İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi

Transkript

İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006
Boş sayfa
G. Ü. İ. F. adına sahibi
Sorumlu yazı işleri müdürü
Editör
Prof. Dr. Kadri Yamaç
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Prof. Dr. İrfan Erdoğan
Yardımcı editörler
Araş. Gör. Aytül Tamer
Dokt. Öğr. Esra Keloğlu-İşler
Doç. Dr. Gamze Y. Özdemir
Yrd. Doç. Dr. Cem Yaşın
Araş. Gör. Özge Güven
Gazi Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Yayın kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç
Prof. Dr. Bayram Kaya
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu
Prof. Dr. Sacide Vural
Prof. Dr. N. Gürkan Pazarcı
Prof. Dr. Seçil Büker
Doç. Dr. Nazife Güngör
Prof. Dr. Peyami Çelikcan
Prof. Dr. Raşit Kaya
Prof. Dr. Dan Schiller
Prof. Dr. Vincent Mosco
Prof. Dr. Stuart Ewen
Anadolu Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Maltepe Üniversitesi
ODTÜ
University of Illinois, USA
Queen’s University, Canada
CUNY, USA
Kapak ve sayfa tasarımı
İrfan Erdoğan
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: [email protected]
Yayın tarihi: 2 Ocak 2007
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Dergi Politikası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram
ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı
kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir;
Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için bir forum
oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi
kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal bağlamda faydalı
bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
Journal’s Policy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and
formerly published under the title Communication, is a social sciences journal
focusing upon theory and research on communication. The journal is
dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations;
to developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in
Turkey and around the world in order to further the field; to expand the
frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to
perform its role in the development of theoretically and methodologically
enriched multidisciplinary body of knowledge on communication.
Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve diğer
yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC word
formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine bir niyet
mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra ya
değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da değişiklik önerileriyle
yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı değişıkliklerle makaleyi göndererek
süreci yeniden başlatabilir. Makelenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği
kurallara uymalıdır.
Submissions
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital
form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should
be e-mailed to ([email protected]). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format. The
manuscript should be double-spaced; references and formatting should follow
the style guidelines of the APA (5th ed.). Please find the further information
in the web page of the journal.
Editörün Notu
Kitle iletişimi pratiklerinin doğasıyla ilgili etik konusu, yoğun bir şekilde
işlenen ve akademik ve toplumsal gündemde daima kalan konulardan biridir.
Etikle ilgili olarak herkesin daima bir söyleyeceği olmuştur. Benim ve benzeri
düşüncede olanların bu konudaki söyledikleri ve söyleyecekleri daima
egemen çıkar yapılarının belirlediği düşüncenin ve ana akım yaklaşımların
kurduğu çerçevenin dışında olmuştur ve olacaktır. Bunun önde gelen nedeni
asla “karşı olmak” veya “eleştirmek” değildir: Farklılık, insan faaliyeti ve bu
faaliyetin örgütlü doğası ve ilişkilerinden hareket ederek konuyu ele almaktan
kaynaklanmaktadır. Toplantılarda etik konusunun bu şekilde ele alınmasına,
ne yazık ki, çok ender rastlanır. Bu nedenin de itici güç olduğu diğer önemli
nedenlerle, Korkmaz Alemdar’ın bu konudaki belirleyici ilgisi ve benim
bazen Korkmaz Alemdar’ı (ve bazen kendimi de) rahatsız edecek biçimde
“bir şeyi alışılagelenin dışında, sunulmayanı da ekleyerek sunma” merakım ile
birlikte, Medya ve Etik konusunu işleme fikri ortaya çıktı. Fikir UNESCO’ya
taşındı ve UNESCO’da Arsın Aydınuraz ve Refik Erduran başta olmak üzere
herkesin ilgi ve desteğiyle gelişti. Ardından TUBİTAK’ın bilimsel girişime
katkısı geldi. Böylece bu üç kurumun desteğiyle ULUSLARARASI MEDYA
ve ETİK sempozyumu gerçekleşti. Bu uluslararası Sempozyuma Afrika’dan,
Asya’dan, Avustralya’dan, Avrupa’dan ve Kuzey Amerika’dan 40’a yakın
akademisyen, gazeteci, sivil toplum örgütü temsilcisi katıldı. Konuşulan ve
tartışılan konuların iletişim alanındaki önemi, konuşmacıların ve ilgilenenlerin
bu sempozyumda konuşulan ve tartışılanların yayınlanması gerektiğini tekrar
tekrar belirtmeleri, bizi sempozyumda sunulanları ve tartışmaları Türkiye’deki
İletişim camiasıyla paylaşmamız gerektiği düşüncesine götürdü. Dolayısıyla,
İletişim dergimizin bu sayısını Medya ve Etik konusuna ayırdık.
Derginin makaleler bölümüne sempozyumdaki sunumlar yerleştirildi.
Bunu yaparken, önce etiğin ne olduğunu, ve medya ve etik arasındaki bağı
irdeleyen eleştirel bir giriş yapıldı. Böylece, etik konusu ve medya ve etik
bağı, yaygın anlatıların çerçevesini kırarak sunuldu ve okuyucuya bu konuda
geniş bir perspektif sunmayı amaçlayan sempozyumun konuşmalarının daha
iyi anlaşılması için bir temel oluşturulmaya çalışıldı. Bunu takiben,
oturumlardaki sunumlar konuşma sırasına göre verildi. Dan Schiller, Ümit
Atabek ve Vincent Mosco’nun etiği toplumsal üretim tarzı ve üretim ilişkileri
içine yerleştiren konuşmalarıyla başlayan sunumlar, diğer konuşmacıların
medyada etik sorunları hakkındaki sunumlarıyla tamamlandı.
Sunumların akademik makale biçiminde olanları “sunum-makale” ve
olmayanları da “sunum” başlığı altında hem Türkçe hem de sunum diliyle
yayınlandı. Bu sayının özel doğası nedeniyle, sunumların biçimsel yapısında
derginin politikasına uymayan farklılıklar olmasına izin verildi.
Derginin Forum bölümü üç alt bölüme ayrıldı. Birinci alt-bölümde açılış
konuşmaları sunuldu. İkincisinde, oturum başkanlarının sözleri verildi. Bunu,
sorulan sorular, verilen yanıtlar ve tartışmalar takip etti. Son alt-bölümde ise,
toplantının değerlendirilmesi ve “sonuç bildirgesi” önerisi sunuldu.
Okuyanların büyük çoğunluğu içerikte sunulanları okuyarak bir şeyler
öğrenmek isteyen iyi niyetli okuyuculardır. Bazıları da “şurada cümle hatası
yapmış, şurada alıntıya referans vermemiş, tercümede şurada yanlış yapmış,
şu kavramı doğru kullanmayı bile bilmiyor” gibi şikayetler üreten ve karalama
kampanyasının bir parçası olan “kötü niyetli okuyuculardır.” Elbette en
kötüleri de, okumayanlar ve habisliklerinden kudurdukları için inşa ettikleri
kıskançlık, yalan, iftira ve baskı dünyasında, örneğin, bu dergiden tezlerinde
veya ödevlerinde alıntı yapan öğrencileri “bu ismi burada görmeyeceğim,
çıkart!” diye ezeceklerdir. Bu ezme, üniversitelerde yerleşmiş bazı rütbeli
cahillerin, bilmek isteyene, bilgiye ve bilginin yayılmasına karşı düşmanlığını
anlatır. Üniversiteleri dedikoduhaneye ve ticarethaneye çeviren, okumayan ve
dolayısıyla okutmayan bu cahiller, ne yazık ki, kendileri gibi tembel, bilgiye
ve bilene düşman insanlar yetiştirmektedir. Yetiştirdikleri kişiler, örneğin
doktora yeterlilik ve doçentlik sınavlarında, alanlarıyla ilgili en temel bilgileri
bilmedikleri, bilimsel yöntemler hakkında doğru bilgiden yoksun oldukları
halde, kendilerini cahilleştirerek yetiştirenlerin karşılıklı çıkara dayanan
dayanışması sonucu, üniversitelerde kadro almakta, bilmedikleri yöntemle
araştırma yapmakta, bilmedikleri konuda dersler vermekte ve gerikalmışlığın
yeniden-üretimini sürdürmektedir. Amacımız, varlığını ya “düşünüyorum, o
halde varım” derken ezberlediği klişeleri sıralayarak egemenlik kuranların ya
da “tüketiyorum, o halde varım” diyerek tüketici-sahiplikte nicel çokluğu ve
gösteriş yarışında üstünlüğü elde edebilmek için önüne gelen herkesi ve her
şeyi kendi çıkarı için kullananların baskın olduğu dünyada, kendini ve dışını
soruşturan, kendini ve insanı seven vicdanlı insanların insanlığı geliştirme
çabasına katkıda bulunmaktır.
İrfan Erdoğan
Sayı 23 Yaz-Güz 2006
BAŞLARKEN
İrfan Erdoğan
Medya ve etik: eleştirel bir giriş ............................................................ 1
SUNUMLAR
Dan Schiller
İletişim ve kriz:
enformasyona dayalı kapitalizm ve kontrol devleti......................... 27
Communications and the crisis:
informationalized capitalism and the control state .......................... 41
Ümit Atabek
Türkiye’de bilgi iletişim teknolojileri:
Bir etik tartışma alanı olarak yazılım korsanlığı ................................. 55
Vincent Mosco
Bilgi endüstrilerinde emeğin yöndeşmesi ........................................... 63
Labour convergence in the knowledge ındustries ............................... 81
Hıfzı Topuz
Alternatifler üzerine .......................................................................... 101
ii
İçindekiler
Diomansi Bombote
M. Diomansi Bombote'nin İletişim sentezi ....................................... 107
Synthese de la communication de M. Diomansi Bombote................ 113
Robert Beckett
İletişim etiği ve enformasyon:
küresel dünyanın vatandaşları kendileri için düşünüyor ............... 117
Communication ethics & information:
global citizens thinking for themselves ......................................... 135
Yehiel Hilik Limor
Gazetecilik ve ek iş:
uluslararası 242 etik ilkenin karşılaştırması .................................. 151
Journalism and moonlighting:
an ınternational comparison of 242 codes of ethics ...................... 161
Raphael Cohen-Almagor
Mahremiyetin sınırları: yararlı ayrımlar ............................................ 175
The bounds of privacy: helpful distinctions ...................................... 187
Ian Richards
Felaket haberciliği, güven ve etik...................................................... 199
Marcello Foa
Görünmez tehlike:
Spin doktorları medya etik kurallarını nasıl atlarlar? .................... 205
The ınvisible threat:
how spin doctors bypass media ethics rules .................................. 211
Mehmet Yüksel
Modernleşme,Toplumsal Yaşamın Hukuksallaşması ve Etik ........... 217
Süleyman İrvan
"Gazetecilik etiği" dersi çerçevesinde
etik sorunlara akademik yaklaşımlar ............................................. 233
İçindekiler
FORUM
Forum hakkında
İrfan Erdoğan ............................................................................ 247
Açılış konuşmaları
Tuba Ongun .............................................................................. 249
Arsın Aydınuraz ....................................................................... 250
Oturum başkanlarının konuşmaları
Hıfzı Topuz .............................................................................. 257
Korkmaz Alemdar .................................................................... 259
Refik Erduran ........................................................................... 262
İrfan Erdoğan ........................................................................... 264
Soru, yanıt ve tartışmalar: birinci Gün
İrfan Erdoğan ............................................................................ 265
Raphael Cohen-Almagor........................................................... 266
Dan Schiller............................................................................... 267
Vincent Mosco .......................................................................... 269
İbrahim Bilici ............................................................................ 270
Dan Schiller............................................................................... 271
Esra Keloğlu-İşler ..................................................................... 272
Vincent Mosco .......................................................................... 272
Dan Schiller............................................................................... 274
Ümit Atabek .............................................................................. 274
Vincent Mosco .......................................................................... 275
Boris Novasardiyan ................................................................... 276
Babacan Taşdemir ..................................................................... 277
Aytaç Yıldız .............................................................................. 277
Diomansi Bombote ................................................................... 278
Konca Yumlu ............................................................................ 279
Yüksel Akkaya .......................................................................... 280
iii
iv
İçindekiler
Vincent Mosco .......................................................................... 281
Ümit Atabek .............................................................................. 282
Emre Aygen .............................................................................. 283
Refik Erduran ............................................................................ 284
Hülya Eraslan ............................................................................ 284
Boris Novasardian ..................................................................... 284
Ümit Atabek .............................................................................. 285
Boris Novasardian ..................................................................... 285
Refik Erduran ............................................................................ 286
Raphael Cohen-Armagor .......................................................... 286
Vincent Mosco .......................................................................... 287
Bayram kaya ............................................................................. 288
Soru, yanıt ve tartışmalar: ikinci Gün
İrfan Erdoğan ............................................................................ 289
Bayram Kaya............................................................................. 291
Ahmet Akgül ............................................................................ 292
Aytaç Yıldız ............................................................................. 294
İrfan Erdoğan ........................................................................... 295
Süleyman İrvan ........................................................................ 297
Nermin Gedik ............................................................................ 297
İrfan Erdoğan ............................................................................ 298
Süleyman İrvan ........................................................................ 299
Raphael Cohen-Almagor ........................................................... 299
Marcello Foa ............................................................................ 299
İrfan Erdoğan ............................................................................ 300
Mustafa Kılıç............................................................................. 300
Marcello Foa ............................................................................ 301
İrfan Erdoğan ............................................................................ 302
Mehmet Yüksel ......................................................................... 302
Biterken
Toplantının değerlendirmesi ve “sonuç bildirgesi” önerisi ....... 303
Katılımcılar ............................................................................... 307
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 1-26
Başlarken
Medya ve etik: eleştirel bir giriş1
İrfan Erdoğan
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Özet: Bu makale etik kavramını ve medya pratikleri ve etik bağını alışılagelen
açıklamaların ötesinde ele alıp irdelemek, böylece, hem genel olarak etik konusunun
hem de bu sayıda sunulanların daha geniş bir yelpazeden anlamlandırılmasına katkıda
bulunmak için hazırlandı. Makale için kullanılan gerekli veriler var olan kayıtlı/yazılı
bilgi birikimine başvurularak toplandı ve değerlendirildi. Önce etik felsefe içinde ele
alınarak eleştirel olarak konumlandırıldı. Ardından, medya ve etik bağı yine eleştirel
bir şekilde açıklandı.
Anahtar kelimeler: Etik, törebilim, medya, medya etiği, gazetecilik etiği
Media and ethics: a critical introduction
Abstract: This article was designed to discuss the concept of ethics and the
relationship between media and ethics beyond the prevailing explanations and
approaches, thus, to make contributions for better understanding of the ethics issues
and other presentations in this issue of the journal. Necessary information for the
preparation of the article was collected by means of using written documents about
the subject under discussion. The article started with critically positioning ethics in
philosophy, and then, media and ethics issues were discussed in a critical perspective.
Keywords: Ethics, media ethics, professional ethics, journalism ethics
1
Eleştirel kavramı, negatif bir yükle yüklenmiştir; aslında eleştirel demek, doğrunun,
iyinin, haklının ve gerçeğin yerini alan sahteye, yanlışa, kötüye ve haksıza harşı
doğru, iyi, haklı ve gerçek olanı sunmaktır; normallik ve vicdanlılık taslayanların
anormalliğine ve vicdansızlığına karşı, normali ve vicdanı savunmaktır.
2
İrfan Erdoğan
Bir CIA ajanından pragmatik etik:
Yaşadığımız dünya ahlakı olmayan bir dünya. Bu dünya
çok güç ve az güç, fazla mal ve az mal, fazla güvenlik ve
az güvenlik dünyasıdır; savaşın final ahlaksızlık olduğu
bir dünya. Milletler kaçınılmaz olarak şu deyişe
kendilerini verirler: Kötü olmak ölmekten daha iyidir.
Bu dünyada Amerika’nın dış politikası pragmatik
olmuştur ve böyle devam edecektir (Rositzke, 1988: 206).
Liberal demokrat Karl Marks’dan basında sansür ve etik:2
Ahlaklı devlet, devletin üyeleri devletin bir organına
veya hükümetine karşı gelse bile, devletin görüşünü
ikinci plana alır. Fakat bir organın kendini siyasal
muhakemenin ve siyasal erdemin tek ve biricik sahibi
olarak düşündüğü bir toplum, kökeninde halka karşı
olan ve, dolayısıyla, onların karşıtlığının evrensel
olmasını, normal düşüncesini, bir hizipçinin kötü vicdanı
sayan bir hükümet, Niyet Yasalarını, Öç Yasalarını icat
eder. Niyet Yasaları vefasızlığa ve etiksel olmayan
materyalist devlet anlayışına dayanır. Bu yasalar kötü
vicdanın düşüncesiz bir protestosudur (Marks, 1842:99).
GİRİŞ
Televizyonlarda, sinemalarda, okullarda, kitaplarda, dergilerde ve “etik
sempozyumlarında” yüceltilen ahlakın ve bununla kirletilmiş vicdanın doğası
bir CIA şefi olan Rositzke’nin yukarıda sunulan sözüyle özetlenebilir. Bu
sözle, meşru gösterilen bir dayanak verilerek, ahlaksal ikilem hissedenler
varsa, onların vicdanen rahatlamaları sağlanmakta ve ahlaksızın ahlakı
toplumsal ve evrensel ahlak yapılmaktadır. Çok doğru görünen bu sözler,
ABD’nin dünyanın her yerinde açık ve gizli kirli faaliyetlerini haklı çıkartır
ve ülkelerin yönetici sınıflarının ülke içindeki baskı ve sindirme politikalarını
2
Karl Marks’ın bu düşünceleri liberal çoğulcu burjuva düşünce tarzıyla tümüyle
örtüşmektedir. “Nasıl olur? Örtüşemez! Bu, Marksizme ihanettir! Materyalist
değil!” diyerek bilime ve bilmeye hakaret edelim mi? Ayrıca, Marks asla maddeye
tapmayı savunmadı. Hep insanın birey olmasını, bireyin özgürlüğünü savundu.
Ama, Eric Fromm’ın (1961) 50 yıl önce belirttiği Marks hakkında cahilce ifadeler
ve çarpıtmalar, post-modern uydurularla süslenerek günümüzde hala sürmektedir.
Eleştirel Bir Giriş
3
meşrulaştırır. Bu meşrulaştıran anlatıya, Amerikan pragmatizm düşüncesine
dayandırılan politikanın ahlakı denir. Bu dünyada, insan olmanın, ahlakın,
insan haklarının, etiğin, doğrunun ve yanlışın, haklının ve haksızın, iyinin ve
kötünün, değerlinin ve değersizin ne olduğu, dostların ve düşmanların kimler
olduğu, model olarak alınacakların kimleri içereceği ve sorunların nasıl
çözüleceği ile ilgili tanımlamalar, ne yazık ki, ahlak satan ahlaksızlar, Irak
örneğinde olduğu gibi insan hakları şampiyonluğu yapan insan kasapları, etiği
patolojik etik olanlar, doğruyu yanlış ve yanlışı doğru olarak gösterenler, iyiyi
kötü ve kötüyü iyi yapanlar, öznel ihtiraslarının belirlediği hasta vicdan ve
değerlere sahip olanlar, çarpık ruhlu insanımsıları gençlere model olarak
gösteren insanımsılar tarafından yapılmaktadır (Erdoğan, 2006: 128). En
yüksek seviyede hipokrasinin egemen olduğu, gerçeğin giysilerini çalıp giyen
sahtenin imajlarla doğruluk ve dürüstlük tasladığı, vatanının maddi ve manevi
değerlerini parça parça satanların vatanperverlik satışı yaptığı ve kendi öznel
soygunlarını sürdürmek yolunda doğruyu söyleyenleri öldürtmek için
meşrulaştırılmış cinayet işlemeye hazır potansiyel katiller yaratıp beslediği bu
örgütlü egemenlikte, “en yüce etiğe sahiplik iddia eden bu insanımsıların”
vatanı, milleti, doğruyu, iyiyi, onuru, haysiyeti ve her türlü değerli şeyleri
temsil etmesi oldukça normaldir. Shakespeare’in dediği gibi güçlünün sesi ne
kadar cırtlak çıkarsa çıksın (ne kadar kötü, yanlış, etikten yoksun olursa
olsun), orkestraya hakimdir. Karl Marks, yukarıda sunulan deyişinde, bu
cırtlak hakimiyetin insana ve insan özgürlüğüne aykırı olduğunu vurguluyor.
En eski imparatorluklardan beri insanların bilinçlerini biçimlendirme ve
dolayısıyla davranışlarını yönlendirme işi, nicel olarak artan ve nitel olarak
mükemmelleştirilen strateji ve taktiklerle yürütülmektedir. Materyal üretim
tarzı ve ilişkilerinin oluşturduğu (örgütlenmiş güç ve çıkar ilişkilerinin
oluşturduğu) dünya, kurulan meşrulaştırılmış baskı, boyunsunma, sindirme ve
zorunlu katılma yolları, insanların bilişlerine sürekli bir şekilde işlenen imal
edilmiş imajlarla, hayallerle ve sahte gerçeklerle desteklenmektedir. Bu
destekleme işini yapan örgütlü yapıların başında, sunumlarının içerikleriyle
kitle iletişimi ve eğitim kurumları gelmektedir. Kitle iletişimi medyası,
küresel pazarın çıkarını destekleyen ve kitle üretim teknolojilerinin ürünlerini
beyinsizce satın alma ve kullanmayı marifet sanan “zeka yapısını” (bilişleri
gösteriş ve gösteri/teşhir seviyesinde dondurmayı) üretmede kullanılan bilinç
yönetimi araçlarıdır. Bu araçları kullanarak yapılan günlük üretimler yoluyla,
küresel pazarın çıkarları insanlığın çıkarları üzerine oturtulur ve sosyal
4
İrfan Erdoğan
sorumluluk dahil her şey bu pazarın öznel çıkarlarına göre tanımlanır. Elbette,
köleliğin, sahtenin, yanlışın, ahlaksızlığın ve yalanın egemen olduğu yerde,
aynı zamanda “etik” konusu da önem kazanır: Toplumda bir şeyin belirmesi
için temel olarak ona gereksinim duyulması gerekir. Elbette bu gereksinimi de
herkes duymaz veya duymayabilir. Etik (erdem ve ahlak) için gereksinim
duyma ve onun üzerinde konuşma ancak erdemsizlik, ahlaksızlık ve kötülük
olarak nitelenecek üretim ve ilişki tarzının olması ve bu durumdan rahatsızlık
duyulması ile oluşur ve gelişir. Bu oluşum aynı zamanda ahlaksızlığı
üretenlerin de kendi ahlakını (ahlaksızlığını) korumak için ahlaka sahip
çıkmasını, ahlakı da kendilerinin mülkiyetine ve güç ve kontrol alanı içine
almasını (gasp etmesini) ortaya çıkartır. Bu yolla hem ahlakı kendilerine mal
ederler hem de yeniden tanımlayarak ahlaksızlığı ahlak yaparlar: Birçok
teorilerin, alt ve alt yaklaşımların olmasının nedenlerinden biri de budur. Aynı
zamanda bu yolla, örneğin medyayı biliş üretim ve destekleme araçları olarak
kullananlar ve sözcüleri, “biz elitist değiliz, demokratız; biz halka istediğini
veriyoruz” gibi meşrulaştırıcı söylemler yoluyla kendi pratiklerinin etiksel
doğasıyla ilgili sorumluluktan kendilerini arındırırlar. Bu savunu eğitim
sisteminde de yapılır: Özellikle üniversite seviyesindeki eğitimde “medya ve
etik” konusu derslerde ve akademik faaliyetlerde üzerinde durulan önemli
konulardan biri yapılır. Diğer örgütlü siyasal, ekonomik ve kültürel güç
yapıları da bu meşrulaştırma üretimine, çıkar hesaplarına paralel olarak çeşitli
tarz ve yollarla katılırlar. Etik komisyonları, etik kurulları, etik toplantıları,
etik sempozyumları, etik söyleşileri ve etik çalışmaları yapılır; medya etik
cemiyetleri/dernekleri kurulur; etikle ilgili kararlar alınır; etik ilkeleri saptanır;
etik kuralları konur; medyaya ilkeli ve etikli yayın ödülleri verilir. Böylece,
binlerce yıldır sürdürülen biliş yönetimine devam edilir. Medya örneğiyle
verilen bu açıklamadan da anlaşılacağı gibi, örgütlü pratiklerle gereksinimler
karşılanırken aynı zamanda gereksinimler de doğar. Etik gereksinimi
çıktığında, etik kavramı üzerindeki mülkiyet kısa zamanda veya belli bir
mücadele sonucu el değiştirir: Düşünsel üretim ve dağıtım olanaklarını ve
gücünü ellerinde tutanların, dolayısıyla etik kavramının ve etik gereksiniminin
çıkmasına neden olanların ellerine geçer. Güçlü yanlış güçsüz doğruyu gasp
eder ve kendi yönetiminin bir parçası yapar. Böylece, teolojik günlük dille,
şeytan şeytanlığını yaparken, aynı zamanda Şeytanlığın kötülüklerinden
bahseder, Anadolu kültürel pratiklerinden (kötü gelenekler, erkek egemenliği,
kadın dövme, çocuk dövme, töre cinayeti, muska yazma) ve İstanbul
Eleştirel Bir Giriş
5
Cehenneminden (tinerci çocuklar, E5 otoyolundaki hayat kadınları, kaza
yapan sarhoş sürücüler, dükkan soyan gençler, kapkaççılar) bireysel şeytanlar
gösterir ve şeytanlığa karşı tedbirler önerilir ve etik ilkeler geliştirir.
Bu bilinç yönetimi o denli güçlüdür ki, örneğin medya ve etik
toplantılarında medyanın üretim tarzı ve ilişkileri veya toplumsal üretim tarzı
ve ilişkileri asla “etik” konusu olarak akla gelmez, ele alınmaz, asla etik ile
ilişkilendirilmez, istense de ilişkilendirilemez. Sendikasızlaşmanın, asgari
ücretin, fazla mesai ödememenin, haftada altı gün 70 saat çalıştırmanın, kötü
iş koşullarının, özlüce üretim tarzı ve ilişkilerinin “etikle” bağını kurabilmek
için bilişlerin ve vicdanların farklı bir şekilde biçimlendirilmesi gerekir.
Elbette ahlak, hırsızlık, yalan, kandırma, dolandırma, haksızlık, moral,
dürüstlük, doğruluk, haklılık vb ile ilgili kararlar ve uygulamalar etik
konusudur. Fakat medya ve etik, tüm bunların kitle iletişim yoluyla
milyonlarca insana gönderilen paketlenmiş ürünlerde nasıl ele alındığı ve
nasıl işlendiğiyle ilgilidir.
Yukarıda sunulan açıklamalardan hareket ederek, bu makalede birbiriyle
bağıntılı birkaç konusal amaç gerçekleştirilmeye çalışıldı: Yukarıdaki
anlatıdan da açıkça görüleceği gibi etik kavramı egemen/popüler etik
anlayışından farklı olarak ele alınıp derlendirildi; bu değerlendirme
bağlamında medya ve etik konusu irdelendi ve derginin bu sayısında ele
alınan medya ve etik sempozyumundaki sunumlar için eleştirel bir başlangıç
yazısı oluşturuldu. Bu çerçevede, önce, iletişim alanında etiğin felsefedeki
yeriyle ilgili bilgi verilmesi gereğinden hareketle, mümkün olduğu kadar az
irdelemelerle etik (töre bilim veya ahlak bilim) yaklaşımları, alandaki yazılı
kaynaklardan faydalanılarak, açıklandı. Ardından medya pratikleri ve etik
konusu irdelendi.
ETİK TEORİLERİ
Etik erdemin felsefi incelenmesidir.
Etik araştırma alanına verilen isimdir; ahlaklılık veya erdem ise
araştırmanın nesnesinin/konusunun ismidir. Erdem belli bir yer ve zamanda
belli bir grupta, cemaatte veya toplumda kabul edilebilir davranış kodlarıdır.
Birbiriyle ilişkili birkaç kod türü vardır: (a) Yasal: Yasal kodlar belli bir
grupta minimum kabul edilebilir davranışı temsil ederler. (b) Ahlak/erdem
kodları: Bu kodlar daha geniş davranışsal kontrol takımlarıdır. Toplum
genellikle bu kodların ihlaline karşı, bir yasanın ihlalindekinden daha
6
İrfan Erdoğan
toleranslıdır. (c) Görgü kodları: Toplumun çok daha geniş davranışsal
beklentilerini temsil eden kodlardır (örneğin kibarlık, centilmenlik gibi). Tüm
bu kodlar toplumda insanların davranışlarını kontrol etmek için vardır.
Etikle uğraşanlar şu ve benzeri sorulara yanıt ararlar: (a) Ahlakın
dayanakları nelerdir: Neden insanlar bir davranışı doğru ve diğerini yanlış,
birini yapılabilir diğerini yapılmaması gerekir diye düşünmektedir? Ahlaksal
önsezilerimizin kaynağı nedir? (b) Ahlaksal önsezilerimizi sistematik olarak
haklı çıkartabilir miyiz? Hangi eylemler gerçekte doğru, yanlış ve izin
verilebilir; onların doğru veya yanlış olduğunu nasıl biliyoruz? (c) Ahlak
kodları/kuralları nesnel mi yoksa görece mi? (d) Ahlakın dili nasıl çalışır?
Örneğin, doğru ve yanlış gibi kelimeler ne anlama gelir?
Bu dört soru töre/etik bilimin temelini, ana sorunsallarını oluşturur.
Etik (ahlak ve erdem) belli zaman ve yerde yaşayan bir grup, cemaat veya
toplumda kabul edilebilir olan davranış kodlarını ifade eder.
Felsefenin alt dalı olan etik iki ana dala sahiptir: (a) Normatif etik:
Erdemli yaşamın nasıl olması gerektiğini belirten kodlardır. Normatif etik
teorisi ahlaksal kodların sistemli açıklanması ve haklı çıkarılması ile ilgilenir.
Normatif etik yukarıdaki ilk iki soruyu ele alır; ahlaksal önsezilerimizin
kaynağı ve haklı çıkarılması ile ilgilenir: Ahlaklı yaşamın nasıl yaşanması
gerektiğini anlatır. (b) Normatif olmayan etik: moral sistemlerin mantığının ve
dilinin sistemli incelenmesidir; ahlak sistemlerinin nesnelliğinin sistemli
incelenmesidir. Erdemli yaşamın nasıl olmasıyla ilgilenmez (Şekil 1).
Etik
Normatif
Normatif olmayan
Teleolojik
Betimleyicilik
Deontolojik
Metaetik
Erdem
Şekil 1. Temel etik teorileri
Eleştirel Bir Giriş
7
Normatif etik üç gruba ayrılır: (a) teleolojik etik (consequentialism); (b)
deontolojik etik: (c) Erdem etik.
Teleolojik kavramı, sonuçlar hakkında rasyonel düşünme anlamına gelir.
Teleolojik etik anlayışına göre, bir eylemin sonucu, onun ahlaksal statüsünü
belirler (Şekil 2).
Teleolojik etik
Benlikçilik
Hazcılık
Faydacılık
Eylem
Kural
Şekil 2. Temel Teleolojik etik yaklaşımları
Dolayısıyla, sonuç kullanılan yolları ve araçları meşrulaştırır; eğer
eylemin sonucuyla iyi gelirse, bu eylem doğrudur. Elbette burada ilk akla
gelen sorular: İyi sonuç nedir? Kim buna nasıl karar verir? Bu iyi sonuç kimin
için iyi sonuç? Bu sorulara yanıt farklı biçimlerde verilmiştir. “İyi” sonuç
“alınan zevk” ile eşleştirilmiştir. Kimin için sorusuna birey ve çoğunluk yanıtı
verilmiştir.
Etiksel egoistler, hedonistler ve faydacılar ahlaksal sorumlulukların iyi
sonuçlar tarafından belirlendiği konusunda hemfikirdirler, fakat neyin iyi
sonuç olduğu hakkında aynı fikre sahip değildirler.
Etik sorunu tartışmalarında, etiğin “iyi sonuçlar” ile ilişkilendirilmesi bir
tesadüf değildir. Böylece, etiği belirleyen “iyi sonuç” amacı ve araçları
soruşturmaya gerek duymadan meşrulaştırır.
Teleologlar geleneksel olarak “iyi” sonuç konusunu, birbiriyle ilişkili,
fakat üç ayrı teoriyle açıklamıştır:
Etiksel egotizm/benlikçilik: bana mutluluk veren, benim için iyi olan,
doğrudur. Bireysel etiksel egotizme göre, “ben daima kendime en fazla
mutluluğu elde edecek şekilde eylemde bulunmalıyım.” Evrensel etiksel
egotizme göre, “herkes kendine en fazla mutluluk sağlayacak biçimde
eylemde bulunmalıdır.”
Hedonizm /hazcılık: Bana en fazla zevk/haz veren, doğrudur.
8
İrfan Erdoğan
Faydacılık: En fazla sayıdaki insan için mutluluk/zevk getiren doğrudur
(Dolayısıyla, popüler kültürel ürünler büyük çoğunluğa mutluluk/doyum
getirdiği için, doğrudur; Çoğunluğun veya genel toplumun çıkarı/ mutluluğu/
rahatlığı için “en iyi komünistin veya en iyi Yahudi’nin ya da en iyi A’nın ölü
olması doğrudur; Savaş filmlerinde yapılan da bu etiksel bağlamda doğrudur).
Eylem Faydacılığı görüşüne göre, etik faydacı ilkeyi karşılayan eylemleri
değerlendirmelidir. Kural Faydacılığına göre, faydacı prensipleri karşılamak
için yapılmış kaideler üzerine odaklanılmalıdır.
Faydacı düşünceye göre, Kantçı eylemin (nedenin, amacın) ahlaksallığıyla
hiçbir ilişkisi yoktur. Kant için, eylemin erdemsel/ahlaksal değeri, doğru
nedene/amaca (ki o da görevdir) bağlıdır. Dolayısıyla, görev ahlaksal değerin
tanımlayıcısıdır. Bu da görevi belirleyen gücün doğruluğunu getirir.
İkinci tür normatif etik teori deontolojik etiktir: Normatif
değerlendirmeler, bir yükümlülüğü veya görevi ortaya çıkaran bir eylemin
kendinde olan karakterinde yatar (Şekil 3).
Deontolojik
Eylem Etik
Kural Etik
Durumsal
İlahi emir
Varoluşçuluk
Kantçılık
Şekil 3. Temel deontolojik yaklaşımlar
Bu yaklaşım, eylemin sonucu iyi/faydalı olsun veya olmasın fark etmez,
bir eylemin doğruluğu üzerine odaklanır: İyilik ahlaksal zorunlulukları/
yükümlülükleri idrak etme ve karşılama yeteneğimizde yatar. Kant kesinlikle
etikte doğru olmayana hiçbir koşulda yer vermez. Kant’ın “kategorisel
zorunluluklar” olarak nitelediği bu evrensel yasada “istisnasız, doğru amaçlı
görev” vardır: Örneğin, bu görev doğruyu söylemektir: yalan daima yanlıştır.
Deontoloji iki ana akıma sahiptir: Durumsal etik anlayışı ve varoluşçuluğu
içeren Deontolojik eylem teorileri ve kategorisel kaçınılmazlık/zorunluluk ve
İlahi Emir yaklaşımlarını içeren Deontolojik Kural teorisi.
Eleştirel Bir Giriş
9
Üçüncü tür normatif etik kuramı “erdem Etik” kuramıdır. Yukarıdaki
teoriler etiksel davranış ile ilgilenmişlerdir. Üzerinde durulan temel sorular
“bir eylemin iyiyi mi veya kötüyü mü ortaya çıkaracağı” veya “belli bir şeyi
yapmak doğru mu yoksa yanlış mı” üzerinde toplanmaktadır. Doğu filozofları
ve bazı Yunan filozofları etik konusunu kişinin karakteri, iç doğası, kalbinin
nasıl olduğu noktasından ele alırlar. Erdem Etik, iyiliği veya doğruluğu
tanımlama yerine, karakterin gelişmesi üzerinde durur ve mutluluğu insanların
en yüksek amacı olarak düşünürler. Bu kuramda doğruluk eylemin kendisi
veya sonucu tarafından değil, aktörün (kişinin) karakteri tarafından belirlenir.
Bu etiğin Yunan/Batı türünü, örneğin Aristo her iki yöndeki aşırılıktan
kaçınan “orta yol erdem” ile açıklar. Örneğin yalan söyleme ile “her şeyi
olduğu gibi söyleme” arasında “doğru olan sözler” söylemek; yani aşırıya
kaçmadan orta yolu seçmek. Dikkat edilirse, bu da, erdem adı altında, aynı
zamanda, boyunsunuyu, doğruyu veya yalanı ikna edilebilir yoldan sunmayı,
tutuculuğu, retoriksel/söylemsel hipokrasiyi besler ve destekler.
Martin Buber etik konusunu moral kodlar yerine insanlar arası ilişkide
aramıştır. Ona göre, etiğin özü insanlar arası gerçek diyalogun olmasıdır.
İnsanlar araç değildir, sonuçtur. Bizim etiksel sorumluluğumuz şeyleri
kullanma ve insana değer vermedir; insanları kullanma ve şeylere değer
verme değil. Buber’in etik anlayışında, insanlar birbiri üzerinde olumlu
imajlar yaratma ve sürdürme ile uğraşmazlar; “gerçek,” bireyin diğerleriyle
şeffaf ilişkisinden çıkar gelir.
Etik/töre bilimin ikinci ana teorik yaklaşımı normatif olmayan teorileri
içerir. Normatif olmayan teoriler metaetik ve betimleyicilik üzerinde dururlar
(Şekil 4)
Normatif
olmayan
Betimleyicilik
Objektivizm
Görececilik
Şekil 4. Normatif olmayan Teoriler
Metaetik
İdrakcilik
Salıkvericilik
Duygusalcılık
10
İrfan Erdoğan
Betimleyicilik “ahlaksal ilkeler dünyanın nesnel özelliği midir yoksa
kişiye, kültüre ve türlere göre midir?” sorusuna yanıt arayarak, ahlaksal
prensiplerin ontolojik (varoluş) durumunu inceler. Bu sorunun ilk bölümünü
destekleyenler, evrensel etik ilkeleri üzerinde duranlar objektivist ve ikinci
bölümünü, evrensel ahlak prensipleri olmadığı varsayımını, destekleyenler ise
relativist (göreselci, görececi) olarak isimlendirilir.
Sübjektivist görececilikte birim birey olmaktadır ki bu hem herhangi bir
eleştiri olasılığını ve eleştirinin geçerliliğini ve anlamlılığını ortadan kaldırır
hem de sonunda ahlakın hiçbir anlama gelmediğiyle sonuçlanır. “Herkesin
kendine göre, doğrusu vardır; doğru veya gerçek tek değildir, herkese göre
değişir; tek veya birkaç değil, sonsuz anlamlandırma vardır; herkes kendine
özgü anlamlandırma/çözümleme yapar” gibi ifadeler böyledir.
Konvensiyonelist görececilerde ise görecelikte ölçüt cemaatin/ toplumun
genel anlaşmasıdır. Bu anlayış da örgütlü bir egemenliğin çıkarının ahlak
kodları olarak sunulmasını getirir; farklı olana izin vermez; fakat hiç değilse,
yapısal bir gerçeğin ifadesi olarak anlamlıdır.
Metaetik yaklaşımları dilin ve normatif etiksel sistemlerdeki mantıksal
ilişkilerin felsefi incelemesini yaparlar. Bunlardan Cognitivist (idrakçilik)
grubuna düşenlere göre ahlaksal dil semantiksel olarak zengindir.
Naturalistlere göre, dil semantik olarak zengin olan dil iyilik ve doğruluk gibi
natural olmayan temel karakterlere sahiptir. Dolayısıyla ahlaksal dili
anlayabilmek için ahlaksal önsezilerimizi kullanmalıyız veya özel
aydınlanmaya veya özel açıklamalara/vahiye/ilahi açıklamaya, mağarada Hz.
Musa’ya veya Hz. Muhammed’e Tanrının verdikleri “bilgilere, açıklamalara”
dayanmalıyız.
İdrakcilik/cognitivist görüşlerin aksine, salıkvericilik ve duygulandırıcılık
yaklaşımlarına göre, ahlaksal dil özünde anlamsızdır; çünkü ahlaksal
göstergeler/işaretler kavrama sağlayan ve idrak ettiren içeriğe sahip değildir.
Duygusalcılık yaklaşıma göre, moral önermeler insanın bir eyleme veya
davranışa karşı duygusal yanıtını ifade etmek veya başkalarında benzer
reaksiyonları ortaya çıkartmak amacını taşır.
Salıkvericilere göre, ahlaksal dil sadece (yap veya yapma gibi)
emir/zorunluluk biçimidir.
Eleştirel Bir Giriş
11
TEORİ, PRATİK, MEDYA PRATİĞİ VE MEDYA ETİĞİ
İster etik ister başka tür teori olsun fark etmez, bir teorinin en önde gelen
amacı açıklamak istediğini açıklayabilmektir. Dolayısıyla, birçok etik
kuramları olmasının tüm durumlara uygulanabilecek etiksel standartların ne
denli zor olduğuna işaret ettiğini söylemek alakasız ve geçersiz bir
argümandır. Bazı kuramcıların standart koymanın imkansız olduğunu
belirtmesi ve çözüm olarak belli bağlam içinde standartlarla ilgili kararların
verilmesi gerektiği iddiası da bir o kadar geçersizdir. Açıkladığını veya
açıklamak istediğini açıklayamadığını söyleyerek yakınan kuramcı, bu işten
vazgeçmelidir, çünkü teorinin amacı, etikle ilgili olarak olası en doğru, geçerli
ve güvenilir açıklamayı yapmaktır. Baskıcı ücret politikaları altında olan veya
medya sahipliğinin öznel çıkarlarını her pahaya savunmaya soyunan bir
gazetecinin etiğinin egemen doğası bu üretim ilişkileri içinde belirlenmiştir:
Gazetecinin aynı anda ücretli kölelik koşulunu yeniden üretmesi ve bu koşulu
sağlayan koşulu da yeniden üretmesi “ekonomik geliri/karı en verimli biçimde
gerçekleştiren üretim yapmasını zorunlu kılar. En genel ve kaba şekliyle bu,
medyanın ekonomik politiğidir. Medyanın veya gazetecinin etiği bu
ekonomik politiğin etiğidir. Daha basit bir deyişle, pazar payını tutmak ve
mümkünse genişletmek için okuyucunun/izleyicinin tercihi olmak, dikkatini
ve ilgisini çekmek çabasıyla yapılanlara bakıldığında, orada medyayı
yönetenlerin neyi nasıl düşündüğü ve neden ve nasıl yaptığıyla ilgili önemli
göstergeler ve ipuçları görülür; bu göstergeler aynı zamanda medyayı
yönetenlerin etiğini (medya etiğini) anlatır. Dikkat edilirse, bunun bir diğer
anlamı da, örneğin güven gibi düşünsel ve tekelleşme gibi ekonomik
kavramların kendileri kendiliğinden etiği veya etik sorununu (veya etiksiz
davranışı) hecelemezler. Örneğin, sahte imajlara ve biliş yönetimine
dayanarak sağlanan güven ile etik arasındaki ilişki böyledir.
Etik endüstriyel pratikler bağlamında ele alındığında, konu ilişkinin
doğruluğuna indirgenir. Dolayısıyla, bir grubu veya bireyi yöneten ilişki
prensipleri olarak etik tanımı profesyonelin pratiği araştırma, ölçme ve karar
verme birimi olarak ele alınarak yapılır. Bu nedenle, çoğu derslerde,
toplantılarda, makalelerde, kitaplardaki sunumlarda “profesyonel etik nedir?”
sorusuna yanıt verilir. Bu profesyonel soruya en profesyonel örgütlerden
birinin The American Association for the Advancement of Science cemiyetinin
tanımı en tipik örnek olarak verilebilir: Profesyonel etik bilim adamlarının
birbiriyle ve öğrenciler, müşteriler, araştırma konuları, işverenler vb dahil
12
İrfan Erdoğan
diğer ilgililerle olan ilişkisindeki doğruları ve sorumlulukları belirlemeyi
amaçlayan prensipleri kapsar. Diğer endüstriyel pratiklerde olduğu gibi,
medya pratiklerinde de etik, yukarıdaki cümledeki öznenin yerine gazeteci,
televizyoncu, muhabir yerleştirilerek yapılır. Bu durumda bir faaliyet olup
bittikten sonra, eğer gerekiyorsa, etik konusu gündeme getirilir. Örneğin
televizyonda sürekli cinsellik ve teşhir kullanılması sonucunda bazı insanlar
bunu etik sorunu olarak gündeme getirirler. Mecliste etik komiteleri belli
olaylar olduktan sonra kurulur. İnternet ile birlikte, bu tür reaktif etik anlayışı
ve uygulamaları özel hayatı koruma, aşırma, korsanlık, telif hakkı, açık
seçiklik, sansür, gizlilik vb tartışmalarla çok daha önem kazanır: bilişten
geçerek durdurma ve bunun yasal cezalandırma yollarıyla desteklenmesi.
Medya ve etikte ideolojik biçimlendirmeler
Bir taraftan uluslar arası ve ulus içi ilişkilerde ve bu ilişkilerin haber
olarak ve temsili sunumlarında öznel çıkarlar gerçekleştirilirken ve bu
gerçekleştirmeyle ilgili çoğu sahte imajlar yaratılırken, aynı zamanda, aynı
kişiler ve/veya akademideki ve medyadaki savunucuları çeşitli örgütlü
mekanlarda aynı çerçeve içinde dönen etik dersleri verirler ve etik tartışması
yaparlar. Bunlar ansiklopediler, dergiler ve kitaplarda da yansıtılır. The
Encyclopedia Britannica, sanki yaşamı seçme özgür bir tercihmiş gibi, sanki
mutluluk ve bilgi birbiriyle zıt iki şeymiş gibi, sanki iyi olan ile dürüst olma
birbiriyle uyuşmuyormuş gibi, sanki mutluluğu amaçlarsak bilgi kaybına
uğrarmışız ve bilgiden olurmuşuz gibi, etik ile ilgili açıklamasını şöyle
yapıyor: Nasıl yaşamalıyız? Mutluluğu mu yoksa bilgiyi mi amaçlamalıyız?
Eğer mutluluğu seçersek, kendimizin mi yoksa herkesin mutluluğu mu
olacak? İyi bir dava için dürüst olmamak doğru mu? Yalan söyleme kötülüğü
önlüyor veya iyi bir şey yapmayı mı getiriyor?3 Dünyanın diğer yerlerinde
insanlar açlıktan ölürken, zenginlik içinde yaşamayı haklı çıkartabilir miyiz?
3
O zaman, yalan söyleyebilirsin ve bunda bir etik sorunu yoktur; İyi şey ne? Örneğin
kârını artırmadır, zararı önlemedir; “kapanıyoruz, büyük indirim var” veya “% 30
indirim var” diyerek, satışı artırmadır. Bu tür örnekler çok ender verilir, çünkü
pazar etiğini bu tür değerlendirmek özgürlük, demokrasi, serbest ticaret ilkesine
aykırıdır. Arıca pazar güçleri seni bu nedenle cebinden vurabilir. Pazar zehir üretir
(örneğin sigara) ve bu etik konusu olmaz; etiksel ve davranışsal sorumluluk
tüketici/kullanıcı birey üzerine yüklenilir. Özlüce, bu tür etikte daha en başta etiksel
ciddi sorun var bu sorun da, örneğin, örgütlü güç yapıları ve ilişkileri ile doğrunun,
gerçeğin, haklının, iyinin vb tanımlanması arasındaki belirleyici bağdır: Bunları
kimin nasıl ne amaç ve sonuçlarla tanımladığı ve yeniden tanımladığıdır.
Eleştirel Bir Giriş
13
Dikkat edilirse, zaten bu, soruyla haklı çıkartılıyor, çünkü birinin
zenginliğiyle, diğerinin açlığı arasındaki nedensellik bağı kopartılıyor; birileri
fakir, çünkü şanssız, tembel, beceriksiz, yeteneksiz; birileri zengin çünkü
şanslı, tanrının “yürü kulum” dediği çalışkan ve yetenekli kişi. Birilerinin
zenginliğinin diğer birilerinin fakirliği arasında bağ yokmuş gibi, sahte bir
dünya gerçeği sunuluyor. “Gelişmişin gelişmesinin” aslında “azgelişmişliğin
geliştirilmesinin” bir sonucu olduğu bir kenara itiliyor. Batının zenginliğinin
Güneyin ve Doğunun doğrudan, dolaylı ve yeni sömürgecilik yoluyla “yoksun
ve yoksul bırakmanın geliştirilmesinin” sonucu olduğu gizleniyor. Cehalet
beslenerek ve cehalete bilgiçlik taslattırılarak ”gerçek ve gerçeği söyleyenler”
düşman ilan ediliyor ve hatta öldürülüyor. Bunu ilan edenler aynı zamanda
etik konuşuyor ve etik ilkelerini ve etikli ilişki kurma standartlarını da
belirliyor: “Bu iş yerinde asgari ücret ödenir” ilkesi gibi meşrulaştırılmış
haksızlık ve adaletsizlik soruşturulmuyor; “İyi ve dürüst bir esnaf, sanayici
veya iş adamı gibi” iş yapma ilkeleri ile belirlenen etik kuralları üzerinde
tartışılıyor. Bu da elbette birileri için çok verimli bir tartışmadır.
Desteklemediğimiz bir savaş için askere alınırsak, yasayı çiğnemeli
miyiz? Bu soruya da verilecek yanıt (birkaç vatan haini ve etikle uğraşanlar
arasında belli bir yaklaşımı benimseyenler dışında!), “hayır” yanıtıdır, çünkü
yasayı çiğnemek gibi ciddi bir karardan bahsediyoruz. Yasa meşrudur, herkes
için ve her şey için doğruyu ve iyiyi temsil eder; dolayısıyla, tercih bu yönde
olursa, doğru ve geçerli, dolayısıyla, etikli bir tercih olacaktır. Aksi durumda,
yasayı ve etiği belirleyenler ve yayanların çalıştırdıkları ve çalıştırmadıkları
“iyi inançlılar veya vatanı sevenler” tarafından, bu tür karar veren kişiler
cezalandırılacaktır bir şekilde. Dolayısıyla, etik konusu, aynı zamanda, özgür
bireylerin özgür bir şekilde, mantıksal nedensellik bağları kullanarak özgürce
karar verip uyguladığı veya uygulamadığı bir konu değildir; var olan örgütlü
materyal ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkilerinin, eleştiriyor görünse veya olsa
bile, bütünleşik bir parçasıdır; o tarzın ve ilişkilerin, o tarza ve ilişkilere belli
amaçlar ve sonuçlarla karşılık veren bir sonucudur/ürünüdür. O tarzın ve
ilişkilerin sonucu/ürünü olarak aynı zamanda kendini var eden içinde kendini
ve var edeni yeniden üreten örgütlü yapıların (üniversiteler, medya,
cemiyetler ve derneklerin) işlevsel parçasıdır. Dolayısıyla, etik yoluyla birileri
eleştirerek ve yücelterek gücün ve güç uygulamasının meşrulaştırıcı
propagandasını, halkla ilişkilerini, pazarlamasını ve promosyonunu yapar.
14
İrfan Erdoğan
Felsefenin bir dalı olan etik yukarıdaki sorulardan da çıkartılabileceği
gibi, insan faaliyetinin doğru veya yanlış olduğuna karar veren standartlar ve
nihai değerin doğası üzerinde durur. Etikle ilgili farklı yaklaşımlar olarak
sunulan gruplandırmalarda kullanılan temel varsayımlar veya kavramlar,
faydacılık kavramı gibi, burjuva siyasal ekonomisinin varsayımları ve
kavramlarının etik diline dönüştürülmüş şeklinden başka bir şey değildir.4
Nasıl ki, tarih boyu insan topluluklarında ekonomik ve siyasal yönetim için
çeşitli işlevsel mekanizmalar ve uygulamalar geliştirilmişse, bu mekanizmalar
ve uygulamalar ile ilgili “etik anlatılar” da geliştirilmiştir. Bu anlatılar
felsefenin etik dalı altında çeşitli etik yaklaşımları/teorileri olarak
gruplandırılırlar. Nasıl ki sosyoloji veya epistemoloji denildiğinde, Batının
burjuva bilimi ve burjuva bilgi kuramı akla geliyorsa, etik denildiğinde de
idealist felsefenin giderek uzmanlık alanları içine ayrılmış bir dalı akla gelir.
Etik konusunda burjuva toplumunun karakterine en uygun olan yaklaşım
faydacılıktır (utilitarianism). Batı felsefesinde, faydacılığın, etiksel egotism
(benlikçilik) olarak başlangıcı çok eskidir. Her ikisinde de etiksel karar
vermede temel dayanak davranışın sonucunun ne olduğudur. Etiksel egotizme
göre, herkes kendi çıkarını düşünmelidir; dolayısıyla, bu teoride etiksel
sistemin sınırı bireyi içerir. İyi yaşam mümkün olduğu kadar zevk alınan
yaşamdır: Ye, iç ve mutlu ol. Bu hedonist anlayışta, etik günümüz klasik
kapitalist anlayışa oldukça uygundur: Yakalanmadıkça, hırsızlık yapabilirsin.
Epicurus’a göre, akıllı bir insan yakalanma riski yoksa yalan söylemeye
hazırdır. Thomas Hobbes, aynı paralelde görüş sunmuştur. Adam Smith’in
teorisi de, aynı etik anlayışına dayanan, her bireyin kendi çıkarı peşinde
koştuğu, kendi çıkarını gerçekleştirdiği ve bunun önünde engel konmaması
gerektiği görüşü üzerinde kurulmuştur. Jeremy Bentham ve John Stuart Mill
bu zevk egotizmini, günümüz küresel pazarının da yaydığı, daha kapsamlı
olan faydacılık görüşüne dönüştürdü. Bu faydacılığın etiğinde, aynı zamanda,
sen bir kişiyi, o cezayı hak etmese veya o ceza çok fazla bile olsa, genelin
iyiliği için kurban edersin. Yani, sonuç aracı ve yapılanı meşrulaştırır. Bu
anlayışlarda, bir eylemin (eylemi yapan için) sonucuna bakarak iyi veya kötü
4
Editörün notu: Benzer dönüştürmeyi sosyal psikoloji, sosyoloji ve siyaset bilimiyle
ilgili kuramlarda da görürüz. Siyasal ekonominin dili sosyolojinin, sosyal
psikolojinin, siyaset biliminin diline dönüştürülmektedir. Bu dönüştürme, örneğin
kültürel incelemelerde, sosyal bilimlerin dili mistikleştiren kavramlarla anlamsız
dönüştürmelere uğratılmaktadır.
Eleştirel Bir Giriş
15
olduğuna karar verilmektedir. Önemli olan sonuçtur. Bobby McFerrin’s 20.
yüzyılın sonlarının ruhunu yakalayan “Üzülme, mutlu ol” (don’t worry, be
happy) ile özetlediği benlikçi/faydacı tavsiye Grammy Ödülü aldı.
Günümüzde reklamların büyük çoğunluğu fiziksel fayda sağlamayı insanın
amacı yapmaktadır: En değerli kankan (arkadaşın) Kanki’dir, çünkü Kanki
alelade bir bisküvi değildir; ortasında çikolata olan iki bisküvidir. Sevgilini
trene bindirip yolcu ettikten hemen sonra onu gizlice başkasıyla kandırırsın. O
başkası sana şahane zevk veren Kankidir, çikolatadır, dondurmadır (herhangi
bir popüler yiyecek, içecek veya giyecektir). Yiyemediğin, içemediğin veya
giyemediğin ve sana fiziksel doyum sağlamayan arkadaş veya sevgili ne işe
yarar ki! Elbette, en yakın arkadaşın Kanki’yi karnın aç olduğu için, karnını
doyurmak için yemezsin; ayrıca öyle alelade ısırarak ve çiğneyerek de
yenilmez: Hiçbir ilişkiden almadığın seksüel zevki alarak (alıyor gibi
yaparak) ve bunu da teşhir ederek yersin. Böylece, benlikçi fiziksel fayda
seksüel zevk ve gösteriş kültürünün teşhirciliğinin sağladığı doyumla zirveye
çıkartılır. Trene bindirip yolladığın sevgilin ile satın aldığın ve arzu ettiğin
şekilde yediğin ve sana en yüksek zevki veren kankan Kanki arasında ne tür
tercih yapmalısın? Tercihi yaptın zaten: Kullandın bitti, trene bindirip
gönderirken bile sabırsızlıkla Kanki’yi özlüyorsun. Epicirus’ten şimdiye kadar
gelen bu tür etik anlayışını sunanlar, aynı anlayış çerçevesinde ele alınırsa,
bilinçli bir şekilde kendi çıkarını sağlama peşindedir; genelin çıkarını sağlama
değil. Egotist zevk prensibi veya bireysel fayda üzerine kurulu etik
anlayışında, zevkin ortadan kalktığı an, faaliyet de durur: Erkek parkta kızın
yanında borsadaki durumu düşünüyor. Kız borsadan zevk aramıyor; kız için
zevk yok orada, o parkta, o anda. Mutsuzca “gidelim” diyor. ”Her koyun
kendi bacağından asılır” anlayışındaki bencillik, dayanışma yoksunluğu,
bahanecilik ve duyarsızlık da bu tür anlayışı destekler.
Kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin etiği, örneğin mülk edinme, sahiplik,
satın alma, materyal zenginlik elde etme, maliyeti düşürme ve kârı artırma
gibi sermayenin ihtiyaçlarını gidermeyle ilgilidir. Aynı etik çok çalışma,
tutumluluk, motivasyon ve işine bağlılık ile çalışanların (serbest kölelerin)
ihtiyaçlarını karşılamayla da ilgilidir. Aynı etik, aynı zamanda, yukarıda
örnekleri verilen satın alma, kullanma ve tüketmeden geçerek zevk ve fayda
sağlamayı insanın varlığının amacı yapmayla ilgilidir. Bu ve benzeri
çerçevelerde kurulan inşalar yoluyla, iyi bilinç ve erdem zenginliği düşüncesi
üzerinde durulur.
16
İrfan Erdoğan
Binlerce yıldır insanlar üzerinde uygulanan bu tür ve benzeri işlemeler,
hep yönetilenlerin üzerinde kullanılan ve yönetilenlerin uyduğu, kalplerinde,
vicdanlarında ve düşüncelerinde taşıdıkları, dolayısıyla, ezme ve ezilmeye
istekle katılmalarını sağlayan araçlardır. Bu katılmanın en hunhar yanı da,
insanın kendi kendisini ve kendi gibileri bazı sakat ahlak, erdem, inanç ve
doğrularla ezmesi, acı çekmesi ve acı çektirmesi olmuştur: Örneğin, istediğin
an, istediğin biriyle dostça veya daha yakın ilişkiye girememenin getirdiği
engellenmişliği, istediğin zaman istediğin yerde satın alacağın ve tüketeceğin
bir malla karşılayabilirsin. Cosmopolitan gibi dergilerde promosyonu yapılan
“kadın özgürlüğü” insan ilişkisinde araya endüstriyel çıkarları gerçekleştiren
tüketimi yerleştiren, asgari ücreti garantiye alan ve değeri satın alma ve
kullanıp atmaya indirgeyen “pazar özgürlüğüdür.”
Yöneten ekonomik ve siyasal güç sahipleri için etik, kendi çıkarlarının
belirlediği çerçeve içinde meşrulaştırılan ve kullanılandır. Dolayısıyla, etiğin
konusunu ve içeriksel doğasını belirleyen, toplumsal üretim tarzı ve ilişkileri
dışından oluşup gelen ilahi, üstün, nesnel, herkesin iyiliğini ve çıkarını
düşünen, bağımsız ve yüce bir varlık veya güç değildir. Örneğin, Adam
Smith’in Moral Felsefe çalışmasından Ulusların Zenginliği’ne gelmesi ve
siyasal ekonomiyi etiğin nesnel bilimi olarak görmesi, Adam Smith’in
yapıtının doğasına bakıldığında, bilinçli olarak kapitalist pazar çıkarına uygun
bir etiğin, dolayısıyla insan, toplum ve ilişki değerlendirmesi anlayışının inşa
edildiği görülür. Bu tür geçersiz nesnelleştirme ve evrenselleştirmeyi Batı’nın
idealist filozoflarında yaygın bir şekilde görürüz. Hegel’in ölümünden sonra,
özellikle 1840’lardan beri etik konusu bilimsel bilgiden iyice soyutlandı,
koparıldı ve bireysel yorumlama, vicdan, his, duygu, düşünce, karar alanına
taşındı. Aynı anda kilisenin egemenliği dışına taşınan bilim de kapitalist
üretim tarzı ve ilişkileri içinde hızla güç yapılarının parçası olmaya başladı.
Bilimde kompartımanlaşmayla (uzmanlaşma adı altında gelen ve nicel olarak
artan iş bölümüyle) sadece etik ile bilgi, siyasal ekonomi ile etik vb arasındaki
bağ kopartılmadı, aynı zamanda ortaya çıkan veya yaratılan bilim alanları ve
alt alanlarla bilim içi ve bilimler arası bağ da kopartıldı. Daha kötüsü, bu
bölünme endüstriyel faaliyet türlerine uygun bir şekilde oluşturuldu ve
üniversitelerde ve özel laboratuarlarda yapılan bilimin doğası endüstriyel
çıkarların doğasına uygun bir şekilde biçimlendirilmeye başlandı. Böylece bir
zamanlar teolojik çıkarlar için üretilen ve dağıtılan bilim ve etiği, şimdi
kapitalist çıkarlar için yapılmaya başlandı.
Eleştirel Bir Giriş
17
Bilgiden ve üretimden soyutlanan etikçiler (araştırmacılar, bilimciler),
sanki dışarıdan bir gözlemci, denetleyici, yüksek standartları getirici veya
arayıcıymış gibi, üretim, dağıtım ve tüketim pratiklerine dışarıdan geliyormuş
gibi kendine ve dışına bakmaya başladılar. Bu pratiklerin örgütlü insan üretim
biçimiyle ilgili özüne ve var oluş doğasına hiç ilgi göstermeksizin, pratiğin
sonuçlarının etiksel anlamları veya dilinin semantik yapısı ile ilgilenmeye
başladılar. Etiksel amaçlar da “herkes için iyi, doğru, haklı, dürüst vb
pratikler” olarak belirlendi. Bu belirlemenin karakterini (neye ve kime hizmet
ettiğini) daha somut bir şekilde ortaya koymak için, çok az üzerinde durulan
önemli konulardan biri örnek verilebilir: Asgari ücret politikasının etiğinin
oluşum ve gelişim doğası asla soruşturulmaz, soruşturulması gereksiz görülür
ve yanlış olduğu duygusu/düşüncesi verilir: Ücret politikasını belirleyen
serbest pazardır ve serbest pazar doğallaştırılmıştır; normalleştirilmiştir;
evrensel gerçek ve evrensel doğru olarak sunulmuştur; soruşturma ve
soruşturanlar gayrimeşrulaştırılmıştır. Asgari ücret politikası soruşturulmaz,
ama zorunlu kalındığında asgari ücretin belli sektörlerde veya belli yerlerde
azlığı üzerinde tartışmalar sunulur veya asgari ücret ödemeyerek yasaları ve
etik kurallarını çiğneyen bir şirketin yöneticisi kınanarak ele alınır.
Yönetenler kapitalist ekonominin çıkar mantığıyla belirlenen etik ile
düşünür, hisseder ve yaşarken; yönetilenler de kapitalist çıkar mantığına
işlevsel olan emek, çalışma, boş zaman harcama (dinlenme ve eğlenme)
pratiklerine uygun etik ile (duygular, inançlar, bilişler ile) donatılır. Birinci
grubun etiği sadece kendisi için işlevselken (faydalıyken), ikinci grubun etiği
daha çok birinci grup için işlevsel karakter taşımaktadır. İkinci gruptaki geniş
insan nüfusu arasında bunun böyle olması için binlerce yıldır biliş ve bilinç
yönetimi mekanizmaları kurulmuş ve yolları geliştirilmiş ve kullanılmaktadır.
En büyük korkulardan biri elbette, insanlar arasında insan değerine dayanan
etiğin egemen olması ve insanların bu etiğe göre günlük yaşamlarını
düzenlemeye başlamasıdır; çünkü böyle olduğunda, bu tür etik ve anlayışla,
geniş insan kitleleri kendi tarihini kendisi için yapmaya başladığında,
imparatorluklar çökmeye başlar. Bu tür etiğin olma olasılığı var elbette, fakat
egemenlik olasılığı çok azdır, çünkü egemen düşünceleri, ne yazık ki,
belirleyen insanın nasıl hissettiği değil, bu hissettiğini de önemli ölçüde
belirleyen, neyi nasıl yaptığıdır. Dolayısıyla, değişim olasılığı neyin nasıl
yapıldığıyla ilişkili egemenlik ve mücadele koşuluyla birlikte gelir.
18
İrfan Erdoğan
Sözlü ve yazılı gelenek: söz/mesaj ve etik
Yazıdan önce, insan ve mesajı aynı mekan ve zamanda üretiliyordu. Sözlü
gelenekte, sözü söyleyen oradadır. Zaman ve mekanda birlik vardır. Konuşan,
öyküleyen ve dinleyen o yer ve mekandadır. Gerçekler ve imajlar doğrudan
deneyim ve ilişkilerden geçerek oluşturulur. Egemenlik, yine meşrulaştırılmış
kaba güce dayanarak ve doğaüstü metafizik anlatılar yoluyla gücü destekleyen
örgütlü bilinç ve davranış yönetimiyle perçinlenir ve sürdürülür.
Yazıyla egemen ve egemenlik altındakinin yönetme-yönetilme ilişkisi
yazılı kurallar, yönetmelikler, yazılı direktifler kullanılarak düzenlenmeye ve
yürütülmeye başlandı. Köle efendisini göremez ve hatta tanıyamaz oldu.
Onun yerini, onun adına onun çıkarlarını gerçekleştiren ve örgütleri/şirketleri
yürüten yönetici denen dolgun ücretli köleler doldurmaya başladı. Böylece
köle her gün onu ezen yeni düşmanıyla tanıştı: Kendisi ve kendi gibiler.
Taşıyıcı araç üzerine kaydetme gerektiren yazıyla birlikte, egemenliğin
yazma ve okumayla desteklenmesi için bilginin üretimi ve dağıtımının
kontrolu gereksinimi çıktı. Aynı zamanda, okuma sembolleri mantıklı olarak
manipüle etmeyi getirdiği, nedensellik bağları kurup sonuçlar çıkartmayı
desteklediği için, egemenliği soruşturan insanın artmasını da getirdi.
Dolayısıyla, okuyan insan tehlikeli insandır. Bu soruna en modern çözümün
ne olduğunu bulmak için herhangi bir kitapçıya gidip raflara, “bestseller”
veya “en çok satan” kitaplara bakmak yeterlidir.
Yazıyla, yazar ve ürünü birbirinden ayrıldı: Yazar, ürün ve okuyucu
arasında zamansal ve mekansal farklılıklar doğdu. Yazıda okuyucu yazarla
yazısından geçerek tanışır ve yazarın bundan haberi bile olmaz. Üründen bu
tür yabancılaşmaya, kapitalizmde, yazara verilen telif ücreti yoluyla yazarın
ürettiği ürün kapitalistin emtiası olduğunda yeni bir yabancılaşma eklendi.
Yazıyı ve ardından elektronik kayıt etmeyi kullanan kapitalist sahiplik ile
insanı gerçeğinden, mesajından ve ürününden ayırt etme arttı. Gerçek, mesaj
ve ürün zaman ve yer bakımından kaynağından koparıldı ve mekaniksel
olarak manipüle etme (değiştirme, dönüştürme ve çoğaltma) olasılığı ortaya
çıktı. Bununla birlikte, sahilik ve gerçeklik konusunda şüpheler ve dolayısıyla
yeni etik konuları önem kazandı. Bu da kaçınılmaz olarak, şüpheleri ortadan
kaldırmayı amaçlayan sahte sahiliği, gerçekliği, etik ve erdemi pazarlayan ve
sahteyi sahi gösteren inşaları yapan oluşumları (bilinç yönetimini,
propagandayı, psikolojik savaşı, profesyonel halkla ilişkileri, reklamcılığı)
yükseltti.
Eleştirel Bir Giriş
19
İnsanın kendi ürününden yabancılaşmasına, kendi düşüncesi ile kendi
yaptığı arasında oluşan/oluşturulan gediğin uçuruma dönmesi eklendi: 21.
yüzyılın günlük örgütlü yaşamı, “söylenen” ile “yapılan” arasındaki
örtüşmeme ile karakterini kazanır (lütfen sorunu örgütsüz yer ve zamanda
bireyler arası mesaj alışverişine veya ilişkiye indirgemeyelim, çünkü bireyler
arası ilişkiler örgütlü yer ve zamanda, çıkar ve güç ilişkileri içinde olur),
Söylenen ile yapılan arasındaki fark (yalan ve aldatma) elbette yeni değil.
Yeni olan, örneğin, modern iletişim araçlarıyla sunulan imaj ile olay/gerçek
arasındaki uyumsuzluğun çok ciddi bir şekilde artışıdır. K işinin deneyimine
dayanan gerçekler, medya tarafından sunulan paketlenmiş gerçeklerle
etkilenerek şekillendirilmektedir. Çoğu kez insanların bilgisi yetersiz olduğu
için, bu boşluk yorumlarla, klişelerle, genelleştirmelerle, basitleştirilmiş sonuç
ve çözümlerle doldurulmaktadır.
Düşünce farklılıkları aynı zamanda yorum farklılıklarıdır. Yorum
farklılıklarının kaynağı ise, egemen iddiaların aksine, enformasyon bolluğu
veya azlığı değil, ilişkisel üretim bağlamının özelliklerinde insanın aldığı yer,
güç, amaç ve çıkar farklılıklarıdır. Özellikle, bu bağlam örgütlü amaçların
gerçekleştirilmesi amacını içerirse, o zaman iletişim planlı ve programlı
olarak yürütülen üretim ilişkileri içinde anlam bulur. Örgütlü amaçlara hizmet
eden iletişimle (örneğin reklamcılık ve turizmi teşvik faaliyetleriyle), eylem
gerektiren dışsal durumu kontrol etme sağlanmaya çalışılır. Bu bağlamda etik,
örgütlü amaç ve faaliyetler tarafından tanımlanır. Bu tür iletişim ve etikte (a)
mekan ve zaman örgütlenir ve amaca göre ayarlanır; (b) insan emeğinin,
enerjisinin ve gereksinimlerinin tayini, (c) bütçe ve diğer finans tahsisi, (d)
teknolojik ve doğal kaynakların tahsisi ve (e) bütün bunların örgütsel
gereksinimler için entegrasyonu örgütsel amaca göre biçimlendirilir.
Bu biçimlendirmeyle gelen iletişim ve etikte, reklamcılar, propagandacılar
ve PR uzmanları tarafından yorumlama, gerçekler bükülerek ve temel dürtüler
gıdıklanarak yapılır. Bu yapışın etiği kitle iletişimi ve ticari iletişim etiğidir ve
birçok eleştiriye açıktır. Bu biçimlendirmeye bilim yapanlar da katıldığında,
bilimin, temsili iletişim olarak nitelediği etiğin yerini de ticari etik alır. Bu
biçimlendirme, siyasal iletişim adı altında reklamcılar, halkla ilişkiler
firmaları ve propaganda uzmanları tarafından seçim kampanyaları düzenleme,
seçim araştırmaları yapma, imaj yaratma işiyle, etik siyasal pazarlama
biçiminin etiğine dönüşür. Bütün bu biçimlendirmeler sonucu, egemenlik
sağlanır ve yürütülürken, aynı zamanda etik ve güven sorunları da hızla artar.
20
İrfan Erdoğan
İletişim, dil ve etik
İletişim, dil ve etiğin kullanımı, insanlar arası “paylaşma” ve sosyal
düzeni sağlama çerçevesinde ele alınır. İletişim, ancak ilişki kurabilmek için
gerekli “iletişim yapabilme olanaklarına ve koşullarına” sahiplikle olur.
Bunların başında da “düşünebilme ve karar verebilme yeteneği ve bu yeteneği
kullanabileceği koşulların varlığı gelir. Birbiriyle ilişkideki insanlar aynı anda
kendi kendileriyle iletişimde bulunurlar. Hem kendi hem de diğerleriyle
ilişkisinde neyi nasıl ve ne için yaptığını, kullandığı dilin özelliği belirlemez;
belli örgütlü yer ve zamandaki çıkar ve güç ilişkilerinin doğası belirler. Halil
Gibran’a göre bir gerçeği oluşturmak için iki kişi gerekir. Birisi o gerçeği
söyler ve diğeri ona inanır. Bir gerçek üzerinde uyuşma, basit bir konuşmada
bile ”inanmamanın” askıya alınmasını gerektirir. Benzer şekilde, bir savaş,
barış, sevgi ve nefreti beslemek için ve inanmamanın askıya alınması için de,
en az iki yan gerekir. Gibran’ın söylediği, ilişkisel gerçektir. Bu gerçeği biz,
diğeriyle olan örgütlü yer zaman ve amaçlar içindeki ilişkimizde hem
kendimiz hem diğeri hem BİZ hem de isteyerek veya istemeyerek ONLAR
için sürekli yeniden-üretiriz. İlişkisel olan ve olmayan gerçeği yeniden
üretmek için, her zaman iki kişiye gereksinim yoktur. Aslında, bir gerçeği
oluşturmak için bir kişi yeterlidir. O kişi ancak bir insan grubu, cemaati veya
toplumu içinde kişidir, kendi başınadır veya diğerleriyledir. Dağ başındaki
yalnız bir kişi, evinde yatağına uzanmış dinlenen biri veya iş yerinde çalışarak
üretime katılan biri de kendi ve dışıyla olan ilişkileriyle kendisinin ve
diğerinin gerçeklerini oluşturur. Kendini içinde bulduğu sosyal koşullarda
diğerleri kişiye konuşurken ve kendisi de diğerleriyle konuşurken, aynı
zamanda, her kişi kendisine konuşur ve kendi inanır. Dolayısıyla, örgütlü
yapılar ve güç ilişkileri içinde, kişinin kendisinden ve kişiler arasından
geçerek biçimlendirilen ve sürdürülen gerçeklerde inanma veya inanmamanın
hangisi etikli/ahlaklı hangisi etiksiz/ahlaksızdır? Dikkat edilirse, farklı
temellerden hareket edince, etik, iletişim ve dil bağı özel şekiller almaya
başlar. Örneğin konuşmayı/ürünü, etiği veya aracı hareket noktası olarak ele
alarak kurulan nedensellik bağlarında, etik ve iletişim, ilişkinin merkezine
oturtulur ve insan merkezden edilir; ilgi insandan uzaklaşır, insanla ilgili
olana insansız olarak odaklanır.
İletişimde bir ilişkinin başlatılması, yürütülmesi veya sonlandırılması
ancak gerekli olan etkinliklerin yapılmasıyla gerçekleştirilebilir. Bu etkinlik
bir konuşma olabileceği gibi, herhangi bir üretim sürecinin gereğini yerine
Eleştirel Bir Giriş
21
getirme (örneğin makineyi çalıştırma, düğme dikme, parça yerleştirme)
olabilir. İletişimle bireysel bilinç ve vicdan olarak beliren bireyin gerçeği ile,
bu bireyin de içinde olduğu ve bireyin gerçeğini de taşıyan sosyal gerçek
diyalektik olarak uzlaşabilir veya çatışabilir. Uzlaşma fikir birliğiyle, istekle
veya zorunluluk nedeniyle katılma, tek taraflı veya karşılıklı vazgeçmeler ile
olabilir. Bunun önemli anlamlarından biri de şudur: İletişimin ve ilişkinin
etiği evrensel ilkelerle gelen evrensel gerçekler tarafından belirlenmez; etiği
belirleyen ilişkinin doğasıdır.
Dil ve etikte olduğu gibi, iletişimde de etik konusu “uygun iletişim”
olarak özetlenebilecek, belli güç mücadelesinin dinamik bir sonucu olarak
birileri tarafından belirlenmiş ve tanımlanmış değerler ve ilkeler çerçevesi
içine sıkıştırılır. Örneğin, geçmişte erdemli ve ahlaklı olarak kabul gören etkili
iletişim davranışı, bir grubun hayatta kalmasını garantileyen faaliyetleri
desteklemeye hizmet ederdi. Şimdi günlük yaşamda iletişimin önemli bir
kısmı, insanın veya örgütün kendisi hakkında, sosyal çevre ve üretilen ve
tüketilen ürünler hakkında “kabul edilebilir imajları yaratmaya” hizmet
etmektedir. Bu tür insan ve iletişim etiği, belli siyasal, ekonomik ve kültürel
pazar çıkarlarına uygun düşünce, duygu ve davranış biçimleri yaratma
görevini yapan manipüle edilmiş bir karakter taşır.
Egemen pratiklerin teorik açıklamaları da doğal olarak o pratiklerin
doğasını ve etiğini meşrulaştıracaktır. Örneğin, iletişim mühendisliğinden
çıkıp gelen iletişim teorisi (Shannon ve Weaver modeli, enformasyon teorisi)
hangi makinenin kullanıldığına, kimin tarafından kullanıldığına, neyin ne için
yapıldığına, mesajın anlamsal veya ideolojik içeriğine bakmaz; önemli olan
etkili bir şekilde kullanılmasıdır. Dolayısıyla iletişim/enformasyon teorisi,
aracı etkili biçimde kullanmayla ilgilenir. Fakat araçla yapılan üretimin ne
gibi sonuçlar veya amaçlara sahip olduğu, kimin çıkarına örgütlendiği, ne tür
riskler ve ödüller taşıdığı, risk ve ödül dağıtımının doğasının ne olduğu ve
bunlarla ilgili etik konuları üzerinde durmaz. Durmaz, öncelikle çünkü
teorisyenlere ve pratisyenlere parayı veren örgütlü yapı onlardan bunu
istememektedir. Bunu onlardan istediğinde de örgütlü çıkarların çerçeveleri
çizilir ve bu çerçevelerin içi yapısal çıkarlara işlevsel olan destekleyici ve
eleştirel açıklamalarla doldurulur.
22
İrfan Erdoğan
Dil ve etik
Etik kuramlarında veya herhangi bir kuramda dilin belirleyiciliği (örneğin
dil dışında gerçek olmadığı ve insanı dilin biçimlendirdiği) egemen anlatı
olarak sunulduğunda, kaçınılmaz olarak diğer ideolojik görevsel uydurular ön
plana geçer: Bunların günümüzde önde gelenleri etik ve ahlak gibi
kavramlardır. Bu kavramlar seks, ahlak, şiddet gibi diğer ilişkisel kavramlarla
birleştirilerek kötü ve uygunsuz dil betimlemeleri yapılır. Bu betimlemelerden
geçerek, örneğin televizyon programlarındaki ve filmlerdeki çok daha ciddi
içerik yükleri bir kenara itilip, etik ve ahlak kıstaslarıyla yasaklama ve kontrol
yoluna gidilir (örneğin Murphy, 1998; Ringold, 1998; Calhoun ve Oliverio,
1999; Cavanagh, 2000). Böylece dilsel belirleyicilikle gelen bir ideolojik yapı,
kendine uygun bir diğer yapıyla (etikle) desteklenip, tamamlanmaya çalışılır.
Bu sırada, elbette, egemen üretim biçimi ve ilişkileri etik tartışmaları arasında
rahatça kendini sürdürmeye devam eder. Hatta “çok duyarlı özel şirketler”
tarafından desteklenen etik toplantıları ve sempozyumları yapılır, etik
kitapları basılır. Halkla ilişkiler, tanıtım, promosyon, reklam adı altında “özü
saklayan biçimi paketleme veya biçimi öz yapma” faaliyetleriyle bilinçleri
şekillendirme işi sürdürülürken, örneğin, halkla ilişkiler okulları ve halkla
ilişkiler cemiyetleri, bu imajla pazarlama işini, “halkla ilişkilerde etik”
ilkelerini sunarak ve çeşitli faaliyetlerde bulunarak halkla ilişkilerin halkla
ilişkilerini ve propagandasını yaparlar. Bu yapılırken, halkla ilişkilerde sorun
ve çözümler, faaliyetin örgütlü çıkar ilişkileri doğasından hareket edilerek
değil, faaliyetin önceden betimlenmiş ve kurgulanmış amaçlarından ve etik
ilkelerinden hareket ederek sunulur. Böylece, amaçlı olarak biçimlendirilmiş
dil ve iletişim yoluyla, örgütlü ilişkilerle yaratılmış bir dünyanın
programlanmış söylemiyle sistem satışı yapılır. Burada, dilin belirleyiciliği
satışın başarısıyla sınırlıdır ve belirlenen de ilişkinin doğası değil “ilişkinin
doğası hakkında” olandır. Bu, “ilişkinin doğası hakkında olan,” ilişkinin nasıl
olduğunu değiştirmez. Onun yerine “etik” tartışmaları ve ilkeleriyle
değerlendirmeler yapılır. Etik ilkeleri ise kapitalist pazarda en başarılı
olanların çalışma biçimlerinin (örneğin New York Times gazetesinin, AP’nin
veya büyük tekellerin) ve Türkiye gibi ülkelerde ise Amerika’daki
cemiyetlerin etik ilkeleridir.
Eleştirel Bir Giriş
23
Medya etik politikası ve çözümleri
Örgütlü çıkarları gerçekleştirmeye çalışanlar günlük pratikleri sırasında
daima zorunlu kaldıkları veya zorunlu hissettikleri veya hissettirildiklerinde,
kendilerine en işlevsel olan çözüm yollarının getirilmesi için çaba gösterirler.
Bu çabada birincil amaç kendileri için işlevsel olan pratikleri, daha verimli bir
alternatif gelmedikçe, asla değiştirmemek; eğer değiştirme yolunda baskı çok
ise, değiştirdiği imajını vermek, fakat gene değiştirmemek; serbest teşebbüs
ve özgürlük gibi kalkanları kullanarak, sorumluluğu, dolayısıyla çözümü
başkasına (çoğu kez güçsüz bireylere) yüklemektir. Yasal zorunluluk ve
uygulamadan kaçılamadığı durumunda (örneğin televizyonların RTÜK
kararlarına uymasında; gazetelerin tekzipleri basmasında) bile, direnme çeşitli
biçimde sürdürülür.
Diğer endüstriyel pratiklerde bulunan işlevsel çözümleri medya endüstrisi
de kopyalar. Etikle ilgili bu taklit çözüm “etik kodları” icat etme biçimindedir.
Sahtenin ve gerçeği bükmenin yolları burada da uygulanır: Etik kodlar çalışan
profesyonellerin uyması için konur. Hiçbir etik kodda işin örgütleniş
biçiminin getirdiği koşullar hedef olarak alınmaz. Hedef, serbest köleler
kitlesinin bilişlerini işleme işinde sermayenin kullandığı ücretli serbest
kölelerdir ki bu kişiler (kendilerini kendileriyle özdeştirme yerine BİZ diye
medya sermayesiyle özdeştirseler bile) her zaman harcanabilir ve yerlerine
başkaları ikame edilebilir.
Medya pratiklerinde etikle ilgili önde gelen sorunların başında doğruluk;
nesnellik; yansızlık ve denge; doğru temsil; uyduru, gündem saptırma (haber
olmayan haberler verme, haber düzenleme gibi), gerçeklik; kaynakların
dürüstlüğü, geçerliliği ve uygunluğu; aynı görüntüyü durmadan tekrar tekrar
sunma; “biraz sonra” gibi oltalarla kandırma, ortak ve olası çıkar bağı olan
güçlerle iyi ilişkiler kurup onları iyi temsil etmek, yasal haklara, kişi haklarına
uymamak gelmektedir. Bunlar standartlaşmış ve bu standartlara yenileri
eklenen medya pratikleridir ve dolayısıyla medya etiğidir. Dolayısıyla, bu etik
ve pratik standartları kuran ve geliştirenler, her tür farklı standartları da
kurabilecek bilgi ve yeteneğe büyük olasılıkla sahiptirler.
Medya etiğiyle ilgili çözüm olarak, örneğin ABD’de “News Councils”
denen örgütlenmeye gidilmiştir, fakat haber örgütlerinden destek
bulamadıkları için, başarısız olmuşlardır.
24
İrfan Erdoğan
Ombudsmanlık da işlevselliği medyayı sosyal sorumluluk yönünde
etkilemekten çok medya pratiklerini meşrulaştırma görevini, istese de
istemese de yapan, bir yapıdır.
Artan rekabet medyadaki etik sorunlarının, özellikle eğlence ve haber adı
altında sunulan nicel çöplüğün bolluğu için gerekçe olarak verilir; rekabet,
teorik olarak, tam aksine nicel çöplüğü ortadan kaldıran ve nitel zenginliği
kuran bir karaktere sahiptir. Sorun rekabet değil, rekabetin nicel çöplüğü
üretme yarışı biçiminde şekillendirilmesi ve yürütülmesindedir. Sorun
Anadolu insanının bu nicel çoklukla dolu çöplüğü sevdiği değil; Anadolu
insanının televizyonda ve basında çöplükten başka bir şey bulamadığı,
çöplüğün medya içeriğini üretenler tarafından yoğun bir şekilde üretilip
insanların buna alıştırıldığıdır. Bu durum, medyayla ilgili en ciddi etik ve
sosyal sorumluluk sorunlarından biridir. Medya (televizyon, gazete, dergi,
sinema, radyo, müzik endüstrisi vb) sahipleri, medyayı yönetenler, günlük
haberleri yapanlardan paparazi programlarına kadar her tür içeriği oluşturan
kişiler Anadolu kültürünü, geleneğini, duygusunu, düşüncesini ve vicdanını
kirlettikleri için sorumlu tutulmalıdır. Bu sorumluluk da, “akıllı işaretler” ve
“aktif izleyicinin” sorumluluğu teziyle insanlara hakaret ederek ve endüstrileri
her tür pisliği ve çöplüğü üretmede “serbest rekabet” ve “serbest teşebbüs”
ilkeleriyle sorumluluktan kurtaran sahtekarlılarla ve, örneğin, RTÜK’e yasal
zorunlulukla “izleyici araştırması” diye reytinge benzer araştırmalar
yaptırmayla asla gerçekleştirilemez.
Etik aynı zamanda “gönüllü, kendi rızasına dayanan insan davranışı”
varsayımını da içerir. Medya gibi örgütlü bir yapıda üretim yapan medya
profesyonelleri için pratiklerinin doğasını şekillendirmede gönüllülük, en iyi
şekliyle, kendini sahibi sanan veya sahibinin sesi olmayı en iyi biçimde
başarmaya çalışanlar için bile, aslında anlamsız bir iddia, duygu ve
düşüncedir: Kendi materyal koşullarını yeniden üretme olanaklarından yoksun
bırakılan serbest kölelerin birkaçının kendi görece yüksek ücretine ve çalışma
durumuna bakarak özgürlük taslaması, sahte BİZliklerden geçerek gönüllü ve
rızayla katılma düşleriyle dolması ve kendini köleleştirenin yarattığı koşulları
savunması, aslında, üzücü ve aynı zamanda kendisi ve kendi gibileri için çok
tehlikeli bir insanlık durumunu anlatır. Bu insanlık durumunda, örneğin,
“güvercinler” yerler.
Eleştirel Bir Giriş
25
SONUÇ
19. yüzyıldan beri medya pratikleriyle ilgili olarak ve özellikle
sansasyonel gazeteciliğin çıkışıyla birlikte, medyada etik konusu da toplumsal
gündeme gelmiş ve tartışmalara yol açmıştır. Medyada etik tartışmasının
eleştirel olanında hedef, medyayı yönetenler ve biçimlendirenler olduğundan,
onlar da kendilerine uygun savunma yolları ve çözümler geliştirmişlerdir. Bu
savunma yolları ve işlevsel çözümler “etiksel karar verme” olarak sunulur. Bu
sunumlara bakıldığında, hem bir ülke içinde hem de uluslararasında herkes
tarafından kabul edilen ve uyulan bir standartlar ilkesi olmadığı görülür. Aynı
zamanda, medyada etik konusuyla ilgili olarak medya profesyonellerini,
akademisyenleri, kamu güçlerini, ilgili halkı, çeşitli baskı gruplarını (şimdi
sivil toplum örgütlerini), aileleri vb grupları içeren tartışmalar sunulur.
Medya’nın sorumluluk anlayışı ve sorumluluk pratiklerindeki dengenin
özellikle yeni-liberal politikalarla iyice bozulması ve özel çıkarların en
seviyesiz bir şekilde temsiline kadar giden haber, enformasyon ve eğlence
olarak nitelenen sunumlar sonucunda, son yıllarda, yeni bir döneme girildi.
Bu dönemde, bir taraftan sosyal sorumluluk günlük egemen pratiklerde
ortadan kaldırılırken, sanki bu ortadan kaldırma yokmuş gibi, örneğin,
otokontrol demokratik çözüm olarak sunulmaktadır. Bu sunum yapılırken,
medya sunumlarının var olan karakterinin aslında bu otokontrolün bir sonucu
olduğu bir kenara itilmektedir; yani yapılanla otokontrol arasında bağ
kopartılmakta ve ardından bu bağla ilişkisi olmayan sahte gündemlerle
meşrulaştırıcı tartışmalar yapılmaktadır.
Medya ve etik konusunda sosyal bilimlerle uğraşanların yaklaşımları
birkaç kategori içine yerleştirilebilir: (a) umurunda bile olmadığı için
ilgilenmeyenler; (b) özel şirketlerle ve kurumlarla araştırma vb çıkar
ilişkisinde olduğu için savunanlar; (c) özel şirketlerle ve kurumlarla araştırma
vb çıkar ilişkisinde olduğu için ilgilenmeyenler; (d) ilgilenip savunanlar; (e)
ilgilenip savunan ve ilkeler ve öneriler getirenler; (f) ilgilenip çeşitli
çerçevelerde eleştirenler. Bu yaklaşımların her biri etik bağlamında ele alınıp
irdelenebilir. Fakat öncelikle irdelenmesi gerekenlerin başında etik üzerinde
dersler veren, konuşan, konferanslar veren ve makaleler yazanların arasında
“bilimsel ihmal” kategorisinde olanlardır. Bu kategoride olanları en azından
ikiye ayırabiliriz: (a) bilgi yetersizliği ve özenle yapmama nedeniyle ortaya
çıkan yanlış bilgilendirme: Bu durumda bilim adamı hem bizi hem de kendini
farkında olmadan kandırmaktadır. ve (b) farkında olarak yanlış bilgilendirme:
26
İrfan Erdoğan
örneğin reyting ile sorumluyken, reyting bilgileriyle oynayarak, sonuçları
farklı gösterme; yoksulluk araştırması yaparken soruları ve seçenekleri bilinçli
olarak yönlendirici bir şekilde hazırlama; aşırma/plagiarism; korsanlık,
aldatma.
Enformasyonun “infotainment” ve reklamın “infomercial” yapıldığı
sahtenin ve yalanın gerçek ve dürüstlük olarak satıldığı bir ortamda etikten
çok daha ciddi ve güçlü bir şekilde bahsetmek ve etiğin siyasal ekonomisi ile
siyasal ekonominin etiğini birlikte ele almak gerekmektedir.
Derginin bu sayısında, uluslararası akademisyenler ve uzmanlar tarafından
sunulan bilgiler, bu makaledeki tartışmalar ışığında da değerlendirilirse,
medya ve etik konusunu alışılagelmişin dışında kavrama ve düşünme gibi çok
daha ufuk açıcı ve geniş perspektif kazandırıcı bir olasılık elde edilmiş olunur.
KAYNAKÇA
Belsey, A. and R. Chadwick (Der.) (1998) Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar.
(Çev. N. Türkoğlu) İstanbul: Ayrıntı.
Bertrand, Claude-Jean (2004) Medya Etiği. Ankara: BYEGM.
Calhoun, Charles H.; Oliverio, Mary Ellen (1999) Self-assessment of your ethics
environment. The CPA Journal, 69 (1): 54-55
Cavanagh, Gerald G. (2000) Political counterbalance and personal values: ethics and
responsibility in a global economy. Business Ethics Quarterly, 10 (1): 43-51
Cevizci, Ahmet (2002) Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma.
Changeux, Jean-Pierre (Ed.) (2000) Etiğin Doğal Kökenleri (Çev. N.Acar), Ankara:
Mavi Ada.
Erdoğan, İrfan (2006) Kurtlar Vadisi Irak: Esli-göçebe Kabil’in Yenı-emperyalist
Habil’den Öç Alışı. İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 22, Kış-Bahar, 71-136.
Fromm, Eric (1961) Marx’s Concept of men. New York: Frederick Ungar.
Marks, Karl (1842) Remarks on the latest Prussian sensorship instruction. İçinde: Karl
Marks (1974) On freedom of the press and censorship (Çev. Padover, S. P.).
New York: McGraw-Hill. s. 89-106.
Mosco, Vincent (1996) Political economy of communication. London: Sage.
Murphy, Patrick E. (1998) Ethics in advertising: review, analysis, and suggestions.
Journal of Public Policy & Marketing, 17 (2):.316-19.
Ringold, Debra Jones (1998) A comment on the Pontifical Council for Social
Communications' Ethics in advertising. Journal of Public Policy & Marketing,
17 (2): 332-335.
Rositzke, H. (1988) The CIA’s secret operations: Espionage, counterespıonage and
covert action. New Jersey: Westview Press.
Society of Professional Journalists: Code of Ethics. Http://www.spj.org/ethics/
index.htm.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 27-40
Sunum - makale
İletişim ve kriz: enformasyona
dayalı kapitalizm ve kontrol
devleti 1
Dan Schiller
University of Illinois at Urbana-Champaign
Özet: Bu makale kapitalizmin insan, toplum, bilgi toplumu, toplum gelişmesi,
uygarlaşma, demokratikleşme ve etik gibi kavramlaştırmalarla önde gelen
varsayımlarının gerçek yaşam pratikleri ışığında irdelemekte ve gerçeğin egemen
açıklamalardan çok farklı olduğunu, aslında kapitalist sistemin ABD’de ve dünyadaki
uygulamalarının insan ve toplum için kriz yarattığını belirtmektedir. Makale
demokratik kendi kendine yönetimde ABD sisteminin egemen uygulamalarının
istenmeyen bir kriz yarattığı kuramsal varsayımını destekleyen bir bir tartışma
sunmaktadır. Bu bağlamda krizlerin sonuçları demokratik kendi kendine yönetimle
ilişkili etik uygulamaları güçsüzleştirmektedir. Engelleyen baskılar ve karşıtlıklar
kamusal enformasyon akışını sağlayan görevliler ve denetimciler için rutin hale
gelmiştir. Resmi politikalara “eklemlenmemeyi” tercih eden muhabirlere ABD
yönetim birimleri gözdağı vermekte ve rahatsız etmektedir. Tekelleşen basın daima
kara odaklanır ve otodenetimi taahhüt eder; ama aynı zamanda da haber sunmayı
azaltarak, haber sütunlarının boyutunu küçültüp reklamlara öncelik verir. Kapitalist
birikimin karakterindeki büyük dönüşümler, tamamlayıcıları olan anti-demokratik
baskıları kullanmaktadır. Denetim önlemleri sadece kriz yönetimi amacıyla değil aynı
zamanda ekonomi politiğin yeniden gündeme gelmiş bir alanının içinde ortak bir kar
elde etme amacını korumak için de yenilenmektedir. Enformasyonun
düzenlenmesindeki krizin bizatihi kendisi direnci kışkırtırken, politik ekonomiye
hakim olan kriz giderek daha da görünür hale gelmektedir. Demokratik kendi kendine
yönetimin etiği için, egemen kurumlar tarafından benimsenen küçük görme tutumunu
etkisizleştirmeye çalıştıkça ve farklı bir enformasyon toplumu için mücadele ettikçe
farklı girişimlerin politik olarak birleşmeye başlayacağını umut ediyoruz.
Anahtar kelimeler: kapitalist etik, medya etiği, sansür, enformasyon kontrolü
1
Çev. Araş. Grv. Aytül Tamer (Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik
Bölümü) ve Esra Keloğlu İşler (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens. Doktora
Öğrencisi.
28
Dan Schiller
Ana akım söylem, gelişmekte olan enformasyon toplumunun,
kurumlarımızı insanileştirdiğini ve daha demokratik bir düzeni başlattığını
otuz yıldır dile getirmektedir.2 Gerçek ise farklıdır: ABD enformasyon
düzenleme sisteminin bizatihi kendisi, demokratik kendi kendine yönetimde,
saklı derin anlamlar ile etik uygulamaların içinde istenmeyen bir kriz
yaratmaktadır. Bu olumsuz iddianın kanıtı nedir?
1. Mevcut sosyalizmin yıkılışı, küresel bir uyuma yol açmamıştır.
Kapitalizme yönelik seçeneklerin alanı daraldıkça ve dağıldıkça, tam aksine
kapitalizm içindeki bunalımlar ve zorlanmalar da yeniden görünür hale
gelmiştir. Böylece, eski ekonomik felaket yeniden ortaya çıkmıştır. Yeniden
uyanan kapitalistler arası rekabet, aşırı üretimin istikrasızlığı durumuna neden
olmuştur.3 Mevcut piyasa üretilen tüm otomobilleri içine alamazken, hala yeni
otomobil fabrikaları inşa edilmeye devam edilmektedir. Buna rağmen, bu
durum gitgide genelleşir ve müzmin bir hal alırken, kar sıkıntısı ve hatta
büyük bir ekonomik krize doğru bir eğilim gelişmektedir. Bunun cezasını
kim çekecektir? Bu ceza kime verilebilir? Ticari ve mali dengesizlikler ve
yüksek teknoloji spekülasyonlarındaki büyük dalgalanmalar, hızla ulusötesileşen kapitalizmi istikrarsızlaştırırken, bu soruların cevapları şiddetle
acillik kazanmaktadır.4
Elit kesim tarafından diğerlerinin üstüne yüklenen işler, bu kökleşmiş
işlevsizliklerinin zararlı etkileri hem uluslararası hem de ulusal açıdan
görünmektedir.
Tarihçiler, ABD’nin üç politik kaygısından hangisinin Irak’taki savaş
konusunda öncelikli neden olduğu hakkında anlaşmazlığa düşebilirler:
bölgesel güç dengesini yeniden kurma girişimi; yavaş yavaş azalmakta olan
enerji stokları için garantili bir erişime karar vermek; ya da tırmanışta olan
kapitalistler arası rekabet ve ekonomik dengesizliklere cevap bulma çabası.
Bu faktörlerden üçü de hayati öneme sahiptir, fakat üçüncüsü diğerlerinden
ayrılmalıdır. Tırmanışta olan ticari dengesizlikler ve bütçe açıklarından
2
Daniel Bell, The Coming of the Postindustrial Society. New York: Basic Books,
1973. Sert bir yorum için bkz. Vincent Mosco, The Digital Sublime. Cambridge:
MIT Press, 2004.
3
Robert Brenner, The Boom and the Bubble. New York: Verso, 2002.
4
Gabriel Kolko, “Weapons of Mass Financial Destruction,” Le Monde Diplomatique
Ekim 2006: 1-3; Claudio Borio, “Monetary and Prudential Policies at a Crossroads?
New Challenges in the New Century,” Bank for International Settlements, BIS
Working Papers 216, Eylül 2006.
İletişim ve Kriz
29
kaynaklanan ABD savunmasızlığının gitgide artması, bölgenin enerji
kaynakları için uluslararası erişim konusunda ABD’nin kararını
hızlandırmıştır5. Başlıca amaç, yaygın ABD egemenliğinin temelini
destekleyen kaynaktan çıkan petrol zengini ülkelerin (ve muhtemelen, olası
rakip sponsorların) girişimlerini önceden satın almak olmuştur. Irak’taki
çöküntü, üstdüzey siyasetçiler arasında bile, giderek büyüyen bir şüphe ile
dile getiriliyor, fakat Orta Doğu ve Orta Asya’yı kuşatma stratejisi, ABD
askeri üsleriyle birlikte, kesinlikle yerinde duruyor.6
ABD’nin ulusal koşulları nelerdir? Günümüzde her ulus, elitler tarafından
ulus-ötesi sermaye birikimi yapısını desteklemek için kendi yerel sosyal ve
politik ilişkilerini yeniden düzenleme görevi ile yükümlü tutulur.7 ABD’de,
sosyalist muhaliflerin alt edilmesi, işçi sendikalarının gücünün zayıflatılması,
sermayenin hareketinin artırılması, suç ortaklığı yapan holdingleşmiş medya
ve politik açıdan iyi organize olmuş sağ kesim ile, elitler ulusal çoğunluğa
ayrıcalık vermediler. ABD şirketlerinin karları kırk yıldır en yüksek değerlere
ulaşınca, işçi sınıfının yaşam standartlarına, işçi haklarına, emeklilik
sistemine, okullara, çevre koşullarına, sağlık sigortası sistemine ve kamusal
sağlığa karşı sürekli olarak saldırı yapılmıştır.8
Ülke dışındaki savaşlar ve içerideki sert (ekonomik) koşullar enformasyon
düzeni sistemine zarar vermiştir. Propaganda ve ideolojik güdümleme,
gözetim ve diğer tüm denetim tedbirleri tarihsel olarak doruk noktasına
ulaşmıştır. Bu enformasyon denetiminin başlıca amacı, tahminen
maddileştirilecek ve böylece, gerileyen politikaları takip etmesi için pazar
sisteminin çıkarlarının serbest kalmasını sağlayacak ekonomik, politik, çevre
ve halk sağlıyla ilgili krizleri idare etmek ve yönünü değiştirmektir.
