Bence Ankara`lı olmak 80`lerde Ankara`da olmaktır.

Transkript

Bence Ankara`lı olmak 80`lerde Ankara`da olmaktır.
18
Bence Ankara’lı olmak 80’lerde
Ankara’da olmaktır.
Alper ANGIN
‘‘Biraz daha “piyasa” bir gün geçirilecekse Tunalı Hilmi
Caddesi’nde volta atılırdı o zamanlar. Ankara’nın en kral
hamburgercisi Tivolino’ydu. Big Boy isimli, çift köfteli, köpük
bir kutu içerisinde servis edilen burgerden yemek, hafta sonunun
beklenen ziyafetiydi adeta....’’
Bence…
Ankara’da yaşayan, otuzlarının sonuna gelmiş
ve kırklarını yeni kucaklamakta olan bir neslin
memleketidir aslında Ankara. Yaşını soranlara
her seferinde hiç düşünmeden “yirmibeş” demek
isteyip de diyemeyenlerin gençliğidir Ankara.
Herkesin herkesi tanıdığı, memurun öğrenciyle
harman olduğu, zamanla barışık, sade ve uyumlu
bir hayatın sürdüğü yerdir seksenlerde Ankara.
Sivrilikleri törpülenmiş, gönüllü olarak birbirine
benzemiş, etrafıyla uzlaşmış insanların şehridir o
zamanki Ankara.
Seksenlerde Ankara diğer başkentlere göre
küçüktür. Diğer metropollere göre tenhadır, hatta
metropol bile değildir. Şimdi olduğu da tartışılır
ya. Hava kararınca bütün şehir uyur. Caddeler
sessiz ve boştur. Şehrin kalbi Kızılay Meydanı’dır
ve metro inşaatı sebebiyle doksanların ilk yıllarına
kadar trafiğe kapalıdır. Bu sebeple insanların
ayakkabıları çamurludur işe, okula giderken. Üç
sıra koltuklu eski Amerikan arabalarının dolmuş
ankarader.indd 18
olarak kullanıldığı yıllardan, körüklü otobüslerin
en ortasında “ayakta durmaca” oynanan yıllara
taşınan bir nesli büyütmektedir o zamanlar Ankara.
Seksenlerin Ankara’sında çocuk olmak; yılda
en az bir yarıyıl tatili kadar da kar veya hava
kirliliği yüzünden okula gitmemektir, kış aylarında.
Mahallenin en dik yokuşuna geceden su döküp,
buz tutturup, ertesi gün naylon torbalarla akşama
kadar kayıp durmaktır, al yanaklarla. Yaz tatilinde
ardiyeden araklanmış tahtalarla tornet yapıp, konu
komşunun filelerini pazardan eve taşıyarak harçlık
kazanmaktır. Mahallenin en güzel kızıyla birlikte,
evdeki eski püskü eşyaları, oyuncakları tezgâha
dizip, piyango çekilişi yapmaktır apartmanın
önünde. Boruları kibrit kutularıyla bağlayıp,
elektrik bantlarıyla süsleyip, külah atmaktır
sonbaharda. Kuşe kâğıda basılı dergilerden
yapılmış külahlara daha fazla kıymet vermektir.
İlkbaharda inşaatlardan karpit aşırıp patlatmaktır.
Karpit kokusunu hala hatırlamaktır. Parklarda
odun yakıp, közüne evden getirilen patatesleri
04.05.2012 17:05:48
19
haberleşilmiyordu. Herkesin cebinde telefon
defteri vardı ve ezberde yüzlerce telefon numarası
tutulurdu. Araç telefonu, çağrı cihazı, walky talky
gibi cihazların mucize olduğuna inanılırdı.
Cep
telefonunun
olmadığı
günlerde
sosyalleşmenin tek yolu, bir gece önceden
haberleşip plan yapmaktı. Onikide Vakko’da,
birde Yeni Karamürsel’de, üçte Gima’nın
önünde buluşmak üzere sözleşilirdi ev telefonları
kullanılarak. Geç kalanın en fazla onbeş dakika
bekleneceğini herkes bilirdi. Otobüsle, dolmuşla,
taksiyle şehrin dört bir yanından gelenler, nasıl
olurdu bilinmez ama
pek nadiren gecikirlerdi
randevularına. Diyelim
ki bir aksilik oldu ve geç
kaldınız, yine de yalnız
kalmazdınız.
