor değil de Moliere, gördüğü şeylerle ilgili
eserler vermiş ve de oradaki olanları eleştirmeyi düşünmüştür? Tabiki de sanatsal
bir gözle tıpa, doktorlara, hastalara bakabildiği için, yaraları oyun yazan gözlerle
görüp kalem tutan parmaklarıyla tedavi ettiği için. Bizler de hayatındaki dönüm
noktası olan, tıp öğrenimini yarım bırakmasına; ama sanat alanında bile olsa tıptan
tamamen kopamayan Moliere’nin bu anısından yola çıkarak tıp ve sanatın ilişkisini
araştırmak için anketler hazırladık ve bunları sanatçı ve de doktorlara uyguladık.
Bu şekilde Moliere’de ikisi birden bulunan sanat göze ve tıp gözüyle, tıpa ve sanata
bakabilmeyi ve bu yolla edindiğimiz bilgilerle tıp–sanat ilişkisini günümüz insanları
üzerinden yansıttık.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve ETİK
Denek Olarak İnsan
Hekim Hakları
Insanların denek olarak kullanılmasının etik olarak uygun olup olmadığının
tartışılması ve geçmişten bu yana insanların denek olarakkullanıldığı vakaların
araştırılması. İnsanlarin denek olarak kullanılmasının bilime ne derece faydalı
insanlığa ne derece zararlı olabileceğinin tartışılması.
Betül ABANOZ, Cemile ESER, Muhammed GARROH
Bu projede; “Hekim Hakları” konu edinilmiştir. Hekim, sorumlu olduğu konular
yanında onu bu kutsal görevde koruyacak haklara da sahip olmalıdır. Nitekim
sahiptir de. Hekimin haklarının neler olduğu, bu hakların yeterliliğinin ve
gerekliliğinin değerlendirilmesi bu proje kapsamında incelenmeye çalışılacaktır.
“Hekimlere verilen haklar devlet tarafından güvence altına alınmış mıdır”,
“alınmışsa bu yasalar nelerdir” soruları da bu çalışmada cevap verilmesi
planlanmaktadır. Sonuç olarak tedaviye gelen hastayla hekim arasında bir
sözleşme yapılmış sayılmaktadır. Bu sözleşme iki tarafın da haklarına saygılı olması
gerekliliği konusunu düşündürür. Unutulmaması gereken nokta son zamanlarda
üzerine basa basa söylenen hasta haklarının varlığı kadar hekimlerin de haklarının
varlığı ve korunması gerekliliğidir. Bu yüzden en başta bizler hekim olarak bunu
savunmalı ve halkın hekimler üzerindeki olumsuz düşüncelerini ortadan kaldırmak
için elimizden geleni yapmalıyız. Hekimler yılların getirdiği bir rahatlık içinde, yasal
sorumluluklarını bilmekten uzak kalmışlardır. Bu eksiklik telafi edilmelidir. Hasta ve
hekim hakları bir bütündür ve karşılıklı saygıyı gerektirir.
Bağımlılık Yapan İlaçlar ve Reçeteli İlaçların Suistimali
Hülya Efetürk, Pembe Gültutan, Emine Kutlu, Osman İstemez
Bağımlılık yapabilen reçeteli ilaçların neler olduğunu ve aynı zamanda bu ilaçların
nasıl suistimal edildiğini öğrenmeyi amaçlayan bir proje hazırladık. Türkiyede bu
konuyla ilgili çok fazla bir veri olmadığı ve yeterli araştırma yapılmadığı sonucuna
vardık.
Kimliksiz Ölüler
Deniz KOCAÖZ, Bünyamin TEYMUR, Muhammet KOCABAŞ
70’li yıllardan bu yana giderek büyüyen kitlesel turizm akımı ile birlikte, yaşanan
kazalar da arttı ve kurbanların kimliklendirilmesi konusu daha önem kazandı.
Çünkü, hızlı trenler yada kapasitesi 650 kişiyi aşan dev airbuslar, her geçen gün
daha çok insanı daha hızlı şekilde gideceği yere, ama ne yazık ki zaman zaman da
ölüme götürebiliyor. Böyle büyük facialar yaşandığında televizyonlara yansıyanlar,
sadece itfaiye ve kurtarma ekiplerinin hummalı çalışmaları. Ama perde arkasında
çok zor ve hassas işler yapılıyor. Adli tıp uzmanları ve emniyete yada jandarmaya
bağlı özel bir ekip, cesetlerin tanımlanması işini gerçekleştiriyor. Her açıdan zor
bir görev. Çünkü, kurbanlardan geriye genellikle insanı hatırlatacak fazla bir şey
kalmıyor. Meydana gelen kaza veya doğal afetler sonrası birçok insan hayatını
feci bir şekilde kaybetmekte, bazen de küçük yanlışlıklar yüzünden hayatta olan
yakınların öldüğü düşünülmekte. İşte bu noktada adli tıp uzmanları devreye giriyor.
Diğer kurumlarla ortaklaşa yapılan hummalı çalışmalar sonucu bütün cesetlerin
kimlikleri belirlenmeye çalışılıyor. Bu işlemlerin hem ölü yakınları için hem de
resmi işlemler için gerekliliği tartışılmaz. Çünkü cesedi bulunamamış yada kimliği
teşhis edilememiş her kişi “kayıp” olarak görülmektedir. Bu da aslında kişinin
ölümle yaşam arasında bir yere sıkışıp kalması anlamına gelmekte. İşte biz bu gibi
durumlarda Adli Tıp’ın kimlik tayini sırasında hangi yöntemleri kullandığını, hangi
koşullar altında çalışmaların yürütüldüğünü ve ölü ve ölü yakınlarına uygulanan
işlemler hakkında daha fazla bilgi edinmeyi amaçlıyoruz.
Medyadan İlginç Tıp Haberleri
Funda ÖZGÜRLER, Hilal AYVAZ, Seda KARAALİ, Fatma ÖZLÜ
Her gün sağlıkla ilgili birçok yeni haberle karşılaşıyoruz. Hiçbir zaman popularitesini
yitirmeyecek olan bu konu, insanların ilgisini çekebilmek için medya tarafından
malzeme olarak kullanılıyor ve halka yalan yalnış, çarpıtılmış haberlerle aktarılıyor.
Biz bu projeyle bu gibi haberlerin ne kadarının gerçeği yansıttığını ve ve işin asıl
bilimsel yönünü aktarmayı amaçladık. İşte haberlerden birkaç örnek; Tatlıses
türküleri sara nöbetini tetikliyor, Aşk şeker hastalığını azaltır, Yüzük parmağı uzun
olan spora yatkın oluyor.
33
Mustafa KARAARSLAN, Faruk BALICA, İ. Yunus GÜREL
Çocuk İstismarı, Munchausen By Proxy Sendromuna
Hukuksal Yaklaşım
Zeynelabidin Öztürk, Kübra Yİğİt, Ufuk Durmuş
Çocuğun sağlığını, fizik ve psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen; bir yetişkin,
toplum veya devlet tarafından bilerek veya bilmeyerek yapılan hareket veya
davranışlara çocuk istismarı denmektedir. Çocuk istismarı karmaşık nedenleri ve
trajik sonuçları olan; tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psiko–sosyal kapsamlı ciddi bir
sorundur. Dünya Sağlık Örgütü bir yetişkin tarafından bilerek veya bilmeyerek
yapılan ve çocuğun sağlığını, fiziksel ve psiko–sosyal gelişimini olumsuz yönde
etkileyen davranışları çocuk istismarı olarak tanımlamaktadır. Çocuk istismarının;
fiziksel, duygusal, cinsel istismar ve çocuk ihmali olmak üzere tipleri vardır.
Munchausen by proxy sendromu ise özel bir çocuk istismarı formudur. Aile veya
koruyucu çocukta bir hastalık varmış gibi yapmakta yada hastalık yaratmakta
ve \hasta\” çocuğu doktora götürmektedir. Sonuçta, tıbbi öykü, laboratuar
testleri veya hastalığın gerçek nedeni değişmekte veya tıbbi tedavi nedeniyle
yaralar oluşmaktadır. Bazı vakalarda ise anne direkt olarak zararlı eyleme neden
olabilmektedir (zehirleme, ilaç verme gibi). Bu ve benzer durumlara maruz kalan
çocuk için Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu ve Çocuk Koruma Kanunu çeşitli
önlemler geliştirmiştir. Yasalarımızda pek çok önlem ve yaptırımlar bulunmaktadır.
Ayrıca ülkemizde adli tıp kurumlarının da bu gibi durumlar için yaptığı bazı
uygulamalar mevcuttur.
Hekimlerin Gözünden Ötenazi
Fatih GÜZELKARA, Hasan ERDOĞAN, Murat ÇİMCİ
Tıp, hukuk, felsefe ve sosyolojinin ortak konusu olan ötenazi, giderek insanlık için daha
büyük bir sorun olmaktadır. Ötenazinin taleplerinin giderek artmasındaki en büyük
nedenler ise, hayat koşullarının iyileşmesiyle birlikte uzayan insan ömrü, bilimin
gelişmesi sonucunda bitkisel hayattaki insanların yaşatılması olarak gösterilebilir.
Günümüzde, bilim ve etik çoğu kez karşı karşıya gelmekte, bilim adamları
aralarında ciddi tartışmalar yapmaktadırlar. Genetik klonlama, kürtaj ve ötenazi
tartışmaya yol açan sorunlardan birkaçıdır. Biz ötenaziyi inceleyecek, hekimlerin
bakış açısını değerlendireceğiz.
Bu projedeki amaç ötenazinin etik boyutunu daraltarak sadece doktorların
bu konuya olan bakış açılarını değerlendirmektir. Proje doktorlarla yapılan
görüşmelerle geliştirilecektir.
Yeni Nesil Cenin
Osman Akcan, Fuat Hİdayetov, Ensar Aydemİr,
İbrahim Erdem Gökmen
Bu projeyi hazırlamaktaki amacımız; insan klonlamasıyla ilgili bakış açılarını,
beklentileri ve klonlamanın geleceğiyle ilgili düşünceleri değerlendirmektir. Ayrıca
bu konunun dini açıdan ele alınmasını sağlamak da amaçlarımız arasındadır.
Bilindiği gibi son yıllarda en çok tartışılan konulardan biri insan klonlanması oldu.
Ahlaki açıdan, uygulanmasının doğru olup olmadığı tartışıldı. Etik olarak bunun
mümkün olmadığını savunanlar ile bilimsel bir yaklaşımla ılımlı düşünenler
vardır. Bu iki farklı değerlendirmeyi göz önüne alarak klonlamanın getireceklerini
ve götürebileceklerini incelemek hedeflenmiştir. Klonlamayla ilgili Hacettepe
Hastanesinde görevli stajyerlere ve doktorlara yapılan anketle bu konudaki bilgileri
ve düşünceleri değerlendirilmiş ve projemizde sunulmuştur.
Türkiye’de Sağlık Haberciliği
Mete ULUÇAY, Uğur BAL
Görsel anlamda televizyonda sağlık programları yaygınlaştı. Sağlık ile ilgili haber ve
bilgilendirmeye talep var, ancak gazetelerdeki sağlık haberleri tutarlı değil. Bazen
bilinçsiz çeviriler ciddi anlam bozukluklarına sebep olabiliyor. Ülkemizde ekonomik
34
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
ve sosyal düzeyin, insanlarımızın yaşam tarzlarının batı toplumlarına biraz daha
yaklaşmasıyla, toplumumuzda çevre kirliliği, küresel ısınma, kadın ve çocuk hakları
gibi pek çok farklı konuda farkındalık ve merak da yükselmeye başlamıştır. Bu
toplumsal değişim insanların kendi sağlıklarına bakışıyla da ilgili kökten görüş
değişikliklerine yol açmış gözüküyor. İnsanlar daha uzun yaşamanın dayanılmaz
cazibesiyle kendi beden ve ruh sağlıklarıyla ilgili daha fazla bilgi sahibi olmaya
hatta kendi kendilerinin doktoru olmaya özen gösteriyorlar. Ülkemizde özellikle
kalp damar hastalıkları ve kanserden korunma, cinsel yaşam, yemek alışkanlıkları
ve zayıflama yöntemleri üzerine odaklanan bilgilenme hevesi, çoğu zaman uzman
insanlar tarafından yada okullarda değil de basın ve yayın organları tarafından
doyuruluyor. Özellikle gazete haberleri ve televizyon yayınları zaman zaman bir
hekim / uzman tarafından yazılmış / yapılmış olsa da bir çok kez gazetelerin ilk
sayfalarında yada ana haber bültenlerinde bir şirketin karına yönelik, yanıltıcı yada
doğru olmayan haberler yer alabilmektedir. Bu programların ne kadar çok izlendiği
ve gazetelerdeki haberleri okuyanların milyonlarla ifade edildiği düşünülürse kişi
sağlığı hakkındaki haberlerin neden çok titiz ve uzman görüşü alınarak hazırlanması
gerektiği daha iyi anlaşılabilir, çünkü bir yanlış haberi okuyup uygulamak kişinin
sağlığını ve / veya parasını kaybetmesine yol açabilir
Toplumda Özürlü Çoçuğa Kürtaj
Edanur Kurdoğlu, Ufuk Sönmez, Okan Özdemİr
Toplumda herkesin özürlü çocuğa kürtaj konusunda aynı görüşe sahip olması
mümkün değil. Amacımız, halkımızın özürlü çocuğa kürtaja ne kadar tolerans
gösterip göstermediğini kavramayı ve böylece farklı düşüncelerdeki insanların
yorumlarını karşılaştırabilmektir. Araştırmada öne çıkan düşünce ise insanların
özürlü çocuğa kürtaj fikrini din ve yasal açıdan farklı yorumlayıp etik açıdan
çoğunluğun bir düşüncede birleşmeleridir. Bu düşünce de kürtajın zorunluluk
durumlarında yapılabileceği ama bir doğum kontrol yöntemi olmadığıdır. Birçok
doktora göre engelli çocukların rahatlıkla yaşayabileceği bir ortam olmadığı
gibi bu bireylerin topluma yapacağı katkı da yok. Bu nedenle çoğu doktor özürlü
çocuğa kürtaj yapılması gerektiği kanaatinde. Tabii ki bir doktor için özürlü çocuk
doğmasını engellemenin en son yöntemidir kürtaj. Ama “son çare” kavramını
unutmamakta biz doktorların görevidir.
Doktorlar ve Şiddet
Esra KAYACAN, Esin ERDOĞAN, Aylin CAN
Türkiye’de son yıllarda hastanelerde, özellikle acil servislerde hizmet veren
hekimlerin şiddete maruz kalma sıklığı artmaktadır. Şiddete maruz kalma hekimler
kadar diğer sağlık çalışanları ve hatta diğer hastalar ve yakınları için de ciddi bir
sorun olabilmektedir. Günümüzde şiddet diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında
Türkiye için şimdilik önemli bir sosyal sorun değildir. Ancak yine de her yerde
karşımıza çıkabilen saldırganlık için acil servislerin bağışık olamayacağı açıktır.
Bunun en iyi göstergesi de acil servislerin bekleme odalarında ve tedavi alanlarında
ortaya çıkan şiddetin görsel ve yazılı basında sıklıkla yer almasıdır. Bu doğrultuda
biz de çeşitli makalelerden, TTBnin kayıtlarından ve çeşitli gazete arşivlerinden yola
çıkarak doktorların şiddete maruz kalma oranını ve bu şiddetin onları nasıl ve ne
yönde etkilediğini araştırdık.
Tıp Mafyası
Emrah YILMAZ, Erdal ÖZELÇİ, Yunus TOKAT, Oknur ÇEÇEN
Medikal mafya adlı bu projede yasal boşlukları kullanarak hekimlik bilgilerini
kendi maddi isteklerine alet eden gizlice adeta organ ticareti yapan hekimler ve
bu konudaki görüşler araştırılmıştır. Gazete ve internette çıkan haberler ışığında
tıp dünyasında etik ve ahlaki değerlere tamamen ters düşen yasal olarak adı
organ mafyalığı olmasa da maddi açıdan düşkün insanların bu durumunu kendi
çıkarları için kullanan meslektaşlarımız araştırılmıştır. Toplum tarafından en
saygın mesleklerden biri olarak görülen hekimlikte bile yasal boşlukların, bazıları
tarafından etik değerleri hiçe sayarak nasıl kolay kazanç kaynağı olarak kullandığı
görülmektedir. Ülkemizde organ transplantasyonu konusundaki yasal boşlukların
bulunduğu bilinmektedir. Kanunlara göre, organların maddi çıkar karşılığı alınıp
satılması suçtur. Ancak organlar bağış yoluyla alınabilmektedir. İşte bu bağış
kılıfı birçok istismara zemin hazırlamaktadır. Önerimiz ise insanların organ bağışı
konusunda daha fazla bilinçlendirilmesi ve teşvik edilmesidir. Ayrıca bu konuyla
ilgili yasal düzenlemelerin tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Malpraktis
Irmak UÇAK, Mesude ÖZEL, Burçin ÖZYİĞİT
Her yıl binlerce tıp fakültesi öğrencisi hastalara zarar vermemek üzere yemin ederek
mezun olmaktadır. Ancak her yıl bir çok hasta gereksiz veya endikasyonu olmayan
testler, ilaçlar, ameliyatlar sonucu, iatrojenik nedenlere bağlı olarak ölmekte ve
ciddi morbiditeye maruz kalabilmektedir. Son yıllarda doktorların yapmış olduğu
uygulamalar nedeniyle aleyhlerine açılan davalarda ciddi bir artış gözlenmektedir.
Bunda hastaların haklarını aramakta aktif olmalarının yanı sıra işlemekte olan
eğitim ve sağlık sisteminin yetersizliği de rol oynamaktadır. Hemen her türlü tıbbi
girişimin bir takım riskleri vardır. Uygulama bu riskler göze alınarak, yarar– zarar
dengesi gözetilerek yapılır. Tıbbi girişimlerde meydana gelen istenmeyen
durumların, hekimin kötü uygulaması mı yoksa hukukun izin verdiği risk, yani tıbbi
deyişle komplikasyon mu olduğunu ayırt etmemiz son derece önemlidir. Projemizin
amacı, ortaya çıkan tıbbi hataların nedenlerini, hekimin ve sistemin bu kavramdaki
yerini araştırmak ve değerlendirmek ayrıca komplikasyon–malpraktis olgularını
ayıran sınırları incelemektir.
Propranolol Mucizesi
Naciye Bİlgİn, Ayşegül Sevİm, Ece Onat
Başından travmatik bir olay geçmiş insanların, travma sonrası stres bozukluğu
durumlarının Propranolol’ la tedavi edilmesini amaçlayan bir proje konusunu ele
alıyoruz.
Bu konu ile ilgili yapılmış sınırlı sayıda deneysel çalışma bulunuyor ve ilacın bu
hastaların tedavisinde kullanımı şu an yalnızca deneysel aşamadadır. Bu çalışmalar
ayrıca akıllara etik konusunda da bazı soru işaretleri getiriyor.
Kişilerin hafızalarındaki travmatik olayların etkilerini zayıflatmak, kişinin
yaşamında ne gibi olumsuz sonuçlar doğurabilir, kişinin duygu bütünlüğü bu
durumdan nasıl etkilenir, ve farklı amaçlar için kullanıldığında ne gibi sınuçlar
ortaya çıkar, gibi. . .
Propranolol adlı ilacın Post Traumatic Stress Disorder durumunda ne kadar yararlı
olduğunu araştırmak, bu konuyla ilgili yapılan çift kör deneylerin sonuçlarını
inceleyerek, hastalar üzerindeki faydalı etkilerine olduğu kadar, yan etkilerine de
bakarak, bu tedavi şeklinin günlük klinik kullanılabilirliğinin ne aşamada olduğunu
görmek.
Konunun etik boyutunu inceleyerek, hasta ve toplum üzerinde ne gibi olumsuz
sonuçlar doğurabileceğini görmek
Yeni TCK Işığında Hekimin Yasal Sorumlulukları
Fatih BEŞİROĞLU, Bayram BÜYÜKBULUT, Ali GENÇER, Erol KALENDER
Yeni TCK nın kabulüyle birlikte tıp mesleği hukukundaki değişikler hakkında tüm
hekimlerin bilgi sahibi olması gerekmektedir. Kanuni yaptırımlarla karşı karşıya
kalmak istemeyen hekimler mesleklerini yeni TCK ya uygun icra etmelidirler. Yeni
TCK hekimleri bazı konularda zor durumda bırakmaktadır. Biz de hangi durumlarda
bunun gerçekleşeceğini ve hekimlerin bundan nasıl korunabileceğini araştıracağız.
Bununla ilgili yapılmış birçok araştırma mevcut. Biz de yeterince tartışılmamış ve
açığa çıkarılmamış yönlerini araştıracağız.
Türk Hukukunda Ötenazinin Yeri ve Diğer Devletlerdeki
Uygulamalar
Veli KORKMAZ, Furkan YAPICI, Ali KARAYAĞMURLU, Qurban Ali ADINA
Ötenazinin Tanımı: Hiçbir şekilde tedavisi mümkün olmayan, insanda acıma
duygusu uyandıran bir hastalıkla yaşamak zorunda olan, hastanın talebiyle,
icrai yada ihmali bir davranışla, tıbbi yoldan hastanın hayatına son verilmesidir.
Projemizdeki amacımız ötenazinin değişik ülkelerde uygulamalarının
gösterilmesidir. Ötenaziyi Kasten Adam Öldürme Suçu Sayan Devletler, a) Fransa,
b) Arjantin, c) Brezilya, d) Bulgaristan, e) İsveç, f) Macaristan, Ötenaziyi Ayrı Suç
Sayan Devletler, a) İtalya, b) Yunanistan, c) Finlandiya, d) Almanya, Ötenaziyi Suç
Saymayan Devletler, a) A. B. D, b) Hollanda, c) Belçika, Ötenazinin uygulanması
ülkelere göre değiştiği gibi, uygulanma şekli de değişmektedir. Örnek olarak,
Avustralya da özel olarak hazırlanan bir bilgisayar aracılığıyla yapılan ötenazi
uygulaması sırasında bilgisayar, hastaya ölmek isteyip istemediğini son kez soruyor.
Hasta, \evet\” derse bir tuşa basarak, kendisinin hayatına son verecek ilacın enjekte
edileceği elektronik düzeneği harekete geçiriyor. Yaşama hakkı ise Anayasamız,
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Uluslar arası sözleşmeler ve Hasta Hakları Yönetmeliği ile koruma altına alınmıştır.
Yaşama hakkını bertaraf edebilecek bu hüküm iç hukuk bağlamında özel bir kanun
olan uluslar arası antlaşmalara aykırı olduğu gibi, Anayasamızca güvence altına
alınan yaşama hakkının da ihlali niteliğindedir. Dünya Hekimler Birliği’ Ekim 1987’
Madrid’ yapılan 39 uncu Genel Kurulu’ nda kabul edilen bildirgeye göre ötenazi,
etik olmayan bir davranış olarak görülmektedir. Ötenazi hem hukuki hem tıbbi hem
etik hem inançsal açıdan görüldüğü gibi uygun bulunmamaktadır. Biz de grupça
karşıyız.”
Tıbbın Hukukla Buluşması
Semanur KARAGÜLLE, Nur HAMAMCI, Tuğba AYDOĞAN, S. Ayça
GÜLENAY
Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun
yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik
yapan bilimdir. Adli tıp, diğer tıp bilim dallarından farklı yapı ve içeriğe sahip bir dal
olarak dikkati çekmektedir. Multidisipliner bir yaklaşımın temel olarak bulunması,
hukuk, kriminoloji, sosyolojinin yanı sıra genetik, biyoloji, biyokimya ve patolojiyi
de kapsaması onu diğer dallardan ayırmaktadır. Adli tıbbın diğer tıp dallarından
en önemli farkı ise sosyal konularla ilgisi nedeniyle dinamik ve dışarıya çok açık bir
çalışma alanının bulunmasıdır. Denebilir ki tüm ihtisas dalları içerisinde işbirliğine
en açık bilim dalı adli tıptır. Şiddet olgularında çocuk hekimleri, acil hekimleri,
psikiyatristler, cerrahi dallar ve Halk Sağlığı ile çalışırken, ölüm olgularında patoloji,
biyoloji, mikrobiyoloji ve toksikoloji ile işbirliğindedir. Bu da tıp fakültesinde
herkesle işbirliği ve ortak çalışma alanı oluşturması açısından çok pozitif bir
durumdur. Adli tıbba olan ilgimiz proje konumuzu bu alanla ilişkilendirmemizi
sağladı. Özellikle adli toksikoloji projemizin temelini oluşturmaktadır. Ayrıca adli
tıbbın tarihi, gelişimi, kullanım alanları, toplumsal ve hukuksal gerekliliği de
projemizin içerisinde yer almaktadır.
Çocuk İstismarı
Gülşah Çıkrıkçı, Ezgi Deniz Çıplak, Seda Soğukpınar
Çocuk istismarı son günlerde ülkemizde çok tartışılan ve gündemi oluşturan
bir konu; bu nedenle biz de çocuk istismarını ve çocuk istismarının ülkemizde
yaygınlaşmasının altında yatan nedenleri son dönemlerde yaşanan, haberlere
taşınan olaylar üzerinden değerlendirmek istedik. Çocuk istismarı fiziksel, ruhsal,
cinsel ve sosyal her türlü zararı kapsıyor ve oldukça yaygın. Dünyada, ülkeden ülkeye
değişmekle birlikte her yüz çocuktan 1 ile 10’u istismara uğrarken; Türkiye’de,
kimi bölgelerde her 10 çocuktan beşi istismar ve ihmale uğruyor. Sosyo–ekonomik
durum ve eğitim düzeyi belirleyici etkenler. Çocuk istismarı genellikle çocuğun
en yakınları tarafından yapılıyor. Tanımlanması ve tedavi edilmesi en zor travma
şekillerinden biri ve çocuk açısından uzun dönemli fiziksel, psikolojik ve sosyal
sonuçlar yaratıyor. İstismara uğrayan çocuklarda genelde bazı ortak karakteristikler
oluşuyor; düşük özsaygı, hiç bir işe yaramama duygusu, seks konusunda tuhaf
düşüncelere sahip olma, içine kapanık olma ve yetişkin insanlara fazla güvenmeme
gibi. Hatta bazı çocuklarda intihara teşebbüs görülebiliyor. Ayrıca bu çocukların,
yetişkin olduklarında genelde ya çocuklara cinsel taciz uyguladıkları yada para
kazanmak için cinselliklerini kullandıkları görülüyor. 1. derecede çocuğun ve 2.
derecede ailenin örselenmesini önleyecek tedbirlerin alınmasının sağlanması;
çocuktaki ve ailedeki olası travma ve örselenmeyi tedavi ve rehabilite etmek
amaçlı çalışmaların yürütülebilmesi için acilen \ÇOCUK KORUMA MERKEZLERİ”
kurulması gerekmektedir ve cinsel istismarı ortadan kaldırmanın en etkin yolu
oluşmasını önlemektir, buna yönelik programlar geliştirilmelidir. Çocuklara yönelik
bu programlar, olası istismar durumlarını tanımalarını, uygun bir yolla tepki
göstermelerini ve böyle bir durumda güvendikleri bir erişkine olayı anlatmalarını
hedeflemektedir. Çocuk istismarının önlenmesi için atılacak en önemli adım
konuyla ilgili ailelerin ve toplumun bilinçlendirilmesi olacaktır. ”
Reklamin İyisi Kötüsü Olur mu?
Nimet GÜLEN, Sinem POLAT, Ali Hasan ZUBAROĞLU
Günümüzde sağlık hizmeti veren kuruluşların sayısı ve sunduğu olanaklar artmıştır.
Bunun yanı sıra son yıllarda “hekim–hasta” ilişkisini “müşteri” ilişkisi olarak
benimseyen sağlık kurum ve kuruluşları da artmaktadır. Bu artış kaçınılmaz olarak
bu hizmeti veren kuruluşlar ve kişiler arasında rekabeti doğurmuştur. Bu rekabetin
bir sonucu olarak reklamın sağlık alanında da kullanılması yaygın hale gelmiştir. Bu
35
projede amaçlanan; reklamı tıp alanında kullanmanın etik ve hukuksal boyutunu,
yapılan reklamların ne kadar doğru olduğunu, bunların denetimi için herhangi bir
kurumun olup olmadığını araştırmak ve bu konudaki uygulamaları güncel örnekler
üzerinden ele almak; ayrıca sağlık alanında insanları yanlış şekilde bilgilendiren,
yönlendiren ve kimi zaman haksız rekabet yaratan reklamlara karşi eğitimleri
süresince yeterince bilgilendirilmeyen tıp fakültesi ögrencilerini biraz olsun
bilinçlendirmektir. Projede bu görevi üstlenen kurumlar ve ilgili yasal mevzuatı
incelenmiştir. Mevzuata uyulmadığı takdirde gündeme gelecek cezalara ve
örneklerine yer verilmiştir. Sonuç olarak hekimlerin ve sağlık kuruluşlarının reklam
yapmalarının bütünüyle yasaktır, yayınlatabilecekleri ilanlar ise çok katı bir çerçeve
ile sınırlandırılmıştır.
Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası
Sare ALKAN, Hikmet Ekin SÖNMEZ, Özge NADASTEPE
Sosyal güvenlik arayışı, çok eski tarihlere dayanmasına rağmen günümüzde,
ülkemizde olduğu gibi birçok gelişmekte olan ülkenin önemli sorunlarından biridir.
Ekonomik istikrarsızlık, birçok gelişmiş ülkenin de sosyal güvenlik sisteminde
sorunlar yaşanmasına sebep olmuş ve sistem değişikliği arayışını da beraberinde
getirmiştir. Bu projede öncelikle sosyal güvenliğin kapsamı ve bir bileşeni olan
sosyal sağlık sigortası araştırılmıştır. Sosyal sağlık sigortası için temelde iki farklı
sistem bulunmaktadır. Bunlar Anglo–Skandinav ülkelerde yürütülen genel vergi
gelirlerine dayalı, bütün topluma yönelik sigorta ile kıta Avrupası ülkelerinde
yürütülen prime dayalı, çalışan kesime yönelik sigortadır. Çoğu ülke bunların
karmasını kullanmaktadır; ayrıca özel sigortacılık da hemen her ülkede farklı
oranlarda mevcuttur. Çok boyutlu bir inceleme yapıldığında sigorta sistemlerinin,
ülkenin demografik ve sosyo–ekonomik durumu, çalışanların toplam nüfusa
oranı, kadınlar için düzenlenen yönetmelikler ve IMF gibi çok uluslu örgütlerin
politikalarına göre şekillendirildiği görülmüştür. Proje kapsamında Sosyal
Güvenlik Reformu’nun 4 ana maddesinden biri olan Genel Sağlık Sigortası
Yasası incelenmiştir. Türkiye’de şu anda karma bir model yürürlükte olup, farklı
kesimlere farklı sigorta kurumları aracılığıyla hizmet verilmektedir; fakat bir
hizmet standardizasyonu bulunmamaktadır. Finansmandaki açıkları gidermek
amacıyla, prime dayalı modelin bu kurumlar arasında kapsamını genişletmek
ve devletin bu yöndeki harcamalarını azaltmak, ayrıca özel sigortanın payını da
artırmak şeklinde özetlenebilecek yöntem istenen sonucu vermemektedir. AB
içinde istihdam yapısı açısından Türkiye’yle benzeşen ülkelerde primli sistemin iyi
işlemediği ortaya çıkmış, GSS’nin finansmanını vergilerden sağlamanın daha etkin
olduğu anlaşılmıştır. Sağlık politikası kamuyu eşit, adil ve verimli sağlık güvencesi
altına alabilecek, sosyal devlet ilkesiyle tam olarak bağdaşacak şekilde yeniden
düzenlenmelidir.
Hekim Sorumluluğu ve İlaç Etiği
Şeyda DEĞER, Mebrure Beyza ÖZGÜN, Hüsna TOPAL
İlaç tanıtımını ilaç firmalarının belirlediği tıbbi mümessiller gerçekleştirmektedir.
Tanıtım sırasında doktoru teşvik amaçlı eşantiyon ürünler de verilmektedir. Bu
konuyu araştırmamızın gerekçesi hekim mümessil arasındaki bu etkileşimde tıbbi
etik dışı uygulamaların sık sık gündeme gelmesidir. Doktorların ilaç mümessillerine
karşı tutumları kısaca 4 grupta toplanabilir: 1– İlaç mümessillerinin gerekliliğine
inanan doktorlar, inanmayanlara göre, ilaç mümessillerine yönelik daha olumlu
tutuma sahiptirler. 2– Doktorlar, ilaç mümessillerinin bilgi ve eğitim desteği
sağladıklarına inanmaları halinde, onlara yönelik daha olumlu tutumlar geliştirirler.
3– Doktorlar, ilaç mümessillerinin satış tarzlarını agresif bulmadıkları taktirde,
onlara yönelik daha olumlu tutumlar geliştirirler. 4– İlaç mümessillerinin ve
firmalarının bilimsel toplantılara ve araştırma projelerine sağladıkları katkılar,
doktorların ilaç mümessillerine yönelik daha olumlu tutum geliştirmelerine
hizmet eder. İlaç pazarlama tekniklerinin etik yönünü irdeleyen makalelerde aşırı
promosyonel tekniklerin hekimlerin temel reçete yazma davranışlarını etik olmayan
yönde değiştirebildikleri ortaya konmuştur. Şimdiye kadar alınmış olan önlemler
Sağlık Bakanlığınca yayınlanan iki genelge ve Türk Tabipleri Birliğinin hazırladığı
‘Hekim ve İlaç Tanıtım İlkeleri’nden ibarettir. Ancak bu düzenlemelere rağmen
sorun çözümlenmiş değildir. Bu durumu medyada çıkan haberlerden anlamak
mümkündür. Toplumun görüşlerini dikkate alan yeni uygulama modellerine,
kurallara ve mekanizmalara gereksinim vardır.
36
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Dini ve Hukuki Pencerede Küretaj
Merve CİNGİ, Melike Badoğlu, Fadime DİNÇER, Nimtaj
Abdullayeva
Toplumumuzda küretaj uygulamasının sıkça uygulanan bir uygulama olması,
konuyla ilgili yasaların devamlı gözden geçirilmesi ve bu uygulamaya toplumsal
ve dini bakışların medya organlarında gün geçtikçe daha sık yer alması bize
projemizde bu konu üzerinde yoğunlaşmamız gerektiğini düşündürttü. Ayrıca insan
haklarının ihlali konusundaki tartışmaların bu konuya da dahil edilmesi ve istismara
açık hale gelmesi, bu konuyu proje konusu olarak seçmemizi sağladı. Bu projeyi
hazırlarken amacımız, dünya genelinde ve ülkemizde “küretaj” uygulamasıyla
ilgili araştırma yapmak ve bundan hareketle bu uygulamaya din, ırk, hukuk ve
toplum kuralları açısından bakışları irdelemekti. Bu projeyi hazırlarken; elde
edebildiğimiz kitaplardan, internetten ulaşabildiğimiz makalelerden yararlandık.
İlk olarak küretajın genel kuralları ve uygulaması ile ilgili bilgi edindik. Ardından
kendi ülkemizden başlamak üzere diğer ülkelerde küretaj uygulamasıyla ilgili
hukuk kurallarını ve bu kuralların tarihçesini araştırdık. Ülkelerin sosyo–ekonomik
durumlarıyla küretaj sıklığının ilişkisini irdeledik. Ayrıca, dini kurallar ve din
ahlakının küretaj uygulamasına ne gibi etkileri olduğunu incelemeye çalıştık.
Bilimin Gizli Kahramanları
Olcay KURTULAN, Simay DAL, Vedat HEKİMSOY,
Jacqueline Akinyi OTIENO
Projemizin amacı; hayvan deneylerinin tıp araştırmaları için kaçınılmaz olduğunu
düşünenlerle, bu uygulamadan bütünüyle vazgeçilmesi gerektiğini düşünenler
arasındaki tartışmayı ortaya koyarak, hayvan deneylerinin bilime ne kadar katkı
sağladığını etik çerçevede değerlendirmektir. Bu projenin yapılması sırasında;
internetten elde edilen dokümanlar, görüşler, etik yasalar ve Hacettepe’nin
etik kurul sayfasındaki bilgilerden yararlanılmıştır. Hayvan deneylerinden
vazgeçilememesinin sebebi, şimdiye kadar birçok bilginin bu yolla elde
edilmiş, güvenilir ve kullanılabilir bilgiler olmasıdır. Örneğin, birçok hastalıkta
uygulanabilecek tedavi yöntemleri, aşılar ve çeşitli ilaçların mekanizması hayvan
deneyleri sayesinde bulunmuştur. Fakat hayvan deneylerine karşı olan grup, hayvan
deneylerinin bazı çalışmalarda sonuçsuz kaldığını öne sürerek, bu çalışmalarda
hayvanların gereksiz yere katledildiğini vurgulamaktadır. Hatta bazı kesimler,
hayvan deneylerinde varılan bazı sonuçların insanlarınkiyle örtüşmediğini ve
insanlara zarar verebileceğini belirtmektedir. Tıptaki araştırmalar için hayvan
deneylerinin yerine çeşitli yöntemlerin kullanılabileceğini öne sürmektedirler. Bu
yöntemlere projemizde ayrıntılarıyla yer verilmiştir. Sonuç olarak; proje hazırlığı
boyunca çeşitli görüşler araştırılmış, hayvan deneylerinden vazgeçilemeyeceği
sonucuna varılmıştır. Fakat bu deneylerin çeşitli yasalarca sınırlandırılması ve etik
kurallarına uygun olarak yapılması gerekmektedir.
