SĐYASĐ ĐLĐMLER TÜRK DERNEĞĐ

Transkript

SĐYASĐ ĐLĐMLER TÜRK DERNEĞĐ
SĐYASĐ ĐLĐMLER TÜRK DERNEĞĐ
VIII. LĐSANSÜSTÜ KONGRESĐ
4 ARALIK 2010
OKAN ÜNĐVERSĐTESĐ
TUZLA KAMPÜSÜ
ĐSTANBUL
9:45-10:00
Kayıt (Fen Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu)
10:00-10:30
Hoşgeldiniz konuşması
Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL, Okan Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü Başkanı
Açılış konuşması
Prof. Dr. Şule KUT, Siyasi Đlimler Türk Derneği Başkanı ve Okan Üniversitesi Rektörü
(FEF Konferans Salonu)
10:45-11:45
I. Oturum (ĐĐBF)
12:00-13:00
II. Oturum (ĐĐBF)
13:00-13:45
Öğle yemeği (Yaşam Merkezi, Marco Polo Restaurant)
14:00-14:45
Konferans ana konuşması: Prof. Dr. Yeşim ARAT, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Uluslararası Đlişkiler Bölümü (FEF Konferans Salonu)
"Demokratik Paradoks: Türkiye'de Siyaset, Din ve Toplumsal Cinsiyet
Đlişkileri"
15:00-16:00
III. Oturum (ĐĐBF)
16:15-17:15
IV. Oturum (ĐĐBF)
17:15-18:00
Kapanış kokteyli (ĐĐBF)
•
Oturum detayları ekli programdadır.
•
Tebliğ özetlerine Siyasi Đlimler Türk Derneği web sitesinden ulaşabilirsiniz:
http://www.siyasiilimler.org.tr/
• Ulaşım:
08:45 Taksim servisi kalkış (AKM önü)
09:00 Kadıköy servisi kalkış (Rıhtım Caddesi, Rıhtım Hotel - Simit Sarayı önü)
18:15 Kampüsten Kadıköy ve Taksim servisleri kalkış
Diğer ulaşım imkanları ve harita için:
http://www.okan.edu.tr/sayfa/tuzla-kampusu-ulasim-haritasi
Okan Üniversitesi Tuzla Kampüsü Formula 1 Yanı, 34959
Tuzla / Đstanbul Tel. 0 (216) 677 16 30
I. Oturum: 10:45-11:45
Salon 1: Türkiye'de Milliyetçilik Temsilleri
Oturum Başkanı: Gürkan Öztan, Đstanbul Üniversitesi
Suna Yılmaz Açıkel (Đstanbul Üniversitesi), Linç Kültürü ve Milliyetçilik
Milliyetçiliğin temel argümanı olan türdeş toplum yaratma anlayışının, toplumsal hayattaki
izdüşümleri soykırım, zorunlu göç, mübadele olarak öne çıkmakla beraber linç pratikleri
birçok açıdan ulus-devlet’i zorlamaktadır. Özellikle “azılı güruh”un yaptığı bir eylem veya
“münferit” bir olay olarak sunulan linç pratikleri, bir anlamda milliyetçilik kuramının
“öteki”sine yapılan, yapanı egemen milletle özdeşleşen ve buna “maruz kalan”ın Agamben’in
deyimiyle “kutsal insan” olarak öldürülmesi suç sayılmayan olan bir toplumsal düzlemde, linç
eylemleri üzerinden milliyetçilik okuması yapmak linç’in kültürel bir pratik olarak
içselleştirildiğini tekrardan gündeme getirmektedir. Bu çalışma kapsamında, Türkiye’de linç
pratikleri tarihsel bir bakış açısıyla ele alınarak, insan haklarının güvencesi üzerinden bu
eylemler değerlendirilecektir.
Tebessüm Öztan (Đstanbul Üniversitesi), Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri
“Hatırladıklarımız kadar unuttuklarımızla da kurulan milliyetçilik” kimi zaman da farkına
varamayacak kadar gözümüzün önünde duranlar üzerinden kurulur, şekillendirilir ve yeniden
üretilir. “Milletliği” sürekli çağrıştıran pratikler, ritüeller sadece “öteki”ni değil aynı zaman da
“bizi” de yaratır. Michael Billig’in ifadesiyle bize “bizliğimizi” hatırlatan
dalgalanmalar/imlemeler, onların da “yabancılığını” bizlere hatırlatır. Bizler/onlar ayrımı da
aslında tüm dünyanın bizim yurdumuz/ötekinin yurdu üzerinden bir yurtlar dünyası olarak
algılanışına işaret eder. Televizyon haberlerinde hava durumunun sunuş biçimi, bir basketbol
maçında kullanılan dil, her sabah derse girmeden okullarda bir ağızdan okunan “andımız”,
paranın üzerindeki resim ve semboller…görmeye, işitmeye aşina olduğumuz, aşina
olduğumuz ölçüde de “farkındalığımızdan” çıkan imlemeler, her biri de milliyetçiliği yeniden
üreten unsurlardır. Bu çalışmada milliyetçiliğin “banal” yönü kuramsal olarak ortaya
konmaya çalışılarak, banal milliyetçiliğin Türkiye’de tesadüf edilen “yüz”lerine dikkat
çekmeye çalışılacaktır
Yeşim Nurseli Sünbüloğlu (Sussex Üniversitesi), Asker Bedeni ‘Kusurlu’ Olabilir mi?: Medyada
Gazi Bedeni Temsilleri
Ulus-devlet bağlamında beden ulusun sınırlarını ve ideallerini yansıtması açısından oldukça
önem taşımaktadır. Modern devlet ve milliyetçilik ile aynı dönemde ve yakın bir ilişkisellik
içinde oluşmaya başlamış modern erkeklik kurgusunu oluşturan unsurlardan biri olan sağlıklı,
disiplinli ve orantılı erkek bedeni, benzer şekilde ‘sağlıklı’ bir toplumsal yapı oluşturmayı
amaçlayan milliyetçi arzunun çarpıcı bir yansımasıdır. Bu bağlamda ‘kusurlu’ bir erkek
bedeninin milliyetçi tahayyül ile tezat içinde olduğu açıktır. Bu bedenin (eski) bir askere ait
olması ise militarizmin toplum üzerindeki etkisi nispetinde söz konusu çatışmayı derinleştirir.
Türkiye’de militarizm, özellikle zorunlu askerlik uygulaması aracılığıyla, erkeklerin
toplumsallaşma süreçlerini şekillendiren, devlet ile kurdukları vatandaşlık ilişkisini
düzenleyen ve erkekleri devletin cinsiyet rejimi içinde konumlandıran önemli bir iktidar
unsurudur.
2
Salon 2: Sivil Toplum ve Toplumsal Cinsiyet
Oturum Başkanı: Zeynep Alemdar, Okan Üniversitesi
Dilşah Şaylan (Boğaziçi Üniversitesi), Türkiye'de Son Dönem Kadın Hareketinde Feminizm
Algısı Çerçevesinde Ortaklıklar ve Farklılıklar
Batıdaki feminist literatürdeki son dönem tartışmalarda, özellikle 80’lerden itibaren,
çokkültürlülüğün, kimlik politikalarının feminizmi nasıl etkileyebileceği, bu durumun
kadınların lehine olup olmayacağı üzerinde durulmaktadır. Türkiye’deki kadın hareketinin
dönemselleşmesine baktığımızda, batıdaki hareketle paralellikler taşıdığını ama bunları kendi
bağlamında ve genellikle bir müddet sonra yaşadığını görmekteyiz. 90’lardan itibaren
başladığı varsayılan ikinci dalga kadın hareketi kurumsallaşmayla birlikte Đslamcı, Kemalist,
Kürt gibi kimliğe dayalı alt gruplara ayrışmaya başlamıştır. Bu dönemden sonra sayıları
giderek artan derneklerde çeşitli kadın grupları öncelikli olarak gördükleri sorunları üzerine
yoğunlaşmışlar ve ancak bazı kampanyalar aracılığıyla bir araya gelmeye başlamışlardır.
Yasalarda kadınlara karşı ayrımcılık taşıyan maddelerin değiştirilmesi, kamusal alanda
kadınların kıyafetlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamaları (örn: birbirimize sahip çıkıyoruz
hareketi) gibi konularda bir araya gelmişlerdir. Peki bu zaman zaman bir araya gelişler ve
gerektiğinde tavrını alıp köşeye çekilme durumları Türkiye’deki kadın hareketini verimlilik
açısından nasıl etkilemekte, feminist perspektiften bakıldığında nasıl değerlendirilmektedir?
Sahada devam eden çalışmalarda değişik ideolojik gruplardan kadın dernekleriyle görüşülüp
aile, evlilik, eşcinsellik gibi Türkiye’nin siyasi ajandasında da yer tutan konularla ilgili
görüşleri sorulup kadın hareketine ve feminizme bakış açıları bulunmaya çalışılmaktadır.
Sonrasında feminist bir perspektiften yaklaşarak bu parçalı durumun kadınların lehine olup
olmadığı sorgulanacak ve hareketin akıbeti hakkında tahminlerde bulunulacaktır.
Elif Madakbaş (Sakarya Üniversitesi), Ka(dı)n ve Siyaset Đlişkisinde Gizil Bir Kan(a)ma: Kagok
(Kadının Genital Organının Kesilmesi) Örneği
KAGOK (Kadınların Genital Organlarının Kesilmesi) hem kadın vücudunda kanayan ve
kapanmayan bir yara olmuştur hem de bu konuyu uzun süredir tartışan doğu ve batı kültürleri
arasında bir yara konumunu almıştır. Uygulamayı basit bir kanama ritüeli ve bir gelenek
olarak algılayan bir kültür olarak ve kanla bulaşan hastalıklar yüzünden ya da kan kaybından
ölen kadın ve çocukların oluşturduğu bir insan hakları ihlali olarak gören iki farklı yaklaşım
ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım farklılıkları sonucunda uygulama küresel boyuta taşınmış,
yerel-ulusal-küresel arenada konu farklı boyutlarıyla ele alınmıştır. Özellikle küresel boyutta
ele alınışı uygulamanın gizilliğini ortadan kaldırmış; uygulamayı gözler önüne sermiştir. Özel
alanda meydana gelen bu uygulamanın gözler önüne serilmesi önce ulus ötesi
organizasyonların duruma müdahalesine yol açmış, ardından kadının maruz kaldığı güç
ilişkilerini gündeme getirmiştir. Batıdan gelen bu kurumsal ve akademik tepkilere karşılık
uygulamanın yaygın olduğu ülkeler de kültür emperyalizmini gündeme getirmişlerdir.
Bu çalışmanın amacı hem kanla hem kadınla gündeme gelmiş bu uygulamanın nereye kadar
basit bir kanama nereye kadar kadının güce boyun eğdirildiği bir kanma olayı olduğunun
doğu ve batı literatüründe yer alan eleştiriler ve karşı eleştiriler bağlamında ele alınarak
tartışılması olacaktır. Bu tartışma ekseninde, bir geleneğin siyasi arenada hem uygulamaya
maruz kalanlar (çocuklar ve kadınlar) hem de uygulamayı eleştirenler (doğu ve batı
akademisi, ulus ötesi kuruluşlar…) açısından güç ilişkileri içinde konumlanışı ortaya
koyulmaya çalışılacaktır.
3
Kadir Aydın Gündüz (Koç Üniversitesi), Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve Đslami Kadın Sivil
Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip
Gelenekler
Bu çalışma, kadın sivil toplumunda yer alan iki büyük hareketin – cumhuriyetçi ve Đslami
kadın sivil toplum örgütlerinin - birbirinden farklılık gösteren adalet taleplerini açıklamayı
hedefler. Bu amaç doğrultusunda, yarı yapılandırılmış mülakatlardan ve ikincil kaynaklardan
edinilen veriler, sosyoekonomik adalet – sembolik adalet ihtilafı ve liberalizm – toplulukçuluk
tartışması doğrultusunda şekillenmiş olan sosyal adalet literatürü ışığında incelenmektedir.
Çalışmanın sonuncunda, her iki grubun da kendi taleplerini ifade ederken liberal perspektiften
faydalanma isteklerine karşın, Kemalizm’in ve Đslam’ın bu gruplar üzerindeki etkisinin
belirleyici olduğu öneriliyor. Özellikle, Kemalizm’in ve Đslam’ın liberalizm karşısındaki
gücü, cumhuriyetçi ve Đslami sivil toplum kuruluşlarının, başka grupların taleplerine karşı
çıkarken öne sürdükleri argümanlarda belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır.
Salon 3: Orta Doğu ve Avrasya'da Din ve Milli Kimlik
Oturum Başkanı: Alaeddin Yalçınkaya, Sakarya Üniversitesi
Ahmet Şefik Hatipoğlu (Sakarya Üniversitesi), Din-Devlet Đlişkileri Bağlamında “Osmanlı
Modeli”
Toplumsal zemini itibarı ile çok kültürlü ve çok dinli bir yapı arz eden, bulunduğu coğrafya
ve tarihsel süreçte oynadığı rol açısından Doğu/Đslam ile Batı etkileşiminin merkezinde
bulunan Osmanlı Devleti’nin -altı asır süren hükümdarlığı boyunca değişiklikler göstermiş
olmakla birlikte- yönetim anlayışının din-devlet ilişkileri bağlamında değerlendirilmesi
önemli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Osmanlı yönetim anlayışının din-devlet ilişkilerinde
ortaya konan modellerle benzeşen ve farklılaşan noktalarının ortaya konması ve bu minvalde
Osmanlı din-devlet ilişkilerinin nasıl tasvir edilebileceği önemli bir husustur. Bu çalışma
dâhilinde Osmanlı devlet düzeni ile bu düzen içerisinde dinin konumuna dair hukuki durum,
siyasi pratik ve kurumsallaşma açısından değerlendirmelerde bulunulacak ve Osmanlı’nın
kendine münhasır bir “model” olup olmadığı tartışılacaktır.
Murat Yurtbilir (ODTÜ), Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu
Fichte’nin bütünleşmiş bir Almanya hayaliyle ileri sürdüğü “nerede ayrı bir dil varsa orada
kendi kendini yönetme talebi meşru olan ayrı bir millet mevcuttur” formülü 19. yüzyılda tüm
Osmanlı, Romanov ya da Habsburg tebaasının ana ilkesi haline gelmiştir. Bir asır sonra ulusal
egemenlik ilkesi devletlerin başat meşrulaştırıcı ilkesi olarak yaygınlaştığındaysa dilsel
sınırlara devletlerin “doğal” sınırları gözüyle bakılmaya başlanmıştı. Hatta her ulus-devlet
projesi, sınırları dışında dildaşları yaşamaya devam ettiği müddetçe “eksik” addedildi. Ulusal
devletler de sınırları içerisindeki dilsel farklılıkları eritmek için Fichte’nin sloganını tersten
okumaya başladılar: “Nerede bir ulus-devlet varsa orada hakim ulusal dil ve kültür
çerçevesinde tektipleştirme haktır.”
Çarlık Rusyası için Orta Asya, milliyet duygusundan uzak geri halkların yaşadığı bir
bölgeydi, ama bundan önemlisi Rus tekstil endüstrisinin muhtaç olduğu pamuğu sağlayan
hammadde deposuydu. Bu nedenle, Çar’ın bazı valilerinin Đngiliz sömürgecilerinin
kendilerine atfettikleri medenileştirme misyonunu taklit eden söylemleri bir yana bırakılacak
olursa, Orta Asya halklarının dil ve yaşam biçimlerine 1917 öncesinde fazla müdahalede
4
bulunulmamıştır. Sovyet ideologlarının gözündeyse Orta Asya, henüz burjuva ulus-devlet
aşamasına erişememiş, kabile-aşiret-şeyh gibi feodal kalıntıların hüküm sürdüğü karanlık bir
bölgeydi. Sovyet devrimcileri Orta Asya’da feodalizmden sosyalizme kestirme bir yol inşa
etmeyi amaçladılar. Sovyet fabrikalarına pamuk sunmaya devam edecek Özbek proleterleri ve
aparatchiklerinin Özbekistan’ını oluşturmak ise bu kestirme yolun olmazsa olmazıydı.
1917 sonrasındaki Sovyet yönetimi Orta Asya’da ulus devletlerin şekillenmesinde ve ulusal
dillerin bugünkü biçimiyle oluşmasında başlıca amil olmuştur. Önceden tarihte hiç
varolmamış Özbekistan yaratıldıktan sonra, genel dil politikası araçları olarak eğitimin
yaygınlaştırılması, okuma-yazma seferberliği, alfabe değişiklikleri, yeni sınırları içerisinde
Özbek kimliğini pekiştirmek için en kuvvetli silahlar olmuşlardır. Đronik olarak Özbek
kimliğini güçlendirmek için kullanılan aynı araçlar, hem Rus dil ve kültürünün yaygınlaşması
hem de Özbekistan’ın komşu Türk-dilli halklardan ayrışması amacıyla da etkin olarak
kullanılmıştır. 1989’da Sovyetler Birliği dağılırken Özbek milliyetçilerinin caddelerde
haykırdığı ilk taleplerin Özbek diliyle ilgili olması şaşırtıcı değildir.
Bu doğrultuda Lenin, Stalin, Kruşçev ve Brejnev dönemleri başta olmak üzere Sovyet dil
politikasının değişimleri gözden geçirilerek günümüzdeki bağımsız Özbekistan’a dil alanında
bırakılan miras ele alınacaktır. Böylece Özbekistan örneğinde Orta Asya’da oluşturulan dilsel
sınırlarla ulusal sınırların nasıl uyumlulaştırıldığı incelenecektir.
Ömer Aslan (Bilkent Üniversitesi), Medeniyet Aidiyeti Algısı ve TDP'deki Yeni Tarz ve Vizyonun
Tahayyülü ve Görülmesi
AK Parti hükümeti döneminde Türk dış politikasında gözlemlenen aktivizm, iddialılık ve ilgi
gösterilen bölgelerin genişlemesi, akademik çalışmalarda büyük çoğunlukla nedenleri
bakımından açıklanmaya çalışılmıştır. Bazı analizlerde Ortadoğu’daki ve diğer bölgelerdeki
aktif dış politikanın özellikle de 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı sonucunda bölgesinde ve
dünyada değişen dengelerin sonucu ortaya çıktığı savunulmuştur. Diğer çalışmalarda ise
özellikle Ortadoğu’daki aktivizm AK Parti’nin Đslamcı geçmişi ile bir araya getirilmiş ve Türk
dış politikasının “Đslamlaştırıldığı” öne sürülmüştür. Bazı dış politika analistlerine göre ise
yine aynı bölgedeki aktivizm, Batı’ya değerini kanıtlamak isteyen Türkiye’nin klasik bir
“stratejik alışkanlığıdır.” Ancak Türk dış politikasının yeni karar alıcılarının bizzat
kendilerinin yeni dış politika yönelimlerini ve farklı tarzlarını nasıl meşru, tahayyül edilebilir
ve ihtimal dâhilinde gördükleri olduğu sorusu tüm bu analizlerde göz ardı edilmiştir. Bu
soruyu cevaplandırmayı amaçlayan bu makale, Telhami ve Barnett’in (2002) ‘kimliklerin
normalde tahayyül dahi edilemeyecek dış politika davranışlarını ve yönelimlerini mümkün,
tahayyül edilebilir ve meşru kıldıkları’ tezinden yola çıkmakta ancak bunu yaparken de iki
düzeltmeye gitmektedir. Đlk olarak, ‘keşfedilmeye hazır somut bir varlık’ olarak
algılanmaması gereken ‘kimlik’ kavramından ziyade, ‘kimlik aidiyeti’nin incelenmesinin
daha uygun olacağı tartışılmaktadır. Ayrıca her toplumda bulunan farklı grupların farklı
yorumlarına açık olan ‘milli kimlik’ veya devlet kimliği yerine bu makalede uluslararası
ilişkiler alanında son zamanlarda üzerinde daha sık durulmaya başlanan ‘medeniyet
kimliği/aidiyeti’ (algısı) ele alınacaktır. Bu bağlamda da son dönem Türk dış politikası
literatüründe de işaret edildiği gibi, AK Parti dönemi Türk dış politikasının tarzı ve içeriğinin
mimarı olan Ahmet Davutoğlu’nun medeniyet aidiyeti/kimliği algısı ortaya konacaktır.
