Yaşatılanlar - Aygun Tuğay

Transkript

Yaşatılanlar - Aygun Tuğay
1
**YAŞATILANLAR**
Ezilen çimen bile alınmıyor yapılandan.
Tekrar diriliyor dikleniyor yaşama.
Ayguno 2012
1
2
Bu sayfama başlamadan önce sanat oluşumuna ilişkin aklıma takılan bazı hususları sizlerle
paylaşmak istedim. Kırk yıl gibi bir sürede sanat ve tasarım konularında çalışan ve eğiten bir
ağız olarak da bu görüşlerimi aktarmak bana doğal da geliyor. Sözünü edeceğim her görüşün
benim şahsi fikrim olduğunu da önceden belirtmek isterim.
Yetenek sonradan kazanılabilir mi? Benim görüşüme göre spesifik bir alanda belki. Sistemli
bir çalışma sonucunda örneğin tango’yu öğrenebilir ve çok iyi de yapabilirsiniz. Ama baleyi
iyi yapabilmek için önce genlerden gelen ya da bir yerde o duyumu etkin yapan bir veri
gerekir görüşündeyim. Verilerin beyin ve bağlantılı organlara Tanrı tarafınca önceden var
edildiğini düşünüyorum. Kelebeğin hemen uçabilmesi, ördeğin ilk uyanışı ile yüzebilmesi,
karettaların denize koşturmaları, yavruların memeye yönlenmeleri önceden var edilen bir
programlamanın süreç içinde ortaya çıkması değilmidir? Sıkı bir eğitimle şarkı da
söyleyebilirsiniz ama bir tenor ya da soprano olmak için genetik kodlamanızın baştan doğru
oturtulması gerekir. Peki, o kodlamayı kim yapıyor sizce?
Eğitilerek “ressam” olunabilir mi? Güzel sanatlar eğitimi için hiçbir temel yetenek (yatkınlık)
aranmadan öğrenci alınabilir mi? Bence hayır. Pozitif bilimler sistemli-azimli-sıkı bir çalışma
ile öğretilebilir görüşündeyim. Zor gibi görülenler zaman içinde öğretilebilir ama kolay gibi
görünenler bazen hiç öğretilemez. Bence sanat, öğrenme ile ortaya çıkmaz. Sadece, yolda
giden bir treni bu öğrenilenlerle rayına oturtabilirsiniz o kadar. Bir serçeye kanarya gibi
ötebilmeyi öğretebilir misiniz? İkisi de aynı boy ve görünümde, aynı özelliklerde, aynı
reflekslerde gibi görülür ama görülmeyen bir şey vardır ki o sonradan öğretilip
kazandırılamaz. Genlerinde önceden kodlanmış ve taşınmış olması gerekir. Kodlamalar içinde
ilgi alanları vardır. Bu alanların ortaya çıkışları kişilere göre farklı zamanlarda olabilir. Ama o
kişinin özünde vardır önceden. “Çocuklarınızın ilgi alanlarını keşfedin” sözüm doğru bir
yaklaşımdır bu nedenle. Bir örnek mi? İşte BEN!
İlkokuldayken resme yetenekli 10 öğrenciye aynı boyut tuval ve aynı renk boyalar verilmişti.
İstanbul’un Fethi” konusunu resmedin demişti hocalarımız. Dokuz arkadaşım Fatih’in beyaz
atı ile surlardan girişini yapmışlarken ben farklı bir açıdan aynı konuyu işlemiştim. Bir
kilisenin içinde korku ile sığınmış ve dua eden insanlardı o gün çizip boyadıklarım. Bu ele
alış şekline inanamamışlar ve o resmi birinci seçerek okulda da alıkoymuşlardı. Şimdi bu
yetenek baştan kodlanmış iken Edip Babamın isteği ve baskısı ile matematik ağırlıklı bir
eğitime yönlendirilmiş, üstüne üstelik de fen dalında okutturularak orta öğrenimde tam üç yıl
sene kaybıma da neden olunmuştu. Oysaki başından, “bu çocukta matematik ve pozitif bilim
kafası yok onu yeteneğinin akışına bırakalım ve destekleyelim” de denebilirdi. Ama öyle
olmadı. Ağabey örneğim nedeni ile “mimar-mühendis” olabilmek için çok debelendim ve
türlü sınavlara girerek hepsinden de döküldüm. Tabi’i ki geç de kaldım. Ben ilkokuldayken o
resimleri ve macun heykelleri yaparken birileri “harika çocuk” olarak lanse ediliyor ve bu
yolda ilerlemesi için de aile desteğini de alıyordu. Sonuçta zaten var olan yeteneği ile ilerliyor
ve sanatın tam ortasında kendisine başarılı bir yer de edinebiliyordu. Demem şu ki;
çocuğunuzun yeteneğini, ilgi alanını keşfedin ve özünde var olan o kodların çözülüp ortaya
çıkması için de elinizden ne geliyor ise yapın. Bence ebeveynlerin görevi, çocuklarına
kendilerince “yasaklar” koyarak onları büyütmesi değildir sadece. Var edilen genetik kodların
çözülerek ortaya çıkması için çaba göstermektir de diye düşünüyorum.
2
3
Bir işiniz yok ise ve zaman da bulabiliyorsanız farklı bir meslekten emekli olmuş birçok kişi
gibi resim yapabilirsiniz. Bu kişiler için var edilen paralı kurslara da gidebilirsiniz. Ama
genetik kodlamasında “ressam” yazılmışlardan birkaç adım geride kalacağınızı başından
kabullenmeniz de gerekir görüşündeyim. Burada eğitilmekten söz etmiyorum. Geçmişteki
hangi ressam ya da heykeltıraş bu işin okul eğitimini görmüş ve eline diplomasını alarak
ortaya çıkmıştır? Fransız gümrükçü “Henri Rousseau” kırkından sonra ressam olmamışmıdır?
Sanatın var edilmesi için mutlak o dalda bir diploma gerekmemektedir. Bir doktor, bir mimar,
bir hukukçu resim de yapabilir. Buna hiçbir engel de yoktur. Sanatla uğraşması için bir
yetkinlik belgesi de aranmaz. Kendince sanat olarak bildiğini özgürce ortaya da çıkartabilir.
Kimse bu çıkışın diplomasını istemez. Diyelim siz bir ressamsınız ama doktorluk, mimarlık,
avukatlık yapamazsınız. Sizden o konulardaki yetkinlik belgesi-diplomalar istenir. Sanatçı
zaten bu gibi pozitif mesleklere öykünmez. Ama o pozitif bilim diploma sahipleri resim
yapmayı kendilerinde bir hak olarak da görebilir. İşte bana sanatçının horlanması gibi görülen
bu tür öykünmeler her yerde karşımıza çıkar ne yazık ki.
Düşünün ki ben sanat eğitimini almış olan bir tasarımcı olarak kendimde “ben ressamım”
deme hakkını bile görmüyorum. Var olan gen kodlarım nedeni ve geçmiş birikimlerimle
şimdi resim de yapabiliyorum diyorum. Neden mi? Çünkü sanat eğitimini okulunda gördük.
Ustaları mektebinden izledik. Onları sevdik ve izlerinden gittik. Aynı havayı koklayıp “Güzel
Sanatlar” okuduk. Diplomayı alınca “sanat kulvarında” uçabilecek kelebek kanatlarımız,
yüzebilecek yüzgeçlerimiz, koşturacak alanlarımız ve beslenecek bir Akademimiz oldu. Bu
nedenle yaptığım ve yapacağım resimlerimi özenti ve oyalanma değil doğal ve genetik bir hak
olarak gördüm. Bu duygularla Akademiye (MSGSÜ’ne) gittim 2011 Sonbaharında. Rektör ve
ressam Yalçın Karayağız ziyaretimi kabul etti. Ona resimlerimden bir CD bıraktım ve
görüşünü istedim. Ertesi gün beni arayarak “Hocam ilk serginizi burada Osman Hamdi Bey
Salonunda açıyoruz” demesiyle sanıyorum yaşamımın en mutlu ve duygulu anlarını
yaşamıştım o an. 29 Kasım 2011 ilk kişisel sergimin açıldığı tarih olarak anı sayfama kazındı.