Bu bağlamda krizlerin sonuçları demokratik kendi kendine yönetimle
ilişki halinde olan etik uygulamaları güçsüzleştirmektedir.
2. Engelleyen baskılar ve karşıtlıklar, kamusal enformasyon akışını temin
eden “demokrasinin oksijenini” sağlamak için çalışan görevliler ve
5
Uzlaşımcı bir bakış açısı için bkz. Noam Chomsky, “Beyond the Ballot,”
CounterPunch 2005.
6
Chalmers Johnson, The Sorrows of Empire. New York: 2004.
7
Jerry Harris, “Globalization and Class Struggle in Germany,” Nature, Society, and
Thought, Vol. 18 No. 3 (2005): 394.
8
Francesco Guerrara and David Wighton, “US Set for Record Run of Profits,”
Financial Times, 5 Temmuz 2006: 15.
30
Dan Schiller
denetimciler için rutin hale gelmiştir.9 Resmi politikalara “eklemlenmemeyi”
tercih eden (özellikle sert misilleme ile karşılaşan El-Cezire başta olmak üzere
yabancı haber ajansları tarafından çalıştırılan) muhabirleri ABD yönetim
birimleri gözdağı vermekte ve rahatsız etmektedir.10 Hükümet yetkilileri,
kamusal söylemi sistematik yanlış enformasyon ile kirletmek için, bireysel
çalışan muhabirlere ve halkla ilişkiler şirketlerine üstü örtülü ödemeler
yapmaktadırlar.11
Kütüphanecilere kullanıcı kayıtlarını polis güçlerine teslim etmeleri için
gizlice emir verilmiştir.12 Akademisyen bilgisayar mühendisleri ve
matematikçiler, bilimsel konferanslarda algoritmanın şifrelenmesi konusunda
araştırmalarını sunmaları için yasal eylemlerle korkutulmaktadırlar.13 Farklı
idari görevler için, otorite özel üstlenicilere taşeron olarak verildikçe, federal
ve eyalet bilgi edinme hakkı yasaları atlanmış ve kamunun enformasyona
erişimi tekrar daraltılmıştır. (Özellikle göze çarpan bir örnek, kar amacı
gütmeyen bir Kaliforniya şirketi olan Tahsis Edilen İsimler ve Numaralar
İnternet Şirketi’nin (Internet Corporation for Assigned Names and Numbers)
ABD Ticaret Bakanlığı’na verileri rapor etmesidir.14) Her zamankinden daha
çok tekelleşmiş olan basın şirketleri, habere ayrılan yeri azaltırken, kâr
üzerine odaklanmakta ve oto-kontrol ile meşgul olmaktadır: Öte yandan,
9
Robert W. McChesney, Rich Media, Poor Democracy: Communication Politics in
Dubious Times. New York: New Press, 2000; John E. Buschman, Dismantling the
Public Sphere: Situating and Sustaining Librarianship in the Age of the New Public
Philosophy. Libraries Unlimited, 2003.
10
Gazetecilerin gizli kaynaklara erişmesini engellemek için girişimlerde bulunan
hükümet görünüşe göre New York Times, Washington Post, ABC News gibi önemli
haber örgütlerinden edilen telefonların izlerini takip etmek için Patriot Act’teki
terröristlere karşı hazırlanmış olan bir düzenleme kullanıyor. Democracy Now,
“Freedom of the Press Under Attack,” 16 Mayıs 2006, erişim 18 Mayıs 2006
http://www.democracynow.org/article.pl?sid=06/05/16/145201
11
James Bamford, “The Man Who Sold the War,” Rolling Stone 2005
http://www.rollingstone.com/politics/story/_/id/8798997 erişim 20 Kasım 2005;
Abby Doodnough, “U.S. Paid 10 Journalists For Anti-Castro Reports,” New York
Times, 9 Eylül 2006: A9; “Another Contract for Company that Planted News in
Iraq,” NewYork Times 28 Eylül 2006: A14.
12
Leigh S. Estabrook, Public Libraries and Civil Liberties: A Profession Divided.
Urbana: Library Research Center, 2002.
13
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing,
2004: 145.
14
Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age.
Cambridge University Press, 2006: 159.
İletişim ve Kriz
31
öndegelen gazeteler gazetenin boyutunu küçültmeyi ve reklama daha büyük
yer ayırmayı planlarken, ABD basın endüstrisindeki çalışanların sayısı 1990
ile 2004 yılları arasında %18 oranında azalmıştır.15 Mesleki erozyon
tehlikesine vurgu yapan Reporters Without Borders/Sınır Tanımayan
Gazeteciler, basın özgürlüğü açısından 2006’da ABD’nin dünya listesinde
53ncü sırada -2005’tekinin dokuz sıra altında- olduğunu belirtmişlerdir.16
Demokratik süreçlere yönelik aşağılama kurumsallaştırılmaktadır. İki
partinin, polis-devlet gücünün sürekliliğini gerçekleştirmeye giden sinsice
adlandırılmış ABD Vatanseverlik yasasının (Patriot Act) ivediklikle kabul
ettiğini –ve yeniden yetkilendirdiği- görüyoruz.17 ABD NSA (Ulusal Güvenlik
Konseyi) tarafından yurtiçi telekomunikasyonun ağlarının yetki almadan
elektronik olarak izlendiği bildirilmiştir.18 Daha az bilinen bir örnek ise ABD
15
Mark Crispin Miller, “The Death of News,” The Nation, 3 Temmuz 2006,
http://www.thenation.com/doc/20060703/crispinmiller erişim 6 Ekim 2006; “Who
Killed the Newspaper?” The Economist, 26 Ağustos 2006: 9; Katharine Q. Seelye,
“Times to Reduce Page Size And Close a Plant in 2008,” New York Times 18
Temmuz 2006: C5; Richard Waters, “Hold the Front Page – For Advertising
Space,” Financial Times 8 Ağustos 2006: 4; ayrıca bkz. James R. Compton, The
Integrated News Spectacle: A Political Economy of Cultural Performance. New
York: Peter Lang, 2004; Eric Klinenberg, “U.S.: Here Isn’t The News,” Le Monde
Diplomatique Ekim 2005; Adam Jones, “Costly Kiosk: How French Dailies Are
Struggling to Retain Their Savoir Faire,” Financial Times 1 Ağustos 2006: 9.
16
Reporters Without Borders, Worldwide Press Freedom Index 2006, erişim 24 Ekim
2006, http://www.rsf.org/article.php3?id_article=19388
17
Nancy Chang, Silencing Political Dissent. New York: Seven Stories, 2002; James
X. Dempsey and David Cole, Terrorism and the Constitution. Washington, D.C.:
First Amendment Foundation, Ocak 2002: 151-71.
18
“U.S. Eavesdropping Is Allowed To Continue During Appeal,” New York Times, 5
Ekim 2006: A23. 1970’lerin ortalarında ABD Senatosu, “1952–1974 yılları
arasında National Security Agency (Ulusal Güvenlik Konseyi)’nin istihbarat
çalışmaları sırasında, iş, sanat ve -bazı Kongre üyeleri de dahil- politika
çevrelerinin önde gelen isimlerini de kapsayan 75.000 Amerikalı hakkında National
Security Agency bilgi toplamış” olunduğunu buldu. Greg Lipscomb, “Private and
Public Defenses Against Soviet Interception of U.S. Telecommunications:
Problems and Policy Points,” Harvard Program on Information Resources Policy
Working Paper W-78-6, Nisan 1978: 15, alıntı yapılan kaynak U.S. Senate,
Supplementary Detailed Staff Reports on Intelligence Activities and the Rights of
Americans. Final Report of the Selected Committee to Study Governmental
Operations with Respect to Intelligence Activities. Book III. Washington, D.C.,
1978: 778. Bu şatafatlı tarihi okumak için bkz. Patrick Radden Keefe, Chatter:
Uncovering The Echelon Surveillance Network And the Secret World of Global
Eavesdropping. New York: Random House, 2006.
32
Dan Schiller
başsavcısına göre, Başkan Bush, şahsi olarak, Adalet Bakanlığı’nın etik
birimini, yurtiçi casusluk programının onaylanmasında hükümet avukatlarının
oynadığı rolün incelenmesi konusunda engellemiştir.19 İlk kez 1953’de yasal
olarak kabul edilen “devletin gizlilik hakkı”, yargının enformasyonu kamu
gözünden saklamak için saldırganca yeniden mevzilendirilmiştir.20 Federal
İletişim Komisyonu Başkanı, komisyon çalışanları tarafından hazırlanan bir
çalışma taslağın bütün kopyalarının yok edilmesi emrini verdiği
belirtilmektedir. Bu çalışma, medya sahipliği alanında büyük şirketlerin
birleşmesi ile oluşan tekelleşmenin, yerel televizyon haber sunumuna zarar
verebileceğini ileri sürmektedir. 21 Siyasal manipülasyonu kolaylaştırmakta
kullanılan korkunun üretimi ticari medya kültürüne ve haberlere nüfuz
etmektedir.22 “Terör savaşı” ne mekansal ne de zamansal sınırlara saygı
göstermezken, bazen “işbirliği” olarak maskelenen enformasyona dayalı
denetimler uluslararası olarak da tasarlanmaktadır.23
1980’lerde,
Başkan
Carter’ın,
Intelsat
yoluyla
uluslararası
telekomünikasyonunu kesmekle İran’ı tehdit ettiği söylenmektedir.24 ABD
yönetiminin internet domain/alan isim sisteminin yönetimini ele geçirmesi,
19
Neil A. Lewis, “Bush Blocked Ethics Inquiry, Official Says,” New York Times 19
Temmuz 2006: A14.
20
Louis Fisher, In The Name of National Security: Unchecked Presidential Power
and the Reynolds Case. Lawrence: University Press of Kansas, 2006.
21
John Dunbar, “Lawyer Says FCC Ordered Study Destroyed,” Associated Press 15
Eylül 2006. Yukarıda belirttiğim gibi, 2004’de 16,5 milyar dolarlık bir kültür
endüstrisi holdingi olarak biçimlendirilen NBC Universal’in yeni bütçesini çok
küçültmek için kendisini yeniden konumlandırarak yeni dijital medyayı kendi
çıkarına kullanmayı planladığı rapor edilmiştir. Brooks Barnes, “NBC Universal to
Slash Costs In News, Prime-Time Programs,” Wall Street Journal, 19 Ekim 2006:
A1.
22
David L. Altheide, Terrorism and the Politics of Fear. Lanham: AltaMira Press,
2006; Cultural Studies Vol. 20, No. 4/5, Temmuz-Eylül 2006.
23
Philip S. Golub, “The Will to Undemocratic Power,” Le Monde Diplomatique,
Eylül 2006, http://mondediplo.com/2006/09/08democracy. Muhafazakar politika
uzmanı James Q. Wilson’nın belirttiği gibi, “Terör savaşı…..benim hayatım
boyunca olduğu gibi çocuklarımın hayatı boyunca da sürecektir.” Wilson, “PreEmptive Surveillance,” Wall Street Journal 21 Ağustos 2006: A10. Newt Gingrich,
ABD Temsilciler Meclisi’nin eski sözcüsü, Kongre’den “III. Dünya Savaşı’na
girdiğimizi onaylayan bir yasanın geçmesi gerektiğini” köşe yasızında dile
getirmektedir. Newt Gingrich, “Bush and Lincoln,” Wall Street Journal 7 Eylül
2006: A20.
24
Oswald H. Ganley-Gladys D. Ganley, To Inform or To Control? The New
Communications Networks. New York: McGraw-Hill, 1982: 46.
İletişim ve Kriz
33
1997-8’de (Başkan Clinton yönetimi sırasında) iletişime erişimi reddeden
ABD’nin tek taraflı eylem korkularını canlandırmıştır. Bu korkuları ICANN
ve ABD Ticaret Bakanlığı arasında yakın zamanlarda yeniden yapılan
anlaşma bile hafifletememiştir.25 Bir diğer etkin inisiyatif, büyük bir ölçüde
içeriği düzeltilen -“Bilgi Yönetme Haritası” olarak adlandırılan- 2003
Savunma Bakanlığı belgesinin gizliliğinin ortadan kalkması ile yüzeye çıktı.
Bu raporda, BBC’ye göre “interneti anlamak düşmanın savunma sistemini
çözmekle eşit gibi görünmekte” ve siber saldırılar ve “internet ile mücadele”
için elektronik savaş tedbirleri tasavvur edilmektedir.26 Bu belgenin iki
özelliği oldukça dikkate değerdir. Birincisi, spectruma dayalı sistem alanının
tamamını hedeflemekte, “ABD ordusu yeryüzündeki her telefonu, her net
bağlantılı bilgisayarı, her radar sistemini kontrolü altında tutabileceği bir gücü
araştırmaktadır.” İkincisi, “yabancı dinleyiciler için hazırlanmış
enformasyonun giderek ülke içi dinleyicimiz tarafından tüketilmesinden”
dolayı, - Amerikan İç Savaşı’ndan itibaren ilk kez Amerika kıtası askeri
operasyonlara sahne olarak kullanılmakta- propaganda faaliyetleri kasıtlı
olarak ABD halkını kapsamaktadır.27 2001’den bu yana ABD’nin, Orta
Doğu’da yayın yapan radyo ve televizyon yayıncılarının yıllık 50.000 saatini,
maddi olarak desteklemesi rastlantısal değildir .28 Tüm bu örnekler, yavaş bir
biçimde, enformasyon üstünlüğünün sistematik olarak geliştirilmesine ve
sömürüsüne dayanan yeni bir “internet ağı merkezli savaş” ekseni oluşturmak
için ABD ordusunun stratejisinin devam edegelen dönüşümü ile uyumludur.29
25
National Research Council, Committee on Internet Navigation and the Domain
Name System, Signposts in Cyberspace: The Domain Name System and Internet
Navigation. Prepublication Copy. Washington, D.C.: National Academies Press,
2005, 5-46; ICANN, “New Agreement Means Greater Independence in Managing
the Internet’s System of Unique Identifiers,” 29 Eylül 2006, erişim 9 Ekim 2006,
http://www.icann.org/announcements/announcement-29sep06.htm; Milton Mueller,
“ICANN’s New MoU:
Old Wine in a New Bottle,” 30 Eylül 2006,
www.internetgovernance.org/news.html#ICANNoldwine _093006
26
Adam Brookes, “US Plans to ‘fight the net’ revealed,” BBC News 27 Ocak 2006,
erişim 1 Şubat 2006, http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/ 4655196.stm
27
Robert Block-Jay Solomon, “Pentagon Steps Up Intelligence Efforts Inside U.S.
Borders,” Wall Street Journal, 27 Nisan 2006: A1.
28
Lauren Etter, “Five Years After 9/11: How Have Things Changed?” Wall Street
Journal, 9-10 Eylül 2006: A6.
29
Peter Dombrowski-Eugene Gholz, Buying Military Transformation: Technological
Innovation and the Defense Industry. New York: Columbia University Press,
2006: 8-12 and 84-110.
34
Dan Schiller
3. Daha kapsamlı bir denetim devleti oluşturmaya yönelik faaliyetler
bugünün enformasyon kısıtlama politikasını açıklamak için yeterli olabilir.
Ancak hikâye burada bitmemektedir, çünkü kapitalist sermaye birikiminin
karakterindeki büyük dönüşümler, tamamlayıcı anti-demokratik baskıları
kullanmaktadır. Bunu daha netleştirmek için enformasyonu emtialaştırmanın
karmaşık sürecine kısaca bir göz atmamız gerekmektedir.
Uzun zamandır iletişim ve enformasyon, refah tarım, madencilik ve imalat
gibi yaratma kaynakları başka yerlerde olan politik ekonomiye gerekli olan
yardımcı unsur olarak varolmuştur. Emtialaştırma, işçiliği ücretlendirerek ve
kar arayışı içerisindeki işlemlerle üretim ve mübadelenin eski biçimleri ile yer
değiştirmiş ve bu önce öteki ülkelerde yayılmıştır. Yüzyıllar önce, iletişim ve
enformasyon zaman zaman kar amaçlı, temelde ekonomik olarak marjinal ve
bölgesel olarak sınırlanmış sermaye birikimlerinin alanı olmuştur. Ancak 19.
yüzyılda, emtialaştırma yayılmaya başlamıştır. Bu değişimin altında,
uluslararası pazarın büyümesi, iletişim ve enformasyon emtialarının üretimi,
işlenmesi, depolanması ve dağıtımına ilişkin olarak başarılı teknolojik icatlar
yatmaktadır. Karar değişiklikleri, ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası yirmi
yıllık dönem içerisinde başlayabilmiştir. Benim “hızlandırılmış emtialaştırma”
olarak adlandırdığım “Piramitleştirme süreci” yoluyla kapitalizmin merkezi,
yaygın enformasyon ve kültürel üretim alanlarını kuşatmak için
genişletilmiştir.30
Bu tarihi dönüşümün üç niteliği üzerinde durulmayı hak etmektedir. İlki,
daha önceki teknolojik sınırların aşılmasıyla, emtialaştırma dijital
mikroelektronik alanında sürekli büyüyen müşterek bir kurumun üzerine
oluşturulmuş ve inşa edilmiştir. Bu bağlamda, sermaye, üretim ile kültürel ve
enformasyon kaynaklarının sirkülasyonunu, yeni kar yapıcı birikim bölgeleri
içine dönüşümü için mücadeleler başlatabilirdi. Daha önce hükümet, okullar,
üniversiteler, müzeler ve kütüphaneler tarafından oluşturulan çok büyük
ölçekli kamusal enformasyonun kar yapma amacıyla, sermaye tarafından ele
geçirilme çabaları bir dizi önemli çatışmaya neden olur. İkincisi,
enformasyonun emtialaştırması aynı şekilde ülke devletler ve koloni
imparatorluklar tarafından empoze edilen öncelikli uzamsal limitler yoluyla
patlak verir. Neoliberal politikaların yükselişiyle birlikte, emtialaşmanın alanı
30
Başka bir yerde bu emtialaştırma eğilimini kuşatmayı açıklamaya başlamıştım:
Bkz. Dan Schiller, How To Think About Information. Urbana: University of Illinois
Pres, 2007 yılında basılacak.
İletişim ve Kriz
35
hızlı bir şekilde uluslararası şirketler aracılığı ile genişlemiş, Sovyet
sosyalizminin çöküşü ve Çin'in piyasayı parsellemesi ile en sonunda gerçek
anlamıyla küresel olmuştur. Üçüncüsü, iletişim ve enformasyon içerikli iş
yapma eğiliminin ölçeği de bütünüyle sanayileşmedir: bütün ekonomik
sektörlere uzanır ve sadece arz yönünde değil ayrıca talep tarafında da ortak
kullanıcılar arasında yer alır. Bu konuda Microsoft gibi Wal-Mart da önemli
bir rol üstlenmiştir.
Bunlar birleştikçe, bu değişimler kapitalist politik ekonomiyi yeni bir
gelişim döngüsüne sürüklemiştir. İletişim ve enformasyon böylece artık
“sadece” ideolojik alanda işlememekte, ayrıca daha geniş ölçekte kapitalizmin
doğrudan tekrar-üretimi için ekonomik girdilerde de işlemektedir. Kendileri
için kar yapmanın temel merkezi haline gelmişlerdir. İşte tam burada
“enformasyon” olarak ilan edilen gizli anlam yatmaktadır.
Filmler ve bilgisayar oyunları ve TV programları, müzik kayıtları,
fotoğraflar ve haberler ayrıca telefon konuşmaları muhasebe ve kelime
işlemci programlar ve biyomedikal ve genetik materyaller gibi dijital biçime
dönüştürülebilen veya soyutlanabilen her şey kuşatılmıştır. Buna ek olarak söz
konusu tamamen farklı enformasyon akımlarının üretimi, işlenmesi ve
değişimi için kullanılan bilgisayar donanım ve programları da yer almaktadır.
Amerikan sermayeli şirketler bu hızlandırılmış emtialaştırma sürecine
öncülük etmişlerdir. Bazıları bu yolda acı çekip yolda kalmış ancak Microsoft,
Cisco, Intel, Google, Yahoo, eBay, Pfizer, Monsanto ve diğer yüksek
teknoloji güçleri gibiler küresel pazar liderliğinin keyfini yaşamaktadırlar.
Amerikan şirketleri uzun süredir emtialaştırma sürecinde kesintilere
uğratıldılarsa da Amerikan hükümeti bu sürekli genişleyen uluslararası
birikim bölgesinde sermayenin hükmetmesinde öncülüğünü sürdürmektedir.
Bilhassa, devlet birimleri sermayenin daha çok kuşatan, izleme, tesis etme
ve özel mülkiyet gibi enformasyonu koruma uygulamalarını idare etme
ihtiyaçlarını savunmaktadır.
4. Bu bağlamda, günümüzün antidemokratik eğilimi belirli bir tarihsel
özgüllüğü açıklar: Denetim önlemleri sadece kriz yönetimi amacıyla değil
aynı zamanda ekonomi politiğin yeniden gündeme gelmiş bir alanının içinde
ortak bir kar elde etme amacını korumak için de yenilenmektedir. Bu nedenle,
1998'de Michael Perelman'ın da belirttiği gibi, “enformasyon ekonomisinin
36
Dan Schiller
polis güçleri şimdiye kadar gördüğümüz bütün güçlerden daha güçlü
olacaklardır”.31
Bir taraftan, telif, patent ve marka haklarının elde tutulmasını sağlayan
uluslararası kanunları yaymak için yıllardır sistematik şekilde çalışan ve
genellikle başarılı olan ABD`nin çabaları, diğer taraftan ABD'nin kendi içinde
Millenyum Dijital Telif Hakkı Sözleşmesi’ni korumak için kullanılan
sistemleri tuzağa düşürebilecek teknolojinin kullanımını ve sirkülâsyonunu
suç sayması; “fikri mülkiyet” alanını büyük ölçüde genişletmiştir. Devletin
koruyucu şemsiyesi altında, şirketler enformasyon sirkülâsyonunda tamamen
yeni bir kontrol seviyesi oluşturmak için dijital haklar yönetimi teknolojisi
oluşturmaktadırlar.32 Mal sahipliği için internet dağıtım kanallarının,
paylaşılan enformasyonun kar esaslı formlarının önlenmesi amaçlanmaktadır.
İçerik endüstrileri olarak adlandırılanlar ürünlerini telif hakkı, kontrat ve
dijital kilit ile üçlü mühürlü veri kaynağı halinde sunmak için bir analistin de
ifade ettiği gibi “sızıntı korumalı” satış ve teslimat sistemleri oluşturma
niyetindedirler. Böylece, erişimi, kullanımı ve fikirlerin ve ifadelerin akışını
sürekli olarak kontrol edebilirler. 33
Şirketler, tüketiciler ve çalışanlara karşı yeni enformasyon izleme ve
düzenleme şekillerini de yönetmektedirler. Amerikan Yönetim Derneği
tarafından yapılan şirket uygulamalarına ilişkin anket, örneklenen şirketlerin
dörtte üçünün internet kullandığı, %55'inin e-mail depolayıp tekrar gözden
geçirdiği, %51'inin video ile izlemeyi kullandığı ve %22'sinin telefon
görüşmesi kaydettiği bilgisini vermiştir.34 Gerekli program ve donanımları
tedarik etmek; EMC, Cisco, Microsoft ve IBM gibi birçok büyük ileri
teknoloji şirketlerinden oluşan bir “sıcak pazar” haline gelen yeni bir güvenlik
endüstrisidir.35 Benzer şekilde, biometriği, radyo frekansı tanımlama
31
Michael Perelman, Class Warfare in the Information Age.
New York: St.
Martin’s Press, 1998: 80-82.
32
Michael Godwin, “Digital Rights Management: A Guide for Librarians,” OITP
Technology Policy Brief. American Library Association Office for Information
Technology Policy, Ocak 2006, erişim 15 Mayıs 2006, www.ala.org.
33
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing
2004: 52-3.
34
Phred Dvorak ve Vauhini Vara, “At Many Companies, Hunt for Leakers Expands
Arsenal of Monitoring Tactics,” Wall Street Journal 11 Eylül 2006: B1, B3.
35
Charles Forelle and Vauhini Vara, “IBM to Bulk Up in Internet Security,” Wall
Street Journal, 24 Ağustos 2006: B3.
İletişim ve Kriz
37
etiketleri, diğer otomatik tanımlama biçimleri ve veri tutmayı sundukları için
'şirketler yeni teknolojinin kullanılması ile artarak polis kuvvetleri haline
gelmektedir.36 Belirti olarak, şirket hassas enformasyon sızıntısı böylece
Financial Times'ın "etik olarak şüpheli araştırma taktikleri" olarak
adlandırılan, sadece yürütme organları birimleri tarafından değil, HewlettPackard gibi büyük şirketler tarafından da, muhabirlerin telefon kayıtlarını
elde etmek ve bütün bir yıl boyunca yalnızca bir gazeteciyi izlemek için
ücretli olarak özel araştırmacıların çalıştırılmasına yol açmaktadır.37
Veri toplama38, erişim denetimi, sistem bütünlüğü, şifreleme, denetim ve
izleme, yapılanma düzenlemesi ve sağlaması ortak kullanıcılar tarafından
zararsız hatta iyi olarak sunulmaktadır.39 Fakat bu teknolojiler aslında merkezi
mülki denetimin büyük ölçüde genişletti.40
Enformasyonun özel bir mal olarak yükselişi aynı zamanda devlet
birimleri ve iş dünyası arasında daha sıkı ilişkilerin başlangıcıdır, bu eğilimde
"terör savaşı" retorik kılıf sağladığı için yeniden etiketlenen özel veri
üzerindeki herhangi bir saldırıya izin verilmesi söz konusudur. 11 Eylül
saldırılarından kısa bir süre sonra senatör Sam Brownback (Kansas) "terörizm
savaşı, geniş anlamda, enformasyon savaşıdır"41 iddiasında bulunmuştur. Bir
36
Preemptive Media, “Surveillance Creep! New Manifestations of Data Surveillance
at the Beginning of the Twenty-First Century,” Radical History Review Spring
2006 (95): 80; Kelly Gates, “Biometrics and Access Control in the Digital Age,”
NACLA Report on the Americas, Mart/Nisan 2006: 35-40.
37
Kevin Allison, “HP Inquiry Finds Evidence Other Companies Used ‘Spy’
Methods,” Financial Times, 30 Eylül-1 Kasım 2006: 1; “Nine Journalists’ Phone
Records Targeted in H-P Probe of Leaks,” Wall Street Journal, 8 Eylül 2006: A13;
Pui-Wing Tam, “A Reporter’s Story: How H-P Kept Tabs On Me for a Year,”
Wall Street Journal, 19 Kasım 2006: A1, A17.
38
Robert O’Harrow, No Place to Hide. New York: Free Press, 2005; Walter M.
Brasch, “Fool’s Gold in the Nation’s Data-Mining Programs,” Social Science
Computer Review 23 (4) Kış 2005: 401-28.
39
U.S. Government Accountability Office, “Technology Assessment: Cybersecurity
for Critical Infrastructure Protection,” GAO-04-321, 28 Mayıs 2004, Özet; U.S.
Government Accountability Office, “Critical Infrastructure Protection:
Department of Homeland Security Faces Challenges in Fulfilling Cybersecurity
Responsibilities,” den alıntılanmıştır. GAO-05-434, 26 Mayıs 2005, İkisinin de
erişimi 3 Haziran 2005, www.gao.gov
40
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing,
2004: 89.
41
Marjorie Valbrun, “Senate Votes Overwhelmingly To Pass Border-Security Bill,”
Wall Street Journal, 19 Nisan 2002: A5.
38
Dan Schiller
önceki yasaklamaları atlayarak, devlet birimleri ve şirketler büyüyen
elektronik veri havuzunu kişilerin gündelik e-postalarından42 geçerek rutin
olarak erişmekte ve seçerek paylaşmaktadırlar. Federal, eyalet ve yerel polis
güçleri tarafından müşteri verileri için Time AOL birimi sahasından yılda
yaklaşık olarak 12,000 istek yapılmaktadır; AOL çalışanları günde 24 saat
çalışarak bu tip isteklere ve bu amaca hizmet eden çağrı merkezine bilgi
sağlamaktadırlar.43 Genellikle Google'ın Çin devlet sansürcüleri ile olan
işbirliği rapor edilmiştir ancak ABD gibi Google da "gayri resmi olarak
hukuki icra birimleriyle çalışma geleneğindedir, kişilerin kendi isteklerini
gösteren bir belge olmaksızın kimlik tespit bilgilerinin izini sürme işinde
çalıştıklarını" kabul etmemektedir.44
2005’te Amerika’nın en üst düzey yönetimini temsil eden 160 genel
müdürden oluşan bir grup, sağlıklı bir internet alt yapısını güçlendirmek için
hükümete çağrıda bulundu.45 2006 Şubatında Yurt Güvenliği (Department of
Homeland Security) Bakanlığı, yedi farklı kurulu seviyesinde Intel, Microsoft,
Symantec, Verisign ve diğer şirketlerin beraberce katılmasıyla bunlara ek
olarak İngiltere, Avusturya, Yeni Zelanda ve Kanada hükümetlerinden de
42
Robert O’Harrow, Jr., No Place To Hide. New York: Free Press, 2005; ve
Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age.
Cambridge University Press, 2006. Bu girişimler anlamlı tanıtıma razı
olmaktadır birkaç benzer vaka için bkz: Riva Richmond, “Network Giants Join
Campaign To Beef Up Security of Systems,” Wall Street Journal, 27 October
2004: B2B; Riva Richmond, “Job of Guarding Web Is Shifting To the Network’s
Infrastructure,” Wall Street Journal, 19 Mayıs 2005: B4; Li Yuan, “Companies
Face System Attacks From Inside, Too,” Wall Street Journal, 1 Haziran 2005:
B1, B4; Robert Block, “In Terrorism Fight, Government Finds a Surprising Ally:
FedEx,” Wall Street Journal, 26 Mayıs 2005: A1, A5; Gary Fields, “Ten-Digit
Truth Check,” Wall Street Journal, 7 Haziran 2005: B1, B6; David Pringle,
“Security Woes Don’t Slow Reed’s Push Into Data Collection,” Wall Street
Journal, 3 Haziran 2005: C1, C4;
43
Robert Block, “Requests for Corporate Data Multiply,” Wall Street Journal, 20
Mayıs 2006: A4.
44
John Battelle’dan aktarılmıştır, The Search: How Google and Its Rivals Rewrote
the Rules of Business and Transformed our Culture. New York: Portfolio, 2005:
203.
45
İş dünyası yuvarlak masası, “Essential Steps to Strengthen America’s Cyber
Terrorism Preparedness,” Haziran 2006,
www.businessroundtable.org/
publications
İletişim ve Kriz
39
gelen temsilcilerle bir simüle edilmiş siber saldırısına karşı koordinasyon
mekanizmalarını ve buna karşı yanıtı test etmek için ilk "tam ölçekli siber
güvenlik uygulaması" -"Siber fırtına"- yürütmüştür. 46 Kabaca, "kamu ve özel
sektör arasında etkin ilişki" olarak kavramlaştırılarak açıklanan ve kurulan
siber altyapının korunması olduğu apaçık bir öncelik olmuştur. 47
5. Son fakat can alıcı noktaya geldik: Şirket-devletin aciliyetlerini
yönetmek ya da enformasyonu özel bir mal gibi güvenlik içine almak
yollarından hangisini tutacağı konusunda kesinlik yoktur. Eğilim yekpare
olmadığı için, her biri önemli kurumsallaşmış karmaşıklıklarla kendini
gösterirken, kendi birleşmeleri bile teminat vermekten uzak, her ikisi içinde
aynı şekilde pürüzlü ve sorunludur. Gerçi, ABD'de gerçek ve resmi demokrasi
arasındaki gedik hızla açılmaktadır,48 fakat açıkça otoriter toplumların
özelliğini gösteren kamu ve özel gücün tümüyle kaynaşmasına şahit
olduğumuzu iddia etmek yanlış olacaktır.49
En önemlisi, enformasyonun düzenlenmesindeki krizin bizatihi kendisi
direnci kışkırtırken politik ekonomiye egemen olan kriz giderek daha da
görünür hale gelmektedir. 20 az gelişmiş ülkenin ulusun oluşturduğu örgüt
"WTO'nun kendi neoliberal amaçlarının yerine getirilmesini hızla ilerletmek
kudretinin sonunun geldiğini" Immanuel Wallerstein, 2003 başında
Cancun'da, bilhassa bunların telif hakları ve patentlere50 ait olduğunu
vurgulamaktadır. Farklı ülkelerdeki çiftçiler, tohumların ve fidanların yeniden
ekilmesi ve kullanılmasına getirilen sınırlamalara direnmeye başlamışlardır51;
aynı zamanda, yerli halkın yerel bitki örtüsünün tibbi özellikleri hakkındaki
enformasyonun şirketler tarafından çalınmasına karşı mücadeleler
46
Anne Broache, “Homeland Security Wraps Up First Mock Cyberattack,” C/net
News.com
27
Şubat
2006,
http://news.com.com/Homeland+Security+
wrps+up+first+mock+cyberattack/2100-73493-6028082.html
47
Philip E. Auerswald, Lewis M. Branscomb, Todd M. La Porte, and Erwann O.
Michel-Kerjan, (Eds.), Seeds of Disaster, Roots of Response: How Private
Action Can Reduce Public Vulnerability. New York: Cambridge University
Press, 2006: xv.
48
Golub, “The Will to Undemocratic Power.”
49
Robert A. Brady, The Spirit and Structure of German Fascism. New York: 1939.
50
Immanuel Wallerstein, “The Curve of American Power,” New Left Review 40,
Temmuz-Ağustos 2006: 7.
51
Siva Vaidhyanathan, Anarchist in the Library. New York: Perseus, 2004: 89.
40
Dan Schiller
verilmektedir. Bunlar karşıtlığın tek kanıtı değildir. Yasalarca kontrol
edilmeyen yüksek-teknolojik elektronik üretim, sosyal adalet için ısrarlı
talepleri ortaya çıkarmıştır. 52
Farklı bir cephede, "pek çok ulus ABD'nin bütün dünyada temel internet
politikalarını oluşturmasının derin bir adaletsizlik" olduğunu düşünmektedir.53
ABD yürütme organının internet üzerindeki kontrolünü değiştirmek için
internet yönetim mekanizmalarında daha fazla uluslararasılaşma talepleri
seslendirilmeye başlanmıştır. Protestolar, kamu hizmetleri ilkeleri üzerindeki
kazanç sağlayan şirket zorunluluklarına karşı devam etmektedir (mesela;
arama işlemlerinde eşit muamele etme ve mülkiyetin olmaması gibi). Google
gibi başlıca çevrimiçi arama motorlarının yapılanmasında – bunun gibi arama
motorlarında kimi zaman yeni ve iyileşitirilmiş teknik kurulum54 ile ABD
kültürel emperyalizminin sağlandığı görülmektedir. Demokratik kendi
kendine yönetimin etiği için, egemen kurumlar tarafından benimsenen küçük
görme tutumunu etkisizleştirmeye çalıştıkça ve farklı bir enformasyon
toplumu için mücadele ettikçe politik olarak farklı girişimlerin birleşmeye
başlayacağını umut ediyoruz.
52
Örneğin, bkz. Ted Smith, David A. Sonnenfeld ve David Naguib Pellow,
Challenging The Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global
Electronics Industry. Philadelphia: Temple University Press, 2006.
53
Goldsmith and Wu, Who Controls The Internet?: 171.
54
Jen-Noel Jeanneney, Google and the Myth of Universal Knowledge. Chicago:
University of Chicago Press, 2007.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 41-54
Presentation
Article
Communications and the crisis:
informationalized capitalism and
the control state
Dan Schiller
University of Illinois at Urbana-Champaign
Abstract: This article presents a discussion supporting the theoretical assumption that
the dominant practices of the U.S. system are contributing to an unacknowledged
crisis in democratic self-governance. For the ethical practices associated with
democratic self-governance, the results have been debilitating. Disabling pressures
and constraints have become routine for the caretakers and guardians of public
information. U.S. executive branch agencies harass and intimidate reporters who elect
not to “embed” with official policies. An ever-more concentrated corporate press
fixates on profit and engages in self-censorship while cutting back on news reporting,
reducing newspaper size and to giving still greater preferment to advertisement.
Profound mutations in the character of capitalist accumulation are exerting
complementary antidemocratic pressures. Control measures are being innovated not
only for purposes of crisis management, but also to protect corporate profit-taking
within a newly elevated area of the political economy. The crisis in information
provision itself is provoking resistance as its dominative political economy becomes
more explicit. We may hope that disparate initiatives will begin to be unified
politically, as we work to neutralize the contempt held by dominant institutions for
the ethics of democratic self-governance, and struggle to make a different
(information) society.
Keywords: Ethics, journalism ethics, capitalist ethics, political economy, media
ethics, communication control
42
Dan Schiller
For thirty years, mainstream discourse has trumpeted that an evolving
information society is about to humanize our institutions and inaugurate a
more democratic order.1 The reality is different: the U.S. system of
information provision itself is contributing to an unacknowledged crisis in
democratic self-governance, with profound implications for ethical practice.
What is the evidence for this unhappy assertion?
1. The collapse of existing socialism did not lead to global harmony. As
alternatives to capitalism narrowed and collapsed, rather, stresses and strains
reappeared within capitalism. Indeed, an old economic scourge has been reawakened. Resurgent inter-capitalist competition has induced a destabilizing
condition of overproduction.2 When existing markets are unable to absorb all
the automobiles that are being produced, and yet new automobile plants
continue to be built, and when this circumstance becomes increasingly
generalized and chronic, there develops a secular tendency to profit-squeezes,
even to full-fledged economic crisis. Who will absorb the resulting
punishment? Who can be made to? As trade and financial imbalances and a
spectacular surge in high-tech speculation further destabilize a rapidly
transnationalizing capitalism, these questions acquire sharpening urgency.3
Efforts by elites to offload onto others the hurtful effects of these deepseated dysfunctions are apparent both internationally and domestically.
Historians may dispute which of three U.S. policy concerns is primarily
responsible for the War on Iraq: an attempt to remake the regional balance of
power; a fixation on guaranteeing access to dwindling energy stocks; or an
endeavor to respond to mounting inter-capitalist rivalry and economic
instability. All three factors are vital, but the third should be singled out.
Increased U.S. vulnerability stemming from mounting trade imbalances and
budget deficits has escalated U.S. resolve to broker the terms of international
1
Daniel Bell, The Coming of the Postindustrial Society. New York: Basic Books,
1973. For incisive commentary see Vincent Mosco, The Digital Sublime.
Cambridge: MIT Press, 2004.
2
Robert Brenner, The Boom and the Bubble. New York: Verso, 2002.
3
Gabriel Kolko, “Weapons of Mass Financial Destruction,” Le Monde diplomatique
October 2006: 1-3; Claudio Borio, “Monetary and Prudential Policies at a
Crossroads? New Challenges in the New Century,” Bank for International
Settlements, BIS Working Papers 216, September 2006.
Communications and the Crisis
43
access to the region’s energy resources.4 The key aim has been to preempt
attempts by oil-rich nations (and, perhaps, any prospective rival sponsors) to
bolt from the dollar-denominated order that helps underpin the wider U.S.
hegemony. The debacle in Iraq is prompting growing doubt, even among top
policymakers - but the strategy of ringing the Middle East and Central Asia
with U.S. military bases remains firmly in place. 5
What of the domestic U.S. context? Each nation today is charged by elites
with the task of re-arranging its local social and political relations to
accommodate an emerging transnational structure of accumulation.6 In the
U.S., with socialist adversaries overcome, trade union power fractured, capital
mobility enhanced, complicit corporate media, and politically well-organized
right wing, elites are not disposed to grant concessions to the domestic
majority. As U.S. corporate profits hit 40-year highs,7 continual assaults are
waged against working people’s living standards, labor rights, pension
systems, schools, environmental conditions, medical care and public health.
Wars abroad and austerity at home also have taken a toll on the system of
information provision. Propaganda and ideological manipulation,
surveillance, and other top-down control measures have reached a historical
highpoint. A primary purpose of this information clampdown is to deflect,
contain, and manage the economic, political, environmental, and public health
crises that will predictably materialize – so that the market system’s
beneficiaries may remain free to pursue these regressive policies.
For the ethical practices associated with democratic self-governance, the
results have been debilitating.
2. Disabling pressures and constraints have become routine for the
caretakers and guardians of public information, those whose work is to supply
4
See for a concordant treatment Noam Chomsky, “Beyond the Ballot,”
CounterPunch 2005.
5
Chalmers Johnson, The Sorrows of Empire. New York: 2004.
6
Jerry Harris, “Globalization and Class Struggle in Germany,” Nature, Society, and
Thought, Vol. 18 No. 3 (2005): 394.
7
Francesco Guerrara and David Wighton, “US Set for Record Run of Profits,”
Financial Times 5 July 2006: 15.
44
Dan Schiller
“democracy’s oxygen.”8 U.S. executive branch agencies harass and intimidate
reporters who elect not to “embed” with official policies (journalists
employed by foreign news agencies, notably Al Jazeera, face harsher
retaliation).9 Government officials make covert payments to individual
reporters, and to PR companies, to pollute public discourse with systematic
misinformation.10 Librarians are covertly ordered to turn over patron records
to police agencies.11 Academic computer scientists and mathematicians are
threatened with legal action for presenting research on encryption algorithms
at scholarly conferences.12 As authority for various governmental functions is
outsourced to private contractors, federal and state disclosure laws are
bypassed, and public access to information again is reduced. (One especially
noteworthy instance pertains to the Internet Corporation for Assigned Names
and Numbers, a nonprofit California corporation that reports to the U.S.
Department of Commerce.13) An ever-more concentrated corporate press
fixates on profit and engages in self-censorship while cutting back on news
reporting: the number of people employed in the U.S. newspaper industry fell
by 18% between 1990 and 2004, while leading journals plan to reduce
8
Robert W. McChesney, Rich Media, Poor Democracy: Communication Politics in
Dubious Times. New York: New Press, 2000; John E. Buschman, Dismantling
the Public Sphere: Situating and Sustaining Librarianship in the Age of the New
Public Philosophy. Libraries Unlimited, 2003.
9
Attempting to suppress reporters’ access to confidential sources, the government is
apparently using a provision in the PATRIOT Act aimed against terrorists to
track phone numbers dialed from major news organizations such as the New
York Times, the Washington Post, and ABC News. Democracy Now, “Freedom
of the Press Under Attack,” 16 May 2006, retrieved 18 May 2006 from
http://www. democracynow.org/article.pl?sid=06/05/16/145201
10
James Bamford, “The Man Who Sold the War,” Rolling Stone 2005 at
http://www.rollingstone.com/politics/story/_/id/8798997 retrieved 20 November
2005; Abby Doodnough, “U.S. Paid 10 Journalists For Anti-Castro Reports,”
New York Times 9 September 2006: A9; “Another Contract for Company that
Planted News in Iraq,” NYT 28 September 2006: A14.
11
Leigh S. Estabrook, Public Libraries and Civil Liberties: A Profession Divided.
Urbana: Library Research Center, 2002.
12
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing,
2004: 145.
13
Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age.
Cambridge University Press, 2006: 159.
Communications and the Crisis
45
newspaper size and to give still greater preferment to advertisement.14
Reporters Without Borders, noting an “alarming” erosion, in 2006 ranked the
United States 53d among nations – down nine places since 2005 - in terms of
press freedom.15
Contempt for democratic procedures is being institutionalized. We have
seen summary bipartisan passage – and reauthorization - of the cynically
named USA Patriot Act, which goes far to actualize permanent police-state
powers.16 Warrant-less electronic monitoring of domestic telecommunications
by the U.S. National Security Agency has been (belatedly) reported17; less
well-known is that according to the U.S. Attorney General, President Bush
14
Mark Crispin Miller, “The Death of News,” The Nation 3 July 2006 at
http://www.thenation.com/doc/20060703/crispinmiller accessed 6 October 2006;
“Who Killed the Newspaper?” The Economist 26 August 2006: 9; Katharine Q.
Seelye, “Times to Reduce Page Size And Close a Plant in 2008,” NYT 18 July
2006: C5; Richard Waters, “Hold the Front Page – For Advertising Space,” FT 8
August 2006: 4; see also James R. Compton, The Integrated News Spectacle: A
Political Economy of Cultural Performance. New York: Peter Lang, 2004; Eric
Klinenberg, “U.S.: Here Isn’t The News,” Le Monde diplomatique October
2005; Adam Jones, “Costly Kiosk: How French Dailies Are Struggling to Retain
Their Savoir Faire,” FT 1 August 2006: 9.
15
Reporters Without Borders, Worldwide Press Freedom Index 2006, retrieved 24
October 2006 at http://www.rsf.org/article.php3?id_article=19388
16
Nancy Chang, Silencing Political Dissent. New York: Seven Stories, 2002; James
X. Dempsey and David Cole, Terrorism and the Constitution. Washington,
D.C.: First Amendment Foundation, January 2002: 151-71.
17
“U.S. Eavesdropping Is Allowed To Continue During Appeal,” NYT 5 October
2006: A23. During the mid-1970s the U.S. Senate found “that in the course of
NSA’s intelligence work between 1952 and 1974, NSA collected records on
75,000 Americans, including ‘…many prominent Americans in business, the
performing arts, and politics, including member of Congress.’” Greg Lipscomb,
“Private and Public Defenses Against Soviet Interception of U.S.
Telecommunications: Problems and Policy Points,” Harvard Program on
Information Resources Policy Working Paper W-78-6, April 1978: 15, quoting
U.S. Senate, Supplementary Detailed Staff Reports on Intelligence Activities and
the Rights of Americans. Final Report of the Selected Committee to Study
Governmental Operations with Respect to Intelligence Activities. Book III.
Washington, D.C., 1978: 778. For this tawdry history, Patrick Radden Keefe,
Chatter: Uncovering The Echelon Surveillance Network And the Secret World
of Global Eavesdropping. New York: Random House, 2006.
46
Dan Schiller
himself personally blocked the Justice Department’s ethics unit “from
examining the role played by government lawyers in approving” this domestic
spying program.18 A so-called “state secret privilege,” first upheld by the
judiciary in 1953, is being aggressively redeployed to withhold executive
branch information from public view.19 The Chairman of the Federal
Communications Commission is reported to have ordered the destruction of
all copies of a draft study by Commission staff – a study suggesting that
greater corporate concentration of media ownership would hurt local TV news
coverage.20 The production of fear permeates commercial media culture and
news, in particular - fear that is being used politically to enable easier
manipulation from above.21
Sometimes masked as “cooperation,” information-based controls are also
being projected internationally, as the “war on terror” respects neither spatial
nor temporal boundaries.22
As far back as 1980, President Carter is said to have threatened Iran with a
cut-off of international telecommunications via Intelsat.23 The US Executive
18
19
20
21
22
23
Neil A. Lewis, “Bush Blocked Ethics Inquiry, Official Says,” NYT 19 July 2006:
A14.
Louis Fisher, In The Name of National Security: Unchecked Presidential Power
and the Reynolds Case. Lawrence: University Press of Kansas, 2006.
John Dunbar, “Lawyer Says FCC Ordered Study Destroyed,” Associated Press 15
September 2006. As I write, it is reported that NBC Universal, a $16.5 billion
culture industry conglomerate formed in 2004, plans to slash its news budget as
it repositions itself to exploit new digital media. Brooks Barnes, “NBC
Universal to Slash Costs In News, Prime-Time Programs,” Wall Sreet Journal 19
October 2006: A1.
David L. Altheide, Terrorism and the Politics of Fear. Lanham: AltaMira Press,
2006; Cultural Studies Vol. 20, No. 4/5, July-September 2006.
Philip S. Golub, “The Will to Undemocratic Power,” Le Monde diplomatique,
September 2006, at http://mondediplo.com/2006/09/08democracy . According to
longtime conservative policy pundit James Q. Wilson, “The war on terror….will
last through my lifetime and that of my children.” Wilson, “Pre-Emptive
Surveillance,” WSJ 21 August 2006: A10. Newt Gingrich, former speaker of the
U.S. House of Representatives, editorializes that Congress “should pass an act
that recognizes that we are entering World War III…” Newt Gingrich, “Bush
and Lincoln,” WSJ 7 September 2006: A20.
Oswald H. Ganley and Gladys D. Ganley, To Inform or To Control? The New
Communications Networks. New York: McGraw-Hill, 1982: 46.
Communications and the Crisis
47
Branch’s takeover of the Internet domain name system in 1997-8 (under
President Clinton) renewed fears of unilateral U.S. action to deny access to
communications – fears that the recently renegotiated agreement between
ICANN and the U.S. Department of Commerce does not alleviate.24 Another
far-reaching initiative surfaced with the declassification of a heavily redacted
2003 Defense Department document - a so-called “Information Operations
Roadmap” – which, according to the BBC, “seems to see the Internet as being
equivalent to an enemy weapons system” and envisions cyber-attack and
electronic warfare measures with which to “fight the net.”25 Two features of
this document are noteworthy. First, targeting the entire range of spectrumdependent systems, “The US military seeks the capability to knock out every
telephone, every networked computer, every radar system on the planet.”
Second, because "Information intended for foreign audiences…is increasingly
consumed by our domestic audience," the propaganda effort deliberately
encompasses the U.S. public – in keeping with policies which, for the first
time since the U.S. Civil War, treat the continental U.S. as a theater of
military operations.26 Not coincidentally, the U.S. annually sponsors 50,000
hours of television and radio broadcasts to the broader Middle East, up
fourfold since 2001.27 All this is loosely consonant with the ongoing
transformation of U.S. military strategy to make its new pivot “network-
24
National Research Council, Committee on Internet Navigation and the Domain
Name System, Signposts in Cyberspace: The Domain Name System and Internet
Navigation. Prepublication Copy. Washington, D.C.: National Academies
Press, 2005, 5-46; ICANN, “New Agreement Means Greater Independence in
Managing the Internet’s System of Unique Identifiers,” released 29 September
2006,
accessed
9
October
2006
at
http://www.icann.org/
announcements/announcement-29sep06.htm Milton Mueller, “ICANN’s New
MoU:
Old Wine in a New Bottle,” 30 September 2006 at
www.internetgovernance.org/news.html#ICANNoldwine_093006
“Icann Wins Renewal of U.S. Contract To Help Manage Net,” WSJ 17 August
2006: B4.
25
Adam Brookes, “US Plans to ‘fight the net’ revealed,” BBC News 27 January 2006,
retrieved 1 February 2006 at http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/4655196.stm
26
Robert Block and Jay Solomon, “Pentagon Steps Up Intelligence Efforts Inside
U.S. Borders,” WSJ 27 April 2006: A1.
27
Lauren Etter, “Five Years After 9/11: How Have Things Changed?” WSJ 9-10
September 2006: A6.
48
Dan Schiller
centric warfare”: the systematic cultivation and exploitation of information
superiority.28
3. Moves to institute a more comprehensive control state may be sufficient
to account for today’s information clampdown. But the story doesn’t end here,
because profound mutations in the character of capitalist accumulation are
exerting complementary antidemocratic pressures. To clarify this we must
briefly turn to the complex process of information commodification.
For a long time, communications and information existed as necessary
adjuncts to a political economy whose generative sources of wealth-creation
lay mainly elsewhere, in agriculture, mining, and manufacturing.
Commodification, whereby waged labor and profit-seeking transactions
supplant other historical forms of production and exchange, swept through
these other realms first. Communications and information did become sites of
sporadic profit-based accumulation centuries ago - but on an economically
marginal and territorially limited basis. During the 19th century, however,
commodification began to expand. Behind this change lay the growth of the
international market, and successive technological innovations for producing,
processing, storing, and distributing communications and information
commodities. Only during the post-World War Two decades, however, did
decisive alterations commence. Via a pyramiding process that I call
accelerated commodification, capitalism’s heartland was enlarged to
encompass great swaths of informational and cultural production.29
Three attributes of this historical transformation merit emphasis. First,
transcending previous technological limits, commodification both engendered
and built upon an increasingly comprehensive common foundation in digital
microelectronics. On this basis, capital could initiate struggles to transform
the production and circulation of cultural and informational resources into
new zones of profit-making accumulation. One key set of battles stemmed
from capital’s efforts to take over for profit-making purposes enormous stocks
28
29
Peter Dombrowski and Eugene Gholz, Buying Military Transformation:
Technological Innovation and the Defense Industry. New York: Columbia
University Press, 2006: 8-12 and 84-110.
Elsewhere, I have begun to explicate this enveloping commodification trend. See
Dan Schiller, How To Think About Information. Urbana: University of Illinois
Press, 2007 in press.
Communications and the Crisis
49
of public information, which previously were produced by government,
schools and universities, museums, and libraries. Second, information
commodification likewise burst through prior spatial limits imposed by
nation-states and colonial empires. With the rise of neoliberal policies, the
territory of commodification was rapidly extended by and around
transnational corporations and, with the fall of Soviet socialism and the
embrace of the market by China, it became at last truly global. Third, the scale
of the trend to make a business of communications and information is also
pan-industrial: it stretches across every economic sector, and not only on the
supply side, but also among corporate users on the demand side. Wal-Mart as
well as Microsoft has played a potent role.
As they cumulated, these changes propelled the capitalist political
economy into a new developmental cycle. Communications and information
thus no longer “merely” operate in the ideological sphere but, as well,
function directly as economic inputs to reproduce capitalism on an expanded
scale. In their own right, they have become a principal site of profitmaking.
Herein lies the hidden import of the heralded “information economy.”
Encompassed is anything that can be transformed or abstracted into digital
form - and much else besides: films and computer games and TV programs,
musical recordings, photographs, and news stories, but also telephone calls,
accounting and word-processing programs, and biomedical and genetic
materials. Included, too, are both the hardware and software used to produce,
process, and exchange these once-disparate information streams.
U.S.-based corporations have spearheaded this process of accelerated
commodification. Some have been sacrificed along the way, but others – think
of Microsoft, Cisco, Intel, Google, Yahoo!, eBay, Pfizer, Monsanto and other
high-tech powers – enjoy global market leadership. Although U.S. companies
have long since ceased to circumscribe the commodification process, the U.S.
Government continues to spearhead capital’s dominance over this stillexpanding transnational site of accumulation.
Notably, state agencies are championing capital’s need to institute more
encompassing surveillance and policing practices as means of guarding
information as private property.
50
Dan Schiller
4. Today’s antidemocratic tendency therefore divulges a defining
historical specificity: Control measures are being innovated not only for
purposes of crisis management, but also to protect corporate profit-taking
within a newly elevated area of the political economy. For this reason, as
Michael Perelman anticipated in 1998, “the police powers of the information
economy will be stronger than anything we have yet experienced.”30
On one hand, after decades of systematic and broadly successful U.S.
effort to broaden and extend international laws governing copyrights, patents
and trademarks, within the U.S. itself the Digital Millennium Copyright Act
has criminalized the use or circulation of technology that can circumvent
systems used to “protect” this now greatly enlarged realm of “intellectual
property.” Under the state’s sheltering umbrella, companies are deploying
digital rights management technology to establish a wholly new level of
control over the circulation of information.31 The goal is to preempt Internet
distribution channels for proprietary, profit-based forms of information
sharing. The so-called content industries are intent on creating what one
analyst calls “a ‘leak-proof’ sales and delivery system, so that they can offer
all their products as streams of data triple-sealed by copyright, contract, and
digital locks. Then they can control access, use, and ultimately the flow of
ideas and expression.”32
Companies also are directing new forms of information monitoring and
management against both consumers and employees. A survey of corporate
practices by the American Management Association revealed that threequarters of sampled companies monitored Internet usage; 55% stored and
reviewed email; 51% used video surveillance; and 22% recorded telephone
calls.33 Supplying the requisite hardware and software is a new “security
industry” which has become a “hot market” comprised of some of the largest
30
Michael Perelman, Class Warfare in the Information Age.
New York: St.
Martin’s Press, 1998: 80-82.
31
Michael Godwin, “Digital Rights Management: A Guide for Librarians,” OITP
Technology Policy Brief. American Library Association Office for Information
Technology Policy, January 2006, retrieved 15 May 2006 at www.ala.org
32
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing
2004: 52-3.
33
Phred Dvorak and Vauhini Vara, “At Many Companies, Hunt for Leakers Expands
Arsenal of Monitoring Tactics,” WSJ 11 September 2006: B1, B3.
Communications and the Crisis
51
high-tech corporations: EMC, Cisco, Microsoft, IBM.34 In consequence,
“corporations are increasingly becoming policing forces through the use of
new technologies,” as they introduce biometrics, radio frequency
identification tags, and other forms of automatic identification and data
capture.35 Symptomatically, leaks of sensitive corporate information now
prompt what the Financial Times calls “ethically questionable investigative
tactics” not only by executive branch agencies, but also by large companies
such as Hewlett-Packard – which hired private investigators to obtain
reporters’ phone records and monitored at least one journalist for an entire
year.36
Arcane technologies for data-mining, 37 access control, system integrity,
cryptography, audit and monitoring, configuration management and assurance
are presented by corporate users as innocuous, even benign.38 But these
technologies actually extend the sweep of centralized proprietary control.39
The elevation of information as private property is also opening venues
for tighter collaboration between state agencies and corporate businesses – in
34
Charles Forelle and Vauhini Vara, “IBM to Bulk Up in Internet Security,” WSJ 24
Augujst 2006: B3.
35
Preemptive Media, “Surveillance Creep! New Manifestations of Data Surveillance
at the Beginning of the Twenty-First Century,” Radical History Review Spring
2006 (95): 80; Kelly Gates, “Biometrics and Access Control in the Digital Age,”
NACLA Report on the Americas, March/April 2006: 35-40.
36
Kevin Allison, “HP Inquiry Finds Evidence Other Companies Used ‘Spy’
Methods,” FT 30 September-1 October 2006: 1; “Nine Journalists’ Phone
Records Targeted in H-P Probe of Leaks,” WSJ 8 September 2006: A13; PuiWing Tam, “A Reporter’s Story: How H-P Kept Tabs On Me for a Year,” WSJ
19 October 2006: A1, A17.
37
Robert O’Harrow, No Place to Hide. New York: Free Press, 2005; Walter M.
Brasch, “Fool’s Gold in the Nation’s Data-Mining Programs,” Social Science
Computer Review 23 (4) Winter 2005: 401-28.
38
U.S. Government Accountability Office, “Technology Assessment: Cybersecurity
for Critical Infrastructure Protection,” GAO-04-321, 28 May 2004, Abstract;
quote from U.S. Government Accountability Office, “Critical Infrastructure
Protection: Department of Homeland Security Faces Challenges in Fulfilling
Cybersecurity Responsibilities,” GAO-05-434, 26 May 2005, Abstract. Both
retrieved 3 June 2005 from www.gao.gov
39
Siva Vaidhyanathan, The Anarchist in the Library. New York: Perseus Publishing,
2004: 89.
52
Dan Schiller
a trend for which the “war on terror” provides rhetorical cover by allowing
any incursion on proprietary data to be relabeled. “[T]he war on terrorism is,
in large part, a war of information,”40 asserted Republican Senator Sam
Brownback (Kansas) soon after the September 11 attacks. Overstepping prior
restraints, state agencies and corporations routinely access and selectively
share rapidly growing pools of electronic data to track individuals through
their daily rounds.41 Time Warner’s AOL unit fields nearly 12,000 requests a
year by federal, state, and local police agencies for customer data; AOL
employees work 24 hours a day handling such queries and maintain a
dedicated hotline for this purpose.42 Google’s cooperation with Chinese state
censors has been widely reported, but in the United States as well Google
reputedly “works in an informal fashion with law enforcement agencies,
tracking down personally identifiable information for authorities without
notification to the person involved.”43
In 2005, the Business Roundtable – a group of 160 CEOs representing the
top echelons of corporate America – called on government to “fortify the
Internet and the infrastructure that supports Internet health.”44 In February
2006, the Department of Homeland Security, joined by seven other cabinet
40
Marjorie Valbrun, “Senate Votes Overwhelmingly To Pass Border-Security Bill,”
WSJ 19 April 2002: A5.
41
Robert O’Harrow, Jr., No Place To Hide. New York: Free Press, 2005; and
Alasdair Roberts, Blacked Out: Government Secrecy in the Information Age.
Cambridge University Press, 2006. These initiatives have been accorded
significant publicity; for a few recent instances, see Riva Richmond, “Network
Giants Join Campaign To Beef Up Security of Systems,” WSJ 27 October 2004:
B2B; Riva Richmond, “Job of Guarding Web Is Shifting To the Network’s
Infrastructure,” WSJ 19 May 2005: B4; Li Yuan, “Companies Face System
Attacks From Inside, Too,” WSJ 1 June 2005: B1, B4; Robert Block, “In
Terrorism Fight, Government Finds a Surprising Ally: FedEx,” WSJ 26 May
2005: A1, A5; Gary Fields, “Ten-Digit Truth Check,” WSJ 7 June 2005: B1, B6;
David Pringle, “Security Woes Don’t Slow Reed’s Push Into Data Collection,”
WSJ 3 June 2005: C1, C4;
42
Robert Block, “Requests for Corporate Data Multiply,” WSJ 20 May 2006: A4.
43
Quote from John Battelle, The Search: How Google and Its Rivals Rewrote the
Rules of Business and Transformed our Culture. New York: Portfolio, 2005:
203.
44
Business Roundtable, “Essential Steps to Strengthen America’s Cyber Terrorism
Preparedness,” June 2006, at www.businessroundtable.org/publications
Communications and the Crisis
53
level departments alongside Intel, Microsoft, Symantec, Verisign and other
companies, as well as representatives of the governments of the UK,
Australia, New Zealand and Canada, staged the first “full-scale cyber security
exercise” – “Cyber Storm” – to test response and coordination mechanisms to
a simulated cyber attack.45 Defining and instituting what is blandly termed “an
effective relationship between the public and private sectors” to guard the
cyber-infrastructure has become an explicit priority.46
5. A final point is, however, crucial: there is no certainty that the corporate
state will succeed either in managing emergencies or in securing information
as private property. Neither trend is monolithic; each shows considerable
institutional complexity while, far from assured, their coalescence is likewise
both uneven and problematic. Although the gap between real and formal
democracy in the U.S. is rapidly widening,47 furthermore, it would be
incorrect to claim that we are witnessing a wholesale fusion of public and
private power, such as that which typifies overtly authoritarian societies.48
Most important, finally, the crisis in information provision itself is
provoking resistance as its dominative political economy becomes more
explicit. Immanuel Wallerstein underlines that, beginning in 2003 at Cancun,
the organization of a group of 20 less-developed nations “effectively end[ed]
the ability of the WTO to press forward in implementing its neoliberal
objectives,” notably, those pertaining to copyrights and patents.49 Farmers
located in different countries have begun to “resist limits on the use and
replantation of seeds and plants”50; battles are also brewing over corporate
ripoffs of indigenous peoples’ knowledge of the medicinal properties of local
45
Anne Broache, “Homeland Security Wraps Up First Mock Cyberattack,” C/net
News.com 27 February 2006, at http://news.com.com/Homeland+Security+
wrps+up+first+mock+cyberattack/2100-73493-6028082.html
46
Philip E. Auerswald, Lewis M. Branscomb, Todd M. La Porte, and Erwann O.
Michel-Kerjan, (Eds.), Seeds of Disaster, Roots of Response: How Private
Action Can Reduce Public Vulnerability. New York: Cambridge University
Press, 2006: xv.
47
Golub, “The Will to Undemocratic Power.”
48
Robert A. Brady, The Spirit and Structure of German Fascism. New York: 1939.
49
Immanuel Wallerstein, “The Curve of American Power,” New Left Review 40, JulyAugust 2006: 7.
50
Siva Vaidhyanathan, Anarchist in the Library. New York: Perseus, 2004: 89.
54
Dan Schiller
flora. By no means are these the only evidences of opposition. Environmental
and occupational hazards created by unregulated high-tech electronics
manufacturing have sparked insistent demands for social justice. 51 On still a
different front “many nations view it as deeply unfair for the United States to
set basic Internet policy for the whole world”52; demands are being voiced to
replace control over the Internet by the U.S. Executive Branch with a more
internationalized mechanism of Internet governance. Protests are also being
waged against the primacy of corporate-commercial imperatives over public
service principles (e.g., nondiscrimination and nonproprietary search
procedures) in structuring major online search services like Google – search
services which are, to boot, sometimes seen as supplying U.S. cultural
imperialism with a new and improved technical foundation.53 We may hope
that these disparate initiatives will begin to be unified politically, as we work
to neutralize the contempt held by dominant institutions for the ethics of
democratic self-governance, and struggle to make a different (information)
society.
51
For example, see Ted Smith, David A. Sonnenfeld and David Naguib Pellow,
Challenging The Chip: Labor Rights and Environmental Justice in the Global
Electronics Industry. Philadelphia: Temple University Press, 2006.
52
Goldsmith and Wu, Who Controls The Internet?: 171.
53
Jen-Noel Jeanneney, Google and the Myth of Universal Knowledge. Chicago:
University of Chicago Press, 2007.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 55-62
Sunum - Makale
Türkiye’de bilgi iletişim
teknolojileri: bir etik tartışma
alanı olarak yazılım korsanlığı
Ümit Atabek
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi
Özet: Bu çalışmada, Türkiye’nin Bilgi İletişim Teknolojileri parametreleri (BİT) ele
alınarak mevcut durum değerlendirildi ve bu bağlamda ihmal edilen sosyal maliyetler
konusu üzerinde duruldu. Bunu takiben, Türkiye’nin BİT parametrelerinden biri
olarak yazılım alanında, bazı kesimlerce etik açıdan tartışılan ve korsanlık diye
etiketlenen pratik, siyasal-ekonomi bağlamıyla ele alındı ve bu örnek çerçevesinde
etik konularının aslında bir siyasal ekonomi bağlamının olduğu açıklandı.
Anahtar kelimeler: Bilgi İletişim Teknolojileri, etik, korsanlık, siyasal ekonomi
ICTs in Turkey: Software piracy as an ethical discussion field
Abstract: This study evaluated the existing situation on the parameters of Information
and Communication Technologies in Turkey and explored the neglected issue of
social costs. Then, the practice, which is labeled as piracy and discussed by some
circles in terms of ethics, was studied from the political-economy perspective and
explained that ethics has a political economy context.
Keywords: ICT, ethics, piracy, political economy
Bilgi İletişim Teknolojileri (BİT) üzerine yapılacak niceliksel bir
değerlendirme, Türkiye’nin bu alanda önemli başarılar elde etmiş ve
bölgesindeki ülkelere kıyasal oldukça iyi durumda olduğunu ortaya
çıkaracaktır.1 Bu tür değerlendirmelerin yalnızca niceliksel bir açıdan
1
Burada bilgi sözcüğünü İngilizce information karşılığında kullanıyoruz. Dolayısıyla
BİT kısaltması global/egemen söylemin yaygınca kullandığı ve literatürde de
benimsenen ICT (Information and Communication Technologies) kısaltması
karşılığındadır. Ancak bu kavramasallaştırma “veri” – “enformasyon” – “bilgi”
kavramları arasındaki kapsam, içerik ve karmaşıklık boyutlarını içeren hiyerarşiyi
göz ardı etmektedir.
56
Ümit Atabek
yapılmasının eleştirilecek bir çok yönü olsa da, global/hakim BİT söyleminin
politika yapıcılarını ve akademik literatürü niceliksel bir yaklaşıma teşvik
ediyor olmasını göz ardı etmemeliyiz. Bu nedenle, Türkiye’nin BİT açısından
niceliksel konumunun global/hakim söylem tarafından alkışlanması ve
başarılı bir örnek olarak gösterilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Bu çalışmada
önce, Türkiye’nin BİT parametrelerini ele alarak mevcut durumu
değerlendireceğim ve bu başarının bazı dile getirilmeyen sosyal maliyetlerini
ortaya koymaya çalışacağım. İkinci olarak ise, Türkiye’nin BİT
parametrelerinden biri olarak yazılım alanında, bazı kesimlerce etik açıdan
tartışılan ve korsanlık diye etiketlenen olguyu ekonomi politik bağlamıyla ele
alacağım ve bu örnek çerçevesinde etik konuların bir ekonomi politik
bağlamının olduğunu savunacağım.
Türkiye’nin BİT ile ilgili niceliksel değerleri genellikle dünya
ortalamasının üzerindedir. Bu durum bir gelişmişlik göstergesi olarak
değerlendirilebileceği gibi, global/hakim söylemin ne kadar BİT harcaması
yaparsa o kadar gelişeceği söylemini sıkı bir şekilde takip ettiği olarak da
yorumlanabilir. 1960’ların iletişim ile kalkınma arasındaki ilişkiyi dile getiren
yaklaşım yerini bugün, BİT harcamaları arttıkça gelişmişlik düzeyinin
yükseleceği söylemine bırakmış görünüyor. Bu iki görüş arasındaki temel
fark, ikincisinin niceliksel değerlere vurgu yapmasıdır. Bu nedenle
global/hakim söylemin temel parametresi harcamalardır. Yine bu nedenle
global/hakim söylem, piyasa odaklı bir BİT paradigmadır. Bu değişimin bir
diğer görünümü de iletişim ve gelişme konusunda gündemin UNESCO’dan,
giderek Uluslararası Telekomünikasyon Birliği’ne (ITU) kaymasıdır. Ancak
2000’lerden itibaren UNESCO’nun “Herkes İçin İletişim” programı gibi
girişimlerle yeniden gündemi belirleme çabası içine girdiği gözlenmektedir.
Türkiye’nin temel BİT parametrelerini şu şekilde özetleyebiliriz:
1. GSMH içinde BİT harcamalarının payı açısından Türkiye Avrupa
ortalamasının önündedir. Türkiye’nin GSMH içinde BİT harcamalarının payı
1992’de % 2.6 iken 2000 yılında bu pay % 8.6’ya çıkmıştır.2 Bu oran Avrupa
için % 5.5’tir. Hanelerin toplam tüketim harcamaları içinde haberleşme
harcamalarının oranı 1994’de % 1.8’den 2002’de % 4.5 düzeyine çıkmıştır
(Yükseler: 2003, s. 11). Türkiye’deki BİT pazarı değerinin yıllık artış hızı %
15 civarındadır. Bu oran 2005 yılında Avrupa Birliği için % 3.6, tüm Avrupa
2
Bu oran Dünya Bankası’na göre 2000 yılında % 7.9, 2004 yılında % 7.3’tür .(World
Bank: 2006a).
Yazılım korsanlığı
57
için % 3.7, dünya ortalaması ise % 4.6’dır (EITO, 2006). 2005 yılında 18.7
milyar dolar olan Türkiye’deki BİT pazarının değerinin % 21’lik bir artışla
2006 itibarıyla 22 milyar ABD doları bulması beklenmektedir.
2. Türkiye, bölgesinde en çok doğrudan yayın uyduculuğu (DBS)
alanında en yüksek kapasiteye sahiptir. Yakın zamana kadar iki değişik geostationary konumda (42 derece Doğu ve 31.3 derece doğu) üç Türksat
uydusunu işleten Türkiye, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya, Balkanlara, Orta
Doğu’ya ve Kafkaslara uzanan çok geniş ve stratejik önemi yüksek bir
kapsama alanına sahiptir. Türksat uyduları ile bugün, Orta Asya’dan Orta
Avrupa’ya iki yönlü sayısal iletim hem olanaklı hem de ekonomiktir. Uzunca
bir süre kapasitelerinin altında kullanılan bu uydular, Türksat 1B’nin erken
dolan ömrü nedeniyle devre dışı kalması ve yeni fiyat politikası çerçevesinde
yerel kanallardan gelen talep artışı nedeniyle artık normal kapasitelerde
kullanılmaktadır (Atabek, 2006). 2007 içinde yeni bir uydunun yörüngeye
yerleştirilmesi için adımlar atılmıştır.
3. Türkiye’nin internetle tanışması Nisan 1993’te 64 Kbs’lık bir ODTÜNSF hattının TÜBİTAK desteğiyle kamusal kullanıma açılmasıyla başlamıştır
(Özgit ve Çağıltay: 1996). Daha önceki Earn, Bitnet ve TÜVAKA
deneyimleri de düşünüldüğünde Türkiye bu alanda da bölgesinde öncü
ülkelerdendir. Türkiye’nin bugünkü toplam yurt dışı kapasitesi Ekim 2006
itibarıyla 34 + 34 Gbsdir; bu değer birçok balkan ülkesinin toplam
kapasitesinden daha yüksektir. Ancak nüfusun yüksekliği nedeniyle internet
kullanıcıları oranı % 27 ile Avrupa ortalamasının (% 38.2) altında dünya
ortalamasının (% 16.7) üstündedir. İnternetle ilgili çarpıcı bir başka veri ise
Türkiye’de internetin yaygınlaşma hızıdır. İnternet Türkiye’de 2000/2006
arasında % 700 büyümüştür, bu dönem için dünya ortalaması ise % 200’dür.
Kişisel bilgisayar (PC) kullanım oranı bakımından ise Türkiye % 25’lik bir
yaygınlık oranına sahiptir. Bu oran 18.5 milyon kişisel bilgisayar kullanıcısı
demektir. Kişisel bilgisayar pazarı ortalama 900 bin PC’dir ve yaklaşık 4
milyon dolarlık bir büyüklüğe sahiptir.
4. Türkiye 1980’lerdeki politikalarının bir sonucu olarak bugün % 27’lik
sabit telefon yaygınlık kapasitesiyle (Telekomünikasyon Kurumu: 2005, s. 16)
dünya ortalamasının (% 19) üzerindedir. Mobil teknolojilere 1986’daki araç
telefonu (NMT) deneyimi ile adım atan Türkiye (Atabek: 2001, s. 66),
1994’de başladığı GSM deneyiminde bugün üç operatörle % 67’lik bir
58
Ümit Atabek
yaygınlaşma oranına sahiptir. Bu oranın da 2006’da % 35 civarında olan
dünya ortalamasının üzerinde olduğunu tahmin ediyoruz.
.Bu BİT parametreleri, bölgesindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında
Türkiye’nin oldukça gelişmiş olduğu görülmektedir. Ancak bu gelişmenin
bazı maliyetlerini tartışmak zorunluluğu bulunmaktadır. BİT altyapısıyla
taşınan, iletilen ve toplumsallaşma süreçlerine katkıda bulunulan içeriğin
niteliksel yönü ayrıca bir araştırma konusudur. Türkiye’nin bu bakımdan çok
da iyi bir görünümle karşı karşıya olmadığı ortadadır. Sadece yüzeysel bir
değerlendirmeyle bile örneğin, Eylül 2006 başında Türksat uyduları üzerinde
yayın yapan 134 televizyon kanalının günde ürettiği toplam 3216 saatlik
içeriğin yaklaşık yalnızca % 9’unun (290 saat) haber, kültür-sanat ve diğer
bilgisel içerik olduğunu saptayarak, yüksek teknolojinin her zaman yüksek
seviyeli bir içeriği garantilemediğini söyleyebiliriz. Ancak biz burada söz
konusu teknolojik gelişmişliğin ekonomi politik maliyeti üzerinde duracağız.
Bu maliyet elektronik sanayinde giderek düşen ücretler, artan kayıt dışı emek
ve büyüyen dış ticaret açığıdır. Bu durumu analiz edebilmek için Türkiye’nin
BİT alanındaki dış ticaretine ayrıntılarıyla bakmalıyız. Tablo 1. 2000-2005
yılları arasında Türkiye’nin BİT dış ticaret durumunu göstermektedir.
Tablo 1 Türkiye’nin BİT dış ticareti
Toplam BİT
İhracat
İthalat
2000
1,391
6,577
2005
4,445
10,835
Elektronik
Komponentler
2000
2005
63
131
1,146
2,3093
Tüketici
Elektroniği
2000
2005
873
3,083
523
1,056
Kaynak: TUİK ve TESİD
Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere Türkiye toplam BİT dış
ticaretinde önemli ölçüde açık vermektedir. 2005 yılında dış ticaret açığı 42
milyar dolar olmuştur. 2006 yılında bu rakamın 60 milyarı aşması
beklenmektedir. Giderek ithalata bağımlı hale gelen bir ihracat stratejisi
Türkiye’nin ulusal ekonomisine değil, kendisine girdi satan dış dünyaya
büyüme ivmesi vermektedir (BSB, 2006: 33-34). 100 birimlik mal ihracatı
için ortalama yüzde 66 dolayındaki ithal girdi gerekmektedir. Türkiye’nin dış
ticaret açığının en önemli kaleminin petrol ve diğer enerji kaynaklarına ilişkin
3
Bu değer 2004 yılı ithalatıdır.
Yazılım korsanlığı
59
dış ticareti olduğu bilinmektedir. Ancak imalat sanayinde de önemli ölçüde
dış ticaret açığı bulunmaktadır. BİT dış ticareti de Türkiye’nin toplam dış
ticaretine önemli ölçüde etki yapmaktadır. Örneğin, 2001 yılında radyotelevizyon cihazları imalatında dış ticaret açığı toplam dış ticaretin % 10.26’sı
idi (Yükseler ve Türkan: 2006: 28). 2004 dış ticaret verilerine göre, 100
birimlik ihracat için elektronik sanayinde 77 birimlik ithalat gerekmektedir
(BSB, 2006: 35). Bu açığın nereden geldiği ve nasıl işlediği yine Tablo 1’de
görülmektedir. Türkiye önemli ölçüde tüketici elektroniği ürünü ihraç
etmektedir.4 Tüketici elektroniği kalemi televizyon, radyo alıcı cihazları ile
dvd-vcd-kaset gibi ses-görüntü elektroniği cihazlarını kapsar. 2005 yılı
itibariyle Avrupa Birliği içinde Türkiye menşeli renkli televizyonlarının pazar
payı % 55’e ulaşmıştır (DEİK, 2006: 7). Bu alanda “dünya markası” olarak
tanınan belirli sayıdaki Türk firmasının bu ihracatı önemli ölçüde
gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ancak bu başarının arkasındaki diğer verileri
göz önüne aldığımızda bazı sorunların olduğu görülecektir.
Tabloda da görüldüğü gibi, tüketici elektroniğinde elde edilen ihracat
gelirinin büyük kısmı elektronik komponentleri ithalatı ile kaybedilmektedir.
Transistor, entegre devre, diyot, kapasitör vb. aktif ve pasif komponentler
tüketici elektroniği imalatında çok önemlidir. Bunlar olmadan örneğin
televizyon alıcısı imal edilemez. Türkiye çoğunlukla Avrupa’ya ve Orta
Asya’ya yönelik tüketici elektroniği ihracatını Uzakdoğu menşeli
komponentleri ithal ederek sürdürebilmektedir. Bu durumda Türkiye elde
ettiği gelirin önemli bir bölümünü dış dünyaya vermektedir. Hatta tüketim
elektroniği ithalatını da dahil edersek, bu süreçten hiçbir kazanç
sağlamamaktadır. Bu durum iki şekilde finanse edilebilir:
1. Bu sektörde tekelleşme eğilimi çok yüksektir ve az ayıda firma pazarı
kontrol etmektedir. 2001 yılında, televizyon ve radyo alıcıları, ses ve görüntü
kaydeden veya üreten teçhizat ve bunlarla ilgili araçların imalatı sektöründe
CR4=98.64 ile yüksek bir yoğunlaşma oranı vardı (DİE, 2006). Bu oran,
imalat sanayindeki en yüksek yoğunlaşma oranlarındandır. “Dünya markası”
olarak bilinen belirli sayıdaki firma üretimin büyük çoğunluğunu kontrol
etmektedir. Sayıları otuza yaklaşan küçük firmalar ise bir çeşit taşeronluk
işlevi görmektedirler. Bunun dolaylı bir sonucu ise kayıt dışı istihdamdır.
4
Tüketici elektroniği dışında da önemli bir dış ticaret açığı öz konusudur. Özellikle
cep telefonu yaygınlığının [çılgınlığının] yol açtığı ve telekomünikasyon cihazları
sektöründe gözlenen açığın toplumsal faydası/maliyeti ayrıca tartışılmalıdır.
60
Ümit Atabek
Kayıt dışı istihdam genel olarak imalat sanayinde % 21 dolaylarındadır
(Güloğlu, 2006: 29).
2. Bu sektörde işçi ücretleri çok düşüktür ve giderek de düşmektedir.
Emek maliyeti Türkiye’de genel olarak çok düşüktür. İmalat sanayi için
maliyet 2004 yılında % 27’dir. İspanya için bu maliyet 2004 yılında % 68’dir
(World Bank, 2006: 22). 1997-2005 döneminde radyo-tv cihazları imalatında
çalışanların reel ücreti % 6.6 düşmüştür ki bu düşüş tüm imalat sanayi
içindeki en büyük düşüştür (Yükseler ve Türkan, 2006: 45). Radyo-televizyon
ve haberleşme cihazları özel sektör imalatında işçi ücretleri reel endeksi
1997=100 iken 2005 için endeks 56.6 olmuştur ve bu tüm imalat sanayindeki
en kötü gerilemeye işaret eder (TÜİK, 2006).
Görüldüğü gibi, Türkiye’nin BİT başarısının ihracatla ilgili bölümü
tekelleşme, kayıt dışı istihdam ve düşük ücret sorunlarını doğuruyor. Bu
sorunlar Türkiye için önemli sosyal sorunlardır ve iletişim etiği tartışılırken
göz ardı edilmemelidir. Her etik konunun bir ekonomi politik bağlamı vardır.
Bu yaklaşımın, göreli bir etik konumu olduğunu kabul ediyoruz; bu konum
teknolojinin toplumsal [ekonomik ve politik] ilişkilerden bağımsız bir
değişken olmadığı konumuyla da uyumludur. Dolayısıyla burada, etik
konuların, ekonomi politik bir perspektiften değerlendirildiğinde farklı
ekonomik ve politik konumlara göre farklı yönleriyle görülebileceğini
savunuyoruz. Buna bir örnek olarak da, iletişim etiği konusunda sıkça
tartışılan korsanlık konusunu ele alacağız.
“Korsan” yakıştırması fikri mülkiyet tartışmalarının bir sonucudur. Tıpkı
mal ticaretindeki korsanlığa benzer şekilde fikir ticaretinde de bir korsanlıktan
söz edilir hale gelmiştir. Fikri mülkiyet konusu başlangıçta bir Birleşmiş
Milletler uzman kuruluşu olarak görev yapan Dünya Fikri Mülkiyet
Örgütü’nün (WIPO) kontrolünde gelişmiş ancak, sonraları global dünya
düzeninin idamesini sağlayan Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü
gibi ABD güdümündeki örgütlerce ısrarla önerilen Ticaretle Bağlantılı Fikri
Mülkiyet Hakları Sözleşmesi (TRIPS) ile uluslar-üstü takibin olağan olduğu
bir hale gelmiştir. 1994’den itibaren TRIPS kurallarını iç hukuk kuralı haline
getirmeye zorlanan ülkelerde, fikri haklar düzenlemeleri artık, fikirlerin ya da
eserlerin gerçek sahiplerinin haklarının değil, daha çok bu fikirleri ya da
eserleri satan, onlara sözleşmelerle ve patentlerle sahip olan global şirketlerin
haklarının korunması anlamına geliyordu.
Yazılım korsanlığı
61
Fikrin mülkiyeti olabilir mi sorusunu cesaretle sormalıyız. Bugün
global/hakim söylemin etkisindeki toplumsal yapılarda bu soru şüphesiz ki
tedirginlik yaratacaktır, mülkiyetin doğal bir sonuç olduğuna yönelik inanış,
fikri mülkiyete de taşınacaktır. Ancak kabul emeliyiz ki her fikir, kendisinden
önceki fikirlerden beslenir ve bu görüşün “fikir üretenlerce” yadsıması
olanaksızdır. Smiers’in (2004: 57) “… önceki şiirler olmaksızın yaratılmış bir
şiir düşünülebilir mi?” sorusu bu bağlamda anlam kazanır. Himanen’in (2005)
“… Kendi ürettiği bütün bilgiyi gizleyip, başka herkesin ürettiği bilgiyi
almak, etik bir açmaz getirir. Bu açmaz, ürünlerin büyük kısmı değerini
öncesindeki araştırmadan aldığı için, bilgi çağının ilerlemesiyle daha da beter
bir hal alır.” (s. 70-71) değerlendirmesi, niçin fikri mülkiyet uygulamalarının
özellikle günümüzdeki halinin etik olmayan sonuçlar doğurduğunu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Son yıllarda, tüm yazılım rutinlerinin patentlerle
korunması girişimine karşı ciddi karşı çıkışlar kamuoyunda dile getirilmeye
başlandı. Bu girişim, tüm yazılımları şirketlerin kontrolüne sokacak, yeni
yazılım gelişimini “neredeyse bütünüyle ortadan kaldıracak” bir yeni fikri
haklar tehdidi olarak algılandı ve fikri haklar konusunun kamuoyunda yaygın
şekilde sorgulanmasına neden oldu.
Fikri haklar tartışmasının global/hakim söylemdeki yansıması, gelişmiş
ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri korsanlıkla suçlaması olmaktadır. Örneğin
gelişmiş ülkelerin 2003 yılı içindeki kayıplarının sadece müzik sanayi için 4.5
milyar dolar olduğu ifade edilmektedir ve Türkiye % 10-24 oranında
korsanlığa sahne olan ülke olarak ikinci grupta yer almaktadır. (IFPI, 2004).
Türkiye’ye yönelik korsanlık suçlamaları yeni yapılan WTO/TRIPS uyumlu
düzenlemelere karşın sürmektedir. Hem AB hem de ABD resmi belgelerinde
bu konuyla ilgili bir bölüm mutlaka yer almaktadır. Gelişmiş ülkelerin
Türkiye’de tüm fikri mülkiyet ticareti kayıplarının 2004 yılı için 187 milyon
dolar düzeyinde olduğu tahmin edilmektedir (IIPA, 2005). Gelişmiş
ülkelerdeki elektronik kayıt ve müzik sanayinin “mp3 indirmenin komünizmi
davet etmek” anlamına geldiği yönündeki afişli halkla ilişkiler kampanyaları,
global/egemen söylemin korsanlık konusunu hangi politik [etik] bağlamda ele
aldığını göstermektedir. Türkiye’deki yazılım sektörü büyük ölçüde
yoğunlaşmış ve pazarın % 51’i ikisi yabancı üç şirketin kontrolündedir
(Özcivelek ve Zontul, 2004: 12). Yasal durumu tartışmalı uluslar ötesi bir
dernek [sivil toplum örgütü] statüsündeki İş Yazılımları Biriliği’nin (BSA),
toplumu etik davranmaya davet eden girişimlerinin ekonomi politik bağlamı
62
Ümit Atabek
işte milyonlarca dolarlık bu pazardır. Ancak asıl etik sorun, toplumsal bir
bağlamda üretilen fikrin/bilginin şirket mülkiyetine geçmesiyle, giderek
eğitimin kamusal niteliğinin tehdit edilir hale gelmesinde ve yeni
fikirlerin/bilgilerin kontrol altına alınmak istenmesindedir.
KAYNAKÇA
Atabek Ü. (2001), İletişim ve Teknoloji: Yeni Olanaklar Yeni Sorunlar, Seçkin
Yayınları, Ankara.
Atabek Ü. (2006), “Global Uydu Pazarında Yeni Yönelimler", Uluslararası İletişim
Sempozyumu: Küreselleşme ve Yeni Medya Politikaları, Girne Amerikan
Üniversitesi, 4-5 Mayıs 2006 Girne KKTC.
BSB (2006), Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On
Uzun Yıl, 1998-2008, www.bagimsizsosyalbilimciler.org (1.9.2006)
DEİK (2006), Electronics and ICT in Turkey: Business and Investment Environment
in Turkey.
DİE (2006), 2001 Yılı Türkiye İmalat Sanayinde Yoğunlaşma, http://www.die.gov.tr/
TURKISH/SONIST/IMALATYOG/270804h.htm (1.9.2006)
EITO (2006), European Information Technology Observatory 2006 Report.
Güloğlu T. (2005), Türkiye’de Kayıt Dışı İstihdam Gerçeğine Bir Bakış,
http://digitalcommons.ilr.cornell.edu/intlvf/9 (1.9.2006).
Himanen, P. (2005), Hacker Etiği: İş Hayatına Yıkıcı Bir Yaklaşım, Ayrıntı, İstanbul.
IFPI (2004), The Recording Industry 2004 Commercial Piracy Report.
IIPA (2005), International Intellectual Property Alliance Special 301 Report: Turkey.
Özcivelek R. Ve Zontul H. (2004), Insigths into the ICT Industry in Turkey. IPTS.
Özgit A. ve Çağıltay K. (1996), Türkiye’de Internet: Dünü, Bugünü Yarını,
http://www.cc.metu.edu.tr/~kursat/papers/inet-tr/internet-tr.html (1.9.2006)
Simers, J. (2004), “Telif Haklarının Kaldırılmasına İlişkin Savunma: Fikri Mülkiyet
Hırsızlıktır”, Hukuk ve Adalet, Yıl: 1, Sayı: 4.
Telekomünikasyon Kurumu (2005), 2005 Faaliyet Raporu, Ankara, www.tk.gov.tr
TÜİK (2006), Dönemler İtibariyle İmalat Sanayi Üretimde Çalışılan Saat Başına Reel
Ücret Endeksi, www.tuik.gov.tr (1.9.2006).
World Bank (2006a). ICT at A Glance: Turkey. http://devdata.worldbank.org/
ict/tur_ict.pdf
World Bank (2006b), Turkey Labor Market Study. http://siteresources.worldbank.org/
INTTURKEY/Resources/361616-1144320150009/Labor_Study.pdf
Yükseler Z. (2003), 2002 Hane Halkı Bütçe Anketi: Gelir Dağılımı ve Tüketim
Harcamalarına İlişkin Sonuçların Değerlendirilmesi, Türkiye Ekonomi Kurumu.
Yükseler Z. ve Türkan E. (2006), Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında
Dönüşüm: Küresel Yönelimler ve Yansımalar, TÜSİAD-Koç Üniversitesi,
Ekonomik Araştırma Forumu, http://eaf.ku.edu.tr/calisma_raporlari (1.9.2006).
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 63-80
Sunum - Makale
Bilgi endüstrilerinde emeğin
yöndeşmesi1
Vincent Mosco
Canada Research Chair in Communication and Society
Professor of Sociology
Queen’s University
Kingston, Canada
[email protected]
Özet: Bu makale, yoğunlaşmaların arttığı ve yeni iletişim ve enformasyon
teknolojileri ile küresel medyanın yaygınlaştığı günümüzde, Kuzey Amerikalı bilgi
işçileri örneğinden hareket ederek, emeğin verdiği mücadele ve aradığı yeni yollar
üzerinde durmaktadır. Küreselleşmenin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli
düşünceleri üreten ve dağıtan iletişim sektöründe, böyle bir gelişmenin olduğu ve
önemi tartışıldı. Bunu yaparken, enformasyon ve iletişimin üretim ve dağıtımını
yapanların kendi çıkarlarını ve toplumda demokratik iletişim sistemini amaçlayanların
çıkarlarını savunmak için örgütlenme hakları üzerinde tartışma sundu.
Anahtar kelimeler: Bilgi emekçileri, etik, siyasal ekonomi, sendikalaşma
1
Çeviren: Doç. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir
64
Vincent Mosco
Farklı disiplinler ve farklı yaklaşımlar doğrultusunda yapılan araştırmalar,
modern ekonomide enformasyon ve bilgi emeğinin önemini göstermiştir
(Dyer-Witheford, 1999; Huws, 2003; Terranova, 2004). Sendikal hareketin
zayıfladığı, şirket yoğunlaşmalarının arttığı ve yeni iletişim ve enformasyon
teknolojileri ile küresel medyanın yükseldiği bir dönemde, Kuzey Amerikalı
bilgi işçileri emeğin mücadelesini arttırmak için yeni yollar aramaya
başladılar. Özellikle, küreselleşmeyi mümkün kılan ekipmanlara sahip ve
küreselleşmenin kendini yeniden üretebilmesi için gerekli düşünceleri üreten
ve dağıtan iletişim sektöründe böyle bir gelişmeden bahsedebiliriz. Bu
çalışma, oldukça önemli bir etik konu üzerinde yoğunlaşıyor: Enformasyon ve
iletişimin üretim ve dağıtımını yapanların kendi çıkarlarını ve toplumda
demokratik iletişim sistemini amaçlayanların çıkarlarını savunmak için
örgütlenme hakları.
Bir yaklaşım, sendikalar arası birleşmeleri amaçlamak olabilir. Sendikalar
arası birleşme, sendikaların, üyelerinin istihdam edildiği şirketlerin yolundan
giderek yeniden yapılanmasıdır. Enformasyon ve iletişim endüstrilerini de
kapsayan ve sendikalar arası yöndeşme ve birleşmelerin değeri üzerine
odaklanmış hatırı sayılır miktarda araştırmalar bulunmaktadır (Batstone,
1984; Katz, 1997; Stone, 2004). Yöndeşmiş sendikalar, Amerika
Enformasyon İşçileri (CWA) ya da Kanada İletişim, Enerji ve Kağıt İşçileri
(CEP), önceleri bağımsız olan ama şimdi çapraz-medya şirketlerinin parçası
olan endüstrilerdeki – gazetecilik, telekomünikasyon, haberleşme – işçileri
biraraya getirmişlerdir. Bu sendikalar, yalnızca işverenle sınırların
bulanıklaşmasını değil; aynı zamanda dijital teknoloji ile bir zamanlar farklı
olan işlerin sınırlarının bulanıklaşmasının da farkındadırlar. Emeğin
yöndeşmesi, teknoloji ve firma odaklı yöndeşmeye etkili bir cevap ve
iletişimde kamusal çıkarı sağlamak için bir fırsat olarak değerlendirilmektedir
(McKercher, 2002; Swift, 2003; Bahr, 1998). İkinci bir yaklaşım, geleneksel
bir sendikaya katılmayanlara ulaşmayı hedefleyen geleneksel-olmayan işçi
örgütleri yaratmaktır. Bu tür örgütlenmeler, işçilere, ailelerine ya da
bulundukları topluluklara bazı hizmetler ve destekler sağlamaktadırlar ama
toplu pazarlığa dahil olmamaktadırlar. Kuzey Amerika’da, bu tür
örgütlenmelere özellikle yüksek teknoloji alanlarında rastlanmaktadır (Stone,
2004; Kline, Dyer-Witheford ve de Peuter, 2003; van Jaarsveld, 2004).
Sendika yöndeşmesinde ve yeni işçi örgütlenmelerinde, bilgi sektörü işçileri,
Emeğin Yöndeşmesi
65
her zaman başarılı olamasalar da, demokratik iletişimin aşınmasına meydan
okumakta ve demokratik iletişimin emeği de içerecek şekilde
genişletilmesinin potansiyellerini aramaktadırlar.
Çağrı merkezi çalışanları, üniversite profesörleri ve gazeteciler, oldukça
az ortak noktaları olmalarına rağmen, bilgi endüstrisinde önemli yere
sahiptirler. Bu sektör üzerine araştırma ve tartışma, İkinci Dünya Savaşı`nın
hemen ardından sosyal bilimcilerin tarım ve sanayi sektörleri dışında artan
istihdamı ve iş olanaklarını fark etmeleri ile başlamıştır. İlk yıllarda,
akademisyenlerin ilgisi enformasyon sektörünün ekonomik bir güç olarak
büyümesini ölçecek göstergeler geliştirmek üzerine yoğunlaşmıştır. Machlup
(1962), ekonominin bileşenleri olarak veri ve enformasyonun genişlemesini
tartışan liderler arasındadır ve Porat (1977), çalışmalarını, birincil (tarım) ve
ikincil (sanayi) sektörlere dayanan bir ekonomiden üçüncül(hizmetler) ve
dördüncül (enformasyon) sektörlere dayanan bir ekonomiye geçişi
belgelendirmeye dayandırmıştır. Fakat, ne Machlup ne de Porat, Daniel
Bell(1973)’in teorik çözümlemesine benzer bir biçimde, bu dönüşümün siyasi,
toplumsal ve kültürel boyutlarına ilgi göstermişlerdir.
Bell’e göre, yalnızca veri ve enformasyonda bir genişleme ve istihdam
kategorilerinde bir kayma deneyimlemiyoruz. Daha ziyade, kapitalist
toplumun doğasındaki dönüşümün ilk yıllarını yaşıyoruz. Yaklaşık iki
yüzyıldır, kapitalizmde yönetici ve/veya yönlendirici kapitalist sınıfı
sanayiciler ve finansçılar oluşturuyordu. Bugün, teknolojiye ve özellikle
enformasyonun üretim ve dağıtımına dayanan bir toplumun yükselişiyle karşı
karşıyayız. Bell, vasıflı bilimsel-teknik işçilerden oluşan bir bilgi sınıfının
yükselişini ve post-endüstriyel kapitalizmin liderliğine yöneldiğini
belirtmektedir. Bu toplum, yalnızca daha demokratik olmakla kalmayacak,
aynı zamanda gücün geleneksel olandan bilimsel-teknik bilgiye geçişini
gösterecektir. Bilgi işçileri, ekonomik gelişmenin yükselişine ve tarihi
ideolojilerin düşüşüne sahne olacak bu yeni post-endüstriyel toplumunda,
iktidar ve yönetici olacaklardır. Bell’e göre, teknik algoritmaların ve bilgitabanlı göstergelerin yönetime geleceği bu dönemde, kamu politikası üzerine
siyasi mücadeleler azalacaktır. Bu toplumda da gerilimlerin olacağı açıktır
ama bu gerilimler ideolojik değil teknik olacaktır. Ciddi bir bölünme,
ekonomik ve siyasi alanların dışında olacaktır. Bell (1976), daha sonra yazdığı
ve daha karanlık olan kitabında, tüketici hedonizmi ve rasyonel olmayan
inançlara yönelmiş bir kültürü, post-endüstriyel toplum için olası bir iç tehdit
66
Vincent Mosco
olarak görmektedir. Görünüşte zıt eğilimlerin –materyalizm ve karşı-kültürkesişmesi post-endüstriyelizmin temellerini tehdit edicidir; zira bu iki zıt
eğilim, toplumu ayakta tutacak teknik rasyonalite için gerekli desteği tehdit
etmektedir.
Diğerleri için ise, post-endüstriyelizmi, kültürel noktaları dışarıda
bırakarak, kendi içinde ilerleyici olarak görmeme noktasına gelmek çok uzun
zaman almamıştır. Herbert Schiller (1973)’e göre, post-endüstriyelizm,
ulusötesi medya ve iletişimin, Amerikan değerlerini, askeri ve emperyalist
tutkuları da içeren, destekleyerek yükselişini ve artan tekelci piyasa gücü ile
alternatifleri yok edişini ifade eder. Harry Braverman (1973)’e göre, hizmet
ve bilgi işlerinde çalışan işçilerin büyük bir bölümü için, emek, daha önceleri
sanayi sektöründe gerçekleşen montaj hattına benzer bir biçimde,
vasıfsızlaşmaktadır. Bilgi işinin maddi olmayan özelliği dikkate alınırsa,
endüstriyel döneme göre uygulama ve planlamanın ayrılması ve planlamanın
egemen sınıfta toplanması daha kolay gözükmektedir.
Bell, Braverman ve Shiller’in konu üzerine tezler ürettikleri 1973’lerden
bugüne yoğun bir tartışma devam etmektedir; ama bazı noktalarda anlaşma
sağlanmıştır: Sanayi’den bilgi sektörüne geçiş, gelişmiş toplumlarda
yaşanmıştır ve gelişmekte olan ülkelerde yaşanmaya başlanmıştır. Sanayi ve
tarım için gerekli bilginin önemini herkes kabul etmektedir. Fakat, bugünkü
farklılık, enformasyon, iletişim ve bilginin üretim ve dağıtımı için gerekli iş
miktarının her geçen gün artmasıdır. Ayrıca, mesleki hiyerarşi içerisinde
dinamik süreç - vasıfsızlaşma, vasıflanma ve yeniden-vasıflanma - üzerinde
de anlaşmaya varılmıştır. Farklı zamanlarda ve farklı sektörlerde bu süreçlerin
biri ya da diğeri belirleyici olmaktadır ve emek süreci bu sürecin tekilliğine
indirgenemez (Barley ve Kunda, 2004; Brint, 2001; Powell ve Snellman,
2004). Diğer yandan, firmaların işleri vasıfsızlaştırdıkları ya da işleri otomatik
sistemlerle yer değiştirerek tümüyle ortadan kaldırdıkları üzerinde de bir
görüş birliği vardır. Bu daha çok kadınlar tarafından yapılan işler için
geçerlidir (Huws, 2003). Vasıfsızlaşma ya da işleri ortadan kaldırma mümkün
değilse; firmalar aynı amaca ya işleri ülke içinde ucuz ücretli bölgelere ya da
ülke dışına taşıyarak ulaşmaktadırlar. Özellikle bilgi işlerinin uzun
mesafelerce hareket ettirilmesi önemli miktarda maddi şeylere ihtiyaç
duymamakta (ör. çağrı merkezleri ve yazılım mühendisliği gibi) ve üretim
süreci, teknolojik gelişme yılları içinde maliyetleri gittikçe düşen küresel
telekomünikasyon sistemlerinden önemli ölçüde yararlanmaktadırlar. Bu
Emeğin Yöndeşmesi
67
süreç, örneğin bir Amerikan şirketinin, Çin’de veri giriş işçilerini, Kanada’da
çağrı merkezi çalışanlarını ya da Hindistan’da program yazımcılarını istihdam
etme olanağı sağlamaktadır. Bu süreç, iş çevresi ve emek arasında 1950’ler ve
60’larda kurulan toplumsal sözleşmeyi (iyi ücretler ve sosyal haklara dayanan
güvenceli işler), öncelikle iş çevresine lehine dönüştüren iş çevresi-güdümlü
neo-liberal gündemin genişlemesi ile ilgilidir. Çünkü dışarıya iş verme, emeği
ve sendikaları koruyan sosyal politikalara da saldıran geniş iş çevresi
gündeminin bir parçasıdır. Dolayısıyla, çalışanlar için başarılı bir müdafaa
gerçekleştirmek oldukça zor gözükmektedir (Economic Policy Institute,
2004).