5
Salon 4: Đnsan Hakları, Toplumsal Mücadeleler ve Göç
Oturum Başkanı: Füsun Türkmen, Galatasaray Üniversitesi
Ezgi Pınar (ODTÜ), Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında
Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi
Yurttaşlık kavramı kendi tarihi boyunca birçok farklı tanımlamayı içermiştir. En genel
anlamıyla siyasal veya sosyal bir statüyü tanımlamaktadır. Bugünkü kullandığımız anlamda
yurttaşlık modern ulus devletlerinin ortaya çıkışıyla devlet ve sivil toplum ve/veya bireyler
arasındaki ilişkiye denk düşen bir olgudur. Yurttaşlığın modern tarihi ulus devletin ortaya
çıkışıyla yurttaşlık haklarının örtüşmesi tarihidir de denilebilir. Yurttaşlık hakları Thomas
Marshall’ın insan hakları, siyasal haklar ve sosyal haklar olarak ayrı ele aldığı haklar setini
işaret etmektedir. Marshall’ın formülasyonunda bu haklar belirli tarihsel süreçlerin ürünü ve
tabi aynı zamanda sonucudurlar ve bir yandan da birikerek ilerlemekte, tarihsel olarak
gelişmektedirler. Örneğin bugün insan hakları diğer haklarla birlikte yurttaşlık haklarını da
kapsayaca biçimde kullanılabilmektedir. Bu tebliğ içerisinde insan hakları, siyasal haklar,
sosyal haklar ve yurttaşlık haklarının ortaya çıkışı ve gelişim süreci, kavramların içerikleri ve
bu içeriklerin dönüşümü incelenecektir. Bu hakların değerlendirilmesinin devlet-sivil toplum
ilişkisiyle doğrudan ilgili olduğu ifade edildi. Bu aynı zamanda hakların verildiği mi yoksa
alındığı mı tartışmasını da beraberinde getirir. Bu tebliğde bu yaklaşımın kısırlığını da aşmak
için herhangi bir hakkın gelişiminde toplumsal mücadelenin yerinin ne olduğu sorusu
sorulacaktır. Toplumsal çatışmaların, insan haklarından başlayarak, farklı hak taleplerini ve
modern yurttaşlık haklarını ne ölçüde etkilediği masaya yatırılacaktır. Sivil toplum ve devlet
soyut kategorileri arasında ilişki veya çatışma sıfır toplam bir ilişki değildir, dolayısıyla haklar
meselesi toplumsal dinamikler, iktidar mücadeleri de hesaba katılarak alındı/verildi
karşıtlığından çıkarılarak ele alınmalıdır.
Metin Çorabatır (Boğaziçi Üniversitesi), Türkiye'de Sığınma Sistemi Đnşası
Bu tezde Türkiye’ye son 20 yılda meydana gelen sığınma amaçlı nüfus hareketleri
irdeleniyor; Türkiye’de 1994’den bu yana yürürlükte olan Sığınma Yönetmeliği çerçevesinde
bu sığınma hareketlerine karşı nasıl bir politika izlendiği analiz ediliyor; Söz konusu
politikalar, Uluslararası Sığınma Rejimi’nin değerleri, kuralları ve normları açısından
değerlendiriliyor; Uluslararası kuruluşların (UNHCR, AB, AĐHM, STK’lar) Türkiye’deki
sığınma sisteminin, uluslararası standartlara uydurulması için gösterdikleri çabalar ele alınıyor
Tüm bu çabalar sonucunda, Türkiye’deki sistemin geçirdiği değişim tanımlanıyor. Sağlanan
ilerlemeye karşılık Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi2ne uyguladığı coğrafi kısıtlamanın
kaldırılması konusunda Uluslararası kurumların gücünün sınırları belirleniyor.
Ömür Kurt (ODTÜ), Đnsan Hakları, Hegemonya ve Toplumsal Mücadelenin Ufku
Đnsan hakları kavramı çıkışından itibaren belli bir ideolojiyle –klasik liberalizm- karakterize
olmuştur. Ancak, zamanla hegemonik hale gelip evrensel bir temsil niteliği kazanmıştır. Yine
de, bu hegemonyanın gösterdiğinin aksine, insan hakları kavramı güç ilişkilerinden azade,
havada asılı durmamaktadır. Kavramın nasıl anlaşılacağı üzerine, çeşitli ideolojilerin
hegemonya mücadelesi sürmektedir. Đki farklı sözleşme biçimini alan “kişisel ve siyasal
haklar” ve “ekonomik, sosyal ve kültürel haklar” kategorileri, bu mücadele içinde ortaya
6
çıkmıştır. Bu kategoriler, devlet-birey ilişkisinde iki farklı modelin sürdürdüğü mücadelede
ortaya çıkmış olup insan haklarının ideolojik mücadelelerle organik ilişkisini göstermektedir.
Đnsan haklarının bu şekilde kategorileşmesi, kavramın çerçevesinin algılanışında değişiklik
yaratmıştır. Ancak bu değişiklik, iki tür hakkın eşit düzlemde ele alınmasını sağlamamıştır.
Kişisel ve siyasal haklar hegemonik söylemde/kavramsallaştırmada temel hak ve özgürlükler
olarak sayılmaktadır. Oysa insan hakları bir bütünlük ve eşitlik oluşturmaktadır; zira çıkışında
ortaya konulan amaç olan insan onurunun korunması amacı bunu gerektirmektedir. Aç
kalmanın mı, veya yaşama hakkının mı “daha insan hakkı” olduğunu tartışmak bizi kısır
döngüye sürüklemektedir. Zira insan denilen varlık bir bütün olduğuna gore ihtiyaçları da,
onuru da bir bütünlük arz etmektedir.
Temel hak/özgürlük kavramsallaştırması, aynı zamanda, insan hakları üzerinde sadece belli
sınıfların hegemonya iddia edebilmesine sebep olmaktadır. Mülkiyet hakkından dışlanmış
kesimlerin talepleri temel olma niteliğinden yoksun sayılınca, bu talepler için verilen
mücadeleler, ikincl planda kalmaktadır. Belli bir ideolojik söylemin insan hakları üzerinde
hegemonya kurmasına yol açan bu durum, insan haklarının aslında toplumsal yaşamdan
dışlanmasına yol açmakta, hatta hak kavramını bile siyasi mücadele ufkunun uzağına
atmaktadır. Bu durumu kırmak için insan hakları, yapıtaşları bu metin boyunca özetlenen bir
perspektifle yeniden üretilmelidir.
Seda Dunbay (Galatasaray Üniversitesi), Avrupa'da Yükselişe Geçen Irkçılık ve Hoşgörüsüzlük
Eğilimi Çerçevesinde Fransa'nın Đnsan Hakları Đhlallerinin Đncelenmesi
Bilindiği üzere, son dönemde Avrupa merkezli olarak gerçekleşen insan hakları ihlalleri
yükselişe geçmiştir. Đkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasındaki temel nedenlerden olan
ırkçılık ve hoşgörüsüzlük politikalarının yeniden Avrupa’nın gündemine yerleşmesi,
insanlığın geleceği bakımından zararlı sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Bu çerçevede,
1789 tarihli Fransız Đhtilali’nin ardından insanlık tarihinde büyük bir çığır açan Fransız Đnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ortaya çıktığı topraklarda yani Fransa’da olanlar son derece
dikkat çekicidir. Kaçak Çingene göçmenlerin sınır dışı edilmesine yönelik olarak başlatılan
sürecin yankıları devam etmektedir. Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa
Komisyonu’nun yakından takip ettiği söz konusu durum, Fransa’nın insan hakları karnesini
olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan, Avrupa’nın üç büyük devletlerinden biri olan
Fransa’nın vatandaşları arasında yarattığı ayrımcılık, cezaevlerindeki yaşam standartları,
Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi’nin işkence yasağını ihlal edici politikaları ve Avrupa Đnsan
Hakları Mahkemesi’nce karara bağlanmış diğer ihlalleri tebliğimizin ana hatlarını
oluşturmaktadır.
Tebliğimizi, üç ana başlık çerçevesinde sunmayı planlamaktayız. Buna göre, birinci bölüm
başlığının; “Fransa’nın Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Konu Olan Đhlalleri”,
ikincisinin; “Avrupa Konseyi, Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’nun
(ECRI) Fransa’ya Dair Raporlarının Değerlendirilmesi” ve son olarak üçüncüsünün; “Đnsan
Hakları Đzleme Örgütü’nün (HRW) Gözüyle Fransa” olması uygun görülmüştür.
7
Salon 5: Türk Dış Politikası IV: Bölgeler
Oturum Başkanı: Şükrü Sina Gürel, Okan Üniversitesi
Alparslan Zengin (Đzmir Ekonomi Üniversitesi), Realizm ve Đnşacılık Kıskacında Türk Dış
Politikası: Balkanlar ve Kafkaslar’daki Çatışmalara Karşı Türkiye’nin Tutumu
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Balkanlar ve Kafkaslar'da baş gösteren etnik
çatışmalar karşısında Türkiye'nin tutumu bölgesel bir aktör olarak önem arzetmektedir. Her
iki bölgenin de Türkiye için hem ekonomi ve güvenlik açısından hem de etnik ve dini bağlar
açısından önemi büyüktür. Bu çalışmanın amacı Sovyetsonrası dönemde Balkanlar ve
Kafkaslar'da meydana gelen etnik çatışmalara karşı tavır alırken Türkiye'nin içinde bulunduğu
ikilemi ve bu ikilemi aşmak için nasıl bir yol izlendiğini ortaya koymaktır.
Asena Boztaş (Sakarya Üniversitesi), Türkiye’nin Son Dönem Afrika Açılımları ve Proaktif
Politikaları
Türkiye, bağımsızlığı öncesinde Afrika kıtası ile Osmanlı Devleti dönemindeki ilişkilerini
sürdürememiş, yakın zamana kadar sadece Türkiye-Afrika ilişkileri denildiğinde de
Ortadoğu’nun bir parçası olarak kabul edilen Kuzey Afrika ile Türkiye ilişkileri akla
gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin 2000’li yıllarda yaptığı büyük atılımlarla Afrika kıtası
adeta yeniden keşfedilmiştir. Böylece Doğu, Batı, Orta ve Güney Afrika ülkeleriyle de
ilişkilerin siyasi, sosyal ve özellikle de ekonomik anlamda geliştirilmesi hem Türkiye hem de
Afrika ülkelerine büyük kazançlar sağlamıştır. Dolayısıyla Türk dış politikası için önemli bir
gelişme sayılan Geleneksel Türk dış politikasının kırılarak Afrika açılımının sağlandığı
günümüzdeki Türkiye-Afrika ilişkileri ve Türkiye’nin proaktif politikaları çalışmada genel
olarak değerlendirilecektir.
Tuğçe Varol (Yeditepe Üniversitesi), Türkiye’nin Enerji Stratejisi ve Boru Hatları Politikası
Bağlamında Đzlediği Dış Politika
Türkiye enerji stratejisi açısından üç önemli konumdadır. Hem tüketici, hem taşıyıcı hem de
olası üretici durumundadır. Üç strateji noktası da rakamsal açıdan her yıl daha da fazla
büyüme göstermektedir. Bu bağlamda 21. yy’ın başında Türkiye yeni bir enerji stratejisi
geliştirmek zorunda kalmıştır. Bunu sonucu olarak öncelikle Rusya’ya doğal gaz açsından
bağımlılığını arttırma kararı almıştır. (Mavi Akım) Đkinci olarak, Rusya’nın tüm itirazlarına
rağmen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının gerçekleşmesine katkıda bulunmuştur. Üçüncü
olarak ise uzun yıllardır inişli çıkışlı bir politika izlediği Yunanistan’a Türkiye üzerinden boru
hattı geçişi projesine dâhil olmuştur. Türkiye’nin güncellenen yeni enerji stratejisi ise enerji
kaynakları ithalatı sağladığı ülke sayısını arttırıp, Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak,
Türkiye üzerinden yeni stratejik boru hatları geçişini sağlamak ve Karadeniz ve Güneydoğu
Anadolu gibi bölgelere yatırım çekerek üretimini arttırmak olarak şekillenmektedir. Bu
noktada Türkiye’nin karşısında birbirleriyle çakışan ve strateji geliştirmesi gereken boru
hatları projeleri vardır. Bu çalışma da “Güney Akım - Nabucco” doğal gaz projeleri ile
“Burgaz-Alexandropolis - Samsun-Ceyhan” petrol boru hatları gelişmelerine değinerek,
Türkiye’nin izlediği enerji stratejisi ve dış politikasının incelenmesi hedeflenmektedir. Uzun
süredir AB adaylığı süreci yaşayan Türkiye başından beri Nabucco projesini
desteklemektedir. Đmza töreni sırasında hiçbir tedarikçi ülke olmayan bu proje, Türkiye’nin
enerji bağımlılığını çeşitlendirmesi açısından önem arz etmekle birlikte, Türkiye rakip proje
olan “Güney Akım” projesi için karasularında araştırma izni vermiştir. 2000’li yılların
8
başında Rusya için çok büyük önem arz eden “Burgas-Alexandropolis” boru hattı ise önemini
yitirerek yerini Samsun-Ceyhan’a bırakmıştır. Bütün bunların ışığında bu çalışma da
Türkiye’nin bölgedeki dengeler doğrultusunda öncelikleri, stratejileri ve olası sonuçlarının
incelenmesi hedeflenmektedir
Volkan Đpek (Bilkent Üniversitesi), Türk Dış Politikası'nda Sahra Altı Afrika'nın Önemi ve
1998'den Günümüze Türkiye-Sahra Altı Afrika Ülkeleri Đlişkileri
Đki temel olay Türkiye Cumhuriyeti Dış Politikası’nın Batı odaklı mekanizmasına yeni bir
boyut kazandırmıştır. Bunlardan ilki 1964 yılında dönemin Amerikan Başkanı Lyndon
Johnson’ın Ankara’ya gönderdiği ve içeriğinde Kıbrıs’a yapılacak herhangi bir askeri
operasyonda NATO silahlarının kullanılamayacağı yönündeki nota mektubu,ikincisi de 1997
yılında Lüksemburg’ta gerçekleştirilen Avrupa Birliği toplantısında Türkiye’nin tam üyelik
yolunda Kopenhag Kriterleri’ne Yunanistan’la iyi ilişkiler kurma ve Kıbrıs konusunu
istikrarlı bir çözüme ulaştırma koşullarının eklenmesidir. Johnson Mektubu’yla birlikte
Türkiye’nin Amerika’ya duyduğu güven sarsılarak Batı odaklı dış politikasındaki önceliği
Avrupa Birliği başta olmak üzere Orta Doğu,Kafkaslar,Balkanlar gibi diğer bölge ülkelerine
kayarken, aynı sarsıntı bu sefer 1997 yılında Avrupa Birliği’na karşı yaşanmıştır. Böylece
Türkiye yeni bir çok boyutlu dış politika dönemine girererek 1998 yılındaki Afrika’ya açılım
planıyla da özlellikle Saharaaltı Afrika ülkeleriyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştır.Ne
var ki,günümüze gelindiğinde Türkiye’nin Saharaaltı Afrika’yla olan ilişkileri ekonomik
boyutu aşamayıp bölgenin ülkede tanınmasını sağlayacak açılardan ele alınmamaktadır.
Salon 6: Uluslararası Sistem ve Güvenlik
Oturum Başkanı: Pınar Sayan, Okan Üniversitesi
Göknil Erbaş ( Kocaeli Üniversitesi), Uluslararası Đlişkilerde "Jeopolitik" Kavramı ve CoğrafyaUluslararası Đlişkiler Đlişkisi
Jeopolitik kullanılmaya başlandığı 19. yüzyıldan bu yana giderek siyasileşmiştir. Fakat
aslında çıkış noktası olan “coğrafyanın uluslararası ilişkiler disiplinine etkisini açıklamak”
olan anlamı zaman içinde bir çok kez unutulmuştur. 19. yüzyılın sonunda sosyal bilimler
içinde coğrafyanın kendine yer bulmasına paralel bir şekilde gelişen jeopolitik 20. yüzyılın
başında her iki dünya savaşında politika oluşturan ve yürütenlerin elinde şekillenmiştir. Đçinde
yer alan “jeo” kavramı tamamen basite indirgenerek determinist kalıplar içinde ele alınmıştır.
Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında jeopolitiğin Alman Nazi partisinin politikalarıyla
ilişkilendirilmesi, ona uzunca bir süre sürecek olan pejoratif bir anlam yüklemiştir ve kavram
akademik çevrelerce dışlanmıştır.
Jeopolitik 20. yüzyılın sonuna doğru sosyal bilimlerde eleştirel akımın ortaya çıkmasıyla
birlikte yeniden ele alınmaya başlanmıştır. Bunda coğrafyanın sosyal bilimler içindeki
konumun güçlenmesinin de katkısı vardır. Eleştirel akımın etkisiyle coğrafyanın sadece bir
yer bilimi olarak değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal boyutlarıyla toplumsal ve siyasal
yapıları etkileyen bir bilim dalı olduğunun farkına varılması, jeopolitiğin yeniden 19. yüzyıl
sonundaki anlamını kazanmasını sağlamıştır. Bu süreç sonunda jeopolitik, realist
paradigmaların en temel argümanlarından biri olarak kullanılmasının yanı sıra eleştirel
teorilerin de etkisiyle söylem analizi üzerinden ele alınmaya başlanmıştır.
9
Söz konusu bu bildiride jeopolitiğin kavramsal olarak sosyal bilimler içindeki dönüşümü ele
alınarak eleştirel jeopolitiğin günümüz uluslararası ilişkiler disiplini içindeki yeri ve gelişimi
incelenecektir. Jeopolitik kavramsallaştırması ve coğrafyanın sosyal bilimler içindeki yerinin
gelişimi bu bağlamda birlikte ele alınarak iki konu arasındaki ortak noktalar vurgulanacaktır.
Itır Aladağ Görentaş (Kocaeli Üniversitesi), Uluslararası Sisteme Sekte: Devlet Halefiyeti Sorunu
Devletlerin doğumu, ölümü ve böylelikle halefiyet sorunlarının ortaya çıkışı her gün hatta her
yıl bile karşılaşılacak olaylar değil. Yeni devletlerin ortaya çıktığı bir dalgadan sonra
genellikle çok uzun bir süre herhangi bir devletin doğuşuna ya da ortadan kalkışına tanık
olunmamaktadır. Bu uzun zaman aralıklarıyla ortaya devletsel doğum ve ölümle ilgili olarak;
19. yüzyıl başında Latin Amerika’da bağımsız devletlerin ortaya çıkışı, I. Dünya Savaşı’ndan
sonra Doğu Avrupa’daki hareketlenme, 1960’larda eski sömürgelerdeki self- determination
dalgası ve 1990’larda SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması örnek gösterilebilir. Yeni devlet
oluşumlarına neden olan ve yukarıda örnekleri sıralanan her dalga kendi doğası içinde nevi
şahsına münhasırdır. Bu tür olayların nadirliği, hepsinin farklı farklı politik şartlar ve
çevrelerde ortaya çıkışı ve sebeplerinin de değişiklik arz etmesi dolayısı ile bunların ayrı ayrı
incelenmesi ve bunları inceleyen teorilerin de benzerlik göstermemesi doğal karşılanmalıdır.