Yalçın Karayağız’a bana açtığı bu onurlu kapı için çok teşekkür ediyorum. Akademiyi
kazanmanın sevincini yaşadığım salonda ilk sergimi açmanın mutluluğunu da yaşattığı için.
Aynı tarihlerde küratörüm “Tüyap Sanat Fuarı”nda bir stant için de anlaşmıştı. Ama ben ilk
sergimin onca yıl eğitildiğim ve sonrasında da eğittiğim yerde olmasını istedim ve o
anlaşmayı iptal ettirdim. Sergimi dostlarımın önünde açmak ve dost bildiklerimi de orada
görmek düşlediğim bir hayaldi. Gerçek oldu. Beni yalnız bırakmayarak gelenlere teşekkür
ediyorum.
3
4
(Sergimin duyuruları)
Yaşatılanlar sayfalarıma öncelikle bu görüşlerimi yazarak başlamak istedim. Bu sayfalarda
görecekleriniz benim röntgenim hatta MR görüntülerim. İzleyici olan sizleri şimdi farklı
branşlardaki doktorlar olarak düşünüyorum. Teşhislerinizi yapın, reçetenizi yazın, raporunuzu
da hazırlayın! Bir görüşme ya da bir iletiniz ile alabilirim sonucu belki sizlerden. Zaman
içinde yaşam sayfalarımda eklemeler ve çıkartmalar, bazen de değiştirmeler yapabilirim.
Anlatımların canlı kalması ve bu nedenle de benim canlılığımı koruyabilmem için.
4
5
“YAŞANANLAR” üç aşağı beş yukarı çoğu kişinin yaşam akışı ile benzer geçişler içindeydi
sanıyorum. Herkesin yaşamında yer eden bunun gibi birçok anısının olduğu muhakkak.
Önemli olan o yaşananları albümlerden çıkartıp iç dünyanızda ve belleğinizde
canlandırabilmektir diye düşünüyorum. İşte bu nedenle yola çıkışlara anılarla yüzleşebilmek
dedim. Ben bunu kendi içimde başardım. Açık ederek bir şekil günah çıkartmış da oldum.
Sizlere anlatmadığım pek çok anıyı bu arada iç dünyamdan da çıkarttım. Şimdi geriye
baktığımda arınmış beyaz bir yol görüyorum.
Artık YAŞATILANLAR düzlüğündeyim. O düzlük benim yaratı dünyam. Bu dünyamda artık
yüzleşeceğim hiçbir şey yok. Duygusal üretilerimi sizlerle yüzleştireceğim bu düzlükte. Her
genç gibi ben de yeryüzündeki duyarlı tek varlıkmışçasına romantik, içe dönük ve duygusal
bir evreye girmiştim. Yaşamımın bu duygusal dönemi 1960 yılında başladı. Duygusallıkların
dışa vurumları birçok gençte şiirler okuyarak ve hatta yazmaya da çalışarak ortaya çıkardı o
zamanlar. Uzak aşklar için çaktırmadan şiir pusulaları kaydırılırdı ceplere ya da çantalara.
Belki de televizyon, bilgisayar, internet gibi teknoloji bağımlılıkları olmadığından şiirlerle
dışa vurumlar ortaya çıkardı çoğu kez. Lise edebiyat hocalarımızdan Behçet Necatigil’den
“lirik şiirler” dizeleriyle başlamışken bu sevdaya bir diğer edebiyat hocamız Zeki Ömer
Defne’nin “aruz vezni” tutkusu bana daha baskın gelmiş olmalı ki ilk şiirlerimde zaman
zaman aruz benzeri (ya da taklidi) dizeler oluşturur olmuşum. Bana şimdi komik gözüken bu
şiirsel duygu kayıtlarımı hiç değiştirmeden o zamanki el yazılarımla aktarıyorum. Lütfen
gülmeden okuyun. Çünkü ben onları bir heyecan yazarken çok da ciddiydim doğrusu. Üstelik
kendime bir de mahlas koymuştum: AŞKSIZ
5
6
6
7
7
8
8
9
9
10
10
11
Evet! Nasıl buldunuz? Ben bu dizelerle yazıları şimdilerde her ne kadar komik olarak
değerlendiriyorsam da en azından YAŞATILANLAR düzlüğümün ilk ürünleri ve ilk yola
çıkışlarıydı onlar. Onları yaşam öyküme koymamak o dönemimi yaşanmamış saymakla
eşdeğer gözüktü bana. Bu nedenle olduğu gibi görüntülendirdim o yıllardaki beni.
(O yılların-şiirlerindeki ben. Akademi-C. Türkmen’in Fotoğraf Dersinden: 1. Yıl-1963)
11
12
1966 yılında bu aruzumsu(!) dizelerin yanında bir hikâyecik de karalamıştım. Onu da aynı o
yaşların duyguları ve el yazıları ile aktarıyorum.
12
13
13
14
14
15
1967 yılı geldiğinde bu romantik dizeler birden bitiverdi. Nişanlanmıştım ve artık AŞKSIZ da
değildim. AŞKSIZ mahlası da orada sonlanmış oldu. Düşünüyorum da acaba şiir yazmak için
aşksız mı olmak lazım! Ve cevaplıyorum; hayır yalnız olmak lazım! Neden mi? 1969 yılı
Ekim baharıydı askerlik eğitimlerimiz için Oltu’dan Göle dağlarına çıkmıştık ya. O doğanın
ve zor koşulların altında kendimi öylesi yalnız hissetmiştim ki uzun bir ara sonrasında birden
duygusal şiirler yazmaya başladım. Belimdeki tabanca, ayağımda eğitimi yüklenen postallar
ve yüzüme oturtmaya çalıştığım güçlü gözükmelisin ifadesi, duygusallaşıp bir iki şiir
döktürmeme engel de olamamıştı. İkisini o zamanki el yazılarım ile aktarıyorum.
(Göle’de tatbikat arası)
15
16
Askerlik bitmişti her iki apoletimize birer yıldız kondurup terhis edilmiştik. İşte “attan
düşmek” neymiş bir kere daha yaşamış oldum eve döndüğümde. Hani askerken hep dolaşan
kısaldı kısalıyor balonu vardır ya işte o balon terhis olduğumda patlayıverdi birden. Beni
İstanbul’un ortalık yerine işsiz biri olarak bıraktı. İşsizken hele de şair değilseniz şiir de
yazamıyorsunuz. Duygusallık dönemime zorunlu ara verip evli bir eş olmanın
sorumluluklarını üstlenmek askerlik görevinden daha ağır da geldi bana. Şiir yazacak
boşluklarım olmadı bir süre. Aileden gelen bir zenginliğimiz de yoktu. İş kovalarken
karikatüre ilgi duymaya başlamış ve ufaktan karalamalarla gülmece dünyasının kapılarına
kadar gelmiştim. Çizdikçe çiziyor ve çizebildikçe de mutlu oluyordum. Bu uğraş için
romantik olmam da gerekmiyordu. Ama duygusal dürtülerinize tekrar dönmek zorunda da
kalıyordunuz. İnsanı kaynak olarak alınca duygudan yoksun olmak da mümkün olamıyor.
Yaşam sorunlarına duygusuz yaklaşamazsınız. Öyle ki o sorunları giderek hiç göremez
olursunuz. Karikatürler yaşamın kadrajlarıdır diyorum. O kadraj içine alınan görüntü insanı
16
17
genelde kara mizah içinde irdeler. Bu gözlem şekli giderek benim için bir anlatım dili haline
geldi. Aynı zamanda bir dışa açılım yolu da oldu. Hani günlerinizi bir odada geçirir ve
bunalınca balkona çıkar ya da camı açarsınız ya. İşte öyle bir şeydi karikatür benim için bir
dönem. Karikatür dalında 1971-1988 arasında Uluslararası 22 yarışma 9 sergi, Ulusal 11
yarışma 16 sergi katılımı gerçekleştirdim ve 7 ödül aldım. Hiç unutmuyorum; aslı
Bulgaristan’da Karikatür Müzesinde olan bir çalışmamın ikinci kopyasını M.S.Ü.’de her yıl
gerçekleştirilen “Öğretim Üyeleri Sergisi” seçimine bırakmıştım. Elimle yapmış olduğum
batik bir kumaşa paspartolanmış ve ahşap camlı bir çerçeve içinde sunulmuştu üstelik. Sergi
alanında, verdiğim karikatürü göremeyince elemenin yapıldığı hocanın odasına gitmiş ve
sadece benim karikatürün masa üzerinde bırakıldığını görmüştüm.