Çünkü
her arkadaş grubunun
sürekli devam ettiği
bir iki mekânı olurdu.
Baktınız
ki
birinci
de yoklar, ikincide
yüksek
ihtimal,
olmadı
üçüncüde
kesin
bulurdunuz
aradıklarınızı.
Nereye gidebilirdi
ki
zaten
insanlar.
Yüksel
Caddesi’nde
kaldırımlarda oturuyor
olabilirlerdi. Her köşe
başında bir cafe yoktu
o
zaman.
Yemek
yiyeceklerse Vidar ya
da Limon Burger’de
bulurdunuz
onları.
Harçlıklarına güvenenler için tek adres Meşrutiyet
Caddesi’nin girişindeki Pizerya idi. Ucuz yollu
doymak için Sakarya’nın başındaki Hosta’da
döner ya da sonundaki Otlangaç’ta midye tava
yenirdi. Bir önceki kuşağın alışkanlıklarından
haberdar olanlar içinse pasaj içindeki küçücük bir
dükkânda, ayakta, Goralı Sandviç yemek adeta
bir ritüeldi. Konur Sokak’taki Dost Kitabevi’ne
mutlaka uğranırdı. “Bedesten” denen, ıvır zıvır
satan, hediyelik eşyacılar vardı her pasajın içinde.
Onlar gezilirdi hiç bıkılmadan. Vakko’nun en üst
mayıs
ankarader.indd 19
2012
gömüp, yarı pişmiş o tatsız tuzsuz şeyle ziyafet
çekmektir, her mevsimde. Bayram akşamlarında
bulaşık teli yakıp çevirerek kıvılcımlar saçmak,
gündüzleri çatapat ve maytap patlatıp, kız
kovalayan fırlatmaktır mahallede.
Seksenlerin Ankara’sındaki gençlerin çoğu
bir spor kulübünün alt yapısında top oynamıştır;
basketbol, voleybol, futbol, her neyse. Ya da
okul orkestrasında görev almıştır. Bağlama
çalmış, hafta sonları okullarındaki mandolin veya
melodika kursuna gitmiştir. Hemen hemen herkes
en azından bir kere sahneye çıkmıştır müsamere,
tören ya da tiyatro
vesilesiyle.
Tam
hem sanatla, sporla
hem de geleneksel
mahalle kültürüyle
yoğrulduğu sırada
tüm
bunlardan
vazgeçip, ülkedeki
“yozlaşma” akımına
kapılıp, Amerika’dan
gelen Lewi’s 501
kotların,
Sebago
ayakkabıların,
İngiltere’den gelen
Shetland kazakların,
B u r l i n g t o n
çorapların
peşine
düşmüştür gençler.
Aslında aileler her
geçen gün daha da
ortadirek olmaktadır
ama
fakir-zengin
herkeste bir marka
hevesi başlamıştır.
Şimdi
sıradan
gelen şeylerin hiç olmadığı yıllardır seksenler.
Uzaktan kumanda yoktu, ondan önce renkli
televizyon bile yoktu. İnternet yoktu. Windows
yoktu. Hatta bilgisayar pazarında Commodore
64’ten sonra çıkan Amiga’nın ötesini hayal
edebilen yoktu. Alışveriş merkezleri yoktu.
Süpermarketler yoktu. Uluslar arası markalar,
zincir mağazalar, cafeler, bistrolar, butik pastaneler
yoktu. Şimdiki gençlere garip geliyordur belki ama
hiç kimse “Yaklaşırken çaldır beni” demiyordu.