Her halefiyet vakası kendi doğası ve şartları içinde değerlendirilse de, geçiş sürecini sorunsuz
kılmak için geçerli hukuki kaynaklar aynıdır. Öte yandan devletler izole birer uzay
boşluğunda varlıklarını devam ettirmediklerine göre, egemenliğin el değiştirmesi uluslararası
sitemi ve dolayısıyla da aktör devletleri ve örgütleri temelden etkilemektedir. Bu çalışmada
SSCB ve Yugoslavya örneklerinden hareketle, halefiyet kavramının sistemi nasıl etkilediği ve
uluslararası hukukun ortaya çıkan sorunlara ne gibi çözümler ürettiği, somut olaylar ışığında
incelenmeye çalışılacaktır.
Merve Özkan (Đstanbul Üniversitesi), Evrensel Yargı Yetkisi Doktrini ve Bu Yetkinin
Kullanılmasının Devletlerin Yargı Yetkisi Üzerindeki Etkisi
Devletlerin yargılama yetkileri içinde en tartışmalı yetki kuralı ve son zamanların gitgide daha
çok gündeme taşınan bir olgusu olarak “evrensel yargı yetkisi ilkesi”, yasal dayanakları ve
diğer boyutları ile ayrıntılı olarak değerlendirilmeye muhtaç görünmektedir; zira bir yandan
evrensel yargı doktrini klasik uluslararası hukuk anlayışına göre devletlerin yargılama yetkisi
kapsamına girmemesine rağmen, diğer yandan dünya kamuoyunda –eğer böyle bir
kamuoyundan bahsedebileceğimiz varsayılırsa- ağır suçların cezasız kalmaması gerektiği
düşüncesinin, ve hatta suçların cezasız kalmasının da en az suçun kendisi kadar kötü olduğu
değerlendirmelerinin yaygınlaştığına tanık olunmaktadır. Kaldı ki, ister akademik çevrelerde
olsun ister diğer çevrelerde, bu olgunun hem sıkı taraftarlarının, hem de “ölüm döşeğinde
olmasa bile bir ayağının çukurda olduğu”nu, dolayısıyla daha fazla desteklenmesinin anlamsız
olduğunu savunanların (olduğu), ve benzer şekilde, devletlerin konuya yönelik uygulama ve
anlayışlarında da büyük farklılıkların olduğu görünmektedir. Şu halde, konunun ihtilaflı
olduğu açıktır.
Ayrıca, sırf son onbeş yılda, evrensel yargı yetkisi ilkesine ilişkin örneklerin sayısı, tüm
çağdaş uluslararası ilişkiler tarihi boyunca yaşanandan daha çok olmuştur. (Tabii bunda,
teknolojik ilerlemenin bu tür suçların daha kolay işlenebilmesine olanak sağlamasının da
etkisi vardır). Dolayısıyla, konunun -ihtilaflı olduğu gibi- daha sık gündemde olduğu da
aşikardır. Ancak bunun da ötesinde, bu çalışmanın temel iddiası -ve varsayımı- olarak,
evrensel yargı yetkisinin kullanılması yönünde artan sayıda örnek yaşanmasının ana
10
sebeplerinin ne olduğunun incelenmesi ile ortaya çıkacak sonucun uluslararası toplumun
hukuk anlayışının değişip değişmediği konusunda önemli bir gösterge olduğu
düşünülmektedir. Đşte bu çalışmada, bu yetkinin kullanıldığı örnek olaylar ele alınarak bu
olaylar karşısında devletlerin bu yetkiyi kullanmaları yönündeki tutumlarının arka planındaki
sebepler incelenecektir. Dolayısıyla ve sonuç olarak, bu tebliğde, evrensel yargı yetkisinin
kullanıldığı örneklerinin artmasının ardındaki sebep veya sebeplerin ne olduğunun
incelenmesi vasıtasıyla, bu yetkinin kullanılmasının bir uluslararası teamül kuralı oluşturup
oluşturmadığı araştırılmaktadır. Çalışmanın temel sorunsalını oluşturan husus budur. Eğer
oluşturuyor ise, uluslararası hukukta normatif yaklaşımın daha ön planda olma yolunda
olduğu sonucuna varılacaktır.
II. Oturum: 12:00-13:00
Salon 1: Türkiye'de Değişen Milliyetçilik ve Đslamcılık
Oturum Başkanı: Umut Azak, Okan Üniversitesi
Ayşegül Gökalp (Kocaeli Üniversitesi), Siyasal Đslam’ın Değişen Yüzü ve Türkiye’deki
Yansımaları
Tebliğin amacı, siyasal Đslam’ın ve ona eşlik eden devletçi ekonomi modelinin tarihsel
süreçteki değişimi ile Türkiye’deki güncel siyasi argümanlar arasında paralellik kurmaktır.
Neo-liberal küresel ekonomik düzene uyum, Đslami siyasette “devlet”ten “birey”e geçişi
sağlamış, birey merkezli yeni bir toplumsal projeyi karşımıza çıkarmıştır. Türkiye’deki güncel
siyasal Đslam söylemi, Milli Görüş geleneğinden hem uluslararası sermaye ile uyum
sağlamayı reddetmemesi, hem de kolektiflik yerine bireyselciliği savunması açısından
ayrılmaktadır. 2001 krizi sonrasında çok özel bir konjonktürde iktidara gelen Adalet ve
Kalkınma Partisi tek parti iktidarı ile neoliberalizmin aradığı siyasi istikrarı sağlamış,
neoliberal politikalar da siyasal bir krize girmiş olan Đslamcı hareketin imdadına yetişmiş, ona
güçlü bir liberal entellektüel-sermaye sahipleri desteği sağlamıştır. Bu temelde tebliğ,
uluslararası sistemdeki neoliberal dönüşümü temel alarak Türkiye’deki siyasal Đslam
söyleminin dönüşümünü açıklamaya çalışacaktır.
Erkan Karabay (Mimar Sinan Üniversitesi), Bir Heterotopya Mekanı Olarak Fatih/Çarşamba
Örneği Işığında ‘Yeni’ Bir Modern Kent ve Mekan Kavram(lar)ına Doğru
Bu çalışma, Đslami bir cemaatin, kentsel mekanla kurduğu ilişki ve üretilen Đslami mekan(lar)ı
inceleme amacı taşımaktadır. Fransız sosyal bilimci Henri Lefebvre’in “Mekan politiktir”
söyleminden hareketle, radikal Đslamcı bir çizgiye, Đslami yaşam örüntülerine ve ideolojik
tahayyüllere sahip olan cemaatin modern ile karşı karşıya/içiçe bulunduğu Đstanbul gibi bir
metropoliten kentte kurduğu günlük yaşam, mekansal pratikler ve dönüşümler ele alınmaya
çalışılacaktır. ‘Getto’ olarak tanımlanan bir alanda yaşayan, dışarıya kapalı ve refleksif bir
tutuma sahip olan Đsmailağa Cemaati örneğinde bu konu açımlanacaktır. Sahada yapılan bazı
gözlemler, söz konusu yerde yaşayan kişilerle yapılan görüşmeler ve görsel materyaller
ışığında, Fatih-Çarşamba semtindeki Đslami mekan kurgusu üzerinde durulacaktır.
Çalışmada öncelikle kent ve kentleşme kavramları üzerinde durularak, bu kavramlara dair
teorik argümanlar sunulacaktır. Böylece mekana dair kuramsal bir zemin üzerinden, Đslamcı
11
cemaatin mekanı kurgulayışı tartışması yapılabilecektir. Çalışmanın ana eksenini teşkil eden,
Đsmailağa Dergahı ve cemaatinin geçirdiği tarihsel süreçler ortaya konulduktan sonra, Fatih
Çarşamba özelinde üretilen Đslami mekan, bu mekanın ürettiği Đslami ilişki ve yaşam
pratikleri anlatılacaktır
Fulya Gökcan (Bilkent Üniversitesi), Bir Millet Uyanıyor: 21. Yüzyıl Türkiye'sinde Yeni-Milliyetçi
Yaklaşımlar-Ulusalcılık
Bu çalışmanın temel amacı, son zamanda çeşitli vesilelerle sıkça gündeme gelen “Ulusalcılık”
kavramı üzerine bilimsel bir bakış açısı sunabilmek ve bu yeni- milliyetçi söylemin kök
salması ve güçlenmesinin ardında yatan toplumsal, siyasi ve iktisadi sebepleri
anlayabilmektir. Bu çerçevede “Ulusalcılık” kavramı: Kemalist milliyetçilik anlayışının
sosyal, siyasi ve iktisadi gelişmeler ışığında sol söylemler ile eklemlendiği yeni nesil
milliyetçi bir söylem olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu siyasi akım, bilimsel yöntem ve
veriler ışığında ele alınarak, Ulusalcı medya; Ulusalcı entelektüeller ve Ulusalcı sivil toplum
kuruluşları tarafından geliştirilen ve çeşitli platformlarda dile getirilen Ulusalcı söylemlerin
analizi yapılmaktadır. Bu bağlamda, Ulusalcı söylem, laik cumhuriyet; üniter devlet yapısının
korunması; tam bağımsızlık ve devletçi ekonomi vurgusu yapan; Kemalist, sosyalist ve
milliyetçi prensiplerin eklemlendiği; din ve etnisite hususlarında dışlayıcı bir duruş sergileyen
ve kendi içinde ciddi çelişkiler barındıran; özellikle 2002 genel seçimleri sonrası yaşanan iç
ve dış toplumsal, siyasi ve iktisadi gelişmelere karşı bir refleks olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sercan Gidişoğlu (Boğaziçi Üniversitesi), Đnternette Milliyetçiliğin Tezahürüleri: Türkiye’deki
Türk milliyetçisi sitelerin görsel ve söylemsel analizi
Son dönemlerde internet bireylerin ortak tartışmalara katılıp kendilerini ifade edebildikleri ve
bir çeşit kimlik inşası sürecini yaşadıkları sanal bir kamusal alan olarak işlev görmeye başladı.
Đleri iletişim teknoloji günümüzde bir yandan toplumsal taleplerin ifade edilmesi ve
tartışılması konusunda belirli yöntemler sunan, diğer yandan da yerel ya da ulusal kimliklerin
inşası, yeniden üretilmesi ve ya kuvvetlendirilmesi hususunda önemli avantajlar sağlayan
araçlara dönüşmüşlerdir. Bu bağlamda bu çalışma, en popüler, en çok üyesi ya da en yoğun
günlük işlem trafiği bulunan milliyetçi web sitelerinin söylemsel analizi üzerinden internetteki
Türk milliyetçiliğini incelemek hedeflemektedir. Araştırmanın öncelikli amacı Türk
milliyetçiliğinin internetteki tezahürlerinin hemen tamamını kapsayan bir fotoğraf sunmak ve
bu web siteleri ile ilgili derinlikli söylemsel analizler sağlamaktır. Bu sebeple, bu araştırma
birinci olarak; internetin milliyetçi gruplar için kolektif kimlik ve cemaatin oluşturulması ve
yeniden üretilmesi sürecinde nasıl bir rol oynadığı sorusuna cevap aramakta; ikinci olarak ise,
bunu yaparken de nasıl bir içeriğin ve retoriğin ne tür araçlar vasıtasıyla aktarıldığı konusunu
sorgulamaktadır. Bu amaçla çalışmada 121 milliyetçi internet sitesi incelenmiştir. Örneklem
tasarımı ve yönetimi Türk milliyetçileri tarafından yapılan internet siteleri ile sınırlı
tutulmuştur. Bu çalışmanın vardığı sonuca göre Türk milliyetçileri interneti çoğunlukla
ideolojilerini yaymak, Türk milli kimliğini ve milliyetçi cemaat yapısını güçlendirmek ve son
olarak da kendini ‘davasına’ adamış bir sanal cemaat yaratmak için kullanmaktadırlar.
12
Salon 2: Edebiyat, Siyaset ve Tarih
Oturum Başkanı: Elif Daldeniz, Okan Üniversitesi
Kadir Turgut (Đstanbul Üniversitesi), Korkunun Sanatı: Çağdaş Đran Edebiyatında Politik
Sembolizm
Modernleşme doğu toplumlarına sıçradığında doğu toplumlarında o zamana kadar gelen
geleneksel bir kültür ve bunun ürünü olan klasik edebiyat vardı. Bu edebiyat oldukça içe
dönük ve apolitikti. Bu edebiyatta yalnız şairin kişisel arzu ve düşünceleri yansıtılır,
toplumsal olaylarla ilgilenilmezdi. Oysa modern dönemde bir yandan olanca hızıyla toplumsal
değişim yaşanırken bir yandan da edebiyatın muhatabı olanların toplumsal olaylara ilgisi
artıyordu. Buna ilaveten bütün alanlarda olduğu gibi kültürel alanda da yenileşme, batılılaşma
yaşanıyor, bu edebi ürünlere de sirayet ediyordu. Ayrıca yaşanan politik mücadelelerin
aktörleri de edebiyatı bir tür propaganda aracı olarak kullanmayı tecrübe ediyorlardı. Bütün
bu nedenlerle Çağdaş Đran edebiyatı da siyasi mesajlarla dolu eserler doğurdu. Fakat bu
eserlerin verecekleri mesajın açıkça ve haykırarak söylenmesine de siyasi ortam engel
oluyordu. Muhalif siyasi mesajlar içeren eserler yasaklanmakla kalmıyor, böyle eser yazanlar
ölüme varan cezalara çarptırılıyordu. Bu nedenle sanatçılar kendilerini dolaylı olarak ifade
etme yolunu seçtiler. Bunun için de sembolik bir dil oluşturdular. Bunun için özellikle şiir
önemli bir imkân sağlıyordu. Bu nedenle de modern Đran şiiri ortaya çıkışıyla birlikte büyük
bir çıkış da yakaladı. Edebiyatın özündeki ifade sanatlarının ve modern sembolizm akımının
imkanları da kullanılarak kitleleri yönlendirebilen eserler ortaya konuldu. Bu kapsamda
modern şiirin ‘kurucusu’ sayılan Nîmâ Yûşîc ile Mehdî Ehevân-i Sâlis ve Ahmed-i Şâmlû
önemli eserler verdiler. Bu şairlerin eserleri taşıdıkları siyasi mesajlarla, yalnızca kendi
dönemlerinde değil daha sonraki siyasi hareketler içerisinde de sürekli okunmuş ve
propaganda amacıyla kullanılmıştır.
Mesut Varlık (Đstanbul Üniversitesi), Türkçe Şiirin Hadımlık Endişesi-Cumhuriyet Dönemi
Türkçe Şiirin Yeniden Doğuşuna Psikanalitik Bir Yaklaşım Denemesi
Bu sunum temelde, Türk şiirinin kuruluş dönemine ve bu dönemin miladının dil devrimi
olduğu yargısına odaklanmaktadır. Cumhuriyet devrimleri dâhilinde gerçekleştirilen alfabe
değişikliği ve dil devriminin dönemin şiir dünyasına, şairlerine etkisi tarih ve edebiyat
eleştirisi içerisinde Psikanalitik bir yöntemle incelenmeye çalışılacaktır.
Türkiye’de 1928 yılında yaşanan ve “Dil Devrimi” olarak anılan olayın Türk şiirini
öldürmediğini ama hadım ederek yeniden doğmasına neden olduğunu iddia edeceğiz.
Türkiye’de, Batılılaşma çabaları ile birlikte dil sorunu da kendini ortaya çıkarmıştır.
Cumhuriyet Devrimleri’nin hemen hepsinde görüldüğü gibi dil devrimi de tarih kitaplarında
kendisini öncesiz olarak sunmuştur. Cumhuriyet’in Aydınlanma hareketi içerisinden birden
doğmuş ve uygulanmış bir radikallik olarak gösterilen dil devriminin kendisinden yarım yüz
yıl öncesine dayanan bir tarihi vardır.
Temel olarak bu çalışmada, Osmanlıca’dan Türkçe’ye geçişin dil tarihimiz açısından bir
“geçiş”, “ilerleme” değil de, daha çok bir “yarılma” olduğu iddia edilecektir. Dil devrimi,
resmi söylem içerisinde Türk Dili’nin Arapça ve Farsça kelimelerden temizlenmesi olarak
sunulsa da; söz konusu olan, bir dilin Öz-Türkçeleştirme ve temizleme yoluyla kelimelerinin
(yani hafızasının) ve alfabesinin (yani araç-gereçlerinin ve işleyiş yapısının) —metaforik
13
anlamda— hadım edilmesidir. Dönemin şairleri tam anlamıyla arada kalmış, bir anlamda
melezleşmişlerdir.
Şairler adeta yeniden bir dil, bir alfabe öğrenirler. Dolayısıyla, her yeni dil ve yeni alfabe
öğrenen insan gibi, “çocukça” denebilecek şiirler ortaya çıkar. Değişen yalnızca bir alfabe
değil, bir dilin neredeyse tamamı, gramatik yapısıdır. Destek verenlerin şiirlerini dil
devriminin “başarı”ya ulaşması ve siyasal erkle olan ilişkisinin kuvvetlenmesi açısından ne
şekilde kullandığı; muhalif yaklaşanların ise öncesinde-sırasında-sonrasında ne tutumlar
içerisinde bulunduğu; yani “milli” şairler ve “suskun” şairlerin konumlarının incelenmesi
gerekmektedir.
Şingo Yamaşita (Tokyo Üniversitesi), Osmanlı Tarihi Kitaplarıyla Siyasal Literatürde Görülen
Ortak Noktalar
Đslam dünyasında siyasal teorilerin başlıca kaynakları Aristoteles’in etkisiyle gelişen ilm-i
siyaset alanında yazılan eserler olmuştur. Fakat bunun yanı sıra dar anlamdaki siyasal teoriden
daha ziyade konuyu ahlaki açıdan ele alan ‘nasihatü’l-mülûk’ başlıklı eserlerde de siyasetle
ilgili konulara yer verilmiştir. Osmanlı döneminde de bu siyasal literatür (nasihatnameler ve
ilm-i siyaset eserleri) geleneğinin devam ettiğini görmekteyiz. XV. yüzyılın başından itibaren
Osmanlılarda edebi faaliyetlerin gelişmesiyle, öncelikle ‘nasihatü’l-mülûk’ tarzı eserler
yazılmaya başlanmış ve XV. yüzyılın ikinci yarısından XVI. yüzyılın ortasına kadar da ilm-i
siyaset türündeki eserlerde gelişme söz konusu olmuştur. Aynı zamanda XV. yüzyılın başında
başlayarak bu yüzyılın ikinci yarısından sonra hızla gelişen tarih eserlerinde de geçmiş siyasi
olayların yorumlanmasına başvurulmuştur. Tarih kitaplarında geçmiş olayların yorumlanması
iki şekilde, övgü ya da eleştiri ile birlikte yapılmıştır. Fakat bu tür değerlendirmenin
yapılabilmesi için yorumdan önce yorumun dayandığı ölçütün var alması gerekmektedir.
Değerlendirmeye bu ölçütü sağlamak üzere yukarda bahsettiğimiz siyasal literatürden apriori
teoriler tarih kitaplarına aktarılmıştır. Bu yönüyle tarih eserleri ile siyasal literatür arasında
siyaset teorileri bakımından ortak noktalar olduğu dikkat çekmektedir. Bu iki alandaki
ilişkiler XV. Yüzyıl şairi Ahmedî, XVI. yüzyılın başında faaliyet gösteren Đdris-i Bitlisî gibi
hem siyasetle ilgili kitap yazmış hem de tarihi kitap yazmış yazarlarda açıkça görülmektedir.