(Bulgaristan-Gabrovo Karikatür Müzesindeki karikatürümün bir kopyası)
Sergi düzen ve elemesini yapmış olan üç Profesörden biri odadaydı. Sergiye alınmama
nedenini sorduğumda şu yakışıksız yanıtı vermişti: “Karikatürü biz kısa pantolonla dolaşırken
çizerdik!” O “Jüri Üyeleri” ile aynı konum ve akademik unvana sahip olmama ve okulun o
sıralar 25 yıllık bir hocası iken çalışmanın bir karikatür olması ile dışlanmasını hiç
unutamadım. O sanatçıların karikatüre bu bakış açıları içimi acıtmıştı. Arkada bıraktığım
beyaz yol üzerinde bu olay bir leke gibi kaldığı için ve o yolu temizlemek adına size günah
çıkartmış oldum. Benim için karikatür çizebilmek dünyaya tepeden bakabilmek kadar
önemliydi. Şimdi de öyle. Esprisi olmayan hiçbir yapıtın (özellikle sanat eserinin) var
olamayacağı görüşündeyim. Gülmek için anlama; anlama için de bir zekâ gerekir. Ağlamak
için bir zekâ gerekmiyor bence. Doğduğumuzda ağlarız. Üzülüyor ya da duygulanıyor isek
ağlarız. Ağlamak erişkinler için kabullenmektir diye düşünürüm. Gülmek ise düşünebilmektir;
direnmektir; yaşamaktır; yaşatmaktır; yaratmaktır. Espri duyguları olmayan bir sanatçı
olamaz. Öyle ki bir mimar hatta hatta bir politikacı dahi olamaz. Özetle insan olamaz.
17
18
“Hoşgörü” ve “ileriye bakış” insanoğlunu medeni bireyler yapar. Bu iki faktör ancak gülmece
ile yol kat edebilir. Yaşama gülerek bakın. Bu bakış açısı sizi yeni buluş ve isteklere
yöneltecektir. Ağlayarak, üzülerek hiçbir yere varamazsınız. O nedenle karikatürü; gülmeceyi
severim. Çok karikatür çizdim. Bir yerlerde yayınlanması ya da para kazanılması için
çizmedim. O dönem yaşantımın her yerinde ve anında çizdim. Yüzlerce. Karikatürlerin
EVRENSEL olmasını daha doğru bulduğum için genelde yazısız çizimler yaptım. Yani zor
olanı seçtim. Bu şekliyle tüm Dünya insanlarına yönelebiliyorum. Şimdi size bu çizer
dönemimin bazı örneklerini veriyorum. Gülmeniz için. Düşünmeniz ve yaratmanız için.
İlk karikatürlerimi o zaman Milliyet gazetesinde çalışan Altan Erbulak’a götürmüştüm. Kabul
edişini, çizimlerime attığı kahkahaları ve beni o haliyle yüreklendirmesini hiç unutmadım.
Milliyet gazetesinin o hafta sonu ilavesinde çizimlerimi çıkarttırarak beni tanıştırmış oldu
okurlarına. Sonraki çizimlerimin “All Capp”ın “Hoş Memo” serüveni yanında basılmış
olmasının bana verdiği onuru hiç unutmayacağım. Altan Erbulak ve karşı masada oturan
Bedri Koraman hiç de kısa pantolonlu değildiler o hocanın dediği gibi. Kendilerini kabul
ettirmiş çok değerli çizerlerdi.
18
19
(Milliyet Gazetesinde yayınlanan ilk karikatürlerim)
1971 Yılında başlayan bu yola çıkış seksenli yıllarda da az da olsa sürmüştü. Bazıları
yayınlandı, yarışma ve sergilere gitti ama birçoğu da gülmece yolumda bende kaldı. Şimdi
size bu karikatürlerimden temize çekilmiş bazı örnekler sunmak istiyorum. Eskiz olarak
kalanları belki zaman zaman yaşam sayfalarımın içine ya da sonuna oldukları şekliyle
koyabilirim ilerde. Onları temize çekmeye artık vaktim yok. Kalan zamanımı resim bahçemde
geçirmeyi planlıyorum Tanrı izin verirse.
İlk karikatür çizimlerimin eskiz niteliğinde ve acemice olduklarını düşünürdüm hep. Size
şimdi aynı karikatürlerin önceki ve sonraki çizimlerini göstereceğim. Biliyor musunuz o ilk
acemi çizimler sonraki bilinçli çizimlerden daha iyi görünüyor bana. Bu nedenle de hiç
yenilemeden eski halleri ile eklemenin daha doğru olabileceğini düşünüyorum şimdi. İşte
önceki ve sonraki çizimlerden örnekler:
19
20
Evet, bana göre ön çizimler daha sevimli ve doğal gibi gözüküyor derim. Şimdi vereceğim
örnekler temize çekilmişlerin bir devamı olacak. Bu grup çizimler sonrasında farklı
tiplemelerle yaptığım çizimlerden de bazı örnekler vereceğim.
20
21
21
22
22
23
23
24
24
25
25
26
Bu çizgisel tiplemelerimi çok seviyorum. Uluslararası yarışmalarda bu tiplemelerin zayıf
kaldığını görünce resimsel çizgilerle karikatürler yaptım bir süre. Şimdi onlardan birkaç örnek
vereyim ve sonra tekrar önceki tiplemelerden bir iki örnekleme ile karikatür dönemimi
kapatayım diyorum. Dediğim gibi zaman içinde eski çizimlerimden görüntüler bu sayfalara
tekrar ekleyebilirim.
26
27
27
28
28
29
Bu gurup çizimler için bu kadarı yeter diyorum ve sevdiğim favori tiplerime tekrar
dönüyorum ve birkaç örnekle kapatıyorum bu sayfamı.
29
30
(HUMOR GRAFFITI için spor konulu 3
çalışma-04.03.1980)
30
31
31
32
(8 Mart Dünya Kadınlar Günü için çizildi)
(Gümüş üzerine geçirilerek Şebnem’in bildiri sunduğu
Makedonya Sempozyumunda sergilendi)
Yaşam akışına devam edelim şimdi. Askerlik dönüşü iş ararken gazetede “çizgi roman
yapabilecek ressam aranıyor” ilanına hemen atladım. Beyoğlu’nda bir han odasında buldum
kendimi. Patronu benden 35x50 boyut içinde çocuklara yönelik siyah beyaz tiplemeler yap
getir bir görelim deyince bu kez soluğu bir acele evdeki çalışma masamın başında aldım. Ayıköpek karışımı bir tip yaratarak ona bir sayfa içinde biten bir mizansen de uydurdum. Ertesi
gün bir koşu götürdüm çizdiğimi. Çok beğenildi. Tamam, hemen başlıyoruz diyerek
Almanya’da yayınlanan ve Almanca olarak çocuklar için çıkartılan o derginin ana
karakterlerini de bana vererek aynı boyuta hikâyeler ve ek tiplemeler de yaratarak çizmem
istendi. Ayrıca bir İngilizce kitap da gösterilerek buna yakın bir tipleme de yapmam söylendi.
Tam da istediğim bir çalışmaydı bunlar. Küçükken ağabeyimin bana getirdiği ve konuşma
balonlarını da ablamın İngilizceden Türkçeye çevirdiği dergi günlerinin tekrar karşıma bir
yapımcı konumumda çıkmış olmasından çok mutluydum. Ayrıca iş ararken de cuk oturmuştu.