SMS, e-mail, Whats App, BBM vs. ile anlık olarak
04.05.2012 17:05:57
20
katındaki Vakkorama’dan bir kese kâğıdı dolusu
rengârenk şeker alınırdı, kaldırımda otururken
yemek için. Uzun saçlı, küpeli delikanlılarla, koyu
renk makyajlı, kabarık saçlı kızlardan oluşan
gruplar, özenle serpiştirilmiş gibi yer tutarlardı
Yüksel Caddesi boyunca. Her grupta en az bir
gitar olurdu. Hotel California, When A Man Loves
A Women, Still Loving You söylerlerdi. Önlerinde
metal gruplarının isimleri basılı olan siyah tişörtler
üniforma gibiydi. Ayaklarda zamanına göre bez
Converse’ler, sonra Top Ten boğazlı basketbol
ayakkabıları, daha sonra Adidas Decade tenis
ayakkabıları ve en sonunda da ise Nike Air
Jordan’lar olurdu, bir örnek ve sözleşmiş de
giyilmiş gibi. Bu nesil ilkokul çağlarında Mekap’ın
M’siyle, Panter’le, Espadril’le büyümüştü ve bu yeni
markalara sahip olmak, yılbaşında büyük ikramiye
kazanmak gibiydi onlar için. Yeni Karamürsel’in bu
markaları taksitle satmaya başlaması, şehrin dört
bir yanında yankı bulan bir müjde olmuştu gençler
arasında.
Biraz daha “piyasa” bir gün geçirilecekse
Tunalı Hilmi Caddesi’nde volta atılırdı o zamanlar.
Ankara’nın en kral hamburgercisi Tivolino’ydu.
Big Boy isimli, çift köfteli, köpük bir kutu içerisinde
servis edilen burgerden yemek, hafta sonunun
beklenen ziyafetiydi adeta. Birçokları içinse tam
karşısındaki Vitamin’de “sosisli” yemek adettendi.
Biraz daha yaşı büyük olanlar için Kıtır’a gitmek
kuraldı. Bir iki bira içilip, kokoreç yenirdi. Alev Abi
yapardı kokoreçi. Galatasaray Lisesi mezunu, yılın
iki ayını Fransa’da geçiren, dünyanın en entelektüel
ve beyefendi kokoreççisiydi. Herkes onu tanırdı
ve şaşırtıcı bir şekilde o da herkesin ismini bilirdi.
O bilmezse Metin Abi kesin bilirdi. Yan tezgâhta
sosisli kumpir yapardı Metin Abi. Onların önünden
geçmeden Tunalı’ya girilmezdi.
O zamanlar tek yön değildi Tunalı Hilmi Caddesi.
Hatta şimdikinin aksi istikametinde tek yön olduğu
yıllardan bile önceydi. Gidiş geliş iki yönlü araç
trafiğine açık bir caddeydi. Bütün şehir cumartesi
sabahını beklerdi. Sabah saat dokuzda araçlara
kapanırdı cadde, pazar akşam altıya kadar. Herkesin
toplanma alanı oluverirdi Kavaklıdere. Kaykaycılar
cadde boyunca marifetlerini sergilerlerdi. En güzel
kıyafetlerini giymiş insanlar gruplar halinde köşe
başlarını tutarlardı. Vahşi Batı’daki kalabalık bir
ankarader.indd 20
kovboy kasabasından daha fazla çizme yürürdü
caddede. Sipsivri uçları, gondol topukları ile bir
tek mahmuzları eksik olurdu çizmelerin. Bunların
ayakkabı şeklinde olanlarına matador denirdi.
Mevsime göre tercih edilen bir alternatifti. Elinde
Flamingo’dan alınmış dondurma külahlarıyla
Ertuğ Pasajı’nın önünde takılan yüzlerce genç
erkek ve kız göz teması kurmaya çalışırlardı
birbirleriyle. Mesajlar uçuşurdu bakışlarda. Çıkma
teklifleri ve evet cevapları kulaktan kulağa iletilirdi
neredeyse. Bir aşağı bir yukarı yürünürdü. Kuğulu
Pasajı’nın önüne gelinince kestane ya da süt mısır
alınırdı, bir sonraki tura kadar oyalanmak için.
Akşamüstü Merry Queen’e uğranırdı mutlaka.