Salon 3: Türkiye'de Demokratikleşme ve Hükümet Politikaları
Oturum Başkanı: Mehmet Kabasakal, Okan Üniversitesi
Burcu Çulhaoğlu (Đstanbul Bilgi Üniversitesi) Bir Garip Demokratikleşme: Orhan Veli'nin
Yaprak Dergisi (1949-1950) ve Türkiye'de Çok Partili Sisteme Geçiş
Türkiye’de Çok-Partili sisteme geçiş Siyaset Bilimi literatüründe önemli yer tutmaktadır.
Çalışmaların genelinde Demokratikleşme sürecinde (1946-1950) liderlerin rolü, bürokratların
ve halkın süreci nasıl algıladığı ve bu sürecin Siyasi Kültürü ne yönde şekillendirdiği
incelenmiş, Tek-partili siyasi sistemden Çok-partili siyasi sisteme geçen diğer ülkelerle
karşılaştırmalar yapılarak Türkiye’nin Demokratikleşme literatüründeki yeri anlaşılmaya
çalışılmıştır. Bu analizlere göre, muhalefet ve kitlesellik içermeyen 1923-1946 dönemi
sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hiçbir toplumsal sınıfın desteklemediği parti
konumuna gelerek 1950 seçimleri ile iktidarı Demokrat Parti (DP)’ye bırakmış, DP’nin bu
siyasi başarısı, ‘merkez’ iktidarının sona ermesini ve ‘çevrenin/taşranın’ iktidara hakim
olmasını, bürokrasinin etkinliğini yitirmesini işaret ederken, Tanzimat’tan beri
14
modernleşmenin öncüsü olan bürokrasi-ordu-aydın koalisyonundan oluşan Tarihsel
Blok’unda da aydınların DP’yi desteklemesi üzerine kırılma gerçekleşmiştir.
Bunun yanında 1946-1950 dönemi sadece DP ve CHP arasında veya Tarihsel Blok’ta görülen
çatışmaların değil, siyasi rekabetin gelmesi ile okullara din derslerinin getirildiği, Đlahiyat
Fakültesi ve imam-hatip okullarının açıldığı, Türkçe ezandan Arapça ezana geçilmesinin
istenildiği, Genel Af’tan Nazım Hikmet’in de yararlanması için imza toplanıldığı, diğer bir
deyişle bugünkü Türkiye Siyaseti’ni de şekillendiren laiklik-muhafazakarlık, ilericilikgericilik/irtica, devletçilik-liberalizm, halkçılık-milliyetçilik temelli tartışmaların başladığı bir
dönemdir.
Ancak, Türk Siyasi Kültürü’nü anlamak için önemli olan bu dönem, aydınların rolü ve bu
Demokrarikleşme sürecini nasıl algıladıkları açısından incelenmemiştir. Bu çalışma,
Türkiye’deki Çok-Partili sisteme geçiş dönemini “sanatın, bilimin kaynaklarının sosyal
hayatta olduğu, fikir hareketlerinin politika düzeninin bağlı bulunduğu” savı ile siyasi ve
günlük olaylar, aydın-halk ilişkisi, ilericilik-gericilik, laiklik ve demokratikleşme üzerine
yazılar yazan Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın kurucusu oldukları
ve diğer sol-Kemalist ve halkçı aydınların da katkıda bulundukları fikir ve sanat yayını
Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949-15 Haziran 1950) odaklı olarak inceleyecektir. Siyaset ve
Edebiyat arasındaki organik ilişkiye de vurgu yapan bu inceleme aynı zamanda solKemalizm/sağ-Kemalizm bölünmesini ve aydınların DP iktidarını sonlandıran 1960
darbesinde Tarihsel Blok’a tekrar eklenerek ‘merkezin’ iktidara gelmesinde oynadıkları rolü
anlamayı amaçlamaktadır.
Gökhan Umut ( Marmara Üniversitesi), Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu Ne Anlama Geliyor?
Bu tebliğde, 1945 yılında çıkarılan fakat uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun
sosyal siyasal ve iktisadi yönleri ele alınacaktır. Toprak reformu dünyada pek çok ülkede
uygulanmış olmasına karşın Türkiye’deki uygulama girişimi iki yönden farklıdır: Birincisi,
diğer ülkelerde toprak reformu isteği halk tarafından istenirken, Türkiye’de yöneticiler
tarafından gündeme getirilmiştir. Yani diğer ülkelerde toprak reformu tartışmaları halk
tarafından destek bulurken, Türkiye’de böyle olmamıştır. Đkinci olarak da bu uygulama
iktisadi amaçtan çok siyasi amaç hedeflenerek çıkarılmıştır. Vurgulanması gereken bir diğer
husus da bu kanun çıkarıldığı halde fiilen uygulanmamış olmasıdır.
Bu tebliğde, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun iktisadi, siyasi ve sosyal amaçları ve
sonuçları tartışılacak ve dünyadaki örneklerinden farklılıkları bu amaç ve sonuçlar
çerçevesinde ortaya konacaktır. Özelde ise bu kanun öncesinde yaşanan gelişmeler ve
sonrasında Adnan Menderes ve ekibinin CHP’den ayrılması üzerine eğilerek çok partili
sisteme giden süreçte Toprak Reformu’nun ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır.
Hasret Dikici Bilgin (Okan Üniversitesi), Parlamenter Demokrasilerde Koalisyon Hükümetleri:
Türkiye Örneği
Parlamenter rejim günümüzde dünyada, özellikle de Avrupa’da en yaygın olan rejim türüdür.
Parlamenter rejimin yaygınlaşmasına seçim sistemlerinin Nisbi Temsil yönünde değiştirilmesi
eşlik etmiş, bu sürecin sonunda da çok partili siyaset yerleşmiş ve siyasi sistemler daha
karmaşık hale gelmiştir. Nisbi Temsil kullanan çok partili sistemlerde tek parti hükümeti
kurulması zorlaştığından koalisyon hükümetleri kurulmaktadır. Koalisyon hükümetleri ise bir
15
yandan farklı siyasi taleplerin parlamentoda temsil edilmesi bakımından yüceltilirken, öte
yandan kısa ömürlü ve kolay bozulan hükümetler olarak bilinmekte ve istikrarsızlıkla
eşleştirilmektedir. Bu çalışma Türkiye örneği üzerinden koalisyon hükümetlerini
incelemektedir. Temel olarak istikrarsızlığın koalisyon hükümetlerinin özünden kaynaklanıp
kaynaklanmadığı araştırılmaktadır. Çalışma 1991-2002 yılları arasında kurulmuş olan
koalisyon hükümetlerini ele almaktadır
Salon 4: Türk Dış Politikası II: Kültür ve Ötekileşme
Oturum Başkanı: Esra Pakin Albayrakoğlu, Arel Üniversitesi
Aslı Ergül Yurtbilir (Ege Üniversitesi), Türk Dış Politikasının Güvenlikleştirilmesi ve Yunan
“Ötekisi”
Türkiye’nin iç ve dış düşmanlar tarafından bölünmek istendiği yolundaki iddia günümüzde
bile hala inandırıcılığını koruyan bir söylemdir. Bu bakış açısının Türk Dış Politikası
üzerindeki etkisi de azımsanmayacak düzeydedir. Toprakların dış güçler tarafından ilhak
edileceği konusundaki “gergin” tavrın kimi zaman hükümetlerin dış politik manevralarına
sirayet etmiş ya da en azından bu yönde bir toplumsal baskı ortaya çıkmıştır. Türkiye ve
Yunanistan arasındaki geçmişi Osmanlı Đmparatorluğu’nun son dönemlerine uzanan karşılıklı
güvensizlik hali her iki ülkenin de dış politikalarında önemli bir hareket noktası olagelmiştir.
Özellikle Yunanistan’ın ilk kurulduğu yıllarda şiddetle vurgulanan ve Türkiye’nin
topraklarının tekrar ülkeye katılmasını savunan “Megali Đdea” düşüncesi, Türk milliyetçileri
arasında hala karşıt görüş olarak gündeme getirilen bir savdır. Her ne kadar Yunanistan
tarafından Türk topraklarına 1923 yılından beri bir işgal girişimi olmamış olsa bile,
Türkiye’de Yunanlıların Anadolu topraklarını işgal etme isteği taşıdıkları yolundaki inancın
tamamen yok olmamış olduğu gözlemlenebilir.Sevr Sendromu olarak da adlandırabileceğimiz
bu düşünce yapısı günümüzde ciddi bir kaygı düzeyinde olmasa bile hala varlığını
korumaktadır. Resmi söylemi ışığında okullarda okutulan Türklerin “destansı” tarihi ve
Bizans karşısındaki zaferleri konusunda fazlaca eğitilmiş nesiller, zaman zaman Ege
Denizi’nde sıcak saatler yaşanmasına yol açan Kardak Krizi gibi medyanın tırmandırdığı
gerilimlerin aslında sebepleri ve sonuçları ile daha iyi irdelenmesi gereken kimlik ve güvenlik
sorunlarını gündeme getirmektedir. Kıbrıs, Ege Denizi, adalar veya Batı Trakya’daki
azınlıklar gibi Yunanistan ile doğrudan alakalı sorunlar sebebiyle iki ülke ilişkilerinin
güvenlik sorunları dışında tartışılabilmesi nerdeyse imkansız hale gelmiştir. Yunanistan’ın
herhangi bir komşu ülke olmaktan ziyade sürekli bir gizli rekabet içerisinde olunan “öteki”
olması Türk Dış Politikası’nın nasıl güvenlikleştirildiğini gözler önüne serer. Ege Denizi’nde
çözümlenmesi gereken konular arasındadır. Sunuşumda, Yunan “ötekisi” bağlamında ortaya
çıkan Türk Dış Politikasında güvenlikleştirme konusunu kimlik temelinde olduğu kadar çeşitli
örneklerle de anlatmayı amaçlamaktayım.
Begüm Kurtuluş (Đstanbul Üniversitesi), Türk-Japon Đlişkilerinde Bir Mihenk Taşı: Japon
Vatandaşlarının Tahran'dan Tahliyesi
Türkiye ile Japonya arasında, Osmanlı döneminden başlayarak kurulan ilişkilerde Ertuğrul
Fırkateyni’nin ziyareti önemli bir mihenk taşıdır. Sultan II. Abdülhamit’in 1890 yılında
Japonya’ya gönderdiği hediyeleri taşıyan Ertuğrul Fırkateyni, dönüş yolunda çıkan tayfunda
kayalıklara çarparak batmış, yaralı denizcileri bölgedeki Japon halkı kurtararak onların
bakımını üstlenmiştir. Bu durum, iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmiş ve günümüze dek
süren bir Türk-Japon dostluğu başlamıştır. Bu dostluk ilişkisinde bir diğer önemli gelişme,
16
Đran-Irak Savaşı sırasında yaşanmıştır. Savaş devam ederken, 1985 yılının Mart ayında Irak
lideri Saddam Hüseyin bir ültimatom vererek Tahran’da bulunan yabancı devlet
vatandaşlarının Đran’ı terk etmeleri için bir süre tanımış, bu süre dolduğunda Irak’ın Tahran’a
karşı yoğun bombardımana başlayacağını duyurmuştur. Tahran’da bulunan yabancı devlet
vatandaşları ülkeyi birer birer terk ederken, Japon vatandaşları uçaklarda yer bulamamış,
Japonya da Tahran’a uçak gönderememiştir. Bunun üzerine Başbakan Özal’ın emriyle
gönderilen THY uçağı, Tahran’daki Japon vatandaşlarını tahliye ederek Türkiye’ye
getirmiştir. Bu durum, Japon halkında Türk devletine ve halkına karşı bir minnet duygusu
yaratmıştır. Đki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmek adına 2003 yılında Japonya’da “Türkiye
Yılı” ilan edilerek çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. Bu sene de ülkemizde 2010 “Japonya
Yılı” ilan edilmiş, Japonya yılı ülke genelinde sanatsal, kültürel, bilimsel, sportif alanda pek
çok etkinlikle kutlanmıştır. Bu şekilde halklar arasındaki tarihsel dostluk, hükümetler
arasındaki ilişkilere yansıtılmaya, aradaki işbirliği genişletilmeye çalışılmaktadır. Bu
çalışmada, Tahran’daki Japonların tahliyesi iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişimi
çerçevesinde değerlendirilecektir.
Şeyda Barlas (Boğaziçi Üniversitesi), Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatı'nın
Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010)
1980’lerde Türkiye’nin dış tanıtımı kapsamında düzenlenmeye başlayan uluslararası sanat
sergileri ve Türk haftası(günü etkinlikleri) kültürel tanıtımın bel kemiğini oluşturan
etkinliklerdir. Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, Japonya, Almanya, Đngiltere ve
Fransa gibi kalkınmış ülkelerde düzenlenmeye başlayan tarihsel sergiler Türk devletinin
köklü bir uygarlığa dayandığı tezini savunarak Türk devletinin günümüzde de geçmişine
dayanan bu kaynaktan beslendiği vurgusu yapılmaktadır. 1990’ların ortalarında özellikle
Almanya ve Türk nüfusunun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde açılan Türk Çağdaş Sanatı
Türkiye’nin modern yüzünü tasvir etmeye çalışmıştır. Küresel bakış açısı ile ele alındığında
uluslararası sergiler ve Türk Yılı etkinlikleri farklı kültürlerin bir araya gelmesi açısından
fırsat niteliğini taşımaktadır. Diğer taraftan Avrupa Birliği sürecinde kültürel ilişkileri
geliştirmek için başvurulan bazı stratejiler Türk kültürünü tanıtmaktan çok pazarlamaya
yönelik imgeler taşımaktadır.
Salon 5: Türkiye ve Avrupa Birliği
Oturum Başkanı: Erhan Doğan, Marmara Üniversitesi
Damla Bayraktar (Koç Üniversitesi), Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve
Kagider örneği
Son on yılda Türk devleti ve Türk toplumu Avrupa standartlarına uyarak Avrupa
topluluğunun bir üyesi olmak amacıyla bir değişim sürecine girdi. Bu değişimler, Türk kamu
ve kolektif faaliyetlerinde yeni bir referans çerçevesinin etkili olduğunu gösterdi. Avrupa
Birliği’nin cinsiyet konusuna daha duyarlı bir yaklaşım edinmesi ve AB’nin koşulluluk
ilkesinin Türkiye’deki cinsiyet politikaları üzerinde de etkin rol oynamasıyla Türk kadın
dernekleri için yeni bir fırsat penceresi açılmış oldu. Bu durum iki kadın derneğinin
incelenmesiyle ele alınmaktadır: Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER) ve
Kadın Gelişimciler Derneği (KAGĐDER). Her iki dernek çevresel, bilişsel (cognitif) ve
etkileşimli (interaktif) mekanizmalar doğrultusunda ve bilinçli olarak bir dizi değişiklik
yaşadı. Kader ve Kagider Türkiye’nin adaylık sürecinde özellikle Avrupa’ya yönelttikleri
17
savunuculuk ve lobicilik faaliyetlerinin etkisiyle, toplumsal cinsiyet alanının şekillenmesinde
aktif birer pozisyon edindi.
Didem Buhari Gülmez (Royal Holloway Londra Üniversitesi), Türkiye Avrupa Birliği Đlişkilerine
Sosyolojik Kurumsalcı Bir Yaklaşım: Stanford Ekolü
Bu çalışmada, Türkiye-AB ilişkilerini Stanford Üniversitesinde sosyolog olan John W.
Meyer’in liderliğinde geliştirilen ‘Dünya Toplumu’ perspektifi açısından (nam-ı diğer
Sosyolojik Kurumsalcılığın Stanford ekolü) ele almayı hedefliyorum. Özel sektörde ve kamu
sektöründe çalışan 261 AB ve Dış Đlişkiler uzmanlarıyla yaptığım anketin sonuçlarından
yararlanarak, Türkiye’de yabancıların çalışma ve gayrımenkul edinme hakkı, ombudsmanlık
sisteminin oluşturulması, 301. Maddenin kaldırılması ve Kıbrıs sorunu ile ilgili AB
baskılarına verilen ulusal tepkileri inceliyorum. Sonuçta, AB baskılarından ziyade, homojen
olmayan ve tek elden idare edilmeyen bir ‘dünya toplumu’nun Türkiye-AB ilişkileri üzerinde
etkili olduğu görülüyor. Dolayısıyla, AB ancak dünya toplumunun söylem ve standartlarını
kullandığında aday ülkelerdeki değişimi yönlendirmekte başarılı oluyor. Diğer türlü, özellikle
Kıbrıs vakası değerlendirildiğinde, AB’nin Dünya toplumunun desteğini almadan baskı
yapması Türkiye’de değişim yerine direnci tetiklemektedir.
Levent Önen (Boğaziçi Üniversitesi), AB Katılım Sürecinin Türk Demokrasisinin Pekişmesine
Etkileri
Türkiye, 1983’de prosedürel demokrasiye geçiş yaptıktan sonra 1999’daki Avrupa Birliği’nin
Helsinki Zirvesinde aday ülke ilan edilene kadar demokratikleşme yönünde ciddi bir anayasal
ya da yasal reform yapmadı. AB üyelik sürecinin gereklerini yerine getirmek için 1999
sonrası demokratikleşme, üç temel alanda yapılacak reformlara yoğunlaştı: Askerler üzerinde
sivil otoritenin kurulması, mevcut ulus-devlet yapısının demokratikleştirilip Kürt sorununun
ve diğer azınlık sorunlarının çözülmesi ve temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi. Helsinki
Zirvesinden bugüne kadarki sürecin ilk yarısında bu konularda ciddi ilerlemeler kaydedildi.
Örneğin, MGK gibi askerin siyasete müdahalesini mümkün kılan kurumsal yapılarda
sivillerin konumu güçlendirildi. Ancak, 2005 yılında müzakereler başladıktan sonra ise
reform süreci eski ivmesini kaybetti. Bu sürecin tıkanmasında Kıbrıs sorunu gibi meselelerde
ilerleme kaydedilememesinin yanısıra özellikle Türkiye’nin üyeliğine yönelik hem Avrupa
kamuoyundaki hem önemli ulusal hükümetlerdeki isteksizliğin, kuşkuların ve aynı zamanda
reform sürecinde belli bir aşamadan sonra Türkiye’de reformlara dair iç konsensüsün
sağlanamaması, siyasal aktörler arası derin güvensizlik ve kutuplaşma ve demokratikleşme
projesini sahiplenecek siyasal güçlerin olmayışı sürecin daha da ileri gitmesini engelledi. Bu
yüzden, bugün ordu üzerinde sivil otorite büyük oranda kurulmuşken diğer iki alanda halen
ciddi sorunlar sürüyor. Bu bildiride AB katılım sürecinin Türk demokrasisine etkileri bu üç
temel mesele etrafında tartışılacak. Özellikle, iç siyasi aktörlerin (siyasi partiler) bu süreçte
oynadıkları roller, aldıkları tutumlar ve bunların nedenleri irdelenecektir.