Diğer yandan, dışarıya iş verme, antimonilerden azade değildir. Bilgi ve
enformasyon sektörlerinde dışarıya iş vermenin büyük bir bölümü gelişmiş
ülkeler içinde gerçekleşmektedir; örneğin, Kanada, Kuzey Hollywood
olmuştur ve İrlanda, vasıflı işgücünden yararlanmaya devam etmektedir.
Ayrıca, Hindistan düşük ücretli bilgi emeğinin kaynağını oluştururken, önemli
firmaları, örneğin ICICI, Tata, Infosys ve Wipro, dışarıya iş verme
endüstrisinde lider konumda yer almaktadırlar. Bu firmaların Kuzey
Amerika’daki faaliyetleri ise mekanın ve kültürün önemli olduğunun altını
çizmektedir. Sonuç olarak, işçi örgütlerinin direnişi büyümektedir; bu
gerçeklik ise, bilgi ve enformasyon sektörlerinde yöndeşik sendikalar ve işçi
örgütlerinin genişlemesi için önemli bir nedendir (Elmer ve Gasher, 2005;
Mosco, 2006). Diğer yandan, Kuzey Amerika’da sendika üyeliği üzerine
veriler ise direnişin büyüdüğünü görmek isteyenleri cesaretlendirir nitelikte
değildir.
2005 yılında, ABD’de ücretli ve maaşlı işçilerin yüzde 12.5’i sendika
üyesidir. ABD’deki Çalışma Bakanlığı’nın Çalışma İstatistiklerine göre,
2003’te yüzde 12.9 olan oran, 2004’te yüzde 12.7’e düşmüştür. Sendika
üyeliği 1983’teki yüzde 20.1’lik orandan hızlı bir düşüş yaşamıştır. Özel
sektör üyeliği ise yüzde 7.8’dir ve kamu çalışanları için olan yüzde 36.5’lik
oranla karşılaştırıldığında, oldukça düşüktür. 2004 yılında, iki meslek grubu –
eğitim ve kütüphane ve koruyucu hizmetler – sırasıyla yüzde 38.5 ve yüzde
37 ile en yüksek sendikalaşma oranına sahiptir. İlk grup çalışanlar bilgi
endüstrisinde bulunmaktadır ve hızla büyüyen bir sektörde sendikalaşma
potansiyeli için iyi bir göstergeye sahiptir (U.S. Bureau of Labor Statistics,
2006). Kanada’da durum görece daha iyidir; 2004’te yüzde 30.4 olan oran,
2005’te 30.7’e yükselmiştir (Bédard, 2005). 2004 yılı hükümet raporlarına
68
Vincent Mosco
göre, kamu sektöründe çalışanların yüzde 72’si ve özel sektörde çalışanların
yüzde 18’i sendika üyesidir. Diğer yandan, Kanada’da, 1990’da yüzde 35 olan
sendika üyeliği bir düşüş göstermektedir (Statistics Canada, 2004).
Bu oranları tarihsel bir süreç içinde değerlendirmeliyiz; sendikalaşma,
1920’lerde düşük oranlardadır, 1930’larda bir yükseliş yaşamış ve 1950’lerin
başlarına kadar bu oranlar korunabilmiştir. 1932 yılının sonlarında, Amerikan
İktisat Birliği’nde bir konuşma yapan Amerikalı çalışma iktisatçısı, Amerikan
Emek Federasyonu’nun, üyelerinin yüzde 40’ını kaybettiğini ve teknolojik
gelişmelerin sendikal hareketin eski gücünü kazanmasını imkansız kıldığını
belirtmiştir (Clawson, 2003). Diğer yandan, sendikalaşma oranları düşerken,
gerçek sendika üye sayısı, ABD ve Kanada’da işgücünün artmasına paralel
olarak artmaktadır. ABD ve Kanada’da sendikalar daha çok üyeye sahipken;
sendikalaşma oranı düşmeye devam etmektedir. Bilim adamları/kadınları ve
sendikacılar arasında bilgi ekonomisi işçileri için ciddi problemler olduğu
konusuda fikir birliği vardır. Problemi çözmek yönünde birşeyler yapabilmek
için iki strateji ile karşı karşıyayız. ABD ve Kanada’da varolan sendikalar
kaynaklarını daha iyi kullanabilmek ve harekete geçirebilmek için bir
birleşme stratejisi benimsemelidirler. Bu, özellikle bilgi ve iletişim sektörleri
için geçerlidir. Bu stratejiyi anlayabilmek ve bilgi ve medya sektörüne nasıl
uygulanabileceğini kurgulayabilmek için, yöndeşme kavramını tekrar
değerlendirmek gerekmektedir.
Yöndeşme, iletişim endüstrisinin medya, telekomünikasyon ve
enformasyon sektörlerinde yaşanan en önemli gelişmelerden birisidir.
Genelde, bu endüstrilerdeki teknolojilerin ve kurumların entegrasyonunu
tanımlamaktadır; daha özelde ise bu endüstrilerin kullandığı araçların
entegrasyonunu ve bu araçlar eliyle ürettikleri ve dağıttıkları bilgilerin
entegrasyonunu tanımlamaktadır (Babe, 1996; McKercher, 2002; Winseck,
1998).
Bilgisayarların
ve
telekomünikasyonların
entegrasyonu
düşünüldüğünde, internet, bu teknolojik yöndeşmenin ikonik bir örneğini
oluşturmaktadır. Bu tür bir yöndeşme, daha önce ayrı olan endüstrilerin,
elektronik bilgi ve iletişim hizmetlerinin sağlandığı ortak bir alana
yöndeşmeleri ile ilgilidir. Teknolojinin toplumsal ilişkilerinde yaşananlar
doğrultusunda, 19. ve 20. yüzyıllarda yapılan kurumsal ve düzenleyici
anlaşmalar, medyayı birbirini oldukça dışlayan alanlara bölmüş ve yazılı
basın, elektronik medya, telekomünikasyon ve enformasyon hizmetleri
arasında ve bu farklı alanlardaki emek süreci örgütlenmeleri ve sendikal
Emeğin Yöndeşmesi
69
örgütlenmeler arasında kalın duvarlar örmüştür. Bugün, özel iletişim
firmalarının gücü, bu duvarları yıkmakta, bu sektörleri birbirinden ayıran
özellikleri ortadan kaldırmakta ve büyük bir elektronik enformasyon ve
iletişim hizmetleri alanı yaratmaktadır.
Yöndeşme, yeni hardware sistemleri yaratan teknolojilerin karşılıklı
etkileşimine ve yeni düzey hizmetlerin, Wi-Fi ve Wi-Max sistemlerinin
kablosuz ağı gibi, yaratılmasına imkan vermektedir. Hardware yöndeşmesi,
audio, video ve/veya veri dağıtımında farklılaşmayan bir ortak dijital dilin
ortaya çıkması ve tüm iletişimin, elektronik iletişimin nicelik ve niteliğini
arttıran bir ortak dile indirgenmesiyle gelişmiştir. Dijitalleşme, analog
tekniklere dayalı elektronik iletişime göre iletme hızında ve esnekliğinde
önemli kazanımlar sağlayan teknolojik avantajlara sahiptir (Longstaff, 2002).
Fakat, dijitalleşme, gittikçe artan bir metalaşma sürecinde, diğer bir deyişle,
tüm ürün ve hizmetlerin piyasaya aktarıldığı bir süreçte, gerçekleşmektedir.
Bir yandan, meta formunun genişlemesi, dijitalleşmeyi kimin yönlendireceği
ve nasıl kullanılacağı yönelik bir arkaplanı yaratırken; diğer yandan,
dijitalleşme, bilgi ve eğlencenin metalaşma sürecini arttırmakta, iletişim
ürünleri için olan piyasaları çoğaltmakta, bilginin üretim ve dağıtımındaki
emeğin metalaşmasını derinleştirmekte ve elektronik iletişimi kullanan seyirci
piyasasını da genişletmektedir (Mosco, 1996).
Şirketler, kurumsal yöndeşmeler yaratarak teknolojik yöndeşmenin
avantajlarından yararlanmaktadırlar. Bu gelişme, bilgi ve endüstri sektöründe
yaşanan birleşmelerde gözlemlenebilir (Mosco, 2004; Nichols ve McChesney,
2005; Schiller, 1999). Yöndeşme, ürünleri ve hizmetleri birleştirme, çapraz
promosyon yapma, daha önce ayrı olan eğlence ya da haber alanlarında çapraz
pazarlama yapma ve geniş bir medya için çapraz üretim yapma gibi
avantajlardan yararlanmak isteyen şirketleri bir araya getirmektedir. Kolektif
yöndeşme, kendiliğinden, bir başarıyı garantilememektedir. Kısa vadede,
firmaların bekledikleri sinerjileri, örneğin yazılı basın ve görsel basın
kültürlerini entegre etmek gibi, yaratmamaktadır. Aynı zamanda, izleyiciye
cazip gelmeyen içerikler üretmeleri de mümkündür. Bu gerçeklikler, AT&T,
Bell Canada Enterprises ve AOL Time Warner gibi birleşen firmaların
yaşadığı zorlukları açıklamak için de kullanılabilir. Gerçekte, Wall Street
Journal’a göre, Time Warner’ın üst düzey yetkilileri “sinerji”lerden değil;
“yakınlıklar”dan konuşmaktadırlar (Karnitschnig, 2006). Ayrıca, dijitalleşme,
kendisi kusursuz bir süreç değildir ve gelişmesi teknik sorunlarla
70
Vincent Mosco
yavaşlatmıştır. Teknolojik ve kurumsal yöndeşme süreci için diğer önemli bir
tökezleme alanı ise hukuksal ve resmi düzenlemelerdir. Teknolojik ve
kurumsal yöndeşme, ayrı teknolojilere dayanan ayrı endüstriler için
oluşturulmuş düzenleyici politikalar açısından çok ciddi problemler ortaya
çıkarmıştır. Fakat bunlar, yöndeşmenin başarısız olduğu anlamına gelmekten
ziyade yükselen bir trend içinde dönemsel düşüşler yaratan kısa vadeli
problemler olarak düşünülmelidir. Büyük üniteler, rekabetçi baskıları
sınırlandırarak, çevrelerini çok daha iyi denetleyebilmektedirler.
Yöndeşme, yalnızca teknolojik, siyasi ve örgütsel bir süreç değildir.
Ayrıca, bilgisayar iletişiminin, teknolojiyi, siyaseti ve toplumu nasıl devrimci
dönüşümlere uğrattığı yolunda bir hikaye ve/veya mit mevcuttur. Bu görüş,
teknolojinin tarihin, coğrafyanın ve siyasetin sonunu yarattığı biçiminde
ortaya atılan büyük görüşün bir parçasıdır (Mosco, 2004). Dolayısıyla,
yöndeşme, yalnızca teknoloji ve örgütte yaşanan değişiklikleri açıklayan bir
kavramdan ötede daha çok şey ifade etmektedir. Bu kavram, Nicholas
Negroponte’nin deyişi ile bizi “dijital olmayı öğreneceğimiz” bir “atomlar
dünyasına” yönelten ütopik bir söylemin parçasıdır (Negroponte, 1996). Bu
görüş, iletişimde kamusal çıkarı yoketmeyi, gözetim pratiklerini arttırmayı ve
iletişim ve bilginin üretim ve dağıtımını bir kaç firmanın denetimine
bırakmayı rasyonalleştirmek için kullanılmaktadır. Yöndeşmenin mit
olduğunu söylemek yanlış olduğu anlamına gelmez. Mitler, ampirik
gerçeklikleri alır ve bu ampirik gerçeklikleri, ampirik kanıtlar tarafından
doğrulanmamış dönüştürücü toplumsal ve kültürel sonuçlar atfederek
genişletirler. Siyasi ve kültürel bir süreç olarak yöndeşme, demokratik
iletişimi destekleyenler, bilgi, enformasyon ve eğlencenin biçim ve
içeriğindeki farklılaşmadan yana olanlar ve medyaya evrensel ve eşit ulaşımı
savunanlar arasında karamsarlık yaratmaktadır (Artz ve Kamalipour, 2003;
Herman ve Chomsky, 2002; Winter, 2005). Fakat sendika yöndeşmesi,
iyimserlik için önemli zeminler hazırlamaktadır.
ABD’de, bir çok medya sendikası - the International Typographical
Workers Union (ITU), the Newspaper Guild ve the National Association of
Broadcast Employees and Technicians (NABET) – Amerika İletişim İşçileri
(CWA) (Communications Workers of America)’ne katılmışlardır. CWA,
yöndeşik bir sendika modeli olarak ya da CWA’nın deyişiyle “enformasyon
çağının sendikası” olarak, telekomünikasyon, görsel medya, kablolu TV,
gazetecilik, basım, elektronik üretim ile havayolları müşteri hizmetleri, kamu
Emeğin Yöndeşmesi
71
hizmeti, sağlık, eğitim ve diğer alanlardaki işçileri temsil etmektedir.
CWA’nın en önemli işverenleri arasında AT&T, GTE, the Regional Bell
telephone companies, Lucent Technologies/Bell Labs, the NBC ve ABC
television networks, the Canadian Broadcasting Corporation (CBC) firmaları
bulunmaktadır. Ayrıca önemli gazeteler de, the New York Times, Wall Street
Journal ve the Washington Post gibi, CWA’nın işverenleri arasındadır.
Kanada’da, İletişim, Enerji ve Kağıt İşçileri Sendikası (CEP) (the
Communications, Energy and Paperworkers Union) da, aynı çizgiyi
izlemektedir. CEP, ITU, Newspaper Guild ve Canadian NABET ile
birleşmiştir. Üyeleri kağıt sektöründe, telefon şirketlerinde, gazetelerde ve
radyo ve televizyon şirketlerinde çalışmaktadır. Üyeleri, grafik sanatçıları,
otel işçileri, bilgisayar programcıları, kamyon şoförleri ve hemşireler olarak
istihdam edilmektedir. Ayrıca, British Columbia’da telefon işçilerini tarihsel
olarak temsil eden, Telekomünikasyon İşçileri Sendikası (TWU) (the
Telecommunications Workers Union), ülkenin diğer yerlerindeki
telekomünikasyon işçilerine de ulaşmaya çalışmaktadır; çünkü Kanada’da
emeği düzenleyici kuruluş, CIRB, teknolojik ve endüstriyel yöndeşmenin en
iyi yöndeşik bir sendika ile temsil edilebileceğini açıklamıştır.
Sendikalar, çoğu noktada, mücadelelerini üyelerinin haklarını korumak
adına savunmacı olarak tanımlamaktadırlar. Fakat emeğin yöndeşmesini de,
işlerin doğasında yaşanan ve gittikçe artan yöndeşmenin yaratacağı sinerjiden
yararlanmak için önemli bir adım olarak görmektedirler (Bahr, 1998). Bu
sendikalar, yöndeşik elektronik hizmetler alanı için üretim yapan işçileri
temsil gücü elde ederek; örgütlenme, pazarlık etme ve siyasi bir program
geliştirme için önemli fırsatlar elde ettiklerini düşünmektedirler. İşin özünde,
yöndeşik teknolojiler ve yöndeşik şirketler, bilgi endüstrisindeki işçileri
biraraya getirmektedirler (McKercher, 2002).
Bu strateji, her zaman başarılı olmamıştır. Örneğin, gün geçtikçe entegre
olan video ve film endüstrilerine karşı mücadele etmenin anahtarlarında biri
her iki sektörü de temsil eden sendikaların, örneğin işverenlerin Disney ve
Fox’un işçilerini denetlemek için birleşmiş güç kullanmaları gibi,
birleşmeleridir. Birleşmiş işgücü olmadan, bu şirketler, aynı televizyon
programı ya da aynı filmin farklı kullanımlarından yaratılan gelirlerin nasıl
paylaşılacağı üzerine sözleşme maddelerini dikte ettirebilirler. Bu sektörde,
sendika yöndeşmesi, Amerikan Televizyon ve Radyo Sanatçıları Federasyonu
(AFTRA) (the American Federation of Television and Radio Artists) ve Ekran
72
Vincent Mosco
Sanatçıları Derneği (SAG) (the Screen Actors Guild) ’nin birleşmesinden
geçmektedir. Bunu gerçekleştirmek için çabalar, 1999’da ve 2003’te, küçük
oy farklarıyla, sonuçsuz kalmıştır (McKercher ve Mosco, yayımlanacak).
Kanada’da, ülkenin önde gelen telekomünikasyon sendikaları arasında güçlü
bağlar kurma çabaları da çok başarılı olamamıştır. İletişim Sendikaları Ulusal
Birliği (the National Association of Communication Unions)’nin kurulması,
the CEP ve Telekomünikasyon İşçileri Sendikası (TWU)(the
Telecommunications Workers Union) arasında formal federatif bağlar
yaratmıştır. Fakat, CEP’in radikal tarihi (1981’de bir grev sırasında
Vancouver’de telefon hatlarına el koymuşlardır) ve TWU’nun yöndeşik
sendika fikrine mesafeli durması, bu iki sendikanın yakın bir çalışma içinde
olmasını engellemiştir (Mosco ve McKercher, 2006).
Yöndeşme, aynı zamanda, sınırlar ötesi sorunlar da yaratmaktadır.
Örneğin CBC işçilerinin deneyimlerinde olduğu gibi, pazarlığı kolaylaştırmak
için CIRB, tüm sendikaların birleşmesini istemiştir. Bu zamandan önce,
CBC’nin gazetecileri CWA’nın, teknisyenleri ise CEP’in üyeleri idi. Bu,
Kanada’nın ulusal yayıncısında çalışanların bir bölümünün bir Amerikan
sendikasının, diğerlerinin ise bir Kanada sendikasının üyesi olduğu anlamına
geliyordu. Üyeler, oy kullanılırken, büyük CWA ile birleşmeye ve Kanada
ulusal kamu yayıncılığında çalışanların tümünün bir Amerikan sendikası üyesi
olmasına karar verdiler. Hiç şüphesiz ki; bu tür sınırlar ötesi yöndeşmeler,
Ağustos 2005’te tıkanan görüşmelerde CBC işçilerinin yönetim karşısında
sürpriz başarısına katkı sağlayarak, çok önemli ve gerekli olduklarını
kanıtlamışlardır. Bu örnek, farklı bilgi işçilerininin, örneğin gazeteciler ve
teknisyenler, bir arada çalışma ve güçlü bir sendika yardımıyla mücadele etme
çabalarını göstermiştir (Mosco ve McKercher, 2006). Bu örnek, aynı zamanda
göstermiştir ki; Kanada dışından bir iletişim çalışanları sendikası, emeğin
çıkarları mücadelesi ile kamusal iletişim sisteminin ayakta kalma
mücadelesini birbirine eklemleyerek, Kanada’da kamuoyu desteğini
kazanmıştır.
2005 yılında ABD’de birleşme konusu, gündemin sıcak konularından
birisidir. 2004 genel seçimlerindeki Cumhuriyetçilerin büyük zaferi ve
sendikalaşma oranında sürekli düşüşler sonrası, ABD’nin en büyük
sendikalarından biri olan AFL-CIO, eğer federasyon yeni birleşmelerin ve
örgütsel değişimlerin önünü açarsa, bu sürece büyük bir eylemle cevap
vereceklerini tehditkar bir biçimde açıkladı. ABD’nin hızla büyüyen
Emeğin Yöndeşmesi
73
sendikası, Hizmet Çalışanları Uluslararası Sendikası (SEIU) (the Service
Employees International Union), federasyondan bazı sendika üyelerini
konsolite etmesini ve kendi araştırma ve politik faaliyetlerinden tabanın
örgütlenmesine bütçe ayırmasını talep etti. Bu noktada, SEIU, Teamster
Sendikası tarafından da desteklendi. AFL-CIO bir uzlaşma önerdi ama başarılı
olamadı ve birçok sendika, federasyondan ayrılarak Kazanmak için Değişim
(Change to Win) koalisyonunu kurdular. 5.4 milyon üyeden oluşan bu yeni
koalisyon, sendikal örgütlenmeye ivme kazandırmayı amaçlamaktaydı. Bu
büyük kopmaya cevap olarak, AFL-CIO, sektörü koordine etmek için sanat,
eğlence, medya ve telekomünikasyon endüstrilerinde örgütlü yaklaşık on
sendikadan oluşan bir komite kurdu. Komite’nin amacı, teknolojik değişimler
ve kurumsal yoğunlaşma ile şekillenen endüstride emeğin gücünü örgütlemek
ve bu gücü, endüstrilerde kamu çıkarı için mücadeleye yöneltmekti.
Yöndeşme, bu örnekte görüldüğü gibi, bir örgütün üyelerini bir arada tutmada
başarısızlığına karşı bir cevap olarak da düşünülebilir.
Kuzey Amerika sendikaları arasında birleşmelerin önemi ve ciddiyetinin
kavranması için ne kadar süre gerektiği konusu için net bir cevap vermek zor
gözükmektedir. Acaba bir yüzyıl önce Emeğin Silahşörleri (Knights of Labor)
ya da Dünyanın Sanayi İşçileri (Industrial Workers of the World) fikri ile
gayet populer olan Bir Büyük Sendika fikri geri mi gelecektir? Son otuz yıldır
sürekli geriye giden toplumun önemli bir bölümünü güçlendirecek bir
yurttaşlık hareketini canlandırabilir ve toplumun demokratikleşmesine katkıda
bulunabilir mi? Emek için yeni bir başlangıç mı yoksa son nefes mi? Bu
soruları yanıtlamak için henüz çok erken. Diğer yandan, bu gelişmenin önemi
üzerine farklı yaklaşımları değerlendirmek oldukça önemlidir.
Bir yandan, işçi sendikalarının yöndeşmesi, güç ve bürokraside
merkezileşmeyi arttıracaktır; dolayısıyla sendika liderlerinin tabanla yakın
ilişkileri zedelenecektir. Aslında, Kuzey Amerika dışından deneyimler
cesaretlendirici gözükmemektedir. Örneğin, 1990’larda Avustralya emek
hareketi sendika sayısını azaltmayı başardı; fakat sendika üyeliğindeki
erozyonun önüne geçemedi. Sendika yöndeşmesi, sendika demokrasisini
sendika kartelleri karşısında feda etmek anlamına mı geliyor?
Diğer yandan, yöndeşme, sendikaların pazarlık gücünü, son otuz yıldır
büyük firmalarda yoğunlaşan gücü sınırlandırarak, arttırıyor. Bu görüşü
desteklemek için, CWA’nın kablosuz telekomünikasyon işçilerini
örgütlemedeki ve CBC’deki teknik ve hava personelinin haklarını
74
Vincent Mosco
savunmadaki başarısına bakılabilir. Ayrıca, birleşmeler, sendikaların, bazen
kendi içlerinden birinin dar çıkarları ile çelişebilecek kadar geniş toplumsal ve
siyasi faaliyetler içinde yeralmalarının önünü açıyor. Örneğin, Swift (2003),
CEP’in, bir yöndeşik sendika örneği olarak, yöndeşik enformasyon
endüstrisine açıldıktan bu yana, Kanada’da medya sektöründe yoğunlaşmaya
ya da medyada yabancı sermaye sahipliğine karşı mücadele gibi oldukça
önemli politika alanlarına dahil olduğunu belirtiyor. Ayrıca, CEP
Saskatchewan bölgesinde kamu telekomünikasyonu ve Ontario’da kamu
hidro-gücünü sürdürmeye dönük lobiciliğin ön saflarında yer almaktadır.
Ayrıca, yöndeşik sendikanın avantajlarından biri de üyelerinden bazılarının
dar çıkarlarının ötesine geçebilmektir. CEP enerji işçilerini kapsasa da, yeşil
gazların artışını sınırlandırmak yönünde tümüyle Kyoto Accords’u
desteklemektedir. Diğer yandan, güçlü üretici Abititi’ye karşı kağıt işçilerinin
haklarını koruyabilmiştir; çünkü birleşme, CEP’e, enerji ve telekomünikasyon
sektöründeki üyelerin grev fonlarından yararlanma imkanı sağlamıştır. Ayrıca
Quebec Dayanışma Fonu (Quebec Solidarity Fund) yaratacak kaynakları
vardır ve bu fon gerileyen Quebec kağıt fabrikalarına yatırım yapmaya olanak
vererek, onların kapanmasını engellemiştir. Dahası, CEP büyük ölçüde antiküreselleşme hareketine katılmış ve CEP, İnsanlık Fonu (Humanity Fund)
yardımı ile Meksika’da ve tüm Latin Amerika’da sendikalaşmayı
desteklemiştir. Bununla birlikte, Kiss ve Mosco (2005) tarafından işyerinde
gözetime dönük sendikal stratejiler üzerine yürütülen bir araştırma, bilgi
işçileri sendikalarının, özellikle CEP gibi yöndeşik sendikaların, işçilere toplu
sözleşmelerde en iyi koruma koşulları sağladığını göstermektedir. Fakat,
yöndeşik sendikaların bilgi, enformasyon ve iletişim sektörlerinde farklı
işçileri bir araya mı getirdiği yoksa birbirine benzemez işçilerin federasyonları
mı olduğu çok açık ve net değildir.
Kuzey Amerika’daki örgütlü emeğin krizine ikinci bir cevap ise; işçilere
formal toplu iş sözleşmeleri hakkını içermeden fayda sağlayan işçi birliklerini
ya da işçi hareketini örgütlemektir. Bu örgütlenme biçimi, sendikal
örgütlenmenin oldukça zor olduğu yüksek teknoloji sektörü için özellikle
geçerlidir. Quebec Çoklumedya Çalışanları Birliği (Association des
Travailleurs du Multimedia du Quebec) gibi bazı Kanada girişimleri olsa da,
bu girişimler yeterli destek görememişlerdir. Bu konuda, ABD, Kanada’dan
daha çok örneğe sahiptir. İşçi birlikleri, geleneksel sendikal tarafından
örgütlenmesi zor olan yarı-zamanlı çalışanlar için de oldukça önemlidir. Bu
Emeğin Yöndeşmesi
75
birlikler, Kaliforniya’daki Silicon Vadisi için de geçerlidir; zira bu Vadi’de
çalışanların yaklaşık yüzde 40’ı tipik olmayan istihdam içindedir.
Microsoft’un toprakları olan Pacific Northwest’te sürekligeç (permatemp)
gibi bir kavram ortaya çıkmıştır. Bu kavram, sürekli geçici işçi, tüm gün ama
saat-ücretli çalışan ve fazla mesai ya da diğer hiçbir haktan yararlanamayan
işçileri kapsamaktadır. Bu tür birliklerin temel amacı, çok hareketli olan
işgücüne taşınabilir yararlar sağlamaktır: ömürboyu staj, iş değiştirme,
bireysel işçilere yol gösterme, işçilere bilginin ulaşmasını sağlama ve sağlık
hizmetlerine ulaşamayanlara sağlık hizmetleri sunma. Ayrıca, bu birlikler,
teknoloji-yoğun işlerin düşük ücretli ülkelere kaydırılması gibi tartışmalı
konularda da taraf olmaktadırlar.
Bu tür birliklerin iki farklı biçimine bilgi sektöründe rastlanmaktadır:
teknoloji-yoğun işçileri örgütleyenler ve içerik üretenleri örgütleyenler.
Birincisi için en lider örnek, belki de, WashTech’tir. WashTech, Seattle
yüksek teknoloji endüstrisinde, ücretler ve sosyal haklar konusunda hukuki
mücadelede başarılı olan ama geçici işçi kategorisinde oldukları için hakları
şirket tarafından tanınmayan Microsoft’un sürekligeçicileri tarafından
CWA’nın arka bahçesi olarak kurulmuştur (Brophy, 2006; van Jaarsveld,
2004). Yüksek teknoloji endüstrisinde yaşanan zorlukların en büyüklerinden
biri ise, işçilerin yüksek teknoloji firmaları tarafından değil; bu firmalara işçi
sağlayan Manpower gibi firmalar tarafından istihdam edilmiş olmalarıdır.
Fakat, WashTech’in oluşmasını sağlayan Microsoft’un sürekligeçici
kategorine karşı siyasi gücünü kullanmasıydı. Hukuki mücadale süreci ve
CWA’nın yol gösterici tavrı yeterli sayıda Microsoft çalışanının WashTech’i
kurmasına neden oldu.
WashTech, daha iyi ücretler, sağlık koşulları, dinlenme, emeklilik
koşulları ve işyeri eğitimi isteyen programcıları, web tasarımcılarını, sistem
analistlerini ve mühendisleri bünyesinde toplamaktadır. Microsoft’a yasal bir
karşı çıkış göstermekle birlikte; WashTech üyeleri, teknik vasıflarını
kullanarak çalışanların performansları ile ilgili gizli bir Microsoft veritabanını
ele geçirmişler ve üyelere dağıtmışlardır. 2001 tarihine kadar uzanan ve
firmanın gizli tutmaya çalıştığı yüksek software mühendisliğini Hintli
firmalara “dışarıya iş verme” biçiminde yapılandırma yönünde belgeler de
WashTech tarafından ele geçirilmiştir. WashTech Microsoft’ta başarılı
olmuştur ve bu başarının ardında Değişen İşgücü Merkezi (the Center for a
Changing Workforce) ve onun internet sitesi techsunite.Org’un da önemli
76
Vincent Mosco
desteği vardır. WashTech, asıl başarıyı diğer bilgi sektörü işçilerine ulaşarak
yakalamayı amaçlamıştır. Amazon.com’un işçilerini örgütleme çabasında
başarısız olmuş ama Cingular Wireless’in işçilerini örgütlemede başarılı
olmuştur. Bugün, WashTech, teknoloji işlerinin Hindistan ve Çin gibi ülkelere
verilmesine karşı bir mücadele yürütmektedir. Ayrıca, bazı devlet
yetkililerini, hükümetin teknolojik işlerinin, başka ülkelere yaptırılmaması
konusunda ikna etmede başarılı olmuşlardır.
Alliance @ IBM de CWA tarafından kurulmuştur ve WashTech gibi IBM
şirketinde geçici işçi kategorisinde çalışanların haklarını savunmak amacını
taşımaktadır. Şirket, işyerinde zehirli kimyasallar konusunda gerekli özeni
göstermemiştir ve Alliance, mahkemelerde ve hukuksal süreçte, işyerinde
mesleki sağlık ve güvenlik koşullarının uygulanması için aktif mücadele
vermiştir. Ayrıca, Manpower ve IBM’deki işçilerin formal temsiliyetini elde
etmek konusunda da başarı kazanmıştır.
Mühendislerle işçi hareketini birlikte düşünmek pek alışılmadık bir
durumdur, fakat the Profesyonel Mühendislik Çalışanları Topluluğu (SPEEA)
(Society of Professional Engineering Employees in Aerospace), Boeing’te
yönetimi bu şekilde düşünmek zorunda bırakmıştır. Topluluk, 2000 yılında,
bu devasa işverene karşı Amerikan tarihinin en büyük beyaz yakalı çalışanlar
grevini gerçekleştirmiştir. Gerçekte, SPEEA örneği, bilgi işinin farklı
örgütlenme biçimlerine açık olduğunu düşünenler için ilginçtir; çünkü
başarılarının önemli bir bölümü e-posta ve web kullanımına dayanmaktadır.
Örneğin, topluluk, 2000 yılında Boeing’e karşı grev için tüm ev e-posta
adreslerine ulaşmayı başarmıştır. Veritabanının en etkin kullanımına örnek
ise, SPEEA, yaklaşık 500 kişiye e-posta yoluyla 6 saat içinde ulaşarak,
Boeing yöneticilerinin yerel bir otelde açıklanmamış, gizli bir toplantı
yaptıklarını duyurmuştur. Yüksek teknoloji işçilerinin, dikkate değer, farklı
örgütlenme çabaları da mevcuttur. Sistem İdarecileri Derneği (Systems
Administrators Guilds) ABD’de (İngiltere’de ve Avusturya’da) bilgisayar
işçilerini örgütlemek ve tartışmalı konulara müdahale edebilmek için
kurulmuştur.
İşçi birlikleri, içerik üreticileri arasında da oldukça rağbet görmektedir.
Bugün Çalışmak (Working Today), Silikon Vadisi gibi yüksek teknoloji
patlamasıyla bilinen New York’ta, kendi hesabına çalışan, danışman,
sözleşmeli işçi ve geçici işçileri temsil eden bir gruptur. Üyelerine temel
sağlık sigortası sağlamakta özellikle çok başarılı olmuştur. Grafik Sanatçıları
Birliği (The Graphic Artists Guild) ise, çalışma koşullarını iyileştirmek ve
Emeğin Yöndeşmesi
77
telif hakkı, vergilendirme ve diğer önemli konulardaki tartışmalara dahil
olabilmek için bir araya gelmiş web yaratıcıları ve tasarımcılardan
oluşmaktadır. Yaratıcıların Federasyonu (The Creator’s Federation), kendi
hesabına çalışan yazarları temsil etmektedir. Federasyon, kendi hesabına
çalışan yazarların çalışmalarını veritabanına koymadan önce yazarların
onayını gerektiren bir davayı kazanarak ünlenmiştir. Ayrıca, ABD’deki Ulusal
Yazarlar Sendikası (the National Writers’ Union), 5000’den fazla üyesine
model sözleşmeler sağlamakta, yayıncılarla pazarlıklar konusunda yol
göstermekte ve güvencesiz insanlara faydalar sağlamaktadır. Tüm bu örgütler,
telif hakkı konusundaki tartışmalarda oldukça aktif biçimde yer almaktadırlar.
Yüksek teknoloji alanında yükselen işçi birliklerinin ardındaki en önemli
neden geleneksel sendikaların örgütlenmede başarılı olamamış olmalarıdır.
Diğer yandan, eski sendikalarda bazı başarılar elde etmişlerdir. Örneğin,
Birleşik Yiyecek ve Ticaret İşçileri (the United Food and Commercial
Workers), on-line hizmet sağlayan Peabody’s ve Albrittons gibi
süpermarketlerde çalışanları örgütlemişlerdir. Ayrıca, AFL-CIO, sendika
üyesi olan ve olmayanları siyasi ve hukuksal mücadelede işbirliğine götürecek
bazı birliktelikler, örneğin Çalışan Amerika (Working Amerika) gibi,
kurmakta başarı elde etmiştir. Kurucularından, Karen Nussbaum, 1980’lerde
Dokuz’dan Beşe (Nine to Five) isimli bir grup kurarak, kadın ofis
çalışanlarının ilk örgütünü yaratmıştır. Hizmet Çalışanları Uluslararası
Sendikası (The Service Employees International Union), purpleocean.org
isimli bir on-line üyelik örgütü yaratmışlardır; amaç ise sendikanın bakış
açısını genişletmek ve işyeri dışında sosyal adalet aktivizmine dahil olmaktır.
Aynı sendika yöndeşmesinde olduğu gibi, örgütlü emeğin karşı karşıya
olduğu krizi aşmada işçi birliklerinin ne kadar başarılı olacağı konusu da
belirsizdir. Bir yandan, yeni teknolojiyi kullanarak işçilere ulaşan yeni bir
sendikal form yaratmaktadırlar. İşçi hareketine, bir sendikanın parçası olmayı
özellikle istemeyenleri eklemlemektedirler. Ayrıca, gittikçe artan hareketlilik
içinde toplu sözleşmenin çok da fazla bir şey ifade etmediğini
belirtmektedirler. İşçi birlikleri, yaratıcıların kendi emeklerine karşı kendi
haklarını savunacakları ve iletişim ve enformasyon içeriğine müdahalede
hükümetin sorumluluklarını hatırlatan bir platform oluşturmaktadırlar. Ama
aynı zamanda, kimileri, bu yeni birliklerin gelecek için çok çok ufak bir umut
taşıdıklarını savlayabilir. İşçi birlikleri, toplu sözleşmeye dahil olmadıkları
için, ücretler ve çalışma koşulları konularında çok az kazanım
78
Vincent Mosco
sağlayabilmektedirler. Bunlar büyüyen bilgi sektöründe örgütlenemeyen
sendikaların başarısızlık nedenlerine kanıt olarak ortaya atılabilir ve bu işler,
geleceğin işleri ise, geleneksel sendikacılık için fazla umut vaat etmiyorlar.
İşçi birlikleri, işçi hareketini yeniden inşa etmek için yeni bir başlangıç olarak
görülebilirler, belki de eski modeli yeniden keşfederler ama örgütlü emeğin
son nefesinden biraz daha fazlasına sahiptirler.
Mülakatlara ve yazılı belgelere dayanarak, bu çalışma, Kuzey Amerikalı
işçilerin yöndeşik bilgi ve iletişim endüstrilerinde yaşananlara ilişkin
cevaplarını inceledi. Bir yandan, geleneksel sendikalar, bir zamanlar ayrı
tanımlanan sektörlerdeki, gazetecilik, yayıncılık, telekomünikasyon,
enformasyon teknoloji ve/veya elektronik hizmetler gibi, işçileri bir araya
getirerek ve kendi yöndeşmelerini yaratarak sürece cevap vermektedirler.
Alternatif olarak, bilgi endüstrisindeki diğer işçiler, teknik ve yaratıcı
profesyoneller, toplu sözleşme süreci olmadan üyelerine faydalar
sağlayabilecek işçi birliklerinin yeni formlarını deneyimlemektedirler.
Araştırmamız, bu gelişmelerin önemli kazanımlar sağladığı yolunda kanıtlar
içermektedir. CBC’nin zaferi, teknik ve hava personelini bir araya getirme ve
emeğe dair önemli bir tartışmada kamu desteğini alma gibi noktalarda çok
önemlidir. Fakat tüm bunlar, Kuzey Amerika’da emeğin düşüşünün önüne
geçememiştir.
Araştırmamızdaki bir sonraki adım ise emeğin yöndeşmesi sürecini ve işçi
birliklerinin oluşumunu uluslararası alanda incelemek olacaktır. Daha net
olarak, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (International Federation of
Journalists), Uluslararası Sendikal Ağ (the Union Network International) gibi
örgütleri ve de Hindistan’da İletişim Teknolojileri Profesyonel Forumu (IT
Professional’s Forum), Yeni Sendika İnisiyatifi (the New Trade Union
Initiative) ve İletişim Teknolojileri ve Bağlı Hizmetler Profesyonelleri
Sendikası (UNITES) (the Union for Information Technology & Enabled
Services Professionals) gibi işçi birliklerini inceleyeceğimiz bir projeye
başlamak üzereyiz. Kuzey Amerika işçi hareketindeki gelişmeler, özellikle
bilgi ve iletişim sektörlerinde, hiç şüphesiz ilginç ve önemlidir. Fakat, eğer
emek değişen uluslararası işbölümüne başarılı bir cevap üretecekse; bu cevap
küresel ölçekte yeni yöndeşme formları ile olmalıdır. Küresel emek
federasyonlarını, yeni işçi birliklerini ve karşılıklı ilişkilerini incelemek,
emeğin küresel bilgi ekonomisine meydan okuma ve demokratik enformasyon
toplumunu savunma gücünü saptamak için oldukça yaşamsaldır.
Emeğin Yöndeşmesi
79
KAYNAKÇA
Artz, L. ve Kamalipour, Y. R. (Eds.) (2003), The Globalization of Corporate Media
Hegemony. Albany: State University of New York Press.
Babe, R. E. (1996), “Convergence and the new technologies,” Dorland, M. (Ed.), The
Cultural Industries in Canada içinde, Toronto: Lorimer, pp. 283-307.
Bahr, M. (1998), From the Telegraph to the Internet, Washington, D.C.: National
Press Books.
Barley, S. R. ve Kunda, G. (2004), Gurus, Hired Guns, and Warm Bodies: Itinerant
Experts in a Knowledge Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press.
Batstone, E. (1984), Working Order: Workplace Industrial Relations over Two
Decades, Oxford: Basil Blackwell.
Bell, D. (1973), The Coming of a Post-Industrial Society, New York: Basic.
Bell, D. (1976), The Cultural Contradictions of Capitalism. New York: Basic.
Bédard, M. (2005), “Union membership in Canada”, Ottawa: Human Resources and
Skills Development Canada, Labour Program, January 1.
Braverman, H. (1973), Labor and Monopoly Capital, New York: Monthly Review.
Brint, S. (2001), “Professionals and the knowledge economy: Rethinking the theory
of postindustrial Society”, Current Sociology, Vol 49 No. 4, pp. 101-132.
Brophy, E. (2006), “System error: Labour precarity and collective organizing at
Microsoft”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp.
Clawson, D. (2003), “Is Labor on the edge of a new upsurge”, Labor Notes,
September 2.
Dyer-Witheford, N. (1999), Cyber-Marx: Cycles and Circuits of Struggle in High
Technology Capitalism, Urbana and Chicago: University of Illinois Press.
Economic Policy Institute (2004), Offshoring, Washington, D.C.: Economic Policy
Institute, Available http://www.epinet.org/content.cfm/issueguide_offshoring
Elmer, G. ve Gasher, M. (Eds.) (2005), Contracting Out Hollywood: Runaway
Productions and Foreign Location Shooting, Lanham, MD: Rowman and Littlefield.
Herman, E. S. ve Chomsky, N. (2002), Manufacturing Consent, New York: Pantheon.
Huws, U. (2003), The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New
York: Monthly Review Press.
Karnitschnig, M. (2006), “Time Warner stops pushing synergy”, The Wall Street
Journal, June 2. www.post-gazette.com [June 3 2006].
Katz, H. C. (ed.) (1997), Telecommunications: Restructuring Work and Employment
Relations Worldwide, Ithaca, NY: ILR Press.
Kiss, S. ve Mosco, V. (2005), Trade union protection Of workers’ privacy: A content
analysis of English and French-language collective agreements in Canada,
Canadian Journal of Communication, Vol 30 No 4, pp. 549-564.
Kline, S., Dyer-Witheford, N. ve de Peuter, G. (2003), Digital Play: The Interaction of
Technology, Culture and Marketing, Montreal: McGill-Queen’s Press.
Longstaff, P. F. (2002), The Communication Toolkit, Cambridge, MA: MIT Press.
80
Vincent Mosco
Machlup, F. (1962), The Production and Distribution of Knowledge in the United
States, Princeton, NJ: Princeton University Press.
McKercher, C. (2002), Newsworkers Unite: Labor, Convergence and North American
Newspapers, Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield.
McKercher, C. ve Mosco, V. (2006), “Divided they stand: Hollywood unions in the
Information Age”, Work Organization, Labour and Globalisation, yayımlanacak.
Mosco, V. (1996), The Political Economy of Communication, London: Sage.
Mosco, V. (2004), The Digital Sublime: Myth, Power, and Cyberspace, Cambridge,
MA: MIT Press.
Mosco, V. (2006), “Knowledge workers in the global economy: Antimonies of
outsourcing”, Social Identities, Vol 12, No 6, pp. 771-790.
Mosco, V. ve McKercher, C. (2006), “Convergence bites back”, Canadian Journal of
Communication, Vol 31 No 3, pp. 733-751.
Negroponte, N. (1996), Being Digital, Cambridge, MA: MIT Press.
Nichols, J. ve McChesney, R. W. (2005), Tragedy and Farce: How the American
Media Sell Wars, Spin Elections, and Destroy Democracy, New York: The New
Press.
Porat, M.U. (1977), The Information Economy, Washington, DC: Office of
Telecommunications, Department of Commerce.
Powell, W. W. ve Snellman, K. (2004), “The knowledge economy”, Annual Review
of Sociology, Vol 30, pp. 199-220.
Schiller, D. (1999), Digital Capitalism, Cambridge, MA: MIT Press.
Schiller, H. I. (1973), The Mind Managers, Boston: Beacon.
Statistics Canada (2004), “Study: The union movement in transition”, The Daily,
August 31.
Stone, K. (2004), From Widgets to Digits: Employment Regulation for the Changing
Workplace, Cambridge: Cambridge University Press.
Swift, J. (2003), Walking the Union Walk, Ottawa: Communication Energy and
Paperworkers Union of Canada.
Terranova, T. (2004), Network Culture: Politics for the Information Age, London:
Pluto.
U.S. Bureau of Labor Statistics (2006), Union Members in 2005, Washington, D.C.:
Bureau of Labor Statistics.
Van Jaarsveld, D. D. (2004), “Collective representation among high-tech workers at
Microsoft and beyond: Lessons from WashTech/CWA,” Industrial Relations,
Vol 43, No 2, pp.364-385.
Winseck, D. (1998), Reconvergence: A Political Economy of Telecommunications,
Hampton, NJ: Hampton Press
Winter, J. (2005), Lies the Media Tell Us, Montreal: Black Rose Press.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 81-100
Presentation
Article
Labour convergence in the
knowledge ındustries
Vincent Mosco
Canada Research Chair in Communication and Society
Professor of Sociology
Queen’s University, Kingston, Canada
[email protected]
Abstract: This paper addresses a central ethical issue: the right of those who produce
and distribute communication and information to organize collectively to defend their
interests and the interests of those who aspire to a democratic communication system
in society.
Keywords: Knowledge workers, ethics, political economy, labor unions
Research from a variety of perspectives has demonstrated the importance
of information and communication labour in the modern economy (DyerWitheford, 1999; Huws, 2003; Terranova, 2004). In an era characterized by
declining trade union penetration, increasing corporate concentration, and the
rise of global conglomerates that feed into – and are fed by – the spread of
new communication and information technology, North American knowledge
workers have begun to explore new ways to increase labour’s power. This is
especially the case in the communication sector, which provides the
82
Vincent Mosco
equipment that makes globalization possible, and the production and
distribution of the ideas that make it work. This paper addresses a central
ethical issue: the right of those who produce and distribute communication
and information to organize collectively to defend their interests and the
interests of those who aspire to a democratic communication system in society
One approach is to pursue trade union mergers, designed strategically to
restructure labour unions along much the same lines as the corporations that
employ their members. There is considerable research on the value of merger
or convergence among trade unions, including in the communication and
information industries (Batstone, 1984; Katz, 1997; Stone, 2004). Convergent
unions like the Communications Workers of America (CWA) or the
Communications, Energy and Paperworkers Union of Canada (CEP) bring
together workers in what were once independent industries – newspapers,
telecommunications, sound recording, broadcasting – but now are part of
cross-media conglomerates. These unions also recognize that it is not just the
boundaries between employers that have become blurred; the boundaries
between what were once distinct forms of work have also been obscured
through the spread of digital technology. Labour convergence, therefore, is
seen as an appropriate response to technological and corporate convergence
and an opportunity to advance the public interest in communication
(McKercher, 2002; Swift, 2003; Bahr, 1998). A second approach is to create
non-traditional worker organizations, which draw into the labour movement
people who cannot or will not join a traditional trade union. Such groups
provide a range of services and support for workers, their families and their
communities but do not engage in collective bargaining. In North America,
they are particularly prominent in the high-technology area (Stone, 2004;
Kline, Dyer-Witheford and de Peuter, 2003; van Jaarsveld, 2004). In both
union convergence and new worker organizations, knowledge sector workers
are demonstrating that, although not always successful, they remain strong
enough to challenge the erosion of democratic communication and, moreover,
demonstrate the potential to enlarge it to include labour.
Call centre employees, university professors, and journalists have very
little in common but do share important places in the knowledge industries.
Analysis and debate about this sector began in earnest shortly after World
War II when scholars noticed growth in the number of njobs outside the
agricultural and manufacturing sectors. In the early years, the academic
Knowledge Industries
83
emphasis was on developing measures to track the growth of the information
sector as an economic force. Machlup (1962) was among the leaders in
charting the expansion of the data and information components of the
economy and Porat (1977) built on this work to document the shift from an
economy based on the primary (agriculture) and secondary (manufacturing)
sectors to one rooted in services (tertiary) and information (quaternary)
occupations. Neither Machlup nor Porat addressed the political, social, and
cultural implications of this transformation in anything approaching the
theoretical sophistication of Daniel Bell (1973).
According to Bell, we were not only experiencing expansion in data and
information, nor merely a shift in the major occupational categories. Rather,
we were in the early years of a transformation in the nature of capitalist
society. Capitalism had been governed for two centuries by industrialists and
their financiers who comprised the capitalist class. Now, with the rise of a
society dependent on technology and particularly on the production and
distribution of information, Bell maintained that a new class of leaders, a
genuine knowledge class of well-trained scientific-technical workers was
rising to prominence and ultimately to leadership of a post-industrial
capitalism. Such a society would not necessarily be more democratic, but it
did portend a shift in power from its traditional base in family inheritance to
technical and scientific knowledge. The ranks of knowledge workers, chosen
by merit, would literally power and manage this new post-industrial economy,
leading to steady economic growth and the decline of historic ideologies.
Political battles over public policy, Bell maintained, would diminish as
technical algorithms and knowledge-based measures, would come to govern.
There would no doubt be tensions in such a society, but these would be
technical and not ideological. The only potential for serious division lay
outside the economic and political spheres. As Bell (1976) would argue in his
next far darker book, the only significant internal threat to post-industrial
society was a culture sinking deeper into consumer hedonism and irrational
beliefs. The conjunction of two seeming opposites - materialism and counterculture - threatened the foundation of post-industrialism because they
challenged the delayed gratification and support for technical rationality that
were required to maintain it.
It did not take long for others to conclude that, cultural issues aside, postindustrialism itself was not inherently progressive. For Herbert Schiller
84
Vincent Mosco
(1973), post-industrialism meant the rise of transnational media and
communication businesses that would pump out support for American values,
including its military and imperial ambitions, and eliminate alternatives
through increasingly concentrated market power. According to Harry
Braverman (1973), for the vast majority of workers in the service, retail, and
knowledge professions, labour would be as regimented and ultimately deskilled, as their predecessors were in the era of assembly line manufacturing.
Indeed, given the immateriality of knowledge work, it would be easier than in
the industrial era to separate conception from execution, and to concentrate
the power of conception (e.g., design and management) in a dominant class.
There has been widespread debate ever since Bell, Braverman, and
Schiller addressed these issues in 1973, but there is some agreement in key
areas, including that a shift has occurred in developed societies, and that one
is beginning in some less developed ones, from manufacturing to knowledge
work. Yes, people agree, there was and still is considerable knowledge
required in much of manufacturing as well as in agricultural work. But the
difference today is that an increasing amount of work is taken up with the
production and distribution of information, communication, and knowledge.
Furthermore, there is agreement that a dynamic process of de-skilling, upskilling and re-skilling is taking place in the occupational hierarchy. At
different times and in different sectors one or another of these processes
predominates but the labour process, most concur, cannot be reduced to the
singularity of one process (Barley and Kunda, 2004; Brint, 2001; Powell and
Snellman, 2004). Nevertheless, there is also agreement that companies have
benefited from reducing the skill component of jobs or eliminating jobs
entirely and replacing them with automated systems. This especially applies
to jobs traditionally filled by women (Huws, 2003). Where deskilling or job
elimination is not possible, companies have accomplished the same objective
by moving jobs to low wage areas within a country or by shipping them
abroad. Since knowledge work typically does not require moving material
things over long distances (e.g. call centres and software engineering contain
little or no bulk), the production process requires the use of global
telecommunications systems whose costs have been declining over years of
technological development. This process, of outsourcing, enables, for
example, an American company to use data entry workers in China, call
centre employees in Canada, and software programmers in India and incur a
Knowledge Industries
85
fraction of the costs of employing workers in the United States. This process
is by and large an extension of the general predominance of a business-led
neo-liberal agenda that has transformed the business-labour social contract of
the 1950s and 60s (guaranteed jobs at a living wage with a package of
benefits) to a business-first agenda that, in the name of productivity, has made
jobs, wages, and certainly benefits, far from a guarantee in today’s developed
societies. Because outsourcing is part of a wider business agenda which has
also attacked the social policy instruments that protected labour and trade
unions, it has been all the more difficult for working people to mount a
successful defense (Economic Policy Institute, 2004).
Nevertheless, outsourcing is not without its antimonies. A large share of
outsourcing in the knowledge and communication sectors is contained within
the developed world where, for example, Canada has become Hollywood
North and Ireland continues to benefit from its skilled workforce and wage
premium. Moreover, although India is a major source of low wage knowledge
labour, its major companies such as ICICI, Tata, Infosys, and Wipro are
taking a leading role in the outsourcing industry. Their activities in North
America suggest that place still matters and that culture counts. Finally,
resistance is growing from labour organizations and that is one reason why the
expansion of convergent unions and worker associations in the knowledge and
communication sectors is particularly important (Elmer and Gasher, 2005;
Mosco, 2006). However, the data on general trade union membership in North
America are not encouraging for those who would like to see this resistance
expand.
In 2005, 12.5 percent of wage and salary workers in the U.S. were trade
union members. According to the U.S. Department of Labor’s Bureau of
Labor Statistics, this was down from 12.9 percent in 2003 and 12.7 in 2004.
The union membership rate has steadily declined from a high of 20.1 percent
in 1983, the first year for which comparable union data are available. The
figures for private sector members are even lower, about 7.8 percent,
compared to 36.5 percent of government workers. Two occupational groups—
education, training, and library occupations, on the one hand, and protective
service occupations on the other—had the highest unionization rates in 2004,
at about 38.5 and 37 percent respectively. The first group of workers is
centrally located in the knowledge industry and represents one indication that
there is potential for union growth in this rapidly expanding sector (U.S.
86
Vincent Mosco
Bureau of Labor Statistics, 2006). The situation is marginally better in Canada
where, in 2005, 30.7 percent of workers were union members, an increase
from 30.4 percent in 2004 (Bédard, 2005). According to a 2004 government
report, 72 percent of Canadian public sector workers and 18 percent of
employees in the private sector were union members. However, union density
is also down in Canada from the 35 percent of workers who were union
members in 1990 (Statistics Canada, 2004).
Admittedly, we need to place these numbers in historical context because
union density rates were at these low levels in the 1920s only to bounce up to
highs in the 1930s that were maintained into the early 1950s. As late as 1932,
an eminent American labor economist, speaking to a meeting of the American
Economics Association, reflected on the American Federation of Labor’s loss
of 40 percent of its members and pronounced that technological change made
it nearly impossible for the union movement to regain its earlier strength
(Clawson, 2003). Furthermore, although union density is declining, the
absolute number of union members is growing with overall expansion of the
workforces in both the United States and Canada. While it is the case that the
United States and Canada have more unionized workers than ever before,
density rates continue to decline and there is general agreement among
scholars and trade unionists themselves that workers in the knowledge
economy face serious problems. Two strategies stand out for doing something
to rectify the problem. Established trade unions in the United States and
Canada have adopted a merger strategy to better mobilize and concentrate
resources. This has especially been the case in the knowledge and
communication sectors. In order to understand this strategy, as it applies to the
knowledge and media sector, it is useful to consider the concept of
convergence.
Convergence is one of the central developments taking place across the
media, telecommunications and information sectors of the communications
industry. Generally speaking, it refers to the integration of technologies,
arenas and institutions in these industries and more specifically to the
integration of the devices that these industries use and to the information they
process, distribute and exchange over and through these devices (Babe, 1996;
McKercher, 2002; Winseck, 1998). By integrating computers and
telecommunications, the internet is now an iconic example of technological
convergence. This form of convergence is linked to, and partly responsible
Knowledge Industries
87
for, the convergence of once separate industries into a common arena
providing electronic information and communication services. Differences in
the social relations of technology, including corporate and regulatory
arrangements negotiated in the 19th and 20th centuries that divided up the
media into fields of mutually exclusive dominance, once erected thick walls
between print media, electronic media, telecommunications, and information
services and between the labour process and trade union structure in those
industries. Now, owing largely to the power of private communication
companies, the walls are breaking down, eliminating many of the distinctive
features that divided these separate industries and creating one large electronic
information and communication services arena.
Convergence has enabled the interconnection of technologies to create
new systems of hardware and new levels of service, such as wireless
networking in Wi-Fi and Wi-Max systems. Hardware convergence has been
greatly advanced with the development of a common digital language that
does not distinguish among audio, video or data transmission, reducing all
communication to one language that provides a manifold increase in the
quantity and quality of electronic communication. Digitization has the
technological advantage of providing enormous gains in transmission speed
and flexibility over earlier forms of electronic communication, which were
largely reliant on analog techniques (Longstaff, 2002). But digitization takes
place in the context of, and greatly expands, the process of commodification,
or the transformation of what amounts to a resource into a marketable product
or service. On the one hand, the expansion of the commodity form provides
the context for who leads the process of digitization and for how it is applied.
On the other hand, digitization is used to expand the commodification of
information and entertainment, specifically to enlarge markets in
communication products, deepen the commodification of labour involved in
the production, distribution and exchange of communication, and expand
markets in the audiences that receive and make use of electronic
communication (Mosco, 1996).
Companies are taking advantage of technological convergence by creating
corporate or institutional convergence. This is embodied in the scope of
merger and acquisition activity that is most prominent within the knowledge
and media industry, though not limited to this sector (Mosco, 2004; Nichols
and McChesney, 2005; Schiller, 1999). Convergence is bringing together
88
Vincent Mosco
communication firms seeking to take advantage of opportunities to integrate
products and services, to cross-promote and cross-market in previously
separate spheres like entertainment and news, and to cross-produce content
for a range of media. Corporate convergence does not, in and of itself,
guarantee success. In the short run, it sometimes does not produce the
synergies that companies anticipate, such as integrating the cultures of the
print newsroom and the broadcasting station. It also sometimes results in
content that cannot attract audiences. These facts help to explain the
difficulties experienced by convergent media firms like AT&T, Bell Canada
Enterprises and AOL Time Warner. Indeed, according to the Wall Street
Journal, Time Warner executives no longer talk about “synergies” but about
“adjacencies” (Karnitschnig, 2006). Moreover, digitization itself is not a
flawless process and technical problems do slow its development. Another
stumbling block in the process of technological and institutional convergence
is the state of government regulation. Technological and institutional
convergence have raised fundamental problems for regulatory policies that
were established for discrete industries based on discrete technologies. But
these may be short-term problems, which can result in cyclical declines over
the course of a secular trend, rather than as evidence that convergence has
failed. Large units enable businesses to better control their environments,
limiting competitive pressures even as they benefit by developing internal
market competition among divisions.
Convergence is not just a technological, political and organizational
process. It is also a myth or a story about how computer communication is
revolutionizing technology, politics, and society. As such it is part of a
sublime vision that, in its strongest form, envisions the technology creating
the conditions for the end of history, the end of geography, and the end of
politics (Mosco, 2004). Convergence is therefore more than just a term to
describe an ostensible change in technology and organization. It is part of a
utopian discourse that aims to lead us from the course materiality of, in
Nicholas Negroponte’s terms, “the world of atoms,” so that we can “learn to
be digital” (Negroponte, 1996). This affirmative vision is used to rationalize
eliminating the public interest principle in communication, tightening
surveillance practices, and the growing control of a handful of companies over
the production and distribution of communication and information. To say
that convergence is a myth is not to imply that it is false. Rather, myths take a
Knowledge Industries
89
basic empirical reality and enlarge it by attributing transformative social and
cultural consequences that are not currently justified by empirical evidence.
Convergence, as both a political and cultural process, creates considerable
pessimism among those who support democratic communication, diversity in
the form and content of knowledge, information and entertainment, and
universal and equitable access to media (Artz and Kamalipour, 2003; Herman
and Chomsky, 2002; Winter, 2005). But the growth of trade union
convergence is creating some grounds for optimism.
In the United States, a range of media unions -- the International
Typographical Workers Union (ITU), the Newspaper Guild, and the National
Association of Broadcast Employees and Technicians (NABET) -- have
joined the Communications Workers of America (CWA). The model of a
convergent union (or what the CWA likes to call itself “a trade union for the
information age”) the CWA represents workers employed in
telecommunications, broadcasting, cable TV, newspaper and wire service
journalism, publishing, electronics and general manufacturing, as well as
airline customer service, government service, health care, education and other
fields. Among the major employers of CWA members are AT&T, GTE, the
Regional Bell telephone companies, Lucent Technologies/Bell Labs, the NBC
and ABC television networks, the Canadian Broadcasting Corporation (CBC),
and major newspapers such as the New York Times, Wall Street Journal and
the Washington Post. In Canada, the Communications, Energy and
Paperworkers Union (CEP) has pursued a similar pattern. It has merged with
many of the Canadian units from the ITU, Canadian units from the
Newspaper Guild, and Canadian NABET. Its members work in pulp and
paper mills, telephone companies, newspapers, radio and television. They are
also employed as graphic artists, hotel workers, computer programmers, truck
drivers and nurses. Furthermore, the Telecommunications Workers Union
(TWU), which historically represented telephone workers in British
Columbia, was able to extend its jurisdiction over telecommunications
workers in other parts of the country because the Canadian labour regulatory
body, the CIRB, determined that technological and industry convergence was
best represented by one converged union.
To a degree, the unions see these actions as defensive, or as ways of
protecting their members. But significantly, they also see labour convergence
as an attempt to take advantage of synergies brought about by growing
90
Vincent Mosco
convergence in the nature of their work (Bahr, 1998). Since these unions
represent workers who are increasingly involved in producing for converging
electronic information services arena, they see improved opportunities for
organizing, for bargaining, and for advancing a political program. In essence,
converging technologies and converging companies have led workers to come
together across the knowledge industry (McKercher, 2002).
This strategy has not always been successful. For example, one of the
keys to mobilizing against the increasingly integrated video and film
industries, encompassing mainly television and Hollywood, is to merge
unions representing both sectors, just as companies like Disney and Fox have
used their merged power to control their respective workers. For example,
without a unified workforce, these companies can dictate the terms of
contracts on how revenues from multiple uses of the same television program
or film, are to be divided. Specifically, trade union convergence in this sector
would mean bringing together AFTRA, the American Federation of
Television and Radio Artists, and SAG, the Screen Actors Guild. But attempts
to accomplish this have failed, most recently in 1999 and 2003, in very close
votes (McKercher and Mosco, forthcoming). In Canada, attempts to build
closer ties among its major telecommunications unions have also not been
particularly successful. Setting up the National Association of
Communication Unions created formal federation links between the CEP and
the Telecommunications Workers Union. But perhaps because the latter has a
history of radicalism (it once took over the telephone exchanges of Vancouver
during a strike action in 1981) and because the TWU has eschewed the
convergent union idea, the two unions have not worked closely together
(Mosco and McKercher, 2006).
Convergence also creates cross-border difficulties, as workers at the CBC
experienced when, to facilitate bargaining, the CIRB ordered its unions to
merge. Prior to this time the CBC’s journalists had been members of the
CWA (which won the right of representation when it merged with the
Newspaper Guild) and its technicians were part of the CEP. This meant that
some employees with Canada’s national broadcaster were members of an
American union while others were members of a Canadian union. In the
ensuing vote, members decided to join the larger CWA making all the
employees at Canada’s national public broadcaster part of an American union.
Nevertheless, this form of cross-border convergence has proven to be very
Knowledge Industries
91
useful, contributing significantly to the surprising success of CBC workers
against its management which locked them out in August 2005. This case
demonstrated the ability of different types of knowledge workers, e.g.
journalists and technicians, to work together and maintain solidarity with the
help of a strong union, even though that union is based in another country
(Mosco and McKercher, 2006). It also demonstrated the ability of a
communication workers union, even one based outside of Canada, win the
support of the Canadian public by connecting their specific labour concerns
(full time secure jobs at good pay with limited contracting out) to the survival
of public communication systems in Canada.
In 2005, the merger issue heated up in the United States when, in the wake
of the big Republican victory in the 2004 general election and continued
decline in union density rates, one of the major unions in the AFL-CIO
threatened to pull out unless the federation permitted significant new mergers
and other organizational changes. Specifically, the fastest growing major
union in the United States, the Service Employees International Union
(SEIU), demanded that the federation consolidate several of its member
unions and shift funding from its own research and political activity to grass
roots organizing. Holding out the threat of withdrawal, the SEIU was backed
by the powerful Teamsters Union. The AFL-CIO proposed a compromise but
was not successful and several unions left the federation to form their own
Change to Win Coalition comprising 5.4 million members committed to
stepped-up union organizing. Partly in response to this major defection, the
AFL-CIO set up an industry co-ordinating committee made up of ten unions
covering the arts, entertainment, media and telecommunications industries.
The committee’s goal is to build labour power in the industries that have been
rocked by corporate concentration and technological change and to use that
power to fight for the public interest in their industries. Convergence,
therefore, may also be a response to the failure of an organization to maintain
its membership.
It is uncertain just how far the urge to merge or the convergence
movement will take North American trade unions. Will it bring back the idea
of One Big Union, once popular a century ago with the Knights of Labor and
Industrial Workers of the World? Can it expand democracy and citizen
engagement by empowering a segment of society that has declined over the
past three decades? Is it a genuine new start for labour or a last gasp? It is too
92
Vincent Mosco
early to answer these questions. But it is useful to consider different
perspectives on the significance of this development.
On the one hand, labour union convergence increases the centralization of
power and of bureaucracy, thereby making it less likely that union leadership
can maintain close contact with the rank-and-file membership. Indeed the
evidence from outside North America is not encouraging. For example, in the
1990s the Australian labour movement succeeded in halving the number of its
unions, but this did not stop the erosion of union density. Does trade union
convergence mean sacrificing union democracy for various forms of cartel
unionism?
On the other hand, convergence does give unions greater clout in
collective bargaining, thereby diminishing the power that has been
concentrated in big companies over the past three decades. To support this
view, one can point to the CWA’s success in organizing wireless
telecommunication workers and in defending technical and on-air staff at the
CBC. Moreover, mergers allow unions to be more involved in a wide array of
social and political activities that might even conflict with the narrow interests
of one of its constituents. For example, Swift (2003) cites the CEP as a case in
point of a converged communication union that has been more deeply
involved in major policy issues since it expanded over the converged
information industries including the struggle to limit media concentration in
Canada, as well as in the fight against lifting restrictions on foreign ownership
of Canadian media. The CEP has been in the forefront of lobbying to maintain
public telecommunications in the province of Saskatchewan and public hydropower in Ontario. Moreover, one of the advantages of a converged union is its
ability to rise above the narrow interests of some of its members. So even
though the CEP represents energy workers, it is fully behind the Kyoto
Accords to limit the expansion of greenhouse gasses. Furthermore, it was able
to stand up for its paper workers against the powerful wood products company
Abitibi because convergence permitted the CEP to draw from the strike funds
of its energy and communication industry members. It also has the resources
to create a Quebec Solidarity Fund that permitted it to invest in declining
Quebec paper mills and keep them from closing. Furthermore, the CEP has
been extensively involved in the anti-globalization movement and in
supporting unionization in Mexico and throughout Latin America with the
help of the CEP Humanity Fund. Additionally, research conducted by Kiss
Knowledge Industries
93
and Mosco (2005) on what unions are doing about surveillance in the
workplace has demonstrated that knowledge worker unions, especially
convergent unions like the CEP, provide the best protections for workers in
their collective agreements. Nevertheless, it is not entirely clear whether
converged unions are genuinely bringing together different kinds of workers
in the knowledge, information and communication sectors, such as
newsworkers and telephone operators, or are merely federations of dissimilar
employees.
A second response to the crisis in North American organized labour is the
formation of worker associations or worker movements that provide benefits
to workers without formally negotiating collective agreements. These have
been especially prominent in the high tech sector where union organizing has
been especially difficult. They are more evident in the United States than in
Canada, though there have been some Canadian initiatives such as the
Association des Travailleurs du Multimedia du Quebec, but these have not
received substantial support. Worker associations are also more prominent
among part-time permanent workers who are difficult to organize by
traditional unions because they typically work for an employment agency, not
the high tech company itself. These associations are prominent in California’s
Silicon Valley where fully 40 percent of workers are employed in nonstandard ways and in Microsoft’s territory in the Pacific Northwest which
gave rise to the term “Permatemp” or permanent temporary worker, so named
because they work full time but on hourly contracts that contain practically no
benefits or overtime pay. Among the specific goals of these associations are
portable benefits for a highly mobile workforce, lifelong training, job
placement, providing assistance to individual workers, dissemination of
information to workers and offering health care plans to workers who are not
eligible for employer paid benefits. But they also aspire to introduce public
service principles into relevant policy debates such as the difficult issue of
outsourcing technology-intensive jobs to low wage nations.
Two types of such associations feature significantly in the knowledge
sector, those that represent technology-intensive workers and those that
primarily produce content. Perhaps the leading example and model of the
former is WashTech, an offshoot of the CWA in the Seattle high tech industry
formed by disgruntled Microsoft permatemps who were successful in a legal
action against the company for salary and benefits denied them because they
94
Vincent Mosco
were placed in the temporary worker category (Brophy, 2006; van Jaarsveld,
2004). One of the biggest difficulties workers face in the high tech industry is
that many of them do not formally work for the high tech company itself but
for companies like Manpower which provide high tech firms with workers.
Nevertheless, what helped forge WashTech was Microsoft’s use of its
political power to create the permatemps category thereby denying a large
group of otherwise full time employees the salary and benefits that would go
to recognized full time workers. The lawsuit and the assistance of the CWA
helped to galvanize a sufficient number of Microsoft workers to form
WashTech.
WashTech includes programmers, editors, web designers, systems
analysts, proofers, testers and engineers who aim to win higher pay, health
benefits, vacation, access to retirement plans, discounted stock options, and
workplace training. In addition to taking legal action against Microsoft,
WashTech members have used their technical skills to unearth a secret
Microsoft database on employee performance and distribute it to members. It
also found contract documents dating back to 2001 cementing deals to
outsource high-end software architecture to Indian firms that the company
hoped to keep secret. WashTech has been successful at Microsoft, helped by
its association with research advocacy groups such at the Center for a
Changing Workforce and its online site Techsunite.Org which provides
information and online organizing for high tech workers. But it has at best
enjoyed mixed success in expanding to other knowledge sector workers. It
tried but failed to organize disgruntled workers at the online bookseller
Amazon.com but did succeed in organizing workers at Cingular wireless.
Today WashTech is especially involved in fighting the outsourcing of tech
jobs to places like India and China and has been successful in convincing
some state legislators to stop outsourcing government tech work.
Alliance @ IBM was also formed by the CWA and, like WashTech,
fought to win benefits that were initially denied to workers in the loosely
defined temporary category from its employer, in this case, IBM. The
company has been notorious for the concerns about toxic chemicals in the
workplace and Alliance has been particularly active in fighting to bring public
service principles to occupational safety and health cases before the courts. It
has also been successful in winning some formal representation for workers at
both Manpower and IBM.
Knowledge Industries
95
It is unusual to think of engineers and the labour movement in the same
sentence but the Society of Professional Engineering Employees in Aerospace
(SPEEA) has made it necessary for the management at Boeing to do so
because in 2000 the Society led the largest white collar strike in U.S. history
against the giant manufacturer. Indeed what makes the SPEEA particularly
interesting to those who believe that knowledge work offers the potential for
new forms of organizing is that much of their success was influenced by use
of email and the web. For example, the union managed to collect home e-mail
addresses while building a communications network for their strike against
Boeing in 2000. In perhaps the most effective use of its database, SPEEA was
able to generate a picket line of 500 people in six hours by e-mail alone, to
disrupt an unannounced meeting of the Boeing board of directors in a local
hotel. There are other noteworthy high tech worker association organizing
efforts as well. Systems Administrators Guilds have been set up in the U.S.
(and in the U.K. and Australia as well) to organize computer workers and
intervene in public policy debates.
Worker associations are also increasingly prominent among content
producers. Working Today is an advocacy group representing independent
workers including freelancers, consultants, temps, and contingent workers
based in New York, in the area known during the high tech boom as Silicon
Alley. It has been particularly successful in providing basic health insurance
to members. The Graphic Artists Guild represents web creators, illustrators,
designers who come together to improve working conditions and intervene in
the policy process dealing with copyright, taxation and other important policy
issues. The Creator’s Federation represents freelance writers and is credited
with winning an important case requiring publishers to receive freelancers’
approval before putting their work on a database. Additionally, the National
Writers’ Union in the United States boasts over 5000 members for whom it
provides model contracts, advice on bargaining with publishers and benefits
for people without insurance. All of these organizations have been active in
public policy debates about copyright or who owns and controls their work.
One of the primary reasons for the rise of worker associations in the high
tech field is that established trade unions have simply not been successful in
their organizing drives. Nevertheless, some of the old line unions did meet
with some success in the heyday of the dotcom boom when unions like the
United Food and Commercial Workers successfully organized dotcom
96
Vincent Mosco
workers in the online delivery services of supermarkets like Peabody’s and
Albrittons. Moreover, the AFL-CIO has been successful in building
community affiliates like Working America combining union and non-union
members who pledge to cooperate with unions in political and legislative
campaigns. Its founding director is Karen Nussbaum who created the first
organization of women office workers in the 1980s with a group called Nine
to Five. The Service Employees International Union has also created an online
membership organization called purpleocean.org in an effort to expand the
union’s scope and influence beyond the workplace by engaging in social
justice activism.
As with trade union convergence, there is uncertainty over the likely
success of worker associations in responding to the crisis facing organized
labour. On the one hand, they provide a new form of unionism that makes use
of new technology to reach workers who have little experience with unions.
They bring into the labour movement people who do not necessarily want to
be part of a trade union and represent a recognition that formal collective
agreements do not mean as much in a world of accelerating mobility. Worker
associations also provide a platform for defending the rights of creators to
their own work and the responsibilities of government to ensure the widest
possible access to communication and information content. But one can also
make the argument that the new associations are providing little hope for the
future. Since they are by and large not directly involved in collective
bargaining, worker associations offer few, if any, guarantees for wages and
working conditions. They are arguably evidence of the failure to organize
unions in the rapidly growing knowledge sector and since these jobs embody
the workplace of the future, they do not offer much hope for genuine trade
unionism. Worker associations may provide a new start toward rebuilding the
labour movement, perhaps by reinventing the old guild model, but they may
also represent little more than organized labour’s last gasp.
Drawing on documentary evidence and interviews, this paper examined
the response of North American workers in the converging knowledge and
communication industries. On the one hand, traditional unions have reacted
with their own form of convergence, bringing together workers across the
once separate sectors of journalism, broadcasting, telecommunications,
information technology and electronic services. Alternatively, other workers
in the knowledge industry, including both technical and creative
Knowledge Industries
97
professionals, are experimenting with new forms of worker association that
provide benefits for members without necessarily engaging in formal
collective bargaining. Our research has provided evidence that these
developments have produced some genuine achievements, include a victory at
the Canadian Broadcasting Corporation that demonstrated the ability to bring
together technical and on-air personnel and to advance the public interest in a
major labour dispute. But these actions have not yet stemmed the tide of
labour’s decline in North America.
The next step in our research is to examine the process of labour
convergence and worker association formation into the international arena.
Specifically, we are about to begin a project that will look at organizations
like the International Federation of Journalists, the Union Network
International, and workers associations in India like the IT Professional’s
Forum, the New Trade Union Initiative, and UNITES (the Union for
Information Technology & Enabled Services Professionals). Developments in
the North American labour movement, especially in the knowledge and
communication sectors, are no doubt interesting, and potentially significant.
But if labour is to respond successfully to the changing international division
of labour then it must respond with new forms of convergence at the global
level. Examining the state of global labour federations, new worker
associations, and their relationships is therefore essential to determine if
labour is able to meet the challenges of a global knowledge economy and to
assert the ethical right to mobilize in defense of a democratic information
society.
Reference List
Artz, L. and Kamalipour, Y. R. (Eds.) (2003), The Globalization of Corporate Media
Hegemony. Albany: State University of New York Press.
Babe, R. E. (1996), “Convergence and the new technologies,” in Dorland, M. (Ed.),
The Cultural Industries in Canada, Toronto: Lorimer, pp. 283-307.
Bahr, M. (1998), From the Telegraph to the Internet, Washington, D.C.: National
Press Books.
Barley, S. R. and Kunda, G. (2004), Gurus, Hired Guns, and Warm Bodies: Itinerant
Experts in a Knowledge Economy, Princeton, NJ: Princeton University Press.
Batstone, E. (1984), Working Order: Workplace Industrial Relations over Two
Decades, Oxford: Basil Blackwell.
98
Vincent Mosco
Bell, D. (1973), The Coming of a Post-Industrial Society, New York: Basic.
Bell, D. (1976), The Cultural Contradictions of Capitalism. New York: Basic.
Bédard, M. (2005), “Union membership in Canada”, Ottawa: Human Resources and
Skills Development Canada, Labour Program, January 1.
Braverman, H. (1973), Labor and Monopoly Capital, New York: Monthly Review.
Brint, S. (2001), “Professionals and the knowledge economy: Rethinking the theory
of postindustrial Society”, Current Sociology, Vol 49 No. 4, pp. 101-132.
Brophy, E. (2006), “System error: Labour precarity and collective organizing at
Microsoft”, Canadian Journal of Communication, Vol 31 No 3, pp.
Clawson, D. (2003), “Is Labor on the edge of a new upsurge”, Labor Notes,
September 2.
Dyer-Witheford, N. (1999), Cyber-Marx: Cycles and Circuits of Struggle in High
Technology Capitalism, Urbana and Chicago: University of Illinois Press.
Economic Policy Institute (2004), Offshoring, Washington, D.C.: Economic Policy
Institute, Available http://www.epinet.org/content.cfm/issueguide_offshoring
Elmer, G. and Gasher, M. (Eds.) (2005), Contracting Out Hollywood: Runaway
Productions and Foreign Location Shooting, Lanham, MD: Rowman and Littlefield.
Herman, E. S. and Chomsky, N. (2002), Manufacturing Consent, New York:
Pantheon.
Huws, U. (2003), The Making of a Cybertariat: Virtual Work in a Real World, New
York: Monthly Review Press.
Karnitschnig, M. (2006), “Time Warner stops pushing synergy”, The Wall Street
Journal, June 2. Reprinted in the Pittsburgh Post-Gazette.com. Available
www.post-gazette.com [June 3 2006].
Katz, H. C. (ed.) (1997), Telecommunications: Restructuring Work and Employment
Relations Worldwide, Ithaca, NY: ILR Press.
Kiss, S. and Mosco, V. (2005), Trade union protection Of workers’ privacy: A
content analysis of English and French-language collective agreements in
Canada, Canadian Journal of Communication, Vol 30 No 4, pp. 549-564.
Kline, S., Dyer-Witheford, N. and de Peuter, G. (2003), Digital Play: The Interaction
of Technology, Culture and Marketing, Montreal: McGill-Queen’s Press.
Longstaff, P. F. (2002), The Communication Toolkit, Cambridge, MA: MIT Press.
Machlup, F. (1962), The Production and Distribution of Knowledge in the United
States, Princeton, NJ: Princeton University Press.
McKercher, C. (2002), Newsworkers Unite: Labor, Convergence and North American
Newspapers, Lanham, Maryland: Rowman and Littlefield.
McKercher, C. and Mosco, V. (2006), “Divided they stand: Hollywood unions in the
Information Age”, Work Organization, Labour and Globalisation, forthcoming.
Mosco, V. (1996), The Political Economy of Communication, London: Sage.
Mosco, V. (2004), The Digital Sublime: Myth, Power, and Cyberspace, Cambridge,
MA: MIT Press.
Knowledge Industries
99
Mosco, V. (2006), “Knowledge workers in the global economy: Antimonies of
outsourcing”, Social Identities, Vol 12, No 6, pp. 771-790.
Mosco, V. and McKercher, C. (2006), “Convergence bites back”, Canadian Journal of
Communication, Vol 31 No 3, pp. 733-751.
Negroponte, N. (1996), Being Digital, Cambridge, MA: MIT Press.
Nichols, J. and McChesney, R. W. (2005), Tragedy and Farce: How the American
Media Sell Wars, Spin Elections, and Destroy Democracy, New York: The New
Press.
Porat, M.U. (1977), The Information Economy, Washington, DC: Office of
Telecommunications, Department of Commerce.
Powell, W. W. and Snellman, K. (2004), “The knowledge economy”, Annual Review
of Sociology, Vol 30, pp. 199-220.
Schiller, D. (1999), Digital Capitalism, Cambridge, MA: MIT Press.
Schiller, H. I. (1973), The Mind Managers, Boston: Beacon.
Statistics Canada (2004), “Study: The union movement in transition”, The Daily,
August 31.
Stone, K. (2004), From Widgets to Digits: Employment Regulation for the Changing
Workplace, Cambridge: Cambridge University Press.
Swift, J. (2003), Walking the Union Walk, Ottawa: Communication Energy and
Paperworkers Union of Canada.
Terranova, T. (2004), Network Culture: Politics for the Information Age, London:
Pluto.
U.S. Bureau of Labor Statistics (2006), Union Members in 2005, Washington, D.C.:
Bureau of Labor Statistics.
Van Jaarsveld, D. D. (2004), “Collective representation among high-tech workers at
Microsoft and beyond: Lessons from WashTech/CWA,” Industrial Relations,
Vol 43, No 2, pp.364-385.
Winseck, D. (1998), Reconvergence: A Political Economy of Telecommunications,
Hampton, NJ: Hampton Press
Winter, J. (2005), Lies the Media Tell Us, Montreal: Black Rose Press.
100
Vincent Mosco
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 101-106
Sunum
Alternatifler üzerine
Hıfzı Topuz
Gazeteci, yazar
Bir zamanlar insanlar medyanın dördüncü güç olduğuna inanıyorlardı,
yani medya, yasa koyucu, yönetim, yargı gücünün yanında bir dördüncü güç
olarak ortaya çıkıyordu ve medyanın tam bir yansızlık içinde, yürütme
yargılama, yasama organlarını eleştirebileceği sanılıyordu. Büyük
sermayenin, patronların, partilerin, bankaların, holdinglerin, kiliselerin ve
tarikatların baskısı altında kalmadan görüşlerini açıklayabileceği sanılıyordu.
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesindeki yıllarda bu işin böyle olmadığı
anlaşıldı. Ve insanlar düş kırıklığına uğradı medya dördüncü güç değilmiş.
Burada medyanın gazetecilerin onurunu korumak için bazı girişimler oldu.
Her ülkede gazeteciler türlü sorunlarla karşılaştılar, başları derde girdi.
İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra ise teknolojik gelişmeler ışığında, iletişim
devrimi ile, medya yeni bir güç kazandı, etkileri arttı ama inandırıcılığını
yitirdi. Böyle böyle bugünlere geldik. Bugün dünyada bir milyar kişi internet
kullanıyor. Cep telefonu kullananların sayısı, iki milyarı geçti. Yeryüzünde
insanların üçte ikisi birbirleriyle cep telefonlarıyla haberleşiyorlar. İnternette
uzun yıllar İngilizce'nin egemenliği vardı, bugün İngilizce`nin oranı üçte iki
onu Çince, İspanyolca, Rusça, Fransızca, Portekizce ve Korece izliyor.
Globalleşme karşıtı örgütler, kişiler internet aracılığıyla birbirleriyle
haberleşebiliyorlar. Bu yalnız bir örgüt konusu değil ama bütün bilgilerini, bu
araçla birbirlerine aktarabiliyorlar. Amerika'da seçimlerde adaylar, interneti
kullanıyorlar daha çok. İletişim araştırmacısı Manuel Castells'e göre, Güney
Kore'de, Filipinler'de, Ukrayna'da, Tayland'da, Nepal'de, Ekvator'da,
Fransa'da, İspanya'da son zamanlardaki başkaldırı olaylarında internet
kullanıldı ve insanlar cep telefonlarıyla olayları birbirlerine duyurdular. Cep
telefonları aynı zamanda bir protesto aracı olarak kullanılıyor ve bu araçta
gittikçe gelişiyor. İtalya'nın Bologna kentinde kurulan Orfeo TVgibi başka
yerlerde de böyle özgür televizyonlar var, radyolar var, Paris'te Zaléa TV,
102
Hıfzı Topuz
Barcelona'da Occupen las Onlas, Buenos Aires'te TV Piqueteros bunun gibi
bir takım örgütler kuruluyor bunlar alternatif örgütler. Böylece internet ve cep
telefonu kullananlar, kendi aralarında, kişisel kitle iletişim şebekelerini
yaratıyorlar. Yani eskiden yalnızca kitleseldi şimdi kişisel kitle iletişim
şebekeleri kuruluyor. Bunlar böyle birbirleriyle haberleşiyor ve bu önem
kazanıyor. Bunun örnekleri sms, bloglar, skype gibi internet şebekeleri, peer
to peer gibi örgütler, bunlar birbirleriyle kolayca bilgi aktarabiliyorlar. 2006
Ocak ayında dünyada 26 milyon blog varmış, bu sayı altı ay sonra otuz yedi
milyona yükseldi. Dünyada her saniyede bir blog kuruluyor yani günde
50.000 blog yani yılda otuz milyon blog kuruluyor. Blog sayısı altı ayda ikiye
katlanıyor. Son yıllarda Türkiye'de bunun örneklerini gördük siz benden daha
iyi bilirsiniz. Ekşi sözlük gibi örgütler ortaya çıktı. Türkçe blog yayın yapan
şebekeler de kuruldu. Böylece insanlar yeni bir arayıştan yeni bir takım
formüller buldular. Blog teknik bilgi aramadan, gerekmeden insanların kendi
istedikleri şeyleri istedikleri biçimde yazarak birbirlerine oluşturdukları bir
şey bu önemli bir şey büyük medyaya alternatifler çıkmış oluyor. Yani
bunlarda bir gelişme var alternatif arayışları gittikçe güçleniyor.
Bunların yanı sıra dünya'da özellikle Fransa'da medya rasathaneleri
kuruldu bunlara "observatoire des médias" deniliyor. Yalnız bu rasathaneler
değil bunun yanı sıra, haberlerin çarpıtılmasına karşı vatandaşlar derneği,
gazeteciler vatandaşlar derneği, haber tartışma programları gibi örgütler
kuruluyor programlar hazırlanıyor. Ve internette de bunlara benzer şebekeler
oluşturuluyor. Yani böylece bir protesto eylemi var bütün dünyada. Nereden
kaynaklanıyor bu bir defa, devlet baskısından. Ama her yerde değil tabi devlet
baskısı bazı yerlerde yok, bazı yerlerde var, bazı yerlerde göreceli,
gazetelerin, radyoların ve televizyonların bazı haberleri hiç vermemeleri,
yahutta yanlış yansıtmaları gerginlik yaratıyor. Bunların her ülkede boyuna
örneklerini görüyoruz ve medya baskı altında kalıyor. Bazı olaylardan hiç söz
edemiyorlar. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde, Şili'de Guatemala'da,
Kolombiya'da, Pakistan'da, Tayland'da, Filipinlerde, Arap ülkelerinde
Ortadoğu'da ve bizde, bunun çeşitli örneklerini gördük. Gazeteciler
duydukları olayları yansıtamadılar. Afganistan olayları bir takım baskılarla
bütün dünyaya doğru dürüst iletilemedi. Irak olayları aynı vaziyette, medya
Amerika'da demin de arkadaşların söylediği gibi, hükümetin baskısı altında
çalıştı. Fox news tam bir propaganda aracı oldu. Amerikalılar Irak'a
saldırırlarken, Irak'ta gizli silahlardan söz ediyorlardı, kitle imha silahlarından
Alternatifler Üzerine
103
söz ediyorlardı. Bunların olmadığı açıklandı ama açıklandıktan bir yıl sonra,
gazeteler, bazı yazarlar hala Irak'taki silahlardan söz etmeye devam ettiler.
Yani öyle bir etkilemiş oluyor ki medya insanları, doğru olmadığı
anlaşılmasına rağmen devam ediyorlar insanlar yazmaya niye? Yani
inandırıcılığını yitiriyor. Washington Post, New York Times gibi gazeteler her
gün bu haberleri verdiler sonra bunların doğru olmadığı anlaşılınca, özür diler
gibi bazı yazılar yazdılar ama halk doğrunun nerede olduğunu pek
anlayamadı. Lübnan'da buna benzer olaylar yaşandı, savaş ilan edildi adeta
peki insanlar doğru bilgi aldılar mı bu konularda. Hiç sanmıyorum.
Demokratik medyanın, demokratik medya etiğinin, gazetecilik etiğinin görevi
bu mu, gerektirdiği şey bu mu? Demek ki böyle bir baskı var, devletten gelen
bir baskı var. Sonra patronların özel çıkarları var, patronların özel çıkarları
denince, patronların eskiden yalnızca kendileri söz konusuydu, bugün
patronların arkalarındaki holdinglerin baskısı var. Holdinglerin baskısıyla
gazeteci duyduğunu, düşündüğünü yazamıyor ve gazete patronlarından biri
diyor ki, Serge d'Assault Fransa'da meşhur, silah sanayinin başında, "ben,
gazetemde bütün işletmelerimin en iyi bir biçimde değerlendirilmesinden
yanayım. Bazı haberler bize yarardan çok zarar verebilirler. Böyle bir durum
ülkemize zarar verebilir" Gazete, şirkete zarar verdiğinde ülkesine zarar
vermiş oluyor. Liberal anlayış bu. Bunun dışında reklamcıların baskısı var bir
takım baskılar var, dinsel baskılar var, yerine göre ülkesine göre değişik çapta
rol oynuyor bunlar. İnsanlar bunları protesto etmeye kalktılar. Neleri protesto
etmekle başladılar; medyada yoğunlaşmaları, tekelleşmeleri, arkasından
haberlerin kirlenmesini, Fransa'da "la prostituation des nouvelles" deniliyor.
Finans pazarları kültürünü protesto ettiler. Reklam kirlenmesini, "pollution de
l'espace public" protesto ettiler. Enformasyonun magazin haberleri içinde yok
olmasını protesto ettiler. Böyle bir duruma geldi birdenbire medya, demek ki
görevlerinden kendi etiğinden çok uzaklaşmış, ve başka bir biçim almış.
Egemen medya bunları görmezden geliyordu. Medya holdinglerinin görüşüne
göre, bütün kötülüklerin başını başka yerlerde aramak lazımdı medyanın
yapısında değil. Bu durum medyadaki kötülüklere karşın, insanların
örgütlenmesine yol açtı. Medyanın bu durumu var, bu durumu yaşadıkları
halde gazetecilere anlatamıyorlar, okuyucu bazı şeyler seziyor ama bunun
nedenlerini bilemiyor, bir şeyler yapmak gerekliydi. Üver Monteri le
Monde'un kurucusu vaktiyle şöyle demişti: "olaylar kutsaldır, düşünce
104
Hıfzı Topuz
özgürdür." Şimdi öyle bir şey yok, kutsal olaylar da gazetelere yansımıyor,
özgür düşünceler de yansımıyor, yahutta yansıyor ama çeşitli baskılar altında.
Ama gazetecilerin yakın zamanlara kadar yakın zaman derken İkinci
Dünya savaşı`na kadar izledikleri politika bu değildi. Le Monde
Diplomatique'in patronu, Ignacio Ramonet, "haber almak üretici biliştir, çaba
gösterilmeden olmaz, bu iş gerçek bir entelektüel seferberliği gerektirir."
Demokrasilerde vatandaş, zamanının, parasının ve dikkatinin bir bölümünü
buna ayırır. Enformasyon çağdaş eğlence furyasının bir parçası sayılamaz, bir
parçası değildir, habercilik eleştirel bir meslektir ve amacı vatandaşı
oluşturmaktır. Yani gazeteci yapacağı işlerin bilincinde olmalı ve medyadaki,
kötülükleri önlemek için bir şeyler yapmalıdır. Peki gazeteci bunları yaparken
ne gibi tepkilerle karşılaşıyor? Hükümetin baskısı, patronun baskısı, bir takım
grupların baskısı, İbagnez diye bir Fransız gazetecisi var, bir kitabında diyor
ki; "Liberal dünyada tilki de özgürdür tavuklarda ama özgür tilki tavukları
yer, kendi özgürlüğüne dayanarak tavukları yer öbürleri de özgür özgür
ölürler". Bugün de öyle halk özgür, medya özgür peki kim kimi yiyor? Yani
güçlerde ve olasılıklarda eşitlik olmayınca, o zaman özgürlük lafta kalıyor.
Fransa'da sosyalist partinin sözcülerinden Jules Grey, son seçimlerde bazı
medya organlarını eleştirdiği için kendisini bir daha ekrana çıkarmadılar,
sesini duyuramadı. Zeynep Atikkan, kitabında Irak olaylarından, Afganistan
olaylarından çeşitli örnekler veriyor. Bazı atıflar yapmış. Erroll Pinter "Irak'ın
işgali bir eşkiyalıktır, uluslar arası hukuk kurallarını hiçe sayan bir devlet
terörüdür. İşgal arka arkaya yalanlar ile medyayı, halkı aldatarak düzenlenen
keyfi bir askeri harekettir." Amerika'da bunları söyleyenler de oluyor, doğru
görenler çıkıyor. Yine Pensylvania Üniversitesindeki bir toplantıda, bir İngiliz
akademisyen şöyle demiş: "Dünyaya CNN'in penceresinden bakmayın biraz
da The Guardian okuyun dünyanın Amerika'ya nasıl baktığını göreceksiniz;
sorgulamayı öğrenin.” Ne oldu bu savaş sırasında? İnsanlar Amerika'da
yuttular bu olayları, sonra birdenbire aydınlandılar bir de baktılar ki, dünya,
resmi yayın organlarının ve Amerika'nın, yayınlattığı duyurduğu gibi
değilmiş; başka olaylar yaşanıyormuş. Medya Amerikan halkını uzun yıllar
böyle eğitmiş ama sonsuza kadar da uyutmak mümkün olmuyor tabii ki.
Montesqieu ne demiş "korku, despotların silahıdır." Demek ki iyi
yönetebilmek için korkutmak lazım, korkuyu yaratmak lazım baskıyla
yönetebilmek için. Medya, korkuyu yaratıyor, besliyor ve bunları okumaktan
bıkıyor insanlar ve başka şey arayışına geçiyor.
Alternatifler Üzerine
105
Bir Amerikan köşe yazarı şöyle demiş :"İnsan seks ve yatak odası
dedikoduları yazmak zorunda kalınca, kendisiyle övünemiyor eve dönünce
çocuğumla paylaşabileceğim konular değil bunlar." Irak ve savaşlar hakkında
fazla durmak istemiyorum; bununla ilgili sayısız örnek var. Fransa'da Jean
Luc bir kitap çıkardı geçenlerde, "Information Responsable" isminde. O da
uzun uzun bunlara örnekler veriyor ve medyanın nasıl soysuzlaştığını
kokuştuğunu gösteriyor. Sosyolog Pierre Bourdieu'ye göre, iletişimde en
korkunç şey heyecan verici ve olağanüstü haberlerin araştırılmasıdır. Eskiler
bu gibi haberleri, spor basının ve cinayet haberlerini yayan gazetelere
bırakırlardı. Şimdi öyle değil bütün medya bunlarla dolu, cinayet haberleriyle
seks haberleriyle, rezaletlerle; bütün medyada bunların egemenliği var.
Okuyucu ne televizyondan ne basından doğru dürüst haber alamıyor.
Televizyonlar ne oldu? Eskiden, kamusal televizyon diye bir şey vardı
bizde TRT bunun örneğiydi. Bizdeki TRT özel televizyonlarla boy ölçüşüyor,
reyting yarışına giriyor ve reklam alabilmek için kalitesini düşürüyor. Kaliteyi
ve doğru haberi arayan insanlar bunları bulamıyorlar. Biz UNESCO'da yıllar
boyu, uluslar arası etik kurallarının saptırılması, ve onlara saygı gösterilmesi
için çalıştık, yenik düştük savaşı global magazinciler kazandı. Bizim
programlarımızı, projelerimizi torpillediler. UNESCO programlarında artık
medyada ahlak kuralları yer almıyor. Albert Bayer bundan 60 sene evvel
"gazeteciliği amacı, doğru haber vermek, düşünceleri savunmak, insanlığın
ilerlemesine hizmet etmektir" demiş. Bugün, öyle bir şey var mı? Bugün
eğlence ve uyutmak, dikkatleri başka yere çekmek var. Yani politik
programlar giderek azalıyor, kültür programları azalıyor; bunu sürdürebilenler
çok az. Dünyada bu soysuzlaşmaya karşı, bu kokuşmaya karşı bir takım
hareketler başladı. Bu konuyu işleyen bir yığın kitap basıldı. Geçenlerde
Paris'te beş kitap aldım beşi de bu konudaydı. "Medyanın ölümü", "merhum
kamusal televizyon" gibi isimlerle kitaplar aldım. Fransa'da aklı başında
düşünür insanlar medyanın bu hale geldiğini görüyorlar ve buna karşı bir
takım önlemler almaya gidiyorlar. İlk eylem Fransa'da galiba Actimed,
"Action Critique Médias" diye bir örgüt, bir derneğin kurulması oldu daha
sonra işleri geliştirdiler, arkasından demin adını andığım rasathane, 2002
yılında, porto allegre'de toplanan globalleşmeye karşı örgütler, medyanın ne
kadar yanlı haber verdiğini vurguladılar ve bunun için önlem alınmasını bir
şeyler yapılmasını önerdiler. Bunun arkasından Paris'te bir sosyal forum
düzenlendi bu sosyal forumda da, "Observatoire des Médias" diye bir örgütün
106
Hıfzı Topuz
kurulması kararlaştırıldı. Bu medya kuruldu bir yıl sonra, "Observatoire
nationale des Médias" diye yerel bir örgüt kuruldu. Bunlar bugün çalışıyorlar,
bültenler yayınlıyorlar ve baskı altında kalan medyanın vermediği haberleri
veriyorlar; ama yalnız o değil, eleştiriler yapıyorlar, medyaya eleştirel gözle
bakılıyorlar. Bu rasathanelere kimler katılıyor? Bir defa gazeteciler, tarafsız
gazeteciler, okuyucu, dinleyici, izleyici temsilcileri, ama patron temsilcileri
değil, bir takım üniversite temsilcileri… bunlardan oluşuyor. Şimdi artık
medyaya dünyada “dur” demesini bilen örgütler var, insanlar var. Bu konu
özellikle baskı altında kalan ülkelerde çok önemli. Medyanın özgürlüğü
kesinlikle demokrasinin temeli olan kolektif anlatım özgürlüğü değil. Bu
hakkın güçlü bir azınlığın eline geçmesine karşı koymak gerekir. Hak var ama
bu hak küçük bir azınlığın elindeyse buna karşı koymak gerekli. Bu yalnızca
bir etik sorunu değil bu bozulmanın ve kokuşmuşluğun temeli haberlerin
ekonomik baskılar altında kalmasından ve yeni sömürgecilik anlayışından ve
globalleşmeden kaynaklanıyor. Globalleşme medyada bu çöküntüyü yaratıyor
bunun içinde herhalde harekete geçmek lazım. Basın konseyleri bir şikayet
olursa onu inceliyorlar, rasathanenin, gözlem merkezlerinin yerini almıyor,
kağıt üzerinde bir konuyu inceliyor, oysa benim ele aldığım bu rasathane
konusu çok daha geniş ölçekli, dünyaya, medyaya genel bir bakış. Medya
konseyleri bunu yapamıyorlar, zaten onların yürütme gücü de yok yürütme
gücü de şart değil ama seslerini de duyuramıyorlar. Bir de ombudsmanlar var,
bunlar bir gazetedeki haksızlığa, yanlışlıklara karşı gönderilen şeyleri
inceliyor karar veriyor. Medyatörler var onlar da aynı şeyi yapıyorlar. Geniş
çapta bir sosyal ve siyasal sorun buna karşı ne yapmak lazım? Harekete
geçmek lazım bir şeyler yapmak lazım. Biz İletişim Araştırmaları Derneği
olarak, bu konuyu geçen ay İstanbul'da ele aldık, ben birkaç yerde konuşma
yaptım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de bize katıldı, beraber yapalım dediler,
etti iki, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi etti üç, İstanbul Üniversitesi
aşağı yukarı, Galatasaray, Lefke Kıbrıs, Doğuş Üniversitesi beraber yapalım
dedi. Bakın herkes, bu konuda çalışmak istiyor. Bizim bir araya gelmemiz
birlikte çalışmamız lazım. Ankara'da, İzmir'de, İstanbul'da bir takım
teşkilatlanmalar olur bunlar aralarında haberleşir ve ortak bir şeyler
çıkarabilirler. Alternatif arayışlar içinde bu rasathanelerin oynayabileceği bir
takım roller var. Bir taraftan internetten haberleşmek, bir taraftan blog
şebekeleri, bir tarafta alternatif medyalar ama bunların üzerinde böyle bir
rasathanenin yararlı olabileceğini düşünüyoruz.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 107-112
Sunum
M. Diomansi Bombote'nin
iletişim sentezi1
Diomansi Bombote
Journalist, Mali
Etik: Bir eylemin taşıdığı değerin yargısını oluşturan kurallar ve ilkeler
topluluğudur. Etik bir vizyon, bir yönlendirme, bir yol bir doğrultudur…
Deontoloji (Meslek Ahlakı): Bir mesleği yöneten kurallar ve
sorumluluklar topluluğudur, uyulması gereken tarifeler/reçeteler/usuller,
davranış kuralları, uygulanması gereken kurallardır.