Gitarla canlı ve akustik müzik yapılırdı orada.
En az bir şarkı dinleyip çıkmak şarttı. Tunus
Caddesi’ndeki Betty Club’da mutlaka bir öğrenci
partisi olurdu. Bazen bir bilet alıp içeri girilir ve
saatlerce dans edilir. Bazen kapının önünde takılıp
zaman geçirilirdi. İçerde Snap’ten “Power”, C &
C Music Factory’den “Everybody Dance Now” ve
Suzan Vega’dan “Tom’s Diner” çalardı mutlaka.
Sözlerinin anlamına bakılmaksızın sarmaş dolaş
dans edilirdi “Another Day In Paradise” çalarken
sevgiliyle.
Her hafta sonu sinemaya gidilirdi. O zaman
bir tabelanın altında on tane elli kişilik salonun
olduğu zincir sinemalar yoktu. Bin küsur kişilik
Akün vardı Atatürk Bulvarı’nda mesela. Tunalı’da
Talip ve Kavaklıdere, Kızılay’da Nergis ve Menekşe
sinemaları vardı. Metropol ve Kızılırmak eklenmişti
sonraları onlara. Maltepe’deki Gölbaşı Sineması
iflasın eşiğine gelip, porno film oynatmaya
başlamamıştı o zamanlar. En önemli gişe filmlerine
ev sahipliği yapmıştı. “Rocky”, “Rambo İlk Kan”,
“Kramer Kramere Karşı” her yerden önce orada
girmişti vizyona. Bakanlıklar’da Batı Sineması
vardı. Hiç biri boş kalmazdı, her matinede dolar
taşardı koca koca salonlar.
Batı Sineması’nın da içinde olduğu pasajda
bir sürü birahane vardı. “Nereye gidiyoruz?”
dendiğinde “Batı’ya” diye cevap verilirdi. Bira,
patates kızartması ve beyaz leblebi tüketilirdi,
sohbete meze olsun diye. Küçücük, 5-6 masalı
mekânlarda, iç içe girerdi insanların hayatları.
Herkes birbirine dert ortağı, neşe kaynağı, dost
olurdu. Beraber şarkılar söylenirdi, az önce
04.05.2012 17:05:57
21
bilir kaç evlilik teklifine ve romantik buluşmaya
ev sahipliği yapmıştı. Ailecek geleneksel bir
akşam yemeği planlayanlar Opera’daki “Uludağ”,
Sıhhiye’deki “Yeşil Nalın” ya da Güniz Sokak’taki
“Hacı Arif Bey” isimli kebapçılara giderlerdi. Ağır
bir gece eğlencesi için “Bizon” ve “Chinatown”
kulüpleri, daha köpüklü bir hafta sonu eğlencesi
için “Baron” ve “Real” barlar akla gelirdi.
Dedeman’ın karşısındaki “Başkent Çorbacısı”
ve Çankırı Caddesi’ndeki “Çiçek Lokantası”
sabahçıların değişmez mekânlarıydı.
Karne günlerinde Tunalı’ya ya da Seğmenler
Parkı’na çıkanların başına neler geleceğini büyük
küçük herkes bilirdi. Yumurtalar havalarda
uçuşurdu. Birkaç saat içinde ara sokaklar bile
dayanılmayacak kadar kötü kokardı. Yaşlı genç
herkes isabet alabilirdi ama kimse kızmazdı. Günün
sonunda kavga etmek için değil, o günü kutlamak
Cenk Karaman
mayıs
ankarader.indd 21
2012
tanışmış muhtelif yaşlardaki can dostlarından
oluşan karma korolarla. Herkes “adam gibi”
içer, “adam gibi” hüzünlenir, “adam gibi” eğlenir,
“adam gibi” kızar, “adam gibi” kalkıp evine giderdi
o zamanlar.
Harçlığı henüz tükenmemiş olanlar geceye
Farabi Sokak’ta devam ederlerdi. Dans etmek için
“F-34 Disko” vardı Farabi Sokak 34 numarada.