Pelin Köklü (Đzmir Ekonomi Üniversitesi), Avrupa Birliği-Türkiye Sivil Toplum Diyaloğu
Sivil toplum kavramı çok uzun zamandan beri hem akademik hem de kamusal alanda
kullanılıyor ve tartışılıyor olsa da, tanımı üzerinde ortak ve evrensel bir fikre varmak oldukça
zordur. Bu çalışma, Avrupa Birliği (AB) kurumları tarafından algılandığı ve aday ülkelere
uygulandığı şekliyle sivil toplum fikrini, aday bir ülke olan Türkiye’deki sivil toplum
yaklaşımları ile karşılaştırmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle, bu çalışmada sivil toplum, belirli
18
bir sosyal ve tarihi çerçevenin ürünü olarak ele alınacak ve bu çerçevelerin belirlediği şekliyle
açıklanmaya çalışılacaktır. Avrupa Konseyi’nin belirttiği gibi, “Üyelik müzakerelerine paralel
olarak, Birlik her aday ülkeyle yoğun bir siyasi ve kültürel diyalog kuracak ve ortak
yaklaşımları güçlendirerek toplumları bir araya getirmek amacı ile bu diyalog sivil toplumu
da kapsayacaktır” (2004). Bu amaçla AB, Türkiye ile de bir sivil toplum diyaloğuna girişmiş,
üye ve aday devletlerde her sektörden sivil toplum örgütleri arasında iletişimin
güçlendirilmesi, AB üye devletleri içerisinde aday ülkelerle ilgili bilgi ve yaklaşımların, aday
ülkelerde de AB ile ilgili bilgi ve yaklaşımların iyileştirilmesi ve özellikle AB’nin kuruluş
ilkeleri, politikaları ve bu politikaların uygulanması konusunda bilgi akışının sağlanması
yönünde girişimlerde bulunmuştur (Avrupa Komisyonu, 2005). Ancak başta belirtilen farklı
tarihi ve kültürel çerçeveler sebebiyle sivil toplum diyaloğunun istenen seviyeye ulaşıp
ulaşmadığı önemli bir tartışma konusudur. Bu çalışmada bu tartışmaya katkıda bulunulmaya
çalışılacak ve Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin bir parçası olan “sivil toplum diyaloğu”
çerçevesinde sivil toplum fikrinin AB ve Türkiye tarafından nasıl algılanmakta ve
uygulanmakta olduğu anlaşılmaya çalışılacaktır.
III. Oturum: 15:00-16:00
Salon 1: Kürt Kimliği ve Milliyetçiliği
Oturum Başkanı: Sibel Yardımcı, Mimar Sinan Üniversitesi
Bekir Düzcan & Bahtiyar Mermertaş (Mimar Sinan Üniversitesi), Bir Kimlik olarak Toplumsal
Hafıza; Farklı Toplumsal Hafızaların Rekabet Örneği Olarak Kürt Sorunu
Devletlerin
"hafıza"
ile
olan
ilişkisi
onu
biçimlendirmek
doğrultusunda
araçsallaştırabilecekleri imge ve metotların zenginleşmesiyle daha fazla güçlendi. Ancak,
kuşaklararası aktarım, teknolojik imkanlardan doğan farklı beslenme kaynakları, kültürel
miras, kolektif eğitim bombardımanındaki "makbul vatandaş hafızası"nda unutulan ama başka
hafıza gruplarında iyice hırçınlaşan bir hatırlamayı da canlı bırakıyor. Böylece farklı
"dil"lerden konuşan, ortak bir hafızadan beslenmeyen, kendi ortak tarihini farklı yorumlayan,
dolayısıyla sağlıklı diyalog da kuramayan bir toplum modeli oluşmuş oluyor. Kürt sorununun
bu kadar gergin bir toplumsal atmosferde konuşulmaya çalışılıyor olmasında farklı toplumsal
hafızaların yarattığı kimliklerin ürettiği kavram ve tarihlerin ayrıklığı yatıyor. Diğer bir
deyişle sorun, geleceği belirlemekten öte, geçmişi çok farklı şekillerde var etmiş bir toplumun
iletişim sorunu olarak da büyüyor. Kürt sorununa ilişkin farklı geçmişlerin beslediği
söylemsel kutuplaşma, tarihçi Pierre Nora'nın kavramsallaştırması doğrultusunda hafızanın
artık "içerik"ten ziyade "çerçeve"yi yani kimliği tanımladığını ortaya koyuyor.
Elleri bağlı 33 Kürt asıllı vatandaşımızı öldürdüğü iddia edilen komutanın adını taşıyan
Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası ve hemen bu kışlanın karşısına DTP'li belediye tarafından
dikilen 33 Kurşun Katliamı Anıtı örneklerinde olduğu gibi, hafıza savaşı, farklı kimliklerin
birbirine temas etmeyen söylemlerinin sahnelenmesine hizmet ediyor. Bu "unutma"
mutabakatına karşı bir uyanış olarak uygulanan evrensel yöntemlerden birisi olarak ise
Hakikat Komisyonları akla geliyor. Pek çok ülkede farklı biçimlerde kurulan Hakikat
Komisyonları'nın ana amacı, toplumsal grupları adil bir hafızada buluşturarak, travmatik
deneyimlerini paylaşmalarını sağlamak ve böylece 'olumsuz geçmişin bugün üzerindeki
iktidarına son vermek’ şeklinde tanımlanıyordu.
19
Bu sunumda, Toplumsal hafızaların, “ulus hafızası” , “tarih yazımı” ile olan etkileşimleri,
yarattıkları hatırlama mekanları, sembolleri, ritüelleri ile bir kimliği meydana getirme işlevi,
“Kürt Sorunu” özelinde sorunsallaştırılarak, Türk ve Kürt toplumsal hafızalarının çerçevesi
doğrultusunda hatırlamanın/unutmanın sosyolojik işlevi analiz edilecektir. Sunumun, Kürt ve
Türk mensubiyete sahip iki katılımcı tarafından gerçekleştirilmesi planlanmakta olup, böylece
Toplumsal Hafıza’ların ana beslenme kaynaklarından biri olan kuşaklararası aktarım
hususunda pratik deneyimlere atıf yapmak, Kürt Sorunu’nu her iki toplumun gözüyle tam
olarak yansıtabilmek amaçlanmaktadır.
Çağlayan Çetin (Đstanbul Bilgi Üniversitesi), Küreselleşme Çağında Kimlik Konuları: Kürt
Kimliği Örneği
Bu makale, küreselleşme sureciyle kimlik değişimi kavramını Türkiye’deki Kürt kimliği
örneği çerçevesinde incelemektedir. Makalede desteklenen argüman, küreselleşmenin kimlik
ve kimlik algısı mevzularını ciddi bir değişime tabi tuttuğu ve bu yeni durumun anlaşılması
için ayni şekilde yeni form ve çözümlere ihtiyaç duyulduğu yönündedir. Benzer bir şekilde
kimlik konularındaki yoğunluğun artmasını da merkezi hükümetin kötü yönetimi ya da ilgili
bölgenin gelişememişliği gibi tek bir sebebe bağlamak suretiyle açıklamak mümkün değildir.
Her durumda yeni ve kapsamlı bir yaklaşım şarttır. Makale de Kürt konusuna bu vizyonla
yaklaşmaya çalışmıştır. Yazı dört kısımdan oluşmaktadır. Đlk kişim Kürt kimliğinin
Türkiye’de uyanması üzerine kısa bir özet mahiyetindedir. Đkinci kısım Kürt kimliğinin su
anki halini almasında en büyük etkiyi yapmış olan 1980ler ve sonrası dönemde iç ve dış
olayları incelemektedir. Üçüncü kısım Kürt kimliğinin küreselleşme ile nasıl bir dönüşüme
uğradığını araştırmakta, bunu yaparken de McGrew'in "tüm dünyada bağlantıların esnemesi,
kalınlaşması, hızlanması ve derinleşmesi" seklindeki küreselleşme tanımını baz almakta ve
tanımda sözü gecen 4 temel öğenin de birer birer uluslararası arenaya, Turkiye’ye ve Kürt
sorununun kendisine uygulamasını yapmaktadır. Son kısımda ise değişen kimlik konularına
ve problemlerine sunulan yeni çözüm önerileri ele alınmakta, bunu yaparken de Türkiye’de
hal-i hazırda devam eden "Demokratik Açılım”a önemli bir yer verilmektedir. Makale, en
nihayetinde Kürt kimliği örneği üzerinden yola çıkarak biz ve öteki ayrımını yapmanın ne
kadar zor olduğunu, günümüzdeki kimlik mevzularının insan haklarıyla ayrıştırılamayacağını
ve bu minvalde yerel - uluslararası tasnifinin son derece belirsizleştiğini gözler önüne sermeyi
amaçlamaktadır.
Şermin Korkusuz (Ankara Üniversitesi), Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt
Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi
Türkiye’de programı, hedefleri ve yöntemleri bakımından yekpare bir Kürt milliyetçiliğinden
söz etmek mümkün değildir. Daha çok, sayılan noktalarda farklı vurgular taşıyan, tarih içinde
değişip dönüşen ve birbirleriyle etkileşim içinde olan Kürt milliyetçiliklerinden söz edilebilir.
Ancak çalışmanın amacı, Kürt milliyetçiliğinin tarihî seyrini takip eden bir izlek ortaya
koymak ya da birbirinden ayrışan Kürt milliyetçiliği hareketlerine dair kuşatıcı bir resim
sunmak değildir. Türkiye’deki hareketlerin ve kullandıkları anlatıların farklılıklarından ziyade
ortak noktalarına odaklanarak ülkedeki Kürt milliyetçiliği söyleminin ana hatlarını ortaya
koymaktır.
Söz konusu okuma, Kürt milliyetçiliğinin kurucu ajanları (agent) olarak işlev görmüş ve kendi
dönemlerinde diğerlerine göre daha etkin olmuş derneklerin belgeleri, yayınları, dergiler,
20
gazeteler ve etkili figürlerin yazıları üzerinden yapılmıştır. Çalışmanın arka planında
milliyetçiliği modern bir inşa süreci olarak gören yaklaşım bulunduğundan Kürt tarihyazımı
metinleri önemli bir kaynak olarak görülmüştür. Bu doğrultuda, söz konusu söylem ele
alınırken A. D. Smith’in neredeyse tüm milliyetçi projelerde / anlatılarda bulunduğunu
öngördüğü motifler bir çerçeve olarak kullanılmıştır. Çalışmada, Kürt milliyetçiliği söylemi,
yukarıdaki çerçeve içinde Türk milliyetçiliği ile arasındaki bağlantı noktaları dikkate alınarak
değerlendirilmiştir.
Salon 2: Türkiye’de Ekonomi Politik
Oturum Başkanı: Işık Özel, Sabancı Üniversitesi
Elif Al (Koç Üniversitesi), Mikro Kredinin Kadınların Güçlenmeleri Üzerine Etkileri
Bir kalkınma ve yoksullukla mücadele yöntemi olarak 1976’da Bangladeşli ekonomist
Muhammed Yunus tarafından başlatılan ve yaratıcısına Nobel Barış Ödül’ü kazandıran
“Grameen Bank” projesi 2003 yılında pilot olarak Diyarbakır’da, dönemin AKP
Diyarbakır milletvekili Aziz Akgül’ün başkanlığını yaptığı Türkiye Đsrafı Önleme
Vakfı’nın öncülüğünde uygulanmaya başladı. Şu an 46 ilde uygulanan mikro kredi alt
gelir grubundan kadınlara 500 TL’den başlayan miktarlarda ve grup temelinde
dağıtılmakta. Çıkış yeri olan Bangladeş’te birçok çalışmaya ve akademik tartışmaya
konu olan mikro kredi uygulamadaki ilk yıllarında erkelere de verilmekteyken,
1980’den itibaren artan oranda ve bugün Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede
sadece kadınlara verilmekte. Mikro kredi hem medyada hem de birçok akademik
çalışmalarda önce ekonomik iyileşme ardından da kadınların hane içinde güçlenmesiyle
eşleştirilmekte. Bu tebliğde mikro kredinin otomatik olarak neden olduğu varsayılan
ekonomik iyileşme ve onun yan ürünü olarak resmedilen güçlendirme sorgulanacak.
Tebliğin temelini oluşturan tez çalışması, 0cak-Şubat 2010’da Diyarbakır’da ve Mart
2010’da Ankara’da kredi kullanmakta olan kadınlarla yapılan 45 derinlemesine
görüşmeye dayanmaktadır. Saha çalışmasında elde edilen verilere dayanarak
Türkiye’de uygulanan mikro krediyle ilgili olarak birkaç tespitte bulunulabilir.
Öncelikle mikro kredi sayısı azımsanamayacak örnekte herhangi bir iş için değil, borç
ödemek (fatura, kira, bakkal borcu) için kullanılıyor. Gelir getirici bir iş için
kullanıldığı durumların birçoğunda ise kredi hanede çalışabilecek durumda olan fakat iş
bulamayan erkeklere (eş, baba, oğul, erkek kardeş) aktarılıyor. Kredi alan kadınların iş
yaptığı örneklerde ise geleneksel, çoğunlukla ev içinde yapılan ve geliri az işlerde (el
işi, dantel, örgü) gibi işlerde kullanılıyor. Ekonomik olarak çok yüksek getirisinin
olduğu işler ise (kimi örneklerde ayda 2 milyara kadar gelir getirdiği iddia ediliyor)
öncesinde mikro kredinin yaratmadığı bir birikime dayanıyor. Kredinin nasıl ve kim
tarafından kullanıldığından ve ne kadar gelir getirdiğinden bağımsız olarak ise,
kadınların ifadelerine dayanarak ne hane içinde ne de daha geniş sosyal çevrede
toplumsal cinsiyet rollerinde bir değişikliğe neden olmadığını, hatta kimi örneklerde
“güçlendirme” kavramını sorgulayabileceğimiz veriler olduğunu söyleyebiliriz.
Elvan Aksen Sözen (Marmara Üniversitesi), Küreselleşme Sürecinde Türkiye'de Yerel
Kalkınma ve KOBĐ'lerin Ekonomi Politiği
Türkiye’de işletmelerin %98’ini KOBĐ’ler oluşturmaktadır, dolayısıyla küçük yerel
sermayelerin üretimdeki payı oldukça büyük. Kapitalistleşmenin ve kürselleşmenin hız
21
kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’deki büyük sermayeler yanında Anadolu’nun
çeşitli yerlerinde ortaya çıkan ve sayısı gittikçe artan ihracatçı KOBĐ’lerin de küresel değer
zincirine katılımının arttığı görülmektedir. 1980 sonrası dönemde büyümenin gerçekleşmesi
için gerekli olan yatırım malları ithaltı gerekliliğinin açığa çıkardığı döviz biçiminde sermaye
ihtiyacı, ihracatçı sektörlerdeki irili ufaklı sermayelerin desteklenmesi ihtiyacını ortaya
çıkarmıştır. Bu amaçla 1980 sonrasında KOBĐ’ler, kalkınma söylemi altında kamusal
kaynakların özel kesime aktarılması yoluyla geniş bir çerçevede desteklenmiştir.
KOBĐ’lere sağlanan finansal desteklerin kalkınma planları çerçevesinde kamusal
kaynaklarla finanse edilmesi devletin gittikçe daha fazla sermaye merkezli bir kalkınma
anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle 9. kalkınma planında yerel
kalkınma politikalarının, yerel üreticilerin desteklenmesi çerçevesinde ele alındığı
görülmektedir. Tüm bunlar günümüzdeki küresel ekonomik sistemde, artık yerel
aktörlerin de sürekli genişleyen küresel değer zincirinde yer alarak büyüme isteğinde
olduğunu göstermektedir. KOBĐ’ler ayakta kalmak ve varlıklarını sürdürebilmek için
hem iradi hem de koşulların zorlamasıyla küresel piyasalara eşitsiz ilişkilerle
eklemlenmektedirler. Bu eklemlenme sürecinde, hem sürecin öznesi hem nesnesi
konumundadırlar.
Yeliz Düşkün (Okan Üniversitesi), Türkiye'de Özelleştirmenin Politik Ekonomisi: Siyasi
Parti Söylem Analizi
Türkiye’de özelleştirme uygulamaları 1980’lerin ortalarında başlamıştır fakat büyük
ölçekli özelleştirmelerin gerçekleştiği dönem 2004 sonrasına denk düşmektedir.
Türkiye’de özelleştirmenin politik ekonomisi üzerine bugüne kadar yapılan pek çok
çalışma 2000’lere kadar olan rölatif zayıflık ve 2004 sonrası büyük özelleştirme atağını
açıklamaya çalışmıştır. Bu anlamda ortaya atılan görüşler arasında hükümet tipi, yasal
çerçeve, uluslararası kurumlar ve ekonomik krizler gibi fenomenler en fazla tartışılanlar
olmuştur. Bu çalışma Türkiye’de özelleştirmenin politik ekonomisi tartışmasına siyasi
partilerin özelleştirme ve ekonomik liberalleşme konusundaki söylemleri açısından
yaklaşmaktadır. Söylem analizi siyasi partilerin parti programları ve seçim
manifestolarından içerik analizi yoluyla yapılmıştır.
Çalışma 1980 sonrası
hükümetlerde bulunan sağ partileri kapsamaktadır ve 2000’lere kadar hükümetlerde yer
alan siyasi partilerin dökümanlarının 2000 sonrasındakilerden daha düşük bir
özelleştirme yanlılığı sergilediğini göstermektedir. Başka bir deyişle 1980 ve
1990’lardaki sağ partilerin özelleştirme fikrine ve genel olarak neoliberal ekonomik
politikalara yaklaşımları daha az pozitif olduğundan düşük özelleştirme performansını
açıklamada parti pozisyonu etkili olarak dikkate alınabilir.
Salon 3: Türk Dış Politikası I: Açılımlar ve Yönelimler
Oturum Başkanı: Sabri Sayarı, Sabancı Üniversitesi
Erdem Demirtaş (Yıldız Teknik Üniversitesi) AKP Dış Politika Söyleminde Bölgesel
Tahayyül: Ortadoğu Özelinde Bir Đnceleme
AKP dönemi Türk Dış Politikası’nın dikkat çeken özelliklerinden biri Türkiye’nin bu
dönemde Ortadoğu ile olan ilişkilerinin yoğunlaşması ve bölgesel sorunların dış politika
gündeminde ön plana çıkmasıdır. Türk Dış Politikası’nda gözlemlenen bu değişimin önceki
dönemlere kıyasla niteliksel bir farklılaşmayı temsil edip etmediği sorusu, Türk Dış Politikası
22
çalışmalarında son dönemin popüler konusunu oluşturmaktadır. Biz de çok daha mütevazı bir
soruyla “AKP karar alıcılarının zihinlerindeki bölge tasavvuru neye tekabül ediyor?”
sorusuyla tartışmaya katkıda bulunma amacındayız. Bu soruyu yanıtlarken eleştirel
jeopolitiğin imkânlarından faydalanacağız. Bu sebeple çalışmanın birinci bölümünde eleştirel
jeopolitik yaklaşım ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Eleştirel jeopolitik klasik jeopolitik
kuramlardan farklı olarak coğrafyayı verili/objektif bir olgu olarak değil hayal edilmiş,
kurgulanmış bir gerçeklik olarak ele alır. Ayrıca coğrafyanın kurgulanma sürecini mevcut
iktidar ilişkilerinden ayırmayarak coğrafya siyaset ilişkisini sorunsallaştır. Eleştirel
jeopolitiğin coğrafyaya yönelik bu yaklaşımı bölgesel analizlerde iç politika dış politika
ayrımı gözetmeksizin doğrudan coğrafya siyaset ilişkisine odaklanmamızı sağlar. Eleştirel
jeopolitiğin meta teorik analizlerinden “reel” politikanın gündemine geçebilmek için
jeopolitik kod kavramını kullanacağız. Bu kavramı kullanarak siyasal elitin belli bir
coğrafyaya yönelik varsayımlarını ve bu varsayımların dış politika üzerindeki etkisini ortaya
koymayı amaçlamaktayız.