(İş görüşmesine götürmek üzere ilk çizgi roman çizimim)
32
33
(Çizgi roman için bir çalışma)
Verilen tiplerin hikâyelerini ve animasyon akışlarını hiç zorlanmadan çizmeye başlamıştım.
Hikâye bitince kurşun kalemle çizili haliyle kaç sayfa ise götürüyor ve paramı alıyordum.
Onlar da o zamanın yöntemleri ile asetat üzerine dergi sayfası boyutuna indirgeyerek her
sayfayı kopyalıyorlar diğer ressamlar da arka taraflarından guaş boya ile renklendiriyor ve
basım için Almanya’daki Şirkete postalıyorlardı. Basılıp gelen dergilerden bir kısmını bana da
verirlerdi. Şimdi “comıcs” türü Almanya’da basılmış bu dergilerden bazı sayfa örnekleri
gösteriyorum.
33
34
34
35
35
36
36
37
(Yeni bir konu için ilk sayfa çizimi)
Çizgi romanların konuları da ve yan tiplemeleri de bana aitti. Her ne kadar istediğim gibi olmuyorsa
da renklendirmeleri onlar yapıyor ve Türkçe yazdığım konuşma balonlarını da onlar Almanca diline
çeviriyorlardı. Onca emeğin karşılığı alınan sayfa ücretleri 50 lirayı bir türlü de aşamamıştı.
1974 yılına gelindiğinde bu defa tüm tiplemeler bana ait bir mitolojik konunun ilk sayfasını çizdim ve
götürerek bu hikâye ve tiplemeler için sayfasına 100 lira istedim. Patron bu ücreti çok buldu ne yazık
ki. O sıralarda da Bölümün bir hocası “Aygun ya asistanlığını yapacaksın ya da bu çizim işini. Ona
göre karar ver.” deyince yol ayırımına geldiğimi anladım. Ayrıca çizimlerdeki zam isteğimin de kabul
görmeyişi kırgınlığı ile kariyer yolunu seçtim ve şekilde görüldüğü gibi hâlihazır durumuma gelmiş
oldum. O yol ayırımındaki doğru yol bumuydu diye şimdi de düşünürüm.
37
38
(Zeus Hikayesi için 1. sayfa çalışması)
Çizgi Dünyası yerine “Aygun Dünyası” denilebilir. Küçüklüğümden beri çizgi filmleri izlemek en
büyük tutkum olmuştur. İlkokuluma bir elimde çanta diğerinde üçlü sefertasım Fenerbahçe’den 6
nolu tramvaya biner Altıyol’da iner oradan da yürüyerek Gazi Mustafa Kemal Paşa Okuluna
giderdim. Çıkışta da aynı çanta ve boşalmış sefertasım ile Altıyol Durağında tramvayımı beklerdim.
Ama bir gün bu rutin akışta bir değişiklik olmuştu. Süreyya Sinemasında “Yedi Cüce ve Pamuk
Prenses” filmi oynuyordu. Elimde bilet alacak para da vardı. Okul çıkışı durak yerine doğru
sinemaya gittim. O zamanlar filmler devamlı olurdu. Film bitiminde istersen çıkar ya da kalır filmi
bir kere daha izleyebilirdin. Ben kalış o kalış. Akşam olmuş karanlık çökmüş ve ben hala yokum.
Evdekiler merakla beni önce Okulda sonra yollarda aramaya başlamışlar. Ablam ve Ağabeyim
38
39
benim çizgi hastası olduğumu bildikleri için film afişini de görünce sinemaya gelmişler ve beni
koltuğumda gömülmüş aynı filmi bilmem kaçıncı kez seyrediyorken bulmuşlar. Araya girerek
annemden sopa yememe de engel olmuşlar. Eh! Nede olsa beni çizgi dünyasına ilk sokanlar da
onlardı değil mi? Diyeceğim o ki ben çizgi filmi öylesi bir tutku ile severdim işte. O nedenle yol
ayırımımda akademik kariyer yolunu seçmiş olmamın doğruluğundan hala şüphe duyarım. Hâlbuki
söyleme değil mi? Hem asistanlığını götür hem de çizgi çalışmalarını. Çizimleri okulda mı
yapıyorsun? Hayır! O halde? İşte babadan gelen “açık sözlü ve dürüst ol” genlerinin bana ettikleri.
Babadan gelen bu doğru ve dürüst vatandaş olma öğretisi bugün tüm bilen dostlarımın da biraz gırgır
geçtikleri bir girişimime de neden olmuştu. 1975 yılıydı. Asistanlık dönemlerimdi. Babadan kalan
dört katlı bir apartmanın 16 da 3 hissesi benim üzerimde gözüküyordu. Kanunda yıllık gelir payı beş
bin lirayı geçenlerin vergi mükellefi olma zorunluluğunu duymuş ya da bir yerden okumuştum.
Benim payıma düşen gelirin de bu sınırı 100 lira aşmış olması nedeni ile hemen bir dilekçe döşenmiş
ve maliyeye kaydımın yapılarak vergi mükellefi olmamı talep etmiştim. Durup dururken asistan
gelirim ile bir iş adamı gibi gönüllü vergi mükellefi olmuştum o dilekçemle. Uzun süreler bir de
vergi ödedim o bir lokma artış için. Artık bu yaptığımın adına ne koyarsınız size bırakıyorum. Ama
ne dediğinizi duyar gibi de oluyorum doğrusu! Doksanlı yıllarda o mülk satıldı da kurtuldum bu
gönüllü vergi mükellefiyetinden.
(Dürüstlük Diploması)
1981 yılında tezimi vererek “Doçent” unvanını almamla, yan kulvarda da olsa tekrar çizgi
karakterlerine dönüş yaptım. Çocuk T-shirt giysileri için 25x30 ya da 35x40 boyutlara baskı
ya da aplike ile uygulanacak tiplemeler oluşturdum. Hepsi basıldı ve bana da para kazandırdı.
Bir kısmının fotoğrafını çekebilmişim ki onları da çizgi dünyamdan kopmadığımı göstermek
adına size de göstermek istedim. Çizdiğim tiplemelerde nerelerinin hangi tür baskı ile
uygulanacağı ve nerelerinin aplike kumaş olacağının notlarını da yanlarına yazardım.
39
40
BASKILARDAN ÖRNEKLER
40
41
1984 yılına gelindiğinde bende birden çağ öncesi tipler çizme ve resimleme istekleri
oluşuverdi. Bu tiplemeleri yaparak bir resimli roman yaratma sevdasına da düşmüştüm o
zamanlar. İnsanoğlunun bugünkü geldiği noktayı irdeleyebilmek için önce ilkel yaşamı
resmetmek doğru gelmişti o zaman bana. Öyle ki benimseyerek adlarını da “GURUNLAR”
olarak koymuştum. İlkel tiplemeleri bugünün tiplemeleri ile çakıştırarak çağın yaşamını ironik
bir akış içinde hicvetmek istemiştim o resimli romanımla. Ama bu isteğime o zamanlar
başlayan evlenme maratonum izin vermedi! Ve sonrasında zaman da bulamamıştım
resmetmeye onları. Karikatür çizimlerim de bitti o sıralarda. Yarışma çağrılarına da katılmaz
oldum. Artık bu kulvarı gençlere bırakmak gerekir diye de düşünmeye başlamıştım. Genç
çizerlere yol açma; biraz kenara çekilme davranışımın öğretim üyesi olmamdan
kaynaklandığını düşünüyorum. Sonuç olarak artık ne resimli roman ne de karikatür
çiziyorum. Bir anı olarak kaldılar yaşam dönemecimde..