Etik, herkesin en son kertede, kendi vicdanını değerlendirmesiyle ortaya
çıkan tutumdur. Ahlak, bir toplumun kendini tanımlarken içinden çıkıp
geldiği kültüre, inanışlara, yaşam koşullarına ve bağlama göre toplumun
ihtiyaçları doğrultusunda değişen davranış kuralları setidir.
Etik kişinin davranışlarının, düzenleyen yegane yoldur. Geleneksel ahlak
yeniden düzenlenebilir bir yapıda değildir; hatta bu yeniden düzenlenebilir
yapıya aykırıdır. Kendisini kuran dışsal gücün adına (Tanrı, Doğa, Vatan vb.),
kişilerin davranışlarını "yapılması gereken vazifeler" koyarak iyiye ulaşmak
ve kötüden kaçınmak üzere düzenler.
O halde, etiğin her insanoğlu için eğitimle, kültürle kazanılan ilkeler
olduğunu iddia edebiliriz. Yani insanların eğitim ve kültürden geçerek çeşitli
ilkeleri, ahlak kavramını, moral değerleri edindiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu koşullar altında etik üzerinde herkes tarafından kabul edilen mutlak bir
uzlaşma olmadığı söylenebilir. Elbette ki iyi ve kötü hakkında belirli
1
Çev. Esra İlkay Keloğlu İşler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora
Öğrencisi
108
Diomansi Bombote
malumatlar var ve bunlar insanın davranışlarını etkilemekte, insanın yapması
gereken vazifelerini iyi olan lehine davranış olarak düzenlemesidir. Afrikalı
bir gazeteci şu saptamada bulunmuştur: "Yasa ve deontolojinin işlevsiz
kaldığı durumlarda son çare etiktir"
Gazetecilik özellikle de internet gibi yeni iletişim teknolojileri nedeniyle
giderek artan bir şekilde kendi gelişmesinde derin bir dönüşme süreci
içindedir. O halde, gazetecinin kendisinin de "siber gazeteci olarak" mesleğin
dönüşmesinde önemli bir rolü yok mudur? Bunun nedeni de çok büyük
deontolojik sorunları taşıma riskiyle bile olsa gazetecinin giderek daha hızlı
ve çok daha hızlı haber verme durumunda kalması yatmaktadır.
Eğer kendimize hoşgörüyle bakmayı bir yana bırakırsak, acaba
kendimizle ilgili hangi gerçekleri fark edeceğiz? Genellikle inançlarımız
hakkında fazlaca emin değil miyiz? Peki ya sebeplerimiz ne olacak? Biz
insanların en temel doğasında aynı zamanda günaha eğilim, içgüdüler,
yükümlülük ve sorumluluklarımızı ihmal etme isteği bulunmuyor mu?
Bu durumda, insani doğamızın karmaşıklığı, hesaplamaları, tutkuları,
hırsları gazetecileri, göreceliliğe, mükemmel olmamaya, belki de bir ölçüde
belirli bir kırılmaya sevk ederek kuvvetli karmaşıklıkların doğmasına sebep
oluyor. Böylece kamusuna ilettiği haberlerde bir önyargı taşıdığı görülüyor.
Etik ve etiğin gerekçesi, gazetecinin haberi işlemesindeki sorumluluğunun
anlamını aydınlatmaya yöneliktir. Deontoloji adı altında gerekli pragmatik
hükümlerin toplamıdır.
Doğal olarak, benimsenen tutum, gazetecinin ifa ettiği etkinliğin
sosyolojik bağlamına bağlıdır. Bu konuya Afrika'daki durum örnek olarak
gösterilebilir. Demokratik kültür halen konuyu etkileyen pek çok unsur
arasında en önemlilerinden biri olarak kalmaktadır.
Bütün dünyadaki gazeteciler temelde aynı kurallara bağlı kalsalar da aynı
tekniklerle aynı haberi işleseler de, durum kültürel intikal seviyesinden öteye
geçmemektedir ve demokrasi anlamında gazetecinin halkına karşı tavrını
büyük oranda belirlemektedir.
Afrika'da gazeteciler ve izleyiciler arasındaki bu anlaşmazlıkların
nedenlerinden birisi de bu demokratik evrimledir/dönüşümledir. "Oyunun
kuralları” her yerde aynı şekilde anlaşılmamaktadır. Mesleki formasyon
seviyesi haber pratisyenleri için genellikle yetersizdir. Sosyal ilişkilerin
sonsuza uzadığı yaşam tarzlarında görülen "topluluk-egemen" (komünokrasi)
ilişki biçimi genellikle çatışmanın nedenini açıklamaktadır.
Bombote’nin Sentezi
109
Batı Afrika'da son on yıl içinde, (yirmi kadar ülkede) farklı nedenlerle iki
yüzün üzerinde dava kayıtlara girdi: Nedenleri onurun incinmesi, insanın
özlük haklarına saygısızlık, iftira ve benzerleri olarak çok çeşitlidir. Bütün bu
vakaların büyük bir çoğunluğunda, titrek ve korkak politik sorumlular gerçek
nedendi ve basın suçlarının cezalandırılmaması bugün hala Afrikalı
gazetecilerin seferberliği önünde başlıca nedenlerden birini oluşturmaktadır.
Etiğe daha uygun bir deontolojiye ve gazetecilik ahlakına sıkı sıkıya
sarılma kaygısı, Afrika ülkelerinin büyük bir çoğunluğunda kendini hissettirir.
Böylece de kendi kendini düzenleyici mekanizmaların gerekliliği ortaya
konulur. Uluslararası Gazetecilik Federasyonu gibi örgütlenmeler buna benzer
araçların vücuda getirilmesine çok fazla katkıda bulunmuştur.
Elbette ki bazı etikle ilgilenen kadroların mesleğe etik kurallar koyma
çabaları vardır. Bu kuralların işletilmesi kimi zaman bir teminat niteliğindedir,
çünkü varlıklarının suçluların pek de hoşuna gittiği söylenemez.
Kendi kendine düzenlemeler (auto regulation), tüzüğe uygun
düzenlemeler ve yasal hükümlerin yanı sıra gazetecilik mesleğini icra etme
koşullarını düzenlemek ve güvenliğe kavuşturmak üzere giderek daha fazla
Afrikalı kamu kesimi yöneticisi çalışmalara başlamaktadır.
Medyanın tamamen gelişmesi için, olgunlaşmış demokratik kültürün
sonucu olan bir ortam gereklidir. Bu da yükümlülüklerinden ve medeni
haklarından haberdar olan bilinçli vatandaşları gerektirir.
O halde, medya ürünlerinin tüketicisi konumundaki kişilerin bireysel
olarak örgütlenmenin gerekliliği konusunda bilinçli, ama aynı zamanda
medyanın gücüne rağmen bunu kolektif olarak yapabilecek insanlar olmaları
ideal durumdur. Bu şekilde, kendi hakları olan dürüst, doğru sözlü ve tam bir
enformasyonu harekete geçirmeye katkıda bulunabilirler.
Bildiğiniz gibi ben Malili bir gazeteciyim. Babam duvarcı ustasıydı ben
de onun gibi duvarcı ustası olacaktım. Birazcıkta tesadüfle okula gittim.
Bunun hangi koşullarda olduğunu açıklamama gerek yok ancak pek çok
Afrika'lının benimle aynı durumda olduğunu söyleyeyim. Okula gitmek bizim
için bir şans. Bu şans bize aynı zamanda da belli sorumluluklar
yüklemektedir. Bu sorumluluklar aşırı derecede ağırdır ve çok önemlidir. Bir
kere zirveye gelindiğinde, örneğin devlet yönetimindeysek kim olduğumuzu
ve nereden geldiğimizi çok çabuk unutabiliriz ne yazık ki. Elbette ki
toplumumuza bakarak bizlerin de aracı olmadığımızı göz önünde
bulunduruyorum. Eğer ailem yükü üzerine almasaydı okulda bir sene bile
110
Diomansi Bombote
geçiremezdim, burs sayesinde, köylülerin çabaları sayesinde buraya kadar
gelebildim ve doktora eğitimi yaptım. Görüldüğü gibi burada da bir etik şekli
var. Etik bir varoluş tarzıdır. Davranma biçimidir. Kişinin kendi vicdanıdır.
Etik tanımlanamaz, yaşanır ve hissedilir. Belirli bir çıraklık döneminden sonra
nasıl bir insan olacağımız ortaya çıkar. Bizim kişiliğimizi biçimlendiren bir
dizi unsurlar vardır; bu da temeli oluşturur. O küçük yaşlarda nasıl bir insan
olacağımıza benzemeye başlarız, belirli değerlere sahip bir insan olarak
kişiliğimiz gelişir, bazense bazı şeyleri unuturuz. Hiçbir şekilde unutmayın ki
insanın içindeki hayvan yukarıda bahsettiğim gibi bazı durumlarda uyanır.
Hepimizin içinde belirli bir anda, acılı olaylarda ummadığımız kadar hızla
ortaya çıkabilen bir hayvan uyanabilir. Bugün burada birbirimize
gösterdiğimiz medeniyet bir şeyleri gizliyor olabilir mi?
Etik'in tanımına hiçbir zaman kesinlikle ulaşılamaz Bu geliştirilen,
kültürle öğrenilen bir şeydir. Gazetecinin, iletişimcinin trajedisi belirli şekilde
bir yetersizlik, bir kibirden, kendisini yeryüzünün tam ortasında
hissetmesinden kaynaklanır. Bir düşünürün de dediği gibi: Yeterli olması için,
yeterli olmak yetmez. Gazeteci olma işi biraz korkutucu bir meslektir. Etik
değerlerini dile getirip duruyoruz. Etiğin tanımını biliyorsunuz ama, izin
verirseniz, ben size oldukça basit yeni bir tanım önereceğim: Etik bizim
toplumla ilişkimizi belirleyen kuralların, ilkelerin toplamıdır. Bu benim
varoluş tarzımdır, diğer mesleklerde deontolojide birleşmek mümkündür.
Deontoloji ise, mesleğimizi daha iyi bir yere getirmek için konulmuş davranış
kuralları, kaideler, değerlerdir. Peki aradaki fark nedir? Siz de deontoloji ve
etik arasındaki farkı biliyor musunuz? Deontoloji ahlaktır; o halde, ahlak
nedir? Ahlak pek çok alanın kaynağıdır. Müslümanlar için Kuran'ın dedikleri
ahlakın temelini oluşturur. Bu ahlak anlayışına göre yaşamaya çalışırlar. O
halde, bizim seçme hakkımızın olmadığı, dışarıdan verilen, kabul ettirilen
şeylerdir. İnananlar, eğer bir Tanrıya inanıyorlarsa, eğer Müslümanlarsa soru
sormazlar onlara kabul ettirilen kurallara boyun eğerler. Gazetecilik etiği buna
biraz benzer ama etik ise böyle bir şey değildir çünkü Etik kişiseldir, etik
kültürel bağlamda bir kişiden diğerine değişir. Etik mesleki vicdan değildir
pek çok unsura göre değişebilir ama benim için olumlu olan şey bir başkası
için olumsuz olabilir. Bu durumları hepiniz biliyorsunuzdur. Burada
Türkiye'de Müslümanlık dini var Mali'de de bu din var temelde aynı ilkeleri
sahip olsalar da her iki gruba göre de etik aynı şey değildir. Bu bir bireyden
diğerine değişen bir şeydir. Size kendi kültürümden birkaç örnek vermeye
Bombote’nin Sentezi
111
çalışayı. Ben ölürsem benim küçük erkek kardeşimin benim karımla yada
karılarımla (bizde iki eş alma hakkı var benim olmasa da) evlenme hakkı var.
Başka bir toplumda bu hoş karşılanmayabilir peki bizde neden var? Ekonomik
meşrulaştırmalar var, çocuğun korunması var, aile birliğinin sağlanması var.
Ama eğer küçük kardeşim "ben kardeşimin karısıyla evlenmem" derse bütün
tamamen günah, yada bizim ülkemizde bir başka toplulukta bunun tam tersi
bir durum var. Mesleğin uygulanmasında da belirlenmiş kurallar ilkeler var.
Teorik olarak bulunduğumuz salon gibi yerlerde onları tanımlamak çok kolay.
Bir politikacının dediği gibi "saf ve temizsiniz çünkü saf ve temiz olmama
olanağına sahip değilsiniz". Her şeyden önce insanız, zaman zaman
gazetecilerin de insan olduğunu, egoları olduğunu, hassasiyetleri olduğunu,
kuşkuları olduğunu, kompleksleri olduğunu unutuyor muyuz? Bir kadın
uğruna ihanet edebilirim, politik bir nedenle ihanet edebilirim, ailem için
özellikle de ailem tehlike altında ise ihanet edebilirim. Aile konusuna gelince
bir örnek vermek isterim. Dakar’daki gazetecilik okulunda ders verirken okula
girmek isteyen pek çok aday vardı. Ben de sınav düzenlettim. Beni yetiştiren
teyzemin kızı da bu sınava girecekti. Herkes bu işe çok sevindi “hiç sorun
olmayacak ne de olsa Diomansi orada, problem olmaz” dendi ancak kız sınavı
başaramadı. Tahmin bile edemeyeceğiniz bir zorluk/şiddet başladı, son derece
zalimce “kızın başaramadığını çünkü benim kıskançlık nedeniyle onu
başarısız ettiğimi, oysa onun başarısız olmasının olanaksız olduğunu”
söylemeye başladılar. Benim ailevi bağlarla ilgilenmediğimi iyi biri
olmadığımı söylediler. Şimdi bir başka örneği anlatacağım. Bir arkadaşım
pasaport ve kimlik kartları bölümünde müdür, benim de orada olduğum sırada
yanına bir kadın geldi kızı ile beraber kız epeyce yaşlıydı ve kendinden çok
genç biriyle evlenmek istiyordu bu nedenle yaşını 2,3, 5 sene küçük gösteren
kimlik kartı çıkartılmasını rica ettiler. Arkadaşım onu bir saniye bile küçük
gösteremeyeceğini söyleyerek eğlendi. Ancak bu durum büyük bir çoğunluk
için bir kolaylık size gerçeği söyleyeyim Avrupa’da futbol oynayan pek çok
Afrikalının gerçek yaşını öğrenmek için on sene eklemelisiniz. Bu onların
vicdanında bir problem yaratmamaktadır sonuçların ne olacağına ilişkin
kendilerine soru sormamaktadırlar kendilerinin kötü bir şey yaptığına ilişkin
bir hisleri yoktur. Belki de bunun vahşilik olduğunu söyleyenler çıkacaktır
ama hayır onların vahşi olduğunu söylemek o kadar değil. Bu sadece değer
ölçeğiyle, kriter ölçeğiyle ilgili bir sorun. O kültürde değerlerin nasıl
değerlendirildiğiyle ilgili, bizler bize tamamen yabancı bir gelişme sistemi
112
Diomansi Bombote
içine itilmiş olduğumuz ve onunla bütünleşemediğimiz için böyle referanslar
var. Gazetecilik pratiğin de de belli bir sınırda yalan söyleme söz konusu, bu
kadarı bir sorun yaratmıyor çünkü kötü bir şey yaptıklarını düşünmüyorlar,
sonuçları üzerinde durmuyorlar.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 113-116
Presentation
Synthese de la communication de
M. Diomansi Bombote.
Diomansi Bombote
Journalist, Mali
Ethique: ensemble l’ensemble des principes et règles qui fondent le
jugement de valeur porté sur un acte. L’éthique, c’est une vision, une
orientation, une voie, une direction…
Déontologie: ensemble des règles et des devoirs qui régissent une
profession, des recettes à respecter, des préceptes, des instructions à appliquer.
L’Ethique c'est la conduite de chacun relevant ultimement de sa seule
conscience. La Morale est un ensemble de règles de conduite, de relations
sociales qu'une société se définit et qui changent selon la culture, les
croyances, les conditions de vie et les besoins de la société (le contexte).
L'éthique est un mode (le seul) de régulation des comportements de
l'individu. La morale traditionnelle est hété-régulatoire. Au nom d'une autorité
extérieure qui la fonde (Dieu, la Nature, la Patrie etc.), elle régule les
comportements en imposant aux individus des "devoirs" pour faire le bien et
éviter le mal".
On peut alors soutenir que l’éthique est l’affaire de chaque homme qui,
par son éducation, sa culture, a acquis des principes, une morale, des
valeurs… ou ne les a pas acquis. Dans ces conditions on peut dire qu’il n’y a
certainement pas de consensus absolu autour de l’éthique. Il s’agit d’une
science du bien et du mal qui soumet la conduite de l’homme à des règles
(devoirs) en vue du bien. « Quand la loi et la déontologie sont inopérantes,
114
Diomansi Bombote
c’est l’éthique qui constitue l’ultime recours à partir duquel le choix se fait »
constate un journaliste africain.
Le journalisme, de plus en plus, est en profonde mutation du fait de son
développement, notamment à cause des nouvelles techniques de
communication, en particulier l’Internet. Du coup, c’est le métier même de
journaliste qui se transforme, les « cyberjournalistes » ayant à leur disposition
d’énormes possibilités pour informer plus et plus rapidement, avec toutefois le
risque de soulever de graves problèmes déontologiques.
En fait, si on veut vraiment se regarder en face sans complaisance, quelle
image apercevons-nous de nous-même ? Ne sommes-nous pas souvent trop
sûrs de nos certitudes, de nos droits ? De nos raisons ? N’avons-nous pas la
tentation, la propension, la vanité de négliger nos obligations, nos exigences ?
Dans ces conditions, la complexité de la nature humaine, ses calculs, ses
ambitions, expose le journaliste à la relativité, à l’imperfection, à une certaine
situation de fragilité qui, forcément, engendre des ambiguïtés lesquelles, à
leur tout, portent préjudice à l’information offerte à son public.
L’éthique et son corollaire, l’ensemble des dispositions pragmatiques
nécessaires à son expression sous la forme de la déontologie, sont destinés à
éclairer le sens de la responsabilité du journaliste dans le traitement de
l’information.
Le comportement à adopter est naturellement lié au contexte sociologique
dans lequel le journaliste exerce son activité. Ce contexte, en Afrique, est
marqué par plusieurs facteurs au nombre desquels le plus important reste la
culture démocratique.
Si tous les journalistes du monde entier sont soumis aux mêmes principes
de base, aux mêmes techniques de traitement de l’information, il n’en
demeure pas moins que le niveau dévolution culturelle, en termes de
démocratie, détermine grandement l’attitude du journaliste face à son public.
En Afrique les frictions entre le journaliste et son audience sont à l’aune
de cette évolution démocratique. Les règles du « jeu » ne sont pas comprises
de la même façon de part et d’autre. Le niveau de formation professionnelle
souvent insuffisant des praticiens de l’information, le mode de vie «
communaucratique » où les liens sociaux sont extensibles à l’infini,
expliquent souvent les rapports conflictuels.
Au cours des dix dernières années en Afrique de l’ouest (une vingtaine de
pays), on a enregistré plus de 200 procès aux motifs divers : atteintes à la
Synthese de Bombote
115
dignité, non respect de la personne humaine, diffamation, etc. Dans la
majorité des cas, ces procès sont le fait de responsables politiques frileux et la
dépénalisation des délits de presse constitue aujourd’hui un motif majeur de
mobilisation des journalistes africains.
Le souci de coller à une déontologie plus conforme à l’éthique et à la
morale du journaliste fait ressentir de plus dans la plupart des pays africains la
nécessité de mettre en place des mécanismes d’autorégulation. Les
organisations professionnelles internationales comme la Fédération
internationale des journalistes, ont beaucoup contribué à la mise en place de
tels instruments.
Il s’agit en quelque sorte de cadres moraux destinés à relever les
manquements aux règles morales de la profession. Leur fonctionnement est
parfois sujet à caution parce que les décisions prononcées ne sont pas toujours
du goût des coupables.
A côté de dispositions d’autorégulation d’autres dispositions
réglementaires et légales pour harmoniser et sécuriser les conditions
d’exercice de la profession de journaliste sont de plus en plus initiées par les
administrations publiques africaines.
Pour s’épanouir pleinement les médias ont besoin d’un environnement
mur marqué par une culture démocratique conséquente. Cela implique des
citoyens avertis et conscients de leurs obligations et de leurs droits civiques.
L’idéal serait donc que les consommateurs des produits médiatiques
soient conscients de la nécessité se s’organiser, individuellement, mais aussi
collectivement pour faire pendant à la toute puissance des médias. De la sorte
ils pourront contribuer à promouvoir leur droit à une information honnête,
véridique et complète.
116
Diomansi Bombote
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 117-134
Sunum - Makale
İletişim etiği ve enformasyon:
küresel dünyanın vatandaşları
kendileri için düşünüyorlar 1
Robert Beckett
The Institute of Communication Ethics, U.K.
Postgraduate research, Radbaud University at Nijmegen, Netherlands.
Özet: Enformasyon teknolojisi, değişimi, insanlar tarafından daha önce hiç
oluşturulmamış bir ölçekte küreselleştirmekte ve yerelleştirmektedir. Enformasyonun
insanlar ve kurumlar üzerindeki etkisi, psikolojik ve sosyal istikrarın derin ve
istikrarsız temel veçheleridir. Bu istikrarsızlıkla ilişkili olan ve sınırlı kaynakları ele
geçirmek amacıyla hiç durmaksızın devam eden rekabet olgusu üzerine kurulu
ekonomik sistemimiz ise, küresel sürdürülebilirlik endişelerinin gündeme getirdiği bir
meydan okumayla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu gelişmelere karşı verilmesi
gereken cevap ise, hem ahlâki hem de enformasyonel gerçekliğin açık bir biçimde
sergilenmesini sağlayan ve insanların, başlamış olan değişim sürecine katılmalarını
mümkün kılan iletişim etiği disiplininin içinde yatmaktadır. İletişim Etiği Enstitüsü
tarafından desteklenen ve türünün tek örneği niteliğini taşıyan bir enformasyonel
sistem, enformasyon karmaşasını dile getirmek için elverişli bir araç sunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Enformasyon, iletişim, etik, karar, sistemler
Enformasyon-İletişim Teknolojisi (EİT), insan davranışlarını ve bilebilme
potansiyelini (knowledgebility) farklılaştırmaktadır. Oluşum halindeki bu yeni
bilgi paradigmasına gerekli karşılığı verebilmek içinse, hem konuşmacı, hem
de dinleyiciler tarafından eşit bir biçimde paylaşılan farklı yeteneklere,
anlayışlara ve yöntemlere gereksinim duyulmaktadır. Yeni iletişim etiği
1
Çev. Arş. Gör. A. Ersoy Kontacı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa
Hukuku Anabilim Dalı
118
Robert Beckett
disiplini, aracılanmış gerçeklik olgusunun yeni dinamik koşullarını da dikkate
almak suretiyle, bireysel/kolektif karar alma süreçlerinde kullanılabilecek
eleştirel bir pusula işlevini görme imkânını sunmaktadır. Bugüne kadar kabul
görmüş enformasyon üretim/değerlendirme tekniklerini ve iletişim etiği
prensipleriyle desteklenen medya ve grafik tekniklerini kullanmak suretiyle,
ahlâk temelli insanî iletişim becerilerini güçlendirmek ve bunların bir an önce
teknolojik sistemlerle yakınlaşmasını sağlamak mümkün görünmektedir.
Dolayısıyla iletişim etiği; “enformasyon çağında bireysel ve kolektif
enformasyon oluşturma pratikleri açısından anahtar bir disiplin” haline
gelmektedir.
1. EIT Tarafından Yönlendirilen Değişim
Bireysel refahı anlamaya yönelik sosyal-ahlâk bir sorgulama,
enformasyon çağı açısından potansiyel olarak faydalı bir görünüm arz
etmektedir. Bu sorgulama, teknolojinin hem olumlu hem de olumsuz anlamda
sahip olduğu imkânları doğal bir veri olarak kabul eden, enformasyonel
değişimin altında yatan varsayımlara, ön koşullara ve ahlâk anlayışına karşı
bir meydan okumayı ve özellikle de, insanların sistematik manüplasyon
(Habermas 1989, Lyotard 1979, Innis 1972) biçimlerine karşı korunmasını
öneren söylemler üreten bir sorgulama olacaktır. McLuhan’s (1964)
“ortalama” ile olan ilgisi, iletişimsel/enformasyonel sorunu eleştirel bir
biçimde amaçlara (mesajlara) yönelik bir sorun olmaktan çıkarıp, araçlara
(medyaya) yönelik bir sorun haline dönüştürmekte ve bu süreçte insanların
aracılık işlevinin “enformasyonel her yerdeliği”nin bozucu etkilerini ortaya
çıkarmaktadır. Eğer, bilim insanlarının ve teknoloji uzmanlarının da gittikçe
daha çok hak verdiği üzere, statik bir evren (universe) yerine enerjik bir çoklu
evrenler dizisinde (multiverse) yaşıyorsak; yaklaşmakta olan enformasyon
çağında insan aklına ve bilgi üretimine yönelik imaların derin ve sürekli bir
görünüm arz etmeye devam edeceğinden kuşku yoktur (Kaku 1996, Boisot
1996). Örneğin, mülkiyetin, her an yeniden üretilebilir, transfer edilebilir ve
potansiyel olarak geniş ölçüde refah yaratabilir veya bunu azaltabilir
nitelikteki enformasyonun içine yerleştiği bir durumda; dijital enformasyon
konumuna indirgenmiş olan paranın nasıl olup da bir iktidar aracı olarak
kullanıldığına ve birbiriyle bağlantılı küresel topluluklara hizmet ettiğine
ilişkin genel ahlakî soruların yöneltilmesi, pekâlâ mümkündür.
Enformasyonel dünyada ciddi bir biçimde modası geçmiş hale gelen
Küresel Dünyanın Vatandaşları
119
davranışların, rekabetçi, korumacı ve saldırgan bir ticarileştirmenin ve
piyasalaştırmanın geleneksel pratikleri tarafından cesaretlendirilmeye devam
edilmesi halinde; bu durum, tüketim çağından enformasyon çağına geçişi
potansiyel olarak yavaşlatacaktır.
Endüstri sonrası toplumlarda enformasyonalizm, giderek artan sayıda
enformasyon ile alternatif medya ve mesaj iletim imkânlarının hızlı bir
biçimde üremesiyle tanımlanmaktadır (Castells, 1996). Enformasyonel
değişim, kendisini, insanların anılan bu fazlalaşmaya verdikleri tepkilerde,
belirsizlikten kaynaklanan bazı gerilimlerde ve bireyler, topluluklar ve hatta
Mcluhan’ın ülkesizleştirilmiş ve mekansızlaştırılmış global köyünün tüm
bölgelerinde ortaya çıkan istikrarsızlıklarda hissettirmektedir (Zengotita
2005). Foucault, söylemsel gerçek üzerine kurduğu, akılcılığın insancıl
nedensellik varsayımlarının üstesinden gelen dilin ve söylemin analizin
merkezi olduğunu kabul ettiği ciddi bir analizi kullanarak, insan düşüncesi ile
eyleminin geçici ve süreksiz doğasına göndermeler yapmak suretiyle, bu
gerilimi birbiriyle bağıntılı olan psikolojik ve metodolojik anlamda bir post
modern zorluk olarak sunmaktadır (Foucault 1969, Shotter 2002). Sosyal
bilimlerdeki bu “dile dönüş,” söylemsel (discursive) nitelikteki ve dil
tarafından aracılık edilen bu yeni bilginin, insanın psikolojik ve toplumsal
koşullarına, insanî bilim ve teknoloji gelenekleri tarafından üretilen ve
değişmeyen biçimler halinde sunulan kesinliklere nazaran çok daha yatkın
olduğunu teslim etmek suretiyle, kesinliğin çöküşüne tekabül etmektedir
(Wittgenstein 1968, Austin 1962, Popper 1968). Lyotard’a göre (1979)
tarihsel hilekârlıklardan arındırılmış bir bilgi edinme ve değerlendirme süreci,
görmezden gelinmesi mümkün olmayan bir ahlâki ödevdir; böyle bir eylemin
en temel amacı, ahlakîdir, “Bilgi, artık bir özne değildir, öznenin
hizmetindedir: (tüyler ürpertici olmasına rağmen) tek meşruiyet kaynağı,
ahlâkın gerçeklik haline gelmesine imkân tanımasıdır” (s. 36). Enformasyon
çağında anlam aramak için, anlamı ahlâki sınırlar içinde aramalıyız; aksi
takdirde, makine benzeri bir düşünme biçiminin nihilistik bilimselliği içinde,
insaniyetin alçalıp bozulmasına tanıklık etmek zorunda kalmamız kaçınılmaz
olacaktır (Ellul 1964, Huxley 1934). Lyotard’ın “büyük anlatılarının” artık
hâkim konumda olmadığı ve “her şeyin tehlikeli olduğu” bir noktada (s. 343),
Foucault (1984) enformasyonel dünyayı tartışmaya açmaktadır. Bireysel
tartışmalı gerçekliği vurgulamak suretiyle enformasyonalizmin etkisi üzerine
yeni bir yöntemsel sorgulama önerisini dile getiren Foucault, kendilerini etik
120
Robert Beckett
kavramlarla “arkeolojistler” olarak çerçevelendiren bilgi araştırmacılarını ve
sorgulayıcıları söylemin içine yeniden yerleştirmektedir (Foucault 1969,
Rainbow 1994). Konuyla ilgili bir argümanında Foucault (1988), post modern
aklın psikolojisini “eğer post modern soyağacı tümüyle kendi bilgisini dikkate
alıyorsa; o zaman, bilinen bu ‘kendilik’, tekil, birleşik bir tamlık ve bir
bütünlük olmaktan ziyade; karmaşık, yaygın, serkeş ve kırılgan bir hal
almaktadır” sözleriyle tanımlamaktadır (s. 36 -7). Foucault ve post yapısalcı
eleştirinin gözünde, insan potansiyelinin giderek artan bir biçimde farkına
varılması; insanların, geleneksel akıl anlatılarında genellikle küçümsenen
yollarla ilham bulduklarını ve faaliyete geçtiklerini ortaya koyarak, insani
duyguları, hisleri ve insanın sosyal güdülerini yeniden aktif hale
getirmektedir. Foucault (1973) söylemden (discourse) arındırılmış bir insan
potansiyelini şu sınırlar çerçevesinde tanımlamaktadır: “akılların tek bir ve
aynı etkileşimi sonucunda, bilginin alanı haline gelmesi gereken ve bilimin bir
nesnesi olamayacak olan bir varlık” (s. 336-7). Habermas, bireyi bir
“homme”, insanı da bir “citoyen” olmaktan öte, bir “etik varlık” şeklinde
tanımlamak suretiyle, bu yorumu post modern ahlâk alanından
doğrulamaktadır (s. 128). Etik kapsamında yer alan sosyal sözleşme
teorisinden hareketle düşünce geliştirenler için Liberal felsefe, devleti,
insanlara, karşılıklı eşit sorumluluklarını belirlemelerine yarayan ve kazuist
bir içtihat hukuku çerçevesinde, büyük zorlukların ardından rafine hale
getirilebilen bir takım haklar bahşeden bir yapı olarak tanımlamaktadır.
Bunun karşı kutbunda ise post yapısal eleştiri, usulî ve hukukî indirgemeciliği
merkezden eden bir karşı-söylemi dile getirmektedir. Bu konuda Habermas’la
aynı görüşleri paylaşan İngiliz Filozof Mary Warnock (1998), hukukî
hakların, diğer tüm haklar gibi, daha derin bir şeyler üzerine
temellendirildiğini ifade etmektedir: “eğer haklar yasal olmaktan ziyade
ahlakî iseler ve onları bahşeden yasa bir ahlakî yasa ise, haklar söylemini
kullanma gerekliliği ortadan kalkıyor gibi görünmektedir… Bu, hiçbir hukukî
vurgu olmaksızın, ahlak söyleminin kendisinin devreye sokulması demektir”
(s. 63). Öyleyse enformasyonel görev, insanların hangi durumlarda yeni
enformasyonel gerçekliklerden yararlanabildiklerini ve hangi durumlarda
geleneksel düşünce ve aracılık kapılarının ahlâki neticeleri sınırlamak
amacıyla söz konusu bilgi akışını kestiklerini ve bu tarz etkilerin nasıl olup da
ortadan kaldırılabileceğini ortaya çıkarmak olarak belirginleşmektedir.
Küresel Dünyanın Vatandaşları
121
1.1 Yeni Medya ve “Yeni” Enformasyon
Einsteinci relatiflik ışığında insan bilgisinin yeniden tanımlanışı, zamanın
kritik bir bilimsel değişken olarak ortaya çıkışı ve maddenin enerji olarak
yeniden tanımlanışı, doğa bilimlerinde ve sosyal bilimlerde kabul gören pek
çok varsayımın sorgulanmasına yol açmıştır. Hem insan hem de madde
bilimleri artık “statik – madde” diyalektiğinin, görece, dönüşlü ve otoriter
anlaşmalara karşı potansiyel olarak çok daha dayanıklı bir sosyal alan olan
“dinamik – enerji” diyalizi ile yer değiştirdiğini kabul etmektedir (Boisot
1995, Baudrillard 1981). İletişim araştırmaları açısından, hem insani hem de
teknik nodüllere vücut veren bu yer değiştirme, “maddi değerler” üzerine
odaklanarak analog prensipler kullanan arayışları bir tarafa bırakmakta ve
bunların yerine diyalektik prensipleri, başka bir ifadeyle “enformasyonel
değerleri” koymaktadır (Masuda 1981). Baudrillard’a göre (1981):
“Sorgulama altında olan şey; tüm geleneksel nedensellikler dünyasıdır:
perspektivist determinist tarz, aktif, eleştirel tarz ve analitik tarz – başka
bir ifadeyle; neden ve sonuç arasındaki, aktif ve pasif arasındaki, özne
ve nesne arasındaki, amaç ve araçlar arasındaki ayrımlar… gerçeğin ve
bir yok oluş noktası olarak anlamın ufku ile birlikte.” (s. 30)
Castells (1996) yeni iletişim teknolojilerinin zaman algımızı değiştirdiği
ve endüstri sonrası gerçeklik hakkındaki en bilinen kesinliklere karşı bir
meydan okumayı gündeme getirdiği kanısını paylaşmaktadır. “Zaman, yeni
iletişim sistemi içinde silinmektedir… Akışkanlıklar uzayı ve zamansız
zaman, yeni bir kültürün maddi temelleridir… gerçek sanallık kültürünün” (s.
375). Dördüncü ve Beşinci boyut bilimsel devrimler (Kaku 1994,
Buckminster Fuller 1975), salt birer bilimsel devrim olmanın çok daha
ötesinde anlamlara sahiptir; bunlar, yansımalarını teknolojide bulan ve
karşılığında, bilginin taşıdığı görecelik, dönüşlülük ve dinamik eleştirel
pazarlık sürecinin sonucu olma özelliklerini bir kez daha vurgulamak
suretiyle, dile özgü değerler üzerine inşa edilen bilişsel devrimleri başlatan
toplumsal devrimlerdir. Baudrillard da (1981), yeni enformasyonel-bilim
paradigmasının içine yerleşmiş değişimden emin görünmektedir:
‘Komut, sinyal, tepki, mesaj’: tüm bunlar, “şey”leri bizim için anlaşılabilir
kılmaya teşebbüs etmektedirler, fakat belki kıyas yoluyla, bir vektörün yazı
vasıtasıyla yeniden kopyalanması yoluyla veya hakkında hiçbir şey
bilmediğimiz bir boyutun çözümlenmesi yoluyla – aslında bu andan itibaren,
gerçek manada bir ‘boyut’ bile yoktur karşımızda, veya belki de bu (Einstinci
122
Robert Beckett
relativism kuramında uzayın ve zamanın farklı kutuplarını yutan boyut olarak
tarif edilen) dördüncü boyuttur” (s.31).
Kırık ve parçalı post modern söylemlerde değerler, dinamik dilbilimsel
değerlerin içine yerleştirilmiş durumdadırlar ve ahlâki değerlerin, güvene,
sırdaşlığa, bütünlüğe ve sorumluluğa yönelik enformasyonel gereksinimler ile
yeniden ilişkilendirilmek suretiyle yeni anlamlar yüklendiği insan birliklerinin
bağlantılarını tanımlamak ve tarif etmek için kullanılabilirler. Veya
Bauman’ın da (1993) belirttiği üzere:
“İnsan aklının sınırlarıyla ölçülen uzaysal mesafelerin ortadan kaldırılması
(…) ahlâki sorumluluğun sınırları tarafından ölçümlenen ahlâki sınırların
ortadan kaldırılmasıyla denkleştirilmiş değildir; fakat böyle bir
denkleştirmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Öyleyse sorun, bütün bunların ne
şekilde başarılabileceğidir, tabi eğer başarılabilecekse ?” (s. 219)
İnsan ortaklıklarının, örneğin bir coğrafi yakınlık dolayısıyla değil, ama
çıkar gruplarının parçası olma şeklinde belirlendiği ve giderek artan bir
oranda görsel hale gelen bir dünyada, adalet/adaletsizlik ve
hakkaniyet/önyargı gibi usulî diyalektikler, soysal alanda sezilen normatif
gerilimler ile sürekli meydan okumalar ve sınavlarla karşı karşıya bulunan
enformasyon-iletişim değerlerini tanımlamaktadır. Geleneksel kurumlar
tarafından sunulan ve kusursuz olduğu düşünülen çözümler ile ve Batı
rasyonalizminin şimdilerde açığa çıkarılan kendini beğenmişliğinin ardından,
küresel insanlık, pek çok zorlu soruna küresel/yerel çözümler üretebilmek için
yeni araçlara gereksinim duymaktadır. Psikolojik ve bilimsel olarak
konuşmak gerekirse, küresel enformasyon çağında, eşit ölçülerde kesinlik ve
ihtimam yaratabilmek amacıyla, bilgi oluşturmak ve değiş tokuş etmek için
hem katılımcılara hem de katılımcı olmayanlara güvenilir araçlar sunacak
yeni düşünme biçimlerine gereksinim duyulmaktadır. İşte bu gereksinimdir
ki; yeni bir iletişimsel-enformasyonel etik önerisine biçilen yeni rolün altında
yatan hayati teorik arka plânı oluşturmaktadır.
1.2 İnsanlar Üzerindeki Etkiler
Yeniden ayarlanmış ve aracılanmış bir kamusal alanda, küresel adalet
hususu özellikle vurgulanmaktadır. Yeni ve oldukça etkili sürdürülebilirlik
söylemi, konuya yeni entegre olmaya başlayan toplumsal, çevresel ve
ekonomik bilimler tarafından en üst düzeyde yüklenmiş enformasyon
bilgisinin doğumunu saptamaktadır (Elkington 1997). Küresel çaptaki insan
Küresel Dünyanın Vatandaşları
123
etkinliklerinin üzerine yapılan hesaplar, çok da uzak olmayan bir gelecekte,
insan ırkının kendisinden bile büyük bir uygarlık krizinin kapımızı çalmak
üzere olduğunu savlamaktadır (Monbiot 2003, Suzuki and Dressel 1999).
Önceden kâğıt hızında yayılmakta olan bilginin rolü, şimdi ışık hızlarında
seyreden dünya çağında bilgi nodülü ağlarına eklemlenmiş bulunmaktadır.
Bilgi akışları, insan eyleminin enformasyon alanları boyunca uzanan, iletilen
komutlara anında cevap veren ve görünüşte, sürdürülebilir kalkınma
koşullarına uygun olarak insanlığın ve eko sistemin devamını sağlamayı
amaçlayan bilgisayar sistemleri içine yerleşmiş durumdadır. Enformasyon
çağı hassasiyetlerinin endüstri çağının hegemonyasını yakalayıp
yakalayamayacağı yönündeki sorular varlığını sürdüredursun; Castells (1996),
sürdürülebilirlik meselesi açısından liderlik kurumunun önemine dikkat
çekmektedir:
“Bir yanda sayıca az bazı ülkelerde ve şehirlerde kümelenmiş, göreceli
olarak küçük, eğitimli ve varlıklı seçkinler (…) siyasî katılım ve enformasyon
gibi sıra dışı araçlara sahip bir biçimde gerçek manada vatandaşlık sıfatını
taşırlarken; diğer yanda dünyanın ve söz konusu ülkelerin eğitimsiz ve
geleceği karartılmış kitleleri, aynı Klasik Yunan’da demokrasinin doğuş
dönemlerindeki köleler ve barbarlar gibi yeni demokratik çekirdekten
dışlanmış olarak yaşamaya mahkûm edilmektedirler.”
Sosyal adalet, yalnızca en güçlü olanların hayatta kalmasıyla (bugünün
sosyal sistemlerinde halen tesiri olan bir yaklaşım) gerçekleşmiş olmaz.
Prigogine’nin eş-evrim prensibi gibi bir takım alternatif doğal seleksiyon
yöntemlerinin varlığına rağmen, sosyal adalet, hâlihazırda risk altında bulunan
geniş ve yoksun bırakılmış halk yığınlarının kendi kaderlerini
belirleyebilmelerini icap ettirmektedir. Küresel nüfusun beşte üçü (ki bu
rakamsal bölünme, aynı zamanda bir sosyal bölünmeye de tekabül
etmektedir), halen küresel ekonomik sistemden büyük ölçüde dışlanmış
haldedir ve rekabetçi - bencil davranışların dünyanın devamı için arz ettiği
büyük tehlikeye karşın ekonomik sistemin hâkim prensibi olarak kalmaya
devam eden kaynak rekabetinin neden olduğu yakın tehlikeye maruz
bulunmaktadırlar. 21 yüzyılın içinde yol alındıkça ve gelişmekte olan ülkeler
büyümeye devam ettikçe, onlar da “birinci sınıftaki yolcularla” aynı hizmeti
görmeyi, aynı ölçüde tüketim yapabilmeyi talep edeceklerdir ve bu da,
dünyadaki kaynakların ve bilimsel topluluğun karşılayamayacağı bir talep
olacaktır. Bu bağlamda, İklim Değişikliği konusunda toplanan
124
Robert Beckett
Hükümetlerarası Panel, krizin kapımızı çalmak üzere olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır:
“Aşağıda imzası bulunan bizler, dünya bilimsel topluluğunun kıdemli
üyeleri, tüm insanlığı yaklaşmakta olan tehlike hakkında uyarıyoruz.
Eğer muazzam bir insani sefaletten sakınmak ve yaşadığımız gezegen
üzerinde bulunan küresel evimizin geri dönüşü imkânsız bir biçimde
tahrip edilmesinin önüne geçmek istiyorsak, Dünya’yı ve üzerindeki
yaşamı yönlendirme biçimimizde büyük bir değişikliğe gitmemiz
kaçınılmazdır (Kasım 1992).”
Türlerin devamının sağlanması için yapılması gereken büyük sistem
değişikliklerinin, çeşitli bölünmüşlüklerin ve çözülmesi olanaksız gibi
görünen maddi sorunların pençesinde kıvranan bir dünyada ve Birinci-Dünya
olarak anılan ülkelerin iki milyarlık nüfusu için bile karşılanması olanaksız
derecede pahalı bir ekonomik tüketim modeliyle gerçekleştirilip
gerçekleştirilemeyeceği sorusu, bulunması çok güç bir seri cevaba gereksinim
duyan bir sorudur. Acaba yönetim hakkı, kendi varlıklarının devamı üzerinde
karar alabilmelerini sağlamak amacıyla, en küçük topluluklara dâhi tanınacak
mıdır? Acaba ulus-devletler, kontrol edilmemesi halinde, öyle demokratik
prensipler için falan değil; ama su, toprak ve yiyecek için yaşanması
kaçınılmaz olan binlerce savaşı engellemek üzere, kendi çıkarları üzerindeki
boğucu hâkimiyetlerini azaltabilecekler midir? Acaba zengin ve ayrıcalıklı
Birinci-Dünya, varlıkları Birinci-Dünya’daki aşırı tüketim ve kirlilik
nedeniyle ve yine buradan kaynaklanan yok olma tehlikesi tarafından tehdit
edilen milyarlarca insana makul bir denge sağlayabilmek amacıyla, kendi
tüketimini azaltabilecek midir?
Enformasyon ve iletişim, milyarlarca dünya vatandaşını dünyadaki yaşamı
sürdürmek için gerekli olan kaynaklar üzerinde birbirine bağlamak için
bulunabilecek tüm çözümlerin merkezinde yatmaktadır. Bunun sonucu olarak
da enformasyon bütünlüğü, bireysel yarar ve genel yararın 7 gün 24 saat
üzerinden gerçek zamanlı olarak pazarlık konusu edildiği bir ortamda, hem
bilimsel hem de genel algılama için bir gerilim noktası teşkil etmektedir.
Küresel Dünyanın Vatandaşları
125
1.3 İletişim Etiği
Sosyal bilimlerin insanlığın refahı ile ilgili mülahazaları üzerinde
temellendirilmiş bir teorik/pratik perspektif olan iletişim etiği, daha dinamik
hale gelmiş bir enformasyon ortamında bireysel ve toplu karar alma
süreçlerinde kullanılabilecek bir ahlaki pusula işlevi görmeyi önermektedir
(Christinas 1997, Mackau ve Arnett 1997). Bu disiplin, insanî mülahazalara
ve toplumsal aktörler arasında gerçekleşen iletişimsel ilişkilere öncelik
atfetmekte ve adalet/hakkaniyet, ihtimam/ilgi, iyi/kötü ve erdem/ödev gibi
“gerilimli konular” ile ilgilenmektedir. Christinas’a göre (1997) böyle bir
yaklaşım, tartışmayı, evrensel akla ayrıcalıklı erişim noktasından, insan
ilişkileri üzerine kurulan yorumsamayı (hermeneutic) bir ödev noktasına
taşımaktadır.
Eğer yorumsamacı alan dile ait ise ve dil de topluluğun matrisi ise; o
zaman insan bağları mantık veya eylem içinde değil, ama “hermenia” içinde
ortak anlamları keşfetme yoluyla inşa edilmektedir (s. 11).
İnsan iletişiminin karakteri, insanların sahip olduğu konuşma yetisinin çok
ötesine geçer ve yazılı, basılı, elektronik ve dijital seri üretim (ICE 2005)
aşamalarına yükselirken karşımıza çıkan soru; insanî değerlerin, bütün bu
yükselen teknolojik âlemler tarafından gündeme getirilen tehditlerden
koruması bağlamında, insanlık âlemini ne şekilde ayrıcalıklı ve dokunulmaz
kılacağımız sorusu olmaktadır (Gilligan 1982, Edgar 1997). Bu bağlamda,
bilgi ve enformasyon kaynakları arasındaki farklılaşma, ana görevi olan
topluluklar oluşturma ve bunların devamını sağlama ödevine odaklanmayı
engelleyerek, toplulukları istikrarsızlaştıran ve anlamın ufalanmasına yol açan
sistematik bilgi pratiklerine karşı çıkmaktadır. Her bir medya; internet
ortamının, teşhir edici içerikleriyle web günlüklerinin, çok sık rastlanan
kimlik hırsızlığı olgusunun, CCTV’nin veya elektronik oylamalar gibi
normatif yeniden üretim süreçlerinin içine gömülü sorular tarafından açığa
çıkarılan kendi ahlâki anlam/alanlarına sahip bulunmaktadır (Bynum ve
Rogerson 2005). İletişim etiği açısından karar alma noktasındaki karmaşa,
bilgisayar/televizyon/radyo/basın/telefon (ICE 2003) tarafından, insan aklını
karıştıran ve sosyal sözleşmenin var ettiği istikrarı bozan bir süreçte
tetiklenerek enformasyonun ortaya çıkışını geometrik sıçramalar şeklinde
dramatik oranlarda hızlandıran 7/24’lük dinamik bir enformasyon ortamının
bulunduğu çoklu bir yakınsak/ıraksak medyasfer içinde fark edilebilmektedir.
Hala modern-öncesi dönemden kalma varsayımlar üzerine inşa edilmiş
126
Robert Beckett
epistemolojik ve teorik modellerden çıkarsanan ahlâki bir söyleme inanmaya
devam eden iletişim toplulukları bize, sosyal normları –muhtemelen, seçmiş
oldukları nesnelerle aynı düzeye indirgeme amacını güden dikkatli bir çabanın
ardından– yeniden üreten kurumların ve medyanın sıklıkla öne çıkardığı
taleplere rağmen, enformasyonel bilimler ve ilişkili bilgi alanları için mutlak
bir “gözden geçirilmiş ahlâk” ihtiyacın ortaya çıkmış olduğunu
göstermektedir. Bu durum, çeşitlilik ve aykırı görüşler problemlerinin açığa
çıkarılması ve dışlanmış grupların enformasyon ve bilgi üretimine geniş bir
meşruiyet sağlayan mekanizmaların içine sürekli bir biçimde dâhil edilmeleri
ve buraya kabullerinin sağlanması için gerekli olan usulleri hayata geçirecek
bir iletişim etiğine duyulan ihtiyacı gözler önüne sermektedir.
Jürgen Habermas ve Karl Otto Apel, bu disiplin için anahtar niteliği
taşıyan bir temel olarak kabul edilen bir akademik diyalogu geliştirmiş
olmalarına karşın, uygulamalı bir disiplin olarak iletişim etiği, sosyal
bilimlerin (dilbilim, psikoloji, felsefe, sosyoloji, antropoloji (ICE 2002)
yöntem ve teorilerinden yararlanmaya devam etmektedir (McCarthy 1996).
Sözü edilen bu diyalog, Apel’in, antropolojik bir topluluktaki tüm insanları,
iletişime yönelik insanî yeti aracılığıyla birbirlerine bağlayarak
konumlandırdığı “iletişim topluluğu” anlayışını ortaya atmaktadır (Apel
1972). İletişim topluluğu, düşük bir temsil profiline sahip olan ve hatta bazı
durumlarda varlıkları bile inkar edilen ve iletişim hakları, bir kez daha
dışlanmaları ihtimali bulunan “insan yapımı” hukuk kurallarından değil, ama
toplulukla
olan
ahlâki
ilişkilerinden
çıkarsanan
grupların
(ırk/din/etnik/bedensel engel ICE 2003) unutulmuş seslerini ve değerlerini
içermektedir (Warnock op.cit.). Habermas’ın geniş kabul gören “söylem
etiği”, Shotter’in ikinci bilişsel devrim olarak adlandırdığı (Shotter 2002) bu
topluluk içinde yaşanan bir toplu “dile dönüşü” resmetmektedir. Bu, ortak
ahlâk üzerine inşa edilen iletişim pratiği ile; herkesin kullanabileceği, derlenip
toparlanmış etik değerlendirmeler için gereken temelleri sağlamaktadır.
İletişimin geniş bir yorumu, ki Bateson Grubu tarafından yapılan bir
tanımdır bu: “yalnızca konuşma değil, tüm davranışlar iletişimdir ve iletişim –
kişilik dışı bir biçime bürünen iletişimsel davranışlar bile – davranışları
etkiler” yaklaşımını gündeme getirmektedir (Watzlawick vd. s. 22). Bu
yorum, insan ahlâkının –bir davranış veçhesi olarak– tüm insanlık kültürüne,
gelenek ve adetlerine içkin olduğunu açığa çıkarmaktadır (Hinduizm,
Konfüçyüs Dini, Taoculuk, Budizm, Hıristiyanlık, İslâm ICE 2004). Tüm bu
Küresel Dünyanın Vatandaşları
127
dinler, zaman zaman rekabet haline olan farklı yorum biçimlerine rağmen,
insan ahlâkı üzerine yapılacak çalışmaların merkezini temsil etmektedirler
(Russell 1926). Burada “denetlenmiş ahlâk” olarak kullanılan etik (ICE 2001),
Kant’ın “ahlâkın metafiziği” hakkındaki tanımına denk düşmektedir. Bununla
birlikte, post modern enformasyonalizmle uyum içinde kalan etik, “şeref
duygusu için şeref kuralları”ndan (Bourdieu 1977:12) bir adım uzaklaşmayı
önermektedir. Rabinow’a göre “tam da düşüncenin verili bir unsur olmayıp
bir eylem olması ve deneyimle desteklenerek düşünce tarafından formüle
edilen davranışların da etik davranışlar olması nedeniyledir ki”,
enformasyonel deneyimin etik davranışların başlangıç noktasını temsil ettiği
bu dünyada, etiğin açıklanması da dinamik bir nitelik arz etmektedir
(Rabinow 1994:xxxv). Benzer şekilde, iletişimsel etiğin içinde yer alan
dengenin detaylı bir incelemesini takiben, Benhabib de (1992) bu disiplini
ahlâk temelli bir sosyal pazarlık süreci veya “bir ahlâki meşrulaştırma teorisi”
olarak tanımlamaktadır (s. 73). Benhabib’in ortaya attığı iletişim etiği türünde
de (1992), yazar, sosyal söylemin anlamlı yapıtaşlarını tanımlamak ve bunlar
üzerinde pazarlık yapmak için gerekli olan bir ortak perspektife duyulan
ihtiyacı vurgulamak suretiyle, Habermas’ın izinden gitmektedir:
“Pratik söylemlerin, ahlaki tartışma alanını önceden teorik olarak
tanımlamıyor oluşu ve insanların, akıl yürütme süreçlerine adım atarken
günlük bağlılıklarından ve inançlarından soyutlanmak zorunda olmayışları
nedeniyledir ki; pratik söylemler evreninde yalnızca adalete ilişkin sorunların
değil ama insanların iyi yaşam düşlerine ilişkin konuların da yer almasını ve
söyleme ilişkin ön varsayımlarımızın çeşitli meydan okumalarla
karşılaşmasını engelleyemeyiz” (s. 74).
Benhabib, Antik Yunan diyaloğunun çift boyutlarını, yine Yunanlılar’dan
miras kalan ve Batı felsefesinin ortaya attığı temel sorularda ifadesini bulan
tanınmış bir diyalektik (doğru ve iyi) içindeki bir ahlaki sorgulama ile bir
arada resmetmektedir. [Plato, Devlet, VI. Kitap, Plato Sempozyum, (211c-d),
Aristo, Eudemian Ethics, böl. 8 (1217b.25-34)]. Bilginin tartışmalı doğası,
“doğru ve iyi”ye ilişkin etik sorularda görünür hale gelmekte ve aynı
zamanda, iletişimsel analizin karmaşıklık katmanlarına içkin bulunmaktadır.
Bu durum, bilginin prensiplerin üzerinde anlaşmaktan bile öncelikli bir
konuma sahiptir – zira somut ahlâk, şu soruların içinde saklıdır: Sen kimsin?
Benden ne istiyorsun? Beni ne şekilde incitebilirsin? Bu ayrım çerçevesinde,
bilginin/enformasyonel sözleşmenin konumu, ahlak üzerine yapılan
128
Robert Beckett
anlaşmaya göre ikinci plânda kalmaktadır. İkincil anlaşmazlıklar,
enformasyon elde etme ve bunları işleme yönündeki eşsiz insanî yeteneklerle
alâkalıdır. Bu durum, insan söylemlerinde/ilişkilerinde ve dilsel terimler,
tanımlar ve kültürel kabuller arasındaki çözülemez “anlam boşluğu”nu, bir
ölçüde de olsa açıklamaktadır (Wittgenstein 1968, Bakhtin 1981).
Nietzche, “iktidar arzusu” ile “iyi ve kötünün ötesi”ni bir sosyal anlaşma
için kilit aktörler olarak öne çıkarmak ve ahlak kurallarını, savunulabilir
nitelikte olanı meşrulaştırma işlevine indirgemek suretiyle, ahlâki kategorinin
sorgulanmasına yol açmıştır (Nietzsche 1973). Bu tez uyarınca bireysel
öncelikler, ahlaktan yoksun, toplumdan soyutlanmış ve kendi bireysel
çıkarını, hedeflediği rasyonel amaçlara ulaşabilmek için geçerli tek yol olarak
kutsayan bir “Süpermen”in doğumuna yol açmaktadır. Diyalektik argümana
sadık kalan Platonik ideal, etik kavramını “ilk felsefe” olarak
konumlandırmakta ve “iyi”yi hayatın özü olarak algılamaktadır. Levinas
(1999) ve Habermas (1996) ahlak değerlerinin gerçek birer biçimi olmasa
bile, bunların antropolojik insan ilişkilerinin/dilinin ve dahası, hukuk, siyaset,
din ve ticaret gibi toplumsal sözleşmelerin içinde gömülü olduklarını ortaya
koyarak, kuşkucu argümanı dile getirmişlerdir (ICE 2002). Etik çalışmalarını
topluca bir değerlendirecek olursak, tüm insan davranışlarının ahlâka ilişkin
bir içeriğe sahip olduğu ortaya çıkmaktadır: giydiğimiz giysiler, yediğimiz
yiyecekler, yaşadığımız yerler ve yaptığımız iş. Pratik olarak, her etiksel yargı
için iki sorun kritik öneme sahiptir: a) bireyin ahlâksal sağlığının özgün
koşullarının nasıl tanımlanacağı ve ayırt edileceği; yani “yorumsamacı görev”
ve b) paylaşılan değerlerden birbirleriyle rekabet içindeki perspektif
çokluğunun nasıl tercüme edileceği; başka bir ifadeyle “anlaşma görevi”.
İletişim etiği, insanların kendi toplumsal ahlâki hayatlarıyla; oydaşma ihtilaf, işbirliği - rekabet, kişisel - toplumsal, idealist - yararcı ve/veya
evrensel - göreceli taleple nasıl ilişkiler kurduğu ile ilgilenmektedir. İşte,
herkes tarafından anlaşılmak ve birlikte çalışabilmek üzere, yukarıda anılan
tüm bu analizleri ortaya koyan iletişim etiği, bir yandan problemlerin
çözümüne ve anlaşmazlıkların giderilmesine şeffaf ve söylemsel bir
yaklaşımın önünü açmakta; diğer yandan da bireysel başarının büyük
toplumsal iyiliklerin bir kazanımı olduğunu (en azından, toplumdaki
diğerlerinin zararına elde edilmemişse) vurgulamak suretiyle, ortak
anlaşmanın erdeminin, çoğu zaman bireysel başarının zaaflarından ödün
verilmek suretiyle ortaya çıktığını ortaya koymaktadır.
Küresel Dünyanın Vatandaşları
129
1.4 Teorinin Konferans Konusuna Uygulanması
Aşağıda görülen iletişimsel ilişkiler modeli (PMOGI/2001), İletişim Etiği
Enstitüsü tarafından, iletişimsel ilişkilerdeki gerilim noktalarını açığa
çıkarmak amacıyla kullanılmaktadır. Model, iletişimsel beceriler içinde
bulunan insan ilişkilerindeki “değerlerin incelenmesini” (etik) mümkün
kılmaktadır. Bakış açısı teorisini (MacKau & Arnett 1997) kullanmak
suretiyle, anılan model, insan ilişkilerini, davranışlarını ve iletişimini, “bakış
açım, görüş açımdır” kuralına uygun bir biçimde ve birbirleriyle olan pratikahlâki ilişkileri çerçevesinde konumlandırmaktadır.
siyasî
kişilerarası
İletişimsel
İlişkilerdeki
medya
Söylem
Grup
örgüt
Şekil. PMOGI İletişimsel İlişkiler Modeli
PMOGI modeli, farklı çıkarların, dillerin ve iktidarların insanların iletişim
kurma yollarını nasıl etkilediğini saptamakta ve iletişim teorilerinin en başta
gelen prensiplerinden birinin; “hiçbir iletişim, söz konusu iletişim meydana
geldiği seviyede gerçekten tarif edilemez ve incelenemez” diyen prensibin
(Wilden 1972, s. 113) doğrulamasını yapmaktadır.
Modelden çıkarılabilecek ilk sonuç; modelin boyutlarından herhangi
birinin harekete geçirilmesi halinde, insan iletişimlerinin, sistemdeki diğer
gruplar tarafından ciddi bir biçimde kısıtlanabileceğidir. Model, bakış açıları
arasındaki diyalektik gerilimlerin (25) muntazam bir serisini sergilemektedir
Örneğin, organizasyon-medya bakış açısı, ancak medya-örgüt bakış açısını
takiben
anlaşılabilir;
ilki
örgütsel
biçimlerin/konuların
medya
biçimleri/konuları üzerindeki hâkimiyetini, ikincisi ise, medya bağlantılarının
örgütsel bağlantılar üzerinde hâkimiyetini vurgulamaktadır. Bu gerilimlerin
üzerine inşa edilen ve medya-medya ile örgüt- örgüt bakış açılarında bulunan
Robert Beckett
130
“çift kat diyalektik” ilişkiler ise, aynı değer içinde yer alan alternatif sistemler
arasındaki (The Guardian ile The Daily Mail arasındaki veya The Cooperative Bank ile Goldman Sachs arasındaki) gerilimi yansıtmaktadır.
Örgüt – Medya
Medya – Örgüt
Medya – Medya
Örgüt – Örgüt
Tüm PMOGI modeli, meselelerin bir anahtarını elde edebilmek için
vurgulanabilecek olan bir standart tablo formülünde gösterilmiştir. Bu
bağlamda, aşağıdaki örnekte medya - örgüt “iletişimsel ilişkileri” vurgulanmış
bulunmaktadır.
Siyasî
Medya
Örgüt
Grup
Kişilerarası
Siyasî Siyasî
Medya Siyasî
Örgüt - siyasî
Grup –
Siyasî
Kişilerarası Siyasî
Siyasî Medya
Medya Medya
Örgüt Medya
Örgüt –
Medya
Kişilerarası Medya
Siyasî Örgüt
Medya Örgüt
Örgüt - Örgüt
Grup Örgüt
Kişilerarası Örgüt
Siyasî –
Grup
Medya Grup
Örgüt - Grup
Grup –
Grup
Kişilerarası Grup
Siyasî Kişilerarası
Medya Kişilerarası
Örgüt Kişilerarası
Grup Kişilerarası
Kişilerarası Kişilerarası
Şekil. PMOGI diyalektiği (Medya – Örgüt İlişkileri vurgulanmaktadır)
1.5 Enformasyon ve İletişim Etiği
Bu çalışma, değişen enformasyonel çoklu evren dizisi ile yeni bir
iletişimsel “bilinç” arasında bir bağlantının var olduğunu iddia etmektedir.
Paylaşılan bir insani ahlâk ve ortak iletişim pratikleri, küresel değişimin uçsuz
bucaksız gerekliliklerine bir yanıt bulmak için kullanılabilir. Herkes
tarafından eşit bir biçimde paylaşılan iletişim kurma yeteneğinin,
sürdürülebilirlik çağındaki her bir bireyin, grubun, organizasyonun ve
topluluğun hayatta kalabilirliğini mümkün olan en yüksek seviyeye çıkarmak
Küresel Dünyanın Vatandaşları
131
amacıyla, eşitlikçi ve adil bir biçimde dizginlenme si gerekmektedir. PMOGI
iletişimsel modeli, incelenebilir nitelikteki değerlerle donatılmış tüm
medyanın ve örgütlerin, içinde yaşamayı öğrenmek zorunda olduğumuz
enformasyon çağı ekolojisinin bir parçası olduğunu öne sürmektedir.
KAYNAKÇA
Apel, Karl-Otto. (1972 [1980]) The a priori of the communication community and the
foundation of ethics; The problem of a rational foundation of ethics in the
scientific age. In Towards a Transformation of Philosophy (Trans., G. Adley &
D. Frisby p.p. 225-300) [The International Library of Phenomenology and Moral
Sciences]. London: Routeledge & Kegan Paul.
Austin, J. L. (1962), How to do Things with Words. Oxford. Oxford University Press.
Barnes, J. (1997) (edit) The Complete Works of Aristotle. Vol.1 and Vol 2. Boston.
Princeton University Press.
Barney, D. ( 2004) The Network Society. Cambridge. Polity.
Bakhtin, M.M,1981. The Dialogic Imagination. Edit. Emerson, C. & Holquist,M.
Austin,. University of Texas Press
Benhabib, S. 1992. Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in
Contemporary Ethics. New York. Routledge.
Buber, M. 1973. Between Man And Man. Trans. Gregor Smith, R. London. Collins.
Baudrillard, J. (1983b) In the Shadow of the Silent Majorities… Or the End of the
Social. New York. Semiotexte.
Baudrillard J. (1981) For A Critique Of The Political Economy Of The Sign. (Trans)
With An Introduction by C. Levin. St. Louis, Mo. Telos Press.
Bauman, Z. (1993) Postmodern Ethics. Oxford. Blackwell.
Benhabib,S. (1992) Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in
Contemporary Ethics. New York Routledge.
Boisot M. (1995) Information Space: A Framework for Learning in Organizations,
Institutions and Culture. London. Routledge.
Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge. Cambridge
University Press.
Buber, M. (1970) I and thou. Charles Scribner and Sons. New York.
Buckminster-Fuller, R (1975) Synergetics: Explorations in the Geometry of Thinking.
In Colaboration with E.J. Applewhite.
Bynum T. W., Rogerson, S. (2004) Computer Ethics And Professional Responsibility.
(eds.) Oxford. Blackwell Publishing.
Bynum, T. W. Rogerson, S. (Eds) Global Information Ethics, special edition of
Science and Engineering Ethics, Vol 2 No 2, 1996:135-162.
Rogerson, S., Bynum, T.W., (1995) Cyberspace: The Ethical Frontier, The Times
Higher Education Supplement, No 1179, 9 June, p iv.
132
Robert Beckett
Castells, M. (1996) The Rise of the Network Society. Vol 1. Oxford. Blackwell.
Castells, M. (1997) The Power of Identity. Vol. 2. Oxford. Blackwell.
Christians, C and Traber, M (1997). Communication Ethics and Universal Values.
London. Sage Publications.
Cooper, J, M. 1997. Plato Complete Works. Indianapolis, Indiana. Hackett Publishing
Edgar, S., L. (1997) Morality and Machines; perspectives in computer ethics. London,
Jones and Barnett Publishers.
Elkington, J. (1997) Cannibals With Forks: The Triple Bottom Line Of 21st Century
Business. Oxford. Capstone.
Ellul, J. (1964) The Technological Society. Translated by J. Wilkinson. New York:
Vintage.
Ellul, Jacques. (1965) Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes. New York:
Vintage Books-Random House.
Evans C (1979) The Mighty Micro: The Impact of the Computer Revolution, Victor
Gollancz Ltd, London.
Foucault, M. (1994) Critique And Power: Recasting The Foucault/Habermas Debate.
(Edit) M.Kelly. Cambridge, Mass: MIT Press.
Foucault, M. (1988 [1965]) Madness And Civilization : A History Of Insanity In The
Age Of Reason / (Trans.) Richard Howard. New York. Vintage Books.
Foucault, M. (1975 [1973] The Birth Of The Clinic : An Archaeology Of Medical
Perception. (trans) A. M. Sheridan Smith. New York. Vintage Books.
Foucault, Michel (1970[1966]) The Order Of Things: An Archaeology of the Human
Sciences. London. Tavistock Publications.
Foucault, M (1969) The Archaeology of Knowledge. (trans) A. Sheridan. New York.
Pantheon.
Fukuyama, F. (1995).Trust, The Social Virtues and the Creation of Prosperity.
London. Hamish Hamilton.
Gadamer, H-G. (1993 [1975]) Truth and Method. 2nd Revised Edition. (trans) J.
Weinsheimer and D. G. Marshall. London. Sheed and Ward.
Gadamer, H-G. (1980) Dialogue and Dialectic. Trans. P. Christopher Smith. New
Haven, London. Yale University Press.
Gilligan, C. (1982) In A Different Voice : Psychological Theory And Women's
Development. Cambridge, Mass. Harvard University Press.
Habermas, Jürgen (1989 [62]) The Structural Transformation of the Public Sphere: A
Inquiry Into A Category Of Bourgeois Society. (trans) Jurgen Burger and
Frederick Lawrence. Cambridge. Polity Press.
Habermas, J. 1976. Communication and the Evolution of Society. London.
Heinemann.
Habermas, J. 1984. The Theory of Communicative Action, Reasons and the
Rationalization of Society. Vol. I. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity.
Küresel Dünyanın Vatandaşları
133
Habermas, J. 1987. The Theory of Communiactive Action, Lifeworld and System. A
Critique of Functionalist Reason. Vol. II. Trans. McCarthy, T. Cambridge.
Polity.
Habermas, J. (1979) Communication and the Evolution of Society (trans. T.
McCarthy), London: Heinemann.
Habermas, J. (1996) inThe Cambridge Companion to Nietzsche ed. Bernd Magnus
and Kathleen Higgins.Cambridge. Cambridge University Press, 403 pp
Huang J and Fox M S (2004) Uncertainty in Knowledge Provenance. Proceedings of
the 1st European Semantic Web Symposium, Heraklion, Greece, May 2004,
Springer Lecture Notes in Computer Science.
Huxley, A. (1932) Brave New World. London. Chatto & Windus.
Innis, H. A. (1972) Empire and Communications. Toronto. University of Toronto
Press.
Kaku, M (1994) Hyperspace: A Scientific Odyssey Through Parallel Universes, Time
Warps, And The Tenth Dimension / Illustrations By Robert O'Keefe. New York.
Oxford University Press.
Levinas, E. (1999) Alterity And Transcendence. (Trans.) Michael B. Smith. New
York. Columbia University Press.
Lyotard, Francois (1982[1979]) The Postmodern Condition: A Report on Knowledge.
(trans) Geoff Bennington and Brian Massumi. Minneapolis. University of
Minnesota Press.
Makau, R. Arnett, C. (1997) Communication Ethics & Diversity. Illinois. University
of Illinois Press.
Masuda, Y. 1981. The Information Society as Post-Industrial Society. Washington,
DC: World Future Society
McCarthy, T. 1996. The Critical Theory of Jürgen Habermas. Boston. MIT Press.
McLuhan, M. (1964) Understanding Media: The Extensions of Man. New York.
Mentor.
Monbiot, G. (2003) The Age Of Consent: A Manifesto For A New World Order.
London. Flamingo.
Moor, James, H. ‘What is Computer Ethics?’ Metaphilosophy 16, no. 4 (October
1985), 266-275
Mandke, V V and Nayar M K (2004) Beyond Quality: the Information Integrity
Imperative, Total Quality Management and Business Excellence, Volume 15,
Numbers 5-6 / July-August, pp 645–654.
McRobb, S. and Rogerson, S. Are They Really Listening? An investigation into
published online privacy policies, Information Technology and People, Volume
17, Number 4, pp442-461, 2004.
Munford, Lewis. (1970) The Pentagon of Power. New York. Harcourt Brace
Jovanovich.
Nietzsche, F. (1973) Beyond Good And Evil : Prelude To A Philosophy Of The
Future. Trans. With An Introduction And Commentary By R.J. Holling
134
Robert Beckett
Harmondsworth. Penguin.
Popper, Karl R. (1968[1935]) The Logic of Scientific Discovery. London.
Hutchinson.
Porat, M. U. 1977. The Information Economy: Definition and Measurement. Vol.
Washington DC: US Department of Commerce/Office of Telecommunication.
Nicolis, G., Prigogine I. (1977) Self-Organization In Nonequilibrium Systems : From
Dissipative Structures To Order Through Fluctuation. New York.Wiley.
Rabinow, P. (1994) Michel Foucault: Essential Works of Foucault 1954-84: Ethics
Vol.1. London. Penguin Books.
Shotter, J. (1993) Conversational Realities: constructing life through language.
London. Sage.
Suzuki, D., Dressel, H. (1999) From Naked Ape to Superspecies. Sydney. Allen &
Unwin.
Toffler A. (1970) Future Shock. New York: Bantam Books.
Warnock, M. (1998) An Intelligent Person's Guide To Ethics. London. Duckworth.
Watzlawick, P., Helmick Beavin, J., Jackson, D.D. (1967) Pragmatics Of Human
Communication : A Study Of Interactional Patterns, Pathologies, And
Paradoxes.
New York. Norton.
Wilden, A. (1972) System and Structure: Essays in Communication And Exchange.
London. Tavistock.
Wittgenstein, L. (1968) Philosophical Investigations. Oxford. Basil Blackwell
Zengotita, T. (2005) Mediated: How the Media Shapes Your World and the Way You
Live in It. London. Bloomsbury
Web Siteleri
World Scientists Warning to Humanity. November 1992. http://deoxy.org/
sciwarn.htm 9 accessed 10.10.2006.
Nielsen J. (2003) Web guru fights info pollution, BBC News Online, October 13 at
http://news.bbc.co.uk/2/hi/technology/3171376.stm on 24/10/2006
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 135-150
Sunum - Makale
Communication ethics &
information: Global citizens
thinking for themselves
Robert Beckett
The Institute of Communication Ethics, U.K.
Postgraduate research, Radbaud University at Nijmegen, Netherlands.
Abstract: Information-communication technology (ICT) is changing human
behaviour and knowledgability. To successfully address a new knowledge paradigm,
requires different capabilities, understanding and methods, equally for actors and
audiences. A new discipline of communication ethics offers a critical/creative moral
compass for individual/collective decision-making, taking into account new dynamic
conditions for shared/mediated reality. Using accepted knowledge creation/evaluation
techniques, media and graphic techniques underpinned with principles of
communication ethics, it is possible to promote morally founded human
communication skills and their immediate convergence with technological systems.
Communication ethics thereby becomes ‘a key discipline for individual and collective
knowledge formation for an age of information.’
Keywords: information, communication, ethics, decision, systems
Presentation summary (for translation)
1 Information technology globalises and localises change on a scale
never engineered by humans before.
2 Effects of information on people and institutions are profound and
destabilise fundamental aspects of psychological and social stability.
3 Related to this destabilisation is the threat posed by our economic
system, founded in competition for limited resources, now challenged by
global sustainability assessments.
136
Robert Beckett
4 A necessary response is located in the discipline of communication
ethics, enabling the open presentation of both moral and informational reality
and allowing people to participate in the changes underway.
5 A unique informational system, sponsored by the Institute of
Communication Ethics, offers a means to address information complexity.
1. Change driven by ICT
A social moral enquiry to investigate individual well-being is potentially
useful for the information age. It is an enquiry that takes for granted both the
positive and negative possibilities of technology, offering a discourse to
challenge the assumptions, pre-conditions and morality underlying
informational change and particularly to protect people from forms of
systematic manipulation (Habermas 1989, Lyotard 1979, Innis 1972).
McLuhan’s (1964) concern with the ‘medium’, critically alters the
communicative/informational question from one of ends (messages) to one of
means (media) and in the process recognises the distorting effect of
informational ubiquity on human agency. If, as scientists and technologists
increasingly agree, we live in an energetic multiverse rather than a static
universe, the implications for human reason and knowledge creation, in an
emerging age of information, are profound and on-going (Kaku 1996, Boisot
1996). For instance, where property resides in information that is instantly
reproducible, instantly transferable and potentially wealth creating or
detracting on a vast scale, general moral questions can be applied to how
money reduced to digital information is used as power, and serves new
interconnected global communities? Whether traditional practices of
competitive, protective and aggressive commercialisation and marketisation
encourage behaviours that are essentially outmoded in the informational
world; potentially slowing a move away from the age of consumption,
towards an age of information.
In post-industrial societies, informationalism is defined by increasing
quantities of information and the proliferation of alternative media and
messages(Castells 1996). Informational change is signified in the human
reaction to such proliferation, in some of the uncertainty stress and destabilisation experienced by individuals communities and even whole regions
of McLuhan’s de-territorialised, de-spatialised ‘global village.’(Zengotita
2005) Foucault casts this tension as the postmodern difficulty both in
Küresel Dünyanın Vatandaşları
137
psychological and methodological terms, relating one to the other, through an
influential analysis founded in discursive reality and where language and
discourse are considered the centre of dialysis/analysis overcoming rationalist
assumptions of humanist reason, through a recognition of the impermanence
and transitory nature of human thought and action (Foucault 1969, Shotter
2002). In the social sciences, the ‘turn to language’ reflects this breakdown of
certainty, recognising that new discursive and linguistically mediated
knowledge is closer to human psychological and social conditions than
certainties manufactured by humanist traditions of science and knowledge
contained in unchanging forms (Wittgenstein 1968, Austin 1962, Popper
1968). For Lyotard (1979), knowledge acquisition and evaluation, freed from
historic artifice is irreparably a moral task, its very purpose is moral,
‘Knowledge is no longer the subject, but in the service of the subject: its only
legitimacy (though it is formidable) is the fact that it allows morality to
become reality.’ (p. 36). To look for meaning in the information age we must
first search for meaning within moral boundaries, or face the degradation of
humanness in the nihilistic scientism of machine-like thought (Ellul 1964,
Huxley 1934). Foucault (1984) discusses the informational world, where
Lyotard’s famous ‘master narratives’ no longer hold sway and where
‘everything is dangerous.’(p. 343). Proposing a new methodological
investigation into the impact of informationalism emphasising individual
discursive reality, Foucault re-situates knowledge investigators, who frame
themselves in ethical terms as ‘archaeologists’ and enquirers into discourse,
(Foucault 1969, Rabinow 1994). In a related argument, Foucault (1988)
describes the psychology of the postmodern mind, ‘If the postmodern
genealogy counts at all as self knowledge then the self that is thereby known
turns out to be not single, unified complete and whole, but complex,
disseminated, fractious and fragile.’ (p. 36-7) For Foucault and the
poststructuralist critique, increasing recognition of human potential,
reactivates the value of emotions, feelings and human social motivations,
recognising that people are inspired and engaged in ways often reduced in
traditional narratives of reason. Foucault (1973) describes subjective human
potential freed from discourses that limit, ‘a being who, by one and the same
interplay of reasons, must be a positive domain of knowledge and cannot be
an object of science.’ (p. 336-7). Habermas (1989) confirms this from the
postmodern moral domain, defining the individual as ‘homme,’ human as
138
Robert Beckett
‘ethical being, rather than ‘citoyen,’ human as state citizen (p. 128). For those
arguing from the social contractarian tradition within ethics, Liberal thought
defines the State as conferring rights on people, which are then used to define
co-equal legal responsibilities, refined agonistically in casuist case law.
Against this, poststructural critique produces a powerful counter-discourse
that decentres procedural and legal reductionism. Mary Warnock (1998) the
British philosopher concurs with Habermas, that legal rights, like all others,
are founded on something more profound, ‘…if the rights are moral not legal,
and if the law conferring them is a moral law, the necessity for using the
language of rights seems to disappear…This would be to adopt the language
of morality itself, with no quasi legal implications.’ (p. 63). The informational
task is therefore to identify where people are served by new informational
realities and where traditional structures of thought and agency, including the
law, impede the flow of information in order to reduce moral outcomes and
how such affects can be ameliorated.
1.1 New media and “new” information
The redefinition of human knowledge in light of Einsteinian relativity, the
emergence of time as a critical scientific variable and the redefinition of
matter as energy has called into question many assumptions in the natural and
social sciences. Both human and material science now recognise that a,
‘static-matter’ dialectic is replaced by a ‘dynamic-energy’ dialysis, in the
human sciences presenting a contingent, reflexive social domain, potentially
far less susceptible to authoritative agreement (Boisot 1995, Baudrillard
1981). For communication enquiry, embodying both human/technical nodes,
this moves the search using analogue principles concentrating on ‘material
values’ and replaces these with dialectical principles, or ‘informational
values’ (Masuda 1981). For Baudrillard (1981),
It is the whole traditional world of causality that is in question: the
perspectival, determinist mode, the “active,” critical mode, the analytic mode
– the distinction between cause and effect, between active and passive,
between subject and object, between the ends and the means…with the
horizon of the real and of meaning as the vanishing point. (p. 30)
Castells (1996) agrees that new communication technologies alter our
perception of time and challenge fundamental certainties about post-industrial
reality, ‘Time is erased in the new communication system…The space of
flows and timeless time are the material foundations of a new culture…the
Küresel Dünyanın Vatandaşları
139
culture of real virtuality.’ (p. 375). The 4th and 5th dimensional scientific
revolution (Kaku 1994, Buckminster Fuller 1975) is more than a scientific
revolution, it is a social revolution mirrored in technology, in turn releasing a
cognitive revolution founded in linguistic values, reemphasising knowledge as
contingent, reflexive and the outcome of dynamic critical/creative negotiation.
Baudrillard (1981) is certain of the change involved in the new informationalscience paradigm:
“Order, signal, impulse, message”: all of these attempt to render the thing
intelligible to us, but by analogy, re-transcribing in terms of inscription, of a
vector, of decoding, a dimension of which we know nothing – it is no longer
even a “dimension,” or perhaps it is the fourth (which is defined, however in
Einsteinian relativity by the absorption of the distinct poles of space and time.
(p. 31)
In fractured and fragmented postmodern discourses, normative moral
values are contained in dynamic linguistic values, and can be used to define
and describe the concerns of human association, where moral values are given
a new meaning and definition by being re-connected with informational
requirements for trust, confidence, integrity and responsibility, or as Bauman
(1993) states:
The cancelling of spatial distance as measured by the reach of human
action…has not been matched by the cancellation of moral distance, measured
by the reach of moral responsibility, but it should be so matched. The question
is, how can this be done, if at all? (p. 219)
In an increasingly virtual world, where human association is often dictated
by interest group; rather than for example geographic community; procedural
dialectics such as justice/injustice, fairness/prejudice identify normative
tensions implicit in the social domain, information-communication values
liable to be challenged and tested continuously. With the conceit of Western
rationalism now exposed and solutions imposed by traditional institutions
found wanting, global humanity requires new means to find satisfactory
local/global alternatives to many intractable issues. Psychologically and
scientifically, the global information age requires new ways of thinking to
produce certainty and care in equal measure, offering both participants and
non-participants the means to build and exchange knowledge that can be
trusted. Such is the crucial theoretical background to the proposed role of a
new communicational-informational ethics.
140
Robert Beckett
1.2 Impact on people
In a recalibrated and remediated public sphere, global justice is
highlighted. The powerful new discourse of sustainability identifies the
emergent knowledge of information super-charged by newly integrating
social, environmental, economic sciences (Elkington 1997). Calculating the
impact of human activity globally, suggests a crisis of civilization that may
not be long overtaking the human race itself (Monbiot 2003, Suzuki and
Dressel 1999). The role of knowledge previously disseminated at paper
speeds, is now linked to a worldwide network of knowledge nodes flowing at
light speeds. Flows of information are located in computing systems that
respond electronically across the information domains of human activity,
ostensibly to ensure human and eco-system survivability under conditions of
sustainable development. While questions remain whether information age
sensibilities will overtake industrial age hegemony. Castells (1996) identifies
the problem of leadership for the issue of sustainability:
while a relatively small, educated and affluent elite in a few countries and
cities …have access to an extraordinary tool of information and political
participation, actually enhancing citizenship, the uneducated, switched off
masses of the world, and of the country, would remain excluded from the new
democratic core, as were slaves and barbarians at the onset of democracy in
classical Greece.
Social justice requires not only survival of the fittest, a Darwinian
principle that remains potent in social systems today. Despite alternative
models of natural selection, such as Prigogine’s principle of co-evolution
(Nicholas and Prigogine 1977), social justice requires self-management by
huge, deprived populations presently at substantial risk. Three fifths of the
global population are still largely detached from the global economic system
(the digital divide emphasises the social divide) and are immediately
threatened by competition for resources that remain the dominant principle of
economic organisation, despite the dangers posed by competitive and selfserving behaviours to world survival. As the 21st century matures and
developing countries grow, they too will expect to consume at First World
levels, an increase that the world’s resources and indeed its scientific
community cannot guarantee. In 1992, the Intergovernmental Panel on
Climate Change made it clear that a crisis was at hand;
Küresel Dünyanın Vatandaşları
141
We the undersigned, senior members of the world’s scientific community,
hereby warn all humanity of what lies ahead. A great change in our
stewardship of the Earth and the life on it is required if vast human misery is
to be avoided and our global home on this planet is not to be irretrievably
mutilated. (November 1992)
Whether the massive system changes necessary to ensure species survival
are in fact possible, in a world racked by division and apparently irresolvable
material concerns, using a model of economic consumption that is impossibly
expensive, even for the two billion members of the so-called First World, is a
question with a variety of mostly difficult answers. Will governance be
adapted to the smallest communities, thereby enabling people to make
decisions about their own survivability? Can nation states reduce the
stranglehold of self-interest that if not checked, will see a thousand wars start
up, not over principles of democracy, but water, land and food? Can the rich
and privileged First World reduce their consumption in order to offer a
balance to the billions of people whose existence is threatened by First-World
over-consumption, pollution and engineered extinction?
Information and communication lie at the centre of any solution that
connects billions of world citizens along with the resources necessary to
sustain life on earth. Information integrity is thus a crucial tension point both
for science and general understanding, information where self interest and
common interest are transparently negotiated in 24/7 real time.
1.3 Communication ethics
Communication ethics is a theoretical/practical perspective founded in
social science concerns with human well-being, offering a moral compass for
individual/collective decision making in a more dynamic information
environment (Christians 1997, Mackau & Arnett 1997). It prioritises human
concerns and communicative interaction, moving between actors in social
relations, and concerned with ‘tension issues’ of justice/fairness, care/concern,
good/right virtue/duty etc. According to Christians (1997) this moves the
debate from one of privileged access to universal reason, to an interpretive
(Gk. hermeneutic) task founded in human relation:
If the interpretative domain is lingual, and if language is the matrix of
community, then human bonds are not constituted in reason or action but
through finding common meaning in hermenia. (p.11)
142
Robert Beckett
While the character of human communication has advanced beyond
speech to include forms of writing, printing, electric and digital reproduction
(ICE 2005) the question becomes one of how to privilege the human realm, in
a sense protecting human values against the distortions imposed by these
other, increasingly technological realms (Gilligan 1982, Edgar 1997). In this
case, differentiating between knowledge and sources of information that
distract from the central task of building and maintaining communities,
against systematic knowledge practices that destabilise communities and
disaggregate meaning. Each of the media have their own moral
significance/domain, signified by questions embedded in their normative
reproduction, such as those posed by the internet; revealing issues of
blogging, flaming, identity theft, CCTV, or electronic voting (Bynum and
Rogerson 2005). For communication ethics, complexity in decision making
can be recognised in the multi convergent/divergent mediasphere - where
computer/television/radio/press/phone ICE 2003) activate a 24/7 dynamic
information environment, accelerating the emergence of information in
dramatic geometric progressions, in the process unsettling the human mind
and destabilising the social contract. With informational communities still
relying on a moral discourse drawn from epistemological and theoretical
models built up under pre-modern assumptions - and despite the often
preferred claims of institutions and media that reproduce social norms,
arguably after careful reduction in line with selected objects - there appears to
have emerged an absolute requirement for a revised morality for informational
sciences and related knowledge domains. This explains the need for a
communication ethics that both reveals the problems of diversity and
heterodoxy and enables procedures for continuous inclusion/reclusion of
excluded groups, in mechanisms that give widespread legitimacy to
information and knowledge creation.
As an applied discipline, communication ethics draws from the methods
and theories of the social sciences (linguistics, psychology, philosophy,
sociology, anthropology ICE 2002), although Jürgen Habermas and Karl Otto
Apel are credited with an academic dialogue acknowledged as a key
foundation for the discipline (McCarthy 1996). This dialogue introduced
Apel’s concept of the ‘community of communication’ situating all people in
an anthropological community linked by the human ability to communicate
(Apel 1972). The communication community includes the forgotten voices
Küresel Dünyanın Vatandaşları
143
and values of under-represented and sometimes unrecognised groups
(gender/religious/ethnic/disability ICE 2003) whose right to communicate is
implied in their moral relations to the community, not the ‘man-made’ legal
rights from where they might be excluded (Warnock op.cit.)The widely
disseminated ‘discourse ethics’ of Habermas’ draws together the ‘turn to
language’ with this community, in what Shotter refers to as a second
cognitive revolution (Shotter 2002). This provides a foundation for a practice
of communication founded in common morality and codified ethical
evaluations that all can use.
Defining communication broadly, in a definition by the Bateson Group
(1967) ‘ …all behaviour, not only speech, is communication, and
communication – even the communicational cues in an impersonal context –
affects behaviour.’ (Watzlawick et al p. 22) reveals that human morality - as
an aspect of behaviour - is contained in all human culture, tradition and
customs. The major religions (Hinduism, Confucianism, Taoism, Buddhism,
Christianity, Islam ICE 2004) each represent centres for the study of human
morality despite their sometimes competing interpretation (Russell 1926).
Ethics, defined here as ‘examined values’ (ICE 2001) reflects Kant’s
definition of the ‘metaphysics of morals’. However, in keeping with
postmodern informationalism, ethics suggest a move away from ‘rules of
honour to the sense of honour’ (Bourdieu 1977:12) For Rabinow, the
explanation of ethics is a dynamic one where informational experience is the
start of ethical action ‘Precisely because thought is not a given, thought is an
action; and actions arising from experience and formed by thought are ethical
ones.’ (Rabinow 1994:xxxv). Likewise, Benhabib (1992) makes a detailed
examination of the balance in communicative ethics describing the discipline
as a theory of social negotiation founded in morality or ‘… a theory of moral
justification.’ (p.73) In Benhabib’s (1992) version of communication ethics
she follows Habermas by identifying the need for a common perspective to
identify and negotiate the meaningful elements of social discourse:
‘Since practical discourses do not theoretically predefine the domain of
moral debate and since individuals do not have to abstract from their everyday
attachments and beliefs when they begin argumentation, we cannot preclude
that it will be not only matters of justice but those of the good life as well that
will become thematized in practical discourses, or that the presuppositions of
discourse themselves will be challenged.’ (p.74)
144
Robert Beckett
Benhabib draws together the twin dimensions of Ancient Athenian
dialogue with moral enquiry in the well known dialectic, the right and the
good, inherited from the Greeks and presented in the founding questions of
Western philosophy [Plato, Republic Book VI, Plato Symposium, (211c-d),
Aristotle, Eudemian Ethics, Ch. 8 (1217b.25-34)]. The contested nature of
knowledge appears in ethical questions of ‘the right and the good’ and is also
embedded in levels of complexity in the communicative analysis, requiring
consideration even before the principles of knowledge are agreed - the
concrete moral, ‘goodwill’, is inscribed in such questions as: Who are you?
What do you want from me? How might you hurt me? In this distinction, the
nature of knowledge/informational agreement is in fact secondary to an ontomoral agreement. Secondary disputes relate to unique human sense
information and processing abilities. This explains, in some sense, the
irresolvable ‘meaning gap’ that exists in human discourse/relations and
between linguistic terms, definitions and cultural assumptions.(Wittgenstein
1968, Bakhtin 1981).
Nietzsche put, the moral category under question, emphasising ‘will to
power’, ‘beyond good and evil’, as key determinants for social agreement,
with morals reduced to justifying the defensible (Nietzsche 1973) In this
thesis. Individual primacy leads to the ‘superman’ dislocated from society
devoid of morality, justifying his own self-interest as the only means of
achieving rational ends. Taking the dialectical argument, the Platonic ideal
sets ethics as ‘first philosophy’, ‘considering good as life essence. Levinas
(1999) and Habermas (1996) have addressed the sceptical argument,
demonstrating that while morals may not possess actual form – they are
embodied in anthropological human relations/language, and are embedded in
social agreements such as the law, politics, religion, and commerce (ICE
2002). Taking up study of ethics, it becomes apparent that all human action
has an onto-moral content: the clothes we wear, the food we eat, the place we
live, the work we do. Practically, two problems are critical for each ethical
judgement; a) how to describe and separate the unique conditions of
individual moral well-being, the ‘interpretive task’ and b) how to translate the
multitude of competing perspectives from shared values, the ‘agreement task’.
Communication ethics is concerned with how people communicate their
social moral lives, agreements/disagreements, consensus/dissensus, cooperation/competition,
personal/social,
ideal/pragmatic
and/or
Küresel Dünyanın Vatandaşları
145
universal/relative claims. By presenting these analyses for all to understand
and work with, communication ethics encourages a transparent, discursive
approach to problem solving and dispute resolution, understanding the virtue
of common agreement is often compromised by the vice of individual success,
while noting that individual success is the achievement of great social goods,
at least when not achieved at the expense of others.
1.4 Applied to the conference theme
The model of communicative relations (PMOGI/2001) below is used by
the Institute of Communication Ethics to reveal tensions in communicative
relations. The model enables the ‘examination of values’ (ethics) within
human relationships founded in communicative competence. Using standpoint
theory (MacKau & Arnett 1997), it situates human relationships, behaviour
and communication in practical-moral relation to one another, where ‘my
standpoint is my viewpoint.’ The PMOGI model identifies how different
interests, language and powers affect the way people communicate and keeps
true to one of communication theories overriding principles, stated by Wilden
(1972) as ‘…no communication can be properly defined or examined at the
level at which the communication occurs.’(p.113 )
political
interpersonal
Domains of
discourse in
communicative
relations
group
organisation
Fig. The PMOGI model of communicative relations
media
Robert Beckett
146
The first lesson drawn from the model is that human communication may
be seriously curtailed by other groups if any of the dimensions of the model
are activated: political, media, organisation, group or personal interests may
each interfere with communication. The model sets out a formal set of
dialectical tensions (25) between the standpoints. For instance, the tension
between the organisation-media standpoint can only be understood as
alternate to the media-organisation standpoint, the former emphasising the
predominance of organisational form/issues over media form/issues and the
latter emphasising media concerns over organisational concerns. Built into
these tensions are the ‘double dialectical’ relations held in the media-media
standpoint and the organisation-organisation standpoint, displaying tension
between alternative systems of the same value – The Guardian vs. The Daily
Mail, or, The Co-operative Bank vs. Goldman Sachs.
Organisation - media
Media – organization
Media - media
organisation- organization
Fig. Four dialectical standpoints in PMOGI relations
The full PMOGI model is contained in a standard table formula, which
can be highlighted to create a key of issues, for instance in the example below
where the media-organisation ‘communicative relations’ are emphasised.
Political
media
organisation
group
interpersonal
politicalpolitical
mediapolitical
mediamedia
organisationpolitical
grouppolitical
interpersonalpolitical
organisationmedia
groupmedia
interpersonalmedia
mediaorganisation
organisationorganisation
grouporganisation
interpersonalorganisation
mediagroup
organisationgroup
group-group
interpersonalgroup
politicalmedia
Politicalorganisation
politicalgroup
Fig. PMOGI dialectics including emphasis on media-organisation relations
Küresel Dünyanın Vatandaşları
147
1.5 Information and communication ethics
This paper argues a link exists between the changed informational
multiverse and the need for a new communicative ‘conscience’. A shared
human morality and common practices of communication can be used to
address the immense requirement for global change. Communicative
competence, shared by all, needs to be harnessed in equitable and judicious
ways to maximise the survival of each individual, group, organisation and
community in an age of sustainability. The PMOGI relational model suggests
that all media and all organisations, invested with values that can be
examined, are part of the ecology of the information age in which we must
learn to live.
References
Apel, Karl-Otto. (1972 [1980]) The a priori of the communication community and the
foundation of ethics; The problem of a rational foundation of ethics in the
scientific age. In Towards a Transformation of Philosophy (Trans., G. Adley &
D. Frisby p.p. 225-300) [The International Library of Phenomenology and Moral
Sciences]. London: Routeledge & Kegan Paul.
Austin, J. L. (1962), How to do Things with Words. Oxford. Oxford University Press.
Barnes, J. (1997) (edit) The Complete Works of Aristotle. Vol.1 and Vol 2. Boston.
Princeton University Press.
Barney, D. ( 2004) The Network Society. Cambridge. Polity.
Bakhtin, M.M,1981. The Dialogic Imagination. Edit. Emerson, C. & Holquist,M.
Austin,. University of Texas Press
Benhabib, S. 1992. Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in
Contemporary Ethics. New York. Routledge.
Buber, M. 1973. Between Man And Man. Trans. Gregor Smith, R. London. Collins.
Baudrillard, J. (1983b) In the Shadow of the Silent Majorities… Or the End of the
Social. New York. Semiotexte.
Baudrillard J. (1981) For A Critique Of The Political Economy Of The Sign. (Trans)
With An Introduction by C. Levin. St. Louis, Mo. Telos Press.
Bauman, Z. (1993) Postmodern Ethics. Oxford. Blackwell.
Benhabib,S. (1992) Situating the Self: Gender, Community and Postmodernism in
Contemporary Ethics. New York Routledge.
Boisot M. (1995) Information Space: A Framework for Learning in Organizations,
Institutions and Culture. London. Routledge.
Bourdieu, Pierre (1977). Outline of a Theory of Practice. Cambridge. Cambridge
University Press.
Buber, M. (1970) I and thou. Charles Scribner and Sons. New York.
148
Robert Beckett
Buckminster-Fuller, R (1975) Synergetics: Explorations in the Geometry of Thinking.
In Colaboration with E.J. Applewhite.
Bynum T. W., Rogerson, S. (2004) Computer Ethics And Professional Responsibility.
(eds.) Oxford. Blackwell Publishing.
Bynum, T. W. Rogerson, S. (Eds) Global Information Ethics, special edition of
Science and Engineering Ethics, Vol 2 No 2, 1996:135-162.
Rogerson, S., Bynum, T.W., (1995) Cyberspace: The Ethical Frontier, The Times
Higher Education Supplement, No 1179, 9 June, p iv.
Castells, M. (1996) The Rise of the Network Society. Vol 1. Oxford. Blackwell.
Castells, M. (1997) The Power of Identity. Vol. 2. Oxford. Blackwell.
Christians, C and Traber, M (1997). Communication Ethics and Universal Values.
London. Sage Publications.
Cooper, J, M. 1997. Plato Complete Works. Indianapolis, Indiana. Hackett Publishing
Company.
Edgar, S., L. (1997) Morality and Machines; perspectives in computer ethics. London,
Jones and Barnett Publishers.
Elkington, J. (1997) Cannibals With Forks: The Triple Bottom Line Of 21st Century
Business. Oxford. Capstone.
Ellul, J. (1964) The Technological Society. Translated by J. Wilkinson. New York:
Vintage.
Ellul, Jacques. (1965) Propaganda: The Formation of Men’s Attitudes. New York:
Vintage Books-Random House.
Evans C (1979) The Mighty Micro: The Impact of the Computer Revolution, Victor
Gollancz Ltd, London.
Foucault, M. (1994) Critique And Power: Recasting The Foucault/Habermas Debate.
(Edit) M.Kelly. Cambridge, Mass: MIT Press.
Foucault, M. (1988 [1965]) Madness And Civilization : A History Of Insanity In The
Age Of Reason / (Trans.) Richard Howard. New York. Vintage Books.
Foucault, M. (1975 [1973] The Birth Of The Clinic : An Archaeology Of Medical
Perception. (trans) A. M. Sheridan Smith. New York. Vintage Books.
Foucault, Michel (1970[1966]) The Order Of Things: An Archaeology of the Human
Sciences. London. Tavistock Publications.
Foucault, M (1969) The Archaeology of Knowledge. (trans) A. Sheridan. New York.
Pantheon.
Fukuyama, F. (1995).Trust, The Social Virtues and the Creation of Prosperity.
London. Hamish Hamilton.
Gadamer, H-G. (1993 [1975]) Truth and Method. 2nd Revised Edition. (trans) J.
Weinsheimer and D. G. Marshall. London. Sheed and Ward.
Gadamer, H-G. (1980) Dialogue and Dialectic. Trans. P. Christopher Smith. New
Haven, London. Yale University Press.
Gilligan, C. (1982) In A Different Voice : Psychological Theory And Women's
Development. Cambridge, Mass. Harvard University Press.
Küresel Dünyanın Vatandaşları
149
Habermas, Jürgen (1989 [62]) The Structural Transformation of the Public Sphere: A
Inquiry Into A Category Of Bourgeois Society. (trans) Jurgen Burger and
Frederick Lawrence. Cambridge. Polity Press.
Habermas, J. 1976. Communication and the Evolution of Society. London.
Heinemann.
Habermas, J. 1984. The Theory of Communicative Action, Reasons and the
Rationalization of Society. Vol. I. Trans. McCarthy, T. Cambridge. Polity.
Habermas, J. 1987. The Theory of Communiactive Action, Lifeworld and System. A
Critique of Functionalist Reason. Vol. II. Trans. McCarthy, T. Cambridge.
Polity.
Habermas, J. (1979) Communication and the Evolution of Society (trans. T.
McCarthy), London: Heinemann.
Habermas, J. (1996) inThe Cambridge Companion to Nietzsche ed. Bernd Magnus
and Kathleen Higgins.Cambridge. Cambridge University Press, 403 pp
Huang J and Fox M S (2004) Uncertainty in Knowledge Provenance. Proceedings of
the 1st European Semantic Web Symposium, Heraklion, Greece, May 2004,
Springer Lecture Notes in Computer Science.
Huxley, A. (1932) Brave New World. London. Chatto & Windus.
Innis, H. A. (1972) Empire and Communications. Toronto. University of Toronto
Press.