Hayvan Deneylerinin Tıp Eğitimdeki Yeri
Gizem Kumru, Özkan Urak, Coşkun ÇİFTÇİ
Modern tıbbın gelişiminde büyük öneme sahip olan hayvan deneyleri; bugün ciddi
etik tartışmalara konu olmaktadır. Bazı bilimadamları özellikle ilaç araştırmaları ve
fizyoloji çalışmalarında hayvan deneylerinin şart olduğunu savunurken; diğerleri ise
bu deneylerin gereksiz olduğu kanaatindedirler. Projemizde; hayvan deneylerinin
özellikle tıp eğitimindeki yeri ve gerekliliği tartışılmış ve fakültemizde yapılan bir
anket çalışmasıyla desteklenmiştir.
TIP ve FELSEFE
Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Tıp Hakkındaki Görüşleri
Emre ÇANKAYA, Ali CAVİT, Cengiz BURAK, Erkan YÜCE
Bu proje çalışmasında tıp eğitiminin öğrencilerinin sosyal yaşamlarına olan etkisini
araştırmayı hedef olarak belirledik. Amacımız tıp eğitiminin, öğrencilerinin sosyal
yaşamlarını ve psikolojik durumlarını nasıl etkilediğini araştırmak. Öğrencilerin
eğitimlerine ne kadar zaman ayırdıklarını, günlük uğraşlarını ve ne çeşit hobilerinin
olduğunu anket yöntemiyle sorgulamak. Bu amaçla tıp öğrencilerini ankete tabi
tuttuk ve sonuçlarını projemizde sizlerle paylaştık.
Türkiye’de ve Dünyada Aile Hekimliği
Serhat KİRAZ, Mehmet COŞKUN, Murat Yaşar TAŞ
Aile hekimliği, bir tıp disiplini. Diğer tıp branşları gibi kendine özgü bir
eğitimi, uygulaması ve araştırma konuları bulunan, dahili tıp bilimleri içinde
değerlendirilebilinen klinik bir branş. Kalp Hastalıkları, Kadın Hastalıkları ve Doğum,
Cildiye gibi branşlardan farklı olarak Aile Hekimliği, hastalarında yaş, cinsiyet, organ
yada sistem ayırımı yapmaz, eğitimi dahilindeki tüm hastalara hizmet verir. Birinci
basamak, bir hastanın ilk başvurduğu sağlık kurumudur. Hasta gereği halinde
birinci basamak hekimi tarafından 2. basamağa yada daha üst kurumlara sevk edilir.
Aile hekimi/genel pratisyen hastaların ilk başvuracakları hekimdir (birinci basamak
hekimliği). Aile hekimi bir ailenin tüm bireylerinin tüm sağlıklarından sorumludur
ve bütün sağlık sistemiyle kendine kayıtlı bireyler arasında köprü görevi yapar.
Kendine kayıtlı hastaların sağlık sisteminden en iyi şekilde faydalanmalarından
sorumludur. Bu tanımı gereği hastaların acil durumlar dışında kendi aile
hekimlerine görünmeden 2. ve 3. basamak kurumlara (hastanelere) gitmeleri bazı
sakıncalar taşımaktadır. Aile hekimleri sadece aile merkezli bir yaklaşım göstermez,
aynı zamanda toplum sağlığının gereklerini gözeten bir yaklaşım sergiler. Aile
hekimi hastalarının farketmedikleri, şikayet etmedikleri sağlık sorunlarından da
sorumludur. Hastalarını bilgilendirir, gerekli sağlık kontrollerini yaparak hastalıkları
erken dönemde yakalamaya çalışır, hastalıklara karşı alınabilecek önlemleri uygular.
Koruyucu hekimlik aile hekimliğinde önemli bir yer tutar.
Belirsiz ve Değişken İdeal: Güzellik
Begüm Gökçen TAN, Emine Tİmurlenk, Özgür Seğmen
Hayatın her alanında davranışlarımız ve yaptığımız tercihler üzerinde çoğu zaman
farkında olmasak da önemli bir etkiye sahip olan “güzellik” kavramının net bir
tanımını yapmak, yada belirli standartlarını ortaya koymak oldukça güçtür. Bununla
beraber yükselen yaşam standartları, bilimsel ve teknolojik gelişmeler sonucunda
bu fazlasıyla belirsiz ve öznel ideale ulaşmak için sunulan olanaklardan yararlanmak
isteyen, bunun için maddi–manevi fedakarlıklarda bulunan insanların sayısı
giderek artmaktadır. Öte yandan güzellik kavramının materyalist bir yaklaşımla
kalıplaştırıldığını, bazı yapay özelliklerin özendirildiğini ve bu durumun hem insan
sağlığını, hem de kültürel değerleri tehlikeye attığını öne süren eleştiriler de son
yıllarda önemli boyutlara ulaşmıştır. Projemizde güzellik kavramını tanımlamayı,
insan güzelliğinin sosyo–kültürel ve toplumsal özelliklere göre gösterdiği
farklılıkları ortaya koymayı ve günümüzde “güzelleşmek” isteyenlere sunulan
olanakları olumlu ve olumsuz etkileriyle incelemeyi amaçladık. Konumuzu ele
alırken, öncelikle “güzellik” kavramını tanımlamaya çalışacağız. Güzellik olgusunun
algılanışı hakkında yapılmış bilimsel çalışmalara ve felsefi yaklaşımlara da
değineceğiz. Ardından güzellik anlayışının toplumlar arasında ve zaman içerisinde
gösterdiği farklılıkları, farklı dönem ve kültürlere ait sanat eserlerinden örneklerle
ele alacağız. Projemizin son bölümünde ise tıbbın güzelleşme yolunda sunduğu
olanakları, toplumun bu olanaklardan ne ölçüde yararlandığını, bu uygulamaların
sonuçlarını inceleyeceğiz.
Pasif İntihar: Anorexia Nevrosa
Temucin KARASU, Hakan BABAOGLU, Hatice Ecem YILDIZ
Anorexia, bireyin kendi bedenini algılamasının bozulması ve sonuçta kendini kilolu
algılaması olarak tanımlanıyor. Kişi bu nedenle, beslenmeyi reddeder ve aşırı kilo
kabına uğrar. Kişi kilo vermeye kendi isteği ile başlar ve bunu sürdürür. Hastaların
çoğunun düşünce içeriği yemek ile ilişkilidir. Topluluk içinde yemek yeme konusunda
isteksiz davranabilirler. Başlangıçta çevrelerinden ilgi ve beğeni görmek için,
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
kendileri üzerinde kontrol sağladıklarını görmek amacıyla alınan besinleri kısıtlamaya
başlarlar. Eski kilolarına yada çevrelerinde görünüm olarak beğeni kazanan kişilerin
kilosuna inmek için hedef belirlerler. Gün içinde farklı zamanlarda tekrar tekrar
tartılırlar. Tıkınırcasına yeme–çıkartma tipine ait grubun alkol–madde kötüye
kullanımı, daha çok duygusal durumda dalgalanmalar ve cinsel aktivitelere sahip
olup, dürtülerini kontrollerinin daha zor olduğu gözlenmiştir. Kişinin toplumsal
ilişkileri azalabilir. Sadece is, fiziksel egzersiz ve kilo düşünceleri ile ilgilidir. Bir deri bir
kemik kalsa bile kilolu olduğu düşüncesindedir. Kişiler kendilerine listeler hazırlayarak
kendilerine yasakladıkları yiyecekleri belirterek, bunları yemeyeceklerine yeminler
ederler. Yarım kilo bile almaları onları zayıflıktan şişmanlığa geçtikleri şeklinde
düşündürür. Uzun süre bir konuya dikkatlerini veremezler. Kendilerine güvensizlik
yoğun bir şekilde kendini hissettirmektedir. Gitgide sosyal çevrelerini kısıtlarlar. Bu
rahatsızlık düzenli ve bol çeşitli yemek yeme olanaklarının olup, göze hoş görünmenin
zayıf bir vücut yapısı ile paralel düşünüldüğü bati toplumlarında, kentsel alanlarda
daha çok gözlenmektedir. Hastaların %90–95 i kadındır. Anoreksia nervosa genç
kızlarda %0,5 oranında saptanmakta, genellikle 12–25 yas arasında rastlanmaktadır.
Yaşanılan sosyo–kültürel çevrenin etkisi ile zayıflığın kesin güzellik ölçütü olması
durumu yaygınlaştırmaktadır. Bazı mesleki alanlar (hosteslik, modellik, dans ve
müzikle uğraşanlarda) bu yüzden özellikle risk altındadır. Bu rahatsızlığı olanların
ailelerinde depresyon, alkolizm, şişmanlık ve gene bir yeme bozukluğuna daha çok
rastlanmaktadır. Bu kişilerin annelerinin daha çok diyet yapıp, yeme bozukluğunun
olduğu, sürekli diyet yapma düşünceleri ile haşır nesir oldukları, kızlarının da diyetleri
konusunda yoğun
Normal miyiz? Bundan Emin miyiz?
Varoluşun Psikiyatrisi
Sudan Gelen Tehlike
Görkem Alper SOLAKOĞLU, İrem KOÇ, Engin DEMİR
Varoluşçuluk felsefesinde İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun
rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği ve güçsüzlüğü söz konusudur. Güçsüzlüğü
ve hiçliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik
karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği (authentique) ve bu halis
olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın,
tek insanın kendisini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici
davranışı–tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur. Projemizde bu felsefenin
psikiyatrideki açılımları, tedaviye etkisi ve insanı anlamanın yollarını tartıştık.
Özellikle kaygı ve ölüm üzerine değerli katkılar bulduk.
Cerrahi Anestezi
Deniz Kargın, Emel Rodoplu, Esra Karabulut, Kübra Coşkun,
Pınar Günok
İnsanlık tarihi kadar eski olan tıp tarihinde günümüzde yapılan pek çok ameliyatın
benzerleri daha ilkel koşullarda ve hijyen kurallardan bihaber olarak yapılıyordu.
Bu ameliyatlarda hijyen kadar eksik olan ancak günümüzün cerrahi ameliyatlarının
mihenk taşını oluşturan bir şey daha vardı: Anestezi. Anestetik maddelerden ilki olan
eterin (bulunduğu zamanki adı “vitriol”dü) bulunuşu 1275’te olsa da ağrıyı dindirmek
için ilk kullanılışı Paracelcus tarafından 1605’te; ameliyatlarda ve diş çekimlerinde
kullanışı ise 19. yy. ortalarında olmuştur. Bu projeyi seçmemizdeki gerekçe;
anestezinin cerrahideki önemli yerini, hekimler ve yaptıkları ameliyatlar ile hastalar
üzerindeki etkilerini araştırmaktır. Bu projedeki amacımız anestezi öncesinde ve
sonrasındaki ameliyatları karşılaştırarak anestezinin hekimin başarısı ve tecrübesi,
hastanın iyileşme süreci, ameliyatı kabul edip etmemesi ve hastalıkların prognozu
üzerine etkilerini araştırmaktır ve sorularımıza cevap bulmaktır. Ağrı; aslında
hastaların hastaneye başvurmalarını sağlayan bir alarm sistemidir. Çünkü ağrı
insanları rahatsız eden bir histir. Ağrı çeken bir kişi bundan kurtulmak ister. Bazen
cerrahi bir müdahale gerekir bu ağrıdan kurtulmak için ancak o zaman da daha büyük
bir ağrı hissi ile karşı karşıya kalırız ve göreceli olarak hafif bir ağrıya razı oluruz.
İnsanlar anestezinin olmadığı dönemlerde benzer nedenlerle cerrahi tedaviden
sakınmış, bunun neticesinde de cerrahların bilgi, beceri, başarı ve iyileştirebilirlikleri
çok sığ kalmıştır. Anestezik maddelerin bulunması ile tıpta ve tıbbın var olma nedeni
insan sağlığında bir çığır açılmıştır. İnsanlar ağrı hissetmeyecekleri için cerrahi
tedaviye daha rahat yanaşacaklar; cerrahlar, hasta acı çekmediği için daha rahat
hareket edebilecek. Nitekim anestezik maddelerin bulunmasından bugüne kadar
da bu fark açıkça gösterilmiştir. Bunların sonucunda cerrahların deneyimleri hızla
artmış, cerrahi başarı da aynı doğrultuda yükselmiştir. Ve böylece ağrı tıptaki kilit
yerini, ANESTEZİ’nin tek hedefi olmasıyla da tescillemiştir.
37
Zehra Çamcı, Işıl İnan, Nergis Kender, Halil Önder
Projedeki amacımız psikolojik rahatsızlıkların belli boyutlarda normal insanlarda
da olabileceğini göstermektir. Bu amaçla incelenebilecek hastalıklar toplumda
normal sayılan insanlarda da zaman zaman görülebilen durumları da içermeliydi.
Bu nedenle günlük hayatımızda yaşadığımız anlık kaygılardan patolojik
boyutlara kadar varabilen geniş bir yelpazeye sahip olan “anksiyete bozuklukları”
incelendi. Anksiyete, nedeni bilincimizde olmayan yani nedeni hakkında net bir
bilgimizin olmadığı, içsel bir tehlike yada tehdit karşısında gösterilen ruhsal bir
tepkidir ve korkuda olduğu gibi bedensel belirtilerin eşlik ettiği bir durumdur.
Anksiyete, çok hafif bir tedirginlik ve gerginlik duygusundan panik derecesine
kadar varan değişik yoğunluklarda yaşanabilir. Herkes tarafından zaman zaman
hissedilen bir duygulanımdır. Bu duygulanımla tanışmamış kimse yoktur. İnsanın
yaşamını sürdürebilmesi, çevreye uyum gösterebilmesi ve belirli görevleri yerine
getirmesinde itici güç rolü oynaması bakımından bir dereceye kadar sağlıklı
olan anksiyete, kişinin işlevselliğini bozmaya başladığı noktadan itibaren sorun
olmaya başlar. Tıp fakültesi öğrencilerinde anksiyete değerlendirilmesi için bir
anket çalışma yapılmıştır. Yaygın olarak görülen bu duygu durumunun fakültemiz
öğrencilerinde de görüldüğü saptanmıştır. proje çalışma aşamasındayken teorik
olarak anksiyete ile ilgili birçok kaynak varken toplumun farklı kesimlerinin farklı
anksiyete durumlarını gösteren istatiksel çalışmaların az olduğu dikkat çekti. Bu
tür çalışmaların yaygınlaştırılması ve bu yolla anksiyete hakkında toplum bilincinin
sağlanması önerilmektedir.
Mustafa Salih Çaylan, Hassan Ahmed Bachu, Ali Caner Özdöver
Günümüzde, dünya üzerindeki içme suyu kaynaklarındaki hissedilir derecedeki
azalmalar, gelecekte sağlıklı içme suyu temininin ne kadar önemli bir sorun
olacağını gözler önüne sermiş ve bizi böyle bir araştırmaya yönlendirmiştir.
Küresel ısınma 10 yıl içerisinde geri dönülmez bir noktaya ulaşacaktır. Küresel
ısınma, kutuplardaki buzulların erimesine, iklimin ve mevsim şartlarının
değişmesine, okyanusların ısınmasına, deniz seviyesinin yükselmesine, orman
yangınlarının artmasına, göllerin küçülmesine, ırmakların kurumasına, kışın
sıcaklıkların artmasına, ilkbaharın erken gelmesine, sonbaharın gecikmesine,
bulut ormanlarının kurumasına yol açmaktadır. Bugün dünya nüfusunun yüzde
40’ı, yani 2. 4 milyar insan sağlıklı içme suyu bulamamaktadır. Bu oran 25 yıl içinde
yüzde 50’ye çıkacaktır. Yani 4 milyar insan sağlıklı içme suyu bulamayacaktır.
25 yıl sonra Asya ve Pasifik’teki insanların yüzde 65’i, Ortadoğu’daki insanların
yüzde 95’i sağlıklı içme suyuna ulaşamayacaktır. Ülkemizde de çok önemli
sorunlar meydana gelecektir. Baraj göllerinde su seviyesinin düşecek olması
hidroelektrik enerji üretimini aksatacaktır. Günümüz itibariyle barajların doluluk
oranları İstanbul’da %53. 5, Ankara’da %9. 3, İzmir’de %30. 1 olarak ölçülmüştür.
Ülkemizde Iğdır, Mardin, Şanlıurfa ve Karaman çölleşmiş iller sınıfına girmiştir.
Sonuç olarak günümüz dünyasında su tasarrufu ve kuraklık hemen ele alınması
gereken konulardır. Bulaşıcı hastalıkların çoğu kirli sulardan kaynaklanmakta ve
su ile yayılmaktadır. Bu hastalıkların en önemlileri ishaller, kolera, tifo, hepatit ve
giardiasistir. Dünya Sağlık Örgütü, her yıl iki milyondan fazla insanın su ile bulaşan
hastalıklar yüzünden öldüğünü açıklamaktadır. Başta kolera olmak üzere bu
hastalıklar, içme sularının temizlenmesi ile büyük ölçüde önlenebilmektedir. İçme
suyu temizleme işlemi ise klorlama yöntemiyle gerçekleştirilmektedir.
Şerafettin Sabuncuoğlu
Yasin ŞAHİNTÜRK, Ahmet DAYLAN, Evren ÇAVUŞ
Şerafettin Sabuncuoğlu, aslında yüzyıllardır bir kenarda kalmış, keşfedilmesi ise bu
yüzyıl başında gerçekleşmiş bir bilim adamıdır. Fatih Sultan Mehmet zamanında
yaşamış ve o dönemde hekimlikteki bölüm ayrımları çok belirgin değil. burdan
yola çıkarak kendisinin hekimliğin her alanında faaliyet gösterdiğini söyleyebiliriz:
Cerrahi, diş hekimliği, farmokoterapi, psikiyatri. . . 1992’de Prof. İlter Uzel, el
yazmalarını Cerrahiyyetü’l Haniyye adıyla günümüze uyarlıyor. Bu kitapta yer alan
özellikle cerrahi işlemlerin o dönemin çok ilerisinde olması ve günümüz modern
cerrahisinde temel teşkil etmesi göze çarpıyor. Ayrıca kitaptaki cerrahi işlemlerin
resimlerle çok güzel tasviri yapılmış ve kitabın ayrı bir sanatsal özelliği olarak ortaya
çıkıyor bu resimler. Projemizde kısa olarak Şerafettin Sabuncuoğlu’nun hayatı,
38
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
kitabındaki cerrahi işlem resimlerinin incelenmesi, bu işlemlerin günümüz modern
tıbbına katkıları ayrıntılı olarak incelenecektir. . .
Çocuğa Cinsel İstismar
Yaşamayı Öğrenmek
Çocuğun kendisinden büyük biri tarafından (bazı kaynaklarda 4–6 yaş sınırı
belirtilmektedir) cinsel haz amacıyla zorla yada ikna edilerek cinsel etkileşime
maruz bırakılması, çocuk cinsel istismarı olarak tanımlanmıştır. Çocuk istismarı
karmaşık nedenleri ve trajik sonuçları olan, tıbbi, hukuki, gelişimsel ve psiko–sosyal
kapsamlı ciddi bir sorundur. Çocuğun büyüme ve gelişmesini olumsuz yönde
etkileyen her türlü davranış olarak tanımlanabilen çocuk istismarına, insanlık
tarihi boyunca her kültürde rastlanmıştır. Sık görülen ve önemli bir sağlık sorunu
olmasına karşın, tanısında ve ilgili uzmanlık dallarıyla işbirliğinde çoğu kez
yetersizliklerle karşılaşılmıştır. Çocuk istismarının tanı ve tedavisinde etik, ahlaki
ve kanuni yükümlülükleri olan hekimlerin, özellikle de çocuk hastalarla en çok
karşılaşan çocuk hastalığı uzmanlarının, çocuk istismarının bulgu ve semptomlarını
bilmeleri gerekmektedir. Çocuk istismar ve ihmali çok geniş bir konu olduğu için
biz projemizde “Çocuğa Cinsel İstismar” konusu üzerinde çalışmaya karar verdik.
Çocuğa cinsel istismar, özellikle son günlerde basında sıkça yer alan haberler
nedeniyle gündemi meşgul etmektedir. İşte bu sebeplerden dolayı bu projemizde
çocuk istismarını farklı yönleriyle tartışmayı uygun bulduk.
Ayşe AYDIN, Sefa ÜNAL, Fethi İSHAK, Aydın Tuncer SEL
Hastane okulları uzun süre hastanede kalmak zorunda olan çocukları hayata
bağlayan ve geçmiş yaşantılarına olan özlemlerini dindirmelerini sağlayan çok
önemli kurumlardır. Biz de bu projeyle Hacettepe Hastanesi’nde bulunan hastane
okulu hakkında bilgi vermeyi ve hasta çocukların ihtiyaçlarını anlamayı amaçladık.
Bu doğrultuda hastane okulları ve bizim okulumuz hakkında bilgi topladık.
Hastanemizdeki hastalara ulaşmamız güç olduğu için yeterince bilgiye ulaşamadık;
ancak daha önce yapılmış benzer çalışmalardan ve okuldaki öğretmenlerin
birikimlerinden faydalandık. Projemiz gösterdi ki hastane okulu, çocukların sıkıntı
duydukları hastane ortamından kısa süreli de olsa uzaklaşmaları ve akranlarından
geri kalmamaları için oldukça faydalıdır. Ayrıca çocuklar bu okulları toplum hayatına
daha kısa sürede adapte olmaları ve hastanede güzel zaman geçirmeleri açısından
çok sevmektedirler. Ancak yine de bu okulların da çeşitli ihtiyaçları ve sorunları
olabilmektedir. Öğretmenler büyük bir özveriyle çalışmakta ve hastane ortamının
verdiği karamsarlığı bir parça da olsa umuda ve ışığa çevirebilmektedirler.
Bizler de uzun süre hastanede kalan çocukların psikolojilerini göz önüne alarak
onlara yaklaşım tarzımızı belirlemeli, hastane okulundan yararlanmak isteyen
hastalarımıza yardımcı olmalıyız. Hastane okullarının daha da güzelleştirilmesi
hem onları daha mutlu edecek hem de moral desteğiyle iyileşmelerine katkı
sağlayacaktır.
Yaşamak mı?
Tuba ANIK, Şule BÜYÜK, Fatma Betül ESEN
Toplumsal açıdan önemli bir sorun olan intihar olgusu diğer bütün toplumsal
olgulara göre farklı bir özelliğe sahiptir. Bütün toplumsal olguların temelinde insan
yaşamını devam ettirebilme çabası vardır. Bir kişi, yaşamını devam ettirebilmek
için basit bir hırsızlıktan tutun da diğer bir kişiyi öldürmeye kadar varan bir çok
eylemi yapabilmekte; kendisi için olumsuz olan şartları değiştirebilmek için elinden
gelen tüm çabayı gösterebilmektedir. Fakat intihar eden bir kişi, tüm bu mücadele
yollarını bırakarak, kendi yaşamına karşı bir eyleme girişmiştir. İşte intihar olgusunu
diğer tüm olgulardan farklı kılan yön de budur: Kendi yaşamını devam ettirmeye
çabalamamak. . . Modern çağın insanı çözümlerin tükendiğini hissettiğinde intiharı
çözüm gibi görebiliyor. Özellikle psikiyatrik rahatsızlıklarda yaşanılan sıkıntının
dayanılmaz olduğu an kaçış gibi ortaya çıkabilen intihar girişimine dikkat etmek
gerekir. Tüm ölümlerin %0.4–0.9 unu oluşturan intihar (öz kıyım) davranışı kişiyi
ve çevresini etkilemesi yanında, sonraki nesiller ve toplum üzerindeki etkileri
nedeniyle büyük bir toplumsal sorundur. Tüm dünya çapında her gün yaklaşık bin
kişi öz kıyım gerçekleştirmektedir. İnsanlık tarihinin her döneminde görülen intihar
olgusu, çağımızda gün geçtikçe artmakta ve önemli bir toplumsal sorun haline
gelmektedir. Bu sebeplerden dolayı bu konuyu araştırmaya karar verdik. İntiharın
nedenleri, şekilleri, cinsiyete, yaşa, konuma, kişiliğe ve genetik yatkınlığa göre nasıl
değiştiğine işaret ettik.
Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye
Oğuz BARAN, Uğur ÇEĞİL, Kais MENDE
“Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre…” Bu söz öbeğini tıp fakültesine girdiğimiz
günden beri birçok defa duyduk, okuduk. Peki nedir Dünya Sağlık Örgütü? Sadece
hastalıkları tanımlayan bir kuruluş mu yoksa sağlık sektörünün neredeyse her alanında
çalışmaları olan, ülkelere bazı alanlarda yaptırımlar uygulan bir kuruluş mu?, Örgüte
Türkiye ne zaman, neden üye oldu ve örgütte konumu ne? Dünya Sağlık Örgütü–
Türkiye ilişkileri ne boyutta? Daha önemlisi Dünya Sağlık Örgütü’nün Türkiye üzerine
yaptırımları neler? Örgütte çalışmış ve halen çalışmakta olan Türkler hangi görevleri
üstlenmişler ve bu çalışanların ülkemize katkıları ne boyutta? Dünya Sağlık Örgütü’nün
Türkiye’de yaptığı çalışmalar ve faydaları nelerdir?, Tıp fakültesi mensubu olan, daha
geniş kapsamda ele alırsak sağlık bilimlerinin tüm kısımlarında okuyan, görevli
herkesin Dünya Sağlık Örgütü ile ilgili bilmesi gereken temel noktalar, politikalar ve
Dünya Sağlık Örgütü’nün bilinmeyenleri proje kapsamında anlatıldı. Amacımız Dünya
Sağlık Örgütü’nü Türkiye ayağıyla beraber ele alıp tanıtmak aynı zamanda yürütülen
çalışmalarla ilgili arkadaşlarımıza bilgi vererek politik bir bakış açısına sahip olmalarını
sağlamak.
Handan Metİn, Seda Başıbüyük, Nurettin Kadıoğlu,
Abdulhaluk Aktaş
Gelemem Ders Çalışacağım
Özgen ÖZYAZICIOĞLU, İzzettin HÜR
Tıp öğrencisi olarak içinde bulunduğumuz yaşamın diğer öğrencilerden farklı ve
daha zor olduğunu düşündüğümüz için ve aklımızdaki soruları arkadaşlarımızla da
paylaşmak için bu çalışmayı yaptık. Amacımız tıp öğrencilerinin yaşamlarındaki
aksak yönleri belirlemek, farkına varılmasını sağlamak ve düzeltilmesine yada
azaltılmasına katkıda bulunmaktır. Şimdiye kadar görüştüğümüz arkadaşlarımızdan
farklı öneriler aldık. Bu öneriler doğrultusunda anket sorularını belirledik ve
anketi uyguladık. Ayrıca tıp fakültesi öğrencilerinin yaşamlarındaki ayrıntıları
somutlaştırmak adına fotoğraflar çektik.
Hekimin Hayatı
Uğur İZOL, Yasemin KUTLU, Coşkun ÖZER
Tıp fakültesi öğrencileri olarak; bir zamanlar bizlerle aynı fakültede okumayı tercih
eden büyüklerimizin, yani gelecekteki meslektaşlarımızın, öğrencilik hayatlarından
başlayarak meslek hayatlarının şu anki noktasına kadar olan süreci, onların
sıkıntılarını öğrenmek ve belki de yaşadıklarından ders çıkarmak için bir proje
hazırladık. Şüphesiz günümüzde insanların en önemli kaygılarından biri de “Sosyal
Statü”; ama sonuçta bu kişilerin bazıları yaptığı seçimden tüm hayatı boyunca
memnun olurken; bazıları da daha üniversitedeki ilk yıllarında yaptığı seçimden
pişman oluyor. Unutmayalım ki severek yapılmayan bir iş, hem işi yapanda hem
de işin sonuçlarının etkilediği kişilerde olumsuz sonuçlar doğurur. Proje için
hazırlanan anketle hekimlerin; tıp kariyerlerine başlarkenki hedefleri, beklentileri
ile şu anki görüşlerini kıyaslamayı, ülkemizde hekimliğe gereken değerin verildiğini
düşünüp düşünmediklerini, hayal ettikleri veya hak ettiklerini düşündükleri
hayatı yaşayıp yaşayamadıklarını, sosyal faaliyetlere vakit ayırıp ayıramadıklarını,
Türkiye’de hekim olmaktan memnun olup olmadıklarını, genel bir sonuç olarak da
hayatlarından memnun olup olmadıklarını, öğrenmeyi hedefliyoruz.
Tıpta Uzmanlık Seçimlerinde Cinsiyetin Etkisi
Ortaç Ürün GÜRAN, Özgür TANRISEVER, Oğuzhan ALTIPARMAK,
Şahin KHANİYEV
Toplum mu yoksa genotipimiz mi cinsel kimliğimizin oluşmasında daha çok etkiye
sahiptir?, İnsanoğlu doğumundan itibaren, sahip olduğu biyolojik özelliklerinin
üzerine toplumun ona yüklediği cinsel kimlikle hayata başlar. Bu iki ana etken
cinsel kimliğin gelişimini sağlar. Yaşamın her anında bu iki etki kimi zaman
farkında olmasak da hareketlerimizi, tercihlerimizi belirlemektedir. Biz projemizde
sahip olduğumuz biyolojik özelliklerin ve toplumdaki cinsiyet kavramının Tıptaki
Uzmanlık seçimlerinde ne gibi sonuçlara yol açtığını araştırmayı amaçlıyoruz.
Araştırmalarımız sırasında Türkiye’deki tıp fakültelerinde uzmanlık dallarında
cinsiyet dağılımını inceledik. Bu araştırmayı yaparken elde ettiğimiz verileri
‘Statistical Package for the Social Sciences’ adlı bilgisayar programının yardımıyla
projemize yön veren istatiksel verileri elde ettik.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Aile Hekimliği
TIP ve GENETİK
Aile hekimliği kavramı ülkemizde ilk kez 70’li yılların ortalarında tartışılmaya
başlanmış ve o dönemde genel olarak sağlık ocağı hekiminin fonksiyonlarından biri
olarak düşünülmüş, ancak ayrı bir uzmanlık olması fikri genel kabul görmemiştir.
1983 yılında Aile Hekimliği Tababet uzmanlık Tüzüğü’nde yer almış, 1984 yılında
ilk kez Aile Hekimliği Anabilim Dalı olarak Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde
kurulmuştur. Aile hekimi uzmanı olmak için; Tıp fakültesini bitirdikten sonra 3 yıl
aile hekimliği dalında uzmanlık eğitimi almak gerekmektedir. Sağlık Bakanlığına
göre Aile hekimi; kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri ile birinci basamak
teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini yaş, cinsiyet ve hastalık ayırımı
yapmaksızın her kişiye kapsamlı ve devamlı olarak belli bir mekânda vermekle
yükümlü, gerektiği ölçüde gezici sağlık hizmeti veren ve tam gün esasına göre
çalışan aile hekimliği uzmanı ve sağlık bakanlığının öngördüğü eğitimleri alan
uzman tabip veya tabiptir. Bakanlık, 1992–1996 yılları arasında aile hekimliği
sistemi ile ilgili yasa tasarılarını hazırlayarak meclise göndermiş, 11.12.2004
tarihinde Sağlık Bakanı, Düzce’de aile hekimliği modelinin 2005 yılı içerisinde
pilot uygulamasının yapılacağını, 2006 yılından itibaren bütün Türkiye’ye
yaygınlaştırmaya başlayacağını açıklamıştır. Projemizde amacımız aile hekimliğinin
halka ve doktorlara nasıl yansıyacağı, ülkemize ne kadar faydalı olacağı, daha işler
hale gelebilmesi için yapılabileceklerin tespit edilmesi.
Suçun Genetiği mi, Genetiğin Suçu mu?
İbrahim KÜÇÜKKARAPINAR, Yazan AL JAMAL, Akın SEZGİN
Ölüm ve Hekim
Burak Yasin Aktaş, Ahmet Balun, Timur Bigmurad
Bu projeyle amaçlanan \ölüm\” imgesinin hekimliğin gelişimine etkilerini
araştırmaktır. Tarihi süreçte ölümün algılanışının hekimin sosyal statüsündeki
değişmelerle ilişkisinin kurulması incelenmiştir. Yöntem olarak basılı ve elektonik
kaynaklardan çeşitli makaleler taranmıştır. Elde edilen bulgulara göre hekimin
tarihi gelişimi ölümün batı medeniyetinde algılanışına göre evrelere ayrılmış,
bu evrelerdeki hekim ve toplum özellikleri incelenmiştir. Sonuç olarak geleceğin
sosyal ve etik problemleri ile hekimin üstleneceği rol hakkında değerlendirmeler
yapılmıştır. ”
39
İlker Fatih SARI, Ahmet Zahit DURSUN, Esra Kalkan
Bu projenin konusu suç işleme meyilinin genetik olarak aktarılıp aktarılmadığını
yani suç işlemeye meyilli olan insanlarda genetiğin ne kadar suçlu olup olmadığını
incelemek. Bu konu ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bazı çalışmalar genetiğin
suç işleme meyili üzerinde etkisinin olmadığını, bazı çalışmalar da genetiğin belli
oranda suç işlemeye etkili olduğunu iddia etmektedir. Ama “Genetiğin suça direkt
etkisinin olup olmadığı ispatlanmış mıdır? ” sorusu halen üzerinde çalışılmaya
ihtiyaç duyulan bir konudur. Biz de bu projede genetiğin suç üzerindeki etkisi
konusundaki farklı görüşleri bir araya getirdik ve karşılaştırmalı olarak inceleyerek
bir sonuca varmaya çalıştık.
Şiddetin Genetik Temeli
Keziban Kendİrlİ, Sinan Balcı, Osman Çağın Buldukoğlu
Şiddetli davranış aslında hayatta kalmak için gereklidir. Ama şiddetin ne kadarı
gerekli veya normal ne kadarı patolojiktir? Şiddetli bir davranışın ortaya çıkışında
tehdit algısı, sinir sisteminin buna göre uyarılması, gerekli nörotransmiterlerin
salınımı, enerjinin harcanmasının planlanması ve uygulanması, motor fonksiyonun
düzenlenmesi ve şiddetin hayata geçirilmesi gibi pek çok basamak vardır. Şiddetli
davranışın ortaya çıkması multifaktöriyel mekanizmalarla ilişkilidir. Bunların
içinde genetik faktörler de vardır. Bu alanda gün geçtikçe daha fazla çalışma
yapılmasına rağmen henüz çok az bir bölümü aydınlatılabilmiştir. Bu projede
genetik olarak çalışılmış ve şiddete temel oluşturacağı düşünülen genetik
varyasyonlar ve mutasyonlar makalelerden derlemek yöntemiyle incelenmiştir.
Yapılan çalışmalardan hayvanlar üzerinde, belli bir mutasyonu oluşturarak veya
kendiliğinden oluşmuş bir mutasyonun gösterdiği özellikler incelenerek kontrol
gruplarıyla yapılanlar, şiddetli davranış gösteren hapishane mahkumları üzerinde
onam alınarak kontrollü yapılmış olanlar, belli mutasyonların ailelerde incelenmesi
veya şüphelenen mutasyonların şiddetli davranış sergileyen bireylerde incelenmesi
yoluyla yapılmış olanlar vardır. Veriler değerlendirilirken sorunlardan biri de
\şiddetli davranış\” kavramını tanımlamak olmuştur. Yapılan çalışmalarda şiddetin
genetik temeli olması iddiası etik sorunlara yol açabileceğinden (örn: belli bir ırk
grubunun ilaca tabii tutulması) yapılan çalışmaların tam bir bilimsel kesinlik içinde
olması gerekir.”