41
42
(Çizgi roman tiplemelerimden örnekler)
1993 ve 1994 yıllarında mesleki bir seminer için Danimarka-Kopenhag’da farklı ülkelerden
gelen öğretim üyeleri ile birlikte olmuş ve unutulmaz günler yaşamıştım. Farklı ülkelerden
kişilerle bir arada olmak onlarla paylaşmak çok hoş duygulardı. Tasarım atölyesindeki
çalışmalarımızı, molalarımızı, akşam yemeklerimizi hiç unutmayacağım. Masalarımızda her
tasarımcının ülke bayrakları olurdu. Ancak gittiğim günün akşam yemeğinde benim masamda
bayrağın olmadığını görmüş ve hemen bir kâğıda çizip renklendirerek ben de o akşam ve
sonrası günlerde Türkiye’yi onlara bayrağım ve kimliğimle tanıtır olmuştum. Orada yaptığım
tasarım ve uygulaması ile en iyi modeli ben oluşturmuştum. Akşamları söylediğim “Elvis”
şarkıları ile ve çizdiğim karikatürlerle onlara beklemedikleri bir Türk tipi ve tasarımcısı olarak
çok iyi izler de bırakmıştım. Uzun yıllar mektuplaşmıştım o dostlarımla. Ama insanın özünde
olan o balık hafızası bir zaman içinde ortaya çıkıp unutturmuştu o dost günleri onlara da bana
da. Şimdi hatırlıyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum bu anıları kaleme almış olmamla.
Oradaki arkadaşlarımı karakterlerine göre çizgi tiplendirmelerle resmetmiş ve o firmanın anı
defterine de bu tiplemelerimle çok çizim bırakmıştım. Son çizgi tiplemelerim de onlar
olmuştu. Sonra da bir daha çizmedim. Şimdi düşünüyorum da DİSNEY stüdyolarında
çizerlerden biri olmayı kariyer yaşamımdan daha çok yeğlerdim gibi geliyor bana. İşte
görüyorsunuz anılara dönmek bazen pişmanlıkları da birlikte getirebiliyor.
(I.D.C. Kopenhag evi)
42
(Çalışma odam)
43
( (Tasarım çizimleri)
(Tasarım uygulamaları)
(Farklı Ülkelerden gelen tasarım hocaları ile birlikte keyif anları)
(Hocalar-müdür ve çalışanlarla uygulama atölyesinde)
43
44
(Bir yemek daveti için çizdiğim o hocalar)
(Hocalar-müdür-eşi-ve çalışanlar birlikte)
44
45
Şimdilerde bunların yerine resim yapmaya başladım. İşin garibi de şu ki sanki 70 yıldır resim
yapıyormuş gibi bir duygu içindeyim de. Sanıyorum bu duygu, var olan bir yeteneğin eğitimci
kişilik yapısı ile birleşmesinden oluşmakta. Eğitirken eğitiliyorsunuz. Bazen öğrencinizden de
bir şeyler öğrenebiliyorsunuz ki bu bence çok önemli bir eğitmen için. Şimdilerde görevli
olduğum eğitim kurumunda “modelden çizim” dersleri veriyorum. Birebir öğrenci ile birlikte
çalışmak benim yöntemim oldu. Eleştirilerimde yanlış mı çizilmiş doğrusu böyle çizilir diye
tashihler ve notlarla geri dönüyorum öğrencilerime. “Çiz getir”, “Olmamış al sana şu not”
demiyorum. Olabileceği çizerek gösteriyorum ve yazarak bilgilendiriyorum. Öğretimin
“olmamışlarla” değil “olabileceklerle” yürütülmesinden yanayım. Açık ve şeffaf olunması
gerektiğine inanıyorum. İşte bu takdirde öğrenen kadar öğreten de eğitilmiş olmakta bence.
1970’lerde başladığım karikatür çalışmalarım dediğim gibi 1984 yılına gelindiğinde bitmişti.
Onlar benim soluklanma anlarımdı. Geçmişi ya da yaşanan anları ironik bir bakışla
değerlendirmek ve o spot anlarını çizgiyle gülmeceye aktarmak ileriye doğru bakabilmenin
çıkış noktaları olmuştur benim için. O nedenledir ki geriye baktığımda yaşananları sadece
gülerek geçiştirebilmişimdir. Kalıcı ve yıkıcı olmaması için sizler de bu yöntemi
uygulayabilirsiniz. Olayı çizebildiğiniz ya da yazabildiğiniz kadarı ile karikatürize edin ve o
şekliyle yüzleşin derim. Bence bu da bir meditasyon ve arınma şekli olabilir. Belki de bunu
yaparken çizer ya da yazar tarafınızı da bulabilirsiniz. Ben herkesin bir gülmece yanının
olduğu inancındayım. Bu yanlarınızı bazıları gibi “kısa pantolona dönmek” şeklinde
görmezseniz yaşamınızın son anına kadar sürdürün derim. Önünüzdeki yaşama daha toleranslı
ve enerjik bakabilirsiniz o zaman.
Onbeş yıl kadar süren bu karikatür çizer günlerim sonrasında 1960 yıllarının şiirsel günlerine
dönmüş ve tekrar şiirler yazmaya başlamıştım. Ama artık aruz özentisi o şiirler yerine daha
anlaşılır şeylerdi yazdıklarım. Şimdilerde o son şiirlerime bakınca öncekiler gibi anlamsız da
bulmuyorum. O halde o şiirsel duyguları da aktarayım dedim sizlere. Beğenmeniz için değil
sadece yaşam öykümün bir sürecini anlatır oldukları için. Hiçbir zaman bir şair olmadım ve
de olmaya öykünmedim.
SON ŞİİRLER
1960 yıllarının “AŞKSIZ” mahlası ile yazdığım aruzumsu(!) şiirlerden tam kırk yıl sonra
birden esiverdi ve tekrar yazmaya başladım. Öncelikle AŞKSIZ mahlasımı sorgulamak adına
bir iki karalama ile çıktım yola. Bir mahlasım yok artık ama son şiirlerim için bir ismim var.
O da “ayguno” oldu şimdi. Duygular katına çıkınca, alt katta iken kullanılan adımın
değişmesi gerektiğini düşündüm her nedense. Gelecekte zaman olur da bir kat daha
çıkabilirsem bu adı tekrar değiştirir miyim diye de düşünüyorum.
AŞKSIZ-I
ya aşık olunca insan
şiir yazar
ya da AŞKSIZ olunca.
ilişki yakıcı bir aşk değilse
aşksız mı oluyorum ne!..
45
46
AŞKSIZ-II
yeni zamanda
aşksız kalıyor ise
insan
bence artık beslenemiyor
aşktan..
AŞKSIZ-III
bir küpten
bir sürahiye girmek
nasıl zor olursa suya
ben de öylesi zorlanıyorum.
Allah tan su bu
her kabın şeklini almasa
buharlaşıp tekrar su olmasa
aşkımı nasıl korurdum?..
***
Artık romantik “AŞKSIZ” aşk günleri gerilerde kalmıştı. Son bir kez daha geriye baktım ve
ANILAR şiirimi yazdım.
ANILAR
ite kaka mı geldik bunca yolu?
iyisi ile
kötüsü ile.
geriye bakınca
hiçte İĞNE BOYU değil yaşam.
ama
İĞNESİ hep aşk yolunda.
bir ona batar bir bana
bir de anılara..
46
47
***
Yaşam akışı içinde çoğu kez aldanırız. Saf oluştan mı salak oluştan mı bilinmez. Ama ikisi de
aynı yola çıkar bence. Belki aynı anlama da gelir diyorum. Sadece insana mı özel bu? Hayır!
Yaz gelmeden çiçek açan o kayısı ağacı da aldanan ve aldatılanlardan sadece biri.
ALDANMAK
aldatmak mı
aldatılmak mı
zor?
en zoru
sanırım
aldanmak
yanlış ilişkilere
bakıp bakıp
kanmak.
kar içinde
serçenin cikleri
kumrunun işveleri
karganın gagları
martının kahkahaları
hep aldanmak..
***
Aldansak da aldatsak da sarımsaklasak da bir dengede durabilmektir yaşam. Ama o dengeyi
hiç bulamaz insanoğlu. Kuyruk ta yok ki kedi gibi dengelenip iki ayaküstüne düşelim. Ona
buna kızarız küseriz. Bu nedenle de bir yol bulup dengeyi de oturtamaz bir türlü bu insanoğlu.
ŞU İNSAN
günü gününe uymaz
insanın
severken
küser aniden.