Kaku, M (1994) Hyperspace: A Scientific Odyssey Through Parallel Universes, Time
Warps, And The Tenth Dimension / Illustrations By Robert O'Keefe. New York.
Oxford University Press.
Levinas, E. (1999) Alterity And Transcendence. (Trans.) Michael B. Smith. New
York. Columbia University Press.
Lyotard, Francois (1982[1979]) The Postmodern Condition: A Report on Knowledge.
(trans) Geoff Bennington and Brian Massumi. Minneapolis. University of
Minnesota Press.
Makau, R. Arnett, C. (1997) Communication Ethics & Diversity. Illinois. University
of Illinois Press.
Masuda, Y. 1981. The Information Society as Post-Industrial Society. Washington,
DC: World Future Society
McCarthy, T. 1996. The Critical Theory of Jürgen Habermas. Boston. MIT Press.
McLuhan, M. (1964) Understanding Media: The Extensions of Man. New York.
Mentor.
Monbiot, G. (2003) The Age Of Consent: A Manifesto For A New World Order.
London. Flamingo.
Moor, James, H. ‘What is Computer Ethics?’ Metaphilosophy 16, no. 4 (October
1985), 266-275
Mandke, V V and Nayar M K (2004) Beyond Quality: the Information Integrity
Imperative, Total Quality Management and Business Excellence, Volume 15,
Numbers 5-6 / July-August, pp 645–654.
150
Robert Beckett
McRobb, S. and Rogerson, S. Are They Really Listening? An investigation into
published online privacy policies, Information Technology and People, Volume
17, Number 4, pp442-461, 2004.
Munford, Lewis. (1970) The Pentagon of Power. New York. Harcourt Brace
Jovanovich.
Nietzsche, F. (1973) Beyond Good And Evil : Prelude To A Philosophy Of The
Future. Trans. With An Introduction And Commentary By R.J. Holling
Harmondsworth. Penguin.
Popper, Karl R. (1968[1935]) The Logic of Scientific Discovery. London.
Hutchinson.
Porat, M. U. 1977. The Information Economy: Definition and Measurement. Vol.
Washington DC: US Department of Commerce/Office of Telecommunication.
Nicolis, G., Prigogine I. (1977) Self-Organization In Nonequilibrium Systems : From
Dissipative Structures To Order Through Fluctuation. New York.Wiley.
Rabinow, P. (1994) Michel Foucault: Essential Works of Foucault 1954-84: Ethics
Vol.1. London. Penguin Books.
Shotter, J. (1993) Conversational Realities: constructing life through language.
London. Sage.
Suzuki, D., Dressel, H. (1999) From Naked Ape To Superspecies. Sydney. Allen and
Unwin.
Toffler A. (1970) Future Shock. New York: Bantam Books.
Warnock, M. (1998) An Intelligent Person's Guide To Ethics. London. Duckworth.
Watzlawick, P., Helmick Beavin, J., Jackson, D.D. (1967) Pragmatics Of Human
Communication : A Study Of Interactional Patterns, Pathologies, And
Paradoxes.
New York. Norton.
Wilden, A. (1972) System and Structure: Essays in Communication And Exchange.
London. Tavistock.
Wittgenstein, L. (1968) Philosophical Investigations. Oxford. Basil Blackwell
Zengotita, T. (2005) Mediated: How the Media Shapes Your World and the Way You
Live in It. London. Bloomsbury
websites
World Scientists Warning to Humanity. November 1992. http://deoxy.org/
sciwarn.htm 9 accessed 10.10.2006.
Nielsen J. (2003) Web guru fights info pollution, BBC News Online, October 13 at
http://news.bbc.co.uk/2/hi/technology/3171376.stm on 24/10/2006
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 151-160
Sunum - Makale
Gazetecilik ve ek iş: uluslararası
242 etik ilkenin karşılaştırması1
Yehiel Hilik Limor
Prof. Dr., Chair and Director,
School of Communication
Ariel College, Ariel, Israel
Özet: Gazetecilik ilkelerine göre gazeteciler, menfaat çatışması yaratan durumlardan
mutlaka kaçınmalıdır. Bu ilkeler, çalışanlar ve işverenler olarak tüm gazeteciler
arasında olduğu gibi siyasal kurumların dahil oldukları, medya ve toplum arasında
devam edegelen karşılıklı etkileşim yoluyla geliştirilir ve biçimlendirilir. Mesleki
bakış açısından, gazetecilerden meslek onurunu zedeleyebilecek işlerden uzak
durmaları beklenir. Etik ilkeler, gazetecilik örgütleri tarafından, gazetecilik “bilinci”
olarak ifade edilen mesleki değerleri ve kuralları belirtmek için kullanılır. Nasıl
oluyor da etik ilkeler ek iş ve/veya uğraş düşüncesi ile ilişkilendirilebiliyor? Her ek iş
ister istemez bir menfaat çatışmasının öğesi olur mu? İş saatleri dışında
gerçekleştirilen gönüllü etkinlikler de ek iş olarak görülebilir mi? Ek iş ve etkinlikler
hakkındaki etik kavramların incelendiği araştırmamız, 94 ülkenin medyasında
başvurulan 242 ilkenin uluslararası karşılaştırılmasını içeren bir çalışmadır. Çalışma
üç konu üzerine odaklanmaktadır: birincisi, etik ilkeler ek iş konusuna değinmekte
midir? Değiniyorsa, nasıl? İkincisi, jeo-politik ve jeo-ekonomik özelliklere göre
konunun ele alınma şeklinde farklılıklar var mıdır? Üçüncüsü, etik ilkeleri oluşturan
kurumların türlerinden kaynaklanan farklılıklar görülmekte midir?
Anahtar Kelimeler: Gazetecilik, ek iş, gazetecilik etiği, uluslararası etik ilkeler
Bugün sunacağım bildirim, gazetecilik mesleğinin doğruluk ve dürüstlük
gibi ilkelerini tehlikeye sokabilecek, oldukça sıkça görülen bir olay üzerine
odaklanacaktır. Bu, gazetecilerin “ek iş” yapmalarıdır ki İngilizcede
“moonlightings” olarak da adlandırılır. Çalışmamda, gazetecilik bilinci olarak
kabul edilen etik ilkeler, bu olayı doğuran öğeleri incelemek için
kullanılmıştır.
1
Çev. Aytül Tamer, Araş.Grv., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik
Bölümü
152
Yehiel Hilik Limor
İki yıl önce, ünlü köşe yazarı James Glassman, Washington Post’da
yayınlanan makalesinde “yeni büyük Amerikan skandalı” hakkında uyarıda
bulundu. Glassman, “politikacıları ya a işadamlarını değil gazetecileri
kapsayan” bu skandalın çok kazançlı çıkar grupları tarafından kışkırtıldığını
dile getirdi. Glassman, skandal henüz tam patlak vermediği halde, kendi işleri
yerine ek işten yüklü miktarlarda para kazanan Amerikalı gazetecilerin
sıklıkla duyulmaya başlandığını belirtiyor. Başka bir yazar ek işi “gazetecilik
işinde büyük paralar kazanmanın anahtarı” olarak adlandırmaktadır.
Bu problem yalnızca ABD’de görülmemektedir. Örneğin Hırvat
Gazeteciler Sendikası ulusal medyanın, ek iş yapan gazetecilerin oldukça
yaygınlaşması sebebiyle, çarpıcı bir şekilde bozulduğunu iddia etmektedir.
Pakistan’da muhabir olarak çalışan casuslar ve hükümet ajanlığını ek iş olarak
yapan gazeteciler olduğu yazılmaktadır. Zambia hakkındaki raporlar
göstermektedir ki öğretmenler, üniversite okutmanları, muhasebeciler,
gazeteciler ve doktorların tamamı ek iş yapmaktadırlar. Yugoslavya’da ise
gazetecilerin neredeyse yarısının ek işte çalıştıkları dile getirilmektedir.
Irak’taki savaş süresince, Ürdünlü gazetecilerin ek iş olarak rüşvet
verilmesinde aracılık yaptıkları rapor edilmiştir. Bu gazeteciler 200$ ücret
karşılığında aracılık ettikleri kişiler için akademide, orduda ve hükümette
işlerin yürümesini, kapıların açılmasını sağlayacaklardı.
Gazetecilik ilkelerine göre gazeteciler, kamuya sadık kalabilmek için
menfaat çatışması yaratan durumlardan mutlaka kaçınmalıdır. Bu ilkeler,
çalışanlar ve işverenler olarak tüm gazeteciler arasında olduğu gibi siyasal
kurumların dahil oldukları, medya ve toplum arasında devam edegelen
karşılıklı etkileşim yoluyla geliştirilir ve biçimlendirilir.
Aynı zamanda, mesleki bakış açısından, gazetecilerden meslek onurunu
zedeleyebilecek işlerden uzak durmaları beklenir. Etik ilkeler, gazetecilik
örgütleri tarafından, gazetecilik “bilinci” olarak ifade edilen mesleki değerleri
ve kuralları belirtmek için kullanılır. Bu nedenle medya personelinin
başvuracağı ‘yapılacaklar ve yapılmayacakları’ belirlemede faydalı bir araçtır.
Sonra nasıl oluyor da etik ilkeler ek iş ve/veya uğraş düşüncesi ile
ilişkilendirilebiliyor? Her ek iş ister istemez bir menfaat çatışmasını gerektirir
mi? İş saatleri dışında gerçekleştirilen gönüllü etkinlikler de ek iş olarak
görülebilir mi? Ve ek iş olarak yapılan siyasal etkinlikler hakkında ne
düşüneceğiz?
Gazetecilik ve Ek İş
153
Ek iş ve etkinlikler hakkındaki etik kavramların incelendiği araştırmamız,
94 ülkenin medyasında başvurulan 242 ilkenin uluslararası karşılaştırılmasını
içeren bir çalışmadır. Tartışmalar üç konu üzerine odaklanmaktadır: birincisi,
etik ilkeler ek iş konusuna değinmekte midir? Değiniyorsa, nasıl? İkincisi,
jeo-politik ve jeo-ekonomik özelliklere göre konunun ele alınma şeklinde
farklılıklar var mıdır? Üçüncüsü, etik ilkeleri oluşturan kurumların türlerinden
kaynaklanan farklılıklar görülmekte midir?
İlk önce ek iş kavramını açıklamalıyız. Çalışmamızda, bu terim hem
ücretli hem de gönüllülük esaslı işlere atfen kullanılmaktadır. Etik açıdan bu
iki iş türü arasında önemli benzerlikler vardır. Örneğin, gazeteciler herhangi
bir ekonomik getirisi olamayan yine de tanıtım, şöhret, sosyal ilişkiler ve
sosyal kabul ve benzeri şekildeki faydalar sağlayan etkinliklerin içinde yer
alabilirler. Ek iş sadece menfaat çatışmasına neden olan bir konu demek
değildir. Fakat yaygın bir uygulama olmasına rağmen literatürde oldukça az
yer alan ek iş konusunun özel bir dikkatle ele alınıp, incelenmesi ve
tartışmaya açılması gerekmektedir.
Kuramsal temel
Gazeteciler arasında ek iş tartışmaları en azından iki temel kuramsal
yaklaşımı yansıtmaktadır: felsefi etik ve mesleki değer. Etik, yaklaşımların ve
ilkelerin farklılığı için yol hazırlarken, profesyonellik standart gerektirir.
Etik, kültürel ve siyasi olarak bağımlıdır, bu yüzden gazetecilik ve
medyanın toplum karşısında farklı etiksel yaklaşımlar ve ilkeler oluşturması
beklenir. Batı dünyasında bile, etik üzerinde uzlaşmış bir felsefe ekolü yoktur.
Filozoflar arasında süregelen etik tartışmaları bu gerçeği yansıtmaktadır.
Gazeteciliklerinin yanı sıra, gazeteciler farklı ek iş/faaliyetlerle, örneğin
siyasi çalışmalar, reklamcılık ve halkla ilişkilerde pozisyonlar, eğitim gibi
faaliyetlerle meşgul olmayı seçebilirler. Değişik ek iş faaliyetleri birbirinden
oldukça farklı iken, hepsi bütünüyle menfaat çatışması için potansiyele
sahiptirler. Kamu güveni medyanın yüksek çıkarı olduğuna göre, gazeteciler
gerçek veya sezgi olsun bu tür çatışmalardan kaçınmayı amaçlamalıdırlar.
Black, Steele ve Barney bu durumu şöyle açıklıyorlar:
“Bağımsızlık ilkesi, gazetecilere şirketlerden veya dürüstlüklerini
tehlikeye
atabilecekleri
veya
güvenirliliklerini
zedeleyebilecekleri
faaliyetlerden uzak kalmaları için çağrıda bulunur. Eğer gazeteciliğin temel
yükümlülüklerini getirme, doğruyu araştırma ve mümkün olduğunca
bütünüyle yazabilmede etkili olacaklarsa, bu ilkeyi onurlu bir şekilde yerine
154
Yehiel Hilik Limor
getirmek bireysel çalışan bağımsız gazeteciler ve haber örgütleri için bu bir
zorunluluktur.”
Çatışan menfaatler ve gazetecileri kapsayan etik ilkeler, kurumsal ve
toplumsal değerlerde farklılıklar üzerinden benzeşmektedir veya onlara
dayanmaktadırlar. Örneğin, reklam ajansı için çalışan bir gazeteci, kamuya
yönelik tarafsız bir tavır içinde yazma sorumluluğunu tehlikeye atar çünkü
reklam ajansında tüketicinin ilgisini arttırmaya mecburdur. Bununla birlikte,
soruna yönelik çare ekonomik çevreye dayanıyor olabilir. Batı ülkelerinde,
temelde yatan çatışma, mesleki çıkar ile bir işte çalışma bireysel hakkı
arasında yer almaktadır. Birçok gazetecinin maaşının oldukça düşük olduğu
üçüncü dünya ülkelerinde mesleki menfaat ile ailesi için masaya yemek
koymaya çalışan bağımsız gazetecilerin temel sorumlulukları çatışma halinde
olabilir. Ekonomik sıkıntı ayrıca gazetecileri en yüksek parayı verene
kalemlerini satma durumuna getirmiştir. Örneğin, bazı Afrika ülkelerinde
“masanın üstünde veya altındaki az miktarda para, istenen (ya da ısmarlanan)
yazının yazılmasını garanti etmektedir.
Mesleki –normatif yaklaşım
Mesleki açıdan, etik ilkeler kültürler ve toplumlar üzerinden
standardlaştırılmalıdır. Örneğin doktorlar, kültürel özelliklere bakmaksızın,
insan yaşamını kurtarmak için verilen sözü paylaşmaktadırlar. Eğer
gazetecilik bir meslek ise, “ek iş”i ve gazetecileri ilgilendiren ilkelerin en
azından toplum ile biraz uyum içinde olmaları beklenir.
Gazetecilik mesleği, bu gruba ait üyelerin, toplumun çoğundan ve
özellikle müşterilerinden, belli çalışma alanlarının doğası hakkında daha iyi
enformasyonlara sahip olmalarını dile getirir. Bu temel düşünceden türeyen
taleplerin en az ikisi, mesleğin kendisinin ve toplumun gereksinimlerinin ne
olduğunu ortaya koyar. Hughes’ın tanımına göre bunlar güvenilirlik ve
biriciklik-özelliğidir. Mesleki güvenilirlik, özerklik konusunda profesyonel
kararlılık gösterebilmek için de esastır.
Dan Schiller’in de dahil olduğu araştırmacılar, gazeteciliğin bir meslek mi
yoksa yarı-meslek ya da sadece bir uğraş mı olduğu sorusunun cevabını
bulmak için uzun zaman uğraştılar. Sosyolojik ve teorik bir anlaşma
olmamasına rağmen, dünya üzerindeki etik kodların büyük bölümünde,
gazeteciliğin uygulamada kendisini bir meslek ya da en azından yarı-meslek
olarak gördüğü ileri sürülür. Dolayısıyla, gazeteciler çıkar çatışması olarak
yorumlanabilecek herhangi bir faaliyetten mutlaka kaçınmalıdırlar. Diğer bir
Gazetecilik ve Ek İş
155
açıdan, eğer gazetecilik bir meslek değil, bu işi yapmak isteyen herkesin
meşgul olabileceği sadece bir uğraş ise niçin medya çalışanları mesleki tutum
ve etik ilkelere sadık kalmaya, mesleki sorumluluklarını ispat etmeye
mecburdurlar?
Mesleki sorumluluklar, gazetecilerin ek işlerini sınırlandırmak için en
azından iki neden ortaya atar:
(1) İstenen, gazetecilerin tüm zamanlarını kendi işlerine ayırmalarıdır.
Abbot’un da belirttiği gibi “meslekler, insanlar yapma gereği
gördükleri (ya da yapmaya ihtiyaç duydukları) bir şeyi tüm zamanlı
yapmaya başladıklarında meydana gelir.
(2) Bir mesleğin biricikliği ve onun diğer uğraşlardan ayırımı, onun özel
toplumsal konumunu ve toplum içindeki hiyerarşik ilişkilerinin, kamu
ve diğer uğraşlarının sürmesini sağlar.
Medya etik ilkeleri
Birçok meslekte olduğu gibi, medya kurumları ve çalışanları, meslek
içinde belli standart ölçütleri korumak için, güven vermek için geleneksel
araçlar olarak etik ilkeleri kullanırlar. Etik ilkeler, hem medya kurumları
içindekilere hem de dışındakilere -esasen kamu ve yetkili kişiler demektir-,
seslenir. Yapılması ve özellikle yapılmaması gereken profesyonel faaliyetler
toplamı olan ilkeler, değerlendirme için onaylanmış ek iş de dahil olmak üzere
farklı konulara ilişkin mesleki değerler mihenk olarak hizmet ederler.
Bu noktada, medya kurumlarının farklı türlerde etik ilkeleri meydana
getirdikleri vurgulanmalıdır. Bazıları medya organizasyonları (gazete, radyo
istasyonları ve televizyon) tarafından oluşturulur; bazıları da gazeteciler
birliği ve basın-haber konseyleri gibi medya ile ilişkili olmayan kurumlardır.
Bazı ilkeler yerel, bazıları ulusal ve bazıları uluslararasıdır. Bazı ilkeler
gazeteciler tarafından meydana getirilmiş, diğerleri ise gazeteciler ve kamu
temsilcilerinin bir araya gelmesi sonucu oluşturulmuştur. Aynı zamanda,
gazeteciler ve medya patronları tarafından yaratılmış ilkeler de mevcuttur.
Farklı ilkelerin hem ilkelerin ortaya çıkmasını sağlayan toplumun jeopolitik özelliklerini yansıtacağı hem de gazeteciler ve işverenleri/patronlar
arasındaki ilişkiyi yansıtacağı beklenir.
Araştırma soruları
Çalışmamızın özünde üç soru yer almaktadır:
(1) Gazetecilik etik ilkeleri ek iş konusuna yönelik bir içeriğe sahip
midir? Sahipse nasıl?
Yehiel Hilik Limor
156
(2) Jeo-politik ve jeo-ekonomik farklılıklar ile ek iş konusundaki farklı
yaklaşımlar arasında bir ilişki kurulabilir mi?
(3) Etik ilkeleri biçimlendiren örgütlerin/kurumların türlerine göre
yaklaşımlarda da farklılıklar görülüyor mu?
YÖNTEM
Çalışmamızda 94 ülkedeki, basın konseyleri, medya holdingleri, medya
örgütleri ve basın meslek örgütleri ve radyo-televizyon habercileri tarafından
başvurulan/kullanılan/uygulanan 242 etik ilke incelenmiştir.
İlkeler dört parametreye göre sınıflandırılmıştır: coğrafi konum, basın
özgürlüğünün seviyesi (Freedom House Report esas alınmıştır), kişi başına
düşen ortalama gelir (Dünya Bankası Raporu) ve etik ilkeleri biçimlendirenuygulayan kuruluşların türleri. Sadece ulusal kuruluşların etik ilkeleri coğrafi
bölge, basın özgürlüğü ve ekonomik seviyeye göre sınıflandırılmıştır, çünkü
çoğunlukla bağımsız örgütlerin biçimlendirdiği etik ilkeleri uygulayan medya
grupları ABD’dendir.
Gazeteciler tarafından yapılan ek işlerin sınıflandırması ilk önce bütün
ilkelerin incelendiği niteliksel bir çalışmaya dayanarak gerçekleştirildi.
İlkeler, maddi bir karşılığı olan veya olmayan tüm ek işleri yedi temel
kategoride, ele almaktadır: a. Gazetecinin asıl işinin haricinde medyada
yaptığı ek iş; b. Halkla ilişkiler; c. Reklamcılık; d. Hükümet ve hükümet
birimlerinde iş; e. Siyasi bir parti veya ideolojik bir örgütte iş; f. Ders verme
veya kitap yazma; g. Dernekler veya kamu kurumları yararına iş.
Her bir kategori için, farklı sınırlamalar olduğu kaydedildi:
1. Tümden yasak; 2. sınırlı izin, çıkar çatışması içermeyecek; 3. Sınırlı
izin; 4. tamamen serbest.
BULGULAR
Araştırma sorularına göre:
1. Gazetecilik etik ilkeleri ek iş konusuna yönelik bir içeriğe sahip
midir? Sahipse nasıl?
242 ilkenin incelemesi sonucunda sadece yarısının ek iş konusunda bir
içeriğe sahip olduğu görülmüştür. İlkelerin büyük bölümü (% 26) siyasi
faaliyetlere yönelik bir kapsamdadır ve genel olarak (% 21) çıkar çatışmasına
yol açabilecek bütün işler yasaklanmıştır. Genellikle, etik ilkeler, sıklıkla
ikinci iş ve etkinliklerin yasak oldukları bağlamında içeriklerinde ek işe yer
vermektedirler. Bütünün %21’ine tekabül eden, 50 etik ilke, gazetecilik
Gazetecilik ve Ek İş
157
faaliyetleri ile bir çıkar çatışması meydana getirebilecek herhangi bir ek işin
tamamen yasaklanmasını içermektedir. En kapsamlı yasak hükümet
birimlerinde çalışma konusundadır. 30 etik ilkenin (%12) hiçbir şekilde
hükümet birimlerinde çalışmak için izin vermemektedir. Bu kodların %74’ü
hükümet birimlerinin yararına yapılacak faaliyetler konusunda oldukça geniş
kapsamlı bir yasağı gazetecilere kabul ettirmiştir. Diğer %26’lık kısım ise
eğer gazetecinin faaliyetinde herhangi bir çıkar çatışmasının olmadığı
koşullarda hükümet birimlerinde çalışmaya izin vermektedir.
2. Jeo-politik ve jeo-ekonomik farklılıklar ile ek iş konusundaki farklı
yaklaşımlar arasında bir ilişki kurulabilir mi?
Coğrafi konumlarına göre sınıflandırılan ulusal etik ilkeler, en çok dikkat
çeken ek iş olayının Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğünü göstermektedir.
Bu bölgedeki 25 etik ilkenin %68’si ek iş konusu ile ilişkili bir içeriğe
sahiptir. %58 ile ikinci sırada olan Kuzey Amerika’yı %54 ile Afrika ve %52
ile Batı Avrupa izlemektedir. Asya, Orta Doğu, Latin Amerika ve Pasifik
bölgesinde oldukça az sayıda etik ilke ek iş konusunda bir açılıma sahiptir.
İlkeler, ülkelerin basın özgürlüğü ve ekonomik seviyelerine göre
sınıflandırıldığı zaman, anlamlı ya da mantıklı bir açıklama getirebilecek
hiçbir farklılık görülmemiştir.
3. Etik ilkeleri biçimlendiren örgütlerin/kurumların türlerine göre
yaklaşımlarda da farklılıklar görülüyor mu?
En dikkat çekici konu, gazeteler, zincirler ve benzerleri için uygulanan
ilkelerde karşılaşılabilir (bu kategoride yer alan ilkelerin %86’sı, gazetecilik
etiğinin ulusal kodlarının % 43’ü ile karşılaştırılmıştır).
TARTIŞMA
Veriler gösteriyor ki etik ilkelerin yaklaşık yarısı ek iş konusuna atıfta
bulunuyor. Bu durum ek iş konusunun gazetecilik etiğinin kenarda kalmış bir
yönü olmadığının işaretidir, fakat konu dünyanın her tarafındaki mesleki
örgütlerin kaygılarından biridir. Öte yandan, ilkelerin diğer yarısının ise
konuyu tamamen göz ardı ettiği de bir gerçektir. Bu bulgular nasıl
açıklanabilir? Konu üzerine neredeyse hiçbir çalışmanın olmayışı nedeniyle,
bu çalışmada iki alternatif ve tamamlayıcı açıklama ileri sürülmektedir:
1. Bazı ülkelerde ek iş problemi yok, çünkü hakim görüşe göre gazeteciler
kökleşmiş ve kabul edilmiş asıl işlerinin dışında herhangi bir ek iş
yapamayacaklarından etik ilkelerde ek iş konusuna değinmeye gerek
duyulmamıştır.
158
Yehiel Hilik Limor
2. Bazı ülkelerde hakim olan sosyal ve mesleki değerler bağlamında
gazetecilerin asıl işlerinin yanı sıra yaptıkları ek işin bir zararı olmayacağı
kabul edilmektedir. Bu ülkelerin bazılarında ekonomik koşullar gazetecileri
ek iş yapmaya mecbur kılmaktadır –ki gazeteciyi çevreleyen toplumun bu
olaya rıza göstermesi hayatın bir gerçeğidir.
En kapsamlı yasak hükümet birimlerinde çalışma konusundadır. 30 etik
ilkenin (%12) hiçbiri hükümet biriminde çalışmak için izin vermemektedir.
Bu kodların %74’ü hükümet birikiminin yararına yapılacak faaliyetler
konusunda oldukça geniş kapsamlı bir yasağı gazetecilere kabul ettirmiştir.
Diğer %26’lık kısım ise eğer gazetecinin faaliyetinde herhangi bir çıkar
çatışmasının olmadığı koşullarda hükümet biriminde çalışmaya izin
vermektedir.
Tüm ilkelerin sadece yaklaşık %10’u diğer medyada (televizyon, radyo,
reklamcılık vb.) ek iş yapan gazeteciler konusuna yer ayırmaktadır. Hiçbir
çıkar çatışmasının olmadığı koşullarda ek işe izin verilmektedir. Sadece 16
etik ilkede (yaklaşık % 7) ek iş konusuna ders verme ve öğretmenlik olarak
değinilmektedir. Azınlık denebilecek kadar az sayıda ilkede ek işe tamamen
izin verilirken, geri kalan birkaç ilkede gazeteciye değişik sınırlamalar
getirilmektedir.
İncelenen 50 ilke (%21), gazetecilik faaliyetleri ile bir çıkar çatışması
meydana getirebilecek herhangi bir ek işin tamamen yasaklanmasını
içermektedir. İsrail gazetecilik etik ilkelerinden bir örnek teşkil etmesi
bağlamında konu ile ilgili kısmı aktarmak istiyorum:
“Hiçbir gazete veya gazeteci kendisini, gazete veya gazeteci olarak
yükümlülükleri ve diğer uğraşıları arasında oluşabilecek şüpheli bir çıkar
çatışması konumuna sokmamalıdır.”
Reklamcılık ve halka ilişkiler alanında gösterilen sınırlı ilgiyi ancak
derinlemesine bir alan araştırması açıklayabileceği halde, üç alternatif
açıklama üzerinde durulabilinir:
1. Bu konularla ilgilenmek hemen hemen evrensel olarak tabu olarak
kabul edilir. Bu varsayım, bahsi geçen konunun gazete ve yayıncılık etik
ilkelerinin sadece %12’sinde (çoğunluğu Kuzey Amerika’da) ve ulusal
ilkelerin %11’inde (Kuzey Amerika’da) yer aldığını ortaya koyan
incelememiz tarafından doğrulanmaktadır. Diğer bir açıdan, konunun Doğu ve
Batı Avrupa’da ve Afrika’daki etik ilkelerde kapladığı alanın genişliği, sorun
ile uğraşmak için bir girişimde bulunulduğunun kanıtı olarak ele alınabilir.
Gazetecilik ve Ek İş
159
2. Reklamcılık ve halkla ilişkiler işleri açıkça ve kesinlikle yasaklanmış
değildir, fakat her medya kuruluşunun kendi fikir ve politikalarına göre ele
aldıkları çıkar çatışması konusu ile pür dikkat ilgilenilmelidir.
3. Bu tür işlerde herhangi bir sınırlama konmamıştır. Bu tür faaliyetler
gazeteciler için yasak olarak düşünülmez.
Coğrafi konumlarına göre sınıflandırılan ulusal etik ilkeler
göstermektedir ki en çok dikkat çeken ek iş olayı Doğu Avrupa ülkelerinde
görülmektedir. Bu durum birbiriyle alakalı iki açıklamayı getirmektedir:
1. Komünist rejimden demokratik devletlere dönüşen ve dolayısıyla
piyasa ekonomisine geçen bu ülkelerdeki ekonomik koşullar, gazetecilerin
asıl işlerinin dışında ek gelir için uğraşılarının artmasını teşvik ettiği için
sorumludurlar. Bu nedenle, gazeteciler bunu yapmaktan caydırılmalıdır.
2. Bu ülkeler açık bir şekilde, gazetecilik açısından mesleki değerleri ve
inançları teşvik eden ve bu nedenle de gazetecilerin ek işini sınırlandıran Batı
standartlarını benimsemek için çabalıyorlar.
Ulusal gazetecilik etik ilkelerinde, gazetecilerin ek işlerine verilen dikkat,
mevcut standartların ulusal ve siyasal sınırları aşarak ifade edildiğini
göstermektedir. Bu iddiayı mesleki basın standartlarının büyük ölçüde
ABD’de üretilmiş olması güçlendirmektedir. Diğer bir açıdan, bu durum Batı
değerlerinin hegemonyası ve hatta bazı kültürel sömürgecilik manifestoları
hakkındaki tezleri de desteklemektedir. Afrika kaynaklı ilkeler bu bağlamda
bir örnek teşkil etmektedir: Afrika ülkelerindeki gazeteciler düşük ücret
almakta ve genel olarak maddi açıdan da garantili olmayan işlerde
çalışmaktadırlar. Bu nedenle ek iş konusundaki yasaklar ve sınırlamalar sahte
bağlılıklara dönüşmekte, gazeteciler kendilerini ilkelere riayet edemez
konumda bulmaktadırlar. Ayrıca, gelişmiş ülkelerin etik ilkelerinin dayandığı
liberal Batı felsefesi, bireylerin kendilerine ve topluma karşı olan
sorumlulukları ile sosyal-ideolojik düşünceyi vurgularken sosyal sorumluluk
modelinin tininde, Afrika ülkelerinin topluma yönelik vaatleri üzerinden
çatışmaktadır.
Doğu Avrupa ilkelerinin üçte biri, gazeteciliğin yanı sıra hükümette
pozisyon sahibi olunmasına değinmektedir. Gazetecilerin muhtemelen
komünist rejim ve onun güvenlik örgütünün ajanı olarak hizmet verdiği
geçmiş günlerin hatıraları silme girişimlerindedir.
Etik ilkeleri biçimlendiren kurumların türlerine göre, değişik konulardaki
etik ilkelerin tarzlarının analizi, gazetelerin ve zincirlerin (=ülke çapında
160
Yehiel Hilik Limor
birçok gazete-dergi firmasına sahip tekeller) ilkelerinin ek iş konusu ile diğer
örgütlerden daha çok ilgilendiklerini göstermektedir. Genelleştirirsek, üstelik
gazetelerin ve zincirlerin ilkeleri diğerlerinden daha sınırlayıcı yükümlülükler
getirmektedir. Bu incelemenin temel açıklaması, medya kuruluşlarındaki
çalışan-işveren ilişkisine uygulanabilirliği yani, sınırlamaların sonuçları etik
sistemi değil, örgütsel ihtiyaçlardan, özellikle güvenilirliğin geliştirilmesi ve
genellikle düşünülen ekonomik amaçlardan ortaya çıkmaktadır.
SONUÇ
Bulgularımız gösteriyor ki gazetecilik, kendi etik ilkelerinden geçerek, ek
iş hakkında katı ve kesin kurallar iddia etmez. İncelenen ilkelerin sadece
yarısı bu konuya yer vermektedir. Bunlar arasında ek iş konusunda açık bir
tanım yapan oldukça nadirdir.
Ulusal örgütlerin sadece %43’ü konuyu ele alır ya da ek iş hakkında bir
sınırlama koyar. Bununla birlikte, en mantıklı ve yaygın ek iş tanımı,
gazeteler ve zincirler gibi başlıca medya örgütleri tarafından verilmektedir. Bu
medya örgütlerinin gazetecilik etiğinin ve gazetecilik tutumunun
doğruluğunun yeni savunucusu olduğu anlamına mı gelir? Muhtemelen hayır.
Tabii ki etik uğruna değil, tamamen gelirlerin artması ile ilişkili olan
güvenilirliği, saygınlığı ve kamunun güveni oluşturacak mekanizmayı
oluşturmak için, kar-güdümlü medyayı ve sahiplerinin etik uygulamalarını
desteklemeler ironiktir. Paradoksal olarak, serbest pazarın bir ürünü olan kargüdümlü örgütler, çalışanlarının iş-uğraş özgürlüğünü sınırlandırırlar.
Gazetecilik örgütleri arasında genel ve net bir ek iş tanımı olmayışı,
özellikle “yapılacaklar ve yapılmayacaklar”, gazetecilik ve diğer uğraşlar
arasında şeffaf olmayan sınırlar yaratır. Bu durum gazetecilerin “döner
kapıdan” kolayca girmelerini ve çıkmalarını açıklamaktadır. Bu “kapı”
siyaset, halkla ilişkiler ve reklamcılık gibi bir çok uğraş ve alan için açıktır.
Akademik açıdan, gazetecilik ve ek iş konusu karşılaştırmalı ve kültürel
çalışmalar üzerinden daha geniş araştırmaları gerektirmektedir. Gazetecilik
açısından, etik ilkelerin ve uygulamaların, örneğin gazetecilerin başka bir iş
için bir süreliğine olsa bile, mesleği bırakmaya karar verdiklerinde, “soğuma
periyodunun” tekrardan gözden geçirilmesi gerekebilir.
KAYNAKÇA2
2
Kaynakça İngilizce bölümünde verildi.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 161-174
Presentation
Article
Journalism and moonlighting:
An international comparison of
242 codes of ethics
Yehiel Hilik Limor
Chair and Director,
School of Communication
Ariel College, Ariel, Israel
Abstract: According to journalistic norms journalists must avoid situations that create
a conflict of interests. Those norms are developed and shaped via a continuous
interaction between media and society, including the political institution, as well as
between journalists as employees and their employers. From a professional point of
view, journalists are expected to avoid any deed which may disrespect the profession.
Codes of ethics are used by journalistic organizations to express their professional
norms and values, which are perceived as the “conscience” of journalism. How do
codes of ethics relate to the idea of additional jobs and/or occupations for journalists?
Does every additional job necessarily entail a conflict of interests? Is volunteer
activity outside working hours also considered “moonlighting?”Our study, that seeks
to examine ethical conceptions regarding additional work and activity, is an
international comparative study examining 242 codes of ethics applied by the media
in 94 countries. Discussions focus on three issues: First, do codes of ethics address the
issue of additional work, and if so, how? Second, are there differences in the ways the
issue is addressed according to geo-political and geo-economic characteristics? And,
third, are there differences according to type of organization for which a given code
was formulated?
Keywords: Journalism, additional work/ moonlighting, journalism ethic,
international codes of ethics
162
Yehiel Hilik Limor
My lecture today will focus on a widely practiced phenomenon which
may endanger journalistic integrity. I mean journalists’ additional work, in
many cases nicknamed "moonlightings". Codes of ethics, perceived as the
"conscious" of journalism, were used to examine attitudes towards the
phenomenon
------A couple of years ago, a celebrated columnist, James Glassman, published
an article in the Washington Post in which he warned of the “next great
American scandal.” Glassman went on to claim that the scandal “will involve
not politicians, not corporate executives, but journalists,” sparked by highly
lucrative side interests. He claimed that while the scandal had not yet broken
out, one often hears of American journalists who earn large sums of money –
not from their journalistic pursuits but from moonlighting. One writer even
called moonlighting “the key to earning big bucks in business journalism.”
The problem is not unique to the United States. The Croatian Journalists
Union, for example, maintained that “the nation’s media is dramatically
deteriorating, as ‘moonlighting’ by journalists continues to be widespread”. In
Pakistan, it was reported that there are “many spies doubling as reporters, and
journalists moonlighting as government agents”.
Reports from Zambia indicate that “teachers, university lecturers,
accountants, bookkeepers, journalists and doctors are all moonlighting”, and
in Yugoslavia, it is said that about half the journalists are moonlighting.
During the war in Iraq, it was reported that “Jordanian journalists are
moonlighting as ‘fixers.’ For a US $200 fee, they will help open doors to their
contacts in the government, the military and the academia”.
According to journalistic norms journalists must avoid situations that
create a conflict of interests, whether actual or merely perceived, in order to
remain loyal to their major stakeholder: the public. Those norms are
developed and shaped via a continuous interaction between media and
society, including the political institution, as well as between journalists as
employees and their employers. Furthermore, from a professional point of
view, journalists are expected to avoid any deed which may disrespect the
profession. Codes of ethics are used by journalistic organizations to express
their professional norms and values, which are perceived as the “conscience”
of journalism, and therefore constitute a useful means of assessing the dos and
don’ts applying to media personnel. How, then, do codes of ethics relate to the
Journalism and Moonlighting
163
idea of additional jobs and/or occupations for journalists? Does every
additional job necessarily entail a conflict of interests? Is volunteer activity
outside working hours also considered “moonlighting?” And what about
political activity?
Our study, that seeks to examine ethical conceptions regarding additional
work and activity, is an international comparative study examining 242 codes
of ethics applied by the media in 94 countries. Discussions focus on three
issues: First, do codes of ethics address the issue of additional work, and if so,
how? Second, are there differences in the ways the issue is addressed
according to geo-political and geo-economic characteristics? And, third, are
there differences according to type of organization for which a given code was
formulated.
We have first to explain the general expressions additional work or
moonlighting. Those terms as used in our study, refer to both paid and
volunteer work. From the ethical point of view there is considerable
resemblance between the two types of work, as journalists may engage in
activities that bear no financial recompense yet still provide other types of
benefits such as publicity, social recognition, social ties and the like.
Additional work is not the only issue that may cause conflicts of interests.
However, it is a world wide practice with little attention in literature, and
therefore deserves a special discussion.
The theoretical background
The discussion of moonlighting among journalists should reflect at least
two fundamental theoretical perspectives: The philosophical-ethical and the
professional-normative. While ethics paves the way for variety of approaches
and principles, professionalism demands standardization.
Ethics is culturally and politically dependent, and therefore journalism and
media are expected to form different ethical approaches and principles across
societies. Even in the western world, there is no one agreed philosophical
school. The continuing ethical debates among philosophers reflects this
reality.
Beside their journalistic Journalists may choose to engage in a variety of
additional activities, such as political engagements, advertising and public
relations positions, educational as well as celebrity-type activities as
164
Yehiel Hilik Limor
interviews. While the different additional jobs activities are different from
each other, they all contain a potential for conflict of interests. As public trust
is the supreme interest of the media, they aspire to avoid such conflicts,
whether real or perceived. As Black, Steele and Barney stated:
The principle of independence calls on journalists to remain free of
associations or activities that may compromise their integrity or
damage their credibility. It is essential for individual journalists
and news organizations to honor that principle if they are to be
effective in fulfilling the primary obligation of journalism, seeking
truth and reporting is as fully as possible.”
The conflicted interests and the ethical way to address them, may be the
similar over differences in institutional and cultural norm, or depend on them.
For example, journalist who work for advertising agency may jeopardizes its
commitment to the public to report in an unbiased manner, because of its
obligation to promote the interests of its customers in the advertising agency.
However, the way to address the problem can be dependent on the economic
environment. In western countries the underlying conflict may be between the
professional interest and the individual right for occupation, in third world
counties, where many journalists’ salaries are very low, and the professional
interest may conflict with the very basic commitment of the individual
journalist to put food on the table for his family. Economic distress is also
liable to lead journalists to sell their services to the highest bidder. Such is the
case, for example, in some African countries, where – if to quote one report “a small sum of money, on or under the table, will guarantee favorable
coverage”.
The professional-normative approach.
From a professional standpoint, norms should be standardized over
cultures and societies. Physicians, for example, share a commitment to save
human life, regardless cultural characteristics. If journalism is a profession,
norms regarding moonlightings and journalists are expected to show at least
some coherence across societies.
A profession declares that its members know better than society at large
and its clients in particular, about the nature of certain spheres of activity. At
least two of the demands derived from this basic statement justify what the
Journalism and Moonlighting
165
profession requires of itself and of society, if we do follow Hughes's
definition: Exclusivity and credibility. Professional credibility is also the basis
for a profession’s insistence on autonomy.
Research scholars (including Dan Schiller) have long wrestled with the
fascinating question of whether journalism is a profession, a semi-profession
or perhaps only an occupation. Regardless the lack of sociological-theoretical
agreement, widespread of codes of ethics around the world, suggests that in
practice journalism perceives itself as a profession or at least semi-profession.
Consequently, journalists must avoid any activity liable to be interpreted as a
conflict of interests. On the other hand, if journalism is not a profession but
merely an occupation in which anyone who desires to do so may engage, why
are media personnel obliged to adhere to professional behavioral and ethical
codes and to demonstrate professional responsibility?
Professional commitment, both internal and external, gives rise to at least
two reasons for limiting professionals' additional work:
(1). A demand that professionals devote all their time to their work. As
Abbot stated: “Professions begin when people start doing full time the thing
that needs doing”.
(2). Exclusivity of a profession and its isolation from other occupations
preserves its special social status and the hierarchical relations among it, the
public and other occupations.
Mass media codes of ethics
Like in many professions, media organizations and personnel, use codes
of ethics as a conventional means for expressing their credo, as well as to
maintain a certain normative standards within the profession. Code of ethics,
thus, address both within the media institution and outside it, means mainly
the public and the authorities. The codes, a collection of dos and [primarily]
don’ts of professional activity, may thus serve as a yardstick for assessing
accepted professional norms regarding various issues, including
moonlighting.
It should be noted that the media institution produces varies types of codes
of ethics. Some, are issued by media organizations (newspapers, radio
stations, televisions, etc.), some by non-media organizations, such as
journalists unions, and press or news councils. Some codes are local, some
Yehiel Hilik Limor
166
national and some international. Some codes are formulated by journalists,
others by journalists and public representatives together, while there are also
codes created by journalists and media owners.
The variety of codes is expected to reflect both the geo-political
characteristics of societies in which codes are formulated as well as the
relations between journalists and their employers.
Research questions
Three questions lie at the core of our study:
(1) Do codes of journalistic ethics address the issue of additional work –
and if so, how?
(2) Do the different approaches towards additional work differ over
geopolitical and geoeconomic differences?
(3) Are there differences in approach according to type of organization
for which a given code was formulated?
METHODOLOGY
Our study examined, at previously noted, 242 codes of ethics applying to
press councils, media conglomerates, media organizations and professional
organizations of press and broadcast journalists in 94 countries.
Codes were classified according to four parameters: Geographic location,
degree of freedom of the press (based on the Freedom House Report), average
per capita income (i.e. economic level in the given state; according to the
World Bank Report) and type of organization. Only the codes of national
organizations were classified by geographic region, freedom of the press and
economic level because most individual organization codes apply to media
outlets in the United States.
Classification of moonlighting or additional works performed by
journalists was made based on a preliminary qualitative study, where all codes
were examined. Codes have addressed a variety of additional work, with or
without financial remuneration, of seven basic categories: a. Additional work
for the media that is not part of the journalist’s full-time job; b. Public
relations; c. Advertising; d. Government and government agency work; e.
Political party or ideological organization work; f. Lecturing or writing books;
g. Work on behalf of the community or public organizations.
Journalism and Moonlighting
167
For each category, different restrictions were recorded: 1. Total ban; 2.
Limited permission: not if involves conflict of interests, 3. Limited
permission, and 4. Blanket permission.
FINDINGS
The first research question was:
Do codes of journalistic ethics address the issue of additional work –
and if so, how?
Analysis of the 242 codes revealed that only about half of them relate to
moonlighting (table 1). The codes mainly address political activities (26%)
and ban in general all work that may be conducive to conflict of interests
(21%). Overall, Codes of ethics often addresses secondary jobs and activities
by banning them (table 2). 50 codes, 21% of the total, include a general ban
on any outside work that engenders a conflict of interest with journalistic
activity or is liable to do so. The most comprehensive ban of all refers to
government agency work, as mentioned in 30 codes (12% of the total), none
of which offers blanket permission to do so. Some 74% of these codes impose
a sweeping prohibition on journalists’ activity on behalf of government
agencies, while another 26% permit it on condition that there is no conflict of
interests with journalistic activity. Also 63% of codes ban moonlighting in
advertising and 52% in public relations.
Of codes that address political activities, 47% of codes ban it while 47%
allow it as long as it does not create conflict of interests. With regarding to
community volunteering work and working in other media outlets, codes that
address those issues typically permit it as long as it does not create conflict of
interests.
The second research question was:
Do the different approaches towards additional work differ over
geopolitical and geo-economic differences?
Classification of all national codes by geographic location reveals that the
most attention paid to moonlighting may be found in Eastern European
countries: 68% of 25 codes in this region were found to relate to the issue
(table 2). North America is in second place (58%), followed by Africa (54%)
and Western Europe (52%). In Asia, the Middle East, Latin America and the
Pacific Rim, only in a handful of counties codes of ethics have addressed the
issue.
Yehiel Hilik Limor
168
No meaningful or coherent differences were found when codes were
classified based on countries’ level of freedom of press and economic level.
The third research question was:
Are there differences in approach according to type of organization
for which a given code was formulated?
The most attention to the subject may be found in codes for newspapers
and chains (86% of all codes in this category, as compared with only 43% of
national codes of journalistic ethics).
DISCUSSION
The data shows that about half codes of ethics address additional work, or
moonlighting, indicating that the issue is not some marginal aspect of
journalistic ethics but rather one of concern to the professional community
throughout the world. On the other hand, it is also true that half the codes
ignore the issue altogether. How can these findings be explained? Due to the
lack of literature on the issue, two alternative and complementary
explanations are suggested:
(1) Some countries have no moonlighting problem because the prevailing
conception declaring that journalists may not perform any additional work
outside their regular jobs is so well-rooted and accepted that there is no need
to mention the issue in codes of ethics.
(2) The social and professional norms prevailing in certain countries
perceive no harm in journalists’ working at outside jobs besides their regular
ones. Economic conditions in some of these countries compel journalists to
moonlight – a fact of life to which the surrounding society appears reconciled.
The most comprehensive ban of all refers to government agency work, as
mentioned in 30 codes (12% of the total), none of which offers blanket
permission to do so. Some 74% of these codes impose a sweeping prohibition
on journalists’ activity on behalf of government agencies, while another 26%
permit it on condition that there is no conflict of interests with journalistic
activity.
Only about 10% of all codes consider the matter of journalists who
moonlight for other media. All permit it on condition that there are no
conflicts of interests. Only 16 codes (about 7% of the total) deal with
Journalism and Moonlighting
169
additional works as giving lectures and teaching; a minority permits it outright
and the remainder imposes various constraints.
Note that 50 codes, 21% of the total, include a general ban on any outside
work that engenders a conflict of interest with journalistic activity or is liable
to do so. The following clause – from the Israel’s code of journalistic ethics is an example:
No newspapers or journalists shall put themselves into a
position in which there is a suspicion of conflict of interests
between their obligations as newspapers and journalists and
any other interest.
While only an in depth field research would explain the limited attention
accorded to advertising and public relations, three alternative explanations
should be considered:
(1) Engaging in such occupations is recognized almost universally as
taboo. This assumption is corroborated by the observation that the subject is
mentioned only in 12% of the codes newspapers and broadcasting system
codes (most of them North American) and 11% of the national ones in North
America. On the other hand, extensive coverage of the issue in Eastern and
Western European and African codes may indicate an attempt to deal with a
real problem.
(2) Advertising and public relations work are not expressly absolutely
forbidden, but must be regarded with all due attention to the “conflict of
interests” issue that each media organization translates according to its own
conceptions and policies.
(3) No restrictions whatsoever are imposed on work of this type, which
means that such activities are not considered as prohibited for journalists. .
The classification of all national codes based geographic location shows a
relatively high attention to moonlightings in code from eastern European
countries. This may have two interrelated explanations:
(1) Economic conditions in these countries, that are in transition from
communist regimes to democratic states with a market economy, are liable to
encourage journalists to seek additional income outside their regular jobs.
Hence they should be deterred from doing so.
170
Yehiel Hilik Limor
(2) These countries seek to adopt overtly Western norms that encourage a
professional ethos for journalism and thus to limit journalists’ additional jobs.
Attention to journalists’ moonlighting in national codes of journalistic
ethics indicates that the declared norms expressed therein cross national and
political borders, reinforcing the claim that professional press norms are
largely “made in USA.” On the other hand, it also buttresses contentions
regarding the hegemony of Western values and even some manifestations of
cultural colonialism. Codes originating in Africa provide an example:
Journalists in African countries receive low salaries and are largely financially
insecure, turning prohibitions and constraints on additional work into lip
service only, as the journalists find themselves unable to abide by these
rulings. Moreover, the liberal-Western philosophy on which the codes of
developed countries are based emphasize the responsibility of individuals to
themselves and to society, a social-ideological conception that conflicts with
African countries’ on commitment to society in the spirit of the “social
responsibility” model.
About a third of the Eastern European codes address holding
governmental position in addition to the journalistic one, possibly in an
attempt to expunge memories of the past, when journalists served as agents of
communist regimes and their security services.
Analysis of the attitudes of ethical codes to various issues according to
type of organization for which the codes were formulated reveals that codes of
newspapers and chains deal with moonlighting more than those of other
organizations. By generalizing, moreover, they also impose more constraints
than the other codes. The principal explanation for this observation is the
applicability of employer-employee relationships in media organizations,
meaning that the resulting constraints are not derived exclusively from the
ethical system but also from organizational needs, particularly cultivation of
credibility, usually with financial objectives in mind.
SUMMARY AND CONCLUSIONS
Findings show that journalism, via its codes of ethics, do not allege clear
and strict rules regarding additional works. Only half of the codes address the
issues; when it is addressed, there is rarely a clear definition of the issue.
Only 43% of national organizations address the issue or put any limitation
related to additional work. However, the most coherent and widely spread
Journalism and Moonlighting
171
definition of moonlighting is given by media organizations, mainly
newspapers and chains. Does it mean that media organizations became the
new defender of journalism ethics and the journalistic proper behavior?
Probably not.
Ironically, profit-driven media organizations and their owners promote
ethical practices, not necessarily for the sake of ethics itself, but as a
mechanism to establish credibility, respectability and public trust, all
contribute to revenues. Paradoxically, the profit-driven organizations, product
of the free market, restrain the freedom of occupation of their employees.
The lack of a clear and common definition of moonlighting among
journalists' organizations, especially the dos and don'ts, creates a blurred
boundaries between journalism and other occupations and it might explain the
ease for journalists to step in and out the "revolving door." The "door" is open
to and from many occupations and fields, including politics, public relations,
and advertising.
From the academic point of view the issue of journalism and additional
work deserve further research including comparative, cross cultural studies.
From the journalistic point of view, it might require reconsideration of ethical
norms and practices, for example requiring a "chilling period" when journalist
decides to give up journalism, even for a while, for another occupation.
REFERENCES
Abrahamson, M. (1967). The Professional in the Organization. Chicago: Rand
McNally.
Allison, M. (1986). A Literature Review of Approaches to the Professionalism of
Journalists. Journal of Mass Media Studies, 1(2), 5-19.
Berkowitz, D. & Limor, Y. (2003). "Professional Confidence and Situational Ethics:
Assessing the Social-professional Dialectic in Journalistic Ethics-Decisions".
Journalism & Mass Communication Quarterly, 80(4), 783-801.
Bertrand, C.J. (2000). Media Ethics & Accountability Systems. New Brunswick, NJ:
Transaction.
Black, J., Steele, B.& Barney, R. (1995). Doing Ethics in Journalists. Boston:
Paramount.
Boode, W. (1972). Community within Community: The Professions. In: R.M.
Pavalko (Ed.), Sociological Perspectives on Occupations (pp. 17-25). Itasca, Ill.:
F.E . Peacock.
172
Yehiel Hilik Limor
Broddason, T. (1994). The Sacred Side of Professional Journalism, European Journal
of Communication, 9, 227-248.
Bruun, L. (ed.) (1979). Professional Codes in Journalism. Vienna: International
Organization of Journalists.
CIA Factbook (2003). Retrieved June 2003 from www.cia.gov/publications/factbook.
Cooper, T. (1990). Comparative International Media Ethics, Journal of Mass Media
Ethics, 5(1), 3-14.
Christians, C.G., Rotzoll, K.B. & Fackler, M. (1983). Media Ethics: Cases and Moral
Reasoning. New York, N.Y.: Longman.
Croatian Media Situation Deteriorating, Warns Journalists' Union (2002). IJNet.
Retrieved June 15, 2003, from http://www.ijnet.org/Archive/2002/11/113627.html.
Day, L.A. (1991). Ethics in Media Communications: Cases and Controversies,
Belmont, CA: Wadsworth.
Erickson, J. (1995). Here Are Some Of The Ways Business Journalism's Wealthiest
Members Earned Their Income Last Year. TJFR , 9(5). Retrieved June, 15, 2003
from http://www.tjfr.com/secure/archive1995/0395moonlighting915.htm .
Freedom of the Press 2003 (2003). New York: The Freedom House. Retrieved June
15, 2003 from http://www.Freedomhouse.org .
Freidson, E. (1994). Professionalism Reborn – Theory, Prophecy and Policy,
Chicago: University of Chicago.
Glassman, J. K. (March 28, 1995). Scandal Watch: Journalists, Beware. Washington
Post, p. A17.
Greenwood, E. (1972). Attributes of a Profession. In: R.M. Pavalko (Ed.),
Sociological Perspectives on Occupations (pp. 3-16). Itasca, Illinois: F.E.
Peacock.
Hafez, K. (2002). Journalism Ethics Revised: A comparison of Ethics Codes in
Europe, North Africa, the Middle East, and Muslim Asia, Political
Communication , 19, 225-250.
Hallin, D. (1992). The passing of 'High Modernism' of American Journalism. Journal
of Communication, 42(3), 14-25.
Herman, E.S. and Chomsky, N. (1988). Manufacturing Consent. New York:
Pantheon.
Hughes, E.C. (1971). The Sociological Eye, Chicago: Aldine-Atherton.
Hulteng, J.L. (1981). Playing it Straight. Chester, CT: Old Chester Road.
Jensen, J.V. (1997). Ethical Issues in the Communication Process, Mahwah, NJ:
Lawrence Erlbaum.
Jones, C.J. (1980). Mass Media Codes of Ethics and Councils: A Comparative
International Study on Professional Standards. Paris: UNESCO.
Karatnychy, A. (2002). Nations in Transit 2002: A Mixed Picture of Change.
Retrieved January 15, 2004, from http://www.freedomhouse.org/research/
nattransit.htm.
Journalism and Moonlighting
173
Kasoma, F.P. (1994). Journalism Ethics in Africa. Nairobi: Creda Press.
Laitila, T. (1995). Journalists Codes of Ethics in Europe, European Journal of
Communication, 10 (4), 527-544.
Mann, R. (2003). Zakazukha. Haayin Hashviit 42, 44-45. (Hebrew)
McChesney, R.W. (1999). Rich Media Poor Democracies. Il: University of Illinois
Press,
McManus, J.H. (1994). Market-Driven Journalism. Thousands Oaks, CA; Sage.
McQuail, D. (1994). Mass Communication Theory (3rd ed.). London: Sage.
Mosco, V. (1996). The Political Economy of Communication. London: Sage.
Mukeredzi, T. (2003). Zimbabwe Moonlighting. African News Bulletin, 450.
Retrieved June 15, 2003, from http://www.peacelink.it/anb-bie/nr450/e08.html.
Nyamnjoh, F.B. (2000). West Africa: Unprofessional and Unethical Journalism. In:
M. Kunczik (Ed.), Ethics in Journalism : A Reader on Their Perception in the
Third World . Retrieved January 19, 2004, from http://library.fes.de/fulltext/iez/
00710toc.htm
Patterson, P. & Wilkins, L. (2002). Media Ethics: Issues and Cases. New York, N.Y:
McGraw-Hill.
Pereira, D. (2003). Cash rolling in for enterprising Arabs. The Straits Times.
Retrieved June 15, 2003, from http://straitstimes.asia1.com.sg/iraqwar/story/
0,4395,179705,00.html.
Sarwar, B. (2000). Press Vulnerable under Sword of Martial Law. Asia Times
OnLine. Retrieved June 15, 2003
from http://www.atimes.com/media/
BB29Ce01.html.
Schudson, M. (1978). Discovering the News. New York: Basic Books.
--- (1990). Origins of the Ideal of Objectivity in the Professions. New York: Garland.
Schiller, D. (1979). An Historical Approach to Objectivity and Professionalism in
American News Reporting. Journal of Communication, 29(4), 46-57.
Situation in the Trade is Drastically Bad (2002). Media Center Belgrade. Retrieved
June 15, 2003, from http://www.yumediacenter.com/english/dogadjaji/2002/
9/d110902e.html.
Son, T. (2002). Leaks: How do Codes of Ethics Address Them?, Journal of Mass
Media Ethics, 17(2), 155-173.
The World Bank (2002). World Developmental Indicators. pp. 12-14. Washington,
DC: The World Bank.
Tuchman, G. (1973). Making News by Doing Work: Routinizing the Unexpected.
American Journal of Sociology, 79(1), 111-131.
Underwood, D. (1993). When MBAs Rule the Newsroom. New York: Columbia
University Press.
Weaver, D.H. (1998). The Global Journalist. Cresskill, NJ: Hampton
Press.
174
Yehiel Hilik Limor
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 175-186
Sunum - Makale
Mahremiyetin sınırları:
yararlı ayrımlar1,2
Raphael Cohen-Almagor
University of Haifa, Israel
Özet: Mahremiyet, genel olarak, meraklı ve izinsiz giren toplumun taleplerine karşı
bireylerce savunulan bir değer, gözlemden yalıtım olarak anlaşılır. Bizim en önemlı
değerlerimizle, kendini ifade etmeye ve seçmeye muktedir bağımsız bir ahlaklı özne
olmanın ne demek olduğu anlayışımızla yakından bağıntılıdır. Haber, eğlence ve özel
öyküler kamu seyri olunca, bireysel yaşamlar istenmeyen tanıtımın acımasızca
parlayan ışıklarına tutulur. İhlalin sınırlarını belirlerken, çocuk ve yetişkin, kamu
kişileri ve alelade yurttaşlar, spot ışıkları altında yaşamayı seçen insanlar ve kamu
forumuna tökezleyerek ya da kamusal önem taşıyan bir şey yapmalarından dolayı
düşen alelade yurttaşlar arasında fark yapılmaktadır.
Anahtar kelimeler: Mahremiyet, etik, medya, bireysel özgürlük
GİRİŞ
Bu deneme, mahremiyet konusunu incelemektedir. Haberler eğlence
haline geldiğinde ve özel hikayeler kamusal seyretmeye, bireysel yaşamlar
amansızca istenmeyen aleniyetin göz kamaştırıcı ilgisine maruz kalabilirler.
İzinsiz girmenin sınırlarını çizerken çocuklar ve yetişkinler; kamusal
figürlerle sıradan yurttaşlar; kamuoyunun ilgisi önünde yaşamayı seçmiş
insanlarla kamusal alana hata sonucu düşmüş insanlar arasında ayrım yaptım.
1
Bu makalenin başka bir versiyonu Communication Law Review, Vol. 6, Issue 1
(2006), pp. 47-72’de yayınlanmıştır.
2
Çev. Zeynep Gültekin Akçay, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
176
Raphael Cohen-Almagor
İfade özgürlüğüne yönelik geniş hoşgörü sağlayacak liberal eğilimi
gerektiği gibi takdir ederek, aynı zamanda toleransın kapsamını emretme
gereksinimini de kabul etmeliyiz. Kamunun bilme hakkı kavramıyla
doldurulan ve güçlendirilen özgür ifade etme ve özgür basın hakkı, yeterli
gerekçe olmadan bireysel mahremiyeti ihlal etmeyi kapsamamaktadır.3
Medya, kamunun gözünde bir miktar inandırıcılık sahibi olabilmek için bazı
sosyal sorumluluk standartları benimsemelidir.4 Gerçekten de İsrail’de Temel
Yasa (Anayasa, Basic law) Bölüm 7: İnsan Onuru ve Özgürlük (1992) “(a)
Herkesin mahremiyet ve yakınlık kurma hakkı vardır. (b) Buna rıza
göstermeyen bir kişinin özel emlakine girilemez. (c) Kişinin özel emlaki,
vücudu veya kişisel eşyaları üzerinde arama yapılamaz. (d) Kişinin
konuşmalarının veya yazılarının veya kayıtlarının gizliliği ihlal edilemez”5
diye ifade etmektedir.
Mahremiyet
“Mahremiyet” terimi felsefi, siyasal ve yasal tartışmalarda olduğu kadar
günlük dilde de sıkça kullanılır, ama terimin tek bir tanımı veya analizi veya
anlamı yoktur. Mahremiyet kavramının, çeşitli kültürlerde nasıl geniş bir
biçimde değerlendirildiğine ve korunduğuna ilişkin sosyolojik ve antropolojik
tartışmalarda geniş tarihi kökleri vardır. Üstelik terimin, en dikkat çekicisi
3
. See Section 8 of the Canadian Charter of Rights and Freedoms, and Article 17 of
the International Covenant on Civil and Political Rights: “No one shall be
subjected to arbitrary or unlawful interference with his privacy, family, home or
correspondence, nor to unlawful attacks on his honour and reputation.” U.N.T.S.
No. 14668, Vol. 999 (1976).
4
. Cf. Commission on Freedom of the Press (Hutchins Commission), A Free and
Responsible Press (Chicago: University of Chicago Press, 1947); Robert W.
McChesney and John C. Nerone (eds.), Last Rights:: Revisiting Four Theories of
the Press (Urbana and Chicago: University of Illinois Press, 1995), esp. pp. 77-124.
See also Dan Caspi, "On Media and Politics: Between Enlightened
Authoritarianism and Social Responsibility,” in R. Cohen-Almagor (ed.), Israeli
Democracy at the Crossroads (London: Routledge, 2005): 23-38.
5
. The Basic Law: Human Dignity and Freedom (5752 - 1992). Passed by the Knesset
on 21st Adar, 5754 (March 9, 1994); http://www.mfa.gov.il/MFA/
MFAArchive/1990_1999/1992/3/Basic%20Law-%20Human%20Dignity%20
and%20Liberty-.
Mahremiyetin Sınırları
177
Aristo’nun devlet (polis) ile aile ve ev hayatıyla ilişkilendirilen özel
arasındaki ayrımı olan iyi bilinen felsefi tartışmalarda tarihi kökenleri vardır.6
Mahremiyet, yaygın bir biçimde gözlemlenebilirlikten yalıtım, meraklı ve
izinsiz giren bir toplumun taleplerine karşı bireyler tarafından üzerinde
durulan bir değer olarak anlaşılmaktadır.7 En derin değerlerimizle, özyansıtmaya ve seçime muktedir özerk bir manevi/ahlaki aracı anlamına gelen
anlayışımızla yakından ilişkilendirilmektedir. Bunun ihlali bireyselliğe
hakaret ve kişisel onura yönelik aleni bir aşağılamadır.8 Avishai Margalit,
insan onuruna yaraşır bir toplumun kurumlarının kişisel mahremiyete tecavüz
etmemesi gerektiğini ileri sürmüştür.9 Onur olarak mahremiyet, mahremiyeti
tam olarak paylaşılan ve ortak olan toplumsal hayatın yanları içine
yerleştirmektedir. Mahremiyeti ihlal etmek, sakatlığa neden olmaktadır;
çünkü biz kendi kimliğimizin ve öz-saygımızın zaruri ön koşulları olarak
ortak normları tecrübe etmek üzere sosyalleşmişizdir.10 Bununla birlikte, birisi
bugünün gazetesini, özellikle de bulvar gazetelerini açtığında, diğerinin çok
özel yönlerini ilgilendiren pek çok detay okuyabilir.
Medya ve eğlence arasında güçlü bir bağ vardır. Bir sonuç olarak, genelde
medya ve özelde sansasyonel medya; toplumsal, kültürel, bilimsel ve siyasal
meseleleri analiz etme pahasına özel meselelere girmeyi tercih etmektedir.
Dedikoduya ve bir haberleri popülerleştirme eğilimine tanık olmaktayız ve
tüm dünyadaki bulvar gazeteleri mahremiyete izinsiz girme olaylarında
uzmanlaşmıştır. Geniş sansasyonel hikayeler çok fazla yer almakta, siyaset
hakkındaki tartışmaları dışarıya sürmektedirler.
Haberlerin bilgi-eğlence (infotainment) haline geldiği ve özel yaşamlara
izinsiz girmenin yaygın bir olgu olduğu çağda yaşıyoruz. Modern medyanın
özelliklerinden birisi de izinsiz giriciliğidir. Bugünün dünyasında,
6
. "Privacy", in Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/
archives/sum2002/entries/privacy/
7
. Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the
Common Law Tort," California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 957.
8
. Amitai Etzioni, The Limits of Privacy (New York: Basic Books, 1999), p. 191.
James Q. Whitman argues that privacy is an aspect of personal dignity within the
continental tradition. See his "The Two Western Cultures of Privacy: Dignity
versus Liberty," Yale Law Journal, Vol. 113 (April 2004).
9
. Avishai Margalit, The Decent Society (Cambridge, Mass.: Harvard University
Press, 1996), p. 201.
10
. Robert C. Post, "Three Concepts of Privacy", Georgetown Law Journal, Vol. 89
(June 2001): 2094.
178
Raphael Cohen-Almagor
demokrasilerin liderleri ve ünlüler sürekli bir biçimde izlenmekte, hatta takip
edilmektedirler. Siyasal liderler ve kamusal figürler, her hareketlerinin
gözlenmesinin olası olduğu bir medya köpüğünde yaşamaktadırlar. Bunların
kamusal yüzleri neredeyse hiçbir zaman TAKLİT EDİLEMEZ ve özel
yaşamları merhametsizce istenmeyen aleniyetin göz kamaştırıcı ilgisine
maruz kalabilir.
Yetişkinler vs. Çocuklar
Medya,
çocukların
mahremiyetine,
çoğu
kez
yetişkinlerin
mahremiyetinden çok daha fazla saygı gösterilir. İsrail’de dedikodu sütunları,
ünlüler ve kamusal figürler hakkında haber yazma konusunda bazı etik
standartlar benimsemişlerdir. Çocukların kamusal sahnenin dışında
bırakılması ve mahremiyetlerinin korunması gerektiğine inanarak hiçbir
zaman bunların çocukları hakkında haber vermezler. Çocuklar, halkın
korunan bir sınıfı olarak algılanır ve sonuç olarak medyanın onların
mahremiyetini ihlal etmesi için sağlam gerekçelendirmeler gerekir.
Gerçekten de çocuklar, yetişkinlerden daha tehlikelere açık ve
duyarlıdırlar. Bu, medyanın çocuklar hakkındaki hikayeleri haber vermediği
demek değildir. Elbette vermektedir. Çocuklara fena muamele edilmesi kamu
çıkarına değildir. Medya, zayıf üçüncü kişileri/tarafları koruma
sorumluluğunu üstüne almaktadır. Çocukların davranışları haber hikayesi
olarak algılanırsa, çocukların da fotoğrafları çekilecektir. Savaşlarda ve diğer
düşmanlıklarda yer alan çocuklar sık sık TV-Radyo yayınlarında
görünmektedir. Örneğin silahlı askerlere taş atan Filistinli çocukların, iyi bir
nedenle, fotoğrafları çekilmektedir. Kamuoyu, çocukların cephe hattında,
silahlı adamlarla taşlarla dövüştüklerini bilmelidir. Bu tür fotoğraflar;
kamuoyunu Filistinlilerin kararlılığı, iki taraf arasındaki güç dengesi,
çatışmanın her iki tarafının çocukların savaş alanında kullanılmalarına ilişkin
gösterdikleri duyarlılık (veya bunun yokluğu) hakkında bilgilendirir. Medya;
Golyat’a karşı Davut hikayelerini sever ve bu tür durumlarda bir fotoğraf bin
kelimeden daha iyidir. Ve elbette mahremiyet ihlali sorunu yersizdir.
Çocuklar gösterilmek istemektedirler ve düşmanca olayları yöneten Filistinli
liderler böyle fotoğrafların çekilmesine ve yayınlanmasına çok isteklidirler.
İsrail tankına taş atan bir çocuğu gösteren bir fotoğraf, Filistin propagandasına
ve ulusal çıkarına hizmet etmektedir.
Mahremiyetin Sınırları
179
Kamusal Figürler vs. Sıradan Vatandaşlar
Kamusal figürlerle sıradan vatandaşlar arasında ayrım yapma gereksinimi
duymaktayız. Kamusal figürler, kendi mahremiyetlerine medyanın tecavüz
etmesine karşı daha hassaslardır. Sıradan vatandaşlar çoğu kez kamunun ilgisi
dışındadırlar ve bu yüzden, genel olarak konuşursak, medyanın dikkatini
çekmezler. Ünlüleri haber yaparken, bilgi kaynakları ve gazetecilik
uygulaması arasındaki yakın ilişkinin doğallaştırılması ve normalleştirilmesi
gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle, Paparazilik, üretilmiş editoryal içerik
bakımından tanıtım, yüceltme ve gazeteciliğin yakınsaması için temel
yerlerden birisidir.11 Ünlü profilleri aracılığıyla, eğlencenin kapsamı muazzam
şekilde genişlemiş ve bilgi ve haber vermenin önemli bir öğesi olmuştur.
Bugünlerde, bu olguyu hiç kimse zengin faaliyetlerinin sadece bazıları ve
ünlü profilinin küçük bir parçası sayılacak olursa aşk ilişkileri, reality TV
şovu, yetişkin videosu, “açılışlar”daki sürekli görünürlüğü, spor oyunları ve
moda şovlarıyla Paris Hilton’dan daha iyi temsil etmemektedir. 12 Hilton,
Prenses Diana’nın 1997’de ölmesinin yarattığı boşluğa girmiştir.
Bunu belirtirken, bazı nezaket standartları korunmalıdır. Yıllar boyunca,
medyanın bazı organları bazı ölü ünlülerin hayatta olduklarını iddia ederek
sağlıksız bir üslup sergilemişlerdir (en önemli örnekler Elvis Presley13 ve
Marilyn Monroe’dur14). Kabaca, hayatta olan ve futbol oynayan bilinen bir
ünlünün aslında öldüğünü iddia ederek de kendilerini aşmışlardır. Defalarca
Paul McCartney’in Kasım 1966’da Londra dışında bir trafik kazasında
11
P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and
Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open
University Press, 2005), p. 28.
12
. P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and
Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open
University Press, 2005), p. 28.
13
. James Mennie, "They love him tender; Quebecers more likely to believe Elvis
Presley's still alive, poll says," The Gazette (Montreal, Quebec) (November 1,
1991), p. A7; Jon Stock, "Making a mint by keeping Elvis alive; Can any serious
investigator honestly believe Elvis Presley is still alive?," South China Morning
Post (Hong Kong) (August 16, 1992), p. 4; "Special: Some people are desperate to
prove that Elvis Presley is still alive," The Advertiser (March 26, 1992).
14
. Ian Haysom, "Marilyn Monroe is alive and well," Ottawa Citizen (September 7,
1996), p. B5. See also Lea Frydman, "Elvis death hoax," http://www.
elvispresleynews. com/article1045.html
180
Raphael Cohen-Almagor
öldüğünü ve çok gizemli şartlar altında gizlice bir eşiyle/dublörüyle
değiştirildiğini iddia etmişlerdir. 15
İsrail askeri radyosu Galei Zahal, 20 yıldan fazla bir süre bu iddiayı ileri
süren müzik uzmanları Yoav Kutner’in sunduğu şovları durmadan
yayınlamıştır. Bu yanlış iddia, Kutner’in kariyerine olumsuz bir etkide
bulunmamıştır. Muhtemelen tam tersi doğrudur: Kutner, etkili/sözü geçen bir
müzik ünlüsü olarak saygı görmüştür/kabul edilmiştir.16 Hatta “Paul
McCartney Ölü” programı için kendisine ödül bile verilmiştir (IDF Radyosu,
1978). 17 McCartney’in bir ailesinin olması ve şarkı üretip konserler
düzenlemesinin önemi yoktu. Dedikodu, Beatles ile ilişkilendirilen kült
hikayelerden biri haline gelmiştir.
Her zaman McCartney’in kendisinin bunun hakkında ne düşündüğünü
merak etmişimdir. Aslında öldüğüne ve bir taklitçinin (kendisi) yerini aldığı
ve McCartney’in ününü sömürdüğüne dair iddialar hakkında nasıl
hissediyordur? 1997 yazında İngiliz basınındaki kıdemli bir editörle iletişim
kurdum ve onun aracılığıyla Sir Paul’den bir yanıt istedim. Bir süre sonra,
editör, Sir Paul’un bu konu üzerinde yorum yapmak istemediğini söyleyerek
bana geri döndü. Belki de bu hikaye onun lehineydi, onu yaşarken tam
anlamıyla yaşamdan daha büyük bir tür efsane yapıyordu. Görünüşte sahte bir
taklitçi olarak nitelenmeyi saldırı olarak kabul etmiyordu. Diğer ünlüler bu tür
bir fikri (innovation) değişik bir biçimde karşılayabilirlerdi.
Kamusal figürler, herhangi bir olayda, medyayla uğraşmada sıradan
vatandaşlardan çok daha fazla deneyime sahiptirler ve hikayeyi kendi
yanlarından sunmak, memnuniyetlerini veya memnuniyetsizliklerini dile
getirmek ve iddialara ve dedikoduya yanıt vermek için erişim elde edebilirler.
15
. J Marks, "No, No, No, Paul McCartney is not dead," New York Times (November
2, 1969), p. D13; "Beatle spokesman calls rumor of McCartney's death 'rubbish',"
New York Times (October 22, 1969), p. 8; J. Phillips. "McCartney 'death' rumors,"
Washington Post (October 22, 1969), p. B1; "McCartney Ballad: 'So Long Paul',"
Washington Post (November 1, 1969), p. C6.
16
. http://he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7% D
7%95%D7%98%D7%A0%D7%A8;
17
. http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html and http://he.
wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7%D7%95%D
7%98%D7%A0%D7%A8;
http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html
Mahremiyetin Sınırları
181
18
Bu, hayatta olmaları şartıyla geçerlidir. 19 Ocak 2004’te, Avustralya kriket
anttenörü ve medya kişiliği David Hookes’un19 10 bin insanın katıldığı ve
televizyonun yayınladığı cenazesinde, radyo spikeri Derryn Hinch
dinleyicilere Hookes ve eşinin önceki yıl ayrıldıklarını söylemiş ve “şu anda
sevdiği için ıstırap çeken” başka bir kadın olduğunu eklemiştir.20 Bu tür
anlarda, medya profesyonellerinin acıya saygı göstermeleri, ölenin ailesine ve
eşin ve çocukların mahremiyetlerine saygı göstermeleri ve aile ilişkilerine
ucuz dedikoducu, kaçamak bir yolla izinsiz gereksiz biçimde girmemeleri
beklenebilir.
Şimdi başka bir soruya dönelim: Medyanın, bu sorunlar, onların işlerini ve
ofislerini doğrudan ilgilendirmediğinde, kamu görevlilerinin özel sorunlarına
girmeye hakkı olup olmadığına.
Örneğin eğer eşler arası namus ve evlilik içinde dürüstlük gibi aile
değerleri için vaizlik yapmakla bilinen ve saygı duyulan bir kamusal figür
eşine ihanet ederken yakalanırsa medyanın haberi açıklama ve konuyu
kamuoyunun dikkati önüne getirme hakkı olacaktır. Kamunun, aile değerleri
hakkında çok güzel sözlerle konuşan kişinin evde bu değerleri
benimsemediğini bilmeye hakkı vardır. Kamusal figür, ününü başka
düzlemlerde, aile yaşamıyla ilgisiz düzlemlerde yaptıysa ve özel yaşamını
yürütüşü onun kamusal görevlerini etkilemiyorsa sorun farklıdır. Popüler
basının çoğu muhtemelen kamunun bilme hakkı adına hikayeyi basacakken,
BROADSHEET gazetelerin çoğu sadakatsizlik hikayesine yer vermeyecektir.
BROADSHEET gazetelerin çoğu; kendisine en yakın kişiyi, eşini, aldatan bir
kişinin kendisinin kişisel olarak daha az içinde olduğu konularda da hile
yapacağı savını geçerli olarak değerlendirmeyeceklerdir.
18
The Sydney Morning Herald code of ethics states: "Staff will strike a balance
between the right of the public to information and the right of individuals to
privacy. They will recognise that private individuals have a greater right to protect
information about themselves than do public officials and others who hold or seek
power, influence or attention. They shall not exploit the vulnerable or those
ignorant of media practices." See http://smh.com.au/articles/2003/07
/23/1058853117909.html
19
Cf. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Hookes; http://news.bbc.co.uk/sport1/hi/
cricket/ 3408473.stm
20
. Martin Hirst and Roger Patching, Journalism Ethics: Arguments and Cases
(Melbourne: Oxford University Press, 2005), p. 176. See also Ibid, p. 203 on the
media coverage of Hookes' tragic death.
182
Raphael Cohen-Almagor
İlginç bir şekilde, İsrail medyası sadakatsizlik hikayelerine çok güç maruz
kalır. Yatak odalarının sınırlarının dokunulmadan kalması gerektiğine
inanırlar. Olsa olsa, eşini aldatan kocayı belirli bir biçimde tanımlamadan, bu
tür ilişkiler hakkında ipucu verirler. 1990’lar boyunca kamusal hale gelmiş tek
sadakatsizlik hikayesi, Benjamin Netanyahu ile bağlantılıydı ve bu olayın
detayları da prime-time bir kamusal televizyon yayınında bizzat Netanyahu
tarafından açığa vuruldu.21 Bu olayda, medya hikayeyi anlatma meşruiyetini
Netanyahu’nun önlerinden yürümemesinden almıştır, çünkü kendisi aile
hayatını kamusal gözün (public eye) önüne getirmekte tereddüt etmemiştir.
Karısı Sarah ve sonradan da çocukları, Netanya’nun çabaları sayesinde çok
kamusal dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, benim tahminim medyanın
politikacıların benzer ilişkilerine yaptığı gibi (örneğin Shimon Peres, David
Levy ve Haim Ramon), evlilik dışı ilişki hakkında en fazla ipucu vermiş
olduğudur. Medya, anlatımlarında ve hikayelerinde asla açık olmamıştır.
Sadakatsizlik eylemleri (partnerler aynı cinsiyetten olduklarında hikaye
daha sulu olsa da çiftin cinsiyeti ne olursa olsun) yalanlara başvurulmasını
gerektirir ve bunlar örtbas etmeleri ve görevi kötüye kullanmaları
gerektirebilir. Halkın bır kısmının –hatta küçük bir kısmının—anlamlı
addettiği bu tür iddialar hakkındaki enformasyonlar sunulmalıdır. Bir siyasal
adayın evlilikte kandırma durumu hakkında enformasyon isteyen bir kişi,
demokraside kamu kurumuna seçilmenin doğası ve nitelikleri, bu kişisel
tercihin zina yapana önemi kadar, ona önemlidir, diyen olarak
anlaşılmalıdır.22 Bu sadece bir merak meselesi değildir.
Alkol de uyuşturucular gibi bir kişinin kararını etkileyebilir ve insanlar,
temsilcilerinin, kişinin ince kararlar verebilme kabiliyetini bulanıklaştıran
belirli içkilere ve/veya uyuşturuculara karşı zayıf bir yanının olduğunun
bilincinde olmalıdır. Üstelik bazı insanlar, birisini sorumlu bir pozisyona
seçmeden veya aday göstermeden önce bu tür bir alışkanlık hakkında bilgi
sahibi olmak isteyebilirler. Pek çok insanın, bu tür alışkanlıkları bizzat
araştırmak için zamanı ve enerjisi yoktur ve medyanın elde ettikten sonra bu
21
Shubert Spero, "Bibi's 'personal problem'," Jerusalem Post (January 19, 1993), p. 6;
See also http://www.jewishsf.com/content/2-0-/module/displaystory/story_id/ 4041/
edition_id/72/format/html/displaystory.html
22
Cf. Frederick Schauer, "Can Public Figures Have Private Lives?," in Ellen Frankel
Paul, Fred D. Miller Jr. and Jeffrey Paul (eds.), The Right to Privacy (New York:
Cambridge University Press, 2000): 293-309.
Mahremiyetin Sınırları
183
bilgiyi kamuya sunacağına güvenir. Çoğu insan, risk almayı ve bir kriz anında
temsilcisinin sarhoş olduğunu keşfetmeyi sevmez. Daha sonra çok geç
olabilir. Bu bağlamda, İsrail’in eski cumhurbaşkanı Ezer Weizman, 1967 Altı
Gün Savaşı’ndan uzun yıllar sonra o dönemin genelkurmay başkanı Yitzhak
Rabin’in savaşın arifesinde çöktüğünü ve kendisinin yerini almasını istediğini
açıklamıştır. Weizman o sıralarda onun vekilidir. Reddetmiş, Rabin kendisini
toplamış ve İsrail ordusunu zafere taşımıştır. Daha sonradan Rabin’in bir içki
sorunu olduğu da kamusal hale gelmiştir.23 İsrail kamuoyu, tüm bunları
geleceği belirleyen 1967 savaşının çıkışından önce ve Rabin daha da yüksek
pozisyonlara seçilmeden önce bilmeyi hak ediyordu.
Yine de her şeyin ilgili/uygun olduğu genelleştirmesinden sakınmak
isterim. Bazı sınırların konulması gereklidir. Mahremiyetin sınırlarını
kararlaştırmada önemli bir faktör, memurun/görevlinin eylemlerinin
politik/sosyal süreç üzerindeki sonuçlarıdır. Yukarıda işaret edilen örneklerde,
sadakatsizlik ve bağımlılık sorunlarında, bu türden davranışlar
memurun/görevlinin uygulamalarını ve onun görev yapma kabiliyetini
etkileyebilir.
Üçüncü örnek kamu görevlisinin potansiyel çıkar nedeniyle ilişkilerinde
şerefini tehlikeye düşüren eylemlemleri ilgilidir. Ezer Weizman, İsrail’in
cumhurbaşkanıyken, uzun yıllar boyunca, Weizman ailesini desteklemek
isteyen milyoner bir arkadaş olan Edouard Seroussi’den önemli meblağlarda
para aldığı anlatılmıştır. Sorun, eğer böyle bir şey varsa, Weizman’ın
karşılığında ne verdiğini ve cumhurbaşkanına karşı rüşvete karıştığı
temelindeki suçlamaların soruşturulup soruşturulmamasını araştırması için
Başsavcı Elyakim Rubinstein’ın önüne getirilmiştir. Rubinstein davayı
kapatmaya karar vermiştir. Rubinstein, muhtemelen doğru kararı vermiştir.
Gerçekten de Weizman, iş arkadaşına karşılık olarak herhangi bir fayda
sağlamamış olabilir. Yine de bu davranış sorgulanabilirdir ve kamunun
kesinlikle cumhurbaşkanı ve zengin işadamı arasındaki özel ilişkiler hakkında
bilgilendirilme hakkı vardı.24
23
Ezer Weizman, On Eagles' Wings (New York: Macmillan, 1976), pp. 211-212.
Weizman told me this story in detail in a lengthy private interview about the Six
Day War in 1986. Rabin declined the invitation for interview
24
Edna Arbel, "Weizman should resign," The Jerusalem Post (February 16, 2000), p.
8; http://www.knesset.gov.il/lexicon/eng/weitzman_ez_eng.htm . I invited Attorney
General Elyakim Rubinstein to comment on the issue but he declined.
184
Raphael Cohen-Almagor
Kamusal önemli kişilere karşı halkın ilgisini çeken alelade
vatandaşlar
Bir diğer uygun ayrım, Paris Hilton ve Ezer Weizman gibi kamuoyunun
dikkatleri üzerinde yaşamayı seçmiş kamusal figürler ile kamusal foruma
yuvarlanan sıradan vatandaşlar arasındadır. Bazen insanlar kendi
kontrollerinde olmayan durumlarda spot ışıkları içine girerler. Olumlu veya
olumsuz bir kader eyleminin bir sonucu olarak yükselebilir ve kamuoyunun
dikkatini çekebilirler. Örneğin bir kişi piyangoyu kazanabilir ve aniden geniş
bir dikkat çekebilir. Kamu, kazanmadan önceki mali durumu ve tüm bu
parayla ne yapmak niyetinde olduğu; önemli miktardaki paranın şanslı kişinin
yaşamını nasıl etkileyeceği ile ilgilidir. Alternatif bir biçimde, kaderin
insanlar üzerinde sert bir olumsuz etkisi de olabilir. İnsanlar bir suç veya
terörist saldırıda kurban olabilirler veya trajik bir trafik kazasında yer
alabilirler.
İnsanlar, önemli bir kamusal eylem gerçekleştirdiklerinde de genel ilgiyi
üzerlerinde toplayabilirler. Bu eylemler, bir aileyi yangından kurtarmak veya
kamusal bir figürü tehlikeden kurtarmak gibi cesaretle ilgili eylemler
olabilirler. Medya, bireyin kahramanca eylemini yayınlamalı fakat karışma
hakkı kazandırmadık için yeterince ağır aynı güçteki çıkarlar olmadıkça kamu
için hiçbir önemi olmayan kişinin özel yaşamına girmekten sakınmalıdır.
Farklı koşullarda genel ilgiyi üzerinde toplayan bir birey örneğini ele
alalım. Devlet Denetçi Ofisi (State Comptroller's Office, Maliye Bakanlığı)
için çalışan bir muhasebeci ve amatör bir fotoğrafçı olan Ronnie Kempler,
Rabin suikastini, Rabin’in vurulduğu otoparkı yukardan gören bir çatıdan
görüntülemiştir. Kempler, neden bir otoparkı görüntülediği sorulduğunda
gazeteye: “Tüm gün kötü bir şey olacağı duygusunu taşıdım. Havada bunaltı
vardı. Belki de yedek kuvvetken (orduda) güvenlikle uğraştığımdan buna daha
duyarlıyım.”25 Bandın satılmasından ve prime-time’da İsrail televizyonunda
gösterilmesinden hemen sonra Kempler çok dikkat çekti. İnsanlar, Ronnie
Kempler’in kim olduğunu ve onu 4 Kasım 1995’te beklediği yere neyin
getirdiğini ve dikkatini neden suikastçi Yigal Amir üzerine odakladığı bilmek
istediler. Kempler, daha önceden hiç kamuoyunun dikkatini çekmemiş sakin
bir vatandaştı ve gerçekten bir gecede medyanın ilgisinin merkezi haline
geldi. Pek çok medya kaynağı, kamerasıyla cinayet mahallinde bulunan
25
"Israeli TV broadcasts video of Rabin's assassination", CNN (December 19, 1995),
http://edition.cnn.com/WORLD/9512/israel_rabin/
Mahremiyetin Sınırları
185
fotoğrafçı hakkındaki detayları kamuoyuna sunmak istedi. Kempler, özel
yaşamını el değmemiş şekilde tutmak konusunda ısrar etti. En fazla, trajik 4
Kasım gecesine ait tarihi filmi neden çektiğini anlatmaya hazır ve istekliydi.
Medya kamunun tarihi fotoğrafçının kim olduğunu bilme hakkı olduğunu
düşünürken, Kempler fotoğrafçılık işi için özel yaşamının önemsiz olduğunu
düşündü. Özel yaşamını koruma konusundaki ısrarı, suikastın ardından
gelişen, Kepler’in bulunduğu yerde kamerasıyla ve bir nedenden dolayı
beklediğini ve öyle ya da böyle Yitzhak Rabin suikastçısına yönelik büyük
komploda yer aldığını iddia eden komplo teorilerine katkıda bulundu.26
Kempler, bu spekülasyonların ve iddiaların, özel yaşamını taciz eden medya
önünde ifşa etmesi için yeterince güçlü gerekçeler oluşturduklarına ikna
olmadı.
SONUÇ
Mahremiyet, çoğu zaman bireyler tarafından, meraklı ve tacizci bir
toplumun taleplerine karşı ileri sürülen bir değer olarak anlaşılır. Bu yüzden,
mahremiyetin, bireyci bir toplum düşüncesine dayandığı söylenir.27 Gerçekten
de mahremiyet bir yanda ve kamu çıkarı ve meraklılık diğer yanda tedirgin
yakın arkadaşlardır. Elbette medya için işini yapabilmek için belirli bir
derecede şeffaflığa gereksinim vardır ve bazen izinsiz girme hak
kazanmalıdır. Yukarıdaki tartışma, izinsiz girmenin sınırlarını çizmek için
bazı yararlı ayrımlar sağlamakta ve haber yazmanın uygun hatlarına karar
verirken, düşünme için bazı etik araçlar önermektedir. Sansayonalizm, infoeğlence, kepçeyle almak için hücum gazetecileri mahremiyeti ihlale itebilir
ve, aslında, itmektedir. Özellikle popüler tabloidler, süpermarket gazeteleri ve
röntgenci TV güncel ilişki şovları, satışlarını ve reytinglerini artırmaya
yönelik aceleci arzularında bu şansız eğilimi desteklemektedirler.
Son olarak, demokrasinin konutun mahremiyetini ve sükunetini
korumakta bir çıkarı vardır. Bu çıkar, İsrail Yüksek Mahkemeleri’nce birkaç
26
See Barry Chamish, "The Conspiracy to Assassinate Yitzhak Rabin", at
http://www.parascope.com/articles/0397/rabin_in.htm
27
Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the
Common Law Tort", California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 958. See
also Ruth Gavison, "Privacy and the Limits of Law", Yale Law Journal, Vol. 89
(1980): 421-440
186
Raphael Cohen-Almagor
kararda tanınmıştır.28 Medyanın göz alıcı/kamaştırıcı kameraları, konut
dokunulmazlığının mahremiyetini korumalıdırlar. Kuşkusuz ortak kullanımda
mahremiyetin temel bir anlamı da diğerlerinin dışlanabileceği özel bir alandır.
Joel Feinberg’in açıkladığı gibi, genel mahremiyet kavramındaki kök
düşünce, bireyin diğerlerinin girip giremeyeceği ve girecekse ne zaman, ne
kadar süre için ve hangi koşullarla gireceğinin belirlenmesinde münhasır
yetkisinin olduğu bir bölge veya alandır. Bu alan içinde, birey egemendir.29
Bu tür mekanların altında yatan saygının biçimleri, Erving Goffman
tarafından “Bireyin Alanları” yapıtındaki denemesinde güzel bir şekilde
gösterilmiştir. Goffman, bir alanı, bir bireyin “sahip olma, denetleme,
kullanma veya satmaya yetkili” olduğunu iddia edebileceği bir “şeylerin
alanı” veya “koruma” olarak tanımlamıştır.30 Alanlar, ayak-ölçüsü veya inç
gibi yansız, nesnel ölçütlerle değil, fakat bunun yerine bağlamsal olarak
tanımlanırlar. Sınırlarının toplumsal olarak belirlenmiş bir değişkenliği vardır
ve yerel nüfus yoğunluğuna, girişimcinin amacına ve sosyal durumun
niteliğine bağlıdır. Sosyal durum, yineliyorum, bireyleri onurlarından mahrum
bırakmamalıdır.
28
H.C. (High Court of Justice) 456/73. Rabbi Kahane v. Southern District Police
Commander (was not published); Shamgar J’.s judgment in F.H. 9/83. Military
Court of Appeals v. Vaaknin, P.D. 42 (iii), 837, 851; H.C. 2481/93. Yoseph Dayan
v. Police Chief District of Jerusalem
29
Joel Feinberg, Offense to Others (NY: Oxford University Press, 1985): 24.
30
Erving Goffman, "The Territories of the Self", in Relations in Public: Microstudies
of the Public Order (1971), at 28-29.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 187-198
Presentation
Article
The bounds of privacy: helpful
distinctions
1
Raphael Cohen-Almagor
University of Haifa, Israel
Abstract: Privacy is commonly understood as insulation from observability, a value
asserted by individuals against the demands of a curious and intrusive society. It is
intimately associated with our most profound values, our understanding of what it
means to be an autonomous moral agent capable of self-reflection and choice.
When news is becoming entertainment and private stories become public spectacle,
individual lives can be mercilessly exposed to the glaring spotlight of unwanted
publicity. In delineating the boundaries of intrusion, distinctions are made between
children and adults; between public figures and ordinary citizens; between people
who choose to live in the spotlights, and ordinary citizens who stumble into the public
forum, either because fate played with them or because they did something of public
significance.
INTRODUCTION
This essay probes the issue of privacy. When news is becoming
entertainment and private stories become public spectacle, individual lives can
be mercilessly exposed to the glaring spotlight of unwanted publicity. In
delineating the boundaries of intrusion, I distinguish between children and
adults; between public figures and ordinary citizens; between people who
choose to live in the spotlights, and ordinary citizens who stumble into the
public forum.
1
. Another version of this article appeared in Communication Law Review,
Vol. 6, Issue 1 (2006), pp. 47-72.
188
Raphael Cohen-Almagor
With due appreciation for the liberal inclination to provide wide latitude
to freedom of expression, we must also acknowledge the need for prescribing
the scope of tolerance. The right to free expression and free media,
supplemented and strengthened by the concept of the public’s right to know,
does not entail the freedom to invade individual privacy without ample
justification.2 The media should adopt some social responsibility standards to
retain some credibility in the eyes of the public.3 Indeed, in Israel Section 7 of
The Basic Law: Human Dignity and Freedom (1992) states "(a) All persons
have the right to privacy and to intimacy. (b) There shall be no entry into the
private premises of a person who has not consented thereto. (c) No search
shall be conducted on the private premises of a person, nor in the body or
personal effects. (d) There shall be no violation of the confidentiality of
conversation, or of the writings or records of a person.”4
Privacy
The term “privacy” is used frequently in ordinary language as well as in
philosophical, political and legal discussions, yet there is no single definition
or analysis or meaning of the term. The concept of privacy has broad
historical roots in sociological and anthropological discussions about how
extensively it is valued and preserved in various cultures. Moreover, the
concept has historical origins in well-known philosophical discussions, most
notably Aristotle’s distinction between the public sphere of political activity,
2.
See Section 8 of the Canadian Charter of Rights and Freedoms, and Article 17 of
the International Covenant on Civil and Political Rights: “No one shall be
subjected to arbitrary or unlawful interference with his privacy, family, home or
correspondence, nor to unlawful attacks on his honour and reputation.” U.N.T.S.
No. 14668, Vol. 999 (1976).
3
Cf. Commission on Freedom of the Press (Hutchins Commission), A Free and
Responsible Press (Chicago: University of Chicago Press, 1947); Robert W.
McChesney and John C. Nerone (eds.), Last Rights:: Revisiting Four Theories of
the Press (Urbana and Chicago: University of Illinois Press, 1995), esp. pp. 77-124.
See also Dan Caspi, "On Media and Politics: Between Enlightened
Authoritarianism and Social Responsibility,” in R. Cohen-Almagor (ed.), Israeli
Democracy at the Crossroads (London: Routledge, 2005): 23-38.
4. The Basic Law: Human Dignity and Freedom (5752 - 1992). Passed by the Knesset
on 21st Adar, 5754 (March 9, 1994); http://www.mfa.gov.il/MFA/
MFAArchive/1990_1999/1992/3/Basic%20Law%20Human%20Dignity%20and%20Liberty-.
Bounds of Privacy
189
the polis, and the private sphere associated with family and domestic life, the
oikos.5
Privacy is commonly understood as insulation from observability, a value
asserted by individuals against the demands of a curious and intrusive
society.6 It is intimately associated with our most profound values, our
understanding of what it means to be an autonomous moral agent capable of
self-reflection and choice. Its violation is demeaning to individuality and an
affront to personal dignity.7 Avishai Margalit asserted that the institutions of a
decent society must not encroach upon personal privacy.8 Privacy as dignity
locates privacy in precisely the aspects of social life that are shared and
mutual. Invading privacy causes injury because we are socialized to
experience common norms as essential prerequisites of our own identity and
self-respect.9 However, when one opens today's newspapers, especially the
tabloids, one could read many details that concern very private aspects of the
other.
There is a strong link between media and entertainment. As a result, the
media at large, and the sensational media in particular, prefer to intrude on
private matters at the expense of analyzing social, cultural, scientific and
political matters. We witness gossip and a tendency to popularize the news,
and the tabloids around the globe have specialized in incidents of intrusion on
privacy. The large sensational narratives are taking so much space that they
drive out discussion about politics.
We are living in an age when news is becoming infotainment and
intruding on private lives is a widespread phenomenon. One of the
characteristics of the modern media is their intrusiveness. In today’s world the
leaders of democracies and celebrities are continuously watched, even
5.
"Privacy", in Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/
archives/sum2002/entries/privacy/
6
Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the
Common Law Tort," California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 957
7. Amitai Etzioni, The Limits of Privacy (New York: Basic Books, 1999), p. 191.
James Q. Whitman argues that privacy is an aspect of personal dignity within the
continental tradition. See his "The Two Western Cultures of Privacy: Dignity
versus Liberty," Yale Law Journal, Vol. 113 (April 2004).
8. Avishai Margalit, The Decent Society (Cambridge, Mass.: Harvard University
Press, 1996), p. 201.
9
Robert C. Post, "Three Concepts of Privacy", Georgetown Law Journal, Vol. 89
(June 2001): 2094
190
Raphael Cohen-Almagor
hounded. Political leaders and public figures live in a media bubble where
their every move is likely to be observed. Their public faces can almost never
be taken off, and their private lives can be mercilessly exposed to the glaring
spotlight of unwanted publicity.
Adults v. Children
Privacy of children is usually respected far more by the media than the
privacy of adults. In Israel, the gossip columns adopted some ethical standards
in reporting about celebrities and public figures. They never report about their
children, believing children should be left out of the public scene and their
privacy should be maintained. Children are conceived as a protected class of
people and consequently the media require substantive justifications to invade
their privacy.
Indeed, children are more vulnerable and sensitive than adults. This is not
to say that the media do not report stories about children. Of course they do.
Maltreatment of children is of public interest. The media take upon
themselves to protect weak third parties. If the children’s conduct is conceived
as news story, then children will also be photographed. Children who take part
in wars and other hostilities appear often on the airwaves. For instance,
Palestinian children who throw stones at armed soldiers are photographed,
and with a good reason. The public should know that children are in the
frontline, fighting against armed men with stones. Such photos inform the
public of the Palestinian determination, of the balance of power between the
two sides, of the sensitivity (or lack thereof) that both sides to the conflict
show regarding the use of children in the battlefield. The media love David
versus Goliath stories and, in such instances, one photo is better than a
thousand words. And, of course, the issue of privacy invasion is irrelevant.
The children want to be shown, and the Palestinian leaders who orchestrate
the hostile events are quite eager to have such photos taken and published. A
photo showing a child throwing stones at Israeli tank serves the Palestinian
propaganda and national interest.
Bounds of Privacy
191
Public Figures v. Ordinary Citizens
We need to distinguish between public figures and ordinary citizens.
Public figures are more susceptible to media invasion of their privacy.
Ordinary citizens are usually of no interest to the public and therefore do not,
generally speaking, attract media attention. With celebrity reporting, there has
been a naturalization and normalization of the close connection between the
sources of information and journalistic practice. In other words, celebrity
journalism is one of the key locations for the convergence of publicity,
promotion and journalism in terms of the generated editorial content.10
Through celebrity profiles, the coverage of entertainment has expanded
massively and has become a major component of information and news
reporting. Nowadays, it seems, no one represents this phenomenon better than
Ms. Paris Hilton with her love affairs, reality TV show, adult video, constant
appearance in "openings", sport games and fashion shows, to name just some
of her rich activities and small part of her celebrity profile.11 Hilton entered
into the lacuna created by the passing of Princess Diana in 1997.
Having said that, some standards of decency should be kept. For many
years some organs of the media have exhibited poor taste by speculating that
some dead celebrities are alive (the most notable examples being Elvis
Presley12 and Marilyn Monroe13). They excelled themselves by grossly
claiming that one known celebrity, alive and kicking, had actually died. They
10
P. David Marshall, "Intimately Intertwined in the Most Public Way: Celebrity and
Journalism", in Stuart Allan (ed.), Journalism: Critical Issues (Berkshire: Open
University Press, 2005), p. 28.
11.
See, for instance, http://www.cyberturf.com/freepictures/Hilton/
Paris.html. I googled her on December 4, 2005 and received no less than
30,400,000 results. The numbers grow each and every day as Hilton keeps
journalists busy, and they are quite happy to be kept busy by her, as the public is
happy to learn more juicy details about the young millionaire.