Doping ve Gen Dopingi
Fatih KAHRAMAN, Salim DARR, Ufuk ELMAS, Abas HASHIMOV
Yarışmak ve kazanmak, insanlık tarihi kadar eskidir. Tarih boyunca sporcular,
vücutlarını çok iyi çalışan makinelere çevirecek olan yiyecekleri ve bunların dozlarını
bulmak için çabalamışlardır. Eski Yunanlı güreşçiler, kas yapmak maksadıyla
bol miktarda et yemişlerdir. Eski savaşçılar, savaşta cesaret kazanmak amacıyla
halüsinojenik mantarlar kullanmışlardır. İlaç ve diğer besin dışı öğeler kullanarak
performanslarını arttırmaya çalışan, yani yarışma sırasında ilk bilinen dopingi
gerçekleştiren sporcular, 1860’lı yıllarda Amsterdam’daki yüzücülerdir. İlerleyen
yıllarda diğer spor dallarında da, doping kullanımı, striknin ve kafeinden kokain
ve eroine kadar geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Günümüzde ise doping kullanımı
ve yöntemleri o kadar gelişmiştir ki uygulanan bu yeni doping tekniklerinin
tespiti imkansız olmuştur. Bunlardan biri de GEN DOPİNG ’ idir. Genetik biliminin
gelişmesine Gen Terapi uygulamalar da yapılmaya başlandı dünya üzerinde
3000den fazla kişiye minimum yan etki ile bu tedavi uygulanmıştır. Gen terapisi
bir süre sonra farklı amaçlar için kullanılmaya başlandı. Eksik olan bir genin
fonksiyonunu gidermek için kullanılan GEN terapisinden farklı olarak GEN DOPİNG
inde normal olan fonksiyonların artırılması söz konusudur. Araştırmamız Gen
Dopingi ile ilgili en son gelişmeleri içermektedir.
Davranış Genetiği
Esra ATEŞ, Elif ASLAN, Feyza OKYAZ
Sir Francis Galton (1822–1911) kalıtım ve insan davranışlarını sistematik olarak
inceleyen ilk bilim adamıdır. Davranış genetiği terimi kalıtım biliminden daha
sonra ortaya atılmıştır. Davranış genetiği çevresel faktörlerin ve genetiğin insan
davranış çeşitliliğine katkılarını inceler. Davranışlar türlere özgüdür, biyolojik,
40
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
oluşum ve yapılardaki değişikliklere karşılık verirler. Davranışların yakın türlerde
evrimsel bir hikayesi vardır. İnsanlar ve şempanzelerde annelik duygusunun varlığı,
yardımlaşma hatta bazı mimiklerimizin çok yakın benzerliği dikkate çarpar. Bazı
davranışlar bazı ailelerde daha sık görülür. Bu gerçeklerle davranışlarımız üzerindeki
genetik etki desteklenir. 2. Dünya Savaşından sonraki süreçte ırklar arasında
genetik farklılıkların olduğunu ve bunun zeka ile suçluluğu etkilediği teyit edilmeye
çalışılıyordu. Araştırmalar ırkçılık ile eşdeğer düzeydeydi. İnsanlar bu bilgileri bilime
aykırı, zararlı bir biçimde kullanmak istediği için bu araştırmalar yasaklanmıştır.
Ahlaki engeller yüzünden insan davranışının genetik nedenleri konusunda ayrıntılı
ve sistemli araştırmalar yapılamaması bilimsel bilgi boşluğu yaratmaktadır.
Bu yüzden insan davranışının bir biçimde ve belli ölçülerde bozulduğu ruhsal
rahatsızlıklar üzerinde yapılan genetik araştırmalar tartışmanın sürdürülebileceği
en verimli alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu araştırmalarla birçok ruhsal
hastalığın temelinde genetiğin rolü ortaya konmuştur. Günümüzde çok popüler
olan davranış genetiği hakkında araştırmalar hızla devam etmektedir.
Kıskanç mısınız?
Şefika ESEN, Alper ÖZKÖK, Mehmet KABAY
Sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilim dallarının da konusu olan kıskançlık olgusuna
bilim adamları farklı görüşler ileri sürerek açıklık getirmeye çalışmaktalar. Örneğin,
Sokolof Kıskançlık insanın en az bilinen duygusu ve üzerinde en az konuşulan
davranışıdır. Bir muammadır derken, Decartes Kıskançlık sahip olduklarını koruma
isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur demiş. Ünlü antropolog Margaret Mead
1928 yılında yayımlanan bir kitabında, davranışlarımızın genlerimizle değil, çevresel
faktörlere bağlı olarak belirlendiğini ileri sürmüş. Tıpkı Mead gibi bir çok sosyal
bilimci kıskançlığın olgunlaşmamış çocukça bir duygu, kendine güvensizliğin işareti,
ruhsal bozukluk yada bozuk kişilik özelliği olduğunu söylemekte. Buna karşılık
olarak evrimsel psikologlar kıskançlığın, evrimsel süreç içinde kazanılan evrimsel
bir uyum olduğunu savunmakta ve farklı bir bakış açısı getirmekteler. Evrimsel
psikologlara göre kıskançlık acı veren bir durum olsa da aşkın koruyucusudur.
Prof.Dr. David Buss’a göre hayatta kalma mücadelesinde kıskançlık bir tür erken
uyarı sistemi gibi çalıştı, tehlikeyi önceden haber vererek soyu sürdürmeye yardım
etti. Evrim boyunca farklı uyum sorunlarıyla karşılaştı. Bu da bazı türlerde dişi
ve erkek bireylerin yapısal özelliklerinin farklılaşmasına yol açtı. Örneğin bazı
türlerde erkeklerin ağır, bazılarında ise dişilerin daha parlak tüylerinin olması
gibi. Evrimci psikologlara göre kıskançlık duygusu bize atalarımızdan biraz kaldı
ve bizi bilinçsizce yönlendiriyor. Bu konuda karşıt görüşler de mevcut. Örneğin
Kaliforniye Üniversitesi’nden Dr. Christine Haris makalesinde Amerikalı, Avrupalı
ve Asyalı erkeklerin kıskançlıkla ilgili sorulara verdiği cevaplar arasında büyük
farklar olduğunu belirtiyor. Araştırma, Sexing the Brain kitabının yazarı Avustralya
New England Üniversitesi’nden Prof. Lesley Rogers tarafından da destekleniyor.
Lesley, insan davranışlarının kültürel deneyimlerden etkilendiğini ve bunun beyin
biyolojisini değiştirebileceğini belirtiyor. Harris Rogers’ın farklı kültürleri incelemesi
önemli. Eğer evrimci psikologların dediği gibi kıskançlık genlerde şifrelenseydi,
farklı kültürlerde de aynı biçimde ifade edilmesi gerekirdi diyor.
Irklara Özgü Hastalıklar
Mehdi KARASU, Oktay Halit AKTEPE, Emre KAPLANOĞLU
Irk ve hastalık arasındaki bağlantı: Hangi ırkta olursa olsun, organizmanın
hastalıklara karşı gösterdiği tepki iki biçimde düşünülebilir: 1) Genetik yapıya bağlı
olarak kendini gösteren doğal direnç; 2) Hastalık yapıcı faktörlerle devamlı temasta
bulunmanın yol açtığı aktif bağışkanlık. Bugüne değin yapılan araştırmalardan
anlaşılacağı üzere, bazı toplumlar bazı hastalıklara diğerlerinden daha fazla
direnç gösterirler. Öyle hastalıklar vardır ki, araştırıcılar bunları istatistiksel olarak
değerlendirirken, buldukları farklılıkları ırksal farklılıklarla yorumlamışlardır.
Söz gelimi, Arizona’da yaşayan Pima yerlilerinde, ABD’nin diğer bölgelerinde
yaşayan topluluklara oranla dokuz kat daha fazla şeker hastalığı tesbit edilmiştir.
Beyazlarda ve Sarılarda sıkça görülen trahom, Siyahlarda çok az yaygındır. Rahim
kanseri Siyahlarda, diğer ırk gruplarına oranla daha az rastlanır. Bugün, çeşitli
kanser vakalarında kalıtımın önemli rol oynadığı bilinmektedir. Beyazlar, çeşitli
kanserlere Siyahlardan daha çok yakalanmaktadır. Örneğin deri kanseri, şiddetli
ultraviyole ışınlarına maruz kalan ekvatora yakın bölgelerde yaşayan Beyazlarda
büyük bir tehlike sayılır. Oysa, Siyahlarda yoğun pigmantasyon ve yağ bezlerinin
aşırı salgıları sayesinde, deri üzerinde yada üst deriye yakın bölgelerde koruyucu
bir tabakanın oluşması ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerini büyük ölçüde
hafifletmektedir. ABD’de yapılan araştırmaya göre, bazı ırkların bazı hastalıklara
daha sık yakalandıkları ortaya konmuştur. Örneğin difteri, hemofili, anjin ve mide
ülseri Beyazlarda; kansızlık, nefrit ve hipertansiyon Siyahlarda daha yaygındır.
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere bazı ırklar belirli rahatsızlıklara görece daha
yatkındır.
Kök Hücre
Aslıhan GÜRÜN, Ümmühan ÖNCÜL, Halise Hande SANCIOĞLU,
Ayşegül UYSAL, Burak KOYUTÜRK
Kök hücre, sürekli çoğalan ve bedendeki tüm hücre tiplerini oluşturabilecek bir
tür kaynak hücre olarak tanımlanmaktadır. Uygun ortamda yerleşip çoğalabilen,
olgunlaşarak kaynaklandığı dokuya ait hücreleri oluşturabilen, kendini yineleyerek
benzer kök hücreleri üretebilen ve son zamanlarda gelişen yeni bir işlevi olarak
da farklı dokulara gittiği zaman farklı dokuların hücrelerine dönüşebilen bir
ana hücredir. Gün geçtikçe önemi artan kök hücre çalışmaları, tıp dünyasındaki
araştırmalarda ilk sıralarda yer almaktadır. Şimdiye kadar tedavisi bulunamamış
birçok hastalığa kök hücre ile çare bulunulacağına inanılıyor. Kök hücrenin elde
edilmesi ve uygulanılmasında bazı etik tartışmalar devam etmekle beraber
çalışmalar hızla devam ediyor.
Davranışsal Bozuklukların Genetik Temeli
Burcu BİRAL, Kasım DURMUŞ, Pınar YILDIRIM, Mevlana YILMAZ
İnsan davranışının ortaya çıkması için gerekli alt–yapının hazırlanmasında ve
işleyişinde büyük bir öneme sahip oldukları artık kabul edilmekle birlikte, genlerin
insanın toplumsal davranışının belirlenmesinde ne gibi bir rol üstlendikleri
henüz yeterince bilinmemektedir. Ruhsal rahatsızlıklarda kalıtımın rolünün
gösterilebilmesi için, ruhsal rahatsızlığı olan ailelerdeki soy ağacı, ikizler,
birbirlerinden farklı yerlerde büyütülmüş kardeşler (evlatlıklar) incelenmekte, bu
incelemeler kalıtımın rolüne işaret ettiğinde doğrudan doğruya genetik geçişi
sağlayan etkeni bulmaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Yaygınlığı saptamaya
yönelik incelemelerde, birçok ruhsal rahatsızlığın toplumda genetiğin rolünü
düşündürecek bir dağılım gösterdiği fark edilmekte, bu tabloyu açıklamaya yönelik
kuramlar öne sürülmektedir. Ancak araştırmalarımıza göre bugüne kadar doğrudan
genetik geçişe bağlı olduğu kanıtlanmış olan bir ruhsal rahatsızlık yoktur.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve MÜZİK
Tıpta Musikinin Tarihi ve Makamların Farklı Hastalıklara
Etkileri
Enver KILIÇ, İlker KAPLAN, Keziban KOÇYİĞİT
Özellikle tarihin ilk devirlerinde yaşayan ‘şamanlardan’ Osmanlılarda ki
‘darüşşifalara’kadar müziğin tedavi edici gücünden yararlanma girişimleri hep
olagelmiştir. Farabi, İbn-i Sina, Gevrekzade Hasan Efendi, Razi, El Kindi gibi ilim
adamları, makamların etkinlikleri üzerinde çalışmışlar ve bunları yazmışlar.Ancak
modern manada müzikle tedavi 1997 yılında Amerikan Müzikterapi Birliği’nin
yaptığı tanımlamayla tedavi yöntemleri arasında yerini almıştır.Bu tanımlamaya
göre müzikle tedavi ihtiyaç duyan bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel
ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan bir uzmanlık dalı
olarak kabul edilmiştir. Bizde bu konunun tarihsel gelişimi irdeleyip, kullanım yer
ve şekilleri hakkında bilgi verip bu tedavi şeklinin yeniden uygulanır hale geçmesini
ve dahası insan sağlığı üzerinde olumlu gelişmelerinin de topluma yansıtılmasını
hedeflemekteyiz. Türk sanat müziği makamlarının belirli saatlerde sinlemesi
sonucunda bu makamların insan sağlığı üzerinde yarattığı olumlu etki yaptığı ve
insanın kendini daha huzurlu hissettiği tespit edilmiştir. Ayrıca bu makamların
etkisinin kişilerin burçlarına göre de farklılık gösterdiği bu proje kapsamınca
açıklanmış olup aradaki farlılıklar belirtilmiştir.
Psikiyatrik Hastalıkların Tedavisinde Müzikterapi
Ebubekir BAĞIŞ, M. Maşuk ŞİMŞEK, Murat FIRAT, Ozancan BABAOĞLU
Bu projede amacımız artık ülkemizde de bazı akademisyenler tarafından ısrarla
yaygınlaştırılmak istenen ve bir çok soru işaretini barındıran müzikterapiyi
geçmişin ve bugünün ışığıyla değerlendirip bu alanda yapılabilecek çalışmaları
ortaya koymak. Büyük bilgin İbn–i Sina (980–1037), musikinin tıpta oynadığı rolü
şöyle tanımlamaktadır: “. . . tedavinin en iyi yollarından, en etkililerinden biri,
hastanın akli ve ruhi güçlerini arttırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için
cesaret vermek, ona en iyi musikiyi dinletmek, onu sevdiği insanlarla bir araya
getirmektir. . . ” Müzikle tedavi ve müzik terapisi psikiyatri temelli hastalıklarda
1950’lerden bu yana etkin olarak kullanılıyor. 1997’de ABD, tedavi biçimini bir bilim
dalı olarak kabul etti. Ve şu anda yurt dışında bu alana yoğunlaşmış birçok enstitüde
tedavi aracı olarak kullanılıyor. Müziğin ritminin hastaların psikolojik durumlarında
önemli değişiklikler yapabileceğini düşünen müzikterapistler, müzikterapinin
psikolojik yapı yoluyla biyoljik yapıyı da etlikediğini savunuyorlar. Bu yolla biyolojik
hastalıkların tedavisinde yardımcı tedavi olarak uygulanabileceği tezi öne sürülüyor.
Fakat “Tıp üç bin yıl once sanattı; üç yüz yıldır bilimdi; otuz yıldır ticaret. ” sözü
müzikterapi için fazlasıyla doğru gibi gözüküyor. Tıbbın sanatla kesişen kökleri
bilimin sorgulamasından sağlam olarak geçip müzikterapinin uygulanabilirliğini
kanıtlasa da onu ticaretin elinden kurtaramayabilir. Müzikterapinin tıptaki yerinin
tam olarak belirlenmesi gerekiyor. Tedavi amaçlı kullanılabilirliği bilimsel verilerle
kanıtlanırsa gereken önem verilip uygulama noktasında somut adımlar atılmalı.
Biz projemizde bu konuyla ilgili yapılabilecek çalışmaları araştırdık. Bu projenin
bize kazandırdığı bakış açısının ileride yapacağımız çalışmalarda önemli bir katkısı
olacağını düşünüyoruz.
Anadolu’da Müzikle Tedavinin Kökenleri
Meltem KARATAŞ, Yelda YAZIR, Onur GÜNAYDIN, Murat Hakan AYDIN
Müzikal seslerin ve melodilerin fizyolojik etkilerini çeşitli ruhsal bozukluklara göre
ayarlamak suretiyle, düzenli bir yöntem altında yapılan tedavi şekline müzikle
tedavi denilmektedir. Günümüzde alternatif tıp yöntemlerine karşı artan ilgi,
müzikle tedaviyle ilgili araştırmaların da sayıca artmasına neden olmuştur. Bizler
de bu nedenle bu konuyla ilgili çalışma yapmayı istedik. Geçmişten günümüze
Anadolu topraklarındaki pek çok merkezde bu tedavi yöntemi uygulanmıştır.
Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bu tedavi yönteminin büyük önem
kazandığı bilinmektedir. Anadolu’da müzikle tedavinin uygulandığı bilinen başlıca
merkezler: Amasya Darüşşifası, Kayseri Gevher Nesibe Tıp Medresesi, Divriği Ulu
Camii ve Darüşşifası, Süleymaniye Tıp Medresesi ve Şifahanesi, Fatih Darüşşifası,
Edirne II. Bayezid Darüşşifası ve Enderun Darüşşifası’dır. Bu merkezlerde akıl
hastaları ve sağırlar tedavi edilirdi. Darüşşifalardaki hekimler hastalarına çeşitli
makamlar dinletiyor, bunların hastalarındaki etkilerini gözlemleyerek en çok
41
yararlandıkları melodileri belirliyor; benzer şikâyetleri olan hastaları bir araya
getirerek darüşşifanın müzik ekibine konserler düzenletiyordu. Evliya Çelebi
seyahatnamesinde, zihni açma ve hafızayı güçlendirmek için İsfahan, aşırı hareketli
ve heyecanlı hastaları iyileştirmek için Rehavi, sıkıntılı, karamsar, durgun ve neşesiz
hastaları da iyileştirmek için Kuçi makamının iyi geldiğini söyler. Türkiye’nin
ilk sağlık müzesi olarak düzenlenen ve Avrupa Konseyi tarafından 2004 yılı
Avrupa’nın en iyi müzesi seçilen Edirne II. Bayezid Darüşşifası’ndaki musiki ile tedavi
bölümünde, dönemdeki uygulamaları, maketlerce canlandırılmış biçimde görmek
mümkündür. Sonuç olarak, günümüzdeki uygulamalara temel oluşturmak adına
müzikle tedavinin Anadolu’daki gelişim safhalarını araştırmak büyük önem taşır.
Böylelikle geçmişteki yöntemler örnek alınabilecek ve geliştirilebilecektir.
Popüler Müzik Türlerinin Getirdiği Sorunlara Tıbbi Bakış
Elif ÖZYÖRÜK, Serkan KARAISLI, Fırat Şiyar KALKAN, Mustafa KOZAN
Son yıllarda değişen hayat tarzının belirgin bir etkisi olarak insanların müzik
zevkleri de değişmiştir. Gençler arasında popüler olan ‘’metal ve rock müzik”
yapan sanatçılar çeşitli sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Bunların temelinde yatan
sebep olarak ‘’eğitim yetersizliğini” gösterebiliriz. Bu sanatçılar; ses kısıklığı,
nodüller, polipler, kanamalar ve hatta ileri derecede gırtlak kanseriyle karşı karşıya
kalabilmektedirler. Yetersiz eğitim ve buna bağlı olarak tekniğin kusurlu olması,
karın kaslarının hatalı kullanılması, yanlış postür, ergenlik döneminde şarkı
söylemek, sağlıksız ve yüklü provalar, sigara, alkol, ilaç vb. . . bu tür rahatsızlıkların
sebeplerindendir. Konuyla ilgili olarak araştırdığımız kişiler de bu hataların bir
kısmını yada hepsini yapmışlardır. Bu projeyle amacımız, bireysel sağlık açısından
giderek büyüyen bir sorun haline gelen bu konuya dikkat çekmektir.
Ameliyathanede Müzik
Ömer CENNET, Uğur ÖNAL, Kasım AYDOĞDU
Projemizde Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nin ameliyathanelerinde çalışan
doktorların müzik dinleme alışkanlıkları ve müzik konusundaki düşünceleri ile
ilgili yapacağımız araştırmaların sonucu ortaya konulacaktır. Bu konu ile ilgili
daha önce yapılmış çalışmalarda genel olarak cerrahların ameliyat sırasında müzik
dinledikleri bilgisine ulaşılmıştır. Ayrıca müzik dinleyen doktorlar müziğin stres
seviyesini azalttığını, rahatlatıcı etkisi olduğunu belirtmişlerdir. Bu verilerden
hareketle bizler Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nde çalışan cerrahlara
anket uygulayarak ne oranda müzik dinlediklerini, dinleyenlerin ne tür müzik
dinlediğini ve müzik dinleme oranlarının yaş, cinsiyet, müzik sesi seviyesi gibi
unsurlarla karşılaştırıp, grafikler yardımıyla sunacağız. Projemizde 17 soruluk
anketimiz 50 hekim tarafından yanıtlanmıştır. Elde ettiğimiz veriler hekimlerin
%88’inin ameliyathanede müzik dinlemeyi tercih ettiğini göstermiştir. En çok
dinlenilen müzik türlerinin sırasıyla; Klasik, Rock, Türk Sanat Müziği, Caz ve Pop
olduğu öğrenilmiştir. Bu sonuçlara bakarak müziğin ameliyathanedeki doktorlar
üzerindeki olumlu etkisi bir etkisi olduğunu ve doktorların büyük bir kısmının müzik
dinlediklerini saptadık.
Ameliyatlarda Müzik Dinleyen Cerrahlar
Evşen ATICI, Ali YILDIZ, Mehmet SAĞLAM, M. Nurullah ARIKAN
Ameliyatlarda son moda operasyon sırasında stresi önlemek için müzik dinlemek.
Tüm dünyada cerrahlar ameliyatta müzik dinliyor. Bunun hem cerrah hem de
hasta açısından rahatlatıcı etkisi olduğu biliniyor. Türk doktorların favorisi ise
klasik müzik ve caz. . . Ancak ameliyathanede müzik dinlemeleri doktorların
etrafta dans ederek dolaşması anlamına gelmiyor. Araştırmalar, ameliyat sırasında
istediği müziği dinleyen doktorların stres seviyesinin azaldığını ve bu doktorların
daha iyi sonuçlar aldığını gösteriyor. Aslında ameliyathanede müzik dinlemek ne
dünyada ne de Türkiye’de yeni bir alışkanlık değil. Türkiye’nin en önemli kanser
uzmanı ve cerrahlarından rahmetli Profesör Hüsnü Göksel’in daha 1970’li yıllarda
ameliyata radyo getirdiği biliniyor. ABD’de ameliyat sırasında müzik dinlenmesiyle
ilgili araştırmaların tarihi ise 1950’li yıllara kadar dayanıyor. Ancak bu ritüelin
halk tarafından tanınması ve kabul görmesi oldukça yeni. . . Halkın bu alışkanlığı
tanıması ve kabullenmesi ise televizyon dizileri sayesinde gerçekleşti. ER (acil
servis), NİP/TUCK bunlardan sadece birkaçı…, ABD ve İngiltere’de son yıllarda en
çok iPod kullanılıyor. Türkiye’de ise ya ameliyathaneye CD çaları olan müzik seti
getiriliyor yada merkezi sistemindeki radyo kanallarından biri dinleniyor. Çalışmalar
ameliyatlarda müzik dinlemenin giderek arttığını ve bunun yadırganacak, zararlı
42
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
bir durum olmadığını gösteriyor. Bize kalansa yeni neslin müzikle renklendirilmiş
ameliyatlarına alışmak.
Anne Karnında İlk Müzik Dersi
Ahmad EL TURK, Berhan BAYRAM, Füsun BOCUTOĞLU,
Tuğba TAŞTEMEL
Yapılan araştırmalara göre müzik insan gelişiminde çok etkin bir role sahiptir.
Müzik etkisini bebek daha anne karnındayken göstermeye başlar ve kişinin yaşamı
boyunca bu etkisini sürdürür. Ses etkileşimi, iletişim anlamında anne karnında
20. haftadan itibaren başlar. Yapılan araştırmalara göre işitme duyusu doğum
öncesi duyumların en gelişmiş olanıdır. Müzik bebeği rahatlatırken, zekasının,
sosyal becerilerinin ve yaratıcılığının gelişmesini sağlıyor. Ayrıca müziğin bebeğin
dil ve müzik başta olmak üzere birçok becerisini de artırdığı biliniyor. Yani anne
karnındaki müzik dinletisi kişinin tüm yaşamını etkiliyor. Müziğin bu etkileri bugün
artık tüm dünya tarafından kabul görüyor ve gelişmeler tüm dünya tarafından
ilgiyle takip ediliyor. Bizim bu projeyi hazırlamaktaki temel gerekçemiz bu konuda
yeterli bilgi donanımına sahip olunmamasıdır. Bu projeyi hazırlarken; müziğin, anne
karnındaki bebeğin fizyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi üzerindeki etkilerini
araştırıp doğru bilgilere ulaşmaya çalıştık.
Beyne Nota Neşteri
İlay BERKE, Burçin KAYA, Nesli KARAKUŞ, Elif DEMİRÖREN
Küçükken hepimiz annemizin şu tepkisiyle karşılaşmışızdır: “Abur cuburla
karnını doyurma; sonra yemek yemiyorsun. ” Bu tepki bir annenin çocuğunun
iyi beslenmesini istemesinden başka hiçbir sebepten kaynaklanmıyor. Gıda
maddelerinin yararlı kullanılması zorunluluğundan yola çıktığımızda, ruhumuzun
da benzer bir ihtiyaç içinde olduğunu unutmamalıyız. Ruhumuzun beslenmesiyle
ilgili meşhur bir söz vardır: “Müzik ruhun gıdasıdır. ” Bu sözden şu sonuca da
varabiliriz; kulaklarımızın algıladığı bir şeyin ruhumuzun gıdası olabilmesi için
“müzik” olması gerekir. Fakat yenilen her şeyin gıda özelliği taşımaması gibi,
dinlenilen ve müzik (!) denilen her şeyin de ruhun gıdası olmadığı muhakkak.
Müziğin, öğrenme ve akademik başarıya olan tesirinin yanında bir de tıbbî bir metot
olarak hastalıkları tedavi etme yönü vardır. Bu da araştırmacıların ilgisini çeken
ayrı bir konudur. Birçok üniversite bu konuyla ilgili çalışmalarını sürdürmektedir.
Müzikle tedavi (Music Therapy –MT) birçok sahada kullanılmaktadır. Şuur ve zekâ
yönünden öğrenme güçlüğü çeken çocuklar müzikle tedavi edilebilmektedir.
Otistik çocuklar sosyal ilişkilerde, özellikle göz kontağı kurmada, girişkenlikte ve
tecrübeleri paylaşmada; aynı zamanda vücut dili ve konuşma dilinde bozulma
gösterirler. Aynı zamanda geçici algılarını ele almakta spesifik zorluklara sahip
görünürler, bu da onların konuşma etkileşimindeki erken zorluklar ile ilişkilenir.
Buna rağmen otistik çocuklar müziğe ve geleneksel müzik terapisine özellikle
duyarlı oldukları sıklıkla rapor edilmiştir. Müziğin kullanımı otistik çocukları motive
etmek ve sosyal zamanlarındaki temel boşluğu doldurmak açısından uygundur. Bu
projemizde özellikle otistik çocukların müzikle terapisini inceliyoruz.
Türk Klasik Müziği Makamlarının İnsan Üzerindeki
Etkileri ve Tedavide Kullanılmaları
İbrahim TOPÇU, Alperen Halil İHTİYAR, Mehmet ÖZBEK, Enes UYAR
Türk–İslam Dünyasındaki müzikle tedavi faaliyetlerinin ve özellikle hastanelerde
müzik kullanarak tedavi yöntemlerinin ilk defa 9. yy’da başladığı ve 18. yy’a kadar
bu konuda büyük ilerlemeler olduğu görülmüştür. Müzikle tedavide ülkenin milli,
otantik ve basit müziklerinin etkili olduğu, hastalığın çeşidine göre değişik makam
ve enstrümanlardan yaralanıldığı dikkat çekicidir. İnsanların ilgisini, dikkatini
çekerek onları iç dünyalarından çıkarmaya yardımcı olan müzik ve makamlar
aynı zamanda gevşetici ve öfkeleri yatıştırıcı özelliği ile psikolojik bozuklukların
giderilmesinde etkili olmaktadır. Müzikle tedavi günümüzde geçmişteki kadar
etkin kullanılmamaktadır, fakat makamlarla tedavi üzerinde son günlerde yapılan
çalışmalar hızlanmıştır. Hangi müzik türünün ve makamının hangi hastalar yada
hastalıkların tedavisi için yararlı yada zararlı olduğu konusu bugün üzerinde
dikkatle durulması gereken konulardan biridir. Belki de yeterli çalışmaların
yapılması sonucu Türk klasik müziği makamlarının tedavide geçmişte oduğu kadar
etkin kullanılması gerçekleşecektir.
Otistik Çocuklarda Müzikle Tedavi
Derlen Özgeç, Seniha Güneş
Dünya’da ve ülkemizde son yıllarda önem kazanmış olan tedavi yöntemlerinden
biri olan “müzikle tedavi” yönteminin otistik çocuklar üzerinde uygulanma şeklinin
araştırılması amaçlandı. Konu ile ilgili olarak internette “google” arama motoru
kullanılarak çeşitli kaynaklara ulaşılmış ve HÜ Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü’nde
bir öğretim üyesi ile kişisel görüşme yapılmıştır. Ayrıca, İstanbul’da bir hastanede
müzikle tedavi yöntemini kullanan Dr. Adnan Çoban ile yazışılmıştır. Otizm, ömür
boyu süren beyinsel bir rahatsızlıktır ve \sosyal etkileşimde, sosyal iletişimde
kullanılan dilde veya sembolik yada hayali oyunda\” gecikmelerle kendini gösteren,
sinir sisteminde düzensizlik olarak sınıflandırılır. Otistik çocukların sanat ve resme
ilgi duydukları bilinir. Bazıları bu konuda üstün yeteneklidir. Bu eğilimleri tedavi
amacıyla da kullanılır. Otistik çocukların bir kısmında müziğe gösterilen olağanüstü
ilgi ve becerinin yanı sıra, müziğin bu çocuklar üzerinde yatıştırıcı ve dikkat
yetilerini geliştirici özelliği de fark edilmiştir. Ayrıca müzikle, iletişimin sıkıcılığının
ortadan kaldırıldığı, müzikteki ritm ve tını özellikleriyle, sözlerin takibinin ve
anlaşılmasının kolaylaştırıldığı bilinmektedir. Müzikle terapi özellikle konuşmanın
gelişiminde etkilidir. Otistik çocuklarda anlamlı konuşmanın hiç olmadığı ciddi
iletişim bozuklukları gözlemlenebilir. Otistik çocuklar, bazen konuşmasalar da şarkı
söylerler ve müzik terapistleriyle müzik eğitimcileri ses aktiviteleri yoluyla konuşma
üzerinde sistemli olarak çalışabilirler. Basit sözcüklerden oluşan şarkılar, tekrarlayan
sözcükler, hatta anlamsız heceler otistik çocukların dil gelişimini destekleyebilir.
Görsel yada dokunsal işaretlerle sunulan anlamlı söz öbekleri ve şarkılar bu
gelişimin daha da hızlanmasına yarar. Müzik terapistleri, otistik çocuklarla müziğe
yanıt verme özelliklerinden faydalanarak, müzikal olmayan amaçları geliştirmek
için çalışırlar.
Müzikle Tedavi
Kemal TEKİN, İsmail Hakkı TERLEMEZ, Hurilye ERBAK,
Enes ÇAKMAKKAYA
Müzik, anne karnındaki ceninden, ölüm döşeğindeki yaşlıya, çiçek, böcekten, suya
kadar bütün canlıları etkiliyor. peki bunu nasıl yapıyor?, 1. Beyinde limbik sistem
denen ve bu işleri \tezgahlayan\” sistemin varlığı artık biliniyor. Bu sevinç, üzüntü,
öfke gibi duygularımızı ve cinsel güdülerimizi yöneten bir sistem. İşte bu sisteme
etki eden kişiden kişiye, zamana ve ortama göre değişik etkiler yapabilen melodiler,
endorfin, oksitosin ve enkefalin denen bazı maddelerin salgılarını tetikleyerek ruh
hallerimizin değişmesine neden oluyorlar. Endorfin morfine benzeyen ve hem ağrı
kesici hem haz verici özellikleri olduğu bilinen bir protein, oksitosin ise hamilelik
ve süt verme döneminden sorumlu, ayrıca orgazm anında miktarının arttığı
saptanan, şimdilerde ise mutluluk hormonu da denen bir hormon. 2. Japon bilim
adamı Profesör Masoru Emoto su kristallerine önce Beethoven’ın pastoral müziğini
dinleterek, çok güzel şekillenen net ölçülü kristallerin fotoğraflarını çekmiş, heavy
metal müzik dinletilen suyun da kristal oluşumunun tamamen şekilsiz ve dağınık
olduğunu fotoğrafla tespit etmiştir. Bedenlerimizin de %60 kadarının sudan
oluştuğunu biliyoruz, o halde etrafımızdaki titreşimleri ve sesleri algılayabilecek
harika bir iletkenimiz var. Müziği ve ritmi sadece kulaklarımızla değil ama bu
iletkenden dolayı bütün hücrelerimizle duyarız. ”
Müzikle Terapi
Selin ŞAHİN, Arash SOUDMAND, Muhammed Ali FAYİZ
Bu projede amacımız müziğin bir terapi aracı olarak kullanılabileceğini, müzikle
terapi konusundaki bazı araştırmaların çarpıcı sonuçlarını göstermektir. Bu projede
müzikoterapinin etkilerini ve bu etkilerin nedenlerini göstermeye çalıştık. Araştırma
yaparken ‘’google, mynet”gibi arama motorlarına girdiğimiz ‘’müzikle terapi,
müzikle tedavi” gibi anahtar sözcüklerle bize yardımcı olan internet sitelerine
ulaştık. Elimize geçen bu kaynaklar arasında konumuza en yakın olanları seçerek
projemizi hazırladık. Müzikle terapinin bilinç ve bilinçaltına pek çok etkisi olduğunu
saptadık. Müziğin kalp atışlarına uygun olması uyum ve rahatlamayı getirir. Müziğin
ritmi bedenin fizyolojik bakımdan işleyişinde büyük öneme sahiptir. Müzik beynin
sağ tarafıyla algılanır ve müzik dinlerken beyin alfa durumundadır, bu sayede beyin
daha kolay öğrenir ve daha çabuk hatırlar. Ayrıca müziğin limbik sistem üzerinde
de çok etkisi vardır. Müziğin ve stresin hormonların üretimi ve salınmasında sıkı bir
ilişki vardır. Müzikle terapi, çocuklarda sakinleştirici ilaçlarla aynı etkiyi göstermiştir.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
43
Ameliyattan önce müzik dinleyen hastalarda ağrılar hafiflemiş ve daha az narkoza
ihtiyaç duyulmuştur. Müzikle terapi çocuklarda mental retardasyon, davranış
bozuklukları ve öğrenme bozukluklarında tedaviye yarar sağlar. Böylece müzikle
terapinin fizyolojik ve psikolojik pek çok etkisi olduğu sonucuna vardık. Bu yöntem
hastalıkların tedavisinde kullanılabilir.
TIP ve RESİM – HEYKEL
Ruha da İlaç Bedene de
Günümüzde yayınlanan mizah dergilerinden Penguen ve Fermuar taranarak
doktorlarla ilgili karikatürler arasından rastgele biçimde 50 tanesi seçilip bunlar
incelenerek doktorların karikatür dünyasındaki yeri ve mizahçılar aracılığıyla halkın
gözündeki doktor profili anlaşılmaya çalışılacaktır.
Ezgi Gündoğdu, Esra Kabadayı, Bedia Taşçı, Uğur Yasin Akgün
Musikinin sağlık üzerindeki etkisi asırlardır insanların ve bilim adamlarının ilgisini
çekmiş ve araştırma konusu olmuştur. Asırlar boyunca süren bu araştırmalar ve
günümüzde modern tıbbın ortaya koyduğu bilimsel çalışmalar, musikinin insan
sağlığı üzerinde etkili olduğunu ortaya koymuştur. Bu çalışma, Türk müziğinin
sağlığı ne şekilde etkilediğini ve bu bağlamda ne tür çalışmalar yapıldığını
gözlemlemek amacıyla hazırlanmıştır. Çok eski zamanlarda musiki ile tedavi
geleneği özellikle bizi yakından ilgilendiren Türk islam tarihinde de önemli bi
yer tutmuştur. Bu döneme ait birçok örnek bulunmaktadır ve bunlardan en göze
çarpanı da günümüzde müze olarak halka hizmet veren II. Bayezid Darüşşifası’dır.
Bu darüşşifada Türk musikisi kullanılarak pek çok hasta tedavi edilmiştir.
Kullanılan tedavi yöntemine bakıldığında her makamın farklı organ ve hastalıklar
üzerinde farklı etkileri olduğu görülmektedir. Ayrıca hala bazı kliniklerce özellikle
psikolojik hastalıklar üzerinde bu tedavi yöntemi kullanılmaktadır. Sonuç olarak,
tarih boyunca yapılan ve günümüzde devam etmekte olan bütün çalışmalar,
nitelikli musikinin insan ruh ve beden sağlığı üzerinde olumlu etkileri olduğunu
göstermektedir.