Çalışmanın ikinci bölümünde AKP döneminde Ortadoğu’nun hangi jeopolitik kodlar
etrafından yeniden kurgulandığını ve bu kodların AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin
Ortadoğu ile olan ilişkilerini nasıl yönlendirdiğinin analizi yapılacaktır. Bunun için
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabını, yayımlanan bazı
makale ve röportajlarının yanı sıra Başbakanın Ortadoğu meselelerine ilişkin
demeçlerini inceleyeceğiz. Bu sayede AKP karar alıcılarının bölgeyi zihinlerinde nasıl
kurguladıklarını ve dış politika üretirken bölgeye yönelik hangi varsayımlardan hareket
ettiklerini ortaya koymaya çalışacağız.
Mustafa Ertürk (Đstanbul Üniversitesi), Türkiye'nin Uluslararası Đlişkilerinde Yumuşak
Güç (Soft Power) Olarak Din Olgusunun Kullanılması
20. yy.ın son çeyreğinden itibaren din, tüm dünyada politik hayatın belirleyicileri arasındaki
yerini geri kazanmış duruma gelmeye başladı. Aynı zamanda bu belirleyici yanını son yıllarda
uluslar arası ilişkilerde de göstermeye başlamıştır. Bu dönemde bu olgu birçok kitap
yayınlanmıştır. Joseph Nye tarafından ilk kez gündeme getirilen “soft power” kavramı son
zamanlarda uluslar arası ilişkilerde çok önemli bir kavram haline gelmiş durumdadır.
Türkiye’de bu gelişmelerden doğal olarak etkilenmiştir. Bu bağlamda din, Türkiye’nin uluslar
arası ilişkilerinde kilit bir rol oynamaya başlamıştır. Ben, bu sunumda Türkiye’nin dini bir
araç olarak kullanarak yabancı ülkelerdeki mevcut faaliyetlerine değinmek istiyorum. Aynı
zamanda potansiyel olarak görülen (Örneğin: Afrika ve Orta Asya) ülkelere yönelik
çalışmaları gerek resmi kurum olan Diyanet gerekse devletten görece bağımsız (nongoverment) kuruluş ve cemaatlerin çalışmalarını inceleyeceğim.
Samet Zenginoğlu (Akdeniz Üniversitesi), Türkiye, Doğu-Batı Ekseninde Bir Tercih
Yapmak Zorunda Mıdır?
II. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye, iki kutuplu dünya denkleminde bir tercih yapma
durumu ile karşı karşıya kalmıştır. Ortaya çıkan iki seçenekten biri yakın/etkin güç, diğeri ise
uzak/potansiyel güç olmuştur. Dönemin yakın/etkin gücü pozisyonunda olan SSCB’nin gerek
Boğazlar gerekse Kuzeybatı Anadolu üzerinde arta gelen talepleri, özellikle güvenlik anlayışı
çerçevesinde, Türkiye’nin stratejik önceliğini Batı’dan yana kullanması neticesini
doğurmuştur. Bu tercih kendisini özellikle 1952 yılında, Kore Savaşı’nın devam ettiği
günlerde NATO üyeliği ile göstermiştir. 1959 yılında Avrupa Topluluğu’na yapılan başvuru
da bu önceliğin bir diğer tezahürü şeklinde addedilmelidir. XX. yüzyılın son on yılına kadar
23
SSCB’nin Kafkaslara ve Orta Asya’ya hâkimiyeti ve Ortadoğu’da inkâr edilemez etkisi,
Doğu’nun, uzun dönemli stratejilerde ön planda ol(a)maması sonucunu doğurmuştur. Ancak
yine de, Menderes döneminde Ortadoğu ile artırılmaya çalışılan ilişkiler ve Özal döneminde
Orta Asya ve Kafkaslarla bağların yeniden kurulması çabaları kısa dönemli taktik manevralar
olarak nitelendirilebilir.
Çalışmamızın temel tezi, Soğuk Savaş döneminin ardından – özellikle XXI. yüzyılda –
Türkiye’nin artık Doğu ile Batı arasında bir öncelikli tercih yapma zorunluluğu içerisinde
olmadığıdır. Türkiye, bu süreçte dört önemli noktayı idrak etme sürecini yaşamaktadır: (1)
Türkiye’nin Batı ile ilişkisi ‘muhtaç olma’ değil ‘ihtiyaç duyma’ anlayışı çerçevesindedir. (2)
Türkiye, Doğu ile Batı arasında bir köprü değil Afro – Avrasya’nın merkezidir. (3) Özellikle
enerji nakil hatları alanlarında Türkiye, Doğu ile Batı arasında ana eklem noktasıdır. (4) Sahip
olduğu tarihsel, kültürel hinterlandı inkâr etmeyen Türkiye, her iki alana da yönelen ve ‘tercih
edilen’ bir konuma sahiptir.
Yakup Şahin (Ankara Üniversitesi), Bölgesel Güç ve Yeni Osmanlıcılık Tartışmaları
Gölgesinde Son Dönem Türk Dış Politikası
KKTC’nin son genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin verdiği mesaj Kıbrıs
sorunu başladığı yıllardan beri Türkiye kamuoyu tarafından ilgi ile izlenmektedir. Dönem
dönem Türkiye’de milliyetçiliğin yükselmesine, siyasal partilerin sloganlarında da fazlası ile
yer almıştır amiyane tabir ile “Yavru Vatan” hep bir “vatan” sorunu olmuştur. Kuzey
Kıbrıs’ın siyasal yaşamı da Türkiye’nin siyasal yaşamından ve çalkantısından geri
kalmamıştır.2003’ten beri yaşanan politik değişim KKTC halkının nelerden etkilendiğini ve
karar aşamalarında nelere daha çok önem verdikleri görülmektedir. KKTC’nin kuruluşundan
2003’e kadar genelde milliyetçi sloganları ile bilinen sağ partiler(UBP ve DP ) iktidarda
olmuş Cumhurbaşkanlığı’nı da aynı görüşleri ile bilinen Rauf Denktaş yapmıştır. Güney
Kıbrıs’ın AB’ne üye olacak olması dolayısı ile Kıbrıslı Türklerin de AB vatandaşı olabilme
umutları ardından bunun yolu ve Kıbrıs’ta devam eden çözümsüzlüğün çözümü olarak
görünen Annan Referandumu’na doğru ise siyasal hayatta kaymalar gözlemlenmiştir. Seçmen
Miiliyetçi sağ partilerden, “çözüm, Kıbrıslılık, AB” gibi temalara vurgu yapan sol
partilere(CTP) kaymıştır. O dönem içinde öncelikle CTP oylarında patlama yaşamış, lideri
M.Ali Talat Başbakan olmuş, Annan Planı yüksek bir oranla “evet” oyu almış, arkasından
gelen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Talat cumhurbaşkanı olmuşur. Güney Kıbrıs’ta da
sol AKEL’in lideri Hristofyas’ın cumhurbaşkanı olması ile görüşmeleri çözümle
sonuçlanacağı yolundaki görüşler artışken art arda yapılan görüşmelerden somut ilerleme
sağlanamaması, Annan Planı döneminde KKTC’ye verine sözlerin yerine getirilmemesi,
izolasyonların devam etmesi, ekonominin kötüye gitmesi, çözüm sözü veren CTP’nin de
sözlerinin uzağında kalması Kuzey Kıbrıs halkını gerçek bir hayal kırıklığına uğratmıştır.
Sonucu olarak da önce genel seçimlere sağ UBP iktidara gelmiş ardından yapılan
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini milliyetçi olduğunu söyleyen UBP lideri Derviş Eroğlu
kazanmıştır. Halkın refkektif tepkilerini görmek açısından sonuçlar çok manidardır.
Salon 4: Siyaset Felsefesinde Farklı Yaklaşımlar
Oturum Başkanı: Murat Özbank, Đstanbul Bilgi Üniversitesi
Dilara Mehmetoğlu (Kocaeli Üniversitesi), Carl Schmitt Parlamenter Demokrasinin Krizi
24
2000’li yıllarda Nazilerin siyasi ve hukuki kuramcısı olarak kötü bir üne sahip Carl Schmitt’e
olan ilginin artışı tesadüfî değil. Küreselleşme, nükleer tehdit, insan hakları ve radikal dini
unsurların tüm dünyada öne çıkışıyla alışıldık anlamda “devlet baba” profilinin zayıflaması,
“egemen”i tüm unsurlarıyla tek hakim haline getirmeyi amaçlayan Schmitt’i, bir karşıt arayış
olarak, ilgi odağı yapıyor. Öte yandan Schmitt’in tezlerindeki ve kuramındaki inkar edilemez
tutarlılık da onu incelemeye değer kılan bir başka faktör. Bilimsel bir çalışmada araştırmacı
önyargılardan sıyrılarak Carl Schmitt gerçeğine bakabilirse rastlayacağı sıklıkla önemli ve
yerinde tespit ve gözlemler, sınırları zorlayan ancak “olamaz” denilerek kestirilip
atılamayacak çözümlerdir. Bu çalışma bilimsel tarafsızlık kriterine sadık kalınarak
oluşturulmaya çalışılmıştır. Carl Schmitt, “Parlamenter Demokrasinin Krizi” adlı eserinde
mutlak eşitliğin imkansızlığından bahseder.
Schmitt “kriz” kavramını ikiye ayırarak kullanır; demokrasinin krizi ve parlamentarizmin
krizi. Bu ikisi birbirlerinden farklı olmalarına rağmen sorunları ortaktır; “modern kitle
demokrasisi”. Schmitt bu noktada ayrı krizlerden bahsederken onlara değinen siyaset
bilimcilere de dikkat çeker; M. J. Bonn demokrasinin içinde bulunduğu krizle, Alfred Weber
modern devletin içinde bulunduğu krizle ve en nihayetinde Carl Schmitt parlamentarizmin
içinde bulunduğu krizle ilgilenmektedir. Schmitt’in ayrımları öyle kesindir ki liberal ile
demokratik kavramlarının birbirlerine karıştırılmamaları gerektiğini ısrarla vurgular. “Kriz,
modern kitle demokrasinin yarattığı sonuçlardan ve son tahlilde, ahlaki pathosla yüklü liberal
bireycilik ile özünde siyasi ideallerin tahakkümü altında olan demokratik devlet anlayışı
arasındaki zıtlıktan doğmuştur. Mutlakıyetçiliğe karşı yüz yıl süren tarihi ittifak ve mücadele,
bu zıtlığın farkına varılmasını engelledi. Tezat, kökenine inildiğinde, liberal birey bilinci ile
türdeşlik arasındaki kaçınılmaz tezattır .” Böylece Schmitt, yukarıda da değinildiği üzere,
demokrasi ile liberalizmi dolayısıyla da parlamentarizmi kesin bir çizgiyle ayırır.
Kadir Temiz (Namık Kemal Üniversitesi), Đnsan Hakları'nın Ahlaki Kökenleri: Faydacılık
(Utilitaryanizm) ve Erdem Ahlakı
Bu tebligde kisaca gunumuzde hem ulus-devlet duzeyinde hem de uluslararasi iliksiler
duzeyinde etkili olan insan haklari kavraminin ahlaki kokenleri Utilitaryanizm ve
Erdem Ahlaki teorileri merkezinde incelenerek insan haklarinin uygulanabilirligi
sorunsali uzerinde durulacaktir. Teblig boyunca her iki teorinin temel argumanlari
karsilastirilarak insan haklari konusunda bir sentez olusturulup olusturulamayacagi
tartisilacaktir. Sonucta ozel olarak insan haklari genel olarak ta herhangi bir siyasal
kavramin uygulanabilirlik sorununun ancak karsilastirmali bir analizle ortaya
cikarilabilecegi iddia edilecektir.
Onur Kara (ODTÜ), Sosyal Bilimlerde Yeni Bir Bakış: "Duygular Sosyolojisi"
Sosyolog ve düşünür Ulus Baker, demokrasi ve siyaset çözümlemesini, “kanaat”leri
mevzu bahis ederek yapmaktadır. Genel olarak günümüz toplumlarını “kanaat
toplumları” olarak görmekte, sosyal bilimlerin de “kanaat sosyolojisi” haline geldiğini
tespit etmektedir. Baker'e göre, hali hazırda sosyolojinin ve siyaset biliminin temel
dayanağı, insanların kendileri hakkındaki “kanaat”leridir. Fakat günümüzde
“kanaat”ler, televizüel imajlar ve söylem belirleniminde oluşturulduklarından, toplumu
ve çağı anlamak adına artık herhangi bir gerçekliği ve olgusallığı kalmamış, zorunlu
yanılsama niteliğindedirler. Ayrıca, temsili demokrasinin zemini olan seçimler ve
referandumlar, insanların kutuplaşmış, kitleselleşmiş ve rekabet halindeki kanaatlerini
25
bildirdiği bir medya olarak, bir taraftan toplumu depolitize ederken, diğer taraftan da
iktidarı tescilleyen ve meşrulaştıran bir mekanizmaya dönüşmüştür. Baker, tüm
bunların karşısına, “duygular” temelinde bir sosyal bilim ve siyaset eylemi önermekte
ve Spinoza, Leibniz ve Kant'ın Descartes eleştirilerinden, Simmel ve Tarde'ın sosyoloji
algılarından ve Vertov ve Godard'ın sinematografi anlayışlarından yola çıkarak, görme,
tahayyül etme, duygulanım ve sezgi becerileri ekseninde bir “duygular sosyolojisi”
geliştirmektedir. “Bilme”den ziyade, “görme”ye dayalı bu yaklaşımın mahiyeti,
günümüz toplumsalına ve siyasetine vakıf olmanın gerçekçi bir yolunu sunması ve
politikliği eylemsellik içinde bir varoluşa yükseltmesidir. Bu haliyle, Baker'in önerisi,
toplum bilimlerinin her alanında önemle incelenmeli ve tartışmaya açılmalıdır. Bu
tebliğin amacı da, böylesi bir incelemeyi sunmak ve tartışmaya açmaktır.
Salon 5: Avrupa Birliği Dış Politikası
Oturum Başkanı: Đnan Rüma, Đstanbul Bilgi Üniversitesi
Cemil Hakan Korkmaz (Đstanbul Üniversitesi), Avrupa Birliği Entegrasyon Sürecinde
Askeri Boyutun Temel Karakteri
Entegrasyon ve bunun çok boyutlu niteliği, kendisini her alanda gösteren bir karmaşayı
beraberinde getirir. Toplumlar ve devletler arasındaki ilişkiler ve kurumların ortak zemine
kavuşturulmaları; bir yandan aynılaşmayı diğer yandan da farklılıkların kabulünü zorunlu
kılan bir felsefenin varlığını gerektirir. Bu çelişkili süreç entegrasyona dâhil olan öznelerin,
kurumların ve toplumların, dışarıya karşı ortak söylem ve eylem çizgisini oluşturabilmeleri
için gerekli olan şartların kırılganlaşmasına neden olur. Söz konusu zafiyetin iktisadi etkenler
tarafından desteklenmesi durumunda, entegre olması istenen yapı ve ilişkilerin giderek
birbirlerinden uzaklaştıkları görülecektir. Bu nedenle her entegrasyonda olduğu gibi Avrupa
Birliği’nde de sınır çizme problemi ile karşılaşılır. Bunlar salt fiziksel anlamda sınırlar
değildir. Düşünsel geçmişin ve kültürel aidiyetin, siyasi merkezileşme ve kurumsallaşmanın,
jeopolitik ve stratejik güvenliğin önemi ancak bu sınırların çizilmesindeki rolleri ile birlikte
açığa çıkartılabilir. Avrupa Birliği’ni bir düşünceden ya da ham bir hayal olmaktan çıkararak
onu var eden gerçeklikler, aynı zamanda derin kökleri bulunan bir dışlamanın sayesinde
ayakta durmaktadır.
Birleşmek, anlaşmak, bütünleşerek değişmek ve dışa karşı siyasi/iktisadi hegemonya
olabilmenin yollarını arayan ulus devletlerin entegrasyonu, dünya dengelerinde konfederal ya
da federal yapıdaki bir güç olabilmenin ön şartıdır. Bu çerçevede güvenlik siyaseti ve
stratejisi açısından herhangi bir iktisadi, siyasal vb. birlik, belli birtakım askeri ilkeleri
bağrında taşır. Bu durum hem kendi güvenliğini sağlamaya çalışan AB’nin haklı bir çabası,
hem de büyük bir güç olarak küresel alanda kendisine daha fazla yer açma girişiminde
bulunmanın doğal sonucudur. Nitekim AB, bir yandan iktisadi, siyasi, bilimsel ve kültürel
düzeyde kendisine ait sınırlarını belirlerken diğer yandan da askeri güvenliğin sağlanmasına
ilişkin temel sorumluluğu yerine getirme çabasında bulunur.
Çiğdem Doğan (Marmara Üniversitesi), Avrupa Birliği Ortak Dış Politikası
Avrupa Birliği kurulurken bir dış politika amacı olmamıştır. Daha sonra, ortak ekonomi
politikaları alanındaki başarıları karşılayabilecek bir politik role de sahip olunması ihtiyacı
duyulmaya başlanmıştır. AB’nin politik anlamda da bir bütün olarak davranmasına yönelik
26
beklentiler çoğalmıştır. Ortak ekonomi politikalarının yanı sıra, ortak bir dış ve güvenlik
politikasına da sahip olması, AB’nin dünya politikasındaki yeri açısından son derece önemli
görülmüştür. Böylece AB, yıllar boyunca ortak bir dış politikaya sahip olma konusunda çeşitli
girişimlerde bulunmuştur. Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası (Common Feoreign and
Security Policy)’nın oluşturulması bu yöndeki en önemli adım olmuştur. Ancak, tüm çabalara
rağmen Avrupa Birliği tüm üyelerini bağlayan bir ortak dış politikaya sahip değildir. Bunun
arkasında yatan temel neden ise dış politika konusundaki kararların hala üye devletlere ait
olmasıdır. Bu gerçekten hareketle bu çalışmada ortak olması için çalışılan AB dış politikası
tarihsel olarak incelenecek, ortak bir dış politika oluşturulamamasının nedenleri ortaya
konacak ve gerektiği yerlerde örnek olaylara vurgu yapılarak daha net bir analiz yapılmaya
çalışılacaktır.
Çalışma, AB’nin ortak bir dış politikaya sahip olması konusunda bugüne kadar atılmış
olan adımları inceleyerek başlayacaktır. Bu süreç içinde, dünya politikasında yaşanan
olaylar karşısında AB’nin dış politikası analiz edilecektir. Daha sonra, Lisbon
Anlaşması ile yapılan son değişiklikler somut olarak incelenecek ve bunlara rağmen
ortak dış politikaya sahip olma konusundaki sorunlar ve sebepleri incelenecektir.
Böylece, atılan tüm adımlara rağmen, AB’nin ortak bir dış politikaya sahip olmadığı ve
yakın gelecekte de sahip olmasının zor olduğu gösterilmeye çalışılacaktır.
Derya Özveri (Kocaeli Üniversitesi), AGSP Bir Avrupa Güvenlik Yönetişimi Oluşumuna
cevap Olabilir mi?