12
James Mennie, "They love him tender; Quebecers more likely to believe Elvis
Presley's still alive, poll says," The Gazette (Montreal, Quebec) (November 1,
1991), p. A7; Jon Stock, "Making a mint by keeping Elvis alive; Can any serious
investigator honestly believe Elvis Presley is still alive?," South China Morning
Post (Hong Kong) (August 16, 1992), p. 4; "Special: Some people are desperate to
prove that Elvis Presley is still alive," The Advertiser (March 26, 1992).
13
Ian Haysom, "Marilyn Monroe is alive and well," Ottawa Citizen (September 7,
1996), p. B5. See also Lea Frydman, "Elvis death hoax," http://
www.elvispresleynews.com/article1045.html
192
Raphael Cohen-Almagor
repeatedly alleged that Paul McCartney died in an automobile accident
outside of London in November 1966 and was secretly replaced under very
mysterious circumstances by a double.14 The Israel military radio station,
Galei Zahal, for more than two decades repeatedly ran shows hosted by their
music expert, Yoav Kutner, who was making this claim. This false claim did
not interfere negatively in Kutner's career. Possibly the opposite is true:
Kutner is regarded as an influential music celebrity.15 He was even awarded
prizes for his "Paul McCartney is Dead" program (IDF radio, 1978).16 It does
not matter that McCartney has a family and continued to produce songs and to
hold concerts. The tale has become one of the cult stories associated with the
Beatles.
I always wondered what McCartney himself thinks about this. How does
he feel about the allegations that he actually died, and that an imitator (he
himself) took his place and exploits McCartney’s reputation? In the summer
of 1997 I had contacted a senior editor in the British press and through him
asked Sir Paul for a response. After a while the editor returned to me, saying
that Sir Paul has no interest in commenting on the issue. Maybe the story is
for his advantage, making him some sort of a legend during his life time,
literally greater than life. Apparently, he does not take offense being described
as a phony imitator. Other celebrities might regard such an innovation
differently.
In any event, public figures have far more experience than ordinary
citizens in dealing with the media, and could gain access to present their side
of the story, to voice their content or discontent, and to respond to allegations
J Marks, "No, No, No, Paul McCartney is not dead," New York Times
(November 2, 1969), p. D13; "Beatle spokesman calls rumor of McCartney's
death 'rubbish'," New York Times (October 22, 1969), p. 8; J. Phillips.
"McCartney 'death' rumors," Washington Post (October 22, 1969), p. B1;
"McCartney Ballad: 'So Long Paul'," Washington Post (November 1, 1969), p.
C6.
15.
http://he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7
%A7%D7%95%D7%98%D7%A0%D7%A8;
16.
http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/topbar/advisory.html;
http://
he.wikipedia.org/wiki/%D7%99%D7%95%D7%90%D7%91_%D7%A7%D7
%95%D7%98%D7%A0%D7%A8; http://web.sadna.co.il/icexcellence2/website/
topbar/ advisory.html
14.
Bounds of Privacy
193
and gossip.17 This is provided they are alive. On January 19, 2004, on the day
of the funeral of the Australian cricket coach and media personality, David
Hookes,18 a funeral that was attended by 10,000 people and broadcast on
television, radio announcer Derryn Hinch told his audience that Hookes and
his wife had separated the previous year and added that there was another
woman "who is grieving for a loved one right now".19 In such moments one
can expect media professionals to respect grief, respect the deceased's family,
and personal privacy of the wife and children, and not to unnecessary intrude
on family relationships in a cheap gossip, peeping way.
Now let us turn to another question: Whether the media are entitled to
intrude on private matters of public officials when these matters do not
directly concern their work and office.
If, for instance, a public figure known and respected for preaching family
values, decency among couples and honesty in marriage, is found to be
betraying his wife, the media have a right to break the news and bring the
issue to public attention. The public is entitled to know that the person who
spoke so eloquently about family values does not espouse those values at
home. The issue is different when the public figure has made his reputation in
other spheres, unrelated to his family life, and the conduct in his private life
does not affect his public duties. Most broadsheet papers would not cover the
infidelity story, while most of the popular press would probably publish the
story in the name of public's right to know. Most broadsheet papers don't
consider as valid the argument that if a person is betraying the closest person
to him or her, i.e., the spouse, then that person might cheat also on other
matters in which he or she is less personally involved.
17
The Sydney Morning Herald code of ethics states: "Staff will strike a balance
between the right of the public to information and the right of individuals to
privacy. They will recognise that private individuals have a greater right to protect
information about themselves than do public officials and others who hold or seek
power, influence or attention. They shall not exploit the vulnerable or those
ignorant of media practices." See http://smh.com.au/articles/2003/07/23/
1058853117909.html
18. Cf. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Hookes; http://news.bbc.co.uk/
sport1/ hi/cricket/3408473.stm
19. Martin Hirst and Roger Patching, Journalism Ethics: Arguments and Cases
(Melbourne: Oxford University Press, 2005), p. 176. See also Ibid, p. 203 on the
media coverage of Hookes' tragic death.
194
Raphael Cohen-Almagor
Interestingly, the Israeli media have hardly ever exposed infidelity stories.
They believe that the confines of the bedroom should remain intact. At most,
they hint about such affairs without specifically identifying the adulterer. The
only infidelity affair that became public during the 1990s was connected with
Benjamin Netanyahu, and the details of this episode were revealed by
Netanyahu himself in a prime-time public television broadcast.20 On this
occasion, the media had the legitimacy to tell the story, were Netanyahu not
preceding them, because he himself did not hesitate to bring his own family to
the public eye. His wife Sarah, and later on his children, received quite a lot of
public attention, thanks to Netanyahu's efforts. My guess is, however, that the
media would have at most hinted about the extra-marital affair, as they did
with similar affairs of politicians (for instance, Shimon Peres, David Levy and
Haim Ramon). The media were never explicit in their descriptions and stories.
Acts of infidelity (whatever the gender of the couple involved, although
when the partners belong to the same gender the story becomes juicier)
necessitate resorting to lies, and these might necessitate cover ups and
misconduct. Information about such allegations that some parts of the public - even a small part -- deems relevant, should be made available. The person
who wishes to have information about a candidate's marital infidelity can be
understood as saying that, in a democracy, the determination of the nature of a
public office and its qualifications are as important to him or her as this
personal preference is important to the adulterer.21 This is not a mere matter of
curiosity.
Alcohol, like drugs, might affect one's judgment and people should be
aware that their representative has a soft spot for certain drinks and/or drugs
that might cloud one's ability to make delicate decisions. Furthermore, some
people would like to know about such a habit before electing or nominating
someone for a responsible position. Many people don't have the time and
energy to inquire about such habits themselves and they trust the media to
disclose this information, upon obtaining it, to the public. Many people would
20.
Shubert Spero, "Bibi's 'personal problem'," Jerusalem Post (January 19, 1993),
p. 6;
See
also
http://www.jewishsf.com/content/2-0-/module/displaystory/
story_id/4041/edition_id/72/format/html/displaystory.html
21. Cf. Frederick Schauer, "Can Public Figures Have Private Lives?," in Ellen Frankel
Paul, Fred D. Miller Jr. and Jeffrey Paul (eds.), The Right to Privacy (New York:
Cambridge University Press, 2000): 293-309.
Bounds of Privacy
195
not like to take the risk and discover that their representative is drunk at a
moment of crisis. Then it might be too late. In this context, former president
of Israel, Ezer Weizman, disclosed many years after the 1967 Six Day War
that the Chief of Staff at that time, Yitzhak Rabin, collapsed on the eve of the
war and asked Weizman to replace him. Weizman was his deputy at the time.
He refused, Rabin collected himself and led the Israeli army to victory. Later
it also became public that Rabin had a drinking problem.22 The Israeli public
deserved to know all this before the outbreak of the 1967 fateful war and
before Rabin was elected to further high positions.
Yet, I wish to refrain from the sweeping generalization that everything is
relevant. Some boundaries need to be introduced. A major consideration in
coming to decide the confines of privacy is the consequences of the official's
action on the political/social process. In the examples pointed supra,
infidelity, and addiction problems, those kinds of behaviour might affect the
official's performances and his or her ability to function.
A third example concerns the taking of actions that might compromise the
conduct of a public official due to potential conflict of interests. When Ezer
Weizman was the President of Israel it was reported that for many years he
received substantial sums of money from Edouard Seroussi, a millionaire
friend who wanted to support the Weizman family. The issue was brought
before Attorney General Elyakim Rubinstein to investigate what, if anything,
Weizman gave in return, and whether to pursue charges against the president
on the grounds that bribery might have been involved. Rubinstein decided to
close the case. Rubinstein had possibly made the right decision. It might
indeed be that Weizman did not give his business friend any favors in return.
Yet this conduct is questionable and the public certainly had the right to be
informed about the special relationships between the president and the
affluent businessman.23
22.
Ezer Weizman, On Eagles' Wings (New York: Macmillan, 1976), pp. 211-212.
Weizman told me this story in detail in a lengthy private interview about the Six
Day War in 1986. Rabin declined the invitation for interview.
23. Edna Arbel, "Weizman should resign," The Jerusalem Post (February 16,
2000), p. 8; http://www.knesset.gov.il/lexicon/eng/weitzman_ez_eng.htm . I invited
Attorney General Elyakim Rubinstein to comment on the issue but he declined.
196
Raphael Cohen-Almagor
Public Figures v. Ordinary Citizens Who Stumble into the Limelight
Another pertinent distinction is between public figures who choose to live
in the spotlights, like Paris Hilton and Ezer Weizman, and ordinary citizens
who stumble into the public forum. On occasion, people stumble
unintentionally into the spotlight, under circumstances that are not under their
control. They might rise and receive public attention as a result of an act of
fate, positive or negative. For instance, a person may win the lottery and
immediately receive wide notice. The public is interested to know his or her
financial situation prior winning, and what does he or she intend to do with all
the money; how will the substantial sum of money affect the lucky person's
life. Alternatively, fate might have a drastic negative effect on people. People
might become victims in a criminal or terrorist attack, or be involved in a
tragic road accident.
People might also stumble into the limelight because they commit a
significant public act. These acts might be of bravery, like saving a family
from a fire, or rescuing a public figure from danger. The media should publish
the heroic deed of the individual but should refrain from intruding into his or
her private life that is of no importance to the public unless there are
countervailing interests weighty enough to warrant interference.
Let us consider an example of an individual who stumbled into the
limelight in different circumstances. Ronnie Kempler, an accountant for the
State Comptroller's Office and amateur photographer, taped the Rabin
assassination from a rooftop overlooking the parking lot where Rabin was
shot. Asked why he taped the parking lot, Kempler told the newspaper: "The
whole time I had the feeling that something bad would happen. There was
anxiety in the air. Maybe because in the (army) reserves I deal in security, I
am more sensitive to that."24 Immediately after the tape was sold and shown in
prime time on Israeli television, Kempler gained a lot of attention. People
wanted to know who was Ronnie Kempler, and what hat brought him to stand
where he stood on November 4, 1995, and why he focused his attention on the
assassin Yigal Amir. Kempler was a quiet citizen who never attracted public
attention before, and literally overnight became the center of media concern.
Many media outlets wanted to reveal to the public details about the
24.
"Israeli TV broadcasts video of Rabin's assassination", CNN (December 19, 1995),
http://edition.cnn.com/WORLD/9512/israel_rabin/
Bounds of Privacy
197
photographer who happened to be with his camera in the murder scene.
Kempler insisted on keeping his private life intact. At most he was ready and
willing to explain why he shot the historical film on the tragic night of
November 4. While the media thought that the public has a right to know who
the historic photographer was, Kempler thought that his private life was
immaterial to the act of photography. His insistence on keeping his life private
contributed to the conspiracy theories that flourished after the assassination,
alleging that Kempler stood where he did, with his camera, for a reason, and
that in some way or another took part in the grand conspiracy to assassin
Yitzhak Rabin.25 Kempler remained unconvinced that those speculations and
allegations constituted strong enough justifications to disclose his private life
before the intruding media.
CONCLUSION
Privacy is commonly understood as a value asserted by individuals against
the demands of a curious and intrusive society. Thus it is remarked that
privacy rests upon an individualist concept of society.26 Indeed, privacy, on
the one hand, and the public interest and curiosity, on the other, are uneasy
bedfellows. Surely, for the media to do their job there is a need for a certain
degree of transparency, and sometimes intrusion might be warranted. The
above discussion provides some useful distinctions to delineate the boundaries
of intrusion and offers some ethical tools for reflection in deciding the
appropriate lines of reportage. Reality shows that sensationalism,
infotainment, the rush for scoops might push and, indeed, do push journalists
into gross breaches of privacy. Especially the popular tabloids, supermarket
papers, and peeping TV current affairs shows boost this unfortunate tendency
in their hasty desire to increase their sales and ratings.
Finally, democracy has an interest in protecting the privacy and tranquility
of the home. That interest was recognized by the Israeli Supreme Courts in
25.
See Barry Chamish, "The Conspiracy to Assassinate Yitzhak Rabin", at
http://www.parascope.com/articles/0397/rabin_in.htm
26
Robert C. Post, "The Social Foundations of Privacy: Community and Self in the
Common Law Tort", California Law Review, Vol. 77 (October 1989): 958. See
also Ruth Gavison, "Privacy and the Limits of Law", Yale Law Journal, Vol. 89
(1980): 421-440
198
Raphael Cohen-Almagor
several decisions. 27 The glaring cameras of the media should keep the
privacy of the home intact. Certainly in common usage a basic meaning of
privacy is that of a private space from which others may be excluded. As Joel
Feinberg explained, the root idea in the generic concept of privacy is that of a
privileged territory or domain in which an individual person has the exclusive
authority of determining whether another may enter, and if so, when and for
how long, and under what conditions. Within this area, the individual person
is sovereign.28 The forms of respect that underlie such spaces are well
displayed by Erving Goffman in his essay on "The Territories of the Self".
Goffman defines a territory as a "field of things" or a "preserve" to which an
individual can claim "entitlement to possess, control, use, or dispose of."
29Territories are defined not by neutral, objective factors, like feet or inches,
but instead are contextual. Their boundaries have a socially determined
variability and depend upon local population density, purpose of the
approacher, and character of the social occasion. The social occasion, I
reiterate, should not strip individuals from their dignity.
H.C. (High Court of Justice) 456/73. Rabbi Kahane v. Southern District Police
Commander (was not published); Shamgar J’.s judgment in F.H. 9/83. Military
Court of Appeals v. Vaaknin, P.D. 42 (iii), 837, 851; H.C. 2481/93. Yoseph Dayan
v. Police Chief District of Jerusalem.
28. Joel Feinberg, Offense to Others (NY: Oxford University Press, 1985): 24.
29
Erving Goffman, "The Territories of the Self", in Relations in Public: Microstudies
of the Public Order (1971), at 28-29.
27
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 199-204
Sunum
Felaket haberciliği, güven ve etik
Ian Richards
University of South Australia, Australia
Avustralya’da benim geldiğim bölge, ülkenin güney kıyılarında
bulunuyor. Adelaide’da 1,5 milyon kişi yaşıyor. Kent Melbourne ile Perth
arasında yer alıyor. Yangın bu bölgede pek çok yeşil alanın ve ormanın yok
olmasına neden oluyor. Bölgede sıcaklık zaman zaman 40 derecenin üzerine
çıkıyor. Sıcak rüzgarlar esiyor. Bu da bazen sıcak nedeniyle, bazen de kasıtlı
olarak çıkarılan yangınlara neden oluyor.
Akademisyen olmadan önce uzun bir süre gazeteci olarak çalıştım. Ve bu
tür yangınlardan biriyle ilk karşılaşmam genç bir gazeteciyken gerçekleşti.
Bilgisayarımın başına geçmiş, kenti ziyaret eden bir ünlüyle yapılmış röportajı
yazıya geçiriyordum. Birdenbire yazı işleri müdürü geldi, bana ve yanımdaki
muhabirlere dönüp, “elinizdeki işleri hemen bırakın. Hepinizin dışarı
çıkmasını ve son 50 yıldır bu bölgede meydana gelen en büyük doğal afetle
ilgili haber yapmanızı istiyorum” dedi. Sözünü ettiği felaket bir orman
yangınıydı. Sıradan bir orman yangını değildi, uzun zamandır gördüklerimizin
en kötüsü ve etkilisiydi. Çayırlardan okaliptüs ağaçlarına, evlerden,
barınaklara, Adelaide tepelerine ulaşıncaya kadar her şeyi yakıp yıkıyordu.
İtfaiyecilerin dışında herkes bölgeden ayrılırken, yangına yaklaşmak oldukça
korkutucuydu. Fotoğrafçı arkadaşım ve ben arka yollardan giderek, yangının
bir kaç dakika önce geçtiği yerlerin yakınından geçiyorduk. Yanıp kül olan
çiftliklerinden ayrılan insanlarla karşılaşıyorduk. Hepsi de yaralı da olsa
kurtuldukları halde, şoktaydılar. Onlarla konuşurken, yanımızdan itfaiyeciler
ve yangınla mücadele ekipleri geçiyordu. Yukarıda su dolu balonlar taşıyan
helikopterlerin sesini duyuyorduk. Bu bir gazeteci için tehlikeli bir görevdi.
Etrafta korkunç bir sıcaklık, duman ve kül bulutları vardı. Bunun yanı sıra,
evler, ahırlar, sürüler yanıyordu.
Bir kaç metre ötemizde, kısa bir süre önce yanmış büyük bir ağacın
devrilmiş olduğu tozlu yollardan geçtiğimizi çok net hatırlıyorum. Neyse ki,
200
İan Richards
bu ağaç arabamızın üzerine devrilmemişti, yoksa ölmüş olurduk. Buradan
gelmek istediğim nokta şu, hiçbir gazeteci böyle bir felaketle yüz yüze gelip
haber yapmak istemez. O zamana kadar ben de böyle bir olayla ilgili haber
yazmamıştım ve yazacağımı da ummuyordum. Şansıma, bu tür bir çalışma
için eğitimsiz ve hazırlıksız olmama karşın, olayı kazasız belasız atlattım. Bu
yalnızca benim başıma gelen özel bir olay değil. Aramızda gazeteci olarak
çalışanlar bilirler, pek çok gazeteci daha önce yapmadığı ve eğitimsiz olduğu
halde felaketlerle ilgili haber yazmak durumundadır.
Ancak, bu tür durumlarda başarısızlığa uğramak çok ciddi sonuçlar
doğurabilir. ABD’deki DAT Merkezi gibi çeşitli grupların gösterdiği gibi,
kriz ya da felaketlerle ilgili haber yapanları çeşitli tehlikeler beklemektedir ve
bunları önlemek için pek çok şey yapılabilir. Gazetecileri bu tür durumlara
hazırlamak için de çok şey yapılabilir.
Tartışmamın merkezinde ‘felaket’ sözcüğü yer alacak. Çoğunuzun bildiği
gibi, felaket, gazetecilikte soyut ve esnek bir kavramdır. Paul McCartney ile
Heather Mills evliliğinin yıkılmasından, bir futbolcunun sakatlanmasına,
açlığa ya da depreme kadar pek çok konuyu kapsar. Ben ise sözcüğü en ciddi
anlamda kullanıyorum. Felaketin pek çok tanımı var, ancak en kullanışlısı
İngiltere Uluslararası Kalkınma Bakanlığı tarafından geliştirilen karşılık: “hiç
kimsenin, yardım almadan başa çıkamayacağı oranda gerçekleşen, insanların
zarar görmesine, can kaybına ve maddi zarara neden olabilen, toplumu ve
canlıları tehdit eden her türden olay”.
Bu şekilde tanımlanabilecek felaketlerin sayısı ve boyutları artıyor. Ve bu
tür felaketler yoksul ülkeleri ve insanları daha fazla etkiliyor. Her yıl dünyada
meydana gelen doğal felaketler sonucu ortalama 60,000’den fazla insan
ölüyor ve 250,000 insan etkileniyor. Bu tür olaylarla ilgili haber yazımı
konusunda pek çok etik sorun bulunuyor.
Bu sorunlar kabaca iki başlık altında gruplandırılabilir: Gazetecilerin
kendi olanaklarıyla haber toplamasıyla ilgili olanlar ki, bu röportaj ve haberi
ilgilendiriyor. Öte yanda ise, bu konudaki bilgilerin kamuoyuna nasıl
suınulacağına ilişkin sorunlar var. Bu da haberin içeriğinin radyo, televizyon
ya da gazetede nasıl sunulduğuyla ilintili. Pek çoğunuz bu başlıklar altında
inceleyeceğimiz sorunlara aşinasınız. Örneğin, gazeteci felaketi yansıtan
fotoğrafları nasıl kullanmalıdır? Halka ne kadar kan ya da acı göstermeliyiz?
Birisi yaralandığında gazeteci ne yapmalı? Gazeteci tedavi mi etmeli, yardım
çağırmaya mı koşmalı, yoksa işine devam etmeli? Bir diğer deyişle, gazeteci
Felaket Haberciliği, Güven ve Etik
201
ne zaman gazeteci olmaktan çıkar ve başka biri olur? Gazeteciler hayatta
kalanların acılarına ne ölçüde müdahil olmalı? Sevdikleri öldüğü ve bu tür
durumlarla karşı karşıya kaldığı için, derin acı duyan insanların fotoğrafını
yayınlamak uygun mudur? Hayatta kalanlarla yapılan röportajların, onlar ve
haberi yapan gazeteciler üzerinde yarattığı etkiler nelerdir? Haber ekiplerinin
etik yükümlülükleri nelerdir? Bunlar önemli sorular ve bu sorulara yanıt
olarak yazılmış geniş bir literatür söz konusu.
Ancak, felaket durumlarıyla ilgili olarak üzerinde daha az durulan ancak
son derece önemli olan bir konu daha var. Bu da felaket ortamında
gazetecilerin ve haber ekiplerinin bulunmasının yarattığı etki. Haber ekipleri
felaket bölgesine ulaştıklarında ortaya çıkan bazı temel sorulara yanıt
verilmesi gerekiyor. İşlerini nasıl sürdürecekler? Haberlerini merkeze nasıl
gönderecekler? Merkez bürolarıyla nasıl iletişim kuracaklar? Ne yiyecekler,
nerede kalacaklar? Bu durum, varlıkları zaten sınırlı olan yaşamsal
kaynakların tükenmesine yol açacak mı? Toparlayacak olursak, gazeteciler
durumun düzeltilmesine yardımcı olmak yerine engel mi olacaklar?
Bu açıdan, Avustralyalı bir meslektaşım tarafından yürütülen bir araştırma
oldukça aydınlatıcı. Scott Dalmond, 2004’te Endonezya’da meydana gelen
Tsunami faciasını izleyen gazetecilerle mülakatlar yaptı. Bu son derece büyük
bir felaketti ve hiç kuşkusuz uluslararası bir haber olayıydı. Binlerce ölü ve
binlerce yaralı vardı. Yaralı pek çoğu hastaydı ve travma geçiriyorlardı. Acil
tıbbi yardıma, gıdaya, barınağa ve diğer yardımlara gereksinim duyuyorlardı.
Felaketin boyutları, medyada kapladığı yerle ölçülebilir. Reuters Haber
Ajansı’na göre, felaketten iki ay sonra, yalnızca İngilizce yayınlanan
gazetelerde olayla ilgili 35,000 haber yazılmıştı. Bir önceki yıl, en önemli 10
felaketle ilgili olarak yazılan haberlerin sayısı ise 33,620 idi. Doğal olarak,
yüzlerce gazeteci bölgeye akın etti. Endonezya hükümeti basın mensuplarının
özel bir izin belgesi edinmeleri zorunlu kılarak, durumu kontrol altına almaya
çalıştı. Ancak, çok az gazeteci bu izin belgesini edindi.
Hiç kuşkusuz muhabirlerin bildirmek durumunda oldukları durum
korkunçtu. Yine de hiç kuşkusuz, çoğu muhabir kusursuz haberler geçti ve
duruma uygun davranışlarda bulundu. Bunu belirtmem gerekiyor. Pek çoğu
yaptıkları işe ve çalışmak zorunda oldukları dramatik koşullara hazırlıklıydı.
Ancak çoğu da hazırlıksızdı. Çok sayıda yabancı gazeteci, ülkenin dilini
bilmeden, yanlarında çevirmen olmadan bölgeye tek başlarına ulaştılar.
202
İan Richards
Yanlarında para, dizüstü bilgisayar, uydu telefonu, gıda stoku ya da içme suyu
bulunmuyordu.
Bazı durumlarda deneyimsiz ve eğitimsiz gazeteciler son derece önemli
doğal afetleri izlemekle görevlendiriliyor. Üniversite mezunu bir gazeteci,
birkaç yıl önce bana bir şişe su, uyku tulumu ve kredi kartıyla bölgeye
gönderildiğini anlattı. Elbette, felaket bölgesinde yabancı gazeteciler de dahil
herkesin, su, yakacak ve elektrik gibi temel gereksinimleri var. Ayrıca,
barınma olanaklarına ve haberlerini yazacakları bir mekana ihtiyaçları var.
Felaketten kurtulanların, yardım görevlilerinin ve devlet yetkililerinin de
benzer ihtiyaçları var. Yanlarında yeterli miktarda gıda malzemesi, ilaç ve su
götürmeyenlerin, yardım kuruluşlarına başvurmaktan başka çareleri yoktu.
Ellerindeki çok miktardaki parayla, bölgedeki insanların ödeyemeyeceği
rakamları ödeyerek yiyecek ve meyve alma olanağına sahiptirler. Bir diğer
deyişle, bölgedeki insanlar yiyecek almak isteseler de alamayacaklardı, çünkü
satıcılar daha yüksek fiyat veren yabancılara satış yapmayı tercih ediyordu.
Üzerinde fazla durulmayan bir nokta da, yerel gazetecilerin üzerindeki
baskı. Pek çoğu travma sonrası stresten muzdaripti ve son derece olumsuz
koşullar altında gazetelerini çıkarmaya çalışıyordu. Öte yandan, yabancı
gazeteciler, üzerlerine daha fazla yük bindiriyordu, zira kendi haberlerini
geçmek için yerel olanaklardan yararlanmak istiyorlardı.
Özetleyecek olursak, bölgeye çok sayıda gazetecinin akın etmesi, sınırlı
olan yiyecek, su, yakıt ve elektrik kaynaklarını etkiledi. Her ne kadar haber
kuruluşlarının çoğu, doğal afetlerle ilgili haber yazımı konusunda kural ve
düzenlemelere sahip olsa da, pek çoğunun bu tür yol göstericileri yok. Ve
böylesi kurallardan yoksun olanlar, yardım çalışmalarını sekteye uğrattı,
hayatta kalanların ellerindeki olanakları azalttı.
Bu türden uygulamalar, dünyanın dört bir yanında profesyonel gazetecelik
uygulamalarına etkide bulunuyor. Yukarıda anılan davranış biçimi,
gazeteciliğin neden dünyanın pek çok yerinde güven kaybına uğradığını bir
ölçüde açıklıyor. Gazetecilere duyulan güvenin azalması başka yerlerde de
tartışıldı. Bu nedenle, gazeteciliğin bir sorunla karşı karşıya olduğunu
söylemekle yetineceğim. Halkın gazetecilere olan güvenindeki azalma,
gazetecilerin burada andığımıza benzer durumlardaki tavırlarından
kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, bu türden davranışlar halkın gazetecilere
güven duymasını engelliyor. Bu önemli, çünkü gazeteciliğin pek çok alanında
güven zorunlu bir öğe. Okuyucular, okuduklarına, yani gazetecilerin
Felaket Haberciliği, Güven ve Etik
203
yazdıklarına güvenmek zorundalar. Gazeteciler ise, onlara doğru ve güvenilir
bilgi sunmak için, haber kaynaklarına güvenmek zorunda. Haber kaynakları
ise, görüşlerini doğru ve adil biçimde yansıtmak konusunda gazetecilere
güven duymalı. Bazı durumlarda gerçek kimliklerinin gizleneceği konusunda
güven duymalılar. Gazeteciler kendi meslektaşlarına, medya kuruluşlarına
güven duyabilmeli. Bir diğer deyişle, felaket dönemlerinde insanlar, durumu
zorlaştırmak yerine kolaylaştıracaklarına dair gazetecilere güven duymalılar.
İlginçtir ki, etikli davranışın temelinde de güven yatıyor. Etik, gazetecilik
açısından güven kavramı, bu tür durumlarda ikinci plana atılabiliyor ya da
gözardı edilebiliyor. Kabaca, iki tarz güven üzerinde duruluyor: Birincisi,
kamuoyunun demokratik açıdan kendi kendini idaresi için gereksinim
duyduğu, haber ve bilgi sağlama konusunda gazetecilere duyduğu güven...
İkincisi, genellikle etik kodlarını ve uygulamalarını da kapsayan gazeteciliğe
ilişkin mesleki kurallarla bağlantılı güven...
Kamuoyunun duyduğu güven, gazetecilik uygulamasının temellerini
oluşturuyor. Bu aynı zamanda, gazetecilikle ilgili güncel tartışmaların da
merkezinde yer alıyor. İkinci konu ise, tek tek gazeteciler ile haber kaynakları
arasındaki güven meselesi. Burada genellikle üzerinde durulan nokta, haber
kaynaklarının gazetecilere güvenebilmesi. Bir diğer deyişle, gazeteciler asla
haber kaynaklarını açıklamamalı.
Gazetecilikle üzerinde durulmayan başka güven ilişkileri de söz konusu.
Sorun, ‘güven’ ile ne kastediliyor noktasında başlıyor. Sanırım herkes,
üniversitedeki sınıf arkadaşları ya da iş arkadaşları arasındaki güvenin, karı
koca arasında gelişen güvenden farklı olduğu konusunda birleşecektir. Benzer
biçimde, gazeteciler de, haber kaynağı ile gazeteci arasındaki güvenin,
meslektaşlar arasındaki güvenden farklı olduğunu teslim edeceklerdir. Tıpkı,
okuyucu ile beğendiği gazete arasındaki güvenle, izleyici ile en sevdikleri
televizyon spikeri arasındaki güvenin farklı olması gibi.
Bir diğer deyişle, herhangi bir durumda var olan güven, kurulan ilişkinin
doğasıyla ilişkilidir. Bu nedenle, gazeteciliğin temelinde ne tür güven
ilişkilerinin yattığına, güven ilişkilerinin oynadığı role, geliştikleri ya da
gelişemedikleri ortamlara ve güvensizlik ya da güveni kötüye kullanma gibi
kavramlara bakmak önemlidir. Gazetecilik dışında yer alan literatüre
baktığımızda, gazetecilikle ilişkili olduğunu düşündüğüm başka konularla
karşılaşıyoruz. Örneğin, güven, davranışlardaki istikrara ya da tarafların ortak
güdü ya da değerleri paylaşabilmesine de bağlıdır.
204
İan Richards
Tsunami olayında, gazetecilerin olumlu davranışları, bazı kötü örnekler
nedeniyle geri planda kaldı. Başka bir deyişle davranışlarda istikrar yoktu.
Bölgede yaşayan insanlar, neden yemeklerini yiyen, sularını içen ve barınma
olanaklarından yararlanan yabancılara güven duysun ki...
Bir insan yalnızca kendine güven duyamaz. Güven karşılıklı ilişkiye
dayanır. Endonezya örneğinde, gazeteciler bölgedeki insanların anlattıklarına,
insanlar ise onların çıkarlarını düşünen gazetecilere güvenmek durumundaydı.
Ancak, belirttiğimiz gibi, durum her zaman böyle olmadı. Başka insanlara ya
da kurumlara karşı duyulan güvende, ilişki karşılıklı olmak durumunda
değildir. Kısa sürede ortadan kaldırılabilmesine karşın, güven kısa vadeli bir
mesele de değildir. Güven birden bire ortaya çıkmaz. Yine Endonezya
örneğinde, tarafların bir güven ilişkisi oluşturabilmesi için zamana
gereksinimleri vardı. Oysa, her seferinde yeterli zaman olmayabilir.
Başka alanlarda, güven konusunda ortaya atılan soruların gazetecilikte de
sorgulanması gerekir. Örneğin, güven hangi düzeyde yürür? Bir taraf diğerine
güvenmeden önce belirli koşulların oluşması mı gereklidir? Öyleyse bu
koşullar nelerdir? Güvensizlik ne anlama gelir? Güvende duygunun rolü
nedir? Bu son nokta, felaket haberleriyle yakından ilişkili, çünkü bildiğiniz bu
tür durumlarda derin ve yoğun duygular yaşanmaktadır.
Ahlaklı bir yaşamda yer alabilmenin koşulu bilinçli davranmaktır. Bunun
etkili olabilmesi için, vicdan azabı, merhamet, suçluluk gibi duygulara sahip
olmamız gerekir. Felaket, gazetecilerin ahlaki duyguları yaşamasına neden
olabilir. Ahlaki duygular, başkalarının acılarıyla ilişkili olan, merhamet,
empati, acıma, lütuf içerir. Geleceğe dönük duygular, umut ve korku... Kişisel
duygular, gurur ve pişmanlık, utanç, sıkıntı ve suçluluk... Bunlar, kişisel
özelliklerimize bağlı, kişisel davranışlar geliştirdiğimiz duygulardır.
Özlüce, bazı kuruluşlar felaketlerin haberleştirilmesi konusunda sağlam
politikalar ve yaklaşımlar geliştirirken, bazıları ise oldukça geride kalmıştır.
Yeterli bilgiye dayanmayan ve duruma özgü kısa vadeli yaklaşımlar, olayı
izleyen gazeteciler için istenmeyen sorunlar doğurabilir. Bu tür yaklaşımlar
felaketten kurtulanlar için de rahatsızlık yaratabilir. Aynı zamanda,
kamuoyunun gazetecilere desteğini ve güvenini de zedeleyebilir. Bu nedenle,
gazetecilikte güven kavramının nasıl işlediğini anlamak gerekir. Eğer bunu
gerçekleştirebilirsek, felaket bölgelerine gönderilen gazetecilere, bu tür
felaketlerden kurtulanlara yardımcı olabiliriz ve bütün dünyada gazeteciliği
etkileyen güven kaybını önleyebiliriz.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 205-210
Sunum
Görünmez tehlike: Spin
doktorları medya etik kurallarını
nasıl atlarlar?1
Marcello Foa
Journalist, academic
Universita della Svizzera İtaliana
Co founder European Journalism Observatory, Lugano, Switzerland
Özet: Bu sunum medyayı belli çıkarlar yönünde kullanmak için kurulan
mekanizmalardan biri olan profesyonel halkla ilişkiler alanındaki gelişmelerden biri
olan spin doktorluğunu ele almakta ve etik kurallarını bilinçli olarak çiğneyen spin
doktorlarının gazetecilik için tehlikeli anlamları üzerinde durmaktadır.
Medya ve etik gibi hassas bir konuyu gözden geçirmenin farklı yolları
vardır. Bir gazetecinin algılayışıyla bir akademisyenin algılayışı genellikle
birbiriyle uyuşmaz. Ben ilginç bir durum içerisindeyim. İtalya’da gazeteciyim
ve Indro Montanelli -en iyi İtalyan gazeteci- ile çalışma ayrıcalığına sahibim;
İsviçre’de de akademisyenim, İsviçre Lugano’daki Universita della Svizzera
İtaliana’da Avrupa Gazetecilik Gözlemevi’nin kurucu ortağıyım. Aynı
zamanda orada uluslararası gazetecilik dersleri de veriyorum. Gerçekte yarı
İsveçli yarı İtalyanım. Akademik çalışmalarımda daima farklı bakış
açılarından gerçeği görmeye, genel kanılardan kaçınmaya çalışırım. Örneğin
gazeteciler kendilerini sistemin gözcüleri (watchdog) olarak tanımlamaktan
hoşlanırlar. Bilgi çağındaki yaygın bir dogmaya göre, politikacılar medya
tarafından tahakküm altına alınırlar. Fakat gerçekte biz sözde mediacracy
(medyanın seçmenlerden daha etkili ve sözü geçer olduğu bir demokrasi türü)
içinde miyiz?
1
Çeviren: Hülya Eraslan, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
206
Marcello Foa
Benim cevabım, hayır. Görünüşte medya çok fazla güce sahipken,
gerçekte politikacıların kendi amaçları için medyanın üstünlüğünü nasıl
kullanacağını öğrendikleri çok karışık bir gerçeklikte yaşıyoruz. Bunu nasıl
yapıyorlar? Çok şaşırtıcı olmasa da iletişim uzmanlarını kullanarak
yapıyorlar. Bu kaçınılmaz gidişin çok ciddi sonuçları var.
Temel bir ayrımı göz önünde bulundurmak zorundayız:
1) Meşru teknikleri uygulamada doğru hareket eden danışman
2) Bilgi vermeyi değil de medya ve kamuoyunu manipüle etmeyi
amaçlayan danışman. Ben onu “spin doctor” olarak tanımlayacağım.
Dürüst iletişim uzmanı, kurumsal iletişim (kamu işleri) ile siyasal iletişim
arasındaki sınırı bilir ve saygı duyar. Kurumsal iletişim tarafsız, güvenilir,
gerçekçi olmalıdır: danışman hükümet adına konuşur ve olabildiğince yansız
kabul edilir. Öte yandan siyasal iletişim, taraflı, partizan, yanlıdır; çünkü bu
politikacıların ilgilerini, kararlarını ve fikirlerini savunmasının yoludur. Sınır
görünmezdir; fakat çok önemlidir. Kusursuz bir demokraside politikacılar ve
onların iletişimcileri, bu çizgiyi geçmemeye dikkat ederler. Kurumun
saygınlığını her türlü çıkarın üstünde görürler.
Fakat spin doktor bu çizgiyi silmeye eğilimlidir, çünkü politikacıların
çıkarlarının her şeyin üzerinde olduğuna inanır. Bilgi çağında etiksel kaygıya
yer olmadığına inanır ve çok şüpheci/sinik biri haline gelir. O eyleme
geçtiğinde; haber yönetimi haber yönlendirmesine, şeffaflık aldatmacaya,
etkileyici gündem gizli propagandaya ve doğruluk çarpıklığa dönüşür.
Modern spin doktorluğu, 80’lerde Amerika’da Reagan yönetimi sırasında
medyanın üstün gücüne karşı bir tepki olarak başladı. Vietnam Savaşı ve
Watergate olayından sonra basın siyasi dünyanın gözünü gerçekten
korkutabildi, basın sadece etkili bir gözcü değil, çoğu zaman fazla etkili bir
dördüncü güçtü. Reagan, medyanın bir tür anında karşı çıkma gücüne sahip
olduğunda, bir yönetimin ülkeyi yönetmesinin ve kamu çıkarını gözetmesinin
imkansız olduğuna ikna edildi. Bu yüzden akıllı iletişim danışmanı Michael
Deaver medya ile siyasi dünya arasında daha dengeli bir senaryoya ulaşmak
için bu gidişatı düzeltmeye karar verdi. Fakat spin doktorlar, dengeleyici
unsur olma yerine fazla etkili oldular, kendi çıkarları için yeni bir gizli
çarpıklık yarattılar.
Neden gizli? Çünkü kurumlar hala haberlerin ana kaynaklarıdır. Spin,
gerçek ortaya çıkıncaya kadar onları çarpıtma, etraflarında dolaşma sanatıdır.
Spin doktorluğu yapan kişiler, kurmaca hikayelerinin farkına varılıncaya
Spin doktorları ve etik
207
kadar amaçlarına ulaşmış olurlar. Böylelikle, resmi ve siyasi kurumların
halkla ilişkileri, çok güçlü ve tehlikeli bir araç haline gelir.
Spin doktorları;
• Enformasyon döngüsünü yöneten mekanizmalar hakkında mükemmel
bilgidirler.
• Kitleleri psikolojik olarak uygun duruma getirmek için sürüye uyma,
korkuya başvurma, otoriteye başvurma, aşırı basitleştirme, sıradan
konuları çekici hale getirmek, halktan biri, günah keçisi, stereo tip,
hoşnutsuzluk yaratma gibi karmaşık teknikleri kullanarak çalışırlar.
Sun Tzu’nun Savaş Sanatı adlı kitabında “eğer savaşı kazanmak istiyorsan
düşmanını ve kendini iyi bilmek zorundasın” dersini bilenler çok zeki
kişilerdir. Spin doktorlarının da gazetecileri tanıdıklarına kuşku yoktur.
Stratejik bir üstünlük kazanırlar. Gazetecilerin nasıl haber seçtiklerini, her gün
gazetecileri yeni bir hikaye ile nasıl besleyeceklerini bilirler. Şaşırtıcı taktikler
(örtbas etme, yangına körükle gitme, kötü haberi saklama, kara para aklama)
kullanarak bir hikayeden nasıl yararlanacaklarını bilirler. Beklentileri
yönlendirirler. Lobi yönetirler, bazı gazetecilerle imtiyaz ilişkiler geliştirirken,
bazılarına gözdağı verirler.
Spin doktorları, modern medyanın zayıflıklarından yararlanmak için
tasarlanmış en ileri halkla ilişkiler tekniklerini kullanırlar. Kapı tutucuların
nasıl etkileneceğini, yüksek gazetecilik standartlarının nasıl atlatılacağını ya
da kullanacağını bilirler. Anonim kaynaklardan haber sızdırmanın kötüye
kullanılmasının sistematik hale geldiği, bunaltıcı bir enformasyon akışı
denetiminin normal olduğu bir kültür yaratırlar. Bir mesajı olgusal kesinliğine
aldırmadan yayarlar ve iyi seçilmiş cümleleri, ilgiyi başka yöne çekmek için
stratejik olarak iyi hazırlanmış iddiaları, saptırmayı ve yanlış yönlendirmeyi
kullanırlar.
CIA-Gate mükemmel bir örnek. Gazeteci Matt Cooper (Time) ve
özellikle Judith Miller (New York Times), Başkan Bush’un Irak’ta savaşa
götüren gerekçesini eleştirdiğinden Büyükelçi Wilson’dan intikam almak için
spin doktoru olarak kullanıldılar. Miller’ın Bush yönetiminde etkili ve ağzı
sıkı olan kişilere ulaşma ayrıcalığı vardı. İyi bir fırsat yakaladı, ancak, onun
karşısında üstünlük elde ettiler. Burada mekanizma nasıl çalıştı: Miller’e
enformasyon sızdıracak bir kaynak kullanıldı. Miller, bu bilgiyi ikinci bir
kaynaktan doğrulattı. Haber atlattı ve New York Times’ın editörü, Pulitzer
ödülünü kazanan biri olduğu için ondan kaynaklarını açıklamasını istemedi.
208
Marcello Foa
Onun hikayesi birinci sayfadan yayınlandı ve dünyada ses getirdi. Ama pek
çok hikayesi “spin”di: birinci ve ikinci kaynak, onların en etkili ve en iyi
bilinen ABD’li gazeteciyi kullanarak New York Times’ın birinci sayfasında
uydurulmuş, yanlı bir hikaye yerleştirme stratejilerini koordine etti. Judith
Miller durumun farkında mıydı? Bir suç ortağı mıydı yoksa inanılmaz derece
de saf mıydı?
“Sahtekar gazeteci” Beyaz Saray’da akredite edildi ve sahte tv video
haber bildirileri uygulaması geçerli hale geldi. James Dale Guckert (1957)
2003-2005 yılları arasında, Talon News’ı temsilen Beyaz Saray muhabiri
olarak Jeff Gannon takma adıyla çalıştı. Bir muhabir olarak nitelenecek
profesyonel koşullara sahip olmamasına, hiçbir muhabirin onu tanımamasına
rağmen, Guckert Beyaz Saray’da yapılan bilgilendirme toplantılarında rutin
olarak boy göstermeye başladı, basın toplantılarında Başkan Bush’un favori
gazetecilerinden biri haline geldi: her zaman soru sorma ayrıcalığı vardı.
Fakat 26 Ocak 2005 tarihinde, Guckert Başkan George W. Bush’a Beyaz
Saray’da görevli gazetecilerin de önceden planlanmış gibi arkadaşça
saydıkları bir soru yöneltti. Meslektaşları onun kimliğinden şüphelendiler. Ve
kısa süre içinde onun gerçek bir gazeteci olmadığı ve profesyonel geçmişinde
“bulldog” takma adını kullanarak çeşitli eşcinsel eskort hizmeti veren
websiteleriyle ilgisi olduğunu keşfettiler. O, basın toplantıları boyunca
Bush’un spin doktorları tarafından bir set olarak kullanıldı. Beyaz Saray
muhabirlerinin kendi aralarında bir Truva atı olduğunun farkına varmaları iki
yıllarını aldı. Guckert, Talon News’den 8 Şubat 2005 tarihinde istifa etti.
Guckert’in Beyaz Saray ve Cumhuriyetçi Parti ile olan ilişkisi hakkında
sorular sorulmaya başlandı, fakat skandal çabuk unutuldu.
Sahte video haber bildirileri, (VNRs genellikle, uydurma televizyon
haberlerini anlatır.) Amerika’da Clinton yönetiminden beri yaygın olarak
kullanılmaktadır. VNRs video klipleri geleneksel video kliplerinden ayırt
edilemezler ve çoğu zaman televizyon istasyonlarında bu klipler edit
edilmeden ve orijinal üreticileri ya da sponsorlarının kimlikleri belirtilmeden
gösterilirler.2 Bunlar hazır-haber bölümleridir: gerçek gibi gözüken 90
saniyelik hikayelerdir, bazen gerçek bir gazeteci ile birlikte hazırlansa da
sahtedirler. Halk gerçek gazetecilikle halkla ilişkiler arasındaki farkı
2
Spin doktorları ve VNRs ve kullanımıyla ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Erdoğan, İ.
(2006) Teori ve Pratikte Halkla İlişkiler. Ankara: Erk.
Spin doktorları ve etik
209
anlayamaz. Bu haber bölümleri, hükümet tarafından ve hükümet için
hazırlanmış saf bir propagandadır.
Spin doktorları gerçekten endişe verecek aşırı boyutlara ulaştı. Örneğin,
halkla ilişkiler kampanyalarının gizli ve yoğun kullanımı, kurumsal çekler ve
bilançoların ötesindedir. Amerikan hükümeti özel halkla ilişkiler ajanslarıyla
birlikte faaliyetler için çok büyük miktarda paralar öderler. Bu bazen yasal ve
yararlıdır; fakat bazen bu kampanyalar gizli politik amaçlar - bu tam bir
bilinmezdir- için kullanılır. The Rendon Grup 1989’dan beri yönetimin içinde
gizli bir güçtür, ancak genellikle demokratik denetime tabi değildir. Irak
savaşı boyunca Pentagon’da Donald Rumsfeld için çalışan bazı halkla ilişkiler
şirketleri, tamamen olay uydurdular: Saddam’ın heykelinin düşürülüşünü,
Saddam’ın yakalanıp esir alınışını (Saddam fare deliğinde yaşamıyordu.),
Jessica Lynch’in (asker olarak bir kahraman değildi) muhteşem kurtarılma
operasyonunu sahnelediler.
Spin çoğunlukla Anglo-saxon dünyasında çalıştı, ancak küreselleşme ile
birlikte iletişim çağında, Kıta Avrupası’ndaki politikacılar da spin doktorların
tekniklerini kullanmaya eğilimli hale geldiler. Bu durum İngiltere ya da
Amerika’daki gibi tehlikeli olmayabilir, ancak Fransa, İtalya, Almanya ve
İspanya gibi ülkelerde birkaç gösterge bulunabilir. Merkez sağ ve merkez sol
koalisyonları için bu cazibeye karşı koymak zordur. Gerçekte spin doktorlar
için sağ ya sol kanatların önemi yoktur.
Bir demokraside hükümetlerin doğru bilgi sağlayacağı varsayılır. Kamu
güveni bir değerdir ve sarsılmamalıdır.
Gazeteciler spinlerin bu büyük gücünün etkisinin farkında mı? Üzülerek
cevabım hayır. Gazeteciler son zamanlardaki profesyonel bilinçlerine rağmen
hala spin doktorların gücünün farkında değiller. Bu, aynı zamanda modern
medyanın zayıflığının bir parçasıdır. Gazeteciler Sun Tzu’nun öğretisini hala
öğrenememişler: Spin doktorları gazetecileri tanıyorlar, ama gazeteciler spin
doktorları yeteri kadar tanımıyorlar.
Sonuç olarak, spin ve hükümetler çok tehlikeli bir karışımdır. Bu yanıltıcı
tekniklerin yaygın kullanımının nihai bir sonucu vardır: kamuoyunun
bıkkınlığı ve demokraside bir güven bunalımı. Spin doktorlar modern haber
gurularıdır, büyücüleridir.
Sistemi değiştirmek değil, onun saygınlığını korumak asıl önemli
sorundur. Gazetecilerin yeni bir etik görevi vardır: Spin’le mücadele etmek.
210
Marcello Foa
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 211-216
Presentation
The invisible threat: how spin
doctors bypass media ethics rules
Marcello Foa
Journalist, academic
Universita della Svizzera İtaliana
Co founder European Journalism Observatory, Lugano, Switzerland
Abstract: This presentation provides a discussion about the concept and role of spin
doctors in politics of exerting influence on public sphare and organized action. It
explains the nature of activities of spin doctors and warns about the danger of spin
doctors on journalism.
There are different way to examine a delicate topic like media and ethics.
If you are a journalist your perception doesn’t usually fit with an academic’s
perception. I’m in a peculiar situation: I’m a journalist in Italy and I had the
privilege to work with Indro Montanelli – the best Italian journalist ever – but
in Switzerland I am an academic, co-founder of the European journalism
observatory at Università della Svizzera Italiana in Lugano (Switzerland),
where I also teach international journalism. In fact I’m half Swiss and half
Italian. In my academic research I always try to see reality from different
perspectives, avoiding conventional wisdom. For instance: journalists like to
portray themselves as the watchdogs of the system. According to a dogma
widespread in our age - the information age! - politicians are dominated by
the media. But are we truly in a so-called mediacracy (a democracy where the
media are much more influential and effective than voters)?
212
Marcello Foa
My answer is: no. We live in a more complex reality where the media
apparently have a lot of power but where in fact politicians have learnt how to
use the supremacy of the media for their own purposes. How do they do it?
Using communication experts, which is not surprising at all. But this
inevitable trend has had very serious implications.
We must consider a fundamental distinction:
1) The consultant who acts correctly applying licit techniques
2) The consultant who aims not to inform but to manipulate the media
and public opinion. I will describe him as a spin doctor.
The correct communication expert knows and respects the boundary
between institutional communication (Public affairs) and political
communication. Institutional communication should be neutral, reliable,
truthful: the consultant speaks on behalf of the State and is supposed to be as
unbiased as possible. Political communication, on the other hand, is partial,
partisan and biased, because this is the way politicians defend their interests
and their decisions and opinions. The boundary is invisible but of crucial
importance: in a sound democracy politicians and their communicators tend
not to cross this line. They consider the respectability of institution above any
interest.
But the spin doctor tends to erase this boundary because he believes that
politicians’ interests are above all. He believes that in the information age
there is no room for ethical concerns and he becomes very cynical: when he
acts, news management becomes news manipulation, transparency becomes
deception, influencing news agenda becomes hidden propaganda, accuracy
becomes distortion.
Modern spin doctoring began in the eighties in the US during Reagan’s
administration as a reaction to the superpower of the media. After the
Vietnam War and Watergate, the press was really able to intimidate the
political world, it was not only a very effective watchdog but the real Fourth
power, sometimes too influential. Reagan was persuaded that it would be
impossible for any Administration to run the country and to pursue public
interests if media had a sort of instant veto power. So he decided, with smart
communication consultants like Michael Deaver, to correct this trend to reach
a more balanced scenario between the media and the political world. But spin
Spin doctors and ethics
213
doctors have been too effective and instead of just balancing, they have
created a new hidden distortion to their advantage.
Why hidden? Because institutions are still the main sources of news. Spin
is the art of twisting facts and turning them around until they appear in the
‘right’ light and until the story has the right ‘spin’ to please those who have
commissioned it. So extreme PR for governamental and political institutions
becomes a very powerful and dangerous tool.
Spin doctors operate using:
ƒ perfect knowledge of mechanisms that govern the information cycle
ƒ sophisticated techniques for conditioning the masses psychologically:
bandwagon, appeal to fear, appeal to authority, oversimplification,
glittering generalities, common man, scapegoating, stereotyping,
obtaining disapproval, etc.
They are very clever people who know one of Sun Tzu’s lessons in The
Art of War: “If you want to win the battle you must know your enemy and
your self”. There is no doubt: spin doctors know journalists. They take
advantage of their strategic privilege. They know how journalists select news,
they know how to feed them with a new story every day. They know how to
milk a story, using diversionary tactics (firebreaking, stoking the fire, burying
bad news, laundering). They manage expectations. They manage the Lobby,
creating privileged relations with some journalists, intimidating others.
Spin doctors use some of the most advanced tactics from public relations
designed to exploit the failings of the modern media. They know how to
influence gatekeeping, how to bypass and exploit high journalistic standards
(double check and balanced reporting). They have created a culture where the
abuse of leaks through unnamed sources is systematic, where an oppressive
information’s flaw control is normal. They promote a message regardless of
its factual accuracy and they use well-designed phrases and strategicallycrafted arguments to distract, deceive and mislead.
CIA-Gate is an excellent example. The journalists Matt Cooper (Time)
and especially Judith Miller (New York Times) were used by spin doctors to
get revenge against Ambassador Wilson for criticizing President Bush's
rationale for going to war in Iraq. Miller had privileged access to the most
secretive and influential people in the Bush administation. She seized the
opportunity, but they took advantage of her. Here is how the mechanism
214
Marcello Foa
worked: a source was used to leak information to Miller. She verified it with a
second source (double check). She had the scoop and the editor of the New
York Times did not ask her to disclose her sources as she was a Pulitzer prize
winner. Her stories were published on the front page and received world echo.
But many of these stories were “spin”: the first and the second source
coordinated their strategy to plant an invented, biased story on the New York
Time’s front page using the most influential and best-known US journalist.
Was Judith Miller aware of it? Was she an accomplice or simply incredibly
naïve?
A “fake journalist”, was accredited at the White House, and the practice of
fake tv video news releases became current. James Dale Guckert (1957)
worked under the pseudonym of Jeff Gannon as a White House reporter
between 2003 and 2005, representing Talon News. Although he did not have
the professional requirements to qualify as a correspondent and although no
other journalist knew him, Guckert routinely obtained daily passes to White
House briefings, and became one of President Bush’s favourite journalists
during press conferences: he always had the privilege to ask questions. But on
January 26, 2005, he asked president George W. Bush a question that some in
the press corps considered so friendly it might have been planted. His
colleagues started to doubt his credentials and quickly discovered that he was
not a real journalist and that his “professional” background included
involvement with various homosexual escort service websites using “bulldog”
as another pseudonym. He was used by Bush’s spin doctors as a firebreak
during press conferences. It took two years for White House correspondents to
realize they had a Trojan Horse among them. Guckert resigned from Talon
News on February 8, 2005. Questions have arisen as to Guckert's relationship
with the White House and with the Republican Party but the scandal was
quickly forgotten.
Fake tv video news releases (VNRs, often referred to as fake TV news)
have been common in the US, since the Clinton administration. VNRs are
video clips that are indistinguishable from traditional news clips and are
sometimes screened unedited by television stations without the identification
of the original producers or sponsors, in this particular case government
agencies. These are ready-to-use tv news segments: 90-second stories, they
look like real ones, sometimes with a real journalist, but they are faked. The
Spin doctors and ethics
215
public cannot distinguish between true journalism and covered PR. It is pure
propaganda from and for the government.
Spin doctors reach extremes that are really worrying. For example,
concerning secretive and intense use of PR companies beyond institutional
checks and balances. The US government spends huge amounts of money on
activities with private PR agencies as contractors. Sometimes this is legal and
useful, but sometimes these companies are used for hidden political purposes and this is at least puzzling. The Rendon Group has, since 1989, “secret
power” inside the Administration, but, often, without democratic controls.
During the Iraq war some PR companies working for Donald Rumsfeld at the
Pentagon simply invented events: the toppling of Saddam’s statue was staged,
as were the details of Saddam’s capture (he was not living in a rat hole), and
so was the spectacular operation to rescue Jessica Lynch (the soldier was not a
hero).
Spin worked mainly in the Anglo-saxon world, but as we live in a
globalized world and in the age of communication, politicians in Continental
Europe tend to use spin doctors’ techniques as well. The situation may not be
as alarming as in the UK or the US, but several indicators in countries like
France, Italy, Germany and Spain can be detected. It is a temptation hard to
resist, both for center-right and center-left coalitions. In fact, spin is not is
neither right- nor left-wing.
But in a democracy governments are supposed to provide accurate
information.
Public trust is a value and should not be betrayed.
Are journalists aware of spin’s enormous influence? The answer, sadly, is
no: journalists are still not very aware of it, despite a recent awakening of
their professional consciousness. This is also part of the failing of the modern
media. Journalists have not learned Sun Tzu’s lessons: spin doctors know
journalists, journalists do not know spin doctors (enough).
In conclusion, spin and governments are a very dangerous combination.
The widespread use of these misleading techniques has an ultimate result:
disgust of public opinion and a crisis of trust in democracy. Spin doctors are
the modern wizards of news.
This is a crucial issue, not in order to change the system (these are the
limits of no-global critiques), but in order to preserve its credibility.
Journalists have a new ethical mission: counter the spin.
216
Marcello Foa
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 217-232
Sunum - Makale
Modernleşme, toplumsal yaşamın
hukuksallaşması ve etik
Mehmet Yüksel
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Özet: Toplumun gerek coğrafi olarak gerekse nüfus bakımından büyüdüğü, bireyler,
gruplar ve sosyal tabakalar arasında çıkar, görüş ve inanç ayrılıklarıyla çelişkilerin ve
çatışmaların yaşandığı, geleneksel cemaat yaşamının sağladığı güven ve dayanışma
duygusunun zayıfladığı, giderek birbirini tanımayan veya çok az tanıyan insanların bir
araya geldiği, toplumsal ilişkilerin yerel bağlamından koparak yeni bir zaman ve
mekan bağlamına yerleştiği, sosyal ilişkilere ve davranışlara yön veren geleneksel
değerlerin, normların ve standartların etkinliklerini kaybettiği modernleşme
koşullarında insanlar, daha önce hiç aşina olmadıkları ilişkiler, olaylar, sorunlar ve
risklerle yüz yüze gelmişlerdir. Böyle bir ortamda; doğal olarak, insan ilişkilerini
çerçeveleyecek ve düzenleyecek farklı bir normlar ve simgeler sistemine ihtiyaç
duyulacaktır. Kişisel bağlılıkların zayıfladığı, toplumsal ilişkilerin anonimleştiği
böyle bir ortamda, toplumsal dayanışmaya, barışa, düzene ve istikrara katkıda
bulunacak bir mekanizma olarak, diğer sosyal düzen kurallarının yanında, giderek
artan ölçülerde insan eliyle yaratılan veya şekillenen modern hukuk ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmeyle birlikte, geleneksel sosyal bütünleşme ve kontrol mekanizmalarının
bıraktığı boşluğu, yazılı ve formel niteliği ağır basan kurallarıyla, prosedürleriyle ve
mekanizmalarıyla modern hukuk doldurmaya çalışmıştır. Toplumsal yaşamın giderek
artan ölçülerde önceden tasarlanmış ve insanın bilinçli müdahalesi ile şekillendirilmiş
hukuki kodlar ve mekanizmalarla düzenlenmesi; bir yandan bireylerin kişisel
özgürlük ve otonomilerini büyük ölçüde sınırlandırırken, diğer taraftan ahlaki değer
ve normların oluşumunu güçleştirmektedir.
Anahtar kelimeler: Hukuk devleti, etik, etik düzenlemeleri, kişisel özgürlük
Modernisation, legalisation of social life and ethics
Abstract: This article provides a discussion about the relationship of laws to society,
modernizaton and ethics. It argues that legal regulations put limits on the personal
freedom of individuals, but strenghtens formations of ethical norms and values.
Keywords: Laws, civil society, ethics, ethical regulations, individual freedoms.
218
Mehmet Yüksel
Günümüzde, bir taraftan hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti tartışmaları
çerçevesinde daha üst düzeyde hukuki düzenleme ve hukuki koruma talepleri
yükselirken; diğer yandan hukukun sosyal hayatta giderek artan ölçülerde
etkinlik göstererek bireysel ve toplumsal yaşamı kuşatıyor hale gelmesi
eleştirilerek daha az hukuk, daha çok adalet ve ahlâk yönünde görüş ve
düşünceler dile getirildiği görülmektedir.
Bu çalışmada; modernleşme sürecinde kapitalizm, modern devlet ve
modern bilim anlayışıyla birlikte gelişen modern hukukun, toplumsal yaşamı
giderek egemenliği altına alarak nasıl hukuksallaştırıp bürokratikleştirdiği ve
bu hukuksallaştırma (juridification) sürecinin ahlaki duygu ve değerlerin
gelişimini ne yönde etkilediği tartışılmaya çalışılacaktır. Yine bu çalışmada;
modernleşme kavramı, genel olarak, ekonomik alanda kapitalizme ve
endüstriyel gelişmeye, siyasal bakımdan ulus-devlete ve temsili demokrasiye,
sosyal açıdan farklılaşmaya, işbölümüne ve uzmanlaşmaya, kültürel bağlamda
bireyciliğe ve sekülerleşmeye dayanan bir değerler sistemine doğru giden
süreci ifade etmek üzere kullanılacaktır. Etik kavramı ise, ahlâk kavramı ile
eşanlamlı olarak kullanılacaktır. Bu anlamıyla etik, insanların toplum içindeki
davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallar ile bu kuralların
gerisindeki değerler bütününe göndermede bulunur (Yüksel, 2002a: 179-180).
Hukuksallaşma kavramı ile, toplumda pozitif hukukun giderek genişleyip
yaygınlaşması, yazılı hukukun yükselişi, gittikçe daha fazla sosyal ilişkinin
hukuken düzenlenir ve yargılanır hale gelmesi, hukuki düzenlemelerin daha
kapsamlı ve detaylı hale gelmesi ifade edilecektir.
Modernleşmeyle birlikte sosyal yapı, giderek artan bir karmaşıklaşma ve
farklılaşma ile karakterize olan bir değişim süreciyle, “geleneksel” olarak da
adlandırılan, modern öncesi toplum yapısından ayrılmaya başlamıştır.
Çalışmalarıyla klasik sosyolojik teorinin oluşumuna katkıda bulunmuş Marx,
Durkheim ve Weber gibi düşünürler, bu değişimle yakından ilgilenmişlerdir.
Marx, söz konusu değişimle, toplumsal yapının, feodalizmden kapitalizme;
Durkheim, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya; Weber ise,
geleneksel otoriteden rasyonel-yasal temelli bürokratik otoriteye doğru
evrimleştiğini ileri sürmüşlerdir (Yüksel, 2002b: 67).
Modern toplumu geleneksel toplumdan ayıran temel özelliklerin, hızlı ve
yoğun değişme ve bu değişmenin giderek bütün toplumsal ilişkileri ve sistemi
kuşatarak kendine özgü kurumsal ve düşünsel yapılar geliştirmesi olduğu
söylenebilir. Toplumun gerek coğrafi olarak gerekse nüfus bakımından
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
219
büyüdüğü, bireyler, gruplar ve sosyal tabakalar arasında çıkar, görüş ve inanç
ayrılıklarıyla çelişkilerin ve çatışmaların yaşandığı, geleneksel cemaat
yaşamının sağladığı güven ve dayanışma duygusunun zayıfladığı, giderek
birbirini tanımayan insanların bir araya geldiği, toplumsal ilişkilerin yerel
bağlamından koparak yeni bir zaman ve mekan bağlamına yerleştiği, sosyal
ilişkilere ve davranışlara yön veren geleneksel değerlerin, normların ve
standartların etkinliklerini kaybetmeye başladığı modern toplum koşullarında;
doğal olarak, toplumsal ilişkileri ve olayları düzenleyecek farklı bir normlar
sistemine ihtiyaç duyulacaktır. Bu ihtiyacın bir sonucu olarak toplumsal
dayanışmaya, barışa, düzene ve istikrara katkıda bulunacak bir değerler,
kurallar ve mekanizmalar bütünü olarak giderek artan ölçülerde insan eliyle
yaratılan veya şekillenen modern hukuk ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyle
birlikte, geleneksel sosyal bütünleşme ve kontrol mekanizmalarının bıraktığı
boşluğu, formel yazılı kurallarıyla, prosedürleriyle ve mekanizmalarıyla
modern hukuk doldurmaya çalışmıştır (Yüksel, 2002b: 69-70).
Kapitalizmin gelişimi sürecinde meta üretiminin ve ticaretinin giderek
büyümesiyle kentlerdeki refah düzeyinin yükselmesi; güvenlik sağlayacak ve
ekonomik taleplere yanıt verecek, öngörülebilirlik ve hesaplanabilirlik
özelliklerine sahip yeni bir rasyonel hukuk düzeninin kurulmasını zorunlu
kılmıştır (Kulcsar, 1992: 109). Weber’e göre, kapitalist düzenin belirleyici
öğelerinden en önemli ikisi rasyonel hukuk ve işletme yapısıdır. Rasyonel
kapitalizmin hesaplanabilir teknik iş araçlarına ihtiyacı olduğu kadar
hesaplanabilir bir hukuka ve biçimsel kurallara göre işleyen bir işletme
yapısına da ihtiyacı vardır (Weber, 1997: 17-24). Bu da ancak rasyonel bir
hukuk temelinde işleyen bir bürokrasi eliyle gerçekleşebilir. Bürokrasiyi
rasyonel yasal otoritenin cisimleşmesi olarak düşünen Weber için bürokratik
örgütlenmenin diğer örgütlenme biçimlerine olan teknik üstünlüğü, makineyle
yapılan üretimin mekanik nitelikte olmayan öteki üretim biçimlerine olan
üstünlüğünün aynısıdır. Bürokratik yönetim; doğruluk, hız, kesinlik, dosya
bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik ve bağımsızlık gibi öğelere dayanır. Modern
bürokrasi; yasalar, tüzükler ve yönetmelikler gibi hukuki düzenlemeler
tarafından belirlenmiş resmi yetki alanları ilkesine, bu yetki alanları arasında
oluşturulmuş hiyerarşik altüst ilişkisine, bütün işlemlerin kayda geçirildiği
yazılı belgelere, gerekli hizmetleri yürütecek belli düzeyde eğitim almış
uzman elemanlara dayanır (Weber, 1986: 192-204). Akılcı bir sistem olarak
bürokrasinin temel öğeleri; verimlilik, öngörülebilirlik ve denetlenebilirlik
220
Mehmet Yüksel
olarak sıralanabilir. Bürokrasi, çok miktarda kırtasiye işi gerektiren çok sayıda
görevi yerine getirmek için en verimli yapıdır. Bürokrasinin hesaplanabilirlik
boyutu, performansı bir dizi sayılabilir göreve indirgemek anlamına gelir. İyi
düzenlenmiş kural ve yönetmelikler sayesinde bürokrasiler, oldukça
öngörülebilir şekilde çalışırlar. Bürokrasi, insanın yerine insansız teknoloji
kullanarak insanlar üzerinde denetimi vurgular. Bürokrasinin neredeyse
otomatik şekilde işleyişi, insanın muhakeme gücünün yerine kuralları,
yönetmelikleri ve formel yapıları geçirme çabası olarak değerlendirilebilir.
Çalışanlar, sınırlı sayıda iyi tanımlanmış görevleriyle ve aralarında
gerçekleşen iş bölümüyle denetlenir (Ritzer, 1998: 49-50). Bu süreçte;
mülkiyet ve miras hakkı ile sözleşme ve girişim özgürlüklerini güvenceye
alarak, bireyin düşüncelerini, değerlerini, tutkularını ve duygularını dikkate
almadan, onu soyut bir varlık olarak hak sahibi yapan ve herkese eşit şekilde
uygulanan bir hukuk anlayışı ve sistemi gelişmeye başlamıştır.
Weber’e göre, kapitalizmin bir sistem olarak gelişmesi, geleneksel otorite
ile karizmatik otoritenin egemen olduğu toplumlarda değil; ancak hukuki
otoritenin başat hale geldiği toplumlarda mümkün olabilir. Bu otorite
biçiminin hakim olduğu yerlerde toplumsal ilişkilere ve davranışlara yön
veren kurallar, belirli bir sistem içinde biçimsel ve akli verilere göre
oluşturulur. Hukukun uygulanmasında akılcılık esastır. Karizmatik veya
geleneksel otorite biçiminin egemen olduğu sosyal sistemlerdeki geleneğe
dayalı, keyfi, mantık dışı nitelik taşıyabilen, özel çıkarlara bağlı olarak
şekillenen yönetim anlayışının yerini; kişiselliğe, keyfiliğe ve subjektifliğe yer
bırakmayan, objektif hukuk kurallarına ve prosedürlerine göre işleyen,
yöneticilerin ve diğer kamu görevlilerinin yetenek ve bilgi esasına göre bu
kurallara ve prosedürlere uygun şekilde göreve geldikleri veya görevden
alındıkları bir yönetim sistemi alır (Öktem, 1994: 378-379).
Feodalitede kilisenin tuttuğu yeri, kapitalizmle birlikte parlamento alırken;
kilise hukukunun yerine parlamento hukuku geçmiştir ve bundan böyle
hukuk, parlamento bünyelerinde insan eliyle daha fazla şekillenmeye
başlamıştır. Bu şekilde gelişen hukuk, endüstri devrimiyle hızlanan ve
yoğunlaşan sosyal ve ekonomik değişmelerle XIX. yüzyılda yeni bir ivme
kazanmış ve sanayi toplumunun ihtiyaç duyduğu yeni hukuk alanları mantar
gibi çoğalmış; iş hukuku, sosyal güvenlik hukuku, bölge ve şehir planlama
hukuku, anti tekel hukuku ve çevre hukuku gibi yeni hukuk dalları ortaya
çıkmıştır (Friedman, 1997: 52-56). Bu süreçte; feodalitenin parçalı devlet ve
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
221
buna da bağlı dağınık hukuk yapısının yerini, egemen merkezi devlet yapısı
ile hukukun birleştirilmesi ve yalınlaştırılması çabası almış, bireyleri sımsıkı
saran yerel ilişkiler ve cemaat bağları çözülüp kent ekonomisinden ulusal
ekonomiye geçilirken, hukuk dağınıklığından hukuk birliğine ve yargı
birliğine geçiş bir zorunluluk halini almış, kısacası modern devlet hukukun en
önemli kaynaklarından biri durumuna gelmiştir (Yüksel, 2001: 61). Modern
devletle birlikte hukuk, yönetenlerin tasarımlı ve sınırsız iradelerinin ürünü
olarak şekillenen kanun yapma faaliyetinin damgasını taşımaya başlamıştır.
Başka bir deyişle, modern devlet aşamasına gelinceye kadar hiçbir hukuk
sistemi, bir bütün olarak bu denli dizayn edilmemiştir. Daha önceleri, hukuki
kodifikasyona yönelik çeşitli girişimler, mevcut hukuk kuralları bütününü
sistematize etmekten, tamamlamaktan veya tutarsızlıklarını bertaraf etmekten
daha fazlasını yapmamıştır. Mutlak monarşinin yükselişiyle başlayan
dönemde hukuk, bilinçli bir insan faaliyetinin ürünü olmaya ve belli amaçlara
ulaşmak için tasarlanan bir araç haline gelmeye başlamıştır (Hayek, 1994).
Denebilir ki, modern biçimsel hukuk, Avrupa’da mutlakiyetin oluşumuyla
birlikte ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, feodal prens ile burjuvazi
arasındaki çekişmenin bir sonucu olarak şekillenmiştir. Bu dönemde prensin
temel ilgi alanı, kendi kişisel ordusunu bir devlet ordusu haline getirerek ve
bizzat kendi mali imkanlarını bir devlet bütçesi veya maliyesi olarak organize
ederek merkezi otoritesini kurmaktı. Bu hedefe ulaşmak için, kendi prenslik
askerinin ve mali kaynağının bir uzantısı olarak çok iyi yapılanmış bir
bürokrasinin temellerini atmak zorundaydı. Bu ise, feodal yapıda karmaşık ve
dağınık bir durumda bulunan hukukun, sistematik ve tutarlı bir kurallar ve
standartlar bütününe dönüştürülmesini gerektirmekteydi. Bundan dolayıdır ki
hukuk, boşluklardan ve çelişkilerden arındırılarak formel bir sistem olarak
yeniden düzenlenmeliydi. Ancak bu sayede hukuk, gayri şahsi uygulamaya ve
ilgili tüm alanları kapsamaya elverişli hale gelebilirdi (Gressner vd., 1996:
89). Ancak böyle bir hukuk sistemi, yeknesaklığı, öngörülebilirliği,
hesaplanabilirliği, kesinliği ve belirliliği mümkün hale getirerek idari, mali,
askeri ve yargısal bürokrasiyi yaratma kapasitesine sahip olabilirdi.
Aydınlanma hareketiyle birlikte insan aklına ve bilgi sahibi insanlara
atfedilen büyük önem, hukukun bilgili insanlar eliyle mükemmel bir şekilde
yaratılabileceği anlayışına yol açmıştır. Aydınlanma projesine göre, akıl ve
bilim yoluyla doğanın ve toplumun yasaları keşfedilebilecek ve bu sayede
yapılacak hukuki düzenlemelerle toplumsal istikrar, güven ve barış ortamı
222
Mehmet Yüksel
sağlanabilecek ve bu şekilde kurulacak düzen giderek mükemmelleşecektir.
Böyle bir süreçte, geleneksel toplumsal yapıdaki dinsel önderlerin ve
kahinlerin yerini hukukçular, kutsal sayılan metinlerin yerini ise mevzuat
derlemeleri ve içtihat kitapları alacaktır. Aydınlanma düşünürleri, eski
köhnemiş düzeni yıkıp aklın egemen olduğu bir düzeni kurmak bakımından
kodifikasyonu veya kanunlaştırmayı uygun bir araç olarak görürler. Bu
yaklaşımın temelinde ise giderek gelişen kapitalizm ile modern devlet yapısı
vardır. Bir yandan gelişen kapitalizm, merkeziyetçi devlet yapısını ve bu yapı
içinde keyfilikten uzaklaşmış, daha homojen ve bütünleşik bir hukuk sistemini
empoze ederken; diğer yandan giderek güçlenen modern devlet, ulusal
düzeyde hukuk birliğini sağlamaya çalışıyordu. Bütün bunlar ise, insan
aklından kaynağını alan bir hukuki kodlaştırma faaliyetini zorunlu kılıyordu.
Sonuçta da, akıl çağı olarak adlandırılan Aydınlanma çağı, bir hukuki
kodifikasyon çağı haline geliyordu (Yüksel, 2002b: 116).
Bauman (1996), Aydınlanmanın, birbiriyle yakından bağlantılı iki alanda
gerçekleştirilmeye çalışılan bir uyguluma olduğunu ileri sürer: İlki, devletin
gücünü ve iddialarını genişletmek, daha önce kilise tarafından yerine getirilen
işlevi devlete aktararak; devleti, toplumsal düzenin yeniden üretimini
planlama, tasarlama ve idare etme fonksiyonu çerçevesinde yeniden
örgütlemekti. İkincisi ise, öğreten, eğitim ve idare eden konumundaki
devletin, yönetimi altındaki insanların toplumsal yaşamını düzenleyebilmesi
için gerekli toplumsal mekanizmaları bilinçli bir şekilde tasarlamaktı. Hayek
(1994)’e göre, Aydınlanma dünyası, bir yandan insan aklını biçimselleştirip
araçsallaştırırken; aynı şekilde hukuku da biçimsel ve araçsal bir karaktere
büründürür. Buna göre hukuk, toplumu dizayn etme veya planlamanın bir
aracı ve insan eliyle yaratılmış bilinçli bir tasarımın sonucu olarak
değerlendirilir. Aydınlanma düşünürleri, akla verdikleri büyük önemden
hareketle toplumsal yaşamla ilgili bütün gerçekliklerin akıl tarafından
bilinebileceğine inandıklarından, karmaşık toplumsal ilişkiler alanının akıl ile
analiz edilip akıl yoluyla yaratılan hukuk tarafından düzenlenebileceğini kabul
ederler. Bu çerçevede hukuk, toplumun dışında ve üstünde yer alan ve bu
niteliği ile topluma yön veren bir müessese olarak görülür.
Modernleşme sürecinin yazılı, formel, rasyonel hukuku öne çıkarması, bir
yandan pozitivist hukuk teorisine ilham kaynağı olurken; diğer taraftan söz
konusu teoriden de destek alıyordu. Hukuki pozitivizm olarak da adlandırılan
pozitivist hukuk akımının temelinde, Aydınlanma felsefesi ve modern bilim
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
223
anlayışı ile şekillenen modern düşüncenin bulunduğu söylenebilir. Başka bir
deyişle, pozitivist hukuk teorisinin gelişmesinde; gözlenebilir ve deney
yoluyla incelenebilir olgulardan hareketle tümevarım yoluyla doğanın ve
toplumun işleyişine yön veren genel yasalara ulaşılabileceğini varsayan
pozitivist bilim anlayışı ile felsefi pozitivizmin önemli rol oynadığı ileri
sürülebilir. Modern pozitivist yaklaşımda; hayaller, sezgiler, duygular,
değerler ve anlam sistemleri, tamamen dışlanarak gözlem ve deney konusu
yapılamayan olgular, bilimsel çalışmanın kapsamı dışında bırakılır. Buna
göre, sadece somut varlığı olan, gözlem konusu yapılabilen olgular inceleme
konusu yapılır. Yani, ahlâk ve adalet gibi soyut kavramlar üzerinde bilimin
inşa edilemeyeceği düşünülür. Bu anlayış, hukuk alanında da yansımasını
bularak, yalnızca tasarlanarak veya amaçlı olarak yaratılan hukuk gerçek
hukuk olarak görülmüştür. Hukuku, ahlâk ve adaletten soyutlayan pozitivist
hukuk teorisinin ünlü temsilcilerinden Hans Kelsen, bu anlayışın doğal bir
sonucu olarak, “Hukuk bilimi bakış açısından Nazi yönetimi altındaki hukuk
hukuktur. Buna esef edebiliriz, ama onun hukuk olduğunu inkar edemeyiz
(Hayek, 1995: 85) diyebilmiştir. Böylece, hukuka, insan davranışlarına ve
ilişkilerine genel bir çerçeve oluşturan sosyal bir olgu olarak değil de, siyasal
otorite tarafından tasarlanmış, duygulardan ve değerlerden arındırılmış detaylı
bir kurallar sistemi olarak bakan pozitivist hukuk anlayışının, insan yaşamına
ve özgürlüğüne yönelik kapsamlı müdahalelerde bulunmaya açık kapı
bıraktığı söylenebilir.
Modernleşme sürecinde yasaların yapılması, yorumlanması, kanıtların
yargı sürecinde değerlendirilmesi ve iddiaların dengelenerek hukuki sonuçlara
varılması süreci, adalet, hakikat ve değer alanından uzaklaşmıştır. Böylece
hukuk, bir yandan bireysel önyargılara dayalı kişisel ahlâk alanının kaygın
zemininden uzak tutulurken; diğer yandan hukukun toplumun kolektif ahlâk
değerlerinin bir ifadesi olduğu varsayılmış oluyordu. Hukukun bu anlamdaki
ahlâkiliği ise, onun tutarlılığını korumak anlamına geliyordu. Bu ilke, Hans
Kelsen ve H.L.A. Hart gibi düşünürlerin temsilcisi olduğu “hukuksal
biçimselcilik” anlayışında cisimleşiyordu. Bu anlayışa göre hukuk, birbirine
bağlı ve mantıksal tutarlılığı olan bir normlar sistemidir. Kısacası modern
hukuk, ahlâki duygu ve değerleri kendi alanının dışında sayarak; hukuku
sistematik bir kurallar ve formülasyonlar bütünü olarak görür (Connor, 2001:
89-92). Oysa günümüzde, hukukun tutarlılığı ve sistemli bir normlar bütünü
olduğu görüşü ciddi şeklide sorgulanmaktadır.
224
Mehmet Yüksel
Modernleşme sürecinde, neredeyse tüm toplumsal yaşam alanları
bürokratikleşip akılcılaşır. Bu çerçevede; akılcılaştırılmış bürokratik işyerleri,
eğitim kurumları, ceza ve ıslah evleri, tedavi yerleri, hastaneler, eğlence
yerleri ve devasa medya kuruluşları gibi birçok yapı oluşur. Böylesine
akılcılaştırılmış ortamlar, insan benliğinin sınırlandığı, duyguların
denetlendiği, başka deyişle insanların insan gibi davranamadıkları yerlerdir.
Hiyerarşik bürokratik bir yapıya sahip olan bu büyük örgütsel yapılarda, belli
makamları işgal eden insanların formel prosedürlere ve yazılı kurallara dayalı
belli görev ve sorumlulukları vardır. Bütün bunlar, hiç kuşkusuz, rasyonel,
genel ve soyut nitelikteki hukuki kural ve mekanizmalar sayesinde
gerçekleşir. Ancak, bütün bunlara rağmen, rasyonel hukuk temeli üzerinde
yükselen bürokrasi dahil tüm akılcı sistemler, her zaman arzu edilen sonuçları
veremez. Bu tür sistemler, insanın sezgiler, duygular ve değerler dünyasını
dikkate almazlar. İşte bu durum, toplumsal gerçeklik ile hukuk ve bürokratik
formel düzen arasında bir mesafenin bulunduğu anlamına gelir. Bu mesafenin
açılmaya başladığı her yerde ise, biçimsel hukuk ve adalet sistemi
sorgulanmaya başlar (Yüksel, 2002b: 92).
Bugüne kadar, Aydınlanma düşüncesine ve serbest piyasa düzenine ilişkin
başat liberal söylem, toplumsal yaşamın olağan bir parçası haline geldiğinden
büyük kabul görüyordu. Başka bir deyişle, bunların yol açtığı sorunlar ve
üzerinde temellendikleri varsayımlar sorgulanmıyordu. Ancak bundan böyle,
liberal söylemin bireye ve kişisel iradeye yaptığı vurgu sorgulanmaktadır.
Hukukun her yerde hazır ve nazır olduğu, ancak bu durumun ortaya çıkan
haksızlıkları ve adaletsizlikleri ortadan kaldıramadığı görülmektedir. İdeal
olan ile gerçek durum, hukuksal gerçek ile toplumsal gerçeklik, biçimsel
adalet ile maddi anlamda adalet arasında derin bir uçurum bulunduğuna ilişkin
bilinç giderek gelişmektedir (Silbey, 1997: 223). Bundan böyle, sadece yasa
önünde eşit sayılmak, aynı kuralın benzer durumdaki tüm kişilere aynı
biçimde uygulanması anlamına gelen biçimsel adalet anlayışı, insanları tatmin
etmeye ve onların sadakatini sağlamaya yetmemektedir. Bu bağlamda hukuk,
adalet ve ahlâk konusunda yeni görüş ve düşünceler ileri sürülmektedir.
Postmodernistlere göre, modern hukuk sistemi, kanunların asıl maksadını
araştıran hukukçularıyla, uzmanlarıyla ve bunların rasyonelleştirme
çabalarıyla giderek kapalı bir sisteme dönüşmüştür. Bu kapalı sistem içinde
hukuk, esneklikten ve insani deneyimlerden uzaklaşarak bürokratikleşmiştir.
Hukuk pratiği de aşırı derecede biçimselleşerek, temel ilgisini yaşamın
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
225
özünden ziyade sözüne kaydırmıştır. Yurttaşların hukuka ilişkin düşünce ve
kanaatleri sistemden dışlanmıştır. Oysa insanlar, bir rasyonel hukuk kuralları
setinden çok, komşularıyla, yakınlarıyla ve dostlarıyla, yani diğer insanlarla
birlikte yaşarlar. Hukuku, bu süreçteki ilişki ve etkileşimleriyle
şekillendirirler. Bu gerçeği dikkate almayan ve sürekli soyutlayan bir sistem
içinde yasalar, adaletsiz bir niteliğe bürünür ve hukuk giderek güvenirliliğini
kaybeder (Murphy, 2000: 124).
Ahlâki ilkelerin, insan ilişkileri bağlamında gelişebileceğini ve bu
ilkelerin insan yakınlığına sımsıkı bağlı olduğunu, insanlar arasındaki
uzaklığın arttıkça ötekine karşı duyulan sorumluluğun azalacağını, ahlâki
boyutun zayıflayacağını ve dolayısıyla ahlâk dışı eylemlerin yapılmasının
kolaylaşacağını ileri süren Bauman’a göre; modern, akılcı, endüstriyel ve
teknolojik bakımdan gelişmiş toplumda ahlâkî kayıtsızlığın önemi ve tehlikesi
artmaktadır. Çünkü böyle bir toplumda; bilimin, teknolojinin ve bürokrasinin
gelişimiyle birlikte insan eylemlerinin etkili olduğu mesafe giderek
artmaktadır. Yakınlık ilkesiyle sınırlı olan ahlâksal dürtülerin görüş kapasitesi
sınırlı kalırken, insan eylemlerinin etkili olduğu uzaklık ve dolayısıyla
bunlardan etkilenebilecek insan sayısı artmaktadır. Başka bir deyişle, böyle
bir toplumda insan eylemlerinin etkisi, ahlâkî görüş mesafesinin bittiği
noktanın ötesine uzanmaktadır (Bauman, 1977:242).
Hitler döneminde yaşanan Yahudi soykırımını (Holocaust) böyle bir
perspektiften değerlendiren Bauman, bunu modernliğin bir sınanması olarak
değerlendirir. Bauman’a göre, modern uygarlık olmaksızın Holocaust
düşünülemez; çünkü, Holocaust’u düşünülebilir kılan modern uygarlığın
akılcı dünyasıdır. Holocaust, bürokratik bir aygıt tarafından, yasalarla
yetkilendirilmiş, statüleri ve rolleri yayalarla belirlenmiş görevliler eliyle,
modern örgütlü bir toplumda gerçekleştirilmiştir. Bu yapılırken, detayları
hukuk kurallarıyla en ince ayrıntılarına kadar saptanan bürokratik
düzenlemelere ve prosedürlere uyulmuştur (Bauman, 1997:32-41). Başka bir
deyişle, Nazi devleti, Yahudiliğe karşı giriştiği mücadelede modern
devletlerin mantığını sonuna kadar götürmüştür. Yahudi soykırımı tesadüfî
gerçekleşen, yinelenemez bir olay olarak görülemez. Modern toplum
paradigmasının önemli öğelerinden biridir (Enriquez, 2004: 405-406).
Modern toplum ve devlet paradigmasının ahlaki bakımdan nasıl bir sonuç
doğurduğunu aşağıdaki alıntılarda özlü bir şekilde görmek mümkündür:
226
Mehmet Yüksel
Nazi yönetiminin Dachau ve Auschwitz toplama kampları sorumlusu R.
Hoess “Bir emre, bu emir ne olursa olsun, itaat etmeme fikri akıldan bile
geçmezdi” diyebilmiştir (Enriquez, 2004:442). B. Bettelheim, R.Hoess
hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Auschwitz’e komutan olarak
atandığımda, sanki düzenli ve etkili bir şekilde bir fabrikayı
yönetiyormuşçasına davranarak işlevlerini yetkili ve sözü geçen bir kişi gibi
yerine getirmeye çalışır; bu fabrikanın amacının insanların yok edilmesi
olması, tesadüfi bir şeydi. Hoess yalnızca fabrikanın işleyişinin
mükemmelliğiyle ilgilenmişti (aktaran Enriquez, 2004: 442)”. Enriquez, yine
bu bağlamda H. Arendt’in, Yahudi soykırımında rol oynamış Nazi savaş
suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki şu değerlendirmesini de aktarıyor:
“Eichmann, ona babasını öldürme emri verilmiş olsaydı babasını öldüreceği
konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmaz... Yapmış olduğu, yalnızca geriye
dönük olarak bakıldığında bir suçtu ve her zaman yasaya saygılı bir yurttaş
olmuştu, çünkü elinden geldiğince yerine getirdiği Hitler’in buyrukları III.
Reich’ta yasa gücüne sahipti... Emirleri büyük bir özenle yerine getirmemiş
olsaydı vicdan azabı duyacağını net bir şekilde hatırlıyordu (Enriquez, 2004:
441).”
Yine Bauman’a göre, günümüzde sıkça dile getirilen “değer krizi”
algısının temelinde, modernite projesi kapsamında yer alan “ahlâkileştirme
projesi” ve buna bağlı olarak geliştirilen “fundamentalist etik” kavramı
bulunmaktadır. Çünkü, fundamentalist bakış açısından; değerlerin çoğulluğu,
seçeneklerin çeşitliliği, tercihlerin farklılığı başlı başına bir kötülük olarak
görülür. Çoğulluk, çeşitlilik ve farklılığın başlı başına kötü olarak görülmesi,
“ahlâkîleştirme projesi”nin öngördüğü tek ahlâkın ve biricik ahlâkî kodun
sarsılmakta olduğu duygusuna yol açar ve “değer krizi” algısını güçlendirir.
Modernitenin ahlâkîleştirme yaklaşımı, insanlara seçme hakkı vermeyerek,
onların mevcut otoritelere ve bunların koyduğu kurallara itaat etmelerini
öngörür. Modernite projesi çerçevesinde “etik yasa” yada kural koymaya
dayalı böyle bir ahlâk anlayışının öne çıkarılması, bireysel ahlâkî sorumluluğu
değil, daha güçlü olana itaati ve kurala uyma işgüzarlığını besler. Oysa ahlâkî
değerlerin ve normların gelişmesi konusunda; özerk aktörlerin
sorumluluklarına bakılmalıdır. Ahlâkî seçimler konusunda, bu aktörlerin
başka kişi ve kuruluşlara devredemeyecekleri bir sorumlulukları olduğu
gerçeğine dikkat edilmelidir. Özgürlük, özerklik, sorumluluk ve yargı gücü,
ahlâkî benliğin vazgeçilmez özellikleri arasında yer alır. Bu özellikler, ancak
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
227
bir değerler çokluğunda, bir seçimler yapabilme durumunda gelişip
serpilebilirler (Bauman, 2000:157-159).
Bauman, ahlâkı harekete geçiren faktörün, kesinlik, belirlilik ve düzenlilik
değil, tam tersine “müphemlik” olduğunu düşünür. Buna göre, ahlâkın asıl
sahnesi yüz yüze olma, ötekiyle yüz yüze bir karşılaşma alanıdır. Ahlâk,
gelişebilmek için kodlara, kurallara, akıla veya bilgiye, teze ya da kanaate
ihtiyaç duymaz. Ahlâk, bunların hepsinden öncedir (Bauman, 2005:216).
Ahlâki değerlerin ve normların temelinde müphemlik değil de; her şeyi bilen
insanlar olsaydı, aslında bu insanlar arasında kurallara ihtiyaç olmazdı. Başka
bir deyişle, insanoğlu, belli bir eylemin bütün sonuçlarını bilemediği için
davranış kurallarını geliştirmiştir. Sosyal davranış kuralları, özgül çıkarların
korunmasıyla ilgili olmayıp, bütün özgül çıkar anlayışlarının kendilerine tabi
olması gereken değerlerdir. Bu bağlamda ahlâk ve hukuk kurallarının özelliği,
özgül eylemin bilinen sonuçlarından bağımsız, uyulması gereken kurallar
niteliğin olmalarıdır (Hayek, 1995: 28-42).
Oysa, gerek modern yasa koyucular, gerekse modern düşünürler, ahlâkı
insan yaşamının doğal bir özelliği olarak değil de tasarlanması gereken bir şey
olarak düşünürler. Bunun sonucu olarak; pratik düzeyde ahlâkî meselelere
zora ve normlara dayalı düzenlemelerle yanıt vermeye çalıştılar. Teorik olarak
ise mutlak ve evrensel alanı bulmaya çalıştılar (Bauman, 1998:14-15).
Aydınlanmanın “ahlâkîliği temellendirme projesi”nde rol sahibi olan
Kierkegaard, Kant, Hume, Diderot ve Smith gibi düşünürler, bazı konularda
aralarındaki derin görüş farklılıklarına rağmen, ahlâk konusunda oldukça
benzer bir yaklaşım sergilerler. Bu düşünürler ahlâkiliğin karakteri konusunda
ve neyin ahlâkîliğin rasyonel temeli olması gerektiği konusunda büyük ölçüde
fikir birliği içinde olmuşlardır. Bu düşünürlerin, sanki toplumsal ilişkilerden,
insandan bağımsız ve soyut bir ahlâkî karakter varmış ve bunu rasyonel olarak
temellendirmek mümkünmüş gibi bir ön kabulleri vardı. “İnsan doğası”nın
özelliğinden hareketle, sanki değişmez, her yerde hazır ve nazır bir insan
doğası varmış gibi düşünürler ve bağlamda ahlâk kurallarını da böylesi bir
insan doğasına sahip varlıkların benimsemeleri gereken kurallar olarak
görürler (MacIntyre, 2001:86).
Solomon, “Adalet Tutkusu” adlı eserinde; adaletin bir duygu meselesi
olduğunu ve bunun insandaki doğal dostluk hissinin işlenip gelişmesiyle
ortaya çıktığını, insandaki adalet duygusunun en genel biçimiyle; “kendimize
ve dünyadaki yerimize, sevdiğimiz veya yakınlık duyduğumuz kişilere,
228
Mehmet Yüksel
dünyanın gidişatı ve dünyadaki algı sahibi canlıların kaderine gösterdiğimiz
ilgiyle” başladığını belirtir. Başka bir deyişle, ilgi olmadan adalet de olmaz.
“Adalet, dünyaya olan duygusal bağlılığımızla başlar, hayattan kopuk bir
felsefi düşünce ya da yalnızca varsayımsal olan herhangi bir başka konumla
değil. Solomon, ahlâkı, egemen etik düşüncenin tersine, “ahlâkî duygu
kuramı”nın yeni bir versiyonu olarak ele alır. Solomon’a göre, ahlâk egemen
etik düşüncenin savunduğu gibi, yalnızca bir akıl meselesi değil, aynı
zamanda bir tutkular meselesidir. Kimi zaman iyi, kimi zaman da vahşileşen
tutkuların kaynadığı bir kazandır. Duygu aklın karşıtı olmadığı gibi, adalet
duygusu da duygudaşlığın karşıtı değildir. Tam tersine duygudaşlık adalet
duygusu için gereklidir. Egemen etik anlayışta; “adalet soyut, biçimsel, resmi,
hatta insanî olmaktan uzak bir hal almış, devletin duygulardan bağımsız ve
yansız işlerinde kişisel duyguların yeri olmadığına karar verilmiş, bu kişisel
duygular, “yalnızca” kişiyi ilgilendiren durumlar düzeyine indirgenmiştir
(Solomon, 2004:246)”.
Hukuku, içinde bulunduğu toplumsal sistem alanından soyutlayan, onun
toplumsal sistemin diğer alt sistemleriyle ve toplumsal yapıyı oluşturan diğer
faktörlerle etkileşimini görmezden gelen kartezyen rasyonilist yaklaşıma,
Hayek tarafından ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Hayek’e göre, hukuk da dahil
olmak üzere, toplumsal kurumların çoğu, ne icat edilmişlerdir, ne de önceden
belirlenmiş belli amaçlar doğrultusunda yaratılmışlardır. Hayek, eleştirilerini
temellendirirken; “yapma düzen” (taxis) ve “büyümüş düzen” veya
“kendiliğinden oluşan düzen” (kozmos) kavramları arasında ayırım yapar:
büyümüş düzenle, kendi kendini üreten veya kendiliğinden oluşan düzeni
kasdederken; yapma düzenle, hukukun bir araç olarak kullanılması yoluyla
yaratılan düzeni anlatır. Hayek’e göre, toplumsal hayatta, her zaman, bir
ölçüde düzen, uyum, bütünlük ve devamlılık vardır; aksi halde, insan ilişkileri
sürdürülemeyeceği gibi en temel insanî ihtiyaçlar da giderilemez. Sosyal
teorinin varlık nedeni de büyümüş düzen veya kendiliğinden oluşan düzendir.
Başka bir deyişle sosyal teori, pek çok insanın davranışının sonucu olarak
ortaya çıkan, ancak insanın bilinçli tasarımının ürünü olmayan düzenli yapılar
bulunduğunun keşfiyle başlamıştır. Diğer toplumsal kurumlar gibi hukuk da
bir ölçüde kendiliğinden gelişmiştir. Nasıl ahlâk kuralları ve gelenekler,
kendiliğinden evrimin ürünü iseler, hukuk kurallarının çoğu da böyledir. Yani,
hukuk kurallarının sadece bir kısmı tasarımlı dizayn faaliyetlerinin bir
sonucudur (Hayek, 1994:55-70).
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
229
Hayek (1994), yukarıda yaptığı ayrımın (taxis-kozmos) bir benzerini
hukuk alanında da yaparak; “oluşan kanun” (nomos) ile “yapılan kanun”
(thesis) dan ve “âdil davranış kuralları” ile “organizasyon kuralları”ndan söz
eder. Âdil davranış kurallarını “oluşan kanun” örneği olarak değerlendirirken,
organizasyon kurallarını “yapılan kanun” örneği olarak görür. Bu çerçevede,
tarihî süreç içerisinde bilinçli, amaçlı ve programlı insan müdahalesi
olmaksızın toplumsal ilişki ve etkileşimlere bağlı olarak varlık kazanan
kuralları ifade etmek üzere “adil davranış kuralları” tabirini kullanırken;
parlâmentolar veya benzeri yasa koyucu organlar ve kişiler tarafından bilinçli
ve amaçlı bir şekilde konulan kuralları anlatmak için “organizasyon kuralları”
deyimine başvurur. “Özel hukuk” -ki Hayek ceza hukukunu da bu alana dahil
eder- ile “kamu hukuku” arasında yaptığı ayırımı da buna dayandırır. Hayek,
“kamu” sözcüğünü hükümet teşkilatıyla doğrudan ilgili alanları kapsar
nitelikte kullanırken; “özel” kelimesini, özel menfaatler dışında, sivil toplum
yaşamındaki oluşumları ifade etmek üzere kullanır. Bu bağlamda kamu
hukukunu, hükümet teşkilatının hukuku veya organizasyon kuralları ile
ilişkilendirirken; özel hukuku, toplumun kendiliğinden oluşan düzeninin
hukuku olan âdil davranış kuralları ile bağlantılı düşünür. O’na göre
toplumsal yaşam alanında; bir yandan tarihî süreçte kendiliğinden gelişen âdil
davranış kurallarının varlığı, diğer yandan genellikle vatandaşlara çeşitli
hizmetleri sağlamak için kurulmuş organizasyonların yönetimi söz konusudur.
Esas olarak hükümet teşkilatını yöneten organizasyon kuralları, ister istemez
toplumun kendiliğinden doğan düzeninin temelini oluşturan ve zaman içinde
gelişen âdil davranış kurallarından farklı bir karakter taşır. Çünkü
organizasyon kuralları, belli amaçlara ulaşmak üzere tasarlanmış olup,
modern devletin giderek büyüyen yapısına göre şekillenir.
Habermas, modernleşme sürecinde hukuk alanındaki artan rasyonalite
olgusu üzerinde odaklaşır ve bu konudaki düşüncelerini özellikle “İletişimsel
Eylem Kuramı” adlı eserinde temellendirir. Bu kuramında, öncelikle yaşam
dünyası (life world) ile sosyal sistemler ya da sistem dünyası (system world)
arasında ayrım yapar. Toplumsal yaşam dünyası, enter subjektif şekilde
paylaşılan ve kültürel bilgi stokuna dayalı olan anlam yüklü sosyal etkileşim
dünyasını ifade eder. Bu dünya, bireylerin ve grupların kendi kendini
düzenleme alanı olup bireyler tarafından önceden farzedilen yorumlar ve
anlamlar bütünü tarafından oluşturulur. Yaşam dünyası, nispeten yaygın olan
geçmiş değer yargıları ve kanaatler ile biçimlenir. Bu değer yargıları ve
230
Mehmet Yüksel
kanaatler, karşılıklı tanımaya dayalı olup rutin sosyal aktivitelerin
gerçekleşmesine imkân verir (Anleu, 2000:48; Gorz, 2001;174). Sistem
dünyası veya sosyal sistemler ise, kurumlar ve aygıtlar bütünü olarak
toplumun işleyişinden doğan baskıların alanını anlatır. Habermas,
modernleşme sürecinde sosyal sistemler ile toplumsal yaşam alanlarının
farklılaştığını ileri sürer. Buna göre, sanat, bilim, ekonomi, siyaset, hukuk ve
etik gibi alanlar, kendi mantığını ve rasyonel yaklaşımını geliştirerek gittikçe
birbirinden bağımsızlaşan sistemler haline gelir. Toplumun giderek
karmaşıklaşması ve farklılaşması, eşgüdümü gerçekleştirecek ve yönetimi
mümkün kılacak aygıtların veya mekanizmaların geliştirilmesini gerektirir.