Karikatürlerde Tıp ve Çizilen Doktor Profili
Kerem Alp USAL, İhsan YALÇINKAYA, Pınar ERYAMAN,
Pınar Burcu DOĞAN
Sanatın Tıpa En Büyük Desteği: Hastane Mimarisi
Ayşe ÖZKÖSE, Yasemin AYDINLI, Ali Yavuz KULULA
Hastane mimarisi görüldüğü kadar basit bir konu değildir. Bu konu ülkemizde
yaygın olmamasına rağmen yurt dışında hastane mimarları yetişmekte ve sırf bu
amaçla çalışarak insanın ruh ve beden sağlığını koruyan hastane mimarilerinin
nasıl yapılacağı üzerinde projeler geliştirmektedirler. Bunun dışında geçmiş
yıllardan günümüze kadar hastane mimarisine baktığımızda da meydana gelen
değişiklikleri açıkça görebiliriz. Bu projede de farklı mimarilerle bu değişimler
gösterilmeye çalışıldı. Anadolu’daki ilk tıp merkezinin açılmasından bugüne kadar
hastane mimarisinde hangi gelişmelerin kaydedildiği araştırıldı. Hastane mimarisi
ve hastane verimliliği (hastalara hizmet vermedeki etkinlik) arasındaki ilişkinin
önemi açıklandı. Mimarideki estetik görünüşün manevi sağlığı, uygun mimari
kombinasyonlarının da özellikle acil servislerde insan hayatını etkileyebileceği
üzerinde duruldu. Hastane mimarisindeki gelişmeleri, hastane ve mimarisi
arasındaki ilşkiyi gösterip bu konunun önemine dikkat çekmek ve bu konuda
yapılabilecek çalışmalara ön bilgi sağlamak, Türkiye’de de yurt dışında olduğu gibi
“Hastane Mimarı” kavramının gelişmesi gerektiğini göstermek amaçlandı. ”
Sanatın Tedavideki Rolü ve Önemi
Halime ACAR, Elif Mukime ÖZTÜRK, Yücehan KURTULUŞ
İnsanlar oldum olası kendilerini sanat eserinin içinde bulmuş, ona birşeyler katmış
ve ondan etkilenmiştir. Biz de grup olarak sanatın tedavideki rolünü konu edindik ve
bu yönde araştırmalarımızı sürdürdük. Özellikle psikiyatri servislerinde hastaların
tedavisinde yardımcı unsur olarak sanatın kullanıldığını gördük. Hastalar acılarını,
duygularını ve hastalıklarını çarpıcı bir biçimde sanat eserleriyle dışa vuruyorlar
ve kendilerini bu şekilde ifade ediyorlar. Kimi boya ve tualle ilk kez psikiyatri
servisinde karşılaşmış; ama buna rağmen rahatlıkla bir modern sanat müzesinde
sergilenebilecek düzeyde resimler yapabiliyorlar. Çeşitli üniversitelerin psikiyatri
servislerinde bu amaçla uğraşı odalarının olduğunu bizzat gördük ve çeşitli
fotoğraflarla projemizi zenginleştirdik. Sonuç olarak; insanların ürettiği sanat
eserleri yine onlar için hastalıklarının teşhisinde, sürecin incelenmesinde, kimisinin
de tedavisinde rol oynamaktadır.
Fiziksel Ortamın Hastalara ve Hastane Personeline Etkisi
Ersin Kaya, Mustafa Karakurt, Müjde Ekmekçİ, Süleyman
Polater
Bu projeyi hazırlamaktaki amacımız, hastanelerin fiziksel ortamlarının hastaların
iyileşme sürecine ve hastane personelinin çalışma performansına etkisini
incelemekti. Projeyi hazırlarken geriontoloji, mimarlık, hemşirelik, psikoloji ve
psikiyatri gibi farklı alanlarda yapılmış projeleri inceledik. Bunlardan elde ettiğimiz
verileri, hastanın psikolojisine etki eden faktörler, enfeksiyonel etki oluşturan
faktörler, hastane personeli üzerine etkisi bulunan faktörler olarak üç ana başlık
altında topladık. Hastane fiziksel ortamındaki birçok faktör hem hastaların
iyileşme süreçlerine doğrudan etkide bulunabilmekte hem de personelin çalışma
performansını ve psikolojik durumunu ciddi şekilde etkileyebilmektedir. Hastalar
ve çalışanlar açısından düşünüldüğünde önemli faktörlerden bazıları şunlardır.
1) Psikoloji üzerine etki eden faktörler: Ses düzeyi, ışık miktarı, ziyaretçi sayısı
odaların tek veya çok yataklı olması…, 2) Enfeksiyonel etkisi olan faktörler:
Havalandırma sistemi, sterilizasyon, halı ve perde döşemeleri…, 3) Hastane
personeli üzerine etkisi olan faktörler: Hastanenin mimari yapısı, çalışma saatleri,
ameliyathanelerdeki ışık miktarı…, Hastanelerdeki fiziksel çevre bu açılardan
incelendiğinde; uygun şekildeki hastane dizaynı ve doğru fiziksel ortamın hem
hastaların iyileşme sürecine katkıda bulunduğu hem de çalışanları olumlu yönde
44
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
etkilediği görülmektedir. Aynı zamanda bu çalışmalar tedavi süresini kısalttığından
ekonomik yönden de büyük önem arz etmektedir.
Acil Servis Mimarisi
Ş. Nurdan ESKİCİ, Ali Onur YÜKSEK, Muhammed DARAGHMA
Acil servis, insanların acil durumda başvurdukları bir umut kapısıdır. Oraya şifa
dilenmek için gelirken insanlar büyük acı ve kaygılarla doludurlar, kendileri ve
aileleri paniktedirler. Hasta iseniz, düzensiz bir acil serviste hastalığınızın daha
da kötüleştiğini düşünürsünüz çünkü oradan oraya dolanmaktan başınız döner ve
hastalığınıza bir de yorgunlukla sinirlenme eklenir. Beklerken sinirler gerilir umutlar
umutsuzluğa ve çaresizliğe döner. Hemşire iseniz, hastaların tümüyle ilgilenme
şansınız yoktur, bir oradan bir buradan çağırılırsınız, hastalara bakım vermekten
ziyade trafik memurluğu ve danışmanlık hizmetleri ile ilgilenmek zorunda kalırsınız.
Akşam yorgunluktan perişanken herkesin bağırmasından ve işinizi yapamamanın
getirdiği doyumsuzluktan mutsuz bir halde eve yollanırsınız, yorgunluğunuz
da ikiye katlanmıştır. Peki doktorsanız değişen ne olacaktır?, Acil servis, çalışan
personel için sürgün merkezi yada angarya işi olarak kabul edilen; ne çalışanın ne
de gelenin memnun olmadığı bir yerdir. Acil servisler mutsuzluk odakları olmak
zorunda mıdır? Daha güler yüzlü, verimli bir ortam haline dönüştürülemezler mi?
Elbette mümkündür. Acil servis bu kötü imajından kurtulmak için daha girişten
başlanarak düzenlenmelidir. Çünkü çevremizdeki fiziksel ortamın çalışırken
hayatımızı kolaylaştırdığı oranda biz daha uyumlu çalışabilir ve daha mutlu
olabiliriz. Gelen hasta da daha mutlu olabilir. Yapmış olduğumuz bu çalışma ile
acil servis veriminin artırılması için gereksinim duyulan üniteler ve bu ünitelerin
gereksinime göre planlanması sunulmaya çalışılacaktır.
Leonardo da Vinciden Anatomi Sanatı
Nihal Polat, Mustafa Akın, Merve Arıcı, Ekrem Bayraktar
Leonardo da Vinci Rönesans’ın temsilcisi olağanüstü bir ressam, heykeltraş, mimar,
aerodinamik ve hidrolik mühendisi olmasının yanısıra, fonksiyonel anatominin
de kurucusudur. Leonardo insan anatomisi konusundaki çalışmalarına Andrea del
Verrocchio’nun yanında çıraklık yaparken başladı, çünkü Verrochio tüm öğrencilerini
anatomi öğrenmeleri konusunda teşvik ederdi. Sanat alanında başarı kazanmaya
başlayınca, Floransa’daki Santa Maria Nuova Hastanesi’nde kadavralar üzerinde
inceleme yapmasına izin verildi. Daha sonra Milano’daki Maggiore Hastanesi’nde
ve Roma’daki Santo Spirito Hastanesi’nde de kadavralar üzerinde çalışmalar
yaptı. 1510–1511 yıllarında doktor Marcantonio della Torre ile birlikte çalıştı. 30
yılda, farklı yaşlarda 30 adet kadın ve erkek kadavrası inceledi. Marcantonio ile
birlikte anatomi konusunda teorik bir çalışma yayınlamak üzere çalışmalar yaptı
ve 200’ün üzerinde çizim hazırladı. Bu çizimler ancak Leonardo’nun ölümünden
sonra 1580’de \Resim Üzerine Tezler\” adı altında yayınlandı. Leonardo birçok
insan iskeleti çizimi yaptı ve omurganın çift–s formunu ilk tanımlayan kişi oldu.
Pelvis ve kuyruk sokumu hakkında incelemeler yaptı ve kuyruk sokumunun 5 farklı
kemikten oluştuğunu belirledi. İnsan kafatasını ve beynin kesitlerini mükemmel
şekilde tariflemeyi başardı. Ciğerlerin, idrar kesesinin, cinsel organların ve hatta
cinsel birleşmenin yapısını gösteren çok sayıda çizim yaptı. \”Hamilelik mucizesini
anlamak amacıyla fetusun anne karnındaki pozisyonu hakkında çizimler yapan ilk
birkaç kişiden biridir. İnsan anatomisine ek olarak, çeşitli hayvanların anatomisi
hakkında da çizimleri bulunmaktadır. Leonardo sadece insan vücudunun yapısıyla
değil, aynı zamanda fonksiyonuyla da ilgileniyordu, bu yüzden anatominin yanısıra
fizyoloji konusunda da çalışmalar yaptı. Fizyolojik deformasyonu olan kişilerle
ilgili de çizimleri bulunmaktadır. Anatomi alanındaki çalışmaları, yazılı tarihteki
ilk robot tasarımınına öncülük etti. \”Leonardo’nun robotu\” adı verilen tasarım
büyük olasılıkla 1495 yılında yapıldı ama ancak 1950’lerde farkedildi. Kan dolaşımı
hakkında bilgisi olmamasına rağmen, robota eklediği kalp vanaları sayesinde kanın
tüketilmek üzere kaslara pompalanmasını sağladı.
Sanatsal Estetiğin Doğurduğu Bilim Dalı Estetik Cerrahi
Cansel Karaca, Gamze Yeter ARSLAN, Osman SAĞLAM
Günümüzde popüler hale gelen estetik cerrahinin; bilimsel açıdan incelenmesi,
insanlardaki bu estetikleşme çabası üzerine tıbbın rolü, insan gözünde estetik ve
buna sanatın etkileri şeklinde üç başlık altında inceleyebiliriz. Estetiğin bilimsel
açıdan incelenmesi başlığı altında araştırmalarda ilk elde edilen bulgular fibonacci
sayıları ve altın orandır (1, 618). Bu bulgular doğada, estetik görünen objelerde ve
insanda karşımıza çıkan oransal verilerdir. Bu oranlara insan vücudunda; parmak
ucu–dirsek arası/el bileği–dirsek arası, göbek–diz arası/diz–ayak ucu arası, yüzün
boyu/yüzün genişliği, dudak–kaşların birleşim yeri arası/burun boyu, yüzün boyu/
çene ucu–kaşların birleşim yeri arası, gibi birçok yerde rastlayabiliriz. Bir diğer konu
başlığı olan insan gözünde estetik ve buna sanatın etkileri ise; insandan insana,
toplumdan topluma, zamandan zamana değişen estetik anlayışını anlatmaktadır.
20. yüzyıl, tamamen imaj çağı olmuştur. Hatta 21. yüzyılda bu durum sürmektedir.
Ekranlardaki kadın ve erkek görüntülerini insanların beynine kazıyıp: \böyle bir
görünürseniz ve/veya olursanız tercih edilirsiniz\” fikri yerleştirilmiştir. Estetikleşme
çabası üzerine tıbbın rolü başlığı altında şunları söyleyebiliriz\”Estetik Cerrahi\”
vücut imajımızın fiziksel olarak hoşa gitmeyen bölümlerini cerrahi olarak düzeltir.
Estetik cerrahide insanların kendi vücudunu daha estetik hale getirerek, onların
daha mutlu olmalarını sağlar. Estetik cerrahın doktorluk bilgilerinden farklı olarak
bu sanatçı kimliği ile güzeli iyi analiz edip \”objektif estetik görüşünü\” sürekli
geliştirmelidir. Estetik cerrahide amaçdoğal olarak güzel olan burnu, yüzü, kulağı,
dudağı taklit etmek olmalıdır. Estetik cerrahi sanatçısı olabilmek için doktorluk
ve cerrahi yetenek dışında, iyi estetik görüşe, estetik bir obje ile estetik olmayan
arasındaki farkları, boyutları ile yakalama yetisi ve estetik alana sahip olmak
gerekir.
Egon Schiele ve Hastalıklı Resimleri
Sevilay KUNT, Ebru SEKMEN, Güliz AVŞAR
Bu projedeki amacımız Egon Schiele’nin resimlerinde kendi hastalıklı ruh
halinin insan çizimlerine yansımasını incelemektir. Bu amaçla resimlerine
bulunduğu ülke ve zaman koşullarının ve yaşantısının etkisini araştırdık. Egon
Schiele portrelerindeki hastalıklı hüzünlü insanlar, yaşantısı ve kardeşiyle olan
ilişkisiyle merak uyandırmıştır. Hayatı ve kişiliği tartışmalı olsa da yeteneği
ve desen tekniğine getirdiği enerji tartışılmazdır. Çeşitli gazeteler ve internet
sitelerinde hakkında yapılan yorumlar da bu yöndedir. Desen çalışmalarıyla ünlü
bu Avusturyalı, Ekspresyonist ressam, 1890 yılında Viyana’da doğmuş ve birçok
eleştirmene göre kendi özgün stilini tam olarak geliştiremeden, 1918 yılında,
henüz 28 yaşındayken ölmüştür. Grafit, kurşun kalem ve suluboyayı kağıt üzerine
kullandığı çalışmalarında, genelde portreler üzerine çalışır. Figürler kırılgan, çoğu
zaman hastalıklı, çoğu zaman fakir ve hüzünlüdürler. Buna rağmen çizgilerinde
yüzen güçlü bir enerji, yer yer erotizme dönüşerek, yer yer yaşama sevgisi olarak
karşımıza çıkar. Figürlerini gerek teknik sebeplerle, gerek sembolik olarak fondan,
beyaz, suluboya bir çizgiyle ayırır. Gustav Klimt’ten yoğun olarak etkilenmiş olsa da,
özellikle figür tekniğini önün ötesine götürebilmiştir.
Karikatürlerde Hasta–Hekim İlişkisi
Çağrı SÜMER, Sami AKSAN, Neslişah ATGÜDEN
Karikatür birçok alanla ilişkisi olan bir sanat dalıdır. Bu yüzden karikatürün
tıpla da yakın ilişki içinde olmaması mümkün değildir. Birçok karikatür vardır ki
doktorların hastaları tarafından bilinmeyen yönlerini ortaya koyar, onların daha
kolay anlaşılabilmesini sağlar. Karikatürler doktor ve hasta ilişkisine farklı bir boyut
getirir. Bu sayede hem doktorların hem de hastaların empati kurabilmesini sağlar.
Bu projenin amacı karikatür ve tıp arasındaki bağlantıyı açık ve eğlenceli biçimde
anlatıp, karikatürün görsel ve mizahi yanı dışında hasta hekim ilişkisine sağladığı
yararları gözler önüne sermektir.
Beyinden Tuvale Alzheimer
Elvan ÇİFTÇİ, Müge Hacer ORHAN, Pınar ÇAKMAK
İnsanın beynine kendi varlığını unutturan, bütün belleğini ve becerilerini çalan
Alzheimer’ ın yarattığı tahribat bu hastalığa yakalanmış bir ressamın fırçasından
tuvale yansıdı. 1995 yılında, 62 yaşındayken, Alzheimer teşhisi konulan William
Utermohlen hastalık sonrası çizdiği otoportreleriyle beyninde olup bitenleri görsel
bir biçimde sergiledi. Bu portreleri, gönüllü araştırmacılara önemli bir kaynak,
gelecek nesillere de Alzheimer’ ın anlaşılması için önemli bir miras oldu. Alzheimer
teşhisi konulduktan kısa süre sonra yaptığı çalışmalar korku ve yalnızlığı ifade
ediyor. Daha sonra bu duygular isyan ve kızgınlığı yansıtıyor. Ardından utanç,
karmaşa ve ıstıraba dönüşüyor. Derken, en son portrelerinde, yaratıcı ve yetenekli
bir ruh artık ortadan kaybolmuş görünüyor. Aylar ve yıllar geçtikçe resimler gittikçe
ilkel bir stil alıyor. Utermohlen’ in ise doktorlara söylediği, yapmak istediğinin böyle
bir şey olmadığıydı. Philadelphia Üniversitesi’nin tıp ve sanatlar uzmanı Dr. Rhonda
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
L. Soricelli, \Bu tablo beyninde neler olup bittiğinin görsel bir ifadesidir. Bakarken
insanın içi parçalanıyor\” diyor. Bir zamanlar zengin ayrıntılı figüratif tabloları New
York ve Avrupa galerilerinde satılan Philadelphia’ı ressam, hastalıda bulunuşunun
100. yılı anısına ve aynı zamanda Utermohlen’ saygı olarak Nisan 2006’da sergilendi.
Alzheimer hastalığı, sonunda Utermohlen’ tüm iletişim yeteneğini de yok etti ve
bugün kendisi Londra’ bir bakımevinde yaşıyor.
Yapıdaki Sağlık
45
gerektirdiği tıp bilgisi ve işlem sırasında kullanılan cerrahi aletler tıp tarihi hakkında
bilgi vermekle birlikte iki alanın birbirini geliştirdiğini göstermektedir. Günümüzde
mumyalama, Afrika’nın kimi bölgelerindeki kabilelerde halen yapılmakta ve bunun
daha basit bir şekli olan tahnitleme anatomi laboratuvarlarında kullanılmaktadır.
Medecina en la Pintura: Rönesans Sonrası Sanatta Tıp
Püren ALİCİK, Levent ÜSTBAŞ, Kazım Cihan CAN
Hastaların iyileşme sürecine pozitif katkı sağlayacak en önemli şeylerden biri
hastane mimarisidir. Gelişmiş ülkelerde hastane mimarisi başlı başına bir uzmanlık
alanı haline gelmiştir. Ülkemizde hastane mimarisi henüz gelişmiş değildir. Bunun
sonucu olarak hastane binaları birer verimsizlik abideleri gibi karşımıza çıkar. Bu
durum özel sektör hastanelerinin de çözümsüz bıraktığı en önemli sorunlarından
biridir. Binanın güzelliği, iç açıcılığı, geniş ve refah olması vb. özellikleri yanında
verilecek hizmete yetecek kadar alan ve hacim işgal etmesi ve hizmet sunmaya
elverişli yani kullanışlı olması gerekmektedir.
Doktorlarla hastalar arasındaki ilişki sanat tarihinde çok betimlenen bir konu
olagelmiştir. Ancak bu konuya adanan resimler Rönesans döneminde artmaya
başlamış ve özellikle 17. –19. yüzyıllar arasında en yoğun halini almıştır. Çünkü
Dinsel Devrim dini konuların betimlenmesini yasaklamıştır ve bu sebeple sanatçılar
gündelik hayatı anlatan resimler üzerine odaklanmışlardır. Hastalık, tedavi, doktor–
hasta ilişkileri de gündelik hayatın parçaları olduğuna göre resimlere yansımaları
kaçınılmazdır. Biz bu projemizde İspanyol kalp cerrahı Alejandro ARİS’in “Medecina
en la Pintura” adlı kitabındaki doktorlarla hastaların ilişkilerini betimleyen sanat
yapıtları hakkındaki yorumlarından esinlenerek 17. yüzyıl itibarıyla yapılan
resimlerin ve yorumlarının yer aldığı hoş bir seçme hazırladık.
Salgın Hastalıkların Sanatçı Gözünden İncelenmesi
Frank Netter ve Sanatla İlişkisi
Hastalıklar tıbbi bilimlerin konusu içindedir. Salgın hastalıklar gibi toplumlar
üstünde büyük etkiler oluşturmuş olayları sadece hekim gözüyle, bilimsel olarak
bakmak yeterli bir bakış açısı sağlayamamaktadır. Çünkü bilimsel yaklaşımlar o
konu hakkında nesnel bilgiler verir. Hastalığın tanımı, özellikleri, nasıl yayıldığı,
kaç kişiyi etkilediği şüphesiz önemlidir. Ancak olayın bir de insanı yönü vardır. Bu
nedenle konuyu tüm yönleriyle anlamak için salgın hastalıklara sanatçı gözüyle de
bakmak gerekir. Çünkü sanatçılar toplumun duygularını, düşüncelerini yansıtan
kişilerdir ve eserlerine “Salgın hastalıklar”gibi önemli bir olayın girmediğini
düşünmek mümkün değildir. Diğer, toplumlar etkileyen önemli olaylar gibi
sanatçılar bu konuya eserlerinde yer vermişlerdir. Bu projeyle de onların bu
konudaki çalışmalarına bakarak halkın salgın hastalıklara bakış açılarını kavramayı
amaçladık. Araştırmalar sonucunda özellikle o konuda çizlmiş resimlerde bunu
açıkça gözledik ve gözlemlerimiz bize yeni bakış açıları kazandırdı. Projemizde de
resimleri kullandık.
İnsan bedeninin ve nasıl çalıştığının gösterilmesinde büyük rolü olan Dr. Frank
Netter’in kariyeri 1930’larda “tıbbi resimleyici” olarak başladı. Kısa bir süre zarfında
kendini tıp toplumuna kabul ettirdi ve “tıpta resimleme” deyince ilk akla gelen isim
olmayı başardı. O zamanlar Netter, “Tıbbın Michelanjelosu” olarak nitelendirildi.
O ise bu nitelemeye karşılık şu cevabı verdi: “Benim tüm istediğim resim yapmayı
yapmaktı. “Küçük bir çocukken sinema artisti olmayı kafasına koyan Netter, anne
ve babasının parasal yönden mühtiş getirisi olan tıp’a yönlendirmeleri nedeniyle
tıp’ı seçti. Ve okulda bütün öğrencilerin ve öğretmenlerin dikkatini çekti. Kendi
deyimiyle ”grafiksel bakış açısı”na sahip Netter, daha çok resimlerden not
çıkarıyordu. Daha sonra öğretmenleri onu, kendi derslerinin resimlerini çizmekle
görevlendirdi. Resim kabiliyetini mezun olduktan sonra da sürdüren Netter, hala
daha kabul gören tıp anatomisi atlasını çizdi ve tıp tarihinin unutulmazları arasına
girdi.
Ramazan GÜRLÜ, Süheyla GÜMÜŞ, Esra POLAT, Zafer AYDIN
Maruf AGGÜL, Hasan SATIŞ, Murat GÜZEL
Anatominin Sanata Dönüşümü
Tuğçe AĞIRLAR, Murat KARATEKE, Pelin MEMİŞ, Gamze TAŞ, Cemal
ÜNLÜ
İskelet yapımız, sadece bilim insanlarının değil sanatçıların da üzerinde çalıştığı
ve eserlerine yansıttığı bir konu olarak yüzlerce yıldır karşımıza çıkıyor. 1500’lü
yıllardan günümüze kadar gelen bu çizimlerde bazen sanatçı ve anatomi
uzmanlarının birlikte yaptığı çalışmalara, bazen de bireysel eserlerine rastlanıyor.
İşin ilginç yanı, bunlar çoğu kez sanatçı tarafından mı yoksa anatomi uzmanı
tarafından mı çizildiği anlaşılamayacak kadar güzel sanat eserleri. Tıp bilimlerinin
en eski dallarından biri olan anatomi ile insanlığın olmazsa olmazı sanatı aynı çatı
altında incelemeye çalıştık. Çalışmalarımız esnasında yararlandığımız sanatçılar:
Bernhard Siegfried, Jan Wandelaar, Pietro Berrettini di Cortona, William Cheselden,
Toulouse, Bernardino Genga, Leonardo Da Vinci. Çalışmalarımızda bilhassa
Leonardo Da Vinci’nin eserlerinden yararlandık. Leonardo birçok insan iskeleti
çizimi yaptı ve omurganın çift–s formunu ilk tanımlayan kişi oldu. Pelvis ve kuyruk
sokumu hakkında incelemeler yaptı ve kuyruk sokumunun 5 farklı kemikten
oluştuğunu belirledi. İnsan kafatasını ve beynin kesitlerini mükemmel şekilde
tariflemeyi başardı. Ciğerlerin, idrar kesesinin, cinsel organların ve hatta cinsel
birleşmenin yapısını gösteren çok sayıda çizim yaptı. Hamilelik mucizesini anlamak
amacıyla fetusun anne karnındaki pozisyonu hakkında çizimler yapan ilk birkaç
kişiden biridir.
Mumyalamadaki Sanat
Aslı Tokmak, Serkan Yeter, Mustafa Çetİn, Buşra Tozduman
M. Ö. 15. yy’dan bu yana kullanılan mumyalama tekniği, eski Mısırlıların inançları
gereği bedeni bozulmadan koruma isteklerinden doğmuş, daha sonraları Orta
Asya’da ve Anadolu’da da uygulanmıştır. Her geçen gün bir yenisi daha keşfedilen
ve portre maskeleriyle, işlemeleriyle dikkat çeken mumyaların yapılış aşamalarının
Mehmet poyrazer, Osman karakılıç, Suat koç
Yeniden Yüzlendirme
Mehmet Talha KUTLU, Gamze GEZGEN, Güler Pınar ÖZEREN,
Nurhan OKUR
Yeniden yüzlendirme tekniği ile kimliklendirme, başka teknikle tanımlanamayan
insan kalıntılarının yüz şeklinin, kafatası boyutlarından saptanabildiği; antropolojik,
anatomik, odontolojik ve aynı zamanda sanatsal disiplinler arası uygulamalı, üç
boyutlu bir kimlik tespit tekniğidir. Yeniden yüzlendirme tekniğinin tarihçesi yüzyıl
öncesine kadar dayanmakta olup bu alanda gerçekleştirilen ilk çalışmalardan
biri anatomist W. His tarafından 1895 yılında yapılan J. S. Bach’ın iskeletinin
kimliklendirilmesidir, zaman içinde aynı şekilde, üç boyutlu yöntem ile, bir
çok tanınmış insanın yüzü yapılmıştır. Yeniden yüzlendirme çalışmalarında 2
boyutlu ve 3 boyutlu olmak üzere iki metot kullanılmaktadır. 2 boyutlu metotta
çeşitli anatomik pozisyonlarda yer alan temiz kafatasının fotoğrafları üzerinde
çalışılır. 3 boyutlu metot ise kafatasının bir örnek kalıbı çıkartıldıktan sonra; doku
kalınlıkları belirlenerek çalışılan “kumpas yöntemi”, veya kemik yapısına göre kaslar
yerleştirilerek büst haline getirilen “anatomik yöntem” olmak üzere ikiye ayrılır.
Yeniden yüzlendirme çalışmaları yapılırken dikkat edilmesi gereken en önemli
unsurl, ardan biri de yeniden yüzlendirilen bireyin ait olduğu ırkın antropolojik
özellikleridir. Çünkü ortalama doku kalınlıkları her ırk için farklı bir değerdedir ve
yeniden yüzlendirme tekniğinde ırkların ortalama doku kalınlıkları kullanılarak
çalışılır. Yeniden yüzlendirme yöntemi bilimsel olmasının yanı sıra öznel ve sanatsal
değerler de içermektedir. Çalışma antropolojik verilere bağlı kalınarak bilimsel
bir şekilde gerçekleştirilmesine rağmen sanatçının yaptığı çalışmaya yorumunu
katması kaçınılmaz olmaktadır. Ancak bilimsel yönün çalışmadaki baskınlığı
kişinin kimliğinin belirlenmesini olanaklı kılmaktadır. Günümüzde farklı yöntemler
kullanılarak kimliği belirlenemeyen cesetlerin kimlik tespitinde kullanılan bu
yöntem ülkemizde Ankara Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Yeniden Yüzlendirme
ve Adli Sanat Birimlerince gerçekleştirilmektedir.
46
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Tıbbın Resme Yansıması
Cansu DEMİRKIRAN, Özlem ÜNAL, Kısmet ÇIKI, Yasemin ERASLAN
İlkçağda insanların vücutlarında meydana gelen biyolojik olayları tanımlamaya
çalışmaları ve Ortaçağda dinsel devrimin dini konuların betimlenmesini
yasaklamasının ardından sanatçıların resimlerinde gündelik hayatı anlatmayı
tercih etmeleri bize kadim zamanlardaki tıpla ilgili bilgiler vermektedir. Bu projede
amacımız geçmişten günümüze tıpla ilgili yapılmış resimlerle tıpdaki gelişmeleri ve
değişmeleri gözler önüne sermektir.
Akıl Hastalarının Teşhis ve Tedavisinde
Psikopatolojik Sanat
Ömer Faruk KARAÇORLU, Elif Namlı, Gülşah ORAK
Günümüzde deli deyip geçtiğimiz ruh hastalarının keşfedilmeyi bekleyen
eşsiz bir iç dünyaları vardır. Hem onların iç dünyalarını açığa çıkarmak hem de
hastalıklarının tedavisinde yardımcı olabilmek amacıyla uygulanan yöntemlerden
biri belki de en ilgi çekici olanıdır psikopatolojik sanat. Ruh hastalıklarının sanatla
tedavisi Hipokrat’a kadar dayanmaktadır. Hastaların zanaat ve küçük çaplı
sanatla meşguliyetinin tedavi yerine geçeceği geçmişte pek çok hekim tarafından
dile getirilmiştir. Günümüzde ise tedavi yanında araştırma amacıyla kurulmuş
bir çok psikopatolojik sanat laboratuarları bulunmaktadır. Bu laboratuarlarda
hastalara sanat tedavisi adı altında resim ve heykel çalışmaları yaptırılmaktadır.
Klinikte tedavi gören hastalar, kullanacakları malzeme, resmin konusu ve yapım
stilinde hiçbir etki altında kalmadan resimler yapıyorlar ve resmi bitirdikleri
kanısına vardıklarında o resme ilişkin yorumları yapıtlarına verdikleri isimle
beraber kaydediliyor. Psikiyatristler ruh hastalarının, hastalıklarına neden olan iç
kargaşalarındaki ipuçlarını yaptıkları çalışmalarda biçimlendirdikleri simgelerden
elde ederek hastalığa tanı koyabilir. Resimlerin analizinde kesin değerlendirme
biçimleri olmasa da resimlerin “biçim öğeleri”, ”simgesel değerler”, ”renk”
açısından analiziyle beraber hekimin hastayla birebir iletişimi sırasında hastanın
resimdeki simgeler üzerine doğrudan yada dolaylı yorumu da önem taşımaktadır.
Araştırmalarımızda gördük ki, Psikopatolojik Sanat aracılığıyla hasta hekim
iletişiminde sözlü dile göre üstün nitelikleri olan görsel ve grafik dili olumlu bir araç
olarak kullanarak oligofreni, psikoz ve özellikle şizofrenide hastayı ve hastalığını
tam anlamıyla anlayabiliriz. Subjektif ve yoruma açık olan Psikopatolojik Sanatın
önümüzdeki yıllarda hastalıkların tanı ve tedavi sürecinde yeni açılımlara yol açacak
bir bilim dalı haline gelmesi mümkün görülmektedir.
Yeni ve Eski Cerrahi Aletler Arasındaki Farklar
Ayşe Müge Türker, Elif Gamze Büyükküpcü, Bulgyn Tunkyel,
Elşad Hasanov
Cerrahinin zamanla büyük aşamalar katetdiğinin farkındayız. Yaptığımız
araştırmaların amacı cerrahi aletlerin zamanla nasıl geliştiğini öğrenmekti.
Aynı zamanda bu değişim sürecinde sanatın cerrahi aletler üzerinde nasıl bir
etkisi olduğunu gözlemlemeye çalıştık. Eski cerrahi aletlerin fotoğraflarını,
fonksiyonlarını bulmak için farklı kaynaklardan (internet, ansiklopedi) yararlandık.
Günümüzde kullanlan cerrahi aletlere ait bilgileri ise cerrahi aletler katalogundan
aldık. Karşılaştırmaları Hacettepe Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü doktorlarının
yardımıyla yaptık. Sonuç olarak, günümüzde kullanılan cerrahi aletlerin eskilerine
göre fonksiyon olarak pek değişmediğini, ama aynı işlev için günümüzde daha çok
alternatif alet olduğunu gözlemledik. Geçmişten günümüze sanatdakı gelişmelerin
bu farklılığın olmuşumundakı etkisini saptadık.
Cerrahi Sanattır, Cerrah ise Sanatçı
Chousein Malkots, Ahmed Ahmedov
Bilim ve sanatın mükemmellik arayışında buluşma noktası olan estetik cerrahi,
kusurların giderilmesinde mucizeler yaratıyor. İnsanlık tarihinin başından beri
herkes güzelliğe kavuşmanın yollarını aradı. Sonunda insanoğlu estetik ameliyatları
icat etti ve ‘ yapay güzellik ‘ le tanıştı. Estetik güzellik felsefesidir. Güzel üzerine
düşünme ne olduğunu araştırma etkinliğidir. Sanatçı tarafından bir estetik tavır
sonucu oluşan bir eserdir. Her sanat eserinin bu nedenle estetik değeri vardır.
Çünkü, sanatçının kendine özgün duyguları, heyecanları, hayal gücü ve yetenekleri
eserinde birleşmiştir. Sanat eserinin en önemli özelliği tek olmasıdır. Çünkü,
sanatçı eserini oluştururken oluşan duyguları ve hayal gücünü bir kez daha aynen
yaşayamaz. Bu posterde cerrahlar, güzel sanatlar ile ilgilenme konusunda görüşü ve
ilgilenme teknikleri irdelenmektedir. Bu bilgilerden yola çıkarak cerrahinin sanat,
cerrahların ise sanatçı olduğunu sanırım söyleyebiliriz…
Hastalıklı Portreler
Şeyda BOZKURT, İrem GENÇ, Ezgi İNCE, Tuğba ÖZSOY
İnsan içerisinde ruh ve bedeni yani tıp ve sanatı barındıran bir başyapıttır. Bu
eserdeki ince ruh, sanat, bedeninde meydana gelen değişikliklere göz yumamaz.
Beden de ruhtan destek almadan ayakta kalamaz, çöker. Tıp ve sanat da bir bakıma
ruh ve beden gibidir. Birbirlerine yabancı kalmalarını ummak gerçekçi olmaz.
Sanatçı insan ruhunun inceliklerini çok daha güçlü şekilde duyumsayabilen kişidir ve
kendinden, toplumundan, insanlardan etkilenmemesi mümkün değildir. Biz de bu
projemizde ve araştırmalarımızda sanatçının hastalıklara karşı duyarlılığını ve bunu
tuvallere yansıtma eylemini mercek altına aldık. Kimi zaman ressam hasta oldu,
kimi zaman yakınları… Kimi zaman “aşk”tı bu hastalık, çoğu zaman da çaresizlikti
tuvallere aktarılan. Ama her durumda, dönemlerinde yaygın olsun olmasın, etkiledi
ressamları hastalıklar. Bu etkileşimin dışavurumu olarak da fırça ve renklere sarıldı
elleri. Bu projede yaptığımız resim araştırmaları ve yorumlarımız da, tıp ve sağlıkla
sanatı bir noktada buluşturabilen “hastalıklar” ve “hastalıklı portreler” üzerine…
İncelediğimiz ve yorumladığımız resimlerle bir kez daha anladık ki hastalıklar insan
hayatının önemli parçalarından biri ve sanatçı olsun olmasın her insanda derin
çağrışım ve dışavurumlara yol açıyor. Her insanın bu duruma bakış açısı çeşitlilik
gösteriyor.
Çocuk Hastanelerinde Dekorasyon
Esra BULANIK, Gizem KILINÇ, Melek MUTLU, Merve İNANÇ
önem sıralamasında tedavinin gerisinde kalan hastane fiziksel koşullarının ve
dekorasyonunun hasta çocuklarının psikolojileri üzerine etkilerini göstererek bunun
önemi vurgulanmak istendi. bu amaçla çocuk hastaneleri üzerinde yoğunlaşılarak
yapılabilecek düzenlemeler belirlendi. Objektif bir çalışma olması adına hastanede
yatan çocuklarla görüşüldü. Elde edilen bilgiler belirli ölçütlere göre sınıflandırıldı.
Ayrıca bu konuda daha önce yapılan çalışmalar ve röportajlar incelenerek bilgi
toplandı. Hacettepe üniversitesi tıp fakültesi ihsan doğramacı çocuk hastanesi
bünyesinde yatan hastalar ve yakınlarıyla birebir görüşmeler yapıldı. görüşmeler
sırasında, hazırlanan anketler kullanıldı. hastalarla yapılan görüşmelerde ve bilgi
toplama işleminde özellikle renklerin hastalar üzerinde etkisi vurgulandı. Ayrıca
hastanenin fiziksel koşulları da incelendi. hastalarla görüşmeler sonucunda
hastanelerde yoğun olarak kullanılan beyaz, bej gibi renklerin yerine yeşil, sarı,
pembe gibi renklerin kullanılmasının istendiği gözlendi. hastane bünyesindeki
ilköğretim okulu öğretmenleriyle görüşüldüğünde özellikle ortopedik rahatsızlıkları
olan çocuklar için araç ve gereçlerin uygun olmadığı belirtildi. Yaptığımız çalışmalar
sonucunda; hastane dekorasyonu yapılırken kullanılan renklerin özellikleri dikkate
alınması ve hastalara uygun fonksiyonel araçların kullanılması gerektiği sonucuna
varıldı. Özellikle çocuklar düşünüldüğünde onlara hitap eden panolar, nevresim
takımları, bilgisayar odaları, oyun odaları ve kitaplıkların tedavii üzerine olumlu
etkileri olacağı kanısına varıldı. Ayrıca refakatçilerin psikolojilerinin hasta psikolojisi
üzerine etkisi düşünüldüğünde onlar için de rahat bir ortam hazırlanması gerektiği
görüldü.