11 Eylül sonrasında değişen güvenlik algılamaları, Avrupa Birliği’nin Güvenlik ve Savunma
Politikası’nı her ne kadar henüz tam içerik ve pratik olarak üye ülkelerce tanımlanamamış
olsa da, kendi sınırlarını yeniden oluşturmasına neden olmuş ve bu gereksinim, AB’nin
Genişlemesi ve 2005’de ki AB Anayasası’nın Fransa ve Hollanda referandumlarında reddi ile
daha da artmıştır. Hükümetlerarası kalması tercih edilen güvenlik ve savunma konularında,
ulusal hükümetlerce etkin çözümlerin sağlanamadığı ve aslında işbirliği yapılması gerekliliği
gün gibi ortada olan böylesi bir global ortamda AGSP’nin kendini tekrar tanımlaması
gerekliliği, AGSP’nin bu zamana kadar en büyük eleştiri aldığı nokta olan mesruiyet ve siyasi
irade konusunu nasıl çözebileceğine odaklanmıştır. Şu ana kadar AB içerisindeki birbirini
tutmayan politik söylemler ve gerçeklerden uzak varsayımlar, AGSP alanında özellikle
kurumsal bazda gösterilen gelişmeleri görünmez kılsa da sorun, güvenlik ve bununla ilgili
konuları hala devletlerin kendi salt egemenlik alanlarında görmesi ve bu yüzden bu alanlarda
işbirliğinde yaşanan engeller ve etkin politika üretmedeki eksiklikler, Avrupa Birliği siyasanın
önüne gelmektedir. Lizbon Anlaşmasıyla Dış Đlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek
Temsilcisini iş başına getirerek, AB’nin dışişleri, güvenlik ve savunma alanlarında kendine
tek ses verme isteği, bu eksikleri gidermede hükümetlerarası yaklaşımdan çok taraflılığa
meyil etmesinin bir göstergesi olarak ele alınmaktadır. Bu çok taraflılığa olan kayma AB’nin
güvenlik alanında da, şu an üye devletlerin kendi istekleri ölçüsünde katıldıkları AGSP’yi bir
güvenlik yönetişimine dönüştürmeye çalışması ve bu şekilde AGSP’nin ve dolayısı ile
AB’nin siyasi irade ve meşruiyet sorunlarına bir çözüm olabileceği fikri ortaya konmaktadır.
Bu tebliğ, Avrupa Güvenlik Yönetişimini, AGSP’nin meşruiyetini sağlamlaştırma da ne
kadar etkin olabileceğini incelemeye çalışacaktır. Bu inceleme de de uyum sağlama da
değişik içsel ve dışsal baskı unsurları göz önünde bulundurulacaktır.
27
IV. Oturum: 16:15-17:15
Salon 1: Erken Cumhuriyet Dönemi Milliyetçilik Tartışmaları
Oturum Başkanı: Cemil Boyraz, Đstanbul Bilgi Üniversitesi
Ahmet Pakiş (Yıldız Teknik Üniversitesi), Anadoluculuk Hareketi ve TürkçülükTurancılık Siyaseti
Anadoluculuk hareketi önemli bir kimlik açılımı getirmesine karşın, siyaset bilimi
literatüründe çok az incelenen başlıklardan birini oluşturmaktadır. Osmanlıcılık,
Đslamcılık ve Türkçülük akımlarına tepki olarak gündeme gelen Anadoluculuk hareketi,
en keskin eleştirilerini Ziya Gökalp’ın şahsında pan-Türkçü söylemlere ve bu
söylemlerin yansıması olan pozitivist ve solidarist politikalara karşı gerçekleştirir.
Anadolucular, Türkçü-Turancı kanadın irridentist yaklaşımlarına karşın Anadolu
coğrafyasının misak-ı millî ile çizilmiş sınırlarını kendilerine vatan olarak kabul eder.
“Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan; vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir:
Turan!” söyleminde vücut bulan uçsuz bucaksız, hudutsuz, soyut vatan kavramını,
sınırları belirlenmiş olan somut bir coğrafyaya dönüştürülmesinin gerekliliğine
inanırlar. Anadolucular, Turancılık siyaseti gütmenin Anadolu insanının enerjisini
gerçekleşmesi mümkün olmayan hayaller peşinde heba etmekten başka bir işe
yaramayacağı kanısını taşırlar. Türkçü-Turancı hareketin gerek vatan, tarih ve millet
anlayışına ve gerekse Anadolu’yu merkeze almadan gerçekleştirdikleri söylem ve
siyasete karşı itirazlarda bulunur. Yerliliği ve yerelciliği ön plana çıkartarak Turancı
ideolojinin irridentist politikalarına karşı yeni önermeler getirir. Kimliğin ana unsurunu
Anadolu coğrafyası, Anadolu vatanı, olarak tayin eder. Bu bağlamda, Türkçü-Turancı
fikir akımına karşın, territoriyal bir anlayışı ifade eder. Bu çalışma kapsamında
Anadoluculuk hareketi ve bu hareketin kurguladığı “Anadoluluk” kimliği, TürkçülükTurancılık akımıyla karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır. Bu amaçla Anadoluculuk
hareketinin söylemlerinde kullandığı tarih, coğrafya, vatan, milliyetçilik, kimlik vb.
konular tartışmaya açılacak ve Anadoluculuk hareketi savunucularının, TürkçülükTurancılık akımına karşı kendilerini nasıl konumlandırdıklarına dair kapsamlı bir fikir
oluşturulmaya çalışılacaktır.
Çiğdem Külçür (Yıldız Teknik Üniversitesi), Cumhuriyetin Ulusal Kimlik Đnşasında
Eskiçağ Tarihi Araştırmalarının Yeri
Cumhuriyet devri ile yeni bir yönetim tarzı kazanan Türkiye’de, ulus- devlet temelini
güçlendirmek ve millete “ortak kültür ve miras sahibi olmak” bilinci kazandırmak amacı ile
“ulusal tarih” e önem verildi. Türkleri birbirine bağlayan: “Tarih, yurt, dil, kültür ve ülkü”
bağlarının oluşturulmasında ise öncelikle “Türk Tarih Tezi”nden yararlanıldı.
Batı etkisiyle başlayan tarihsel, arkeolojik ve antropolojik araştırmalar bu amaç doğrultusunda
“bilimsel bir görev” olarak görüldü. Ayrıca bu dönemde Eskiçağ bilimleri Ankara’da
kurumsallaştı, arkeolojinin merkezi Đstanbul’dan Ankara’ya kaydı. Bu kurumsallaşma yeni
kurulan DTCF ve açılan kürsüler yoluyla oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında sistemli kazıların
başlaması, Ankara başta olmak üzere büyük kentlerde müzelerin kurulması eski eserlere
korumacı yaklaşımın bir sonucuydu ancak kültür oluşturma amacı ve kökenci yaklaşım,
Türkiye arkeolojisinin kuruluşundaki korumacı yaklaşımı geri plana attı.
28
Genç nesil için uluslaşma sürecinin itici gücünü oluşturması düşünülen “Mısır, Anadolu, Ege
ve Mezopotamya gibi coğrafyalarda büyük uygarlıklar kurmuş oldukları” savı ön plana
çıkarılıp, Osmanlı öncesi Türklere atıfta bulunarak varolan olumsuz önyargı değiştirilmeye
çalışıldı. Ayrıca Miken ve Minos kültürlerinin Anadolu’nun “Eti” ve “Protoeti” kültüründen
gelme olduğunu, kültürün Anadolu’dan yayıldığı ıspatı için çalışan Türk arkeolojisi “yerel”
bir özellik gösterdi ve “evrensel” olamadı.
Nazlı Usta (Erciyes Üniversitesi), Türkiye'de Tarih Öğretiminde Rum ve Yunan Algısı:
Kemal Kara'nın Đnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı Örneği
Bu çalışmada, Türkiye’deki tarih yazımı ve bunun tarih öğretimine etkileri incelenmiştir.
Türkiye’de tarih, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde oluşturulmuş ve sonrasında da ön planda
tutulmuş olan resmi tarih tezi yardımıyla yazılmaktadır. Bu tarih yazım metoduyla bir “biz”
ve “öteki” ayrımı yapılmaktadır. Tarih sadece Türkiye ve Türklere odaklanılarak, savaşlar ve
destanlar üzerinden anlatılmaktadır. Bu noktada tebliğde örnek kitap olarak Kemal Kara’nın
yazdığı “Đnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” ders kitabı alınmış ve bu kitap içinde, ötekileştirilen
iki grup, iç düşman olarak görülen Rumlar ve dış düşman olarak resmedilen Yunanlar
incelenmiştir. Çalışma sonucunda, tarih öğretiminin ve yazımının demokratikleşebilmesi ya
da tarafsızlaşabilmesi için resmi tarih tezi kadar ötekileştirilen grupların bakış açılarının,
düşünce sistemlerinin ve algılarının da anlatılması, analiz dâhilinde tutulması gerektiği iddia
edilmektedir.
Özlem Akkaya (Boğaziçi Üniversitesi), Milliyetçilik ve Sosyal Politikanın Kesişmesinde
1934 Đskan Kanunu ve Çingeneler
Bu tebliğ 1934 Đskân Kanunu deneyimi ışığında Türkiye’de tek parti rejiminin sosyal
politikalarıyla “homojen bir millet yaratma” hedefi arasındaki ilişkiyi incelemektedir.
Tebliğin odağını Đskân Kanunu’nun çıkmasına yol açan özel tarihsel koşullardan ziyade
devletin sosyal politika girişimlerinin kendi sınırları içinde homojen bir ulusal kimlik
yaratma ve sınırlarını göçebe Çingeneler gibi “istenmeyen unsurlara” karşı koruma
çabalarıyla ilişkilenme biçimleri oluşturmaktadır. Çalışmada öncelikle Đskân Kanunu
bir sosyal yardım politikası olarak incelenecek ve Türkiye’deki refah rejiminin
belirleyici özelliklerinin kanuna yansıdığı noktalar aranacaktır. Daha sonra
milliyetçiliğin ırkçılıkla kurduğu muğlâk ilişkiyi gün ışığına çıkarmak amacıyla Kanun
Türkiye’de resmi milliyetçiliğin farklı sosyo-kültürel gruplara yönelik tarihsel
eğilimlerinin bir yansıması olarak değerlendirilecektir. Tebliğin son kısmında
Çingeneliğin resmi tahayyüldeki tanımında “öteki” ve “hak etmeyen fakir”
kategorilerinin kesişmesi ele alınacaktır.
Salon 2: Ordu, Siyaset ve Militarizm
Oturum Başkanı: Hasret Dikici Bilgin, Okan Üniversitesi
Erdinç Erdem (Sabancı Üniversitesi), Bir Sivil Đtaatsizlik Eylemi Olarak Vicdani Ret: Arendtçi
Bir Tartışma
Sivil itaatsizlik, kavramsallaştırılması zor olan bir siyasi eylemdir. Bu eylemi açıklarken
yapılacak bütün tanımlar eksik kalma tehlikesi taşır. Kavramın tarihi göz önüne alındığında,
sivil itaatsizlik terimi siyasal literatüre ilk defa David H. Thoreau tarafından sokulmuştur.
Thoreau’nun kavrayışından hareketle, temel olarak sivil itaatsizlik için, “adil” olmayan
29
yasalara bilinçli olarak uymama ya da karşı gelme eylemi diyebiliriz. Thoreau, yasaların adil
olup olmadığının bireylerin o yasalara olan vicdani bağıyla ölçülebileceğini söyler. Bu
noktada Arendt, Thoreau’nun sivil itaatsizlik çizgisinden ayrılır. Arendt’e göre, siyasal değeri
olan bir sivil itaatsizlik kavramı oluşturabilmek için, kavramın içine yerleştireceğimiz bütün
terimlerin vicdani/ ahlaksal olmak yerine, tamamen siyasal terimler olması gerekir. Ancak bu
sayede sivil itaatsizlik, “siyasal değeri” olan bir eylem haline gelir.
Sivil itaatsizliğe bakış açısından da anlaşılacağı gibi, Arendt vicdani reddi sivil itaatsizlik
kavramının dışında tutar. Vicdani ret, Arendt’e göre siyasi bir eylem değildir. Bir eylemin
siyasal değer olabilmesi için gereken özellikleri taşımaz. Vicdani reddin sivil itaatsizlik olarak
kabul edilmesi için bütün vicdani retçilerin buluştukları nokta “ortak çıkar” değil, “genel
düşünce” olmalıdır. Onları birbirine bağlayan kişisel veya kollektif çıkarları değil, bu ortak
düşünce olmalıdır. Sivil itaatsizliğin genel amacı olan “adalet” ancak bu ortak düşünce
sayesinde sağlanabilir.
Bu çalışmanın temel amacı Arendt’in anlatıları ışığında Türkiye’deki “vicdani ret”
eylemlerini kavramsal bir çerçeveye oturtmaktır. Bu amaçla, öncelikle Arendt’in “Đnsanlık
Durumu” kitabı üzerinden “emek, iş ve eylem” kavramları üzerinde kısaca durulacaktır. Daha
sonra, “On Revolution” kitabında bahsedilen “siyasal eylem” kavramından bahsedilip, sivil
itaatsizlik ve vicdani ret tartışması başlatılacaktır. Çalışmanın, Türkiye’de vicdani reddin
yasal olabilmesi için sivil itaatsizlik kavramının anayasada yer alması ve kurumsallaşması
gerektiği sonucuna varması amaçlanmaktadır.
Erol Subaşı (Galatasaray Üniversitesi), Milli Birlik
Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri
Komitesi
Genel
Kurul Toplantı
Bu çalışmada “Militarizasyon kavramını genel olarak askeri zihniyet dünyasının, (military
mind) kavramlarının ve değerlerinin toplumsal ve siyasal ilişkilerde hegemonik bir konuma
yerleşmesi olarak değerlendiriyoruz. Askeri gücün tarihin farklı dönemlerinde farklı biçimler
altında etkili olması bir yana, Modern kapitalist devletlerde militarizasyon sürecinin anlamı
ordunun gerek devlet aygıtında gerekse de toplumsal ilişkiler içindeki nüfuzunun artmasıdır.
Bu olguyu Türk siyasal yaşamı açısından değerlendirdiğimizde ise 27 Mayıs ile başlayıp 12
Eylül 1980 darbesi ile en yüksek aşamasına ulaşmış olan bir “militarizasyon” dalgasının
varlığına tanık oluyoruz. Bu çalışmadaki temel tezimiz 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan
militarizasyon sürecinin askerlerin siyasal alanda göreli özerkleşmesi ve ayrıcalıklı bir
konuma kavuşmasıyla sonuçlandığıdır. Bu bağlamda bu çalışmada 27 Mayıs’ın aktörlerinin
askeri nüfuzun devletin kurumsal mimarisinde ve sosyo-politik iktidar ilişkilerinde
arttırılmasının yolunun, devlet aygıtının ve toplumsal ilişkilerin askerileştirilmesi olduğunu
düşündükleri ileri sürülmektedir. Bu askerileştirme sürecini mümkün kılan aktörlerin retoriği
ve pratiği bize süreci anlamamızda önemli ipuçları verecektir. Buradan hareketle çalışmamız,
MBK’nin toplum tasarımı üzerine hazırlanan bir yüksek lisans tezinin birincil kaynağı olan 6
ciltlik MBK Genel Kurul Toplantı Tutanaklarından elde ettiğimiz ampirik bulgulardan
oluşmaktadır. Yöntemimiz elde edilen ampirik verilerin “militarizasyon” kavramı çerçevesi
içinden değerlendirilmesine dayalıdır. Bu nedenle bu çalışmada teorik arka planın genişçe
sergilenmesi yoluna gidilmemiştir. Tez henüz nihai biçimini almadığından elde edilen
bulgular ile ilgili bu çalışmada söyleyeceklerimiz olası bir tartışmayı sınırlayıcı son kabuller
olmaktan ziyade bir hareket noktası olarak değerlendirilmelidir. Çalışmamız iki ana başlıktan
oluşmaktadır; Bunlardan birincisi a-) Toplumun Militarizasyonu; ikincisi ise b-) Devlet
Aygıtının Militarizasyonu dur. Her iki bölümde de ana izleğimiz MBK Genel Kurul
Toplantılarındaki tartışmalar olacaktır.
30
M. Mücahit Küçükyılmaz (Polis Akademisi), Türkiye’de Đç Güvenlik ve Dış Güvenlik Kavramı:
Tanımlama, Kapsam, Yetki ve Sorumluluk Sorunları
Türk siyasal sisteminde güvenlik merkezli bakışın tarihsel etkisi, Osmanlı Đmparatorluğu’nun
“duraklama”, “gerileme”, “çöküş” devrelerinin bu şekildeki adlandırmalarıyla yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin ortaya çıkış şartlarını ifade eden “kurtuluş” ve “kuruluş” kavramlarında da
görüleceği üzere, savunmacı ve “mevcudu muhafazacı” bir anlayışı yansıtmaktadır. Đç ve dışı
kapsayan bir güvenlik paradigmasının tarihsel seyri, benzer biçimde “Milli müdafaa”, “Milli
istiklal”, “Milli savunma”, “Milli güvenlik” kavramsal çizgisinde de izlenebilir. Bu durumla
bağlantılı olarak Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” prensibinin, özellikle 1950 sonrası
Soğuk Savaş döneminin kapalı ve tek yönlü uluslararası ilişkiler dünyasının da etkisiyle,
“yurtta sulh” kısmı öncelikli olarak uygulanmış; 2000’li yılların başına gelinceye kadar
Türkiye, dünyanın geri kalanına NATO ve ABD politikaları çerçevesinde yaklaşarak misak-ı
milli içinde kalmaya özen göstermiştir.
Bu yaklaşımın kamu yönetimine yansıması, mevzuatta hiçbir zaman birbirinden ayrı
olarak tanımlanmayan iç güvenlik ve dış güvenlik alanlarının siyasal iktidardan özerk
ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yetki ve
sorumluluğunda addedilmesi şeklinde olmuştur. Bu da iç güvenlik sorunlarının askerî
mantık gereği bir savaş ve seferberlik yaklaşımıyla çözümlenmeye çalışılması
sonucunu doğurmuştur. Türkiye’de güvenlik bürokrasisinin askerî kökenli ve ondan
koparak kurumsallaşmış olması, 1950’lere kadar iç ve dış güvenlik ayrımı yerine “milli
istiklal” ve “milli mevcudiyet” kavramlarının, ABD ile yakın ilişkilerin başladığı
1950’den sonra ise “milli güvenlik” (national security) kavramının gölgesinde bir
politika izlenmesine neden olmuştur.
Makalede sözü edilen iç güvenlik - dış güvenlik eksenli kavram karmaşasının çözümü,
başta Anayasa olmak üzere mevzuatta yer alan tanım ve kapsam alanlarının
belirginleştirilmesinin yanı sıra, güvenliğin bir “hizmet alanı” olduğu ve “hizmet
alanlar” ile “hizmet verenler” arasındaki ilişkinin birincisi lehine işlemesi gerektiği
yönündeki modern demokratik bilincin devlet ve toplum katında yerleşmeye
başlamasıyla mümkün olacaktır.
Salon 3: Milli Kimlik, Azınlıklar ve Çokkültürlülük
Oturum Başkanı: Murat Akan, Boğaziçi Üniversitesi
Cafer Sarıkaya (Boğaziçi Üniversitesi), Bir Mikro Tarih Çalışması: Ünye'de Yaşamış Son Ermeni
Aileleri
Öykü Erinç Küçüköz (Mimar Sinan Üniversitesi), Türkiye'de Milli Kimlik ve Gayrimüslim
Gençlerin Kimlik Kurguları
Bu çalışma Türkiye’de ulus devletin inşa sürecinde, ulus devletin homojenleştirme politikaları
ve resmi ideolojisi bağlamında azınlıklar konusunda sürdürülen uygulamaların, gayrimüslim
azınlıkların kimlik kurgularını, gençler örneği üzerinden, gündelik yaşam deneyimlerine
odaklanarak ele almaya odaklanan bir saha araştırmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda azınlık
gençlerinin sosyalizasyon süreçleri, kültürel, dinsel ve sosyal ilişki düzeylerini ve pratiklerini
içeren gündelik yaşam pratikleri, Türkiye’de yaşanan tarihsel olaylar ve Türkiye’de
vatandaşlık siyasetinin temel problemleriyle birlikte biçimlenen ulusal ve cemaatsel
aidiyetler, ulus devletin kimlik stratejileri üzerinden ele alınmaktadır.