Bunlar ise, ilişkilerin ve prosedürlerin gittikçe aşırılaşan biçimselleşmesine
yol açar. Sonuçta kültürel dünya bütünlüğünü kaybeder (Gorz, 2001;174)
Habermas, sosyal sistemler alanında özellikle ekonomi ile devlet ve
bunların hukuk ile ilişkileri üzerinde durur. Modern toplumlarda, para ve
siyasal güç bakımından kapitalist ekonomik sistem ve rasyonel devlet yapısı
şeklinde bir farklılaşmanın ortaya çıktığını, bunların toplumsal yaşam
dünyasıyla para ve siyasal güç kullanımının kurumsallaşması yoluyla
bağlantılı hale geldiğini, bu bağlantının sağlanmasında ise hukukun önemli bir
rol oynadığını düşünür (Tekeli, 1999:87). Ekonomi ve siyaset alanında para
ve iktidar yoluyla koordine edilen eylem, toplumsal yaşam dünyasında
gerçekleşen iletişimsel eylemden farklı bir nitelik taşır. Çünkü yaşam dünyası,
amaçsal rasyonaliteyi değil; pratik aklı, ahlâkîliği, kişisel otonomiyi ve
iletişimi vurgularken; sistem alanındaki eylem, yalnızca amaçsal rasyonaliteyi
hedefler. Yaşam dünyası ile sistem dünyası çerçevesinde oluşan şema içinde
hukuk, bir ortam ve araç olarak işlev görür (Anleu, 2000;49-50).
Habermas (2001), hukukun, sadece yaşam dünyası ile sistem dünyası
arasında bağlantı kurma bakımından değil; aynı zamanda yaşam dünyasının
içsel kolonizasyonu açısından da önemli roller oynadığını düşünür. Hukukun
toplum yaşamında giderek artan ağırlığını ifade etmek üzere “Juridification”
kavramını kullanır ve bu kavram ile, hukuk yoluyla düzenlemeden önce gayri
resmi şekilde düzenlenen toplumsal yaşam alanlarının giderek yazılı hale
gelen pozitif hukuk normlarıyla düzenlenir hale gelmesini anlatmak ister.
Habermas bununla çalışma hayatından aile ve eğitim hayatına kader
toplumsal yaşam alanlarının nasıl hukuksallaştığını göstermeye, toplumsal
yaşamın böylesine hukuksallaştırılmasının, toplumsal yaşam dünyasının
iletişimsel yapısını nasıl zedelediğini, toplumsal yaşam alanına devletin hukuk
Toplumsal yaşamın hukuksallaşması ve etik
231
sayesinde nasıl müdahale edebilir hale geldiğini, kısacası toplumsal yaşamın
nasıl devlet egemenliği altına sokularak bürokratikleştirildiğini anlatmaya
çalışır. Bunun ise, bireylerin otonomilerini ve özgürlüklerini sınırlandırarak
sivil toplumun kolonileşmesine neden olduğunu düşünür.
Sonuç olarak söylemek gerekirse; modernleşme ve küreselleşme
sürecinde, gerek ulusal düzeyde, parti, sendika, vakıf, dernek, şirket, kamu
kurumu niteliğinde meslek kuruluşları gibi, gerekse uluslarüstü düzeyde,
çokuluslu şirketler, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları gibi,
ulusdevlet yanında birçok aktörün hukuku yaratma ve şekillendirme sürecine
giderek daha fazla katılır hale gelmeleri, toplumsal yaşam alanlarının ne denli
hukuksallaştırıldığını göstermeye yetmektedir. Habermas deyişiyle formel
hukuki düzenleme ve mekanizmalar toplumsal yaşam dünyasını kuşatıp
çerçevelemektedir.
Bu gelişmeler bağlamında insan yaşamının giderek artan ölçülerde gerek
ulusal gerekse uluslarüstü düzeyde formel kural ve mekanizmalarla oldukça
kapsamlı ve derin bir şekilde etkilenir duruma gelmesi; bir yandan bireylerin
kişisel özgürlük ve otonomilerini büyük ölçüde sınırlandırırken, diğer taraftan
ahlâkî değer ve normların oluşumunu zorlaştırmaktadır. Kısacası, kamusal
yaşam içinde devlet yanında diğer örgütlü devasa hiyerarşik ve bürokratik
yapıya sahip kuruluşların belirleyici bir rol oynar hale gelmeleri, insanların
sosyal sorumluluk ve bireysel duyarlılık bilincinin zayıflamasına yol
açmaktadır.
KAYNAKÇA
Anleu, Sharyn L. Roach (2000). Law and Social Change. London: Sage Publication.
Bauman, Zygmunt (1996). Yasa Koyucular ile Yorumcular. Çev., Kemal Atakay.
İstanbul: Metis Yayınları.
Bauman, Zygmunt (1997). Modernite ve Holocaust. Çev., Suha Safhabiboğlu.
İstanbul: Sarmal Yayınları.
Bauman, Zygmunt (1998). Postmodern Etik. Çev., Alev Türker. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Bauman, Zygmunt (2000). Siyaset Arayışı. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul: Metis
Yayınları.
Bauman, Zygmunt (2005). Bireyselleşmiş Toplum. Çev., Yavuz Alogan. İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
Connor, Steven (2001). Postmodernist Kültür. Çev., Doğan Şahiner. İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
232
Mehmet Yüksel
Enriquez, Eugène (2004). Sürüden Devlete: Toplumsal Bağ Üzerine Psikanalitik
Deneme. Çev., Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Friedman, Lawrance M. (1977). Law and Society. Nev Jersey: Pratice-Hall.
Gorz, André (2001). Yaşadığımız Sefalet: Kurtuluş Çareleri Çev., Nilgün Tutal.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Gressner, Volkmar, vd. (1996). “Infroduction: The Basic Setting of Modern Formal
Law”. European Legal Cultures. Volkmar Gressner, vd. (der.) İçinde Aldershot:
Dortmouth Publishing. 89-103.
Habermas, Jürgen (2001). İletişimsel Eylem Kuramı. Çev., Mustafa Tüzel. İstanbul:
Kabalcı Yayınevi.
Hayek, Friedrich A. (1994). Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Kurallar ve
Düzen. Çev., Atilla Yayla. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Hayek, Friedrich A. (1995). Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük: Sosyal Adalet
Serabı. Çev., Mustafa Erdoğan. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kulcsár, Kálmán (1992). Modernization and Law. Budapest: Akademiai Kiado.
MacIntyre, Alasdair (2001). Erdem Peşinde. Çev., Muttalip Özcan. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Murphy, John W.(2000). Postmodern Analiz ve Postmodern Eleştiri. Çev.,
Hüsamettin Arslan. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Öktem, Niyazi (1994), “Max Weber.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuası. LIV (1-4): 369-384.
Ritzer, George (1998). Toplumun McDonadlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının
Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme. Çev., Şen Süer Kaya. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Silbey, Susan S. (1997). “Let Then Eat Cake: Globalization, Postmodern Colonialism,
and the Possibilities of Justice”. Law and Society Review. 31 (2): 207-237.
Solomon, Robert C. (2004). Adalet Tutkusu. Çev. Ertuğ Altınay. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Tekeli, İlhan (1999). Modernite Aşılırken Siyaset. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Weber, Max (1986). Sosyoloji Yazıları. (der. H.H. Gert ve C. Wright Mills). Çev.,
Taha Parla. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.
Weber, Max (1997). Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu. Çev., Zeynep Aruoba.
İstanbul: Hil Yayınları.
Yüksel, Mehmet (2001). Küreselleşme Ulusal Hukuk ve Türkiye. Ankara: Siyasal
Kitabevi Yayını.
Yüksel, Mehmet (2002a). “Modernleşme Bağlamında Hukuk ve Etik İlişkisine
Sosyolojik Bir Bakış”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 57 (1):177-197.
Yüksel, Mehmet (2002b). Modernite Postmodernite ve Hukuk. Ankara: Siyasal
Kitabevi Yayını.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 233-246
Sunum - Makale
"Gazetecilik etiği" dersi
çerçevesinde etik sorunlara
akademik yaklaşımlar
Süleyman İrvan
Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi
Özet: Bu makale iletişim fakültelerindeki iletişim etiği derslerini incelemektedir. Bu
amaçla önce medya etiği derslerinin tanımı ve içeriği üzerinde durulmakta ve
ardından daha önce yapılmış araştırmalardan örnekler vererek etik derslerinin
amaçları irdelenmektedir. Makale, bu bağlamda, iletişim fakülteleri müfredatında
medya etiği dersinin en temel derslerden birisi olması gerektiği konusunda artık
yaygın bir anlayış olduğunu, fakat ders içeriğinde nelerin bulunması ve bu dersin nasıl
işlenmesi gerektiği konusunda fikir birliği olmadığını belirtmekte; medya etiği
dersinin temel amaçlarının neler olması gerektiği konusunda eğitimcilerle ve
öğrencilerin aynı görüşleri paylaşmadığını vurgulamaktadır.
Anahtar kelimeler: Medya etiği dersleri, etik ders içerikleri, etik, medya etiği
Academic approaches to ethics problems in Journalism ethics courses
Abstract: This article studies the communication ethics courses at the communication
faculties. It examines the description and content of the media ethics courses. Then, it
scrutinizes the objectives of ethics courses by examining the related literature about
the issue. It states that there is a widespread agreement about the necessity of ethics
courses at the communication; however, there is no agreement on the content of the
course. It also states that teachers and students do not agree on the objective of the
course.
Keywords: Communication ethics courses, ethics course content, ethics, media ethics
234
Süleyman İrvan
GİRİŞ
Bu bildiride, 1998 yılından günümüze kadar hem Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde hem de halen çalışmakta olduğum Doğu Akdeniz
Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde aralıksız olarak verdiğim iletişim etiği
dersleri çerçevesinde kendi deneyimlerimden hareketle akademinin neleri
yapıp neleri yapamadığını, etik değerlere bağlı gazeteci yetiştirmede başarılı
olup olunmadığını tartışmaya çalışacağım.
MEDYA ETİĞİ DERSLERİNİN TANIMI VE İÇERİĞİ
Bugün Türkiye’de 23, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde de 5 iletişim
fakültesi eğitim vermektedir. Bu fakültelerin gazetecilik bölümü
bulunanlarının tamamının ders programlarında çeşitli adlar altında gazetecilik
etiği dersleri bulunmaktadır. Fakültelerin web sayfalarından edindiğim bilgiler
doğrultusunda derslerin benzer biçimde tanımlandığını ve benzer ders
içeriklerine yer verildiğini söyleyebilirim. Örneğin, Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde verilmekte olan “iletişim etiği” dersinin içerik bilgileri şöyledir:
“İletişim etiği kavramı; gazetecilikte, halkla ilişkilerde ve reklamcılıkta etik
sorunlar ve çözüm önerileri; iletişim mesleklerinde özdenetim yöntemleri”
(http://www.ilet.gazi.edu.tr/akts.htm, 21 Ekim 2006). Yine aynı sayfada derste
ele alınacak konular da sıralanmıştır: “etik kavramı ve etik kuramları; iletişim
etiği kavramı ve gelişmesi; özdenetim yöntemleri; gazetecilikte etik sorunlar
ve etik kodları; gazetecilerin okuyucularına, haber kaynaklarına ve haberlerde
yer alan kişilere karşı etik sorumlulukları; piyasadan kaynaklanan etik
sorunlar; savaş ve çatışma dönemlerinde gazetecilik etiği; televizyon
haberciliğinde etik sorunlar; halkla ilişkilerde etik sorunlar; reklamcılıkta etik
sorunlar; sanal uzay ve etik; küresel gazetecilik etiği.” Okutulan dersin
öğrenme çıktısı olarak da “gazetecilikte etik karar verme süreçlerinin
uygulanmasını öğrenme ve etik bilinci kazanma” şeklinde belirlenmiştir.
İkinci örnek Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okutulan “medya
etiği” dersidir. Fakültenin web sayfasında verilen bilgide dersin amacı şöyle
belirtilmiştir: “Bu dersin amacı, medya ve etik alanındaki temel tartışmaların
günümüzdeki durumunu tarihsel, kavramsal ve kuramsal gelişimiyle birlikte
anlatmaktır. Etik ilkelerin, ahlak yargıları ve hukuk yasalarından farkının
ortaya konulmasıyla, ‘neden etik?’ sorusuna yanıt bulma denemelerine de
derste yer verilecektir. Özellikle, günümüzde önem kazanan ve her türlü
platformda tartışılmaya başlanan etik konusu, medyanın içinde yer aldığı
Gazetecilik etiği dersi
235
siyasal sistemlerin dayattığı kurallar çerçevesinde irdelenecektir. Bu
yapılırken, kavram kargaşasının yaşandığı ülkemizde, gelecekte doğrudan
doğruya insanla ilgili meslek dallarında çalışacak olan öğrencilerin ‘etik
yaşam’ ve ‘etik problem’ konusunda bilgi ve fikir sahibi olmaları bu dersin
temel amacını oluşturmaktadır.” Derste ele alınan konu başlıkları arasında,
ahlak ve etik kavramları arasındaki farklar; hukuk ve etik kavramları
arasındaki farklar; kamunun bilme hakkı; tarafsızlık ve nesnellik;
tabloidleşme; özel yaşam; medyada problematik alanlar; denetim ve
özdenetim; reklam ve halkla ilişkilerde etik gibi başlıklar yer almaktadır.
(www.ilef.ankara.edu.tr, 21.10.2006).
Üçüncü örneği İstanbul’daki bir vakıf üniversitesinden vereceğim.
Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesinde okutulan “iletişim etiği” dersinin
web sayfasındaki açıklaması şöyledir: “Bu ders, medya ve iletişim
öğrencilerine, toplumsal yaşamdaki iletişimciler olarak ortak ve genel bir etik
geliştirmeleri olanağı sağlar. Bu ders, iletişim ve medyada uygulanan etik
dersidir ve gazetecilik, halkla ilişkiler, reklamcılık ve yayını içine alan tüm
kitle iletişimini kapsar” (www.yeditepe.edu.tr, 21.10.2006). Sayfada, derste
ele alınan konular hakkında bir bilgi yer almamaktadır.
Dördüncü örnek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Lefke Avrupa
Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nden. Bu fakültedeki gazetecilik
bölümünde okutulan “medya etiği dersi fakültenin web sayfasında şöyle
tanımlanmaktadır: “Etik kavramının doğuşu ve tarihsel perspektifi içinde,
kitle iletişim araçlarının ahlaksal ve etik sorunları, özellikle Türkiye ve KKTC
örneği ele alınarak işlenmektedir” (www.lau.edu.tr, 21.10.2006).
Son örneği de kendi fakültemden, Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nden vereceğim. Bu fakültede okutulan “gazetecilik etiği” başlıklı
dersin tanımı şöyledir: “Bu ders, doğrudan doğruya gazetecilik pratiğiyle
ilişkili etik sorunları irdelemeyi amaçlamaktadır. Derste, gazetecilerin günlük
haber yapma süreçlerinde ortaya çıkan gerçek yaşam sorunlarına
odaklanılmaktadır. Temel konu başlıkları şunlardır: ifade ve basın özgürlüğü;
temel etik yaklaşımlar; gazetecilikte doğruluk ve nesnellik; kişilik hakları ve
özel yaşam; haber kaynaklarıyla ilişkiler; çıkar çatışmaları; etik açıdan
sorunlu habercilik yöntemleri; trajedileri haber yapma; çocukları haber
yapma; kadınları haber yapma; dünyada gazetecilik meslek ilkeleri; hesap
verme sistemleri olarak basın konseyleri ve okur temsilciliği”
(http://fcms.emu.edu.tr/tr/Gazetecilik.htm, 21.10.2006).
236
Süleyman İrvan
Beş farklı fakültede okutulan “iletişim etiği” derslerinin hem
tanımlanması hem de işlenen konular bağlamında büyük benzerlikler taşıdığı
görülmektedir. En ortak nokta, medyada yaşanan etik sorunlara
odaklanılmasıdır.
MEDYA ETİĞİ DERSLERİNİN AMAÇLARI
Peki hemen hemen her iletişim fakültesinde verilen medya etiği
derslerinin amacı nedir? Hem Türkiye’deki hem de dünyadaki örneklerden
hareketle medya etiği derslerinin üç temel amacı gerçekleştirmeye çalıştığını
söyleyebiliriz. Birinci amaç, öğrencilerde etik duyarlılık yaratmak ve etik
sorunları tanımalarını sağlamaktır (Black, 2004: 6). Dersi alan öğrenciler etik
sorun alanlarını tanımlayabilmeli; yasal olan ve etik olan arasındaki farkı
görebilmeli, yasal olanın mutlaka etik de olmayabileceğini anlayabilmelidir.
Medya etiği derslerinin ikinci amacı, öğrencilerin etik kararlar verebilme
becerilerini geliştirmektir. Öğrenciler, derslerde, medyada yaşanan etik
sorunları tartışarak etik açıdan doğru kararın ne olması gerektiği konusunda
fikir yürütebilmelidirler. Bu bağlamda özellikle örnek olay çözümleme
yöntemleri bu amacı gerçekleştirmede yardımcı olmaktadır. Medya etiği
derslerinde örnek olay çözümlemeleri etkili bir öğretme yöntemi olarak
tanımlanmaktadır (Borden, 1998; Brislin, 1997; Christians, Rotzoll, ve
Fackler, 1983; Day, 2000; Patterson ve Wilkins, 2002; Whitehouse ve
McPherson, 2002). Bu tür bir yaklaşımda öğrenciler medyada yaşanan gerçek
etik sorunlarla yüz yüze gelmekte ve tartışılan örnek olayların nasıl
çözümlenmesi gerektiğini tartışmaktadırlar (Meyers, 1990: 26). Böylece,
geleceğin gazetecilerinin benzer sorunlarla karşılaştıklarında etik açıdan daha
doğru kararlar verebilecekleri öngörülmektedir.
Medya etiği dersinin üçüncü temel amacı, öğrencileri profesyonel mesleğe
hazırlamaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için öğrencilere sadece yapılmış
haberleri irdelemek yerine etik ilkelere uygun haberler yazdırmak gerekir.
İletişim fakültelerinin öğrenci gazeteleri bu amaç için uygun bir araçtır.
Gazetecilik etiği dersi
237
ÖRNEK OLAY ÇÖZÜMLEME YÖNTEMİ
Medya etiği derslerinde Bivins'ten (1993) uyarlayarak kullandığım örnek
olay çözümleme yöntemi beş aşamadan oluşmaktadır (İrvan, 2001)
1. Durum tanımı: Bir haber etik açıdan irdelenirken ilk olarak durum
tanımı yapılması gerekir. Burada, "haberdeki etik sorun nedir" sorusu bize yol
gösterecektir. Öğrencilerin bu noktada etik sorunları diğer sorunlardan ayırt
edebilmeleri gerekmektedir. Bunun için, örnek olay çözümlemelerine
başlamadan önce, temel etik sorun alanları konusunda öğrencilerin
bilgilendirilmeleri gerekmektedir.
2. Etik yol: Herhangi bir etik kurama (buna felsefi yaklaşımlar da
diyebiliriz) dayandırılmadan yapılan tartışmalar, öğrencilerin dersi almadan
önceki düşüncelerini pekiştirmekten öteye gitmemektedir. Her öğrenci, şöyle
ya da böyle kendi kararını haklılaştıracak bir gerekçe öne sürebilmektedir. Bu
nedenle, etik yollar olarak nitelediğim bazı felsefi yaklaşımları öğrencilerin
bilmeleri gerekmektedir. Çeşitli etik kuramlar arasında, özellikle Immanuel
Kant'ın "görevci etiği"ni, John Stuart Mill'in "yararcı etiği"ni ve Aristo’nun
önerdiği “orta yol”u işlevsel bulduğumu belirtmek isterim.
Kant, bir davranışın etik açıdan doğruluğunu ya da yanlışlığını önceden
belirlenmiş kurallara ve ilkelere göre değerlendirmemiz gerektiğini
söylemektedir. Evrenselleştirilebilir kurallara göre eylemde bulunduğumuz
takdirde davranışımız etik açıdan her koşulda doğru olacaktır. "Yalnızca, aynı
zamanda evrensel bir yasa olmasını da isteyebileceğin bir düstura göre
davran" şeklinde ifade edilen koşulsuz buyruk, Kant'ın görevci etik teorisinin
özünü oluşturmaktadır (Billington, 1997: 176). Ancak şunu hemen belirtmek
gerekir ki, Kantçı etik anlayış, farklı sorunlarda karar verirken zaman zaman
çatışmalara yol açabilmektedir. Örneğin, kaynağı açıklamayacağı sözünü
veren bir muhabir, "verdiğin sözleri tut" ilkesine uygun davranırken, "her
koşulda haber kaynağını açıkla" ilkesine aykırı hareket edecektir.
Mill'in yararcı etik anlayışına göre ise bir eylemin doğruluk ya da
yanlışlığını önceden belirleyemeyiz. Bunu belirleyebilmemiz için sonuçlara
bakmamız gerekir. Eğer sonuçlar "en çok kişi için en büyük mutluluk"u
sağlıyorsa eylem etik açıdan doğrudur (Christians, Rotzoll ve Fackler, 1983:
12-14; Merrill, 1997: 66; Billington, 1997: 198-199). Ancak, Mill'in
mutluluktan kastettiği, bireysel değil toplumsal mutluluktur ve kesinlikle
amaca ulaşmak için her yolu mübah sayan Makyavelist anlayışla
karıştırılmaması gerekir.
238
Süleyman İrvan
Aristo’nun etik anlayışı bize görevci ve yararcı etik anlayışlarını
birleştirebilme fırsatı sunmaktadır ve diğer ikisine göre, daha gerçekçidir.
Aristo, erdemli davranışın iki aşırı uç arasındaki en uygun nokta olduğunu
söylemektedir (Christians, Rotzoll ve Fackler, 1983: 9). Bu etik anlayıştan
hareketle, herhangi bir sorunda doğru etik kararı verirken hem ilkeleri hem de
sonuçları göz önüne almamız gerektiğini söyleyebiliriz.
3. Etik ilkelerin belirlenmesi: Öğrencinin tercih edeceği etik yol, etik
sorunu çözümlerken yardımcı olacak etik ilkelerin belirlenmesinde yol
gösterecektir. Etik ilkeler konusunda öğrencilerin sayısız alternatifi vardır.
Türkiye bağlamında, Basın Konseyi tarafından hazırlanan "Basın Meslek
İlkeleri" ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından hazırlanan "Türkiye
Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi" yararlanılabilecek temel belgeler
arasındadır. Ayrıca, çeşitli ülkelerin basın meslek örgütleri tarafından
hazırlanmış etik ilkeler de yararlanılabilecek materyaller arasında sayılabilir.
Örnek olay çözümlemelerini etik ilkelere dayandırarak gerçekleştirme,
öğrencilerin bu ilkeleri içselleştirmelerini de kolaylaştırmaktadır.
4. Örnek olayın seçilen etik yol ve ilkeler bağlamında irdelenmesi: Bu
aşamada öğrencilerin, örnek olayı ilkeler bağlamında değerlendirmeleri,
verilmiş karardan ya da eylemden kimlerin zarar gördüğünü, bu kararın etik
açıdan niçin yanlış ya da doğru olduğunu tüm ayrıntısıyla irdeleyebilmeleri
beklenir.
5. Doğru davranışın belirlenmesi: Öğrencinin son aşamada "ben
olsaydım ne yapardım" sorusuna yanıt oluşturacak bir gerekçe hazırlaması ve
verdiği kararı savunması gerekmektedir. Bu evrede öğrencinin bir editör
olarak değil de bir muhabir olarak konumlandırılmasının daha gerçekçi
olacağı söylenebilir (Whitehouse ve McPherson, 2002: 233).
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
İletişim fakülteleri müfredatında medya etiği dersinin en temel derslerden
birisi olması gerektiği konusunda artık yaygın bir anlayış oluşmuştur. Ancak
bu ortak anlayış, medya etiği dersi içeriğinde nelerin bulunması ve bu dersin
nasıl işlenmesi gerektiği sorusuyla aynı şey değildir. Kuşkusuz bu derste
yaygın ve yerel medyadaki haberlerde sıklıkla karşılaşılan etik sorunlara
dikkat çekilecektir. Ama aynı zamanda öğrencilere, karşılaşılan sorunların
nasıl çözümlenmesi gerektiği konusunda bir anlayış da kazandırmak
zorundayız. Bir medya etiği dersinin amacına ulaşabilmesi ve öğrencilerin
239
Gazetecilik etiği dersi
tutumlarında uzun dönemli etkiye sahip olabilmesi, öğrencileri etik sorunlara
karşı duyarlı hale getirebildiği ölçüde mümkündür (Meyers, 1990: 25).
Ne var ki, medya etiği dersinin temel amaçlarının neler olması gerektiği
konusunda eğitimciler ve öğrenciler aynı görüşleri paylaşmamaktadırlar.
Lambeth, Christians ve Cole (1994) ile Braun (1999) tarafından yapılan
araştırmalarda eğitimcilerle öğrencilerin dersten beklentilerinin çakışmadığı
görülmektedir.
Çizelge 1: Medya etiği dersinin amaçlarına ilişkin eğitimcilerin görüşleri
Çok
önemli
%
Önemli
Önemsiz
%
Biraz
önemli
%
Etik akıl yürütme becerilerini
geliştirmek
75.0
22.6
2.4
-
Medyada yaşanan etik
sorunları irdelemek
50.6
40.2
6.7
1.2
Öğrencileri profesyonel
mesleğe hazırlamak
41.5
47.6
9.1
1.2
38.4
45.1
13.4
2.4
32.3
46.3
18.9
1.8
18.3
50.0
25.0
6.7
Medya performansını
sistemli biçimde
değerlendirmek
Irk, cinsiyet, toplumsal adalet
konularını incelemek
Klasik etik kuramlarını ele
almak ve tartışmak
%
Kaynak: Lambeth, Christians ve Cole (1994).
Öğrenciler açısından en önemli amaç olarak profesyonel mesleğe
hazırlanma arzusu ön plana çıkarken; eğitimcilerin ilk sırada öğrencilerin etik
akıl yürütme becerilerini geliştirmeye önem verdiklerini görüyoruz.
240
Süleyman İrvan
Çizelge 2: Medya etiği dersinin amaçlarına ilişkin öğrencilerin görüşleri
Çok
önemli
%
Önemli
%
Biraz
önemli
%
Önemsiz
%
Etik akıl yürütme becerilerini
geliştirmek
26.0
48.1
22.1
3.9
Medyada yaşanan etik
sorunları irdelemek
24.3
50.5
24.3
9.7
Öğrencileri profesyonel
mesleğe hazırlamak
40.8
39.8
16.5
2.9
Medya Performansını sistemli
biçimde değerlendirmek
16.5
63.1
18.4
1.9
Irk, cinsiyet, toplumsal adalet
konularını incelemek
22.1
49.0
24.0
4.8
Klasik etik kuramlarını ele
almak ve tartışmak
7.7
41.3
45.2
5.8
Kaynak: Braun (1999).
Medya etiği dersinin, geleceğin gazetecilerinin yetiştirilmesi sürecinde
yararlı olabilmesi için şu temel noktalar üzerinde durması gerekir (Lee ve
Padgett, 2000: 33):
1. Gazetecilerin verdikleri gündelik haber kararları önemli oranda etik
boyutlara sahip kararlardır.
2. Öğrenciler, inceledikleri haberlerdeki etik ikilemleri kolaylıkla
farkedebilmelidirler.
3. Öğrenciler, karşılaştıkları etik sorunları çözüme kavuşturabilmelidirler.
Erhan Eroğlu ve Nejdet Atabek (2004), Anadolu Üniversitesi İletişim
Bilimleri Fakültesi öğrencileri üzerine yaptıkları bir anket çalışmasında,
öğrencilerin “iletişim etiği” dersine ilişkin görüşlerini incelemişlerdir. Bu
çalışmanın bulgularına göre, ankete katılan öğrencilerin yüzde 51’i iletişim
etiği dersinde mesleki sorumluluk bilincinin öğretildiğini; yüzde 65’i haber
yazımında doğruluk ve dürüstlüğün öneminin vurgulandığını; yüzde 70’i
haber kaynaklarına karşı duyarlı ve özenli olmanın öğretildiğini; yüzde 57’si
iletişim etiği dersinin medyayı daha eleştirel bir gözle izlemeye katkı yaptığını
belirtmişlerdir. Yine aynı çalışmada, bu dersi alanların medya çalışanlarına
karşı, Ertuğrul Özkök’ün (2001) Hürriyet gazetesine yazdığı bir yazıda dile
Gazetecilik etiği dersi
241
getirdiği “bu okullardan piyasa gerçeğine düşman öğrenciler mezun olur”
şeklindeki eleştirisini haklı çıkaracak denli olumsuz değer yargıları
geliştirdikleri de vurgulanmaktadır. Örneğin, ankete katılan öğrencilerin
sadece yüzde 7’si gazetecilerin meslek etiği ilkelerine bağlı hareket ettiğini;
sadece yüzde 12’si gazetecilerin mesleki sorumluluk bilincine sahip
olduklarını; sadece yüzde 13’ü gazetecilerin toplumun beklentilerine karşı
sorumlu hareket ettiklerini; ve sadece yüzde 10’u gazetecilerin haberlerinde
doğruluk ve dürüstlük ilkelerine uygun davrandıklarını düşünmektedirler.
Ancak, hemen belirtmeliyim ki, bizatihi gazetecilerin kendileri de etik
ilkelere uygun habercilik yapılmadığı görüşünü yaygın bir şekilde
paylaşmaktadırlar. Örneğin Kuzey Kıbrıs’taki 144 gazeteciye uyguladığım bir
ankette, gazetecilerin sadece yüzde 38’i doğru ve nesnel haber aktarıldığını;
sadece yüzde 42’si haber ve yorum ayrımı yapıldığını; sadece yüzde 37’si
haberlerdeki yanlış bilgi ve hatalar için düzeltme yapıldığını; sadece yüzde
28’i temelsiz suçlamaların yayımlanmadığını; sadece yüzde 35’i suçu
kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesine uyulduğunu; sadece yüzde 29’u
doğrulatılmamış haberlerin yayımlanmadığını; sadece yüzde 25’i haber
kaynaklarına mesafeli yaklaşıldığını; sadece yüzde 38’i toplumlararası
düşmanlıkları körükleyici yayınlardan kaçınıldığını düşünmektedirler (İrvan,
2006: 9).
Yine, 2002 yılında Ankara’da hem gazeteciler hem de iletişim
öğrencilerine uyguladığımız bir ankette benzer bulgular edinmiştik. Ankete
Ankara İletişim ve Gazi İletişim fakültelerinden 153 öğrenci ile Ankara’da
görev yapan 96 gazeteci katılmıştı.
242
Süleyman İrvan
Öğrenci
Gazeteci
Çizelge 3. Kişisel düşüncenize göre, Türkiye'de medya ve gazeteciler
aşağıdaki meslek ilkelerine ne kadar uygun davranmaktadır?
Medyada doğru ve nesnel enformasyon aktarılmaktadır
1.95
2.32
Haber başlıkları metinleri yansıtmaktadır
Haber ve yorum ayrımı yapılmaktadır
Yanlış bilgi ve hatalar düzeltilmektedir
Temelsiz suçlamalar yayımlanmamaktadır
Haberde eleştirilen kişilere cevap hakkı verilmektedir
Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur ilkesine
uyulmaktadır
2.77
2.13
2.36
1.86
2.49
2.75
2.37
2.01
2.06
2.32
1.73
1.92
1.63
1.70
2.37
1.78
Haberlerde ayrımcı ve cinsiyetçi dil kullanılmamaktadır
Kişilerin özel yaşam haklarına saygı gösterilmektedir
Gazeteciler kimlik gizleme, gizli kamera gibi tartışmalı
habercilik yöntemlerinden uzak durmaktadırlar
1.74
1.87
Gazeteciler, yayımlanmaması kaydıyla verilen bilgileri
yayımlamamaya özen göstermektedirler
2.44
2.42
Gazeteciler, gizli haber kaynaklarını açıklamama
konusunda duyarlı davranmaktadırlar
2.94
3.22
Doğrulatılmamış haberler yayımlanmamaktadır
2.36
1.98
2.33
2.10
Cinayet, tecavüz gibi olaylarda mağdurların kimliklerinin
gizlenmesine özen gösterilmektedir
2.05
2.05
Gazeteciler, ellerindeki bilgileri kişisel ya da kurumsal
çıkarlar için kullanmamaktadırlar
1.79
2.10
Patrondan veya kurum dışından gelen baskıların
haberleri etkilemesine izin verilmemektedir
1.71
1.75
Gazeteciler, haber kaynaklarıyla aralarında eleştirel bir
mesafe koymaya özen göstermektedirler
2.16
2.25
Gazeteciler, haber kaynaklarından para, hediye vb. kabul
etmemektedirler
Not: Ağırlıklı ortalama puanlar alınırken, kesinlikle katılıyorum (5); katılıyorum (4); fikrim
yok (3), katılmıyorum (2); kesinlikle katılmıyorum (1) olarak değerlendirilmiştir.
243
Gazetecilik etiği dersi
Bu çizelgedeki veriler, öncelikle öğrencilerin gazetecilere oranla birçok
konuda kısmen daha olumsuz görüşlere sahip olduklarını göstermekle birlikte,
mesleği bizzat icra eden gazetecilerin de kendi mesleklerine yönelik eleştirel
bir tutum geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Hatta bazı konularda öğrencilerden
bile daha fazla olumsuz değer yargılarına sahip oldukları görülmektedir.
Örneğin, gazeteciler, yanlış bilgi ve hataların düzeltilmediğini, haberde
eleştirilen kişilere cevap hakkı verilmediğini, suçu kanıtlanana kadar herkes
masumdur ilkesine uyulmadığını, gizli haber kaynaklarını açıklamama
konusunda duyarlı davranılmadığını, haber kaynaklarından hediye kabul
edildiğini düşünmektedirler.
Son olarak, medya etiği derslerinin daha yararlı olabilmesi için birkaç
öneri yapmak istiyorum. Birincisi, derslerde çok sayıda etik sorun alanı yerine
en sorunlu görülen alanlar üzerine yoğunlaşılmalıdır. Bu noktada, özellikle
basın konseyi ve basın şikayetleri komisyonu gibi özdenetim kurumlarına
yapılan şikayet başvuruları dikkate alınabilir. Örneğin, dünyada en iyi işleyen
özdenetim kurumu olarak nitelenebilecek İngiliz Basın Şikayetleri
Komisyonu’na (PCC) 2005 yılında toplam 3654 şikayet ulaşmıştır.
(http://www.pcc.org.uk/assets/111/PCC_Annual_Review2005.pdf)
Aşağıdaki listede de görüleceği gibi, şikayetlerin büyük bir çoğunluğu
haberlerde doğrulukla ilgilidir. Her ne kadar, “gazetecilik doğruyu söyleme
mesleğidir” (Tılıç, 2003: 436) diye tanımlansa da, gerçek yaşamda
gazetecilerin bu en önemli meslek ilkesine çok uygun hareket etmedikleri
söylenebilir.
1. Doğruluk
2. Özel yaşama müdahale
3. Kederli ve şoka girmiş insanları rahatsız etme
4. Çocuklara ilişkin haberler
5. Haber kaynaklarını ve kişileri taciz etme
6. Ayrımcılık
7. Cevap hakkı tanıma
8. Zanlılara ilişkin haberler
9. Gizli dinleme ve kaydetme
10. Suçlulara bilgi için para ödeme
11. Finans gazeteciliğinde etik sorunlar
12. Gizli haber kaynakları
%67.4
%12.5
% 5.2
% 3.4
% 2.9
% 2.7
% 2.3
% 1.3
% 0.9
% 0.5
% 0.4
% 0.4
244
Süleyman İrvan
13. Cinsel suçlara bulaşmış çocuklar
14. Cinsel saldırı kurbanları
15. Hastaneler
16. Tanıklara para ödeme
% 0.1
-
Türkiye’deki Basın Konseyine ise 2004 yılında 90, 2005 yılında 73
başvuru yapılmıştır. Bu başvurulara bakıldığında, şikayet konuları şöyle
sıralanmaktadır:
1. Eleştiri sınırlarını aşan iftira (madde 4)
2. Haberlerin doğru olmayışı (madde 6)
3. Cevap hakkı vermeme (madde 16)
4. Gazeteci saygınlığına gölge düşüren yöntem (madde 12)
5. Şiddeti özendirme (madde 13)
6. Aşağılama, küçük düşürme
(madde 1)
7. Zanlıları suçlu ilan etme (madde 9)
8. Suç sayılan eylemleri kişilere atfetme (madde 10)
9. Özel yaşama müdahale (madde 5)
10. Genel ahlak anlayışını incitme (madde 2)
11. Gazeteciliği özel çıkarlara alet etme (madde 3)
12. Saklı kalması kaydıyla verilen bilgiyi kullanma (m. 7)
13. İlan ve reklamı ayırmama (madde 14)
14. Kaynak belirtmeme (madde 8)
%35
%32
%8
%7
%5
%3
%3
%3
%2
%1
%1
% 0 (1)
% 0 (1)
% 0 (1)
Basın Konseyine yapılan şikayetlerin oranına bakıldığında, en çok, etik
kodun 4. maddesinin ihlaline yönelik başvuru yapıldığını görüyoruz. Bu
madde şöyledir: “Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük
düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.” Bunu,
6. maddenin ihlali izlemektedir. Bu maddeye göre, “soruşturulması
gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya
doğruluğundan emin olunmaksızın yayınlanamaz.”
Bazı gazetelerde son yıllarda istihdam edilen okur temsilcilerinin kendi
sayfalarında yer verdikleri eleştiriler de büyük oranda haberlerde doğruluk
sorunu üzerine yoğunlaşmaktadır. Nejdet Atabek, Milliyet ve Hürriyet
gazetelerinde 2001-2003 yılları arasında okur temsilcilerinin değerlendirmeye
aldığı okur eleştirilerini incelediği çalışmasında, en çok eleştirinin
Gazetecilik etiği dersi
245
haberlerdeki yanlışlıklara ilişkin olduğunu, bunu haberlerdeki etik sorunların
izlediğini söylemektedir (Atabek, 2005: 117). Günümüzde okur temsilcisi
bulunan gazete sayısı giderek artmaktadır. Halen Milliyet, Sabah, Hürriyet,
Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde okur temsilcisi bulunmaktadır.
İkinci önerim, derslere gazeteci konukların davet edilmesidir. Böylece
gazeteciler hangi koşullar altında bu haberleri yaptıklarını anlatabilirler ve
öğrenciler sadece varsayımsal tahminler yapmaktan kurtulmuş olurlar.
Üçüncü önerim, etik konuların sadece medya etiği dersi ile
sınırlandırılmaması ve diğer mesleki derslerde de bu konulara yer
verilmesidir. Böylece, öğrenciler örneğin haber toplama ve yazma dersinde
etik ilkelere aykırı davranmanın bir bedeli olacağını deneyerek öğrenebilirler.
Son olarak, etik ilkelere bağlı gazeteciliğin iyi gazetecilik önünde engel
değil, tam aksine iyi gazeteciliğin güvencesi olduğu vurgulanmalı, etik
ilkelerin sadece yapılmaması gerekenlerden ibaret olmadığının altı
çizilmelidir.
KAYNAKÇA
Atabek, Nejdet (2005). “Readers’ representative in Turkish press: A research on
Hurriyet and Milliyet newspapers,” 3rd International Symposium:
Communication in the Millenium, Chapel Hill, US, 11-13 May.
Billington, Ray (1997). Felsefeyi Yaşamak. Çev., Abdullah Yılmaz. Istanbul:
Ayrıntı.
Bivins, Thomas H. (1993). "A worksheet for ethics instruction and exercises in
reason,"
Journalism Educator, Summer.
Black, Jay (2004). “Tecahing and studying journalism ethics,” Quill, cilt 92, sayı 6,
Ağustos.
Borden, Sandra L. (1998). “Avoiding the pitfalls of case studies,” Journal of Mass
Media Ethics, cilt 13, sayı 1, s. 5-13.
Braun, Mark J. (1999). “Media Ethics Education: A Comparison of Student
Responses,” Journal of Mass Media Ethics, cilt 14, sayı 3.
Brislin, Tom (1997). “Case studies by numbers: Journalism ethics learning,” Journal
of Mass Media Ethics, cilt 12, sayı 4, s. 221-226.
Christians, Clifford, Kim B. Rotzoll ve Mark Fackler, (1983). Media Ethics: Cases
and Moral Reasoning. New York: Longman.
Day, Louis A. (2000). Ethics in Media Communications: Cases and
Controversies. 3. bs. Belmont, CA: Wadsworth.
246
Süleyman İrvan
Eroğlu, Erhan ve Nejdet Atabek (2004). “İletişim Fakültesi öğrencilerinin “etik
eğitimi”ne ve “iletişim etiği”ne ilişkin görüşlerinin değerlendirilmesi,” Ethics in
Communication: Culture, Community and Identity. International Conference
in Communication and Media Studies, 5-7 Mayıs 2004, Gazimağusa, KKTC.
İrvan, Süleyman (2001). “Medya etiği dersinin gazetecilerin eğitimindeki rolü,”
Uluslararası İletişim Sempozyumu: Medyanın Manipülasyon Gücü.
Eskişehir, 11-13 Nisan.
İrvan, Süleyman (2006). “Kıbrıslı Türk gazetecilerin mesleki ve etik değerleri,”
Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar. http://globalmedia-tr.emu.edu.tr.
Lambeth, E., C. Christians ve K. Cole (1994). “Role of media ethics course in the
education of journalists,” Journalism Educator, cilt 49, sayı 3, s. 20-26.
Lee, Byung ve George Padgett (2000). “Evaluating the Effectiveness of a Mass Media
Ethics Course,” Journalism and Mass Communication Educator, Summer.
Merrill, John C. (1997). Journalism Ethics: Philosophical Foundations for News
Media. New York: St. Martin's Press.
Meyers, Christopher (1990). "Bluprint of skills, concepts for media ethics course,"
Journalism Educator, Autumn.
Özkök, Ertuğrul (2001). “Bir kokteylin perde arkası,” Hürriyet, 24 Mayıs.
Patterson Philip ve L. Wilkins (2002). Media Ethics: Issues and Cases. 4. bs. New
York: McGraw-Hill.
Tılıç, L. Doğan (2003). “Sonuç yerine: 21. yüzyılda gazetecilik, yeni koşullar ve
tehditler,” Türkiye’de Gazetecilik: Eleştirel Bir Yaklaşım, der. L. Doğan
Tılıç. Ankara: ÇGD Yayınları.
Whitehouse, Virginia ve James B. McPherson (2002). “Media ethics textbook case
studies need new actors and new issues,” Journal of Mass Media Ethics, cilt
17, sayı 3, s. 226-234.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 247-248
Forum
Forum hakkında
İrfan Erdoğan
Rara temporum felicitas, ubi quae velis
sentire et quae sentias dicere licet.1
Tacitus
“Forum: Medya ve Etik” bölümünde, sunumlar sonunda yapılan
açıklamalar, sorular ve tartışmalara yer verildi. Bu amaçla, önce açılış
konuşmaları sunuldu. Açılış konuşmaları alışılagelmiş sunumlardan çok farklı
olarak, medya ve etik konusunu ele alıp oldukça aydınlatıcı ve sempozyumun
daha en başında dinleyicilerin ilgisini çekici irdemelerle geldiler. Bu
bağlamda iki konuşmacının, Gazi Üniversitesi Rektör yardımcısı Prof. Dr.
Tuba Ongun ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Arsın
Aydınuraz’ın açılış sunumları Forumun ilk bölümünde verildi.
Açılış konuşmalarından sonra oturum başkanlarının açıklamalarına yer
verildi; çünkü oturum başkanları hem oturumun açılışında hem de
konuşmaların bitiminde bazı önemli konuları ve sorunları dile getirdiler. Bu
bağlamda, Korkmaz Alemdar, Hıfzı Topuz, Refik Erduran ve İrfan Erdoğan
önemli katkılarda bulundular.
Sempozyumun önde gelen amaçlarından biri de, sadece soru ve yanıt
değil, soru ve yanıtları da içeren bir tartışma ortamının yaratılmasıydı. Bu
nedenle sempozyumun öğleden sonraki bölümleri herkesin katıldığı bir tür
1
Arzu ettiğini düşünebildiğin ve düşündüğünü söylediğin şanslı zamanlar enderdir.
248
Forum Hakkında
genel panel tartışması yapılması için ayrıldı. Sempozyumun bu aşaması
oldukça heyecanlı ve ilginç geçti. Sempozyumun oturumlar kadar heyecanlı
ve faydalı parçasını oluşturan bu sorular, yanıtlar ve tartışmalar hem
konuşmacıların hem de dinleyicilerin katkılarıyla okuyucunun üzerinde
düşünmesi gereken konuları ve sorunları ele aldılar. Forumun bu bolumu
oldukça önemli sorular, yanıtlar ve tartışmalardan oluşan bu aşamaya ayrıldı.
Forumun bu bölümünde, Ege üniversitesinden, Akdeniz Üniversitesinden,
Hacettepe Üniversitesinden, Orta Doğu, Teknik Üniversitesinden, Gazi
Üniversitesinden, Selçuk Üniversitesinden ve Ankara Üniversitesinden
değerli öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, doktora, master ve lisans
öğrencileri, Sivil Toplum Örgütleri ve Gazetecilik mesleği üyeleri önemli
sorular sordular ve tartışma sundular.
Derginin bu bölümünde sorular, konuşmalar, yanıtlar ve tartışmalarda
söylenen her kelime kullanılmadı. Teşekkürlere, giriş cümlelerine, yarıda
kalmış cümlelere ve anlamsız sözlere yer verilmedi. Gereksiz olan bazı örnek
ve açıklamalar atlandı. Örneğin “ben bu konuya, etik konusu, şey yani etik
konusunda” gibi karşılaşılan durumlarda, “etik konusunda” diye yazarak
cümlelerde düzeltmeler ve kısaltmalar yapıldı.
Dergimizin Forum bölümü sadece bir sunumla bitecek bir biçimde
düşünülmedi. Aksine, bu bölüme Medya ve Etik konusunda veya önemli
bulduğunuz herhangi bir konuda yazı gönderebilirsiniz. Bir akademik/bilimsel
tartışmayı sürdürebilir ve/veya yeni bir tartışma açabilirsiniz. Böylece hem
bazı önemli konular gündemde kalırken, gündeme taşınması gereken bazı
diğerleri gündeme gelebilsin.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 249-249
Açılış
konuşması
Tuba Ongun (Gazi Üniversitesi Rektör yardımcısı)
Bugün burada dünya gündemi açısından büyük önem taşıyan bir
konunun tartışılacağı bir sempozyumda bir araya gelmiş bulunuyoruz:
medya ve yayın etiği. Tarihin hiçbir döneminde medya günümüzdeki
önemine, gücüne sahip olamamıştı. Bugün medya kamuoyunun
oluşturulmasında, biçimlendirilmesinde ve yönlendirilmesinde hiçbir
dönemde olmadığı kadar ciddi bir rol oynayabilmektedir. Uluslararası
medya dediğimizde, çağrıştırdığı temel bir nokta şu: Uluslararası
medya bir zamanlar çok uluslu şirketlerin, dev ekonomik güçlerin
kontrolünde olan bir sektör. Bu uluslar arası tekeller küreselleşmenin de
jeopolitiğini belirleyen ve aynı zamanda küreselleşmenin pilotajını ve
işleyişini çizen, bunları gerçekleştiren dev kuruluşlar. İşte uluslar arası
medya kuruluşları da bunların belli bir sektördeki uzantıları, parçaları.
Medyanın kamuoyunu yaratmada, biçimlendirmede, yönlendirmede ne
denli önemli bir rol oynadığını biz 1990’da ilk Körfez Savaşı`ndan bu
yana birçok kere yaşadık, gördük. Bunlar üzerinde çok şeyler söylendi.
Medyanın etik ilkeleri var. Etik aslında bir değerler felsefesi ve toplum
tarafından kabul edilen ahlakı kuralların doğruluğunu sorgulamak da
aslında etiğin bir görevi. Dolayısıyla, etik ilkeler ve kurallar da zaman
içinde değişen şeyler. Medyanın belli bir etiği var. Uluslararası
medyanın belki biraz daha da farklı etik ilkeler ve kurallara dayanması
gerekiyor. Bu etik ilkeler ve kurallar neden günümüzde istediğimiz
derecede geçerli olamıyor? Bunların geçerli kılınmasının insanlığa
sağlayacağı yararlar nelerdir? Ne gibi olumsuzluklar ortadan
kalkacaktır? Bunları geçerli kılabilmek için yapılacak şeyler nelerdir?
Hepimize, herkese düşen görevler nelerdir? Sanıyorum bugün ve yarın
devam edecek olan bu sempozyumda bütün bu konular enine boyuna
konuşulacak, tartışılacaktır.
250
Forum: Medya ve Etik
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 250-256
Açılış
konuşması
Arsın Aydınuraz (UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı)
UNESCO’nun kuruluş amacı, anayasasında da ifade edildiği gibi, ırk,
cins, dil ve din ayırımı gözetmeksizin dünya halklarına tanıdığı adalete,
hukuka, insan haklarına ve temel özgürlüklere evrensel saygıyı
sağlamak için eğitim, bilim, kültür ve iletişim alanlarında uluslararası
işbirliğini pekiştirerek barışın ve güvenliğin korunmasına katkıda
bulunmaktır. İki büyük savaş sonrasında bu amaç doğrultusunda,
mademki savaş insan beyninde filizleniyor, öyleyse savaşlara karşı
siperler de insan beyninde biçimlenmelidir fikri öne çıkmıştır.
Günümüzde iki büyük savaş gibi küresel bir savaş var mıdır? Hayır.
Ancak daha vahşi, daha öldürücü bir başka savaş hüküm sürmektedir.
Bu, günde 35 bin çocuğu sessizce öldüren bir savaştır: Fakirliğin
savaşı. Fakirliğin estirdiği savaş. İki büyük savaş sonrası, savaş ve
ardından soğuk savaşta başarılı olduğu söylenebilecek UNESCO bu
yeni savaşa karşı donanımlı mıdır? Hazır mıdır? Çözümler için öneriler
yapabilecek durumda mıdır? Buna birazdan başka bir doğrultudan
bakacağız ama, bence temel soru bu. UNESCO üye ülkelerin eşitliğine
dayanarak barışı tehdit eden unsurlara tam bir engelleme yapamasa da,
olası küresel meydan okumaların uygarca tartışıldığı, formüle edildiği
benzersiz bir ortamdır. Her düşüncenin, her görüşün özgürce
tartışıldığı, herkesi içleyen bir entelektüel ortam. Bu, Türk UNESCO’su
için de aynen geçerlidir.
Bu durumda dünya nasıl? Buna biraz bakmamız gerekiyor. Dünya
nüfusu ile başlayalım. Önümüzdeki 50 yılda dünya nüfusunun ikiye
katlanarak 9,3 milyara ulaşacağı, yirmi birinci yüzyılın sonunda
yaklaşık on milyarda kararlı hale geleceği, kırsal kesim kent
Forum: Açılış Konuşmaları
251
nüfuslarının küresel düzeyde, 2006’da, yani bu yıl birbirine
eşitleneceği, nüfus artışının düşük olduğu bölge ve ülkelerde kişi başına
milli gelir artarken, fakirliğin azalacağı; Afrika ve Güney Asya’daki
birçok ülkede fakirlik oranları düşerken, 2030 yılına kadar fakir
nüfusun sayısal olarak artma eğiliminin süreceği beklenmektedir. Daha
agresif biçimde süren fakirlikle savaşı tekrara hatırlayalım. Dünya
toplumu ve ulusal gelişim çizgilerini etkileyen ve ana hatlarıyla piyasa
güçleri tarafından sürdürülen küreselleşme süreçlerinin devam
edeceğini bekliyoruz. Bunun sonucu olarak ülkeler arasındaki karşılıklı
bağımlılık artacak.
Bazı ülkelerin politikaları diğer bazı ülkeler üzerinde etkili olacak.
Bunu şimdiden hissediyoruz. Hem de nasıl. Bunun sonucunda bu
süreçlerden yararlananlar ile süreçten olumsuz etkilenenler arasında bir
asimetri (dengesizlik) oluşacaktır. Asimetrinin giderilmesi ancak
küreselleşmenin insanileştirilmesiyle mümkün olabilecektir. Geleneksel
olarak ulusal hükümetlerin kontrolünde olan ulusal egemenlik anlayışı
zayıflayacaktır. Bunun sonucu olarak güç kullanımı devletten devletler
arası yapılanmalara kayacak ve bölgesel, alt-bölgesel dostluklar ve
ortaklıklar oluşacaktır. Aslında bu ortaklıkların bir ölçüde estiğini
hissetmiyor muyuz şimdiden? Bu durumda yeni ekonomik ve politik
güçler sorusu akla geliyor? Yeni ekonomik ve politik güçlerin ortaya
çıkacağı ve bunun sonucunda mevcut küresel politik ve ekonomik
yapılar ve bağlantıların etkileneceği beklenmektedir.
Çin’in 2050 yılında fakirliği kurutacağı, ortalama yaşam süresinin 80
yıla çıkacağı; Hindistan, Endonezya, Brezilya ve stratejik doğal
kaynaklara sahip kimi ülkelerin güçleneceği; Doğu, Batı, Kuzey,
Güney, gelişmiş, gelişmekte olan kategorik betimlemesinin anlamsız
hale geleceği; yeni bölgesel alt örgütlenmeler ve yeni ekonomik
blokların ortaya çıkacağı bu beklentiye örnek teşkil edebilir. Fakat hala
ısrarla kuzey, güney doğu, batı ayrıştırmasının peşinde koşanlar var.
Fakirliğe karşı savaşım öne çıkıyor tabiatıyla. Artan dünya nüfusu, yeni
görünümler fakirliğe karşı savaşı daha belirgin hale getiriyor.
Önümüzdeki yakın gelecekte, tüm bölgelerde fakirlikle savaşım, tabi bu
bağlamda insanoğlunun insanlık görevi, bu konuda bazı gelişmeler
252
Forum: Medya ve Etik
kaydedilecek, ancak istenilen düzeye erişilmediği anlaşılacaktır. Çin,
Hindistan, Brezilya gibi yeni güçlenen ülkelerde bile, özellikle kırsal
kesimde, fakirlik ve okuryazarlık problemiyle karşı karşıya kalan nüfus
sayı olarak yine de yüksek değerde kalacaktır. Dünya bankası verilerine
göre, 1993’de % 22 olan bu oran (1,2 milyon), 2001’de 1 milyon,
2015’de % 9’a iniyor (620 milyon). Ülkeiçi eşitsizlikler ve bölünmelere
karşı savaşımlarda kararlı gelişmeler gerekecek. Afrika’nın sürekli ve
özel ilgi gereksinimi sürecek. Hiç kuşku yok bunda.
Eğitimde de sıkıntılar var. Eğitimdeki sıkıntıların özellikle Sahara
Afrikası, Güney ve Doğu Asya ile Arap ülkelerinin bazı bölgelerinde
sürmesi beklenmektedir. 2005’de 128 ülkenin % 60’ı temel ve orta
öğretimde kız ve erkek eşitliği açısından başarısız, yani 1000 yıl
hedefleri tutmayacak. Örneğin Hindistan’da her yıl 22 milyon,
Bangladeş ve Pakistan’da her yıl 3,9 ve 3,4 milyon eğitime muhtaç yeni
nüfus genel nüfus sayısına eklenecektir. İşsizlik sorunları da aynı.
İşsizliğin düşük düzeyde olsa da azalacağı tahmin ediliyor. Ancak
zengin ülkelerde eşitsizlik artacak. Küresel düzeyde, özellikle Asya
ülkelerindeki gelişmeler nedeniyle ülkelerinde vasıfsız işçi ücretleri
tüm ülkelerde azalacak. Enformasyon, iletişim teknolojilerinin
yayılmasının da benzer bir etki yaratacağı beklenmektedir. Gelişmekte
olan ülkelerdeki yeni iş olanakları gelişmiş ülkelere göre öne çıkınca,
bu ülkelerde ekonomik milliyetçilik akımları başlayacak. Ülke içinde
kırsal kesimden kentlere göç artacak ve çok sayıda yarı otonom mega
kentler oluşacak. Kültürel çeşitlilik göçmenlerin ulusal ekonomilerdeki
rol ve önemini tartışma konusu haline getirecek. Çevresel baskılarla
göç olgusu gündemde yerini alıverecek.
Çevre sorunlarının küresel boyutu, örneğin küresel ısınma, özellikle
gelişmekte olan ülkelerde toprak, su, maden ve enerji kaynaklarıyla
ilgili yeni anlaşmazlıkların ortaya çıkışı başlıyor. Küresel ısınma
yüzünden kimi hastalıkların artışı, örneğin sıtma 2100 yılına kadar 50
milyondan 80 milyona çıkacak diyorlar. Bunlar projeksiyonlar tabi.
Küresel ısınma ve su, insanlığı birbirine bağlayan karmaşık
etkileşimler, insanoğlunun var oluşunun her tarafını etki yapan ve
sürdürülebilir kalkınma ve var oluşun temeli olan su. Bilimsel ve
Forum: Açılış Konuşmaları
253
teknolojik çözümler denkleminin sadece bir yanı. Diğer yan
sürdürülebilir su yönetişimi, kültürel ve biyolojik çeşitlilik.
Bu arada küresel felaketler var. Son zamanlarda tanıştığımız Tsunami.
Depremler. Kozmik tehlikeler. Bunlara ek olarak insan eliyle bozulan
ekosistemler. Meteorolojik şartlardaki uç değişiklikler. Teknolojik
gelişmeler tarihte ilk kez insan kendi genetik yapısını değiştirmeyi
başardı. Bambaşka yeni bir ufuk. Tehditler içeren. Bunlar bir sürü yeni
sorun demek. Bilim ve teknoloji etiği, bioetik o kadar önemli ki artık
kimden sperm alıp kimin yumurtasına koyuyorsunuz, hangi annenin
karnında onu geliştiriyorsunuz, bu doğan çocuğun hukuki hakları neler:
neler isteyecek yasal düzenlemeler sosyal bilimlerin bu konuda yavaş
kalması acaba biraz hızlandırmayı gerektiriyor mu? Güvenlik sorunları
çıkıyor karşımıza bu yeni dünyada. O kadar hareketlilik var ki kıtalar
arasında. İnsan mal ve hizmetler bağlamında ülkeler ve kıtalar arasında
hareketlilik. Hiç olmadık bir yerde insan çantasındaki sivrisinekle,
derisindeki mikroplarla, bakterilerle geliyor hiç tanışık olmadığı
yerlere. Yeni ortamlarda yeni potansiyel tehditler. Küresel düzeyde
yeni salgın hastalıklar. Sağlık sorunları. Kuş gribi söz gelimi. Hiç de
kumanda edemiyorsunuz. Gökten iniveriyor kümeslerimize. Sağlık
krizleri.
Küreselleşmenin kültürel çeşitlilik üzerine etkileri. Küreselleşme
aslında bir homojinasyon demek. Ama bu arada kültürel çeşitliliğe
yapıştık. Kültürel çeşitliliği teşvik ediyoruz. Kültürel çeşitliliği
tanımaya heves ediyoruz. Ama küreselleşmenin homojinasyonu, bir
yerde herkesi İngilizce konuşmaya itiyor. İnsanlar dillerini unutuyorlar.
Dünyada 6000 lehçe ve dilden bahsediyorlar. Bunların % 96’sı dünya
nüfusunun % 4’ü tarafından kullanılıyor. Burada, dilin nasıl korunacağı
sorusu geliyor. Küresel güvenlikte bazı sorunlar var. Barışa ve uluslar
arası güvenliğe karşı tehditler tabiyatıyla sürecek. Özellikle doğal
kaynakların paylaşımıyla tetiklenen anlaşmazlıklar gündemde olacak.
Yaşamıyor muyuz? Iraktaki petrol olayının kökünde ne var? Bunlardan
etkilenen ülkelerde küresel tehdit başlıyor. Hepimizi etkiliyor. Birçok
ülkede özellikle gençler arasında terör ve şiddet artıyor. Uzay ve
siberuzayda yeni çatışma türleri söz konusu. Baskılanamayacak tarzda
254
Forum: Medya ve Etik
küresel fanatik terör bekleniyor. Ayak seslerini duymaya başladık bile.
Ülkeler arası organize suçlar var. İnsan ticareti trafiği, narkotik trafiği,
narkoterörizm, çalıntı kültür varlıkları trafiği. Küresel sorun olarak
yaşlılık da sorun olarak karşımızda. Yaşlı nüfusun artışı. Yani, sosyal
güvenlik sistemine kadar güçlü olursa olsun, aslında yaşlı fakirlik
denen sorunu gündeme getiriyor. Yetersiz sosyal güvenlik kapsamı
bununla bağlantılı. Sivil toplum örgütlerinin artışı. Devlet, özel sektör,
sivil toplum örgütleri yapısındaki değişiklikler var. Devlet sektörü
dışındaki sektörler güçleniyor. Çokuluslu şirketler daha da güçleniyor.
Tek konulu baskı grupları, konunun etrafında sadece kitlenmiş, başka
hiçbir şey görmeyen baskı grupları. İnsan hakkı yönelimli sivil toplum
örgütleri. İnternet aracılığıyla oluşan üyelik grupları. Gençlik grupları.
Kadın grupları. Bunlar inanılmaz bir ses. Küresel dinler ve inançlar
yükseliyor. Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, yeni dinlerin ve
mezheplerin artışını bekliyorlar. Etnik dilsel ve dinsel faktörlerle
tetiklenen yeni gerilimler söz konusu. Bunlar diyalog demek.
UNESCO’nun ana konusu, ana aygıtı diyalog demek. Çoğulculuğun
ulusal düzeyde uygun bir biçimde topluma mal edilmesi gerekiyor bu
nedenle. Bilgi ve iletişim devrimi, endüstri devrimiyle kıyaslanabilir bir
devrim tabi bu. Bilgi ve iletişim devriminin gereği olan yeni sosyal ve
yönetsel düzenlemeler söz konusu. Herkes buna ayak uydurmak
durumunda. Ama bu yeni anlaşmazlıklar ve bölünmeler anlamına da
geliyor. İfade özgürlüğü, sınır aşan bilgi akışı, sınırlar tanımayan bir
akış ve bununla bağlantılı güvenlik.
Pekiyi, o zaman UNESCO’nun temel hedefleri ne olacak? Fakirlikle
mücadele en önde. UNESCO’nun kadın ve kızlar önceliği. Fakirliğin
çok boyutlu oluşu ve eğitim, bilim, kültür ve iletişimin bu savaşıma
katılma zorunluluğu. Kent nüfuslarının kontrolsüz artışı sorunu.
Kentlinin ve kırsal fakirin gereksinimleri. İç ve dış göçler. Yetersiz
eğitim alt yapısı. Bilimsel altyapı eksiklikleri. Kültür ve kültürel miras
ile etkileşim. Kırsal yörelerin ihmali. Bunun için barış ve diyalogun
güçlenmesini bekliyoruz. Giderek ne olacağı kestirilemeyen kararsız,
bölünmüş hale gelen dünyada barışa katkı vermemiz lazım. Tüm
düzeylerde diyalogun uluslar arası öneminin algılanmasından
yararlanarak eğitim, kültür ve iletişim programlarını kullanmak
Forum: Açılış Konuşmaları
255
gerekiyor. Bunun en önemli aygıtlarının sahibi sizlersiniz. Barış
kültürünü tüm UNESCO programları aracılığıyla sürdürme eğilimi.
Terörizmle savaş, kültürler ve uygarlıklar arasında diyaloglar, dinler ve
inançlar arasında diyalog gerekiyor. Önümüzdeki dönemde UNESCO
kültürel çeşitlilik evrensel bildirgesinin prensiplerini ve eylem planını
etkin bir şekilde uygulamaya sokmalıdır. Kültürel ifadelerin
çeşitliliğinin korunması ve güçlendirilmesi sözleşmesi bu bağlamda
yürürlüğe girmek üzere. Bunun uygulanması uluslararası etkin bir
kültürel aygıta dönüşmesi bekleniyor.
Etik öne çıkıyor. Bu toplantının belli bir alana ait etik yaklaşımı zaten
bunu irdeleyecek. Küreselleşme olgusunun ve bunun yönetiminin ortak
değerlere dayalı etik bir destek olmadan gerçekleşmesinin imkansız
olduğu çok açık. Bilim ve teknoloji etiği, biyoetik, yani sonuçlarını
biraz kestirerek duyarlı ol diyor bilim adamına. Somut ve somut
olmayan miras kavramlarına etik yaklaşımlar. Su etiği ve sizin alanınız.
Bilgi toplumunun etik boyutları. Dünya zirvesi. Sürdürülebilir kalkınma
ve barış için bilimin kullanımı kaçınılmaz. Bilimsel ve teknolojik bilgi
paylaşımının insan güvenliği bağlamında sürdürülebilir kalkınma için
kullanımı hükümetler arası bilimsel programlar ve networkler
oluşturuyor. Teknoloji kullanımını teşvik etmek, ifade özgürlüğünü
pekiştirmek, anlamlı ve duyarlı bir şekilde bilgiye erişimi herkes için
sağlamak, dilsel çeşitliliği kollamak ve bilgisayar okuryazarlığını öne
çıkarmak. Ben burada durmalıyım artık. İşte bunları irdeleyeceksiniz.
Kolay gelsin.
256
Forum: Medya ve Etik
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 257-264
Oturum
başkanları
Hıfzı Topuz 1
Oturumu açış konuşması:
Yanımda oturan iki konuşmacı; biliyorsunuz biri Dan Schiller. Dan
Schiller’in yıllardan beri yazılarını okurum. Babasını ben çok severdim.
Gerçek bir bilim adamıydı. Yazılarını hiç kaçırmazdım. Le Monde
Diplomatic’te yazıları çıkardı. Ben onları hep kesip sakladım. Ölümüne
çok üzüldüm. Dan’ın da buraya gelmesine çok sevindim. Sayın
Atabek’le ilk kez karşılaşıyoruz galiba. Onunla da tanışmakla çok
mutluyum. Bu toplantıda aranızda bulunan insanların birçoğuyla
anılarım var bunların başında Dioması Bombote geliyor. UNESCO’da
beraber çalıştık. Afrika’ya ilk 1960’da gittim. O yıllarda bir kırsal basın
projesi ele alındı. Tahran’da bir eğitim konferansı toplanmıştı. 1970’de
galiba. O toplantıda yerel bölgesel projelerin oluşturulmasına karar
verildi. Bu projelerin amacı okul yazarlığı geliştirmekti. Okuryazarlığın
eğitim hizmetinde kullanılmasını sağlamaktı. Bunun için de neler
yapılması lazımdı. Radyo yeni yeni gelişiyordu Afrika’da. Zaten eski
radyocular sömürgecilerdi. Ülkeler bağımsız olunca bütün radyo
kadroları çekip gitti. Personel yoktu Afrika ülkelerinde. Basın. O da
öyle. Birkaç yerel basın vardı ama ya Belçikalıların gazetesiydi ya
Fransızların ya da İngilizlerin. Onlar da çekilince gazeteci kalmadı. Biz
bir yandan UNESCO olarak o dönemde basını radyoyu geliştirmeye
çalıştık, bir yandan da okuryazarlığı. Yani ikisi beraber yürüdü. Onun
için de eğitsel radyo projeleri ortaya atıldı ve kırsal basın projeleri
ortaya atıldı. Bunlar da yeni okuryazarlar için çıkartılacak gazetelerdi.
Amacı şuydu: Bir gazete çıkartılsın, ama bunu meslekten gazeteciler
1
Birinci gün ilk oturumda başkanlık yapan Hıfzı Topuz’un oturumu açış konuşması
ve oturum sırasında yaptığı açıklamalar.
258
Forum: Medya ve Etik
çıkartmasınlar. Doğrudan doğruya oradaki muhtar, köy ihtiyar heyeti,
başkanı, öğretmen, onlar çıkartsın ve okuma yazma bilenler de bu
projeye katılsınlar. Sağlık memuru falan, böyle bir şey. Bu proje büyük
yankı uyandırdı. Biz evvela bir Amerikalıyı gönderdik. Bu Amerikalı
bültenler çıkartıyordu. O da herkesin anlayacağı bir şeyler değildi.2 Biz
Afrika’da sondaj gezisine çıktık. Onun sonunda da ilk projenin Mali’de
yapılmasına karar verdik. Yani, Bombote’nin ülkesinde. Bir kasabada
Bambaraja bir gazete çıkartmaya karar verdik. Dediğim gibi, gazeteyi
kendileri çıkartıyorlardı. Bizim kasabalılara hiçbir katkımız yoktu. Ama
biz oraya uzman gönderdik. Nasıl çıkartılacak gazete, neler yazılacak.
Bu gazete o zaman Afrika’da hadise oldu. Kara Afrika’da basın
alanında bir bomba gibi patladı bu gazete. Niye? Çünkü halk, oradaki
köylüler kendi sorunlarını yazıyorlardı. Yani eğitim sorunu, ilaç sorunu,
tarım sorunu, sağlık sorunu. Bütün bunlar gündeme geliyordu. Halk
kendisi yazıyordu bunları. Biri anlatıyor, biri yazıyor, böyle bir şey.
Yönetim hükümete bağlı değil, tamamiyle bağımsızdı. Yani hükümetin
dışında, bir gazete çıkıyor ve o gazeteyi halk çıkartıyor. Gazete
dağıtılıyor, satılıyor. Bambaraca bir gazete.
Gazetenin çıkması için büyük bir tören yapıldı. Ben de gittim açılışa.
Bayram. Kafile halinde gazetenin çıkarıldığı kasabaya gittik. Sekiz on
araba. Geçiyoruz köylerden. Biz oraya gitmeden evvel bir sene evvel
galiba. Devlet başkanı Keyta devrilmişti. Yerine askeri bir rejim
kuruldu. Ama Keyta oranın Ataürk’ü. Böyle sevilen bir adam. Kafileyi
görünce, “yaşa Keyta” diye bağırıyorlardı. Keyta hapiste zavallı. Her
2
Açıklama: 1960’ın sonlarında ABD’nin, UNESCO’yu da kullanarak Afrika’da ve
diğer yerlerde başlattığı medya ile eğitim programları başarısızlığa uğramıştı.
Çözüm arandı ve ‘işlevsel eğitim’ programları başlatıldı. İşlevsel kavramı
başarısızlık için bulunan anahtar kelimeydi: Başarısız olunmuştu, çünkü verilen
eğitim halkın günlük yaşamından kopuk, yaşamında kullanmadığı, yaşamında
işlevsel olmayan eğitimdi. İlk heyecandan hemen sonra katılım ortadan kalkmıştı.
Hıfzı Topuz’un bahsettiği program bu işlevsel okuryazarlık politikası kapsamı
içinde istisna olan bir örnektir. Bu da, ABD’nin, soğuk savaşla hızlandırdığı, bütün
dünyada modernleşme, ulus kurma adı altında ekonomik pazara uygun olan bir
siyasal yapı, yani bağımlılık ve yeni-sömürgeler yaratma faaliyetinin bütünleşik bir
parçasıydı. Eğer Hıfzı Topuz’un dediği gibi bu olay 1970’de olduysa, o zamanlarda
UNESCO ABD’nin dünya politikasında kullandığı bir organdı, 1990’dan beri
olduğu gibi.
Oturum Başkanlarının Konuşmaları
259
gittiğimiz yerde kurbanlar kestiler. Sonra o gazete ne oldu? On bin
baskı yapıyordu. Dediğim gibi büyük yankı uyandırdı. Hükümet buna
el koymak istedi. Kendisi çıkarmak istedi. Hükümet buna el koyunca, o
zaman temeller koptu. Gazeteyi halk okumamaya başladı. Reddettiler
gazeteyi okumayı. Gazete battı. Bu çok ilginç bir dönem. İlginç bir
deneyim. Bir gazete çıkıyor; UNESCO’nun desteğiyle halk gazetesi
çıkıyor. Halk çalışıyor. Devlet bakıyor ki bunun geniş etkileri var.
Orada yolsuzluk sorunları gündeme geliyor, toprak dağıtımı, gübre
dağıtımı, sağlık sorunu. Bunlar yazılınca hoşlanmadı hükümet.
Kapatmaya kalktılar. Bu iş böylece kapandı. Ama Kibaru, haberu
Arapça, haber demek Bambaraca, bir başlangıç oldu, bir örnek oldu.
Birçok yerde buna benzer şeyler çıktı. Ama aynı temelleri var mıydı
onların, sanmıyorum. Bunu örnek olarak gösteriyorum. Medya ile
halkın ilişkisi, devletin baskısının canlı bir örneğiydi bu. O projeden
sonra ben UNESCO’dan ayrıldım.
Dan Schiller’in konuşması hakkında:
Dan Schiller gayet öğretici bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın metnini
uzun yıllar dosyalarımızda saklayacağız. Önemli bir belge olacak. Dan
Schiller babasını aratmadığını bir kez daha kanıtlamış oldu.
Ümit Atabek’in konuşması hakkında:
Bilmediğim şeyler öğrendim ve bunları not ettim. İnşallah çıktığı
zaman da saklarım.
Korkmaz Alemdar 3
Oturumu açış konuşması:
Dünyada ilginç gelişmeler oluyor. İkinci Dünya Savaşı bitimi kuşağı bu
gelişmelerin tarihini yaşadı. Bu gelişmeler sona erdi. Yeni bir evreye
girdik. Bu yeni evrede de çok öngörülemeyen, hatta sonuçları hiç
kestirilemeyecek bazı konular da karşımıza çıkmaya başladı. Sabahki
oturumda Profesör Schiller bunun hangi boyutlara ulaştığını söyledi.
Ümit Atabek, Türkiye’yi ilgilendiren noktalarının altını çizdi. Yeni
iletişim teknolojilerinin yarattığı ortam, durum, bir yandan gelişmiş
3
Birinci gün ikinci oturumda başkanlık yapan Korkmaz Alemdar’ın oturumu açış
konuşması ve oturum sırasında yaptığı açıklamalar.
260
Forum: Medya ve Etik
ülkeleri yeniden yapılandırıyor; kullandıkları kavramları, örgütlenme
biçimlerini, zaman zaman değerlerini yeniden şekillendiriyor. Ama
ondan daha önemli bir biçimde de, Güney ülkesi denen yakın
zamanlarda, ya da kavram karışıklığı her zaman var, gelişmekte olan
ülkeler lafı kullanılıyor ama işin özünde bu kavram da her zaman işe
yarayan bir kavram, bu ülkelerde yarattığı sonuç ve durum çok daha
vahim. Somut örnek vermek gerekirse, İkinci Dünya Savaşı biterken,
ABD Soğuk Savaş dönemi başlangıcında dünyanın gelişmekte olan
ülkelerine parasal yardım, teknoloji yardımı, insan gücü yardımı
yaparken, bugün bunların tamamı sona erdi. ABD bütün bu ülkelerden
yeni iletişim teknolojilerinin yardımıyla da kaynak transferinde
bulunuyor. Bu yeni bir ilişki değil. Bu bilinmeyen bir durum da değil.
Fakat bu ortaya çıkan durum sonuçları itibarıyla çok vahimdir. Şunun
için vahim: gelişmekte olan ülkelerde yeni teknolojilerin getirdikleri
kavramlar ve durumlar anlaşılamadan, onun üzerine inşa edilen
sorunlar çözülmeden, yepyeni sorunlar, yepyeni durumlar ve hatta
eşitsiz bir dünya sisteminin parçası olarak sömürünün devamını yaratan
bir durum ortaya çıkıyor. Etik bunlardan bir tanesi. Etik tartışmaları
dünyada çok eski olmakla birlikte, aslında bugün konuştuğumuz etik,
özellikle medya etiğinin en büyük örneğini ABD oluşturuyor.
Ombudsmanlık kurumunun medyada yangınlaşması da oradandır;
meslek ilkelerinin gelişmesi de oradandır.
Bütün bunların Türkiye gibi ülkelere yansıması da ne yazık ki içi boş
kavramlar olarak gelmektedir; çünkü etik medya dünyasının gelişiminin
somut dengelerinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. Yoksa içi boş bir
ahlak anlayışını ifade etmez. Gelişen ülkelerde bu dengeler, yani medya
patronu, devlet ve gazeteci arasındaki ilişki uzun yıllar içinde karşılıklı
çıkarları düşünerek korunduğu için, etik anlayışı da bunun sonucu
olarak biçimlenmiştir. Ama bunlar ihraç edilmeye başlanınca, bu
kavramları taşıyan teknolojiler kolaylıkla gelmekle birlikte, o
teknolojinin taşıdığı içerik aynı kolaylıkla gelmemektedir.
Bir küçük örnek. Gazete Osmanlı İmparatorluğu’na 19. yüzyılın
ortasında gelmiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan
azınlıkların ve Osmanlı İmparatorluğu’nda iş yapan şirketlerin haber
ihtiyacını karşılamak o dönemde gazete sayesinde gerçekleştirildi.
Oturum Başkanlarının Konuşmaları
261
Gazeteyi Osmanlı aydınları çok sevmiş ve benimsemiştir. 19. yüzyılın
ortasından 20. yüzyılın başına kadar gazetemiz vardır, fakat 19.
yüzyılda batı dünyasında egemen olan basın özgürlüğü anlayışı hala
yerleşememiştir. Araçların gelmesi kolay, o araçların taşıdığı içeriğin
yansıması kolay değil. Yeni iletişim teknolojilerinin kullanılması çok
kolay. Olağanüstü olanaklar taşıyor. Çok çekici. Genç kuşaklara çok
cazip geliyor ve kullanmaları da yaygın. Bütün uluslararası kuruluşlar
bu teknolojileri destekliyor. Birleşmiş Milletler destekliyor. İki iletişim
zirvesini örgütledi. Cenevre’de ve Tunus’da. Bu zirvelerin iki önemli
mesajı varsa, bir tanesi: internet kullanımını yaygınlaştırın. İkincisi:
kamunun elindeki bütün bilgi ve verileri internet ortamına koyun,
herkes yararlansın. Buna karşılık, internet yönetimi konusunda
söylenenlerin gerçekleşmesi çok zordur. Çünkü internet yönetimini
tarafsız ve bağımsız bir örgüte bırakmayı önermektedir insanlar. Bu
mümkün değil. Birleşmiş Milletler ve UNESCO teknolojinin girişini
teşvik ediyor, destekliyor; ama teknolojinin beraberinde getirmesi
gerektiği karşılıklı saygıyı, işbirliğini, ticarette kabul edilebilir
dengelerin sağlanması kavramlarını bir kenara itiyor. Uluslararası
örgütler etik konusunu çok destekliyor; ama etiğin yaptırımı yok. Etik
bir meslek alanındaki kuralların o meslekteki insanlar tarafından kabul
edilmesini ve kullanılmasını anlatan bütündür. Yaptırımını
bulamazsınız. Yaptırımı olmayan alanları destekliyoruz. Ama asıl
önemli konularda, toplumsal yapıları ilgilendiren konularda, yön verici,
insanların tümünü aydınlatıcı ve işbirliğini kabul edilebilir bir biçime
getiren düzenlemeyi sağlamak maalesef mümkün değil.
Böylesine bir yaşam içindeyiz. Böylesine belirsizlikleri yoğun olan bir
ortamdayız. Buradaki etik tartışmalarının da, bir boyutunu yakalamaya
çalışırsak her halde dinleyenler de memnun olacak, çünkü Bombote az
önce ‘güzel şeyler anlatıldı, etikten söz etmek pek mümkün olmadı’
dedi. Çünkü bizim planlamamız şuydu: çerçeveyi anlamak,
değerlendirmek, sonra da onun içindeki ayrıntılara girmek.
Vincent Mosco’nun konuşmasından sonra:
Özellikle UNESCO politikalarına gönderme yapıyorum. UNESCO gibi
köklü ve saygın bir kuruma bazı konularda görüş anlatmak zor. Fakat
şimdi elimde Profesör Mosco’dan çok güzel bir alıntı var. Etik tek
başına, eğer bugünkü anlaşıldığı şekilde anlaşılıyorsa, çok naif bir konu
262
Forum: Medya ve Etik
dedi. Bunun biraz daha anlamlı kılacak, bunu biraz daha uygulanabilir
ve gerçekten yararlı kılacak önlemlerin de aslında sadece bu toplantıda
değil, çok daha geniş uluslararası platformlarda da konuşulması lazım.
Gerçekleri göz ardı ederek, yani gazetecilerin kötü muameleye
uğramasını yok sayarak, ya da onları sıradan bir adli olay gibi
değerlendirerek, yeni iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasını tek ve en
önemli konu olarak algılayan bir dünyada, kuşkusuz etik anlaşıldığı
biçimde değil, yeni bir içerik kazandırılarak tartışılması gereken bir
konudur.
Hıfzı Topuz’un konuşmasından sonra:
Hıfzı Topuz benim kafamı karıştırdı. Çünkü anlatmaya çalıştığım
sorunun temel sıkıntısı da burada. 1960 yılından bu yana Türk
gazetecileri etik ilkeleri konuşuyorlar, yerleştirmeye çalışıyorlar.
Yapamadılar. 1987’de tekrar başladılar. Etik gazetecileri birleştirmesi
gerekirken, Türk gazetecilerini böldü, parçaladı. Her biri ayrı etik ilkesi
getirmeye çalıştı. Bunların hiç biri yerleşmedi. Gelenler kabul de
görmedi. Tam tersine anlaşmazlık ve sürtüşme nedeni oldu. Şimdi Hıfzı
Topuz etiği silelim diyor. Türk halkı gözlem evine sözcük olarak da
çok alışık değil. Dürbünle uzaya bakmak, uzayın derinliklerini
keşfetmek gibi bir geleneği de yok. Şimdi bunu ne amaçla nereye
bakarak kullanacak diye de kafası karışacak. Sanıyorum o zaman
önümüzdeki on yıl da gözlem evini konuşacağız, ama sayın Mosco’nun
söylediği o özelliği hem UNESCO’ya hatırlatacağız hem de kendimize
galiba. Bu bize özgü bir arayış niteliği sanıyorum hep devam edecek.
Refik Erduran 4
Bugünkü konumuz biraz daha kapsamlı. Etik sorunlarının nasıl
aşılacağını konuşmaya başlayacağız. Etik sorunlarının ne olduğunu
yeterince saptayabildik mi bilmiyorum. Oldukça derin ve karışık bir
konu olduğu için dün bir hayli uğraşıldı, bugün de uğraşmaya devam
edeceğiz. Şimdi, medya endüstrisi deyimi var. Çok uygun bir deyim
gerçekten. Endüstri durumunu almış. O halde, bütün dünyada ve
4
İkinci gün ilk oturumda başkanlık yapan Refik Erduran’ın açış konuşması ve oturum
sırasında yaptığı açıklamalar
Oturum Başkanlarının Konuşmaları
263
Türkiye’de bu duruma geldi. Endüstri dediniz mi işin içine ön planda
para gelir. Para her şeye egemen mi değil mi? Zaten etiğin en önemli
sorusu ve sorunu ilk başta burada çıkıyor.
Somutlaştırmak için durumu, size bir örnek vereyim. Kısaca, yıllar
önce her gün ben Milliyet’e yazı yazarken, Bulgaristan Dışişleri
Bakanlığı beni gazeteci sıfatıyla davet etti. Gittim oraya. Şoförlü bir
otomobil verdiler. Bir mihmandar verdiler. İstediğinle konuşabilirsin,
istediğin yere gidebilirsin dediler. Öyle de yaptık. Birçok insanla
görüştüm orada. Biriyle çok yakın dost olduk. Çok sempatik bir zat. O
günün koşullarında bile çok açık sözlüydü. Kendi ülkesindeki ve
Sovyet bloğundaki bürokratik durumlardan yakınıyordu. Açık açık
konuşuyordu. Pek kafadardık. Sonradan öğrendim ki adam oradaki
istihbarat şeflerinden biriymiş. Dost olduk. Dünyanın orasında
burasında karşılaştıkça konuştuk. Berlin duvarı yıkıldıktan ve
Bulgaristan’daki rejim değiştikten sonra bir kopukluk oldu aramızda.
Uzun yıllar kendisini hiç görmedim. Geçen senenin eylülünde telefonda
karşıma çıktı. İstanbul’a gelmiş. Ben bir kitap yazdım, onu okumanı
isterim dedi. Tamam dedim. Buluştuk. Verdiği kitabı okudum. Gayet
ilginç bir kitap hakikaten. Bu dönemin iç yüzünü bir istihbaratçı
gözüyle anlatıyor. Neler olmuş, neler bitmiş. O kesiminde dünyanın en
ilginç gelen tarafı tabi bana Ağca olayı oldu. Biliyorsunuz Ağca papayı
vurduğunda bunu Bulgarlar yaptırdı diye bir teori vardı. Bulgarların
gerisinde belki Sovyetler vardır deniyordu. Adam kitabın büyük bir
bölümünü buna ayırmış. Onu okudum. Serde gazetecilik olduğu için,
hem de Abdi İpekçi ekolünden gelen bir gazeteci olduğum için, tek
yanlı söylenen şeyler kabul edilmez, mutlaka a zamanın tabiriyle
‘check, double check’ yöntemi vardır. Araştırdım bir çok şeyleri. Bu
adamın adı Dimo Stankof. Bu adamın söyledikleri ne dereceye kadar
doğru baktım. Google’ı hatmettik. Verdiği isimlerin her birine bakarak.
Ortaya müthiş bir tablo çıktı. Adamın ele aldığı konunun kapsamının
çok daha dışında, geniş, batı medyasında bu Ağca olayı nasıl işlenmiş,
ne olmuş. Kesin bir biçimde hiç tartışmaya yer bırakmayacak bir
kesinlikle görülüyor. Batının en saygın yayın organları dahil olmak
üzere, New York Times gibi, bazı medya mensupları para almışlar bir
yerlerden; yazdıkları şey doğru mudur yanlış mıdır demeden gündeme
264
Forum: Medya ve Etik
getirilmiş, bütün dünyaya yayılmış bir isim ön plana çıkıyor. Clare
Sterling diye bir hanım var. Daha önce bu hanım “ben bu işe baktım
inceledim, Bulgarların bu işle hiçbir ilgisi yoktur” derken, birden bire
yüz seksen derece dönerek “bu işi Bulgarlar yaptı” diye bütün dünyayı
dolaşmış, Türkiye’ye de gelmiş ve kitaplar yazmış. O kitaplardan alınan
alıntılar da kanıt sayılarak işlene işlene o teori yerleşmiş. Durum bu.
Onun için bu çirkin tabloyu hesaba katarak, onun üstüne giderek etik
konularının düşünülmesi, tartışılması ve çözüm aranması çok yerinde
bir şey, UNESCO’nun buna eğilmesi de çok uygun oldu bence.
Bugün dört değerlik konuşmacımız var. Onların bu konudaki katkıları
çok yararlı olacak.
Rober Beckett’ın konuşmasından sonra:
Toplantıya geç başladık. Mr Beckett etiğin zamanın kullanımıyla ilişkili
olduğunu söyledi. Bu sabaha geç başladık, dolayısıyla etikli olmadık.
İrfan Erdoğan 5
Marcello Foa’nın spin doktorları hakkındaki oldukça eleştirel sunumundan
sonra:
Zavallı spin doktorları! Gerçek taşlama keçileri! Haklı mıyım? Burada
kendini savunacak hiçbir spin doktoru var mı? Bence, bir önemli
noktayı kaçırıyoruz: Hepimiz burada değişen ölçüde spin doktoruyuz.
Bir şey daha: Tango yapmak için iki kişi gerekir. Bir tarafta gazeteciler
var. Diğer tarafta spin doktorları. Eğer gazeteciler tembelse, eğer
gazeteciler paketlenmiş hazır haberi seviyorlarsa, eğer spin
doktorlarıyla ortaklaşa çıkar ilişkileri içindeyseler, onlardan farklı ne
bekleyebiliriz ki?
Mehmet Yüksel’in etiğin yasal boyutuyla ilgili konuşmasından sonra:
Adaletin gözü kördür. Merak ettiğim daima şuydu: Neden gözü kör?
Gerçekleri kasıtlı olarak sakladığı, söylemediği, yansıtmadığı için mi?
Bunları yaptığını görmemek için mi?
5
İkinci gün ikinci oturumda başkanlık yapan İrfan Erdoğan’ın oturum sırasında
yaptığı açıklamalar.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 265-288
Tartışma
Soru, yanıt ve tartışmalar: Birinci gün
Tartışmada söz alanlar, sırasıyla: İrfan Erdoğan, Raphael CohenAlmagor, Dan Schiller, Vincent Mosco, İbrahim Bilici, Esra Kelogluİşler, Ümit Atabek, Boris Novasardiyan, Babacan Taşdemir, Aytaç
Yıldız, Diomansi Bombote, Konca Yumlu, Yüksel Akkaya, Emre
Aygen, Refik Erduran, Hülya Eraslan, Bayram Kaya.
İrfan Erdoğan
İlk soruyu ben soracağım. Konumuz medya ve etik konusu. Birkaç
cümleyle birkaç arkadaşımız, “konuşmacılar konuştular fakat etik
hakkında bir şey söylenmedi” dediler. Ben bunu duyduğum zaman,
önce aklıma idealist felsefe geldi. Arkasından idealist felsefeye bağlı
olarak gelen kuramsal yapılar geldi, bu kuramsal yapılara bağlı olarak
gelen düşünce tarzı geldi ve bu düşünce tarzına bağlı olarak gelen etik
anlayışı geldi. Dolayısıyla bu etik anlayışına göre, bu eleştiri doğru.
Fakat benim anlayışıma göre bu etik anlayışı çok kısıtlı, tek yönlü ve
oldukça amaçlı. Eğer biz konuyu idealist felsefeden başlayarak
almazsak, eğer biz konuyu örneğin tarihsel materyalist felsefeden
alırsak ve ona bağlı olarak gelen kuramsal yapılarla, onlardan hareketle,
onların getirdiği dünya görüşüyle, onlara bağlı olarak gelen
varsayımlarla, varsayımlara bağlı olarak gelen düşünce tarzı ve bu
düşünce tarzına bağlı olarak gelen etik anlayışıyla alırsak, o zaman
şunu görürüz: Schiller’in, Mosco’nun ve Ümit Atabek’in söylediği her
kelime, her cümle her paragraf ve verilen her örnek doğrudan doğruya
etikle ilişkilidir. Bunun üzerinde konuşacağız herhalde. Ben soru
olmayan sorumla bitireyim bu işi: Etik denen bir şey var, bir kavram
var. Bu kavram üretilmiş bir düşünsel ürün. Bu düşünsel ürünün bağlı
olduğu bir üretim tarzı ve üretim ilişkileri var. Dolayısıyla bugünkü ilk
266
Forum: Medya ve Etik
iki oturumda aradığımız şuydu: Bir teknolojik yapı var. Teknolojik yapı
dediğimde ben toplumdan bahsediyorum. Bu yapıların kendine özgü
üretim tarzı ve ilişkileri var ve bunların getirdiği etik anlatısı ve anlayışı
var. Diğer bir deyimle, yapısal pratiklerle gelen gelen etik denen,
ilişkiseli anlatan düşünsel şey var. Bazı arkadaşlarımız bu bağıntıyı
kuramadılar. Çünkü bizde idealist felsefe egemen olduğu için, etik
ahlaka indirgendiği, pratiğin ahlakına indirgendiği için, biz yanılıyoruz.
Bu anlaşılmayanı biraz açıklarsak, etik ile örgütlü pratiğin üzerinde inşa
edildiği üretim tarzı ve üretim ilişkileri bağ kurarsak, bence çok daha
iyi olur.1
Raphael Cohen-Almagor
Benim Prof. Schiller’e birden fazla sorum var. ABD’ye ilişkin, insan
haklarıyla, ifade özgürlüğüyle ilgili oldukça karanlık bir tablo çizdiniz.
Ancak, biz demokrasiden bahsediyoruz. Demokrasi dediğimizde halkın
arzusundan bahsediyoruz demektir. Amerikan halkı şeyleri ne ölçüde
sizin gibi görüyor? Bu bir farkında olma sorusudur. Bahsettiğiniz
sorunların, ki bize George Orwell’in kabusunu hatırlatıyor, Amerikan
halkı ne kadar farkındalar? Eğer Amerikan halkı farkındaysa, bunu ne
ölçüde kabullenmek istiyorlar? Örneğin Yurtseverlik Yasası (Patriot
Act), Amerikan kamuoyunun beğendiği bir düzenleme mi, yoksa karşı
mı çıkıyorlar? Eğer Amerikan halkı sizin karşı olduğunuz durumu
kabul ediyorsa, bu onların seçimi ve demokratiktir; sizinki demokrasiye
karşıdır, eğer siz kendi görüşünüzü Amerikan halkına empoze etmeye
çalışırsanız. İkinci konu, mahremiyet (özel hayatın gizliliği) konusudur.
Güvenlik önceden önlem alınmasını gerektiren bir sorunken, iş
yaşamında telefonların dinlenmesi ne anlama geliyor? Örneğin, bir
telefon görüşmesi yapıyorsunuz ve birisi size bu görüşmenin
dinlendiğini söylüyor. ve bu konu aslında güvenlik konusuyla ilişkili
değildir. Güvenlik sadece bir bahane diyorsunuz. Sizinle bu konuda
1
Yanlış nedensellik bağlarının bilerek veya farkında olmadan kurulması yaygındır.
Örneğin yoksulluk ile nüfus artışı ve eğitim arasında kurulan bağ sahte nedensellik
bağıdır. Bir ülke içinde bireylerin eğitimsiz olması asla yoksulluğun nedeni
değildir; yoksulluk ile eğitimsizlik ve çok çocuk yapma (nüfus artışı) birlikte vardır.
Dolayısıyla, asıl nedeni üretimin, dağıtımın ve tüketimin doğasında aramak gerekir.
Forum: Tartışma
267
aynı fikirdeyim, çünkü telefon konuşmalarını kaydetmenin güvenlikle
hiçbir ilişkisi yoktur. Bu özel hayatın gizliliğinin korunması konusudur.
Güvenlik bahanesiyle özel hayatı ihlal konusudur. Bu terörizm
konusundan tamamiyle farklı bir konudur.
Son olarak soru değil, bir şey söylemek istiyorum. Google’dan
bahsettiniz. Aslında Google bazı etik standartları uygulamaktadır.
Örneğin, Google arama motorunda, ilgili siteleri bulmak amacıyla,
“Yahudi” sözcüğünü yazdığınızda, karşınıza çıkan en popüler site antisemitik bir site: Jewwatch. Google bu nedenle birçok Yahudi
aktivistten ve örgütlerden şikayet aldı. Google durumu inceleyip bunun
böyle olduğunu görünce, Yahudi kavramı yazıldığında bulunan
sonuçların başına, Anti-semitic Jewwatch yerine Wikipedia’yi
koydular; böylece, araştırma yapanlar Yahudi kavramını arayanların
önce Wikipedia’dan bilgi almasını sağladılar. Bu etik prensiplerinin
uygulaması örneğidir. Kamuoyu bundan haberdar olmayabilir, zira
Google bunu ne ölçüde duyurdu bilmiyorum. Bunu Google’da
çalışanlardan duydum. Umarım doğrudur.
Son sorum ‘kaynağın kimliğini açıklama” ile ilgili olarak profesör
Mosco’ya. Bir gazetecinin kaynağını açıklaması gereken bir durum var
mı? İsrail’de bu soru devletin güvenliği konusunda İsrail’in içindeki 18
teröristle ilgili olarak ortaya çıktı. Bu durum kaynağın muhbirin
kimliğini saklamasına istisna getirildi. Siz herhangi bir istisna
düşünüyor musunuz?
Dan Schiller
İlk sorunda, benim demokratik olmadığımı ve Amerikan halkının
demokratik olduğunu söylüyorsunuz. Bu, aslında, Amerikan halkını
suçlama örneğidir. Beni suçladığınız kadar tatsız bir suçlama. Beni
suçlamanız umurumda değil, fakat Amerikan halkını suçlamanızı etik
bağlamında umursarım. Çünkü, bana göre, oradaki sorunda siz bir çeşit
tartışma/düşünme nosyonu öneriyorsunuz; Amerikan halkının
düşüncelerini sosyal güç yapısından özgür bir şekilde biçimlendirdiğini
ve siyasal karara ulaştığını örtülü bir şekilde belirtiyorsunuz. Ben bu
yaklaşımı kesinlikle reddediyorum. Bu doğru değil. Amerikan halkı,
Türk halkı ve dünyadaki diğer halklar bulundukları yere göre belli
268
Forum: Medya ve Etik
tarihsel koşullarda, belli güç ilişkileri içinde yaşamaktadır. Sorun
sadece sahte, uyduruk, nefret dolu medya imajı sorunu değildir.
Bunların hepsi var. Fakat, aynı zamanda, egemenlik kuran sosyal
ilişkiler sorunudur. Ben sanmıyorum ki, soruyu sorma biçiminizden
anlaşıldığı gibi, bu ilişkilerden kopartılarak başlayan teori gerçeği
anlamamıza yardım edemez. Onun yerine, sadece var olan gerçekteki
güç ile birlikte olma yolu olarak kullanılabilir. Ben bu görüşten
tamamıyla farklı ve güçlü bir pozisyon almaktayım. Amerikan halkının
gerçekte neye inandığı ve gerçekte ne istediğini sosyal bilimcinin yanıt
verecek pozisyonunda olduğunu sanır insan, çünkü konunun birçok
yanı binlerce kişi tarafından ele alınmaktadır, çünkü dünyanın birçok
yerinden fazla çok daha iyi desteklenen sosyal bilim projeleri vardır.
Amerikan sosyal bilimleri bunu yapmaz. Onun yerine, Amerikan sosyal
bilimlerinin görevi gerçeği saklamaktır. Halkın sahip olduğu altta yatan
anlayışlardan uzak tutmaktır. Halkın gerçekte neye inandığından bizi
uzakta tutan her türlü biçimsel pratikler yapmaktır. Demokratik
süreçlerin anları olarak kullanılan Anket/Poll sonuçlarını veya
kelimeleri değiştirerek değiştirebilirsin. Fakat sorun bundan daha derine
gider: Soruyu kim sormaktadır, kim kimin için soru sormaktadır. Güç
ilişkileri bu süreç içinde yerleşmiştir. Kanımca, Amerikan halkının
gerçekte ne bildiği, gerçekte inandığı ve gerçekte tercih ettiği birçok
bağlamda muğlak olarak kalır. Anketlerin doğruluğunu yüzey değeriyle
alırsam, Amerikan halkı Irak savaşına karşı olmaya başladı. Bu önemli
bir değişimdir. Bunun derecesini ve ileride ne olacağını, belki de
Amerikan seçimleri geldiğinde de göreceğiz. Özetlersek, Amerikan
halkının ne yaptığı veya inanmadığı hakkında model tutmadan önce
toplumu biçimlendiren güç ilişkilerini restore etmeliyiz. Çünkü ne
olduğuna dair yeterli anlayışa sahip olduğumuzu sanmıyorum.
2001 yılından beri, sürekli olarak medyada korku işlenmektedir. Bu
korku sadece teröristlere veya terörizme karşı yönetilmemektedir, aynı
zamanda bu korku nereden geldiği belli olmayan Amtrack
saldırılarından gelen korkudur, ne olduğu bilinmeyen kuş gribinden
gelen korkudur, her şeyden gelen korkudur. Bu siyasal olarak, kültürel
olarak manipüle edici korkuyu işlemede medya suç ortaklığı
yapmaktadır.
Forum: Tartışma
269
Ahmet Gürata
Profesör Mosco, siz de yanıt vermek ister misiniz?
Vincent Mosco
Bu oldukça anlamlı bir açıklamaydı. Önce arkadaşım İrfan’ın etik
görüşümüzü açıklamamız önerisine yanıt vereceğim. Sonra, kaynağı
açıklama konusunda istisna (kaynağın gizliliğine istisna getirme)
sorusunu yanıtlayacağım. Bunu şöyle yapacağım. Biri pratiksel etik,
ikincisi kuramsal etik, üçüncü olarak da kaynağı açığa vurmadan
bahsedeceğim. Pratiksel etikte, anlaşılması gereken en önemli şey her
gün yüzlerce etiksel kararlar verdiğimizdir. Bunların farkında olmamız
gerekir. İrfan kalkıp dergiyi göstererek makalenin kopyalarını
yapacağını belirttiğinde, bu etiksel bir eylemdi. Bunu küçük bir eylem
olarak düşünebiliriz, fakat bana göre çok anlamlı bir eylemdi. Dergiyi
kopyalaması ve o makaleyi paylaşmak için ona katılmam, etiksel bir
eylemdi. Ben bir adım daha ileri gideceğim: Eğer herhangi bir makaleyi
elektronik/dijital olarak isterseniz, bana e-posta gönderin, ben size pdf
dosyası olarak gönderirim. Böylece enformasyonu daha da yayabiliriz.
Bu bir pratiksel etik örneğidir. Etiği kuramsal bağlamda da anlamamız
gerekmektedir. Fakat biz bilinçli olarak veya bilinçsizce her gün
yüzlerce kez nasıl etiksel kararlar verdiğimiz gerçeğini
kaybetmemeliyiz. Kuramsal etiğe gelince, bence etiğin ne olmadığını
anlamayla başlamak oldukça önemlidir. Neden? Çünkü etiğin ne
olmadığını düşünmemizi savunan güçler çok güçlüdür. İki kaynak:
birincisi konuşmamda belirttiğim kaynak. İkincisini şimdi
açıklayacağım: Etiği tümüyle reddeden insanlar vardır. Dünyanın en
meşhur bilim adamları. Örneğin sosyo biologis E. O. Wilson etiği, iş
birliğine girmek için genlerimiz tarafından bize geçirilen, illüzyon
olarak tanımlamıştır. Genetiğe göre tanımlanan etik bir illüzyondur.