çekirge
kanadında aynı sesi çıkarır hep
vıy vıy da vıy vıy.
sözü sözüne uymaz
şu insan
kızar aniden.
çekirge gibi
bir zıplar
iki zıplar
üç zıplar
ama yakalanmaz..
47
48
***
Evet! Her insan farklı duygularla yerini alıyor şu yaşamda. Kişileri yakalayabilirsiniz. Ama
duygularını asla. Bakışları yakalayabilirsiniz ama baktığı yeri asla. Her insan farklı bir resim
çizer şu boşluğa. O resmi kopyalayabilir misiniz? Asla!
O BAKIŞ
boy boya benzemez
huy huya.
el ele benzemez
göz göze.
gün güne benzemez
söz söze.
atılan ok geri gelmez
her bakış gibi..
***
Sevgi nedir? Aşk mı? Peki, aşk nedir? Sevgi mi? Ne o ne de bu! Âşık olabilirsin her şeye.
Ama sevmek için tanımak ve tanımak için de sabır gerekir. Tanımak anlamaktır. Ona buna
şuna her an âşık olabilirsin. Geçen güzele âşık olursun ama anlamak için önce zaman gerekir.
NASIL
sevgi nedir
bir tespih mi
tekrar tekrar
çık ta çık çık.
aşk nedir
bir kuş mu
pır pır da pır pır.
eğer
hiç durmayacaksan
hiç konmayacaksan
ben seni nasıl anlayacağım..
48
49
***
Önce âşık olsan ona. Zamanla da tanıyıp ve de anlayıp sevsen diyelim. Acabalar aşkın içinde
hiç yer almaz iken sevgide hep iç içe gibidir. Genelde de hep öyledir.
ACABA
seviyorum
seviyorsun
seviyor
mu acaba?
seviyoruz
seviyorsunuz
seviyorlar
lar
lar
onlar
hep
olacaklar..
***
Aşk olgunluk ise sevgi çocukluktur derim. Aşkın gözü hiç de kör değildir bence. Ayrıca aşkın
gözü de yoktur ama yoğun duyguları vardır. Duyguları ile görür. Sevgide göz gerekir görmek
gerekir. Sevgiyi gözden kaçırırsan bir daha yakalayamazsın.
ÇOCUK
çocuklar gibi sevinçliyim.
kız olsam ip atlayacağım
yada biraz seksek.
körebe oynamak istemiyorum
yada saklambaç.
görmek istiyorum sevildiğimi
bulmak istiyorum duyguları
ben saklambaç ve körebeyi
böylesi oynamak isterim..
49
50
***
Görmek başka bir şey görmesini bilmek başka bir şey. Kör gözleri ile değil duyguları ile
görür. İyi gören göz bir görmeyenden daha çok düşer çukura. Doğuda bazı yörelerde öküz’ün
adı “bakar” olarak geçer. Sadece bakarsanız öyle de olursunuz. Duygularla bakarsanız
görürsünüz.
DOĞRUYU GÖRMEK
karar ver
güzel kuşum
hangi dala konacaksın.
boşa kanat çırpma
genç ve ince dallar
seni taşımaz
yaşlı ve kalın dallara
pençelerin yakışmaz.
karar ver
deli kuşum
bende de genç
ve
ince dallar var.
yeter ki
uçmasını bildiğin kadar
görmesini de bil..
***
Meraklıdır insanoğlu. Bazı meraklar keşifle bazıları ise esefle sonuçlanır. İlerisini merak eder
insan. Öyle ki kaderini bile merak eder zaman zaman. Falını okur falına baktırır. Geriye
anılara bakarken bazen tökezler. İleriye bakıp bakıp ahkâm da keser. Gün gelir o ahkâmlar
başına dert olur derman da bulamaz bazen.
YAŞAM
geriye dönüp baktığımda
hiç de öyle değilmiş yaşam.
hayat boyu
iyisi ile kötüsü ile
hayat dolu.
adım kazınacak boşluğa
bir ben
bir de onlar okuyabilecek..
50
BUMERANG
bir bumerang attım boşluğa.
olabildiğince var gücümle.
gidişinde neleri gördü
nereden geçti
nelere tanık oldu
dönüp gelince
bana anlatabilsin diye.
döndüğünde ise görebildiğim
daha da doğrusu
hissedebildiğim
kafama vuran sesi oldu..
51
***
Şakayı tadında bırak denir ya. Bence yaşamı da tadında bırakmalı diyorum.
ZAMANINDA
insanları
ne sağlığında ne yokluğunda
tepene dikmeden.
seslice gelip de
sessizce gitmek
kimseyi üzmeden.
ne ateistim ne de deist
Tanrıya
Elçilerine
Yaratılanlara
inanırım sadece.
gerisi ve sonrası ise
safsata bence.
tadında bırakmak için yaşamı
neler mi gerek?
ne eksik ne de fazla
ve de
iyi anımsanmasını.
o halde?
tam anında
ama zamanında
ayrılmasını bilmek
Mİ gerek?
ne dersin?.
***
13 ŞUBAT 2005 PAZAR Yusuf Sadi Tuğay ayrıldı bu yaşamdan. Bakın işte bu pek de
zamanında gelmedi bana. Tadında bırakmadı şu yaşamı. Her şey tatsız şimdi oralarda. Alaçatı
tatsız. Çeşme tatsız. Güzel İzmir tatsız artık. Beni koca kollarını açarak kim karşılayacak?
Kimin kokusunu içime çekeceğim? Kiminle bilardo oynayıp yenileceğim? Canım Ağabeyim.
51
52
ALAÇATIDA BİR YOL
ne çok esti
deli rüzgar O GÜN
O’nun
varlığı da
yokluğu da
bir fırtına.
dizi dizi dualar
gözü yaşlı
git geller.
taşlı yollar
taş evler
boş bakışlar yolunda
taşıdılar ONU.
anlamsız bir çukura boş uğraşlarla
gömdüler.
gömülen O değil
günahlar.
bitti artık dedirten
dönüşler
anılara bakıp
gülüşler.
ne çok estin
deli rüzgar
O gün..
HER AN
her an
bir kapıdan
çıka gelecek gibi
SADİ.
masada uzanacak
o güçlü eli
iskambilde mızıkçı
istekada usta
mimaride efsane
sevgide dost eli.
her an
bir köşeden
çıka gelecek gibi
SADİ..
52
53
***
“Haftanın günleri yedidir yedi. Sayın bakın yedidir. Yedi.” İlkokuldayken böyle öğretmişlerdi
o zamanlar bizlere. Pazar günü tatil günü. Kim sevmez ki? Ama o Pazar’dan sonra hafta altı
gün olmuştu benim için bir süre.
HAFTANIN GÜNLERİ
PAZAR
en uzun
pazartesi
en üzgün gün.
göz yaşı
bazen de kahkaha
ONUN varlığı
ve
yokluğu arasında
ince bir çizgi.
salı
bir çağın kapanışı
anıların gömülüşü.
gün
ama ne gün.
lodos bile
lodosluğunu bilemedi
O GÜN.
kadere kimse bir şey diyemedi
gitti
geri gelmedi.
sen de
gelemedin o gün.
ne salı
ne çarşamba
ne perşembe.
ne elimi tuttun
ne birlikte indik
ne birlikte yedik
ne de oynadık.
hiç mi hiç konuşmadın
orda kaldın.
PAZAR’da..
53
54
***
Yılın her günü birilerinin doğum günüdür mutlaka. Boş yok! Özel günleri unutmamak için
özen göstermekten kafayı yiyeceğiz bir gün. Özelliksiz sıradan günleri daha çok sever oldum
şimdilerde. İsmi henüz konmamış bir çocuk gibi gelir bana sıradan günler. O günler
anımsamasız günlerdir ki çok severim.
2 EYLÜL 2008 SALI
bu gün
iki eylül.
yıllardan ikibinsekiz
üstelik salı
sıradan bir gün.
öylesine
özelliksiz.
ne benim
ne senin
ne onun yaş günü
ne de bir yıldönümü.
iki eylül
yıllardan ikibinsekiz
ve de salı.
var olduğum
yeni bir gün
daha ne olsun..