Evrensel Deha’dan Zamanı Aşan Anatomik Çizimler
Fulya BOĞOÇLU, Gizem MURATOĞLU, Emir ŞKRİYEL
Bir sanat dalı olan resmin tıp alanında da pek çok yansıması görülebilir. Bunların
içinden ilk akla gelen anatomik çizimlerdir. Çok eski tarihlerde ölü insanların
vücutlarını açıp incelemek yasaktı. Ama yine de, o günlerde dahi insan vücudunun
içini merak eden kimi araştırmacılar gizli gizli çalışmalarını yürüttüler ve vücudun
içini resmettiler. Anatominin bir bilim olarak kabul görmesiyle insan anatomisine
dair çizimler artmaya ve insan vücudunun gizemi aydınlatılmaya başlandı. Bu
amaca yönelik çalışmalar yapan en önemli kişi hiç şüphesiz ki; filozof, ressam,
heykeltıraş, mucit, mühendis, bilim adamı, müzisyen, mimar kimliklerinin hepsine
birden sahip bir dahi olan Leonardo Da Vinci’dir. Bugün insanlık Leonardo’ya bir
anatomici olarak yaptığı çalışmalardan dolayı teşekkür borçludur. Günümüze
yüzonu aşkın kadavra diseksiyon çalışmasının ürünü olan 779 anatomik çizim
bırakmıştır. Bu çizimler, yanlarında işlevsel ve fizyolojik açıklamalarıyla birliktedir.
Göz sinirlerinin gözün arkasından çıkıp birbiri ile kesiştikten sonra beyine ulaştığını
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
ilk gözlemleyen ve çizen anatomiciydi. Elin ve parmakların hiçbir hareketinde
dirsekten yukarıdaki kasların rolünün olmadığını, yüzün mimiklerinin değişik
kasların çalışması ile mümkün olduğunu ilk kez düşünen oydu. Ateroskleroz,
yani damar sertliğini yazdı. Anne karnında yedi aylık insan cenini ilk defa onun
tarafından ustalıkla çizilmişti. Gırtlak ve nefes borusunun ses çıkartma ile ilgisi
olduğunu ilk defa o düşündü. Nabız ile kalp atımları arasındaki ilişkiyi de ilk kez
o farketti. Anatomi alanındaki çalışmaları, yazılı tarihteki ilk robot tasarımınına
öncülük etti. Ve bunlar gibi daha pek çok çizime sahipti. Günümüzdeyse; anatomik
çizimler elle değil özel bilgisayar programlarıyla çiziliyor, tıbbi illüstrasyon adı
altında resimleme ve anatomik çizim yapma kuralları ve teknikleri öğretiliyor,
ilgilenen bilim adamları bunun hakkında seminerler görüyor ve anatomik çizimin
nasıl olacağı hususunda bilgilendiriliyorlar.
Bir Sanat Eserini Algılamada Farklılıklar
Ruba Tahİr, M. Bahadır Omar, Vildan Şenel
Hiç, bir sanat galerisini gezerken, size hiçbirşey ifade etmeyen bir tablonun
önünde insanların hararetle tartıştıklarını görüp şaşırdığınız oldu mu? Veya bu
insanlar ne buluyor bu müzikte dediğiniz? Bizim projemizle amaçladığımız tam
olarak bu farklılıkların sebebi, sanatsal beğeni, algı ve yorumumuzu oluşturan/
etkileyen faktörler. Bir sanat eserini güzel veya bayağı bulmamızın nedenleri.
Araştırmalarımız sırasında gördük ki sanatsal algı ve beğenimizi birden çok faktör
etkiler. Sanatsal algımızı ilk ve en öncelikli olarak beynimiz belirliyor. Bu noktada,
yeni bir bilim dalı dikkat çekiyor: \Nöroestetik\”. Estetik kavramının ve soyutlamanın
beyindeki karşılığına yönelik, beynin neyi nasıl güzel bulduğunu araştırmayı
hedefleyen araştırmacılar çalışmalarını nöroestetik adı altında toplamaktadır.
Bu yeni bilim dalının öncülüğünü University College of London’dan Prof. Dr.
Semir Zeki ve arkadaşları yapmaktadır. Somuttan soyuta geçiyoruz ve olayın
psikolojik boyutuna bakıyoruz. Bı noktada bize yardımcı olan kavram \”Sosyal
algı\”. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Yasemin Abayhan’dan da teyit
ettiğimiz üzere, en basit anlamıyla sosyal algı, kişinin o zaman kadar bireysel ve
toplumsal birikmişliklerinin bütünü. İki kişinin bir resimden aldığı hiçbir zaman
aynı olmaz, bu da kişilerin karakterleri, içinde yaşadıkları sosyal çevre, arkadaşları,
eğitimleri ve ailelerinden devraldıları estetik duyarlılıkla ilintilidir. Son olarak ruh
halinin etkilerinden bahsedeceğiz. Ruh halimiz bir sanat eserinden algıladığımızı
o kadar etkiler ki, çoğu zaman iki farklı eserle karşı karşıya olduğumuz hissine
kapılırız. Mesela hüzünlüysek o şarkı bize çok dokunabilir, veya neşeliyken her
gün önünden geçtiğimiz tabloda hiç farketmediğimiz bir güvercini yakalayabiliriz.
Somut ve soyutun kesişim noktası olan sanat, ortaya konması kadar algılanması da
karışık süreçler içermektedir. Umarız bu konuya ilginizi çekebilmişizdir. ”
47
TIP ve SİNEMA
Testere Turka
Mehmet Koçer, Sıddık Aytuğ, Nisar Ahmad Amİn, M. Gökhan sucu
Projede Testere filmindeki doktor hasta münasebetinin analizini yaptık. Burada
doktorun ölümcül bir hastaya yanlış yaklaşımı üzerinde durarak bu konuların
ustaları olan bir tiyatrocuya, bir psikiyatra sorarak filmin analizini yaptık. ve
buradan yola çıkarak çoğu filmde işlenen doktor hasta münasebetinin nasıl olması
gerektiğiniinceledik ve bu soruya çözüm bulmaya çalıştık
Görsel Şiddet ve Çocuğa Etkisi
Mahmut Can KIZIL, Funda KÜTÜK, Levent GÜNDOST
Kitle iletişim araçlarının saldırganlık ve şiddet olaylarının ortaya çıkmasında ve
artmasında bir payının bulunup bulunmadığı tartışma konusudur. Ancak son
yıllarda özellikle çocukların gerçekleştirdiği şiddet olayları bu konuyu tekrar
gündeme getirmektedir. Artan şiddet olayları ile kitle iletişim ve şiddet arasında bir
ilintinin varlığı konusunda her ne kadar belirgin bir bağlantı ortaya konulmamışsa
da kitle iletişim araçlarının şiddete yönlerdirmesi ve etkilemesi üzerinde bir görüş
birliğinden söz edilmektedir. Şiddet kutuları, en yıkıcı etkisini, etkiye en fazla açık
durumdaki çocuklar ve gençler üzerinde gösretiyor. Şiddet onların davranışlarına,
sözlerine, oyunlarına yansıyor. Çocuk zihinsel süreçlerindeki özelliklerinden dolayı
izlediklerini yetişkinler gibi algılayamamakta ve yetişkinlerden farklı bir biçimde
etkilenmektedir. Çocuklar kurmaca ve gerçek arasındaki farkı çoğu kez yetişkinler
kadar kolay bir biçimde algılayamamaktadır. Ayrıca şiddet üzerine yapılan
birçok araştırma çocukların şiddeti taklit ettiklerini göstermektedir. Pek çok dizi
karakteri, şiddeti tek problem çözme yöntemi olarak kullanmakta, saldırganlık
ödüllendirilmekte, gücün gereği olarak sunulmaktadır. Bu da çocukların bu
karakterlerle özdeşim yapma riskini arttırmaktadır. Bunun yanı sıra ekranlarda
sürekli kan, gözyaşı ve şiddet gören gençler, bir müddet sonra kendi yakınlarında
cereyan eden acılara karşı duyarsızlaşmaktadırlar. Günlük hayatta görülen olaylar,
araştırma sonuçlarını doğrular biçimdedir. İngiltere’de iki buçuk yaşındaki James
Bulger’i, 11 yaşındaki iki çocuğun şiddet filmlerinden etkilenerek öldürmesi,
Norveç’te 5 yaşındaki bir kız çocuğunun 6 yaşlarındaki arkadaşları tarafından
taşlanıp, dövülmesi ve kar üzerinde ölüme terk edilmesi, Türkiye’de 8 yaşındaki bir
ilkokul öğrencisinin kendini kravatla gardroba asması, şiddetin boyutunu gözler
önüne sermektedir. Sonuç olarak, görsel şiddet çocuklara saldırganlığı öğretmekte,
onların gerçek hayattaki şiddete karşı duygusuz hale gelmesine sebep olmakta ve
şiddet tarafından mağdur olduğu korkusu kazandırmaktadır.
Beyaz Perdede Doktor
Ahmet EKEN, Mehmet SÜLE, Turgat POLAT
Önce ulaşabildiğmiz filmleri inceleyerek bu filmler içinde doktorluk mesleğini
konu edenleri inceledik. Araştırmamız sırasında gördük ki meslek sadece konu
zenginliği yönünden ele alınıp sinemaya aktarılmıştır. mesleğin genel özellikleri
etrafında seyredilerek filmler korku, şiddet, cinsellik ve mizah temalarıyla ön plana
çıkarılmıştır. DOKTOR CİVANIM, ANATOMİ VE HOSTEL filmlerini seçip onların mesleğe
yaklaşım açılarını sunmaya çalıştık.
Bir Film Nelere Kadir?
Ceren ÖNAL, Şeymanur TOPRAKLI, Selda KANMAZ, Enise ŞEKER
1992 yılında çevrilen “Lorenzo’nun Yağı” filmi, konusunu yaşanmış bir hikayeden
alır: Augusto ve Michaela Odone çiftinin beş yaşındaki oğulları Lorenzo 1984
yılında adrenoleukodystrophy (ALD) hastalığına yakalanır. Lorenzo’nun bu
hastalığı nadir olarak görülmektedir. ALD böbrek üstü bezlerinin çalışmaması ve
kortizon eksikliğinden kaynaklanıyor. Kalıtsal bir hastalık olan ALD, genelde 10
bin erkekte bir görülüyor. 5–8 yaşlarında belirti veriyor. Davranış değişiklikleri ve
verimde düşme görülebiliyor. Daha sonraki dönemde işitsel ve görsel bozukluklar,
zihinsel yıkım, yürüme bozuklukları ortaya çıkıyor ve hastalık ilerleyerek birkaç
yılda ölümle sonuçlanıyor. Beyin MR’ı, serumda çok uzun zincirli yağ asitlerinin
artışının gösterilmesiyle teşhis edilebiliyor. Filmde Lorenzo’nun ebeveynleri
tıp kütüphanelerinde uzun ve yoğun çalışmalar yaparlar, literatürdeki son
çalışmaları takip ederler. Hatta bu alanda en ünlü doktorların bir araya gelmesiyle
uluslararası bir kongre bile düzenlerler. Filmin gelişiminde uzun çalışmalar sonucu
48
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
elde ettikleri yağı Lorenzo’nun tedavisinde kullanırlar. ALD hastalığına yönelik
çalışmaların başlangıcına önemli bir katkı sağlayan Augusto Odone daha sonra
onur doktorası alır. Göremeyen, konuşamayan ve tek başına hareket edemeyen
Lorenzo ise doktorların tahminin aksine 29 Mayıs 2006 tarihinde 28. yaş gününü
kutladı. Projedeki amacımıza yönelik olarak 13 Şubat 2007 tarihinde Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerine film gösterimi yaptık ve film sonunda bir
anket uyguladık. Anket istatistiklerimiz ortaya koydu ki; bir sinema filmi hastalık
ve tedavisinin duyurulması açısından en dikkat çekici yöntemdir ve bu tarz bir film
pekçok insanı araştırmaya ve tıbbın yolunu aydınlatmaya sevk edebilir. Ayrıca,
araştırmalarımız sonucunda film sayesinde Türkiye’deki birçok hasta ailenin de
Lorenzo’nun yağına ulaşmış olduğunu gördük.
Beyza’nın Kadınları ve Çoklu Kişilik Bölünmesi
Süleyman CAMGÖZ, Ali Engin DAŞTAN, Özenç ÖZKAN, Birhat ŞİMŞEK
Filmdeki esas kişilik olan Beyza, küçüklüğünde yetimhanede kalmış ve
yetimhanedeki öğretmeni tarafından uygulanan cinsel taciz Beyza’da
(yetimhanedeki ismi Ayla) psikolojik sorunlara yol açmıştır. Bu psikolojik
sorunlar ilerleyerek Beyza üzerinde farklı karakterlerin, ortaya çıkmasına yani
“Çoklu Kişilik Bölünmesi” sendromuna yol açmıştır. ÇOKLU KİŞİLİK BÖLÜNMESİ
(Multiple Personality Disorder), Süregiden (kronik) bir disosiyatif bozukluktur.
Genellikle çocukluk çağındaki psikolojik travmalar sonucu meydana gelir. Kişide
herhangi bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde aylar, yıllar boyu çoğul kişilik
bozukluğu ölçütlerini karşılayan belirtiler olur. Herhangi bir zaman kesitinde bu
kişiliklerden yalnız biri geçerlidir. Kişiliklerden birinden diğerine geçiş ani olur.
Genellikle de bu geçişlerde bir stres etkeni bulunur. Çoğul kişilik bozukluğunda
belirtiler stres veya anılarla tetiklenerek ortaya çıkar. Orijinal kişilik diğerinden
habersizdir. Kişilik sayıları iki ile yüzden fazla arasında değişmektedir. Olguların
yaklaşık yarısında kişilik sayısı on veya daha azdır. Çoğul kişilik bozukluğunda
kişilikler arasında görsel işlevler, cilt iletimi, solunum, cilt sıcaklığı ve kalp hızı
gibi otonomik paramatrelerde de farklar bulunmaktadır. Öğrenme ve bellek
işlevleri de farklı olabilmektedir. Diğer kişilik bozuklukları ile birlikte olması klinik
tabloyu karıştırabilir. Bu hastalıkta somatizasyon bozukluğu, major depresyon,
sınır kişilik bozukluğu, depersonalizasyon bozukluğu ve disosiyatif amnezi diğer
tanı gruplarına göre (şizofreni, panik bozukluğu, kompleks parsiyel epilepsi vb.
) sıktır. Ülkemizde Sivas’ta geniş bir örneklem grubu ile yapılan bir araştırmada
disosiyatif kimlik bozukluğu %0.4 oranında bulunmuştur. 1/9 oranında kadınlarda
sıktır. Hemen %100’ü çocuklukta travmatik olay yaşamıştır (en sık fiziksel ve cinsel
kötüye kullanım, özellikle de ensest). Ayrıca bu bozukluğa eğilim, çevre etkenleri
ve destek yokluğu da hesaba katılmalıdır. Kadınlarda doğum sonrası da ortaya
çıkabilmektedir. Disosiyasyon sırasında olasılıkla anılar daha farklı bir biçimde
depolanıp korunmakta, bu da yeni bir kişilik şeklinde yaşanmaktadır. Yineleyen
travmaların limbik devreleri değiştirmesi diğer bir olasılıktır. Sıklıkla yanlış tanılarla
izlenirler. Bir kişilikten
Filmlerde Ele Alınan Doktor Teması ve Filmlerdeki
Doktor Karakterlerinin İnsanlar Üzerindeki Etkisi
Bergen LALELİ, Filiz KERDİĞE, Soner BACAKSIZ
Tıp bir sanattır. Doktorlar sadece bir teknisyen değil, aynı zamanda da bir sanatçıdır.
Tıpta bilimsel kaygı yanında estetik kaygı da vardır. Bu bağlamda tıp yaşamla iç
içe, hekimler ve hastalar yaşamın birer parçasıdır. Hekimdeki ustalık, hastasının
veya kendinden yardım isteyen insanların duygu ve düşüncelerini, acılarını,
beklentilerini anladığı ölçüde o hekimle anlam kazanır. Bir hekim ne kadar bilgili
ve deneyimli olursa olsun, insanların, hastaların, hasta yakınlarının duygu ve
düşüncelerini anlamak, hissetmek, empati yapmak zorundadır. Bu gerçeklikten yola
çıkılarak projede, Lorenzo’nun Yağı, Patch Adams filmleri ve medyadaki diğer film
ve dizilerde işlenen doktor karakterlerinin insanlar üzerindeki etkileri araştırıldı.
Bu araştırma için de bir grup Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 1
öğrencileriyle anket çalışması yapıldı. Öğrencilerin bu fakülteyi seçme sebeplerinde
izledikleri doktor karakterlerinin etkisinin olup olmadığı ve bu durumun gelecekteki
sahip olmak istedikleri doktor niteliklerine etkisi araştırıldı. Konu da çeşitli internet
taramalarıyla desteklenerek farklı bilgilere ulaşılmaya çalışıldı. Anket sonuçları
değerlendirildiğinde görsel medyanın öğrenciler üzerinde doktor karakterinin
irdelenmesi açısından etkili bir araç olduğu, insanların medya ve filmler aracılığıyla
doktorlar hakkında birtakım izlenimler edindiği, bunun yanında ailesel ve çevresel
faktörlerin de onların bu fakülteyi seçmelerinde etken olduğu bilgilerine ulaşıldı.
Ancak görsel medyanın tam olarak gerçekleri yansıtmadığı da göz önünde
bulundurularak, öğrencilerin tıp fakültesini seçmelerinde etkilendikleri film
karakterlerinin doğrudan ve tek başına etkisinin olamayacağı net bir gerçekliktir.
Kumandadaki Doktorlar ve Biz
Abdullah Kocaoğlan, Elif Dilara Akbaş, Işılay Gizem Ceren,
Kerem Kemik, Oğuz Bayraktar, Yeşim Önal
Televizyon dünyasının en sevdiği meslek gruplarından biri olmuştur her zaman
doktorlar… Bu beyaz önlüklü insanlar belki kurtardıkları hayatlarla belki
yaşadıklarıyla çoğu insanın gözü önünde kahramana dönüşür veya dönüşmese bile
izleyicinin gözünde belli bir yer edinir… Biz de dizilerdeki doktorların gerçeği yansıtıp
yansıtmadığını ve dizilerin insanların gözündeki doktor kimliğini nasıl değiştirdiğini
araştırdık. Bunun için de bu içeriğe sahip belirli sayıda dizi ve bölümünü izlemiş,
dizileri karşılaştırma ve doktor kimliğini yorumlama yetisine sahip insanlarla yüz yüze
görüşmeler yaptık. Gözlerinde kahramanlaştırdıkları doktorların, tıp fakültesinden
yeni mezun olduklarında, kimi zaman bir insanın hayatına mal olabilecek hata yapmış
olabileceklerini gördüklerini söyleyenler, dizilerdeki doktorların hemşirelere karşı bu
kadar sert ve aşağılayıcı olmalarının gerçeği yansıtmadığını, dizilerdeki hastanenin çok
temiz ve bakımlı olduğunu ve Türkiye’deki hastanelerle örtüşmediği için gerçeklerden
uzak olduğunu düşünenler oldu. Kimileri de dizi sayesinde hastanede çalışmanın
zorluğunu ve doktorların ne gibi durumlarla karşılaştırdıklarını gördüklerini söylediler.
Diziyi daha önceden izlemiş olan öğrencilerin çoğu da dizilerden çok etkilendiklerini
ve tıp fakültesini seçmelerinde dizilerin de payı olduğunu söylediler. Sonuç olarak
gördük ki doktorlarla ilgili kırılan bir kalıp var: doktorlar beyaz önlük giymiş sadece
işini yapan kişiler değil, duyguları, aşkları, problemleri ve zaafları olabilen normal birer
insanlardır.
Sinemada Tıp Etiği
Büşra YÜRÜMEZ, Duygu KÖYLÜ, Gülşah ALTAŞ, Halil ÇAYLAK
Sinema ve tıp ilk bakışta çok ayrı görülebilirler. Yedinci sanat dalı olan sinema,
yüzyıllardır konusunu insan yaşamından almıştır. Tıp etiği, tıbbın ve sağlık
alanındaki bilimsel ve pratik çalışmaların etik yönden değerlendirilmesi ve ahlaki
ikilemlere bir çözüm bulunmasını hedefleyen disiplindir. Genel konusu insan
yaşamıdır. İşte sinema ve etiği birleştiren de insandır. Tıp etiği, insan yaşamı ve
sağlığı noktasından etik bir soruşturma yürütmekte, neyin savunulabilir ve geçerli
olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Etiğin uygulanması ciddi sorunlar doğurmakta
ve bunlar farklı yaklaşımlar arasındaki tartışmalarla sürdürülmektedir. Hangi
ilkelerin vazgeçilmez olduğu ve ahlaki davranışın koşulları tartışılmaktadır. İnsan
yaşamında böylesine önemli yer tutan tıp etiğinin sinemaya aktarılışını İçimdeki
Deniz, Lorenzo’nun Yağı, Lazarus Çocuğu ve Patch Adams filmlerinde inceledik.
İçimdeki Deniz filminin konusu ötenazidir. Filmde ‘Ölüm bir hak mıdır, beklenmesi
gerekilen kaçınılmaz bir son mudur yoksa acılardan bir kurtuluş mudur? ’ sorularına
yanıt aranmıştır. Lorenzo’nun Yağı filminin konusu çocukları tedavisi olmayan bir
hastalığa yakalanan bir ailenin, hastalığa karşı vazgeçmeden savaşarak tıbbın
henüz bulamadığı ve kabul etmediği mucizevi çözümleri buluşudur. Lazarus
Çocuğu’ndaki konu ise henüz deneysel aşamada olan bir tedavinin uygulanması
aşaması ve sonuçlarıdır. Tıbbın bilgileri ezberlemekten daha fazlası olduğunu
savunan Patch Adams’ta da ideal bir doktorun hastalarla ilişkisinin ve onlara
yaklaşımının nasıl olması gerektiği işlenmiştir.
Karar Kimin?
Ezgi Türküner, Elif Nazlı Serİn, Emmanuel Nii Lantei Mills
Ölüm kavramı yüzyıllardır en çok tartışılan, irdelenen kavramlardan biri olmuştur.
Biz de insanların ölüm hakkındaki çeşitli görüşlerinden yola çıkarak yaşamı
ret hakkını tartıştığımız bir proje hazırladık. Bu proje Alejandro Amenábar’ın
yönetmenliğini yaptığı ve Ramon Sampedro’nun hayatının anlatıldığı ‘İçimdeki
Deniz’ adlı filmde işlenen ötanazi konusu hakkında yapılan bir çalışmadır. Projeyi
hazırlamaktaki amacımız genel hatlarıyla ötanazi kavramını ‘İçimdeki Deniz’
filmi örneğinde tartışmak ve incelemektir. Bu amaç doğrultusunda filmde hayatı
anlatılan Ramon Sampedro’nun ve dünyada ötanazi kararı veren hastaların
kısa hayat öyküleri araştırılıp, kaynak kişilerden bilgi alınmıştır. Dini kesimlerin,
ötanazinin engellileri istekleri dışında öldürecek bir topluma doğru atılan ilk
adım olduğundan korkan engellilerle ilgili grupların, üyeleri kendilerini yaşam
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
kurtarmaya ve yaşamı genişletmeye adamış ve insanlara hayatlarını sonlandırırken
yardım etmekten rahatsız olan kişilerden oluşan tıbbi kuruluşların ötanaziye
karşıt oldukları bulunmuştur. Ayrıca ülkeler arasında da ötanazi konusunda görüş
farklılıkları vardır. Örneğin; Hollanda’da yasal olan ötanazi ülkemizde yasaktır.
Bazı tarafsız olarak değerlendirdiğimiz görüşlerden insanların yaşama yada ölme
seçimlerini kendilerinin belirlemeleri gerektiği sonucunu çıkardık. Tıpkı Ramon’un
dediği gibi bizce de ‘Yaşam bir haktır ama bir mecburiyet değildir! ’
Gençliğin Tıp İle İlgili Dizilere Bakışı
Çınar ÇELEBİOĞLU, Murat ERCAN, Deniz Çağın İŞLER
Son yıllarda konusu doktorlar ve tıp olan diziler giderek artmakta. Ama Neden? Bu
dizilerin gençlerde oluşturduğu bakış açısı nedir? İşte bu gibi soruların cevaplarını
bulmak amacıyla bu çalışmayı yapmaya karar verdik. Peki, neden hedef kitlemiz
gençlik? Çünkü; gençliğin bugünkü bakış açısının yarının dünyasını belirleyeceğine
inanıyoruz. Bu bakış açısına şekil verecek en önemli unsurlardan biri de sanat.
Biz de sanatın önemli dallarından biri olan televizyon dizilerini hedef seçtik.
Projemize konu olarak Doktorla, E. R. Scrubs ve Nip Tuck dizilerini araştırmaya
karar verdik. Gençlerin bu diziler ile ilgili düşüncelerini araştırırken gençlerin
düşüncelerini paylaştıkları forum sitelerini kullandık. E. R. gençlerin izlemeyi
çok sevdiği bir dizi. Dizi gençlerin ileride doktor olma isteklerini arttırmış. Ayrıca
dizinin onlara bazı tedavi yöntemlerini de öğrettiğini söylüyorlar. Her hastanedeki
acil servisin tıpkı E. R. ’daki gibi olmasını istiyorlar. Scrubs, hastane yaşamını ve
doktorları anlatan bir ‘sitcom’. Gençlerin hemen hemen hepsinin bu diziyi komik ve
eğlenceli buluyor. Dizi hastane yaşamına farklı bir bakış açısıyla bakabilmiş. Bu da
gençlerde büyük bir sempati uyandırmış. Doktorlar dizisini ise gençlerin birçoğu
beğenmiyor. Gençlerin bir kısmı oyuncu kadrosunu beğenmediğini ve özellikle de
Kutsi’nin diziye hiç uymadığını belirtiyor. ‘Grey’s Anatomy’ dizisinden uyarlanan
Doktorlar’ın da senaryosunu pek iyi bulmuyorlar. Birçok genç senaristlerin tıptan
pek fazla anlamadığını söylüyor. Bazı gençlerde dizinin Türkiyedeki sağlık sektörünü
yansıtmadığı görüşünde. Kısacası Doktorlar dizisi gençlerde pek olumlu izlenmler
bırakmamış. Nip Tuck, büyük çoğunlukla gençlerin beğendiği ve sevdiği bir dizi.
Dizi hakkındaki olumsuz yorumlar sadece ameliyat sahneleriyle ilgili. Çoğu genç
bu sahneleri mide bulandırıcı olarak nitelendiriyor ve birçoğu da bu sahnelere
bakamadığını söylüyor. Ayrıca bu sahneler yüzünden birçok kişinin de estetik
operasyon yaptırmadan önce daha fazla düşünmesi gerektiğini söylüyor. Diziden
sonra keşke ben de estetik cerrah olsam diyen gençlerin sayısı da çok. Sonuç olarak
E. R. Scrubs ve Nip Tuck dizileri gençlerin ilgisini büyük ölçüde çekmişken Doktorlar
dizisi bunu başaramamış.
Beyaz Perde Cam Ekran ve Ruh Sağlığı
Ahmet Murat AYDIN, Emre KOCA, Meltem YENER
Son zamanlarda hayatımıza daha çok giren film ve dizilerin bize kazandırdıklarının
yanı sıra kaybettirdikleri de vardır. Özellikle şiddet unsurları içeren film ve dizilerin
son zamanlarda daha popüler hale gelmesiyle, bu kaybımız daha artmıştır. Bizim
projemizin amacı, film ve dizilerin içerdiği şiddetin bize ne gibi etkilerinin olduğunu
psikolojik yönden incelemek, bu etkilerden korunma yollarını, seyirciye ve ilgili
kurum ve kuruluşlara anlatmaktır. Televizyondaki şiddetin çocuk psikolojisine nasıl
etki ettiğine dair sayısız araştırma ve çalışma yapılmış ve hepsi medyadaki şiddetin
çocuk psikolojisi gelişimine zararlı olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu çalışmada ise
çocuklardan ziyade, çocuk gelişimine etki eden bir unsurun yetişkinlere ve de
özellikle psikolojik sorunları olanlara da etki edebileceği düşünülerek, film ve
dizilerdeki şiddetin genel olarak insan psikolojisine olan etkileri araştırılmıştır.
Blue Baby Operasyonu
Gürcan GÜRLEK, Sedat Giray KANDEMİRLİ, Betül Nur ALTUNTAŞ
‘Something The Lord Made’ (2004, HBO yapımı) adlı filmde; Fallot Tetralojisi’ne
tedavi geliştirilme süreci anlatılmaktadır. Süreçte yer alan iki doktorun gözüyle;
1940 Amerika’sındaki sosyal gelişmeler, kalp cerrahisindeki dogmalar ve bilimsel
süreçteki zorluklar izleyiciye sinemasal bir kurguyla aktarılmıştır. Projedeki
amacımız, bugün rutin hale gelmiş kalp ameliyatlarının aslında nasıl bir süreçle
doğduğunun topluma aktarılmasında, sinemanın rolünü belirlemektir. Ayrıca
süreçte yer alan iki doktorun –Vivien Thomas ve Alfred Blalock– toplumsal kalıplara
karşı çıkarkenki karakter analizlerinde bu kişilerin sanatın kalıp yıkan yanına sahip
49
oldukları görülebilir. Sanatta yer alan yaratıcılığın aslında tıpta da var olduğunu;
yani tıpın da bir sanat olduğu bu iki karakterin analiziyle görülebilir.
Dizi ve Filmlerde Koma
Ayşeg KILIÇ, Gülsüm KARABULUT, Esra FIRAT, Bahriye KILIÇASLAN
Amacımız insanların sağlık ve hastlık gibi konularda izlediği dizi ve filmlerden ne
derece etkilendiğini öğrenmek. Türk insanının televizyon ve dizi düşkünlüğünü göz
önüne alarak ne kadar bilgi sahibi olduğunu, bilgilerin doğruluğunu ve bu bilgilerin
oluşturulmasında dizi ve filmlerin etkilkerini araştırmak için anket çalışması yaptık.
İnsanlara eğitim düzenlerinide sorduk buradaki tahmin ettiğimiz ve gördüğümüz
sonuç bilgi düzeyi yükseldikçe koma hakkında bilgilerin arttığı; bilgi düzeyi
düştükçe dizilerden etkilenmenin arttığını, koma hakkında yanlış bilgilendiklerini
gördük. Bu çalışmalardan bizde çok faydalandık. Koma hakkında ayrınlılı bir
araştırma yapma imkanımız oldu. Ayrıca bu bilgilerimizi anketi yaptığımız insanlara
yanlış bilgilenmişlersede anlatarak onları bilinçlendirdik. Dikkatimiz çeken bizi
proje yapmaya iten en önemli etken gazetede yer alan bir haber: Bir hasta yakını
izlediği dizilerde koma hastasının çabuk iyileştiğini görüp, gerçek hayatta da böyle
olmasını beklemiş. Fakat iyileşmesi zaman aldığı için doktora isyan etmiştir.
Beyaz Perdedeki Doktor Karakterlerinden Dr. Hannibal
Lecter
Görkem Atsal, Nilhan Öztürk, Gözde Tunçer
Toplumsal ahlâkın ‘doğru’ dediğini gözeten, sütten çıkmış ak kaşık karakterler ne
kadar popüler ve kullanışlı olursa olsun, hafızamızda unutulmaz filmler üzerinden
bir gezintiye çıktığımızda, aklımıza bir tek onlar gelmiyor elbette. Trajedilerin
‘düşmüş’ kahramanları, iç dünyası hayli çalkantılı romantik karakterler, karmaşayla
ve ‘karanlık’la haşır neşir tipler de kolektif film belleğimizde hayli geniş yere
sahip. Belki bu yüzden, ‘gelmiş geçmiş en önemli film karakterleri’ gibi listelere
baktığımızda, ‘izci çocuk’ tabir edilen yılmaz doğruluk neferlerinden ziyade kafası
karışık kahramanlara, yöntemleri epey bir kaş kaldırtan anti–kahramanlara ve
düpedüz ürkütücü kötü adamlara rastlıyoruz. Hannibal Lecter da bu konuda bir
öncü ve çok iyi bir örnek. Aslında müthiş zeki, kültür ve sanatsal zevk sahibi yamyam
Doktor, kendisine gayet yakışan bir şekilde bu genellemelere hiç tenezzül etmeyip,
kategorilerin ortasında bir yerde duruyor. Bu romanı yazan yazar, her ne kadar
bir kurgusal karakter olsa da bu karakteri oluştururken gerçek hayattan referans
almıştır. Rahatsız edici kişiliğinden dolayı birçok gerçek seri katille örneğin Andrei
Chikatılo, Robert Mautsley karşılaştırılmıştır. Lecter’ın Starling ve Graham ile ilişkisi
kurgusal bir katilin, polislerle ilişkisine bir örnektir. Şimdi sinematik dedektifler için
katille kurulan özel ilişki yaygınlaşmış her polisiye filmin vazgeçilmez bir unsuru
haline gelmiştir. Harris’ın romanı Kızıl Ejder ve Kuzuların Sessizliği önemli ve ticari
açıdan başarılı olmasına rağmen, ancak Anthony Hopkins 1991’de Dr. Lecter rolünü
oynadığında bir kültürel simge haline gelebilmiştir. Karakter, sinemada en etkileyici
seri katil betimlemelerinden olup soğukkanlılığı polislerle kedinin fareyle oynaması
gibi oynamasıyla ve onları yönlendirmesiyle hayran olunan bir kötü adam olmuştur.
Lecter zavallı sosyopat olarak nitelendirilse de genel davranışları bu standart fikri
yıkmıştır. Bir kişiye sosyopat denilebilinmesi için o insanın üç temel kritere uyması
gerekir (Diagnostic and Statistical Manual’s Checklist’e göre). Bu kriterler şunlardır:
1) Şiddete eğilim, 2) Vicdan azabı çekmeme, 3) Sergilediği davranışları bilinçsizce
gerçekleştirme. Oysa Hannibal bu üç kriterden yalnızca ilk ikisine uyuyordu.
50
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve SAHNE SANATLARI
İllüzyon Sanatı
Sema KOÇ, Tuba YÜCE, Elif KIYMET
İllüzyon sanatı, insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. İllüzyon yada dilimizeki yaygın
söylenişiyle sihirbazlık, eski uygarlıklarda saygın bir meslek dalı durumundaydı.
illüzyon sanatı birtakım sistemler zinciridir. Teknik bir oyun çok iyi sunulur ve
seyredenleri etkilerse ortaya iki netice çıkar: sunucu gösterdiği olayın aslında göz
yanılmasına dayandığını, sistem üzerinde çalışan kabiliyeti olan hekesin bunu
becerebileceğini açıkça söyler. Yahut da tam aksi yapılır, meydana gelen olayın
kendinde var olan birtakım gizli güçlerle gerçekleştiğini empoze eder. İllüzyonistler
yarattıkları maddi ve manevi ortamın etkisiyle ayrıntıların algılanmasını bozarlar
ve durumun yarattığı mantık ve alışkanlıklar çerçevesinde belirli bir şekli bize telkin
etmeye çalışırlar. illüzyon yaparken algı yanılmalarımızı ve dikkat özelliklerimizi
kullanırlar. Algının özellikleri: 1) Seçicilik, 2) Değişmezlik, 3) Örgütleme–gruplama,
4) Derinlik, Algısal örgütlenme duyusal bilgilerin biraraya getirilmesi, bütün
görsel alanın bütünleşmiş, kaynaşmış bir görünümün algısını bize verir. Burada
bir bütünlük, Gestalt söz konusudur. Nesnelerin örgütlenmesi bazı ilkelere göre
olur: bölge ayrımı, şekil–zemin, kapalılık, gruplama (benzerlik, yakınlık, simetri,
süreklilik), kontür, referans çerçeve, biçimsel güzellik, mekansal bütünleştirme,
hareket algısı, farklı türlerin bütünleşmesi. Algısal örgütlemeyi etkileyen diğer
önemli faktör de bellek ve dikkattir. Dikkat, bize ulaşan duyusal fenomenlerin küçük
oranlarda alınması, seçici açıklıktır. Birçok zihinsel etkinlikle ilgilidir. Gestalt’ın da
dediği gibi algı sorunlarının ve illüzyonların açıklanmasında doğal bir bütünlük söz
konusudur. Herbir fonksiyon bitişik fonksiyonlarla birlikte ele alınmalıdır. Bu özellik
nöroloji, bellek ve zekayı kapsayan alanlarda önemli bir uygulama alanı bulmuştur.