31
Mustafa Bölükbaşı (Đstanbul Üniversitesi), Kimlik, Çokkültürlülük ve Toplumsal Eşitlik
Günümüzde çokkültürlülük tartışmaları gerek akademik alanda gerekse de reel-politikada
önemli bir yer tutmaktadır. Maddi temellere dayanan sınıf talepleri yerine kültürel temellere
dayanan tanınma taleplerinin ön plana çıkması bunda etkili olmaktadır. Bu anlamda yeni
toplumsal hareketler eşitliğin ortak haklar temelinde sağlanmaya çalışılmasına ve ekonomik
dağıtıma indirgenmesine bir tepki olarak görülebilir. Öte yandan çok-etnikli ulus-devletler
çokkültürlülüğü etnik-dilsel talepler biçiminde ortaya koyan gruplar karşısında ciddi biçimde
sorgulanmaktadır. Ancak bu azınlık hakları savunucuları kimliklerini özcü yorumlarla ifade
ettikleri noktada, ırkçılık savunucularıyla aynı retoriği geliştirme tehlikesiyle karşı
karşıyadırlar. Bunun yanında liberal devletin tarafsızlılığı iddiası bir mit olarak
gözükmektedir ve kendi sınırları içinde farklılıklara duyarsız bir biçimde uyguladığı bireysel
sivil hakların bazı azınlık gruplarını dezavantajlı kıldığı ortadadır. Ancak gruplar arası
koruma sağlayan kolektif haklar da grup içindeki hiyerarşilerin giderilmesini garanti
etmemektedir. Ayrıca tıpkı apartheid rejiminde olduğu gibi bir gruba yönelik kolektif bir hak
her zaman adaleti tesis etmek amacını taşımayabilir. Bu yüzden tanınma siyasetini savunan
bazı teorisyenler bazı durumlarda farklılığın, bazı durumlarda ise evrensel insanlık
değerlerinin ön plana çıkarılmasından yanadır. Fakat bu da yeterli olmayabilir. Eğer
çokkültürcülüğü toplumsal eşitsizliğin giderilmesinin yöntemlerinden biri olarak görüyorsak,
o zaman ekonomik eşitsizlikleri giderebilmek için yeniden dağıtım siyasetini de göz önünde
bulundurmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Hem tanınma hem de yeniden dağıtım
ilkesini bir arada düşündüğümüzde toplumsal eşitsizlikleri aşmak konusunda önemli bir yol
alabiliriz.
Salon 4: Uluslararası Đlişkiler Teorisi
Oturum Başkanı: Gencer Özcan, Đstanbul Bilgi Üniversitesi
Ayşegül Uygur Doğan (Okan Üniversitesi),, Kimlik ve Farklılık Perspektifinden Uluslararası
Đlişkiler’in Avrupa-Merkezci Yapısına Bir Bakış
Bugün, özellikle Uluslararası Đlişkilerin temel kuramlarına yöneltilen eleştirilerden sonra
Uluslararası Đlişkiler disiplininin Avrupa-merkezci yapısını gözlemlemek daha kolay hale
gelmiştir. Uluslararası Đlişkiler’in bu Avrupa-merkezci yapısı, modern kimliğin (ve
modernitenin) ayrıcalıklı olarak; farklı kültür ve kimliklerin ise “öteki” olarak
konumlandırılmasına yol açmıştır. Bu tebliğ, Uluslararası Đlişkiler’in Oryantalist karakterini
sorgulayarak, “anarşi”, “Avrupa-dışı kültürler”, “etnisite” ve “toplumsal cinsiyet” tarafından
temsil edilen “öteki” lerin modern devlette vücut bulmuş “ben”lerin oluşturulmasına nasıl
katkıda bulunduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Heterofobi, Avrupalı kimliğin
homojenleştirici özelliğinin bir sonucu olduğu için, “öteki” ‘lerin yaratılması aynı zamanda
modern kimliğin eleştirisini de gerektirmektedir. Dolayısıyla, modern kimliğin yapısökümü
bu tebliğin başlıca ilgi alanıdır. Ayrıca, bu tebliğde Uluslararası Đlişkiler teorisi kapsamında
modern kimlik, ulusal çıkar ve farklılık kavramları arasındaki ilişki incelenecektir.
Uluslararası Đlişkiler’in “öteki” ile etkileşim demek olmasından ötürü, Uluslararası Đlişkiler’in
ötekini dışlama veya farklılıkları bastırma problemini çözmesi gerektiği tartışılacaktır. Bu
bağlamda, Uluslararası Đlişkiler kuramının, bu çelişkiyi çözmek için farklılık ve heterojenlik
temelinde yapıbozuma uğratılması gerektiği savunulacaktır. Dolayısıyla, bu tebliğde “ben” ve
“öteki”nin birbirini karşılıklı olarak kurduğu gerçeğinden hareketle “öteki” için empati
öngören ve Uluslararası Đlişkiler disiplininin Avrupa-merkezci karakterini dıştalayan “Öteki
bir Uluslararası Đlişkiler”’ imgesine odaklanılacaktır. Buradan hareketle, bu tebliğde farklı
32
kimlik ve öteki “doğru”lara yaşam alanı tanıyan başka dünyaların da olduğu gösterilmeye
çalışılacaktır.
Görkem Atsungur (Yeditepe Üniversitesi), Avrupa Birliği ve Uluslararası Terörizm
Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, ‘’güvenlik’’ kavramı yeniden gözden geçirilmeye
başlanmış, özellikle 11 Eylül sonrası döneminde, geleneksel tehdit algılamaları genişleyerek,
küreselleşmenin hızının artmasıyla uluslar arası sistemi bir bütün olarak etkilemiştir. Bu
dönemde, uluslar arası hukukta kuvvet kullanma yasağı ve meşru müdafaa kavramları
tekrardan yorumlanmıştır. Terör faaliyetlerinin dış devletlerin yardımı olmadan devam
ettirilmesinin zor olduğu bir ortamda; sıcak savaşa girme ihtimalini göze alamayan devletlerin
bir dış politika aracı olarak uluslar arası terörizme destek verdiğini görmekteyiz.
Bu çalışmada, ‘’uluslar arası terörizm’’ kavramının teorik açıdan (Bergesen, Lizardo,
Laqueur, Micholus, vb) kısa bir analizi yapıldıktan sonra, tarihsel süreç içersinde Avrupa’nın
terörle mücadelesi incelenecektir, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’da görülen terör
olayları ve ona karşı geliştirilen mekanizmalar ele alınacaktır.
Her ne kadar 11 Eylül ABD’de gerçekleştirilen bir terör eylemi olsa da; gerek Dünya Ticaret
Merkezinin hedef alınması ile uluslar arası güvenliği tehdit etmesi, gerekse ABD’nin en yakın
müttefiklerinin arasında yer alması ve NATO gibi birçok uluslar arası örgütte sıkı işbirliğinde
hareket etmesinden dolayı, Avrupa devletlerini de yakından etkilemiştir. Bu bağlamda, 11
Eylül olaylarının Avrupa’daki yansımaları siyasi, ekonomik ve askeri açılardan ele
alınacaktır.
AB’nin 27 üyesinin kendi içersindeki terörle mücadelede oluşturdukları kurumlar ve
politikalar değerlendirilecektir. Terör’ün AB’de ortak bir tanımının henüz tam olarak
yapılamamış olması ve üye devletlerin terör olaylarına farklı bakış açıları altında yatan ulusal
çıkarların korunması, AB’nin uluslar arası terörizmle mücadele de etkisini kısıtlamaktadır. Bu
çerçevede, AB Konseyi tarafından yayınlanan terör örgütleri ve kişilerin listesi ile terörün
önlenmesinde oluşturulan bazı önemli kurumlar incelenecektir.
11 Mart terör olayı ile sarsılan Avrupa güvenliği ve ortak bir politikaya doğru atılan ve
atılması gereken adımlar tartışılacaktır. 11 Mart’tan sonra ortak dış politikanın bir parçası
halini almaya başlayan uluslar arası terörizmle mücadelede gerek birlik içersinde, gerekse
uluslar arası sistemde işbirliğinin önemi artmaktadır. Bu hususta, AB’nin uluslar arası
terörizmle mücadelede NATO ve BM ile mukayesesi yapılacak, Avrupa Güvenlik Stratejisi
incelenecektir.
AB’nin küresel bir aktör olma hedefi ve AB Anayasası ile gelinen son gelişmeler
değerlendirilecektir. Tebliğ, Avrupa Birliği’nin Uluslar arası terörizmle mücadelesini
ve yapılması gerekenleri bu çerçevede sunmayı amaçlamaktadır.
Haris Ubeyde Dündar (Đstanbul Üniversitesi), Küreselleşmenin Başka Bir Boyutu; Batılı
Dünya Tasavvurunun Evrenselleşmesi Üzerine
Bu tebliğ küreselleşme ile beraber neredeyse tüm dünya tarafından kabul edilmiş öncüllerden
biri olan batılı dünya tasavvurunun bir eleştirisini yapabilmeyi amaçlıyor. Özellikle
Aydınlanma Dönemi ve Sanayi Devrimi sonrası gözle görülür bir atılım gerçekleştiren Batı
dünyası bugün kendisi hakkında birçok görüşü dünyaya kabul ettirmiş durumdadır. Tarih
boyunca, Lamartine ve Renan öncülüğünde devam eden oryantalizm, B. Lewis ve bilhassa
Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezi ile şekil değiştirerek de olsa devam etmektedir.
33
Batı, Haçlı Seferleri, sömürgecilik ve modern çağ ile birlikte oryantalizmin de ideolojik
desteği ile kendini ‘kurgulanmış bir öteki’ üzerinden tanımlamış, bunu yaparken de kendisi
dışında kalan her yeri homojen bir Doğu olarak işaretlemiştir. Bununla beraber coğrafi olarak
hiçbir anlam ifade etmeyen ve her zaman bir mesele olarak gördüğü bu Doğu’ya da belli bir
takım olumsuz özellikler atfetmiştir.
Batılı düşüncelerin dünya ölçeğinde yaygınlaşması ve neredeyse sorgusuz kabul görmesi,
başta Batının dünya tasavvuru olmak üzere bu düşüncelere evrensel bir nitelik kazandırılması
ile olmuştur. Orta Çağ dönemi, Aydınlama Dönemi, Gelişmiş, Gelişmekte olan ve Üçüncü
dünya, hatta Doğu ve Batı gibi kavram ve kategoriler tamamen avrupamerkezci bir anlayışla
oluşturulmuş olmalarına rağmen evrensel kavramlar olarak kullanılmaktadır. Özellikle, bu
tebliğin ana konusu olan bu evrenselleştirme, bugün var olan her şeyin idealinin Batı’da
olduğu gibi yanılgıları doğururken, sosyal bilimlerin ilgili disiplinleri için ortak ve tarafsız bir
dil oluşmasını da engellemektedir.
Bu yazının amacı bugün kabul görmüş dünya tasavvuru ve tarih algısının aslında Batı ve
avrupamerkezci bir anlayışın evrenselleştirilmiş hali olduğunu çeşitli araştırmacı ve
yazarlardan da faydalanarak tartışmak ve bu manada küreselleşmenin bir başka boyutuna da
dikkat çekmektir.
Salon 5: Türk Dış Politikası III: Teori ve Tartışmalar
Oturum Başkanı: Đnan Rüma, Đstanbul Bilgi Üniversitesi
Berkay Gülen (ODTÜ), "Türk Dış Politikası Yüzünü Doğu'ya Mı Dönüyor?" Soruyu Soranların
Gözünden AKP Dönemi Dış Politikası ve Brookings Institute Örneği
2002’den itibaren önce Avrupa Birliği uyum süreciyle, ardından politik Đslam tartışmalarıyla
yeni bir boyut kazanan ve “statükocu” tanımlamasından sıyrılmaya başlayan Türk dış
politikasının (TDP) incelenmesi alanında yeni bir gelenek oluşmaktadır. Olay bazlı dış
politika analizinden teorik bazda analiz anlayışına yönelik bir çalışma prensibi
benimsenmekte ve bu noktada bir yandan geleneksel TDP dinamikleri tartışılırken, bir yandan
da küreselleşen dünyada ne ölçüde bir etki alanı yaratabileceği düşünülmektedir. Bu
bağlamda, tartışmaların odağında yer alan ve çoğunlukla soruların sorulma biçiminde etkin
olan Amerikan dış politika yapım sürecinin önemli aktörlerinden olan düşünce kuruluşlarının
(think-tanks) etkisi de incelenmeye değer bir başlıktır. Türk dış politikasını akademik, siyasi,
ekonomik ve bürokratik anlamda derinlemesine inceleyen kuruluşlardan olan ve Türkiye’ye
dönük Amerikan politikasının yapımında Cumhuriyetçi başkanlık dönemlerinde bir geleneğe
sahip bulunan Brookings Institute’un geçtiğimiz sekiz yıl içinde Türk dış politikasını algılama
biçimi de dönemsel olarak hayli değişmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımından,
2003’teki Irak Savaşı’na, ardından Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu gibi iki ülkenin de
etkin olduğu coğrafyalardaki sorunlara bakış açıları 2002 Eylül’ünden 2010 Aralık’ına kadar
hayli değişmiş, çeşitlenmiş ve günün koşullarına göre yorumlanmıştır.
Bu bakış açısına paralel olarak bu tebliğde, 2007’ye kadar olan dönemde Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin dış politika manevralarını çoğunlukla destekleyen Brookings Institute’un,
2007’den sonra Türkiye’nin komşularıyla çeşitlenen ilişkilerine bakış açısını, Türkiye’nin
“aktif dış politika ve komşularla sıfır problem” anlayışını yeni “kendine güven” politikası
olarak algılamasını ve en önemlisi de, yaratılan bu imajın Amerikan dış politikasının
Türkiye’ye dönük politika yapım sürecindeki etkilerini incelemeyi amaçlamaktayım.
34
Harun Küçükaladağlı (Đstanbul Şehir Üniversitesi), Türk Dış Politikasında Dönüşüm: 'Eksen
Kayması' mı, Süreklilik mi?
Türkiye'nin bugün izlediği dış politika hem içeride hem de uluslararası kamuoyunda ilgi
çekmektedir. Kimilerine göre hükümet “Đslamcı” bir dış politika yürütürken bazı çevreler de
“Yeni-Osmanlıcılık’ın” dış politikaya yön verdiğini iddia etmektedir. “Eksen kayması”
kavramı da bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Ancak burada Türk dış
politikasındaki değişimin yeni olmadığı, 90’lı yılların başından bugüne bir süreklik içinde
gerçekleştiği ancak son dönemde bunun büyük bir ivme kazandığı öne sürülecektir. Dış
politikada yaşanan bu dönüşüm eksen kaymasından ziyade uluslararası düzende yaşanan
dinamik sürece ayak uydurma ve pozisyon sahibi olma çabasıdır. Bu çalışmada “Toplumsal
Đnşacılık” (Social Constructivism) perspektifinden hareketle -Türkiye’nin yaşadığı bu
değişimde iç dinamiklerin etkisi reddedilmeksizin- uluslararası dinamiklerin dış politika
yapımına etkisini vurgulanacaktır. Bu çerçevede Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde gereği
olarak Batı bloğu içinde edilgen bir konuma yerleştiği, kendine özgü alternatif strateji ve
politikalar üretemedi ifade edilecektir. Ancak Türkiye, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle
uluslararası sistemde yaşanan hızlı değişim ve dönüşümün getirdiği dinamik şartlara, AB ile
ilişkilerini geliştirerek adaylık statüsü kazanması, ECO’nun genişletilerek Afganistan ile
birlikte 6 Türkî cumhuriyetin birliğe dahil edilmesi, KEĐ ve D-8 girişimleri gibi bölgesel ve
küresel açılımlarla ayak uydurmaya çalıştığı vurgulanacak, 2000’li yıllara gelindiğinde ise
BM Güvenlik Konseyi üyeliğine adaylığı, ĐKÖ Genel Sekreterliğini seçimle alması, komşu
devletlerle gelişen siyasi ve ekonomik ilişkiler, AB, Rusya, Çin ve Orta Asya ekseninde
geliştirilen Avrasya stratejisi ve Afrika, Güney Amerika açılımlarıyla uluslararası sistemde
etkin bir güç olmayı hedeflediği açıklanmaya çalışılacaktır. Sonuç olarak 90’lı yılların
başında değişmeye başlayan ve bugün daha etkin, çok yönlü bir boyut kazanan Türk dış
politikasının bir “eksen kayması” değil süreklilik yaşadığı ve bunun sonucunda yükselen bir
bölgesel güç olmaya başladığı vurgulanacaktır.
Hüseyin Sert (Boğaziçi Üniversitesi), Yeni Olan Ne? TDP'de Aktif Politika Tartışmalarının
Eleştirel Değerlendirmesi
Son dönemde, Türk dış politikasında yeni ortaya çıktığı varsayılan “aktif politika trend”i
Uluslar arası Đlişkiler alanında pek çok çalışmaya ilham kaynağı oluyor. Bu çalışmların
neredeyse tamamında, bu yeni trendin, hem temel ilkeler hem de uygulama anlamında, Türk
dış politikasının genel akışından bir kopuş olduğuna dair hakim bir kanı var. Bu “yeni dış
politika” tartışmaları sadece akademide değil yerli ve yabancı kamuoyunda da tartışmalara
konu oluyor. Đç kamuoyunda bu politikalar savunucuları tarafından memnuniyetle
karşılanırken, karşıtları tarafından şiddetle eleştiriliyor. Dış kamuoyunda da bu “trend” e
destek verenler Türkiye'nin yeni bir bölgesel güç olma ihtimalinden övgüyle bahsederken,
karşıtları da Türk dış politikasındaki “eksen kaygması”ndan endişe ile bahsediyor. Fakat
bütün bu karşıt görüşlerin üzerinde uzlaştığı bir nokta var ki o da Türk dış politikasında fark
edilebilir bir değişiklik olduğu. Bu çalışmada, bu yaygın konsensüs'ün geçerliliği
sorgulanacaktır. Bunu yapmak için de, muhtemel devamlılık ve değişim unsurlarını ortaya
çıkarmak amacıyla, şu anda olduğu varsayılan trendin Türk dış politikasının tarihsel akışı
içerisindeki yeri değerlendirilecektir. Bu noktada, sorulan temel soru, “Bu 'yeni trend' Türk
dış politikasının genel akışından bir kopmaya mı işaret ediyor? Bunun yanında bu “yeni
politikayı”, “eski dönem”den ayıran değişim unsurları ve bu iki “ayrı dönem”in benzemesini
sağlayan süreklilik unsurları nelerdir? Bu çalışmanın bu soruları yanıtlamaya yönelik temel
argüman'ı şudur: Şu an gelişmekte olduğu varsayılan politikalar, yeni bir trend'e işaret
etmiyor. Tam tersine, şu anki politikalar Türk dış politikası içinde 10-15 yıllık aralıklarla
35
tekrar eden bir trendin güncel bir tezahürüdür. Bu yeni “aktif trend”i öncekilerden ayıran
temel nokta ise, bugünkü politikaların, geçmişteki “aktif politika” girişimlerinin aksine
zorlayıcı konjonktürel sebepler dolayısıyla değil, Türk dış politikasındaki temel karar
alıcıların politik ve ideolojik tercihlerinin sonucu ortaya çıkmasıdır.
36

Benzer belgeler

Türk Dış Politikasında Siyasal Kültürün Etkisi

Türk Dış Politikasında Siyasal Kültürün Etkisi belirleyici olduğu öneriliyor. Özellikle, Kemalizm’in ve Đslam’ın liberalizm karşısındaki gücü, cumhuriyetçi ve Đslami sivil toplum kuruluşlarının, başka grupların taleplerine karşı çıkarken öne sü...

Detaylı