Depeche Mode dinleyip olduğu yerde sallanmak
için “A Bar”a, rock dinleyip azmak için “Grafitti”ye
gidilirdi. Sonraları Çevre Sokak’ta “Barba”da
buluşulmaya başlandı. Zamanın önemli eller
havaya mekânlarından biri olan “No Name” de
oradaydı. Sabahı bulmak için Şili Meydanı’ndaki
“Airpot Disko”, Cinnah caddesindeki “Artı” ve
“Eksi” barlar, Hilton Oteli’nin altındaki “Jackie’s”
beklerdi gençleri.
Gece eğlencelerinde en erken sarhoş olanın,
bakıma muhtaç hale gelenin ve
tatsızlık çıkaranın “en delikanlı”
sayıldığı
bugünlerden
farklı
olarak;
bozulmaya
başladığı
anda içki masasından kalkıp,
herkesi selamlayıp, evine çekilene
hürmet edilirdi o zamanlar. Aylar
boyunca her Çarşamba-CumaCumartesi gecesi mekân mekân
gezip, tek bir kavgaya, karmaşaya
şahit olmayan yüzlerce kadın ve
erkek müdavim vardı sokaklarda.
Geceler şimdiki gibi yarım
kalmaz ve tatsız bitmezdi. Başka
yer yokmuş ve mecburlarmış
gibi Şili Meydanı’nda ya da
Farabi Tüneli’nin ağzında köfte
yemek için toplanan insanların
kahkahaları eşliğinde dağılırdı
insanlar evlerine.
Doğum günü, yaş günü
veya özel bir kutlama yemeğine
gitmek isteyenler Tunalı’daki “La
Palm”, Mesnevi ya da Tunalı’daki
“Tadım”, Nene Hatun’daki “Mona
Lisa” ya da Galip Dede Sokak’taki
“Margaritta” isimli pizzacıları
tercih ederlerdi. Sheraton Otel’in
arkasındaki “Villa” ve “Wine
House” isimli restoranlar kim
04.05.2012 17:06:47
22
için hep beraber azardı farklı okullardan liseliler.
Leş gibi evine dönen hiç kimse ertesi güne kin
taşımazdı. Sonraları su ve un, ketçap ve mayonez
eklendi menüye ve her eklenen yeni malzemeyle
daha da kirlendi bu geleneksel eğlence. Zamanla,
yeni yetmelerin tekmeli yumruklu kavgalarının
arasında yok oldu gitti, bir sürü başka eski
alışkanlık gibi.
Serserilik bile daha ahlaklıydı o zamanlar.
Şimdiki gibi kızların okul bahçelerinde
tekme tokat, saç baş birbirine girdiği
hiç görülmezdi. Erkekler kapışırdı
çok lazımsa, o da yazılı olmayan
ama herkesin bildiği kurallara göre.
Birbirine horozlanan kalabalıklar
şuursuzca birbirlerine saldırmazlardı.
Teke tek, ikiye iki, üçe üç çıkılırdı er
meydanına. Kimsenin aklına, eline
geçirdiği sert bir maddeyi karşısındakinin
kafasına vurmak gelmezdi. Neredeyse
hiç kimsenin cebinde kesici alet olmazdı.
Bileğine güvenirdi tüm erkek çocukları.
Her dönemde olduğu gibi seksenlerde
de diğer şehirlerden farklı bir argo yaşardı
Ankara sokaklarında. Farklı ve garip
benzetmeler kullanılırdı gençler arasında.
“Her b..a maydanoz olmak”, “herıld
yani” gibi kalıplar hemen her konuşmada
geçerdi. “Kafayı yedim”, “kendine iyi bak”
demek yeni yeni alışılan laflardı. “Züppe”
yerine “cop cop”, “kıro” yerine “maganda”,
her unvanın yerine “hocam” kullanılırdı.
Ankara’dan çıkan argo deyimler
önce mizah dergilerine,
oradan da tüm ülkeye
yayılırdı.