Sağlığımız Modaya Feda
Hande YATAĞANBABA, Ebru ÇAKIR, Hilal Semra ÇELEBİ, Telli KIRAÇ
Güzellik ve estetik. . . ilk çağlardan bu yana hayatımızda önemli bir yer tutan
kavramlardır. moda, insanı belli tarz ve davranışlara yönlendirerek güzelleşmeyi,
farklılaşmayı vaat eder. bazen bu öyle bir odak noktası olur ki sağlık belli kalıplara
girmek için hiçe sayılır. biz tıp öğrencileri olarak geçmişten bu güne süregelen bu
tür uygulamalrı araştırdık. 1) Sıfır beden: ideal ölçü günümüzde sıfır bedenle ifade
ediliyor. ve bu ölçüye kavuşabilmek için ölümcül yollara gidiliyor. 2) kavanoz kadar
bel: korseyi ince belli olma sevdasıyla uzun süre ve yanlış şekilde kullandığımızda
şekil bozukluğu, omurga rahatsızlıkları gibi sonuçlarla karşılaşırız. 3) Küçük Kırak
Ayakların Demir Kafesi: şimdilerde fazla rastlamasak da eski Çin’de bariz bir biçimde
görülür. ayaklarını demirden kafeslere hapseden kadınlar, amaçlarına ulaşmışlar
ancak ayak yapılarını bozup, yürüme sorunu yaşamışlardır. 4) Dünya’nın Uzun
Boyunları: kadın için boyun estetik görünmenin aracıdır, aksesuarlar, boyun bağları,
eşarplar kullanılır. ancak öyle bir aksesuar var ki dünyayı dar edecek cinsten: uzun
halkalar (Birmanya). bunu takan kadınlar tahta üzerinde yatmak zorundalar. . .
5) son moda’piercing’: bu moda estetik adına kanama, doku travması, bakteriyal
enfeksiyonu göze almanın diğer adıdır.
Meditatif Dans
Emir Tuğrul KESKİN, Ersan AĞA, Fatih ALGAN
Dünya’nın pek çok yerinde ve ülkemizde şehir hayatının yaygınlaşmasıyla beraber
bizi bekleyen iç ve dış hastalıkları önlemek için yeni ve doğal yöntemlere bir yönelme
olmuştur. Bunlardan biri de Dünyada ve Türkiye’de yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan
bir akım olan ‘Meditatif Dans’tır. Meditatif dansın modern dünya sisteminin gelişimi
ile birlikte insanlığın kaybettiği vücut bilinci, sezgisel akıl ve doğal yaşam gibi
değerleri insana geri kazandırmanın yanı sıra vücudumuzda meydana gelen pek çok
rahatsızlığın da etkilerini azalttığı katılımcılar tarafından açıklanmıştır. Bizimse bu
çalışmadaki amacımız, meditatif dansın tanımını, meditatif dansın insan ruhu ve
bedeni üzerindeki etkilerini, meditatif dansın hangi teknik ve disiplinlerle beraber
çalıştığını, duruş–çizgi, vücut bilinci, vücut kondisyonu, meditasyon ve odaklanma
gibi konularla ne gibi ilişkiler içinde olduğunu yapılan araştırmalarımıza dayanarak
açıklamaktır. Ulaştığımız kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre meditatif dans
tek bir sisteme veya tekniğe bağlı kalmadan, doğu ve batı disiplinlerini kendi amacı
doğrultusunda sentezleyerek birçok teknik ve çalışma metodunu buluşturarak Tıp
ile iç içe girmiştir. Klasik Bale, Yoga, Modern Dans, Alexander, Risk Teknik, Contact
Improvisation, Pilates, Helen ve Horton gibi köklü vücut disiplinleri ve teknikleri
meditatif dansın temelini oluşturur. Meditatif dansta vücudumuzu nasıl kullanmamız,
ona nasıl davranmamız gerektiği yoga, klasik bale, modern dans ve diğer tekniklerle
sunuluyor. Sentez tekniklerle tasarlanan vücut eğitimi programları, vücudunuzun
ihtiyacı olan sıkılığı ve formu verirken, esneme ve rahatlama çalışmalarını da içerir.
Konsantrasyon ve motivasyon yeteneklerinizi yükselterek, koordinasyonunuzu
ve vücut dilinizi mükemmelleştirir. Varlığını bile bilmediğimiz kasları kullanmayı
öğretiyor, bu şekilde yanlış baskılar veya sakatlanmaya yol açabilecek kullanımlardan
uzaklaşıyoruz.
Meditatif Dans
Çiğdem ALTINEL, Tuba KARAKILIÇ, Nedim UZUN
Meditatif Dans, Türkiye’nin kendi topraklarında kendi kültürel bünyesine
bürünmüştür. Beden ve zihin uyumu içinde doğu ve batı teknikleri yeniden
sentezlenmiştir. Beden ve zihin uyumunu sağlamak hareketsizliğin, stresin,
çelişkinin önünü kesiyor. Doğu teknikleri ile konsantrasyon yetenekleri yükselirken,
batı teknikleri ile koordinasyon sağlıyor. Meditatif Dans doğuda Mevlevilikten
köken alırken, batıda ise klasik baleden, modern danstan, meditasyondan beslenir.
Çıkabileceğiniz en önemli yolculuk içinize doğru yaptığınız yolculuktur. Asıl amaç
öncelikle olarak kendi doğamızı keşfetmek, kendi potansiyelimize ulaşmaktır. Böylece
Meditatif Dans bilince açılan köprü görevi görür; hareket ve dans da yaşam kalitesini
artırır. Günümüzde toplum sağlığı konusunda birçok çalışma yapılmaktadır. Amaç;
tedaviden önce sağlığı korumaktır. Maditatif Dans ile birincil koruma yolu açılabilir.
Ne kadar da alternatif tıp gibi algılansa da madalyonun diğer tarafından bakılınca
bir koruma yolu olabilir. Sanatsal duruşunuzu belirlerken, sağlıklı duruşunuzu da
belirleyebilirsiniz. Aslında kazandığınız hayata karşı duruşunuzdur. Meditatif Dans,
şehir hayatı ile günden güne daha fazla yüzleşmek zorunda olduğumuz beden
sağlığımızı kazandırabilir. Meditatif Dans, sırt sorunları üzerine yoğunlaşır; sırta
esnekliğini ve gücünü vererek, mükemmel duruş sağlar. Dik, güvenli, sağlıklı olmak
bedenimizi olabildiğince doğru kullanmak ve zihnimizin derinliklerine inme ile
mümkündür. Bedenimiz güç, uzama, esneme; bilincimiz konsantrasyon; ruhumuz
güven ve anlayış kazanır ve böylece aralarındaki sağlıklı dengeye ulaşılır. Meditatif
Dans süreci içinde edinilmesi gereken en önemli şey dengedir. Bu da doğru nefes ve
rahatlama teknikleri ile sağlanır. Doğu ve batı disiplinlerinin ortak çıkarımlarından
oluşan vücut çalışması çok önemlidir. Hepsi içsel bileşenlere ulaşmak için birer adımdır.
Bedenimizi eğitirken, ruhumuzu da eğitip, anlayabiliriz. Örneğin; sırt ağrılarımızın
hem hareketsizlikten hem toplum baskılarından veya kişisel önyargılarımızdan veya
yaşam biçimimizden kaynaklandığını öğrenebiliriz.
Semanın Gizemi
Elif ERTAN, Mustafa GÜLDEREN, Özge GÖNÜL, Ali HALICI, İsa KUZU
Sağlık, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal
yönden tam iyilik halidir. Bu projede amaçlanan bu tanımı doğrultusunda Sema
sanatının kişi üzerinde ruhsal ve fiziksel etkilerini öğrenmektir. Sema musiki
nağmeleri dinlerken kendinden geçip dönmektir. Sema sanatını gerçekleştirenlere
semazen denir. Semazenler gezegenlerin güneşin hareketlerine benzer şekilde hem
kendi etrafında döner, hem de meydanı devrederler. Bu törendeki her şey ayrı bir
manaya, ayrı bir inceliğe sahiptir. Örneğin semazenlerin baş dönmesi yaşamadan
semayı tamamlamaları sebebi gözlerini kısarak, sol başparmaklarına bakıp; dönüş
eksenlerini kafa, kalp ve sol bacak ile üçlemelerinden dolayıdır. Bu aklın yedi
yüz yılı aşkın kullandığı bir denge egzersizidir; insanoğlunun başını döndüren
olumsuzluklardan arınma adına. Çoğumuzun alışık olmadığı bir şeyi olduğundan
fazla zorlamak, olağan seyri değiştirmeye çalışmak gibi, dengemizi sağlayan
sistemler de sınırları ötesine zorlanırsa fizyolojik vertigo, baş dönmesi ortaya çıkar.
Semazenler uzun süre maruz kalarak zorlayan koşullara alışkanlık kazanıp dönme
duygusunu yenerler. Sema eğitimi insan bedenine fizik kondisyon kazandırır.
Sema aynı zamanda psikoterapi ve meşguliyet tedavisi vasıtasıdır. Sema sadece bir
fizik faaliyet, beden eğitimi şekli olarak düşünülse bile sağlık üzerine son derece
olumlu, iyi etki yapar. Hacettepe ve Selçuk Tıp Fakülteleri’nde gerçekleştirilen
araştırmalarda semazenlerde kan biyokimyası, serum, lipid, kolesterol ve
trigliseridleri normal seviyelerde bulunmuştur. Ayrıca hiçbirinde hipertansiyon
şikayeti yoktu. Ulu Önder’in “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi
kopmuş demektir. ” sözünde belirttiği gibi bizde sanatsız kalmış bir tıbbın insani
değerlerle bağının kopmuş olacağını vurguluyoruz.
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
TIP ve TARİH
Bal Gibi Akıp Giden
Tan AYIK, Alişan DAYLAK, Gamze EMLEK, Ayşegül HİÇDURMAZ
Ülkemizde ve dünyada görülme sıklığı çok fazla olması sebebiyle diabetes mellitus
(DM) ’un keşfi, fizyopatolojisi, tedavi yollarının gelişim basamakları incelenmiştir.
DM ile ilgili en eski kayıtlar MÖ. 1550 yılında Ebers Papirüsü’nde karşımıza çıkar.
Aretaeus, Dobson, Bernand, Langerhans, Bouchardat, Banting, Best, Macleod,
Collip, Joslin ve daha birçok araştırmacı bu alanda çok büyük çalışmalar yapmıştır.
Hatta DM tedavisinde kilit rol oynayan insülini keşiflerinden dolayı Banting ve
Macleod Tıp ve Fizyoloji Nobel Ödülünü almaya hak kazanmışlardır. 1921 yılında
insülinin keşfinin ardından DM’nin anlaşılması hız kazanmıştır. Geçmişten beri fark
edilmiş olan ancak tam olarak anlaşılamayan Tip 1 ve Tip 2 diyabet 1959 yılında
kesin olarak tanımlanmıştır. Bunu takiben pankreas nakli, rekombinant DNA
teknolojisi ile insulin üretimi ve insülin analoglarının keşfi ile DM için çeşitli tedavi
yöntemleri geliştirilmiştir. Günümüzde insülin yamaları, solunabilir insülin ve
genetik mühendisliği kullanılarak hücrelere insülin salgılama özelliği kazandırma
üzerine çalışmalar yapılmaktadır. İlerleyen yıllarda yapılan çalışmalar sonucunda
belki de hastalığa daha umut verici tedavi yöntemleri bulunacak ve hastalar
yaşamlarını daha rahat sürdürebilecek.
Hastane Mimarisi ve Tarihsel Gelişimi
Aria FOROUZE, Egemen ÖZDEMİR, Uğuray AYDOS
Hastane mimarisi ilk olarak Groningen University Hospital (AZG), the Foundation
AZG 200 years ve Amice group tarafından başlatılan bir projedir. Bu projenin
amacı hastanelerin mimari yapılarını analiz ederek hastanelerin işlevselliğini
geliştirmektir. Gözlemlerimiz göstermiştir ki mimari sağlık hizmetleri, hasta
ve hastane personeli memnuniyeti, mali kaynakların etkili kullanımı ve halkın
gözünde hastanelerin çekiciliği üzerinde çok etkilidir. Hastaneler 18. yy. ’ın son
çeyreğinde özel işlevlerinden dolayı geliştirilen ilk yapı olmuştur. Aydınlanma
çağıyla birlikte doğal ve sosyal bilimlerdeki gelişmeler hastalıkların nedenleri
hakkındaki eski düşünüş tarzını değiştirmiş bu değişim hastane mimarisinde
kendisini göstermiştir. Hastane yapılarının temel ilkeleri hekimler tarafından
oluşturulmuş ve mimarlar tarafından da bu ilkeler yapıya geçirilmiştir. Hastanelerin
birinci işlevi hastaları tedavi etmek olduğundan dolayı tedavi ortamı felsefesi,
bilimsel olarak ”kanıta dayalı tasarım” ile desteklenmiştir. Bunun sonucunda
işlevsellik ve mimari yapı arasındaki ayrılık ortadan kalkmıştır. Tasarım açısından
hastaneler yalnızca sıradan binalar değil, binanın görünümünde önemli rol oynayan
manevi, kültürel, ekonomik, sosyal, politik ve demografik uzantıları olan yapılardır.
Tıp bilimi ve teknolojideki gelişmeler hastane mimarisini etkileyen temel unsurlar
olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Tıp biliminin sosyopolitik durumu, tüm
sağlık sistemi içerisinde hastanelerin konumu, nüfus özellikleri ve toplumdaki
hastalıkların görülme sıklığı da ikincil unsurlar olarak etkilidir.
Kara Ölüm
Gökçen AKÇAYIR, Bilaal MATOLA, S. Serdar TAŞCI
Bu projede amacımız; tarih sayfasında yanlış bilinen ve anlatılan vebanın tıbbi
açıdan nasıl bir hastalık olduğunu, tarihsel yerini, sanat tarihine yansıyışını
ele alarak tüm yönleriyle ele alarak incelemektir. İlk başta vebayı tarihsel
olarak inceleyeceğiz. İlkçağda vebanın iyi tanımlanmış ilk salgını olarak kabul
edilen Filistin’deki Betsemeş salgınından başlamak üzere oradan tarihin belli
dönemlerinde kıtalar arasın sıçramalarını ve tarihsel kayıtlara göre bölgelere
göre ne kadar kişinin öldüğünü inceleyeceğiz. İkinci olarak hastalığın tıbbi ve
mikrobiyolojik yönüne dikkat çekeceğiz; hastalığın nasıl ilerlediğini, aşamalarını
ve veba mikrobu hakkında bilgi verileceğiz. Son olarak geçtiği yerlerde derin izler
bırakmış vebanın bölgenin, coğrafyanın, dolayısıyla insanların psikolojisinde nasıl
kazındığını gösterebilmek için sanat tarihinde vebanın yerini fotoğraflarla kısmen
anlatmaya çalışacağız.
Çağlardır Süren Tedavi: Dua
Mehmet Akif Alan, Hasret Kacemer, Zeynep Merve Görgülü
Yaptığımız araştırmalarda çok eski uygarlıkların “hastalığı” Tanrılarının
cezalandırması olarak algıladıklarını ve bundan kurtulmak için Tanrılarına sık sık
51
dua ettiklerini öğrendik. Buna örnek olarak Hititlerin “Veba Dua”sını gösterebiliriz.
Sonrasında da duanın hep hayatın bir parçası olduğunu görüyoruz. Belki hastalığa
artık Tanrıların cezalandırılması olarak bakılmıyor. Ancak her zaman dua özellikle
inanan insanlara şifa kaynağı olmaya devam ediyor. Günümüze baktığımızda bu
konu üzerine birçok çalışmanın yapıldığını görüyoruz. Projemizi hazırlamayı “Acaba
tarih sürecinde duaya bakış açısı nasıl bir evrimden geçerek bugünkü halini aldı? “
yada “Değişen dua değil de insanın duayı algılayışı mıdır? “ gibi sorularımıza cevap
bulabilmek için istiyoruz.
Hocabey ve Hacettepe
Yusuf Tahiri AKPOLAT, Selçuk Eren ÇANAKÇI, Recep BOLAT,
Suna BÜRKÜK
Projemizin amacı Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini, kurucusu ve üniversitenin
onursal rektörü Prof. Dr. İhsan Doğramacı’yı araştırmaktır. İnsanlar ait oldukları
kuruluşlarla gurur duyarlar. Vatandaşlık duygusu, hemşerilik hissi, okul ve
asker arkadaşlıkları bu tip duygular sonucu gelişir ve kuvvetlenirler. Kuşkusuz,
bu duyguların en önemlilerinden birisi de yetiştiğiniz Üniversiteye ilişkin
bağlılık duygularıdır. Gençliğinizin bilincine burada ulaşmış, gençliğinizin çok
önemli bir bölümünü burada geçirmiş, nice acı–tatlı anılarınız, güçlükleriniz,
başarılarınız ve başarısızlıklarınız olmuş, sağlam dostlar ve dostluklar edinmiş,
özgürlüğü doyasıya burada tatmış, ilk gençlik heyecanlarını burada yaşamış
veya yaşatmışsınızdır. Unutamazsınız. . . Oradan ayrılsanız da, uzak kalsanız da
bağlarınızı kopartamazsınız. . . İsmini duyduğunuzda bile heyecanlanır, garip hisler
duyar ve orası ile hep gurur duyarsınız. . . En önemlisi; bu gibi duyguları yaşamamız
için gerekli olan üniversite ortamını bize sağlayan büyüklerimizi, onlara layık olacak
bir şekilde yâd etmektir.
Tarihte Kanser
İrem TÜRKYILMAZ, Başak BOSTANKOLU, Umut ÖZTÜRK
Kanser önemi giderek artan bir sağlık ve yaşam sorunu durumundadır. Aynı
zamanda kanser, sık görülmesi ve öldürücülüğünün yüksek olması nedeniyle de
bir halk sağlığı sorunudur. Bu projede insan yaşamı ve toplum sağlığı üzerinde
çok önemli etkileri olan kanserin tarihsel boyutunun incelenmesi amaçlanmıştır.
Günümüzde major bir problem olan kanser aslında çok eski zamanlardan beri
süregelen bir hastalıktır. İnsanda kanser bulgularıyla ilgili ilk tanımlamaya M.
Ö. 3000–1500 tarihlerine ait Eski Mısır papirüslerinde rastlanmaktadır. Edwin
Smith Papirüsü adı verilen bu papirüsteki tanımlama bir göğüs tümörüne aittir.
Tanımlama yapılmadan önceki dönemlerde de kanserin görüldüğü bilinmektedir;
çünkü Bronz Çağ’a ait mumyaların iskeletlerinde tümör kalıntılarına rastlanmıştır.
‘Kanser’ kelimesi ise ilk kez ünlü hekim Hipokrat (M. Ö. 460–370) tarafından
kullanılmıştır. Hipokrat bening ve malign tümörü ayırt etmiş ve damarın etrafında
gördüğü malign tümörler için karkinos adını kullanmıştır. Bu kelime İngilizce’ye
carcinom olarak geçmiştir. Ve bundan sonra da kullanımı yaygınlaşmıştır.
Dünden Bugüne İlaçlar
Fatma Efsun Kılınç, Davut Kamacı, Mehmet Yavuz Özbey, Mert
Eşme
Birçok hastalık ve bunlara iyi gelen birçok doğal aktif maddenin insanlardan
önce var, olduğu düşünülürse, farmakoloji ve tıp tarihinin ne kadar eski olduğu
görülür. Tarihi süreç, içinde farmakoloji ve tıp birlikte gelişerek günümüze kadar
gelmiştir. İlaç tarihini iki ana bölümde inceleyebiliriz. Deney öncesi dönemde
bilimin büyünün, dinin ve geleneklerin tekelinden kurtulduğu, akılcılık, ve
sorgulayıcı positivist yaklaşımların egemenliğini ilan ettiği 1789 Fransız devrimine
kadar, sürdüğü söylenebilir. Ne yazıktır ki, modern deneysel dönemde de, bu
akıldışı dönemi, yaşatmaya çalışanlar olmuştur ve olmaya devam edeceğe
benzemektedir. Deneysel dönem. 1789 Fransız devriminden sonra ise, zincirlerden
kurtulurcasına, inanılmaz bir gelişme hızına ulaşmıştır. Bu dönemde birçok
hormon, nörotransmitter ve iltihap aracıları keşfedilmiştir. Kimyasal ilişkilenmenin,
anlaşılması, vücuttaki hemen her düzenleyici mekanizmada merkezi bir rol oynar
duruma, gelmiştir.
52
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Erkek Eşcinselliği
Çağdaş SAVRAN, Abdurrahman BAYHAN, Uğur IŞIK
Günümüzde erkek eşcinsellerin evlenme, askerlik, evlatlık edinme istekleri
doğrultusundaki tartışma konuları bizi araştırmaya yöneltmiştir. Eski Yunanda
eşcinsel deneyim her bireyin tecrübesinin doğal bir parçası kabul ediliyordu. Bu
ilişkinin kabul görebilmesi için yaşlı ve statülü bir erkekle genç bir eşe ihtiyaç vardı:
erastes ve eromenos. Fransız misyonerler Afrika gezileri sırasında kadın gibi giyinip
kadın işleri yapan erkekler ve erkek gibi giyinip erkek işleri yapan kadınlar olduğunu
gördüler bunlara berdache adını verdiler. Bazı savaşçı kabileler için erillik çok önemli
olduğundan erkekler çok üstün görülüyor kadınlar ise aşağılanıyordu öyle ki eşcinsel
olgunlaşma törenlerinde çocukken emdikleri anne sütünü (zehirli öz) atmak için kan
akıtıyor ve perhiz yapıyorlardı. Bu törenlerde genç erkeklerin olgunlaşabilmeleri için
yaşlı bir erkeğin menisinin vücuduna girmesi gerekiyordu. Naziler erkek eşcinselleri
pembe üçgen ile işaretlediler ve eğilimlerinin değişip değişmediğini anlamak için
testosteron enjekte ettiler. Ortaçağda din baskın hale gelmeye başladı ve bütün
üreme amaçlı olmayan cinsel ilişkileri yasakladı, bunların hepsine birden sodomi
adını verdi. 1980’lerde eşcinsellikle ilgili bilimsel araştırmalar yapılmaya başlandı
ve kabul gören fikir eşcinselliğin psikososyal bir bozukluk olduğu yönündeydi.
1990’larda genetik araştırmalar ile birlikte eşcinselliğin genetik temelleri, fötal
hayattaki faktörler vs. gibi konularda ilerleme kaydedilmesi ile birlikte Amerika
Psikoloji Birliği eşcinselliği hastalık listesinden çıkardı. En çarpıcı bulgular ikiz
deneylerinden elde edildi. İnternet gibi haberleşme olanaklarının fazlalaştığı
günümüzde eşcinsellik farklı bir boyuta bürünmüştür; partiler, toplantılar, bilimsel
araştırmaların, her türlü bilginin yer aldığı internet siteleri… BBC çalışanlarına
balaylarında ikramiye ve bir hafta tatil verdiği uygulamasına lezbiyen ve gay çiftleri
de ekledi.
Bilimsel Kahramanlar: Kadavralar
Hasan Gazi UYAR, Fatma CANBAY, Suchira UDUGAMASOORİYA
Amacımız; tarihte nasıl bulunduğu ve ne amacla kullanıldığı, şu an ise nasıl
bulunduğu ve ne amacla kullanıldığının karşılaştırmasını yapmak. Bu projeye
başlamadan önce sadece anatomi derslerinde kullanıldığını sanıyorduk. Fakat şu an
biliyoruz ki pekcok kullanım alanı var. Araba çarpışma testleri için, din için ve ordu
için. . . vs. Eskiden kadavra bağışı yoktu fakat kadavralara ihtiyaç vardı bu yüzden
mezar kazmalar suçluların yaşamlarına son verip kadavra olarak kullanma yaygındı.
Günümüzde ise kadavra bağışları uygulanıyor. İnsanlar artık mezarlardan ceset
çalmak zorunda kalmıyor ve kadavra için cinayetler işlenmiyor. Bunun karşığı olarak
kadavralar pekçok alanda hizmet veren isimsiz kahramanlar. . .
Zehirin Tadı
Mustafa DEVECİ, Mehmet KARAHAN, Kemal GÜLEÇ
Hücrelere ve yaşayan dokulara kimyasal yada biyokimyasal nitelikte zararlar
veren her türlü maddeye zehir denmektedir. Zehrin en tipik özelliği bu zararlı
etkisini en küçük dozlarda bile göstermesidir. Zehir; tarih boyunca insanları
öldürmek amacıyla kullanılmıştır. Bunlardan bazıları önemli devlet adamlarını,
hatta devlet başkanlarını öldürerek tarihin akışına etki etmiştir. günümüzde ise
zehir hastalıkların tedavisinde, ilaç yapımında da kullanılmaktadır. Biz de bu
projemizde zehirin tarihsel akımını, günümüzde kullanım alanlarını ve tarihe
etkisini araştıracağız. Eski çağlarda zehir genelde avcılıkta, savaşta ve idam
cezalarının infazında kullanılıyordu. Lekeli baldıran (conium maculatum), Su
baldıranı, Kurtboğan, Güzelavratotu, Şeytan elması (tatula) gibi bitkiler ve
mantarlardan, bunların dışında Akrep, Yılan ve Karakurbağası zehirleri ve antik
çağlarda bu amaçla Civa, civa sülfür, Arsenik de zehir olarak kullanılan maddeler
arasındaydı. Çağın en ünlü zehirlerinden olan Arsenik; 8. yüzyılın sonlarında
Arap simyacı Cabir Bin Hayyan tarafından işlenerek beyaz, kokusuz ve tatsız olan
arsenik tozu haline getirildi. Bu toz bilinen tüm zehirlerden daha zehirliydi ve
günümüzde hala kullanıldığı bilinmektedir. O dönemlerde insanlar zehirlerin gerek
öldürücü etkilerine, gerekse teşhis edilememesinin cazibesine karşı koyamıyordu.
Hekimler zehirlerden ve özellikle arsenikten kesin olarak kurtulmanın hiçbir
yolu olmadığına kanaat getirmişti. İnsanlar nefret edilen kocalardan, miras
yüzünden ölümü beklenen aile büyüklerinden bu yolla çok kolay kurtulabiliyordu.
Bu yüzden hükümdarlar zehir yapımını, ne sebepten olursa olsun kullanımını,
satılmasını hatta niyet edilmesi hasebiyle şikayet edilenleri ağır idam cezalarıyla
cezalandırıyorlardı. Kadınlar boğuluyor yada yakılıyor, erkekler aslanların önüne
atılıyor yada çarmıha geriliyordu. Tarih boyunca yürütülen entrikaların, politik
cinayetlerin gizli kahramanları hep zehirler olmuştu. En ünlü anekdotlardan biri ise
tarihçi Plinius tarafından anlatılan; Kleopatra ve sevgilisi Markus Antonyus ile ilgili
olanıdır. Markus Antonyus, Kleopatra’yı ziyarete gittiğinde yemekleri mutlaka bir
hizmetkarına tattırıyordu. Kleopatra ise bunu hakaret addetmişti. Tarihçi, bir gün
Kleopatranın tacından bir çiçek çıkardığını ve
Tıp Tarihinde Anatomi
Aslı KEŞKEK, Ömer Faruk AKÇAY, Yavuz Selim KAHRAMAN
İnsanoğlu en eski tarihlerden itibaren anatomiye ilgi duymuş ve çok basit çizimler
yapmıştır. Bugün ise tıbbın gelişimi açısından anatominin geldiği nokta ve tıbba
bulunduğu katkı çok açıktır. Eski zamanlarda yapılan küçük ve basit cerrahi
operasyonlarda yavaş yavaş izlenen insan vucudu, insanoğlunun gördüğünü–doğru
veya yanlış–resmetmesiyle açıklığa kavuşmaya başlamıştır. Özellikle henüz kilisenin
bilimi baskılamadığı yıllarda Leanordo Da Vinci tarafından resmedilen bazı yapılar
oldukça gerçeğe yakın çizilmiştir. Günümüzde ise kadavra diseksiyonları ve renkli
çizim yöntemleriyle vücutta anatomisini açıklayamadığımız hemen hemen hiç
bir yapı kalmamıştır. Ayrıca tıbbın ortak dili sayesinde dünyanın her tarafında ele
alınan makaleler sayesinde çok değişik varyasyonlar keşfedilmiş ve bu varyasyonlar
anatomi atlaslarında yerini almaya başlamıştır. Gelişen son teknolojiyle beraber
anatomi alanında çığır açaçağa benzeyen ‘gerçek dokunun plastikleştirilmesi’diye
özetleyebileceğimiz yöntemle konuya daha birçok bakış açısı kazandıralacaktır.
Sigaranın Tarihi ve Tıbbi Açıdan Önemi
Ertan SİPAHİ, Emrah ERSOY, Mehmet OKÇU
Sigara önceden beri kullanılagelen zararlı maddelerden biridir. Hem tıbbi açıdan
hem de tarih açısından önemli olduğunu düşünüyoruz. Sigaranın tarihsel gelişimini
ortaya koymanın tıbbi açıdan gerekli olduğu kanısındayız. Tüm dünyada ve
ülkemizde de yaygın olarak kullanılan sigaranın bir çok zararları vardır. Sigara
yüzünden dünyada her 6, 5 saniyede bir kişi ölüyor ve sigaranın dünya ekonomisine
yılda yaklaşık 200 milyar dolarlık zarar veriyor. 17 milyon kişinin sigara kullanıcısı
olduğu tahmin edilen Türkiye’de de yıllık sigara harcaması 6. 5 milyar dolara ulaştı.
Bilimsel çalışma sonuçlarına göre ise dünyada her yıl 5 milyon kişi sigara nedeniyle
yaşamını kaybederken, Türkiye’de bu rakam 100 binle ifade ediliyor. 3 milyon
KOAH (Kronik Obstriktif Akciğer Hastalığı), 4 milyon da astımlı bulunan Türkiye’de,
yılda ortalama 50 bin yeni akciğer kanseri tanısı konuluyor. Bu yüzden sigaranın
kullanılmasını engellemek için yapılması gerekenler tıp dünyasının görevidir. Her tıp
mensubu gibi bize de düşen bu konu hakkında sigara kullanan insanları uyarmak ve
onları sigaranın zararları konusunda bilinçlendirmektir. Araştırmalraımızda gördük
ki: 1492: Tütün yılında amerikanın yerlileri tarafında tedavi ve dini ayinler esnasında
kullanılmaya başlanmıştır. 1612: Amerika’da Virginia’da ilk defa ticari tütün ekimi
yapıldı ve başarıya ulaştı. 1881: ABD’de, John Bonsack ilk sigara yapan makinenin
patentini aldı. Böylece ABD, günde 120. 000 sigara üretmeye başladı. 1903: Kanada,
İngiltere ve Amerika’da sigaranın zararları ciddi bir şekilde ele alınmaya başlandı,
Kanada’da sigaranın yasaklanması için meclise kanun tasarısı verildi. 1943: Dünya
yetişkin nüfusunun yaklaşık %60–%80’nin sigara içiyordu. 1944: Amerikan Kanser
Derneği, sigaranın sağlığa zararlı olabileceğini belirtti. Akciğer kanseri ve sigara
arasındaki ilişkinin henüz kesinlik kazanmadığını ama gene de dikkatli olunması
gerektiği hakkında halkı uyardı. Bugün: Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sigara
kullanımının yılda 5 milyon insanın ölümüne yol açtığını, bu sayının önümüzdeki
20 yıl içerisinde iki katına çıkmasının beklendiğini kaydetti. WHO’nun tahminlerine
göre, bugün tüm dünyada 1, 3 milyar civarında olan sigara kullanıcılarının sayısı
2025 yılında 1, 7 milyarı bulacak.
Çelişkilerin Hayvanı Yılan
Muhammed Hasan TOPER, Erhan YILMAZ, İbrahim ÖZDEMİR,
Gökhan ŞAHİN
Tarihin ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkan, inandırıcılık özelliği olan,
kutsal, gerçek, ve olağanüstü unsurları barındıran kısa halk anlatıları şeklinde
tanımlayabileceğimiz efsaneler, bağlı oldukları toplulukların en önemli kültürel
varlıklarından birini oluştururlar. Tıbbın gelişimi her zaman toplumsal koşullara
bağlı kalmış, eskiçağların felsefeleriyle birlikte; içgüdüler, dinsel inanışlar,
gizemcilik sağlık bilimlerinin gelişmesinde etkili olmuşlardır. Geçmişten günümüze
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
kadar gelen bazı efsaneler yılanın tıbbın sembolü olmasına büyük katkıda
bulunmuştur. “Yılan” değişik uygarlıklarda değişik izler bırakarak, tıp denilince akla
gelen ilk sembol olmuştur. Biz de projemizde çeşitli kültürlerin yılana bakış açılarını
irdeleyerek; yılanın tıbbın simgesi haline gelmesini araştırdık.
Psikiyatrik ve Nörolojik Hastalara Olan Yaklaşımın
Tarihsel Süreçteki Gelişimi ve Bilimle Paralelliği
Derya KARNAS, Fatih GÜRLER, Rıdvan AKŞEHİRLİOĞLU
İnsanlar, insanlığın başından beri çeşitli hastalıklara yakalanmışlardır. Bu hastalıklar
kim zaman fiziksel kimi zaman da ruhsal çöküntülere sebep olmuştur. Peki
ruhsal çöküntüye uğrayan hastalara, özellikle şizofrenlere, toplumun dolayısıyla
hekimlerin yaklaşımı nasıl olmuştur? Zaman içinde nasıl değişiklikler göstermiştir?
Eski yunan kültüründe 4 humor teorisinden başlayan sınıflandırmanın Londra’da
hastaları hapsedip korkutarak tedavi etmeyle devam eden ve çağımızda PET
(positron emission tomography) ile şizofrenlerin beyin aktivitesindeki farkı
ayırt edebilen tekolojiye ulaşmadaki değişim ve gelişim sürecinde hangi yargı
değerlerinden etkilenilmiştir? Tüm bunlara ayna tutarak toplum yapısının
dolayısıyla bilimin hangi aşamalardan geçtiği tahlil edilmeye çalışılmıştır.
Tıpta Doğruluğun Delili Tecrübedir
Büşra Sultan DOĞAN, Mustafa TOŞUR, Meliha Esra ÖZKAN
Bilginin temeli araştırmaya dayanır. Bilimsel araştırma olmadan hiçbir bilim dalı
ilerleyemez. Tıp alanında da durum bundan farklı değildir. Hastalıklarda kullanılan
ilaçlar, ameliyat teknikleri ve farklı tedavi yöntemleri çeşitli araştırmalar ve uzun
uğraşılar sonucu elde edilen bilginin pratiğe yansımasıdır. Bu araştırmalar deney
hayvanlarından başlayıp çeşitli safhaları geçtikten ve gerekli kurumların onayı
alındıktan sonra insanlar üzerinde uygulanabilirlik kazanmaktadır. Razi (865–925)
“İnsanlar bilmedikleri düşünceye karşı çıkarlar, halbuki bunları denedikten
sonra itiraz etselerdi daha akıllıca olurdu. Hekimler niçin deneme yapmazlar?
” sözü ile daha X. asırda tıpta deneysel araştırmaların önemini vurgulamıştır. O
devirde Razi, denemelerin hayvanlar üzerinde yapılmasını önermekte ve insanlar
üzerinde yapılan denemelere karşı çıkmaktadır. O zamana kadar civa, şiddetli bir
zehir olarak kabul edilir ve tedavide kullanılmazmış. Nitekim civanın öldürücü
etkisini, maymunlar üzerinde deneyerek civanın tedavi edici bir ilaç olduğunu
kanıtlayan da Razi olmuştur. Hayvanlar üzerindeki bu deneme tıpta ilk hayvan
denemesi olarak kabul edilmiştir. Hayvan deneyleri konusunda Ortaçağ Hrıstiyan
Dünyası’nda belirgin bir gelişme gözlenmemesine rağmen İslam Dünyası’nda
bilim ve tıp alanında hızlı bir gelişme görülmüştür. El–Razi’nin, Ebu Reyhan Biruni,
İbni Sina, İbnu En Nefs, Ebul Kasım Zehravi, El–Gazali, Şerafeddin Sabuncuoğlu
gibi Müslüman hekimlerin yaptıkları araştırmalar sonucu elde ettikleri bilgi
ve tedavi usulerinin dünya tıbbına yaptığı katkı inkar edilemez. 16. yüzyılın
sonları ile 17. yüzyılda bilimsel araştırmanın temel prensipleri olan gözlem ve
deneyi görmekteyiz. Ancak deneysel biyomedikal araştırmada hızlı bir artış 19.
asrın başında gerçekleştirilmiştir. 20. yüzyılda teknolojinin getirdiği yeniliklerle
beraber deneysel çalışmalar hız kazanmıştır. Biz de projemizde bugünkü tıbbın
yapıtaşlarının oluşmasına imkanları doğrultusunda katkı sağlayan Tıp büyüklerinin
deneysel tıp tarihine yaptıkları katkılarla sizleri geçmişten 19. yy ortalarına kadar
zevkli bir yolculuğa çıkarmak istiyoruz.