Etiğin karşı gelmemiz gereken ikinci boyutu, etiğin pratiksel ve siyasal
dünyada sonuçsal olduğudur. Bu nedenle, eğer şiddete ve terörizme
karşı savaşıyorsak, sonuçları/amaçları araçlardan önce düşünmeliyiz ve
etiksel tartışmayı ortadan kaldırmalıyız. Dolayısıyla, belirlenmeyen bir
gelecekte belli amaçları gerçekleştiriyorsa şiddet normaldir. Bunlar
farkında olmamız gereken güçler. O zaman düşünsel bağlamda etik
270
Forum: Medya ve Etik
nedir? Ben etiği İletişimin Siyasal Ekonomi kitabımda epistemoloji
içinde açıkladım. Çoğu sosyal bilimler etiği sadece bir ekleme dışında
reddeder. Bence etik metodolojimize ve epistemolojimize
yerleştirilmelidir. Etik, moral felsefenin bir parçası, en geniş anlamıyla,
bizim faaliyetlerimize kılavuzluk eden arzu edilebilir kavram olmalıdır.
Araştırmamızı yaptığımızda etik, moral felsefe, kelimenin eleştirel
anlamıyla gerçekçilikle ve dünyayı değiştirmeyi arayan praksis ile
birlikte orada olmalıdır. Kaynağı paylaşma konusuna gelince, benim
düşünceme göre, kaynağı açıklamada hiçbir istisna olmamalıdır. İstisna
olmamasına neden, sadece somut tanımların olmadığı bir dünyada
yaşamıyoruz, aynı zamanda kavramların ve yasaları siyasal olarak
tanımlandığı bir dünyada yaşadığımızdır. Örneğin, terörist kavramını
alalım. İsrail devleti teröristi tanımladığında ve teröristle savaşmak için
gazetecinin kaynağını açıklamasını istediğinde, Kanada hükümetinin
yaptığı gibi, bu teröristin kim olduğunu tanımlamada imtiyazlı
pozisyonda olandır. Bazıları İsrail devletinin bir parçası veya tümünün
terörist olduğunu ve terörist eylem yaptığını tartışacaktır. Bazıları
Kanada devletinin terörist faaliyetlerde bulunduğunu ileri sürecektir.
Terörizm kavramının tanımını ileri geri tartışabiliriz. Gerçek şu ki,
kimin terörist olduğuyla ilgili kesin bir tanım olmaması nedeniyle,
gazetecilere kaynaklarını açıklamasını istemek etikli ve moral/ahlaklı
olmamadır. Kanada devletinin gazeteciyi eğer kaynağını açıklamazsa
10 yıl hapse atacağı tehdidi de etikli bir eylem değildir. Devlet
tarafından ve diğer güçler tarafından yapılan bütün taleplerin kendisi
temelde etiksel değildir, ahlaka aykırıdır ve medyayı ve bilgi
emekçilerinin profesyonel standartlarını çiğner.
İbrahim Bilici (Erciyes Üniversitesi, araştırma görevlisi)
Schiller’e soruyorum. Microsoft ve Google gibi büyük firmalar var;
onlar üretiyor ve biz de tüketiyoruz. Ürünleri almak zorundayız, çünkü
başka alternatif yok. Örneğin Google iyi bir iş yapıyor. Çok az reklam
var. O zaman bu kadar büyük yatırımda nasıl para kazanıyorlar?
Schiller bize diğer hizmet vericilerin kullanıcıları denetlediğini,
telefonların kaydedildiğini söyledi. O zaman ne yapabiliriz? Çözüm
için ben ne yapabilirim? Hepimiz biliyoruz ki kapitalizm gerçektir, din
Forum: Tartışma
271
kehanettir ve Marksizm ideolojidir. Kapitalizm gerçek ve onsuz
edemeyiz. Sizin somut çözümünüz ne?
Dan Schiller
Dediklerinizi yeterince duyamadım. Umarım duyduklarım kadarıyla
yanıtım yeterli olur. Bu tür sorunlara çözümü bireysel olarak
düşündüğümüzde, daha baştan ciddi şekilde dezavantajlı durumuna
düşeriz. Bunun anlamı hiç bir zaman bu şekilde düşünmememiz
gerektiği değildir. Çoğu kez böyle sonuçlanır. Sorun hakkında
düşünürüz; çaresizim deriz; Google ile müzakerede güçsüz olduğumuz
açıktır. İlk yapılacak şeylerden biri gerçeğin önümüze getirdiği yeni
mücadeleler için sosyal olarak ve siyasal olarak organize olmalıyız.
Sorunun iki yanı var. Birincisinde, soruyu siyasal olarak sormak
gerekir. Google’a sosyal sorumlulukları olduğunu söyleyebilecek
yolları bulmamız gerekmektedir. ABD bağlamında, kamu hizmeti
kurumusun diyebiliriz; demiryolları gibi, neo-liberalizmden ve
özelleştirmenden önceki telefon kurumu gibi bir kamu kurumu olduğun
için, seni yasal olarak düzenlemeliyiz; yasal olarak düzenleme yolu
olarak, kütüphaneciler, bilgisayar uzmanları, çeşitli akademisyenler,
gazeteciler gibi profesyonel enformasyon çalışanlarının ve diğer
grupların temsilcilerinin birleşerek “arama algoritması için bizim
kriterimiz şunları içerir; bakalım sen seninkini reklamları sıralama
yerine insanların isteklerine göre yapmak için nasıl yeniden
tasarlayacaksın” dediği bir forum inşa edilebilir. Bu birinci yan. İkinci
yan, sorunu bunun ötesine genişletmektir; eğer internette arama olanağı
için sosyal finans desteği gerekiyorsa, özel sermayenin finans desteğine
neden gerek olsun ki. Özel sermaye var olan tek kaynak değil ki. Bu
iki şey birbiriyle bağıntılıdır: Özel sermayeye internette yatırım yapma
hakkını verince, hemen hemen otomatik olarak internet üzerinde güçlü
kontrol olanağını vermekteyiz. Bu iki şeyi ilişkilendirmeliyiz; bu araç
ve gereçleri satın alabilme ve farklı bir enformasyon toplumu
geliştirebilme üzerinde düşünmeliyiz. Bunu ütopik olarak
düşünmemeliyiz. Dünyanın başka yerlerinde, Avrupa’da bunu yapma
çabaları olmaktadır. Örneğin dijital kütüphanelere ve bu kütüphanelerle
gelen araştırma olanaklarına sahip olmak için devlet girişimleri ulusal
272
Forum: Medya ve Etik
politika konusu olarak yapılmaktadır. Google yoluyla gelen kültürel
emperyalizm korkusu nedeniyle bu yapılmaktadır.
Esra Keloğlu-İşler (Selçuk Üniversitesi, doktora öğrencisi)
Benim sorum Profesör Mosco’ya. Halkla ilişkiler etiğiyle ilgili soru
sormak istiyorum. Halkla ilişkiler Amerika’da bir pratikten doğup, bir
endüstri haline gelmiş bir sektör. Bu sektörde uygulamacılar
örgütleniyorlar ve son derecede ideal etik kodları oluşturup yayıyorlar.
Fakat bu kodların hiçbirinin uygulanmadığını, işlemediğini görüyoruz.
Hepsinin uygulanması imkânsız kodlar olduğunu görüyoruz. Onun için,
kâğıt üstünde sadece birer kural olarak kalıyorlar. Benim birbirine
bağlantılı iki sorum var. Halkla ilişkilerde idealist olmayan bir etik
mümkün mü? İkincisi ise, halkla ilişkiler etiğinde de, sizin söylediğiniz
gibi örgütlenme veya ifade özgürlüğü gibi bir çözüm yolu getirmek
mümkün mü?
Vincent Mosco
Çok akıllıca/düşünceli ve önemli bir soruydu. Halkla ilişkiler alanı
oldukça ilginçtir ve özüyle gerçek dünya içinde yerleştirilmiş ve daima
gerçek dünyanın sorunlarıyla uğraşmak zorunda olan insanları içerir.
Halkla ilişkilerde etik kodları yerleştirme çabalarını alkışlıyorum.
Gazeteciler ve eğitimcilerde olduğu gibi etik kodlarını uygulamanın zor
olduğunu biliyorum. Bu sürekli bir mücadeledir. Kısmen çünkü,
“neticede ne yapıyorsak onda yaptığımız yatırıma maksimum gelir
sağlamamız gerekir” diyen bir etiksel kodu olan kapitalist dünyada
yaşıyoruz. Bu kod ne kadar dar olursa olsun güçlü bir şekilde insanların
ne yaptığını belirler. Temel olarak etik dünyadaki egemen süreçlere
karşı direnmektir ve her direnmede olduğu gibi mücadele olacaktır.
Bununla beraber, mümkün olduğu kadar sık ve güçlü bir şekilde
katılmamıza değer bir mücadeledir. Neden? Çünkü temel olarak
maksimum çıkar/profit üzerine kurulmuş bir dünya berbat, korkunç,
kötü bir dünyadır. Dar bir dünyadır. İnsanları sanki pazar yerinde belli
bir fiyata alabilecekleri, üretimin faktörleri gibi muamele eden bir
dünyadır. Eğer insanların değerinin bundan daha fazla olduğuna
Forum: Tartışma
273
inanıyorsak, o zaman etiksel prensipler kurmak/yerleştirmek
zorundayız. Bu nedenle, yerleştirilmesi ne kadar zor olursa olsun ve ne
kadar mücadele gerektirirse gerektirsin, insanlar etiksel sorumluluğu bu
etiksel kodları yerleştirme ve bu kodlarla yaşamada etiksel
sorumlulukla yükümlüdür. Praksisten çıkıp gelen bir alanın bir parçası
olduğu için insanın savunmacı olmasına gerek yoktur. Çünkü sadece
halkla ilişkiler değil, her alan praksisten çıkıp gelmiştir. Hakkında
araştırma yapmak ve yazmak için yıllar harcadığım alan, siyasal
ekonomi, birkaç yüzyıl önce kraliyet ailesinin kral evlerinin
hesapları/muhasebesi hakkında akıllı insanların tavsiye verme
pratiğinden çıkıp gelişti. Bu pratik faaliyetten ekonomi ve siyasal
ekonomi çıkıp geldi. Hepimiz praksis içindeyiz, praksis içine
yerleştirilmişiz. Enformasyon dünyasının siyasal dünya içinde
yerleştirilmiş olduğunu anlamamız gerekir. Son olarak Google ve
Google’ın etiksel faaliyeti üzerinde duracağım: Nefret gruplarıyla ilgili
kararında, Googgle’ın örgütlü grupların siyasal baskılarına yanıt verdiği
için kutlamalıyım. Bunu yapmak önemli. Fakat bu, enformasyonun
siyasal süreçler içinde yarlaştırmış olduğunu kapalı bir şekilde kabul
etmektir. Bu nedenle eğitimle, sendikacılıkla, sosyal hareketlerle veya
globalleşme gibi önemli siyasal konuları öne getirmek isteyen hepimizi
Google gibi iş dünyasına öncelikli olarak görünmemesini istediğimiz
sitelerin görünmemesi, çıkarılması veya hiyerarşide aşağıya taşınması
için siyasal baskı yapmaya teşvik ediyorum. Evet, Google’ı
kutluyorum, ama siyasal eylem kararı aldıklarını da biliyorum,
dolayısıyla siyasal eylemi bizim davamız için, yaptıklarını görmemiz
gerekir.
Bir Öğrenci (Halkla ilişkiler ve tanıtım 4, sınıf)
Benim sorum etikle ilgili olacak, birçok konuşmacı etik konusunu
gazetecileri ve gazete örgütlerinin birleşerek, bazı kişilere baskılar
yaparak sonuçlanabileceğini söyledi. Bu doğrultuda, gene bazı
konuşmacılarımız etiği kişisel, kişinin kendine özgü, kendi ahlakıyla
ilgili olduğunu söyledi. Hem kişisel bir ahlak hem de birleşilmesi
gereken bir ahlak. Mesela Türkiye’nin etiğiyle Amerika’nın ve
Kanada’nın etiği birbirine uyuşacak mı veya uyuşabileceği bir ortam
274
Forum: Medya ve Etik
var mı? Bunun için insanlar evrensel bir etik, özellikle iletişim alanında
evrensel bir etik oluşturabilirler mi? Bunu Schiller’e, Mosco’ya ve
Türkiye’den Ümit Atabek’e sormak istiyorum.
Dan Schiller
Burada biz çok özlü şeyleri konuşuyoruz. Harika bir şey. Bu tür
karşılıklı iletişimi aylardır görmediğimi söyleyerek başlamalıyım. Bu
nedenle çok mutluyum. Evrensel etik hakkında yüzyıllardan beri
filozoflar arasında yoğun tartışmalar olmuştur. Evrensel etiğe sahip
olmak hoş bir şey olurdu. İnsanlığın yüz yüze olduğu zor durum
karşısında belki de gerekli bir şey. Bu amacı gerçekleştirmeye
yardımda evrensel etik için siyasal talep de mümkün. Fakat bunun
önünde çok fazla engel var. Yapmamız gereken belli bir ülkenin
yurttaşı olmaktan daha çok insan olarak haklarımızda ısrar etmektir.
Çünkü çoğu kez yurttaşlık ve milliyetçilik var olan güç ilişkilerine
uygun siyasal sonuçlar üretmek için manipüle edilmektedir.
Örgütlenmeden geçerek evrensel etiğin insanlığın günümüzde küresel
boyutta olan sorunlarla mücadelede arzu edilebilirliliği ve gerekli
olduğunda ısrar edebiliriz. O zaman, böyle bir evrensel platformun ve
fikrin gerçekleşmesinin önünde duran engelleri ciddi bir şekilde
belirlemeliyiz. Bunların göreceli olarak kolayca belirlenebilir. Bunların
bazıları çok derine gidebilir; düşmanlık ve sosyal egemenlik gibi bazı
sorunlar çözülmek için kuşaklar gerektirecektir. Günümüz koşulları
altında, karamsar diyebilirsin, kötü anlarımda ben de karamsar
diyorum, fakat insanlık tarihinde evrensel etiği gerçekleştirmede biz ilk
atışa sahibiz. Ben umutluyum.
Ümit Atabek
Aslında soruyu sormaya neden olacak durum bence pek yoktu gibi ama
soru bence çok önemli. Bay Bombote’nin dışında aslında kişisel
boyutuna çok fazla değinen olmadı. Sanırım o da etiğin tarihsel
perspektifi içinde biraz kişisel deneyimlerin de bir anlamı olduğundan
bahsetti. Ama burada hepimizin etik konusunda en çok vurgu yaptığı
nokta etiğin ekonomik politik bağlamıydı. Dolayısıyla soru gerçekten
Forum: Tartışma
275
önemli. Yani ulusal boyuttaysa ne olacak? Ben profesör Mosco’nun
önerisini çok hararetle destekliyorum. Çok önemli bir vurgu yaptı:
örgütlenmeden etik olmaz. Hem de örgütlenmeyi de bilgi
emekçileri/çalışanları diyerek biraz daha genişletmek ve hatta bazı
çelişkileri de erteleyerek, bilgi çalışanları içinde yer alacak olan değişik
farklı grupların arasındaki muhtemel sorunları da erteleyerek güçlü bir
örgütlenme olmadan etik sorunuyla asla baş edilemeyeceğini vurguladı.
Bunun ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye
açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de biliyorsunuz,
çok değerli bir akademisyenimiz daha sonra bir medya patronu oldu.
İletişim fakültesi hocalarını da “medyaya düşman yetiştiriyorsunuz”
diye suçladı. Açıkça biliyoruz ki kendisinin en çok korktuğu şey etik
değil, örgütlenmeydi. Kendisi hemen ilk icraat olarak basın
sektöründeki bütün örgütlenmeleri, hatta en saf olanları dahi yerle bir
ederek bu işi büyük bir başarıyla son verdi. Sonra kendisi basın konseyi
gibi yine bir etik örgütlenmesi olan başka bir örgütlenmeye de tevessül
etti. Gerçekten, ekonomik politik bağlamı tartışılmayan bir etik
tartışması sade suya tirit olacaktır.
Vincent Mosco
Bu çok iyi bir soruydu. Basitçe diyalektik düşüncesinin anlamanı
söyleyeceğim: Birey ile toplum arasında karşılıklı ilişki vardır. Sadece
toplumda ya da sadece bireyde olan hiçbir şey yoktur. Benim gazeteci
arkadaşım kaynağını açıklamadı, çünkü birey olarak, on yıl ceza yeme
anlamına gelse bile etiksel prensibi ihlal etmeyeceğini söyleyecek
etiksel anlayışa sahipti. Soru şu: Arkadaşım parçası olduğu
organizasyonların etiksel ve erdemli desteği olmaksızın bunu
yapabilecek miydi? Hepimiz katıldığımız sosyal grupları ve şebekeleri
içimizde taşırız ve diyalektik olarak biz onları birey olarak etkilemeye
devam ederiz. Dolayısıyla, evet, ben hem bireysel hem de sosyal etiğin
olduğuna hem de ikisinin olmasının zorunlu olduğuna inanıyorum. İkisi
olmazsa, birey ile toplum arasındaki ilişki nedeniyle, biz hiç birine
sahip olmayız.
276
Forum: Medya ve Etik
Boris Novasardiyan
Soruya pratiksel açıdan yanıt vermeye çalışacağım. Bugünkü oturumda,
gerçekten de medya ve etik konusunu çok geniş kapsamda ele aldık.
Belli somut şeyler üzerinde de durmamız gerekmektedir. Geniş
anlamda etik üç boyut içine bölünebilir: Birincisi iletişim endüstrisi
içinde var olan ilişkiler. Yazılı kurallar olmadan ve önceden kabul
edilmiş anlaşmalar olmadan, gazeteciler arasında etik vardır. Örneğin,
bir gazeteci bir basın toplantısına geç kaldıysa ve önemli bazı
enformasyonu kaçırdıysa, en azından benim ülkemde, gazeteciler bu
enformasyonu paylaşırlar. Bir tür yazılı olmayan anlaşmaya göre,
enformasyonu kaçıran gazeteci bu haberi diğerlerinden sonra gazetesine
verecektir. Bu etik kuralı iletişim endüstrisinde vardır. Diğer etiksel
kural da diğer medyayı eleştirmemedir. Sadece endüstriyi korumak,
çalışma arkadaşını eleştirmemek, ona zarar vermemek. Bunun iyi olup
olmadığını bilmiyorum. Bazen iyi bazen kötüdür. Medya etiğinin ikinci
boyutu, değerler sistemdir. Bu bağlamda bireysel ahlaktan
bahsediyoruz. Bu boyut aynı zamanda akademik dünyadaki pratiktir.
Bu etik ne yazık ki medya profesyonellerinin pratiğini pek etkilemez.
Üçüncü boyut mesleki etiksel kuralları garantiye alan etiktir. Bu
bağlamda önemli bir otosansür (otodenetim) kavramıyla karşılaşırız.
Otosansür meslek içinde belli etiğin olmasını garanti eden
mekanizmalar olduğunu anlatır. Otosansür hakkında düşünürken
kuramsal olarak evrensel etiksel prensipleri düşünürüz, çünkü onlar
yazılı ve üzerinde anlaşılmış ve endüstri, meslek ve toplum arasındaki
uzlaşmanın bir sonucudur. Bu elbette ideal olarak mümkündür; fakat
oldukça önemlidir. Benim için problemli olan şey, üzerinde durulan
zorluklar, sorunlar, mücadeleler hızla artmaktadır ve bunların negatif
sonuçlarına karşı koruma geliştirmek için bazı mekanizmalar
geliştirmek gerekmektedir. Bu nedenle ki, Profesör Schiller biraz
“kıyametçi” (kötümser, apocalyptic). Bütün şansımızı yitirdiğimizi
sanmıyorum. Otosansür sisteminin ve medya sorumluluk sisteminin
(medyayı sorumlu tutma sisteminin) gelişmesi önemlidir.
Forum: Tartışma
277
Babacan Taşdemir (ODTÜ, doktora öğrencisi)
Doğru bir şekilde tespit edildiği üzere, örgütlenmenin gerekliliğinden
bahsediliyor ve örgütlenme de vurgulanıyor. Ama Ümit hocamın da
belirttiği gibi, tam da örgütlenme üzerine giden bir yapı söz konusu.
Sürekli olarak piyasa mekanizmasının sıkıntılarından bahsediyoruz,
firma mantığının gündelik yaşamımıza işleyişinden bahsediyoruz; tam
bu firma mantığının medya endüstrisine sızmasından dolayı bir takım
etik değerlerin aşınmasından bahsediyoruz. Ama diğer tarafta,
karşımızda örgütlenme üzerine giden ve bunda yalnızca hukuki yollarla
vesaire değil, bizzat silahlı gücüyle yapan bir sistem var. Bize birileri
uzun süreden beri söylüyor ki biz şiddet hakkımızı devlete teslim ettik.
Aslında ben şiddet hakkımı kimseye teslim etmiş değilim. Ama bu
sistem, eğer siz örgütlenme veya aksi bir şey söylüyorsanız, sizin
üzerinize sadece hukuki yollarla giden bir sistem değil, aynı zamanda
silahlı gücüyle de giden bir sistem. Bir örnek vermek gerekirse, Irak’ta
herhangi bir nükleer silah bulunmadığına dair bildiğini açıklayan bir
gazeteci ya da devlet görevlisiydi, öldürüldü. Bu aslında Batılıların çok
iyi yaptığı bir şey. Batılı devletler uyguladıkları zaman, şiddetin üstünü
kapatmayı çok iyi beceriyorlar. Doğu’da devletlerin yapamadıkları şey
şiddetlerini, kendi reklamlarını kendileri yapıyorlar. O zaman
antidemokratik görünüyorlar. Doğu ve Batı arasında antidemokratiklik
bence aynı düzeyde. Demek istediğim şu: biz örgütlenme üzerine vurgu
yapıyoruz; diyalog üzerine vurgu yapıyoruz; enformasyon toplumu
içerisinde emekçiler arasındaki iletişime vurgu yapıyoruz, ama diğer
taraftan örgütlenme ciddi boyuta ulaştığı zaman şiddet uygulayan bir
güç var, bir yapı var. Peki burada etiği nasıl sağlayacağız?
Aytaç Yıldız (A. Ü. İletişim Fakültesi, doktora öğrencisi)
Sayın Bombote’ye sormak istiyorum soruyu. Konuşurken, kendi
kültürüne ait bir örneği burada çok rahat bir şekilde anlattı: Ölüm
durumunda gelinin küçük kardeşle evlendirilmesi. Aslında bu bizde de
olan bir şey. Güneydoğu’da hala olan bir şey. Aslında güzel olan bir
şey, bir aydının kendi kültüründe olan bir şeyi başka bir ülkede çok
rahat bir şekilde dile getirmesi. Bizde genelde aydınlar bunu yapmak
yerine, utanç duyarlar böyle bir şeyden. Aydınlar bunun yerine susmayı
278
Forum: Medya ve Etik
tercih ederler, kendi toplumunu anlama yerine, yanlış deyip
görmemezlikten gelirler. Sayın Bombote’ye sormak istediğim şu:
Profesör hocamla birlikte Ankara Üniversitesi’nde dört yıldır etik
derslerine giriyoruz. Orada yaklaşık 140 öğrenci var. Dört yıldır hep şu
sıkıntıyla karşı karşıya kalıyoruz. Öğrenciler etik ile ahlak arasındaki
farkı yahut ta etikten ne anlaşılması gerektiğine dair farkı bir türlü dört
yıldır hiçbir zaman anlayamadılar; bu bizim beceriksizliğimiz değil,
yani o da olabilir ama, daha çok hakikaten ikna edici sorularla
geliyorlar. Çünkü etik kavramının, mesela Türkiye’de bu kavramın,
kavram olarak söylüyorum, temeli konusunda ciddi sorun var. Acaba
sayın Bombote kendi ülkesinde de mesela, öğrencilerle bunları
konuşurken, etiği tartışırlarken, onlardan da Avrupa’ya ait bir kavram
olan, Aristo’dan bugüne o düşünceye ait bir kavram olan, bu etik
tartışmaları arayışları, orada, kendi ülkesinde, acaba sayın Bombote bu
tür itirazlarla karşılaşıyor mu? Yoksa bizim gördüğümüz Batı dışı bir
toplum olarak Türkiye’ye ait bir şey mi? Bunu sormak isterim. Örneğin
kaynak öneriyoruz, mesela, tabii ki Türkçe kaynak çoğu zaman, bu
kaynaklar, Türkçeye çevrilen kaynaklar öğrenci bize gelip soru soruyor.
Öğrenci buradaki etiği anlamadığını ve buradaki örneklerin Avrupa
örnekleri olduğunu oranın tarihsel özgürlüklerini yansıttığını söylüyor.
Buna bir şey diyemiyoruz biz. Örneğin ötekilik, komşuya saygı üzerine
kurmuş ama, öteki dediği hep Yahudi komşum olarak algılandığı için,
öğrenci gelip bunu bize derste gerçekten itiraz ediyor. Diyor ki “siz
burada Levinas’ı okutuyorsunuz, ama ötekine saygı dediği, sorumluluk
dediği, Yahudi ise komşunuza sorumluluk duygusu duyabilirsiniz
diyor”. Burada biz öğrenci karşısındaki tartışmada ciddi şekilde sıkıntı
duyuyoruz. Bombote kendi ülkesinde bu kavram etrafında iletişim
öğrencileriyle konuşurken veya ders verirken, böyle bir sıkıntı yaşıyor
mu? Bunu merak ettim.
Diomansi Bombote
Teşekkür ederim, ama sorduğunuz soruya yanıt elde edebilmeniz
oldukça güç. Emin olmamakla beraber size konuşmama bakarak
kendinizin bir cevap çıkarmanızı tavsiye edeceğim. Sanıyorum ki etik,
eğer dini ele alırsak, verilmiş buyruklardır, dışarıdan gelir ve bize
Forum: Tartışma
279
tartışılmaz olarak kabul ettirilir. Örneğin, ahlak, toplum tarafından
sistemleştirilmiş değerlerin bütünüdür. Ahlaktan bahsettiğimizde ise
gazetecilik ahlakından bahsetmek mümkündür. Bu ise gazetecilerin
üzerinde anlaştığı ahlak reçeteleri, kuralları, normlarının kendisini
meslek alanında o mesleğin en iyi şekilde yapılması ve uygulanması
için deontoloji olarak göstermektedir. Etik aynı zamanda daha öteye
giderek ahlak'ı da kapsamaktadır. Etik, ahlakın üzerindedir. Etik bir
çerçeve, bir yön, bir yoldur. Bu yön, çerçeve, zorunlu olarak sosyal ve
sosyolojik olan bir bağlamda tanımlanır, kültüreldir.
Son olarak etik bireysel olmalıdır. Daha önce evrensel bir etikten
bahsedip bahsedemeyeceğimiz sorulmuştu. Ben bu soruya hayır
cevabını vermiyorum ama benim değerlendirmeme göre etik vicdandan
çıkan bir şeydir. Benim mesleki vicdanım, tartışılmayacak en son
noktadaki kurallardır. Bütün reçetelerin, bütün yasaların kendi
görevlerini yapmasından sonra (çünkü kanunlar bireysel olarak
yapılamaz ve pozitif hukuk ve kanunlar kişisel değildir) ve bunlara
yapılabilecek olası bütün başvurulardan sonra elde kalan indirgenemez
kurallar benim vicdanımdır ve etik tam da buraya hitap etmektedir.
Açık oldum mu bilemiyorum ama özetlemeye çalıştım. Deontolojiyi
gazetecilik, araştırmacılık vb. gibi pek çok meslekte bulmak
mümkündür. Ancak etik bunların hepsinin üzerindedir ve kişinin kendi
bireysel vicdanına kalmış bir şeydir. Felsefe de içerir ve tartışma,
eklemleme olasılığı neredeyse sonsuza kadar gider. Bu benim yanıtım.
Konca Yumlu (Prof. Dr., Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi)
Benim sormak istediğim soru kısmen Ümit ve kısmen ODTÜ’lü
arkadaşımız tarafından vurgulandı. Ama yine ben sayın Mosco’ya
sormak istiyorum. Kendisi bize çok önemli bir kavramı tanıttı:
Enformasyon emekçileri. Ve etik olmayan durumlar karşısında
insanların, özellikle bilgi emekçilerinin dayanışmasını önerdi. Ancak
gelişmekte olan ülkelerde dayanışma anlamında bir sorun var. İşsizlik,
çalışma fırsatlarının çok fazla olmaması nedeniyle, emekçiler
dayanışma anlamında hep geride kalıyorlar. Acaba Kanada’da bu
engeller söz konusu mu? Bunun üstesinden nasıl gelinebilir? Belki de
280
Forum: Medya ve Etik
yeni teknolojilerin dayanışma anlamında olumlu etikleri olacak, bu
konuda ne düşünüyorsunuz.
Yüksel Akkaya (Prof. Dr., Gazi üniversitesi İletişim Fakültesi)
Ben de burada tam İrfan hocanın dediğini yapacağım. Soruyu
soracağım, önce kendim yanıtını vereceğim. Üretim tarzı ve üretim
ilişkilerinden söz ettiysek bunun adını koyalım. Kapitalist bir toplumda,
kapitalist bir sistemde etikten söz etmek mümkün mü? Eğer üretim
araçlarının bir kısmını medya oluşturuyorsa, medya kar etme
araçlarıysa, kar alanlarının genişletildiği noktalardan biriyse,
dolayısıyla burada bir sömürü ağı oluşturulmuşsa, kapitalist sistemi
tahkim eden önemli araçlarsa, bu medyada etiği oluşturmak mümkün
mü? Zira biliyoruz ki kapitalist sistem karları artırmak üzerine
kurulmuştur; sömürüyü yükseltmek üzerine kurulmuştur; böylesi bir
sistemde karları azaltacak, sistemi tahkim etmeyecek, dinamitleyecek
bir takım kurallara sistem izin verir mi? Medya patronları izin verir mi?
Burada karşımıza şöyle bir sorun çıkıyor: Medya sistemi tahkim edecek
insanları seçmek zorundadır. O zaman bu seçilmiş insanlar için etik ne
kadar anlamlı olacaktır? Olmayacak bir duaya amin mi diyoruz? Soru
bu. Peki örgütlenme bunun sihirli çözüm yollarından bir tanesi olabilir
ki? Ne yazık ki hayır. 1950’li yıllar, 1960’lı yıllar 1970’li yıllar
(Amerika’yı ve Avrupa’yı saymazsak) dünyada sendikalaşmanın altın
çağıdır. Ancak sendikacılığın en çok çürüdüğü, kokuştuğu bir
dönemdir. Korporatis ilişkilerin kurulduğu, emekle sermaye arasındaki
ilişkilerin akışkanlığının sağlandığı bir örgütlenme vardır orada. Yani
sendikaların kendi felsefesine ihanet ettiği bir dönemdir. Kapitalist
sisteme karşı kurulmuş olan sendikalar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
kapitalist sistemle bütünleştirilmiştir. Böylesi bir dünyada, bu örgütler
gerçekten de buna karşı çıkan örgütlenmeler olabilir mi? Peki, bütün
bunların olabilmesi için demokrasi dediğimiz bir şeye ihtiyacımız
varsa, neden demokrasiyi sıfatlı kullanır hale geldik, Halk demokrasisi
vs vs dedik, bir de bugün katılımcı demokrasiden söz ediyoruz. Zaten
demokrasinin özünde katılımcılık yok mudur? O zaman, etik, katılımcı
demokrasi ve sosyal diyalog gibi uydurulan bu kavramlar kapitalist
sistemi tahkim etmek ve uzatmak için bize sunulmuş birer uyuşturucu
mudur?
Forum: Tartışma
281
Vincent Mosco
Çalışanlar ve örgütler hakkındaki sorulara yanıt vereceğim. Böyle bir
dünyada insanların hayatlarını iyileştirmesi için ne tür bir gelecek
potansiyeline sahibiz? Üç olası yanıt var; örgütlen, örgütlen, örgütlen.
Bana umut veren çeşitli yollar gözlemledim. 1950’lerin formal
sendikalaşma girişimlerinin ötesinde, birinci dünya ülkelerindeki
işçiler ve örgütler gelişmekte olan dünyanın işçileriyle artan bir şekilde
bir araya gelmektedir. Aynı zamanda, bilgi işçileri tarafından öncülük
edilen yeni örgütlenme biçimleri görmekteyiz. Örneğin Microsoft ABD
hükümetinin yardımıyla başarılı bir şekilde resmi sendikalaşmaya karşı
savaşmaktadır. Microsoft çalışanlarının Redmont Washington’da
yaptıkları: Aslında bir sendika olan bir İşçi Derneği kurdular. Bir
bakıma daha güçlü, çünkü sendikalarla ilgili yasalara sınırlanmış
değiller. WashTech denen bir organizasyon var. Birçok yeni işçi
organizasyon biçimleri var. Elbette insan çok iyimser olamaz. Birlikte
olmak daima işlemez. Bürokrasiler daima sorunlara sahiptir. Bu durum
mücadele ve örgütlenme sorunudur. Özünde biz etiksel olmaya
mahkumuz. Gerçekten de, hangi toplumda yaşarsak yaşayalım,
düşünme ve var olma çerçevesini daraltmaya çalışan kapitalist dünya
dahil, direneceğiz veya direnmediğimiz için suçlu hissedeceğiz veya
bilincimiz bizi rahatsız edecektir. Biz en azından etiksel bir dünyanın
olasılığını düşünmeye mahkumuz. Ve bunu yaparken, bazılarımız aktif
olarak katılacağız. Profesörün şiddet karşısında etik sorunu konusunda
değindiğine gelince, bu çok önemli bir nokta çünkü özellikle bu
dünyadaki verili derecedeki şiddet ve sadece genlerimizin bir ürünü
olduğumuz durumunda, etik için bir yer olmadığı söylenmektedir.
Bunun bana söylediği her zamankinde çok daha fazla direnmeliyiz.
Şiddetin seviyesi yükseldikçe, sosyobiyolog, genetik dürtülere karşılık
veren aşağı seviyede hayvandan başka bir şey olmadığımızı bize
iletmeye çalışırken, daha zengin insan olmak için direnmeliyiz. Sadece
etik için yer var değil, aynı zamanda etik her zamankinden çok daha
zorunludur.
282
Forum: Medya ve Etik
Ümit Atabek
Ben de bu karamsal tabloya yanıt vermek durumundayım herhalde;
çünkü karamsarlık iyi bir şey değil. Ben biraz aydınlık gelecek
bekliyorum en azından. Bu bireysel etik konusunu biraz yeniden inşa
etmemiz gerekiyor. Çok bireysel olduğunu sandığımız etik, aslında bize
mahsus çok da bireysel değil. O da toplumsal koşullarla belirlenen bir
durum. Dolayısıyla benim bireysel etiğim, benim gibi insanların etikleri
aşağı yukarı bellidir. Buradaki bireysel etikle toplumsal direniş
mekanizması olarak Prof. Mosco’nun söylediği etiğin arasındaki
ilişkiler çok hassas ve üzerinde ayrıntılı düşünmemiz lazım. Elimizdeki
tek enstrüman da örgütlenme. Tabi örgütlenme üzerine Yüksel
hocamızın kaygıları çok haklı. Örgüt kelimesi de sihirli bir kelime
olarak işimizi çok görmüyor; ama tek enstrümanımız bu. Dolayısıyla bu
tür örgütlenmeleri; yeni alternatifleri de iyice gözden geçirerek bir yere
varmamız gerekiyor. Çünkü başka enstrümanımız yok. Bu örgütler
içinde biz etik konusunu bir direniş mekanizması olarak kullanabiliriz.
Böyle bakıldığı zaman da pek karamsar tabloyla da karşılaşmamız
gerektiğini ileri sürüyorum. Belki buna şunu hatırlatarak da
desteklemek gerekir. Evet kapitalizmde tabi ki kapitalist etik yaygındır,
hakimdir. Dolayısıyla hepimizin etiğini bir anlamda törpülemektedir ve
hepimiz bu çıkmaz içinde de debelenip duruyoruz. Doğrudur, ama
kapitalizm de unutmayalım ki bir zamanların devrimci toplumsal
modelidir. Feodalizmi devirmiştir. Kapitalizmin de bir etiği vardır ve o
etik de çok saygındır bazı yönlerinden bakıldığında, feodal etikle
kıyaslandığında. Dolayısıyla bunları birbirinden çok ayrı şey olarak da
görmemek her şeyde çok karamsar mekanizmalara atfetmemek gerekir.
Aksi taktirde, zaten şu andaki global kapitalizmin çılgınlığı içinde
erimiş kaybolmuş gideriz. Beki de bütün bunlara eklememiz gereken
şey, gelecek tahayyülüyle ilgili olarak, bu tartışmaların nereye
varacağıdır. Bunları ısrarla, çok ciddi olarak gündemde tutmamız,
tartışmamız gerekiyor.
Forum: Tartışma
283
Emre Aygen (gazeteci)
27 yıllık gazeteciyim. Bir gazetede prensip gereği yazdığım haberleri
çalıştığım gazeteye vermek zorundayımdır. Gazeteye haber merkezine
veririm. 24 saatte o haber gazetede yayınlanmadığı zaman, ben kendi
mesleki yaşantımı risk altına alıp, ya bunu İsveç Radyosuna satardım ya
da BBC’ye satardım; ya da Köln Radyosuna satardım. Yani esasında,
uluslararası ortak bir basın meselesi her zaman vardı. 1985 öncesinde
şöyle bir şey olurdu: Gazze’de bir olay olduğu zaman çıkan haberlerde
16 tane Musevi, 8 tane Hıristiyan öldü diye haber çıkardı. Türk
gazetecisi olarak biz arardık ve o arada 32 tane de Müslüman ya da
Arap ölmüştür. Arap’ın öldüğü o ajans haberinde yoktur. O günlerden
bu günlere geliyoruz. Dünyada medyada etik olarak örgütlenme içinde
olması için gösterilen çabalarına saygı duyuyorum. Ben de aynı şekilde
sendikalarımız sona erdirilirken mesleğini sürdürmüş bir gazeteciyim.
Profesör politik olduğunu söyledi. Evet, o politik olma hala devam
etmekte.
Bir öğrenci
Ben de bir yorumda bulunacağım soru sormayacağım, belki arkadaşla
paralel olacak, ama daha farklı bir tarzda söyleyeceğim. Etiğin
kökeninde vicdan ve aklın koordinatlarını görebiliriz. Bugünkü
dünyada vicdanın olmadığını, sadece aklın kaldığını düşünüyorum. Bu
da kimin aklının olduğu sorusunu beraberinde getiriyor. Kendi ülkemiz
için şunu söyleyebilirim: Son 15 yılda çok büyük değer kaybının
yaşandığını düşünüyorum. Derslerde etiğin tartışılması sahte geliyordu
bana. Çünkü ulaşılabilir bir şey olarak görmüyordum. Hala da
görmüyorum ve şu anki koşullar içerisinde de etik tartışmalarını
yapmayı yine çok da kıymetli bulamıyorum. Çünkü geçenlerde bir
arkadaşım bana torpille işe girdiğinden bahsetti. Normalde ben ona,
bunu söyleyen birine tepki gösterirdim, yapmamalıydın derdim. Ama
şimdi onun başka çaresinin olmadığını biliyorum. Sevindim onun
adına. Böyle bir ülkede bu tartışmaların ekonomik temelli olması da
sevindirdi beni.
284
Forum: Medya ve Etik
Refik Erduran
Genç arkadaşların soruları çok hoşuma gidiyor. Ama bir tehlike
görüyorum. Biraz sinikliğe kayma eğilimi var gibi. Kendileri
kapitalizmi eleştiri yollu sorular soruyorlar. Hatırlatırım ki kapitalizmin
alternatifinin doğuşu vicdandan gelir. Vicdan diye bir şey vardır. Dr.
Schiller Kant’tan bahsetti. Kant’ın çok doğru bir şeyi vardır; onun diye
felsefi bir kavramı vardır: Dünyada bazı şeyler tartışılmaz, vardır.
Vicdan da vardır. Onun için korkmayın her zaman da olacak.
Hülya Eraslan (Araştırma görevlisi, Gazi Üniversitesi iletişim Fakültesi)
Benim Sorum Boris Novasardiyan’a. Ermenistan’daki Ermeni basınının
etik uygulamaları, etik pratikleri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Boris Novasardiyan
Önce çok kısaca kapitalizm ve etik konusu üzerinde duracağım. Etik
aynı zamanda kaliteli ürün üreten teknolojinin bir parçasıdır. Kapitalist
pazar sadece üretenlerden değil aynı zamanda tüketenlerden oluştuğu
için, daima kalite ve etiksel ürün için talep olacaktır. İletişim
bağlamında, bu en son enformasyondur, enformasyonda kalitedir.
Elbette bu pazarda manipülasyon çok güçlü bir rol oynar. Eğer baba
bütün medyanın veya medyanın çoğunun etikli olduğunu inanıp
inanmadığımı sorarsanız, hayır derim, buna inanmıyorum. Eğer bana
medya pazarında kaliteli ve etkili bir bölüm olup olmadığını sorarsanız,
evet var derim; bu tur medya daima var olacaktır, çünkü tüketiciler
bunu talep etmektedir. Pazarda rahatlık ve mutluluk arasında fark,
ayırım olmalıdır. Kapitalist pazar size daima rahatlık satmayı dener.
Fakat sizin mutluluğa ihtiyacınız vardır. Örneğin Rotterdam
Üniversitesi’de mutluluğun ne olduğunu saptamaya çalışan bir
araştırmacı olduğunu duydum. İnsanlık daima mutluluğun ne olduğunu,
kaliteli ürünün, doğru enformasyonun ne olduğunu ne olduğunu
bulmaya çalıştığı için, bu talep daima etikli ve kaliteli üretimiyle
sonuçlanacaktır. İstanbul’daki Ermeni medyasına gelince, elbette
(Ermenistan’daki medya ile İstanbul’daki Ermeni medyası) arasında
Forum: Tartışma
285
büyük fark vardır, çünkü öncelikle benim ülkemdeki Ermeni medyası
bağımsız bir ülkeye kıymet vermektedir. İstanbul’daki medya, TürkErmeni medyası, öncelikle küçük bir cemaate hizmet eder. Belli
ahlaksal kuralların olduğu küçük bir cemaate hizmet ettiği için, etiksel
bir ürün olmasını garantiye alan örgütlerin, kurumların veya otosansür
sisteminin kurulmasına gerek yoktur. Ermenistan’da pazar geniş,
elbette bu önemli bir konudur, fakat ne yazık ki bizim medyamızın
etikli olduğunu övünerek söyleyemem. Bunun için birçok neden var.
Belirttiğim gibi tarzında etiksel ürünlerin olmasını garantileyen bir
sisteme sahip olmak için, üç ana oyuncu arasında bazı anlaşmaların
olması gerekir: Endüstri, meslek ve toplum. Şimdi Ermenistan’da olan
vahşi kapitalizm koşulu altındaki endüstri medyayı etikli yapmaya hiç
ilgi duymamaktadır, çünkü onlar sadece nasıl para kazanacaklarını
düşünmektedirler. “Biz para yatırdık, başka şeyi niye düşünelim ki”
demektedirler. Gazeteciler Sovyet ideoloji ve yönetimi tarafından
sınırlanan çok uzun deneyime sahipler. Şimdi onlar için otodenetim,
etiksel kodlar ve sansür arasındaki farkı ayırt etmeleri çok zor.
Dolayısıyla gazeteciler, her türlü sınırlamadan, her şeyden kaçınmaya
çalışmaktadır. Kelimenin kaba anlamıyla özgür olmak istiyorlar.
Toplum etikli medya isteyecek yeterince eğitime sahip değil. Çünkü
toplum medyayı yönetimin (hükümetin) parçası olarak görmektedir. Bu
da Sovyet geleneğinden gelmektedir. İnsanlar genellikle, “bir sonuç
getirmeyecekse neden çürümüşlük hakkında yazıyorsunuz; O halde,
yazmamalısınız; görevinizi başaramıyorsunuz” diyor. Dolayısıyla
belirgin bir şekilde, yapıcı olmayan bir şekilde talep etmektedir. Bu
nedenle kaliteli medya için ne yazık ki toplumdan yapıcı destek
gelmemektedir.
Ümit Atabek
Sovyetler zamanındaki ve sonrasındaki Gazetecilik organizasyonu
nasıl?
286
Forum: Medya ve Etik
Boris Novasardiyan
Sovyetler döneminde yönetim tarafından kurulmuş gazetecilik
organizasyonları vardı. Gazetecilik birlikleri Komünist Parti Merkez
Komitesi’nin ideolojik bölümünden farklı değildi. Aynı sistemin
parçalarıydı. Şimdi, bazı gönüllü gazetecilik birlikleri çıkmaktadır.
Bunların bazıları oldukça etkili; bazıları değil. Bunlar sadece sivil
toplum kurumları ve farklı meslek örgütleri kurmada ilk çabalardır.
Oldukça zor bir dönem. Henüz otodenetim alanına ayak basmadılar.
Açıkladığım gibi, endüstri tarafından desteklenmeyen herhangi bir
otodenetim ve sorumlu tutumla sistemi çok zor başarılı olabilir.
Ülkemde endüstri hala bu tür şeylerin önemini tanımamaktadır.
Refik Erduran
Sadece bir dip not; fakat çok önemli bir dipnot. Bazı konular karışık.
Bazı konuşmacılar kapitalizmin kendi etiğine sahip olduğunu söyledi.
Bana göre, kapitalizm ve etik birbirine zıt iki kavram. Kapitalizm
vicdanlı bir ideolojiye sahip olmadı. Kaba açgözlülük üzerine kurulmuş
bir sistemdir. Başka bir şey değil. Kapitalizm “karşılıksız çek
vermemelisin, bankadan kredi alırsan, geri ödemelisin” gibi kendi
kurallarına sahiptir. Kurallar ve etik aynı şey değildir. Kapitalizmin
başlangıçta devrimci olduğu söylendi. Hayır, devrim vicdan, düşünce
ve amaç ima eder. Kapitalizm böyle şeylere sahip değildir. Kapitalizm
belli bireysel çıkarlardan çıkıp geldi. Satmak için mallar üretmelisin.
Satmazsan, batarsın. Bu etik değil, bu bencil çıkar. İnsanlığın bir
bölümünde kapitalizme alternatif, kendini daha iyi yapmada, daha insan
olmada vicdanlı/bilinçli çaba olarak doğdu. Gerekir.
Raphael Cohen-Almagor
Beş farklı ülkeden beş önemli panelistimiz var. Panelistleri evrensel
etik konusunda düşüncelerini söylemeye davet ediyorum. Herkesin
ülkesinde medya yoksulluğu nasıl ele almaktadır? Her ülkede medya
cinayeti nasıl işlemektedir? Her ülkede medya suç ve yoksulluk
Forum: Tartışma
287
arasındaki ilişkiyi nasıl ele almaktadır? Örneğin, yaşamak için (karnını
doyurmak için) bir eve girip hırsızlık yapmayı nasıl ele almaktadır?
Vincent Mosco
Medya etik alanında araştırma yaparken somut bir şekilde medya
sunumlarında etiğin nasıl uygulandığı yeterince üzerinde durulmayan
önemli bir konudur. Eğer temel sosyal problem konuları varsa, bir
anlamda kanıt pratiktedir. Gazeteler gerçekte ne yapıyorlar: Sunuyorlar
mı? Sosyal problemlere, emek konularına geldiğinde medya nadiren
bunları ele alır. Ele aldığında nasıl ele alır? İnsan olmanın ne anlama
geldiğini destekleyen bir şekilde mi sunum yapar? Sunumu,sayfalarında
reklam yapanlarla çeliştiğinde ne yapar? Bu konu aslında ciddi bir
şekilde araştırılması gereken bir sorudur. Bununla araştırma yapmak
için ilgilenen varsa, sizinle bu konuda konuşmak isterim. Bu bağlamda
araştırmaya ihtiyacımız var.
Bir öğrenci
Benim sorum sayın Mosco’ya olacak. Türkiye’de gazetecilerin
ekonomik ve sosyal statüsü hakkında bir doktora tezi yaptım. Bu
çalışmanın sonunda ulaştığım sonuçlardan biri de şudur: Gazeteciler
arasında da örgütlenme kültürüne karşı ve emek örgütlenmesine karşı
küçümseyici bir bakış var. Acaba bu gözlemime katılırlar mı?
Vincent Mosco
Evet, bu konuda yazan meslekdaşım Dan Schiller bazı gazeteciler
arasında tarihsel olarak oldukça bireyselci duyarlılıklar olduğu
konusunda aynı fikirde olacaktır. Kısmen çünkü meslek bireysel yazar
olmak isteyenleri de çekmektedir. Aynı zamanda profesyonel kültür
tarafından ve çalıştıkları firmaların onlar üzerine uyguladığı baskılarla
“imal edilmiş bireyci” vardır. Dolayısıyla, direniş var. Fakat bu görüşe
ters düşen bir örnek vereyim: gazeteciler tarihte en iyi sendika
örgütlenenleri olmuştur. Sendikalara girerler. Bazen isteksizce bunu
yaparlar. Fakat işçi sendikası hareketinin parçası olmuşlardır.
288
Forum: Medya ve Etik
Günümüzde gazetecilerin karşılaştığı zorluk “örgütlenecekler mi?”
sorusu değil, bilgi emekçileri sendikasını kurmak için “kiminle birlikte
öğütlenecekleri” sorusudur. Yani, bilgi emekçileri tekniker emekçilerle,
matbaa emekçileriyle, kameraların gerisinde çalışanlarla birleşecekler
mi? Yayıncılarla (radyo, tv emekçileriyle), telefon işçileriyle, ileri
teknoloji işçileriyle birleşecekler mi? Gazetecilerin yüz yüze olduğu
zorluklar bunlar bugün. Kuzey Amerika’da ve belli ölçüde Avrupa’da
iyi kanıtlar var, çünkü durumları önemli ölçüde kötüleşti ve şimdi diğer
işçilerle birleşmekten başka seçenekleri olmadığını hissetmekteler.
Burada büyük potansiyel olduğunu düşünüyorum. 2
Bayram Kaya (Prof. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi)
Üniversitede hepimiz etikle uğraşıyoruz. Ama gerçeklerimiz farklı.
Akademisyenlerin gerçeğiyle, Türkiye’de yaşananlar. Örgütlenme
düzeyinde baktığımız zaman, yanlış kullanımlara veya ihlallere
baktığımız zaman, öyle sanıyorum ki, gelişmiş ülkelerin örgütlenmeleri
bizden çok daha ileri. Ama onların gerçeği farklı. Ama kesiştiğimiz
noktalar da var. Buradan sonuçlar çıkmalı. Bizim akademik
tartışmalarımızdan net bir şey ortaya çıkmaz. Nasıl örgütlenelim?
Uluslararası alanda nasıl işbirlikleri kuralım? Kendi ülkemizde nasıl
olsun bu? Bizim medyaya bakarsanız. Sendika budanmıştır. Kimse
güvence içinde değildir.
2
Tartışma notu: Mosco’nun “bilgi çalışanları (knowledge workers) tanımına
katılabilmek için, kitaplar ve kütüphaneler dahil popüler medyanın içeriğinin ne
anlamda bilgiye sahip olduğu üzerinde çok iyi düşünmemiz gerekir. Gazetelerde ve
televizyonda üretilen içerik cehaleti yeniden-üretmeyi sağlayan ve sürdüren
yönetimsel bilgidir. Bu yönetimsel bilginin kime ne tür sonuçlar getirdiği üzerinde
ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekmektedir. Bu tür bilgi üreten bir endüstriyel
yapının çalışanına bilgi çalışanı demek ne kadar doğrudur? Bilinç ve insanlığı iğfal
şebekesinin çalışanlarının bilgi çalişanı olabilmesi için ürünlerin egemen içeriğinin
günümüzdeki karakterini taşımaması gerekmez mi?
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 289-302
Tartışma
Soru, yanıt ve tartışmalar: İkinci gün
Tartışmada söz alanlar, sırasıyla: İrfan Erdoğan, Bayram Kaya, Ahmet
Akgül, Aytaç Yıldız, Süleyman İrvan, Nermin Gedik, Raphael CohenAlmagor, Marcello Foa, Mustafa Kılıç, Mehmet Yüksel.
İrfan Erdoğan
Etiğin yanlış anlaşılması, yanlış yansıtılması. Bu kasıtlı olarak
yapılıyor. Bu bilinç yönetiminin bir parçası. Etik dediğimizde insan
yaşamından bahsediyoruz. İnsanın örgütlü yaşamını nasıl ürettiğinden,
onu nasıl anlamlandırdığından ve onu nasıl değerlendirdiğinden
bahsediyoruz. Dolayısıyla, biz etik hakkında konuşurken toplumdan
bahsetmeliyiz. Toplumdaki örgütlü yapılardan bahsetmeliyiz. Örgütlü
yapıların kendilerini nasıl yeniden ürettiğinden bahsetmeliyiz. Yoksa
etiği sadece pratiğe indirgemek ve pratiği meşrulaştırmak doğru değil.
Çoğu zaman böyle yapılıyor.
Gerçek ile sahte yüzmeye gitmişler. Giyeceklerini derenin kenarında
çıkartıp suya girmişler. Sahte sudan çıkmış ve gerçeğin giyeceklerini
giyip gitmiş. Gerçek, sudan çıktığında bakmış ki oradaki giyecekler
sahtenin. Giymemiş. Oradaki çalıların arasına gizlenmiş. Gizleniş o
gizleniş. Bilmiyorum neden gizleniyor? Bilmiyorum neden çıplak
olmaktan korkuyor? Biraz bunun üzerinde düşünürsek iyi olur.
Günümüze geldiğimizde, bir gerçeklik kurulmuş ve kurulan bu
gerçekliği de doğrunun giysisini giyen sahte kurmuş. Günümüzde, bu
egemenlik en yüksek alçaklık seviyesine erişmiş: Hırsızlar,
vurguncular, dolandırıcılar ülkeleri yönetiyor, haksız kazançla (haklı
kazanç ne ki?) trilyonlar vuranlar okullar açıyor, eğitiyor,
yardımseverlik örnekleri veriyor. Katiller “kurtarma, demokrasi ve
290
Forum: Medya ve Etik
özgürlük operasyonu” yapıyor. Irak’ta “Operasyon Adam Smith” ile
övünüyor. İnsan hakları şampiyonluğu yapan bu katiller asla ellerini
kana bulamazlar, çünkü bu insan haklarına aykırıdır, etik ilkelerine
uymaz, demokratik değildir; çünkü mideleri bunu kaldırmaz.
Dolayısıyla ne yaparlar? İşçi sınıfının yarısını, diğer yarısını baskı
altında tutmak ve gerektiğinde öldürtmek için kiralarlar. Bu kiralayan
ve kiralanmış katillere güller atılıyor. Kölelik özgürlük olarak satılıyor
ve kölelerin önemli bir kısmı satanlara tapıyor. İnsanların bilincini iğfal
edenler, insanların isteğini, arzusunu dile getirdiğini iddia edip alkış
topluyorlar.
Örgütlü yapılardaki ilişkiler baskı, yalakalık, şantaj, sahtekarlık ve çalıp
çırpmada ortaklıkla yürütülüyor. Bu alçalmış insanlık taslayan egemen
insanımsılığın, böl ve yönet politikalarını gerçekleştirmek ve ekonomik,
siyasal ve kültürel pazarın promosyonunu yapmak için kullanılan
sayısız kılıflardan biri de etik kavramıdır. Egemen etik, gerçeğin yerini
alan sahtenin, kendisinin olmayan ama kendisinin diye sunduğu klasik
giysilerden biridir. Günümüzde insan hakları, demokrasi, özgürlük,
kültür, empati ve etik gibi birçok nosyon bizim için değil, bize rağmen,
bize karşı vardır. Bunlar bizim için sandığımız, fakat aslında ücretli
kölelik sistemini yeniden üretmeye istekle katılmamızı sağlayan
düşünsel mekanizmalardır. Bu kavramlar demokrasiyi, özgürlüğü, insan
haklarını, kültürü, empatiyi ve etiği günlük örgütlü pratiklerinde kendi
çıkarlarına uygun bir şekilde sürekli tanımlayan ve yeniden
tanımlayanların kontrolü ve mülkiyeti altındadır. Egemen etik ve etikle
ilgili akademik ve diğer girişimler büyük çoğunlukla toplumdaki
egemen pratikleri meşrulaştırma araç ve yollarıdır. Etik ile ilgili
eleştiriler ve çözüm önerileri çoğunlukla yerel ve küresel pazar
yapılarının kontrollü alternatifleridir. Bu kontrollü alternatifler egemen
pazarın materyal çıkar yapısı ve bu yapıyı destekleyen bilişsel yapıyı
yeniden üretmek için vardırlar. Okullar kendilerini özgür ve bağımsız
sanan maaşlı köleler tarafından bu tür yeniden üretimin yapıldığı en
işlevsel yerlerden birisidir. Nasıl ki egemen pratikleri destekleyen etik
varsa, bu pratiklere karşı mücadele edenlerin de etiği vardır. Evrensel
gerçek olabilir ama, evrensel değer ve evrensel etik asla olamaz. Çünkü
evrensel gerçek örgütlü insan faaliyetiyle ve bu faaliyetin öykülenen
Forum: Tartışma
291
değer ve etiğiyle birlikte evrenselliğini yitirir. Bir gerçek pratiğe
döküldüğü andan itibaren artık o, kültüreldir; artık orada evrensellikten
bahsedemeyiz. Orada biz kültürden bahsederiz ya da kültürel
emperyalizmden bahsederiz. Peynir gemileri ve kervanlar sözle, etikle,
empatiyle, vücut diliyle yürümüyor. Sözün, etiğin ve empatinin işlevsel
olarak kullanıldığı günlük örgütlü materyal ilişkilerle yürütülüyor. Bu
durumun etiksel ve söylem (discursive) analizini yapınca, kervanın
neden yürüdüğü ve itin neden ürüdüğü anlaşılmaz. Soru şu: bu
anlaşılanın anlamı ve sonuçları ne? Bunları bilmemiz gerekir.
Bu oturumda soru sormada açılışı ben yapmak istiyorum. Soru
sormayacağım. bir şeyler söyleyeceğim ve ona karşı reaksiyon arzu
ediyorum. Şöyle başlayalım. Özgür konuşmayla. Soyut özgürlükle
başlayalım: Sen her istediğini yapabilirsin. Örneğin Donald Trump
istediğini söyleyebilir. Sokaktaki bir insan da istediğini söyleyebilir.
Her ikisi de özgür. Gerçekten özgürler mi? hayır, değiller. Özgürlüğün
anlamı sadece örgütlü zaman, örgütlü yer ve örgütlü güç ilişkileri içinde
özgürlükten bahsettiğimiz zaman anlam kazanır. İnsanlar konuşma
özgürlüğünü kullanma araçlarına ve olanaklarına sahip olmadıkça,
özgür konuşma kuralları getiren yasalar meşrulaştırma araçlarıdır. Aksi
taktirde, özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur.
Şimdi Raphael Cohen-Almagor’un sunumuyla ilgili söyleyeceğim bir
şeyler var. Rafael’in sunduğu çözümlerin hiçbiri gerçek ve geçerli
çözümler değildir. Onlar çözüm olmayan mekaniksel çözümlerdir.
Onlar yapısal sorunları, eylemleri ve düşünceleri ortadan kaldıramazlar.
Bayram Kaya
Bu oturumda da konuşmacılar etik anlatırken, işin kuramına girerken,
hep Batı kaynaklı kavramlar kullandılar. Teorisyenleriyle ve
yazarlarıyla birlikte tümüyle Batı kaynaklarını kullandılar. Batı
kaynakları elbette ki önemli. Kullanacağız, ama ele alınış itibariyle, 600
yıllık dönemde, bin yıllık dönemde biz orada hiç yokuz. Osmanlı,
Selçuklu yok. Felsefede yok. Etik tartışmalarında da yok. Yok mu
acaba? Acaba doğru mu yapıyoruz? Pazarlamada yönetimde etik
292
Forum: Medya ve Etik
kavramlarını, yönetimdeki etiği ben de derslerimde kullanıyorum. Ama
niye oturtamıyoruz? Oturtamadığımızın nedeni, kendi kültüründen
gelmiyor. Kendi kaynaklarından tanımlamıyoruz. Bunun için diyorum.
Etik konusu Osmanlılarda da tartışıldı. Selçuklular’da da tartışıldı.
Oralardan alıp kendimize ki en son İrfan hoca’nın da ifade ettiği de,
eğer bir şey elimize geçmişse artık o yereldir, evrensel olmaz. Öyleyse,
kendimizden çıkıp da bu incelemeleri yapmamış gerekiyor. Şimdi
panelistlere ve konuşmacılara soruyorum: İfade ettiğiniz her şey, Batı
yazarlarıylaydı, batı eliyleydi, batı kavramlarıylaydı. Acaba bizde bir
şey yok mu?
İrfan Erdoğan
Bayram arkadaşıma bir şey hatırlatayım. Konuşmacıların çoğu, Bayram
hocamızın sorusuna cevap verdi. Benim en son söylediğim de ona
cevap oluyor. Biz eğer etiği doğru anlamak istiyorsak, o zaman etiği
olduğu yerde, olduğu zamanda, örgütlü yapılar ve ilişkiler içinde
incelemeliyiz. Örgütlü yapılar ve güç ilişkileri içinde incelememiz
gerekir. Hocamız haklı. Türkiye’de hakikaten, batı çok, ama bu,
egemenliğin bir yansımasıdır. Çünkü bilimi üreten Batı. Dolayısıyla,
biz o egemenliğin bir parçasıyız; ama nasıl bir parçasıyız? Tüketen bir
parçasıyız. Dolayısıyla, çözüm, tüketen parçası olmamak. Onun için bir
şeyler yapmak.
Ahmet Akgül (Toplumsal Etik Derneği başkanı)
Ben etik sorunlarının terör sorunları kadar tehlikeli olduğunu yaşadım
ve biliyorum. İki yıldır etik sorunlarının Türkiye’de ne denli bir
konuma geldiğini gördüm. Bütün kurum ve kuruluşların, ahlaki
sorundan hızla yoksun hale geldiğini gördüm. Onun için, ben bu
konuya girdiğim için, yani böyle bir derneğe girdiğim için, mücadele
ettiğim için, inanın ki çok ızdırap çekiyorum. Son günlerde yapılan
kamuoyu yoklamaları ve manipülasyonla ilgili çok kısa bir şey
söylemek istiyorum. Son aylarda yapılan anketlerin, bilimsellikten,
doğruluktan uzak olduğunu düşünüyorum. Bunların medyada
yayınlanmasının arka planındaki manipülasyonun, bazı siyasi partilerin
Forum: Tartışma
293
amaçlarına hizmet ettiği düşüncesini taşıyorum. Bu kamuoyu
yoklamalarıyla, kamuoyunu yönlendirme ve biçimlendirme gayesi
güdüldüğünü düşünüyorum. Bu durumda anket uygulamalarına ve
medyaya olan güvenin de sarsıldığını görüyorum. Örneğin, bir ay
içinde siyasi partiler için yapılan anketlerde A partisinin oyları % 28 ile
39 arası, B partisinin oyları % 11 ile 17 arası, C partisinin oyları % 8 ile
14 arası, D partisinin oyları % 6 ile 12 arası, E partisinin % 3 il3 6 arası
gösterilmektedir. Çeşitli araştırma firmalarca yapılan anket sonuçları zıt
değerler içermektedir. Örneğin bir firma B partisinin oylarını baraj
civarında gösterirken, diğer araştırma firması % 17 göstermektedir. Bu
gibi sonuçlardan da anlaşılacağı gibi, yapılan araştırmalar gerçeği ve
objektiflik kriterlerini yansıtmamaktadır. Basınımız etik değerlerden
uzaklaşarak kaybettiği saygınlığını etik değerlere sarılarak kazanabilir.
Toplumumuzun medyaya güvenebilmesi için, medya temsilcilerinin
güven tesis edici çalışmalar yapması gerekir. Basının toplumu
yönlendirme ve doğru bilgilendirmedeki önemi dikkate alınarak,
yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü güç olarak kabul
edilmiştir. Teknolojinin çok hızlı gelişmesi neticesinde medyanın
önemi artarken, etik değerlerin korunması da gündeme gelmiştir.
Medya güçlendikçe, toplumsal ve siyasal yaşamda söz sahibi olmak
istemektedir. Bu bağlamda medya bir yandan kötülükleri açığa
çıkartırken, diğer yandan etik ilkelere uymamaktadır. Ve biliyorsunuz,
Türkiye’de üç tane holding medyayı yönetmektedir. Ülkemizde
medyanın sermaye yapısı itibariyle kamu hizmeti gören ve kamu yararı
gözetme konumundan çıkarak, kendi özel çıkarlarını koruma ve
haberleri buna göre biçimlendirme aracı olma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Bu durum kamuoyunun özgür oluşabilmesini ve
demokrasinin gelişmesini engellemektedir. Hangi haberin ne maksatla
yazıldığı da arka planda ne yaptığını düşünen okuyucu veya izleyicinin
güveni iyice sarsılmış durumdadır. Bu güveni yeniden tesis etmek için
gerek medya profesyonelleri ve gerekse medya kuruluşları tarafsızlık,
açıklık, sadelik, kesinlik ve doğruluktan ödün vermemelidir. Ama
maalesef bunu göremiyoruz. Biz iki yıldır mücadele ediyoruz. Geçen
sene özellikle haftada bir faaliyet yaptık ama medya kör bir duvardı.
294
Forum: Medya ve Etik
Aytaç Yıldız (A. Ü. İletişim Fakültesi, doktora öğrencisi)
Etik derslerinde iki sıkıntı var. Birisi gerçekten vahşi kapitalizmden
dolayı medya sektörü dediğimiz alan o kadar kötü ki, işsizlik, iletişim
mezunları, Avrupa’da da burada da iş bulmak zorunda, bitirdiği zaman
fakülteyi. O kadar vahşi bir sektör ki bu kapitalizm dediğimiz şey,
piyasa anlamında; öğrenciye siz derste istediğiniz kadar etik kuralları
gösterin, medya kuralları gösterin, öğrenci size şundan dolayı
inanmıyor. “İyi de hocam diyor, ben yarın mezun olduğumda,
çıktığımda” diyor, “ben patron bana editörüm, şu habere gideceksin. Şu
mankeni kovalayacaksın, Tayyip Erdoğan’la veya Baykal’la ilgili ya da
şunla ilgili şu haberi aleyhte veya lehte yapacaksın, öyle istiyorum,
manşet böyle çıkacak” dediğinde, ben etik uğruna hayır demek şansım
var mı? Sabah kapıya konacağımı bile bile böyle bir şey mümkün mu?
Ya da bir halkla ilişkiler sektöründe, hiç mümkün mu? İnanıyor
musunuz? Burada öğrenciye hak verip geçiyoruz.1 İrfan Erdoğan haklı,
bu kadar vahşi bir sistemde ancak böyle olur. Ama buna şimdilik bir
çözümümüz yok hiç birimizin.
İkinci bir konu daha var. O da şu. Bayram hocanın söylediği konu: O
zaman biz öğrencilere bunu söyleyemiyorsak, etikle ilgili, buna bir
çözüm bulamıyorsak, o zaman ikinci şık kalıyor. Nedir bu derslerin
verilmesindeki ikinci ihtimal? Öğrenciye sorumlulukla ilgili, etikle
ilgili, onu o bilincin gelişmesine dair bir katkıda nasıl bulunabiliriz
fakültesi bitirmeden? O zaman amaç bu olabilir. Sektör bu kadar vahşi
olabilir ama biz onun bilincine nasıl katkıda bulunabiliriz? Fakat o
zaman işte o sorun meydana çıkıyor, Bayram hocanın söylediği sorun.
Siz Batı kaynaklı kavramları, sadece oranın uzun yıllar, yavaş yavaş
beş yüz altı yüz yılda toplumsal dönüşümüyle yavaş yavaş
içselleştirilen kavramlarını bir sabah getirip başka toplumun
öğrencilerine sunduğunuz zaman, öğrenci kala kalıyor. İşte Mehmet
1
Forum için tartışma notu: İşte burada öğrenciye hak verip geçilmez. İşte burada,
tarih boyu egemenliğin ne olduğunu, nasıl kurulup günlük pratiklerde nasıl
yürütüldüğünü ve mücadelenin ne denli önemli, anlamlı, gerekli ve riskli olduğunu
anlatmak gerekir. Bunu yapmak için de, iletişim alanında ”insanı metin gibi
okuma” yerine, insanı örgütlü güç yapıları ve ilişkileri içinde anlamaya odaklanmak
gerekir.
Forum: Tartışma
295
Yüksel söyledi az önce. Örneğin Kant’ı nasıl temellendirdiğini anlattı.
Peki bugün Kant’ın bu temellendirmesini, yani evrensel anlamda işte
insan doğası böyledir, akılla, bunu bugün kim anlatıyor bize? Bilirsiniz
Habermas anlatıyor. Evrensel pragmatizm, iletişimsel eylem teorisi.
Sırf bundan dolayı Habermas ağır eleştiriler aldı. Boşa çıkartılan bir
Kant önermesini yirminci yüzyılda bize yeniden sundun diye, en ağır
eleştirileri Habermas aldı. Biz ne yapıyoruz? Buyurun Habermas’ın etik
anlayışını tartışalım. Niye? Ya da Kant’ı tartışalım. Peki hiç mi, orada
geçen, sonra sayın Erdoğan’a da, bir itirazım var, İrfan hocaya. Dedi ki,
bilimi Batı ürettiği için, biz Batı egemenliğine mecbur kalıyoruz.
Burada söz ettiğiniz şey…
İrfan Erdoğan
Öyle bir şey demedim. Ben orada egemenlik ve mücadeleden
bahsettim. Bir üretim var. Biz üretimden bahsettiğimizde, yapısal
ilişkilerden, insan ilişkilerinden bahsediyoruz. Biz orada egemenlik ve
mücadeleden bahsediyoruz. O egemenlik ve mücadelede eğer biz yeni
sömürge isek ve dolayısıyla bilimin ürününün tüketicisi isek, orada biz
mücadele veren durumdayız. Dolayısıyla bilinçli bir şekilde mücadele
vermemiz lazım; çünkü üreten Batı. Eğer üreten Batıysa, biz, ürünleri
Batı üretiyor, biz bu ürünleri istemiyoruz diyebiliriz. Ama önemli olan,
bunu diyebilmek için, onu üretmemiz lazım. İkincisi, senden ve bütün
araştırma görevlilerinden ricam: İngilizce örgenin. Düşmanının dilini
öğrenmen lazım. Düşmanının dilini bilmen lazım. Eğer sen düşmanının
dilini bilmiyorsan, sen onla başarılı bir şekilde mücadele edemezsin.
Dostunun da dilini bilmen lazım. Herhalde birisi biraz önce söylemişti:
Dostunu kendine yakın tut, düşmanını daha yakın. Dolayısıyla, bunun
anlamı: İngilizce öğrenin. Etikle ilgili, gidin, sadece hocanızın ne
dediğine bakmayın, hocanızın verdiği kaynaklarla sınırlı kalmayın.
Gidin bulabileceğiniz ne kadar kaynak varsa bulun ve okuyun. Kaynak
bulurken de tek görüşü savunan kaynak bulmayın. Örneğin biraz önce
bize Habermas örneği verdin. O örneği verirken kendinle çeliştin. Ne
oluyor orada, Batıdan Habermas bir görüşle geliyor ve biz onu
eleştiriyoruz. İşte bu güzel bir cevap değil mi, hem sana hem de bayram
hocamıza? Bu güzel bir şey, böyle olması lazım. Belki az oluyor ama
yapıyoruz.
296
Forum: Medya ve Etik
Aytaç Yıldız
Biri eleştirmiyor. Biz sadece tercüme edip okuyoruz, ya da İngilizce
okuyoruz.
İrfan Erdoğan
Ben Habermas’ı en aşağı yirmi sayfa eleştirdim.
Aytaç Yıldız
Sevgili hocam, sizinkini de biliyorum ama söylemek istediğim şu: eğer
burada konuştuğunuz Batının ürettiği bir bilimse, yani, bilim
kavramından söz ediyorum ben, oysa etik dersinde söylenen şey, bizim
anladığımız anlamda Batının ürettiği ve dayattığı bir bilim de değil.
İrfan Erdoğan
O zaman değiştirin.
Aytaç Yıldız
Doğruluk, haber konusu. Öğrenciye diyoruz ki: “Doğru olacaksın.
Haber kaynağı yalansa, bunu yansıtamazsın” diyoruz. Biz doğru nedir
sorusunu batının egemenliğindeki bilimle ne alakası var? Bu
coğrafyada hiç mi doğru nedir, vicdan nedir sorusunun cevabı yüz
yıllardır yok. Osmanlıda, Selçukluda. Niye bunlardan söz edilmez tek
kelime. Doğruyu Foucault’da mı bulacağız?
İrfan Erdoğan
Edin, çocuklar. Bunlar gerçekten de çok önemli sorular. Bunun
kökenlerini, benim bahsettiğim egemenliği ve mücadeleyi anlamaya
çalışırken, örneğin Osmanlıların duraklama devrinden başlayarak
Batı’ya sarılışında, aydınlarımızın, eğitimcilerimizin, eğitim
politikalarını belirleyenlerin kendini ve kendinden olanı sevmeyen
psikolojisinde, kendinin olmayan değerlerinde, bilişsel ve materyal
çıkar yapılarında ararsak gerçeğe biraz daha yaklaşmış oluruz.
Aytaç Yıldız
Ben burada size katılıyorum hocam. Biz aynı şeyi söylüyoruz; ben
burada size katılıyorum.
Forum: Tartışma
297
İrfan Erdoğan: Anlıyorum. Ama edin çocuklar. Bunu yapmamız lazım,
Senin söylemenin anlamı, demek ki bir mücadele veriyoruz. Şahane.
Süleyman İrvan
Çok kısa cevap vereceğim, hem bayram hocaya hem diğer arkadaşlara.
Kant’ın etiği büyük ölçüde din temelli. Hangi dine bakarsanız hepsi
aynı şeyi söylemiş. Ne diyor: Evrensel ilkeler. Din farklı bir şey
söylemiyor. Bunu siz doğuda da bulabilirsiniz, batıda da. Dolayısıyla,
niye bizim yerli kaynaklarımız kullanılmıyor demek doğru bir eleştiri
değil. Yerli kaynaklar da kullanılır. Bayram hoca bize daha iyi karar
verme mekanizması önerirse onu da kullanırız. İlla batılı bir şey
kullanacağız diye bir şey yok. Medyada sorun var. Medyayla ilgili
olarak iki şey söylenebilir. Birincisinde, medya etik davranmıyor
denebilir. Bunu demek, medya etikli davranabilir demektir aslında.
İkincisinde, medya etikli davranamıyor da denilebilir. Medya etikli
davranamıyor dediğiniz andan itibaren artık etik tartışması yapmaya
gerek yok. O zaman medyanın ekonomik yapılarına, güç ilişkilerine vb.
girmek durumundasınızdır. Bu konferansın amacı bu değil diye
düşünüyorum. Bütün bu üretim ilişkilerine, bütün bu güç ilişkilerine
rağmen gazeteciler etik davranabilir. Gazetecilerin belli bir özerkliği
var.
Nermin Gedik (Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü, Araştırma görevlisi)
Aristoteles der ki bir şeyin ne olduğunu bilmeksizin, o şey hakkında
başka bir şeye yanıt vermek mümkün değildir. Burada iki gündür
özellikle iki konu birbirine karışıyor. Birincisi, birtakım sorular etik
nedir sorusuna verilecek yanıtla ilgiliyken, diğer birtakım sorular da
doğrudan bir takım etik görüşlerine ilişkin eleştirilerle ilgili. Ben
özellikle Mehmet Yüksel beye teşekkür etmek istiyorum çünkü
konuşmasında en azından etikten ne anladığını, çünkü farklı şeyler
anlaşıldığı kabulüyle bir ahlak olarak anlaşılıyor. İkincisi belli mesleki
etik kodları, ahlak kodları olarak anlaşılıyor; veya üçüncüsü de
felsefenin bir disiplini olarak anlaşılıyor. Şimdi, eğer her bir konuşmacı
veya her bir soru soran hangi anlamda etikle ilgili sorduğunu veya bir
298
Forum: Medya ve Etik
şeyler dile getirdiğini söyleseydi belki de bu karışıklıkların hiç biri
yaşanmayacaktı. Süleyman beye bir eleştiri getirmek istiyorum,
bilmiyorum, bir kaynaktan mı okudular, yoksa kendileri mi bu sonuca
ulaştılar, Kuçuradi’nin etik anlayışını ilke etiği veya görev etiği altına
soktular; ancak İonna hocanın bütün kitaplarında ve yazılarında
göreceğimiz gibi etiğin bir ilkeler bütünü veya bir sistem getirmeye
çalışan ilkeler olmadığını özellikle vurgular. Belki de onun için değer
etiği adını vermek daha uygun olabilir. Nedir değer etiği veya İonna
hocanın etiği nasıl bir şeydir diye bakacak olursak, özellikle ilkeler
etiğinden çok ayrı bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her tek
durumda, bakın, felsefenin bir dalı olarak etik, belirli nesneler
konusunda bilgi ortaya koyar. Ama günlük hayatta karşılaştığımız tek
tek etik sorunlarla düşündüğümüzde, özellikle bir eylemimizin ya da
verdiğimiz bir kararın etik olup olmadığı üzerine yoğunlaşmak
istiyorsak veya böyle bir sonuca gideceksek, o zaman bizim nesnemizi
doğru değerlendirmemiz gerektiğini söyler. Nesnemiz bir eylem
olabilir, bir kişi olabilir, bir karar olabilir veya bir durum olabilir.
İrfan Erdoğan
Çok doğru dediğinize katılıyorum. Fakat buradaki herkesin etik
hakkında bir bilgisi var. Dolayısıyla, etiğin tanımıyla başlamak pek
doğru değil. Ama hangi etikten bahsedildiğinin söylenmesi lazım. Bir
şeyi hatırlatmak isterim, o da şu: Bir bilimsel girişimde, ben buradaki
sunumları bilimsel girişim olarak niteliyorum, bir bilimsel girişimde biz
daima var olan bilginin üzerinden hareket ederek sunumumuzu yaparız,
irdelememizi yaparız. Bunu yaparken, var olan bilginin tekrarı,
kavramların tanımı, yinelenmesi anlamsızdır. Etiği tanımlayarak
başlamak, ancak o tanım üzerinde bir tartışma yapılacaksa anlamlıdır.
Örneğin burada bir kaç kişi etiğin ne olduğunu bilmiyorsa, birinin
etiğin ne olduğunu bilmemesi, bilimsel girişimde etiğin ne olduğunu
anlatması için bir gerekçe olamaz, çünkü bilimsel girişimde önemli
olan bilgi birikiminin ne olduğudur ve bizim onun üzerinde ne
kurduğumuzdur.
Forum: Tartışma
299
Süleyman Irvan
Ben Kuçuradi’den söz etmedim ama; Immanuel Kant’ın etiğinden söz
ettim. Acaba orada yanlış bir anlama oldu mu diye onu düzeltmek
istiyorum. Kuçuradi’nin söz ettiği değer etiğiyle, benim anlattığım
Kant’ın sözünü ettiği görevselci etik arasında çok ciddi farklılık
olmadığını da düşünüyorum.
Rafael Cohen-Almagor
Benim sorum Prof. Marcello Foe için. Spin doktorları hakkında.
Çatışmaları sunmada artan bir şekilde gazeteler yerel gazetecileri
kullanmaktadır. Yerel gazeteciyi kullanmada sorun, o öyküde taraf
tutar, çatışmada yan tutar. Nesnel değildir. Nesnel olmadığı için, bazen
gerçeği anlatır, fakat anı yakalamadığında, anı uydurur. Aldığım
resimlerden biri tahrip edilmiş bir binanındı. Havadan vurulmuştu.
Gazeteci durumun ne kadar gaddarca olduğunu göstermek ister. Bunun
için bir “teddy bear” (oyuncak ayı) alır ve yıkıntılar arasına koyar.
Bütün binaların tozla kaplı olduğunu görebiliyordunuz, fakat teddy bear
tamamiyle temizdi. Resim uydurulmuştu. Bir resimde bir adam yıkık
evinin önünde ağlıyordu. Bir diğer resimde ölü bir adam vardı. Ölü
adam diğer resimde ağlayan adamdı. Aynı saat ve aynı yüzükten
anlayabilirdiniz. Adam muhtemelen ölü değildi. Gazetelerin yerel
gazeteciler kullanarak kendi spin doktorlarını yarattıklarını düşünmüyor
musunuz?
Marcello Foa
Kesin olarak bilmiyorum. Ben mesleğimden gurur duymuyorum. Yerel
gazetecilerin
suçlu
bulunup
bulunamayacağını
bilmiyorum.
Genelleştiremem. Elbette sadece halka değil, aynı zamanda kendisine
de karşı biraz daha nesnel ve dürüst olacak gazetecilere gereksinim var.
Yaptığından kendini iyi hissettiğinde, muhtemelen doğru gazetecilik
yapmışsın demektir. Her hangi bir anlamda ve herhangi bir koşulda
haber atlatmayı (yalan söylemeyi) seçtiğinde, imajları değiştirirsin,
resimleri değiştirirsin, fakat sonunda nasıl hissedersin bilmiyorum. İster
300
Forum: Medya ve Etik
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ol, ister Batı yanlısı veya Batıya karşı ol,
kendinle dürüst olma duygusu, bir gazetecinin hissetmesi gereken en
büyük etiksel duygudur.
İrfan Erdoğan
Nasıl hisstikleriyle ilgili bir not: Ben gazetecilerin kendi iletişim
tarzından çok iyi tahmin edebiliyorum: Nasıl “atlattıklarını” anlatarak
övünürlerdi. Atlatmak, sahte, uydurmak, günlük pratiğin egemen
kültürü olduğunda, orada artık kötü hissetmek veya sorumlu hissetmek
ortadan kalkar. O pratik normal iş yapış biçimi olduğu için, en başarılı
gazeteci, en başarılı bir şekilde uydurandır, uyutandır, atlatandır.
Hırsız hırsızlığını meşrulaştırmalıdır, yoksa hırsızlık yapamaz.
Meşrulaştırarak, kendini çok iyi hisseder. Gazeteci yaptığını kendine ve
etrafına haklı çıkartamazsa, yazamaz, sahteyi, uyduruyu inşa edemez.
Sahteyi inşa etmek için, böyle yapılması gerektiğine kendini ikna
etmelisin. Bir şey daha var. Spin doktorları her zaman yalan
söylemezler. Onlar gerçeği yeniden inşa ederler. Bazıları uydurudur,
dönüştürmedir, bazıları da değildir. En etkili olanları, uyduru olduğunu
fark edemediklerimizdir.
Mustafa Kılıç (Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi)
Bir konunun biraz az vurgulandığını hissettim. Profesyonelleşme ile
ilgili vurgunun yapılmadığını hissediyorum. Etik kavramından
bahsediyorsak, bunu profesyonelleşme ile ilişkilendirmemiz gerekir.
Profesyonelleşmeyle ilişkilendirdiğimiz zaman da meslek örgütleriyle
ilişkilendirmemiz lazım. Çünkü sadece basında değil, örneğin bir tıp
mesleğini konuşuyorsak, tabip odaları akla gelir. Tıp mesleğindeki
insanlar o odaların denetiminde, gözetiminde faaliyetlerini
sürdürüyorlar. Eğer aynı şeyi biz basında gerçekleştiremiyorsak, basın
sektöründe, daha doğrusu bilgi işçileri dediğimiz kişilerin gerekir diye
düşünüyorum. Mesela, deniyor ki, “ben gazeteci olarak işe
başladığımda, gazete patronu bana şunu yap dediğinde ben onu yapmak
zorundayım”. Zaten meslek örgütlerinin iki temel görevleri vardır.
Forum: Tartışma
301
Birisi üyelerini bu tür baskılardan, meslek dışı baskılardan korumak.
İkincisi de bu meslek grubu içinde meslek ilkeleri dışında faaliyet
gösterenleri ortaya çıkartıp ayıklayacak mekanizmaları kurmak. Eğer
meslek bunu kuramamışsa, bu tür sorunların daha çok tartışılacağını
zannediyorum. Meslek örgütleri konusuna biraz daha vurgu yapılmalı.
Marcello Foa
Ben bir örnek vermek istiyorum. İtalya’da bizim Gazeteciler Birliğimiz
var. Eğer gazeteci olmak istersen. Bir sınavı geçmen ve Corporatist
Elit’in üyesi olman gerekir. Biz çok katı etik kurallara sahibiz. Fakat
çalışmıyor. Etiksel olmayan tutumların yaygın olduğunu herkesin
bildiği halde, örneğin Gazeteciler Birliği’nden etkili olmayan sadece
birkaç karar çıkmıştır. Kuramsal olarak haklısın, fakat meslek örgütü
olsa bile pratikte etiksel olma zor. Ben bunun olacağından çok
şüpheliyim.
Bir öğrenci (Gazi üniversitesi, Halkla ilişkiler bölümü 4. sınıf)
Gazetecilik sektöründen gazetecilik eğitimi almadan gelenlerin
ayıklanması çok önemli. Üniversite öğrencisi olarak dört yıllık bir
eğitim alıyoruz. Bunun yanında bazı arkadaşlarımız lisans üstü eğitim
alıyorlar, ama almış oldukları kuramsal çerçevede bu eğitimi, şu anda
bulunan medya patronlarının elinde bulunan medyada birebir
kullanamıyorlar. Bunda bence en büyük sorun, bizlerin veya medya
yöneticilerinin siyasilere baskı yapıp bunun yasal düzenlenmesinin
yapılması lazım. Bizim hocamız bize şunu söylemişti: Siz burada
boşuna okumayın, çünkü bir tıpçı, bir hukukçu, bir sanatçı sizin
önünüze geçip gazetede yazı yazabiliyor. Yani temel gazetecilik
eğitimini almadan, etik konuları bilmeden, herhangi bir gazeteye gidip
yazı yazabiliyor. Biz dört yıl eğitim alıyoruz, ama bu medyalarda yer
alamıyoruz. Biz belli bir kanun çerçevesinde bunu düzenlersek, bizim
önümüz biraz daha açılmış olur.
302
Forum: Medya ve Etik
İrfan Erdoğan
Güzel, Halil, haklısın, ama bir konuda sana bir şey söyleyeceğim.
Bizdeki eğitimin kuramsal olduğu ve pratikle uyuşmadığı ile ilgili
sözler cehaletin bilgiçlik taslamasıdır. Sana ve bize hep böyle
öğretmişlerdir. Kuram ile pratik arasında sıkı bağ vardır. Kuram var
olanı açıklamaktır. Kuram pratiği açıklayamıyorsa, geçersizdir. Bazı
kuramlar pratiği meşrulaştırarak, yücelterek açıklar. Bazıları pratiğin
doğru doğasını yakalamaya çalışır. Dolayısıyla, pratiğin olduğu yerde
daima onun açıklayan kuramlar vardır. Kuram olmasa bile, insan daima
yaptığını kendine ve dışına açıklar. Böylece ne yaptığını, nasıl
yaptığını, neden yaptığını anlar ve anlatır. Yaptığının bilincine varır.
Mehmet Yüksel
Mustafa hocamıza ve Halil öğrencimize yanıt vermek istiyorum. Evet,
bu kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, örneğin Türkiye
Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği. Bu birliklerin kuruluş amacı da
şudur: Kamu yaşamında ağırlığı olan, önemli olan meslek üyelerinin
sosyal, ekonomik, kültürel haklarını savunmak; ama bence bundan daha
önemlisi, bir meslek ahlakının ve bir meslek dayanışmasının
gelişmesine katkıda bulunmak. Ben baro üzerinden örnek vermek
istiyorum. Zaman zaman, Barolar Birliği Yüksek Disiplin Kurulu’nun
verdiği kararları görürüz. Bu kararların her geçen gün giderek arttığını
görürüz. Buna rağmen, disiplin cezası alan, disiplin soruşturmasına
uğrayan avukat sayısı sürekli artıyor. Demek ki sorunun çözümünü
sadece mesleki örgütlerden beklemek pek mümkün gözükmüyor.
Öğrenci arkadaşımızın söylediğine gelince, o kanuni bir düzenleme
gerekli dedi. Halbuki avukatlık yasası var, yeterli baroların oluşturduğu
meslek kuralları ve ilkeleri vardır; ama buna rağmen disiplin
soruşturmalarının sayısı da her geçen gün artıyor. Demek ki o zaman,
kanuni çerçevenin dışındaki diğer sosyal, ekonomik ve kültürel
değişkenlere bakmak gerektiğini söylemek istiyorum.
İrfan Erdoğan: Herkese teşekkür ederim.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 303-306
Biterken
Toplantının değerlendirmesi
ve “Sonuç bildirgesi” önerisi
İrfan Erdoğan
Korkmaz Alemdar
Sempozyumun amaçları
1980’li yıllardan itibaren uygulanan neo-liberal politikalar, medya ve etik
konusunda varolan tartışmaları, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde
dikkat çekici bir hale getirmiştir. Küreselleşmenin ivme kazanmasıyla,
dünyanın yaşadığı sorunlar da küresel bir nitelik kazanmış ve çözüm
arayışlarında iletişim etiği giderek genişleyen bir tartışma alanı olarak ortaya
çıkmıştır.
İletişimle ilgili temel kuruluşlardan biri olan UNESCO, iletişim etiği
konusundaki tartışmalarla ilgilenmekte ve bu alanda varolan sorunları
saptayarak çözüm üretecek düşünceler oluşturulmasına öncülük etmektedir.
İletişim politikalarının belirlenmesinde büyük ölçüde etkin olan gelişmiş
ülkeler, medya ve etik konusundaki tartışmalarda da belirleyici olurken,
gelişmekte olan ülkeler gereksinimlerine uygun bir iletişim etiği tartışmasında
yeterince seslerini duyuramamaktadır.
Bu sempozyumla UNESCO, gelişmiş, azgelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerin medya ve etik konusundaki yaklaşımlarını ortaya koyarak iletişim
etiği alanındaki sorunların tartışılmasında bir platform oluşturmayı
amaçlamıştır.
Bu amaçla, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu tarafından TÜBİTAK ve
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi işbirliği ile düzenlenen bu sempozyum,
iletişim, toplum ve etik arasındaki bağların kuramsal ve uygulamaya dönük
yönlerini ele aldı ve irdeledi.
304
Biterken: Değerlendirme
Toplantı sonu değerlendirme
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu ve Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nin işbirliğiyle 3-4 Kasım 2006 tarihlerinde Ankara’da “Uluslararası
Medya ve Etik Sempozyumu” başlıklı bir etkinlik gerçekleştirildi. Toplantıya
çok sayıda uluslararası bilim adamı ve sivil toplum temsilcisi konuşmacı
olarak katıldı. Konuşmacılar “İletişim, Toplum ve Etik” “Teknoloji, İçerik, ve
Etik Sorunları”, “Etik Sorunları Nasıl Aşılır: Medya Endüstrisi ve Sivil
Toplum Kuruluşlarının Sorunları ve Çözüm Önerileri”, “Etik Sorunları Nasıl
Ele Alınır?: Etik Sorunlara Akademik Yaklaşımlar” başlıklı dört oturumda
bildirilerini sundular. Katılımcılar “Küresel ve Yerel Pazarlarda Etik” başlıklı
panelde konuyu derinlemesine tartıştılar.
“İletişim, Toplum ve Etik” başlığı altında gelişmiş, azgelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerdeki medya ve etik tartışmaları ele alındı. Bu
bağlamda, Türkiye, ABD ve çeşitli ülkelerdeki ekonomik, toplumsal, kültürel,
teknolojik ve bilgisel yapının kapitalist sistemle birlikte günümüzdeki
konumunun eleştirel bir saptaması yapıldı. Medya sistemleri dahil tüm
endüstriyel yapıların baskı, propaganda ve diğer manipülasyon yollarıyla
düşünsel ürünleri, profesyonel pratikleri, profesyonel iş ve etik anlayışını nasıl
biçimlendirdiği ve kontrol altında tuttuğu üzerinde duruldu.
ABD’de toplumu bilgilendirmek isteyenler için engellerin oluşturulduğu,
resmi politikaya uymayanların cezalandırıldığı, kütüphanedeki kayıtların
polise açılırken bilim adamlarının araştırmalarını sunmalarının ardından
suçlanabildiği, bilgi aktarımında ciddi azalmalar ve yanlış bilgilendirmelerin
olduğu vurgulandı.
ABD’de basının otosansür uygulayarak haberleri egemen çevrelerin
çıkarları doğrultusunda sunduğu söylenerek, reklamların haberlere oranla
kapitalist sisteme hizmet etmek için varlığını daha rahat sürdürebildiği ifade
edildi.
ABD’nin teröre karşı zamansal ve uzamsal sınır tanımadığının, İran’ın
uluslararası telekomünikasyonunu kesmekle tehdit edildiğinin ve ABD
ordusunun dünyadaki iletişim radarlarını kontrol altına almaya çalıştığının altı
çizilerek ABD’nin network odaklı bir savaş sistemi seçtiği vurgulandı.
Enformasyon ve iletişimin 19. yüzyıl ile birlikte emtialaştırılarak
uluslararası pazara yayıldığı ifade edildi. İkinci dünya savaşı sonrası
“hızlandırılmış emtialaştırma” sürecinin etkin hale gelerek, Neo-liberal
Medya ve Etik
305
politikaların devreye girişi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Çin pazarının
gelişiyle bu sürecin hız kazandığına vurgu yapıldı.
İletişim ve bilgi sisteminin endüstriyel boyutuna dikkat çekilerek her
ikisinin de kâr getiren bir süreç olduğunu belirtildi. Devlet ve özel şirketlerin
işbirliğiyle sistemi denetim altında tutmaya çalıştıkları açıklandı.
İnternet, siber güvenlik, Google gibi arama motorları, fikri mülkiyet
hakları ihlalleri ve çözüm olasılıkları üzerinde duruldu.
“Teknoloji, İçerik, ve Etik Sorunları” konusunda teknolojinin kendisinin
“bilgi toplumunu” getiremeyeceği, teknolojinin doğurduğu sonuçların aslında
araçların nasıl kullanıldığı, içeriğinin nasıl doldurulduğuyla ilişkili olduğu ve
bu bağlamda da etik konusu dahil her konuda ciddi sorunlar olduğu tartışıldı.
Türkiye’deki enformasyon ve iletişim teknolojileri, korsanlık ve etik
irdelendi.
Medyada, bilgiyi ortaya çıkarıp, geliştiren, dağıtan kişilerin “bilgi
çalışanları” olduğu belirtilirken, “medya ve bilgi”, “mesaj nasıl verilir?”,
“izler/dinler kitle kimdir?”, “üreticiler ve medya sistemi” bağlamında bilgiyi
üretenlerin (bilgi çalışanlarının) çalışma koşullarını belirleyen haksız ve yanlış
egemenliğe karşı mücadeleleri ve bunun çalışanlar arasındaki dayanışmada
anlam ve sonuçları üzerine dikkat çekildi. Yöndeşmenin mitsel bir konu
olduğu ve “emeğin yöndeşmesi” medya çalışanlarının, dernekler, sendikalar
şeklinde örgütlenmesi olduğu vurgulandı.
Ulusal güvenlik öne sürülerek bir gazetecinin kaynağını ifşa edip
etmemesi üzerinde, birbirine karşıt olan farklı görüşler öne sürüldü.
İçeriğin biçimlenmesi ve günümüzdeki karakteri, aslında holdinglerin
baskısının, ve devletle şirketler ve şirketlerle şirketler arası çıkar bağlarının
sonuçları olduğu tartışıldı. Haberlerin haber niteliğini yitirdiği, haber
karakteritaşıyan haberin azaldığı, promosyon ve reklamların arttığı üzerinde
duruldu. “Olaylar kutsaldır, düşünce özgürdür” ifadesinin artık geçerliliğini
yitirdiği vurgulandı ve küreselleşmenin medyada çöküntü yarattığı belirtildi.
Etiğin ne olduğu üzerinde farklı görüşler sunuldu. Bazıları etiği üretim
tarzı ve ilişkileri, örgütlü baskı ve mücadele içinde ele alırken, diğer bazıları
da etiğin bireyselliğine vurgu yaparak, kişinin vicdanına dayandığı belirtti.
İnterneti insanların terör, ırkçılık, saldırganlık, şiddet ve pornografi için
serbest bir şekilde kullanabildiklerine ilişkin eleştiriler sunuldu ve daha yararlı
kullanım yolları tartışıldı.
306
Biterken: Değerlendirme
Haber üretiminde profesyonel halka ilişkilerin gazeteciliğe kötü etkisi spin
doktorlarının faaliyetlerinden hareket ederek açıklandı. Medyanın ve
hükümetlerin normal koşullarda doğru bilgi vermekle yükümlü olduğu; fakat
haberlerin “spin” doktorları tarafından nasıl yönlendirildiği Saddam’ın
heykelinin yıkılışı üzerinden örneklerle belirtildi.
Genel öneriler
Toplantıda sunulanlar ve tartışmaların içeriğine bakıldığında, aşağıdaki
genel önerilerin öne çıktığı görülür. Bu öneriler toplantı sonuç bildirgesi
olarak da düşünülebilir:
• Her toplumun kendine özgü bir etik anlayışı vardır. Bunun korunması,
küreselleşmenin yol açtığı dönüşümlere oldu bitti gözüyle bakılmaması
gerekir.
• Etik konusu sadece uluslararası, toplumsal, kurumsal bağlamlarda değil,
bireye indirgendiğinde bile, egemenlik ve mücadele ilişkilerinin doğası
içinde ele alınmalıdır. Bu yapılmazsa, genellikle yapıldığı gibi, gerçek
yerine, amaçlı olarak inşa edilmiş “sahte gerçeklerle” uğraşılır ve belli
çıkarlara uygun sorunlar tartışılır ve çözümler sunulur.
• İletişim endüstrisinde çalışma koşullarının düzeltilebilmesi ancak
çalışanların örgütlenmesine ve dayanışmasına bağlıdır. Küreselleşmenin
sermaye için yarattığı “tek pazar” emek için de düşünülmelidir. İletişim
emekçilerinin dünya çapındaki birleşme koşulları belirlenmeli ve bu yönde
çabalar artırılmalıdır. Bilgi çağı sendikası (gazeteciler, yayıncılar, iletişim
ürünü üretiminde çalışan tüm emekçilerden) oluşturulmalıdır.
• İletişim ürününün içeriğiyle ve etkisiyle ilgili olarak sorumluluğu
kullanıcıya yükleyen anlayış ve çözüm biçimleri dikkatle irdelenip,
üreticinin sorumluluğu göz ardı edilmemelidir.
• “ClearNet social responsibility” üzerinde dikkatle durulmalıdır.
• Daha iyi yaşamı sağlamada doğru ve güncel bilginin biçimlendirilmesi,
dağıtımı ve kullanımı için gerekli olanaklardan insanlar mahrum
edilmemelidir.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 307-308
Sempozyum
Katılımcılar
Sempozyumda tartışılması hedeflenen konular itibariyle üniversiteler, özel
kuruluşlar, resmi kurum temsilcileri ve bazı ülkelerin UNESCO Milli
Komisyonları bu sempozyuma davet edilmişlerdir.
Davetli Konuşmacılar
Prof. Dr. Tuba ONGUN
Gazi Üniversitesi Rektör Yardımcısı
Prof. Dr. Arsın AYDINURAZ
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı
Prof. Dr. Dan SCHILLER
Illinois University, ABD
Prof. Dr. Vincent MOSCO
Queen’s University, Canada
Prof. Dr. Marcello FOA
Universita della Svizzera Italiana, Switzerland
Robert BECKETT
Communicatins Ethics Institute, England
Diamonsi BOMBOTE
Gazeteci, Mali
Prof. Dr. Yehiel (Hilik) LIMOR
School of Communication, Ariel College, Israel
Dr. Raphael COHEN-ALMAGOR
Haifa University, İsrael
Assoc. Prof. Dr. Ian RICHARDS
Sotuh Australia University, Australia
308
Prof. Dr. Ümit ATABEK
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye
Doç. Dr. Süleyman İRVAN
Doğu Akdeniz Üniversitesi, KKTC
Dr. Hıfzı TOPUZ
Yazar, Türkiye
Doç. Dr. Mehmet YÜKSEL
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye
Davet Edilen UNESCO Milli Komisyonları
Madeleine VIVIANI
Genel Sekreter
İsviçre UNESCO Milli Komisyonu
Rut CAREK
Genel Sekreter
Hırvatistan UNESCO Milli Komisyonu
Seymur FATALIYEV
Genel Sekreter
Azerbaycan UNESCO Milli Komisyonu
UNESCO Milli Komisyonları aracılığı ile davet edilen ülkeler
Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan,
İran, İsrail, Makedonya, Ukrayna
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 23 Yaz-Güz 2006, s. 309-309
Çağrı
Sayı 25 Yaz-Güz 2007
Konulu
Makalenizi bekliyoruz
Son gönderme tarihi:
Ağustos 1, 2007

Benzer belgeler