Neredeyse
yarısı
üniversite
ve
lise
öğrencilerinden oluşan
şehirde “Gır Gır” en çok
satılan dergiydi. Sonraları çıkan “Leman”ın ilk
sayısını satın almak için bazı büfelerin önünde
kuyruklar oluşmuştu. Türkiye’nin sanat ve kültür
yaşamında bariz bir “Ankaralılar hegemonyası”
vardı. En uç siyasi görüşlerin dergilerini ve
günlük gazetelerini çıkarmaya cesaret edenler
Ankara’lı gençlerdi. Amatör müziğin kalbi burada
atardı. Hacettepe ve Odtü, “rock grubu üretim
ankarader.indd 22
merkezi” gibiydi. Ankara Sanat Tiyatrosu ve
benzerleri fabrika gibi sahne insanı çıkartırlardı.
TRT Ankara Televizyonu’nun deneyimli personeli,
yeni yeni inşa edilen özel televizyonculuğun
harcı olmuştu. “Radyomu Susturma” protestosu
Ankara’dan çıkmıştı ve neredeyse bütün
arabaların antenlerinde haftalarca siyah kurdeleler
dalgalanmıştı. Gençler, ulusal istasyonlardan çok
yerel bir radyo olan Gün FM’i tercih ederlerdi.
Hafta içi günlerde, gece yarısından sonra
radyonun başında sabahlanıp okula
geç kalınırdı. “Katil Kim” programına
telefonla bağlanılıp, iki soru sorulup,
tahmin yapılırdı. Kim olduğu sır gibi
saklanan “Radyonun Delisi” diye
bir adam, kendisini arayanı tersleyip
suratına telefonu kapatırdı ve bu
muameleye maruz kalmak için arayanlar
yüzünden hatlar kilitlenirdi. Ülkedeki her şey
ve herkes derinliğini kaybedip, yüzeysel ve
gündelik bir bakış açısına kurban giderken,
Ankara’nın gençleri uzun süre direnebilmişti.
Hoşgörülü, sağduyulu, uyanık ve çağdaş
olma refleksi henüz yitirilmemişti o
zamanlar.
Seksenlerde
Ankara’da
olmak
sabırlı olmak demekti. Esenboğa’da
uçağının tekerleri yere değen her devlet
büyüğü için, daha o uçaktan inmeden
Ulus’ta, Sıhhiye’de, Kızılay’da ve Kuğulu
Kavşağı’nda trafik durdurulurdu. Bu
durum
o kadar kanıksanmıştı
ki
uzun
uzun
bekleyen vatandaşlar,
önlerinden
geçen
çok arabalı konvoyları
protesto
etmek
için
kornaya
bile
basmazlardı.
Ankaralılar
tarafından kanıksanan şeylerden birisi de gündelik
yaşamın, başkente özgü binaların arasında sürüyor
olmasıydı. Bu en çok Ankara dışından bir misafir
gelince hissedilirdi. Ankaralılar, her gece ana haber
bülteninde izledikleri yerlerde yaşadıklarını, ancak
misafirin Anıtkabir’i, Meclis’i ve Çankaya Köşkü’nü
görünce sergilediği şaşkınlık sayesinde fark
ederlerdi. Belki de hiçbir zaman değişmeyecek
04.05.2012 17:07:42
23
gidilirdi. Otobüsler eski hipodromun karşısındaki
garajlardan
kalkardı.
Şehrin
göbeğinde,
kocaman şehirlerarası otobüsleri görmek kimseyi
şaşırtmazdı. Ankara’nın ilçelerine giden otobüs ve
minibüsler içinse hareket noktası, GATA’nın hemen
altındaki Eski Garajlar diye anılan boş alandı.
Her şeyin satın alınacağı yer belliydi ve
seksenlerin Ankaralıları bunları istisnasız bilirlerdi.
Meyve sebze Ulus halinden, her tür bakliyat,
pirinç, bulgur ve kuru yemiş kale kapısından,
balık Sakarya Caddesi’nden, mobilya Siteler’den,
kullanılmış ev eşyası İtfaiye Meydanı’ndan, araba
Aydınlıkevler’den, bisiklet Yiba Çarşısı’ndan,
tesisat malzemeleri Modern Çarşı’dan, iç çamaşırı
Kocabeyoğlu Pasajı’ndan, spor malzemesi
Ülkealan Pasajı’ndan… diye uzayıp giderdi bu liste.