Daha İleriye En İyiye
Serdar BİLİCİ, Nefise DEMİRSOY, Fatih TOY
Türkiyede tıp denince ilk akla gelen Hacettepe; kalitesiyle, verdiği hizmetle,
yetiştirdiği inceleme ve araştırma yeteneklerine sahip sağlam düşünceli aydınlarla,
öncüsü olduğu bilimsel inceleme ve araştırmalarla, yetiştirdiği nitelikli doktorları
ile tarih boyunca insanların gıptayla baktığı bir statüye sahip olmuştur. Bu önemli
kurumun tarihine göz attığımızda 2 şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi’ne bağlı olarak Cebeci semtinde kiralanan bir binanın iki odasında açılan
ve ilk çalışmalarını çevresinde bulunan hastaların evlerinde uygulamalı olarak
yürüten \Çocuk Sağlığı Kürsüsü\”, 1963 yılında kurulacak olan Tıp ve Sağlık Fakültesi’
çekirdeğini oluşturur. Türkiye’ tıp eğitimine ve sağlık sistemine çeşitli katkılarda
bulunan fakülte ilk mezunlarını 8 Temmuz 1969 günü vermiştir. Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi’ ilk Dekanlığını Üniversitemizin kurucusu, Onursal
Rektörümüz Prof. Dr. İhsan Doğramacı (15 Temmuz 1963–4 Kasım 1963) yapmıştır.
53
44. yılını doldururken yaptığı yayınlarla dünya çapında adını duyuran Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi bugün 915 yatak lı erişkin, 350 yataklı çocuk ve 120 yataklı
onkoloji hastaneleriyle halkımıza hizmet sunmaktadır. Hacettepe Tıp Fakültesinin
Türkiye tıp tarihine yaptığı büyük katkılar ve gösterdiği bu hızlı gelişimin ön plana
çıkarılmasının aynı şekilde gelişmeyi devam ettirebilmek için itici bir güç, bir
motivasyon sağlayacağını düşünmemiz çalışmamızın çıkış noktasını oluşturmuştur.
Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi
Mahmut Sami TUTAR, Ceyda ARSLANOĞLU, İsmail TEKİN
Bu projede eğitim, sağlık, sosyal ve siyasi alanlarda büyüme ve yükselmenin
zirveye çıktığı Kanuni Devrinde faaliyet gösteren Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp
Medresesinin incelenmesi, burada sürdürülen sağlık hizmetleri ile tıp medresesinde
verilen eğitimin belirtilmesi, Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesindeki eğitim,
sağlık ve genel hizmet personelinin bilgileri, birikimleri, özellik ve sosyal haklarının
ele alınması amaçlanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Istanbul’da kendi adını
yaşatmak ve insanlara faydalı olmak için, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin bir
arada yürütülmesi amacıyla yaptırdığı külliye inşa edilirken, Kanuni cami civarında
bir Darüşşifanın da yapılmasını emretmiştir. Böylece külliye içerisinde ayrı bir külliye
şeklinde inşa edilen Darüşşifa, birçok fonksiyonu yerine getiren sağlık kuruluşu
olmuştur. Sonuçta geniş hizmet anlayışından sağlık hizmetleri de payını almış ve
kurulan darüşşifa ve tıp medresesi ile bir taraftan sağlık için elemanlar yetiştirilirken
diğer taraftan da sağlık hizmetleri devam ettirilmiştir. Darüşşifa’da sağlık hizmetleri
ücretsiz olarak ırk, din, milliyet ve cinsiyet ayrımı yapılmadan verilmiştir.
Ne Dediler, Ne Denediler
Sümeyra KURT, Burak BAHADIR, Emine GÜVERCİN
Bu çalışmada, toplumumuzun geçmişini, bugününü, geleneklerini kısaca
kültürümüzü yansıtan atasözleri ve deyimlerde “deliliğe” yüklenen anlamları
incelemek ayrıca Türk ruh hekimlerinin ruhsal hastalara yaklaşımda kullandıkları
tedavi yöntemlerinin uygunluğu ve günümüzde geçerliliğini araştırmak
amaçlanmıştır. Akıl hastaları ve hastalıkları tarih boyunca toplumlarda örtülü veya
açık hep bir ilgi odağı oluşturmuştur. İster insani saf bir merak isterse büyüsel,
dinsel, tıbbi, siyasi, toplumsal kaygılar akıl hastası ve hastalıklarına karşı ilgiyi
tarihin her döneminde canlı tutmuştur. Öyle ki pek çok tarihi metinde bu ilginin
yansımalarını görebiliriz. Örneğin Çin, Yunan, Mısır ve İbrani dillerinde yazılmış
antik metinlerde davranış bozukluğu gösteren kişilerle ilgili öykülere rastlanır.
Peki bu konuda Türk edebiyatında neler yer almaktadır ve davranış bozukluğu
gösteren bu kişilere karşı ne gibi sanatsal tedaviler uygulanmıştır? Bu açıdan ele
aldığımızda Türklerde de atasözü ve deyimlerde bu konu işlenmiştir. Ayrıca bu
kişilerin sorunlarına çeşitli çözüm yolları araştırılmış ve müzikle tedavi gibi ilginç ve
başarıyla çözümlenen yollara başvurulmuştur ve bu konuya önem vererek Kayseri,
Edirne gibi illerde bir çok şifahaneler kurmuşlardır. Müzik klinik içine alınarak çeşitli
ruh hastalıkları tedavi edilmiştir. Sonuçta, akıl hastalığı olan bireyin aşağılandığını,
ondan korkulması, ona karşı temkinli olunmasının öğütlendiğini görmekteyiz. Bir
yandan da bu farklı olan, anlaşılamayan bireyin yüceltildiğini, saflığı nedeniyle
en doğru haberin ondan alınabileceği inancının olduğunu, fazla düşünmeden
harekete geçmesi nedeniyle bazı başarılara daha çabuk ulaştığına işaret edildiğini
görmekteyiz. Tedavi açısından baktığımızda ise; bazı toplumların işkence
ettikleri akıl hastalarına türklerin müzikle tedavi gibi yaklaşım açıları getirdikleri
görülmüştür.
Geçmişten Günümüze Alternatif Tıp
Ayşegül COŞKUN, Hadice YİĞİT, Rabia BAĞ, Zeynep Burçin YILMAZ
Projemizi yapmaktaki amacımız insanların alternatif tıpa verdikleri önemin nedeni
ve sonuçlarını araştırmaktır. Geçmişten günümüze insanlar çeşitli hastalıklarda
doktor tavsiyelerinden ziyade bitkilerden fayda beklemişlerdir. AIDS ve kanser gibi,
adı kendisinden daha korkunç olan bu tür hastalıklara tıp biliminin henüz tam bir
çare bulamamış olması, insanların umutsuzluğa düşmelerine, bu umutsuzluktan
kurtulmak için kendi yöntemlerini denemelerine yol açmıştır. Projemizde sonuç
olarak gördük ki insanlar ne kadar ciddi bir kanser tedavisi görselerde alternatif
tıptan vazgeçemiyorlar. AIDS ve kanser gibi, adı kendisinden daha korkunç olan
bu tür hastalıklara tıp biliminin henüz tam bir çare bulamamış olması, insanların
umutsuzluğa düşmelerine, bu umutsuzluktantavsiyelerinden ziyade çeşitli
bitkilerden fayda beklemişlerdir.
54
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Anorexia Nervosa
Mahşerin Dört Atlısı
Anorexia Nervosa birey beden algısındaki bozukluktan dolayı kişinin yemek yemeyi
reddetmesi, aşırı aktif olması, sosyal hayattan kopması ve kalıcı iştah kaybının da
oluşmasıyla ölüme kadar gidebilen bir hastalıktır. Çağımızın hastalığı Anorexia
Nervosa’nın şaşırtıcı geçmişi hakkında bilgi edinip, toplumsal değerlerin, yaşam
tarzının, inanç sistemlerinin estetik değerlere etkisini ve dolayısıyla da Anorexia
Nervosa’nın ortaya çıkmasındaki rolünü araştırarak, bu bilgiler ışığında hastalığa
farklı bir bakış açısı getirmek amacıyla Anorexia Nervosa’nın tarihini inceledik.
İlk Anorexia Nervosa vakası Antik Yunan’da şehir devletlerinin yıkılmasıyla ortaya
çıkan “ruhani bilgiye ait tarikatların” etkisiyle M. Ö. 383 yılında ortaya çıkmıştır.
Bu tarikatlar tanrı hakkında özel bir bilgi içermenin yanı sıra ruh ve vücut arasında
bir bölünme yaratır. Vücut dünyaya ait maddesel bir parça olup “günahkâr” iken
vücudun içinde hapsolan ruh tamamen “saf ve kutsal”dır. Vücudun değerinin
düşmesi fikri insanların gıda alımlarını kısıtlamalarına ve dolayısıyla zafiyete sebep
olmuştur. Rönesans öncesi dönemde “mucizevî kızlar” diye anılan ölüm oruçlarına
rastlanmıştır. Kırsal kesimde yaşayan bu fakir kızlar İsa ile konuşabildiklerini,
yemek yemeden ve su içmeden yaşayabildiklerini iddia edip kendilerini görmeye
gelen varlıklı insanlardan para alıyorlardı. “Açlık şöhretleri”nin çoğu çok geçmeden
Anorexia Nervosa’dan öldü. İlginç bulduğumuz bir nokta; savaş, kıtlık ve salgın
dönemlerinde vaka sayısında düşüş görülmesi, refah dönemlerinde ise ölüm
oruçlarına başlayanların, hastalığı kutsal kabul edenlerin sayısında göz ardı
edilemeyecek bir artış görülmesi oldu. Hastalığın tıbbi tanımının yapılması
orta çağda olmuştur, ilk kez detaylı bir tıbbi açıklama yapansa 17. yy da Richard
Morton olmuştur. 1800’lerin sonlarına geldiğimizde, Sir William Whitney Gull ve
Ernest–Charles Laségue bağımsız yaptıkları ancak temelde aynı noktaya geldikleri
çalışmalarıyla günümüz Anorexia Nervosa tanısına ışık tutmuşlardır. Çağımızın
hastalığı olarak bilinen Anorexia Nervosa tarihi ne kadar eskiye dayansa da
günümüzde de insan sağlığını yüksek risklerde tehdit etmeye devam etmektedir.
Vahyin altıncı bölümü, tarihin en renkli güçlerini büyük bir coşkuyla Mahşerin Dört
Atlısı olarak tanımlar. Her atlının kendine özgü büyük bir misyonu vardır. Birinci atlı
beyaz bir atın üzerine oturur, başında bir taç vardır ve Tanrı’nın dünyasını, yaşamı ve
umudu temsil eder. İkinci atlı, savaş kan kırmızısı bir küheylana biner ve kocaman
bir kılıç taşır. Bu atlı, iktidarı ve resmi politikaları temsil eder. Üçüncü atlı siyah bir
atın üzerinde seyahat eder ve refah ile kıtlığı ölçmek üzere bir terazi taşır. Karamsar
ekonomistin atasıdır. Dördüncü atlıysa soluk ve kansız bir ata binmektedir. Hem
veba hem ölümdür (eskiler bu ikisini biribirinden ayırt edemezlerdi). Dünyanın
dördüncü bölümünü açlıkla, hastalıkla, türlü biçim ve büyüklükteki yeryüzü
yaratıklarıyla öldürme gücüne sahiptir. Dört atlı devrimlerle, kıtlıkla ve sürekli
değişen ölümcül salgın türleriyle dünya tarihini hep birlikte yazmışlardır.
Projemizin amacı, insanların salgınlara karşı verdiği mücadeleyi araştırmaktı;
çünkü günümüzdeki salgınlarla baş etmenin temelleri tarihte atılmıştır. Projemizde
cüzzam, veba ve tüberküloz salgınlarından yola çıkarak insanlığın salgınlarla
mücadelesini inceledik. Bu inceleme sırasında cüzzam evlerinin hastanelerin
temelini oluşturduğunu, vebanın kontrolü sırasında ilk defa halk sağlığı kavramının
ortaya çıktığını anladık. Salgın yılları insanların doğa konusundaki düşüncelerini de
değiştirdi. Sürekli doğaya müdahale eden insanlar, nükleer kış, dünyanın ısınması
ve çevre kirliliği gibi tehditlerle her gün yüzleşmek zorundayken etkileri daha da
yıkıcı salgınlarla karşı karşıya kalabilir.
Pınar Özdemİr, Yelda Günİndİ, M. Aycan Özek
Bir Hekim Önderi Nusret Fişek
Saygın Şahİn, Hatun Öztürk, Alper Sayİner
Bu projede Türk tıp tarihinde önemli bir yere sahip olan Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in
hayatı ve eserlerinin anlatılması amaçlanmıştır. Projenin hazırlanmasında
Nusret Fişek’in kitapları incelendi, Türk Tabipler Birliği ile görev yapmış olduğu
Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndan kendisi hakkında bilgi
alındı ve internet üzerinden bilgi toplandı. 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi’ni birincilik derecesiyle bitirmiştir. 1954 yılında Harvard Üniversitesi’nde
Bakteriyoloji ve İmmünoloji dalında PhD ünvanını kazanan ilk Türk hekimdir. Dr.
Nusret Fişek, 1955’de Mikrobiyoloji dalından Üniversite Doçenti ünvanını almıştır.
Temel tıp bilimlerinde iki uzmanlığa (biyokimya–mikrobiyoloji) sahip olan Dr.
Nusret Fişek, 1955 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından Biyolojik Standardizasyon
bilirkişisi olarak görevlendirilmiştir. 1958’de Ankara Hıfzısıhha Okulu’na Müdür
olarak atanmıştır. Bu görevi, Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olarak atanmasına
kadar sürmüştür. Dr. Nusret Fişek, 15 Temmuz 1960 tarihinde Sağlık Bakanlığı
Müsteşarlığı’na atanmıştır. 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesine
Dair Kanun’un mimarıdır. Tam adı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında
Kanun olan 224 sayılı yasa, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde bir hak olarak
tanınan sağlık hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde
gerçekleşmesini sağlamak amacıyla çıkarılmıştır (12 Ocak 1961). Prof.Dr. Nusret
H. Fişek, sağlıklı yaşamanın bir insan hakkı olduğunu savunmuş; tüm bilimsel
çalışmalarını ve eylemlerini herkese nitelikli sağlık hizmeti ulaşması hedefine
yöneltmiştir. Savaş döneminin sona ererek insan gücü ihtiyacının aza indiğini ve
tıptaki gelişmeler sonucu ortaya çıkan hızlı nüfus artışı sorununu ülkemizde ilk fark
eden ve bu konuda harekete geçen bilim insanı yine Dr. Nusret Fişek olmuştur. H.Ü.
Nüfus Etüdleri Enstitüsü’ndeki “Dokümantasyon Merkezi”nin kurulması onun çaba
ve destekleri ile sağlanmış olup, bu merkez halen ülkemizde konusunda tek ve en
büyük bilgi kaynağı olma durumunu korumaktadır.
İrem ELDEM, Ümmügülsüm GÜNEŞ, Mustafa ABALI
Orak Hücre Anemisi ve Tarihi
Abdulsamet SANDAL, Onur AKHAN, Ökkeş ERDEM
Orak hücre anermisi, HbS adlı anormal hemoglobin molekülü sonucu ortaya
çıkan otozomal resesif geçişli kalıtsal bir kan hastalığıdır. HbS’nin, Türkiye’de en
yaygın görülen anormal hemoglobin olması, bu hastalığın tarihini araştırdığımız
projemiz için çıkış noktası oldu. Yaptığımız araştırmalar sonucunda hastalığın
ortaya çıkışı, keşfedilmesi ve frekansını etkileyen faktörlerle ilgili bilgiler elde ettik.
HbS geni Afrika’da yaygın olmasına ve orada günlük yaşamda bile belirgin etkiler
bırakmasına rağmen, Afrika tıp literatüründe 1870’lere kadar tanımlanmamıştır.
En erken yayınlanmış raporlar, ABD’de yaşayan Afrika kökenli insanlar hakkındadır.
Amerika’da 1846 yılında yayınlanan “Case of Absence of the Spleen ” başlıklı yayın
(Southern Journal of Medical Pharmacology dergisinde) bu hastalığı tanımlayan
ilk yayındır. Daha sonra, 1904’te Dr. James Herrick, 20 yaşındaki bir zencide “tuhaf,
uzamış ve armut şeklinde” kırmızı kan hücreleri olarak rapor etmiştir. Bu oraklaşmış
hücreler hastanın kanını inceleyen ve bu garip hücrelerin taslağını çizen Dr. Ernest
Irons adında bir intern tarafından keşfedilmiştir. 1922’de benzer vaka durumlarının
bir araya getirilmesiyle hastalığın adı konuldu. Daha sonra yapılan gözlemlerde
hastalığın görülme sıklığının, tropikal ve tropikal olmayan iklimlerde yaşayan
insanlarda farklı olduğu görülmüş; 1954’te Anthony Allison, bu konuyla ilgili
yapılan çeşitli gözlemleri birleştirip orak hücre karakterinin sıtmaya karşı koruma
sunduğu hipotezini kurmuştur. Allison bu karakteri taşımayan insanların, taşıyanlar
kadar sıtmaya karşı koyamadığını, ayrıca karakteri taşıyanların hastalandıkları
zaman bile hastalıklarının daha az şiddetli olduğunu öne sürmüştür. Bu nedenle
sıtmanın yaygın olduğu tropikal bölgelerde orak hücre anemisi taşıyıcılarının
frekansı artmıştı. Şu anda orak hücre karakteri taşıyan kişinin normalde stabil
olan eritrositlerinin sıtma parazitine maruz kaldıklarında düşük oksijenli ortamda
oraklaşabildikleri bilinmektedir. Bu oraklaşma, sıtma parazitini yıkmakta ve tüm
vücuda yayılmasını engellemektedir.
Ölümcül Yönleriyle İlaçlar
Bahadır YILDIZ, İbrahim KEKLİKÇİOĞLU, Mustafa YURTDAŞ
Tarihte tedavi amaçlı olarak üretilmiş olsa dahi, kimi ilaçlar istenmeyen sonuçlara
neden olmuştur. Başta büyük bir buluş olarak görülen bu ilaçların mucitleri; aslında,
ilerde önüne zor geçilebilecek birer “Frankenstein” yaratmışlardır. Biz de projemizde
“Eroin” ve “Talidomit”ten yola çıkarak bu durumu inceledik. Araştırmamız sonucunda
daha önceden kullanılmış olan bu ilaçların toksisitelerinin ne denli büyük ve
bazılarının sonuçlarının engellenemez derecede ciddi boyutlara ulaşmış olduğunu
gördük. Bu durumun bir diğer nedeni de, ilaç geliştirme aşamalarının tam olarak
uygulanmamasıdır. Ulaştığımız veriler bize gösterdi ki, bu ilaçlar yüzlerce ölüme
sebebiyet vermiştir. Bunun bazılarının önüne geç geçilebilmesinin yada bazılarının
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
hiç geçilememesinin nedenleri, acaba sadece içerdiği teratojenik maddelerden midir?
Yoksa kimi ilaç şirketlerinin “kâr”larının insan sağlığından daha önemli olduğu (!)
düşüncesi midir? Sorgulanması gereken öncelikle içerdikleri maddeler ise de ikinci olgu
kesinlikle bu olmalıdır. Yoksa yapılan çalışmaların sonucu hep eksik kalacaktır. Yapılan
araştırmalarda gözden kaçırılan bu önemli ayrıntıyı da göz önüne alarak, ona göre
mücadele ekseninin belirlenmesi temel zorunluluktur.
AIDS, Başlangıçtan Bugüne
Arash Tizro, Betül Özdİl, Ümit Kan, M. Zehra Ordulu
Çağın vebası olarak tanınan AIDS hastalığının tarihsel gelişim sürecini incelemek ve
tarihte yaşanan örneklerden yola çıkarak insanlara hastalık hakkında yeni bir bakış
açısı kazandırmak amacıyla “AIDS, Başlangıçtan Bugüne” adlı projeyi hazırladık. İlk
AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome) vakası, 5 Haziran 1981’de Centers For
Disease Control tarafından, Los Angeles’ta, 5 genç homoseksüel erkekte görülen
Pneumocystis carinii pneumonia hastalığı adı altında rapor edilmiştir. 1983’te daha
sonra HIV (Human Immunodeficiency Virus) olarak tanımlanacak olan retrovirüs
AIDS’li bir hastadan izole edilmiştir. 25 yıl içinde 65 milyondan fazla insan HIV’le
enfekte olmuştur ve 25 milyondan fazla insan AIDS yüzünden ölmüştür. Türkiye’de
ilk AIDS vakası 1985’te görülmüştür. Sağlık Bakanlığı tarafından o tarihten
günümüze kadar toplam 2 bin 412 vaka ve taşıyıcı bildirimi yapılmıştır. Bu proje,
Dünya’da ve Türkiye’de AIDS’in ilk kez ortaya çıktığı zamandan bügüne gelişim
sürecini, bu hastalığın sebebi olan HIV’in kökenini, ilk kez nerede ve kimlerde
görüldüğünü, bu hastalığın zamanla nasıl ve neden pandemik hale geldiğini
açıklamaktadır.
İntiharın Tarihi– Yaşam veya Ölüm
Ayşenur ARSLAN, Şebnem İŞGÖREN, Havva YEŞİLDAĞLI
Tarihin her döneminde çeşitli sebeplerle hayatına son veren insanlar olmuştur ve
intihar olayları da günümüzde artarak devam etmekte, toplum için hala önemini
korumaktadır. Öncelikle, yaşanmış örnekleri göz önüne alarak, tanınmış ve
hayatlarına kendi istekleriyle son vermiş devlet adamlarının, bilim adamlarının,
müzisyenlerin, yazarların ve toplumda kendisine yer edinmiş kişilerin hikayelerini
ve intihar sebeplerini araştırdık. Bu araştırmalarımız sırasında, intiharın aksine
toplama kamplarında yaşamaya çalışan insanların tüm zor koşullara rağmen
yaşamayı seçtiklerini de gördük. Yıldırım Bayezid, Virginia Woolf, Yavuz Çetin, Kurt
Cobain, Cleopatra gibi tanınmış kişiler intiharı seçmişken, toplama kamplarındaki
bir kısım insansa o koşullarda yaşamayı seçti. Araştırmalarımızın sonucunda
bulduğumuz; bu insanların ortak noktaları yaşamış oldukları veya yarattıkları üzücü
durumların kendilerini yaşamdan soğutması ve vazgeçirmesidir. Örneklerimizden
gördük ki kişiyi intihara sürükleyen sebepler yaşadıkları kötü durumdan öte, o kötü
durumu nasıl algıladıklarıyla ilgilidir.
Yılan Hikayesi
Elzem BOLKAN, Damla CENGİZ, Mehmet Ali HARBELİOĞLU
Yılan hekimliğin yanı sıra hemşirelik, eczacılık, veteriner, diş hekimliğinin mesleki
sembolü olan yaratıktır. Yeryüzünde yılanlar kadar kendisine zıt anlamlar yüklenen
başka bir yaratık yoktur. Örneğin Eski Yakın Doğu ve Eski Mısırda yılan ilahi bir varlık
sayılırken buna karşın tüm Mısırda şeytan olarakta tanımlanmaktadır. Eski Mısır’da
tıbbın iki sembolü yılan ve hekim İmhoteptir. Yılan ilk defa Sümerlerde tıbbın
sembolü olarak kullanılmıştır. Genelde kabul görmüş ilk tıp büyügü Asklepios’
tur. Asklepios’a gore hekim yılan gibi dilsiz olmalı, kimsenin sırrını baskasına
soylememeli, sabır ve sukunet içinde calısmalıdır. Asa ile temsil edilmesi tababet
tahsilinin kısa sürede ögrenilmeyip ihtiyarlayıp asaya dayanıncaya kadar hekimin
öğrenmeye ve tecrübe kazanmaya ihtiyaç duyduğunu belirtmek içindir. Diger
taraftan asa iyilik tanrılarının remzidir, yılan ise kötülük tanrılarının alametidir.
Asaya sarılmış yılan, iyilik ve kötülük ilahlarının bir araya gelmesi demektir.
Türkiye’de bu yılanlı asanın resmi olarak ilk defa kullanılması 1836 yılına isabet eder.
Yakın zamanlarda baska Yunanlı tanrı Hermes’ın asası defa tıbbın sembolü olarak
kullanılmaktadır. Dünyada adli tıp ve adli bilimlerin de sembolü yılandır. Burada tıp
ve adalet sembollerinin birleşmesi göze çarpmaktadır. Eski Türklerde yılan sağlık
ve mutluluk sembolü olmuştur. Sağlık kuruluşlarının kapısında çifte yılan sembolü
vardır. Tüm bu örneklerden anlaşılacağı gibi yılana tarih boyunca doğurganlık,
olumsuzluk, sağlık, hekimlik, sağduyu sahibi olmak, bilgelik, kehanet, iyi talih,
fiziksel güç ve hız gibi özellikler atfedilmiştır.
55
Mustafa Kemal’in Ölümünden Sonraki Esrarengiz
Yolculuğu
Oğuz KARCIOĞLU, Özge YANIK, Çağdaş BALCI
Medeniyetlerin başlangıcından bu yana, 7000 yıllık süreçte, çeşitli uygarlıkların
en önemli liderleri mumyalanmıştır. Türk tarihinin en önemli lideri Mustafa Kemal
Atatürk’ün naaşı da, Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e taşınana kadar, tahnit
yöntemi ile korunmuştur. Bu projemizdeki amaç da, tarihin gün ışığına çıkmamış
bu gerçeğini incelemektir. 10 Kasım 1953 günü, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü Başkanı, Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu ve ona
yardımcı bir tıbbi heyet eşliğinde, Mustafa Kemal’e 1938 yılında, Gülhane Patolojik
Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından uygulanan tahnit bozularak, naaş,
Anıtkabir’e defnedilmiştir. Bu tahnitin bozulması ve naaşın nakil işlemi, daha sonra
olaya tanıklık edenlerin hafızalarında derin izler bırakacaktır. Bir başka deyişle,
Atatürk’ün korunmuş naaşını son görenler, o törene katılanlar olacaktı. Bu durum,
tarihimiz için çok önemli bir tanıklıktır. Sonuç olarak, Dr. Utkan Kocatürk’ün tahnitin
sökülmesi işlemini yapan Kamile Şevki Mutlu ile yatığı röportaja dayanan bilgiler
ışığında, yaptığımızı bu çalışmanın, tarihin ve tıbbın bilinmeyen ve gizemli bir
yönünü açığa çıkardığımıza inanıyoruz.
Topraktan Filizlenen Deva
Elif Ayşe EVREN, Fatih BARÇA, Ahmetcan ÇAĞLAR
Günümüz tıbbı, bu gelişmişlik düzeyinde olmasını deneme–yanılma yöntemine
borçludur. Tarihten önceki dönemlerden beri insanlar, kendi sorunlarına hangi
bitkilerin iyi gelebileceğini deneyerek daha sağlıklı bir yaşama ulaşma çabasında
olmuşlardır. Hatta bu alanla o kadar ilgilenmişlerdir ki, birtakım bitkiler ve
yoğun çabalar sonucu oluşan tarifler değiş–tokuş ve ticaret nesneleri olarak bile
kullanılmışlardır. Günümüze bakacak olursak, bitkisel tıbbın bilimsel değerini biraz
olsun kaybettiğini görebiliriz. Bunun en büyük sebebi de bu alanın gelişen bilime
ayak uyduramaması, bitkilerin hala kulaktan dolma bilgilerle kullanılması ve bilim
dünyasının da bu alana bu yüzden sırt çevirmesidir. Ancak birtakım çalışmalarda,
bazı hastalıklara çare olabilecek ve vücut fonksiyonlarını geliştirebilecek bitki
bileşenleri de bulunmaya devam etmektedir. Projemizde, günümüzde halk
tarafından bilinçli yada bilinçsiz olarak sıklıkla kullanılan, tıp biliminin ve toplumun
gündeminde olan bazı bitkilerin (sarımsak, aloe vera, güzelavratotu, çay, marijuana,
tarçın, rezene, koka, ökaliptus, soya, metan kökü, lavanta, su yosunu, keten,
ginseng, passiflora, afyon, maydanoz, ökseotu, kekik, kakao, ısırganotu, kedi otu,
yabanmersini, zencefil) tarihini, günümüzde hangi amaçlarla kullanıldıklarını
ve bileşenlerinin keşfedilmiş etkilerini inceledik. Böylece, günümüzde fitoterapi
alanında sıklıkla alevlenen tartışmalara ışık tutmayı, tarihsel bir bakış açısı da
kazandırmayı amaçladık. Çalışmamızda bu alanda yazılmış olan kaynakları tarayıp
projemizin amacına uygun biçimde derledik. Bitkiyle tedavi, günümüzdeki birtakım
yanlış uygulamalarını da göz önünde bulunduracak olursak, üzerinde çalışılması
gereken bir alandır. Bilimin kanıta dayalı bir biçimde ilerlemesi, bugün bu alanda
birçok potansiyel verinin değerlendirilmesinin güçlüğüne neden olmuştur. Bu
alandaki birikimin daha hızlı biçimde bilime kazandırılması, insanlar tarafından
daha doğru biçimde kullanılması açısından gereklidir.
Geçmişin Tıbbi İnançları (Koca–Karı İlaçları)
İdris Buğra ÇERİK, Seval AKDEMİR, Didem KARA
Hastalıkların günümüz imkanlarıyla çözümlenemediği zamanlarda, halk hakimleri
ve kocakarı ilaçlarıyla deva olunmaya çalışılırdı. Geçmiş kültürlerden gelmekte olan
bu tedavileri bu işlere uzmanlaşmış kendilerini kabul ettirmiş kişilerce yapılırdı.
Hatta gerektiği anda cerrahi müdahaleye kadar gidebilenlerde çıkardı. Biyolojik ve
doğal yöntemler uygulandığı gibi boş inanış ve büyü yoluna da gidildiği olurdu. Bazı
tedavi yöntemleri bazı köylerde seyrek de olsa tedavi ettirile gelmektedir. Bu tedavi
yöntemlerine biraz örnek verelim. Göbek Düşmelerinde: Üç yol vardı; , 1) Kupa
vurulurdu. 2) Karın açık sırt üstü yatılırken hastanın göbek çukuru, küçük parmakla
uygulanan basınçla döndürülürdü. 3) Su dolu bardağa konan bir iğneyle batıl bir
uygulama yapılırdı. Siğil: İki yol vardı. 1) Siğilin köküne sokulan iğnenin dibi ısıtılırdı.
Böylce ısıtılan iğnenin ucuyla dağlanırdı. 2) Bir iplik ile batıl bir uygulama yapılırdı.
3) İğde ağacından iğde dalı kırarsa siğil düşer, kaybolur diye inanılardı. Yanıklarda:
Üç yol vardı. 1) Tükürülürdü. 2) Bal, zeytinyağı ve eritilmiş mumdan yapılan bir
karışım sürülürdü. 3) Zeytinyağı ile kireçten veya kirecin suyundan yapılan bir
56
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
karışım sürülürdü. Bağırsak Kurtlarında: Hastaya çiğ kabak çekirdeği yedirilirdi. Baş
Yarılmalarında: Şeker konurdu. Yağda pişmiş yumurta konurdu…, Kesiklere: Tütün
ve Kartuli (baca kurumu) bastırılırdı.
Geçmişten Günümüze Tıbba Yön Veren Büyük Türk
Hekimleri
Ahmet Bilgehan Şahİn, Abdullah Mert, Mehmet Nuri Gördük,
Emre Karadenİz, Gündüz Keskİn
Bu projede geçmişten günümüze tıp alanında, yaptıklarıyla isimlerini dünyaya
duyurmuş, kendi branşlarında öncü olmuş, tıpa yeni uygulamalar kazandırmış Türk
hekimlerini araştırdık. Bu hekimlerin başında İbn–i Sina, Şerefeddin Sabuncuoğlu,
Ebu’l–Kasım el–Zehravi, Ebu Bekir Muhammed ibn–i Zekeriya er–Razi, Münci
Kalayoğlu, Behçet Salih Uz, Gazi Yaşargil geliyor. Bu proje ile bu öncü insanları daha
yakından tanımak ve onları tıp hayatımızda modelleştirmek istedik.
Eskiler Ne Demiş?
Hüseyin Onur Özdemİr, Şerife Ebru Özüdoğru, Samaya Türk
Tarih geçmişi bugüne, bugünü de geleceğe bağlar. Bu nedenle tarihteki olayların
ve kişilerin, her çağda ve o günün koşullarında yeniden ince¬lenmesi gerekir.
Böylelikle geçmişteki olaylar daha iyi anlaşılabilir ve bunlardan elde edilen bilgilerle
geleceğe daha iyi bakılması sağlanabi¬lir. Biz de bu projemizde geçmişteki ünlü
hekimlerin bazı hastalıklar ve sağlık olayları hakkında neler söylediklerini araştırdık;
bunların şu anda sahip olduğumuz bilgilerle ne oranda uyuştuğunu inceledik. .
Projemizde Razi, Biruni, İbni Sina, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Paşa, Eşref Bin
Muhammed, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Şaban Şifa, Sisamlı Pisagor, İstanköylü
Hipokrat, Bergamalı Galen gibi geçmişe damgasını vurmuş hekimlerin; doğum,
anne–fetüs hastalıkları, beslenme, ishal, yüksek ateş, öksürük, kızamık, kanser,
ağız iltihapları, kulak burun boğaz hastalıkları gibi günümüzde de önemini koruyan
konular hakkındaki düşüncelerine yer verdik.
Kolesterol’ün Keşfi
Enes Çelİk, Meriç Aykol, Ertan Nurlu
İnsanların ölümüne en çok neden olan hayvanın ne olduğunu zoologlara sorsaydık,
cevapları kobra olurdu. Bu cevap insanlara da mantıklı geliyor; çünkü kobra tehlikeli
görünüşlü zehirli bir hayvan ve hala her yıl beş–on bin Hintli’nin ölümüne neden
olmaktadır. Ama insanları en çok öldüren hayvanın ne olduğu konusunda bu
uzmanlar yanılmaktadır. Çünkü yıllardır insanlar için en tehlikeli hayvan, görünüşte
masum olan ‘tavuk’tur. Tavuk zehiriyle yada pençeleriyle öldürmez. Yapılan
araştırmaların sonuçlarına göre tavuğun yumurtasının sarısında aynı miktarda sığır
etinde, domuz etinde, balıkta ve hatta tavuk etinde bulunan kolesterolün 10 katı
kolesterol vardır. Biz insanlar bu yumurta sarısını tatlılarımızdan makarnalarımıza
kadar çoğu yemeğimizde kullanıyoruz. Biz bu projede tavuk yumurtası üstünde
yapılan incelemenin, kolesterolün ölümcül etkisinin farkına varılmasına kadar nasıl
uzandığını ortaya koyacağız.
Tüberküloz’un Tarihi
Mahmut CESUR, İbrahim İLERİ, Lokman ÇEVİK
Hastalığın oluşumundan %97–99 oranında M. tuberculosis sorumludur.
1882 yılında etkenin (M. tuberculosis) bulunmasına, 1921 yılında bir aşının
geliştirilmesine ve 1950’li yılların ortalarından beri etkili bir şekilde tedavi
edilebiliyor olmasına karşın tüberküloz, tüm dünyada, özellikle de yoksul ülkelerde,
önemli bir sağlık sorunu olarak varlığını sürdürmektedir. Tüm dünya nüfusunun
yaklaşık üçte biri tüberküloz basili ile infektedir ve her yıl 8 milyon yeni hasta
ortaya çıkmakta ve 3 milyon kişi tüberkülozdan ölmektedir. Tüberküloz, geçmişi
insanlık tarihi kadar eskilere dayanan ve insanlıkla iç içe bir infeksiyon hastalığıdır.
Geçen binlerce yıllık süre içinde insidansında artış ve azalmalarla seyretmiş ve halk
sağlığı açısından kalıcı bir tehdit olma özelliğini her zaman sürdürmüştür. Geçmişte
çiçek, veba veya kolera gibi hastalıklarla birlikte bir çok dramatik salgınlara neden
olan tüberküloz, günümüzde AIDS ile birlikte benzer bir salgın sergilemektedir.