***
Yaşadıklarınız sizden çok sizden olmayanlara dert olur bazen. Öyle ki ölmeden öldürürler de
sizi. “Bakar” gözlerdir onlar. Bakış açısını değiştirmeyi bilmezler. Empati de kuramazlar.
ÇOK BİLMİŞLER
kimin ne dediği
kime ne dediği
kim kime ne demiş
yememiş içmemiş.
derdimi sanki o yaşamış
yoksun günlerimi o
sevgisiz günleri hep o
biliyor yalnızca.
demokles’in kılıcı da o
vulcain’in yıldırımları da.
zeus’un kızları bunlar
her şeyi gören ve bilen.
çalçene kızlar
bilmezler ki
gerçek anlamda sevilen
bir ben bir de olmayan sevgili..
54
55
***
Şikâyetçiyim dostlar sizden. Onca alfabe. Onca dil bilgisi. Onca okumuşluk. Daha da ötesi
onca beraberlik. Yetmedi. Üstüne üstelik nerede ise bir ömür de geçti. Hala adımı
öğrenemediniz. Nokta koymaya ne de çok meraklıymışsınız dostlarım.
BENİ GÖR
şu adımı öğretemedim bir türlü
kırk yıllık dostlarıma bile.
orta ve lisede de “aygün”
üniversite yaşamımda da.
sonunda nüfus kütüğünde de
oldu adım “aygün”.
halbuki adımı koyarken babacığım
demiş ki anlamı “sakin ay” olsun
dolunay gibi dingin.
uzak ama
her yerden görülebilen
ve
her yeri görebilen
sakin ama saygın biri.
bu nedenle adım
AYGUN.
ama sen yine bana “aygün” diyebilirsin
ya da “argun”
tek bana seslen
beni çağır
tek beni gör de
ne dersen de
be!
ayguno
***
Bundan sonraki şiirlerimin yazıldığı yer Bodrum-Turgutreis. Sadece 2008 yazında yazıldılar.
Denize ve adalara karşı. Emekli olunca o zamanki Rektörüm “İsmet Vildan Alptekin” dostum
önermişti bu evi. İyi ki de beni iteklemiş. Elinde hiç para tutamayan ben verilen o ikramiyemi
de kısa zamanda bitirebilirdim. Ufak ama denizin üzerinde bu evim. Ve üzerime kayıtlı olan
da ilk evim. Sadece 40 metrekare. “Bir oda bir deniz” diyorum soranlara. En azından
Bodrum’da kirada değilim artık. Şebnem’le birlikte keyfini çıkartıyoruz oranın. O balkonda
55
56
yazdığım şiirlerdeki “sen” de o oldu artık. Bunlar son şiirler diye düşünüyorum. Yenilerini
yazmaya zamanım da olmaz sanırım. Ama bilinmez. Yaşayıp göreceğiz umarım.
(Bodrum-Turgut Reis evinin alındığı ilk günde Şebnem, ben ve deniz!-2005)
ADA
önce bir ışık gördüm karşıda
sonra ikincisi
beş ve altıncısı.
bir yaşam vardı
ateş böcekleri konmuşçasına üzerine
ürkek ve titrek.
gündüz ölü
gece canlı
karşı adada..
56
57
TEK DOSTUM
bu gece
loreena mc kennitt sesleniyor arkamdan
içimden geçerek dalgalara doğru.
karanlık dostlarım var bu gece
ışıklı olan hep o yıldızlar.
sessizlik en iyi dostum bu gece
beni dinliyor
bana bakıyor
beni görüyor.
ellerimi görüyorum on parmak
ayaklarım da on
dizim var
iki de ayağım
yazdığıma göre gözlerim.
neler verdin bana TANRIM
duymak görmek yazmak için
karanlıkta tek dostum
TANRIM..
57
58
TANRININ SESİ
senin kırptığın top ağacın dalında
onun fenerinin içinde çırpınan mum ışığı
tam ortada aponun eseri ateş ağacı
beni benden iyi gören
rozet çiçeklerinin bana bakışları.
denizden gelen bu ses
dalgaların sesi mi?
egenin sesi mi gelen
akdenizin mi?
TANRININ sesi o
TANRININ sesi.
peş peşe fısıldıyor gecenin karanlığından
yüzüme yüzüme.
şanslı çocuk
şanslı çocuk
şanslı çocuk..
58
59
TANRININ
karşıdaki adalar karalar kimin
bu deniz kimin
yunanın mı
bizim mi?
bence hiç birinin
hiç kimsenin.
hiç kimsenin adalarını karalarını seviyorum
ve de denizlerini
hiç kimsenin yıldızlarını seviyorum
hiç kimsenin kimsesiz çiçeklerini.
O’nun her şeyini seviyorum
O TANRI.
seni O’nun la aldatıyorum sevgili
aldatıyorum O’nun la
TANRIYLA seni..
59
60
YOK
kimse yok bu akşam
sen yok
dostlar da yok.
mavi sarı ışıklı
balıkçı teknesi geçiyor önümden.
loreena mc kennit çalıyor tekrar.
mumun titrek ışığı geceden ürkmüş sanki
püf desen yok..
60
61
SENSİZ
tekneler geçiyor sevgili
kimi yaygaralı
kimi sessiz.
güneşi batırdım fado eşliğinde
ama sensiz..
PUSULAM
bir pusulam var artık
güneşin doğuşuna
batışına şahit..
61
62
SÜPÜRGE
şiirlerimi temize çektim bu sabah
dün geceyi süpürdüm.
daha çok geceler olacak
ve de çok şiirler
ve elimde süpürgem
her sabah
geceleri süpüreceğim..
TERLİKLERİM
şimdi süpürdüm balkonumu
yapraklar peşimi bırakmıyor
fırdolayı dönüyorlar terliklerimde.
kemanları onlar çalıyor
obuaları tanrı zefir
ve
ben de katıldım
terliklerimle
kurumuş begonvillere yapraklara.
fırdolayı dönüyorum..
62
63
BENİM
kalkıp bir çay koymalı.
balkonumdan denize bakıp
çayımı içmeliyim.
balkon da
deniz de
çay da
benim.
TANRIM
çok zenginim..
63
64
GECELER
tekrar sabah oldu.
dün geceye
önceki gecelere
ne oldu ki yoklar.
öylesi güzel batıyor ki
güneş
gündüzler
artık
hatırlanamaz oldu.
64
65
GÜNEŞİ BATIRMAK
her gün
sıkılmadan yorulmadan
ve durmadan
yaptığım tek şey
akşam oldumu
güneşi batırmak.
elimde buzlu bir içki
gözümde turuncu bir top
aklımda hep bir dilek.
her gün
sıkılmadan yılmadan
hep bunu yapıyorum.
yapacak hiçbir işim yok
yazlıktayım..
65
66
BALKONUMDA
içkimi içerken balkonumda
bahtan tokato dinliyorum
dalgalara karşı..
FIRTINA
tekneler bir gömülüp bir çıkıyor.
deniz uzaktan laci
sonra mavi
sonra yeşil
sonra bej
sonra kahve rengi
vuruyor kayalara
beyazı da taşıyarak.
uğultusu ardından haykırıyor
bah konçertosu gibi
kemanların eşliğinde
beni de taşıyarak..
66
67
KÂĞIT VE DE KALEM
şimdi kahvemi koydum
ve kağıt
ve de kalem
bugün nerudayım
ve
ve ve de van gogh.
65 yaşındayım
ama olsun
seneye yürümeye başlarım
sonra
hiçbir şey öğrenmem için
okula da giderim
sonra belki yaşlanırım.
ve
sonunda
elimde kağıt
ve de kalemle
ben
neruda olurum
ve de van gogh..
67
68
DALYANCI
bana bir mavi ver dalyancı
bir tablo ama mavi.
sehpa ver mavi
seramik kaşık
yada balık mavi.
neyleyim dalyancı
baktığım her yer
mavi mi mavi..