Kısacası seksenlerde Ankara’da olmak “daha
az seçeneğe sahip olmak ama bu seçenekleri
uzun sürede, tadına vararak tüketmek” demekti.
“Elindekiyle yetinmek ve mutlu olmak” demekti.
İnsanların “güvenli şehir” beklentilerini fazlasıyla
karşılayan bir düzenin parçası olmak ve düzeni
sabote etmemek demekti. Sınıf farklılıklarının
“şimdiki kadar” keskin ve acılı olmadığı, ortak
paydaların şehrin daha büyük bir kısmı tarafından
paylaşıldığı bir sosyal çevre demekti. Cebinde
tomarla para olmadan, daha çok şeyi alıp, daha
çok yere gidip, herkesle birlikte eğlenebilmek
demekti.
Bence Ankaralı olmak, daha düzenli, daha
sade, daha eğlenceli ve daha güvenli bir Ankara’nın
tadına varmaktır. Şimdiki Ankara’ya alışamamak
ve seksenleri özlemektir.
mayıs
ankarader.indd 23
2012
olan tek şey budur Ankara’da.
Ankara’nın sembol binalarından Ata Kule
açıldığında olay olmuştu şehirde. Tepesinin dönüp
dönmeyeceği, dönerse nasıl döneceği, dönmezse
neden dönmeyeceği ile ilgili rivayetler,
saptamalar ve teoriler geliştirme trendi yıllarca
iş yaptı şehirde. “Ne olacak memleketin hali?”
polemiği kadar ilgi gördü Ata Kule. Gençler
içinse Tunalı Hilmi’den yukarı taşınan bir hafta
sonu aktivitesiydi. Tırabzanlara yaslanıp saatlerce
durulurdu öylece. İkinci kattaki gümüşçülerde
yaptırılan künyeler takılırdı bileklere. Kocaman
harflerle isimler yazılı olurdu üstlerinde. Erkeklerin
“Amerikan stili” kesilmiş saçlarının, briyantinden
bir tabaka ile kaplanması, kızların permalı
saçlarının sırılsıklammış gibi görününceye kadar
jöleye bulanması modaydı. Bir de uzun yıllar
terkedilemeyen “rugan ayakkabı içine beyaz havlu
çorap giyme” modası vardı ki hatırlamak bile
utanç verici.
Or-An Şehri’nde, Ümitköy’de, Beysukent’te
oturanları kimse anlamazdı. Onlar herkesten önce
toparlanıp evlerine doğru yola koyulunca “Ne işleri
var ta oralarda ya?” diye dedikoduları yapılırdı
arkalarından. Uğur Mumcu Caddesi’nin sağ
tarafında yeni yeni sokaklar oluşuyordu. Caddenin
adı da “Köroğlu Caddesi” idi o zamanlar. Uğur
Mumcu’nun evinin önünde mumlarla türküler
söylememişti daha seksenlerin çocukları. Best
Pastanesini mekân edinen gençlerin arasında,
bombalı saldırı olana kadar, Prof. Dr. Bahriye
Üçok’un evinin hemen yan binada olduğunu bilen
yoktu.
Yıldız Kavşağı’ndan sağa, şimdiki Turan Güneş
Bulvarı’na dönülünce, uçsuz bucaksız tozlu
bir toprak yoldan devam edilirdi yukarı doğru.
İnsanlar Ankara’ya yaklaştıklarını, Eskişehir
Yolu’nun sağındaki tepelerden birinin üzerinde,
askeri radar istasyonuna ait beyaz yarım küreyi
görünce anlarlardı. Bugün hala aynı yerde olan
ama önüne inşa edilen Gordion AVM ve birkaç
çok katlı site yüzünden görülemeyen beyaz
yarım küreyi. Havaalanına gitmek için iki saat
önceden yola çıkılırdı. Esenboğa’dan dış hatlara
uçulacaksa, soldaki tek katlı prefabrik terminale
04.05.2012 17:07:42

Benzer belgeler