Tüberküloz günümüzde dünya çapında önemli bir sağlık sorunu olmaya devam
etmektedir. Tüberküloz hastalığı yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren
kontrol altına alınmaya başlanmış, gelişmiş ülkelerde 1985 yılına gelindiğinde
çiçek hastalığı gibi ortadan kalkacağı zannedilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerde ise
hastalık ya hızını azaltmış yada stabil duruma geçmiştir. Tüberküloz hastalığı 1985
yılından sonra üç epidemik yayılım göstermiştir. Birinci epidemi bastırılmış olan
hastalığın yeniden ortaya çıkması, canlanması olmuştur. Bunun sebebi ise öteden
beri uygulanan tüberküloz kontrol programlarında gevşeme, hastalık için bütçeden
daha az para ayrılması, araştırmaların durdurulması ve hastalığın sorun olduğu
ülkelerden gelen göçmenlerin etkisi hastalığın yayılmasına neden olan başlıca
faktörlerdir. Sonuç olarak tüberküloz hala ortadan kaldırılamamıştır.
Biyolojik Silahların Tarihçesi
Fatih Mehmet ŞAHBAZ, Serkan DUMAN, Alaaddin DADLI
Biyolojik silahlar diğer canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratmak maksadıyla
kullanılan bakteri, virüs, mikrobiyal toksinler, vb. ajanlardır. Biyolojik savaş
araçları, yaşayan mikroorganizmaları (bakteri, protozoa, riketsia, virüs ve mantar)
içerdiği gibi mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar tarafından üretilen
toksinleri (kimyasallar) de kapsar. Yaşayan biyolojik maddeler kokusuz, tatsız
ve havaya bulutu halinde atıldığı zaman 1 ila 5 mikron boyutunda son derece
küçük parçacıklardan oluştuğundan insan gözüyle görülemez. Biyolojik savaşın
bilinen en eski örneklerini, düşmanların içme suyu elde etmek için kullandıkları
kuyu ve rezervuarların insan ve hayvan ölüleri ile “kirletilmesi” teşkil eder.
14. yüzyılda şimdiki Ukrayna sınırları içinde kalan Kaffa’yı kuşatan Tatarlar,
vebadan ölmüş insan cesetlerini mancınıkla şehrin surlarından içeri atarak salgın
oluşturmaya çalışmışlardı. 1972 yılında 100’den fazla ülkenin katılımı ile imzalanan
“Bakteriyolojik ve Toksin Silahlarının Geliştirilmesi, Üretimi ve Depolanması ve
İmhası”na dair anlaşma yürürlüğe girdi. Buna karşın başta eski Sovyetler Birliği
olmak üzere bu silahların üretimi günümüze kadar süregeldi.
Mikrosilahlar ve Tarihi
Muhammed SAVRAN, Yusuf CANAVAR, Mehmet Ali KAPLAN
İlk ve Ortaçağ’da Moğol ve Arap Ordularının vebadan ölmüş insan ve hayvan leşlerini
kullanarak, biyolojik savaş yaptıklarına dair tarihi bilgiler mevcuttur. Amerikan
Bağımsızlık Savaşında da çiçek hastalarının battaniyeleri karşı tarafa gönderilerek
İngiliz Koloni Ordusunda kayıplara neden olunmuştur. I. ve II. Dünya Savaşları
sırasında kısıtlı kullanımlar ve denemeler yapılmıştır. İngiltere 1941 yılında şarbon
sporlarıyla bir adasını deneme amaçlı infekte etmiş ve ancak 1980’li yıllarda ve
çok büyük masraflar yaparak adayı temizleyebilmiştir. Japon orduları da II. Dünya
Savaşında işgal ettikleri Mançurya ve Moğolistan’da savaş esirleri ve sivil bölge
halkına karşı tularemi, veba, glanders ve viral etkenlerle saldırı ve biyolojik deneme
yapmışlardır. Amerika Birleşik Devletleri de 1943 yılında “Camp Detrick” (şimdi Fort
Detrich) ’de biyolojik savaş ve savunma amaçlı bir merkez oluşturarak, 1972 yılına
kadar saldırı amaçlı projelere kaynak aktarmışdır. Biyolojik savaş tarihi açısından
1979 yılında eski SSCB’de (şimdi Ukrayna) bulunan Sverdlovsk (şimdi Yekaterinburg
şehrinde) 19 nolu Sovyet Askeri Birliğinde meydana gelen ölümcül kaza önemli
bir kilometre taşı olmuştur. Şarbon sporlarının bulunduğu laboratuvardan aerosol
yoluyla yanlışlıkla atılan bakteriler, rüzgarın etkisiyle yayılmış ve binlerce sivilin
akciğer şarbonuna yakalanmasına yol açmıştır. Bu biyolojik kazada ölü sayısının
200–1000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Körfez Savaşı biyolojik tehdit
unsurlarının ön plana çıkartıldığı ve biyolojik savunma ve biyolojik istihbarat için
büyük çabalar sarfedildiği bir dönem olmuştur. Bu dönemde oldukça konuya oldukça
duyarlılaşan Birleşmiş Milletler yetkilileri, Irak’da bulunan şarbon, botulinum ve
klostridia bakterilerini içeren projelere ulaşmışlardır. 11 Eylül 2001’den itibaren
Amerika Birleşik Devletleri’nde şarbon sporlarıyla kontamine edilmiş mektup ve
posta paketleriyle biyoterörizm kaynaklı ciddi ve gerçek bir aktivite mevcuttur.
Geçmişten Günümüze Şarlatanlık
Elifcan ALADAĞ, Nihan ŞAHİN, Ş. Selin BAĞ
Tıp alanında yeterli alt yapısı ve bilgisi olmadığı halde çıkarları için hastalara
birtakım tedaviler uygulayan kişilere şarlatan (quack) denir. Paracelsus adı
verilen bir hekim eski çağlarda derideki kurdeşenleri geçirmek amaçlı bir merhem
yapmıştır. Bu merhemin içine bir miktar da cıva (quicksilver) katmıştır. Bu ilaç
gerçekten de derideki kurdeşenleri geçirmiştir. Ancak Paracelsus’un çevresindeki
bilgili kişiler bu tedavinin faydalı olmadığını, sadece kurdeşenlerin daha derine
inmesine neden olduğunu savunmuşlardır. Bu nedenle ona yaptığı cıvalı ilaca
itafen GUACK demeye başlamışlardı. Günümüzde bu kelime hala kullanılıyor.
Eskiden bu işi sadece eğitimsiz kişiler yaparken, günümüzde eğitimli insanlar da
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
çıkar amaçlı şarlatanlık yapmaya başlamışlardır. mesela günümüzde dychotomy
denilen bir şarlatanlık tipi vardır. Bunda şarlatan kendisine gelen hastayı başka bir
doktora da yönlendiriyor ve aldıkları parayı paylaşıyorlar. İnsanlar şarlatanları köy
köy, kasaba kasaba gezen ve bitkilerden yapılmış çeşitli maddeleri satan kişiler
olarak düşünüyorlar. Eskiden şarlatanlar gerçekten eğitimsiz olan ve altyapısı
olmadığı halde kişileri tedavi ettiğine inanılan kişilerdi. Ancak bunlar geçmişte
kaldı. Günümüzün şarlatanları bilimin ve saygınlığın arkasına saklanıyorlar.
Bugünkü şarlatanlar duvarlarında diplomaları asılı, bilimsel terimler kullanan,
televizyonlarda talk Showlarda gördüğümüz, en çok satanlar listesinde kitapları
olan insanlardır. Hastaların duymak istediklerini söyleyerek onları etkileyen ancak
yaptıkları işlerin bilimle alakası olmayan kişilerdir.
Geleneksel Tıptan Modern Tıbba Bir Yolculuk: Şamanizm
Meriç Ünver, Murat Tepe, Kübra Feyzioğlu
Modern tıpla geleneksel tıp arasındaki en önemli fark modern tıbbın hastalığı
vücuttaki mekanik bir aksaklık olarak görmesinde yatmaktadır. Geleneksel tıpta ise
hastalık sadece bazı organların iyi çalışmaması değil ferdin çevresiyle olan uyumunun
bozulması olarak telakki edilir. Bu sebepten modern tıp hasta organın tedavisine
ağırlık verirken, geleneksel tıpta vücudun çevresiyle tekrar uyum sağlayacak tarzda
güçlendirilmesi amaçlanır. Tedavide ilaç yanında duanın ve bir takım tılsımların rol
almasının hastanın çevresindeki psikolojik atmosferi zenginleştirmesi açısından
tedaviye katkıda bulunduğu söylenebilir. Geleneksel tıp, kültürün bir parçası olarak
halk arasında yaşar. Geleneksel toplumlarda bir kişinin, bir hastalık hakkında bildiği
bir şeyi, diğer fertler de bilmektedir. Bu bilgiler, kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır.
Böyle bir toplumda bir kişi diğer kültür unsurlarını nasıl öğreniyorsa, halk tıbbını
da öyle öğrenmektedir. Örneğin dua okuyarak siğil tedavisi toplumumuzda yaygın
olarak uygulanan ve etkili olduğuna inanılan bir uygulamadır.
Alkolizm ve Tarihi
Ufuk İLGEN, Z. Ersin ÇELEN, Abdülsamet EMET
Alkol nedir? İlk nasıl ve nerede bulunmuştur? İnsan neden alkolik olur? Alkolizm
nasıl tedavi edilir? Günümüzü fazlasıyla meşgul eden ve bağımlılık yaratan alkol
ve alkolizm bizim için en ilgi çekici konu oldu. Bu projeyi hazırlama gerekçemiz
hem kendi merakımızı tatmin etmek hem de insanlığın tarihinden beri süregelen
alkolizme bir neden aramak… Alkolizmin Tanımı ve Sebepleri: Alkolizm, bir kişinin
devamlı ve kendisine zarar verecek ölçülerde alkollü içecek almasıyla oluşur. Alkol,
fiziksel ve psikolojik zararlarının yanısıra sosyal ve ekonomik açıdan da felaketler
doğurur. Alkolizm hastalığının en önemli belirtisi, kişinin sürekli ve çok miktarda
alkol alarak bunun sonucunda da davranış değişikliği göstermesidir. Sonunda
kişi kendisine hakim olamayacak kadar bağımlı hale gelir ve kendini kaybetmeye
başlar. Kişi artık alkolsüz yaşayamayacak hale gelmiştir. Genellikle alkolizmin tanımı
tanımlayan kişiye göre değişir. En basit anlamda ve en eski tanımı, kronik ve aşırı
alkol alınmasıyla oluşan hastalıktır. Bağımlılığın farmakolojik ve psikolojik tanımı,
gittikçe artan dozlarda alkol alma isteğidir. Alkolün tarihi neredeyse insanlık tarihi
kadar eskidir. İnsanlığın yerleşik hayata geçmesiyle alkol üretimi de başlamıştır.
İlk bira bundan 8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk
ıslah etmesiyle yapılmıştır. Sümerlerin 6 bin yıl önce Godin Tepelerinde (Batı İran
ve Anadolu) bira ve şarap içtiği bilinmektedir. Daha sonra fermente edilmiş meyve,
tahıl ve baldan alkol ederek alkolü, iyice hayatına sokmuştur insanoğlu. Alkol kimi
zaman kutsal sayılıp, dini törenlerde kullanılmış, kimi zaman eğlencenin ayrılmaz
bir olmuştur. Alkolün icat edilmesiyle birlikte, alkol alışkanlığı da ortaya çıkmıştır.
Alkol alışkanlığının bir hastalık olarak kabul edilmesi eski çağlara dayanmaktadır.
Roma filozofu, Seneca, alkolizmi bir akıl hastalığı olarak tanımlamıştır. Alkolizm
terimi, ilk defa İsveçli hekim Magnus Huss tarafından, “Alcoholismus Chronicus”
(1849) isimli makalede kullanılmıştır. Bu makalenin ardından, kronik alkolizm
tıbbi bir terim haline gelmiş ve bir hastalık olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Günümüzde alkolizm tedavi edilmektedir. Alkol ve uyuşturucu kullanımına bağlı
problemlerin genellikle modern hayatın getirdiği
Geleneksel Tıbbın Gözbebeği: Mesir Macunu
Abdurrahman BAŞAR, Bilge GÖKTAŞ, Emin SOYER,
Mahmut Bakır KOYUNCU
Mesir; dilimizde gezilecek yer, gezi yeri anlamına gelmektedir. Anadolu ve
Ön Asya’nın çok eski bir geleneğinden gelen mesirin 5000 yıl öncesinde bile
57
örneklerine rastlamak mümkündür. İnanışlara göre; iştah açıcı, gaz giderici,
bağırsak peristaltizmini artırıcı, idrar yaptırıcı, uyarıcı ve afrodizyak etkileri taşıyan
mesir macunu; Mutasavvıf Hekim Merkez Efendi tarafından bulunmuştur. Kanuni
Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan ağır bir hastalığa yakalanır ama bir türlü
çare bulunamaz. O sıralar çeşitli ilim dallarında hizmet veren Merkez Efendi, tıbbi
bilgisinin de kuvvetli olması nedeniyle saraya çağırılır ve kendisinden bir ilaç
hazırlaması istenir. Bunun üzerine yoğun bir şekilde çalışmaya başlar. Sonunda 41
çeşit baharattan ürettiği macunu, tarifi ile beraber saraya gönderir. Bu macunu
yiyerek iyi olan Hafsa Sultan, bu macundan herkesin faydalanmasını ister ve
macunlar Sultan Camii’nden halka saçılır. Böylece Manisa’da mesir macunu saçma
geleneği başlar. Zamanla bu Manisa Mesir Şenlikleri’ne dönüşür. Biz de projemizde,
saydıklarımızın dışında da pek çok faydası olduğuna inanılan mesir macununun
tıbbi değerini araştırmaya karar verdik. Yaptığımız araştırmalar ve görüşmeler
sonucunda, mesir macununun halk tarafından etkileri benimsenmiş ve oldukça çok
kullanılan bir madde olduğunu gördük. Ancak konuya bilimsel açıdan yaklaşırsak
mesir macununun herhangi bir tıbbi değerinin henüz kanıtlanmadığını görürüz.
İlaç niteliği taşımasa bile, mesir macunun kültürümüzdeki yeri yadsınamaz. Mesir
macunu halen geleneksel tıbbın gözbebeği olma niteliğini korumaktadır.
Çin Tarihinde Tıp
Tuğba AKKOYUN, Şule SÖZEN, İbrahim İNAN
Tıp, teknolojinin gelişmesi ile beraber son bir kaç yüzyılda hızla ilerlemiş ve yıllar
geçtikçe bir çok hastalığa daha etkin teşhis ve tedavi yöntemleri geliştirilebilmiştir.
Ancak merak edilen daha farklı konular da mevcut: Acaba bu teknolojik
gelişmelerden önce insanlar hastalıklarla nasıl mücadele ediyordu? Hastalık
tedavisinde dini inanışların etkisi nasıldı? O yıllarda insanlar hastalıklardan
korunmak için ne gibi önlemler alıyorlardı? Günümüzde de kullandığımız bazı
tedavi yöntemlerinin ta eski yıllardan günümüze kaldığını biliyoruz. Örneğin
alternatif tıp günümüzde hala büyük bir tartışma konusu. Yoga, akupunktur gibi
eskiden kalmış ve hala günümüzde uygulanan tedavi yöntemleri de var. Bu da
aslında eski medeniyetlerdeki tıp gelişmelerinin incelenmesinin ne kadar gerekli
olduğunu gösteriyor. Bu nedenle biz de projemizde dünya tarihinde çok önemli bir
yeri olan ve dünyanın en köklü medeniyetlerinden biri olma özelliğini taşıyan Çin
Medeniyeti’nde tıp biliminin nasıl geliştiğini inceledik. Üç bin yıl öncelere kadar
dayanan Çin tıp tarihinde özellikle eczacılık, çocuk hastalıkları, akupunktur ve nabız
hakkında kitaplar yazılmış; hastalıklarla mücadele için ise çeşitli bitkiler, çigong
ve akupunktur gibi bir çok ilaç ve tedavi yöntemi geliştirilmiştir. Ve geliştirilen bu
yöntemler günümüzde de hala çok yaygın bir şekilde tüm dünyada kullanılmaktadır.
Geçmişten Günümüze Alternatif Tıp
Ayşegül COŞKUN, Hadice YİĞİT, Rabia BAĞ, Zeynep Burçin YILMAZ
Projemizi yapmaktaki amacımız insanların alternatif tıpa verdikleri önemin
nedenlerini ve sonuçlarını araştirmaktır. Geçmişten günümüze insanlar çeşitli
hastalıklarda doktor tavsiyelerinden ziyade bitkilerden fayda beklemişlerdir. Aids
ve kanser gibi adı kendisinden daha korkunç olan bu tür hastalıklara tip biliminin
henüz tam bir çare bulamamış olması, insanların umutsuzluğa düşmelerine, bu
umutsuzluktan kurtulmak için de kendi yöntemlerini denemelerine yol açmıştır.
Projemizde sonuç olarak gördük ki insanlar ne kadar ciddi bir tibbi tedavi görseler
de alternatif tıptan vazgeçemiyorlar.
Türkiye’de Aşı’nın Tarihsel Süreci
H. Kadir BAHÇECİ, Yusuf POLAT, Betül BIÇAKCI
Bu çalışmada Türkiye’de aşıların geçmişteki ve günümüzdeki durumunun
araştırılması ve karşılaştırmaların yapılması amaçlanmıştır. Bu konuda çeşitli
basılı materyaller, web tabanlı kaynaklar incelenmiştir. Türk Tabipleri Birliği (TTB)
yayınları, Sağlık Bakanlığı web sitesi temel olarak incelenen kaynaklar arasında yer
almıştır. Tarihte aşı ile ilgili ilk uygulamalar M. Ö. 590 yılında çiçek hastalığından
korunmak için Çin Hanedanı Song döneminde, sistematik olarak ilk aşılama ise
yine çiçek hastalığına karşı Edward Jenner tarafından 1797’de başlatılmış ve
bugüne kadar gelmiştir. Osmanlı döneminde ilk çiçek aşısının uygulanışı 1700’lere
kadar uzanmaktadır. Bu yıllardan 1800’lü yıllara kadar teknolojinin gelişmesi
ve Dünyadaki gelişmelerin izlenmesiyle çok büyük gelişmeler kaydedildi. Ayrıca
ülkemizde kaydedilen bu gelişmeler başta İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’ya yol
göstermiştir. 1840’ta ise başvuran hastalara çiçek aşısı uygulanmaya başlanmıştır.
58
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
Osmanlı dönemindeki tıp kurumlarına baktığımızda 19. yüzyılda meydana gelen
büyük salgınlar nedeniyle Osmanlı sağlık kuruluşlarında bakteriyoloji, koruyucu
hekimliğin temeli olarak görülmeye başlandı. Yine bu dönemde ilk defa kuduz
enstitüsü kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nda aşı üretiminde ise savaş süresince gelişmeler
sürmüştür. Bu yıllarda telkihhanede üretilen çiçek aşısından Fransız, İngiliz ve
Amerika’lılara 220 bin doz çiçek aşısı ihraç edilmiştir!, Cumhuriyet döneminde 1928
yılında Ankara’da Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü kurulmuş ve Anadolu’daki kurumlar
bu çatı altında birleştirilmiştir. 1960lı yıllarda aşı üretiminde kazanılan ivme devam
etmiş, 1965’te kuru çiçek aşısı üretilmiş ve ülkemiz 1960–70’li yıllarda kendine
yetecek kadar bakteri aşısı üretebilir düzeye gelmiştir. Hastalıkların eradike edilmesi
nedeniyle 1971 yılında tifus ve 1980 yılında çiçek aşısının üretimine son verilmiştir.
Dünden Bugüne Abortus
Hasan BENAR, Çağlar SARIGÜL, Cemal ÖZYAGCILAR
Gebeliğin ilk 20 haftası içinde, 500 gramdan az embriyo veya fetüs ve eklerinin
tamamının veya bir kısmının uterus kavitesi dışına atılması olayına abortus
denilmektedir. Abortus kadının arzusuyla 10. gebelik haftasına kadar yasal olarak
uygulanabilir. Gebelik haftası ultrasonla belirlendikten sonra dikkatli bir jinekolojik
muayene yapılır. Vajina ve rahimağzı bakterilerden arındırılmak amacıyla
dezenfekte edildikten sonra, rahimağzını sabitlemek için plastik bir alet vajinadan
yerleştirilir ve lokal anestezik madde uygun olarak rahimağzı içine enjekte edilir,
veya genel anestezi için anestezi uzmanı tarafından gerekli işlemler başlatılır. Daha
sonra çok ince plastik kanüller rahimağzından rahim içine ittirilir. Bazen rahimağzı
sert olabilir yada gebelik 6. haftanın üzerinde olması nedeniyle daha geniş çaplı
plastik kanüller kullanılması gerekebilir. Bu durumda rahimağzını genişletmek
için özel \buji\” adı verilen aletler kullanılır. Kanül yerleştirildikten sonra kanüle
bir enjektör iliştirilir. Enjektörde oluşan vakum yardımıyla rahimin içi vakumla
boşaltılır. Rahimin içi tümüyle boşaltıldıktan sonra kanül çıkarılır, diğer tüm aletler
çıkarılır ve hastanın 10 dakika istirahati sağlanır. Abortus uygulamaları gecmişten
günümüze cok değişiklikler göstermistir. Günümüzde cok tartısılan etik konulardan
biri halini almıştır. Ama sıkca uygulanmaktadır.”
TIP ve TEKNOLOJİ
Manyetik Alanın İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri
Koray DEMİR, A. Fatih YILMAZ, Muhammet SÜLEYMANOĞLU
Manyetik alan doğrudan gözle görülemeyen veya kolayca hissedilemeyen fakat
sonuçları görülebilen veya hissedilebilen bir olgudur. Günümüzde teknolojinin
gelişmesi ile birlikte cihazlar kanalıyla ölçümü de mümkün hale gelmiştir. Tüm
maddeler canlı veya cansız zayıf yada güçlü manyetik alanları vardır. Her madde
gibi insanında bir manyetik alanı bulunmaktadır. İnsanlar kendi manyetik alanları
yanında doğal olarak yaşadıkları çevrenin de manyetik alanları etkisi altındadırlar.
Bu manyetik alanın faydaları yanında dengenin bozulması ile birlikte zararları
da olabilmektedir. İnsanlar doğada var olan iç ve dış manyetik alan yanında
kendi ürettikleri cep telefonları, elektrikli ev cihazları ve yüksek gerilim hatları
gibi manyetik alan kirliliği etkisi altındadırlar. Manyetik alan oluşturan cihazlar
hayatımızın bir parçası haline gelmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte bunların
olası zararlarını bildiğimizde kısmen de olsa önlemlerimizi almaya çalışmamız
gerekecektir. Manyetik alan kirliliği gözle görülemeyişi ve etkisinin çoğu zaman
doğrudan hissedilemeyişi ve uzun zaman sonra birikerek görülmesi insanlar
tarafından yeterince önemsenmemektedir. Manyetik alan kirliliğinin kaynakları
tespit edilerek önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması kaçınılmazdır. Hava,
gürültü gibi kirlilikler yanında mutlaka manyetik kirlilik de beraber zikredilerek
toplumun duyarlılığı arttırılmalıdır. Bu çalışmanın toplumun bilinçlenmesine katkı
sağlamasını beklemekteyiz.
Büyüyen Tehlike E–Atık
Yasemin Taş, Erkan Ergün, Ebubekir Dağlılar
Teknoloji, insanın bilimi kullanarak doğaya üstünlük kurmak için tasarladığı
rasyonel bir disiplindir. Teknolojik gelişmeler insanların hayatını kolaylaştırıp,
renklendirmektedir. Ancak üretilen her yeni teknoloji ürünü öncekini değersiz
kılmaktadır. Yeni ürünleri kullanmak eğlenceli olmasına rağmen bunların
teknolojilerinin büyük bir hızla eskimesi yada kullanım sürelerini tamamlamaları,
yeni ürünlerin çıkması sonucunda oluşan atıklar, elektronik atık (E–Atık) olarak
adlandırılmakta ve önemli sorun olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Proje sırasında
e–atık sorunu ve bu soruna yönelik alınmış küresel önlemlere ilişkin literatür
taraması yapılmıştır. Ayrıca toplumun bu konudaki bilgi düzeyini ölçmek üzere
anket çalışması yapılmıştır. Dünyada E–atık miktarı hızlı ve sürekli bir şekilde
artmaktadır. E–atıklar diğer atıklardan üç kat daha hızla çoğalmakta olup ABD’de
2007 yılına kadar 500 milyondan fazla bilgisayarın kullanılmaz hale geleceği
tahmin edilmektedir. Türkiye’de de E–atık miktarında hızlı bir artış gözlenmektedir.
Örneğin Türk Telekomünikasyon Kurumu raporlarına göre 40, 4 milyon cep telefonu
abonesi vardır. 10 yıllık dönemde Türkiyeye giren cep telefonu sayısı 70 milyondur.
30 milyon cep telefonunun E–atık olduğu söylenebilir. Sürekli ve büyük bir hızla
açığa çıkarak çöp tepeleri meydana getiren E–atıkların zararlarının farkına varılması
büyük önem arz etmektedir. E–atıklarla kirletilen bir ekosistemde ne solunabilecek
temiz bir hava ne de içilebilecek bir bardak temiz su bulunacaktır. Kirletilen dünya
yaşanılmayacak hale gelecektir. Bu projede amaç giderek büyüyen bir tehlike olan
e–atık sorununa ilişkin bilgileri derlemek, toplumun bu konudaki farkındalığını
ölçmek ve duyarlılığı arttırmaktır.
Alternative Medicine
Aaiza AAMER, Olta TAFAJ, Ahmad EL DANDACHLI, Alaeddin KAMARI
Complementary and Alternative Medicine includes practices that incorporate
spiritual, metaphysical, or religious underpinnings and includes non–European
medical traditions, or newly developed approaches to healing. This project is about
Complementary and Alternative medicine with a specific focus on Herbalism.
Herbalism is a folk and traditional medicinal practice based on the use of plants
and plant extracts. Utilizing the healing properties of plants is an ancient practice.
People in all continents have long used hundreds, if not thousands, of indigenous
plants for treatment of various ailments dating back to prehistory. The use of and
search for drugs and dietary supplements derived from plants have accelerated in
recent years. Pharmacologists, microbiologists, botanists, and natural–products
chemists are combing the Earth for plants and leads that could be developed for
treatment of various diseases. In fact, many of the pharmaceuticals currently
III. Tıpta İnsan Bilimleri Kongresi 2007
Özet Kitabı
available to Western physicians have a long history of use as herbal remedies,
including opium, aspirin and quinine. Other herbal remedies, including the usage of
Herbal teas (Tisane), and essential oils (Jamu) are considered as well as the healing
properties of every–day herbs and plants such as garlic, chamomile and rosehip.
The medicinal properties of Honey are also examined.
bkz: Tıp
Derda Gökçe, Oğuz Kaan Bakkaloğlu, Erdem Akkaya,
Hüseyin Erdemİr
İnternet dünyasında sayıları hızla artmakta olan sözlük siteleri farklı tabandan
çok sayıda kişinin buluşup sınırsız sayıdaki konuda bilgi, deneyim ve görüşlerini
paylaştığı mekanlar haline gelmeye başlamıştır. Amacımız, popüler kültürde
hekimlik mesleğine olan olumlu ve olumsuz görüşleri incelemek hastalıklar ve
tıbbi terimler hakkında bu sitelerde yazar olan insanların ne kadar bilgi sahibi
olduğu ve yazdıklarının ne derecede gerçeği yansıttığını incelemek. Sözlüklerin
internetin vazgeçilmezlerinden olduğu düşünlürse bu sitelerde tıpla ve hekimlikle
ilgili konulardaki görüşleri incelemenin doğru olacağını düşündük. İnternette daha
büyük kitlelere hitap eden sözlükler başta olmak üzere çok sayıdaki sözlüğü ziyaret
edip arama motorlarından hekimlikle ilgili başlıkları, popüler kültürde yansıması
olan bazı hastalıklarla ilgili başlıkları ve alternatif tıpla ilgili başlıkları taramaktayız.
İnternet ortamındaki sınırsız bilgi ve yorumları birleştirerek insanların alternatif
tıp, kanser, hekimlik, psikiyatrik rahatsızlıklar gibi konulardaki değişik fikirlerini
sentezleyerek bir çalışma yaptık. Bu çalışmanın biz tıp doktorlarına empati
yapmak açısından çok gerekli olduğuna inanıyoruz. Bunu öngörerek çalışmamızı
şekillendirdik. Gelecek günlerde belli başlı internet sözlüklerinde yazar olan
insanlarla görüşüp, fikir alışverişinde bulunmayı düşünüyoruz. Mümkün olursa bu
yazarların arasından hekim olanlarla da temas kurmayı planlıyoruz.
Bilgisayar Oyunlarının Çocuk Psikolojisine Etkileri
Kürşat Akbuğa, Gökhan Yağız, Tuna Uçgun
Biz bu projemizde, medyada da oldukça gündeme gelen bilgisayar oyunlarının
çocuklar üzerine olan etkilerini inceliyoruz. Cevaplamaya çalışığımız sorulardan
bazılar ise şunlar: Bu oyunlar medyanın abarttığı kadar tehlikeli mi? Yoksa psikolojik
olarak sağlıklı olmayan insanlar zaten herhangi bir şekilde bunu açığa vurabilir
mi? Yapılan şey medyanın oyun pazarını etkilemek için ortaya attığı safsatalardan
ibaret olabilir mi? Hakikaten tüm PC oyunları bu kadar tehlikeli mi, yoksa içlerinde
ciddi manada çocuğun akli gelişiminde pay sahibi olabilecek, onun hayal dünyasını
geliştirecek tarzda oyunlar da var mı? Eğer bu oyunlar bu kadar etkiliyse ne gibi
önlemler alınabilir?
Sabuncuoğlu ve Cerrahi
Selim DEĞİRMENCİ, M. Furkan BAKKAL, Talat Soner YILMAZ,
Mehmet DEMİR
Fatih Sultan Mehmet döneminin en ünlü hekim ve cerrahlarından olan Sabuncuoğlu
Şerefeddin’i esas aldığımız projemizde, Osmanlı’da cerrahiyi de bu açıdan
değerlendirmek istiyoruz. O zamanlar teknoloji çok ileri olmamasına rağmen,
Sabuncuoğlu çok başarılı ameleyatlara imza atmıştır. Biz de bu başarıda ki etkenleri
araştırmak istiyoruz. Sabuncuoğlu Şerefeddin 1386 yılında Amasya’da doğmuştur.
Amasya’daki Bimarhane’de Burhaneddin Ahmed’den tıp eğitimi aldıktan sonra yine
burada 17 yaşında hekimlik yapmaya başlamıştır. Sabuncuoğlu Şereffeddin 14 yıl
boyunca da Bimarhane’de çalışmalarını sürdürmüştür. Yaptığı çalışmalar sonucunda
zamanla adı bütün Anadolu’da duyulmuştur. Sabuncuoğlu Şerefeddin cerrahlık
konusunda üç önemli eser yazmıştır. En önemli eseri, \Kitab–ı Cerrahiye–i al
Haniye\”dir. Konularını minyatürlerle anlatan ve Fatih Sultan Mehmet’e ithaf edilen
bu kitap İslam tıbbına büyük bir yenilik getirmiştir. Uzun yıllar hekimlik yaptıktan
sonra, 1468 yılında \”Mücerrabname\” adlı eserini kaleme almıştır. Bu sırada 85
yaşındadır. 1470 yılında Amasya’ vefat eden Sabuncuoğlu Şerefeddin, Darüşşifadaki
çalışmaları, yazdığı eserleri ve hayranlık uyandıran bilim adamı kişiliği ile bugünlere
uzanmıştır. ”
59
Bilgisayar Oyunlarının Yararları!
Hilal ECE, Ayşe ALTINDİŞ, Gözde GÜNDOĞDU
Bilgisayar oyunlarının çoğunlukla zarar verdiği düşünülür ve sürekli zararları
üstünde durulur. Kamuoyu bilgisayar oyunlarının faydaları hakkında yapılmış
araştırmalar konusunda bilgilendirilmemektedir ve toplumda bilgisayar oynamanın
tamamen zararlı olduğu kanısı hâkimdir. Bilgisayar oyunlarının zararları yanında
insanlara olumlu yöndeki katkılarının da araştırılması ve bu konuda halkın
bilgilendirilmesi gereklidir. Çünkü bilimsel yaklaşım; bir konuya önyargısız olarak
her açıdan bakmayı ve tüm açılardan bakabildikten sonra değerlendirmeyi
gerektirir. Bu proje ile bilgisayar oynamanın kişilere kazandırabileceği psikososyal
beceri ve gelişimler masaya yatırılacaktır. Bilgisyara oyunu oynamanın yararlarını
konu edinen araştırmalardan bir tanesi Bristol Üniversitesinden Prof. Angela
McFarlane, TEEM grubu öğretmenlerinden Ysanne Heald ve Anne Sparrowhawk
tarafından yürütülen, 7–16 yaşları arasındaki 700 genci kapsayan bir araştırmadır.
Bu araştırmaya göre oyunlar çocukların stratejik düşünme ve planlama
yeteneklerini geliştirmelerine yardım etmekte, motivasyon ve dikkatlerini
artırmaktadır. Bir diğer araştırma ise Nottingham Trent Üniversitesi profesörü
Mark Griffiths’e ait. British Medical Journal’da yayınlanan makaleye göre oyunlar
çocukların sosyal yetenek kazanmasına yardım etmektedir. Mersin Üniversitesi,
Mühendislik Fakültesi ve Eğitim Fakültesi üyelerinin yaptığı ‘Çok Kullanıcılı
Bilgisayar Oyunları ile Öğrenme’ adlı ortak çalışmada oyunların, öğrenim süresinde
başvurulabilecek bir kaynak olduğunu ortaya konmuştur. Çalışmaya göre oyunların
kullanımında elde edilecek faydalar başlıca; öğrencilerin motivasyonlarının
yüksek tutulması, dikkatlerinin çekilmesi, grup çalışmalarına kolaylıkla adapte
olmaları, eleştirel düşünmeye zorlanmaları ve sebep–sonuç ilişkilerini daha etkili
kurabilmeleri diye sıralanabilir.
Yapay Zeka Uygulamalarının Tıpta Kullanılabilirliğinin
Araştırılması
D. Ekin Taşatan, Moath Alrawabdeh, Eren Kaya
Tıpta artan kollektif bilgi ve bunun, konunun kendi uzmanlarınca bile takip
edilebilme güçlüğünün günden güne artması, kişilerin sahip olduğu mesleki
bilgilerin, yeni veriler ışığında güncellenmesinin zorluğu, ve gün geçtikçe gelişen
Yapay Zeka uygulamaları göz önünde bulundurulduğunda, Yapay Zeka yada
daha genel anlamda, bilgisayar bilimleri ve tıbbın birbiri ile ilişkilendirilmesi,
gerek hekimin yada sağlık personelinin, gerek hastanın işlerini kolaylaştırağı
düşünülmüştür. Bir hastalığın teşhisinde, Yapay Zeka programlarının çıktısı ile
konvansiyonel programlama algoritmalarının çıktıları ve insan–doktor teşhislerinin
karşılaştırılması, bunlar arasındaki tutarlılığın ölçülmesi, progr amların selektivite,
sensitivite ve spesifite’lerinin karşılaştırılması; programlar ana teşhis unsuru kabul
edilirse, testlerin doğruluk oranlarının mümkün olduğunca yüksek tutulması, ana
teşhis unsuru değil de teşhise yardımcı unsurlar olarak kabul edilmesi durumunda
da programın true positive ve true negative değerleri dışında kalan, hatalardan
(error) Type II error’un Type I error a oranı minimize edilmeye çalışılmıştır. Yapay
zeka uygulamaları için çeşitli yöntemler mevcuttur. Projede, C programlama dili
ve Yapay Sinir Ağları (Neural Networks) için Qnet 2000 programı kullanılmıştır.
C ile yapılan programa göre analiz edilen data’da doktor sonuçlarına %100
uyumluluk mevcuttur. Yapay Sinir Ağı modeline verilen eğitimler sonunda
alınan sonuçlar C’den elde edilen ve insan–doktor sonuçlarıyla %100 uyum
göstermiştir. Çalışma sonucunda, insan–doktor sonuçları referans kabul edilirse,
gerek C ile yapılan konvansiyonel programın, gerek Yapay Sinir Ağı kullanılarak
yapılan yapay zeka programının başarı oranı %100’dür. Aralarında bir fark
bulunmamaktadır. Çalışmanın, bilgilerin yetersiz olduğu, tanı için daha çok teşhis
elemanı gerektirmesine rağmen bu elemanların yetersiz olduğu durumlarda tekrar
denenmesi daha mantıklıdır.

Benzer belgeler

vı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi

vı. tıpta insan bilimleri kongresi - Hacettepe Üniversitesi Tıp Eğitimi Dr. Bora Peynircioğlu Dr. Cansın Saçkesen Dr. Sarp Saraç Dr. Zeynep Sarıbaş Dr. İskender Sayek Dr. Nilgün Sayınalp Dr. Beril Talim Dr. Gonca Tatar Dr. Murat Tuncel Dr. Ömrüm Uzun Dr. Akın Üzümcügil...

Detaylı