OLMASA
hep sola yatık
ağaçlar
dallar
poyrazın gün boyu itelemesi ile.
lodos destek olmasa
kuzey rüzgarlarına yenik düşecek
tüm yaşam..
68
69
GÜNLÜK
hep bir günlük tutmak istedim
ama hiç güne sahip çıkamadım.
dört kol dağıttılar günlerimi
ne kare
ne ful
ne de floşum oldu
ama her güne bir döperim var.
ben papaz olan
o sevgili.
hiç günlük tutamadım
365 kartı karıştırıp
bir de üstelik kesip
dağıttılar ömrümce.
hiç günlüğüm olmadı
ama döperim oldu her kez.
ben papaz o sevgili..
69
70
Şiirlerim burada bitiyor. O evimin balkon karşısında her sabah gözüküp sonra da yuvasına
dönen bir koca kertenkele komşum olmuştu. Bayağı da alışmıştık birbirimize. Ama şimdilerde
o da bitti şiirlerim gibi. Artık o da yok.
(zülfü)
KERTENKELE
adı
rüstem zülfü viraneli.
o bir kertenkele
onun hikayesi bu.
güneş kayalara yapıştı mı
çıkardı birine
bakardı gök yüzüne
bilmişçesine.
kolları kürsüye abanırcasına
tam söylev verecekken
yutuverirdi bir sineği.
göbek adı rüstem
adı zülfü
yaşam alanı bir virane kayalık
o nedenle kondu soyadı
viraneli.
rüstem zülfü viraneli
artık yok.
kayalar yerinde
güneş desen öyle
ama
rüstem zülfü viraneli yok.
yaz bitiyor diye mi
yeni Rüstemler için mi yok
bilemiyorum
ama
onu çok özlüyorum..
şiirler: ayguno(aygun)
fotoğraflar: şebo(şebnem)
*****
70
71
Ressamlığa öykünmek şairliğe öykünmekten daha haklıca geliyor bana. Neden mi? Çünkü
çizgi dünyam çok küçükken başladı ve Akademiye gelene kadar yaşamım ve eğitimim içinde
her zaman en ön sırayı aldı. Tek iyi notum da oydu zaten. Akademide sanatçı hocalarım ve
arkadaşlarımla pekişti. Yaşamımın yaklaşık 40 yılının bir sanat eğitmeni olarak gelişmesi ile
de kıvama geldi diye düşünmüş olmalıyım ki resme başlama hakkını da gördüm kendimde.
Sevdiğim bir dostum böyle bir durumda kalınca “dış kapının mandalı değilim ki” derdi. Bu
yaşta resme başlamış olmanın biraz da olağanın tersi olduğunu da farkındayım. Resme
başlayıp 40 yıl sonra bir yere gelmek yerine; 40 yıl sanatla yüklenip resme başlamış olmanın
da yanlış olmayacağını düşündüm. Bu birikim ve cesaretle 2009 yılında her şeyi bırakıp
resme başladım. Sadece kendi mutluluğum için.
Şebnem’in Şamanlara ait bir araştırması sonucunda oluşan bir bildirisi nedeni ile gitmiş
olduğu Makedonya Sempozyumuna onunla birlikte “Şaman Reisi” isimli resmimi gönderdim.
Böylelikle bir resmim ilk kez yurt dışında görücüye çıkmış oldu diyebilirim. Yaptığım o
resmi sonraki dönemlerde hiç sevmediğimi de fark ettim. Fırçayı alarak tümüyle değiştirdim
ve Akademideki (MSGSÜ) sergisinde “Dilek Ağacı” adı ile tekrar sergiledim. Bu “Şaman”
düzeltmesi ile resim serüvenim gerçek anlamda başlamış oldu.
(Şamanın ilk resmi)
(Şamanın düzeltilen son resmi)
Zaman içinde başlangıçta yaptığınız çizimleri sonrasında beğenmiyor ve eleştirebiliyorsanız
gelişmeniz sürüyor demektir. Öğrencilerime hep şunları söylemişimdir. “Yaptığınız işi beş yıl
sonrasında da hala beğeniyorsanız o yılda kalmış ve daha ileriye gidememişsinizdir.
Öncesindeki yanlışlarınızı görün ve kendinizi eleştirin ve eleştirilere de açık olun. Gelişmeniz
ve ileriye gitmeniz için bu çok önemli” demişimdir. Her ne kadar kırk yıllık bir sanat eğitmeni
olsam da halen hatalarımı görebiliyor olmam daha çok yol kat etmem gerektiğini de
gösteriyor bana. Bunu öğrenci konumundaki tüm sanatçı gençlerimize onların deneyimli bir
hocası olarak öğütlüyorum. Eleştirin kendinizi ve eleştirilmeye de açık olun.
Akçakoca’nın en yüksek tepesinde fındıklıklara ve Karadeniz’e bakan Şebnem’in yazlık
evinde başladım resimlerime. Beni orada resim yapmaya iteklemesinden de şimdi çok
memnunum. Ona teşekkür borçluyum. Önceleri akrilik sonraları yağlıboya ve birçok teknik
girdi tuvalime. Resim yapmaktan ve çizgi ve renk dünyam içinde kendimle en sonunda
yüzleşebilmekten mutluyum şimdi.
71
72
(Akçakoca evinin balkonundan fındıklıklar ve Karadeniz)
(Liman ve balıkçı barınakları)
(Akçakoca evi çalışma köşem)
Size bazı örneklerini vereceğim resimlerimi bu gün için beğeniyorum diyebilirim. Diliyorum
ki gelecekte bunlarda da kendimce yanlışlar bulur ve daha da ileriye ve iyiye ulaşabilirim.
Öğrenmenin yaşı ve sınırı yok. Yaşam öğrenme ve bilgilenmeyle bir anlam taşır diyorum ne
dersiniz?
72
73
SERGİLENENLERDEN ÖRNEKLER
70x100
70x100
60x80
80x100
50x70
60x80
75x100
100x120
73
74
74
80x100
80x100
40x50
50x70
30x40
60x80
100x120
40x50
25x30
75
80x100
50x70
70x100
Resimlerimin hepsini sayfalarıma koymak yerine kalanını saklı tutuyorum şimdi. Bu şekilde
sergilerime “daha neler yapmış bir görelim” denerek gelirsiniz belki diye düşünüyorum. Ama
bir üç resmim daha var ki onların yapılışları tam sergimin konusu “korkuları” bana yaşatan bir
olayla başlamıştı. Bodrum Turgut Reis’de bir kutlama için evimizden uzun bir merdiven inişi
ile aşağı kumsaldaki otele toplu bir sabah kahvaltısı buluşmasına Şebnem’le birlikte iniyorduk
o gün. Ortalara gelindiğinde sahibinin tasmasında bağlı olarak yolumuzun üstünde duran kurt
köpeğini sevmek için elimi uzatmıştım ki dişlerini kaburgalarıma geçiriverdi birden. Herhalde
taktığım gözlük, çiçekli bir gömlek ve şapkam ile alışılmadık bir siluet olarak gözükmüş
olmalıyım ki ona ısırıverdi beni hiç beklemezken. Parçalanan gömlekle akan kan Şebnemi ve
beni çok panikletmiş o günkü buluşma başlamadan bitivermişti bu olayla. Eve döndük yıkayıp
sarmaladık ve ben o korku ile o gün hemen üç resim birden yaptım arka arkaya. Size üç resmi
de göstermek istedim o korkunun bende bıraktığı izleri görmeniz için.
50x70
50x70
50x70
Resimlerimden bir kısım örnekler koydum yaşam sayfamın sonlarına şimdilik. Zaman içinde
ilave ve değişiklikler de yapabilirim. İzlediğiniz için teşekkür ederim.
75

Benzer belgeler

Yaşananlar - Aygun Tuğay

Yaşananlar - Aygun Tuğay kişinin özünde vardır önceden. “Çocuklarınızın ilgi alanlarını keşfedin” sözüm doğru bir yaklaşımdır bu nedenle. Bir örnek mi? İşte BEN! İlkokuldayken resme yetenekli 10 öğrenciye aynı boyut tuval ...

Detaylı